Kitaptan E-kitaba - Teknoloji ve Yaşam Kültürü Dergisi

Transkript

Kitaptan E-kitaba - Teknoloji ve Yaşam Kültürü Dergisi
Penguenler Adası - Anatole France
——————————————————————
DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 105
PENGUENLER ADASI
PENGUENLER ADASI adlı yapıt Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi'nde Sn. Bekir Karaoğlu'nun izniyle basılmıştır.
Yayına hazırlayan: Egemen Berköz
Dizgi: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Baskı: Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti.
Haziran 2000
ANATOLE FRANCE
PENGUENLER ADASI
(L'île des Pingouins)
Fransızca’dan Çeviren:
Bekir Karaoğlu
www.iskenderiyekutuphanesi.com
Hümanizma ruhunu anlama ve duymada ilk aşama, insan varlığının en somut anlatımı olan sanat
yapıtlarının benimsenmesidir. Sanat dalları içinde edebiyat, bu anlatımın düşünce öğeleri en zengin
olanıdır. Bunun içindir ki bir ulusun, diğer ulusların edebiyatlarını kendi dilinde, daha doğrusu kendi
düşüncesinde yinelemesi; zekâ ve anlama gücünü o yapıtlar oranında artırması, canlandırması ve
yeniden yaratması demektir. İşte çeviri etkinliğini, biz, bu bakımdan önemli ve uygarlık davamız için
etkili saymaktayız. Zekâsının her yüzünü bu türlü yapıtların her türlüsüne döndürebilmiş uluslarda
düşüncenin en silinmez aracı olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyatın, bütün kitlenin ruhuna
kadar işleyen ve sinen bir etkisi vardır. Bu etkinin birey ve toplum üzerinde aynı olması, zamanda ve
mekânda bütün sınırları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi ulusun kitaplığı bu
yönde zenginse o ulus, uygarlık dünyasında daha yüksek bir düşünce düzeyinde demektir. Bu bakımdan
çeviri etkinliğini sistemli ve dikkatli bir biçimde yönetmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet
etmektir. Bu yolda bilgi ve emeklerini esirgemeyen Türk aydınlarına şükran duyuyorum. Onların
çabalarıyla beş yıl içinde, hiç değilse, devlet eliyle yüz ciltlik, özel girişimlerin çabası ve yine devletin
yardımıyla, onun dört beş katı büyük olmak üzere zengin bir çeviri kitaplığımız olacaktır. Özellikle
Türk dilinin bu emeklerden elde edeceği büyük yararı düşünüp de şimdiden çeviri etkinliğine yakın ilgi
ve sevgi duymamak, hiçbir Türk okurunun elinde değildir. 23 Haziran 1941.
Milli Eğitim Bakanı
Hasan Âli Yücel
SUNUŞ
Cumhuriyet'le başlayan Türk Aydınlanma Devrimi'nde, dünya klasiklerinin Hasan Âli Yücel
öncülüğünde dilimize çevrilmesinin, kuşkusuz önemli payı vardır.
Cumhuriyet gazetesi olarak, Cumhuriyetimizin 75. yılında, bu etkinliği yineleyerek, Türk okuruna bir
"Aydınlanma Kitaplığı'' kazandırmak istedik.
Bu çerçevede, 1940'lı yıllardan başlayarak Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan dünya klasiklerini
okurlarımıza sunmaya başladık.
Büyük ilgi gören bu etkinliği Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanmamış -ancak Aydınlanma Devrimi
yarıda kalmasaydı yayınlanacağına kesinlikle inandığımız- dünya klasiklerini de katarak sürdürüyoruz.
Cumhuriyet
ANATOLE FRANCE ÜZERİNE...
Anatole France (1844-1924) 19. yy sonu ve 20. yy başları Fransız edebiyatında klasik geleneğin en
saygın temsilcisi sayılır. Yapıtlarında zengin bir klasik kültürü açık ve duru bir dille, bilge bir
alaycılıkla yansıtabilmiş, edebiyatın her türünde yapıtlar vermiş, politika, din, tarih, sanat, edebiyat
ve felsefe alanlarında Voltaire ve Diderot'nun hümanist aydınlanma geleneğini sürdürmüştür.
Asıl adı Jacques-Anatole-François Thibault olan Anatole France 1844 yılında Paris'te bir kitapçının
oğlu olarak dünyaya geldi. Stanislas Lisesi'nde sağlam bir hümanist eğitim aldıktan sonra
kütüphanecilik, yayınevi asistanlığı, arşivcilik, öğretmenlik gibi değişik işler yaptı. Bu arada Parnasse
okulu şairleri arasında yer aldı ve edebiyat çevrelerinde saygın bir yer edindi.
1875 yılında Le Temps gazetesi onu edebiyat eleştirmeni olarak işe aldı. Bu gazetede çağdaş
yazarlar üzerine yazdığı eleştiriler daha sonra dört ciltlik La Vie Litteraire (Edebiyat Hayatı) adıyla
yayımlandı. Daha sonra yayımlanan Sylvestre Bonnard'ın Suçu (1881) adlı romanı, güzel dili ve alaycı
deyişiyle onu bir anda üne kavuşturdu.
1877 yılında evlenip beş yıl sonra boşandı ve Paris'in ünlü edebiyat salonlarından birine ev sahipliği
yapan Madam de Caillavet ile birlikte yaşamaya başladı. Bu ilişkiden esinlenerek yazdığı trajik bir aşk
öyküsü olan Kırmızı Zambak (1894) büyük başarı kazandı.
1896 yılında Fransız Akademisi'ne seçildi. Bu yıllarda toplumsal sorunlarla giderek daha çok
ilgilenmeye başladı. Dreyfus Olayı başladığında Emile Zola'nın en yakın destekçisiydi. Onun hazırladığı
bildiriye ilk imzayı attı. Amerika'daki Sacco-Vanzetti davası nedeniyle yazdığı açık mektup Amerikan
gazetelerinde yayımlandı. 1897-1901 yılları arasında yazdığı dört ciltlik Histoire Contemporaine
(Çağdaş Tarih) adlı romanında Dreyfus olayını ve Fransız toplumsal politik yaşamını ele aldı.
Voltaire ve Fenélon biçeminde özyaşam öykülerinden oluşan Le Livre de Mon Ami (Dostumun Kitabı,
1899); Le Petit Pierre (Küçük Pierre, 1918), Ördek Ayaklı Kraliçe Lokantası (1893), Jerome
Coignard'ın Düşünceleri (1893), Azize Claire Çeşmesi (1895) ile toplumsal sorunlara ve Fransız politik
tarihine eğildiği Penguenler Adası (1908), Jean D'Arc (1908), Tanrılar Susamışlardı (1912) ve
Meleklerin İsyanı (1914) gibi romanları, öbür önemli yapıtlarıdır.
1921 yılı Nobel Edebiyat Ödülü ona verildiğinde 25 cilt tutan yapıtlarıyla tüm dünyada tanınan bir
yazardı. Ömrünün son yıllarında Fransız Komünist Partisi'ne üye oldu.
12 Ekim 1924'de on yıl kadar önce taşınmış olduğu Tours kentinde öldü. Cenazesi devlet töreniyle
gömüldü.
PENGUENLER ADASI...
Penguenler Adası güncelliğini günümüze kadar koruyabilmiş en güzel yapıtıdır. Mizah, tarih, felsefe
ve hatta bilimkurgu denebilecek türdeki bu romanda penguenlerin insana dönüştükten sonraki
yaşamlarını anlatırken, insanlık tarihi ve özellikle Yakınçağ Fransa tarihindeki önemli olaylara değişik
ve düşündürücü yorumlar getirir. Bir gülmece yapıtı olarak çok başarılı bulunmakla birlikte, her
sayfasında bağnazlık, baskıcı yönetim düzenleri, kapitalizmin insanı yabancılaştırması, sömürge
savaşları, emperyalizm, ... vb. konularda ciddi dersler bulunmaktadır. Kitap Anatole France'ın,
ömrünün son yıllarında, insanlığın geleceği konusunda kötümser olmaya başladığı dönemin izlerini taşır.
Okuyucular romanda Pembekız (Jean D'Arc), Trinco (Napoleon), Aegidius Aucupis (Voltaire),
Colomban (Emile Zola), Pyrot (Dreyfus), vb. önemli tarihsel kişileri tanımakta güçlük
çekmeyeceklerdir.
Bekir Karaoğlu
ÖNSÖZ
Yaşamımda, günlük bir yığın ilginç uğraş arasında, tek bir düşüncem var. Bu düşünce büyük bir amacı
gerçekleştirmektir: Penguenlerin tarihini yazıyorum. Bu uğurda, karşılaştığım sayısız güçlüğe
aldırmadan aralıksız çalışıyorum.
Bu budunun toprak altında gömülü anıtlarını bulmak için toprağı kazdım. İnsanın ilk kitapları taşlardı.
Ben de Penguenlerin ilk çağlarını öğrenebilmek için taşları inceledim. Okyanus kıyılarında bozulmamış
höyükleri eşeledim; beklediğim gibi, çakmak taşından yapılmış baltalar, tunç kılıçlar, Roma paraları ve
Fransa Kralı I. Louis-Philippe adına kesilmiş bir yirmi para buldum.
Eski çağların tarihi için Beargarden Manastırı rahiplerinden Johannes Talpa'nın yazdığı kitap en
büyük yardımcım oldu. Ortaçağ Penguen Tarihi için tek sayılabilecek bu kaynaktan doya doya içtim.
XIII. yüzyıldan sonraki tarihleri için biraz daha şanslıyız, ama yine de tarih yazmak oldukça güç.
Neyin nasıl olduğunu tam anlayamıyoruz; en büyük sorun tarihçinin elindeki belge bolluğu. Bir olay tek
tanık tarafından belgelenmişse, bunu hiç düşünmeden kabul ederiz. Kararsızlık, iki veya daha çok
tanık olduğunda başlar; çünkü bunların aktarımları her zaman birbiriyle çelişkilidir.
Kuşkusuz, bir tanığı diğerine yeğlemenin güçlü bilimsel nedenleri olabilir. Ama, bu nedenler duygu,
tutku, çıkar ve hepsinden de öte, ciddi adamların ortak yönü olan sorumsuz düşünme hastalığından
daha güçlü değildirler. Böylece olayları ya çıkarcı yahut da kaprisli bir deyişle aktarıyoruz.
Ülkemin ve Avrupa'nın en büyük arkeoloji ve paleografi bilginlerine gidip, Penguenlerin tarihini
yazarken karşılaştığım güçlükleri anlattım. Her defasında bir küçümsemeyle karşılaştım. Bana acıyan
bakışları şöyle diyordu: "Sanki biz tarih mi yazıyoruz sanırsın? Bir belge veya anıttan en ufak bir
yaşam veya gerçek kırıntısı çıkarabilmek için mi uğraşıyoruz? Hayır, metinleri olduğu gibi
yayınlıyoruz. Belli ve ölçülebilir olan yalnızca metindir; metnin ruhu olmaz, düşünceler fanteziden
ibarettir. Tarih yazmak için insanın boş savları ve iyi bir düşlem gücü olması gerekir."
Bir gün, sayın bir bilim adamıyla konuştuktan sonra, her zamankinden daha moralsiz ve üzgün
dönerken, birden şöyle düşündüm:
"Oysa, tarihçi denen insanlar da var; soyları henüz tükenmedi. Akademide beş-altı kadarı korunuyor.
Onlar metinleri yayınlamıyor, tarih yazıyorlar. Gidip onlarla konuşayım; bana bu uğraş için insanın boş
savları olması gerektiğini söylemeyeceklerdir."
Bu düşünce cesaretimi artırdı. Ertesi gün, en yaşlı ve en tanınmış tarihçinin kapısını çaldım.
"Bayım," dedim ona, "sizin gibi deneyimli birinin öğütlerini almaya geldim. Bir tarih yazmak istiyorum,
ama sonuca ulaşamıyorum."
Tarihçi omuzlarını silkerek yanıt verdi:
"En tanınmış yapıtları kopya etmek varken, tarih yazmak için kendinizi niye bu kadar yoruyorsunuz?
Görenek budur. Yeni veya özgün bir düşünceniz varsa, insanları veya olayları yeni bir bakış açısıyla
anlatırsanız, okuyucuyu şaşırtırsınız. Okuyucuysa, şaşırmak istemez; bir tarih kitabında önceden
bildiği saçmalıkları görmek ister. Onu eğitmek isterseniz, aşağılandığını düşünür ve öfkelenir. Onu
aydınlatmaya çalışmayın, yoksa inançlarına sövdüğünüzü basbas bağırır.
Tarihçiler birbirlerinden aşırır. Böylece boşuna yorulmamış ve saygısız görünmekten kaçınmış olurlar.
Siz onları örnek alın, özgün olmayın. Özgün bir tarihçi evrensel bir kuşku, aşağılama ve iğrençlik
anıtıdır."
"Siz sanıyor musunuz ki," diye ekledi, "yazdığım tarih kitaplarına yeniklikler koymuş olsaydım, şimdiki
ünüme kavuşabilirdim? Nedir yenilik? Görgüsüzlükten başka şey değil."
Yerinden kalktı. Ona teşekkür edip kapıya gidiyordum ki arkamdan seslendi:
"Bir şey daha: Kitabınızın iyi karşılanmasını istiyorsanız, toplumun üzerine kurulu olduğu erdemleri
her fırsatta yüceltmeyi savsaklamayın: inanç, zenginlik, sadaka, özellikle toplumun ana direği olan,
yoksulun yazgısına boyun eğmesinin erdemi. Kitabınızda mülkiyet, soyluluk ve jandarmanın
kaynaklarını, bu kurumların layık oldukları saygıyla ele alınacağını söyleyin. Yeri geldiğinde doğaüstü
güçleri kabul ettiğinizi belirtin. Bunları yaparsanız, kitabınız başarılı olur."
Bu yerinde düşünceleri kafamdan hiç çıkarmadım ve yeri geldiğinde kullandım.
Burada, Penguenlerin değişim geçirmelerinden önceki yaşamlarına eğilmeyeceğim. Onların zoolojiden
çıkıp tarihe ve tanrıbilime girdikten sonraki dönemleriyle ele alıyorum. Açıkçası, büyük Aziz Mael'in
insana dönüştürdüğü Penguenlerden söz ediyorum. Bu terimi biraz açıklamak isterim, çünkü bugün bile
karışıklığa yol açmaktadır.
Fransızcada Penguen, Kuzey Kutup bölgelerinde yaşıyan ve alkidler familyasından bir kuştur. Güney
Kutup Denizi'nde yaşayan ve sfenisid familyasından olanınaysa manşo deriz. Örneğin, M. G. Lecointe
adlı bilgin Belgica gemisiyle yaptığı seferi şöyle anlatıyor: "Gerlache Boğazı'nda yaşayan kuş türleri
arasında en ilginç olanı manşolardır. Bunlara çoğu kez yanlış olarak güney Penguenleri denir." Doktor
J. B. Charcot ise, gerçek Penguenlerin Güney Kutup bölgesinde yaşayan bu manşolar olduğunu ileri
sürmektedir. Ona göre, 1598 yılında bu bölgeye ilk gelen Hollandalılar, yağlı vücutlarından dolayı bu
kuşlara pinguinos adını vermişler. Peki manşolara Penguen diyeceksek, Penguenlere ne ad vereceğiz?
Doktor J. B. Charcot bu soruya yanıt vermiyor ve görünüşe bakılırsa, bu pek umurunda da değil.
Her neyse, manşolara Penguen deyip dememe konusunda karar vermek, onları ilk kez gözleyen
doktorun hakkıdır; yeter ki bizim söz ettiğimiz Kuzey Kutup Penguenleri Penguen olarak kalabilsin.
Böylece Güney ve Kuzey Penguenleri, Kuzey Kutbu ve Güney Kutbu Penguenleri, alkidler veya
sfenisidler familyasından Penguenler olabilecek. Bu durum perde ayaklıları sınıflandırmak isteyen
ornitoloji bilginlerinin hoşuna gitmeyecektir; birbirine karşıt kutuplarda yaşayan ve birçok şeyleri,
özellikle gagaları, kanatçıkları ve ayakları birbirinden farklı olan bu iki tür hayvana aynı adı vermenin
doğru olmadığı düşünülebilir. Bana sorarsanız bu karşılıklığa aldırmam. Benim Penguenlerimle Doktor
Charcotnunkiler arasındaki farklar ne olursa olsun, benzerlikler daha çok ve daha derin görünüyor.
Her ikisinde de düşünceli bir yüz anlatımı, dingin bir gülünçlük, alaycı bir babacanlık ve acemi bir
saygınlık gözleriz. Her iki tür de barışsever, geveze, gösteri canlısı, kamu işlerine meraklı ve belki de
üstlerini biraz kıskanan yapıdadır.
Bizim Penguenlerin kanatçıkları pullarla değil, kısa tüylerle örtülüdür. Ayakları kuzeyli akrabalarına
göre biraz daha geride olduğundan, başları dik, göğüsleri kabarık ve gövdelerinde gururlu bir
salınmayla yürürler. Gagalarındaki görkem de düşünülürse, Aziz Mael'in nasıl olup da onları yanlışlıkla
insan sandığı kolayca anlaşılabilir.
Elinizdeki yapıt, eski tarih diyebileceğimiz ve belleklerde kalan olayları olabildiği ölçüde neden-sonuç
ilişkileriyle anlatan türden olacaktır; bu nedenle bilimden çok bir sanat yapıtı sayılabilir. Bu anlatım
biçiminin günümüzde olumlu düşünen kafalara yeterli gelmediği, eskil çağların Cliosunun bugün
dedikoducu bir kadından farklı olmadığı ileri sürülmektedir. Gelecekte kendine daha çok güvenen,
çağının yaşam koşullarıyla ilgilenen ve falanca budunun etkin olduğu tüm alanlarda ortaya koyduklarını
bize anlatan daha farklı bir tarih deyişi belki de olacaktır. Bu tarih artık sanat değil, bilim olabilir.
Fakat bunun olabilmesi için, şimdi elimizde pek az olan ve özellikle Penguenler konusunda hiç
bulunmayan, bir yığın sayıbilimsel (istatistiki) bilgiye gerek duyulacaktır. Bir gün çağdaş uluslar bu tür
bir tarihe kavuşacaktır, ama geçmiş insanlık için eski deyişte bir tarihle yetinmek zorundayız. Böyle
bir yapıtın yararlı olmasıysa özellikle anlatanın iyi niyetine ve gözlem yeteneğine bağlıdır.
Alcalı büyük bir yazarın dediği gibi, bir budunun yaşamı cinayet, yoksulluk ve çılgınlıklar bütünüdür.
Penguenlerin tarihi de diğer uluslarinkinden farklı değil; ancak öyle ilginç sayfaları var ki bunları açığa
kavuşturabildiğimi sanıyorum.
Penguenler uzun süre savaş içinde yaşadılar. İçlerinden biri, Düşünür Jacquot, özyapılarını küçük bir
tabloda şöyle özetliyor:
"Drakonitlerin son çağında Bilge Gratien Penguistan'da gezmeye çıkmıştı. Bir gün temiz havada
yalnızca inek çıngıraklarının dalgalandığı yemyeşil bir koyaktan geçerken, bir çam ağacının
gölgesindeki küçük bir köy evine konuk oldu. Evin kadını eşikte bebeğini emziriyor, küçük bir çocuk
köpeğiyle oynuyor, kör ve yaşlı bir adam da güneşin altında oturmuş dudaklarıyla gün ışığını içiyordu.
Evin efendisi olan genç ve sağlam bir adam Gratien'e ekmek ve süt ikram etti. Düşünür Penguen bu
sağlıklı yemeği kabul etti. Sonra:
- Ey bu sevimli ülkenin insanları, dedi, sizleri kutsuyorum. Burada her şey neşe, uzlaşma ve barış
kokuyor.
O böyle konuşurken çobanın biri kavalıyla bir marş çalarak geçti.
- Bu canlı hava nedir? diye sordu Gratien.
- Bu bizim Foklara karşı açtığımız savaşın marşıdır, dedi köylü. Burada herkes bu marşı söyler.
Bebekler konuşmadan önce bu marşı öğrenirler. Hepimiz yurtsever Penguenleriz.
- Fokları sevmez misiniz?
- Onlardan nefret ederiz.
- Niçin nefret ediyorsunuz?
- Bir de soruyorsunuz! Foklar Penguenlerin komşuları değil mi?
- Evet.
- İşte bu nedenle Penguenler Foklardan nefret ederler.
- Bu bir neden mi?
- Elbette. Komşu demek düşman demektir. Şu benim tarlamı görüyor musunuz? İşte onun yanındaki
tarlanın sahibi en nefret ettiğim kişidir. Ondan sonraki en büyük düşmanlarım bu koyağın öbür
yakasında yaşayanlardır. Bu dar koyakta yalnızca onların ve bizim köyümüz vardır: öyleyse
düşmanımızdırlar. Bizim delikanlılar ne zaman onlardan bir öbeğe raslasa, karşılıklı sövgü ve kavga
alışverişi olur. Şimdi Penguenler Foklara düşman olmasın da kime olsunlar? Siz yurtseverliğin ne
olduğunu biliyor musunuz? Benim göğsümden yalnızca şu iki haykırış çıkar: Yaşasın Penguenler! Foklara
ölüm!"
On üç yüzyıl boyunca Penguenler tüm komşularıyla kıyasıya savaştılar. Sonra bu pek sevdikleri
uğraştan birkaç yıl içinde bıktılar ve barış için içten bir istek duydular. Generaller bu yeni modayı
kolayca benimsediler; tüm ordu, subaylar, astsubaylar ve erler buna uymayı zevkle kabullendiler; ama
bürokratlar ve kitaplık fareleri bu işe karşı çıktılar, sakatlar üzüldüler.
Aynı Düşünür Jacquot insanlık tarihinin türlü olaylarını gülünç ve çarpıcı bir deyişle anlatan, kıssadan
hisseli bir kitap yazdı ve kendi ülkesinin tarihinden de birçok sayfayı kattı. Bazıları ona bu gerçek
olmayan tarihi niçin yazdığını, ülkesinin bundan ne yarar göreceğini sordular.
"Büyük yararı olur," dedi düşünür. "Penguenler kendi eylemlerini, gururlarını okşayan her şeyden
yalıtılmış ve abartılmış olarak görebilirlerse, daha iyi düşünür ve belki de daha bilge olurlar."
Bu tarih kitabına sanatçıları ilgilendiren konuları da almak istedim. İçinde Ortaçağ Penguen resim
sanatı üzerine bir bölüm bulacaksınız; bu bölümün öbür bölümler kadar eksiksiz olmadığı düşünülebilir.
Bunun korkunç nedenini anlatarak bu önsözü bitirmek isterim.
Geçen yılın haziran ayında, Penguen sanatının kaynakları ve gelişmesi üzerine bir görüşme yapmak
üzere, "Evrensel Resim, Yontu ve Mimarlık Yıllığı" adlı yapıtın bilge yazarı, şimdi rahmetli olan
Fulgence Tapir'i görmeye gittim.
Çalışma odasına girdiğimde, üzerinde belgeler yığılı masasında çalışan, ufak tefek ve miyop
gözlüklerinin arkasında sevimli bakışları olan bir adam gördüm.
Gözlerinin yetersizliğini örtmek ister gibi, güçlü bir koku alma duyusuna sahip bir burnu vardı. Bu
organıyla Fulgence Tapir sanat ve güzellikle iletişim kurabiliyordu. Fransa'da sık görüldüğü üzere,
müzik eleştirmenleri sağır, resim eleştirmenleri de kör olurlar. Bu onlara, estetik düşünceyi
kavrayabilmek için gerekli yoğunlaşmayı sağlar. Gizemli doğayı saran biçimleri ve renkleri ayırt
edebilecek kadar keskin gözleri olsaydı, Fulgence Tapir bu belge yığınının üzerinde yükselip tüm
çağları ve tüm ülkeleri kavrayabilen o büyük sanat kuramını geliştirebilir ve Fransız Akademisi'ne
girebilir miydi sanıyorsunuz?
Çalışma odasının duvarları, döşemesi, hatta tavanı bile bağlı paketler, şişkin karton kutular, içleri
sayısız fişle dolu teneke kutularla kaplıydı. Bu kadar belge karşısında içimde korkuyla karışık bir
hayranlık uyandı. "Hocam," dedim heyecanlı bir sesle, "sizin tükenmek bilmeyen iyilik ve bilginize
gereksinmem var. Penguen sanatı konusunda yaptığım araştırmada bana yol gösterebilir misiniz?"
"Bayım," dedi büyük adam, "sanat üzerine her şey, abecesel olarak sınıflandırılmış ve konularına göre
ayrılmış fişler halinde bende var. Penguenlerle ilgili her şeyi sizin kullanımınıza vermek benim için bir
görevdir. Şu merdivene çıkın ve en üstte gördüğünüz kutuyu indirin. Gerek duyduğunuz her şey
orada."
Titreyerek dediğini yaptım. Fakat o uğursuz kutuyu açar açmaz, içinden fırlayan mavi fişler elimden
kaydı ve yağmur gibi yağmaya başladı. Hemen sonra, sanki o kutuya destek olmak ister gibi, yanındaki
öbür kutular da açıldılar ve pembe, yeşil, beyaz renkte fişler nisan sağanağı veya çağlayanlar gibi
dağıldılar. Bir dakika içinde yerler kalın bir kâğıt örtüsüyle kaplanmıştı. Bitmek bilmeyen yerlerden
kükrer gibi seslerle fırlayan kâğıtlar sel gibi akıyordu. Bu kâğıt yığınında dizlerine kadar gömülü kalan
Fulgence Tapir duyarlı burnuyla yıkımı izliyor, olan biteni seyrederken içini çekiyordu:
"Ah, ne sanat, ne sanat!"
Onu sağanaktan kurtarmak için, elimi uzatıp merdivene çekmek istedim. Fakat çok geçti. Artık
umutsuz, yorgun ve acınacak bir anlatımla, kısa kollarını çırparak göğüs hizasına kadar yükselen bu
seli durdurmaya çalışıyordu. Birden fişler bir hortum oluşturdu ve dev bir burgaç onu içine aldı. Bir an
bilim adamının parlak kafasını ve küçük tombul parmaklarını görür gibi oldum; sonra her şey kayboldu,
durgun ve sessiz bir deniz oluştu. Merdivenin üstünde kendim de güvencede olmadığımdan, tavan
penceresine tırmanarak canımı kurtarabildim.
Quiberon, 1 Eylül 1907
BİRİNCİ KİTAP
KÖKLER
I
AZİZ MAEL'İN YAŞAMI
Cambrialı soylu bir ailenin çocuğu olan Mael dokuz yaşındayken Yvern Manastırı'na eğitime
gönderildi. On dört yaşına geldiğinde aile haklarından vazgeçti ve kendini Tanrı'ya adadı. Günün
saatlerini, görenek olduğu üzere, ilahiler söylemek, dilbilgisi çalışmak ve hep var olan gerçekleri
düşünmekle geçiriyordu.
Bu din adamının erdemleri, tanrısal bir koku gibi, çok geçmeden çevreye yayıldı. Sonunda, Yvern
Başrahibi Gal öbür dünyaya göç ettiğinde, manastırın yönetimine genç Mael getirildi. Mael orada okul,
sayrıevi, konukevi, demir işliği ve gemi yapımında yararlı olabilecek türlü işlikler kurdu; çömezlerini
çevre toprakları ekip biçmeye yönlendirdi. Manastır bahçesini de kendi elleriyle yeşertiyor, metal
işliğinde çalışıyor, çırakları eğitiyor ve böylece yaşamı, gökleri yansıtan ve kırları yeşerten bir ırmak
gibi, dingin akıp gidiyordu.
Gün batımında bu Tanrı hizmetçisi, bugün Aziz Mael'in Sandalyesi diye bilinen, denize karşı bir
kayanın üzerinde oturmayı alışkanlık edinmişti. Kara ejderhalara benzeyen ve yeşil yosunlarla kaplı
kayalar, ayaklarının altında, dalgaların köpüğüne göğüslerini siper etmiş gibi dururlar; Mael, güneşin
bulutları kana boyayan kızıl bir ayin ekmeği gibi okyanusa inişini seyrederdi. Ermiş adam bunda
toprağa kızıl rengini veren İsa'nın çarmıha gerilişindeki tansığı görür gibiydi. Uzakta ince bir koyu
mavi çizginin belirlediği Gad Adası vardı; Azize Brigide orada Saint Malo tarikatına bağlı bir kadınlar
manastırını yönetiyordu.
Aziz Mael'in yeteneklerini duyan Brigide ondan, önemli birine armağan olmak üzere, kendi elleriyle
yapacağı birkaç şey istedi: Mael onun için tunçtan bir el çıngırağı yaptı; bitince çıngırağı kutsayıp
denize attı. Çıngırak denizde çala çala gidip Gad Adası kıyılarına erişti; dalgaların arasından gelen
tunç sesini duyan Azize Brigide çıngırağı saygıyla aldı, kızlarıyla birlikte görkemli bir törenle
manıstırın mihrabına yerleştirdi.
Böylece Aziz Mael erdemden erdeme koşuyordu. Yaşamının üçte ikisini geçmiş, artık din kardeşleri
arasında dünyadaki yolculuğunu bitirmeye hazırlanıyordu ki yaşadığı bir olay Tanrı Efendimizin başka
niyetleri olduğunu ve ona daha çalkantılı, ama bir o kadar erdemli bir görev vereceğini duyurdu.
II
AZİZ MAEL'İN KUTSAL GÖREVİ
Mael bir gün denize uzanmış kayaların koruduğu küçük bir koyun kıyısında düşüncelerine dalmış
giderken, suyun üzerinde bir kayık gibi yüzen taştan yapılmış bir yalak gördü.
Buna benzer bir tekneyle Colombanlı büyük Aziz Guiree ve yanında İskoçya ve İrlandalı birçok din
adamı Arnorique'i kutsamaya gitmişlerdi. Yine daha önceki çağlarda Azize Avoye pempe granitten
yapılmış bir tekneyle Auray Irmağı'nda dolaşmış, daha sonra çocukları güçlü kılmak için onları bu
tekneye yatırır olmuşlardı. Aziz Vouga'nın Hibernia'dan Cornouailles Adası'na geçerken kullandığı taş
teknenin parçaları halen Penmarch'da sergileniyor, başağrısı çeken ziyaretçiler bu taş parçalarında
başlarını dinlendiriyorlardı. Aziz Samson, Mont Saint-Michel Körfezini granit bir yalakla geçmiş, bu
körfeze sonraları Aziz Samson'un Yalağı denir olmuştu. İşte bu nedenle, taştan yapılmış bu yalağı
gören Aziz Mael, Tanrı'nın kendisini Breton Adaları ve diğer kıyılarda dinden habersiz yaşayan
budunları inanca getirmesi için görevlendirdiğini hemen anladı.
Başrahiplik asasını pederlerden Aziz Budoc'a verip manastırın yönetimini ona devretti. Sonra bir
ekmek, bir kap su ve kutsal İncil'i yanına alarak taş yalağa bindi ve dingin bir yolculuktan sonra
Hoedic Adası'na vardı.
Bu ada yılın on iki ayı fırtınalı dalgalarla dövülen, yoksul insanların kayalıklar arasında balık tutarak
ve kumlu çakıllı topraklarda güçlükle birkaç sebze yetiştirerek yaşayabildikleri bir yerdi. Adanın
kuytu bir yerinde görkemli bir incir ağacı yükseliyor, dalları uzaklara yayılıyordu. Ada yerlileri bu
ağaca tapıyorlardı.
Aziz Mael onlara şöyle dedi:
"Sizler güzel olduğu için bu ağaca tapıyorsunuz. Demek ki güzelliğe duyarsız değilsiniz. Ben de size
saklı güzelliği açık etmeye geldim."
Böylece onlara İncil'i öğretti. Eğitimleri bitince bu budunu tuz ve deniz suyuyla kutsadı.
O çağlarda Morbihan'da daha çok ada vardı, günümüzde birçoğu denizde yok olup gitti. Aziz Mael bu
bölgede altmışa yakın adayı inanca getirdi. Sonra granit yalağa binip Auvray Irmağı boyunca ilerledi.
Üç saat yol aldıktan sonra bir Roma evinin önünde karaya ayak bastı. Evin bacasından ince bir duman
yükseliyordu. Aziz adam, kapıda dişlerini gösteren ve ayakları gerili bir köpek mozaiğiyle süslü
eşikten içeri girdi. Bu evde onu karşılayan yaşlı çift, Marcus Combabus ve Valeria Moerens,
topraklarının geliriyle yaşıyorlardı. İç avlu yerden yarı yüksekliğe kadar kırmızıya boyalı sütunlarla
çevriliydi. Deniz kabuklarından yapılmış bir çeşme ve evin efendisinin küçük toprak putlarla donattığı
bir mihrap görülüyordu. Bu putlar kâh kanatlı çocuklar, kâh Apollon veya Merkür, bazen da saçlarını
yolan çıplak kadınlar biçimindeydi. Fakat Aziz Mael bunların arasında, bebeğini dizinde taşıyan genç
bir anne tablosu olduğunu gördü.
Onlara bu tabloyu gösterip şöyle dedi:
"Bu gördüğünüz Bakire Meryem, yani İsa'nın annesidir. O dünyaya gelmeden çok önce Ozan Virgilius
dizelerinde onun haberini verdi. Ey Marcus, eski çağlarda biliciler, senin bu mihraba yerleştirdiğin
türden tablolarda onu resmettiler ve evlerini yıkımda koruması için yalvardılar. İşte bu nedenledir ki
doğal yasalara uyanlar, gelecekteki gerçeklere kendilerini hazırlamış olurlar."
Bu konuşmayı dinleyen Marcus Combabus ve Valeria Moerens Hıristiyanlığı kabul ettiler. Gözleri gibi
sevdikleri kahya kadın Caelia Avitella ile birlikte kutsandılar. Aynı gün Aziz Mael evin tüm sütunlarını
da kutsadı.
Marcus Combabus, Valeria Moerens ve Caelia Avitella erdemlerle dolu bir yaşam sürdürdüler.
Öldüklerinde azizlik aşamasına eriştiler.
Sonraki otuz yedi yıl boyunca Aziz Mael iç bölgelerdeki budunları inanca getirmekle uğraştı. Yüz on
sekiz kilise ve yetmiş dört manastır yaptırdı.
Bir gün, Vannes kentinde İncil'i yorumlarken, yokluğunda Yvern rahiplerinin din yolundan saptıkları
haberini aldı. Hemen, civcivlerini toparlayan bir tavuğun telaşıyla, yitik çocuklarının yanına gitti. O
sırada doksan yedi yaşındaydı; sırtı kamburlaşmış, ama kolları hâlâ güçlü ve sesi koyak kuytularındaki
kar yığınları gibi bereketliydi.
Rahip Budoc asayı Aziz Mael'e geri verirken manastırın düştüğü talihsiz durumu anlattı. Din
kardeşleri Paskalya Yortusu'nun kutlanacağı gün konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Bir kısmı Roma
takvimine, öbürleri Yunan takvimine uyulmasını ileri sürüyor, görüş ayrılığı manastırı temelinden
sarsıyordu.
Karışıklığa yol açan bir başka neden daha vardı. Gad Adası'ndaki rahibeler, başlangıçtaki iffetli
yaşamlarını değiştirmiş, her gün kayıklarla Yvern kıyılarına geliyorlardı. Din kardeşleri onları
konukevinde ağırlıyor, inançlı ruhları üzüntüye boğan rezaletler yaşanıyordu.
Budoc raporunu şu sözlerle bitirdi:
"Bu rahibeler geldiğinden beri keşişlerin huzuru ve gönül temizliği kalmadı.
"Bunu anlayabiliyorum," dedi Aziz Mael. "Çünkü kadın, ustaca hazırlanmış bir tuzaktır; kokusu
alındığında çoktan yakalanmış olunur. Heyhat! Bu yaratıkların tatlı çekiciliği uzaktan çok daha etkili
olabiliyor. Kestirebileceklerinden çok daha derin istekler uyandırabiliyorlar. Eski bir ozanın dediği
gibi:
Yanımdaysan kaçıyorum, yokluğunda seni arıyorum.
İşte bu yüzden, oğlum, bedensel isteğin çekiciliği yalnız yaşayanlar ve rahipler üzerinde çok daha
güçlüdür. Şehvet şeytanı yaşamım boyunca türlü yollarla beni baştan çıkarmayı denedi; verdiğim en
zorlu sınavlar güzel ve hoş kokulu kadınlar karşısında olmadı. Yokluğuyla beni çeken bir kadın
görüntüsü beni daha çok zorladı. Şimdi bile, doksan sekiz yaşıma yaklaştığım bu dönemde, hiç olmazsa
düşünceyle şeytana uymamak için büyük çaba veriyorum. Geceleri soğuk yatağımda kemiklerim
takırdarken, Melikler kitabının üçüncü suresinin ikinci beytini okuyan sesler duyuyorum: Dixerunt
ergo ei servi sui: Quoeramus domino... (1) Ve şeytanın gösterdiği genç bir kız çocuğu bana sesleniyor:
'Ben senin Abisag'ınım, Sunamite'inim. Ey efendim, beni yatağına al.'"
("Bana inanın," dedi yaşlı aziz, "Tanrı'nın özel bir yardımı olmadan bir din adamı bedensel ve manevi
bekaretini koruyamaz."
Hemen manastırda barış sağlamak ve ahlakı düzeltmek üzere işe koyulan yaşlı aziz, önce gökbilim ve
kronoloji hesaplarıya takvimi düzeltti, tüm din kardeşlerine kabul ettirdi. Azize Brigide'in yoldan
çıkmış kızlarını manastırdan çıkardı. Ama onları kabaca kovmak yerine, ilahiler eşliğinde kayıklarına
bindirip uğurladı.
"Azize Brigide'in kızlarından saygımızı eksik etmeyelim," diyordu Aziz Mael. "Günahkar kadınları
aşağılamayı gösteriş sayan sofular gibi olmayalım. Bu kadınların kendilerini değil, günahlarını
aşağılamak gereğir; düştükleri durumu değil, yaptıkları eylemi utandırıcı bulmak gerekir; çünkü onlar
da Tanrı'nın kullarıdır."
Ve Aziz Mael çevresindeki keşişlere son bir uyarıda bulundu:
"Dümende kimse yoksa, gemiyi sudaki kayalar yönetir."
III
AZİZ MAEL'İN KANDIRILIŞI
Aziz Mael Yvern Manastırı'ndaki düzeni henüz yeni sağlamıştı ki ilk inanca getirdiği Hoedic Adası
halkının yine paganlığa döndükleri ve kutsal incir ağacının dallarına bu kez kumaş parçaları ve
çelenkler astıkları haberini aldı.
Bu acı haberi getiren gemici yakında bu insanların adada yapılan kiliseyi de yakıp yıkacaklarından
korkulduğunu söyledi.
Yaşlı aziz hemen vefasız çocuklarını din yoluna döndürmek ve sövgü eylemlerinden alıkoymak üzere
yola çıkmaya karar verdi. Taş teknesinin bağlı olduğu koya doğru giderken gözleri, otuz yıl kadar önce
kurduğu gemi işliğinin bulunduğu yana kaydı; çekiç ve testere sesleri geliyordu.
Kötülükten hiç geri durmayan Şeytan o sırada işlikten çıkıp Samson adında bir keşiş kılığında Aziz
Mael'e yanaştı; şu sözlerle onu kandırmaya çalıştı:
"Pederim, Hoedic Adası yerlileri aralıksız günah işliyorlar. Geçen her dakika onları Tanrı'dan
uzaklaştırıyor. Yakında sizin kutsal ellerinizle kurduğunuz kiliseyi de ateşe verecekler. Yitirecek
zaman yok. Acaba diyorum, sizin taş teknenize dümen ve yelken taksaydık daha iyi olmaz mıydı?
Böylece rüzgârı arkanıza alıp daha hızlı gidersiniz. Kollarınız hâlâ dümeni yönetecek güçtedir. Ayrıca
teknenin önüne dalgaları yaran bir savak takarız. Herhalde siz de bunu daha önce düşünmüş
olmalısınız."
"Yitirecek zaman olmadığı doğru," dedi yaşlı aziz. "Ama dediğiniz gibi yaparsam, inancı olmayan ve
Tanrı'nın gücünden kuşkulanan insanlara benzemiş olmaz mıyım? Bana bu tekneyi yelkensiz ve
dümensiz gönderen Efendimizin yeteneklerini küçümsemiş sayılmaz mıyım?
Bu soruya, dinbilim tartışmalarında uzman olan Şeytan başka bir soruyla karşılık verdi:
"Pederim, kollarını kavuşturup gökten yardım gelmesini veya her şeyi Tanrı'nın yapmasını beklemek
mi, yoksa önlemi elden bırakmayıp insanın üzerine düşeni yapması mı daha doğrudur?"
"Haklısın," dedi yaşlı Mael, "insanın alabileceği önlemi almaması Tanrı'yı sınamak olurdu."
"Öyleyse," diye üsteledi Şeytan, "tekneyi donatmak önlem değil midir?"
"Başka türlü hedefe varamıyorsak evet."
"Ha! ha! Tekneniz demek çok hızlı, öyle mi?"
"Tanrı'nın istediği kadar hızlı."
"Nereden biliyorsunuz? Bu tekne Rahip Budoc'un katırı gibi yavaş. Takunyadan farkı yok. Daha hızlı
gitmeniz yasak mıdır?"
"Oğlum, konuşman çok mantıklı ama aşırı keskin. Bu teknenin bir tansık olduğunu göz önüne alın."
"Öyledir, pederim. Suyun üstünde bir mantar gibi yüzebilen taş bir yalak tansıktır. Bundan kuşkum
yok. Sözü nereye getirmek istediniz?"
"Nasıl söyleyelim?... Böyle tansıklı bir makineyi insan araçlarıyla daha yetkin kılmaya çalışmak doğru
mudur?"
"Pederim, sağ ayağınızı yitirmiş olsaydınız ve Tanrı size onu geri verseydi, bu ayak tansıklı olur
muydu?"
"Kuşkusuz öyle, oğlum."
"Ona ayakkabı giydirir miydiniz?"
"Evet."
"Tansıklı bir ayağa insan yapısı ayakkabı giydirebileceğinizi kabul ediyorsanız, tansıklı bir kayığa da
insan donanımı takılabileceğini kabul etmelisiniz. Bu su gibi açık. Ah! Neden en aziz insanlar bile bazen
gevşeklik içinde olabiliyorlar? Brötanya'nın en ünlü azizi olmuşsunuz, bonsuz övgüye değer daha
birçok iyilik yapabilecek durumdasınız. Ama kafanız ağır, elleriniz tembel işliyor. Hoşça kalın, aziz
peder! Bildiğiniz gibi gidin, ama Hoedic kıyılarına vardığınızda ellerinizle kutsadığınız kilisenin
yıkıntılarını seyredersiniz. Dinsizler onu yakacak ve orada görevlendirdiğiniz genç rahibi de sosis gibi
kızartacaklardır."
Aziz Mael alnında biriken terleri cüppesinin koluyla silerek:
"Ne yapacağımı bilemiyorum," dedi. "Ama söyle bana, oğlum Samson, taş bir tekneyi donatmak kolay
iş midir? Böyle bir işe giriştiğimizde, kazanmak yerine daha çok zaman yitirmiş olmaz mıyız?"
"Ah! pederim," diye haykırdı Şeytan, "kum saatinin bir ters inişinde bunu olmuş bilin. Sizin
kurduğunuz işlikte her türlü gereç var. Tekneyi kendi ellerimle donatacağım. Keşiş olmadan önce,
tayfalık, marangozluk ve daha bir sürü iş yapmıştım. Haydi başlayalım!"
Şeytan hemen araç gereç dolu hangara girip gerekli araçları aldı. Bir kısmını yaşlı adama verdi ve
birlikte teknenin yanına gittiler.
IV
AZİZ MAEL BUZ DENİZİNDE
Şeytan beline kadar soyunup tekneyi kumsala çekti ve bir saat içinde yelken ve dümeni takıp hazır
duruma getirdi.
Aziz Mael bindikten sonra, yelkenleri şişen tekne bir anda gözden yitti. Yaşlı aziz Land's End
Burnu'nu dolanmak için güneye gidecekti. Fakat karşı koyulmaz bir akıntı onu güney batıya sürükledi.
İrlanda kıyılarını geçtikten sonra aşağı yöneldi. Akşam olduğunda hava serinledi. Mael yelkeni
sökebilmek için boşuna uğraştı; tekne çılgın gibi açık denizlere sürükleniyordu.
Ayışığında Kuzey'in dolgun vücutlu ve saçları örgülü denizkızları teknenin çevresini beyaz gerdanları
ve pembe kalçalarıyla sarıp zümrüt ışıltılı kuyruklarını suda çırparak şarkılar söylediler:
Nereye koşuyorsun, güzel Mael
Çılgın teknenin içinde?
Samanyolu'nun coştuğu an
Junon'un göğsü gibi
Şişen yelkenlerinle.
Denizkızları kahkahalarıyla bir süre yıldızların altında onu izlediler. Fakat tekne artık Vikinglerin
kızıl gemisinden yüz kat daha hızlı ilerliyordu. Uçan martıların ayakları aziz pederin saçlarına
takılıyordu.
Daha sonra karanlık ve uğultulu bir fırtına koptu, öfkeli bir kasırganın ittiği tekne bir kuş gibi
havalandı.
Üç kez yirmi dört saat süren bir geceden sonra karanlıklar birden açıldı. Aziz Mael ufukta elmas gibi
parlayan bir kıyı gördü. Yaklaştıkça büyüyen, alçak ve durgun bir güneş ışığının aydınlattığı bu kıyıda
beyaz bir kent vardı. Karlar altındaki sessiz sokakları yüz kapılı Tebai gibi sonsuza kadar uzayan bu
kentin buzdan sarayı, kırağıdan kemerleri ve dikilitaşları görünüyordu. Okyanus üzerindeki dev buz
parçalarının üstünde yumuşak bakışlı denizciler yüzüyordu.
Bu sırada tekneye koşut yüzen bir buz parçasının üzerinde, yavrusunu kucağında taşıyan bir beyaz
ayı göründü. Mael ayının dudaklarından Virgilius'un şu dizelerinin döküldüğünü duydu: İncipe, parve
puer. (2)
Ve yaşlı adam, üzünç ve endişeyle ağlamaya başladı.
Yanında getirdiği tatlı su kabı donarak parçalanmıştı. Susuzluğunu gidermek için buz parçalarını
yalıyordu. Yine tuzlu suyla ıslanmış ekmeğini yerken, saç ve sakal telleri cam gibi kırılıyordu. Buz
tabakasıyla örtülü cüppesi her deviniminde eklemlerini sızlatıyordu. Dev dalgalar kabarıyor, köpüklü
çenelerini açıp yaşlı adamın üzerine geliyorlardı. Yirmi kez teknenin içi suyla doldu. Ve azizin atlas
kumaş içinde özenle sakladığı İncil bir ara okyanusa düşüp gözden yitti.
Otuzuncu gün okyanus yatıştı. O sırada suyu ve göğü titreten bir çatırtıyla üç yüz ayak boyunda bir
buzdağı taş teknenin üzerine doğru gelmeye başladı. Mael'in kurtulmak için sarıldığı dümen kırılıp
elinde kaldı. Teknenin hızını kesebilmek için yelkenleri çözmeye uğraştı, kopan halatlar avuçlarını
yaktı. Mael bu sırada üç şeytan çömezinin kancalarla direğe tutunup yelkenleri üflediğini görür gibi
oldu.
O zaman Mael, Şeytanın oyununa gelmiş olduğunu anlayıp istavroz çıkardı. Birden kopan fırtına taş
tekneyi, yelkeni ve dümeniyle birlikte havaya kaldırıp kurtardı.
Tekne sakin sulara geldiğinde Aziz Mael dizleri üstüne kapanıp kendisini şeytanın tuzaklarından
kurtaran Tanrı'ya şükretti. O sırada yine, yüzen buz parçasının üstündeki beyaz ayıyı gördü. Ana ayı
bu kez kucağında yavrusuyla birlikte atlasa sarılı bir kitap tutuyordu. Taş tekneye yaklaşan ana ayı
Aziz Mael'i şu sözlerle selamladı:
"Pax tibi, Mael." (3)
Ve ona kitabı uzattı.
Yaşlı aziz kendi İncilini tanıdı ve şaşkınlık dolu bir yüzle Yaratan ve yaratılana dua ve ilahiler okudu.
V
PENGUENLERİN VAFTİZ EDİLİŞİ
Aziz Mael, akıntı boyunca bir saat kadar gittikten sonra, yüksek dağların çevrelediği dar bir kumsala
çıktı. Kıyıyı izleyerek, bazen da kayaları dolanarak, bir gün ve bir gece boyunca yürüdü. Sonunda
yuvarlak bir adada olduğunu anladı. Ortada tepesi bulutlarla kaplı bir dağ vardı. Nemli ve temiz havayı
neşeyle ciğerlerine doldurdu. O kadar tatlı bir yağmur yağıyordu ki yaşlı aziz Tanrı'ya şöyle dedi:
"Tanrım, burası gözyaşı adası, pişmanlık adası olmalı."
Kumsalda kimseler yoktu. Yorgun ve aç olarak oturduğu bir kayanın kovuğunda, kara lekeli, iri ve sarı
yumurtalar gördü, ama onlara dokunmadı:
"Kuşlar Tanrı'nın canlı övgüleridir. Benim yüzümden bu övgülerden birinin bile azalmasını istemem."
Ve kaya çatlaklarının arasından yolduğu yosun yapraklarını çiğnedi.
Aziz Mael hiçbir insana raslamadan adayı dolanıp bitirmek üzereydi ki yalçın ve kırmızı kayaların
çevrelediği, gürültülü çağlayanların aktığı bir koya ulaştı.
Kutup buzlarının parlaklığı yaşlı adamın gözlerini kamaştırmıştı. Ama, şişen gözkapaklarının arasından
sızan zayıf bir ışığı algılayabiliyordu. Bu sayede, kat kat yükselen bu kayalıkların üstünde, tıpkı bir
anfideki insanlar gibi dizilmiş, canlı varlıklar bulunduğunu hayal meyal sezebildi. Aynı anda, duyduğu
dalgaların uğultusundan sağır olmuş kulaklarına zayıf sesler ulaştı. Bunların doğal yasalara göre
yaşayan insanlar olduğunu ve Tanrı'nın onlara kutsal yasaları öğretmesi için kendisini buraya
gönderdiğini sandı. Bu yaratıkları kutsadı.
Yabanıl koyun ortasındaki yüksek bir taşın üzerine çıkarak onlara seslendi:
"Ey bu adanın yerlileri! Boyunuz küçük de olsa, balıkçı veya denizci topluluğundan çok, bilge bir
topluluğun senatosu gibi görünüyorsunuz. Ciddi ve dingin duruşunuzla Vatikan'da görüşme yapan
kardinaller meclisine veya Akropol merdivenlerinde tartışan Atinalı düşünürlere benziyorsunuz.
Kuşkusuz, onların ne dehasına, de bilimine sahipsiniz; ama Tanrı'nın gözünde belki onlardan daha
değerlisiniz. Sizlerin sade ve iyi insanlar olduğunuzu görüyorum. Adanızı dolaşırken ne bir cinayet, ne
bir kıyım, ne de direklere asılı insan kelleleri gördüm. Bir sanatla uğraştığınızı görmedim, madenleri
tanımıyorsunuz. Fakat yürekleriniz saf ve elleriniz temiz. Gerçekler kafanıza daha kolay girebilir."
Oysa, küçük boylu ve ciddi insanlar sandığı bu topluluk, baharda kayalara dizilip güneşlenen
Penguenlerdi. Bazen küçük kanatlarını çırpıp barışçı çığlıklar atıyorlardı. İnsandan kaçmıyorlardı,
çünkü onu tanımıyor ve kötülüğünü bilmiyorlardı. Ayrıca bu din adamında, en ürkek hayvanlara bile
güven veren ve özellikle Penguenlerin hoşuna giden bir yumuşaklık vardı. Ona beyaz tüylerle çevrili
gözlerinde bir merakla ve dostça yaklaşıyorlardı.
Bu ilgiden duygulanan aziz peder onlara İncil'i öğretti:
"Ey ada yerlileri, kayaların arasından doğan bu gün ışığı, ruhlarınızda doğmakta olan manevi ışığın
benzeridir. Size içinizi ve ruhunuzu aydınlatacak olan ışığı getirdim. Dağlarınızdaki karı eriten güneş
gibi, İsa Efendimiz yüreklerinizdeki buzları eritecektir."
Yaşlı aziz böyle konuştu. Doğada her ses nasıl karşılık buluyor ve gün ışığı şarkılarla karşılanıyorsa,
Penguenler de kursaklarından çıkan seslerle yaşlı adama karşılık verdiler. Sesleri özellikle güzeldi,
çünkü çiftleşme mevsiminde bulunuyorlardı.
Aziz Mael onların puta tapan bir budun olduğundan ve toplu halde Hıristiyanlığa dönme isteklerinden
emin olarak, onları vaftiz olmaya çağırdı:
"Sanıyorum çok sık suya giriyorsunuz. Bu kayalıklar arasından geçip yanınıza gelirken, bir çoğunuzu
suda yıkanırken gördüm. Oysa, beden temizliği ruh temizliğinin aynasıdır."
Ve onlara vaftizin kaynağını, yöntemini ve sonuçlarını anlattı:
"Vaftiz bir tür benimseyiş veya yeniden doğuş veya aydınlanma demektir."
Bu terimlerin her birini sırayla açıkladı.
Önce çağlayanlardan dökülen tatlı suları kutsadıktan sonra, her birinin başından aşağı birkaç damla
su döküp gerekli duaları okuyarak hepsini vaftiz etti.
Bu vaftiz töreni üç gün üç gece sürdü.
VI
CENNETTE BİR TOPLANTI
Penguenlerin vaftiz edildiği haberi Cennet'te duyulduğunda, sevinç veya üzüntü yerine, büyük bir
şaşkınlıkla karşılandı. Tanrı bile zor durumda kaldı. Hemen azizler ve dinbilim bilginlerini topladı;
onlara bu vaftizin geçerli olup olamayacağını sordu.
"Geçersizdir," dedi Aziz Patrick.
"Niçin geçersiz olacakmış?" diye karşı çıktı Aziz Gal. Çünkü Cornouailles Adaları'ndan sorumluydu ve
Aziz Mael'i din yolunda o seferber etmişti.
"Nasıl ki," diye açıkladı Aziz Patrick, "hadım edilmiş birinin evliliği geçersiz sayılırsa, kuşlara yapılan
vaftiz de geçersizdir."
Fakat Aziz Gal yılmadı:
"Bir kuşun vaftiziyle bir harem ağasının evliliği arasında nasıl bir ilişki kurarsınız? İlgisi yok. Evlilik
bir tür koşullu kutsamadır. Rahip olacağını kestirdiği bir eylemi önceden kutsar; ama eylem
gerçekleşmezse bu kutsama etkisizdir. Bu çok açık. Vaktiyle, dünyadaki yaşamımda Antrim kentinde
Sadoc adında zengin birini tanımıştım. Bu adamın evlilik dışı yaşadığı bir kadından dokuz çocuğu vardı.
Yaşlandığında, benim zorlamam üzerine kadınla evlenmeye razı oldu ve bu birliği kutsadım. Ne yazık ki
Sadoc'un sağlık durumu kocalık görevini yerine getirmesine engeldi. Kısa süre içinde tüm mal varlığını
yitirdi ve yoksulluğa dayanamayan karısı bu evliliğin geçersiz kılınması için kiliseye başvurdu. Papa bu
isteği kabul etti, çünkü evlilikte karı-koca ilişkisi gerçekleşmemişti. İşte evlilik böyle bir kutsamadır.
Vaftiz ise hiçbir kayıt veya koşula bakılmaksızın yapılan bir kutsamadır. Bence durum açık:
Penguenlerin vaftizi geçerlidir."
Aynı konuda görüşü sorulan Papa Aziz Damase şöyle konuştu:
"Bir vaftizin geçerli olup olmadığını anlamak için, kimin yaptığına ve kime yapıldığına bakmak gerekir.
Çünkü vaftizin kutsayıcı özelliği, vaftiz edilenin kişisel bir katkısı olmadan, yalnızca yapılış eyleminden
kaynaklanmaktadır. Böyle olmasaydı, yeni doğan bebeklere yapılamazdı. Ayrıca, vaftiz olmak için
yerine getirilmesi gereken hiçbir özel koşul yoktur. Yalnızca kilisenin yolunda gitme niyeti olmak,
kutsal sözleri yinelemek ve törene katılmak yeterlidir. Aziz Mael'in bu koşullar altında vaftiz yaptığı
görülüyor. O halde, Penguenler vaftiz edilmişlerdir."
"Vaftizin ne olduğunu sanıyorsunuz siz?" diye atıldı Aziz Guenole. "Vaftiz insanın ruh ve sudan
yeniden doğuşudur, çünkü günahkar olarak girdiği sudan tertemiz çıkar. Vaftiz İsa'yla ölümüne
birleşebilmektir. Bu, kuşlara verilecek bir yetenek değildir. Düşünelim, aziz pederler. Vaftiz Adem'in
ilk günahını temizlemektir; oysa Penguenler ilk günahı işlemediler. Vaftiz olan kişi erdem ve zarafet
bulur, İsa'nın sürüsüne katılır. Oysa, Penguenlerin erdem ve zarafet kazanabilecekleri
düşünülemez..."
Aziz Damase onun sözünü bitirmesine fırsat vermedi.
"Bu yalnızca vaftizin yararsız olduğunu gösterir; etkili olamayacağını kanıtlamaz."
"Ama böyle düşünürsek," diye konuştu Aziz Guenole, "suya batırmakla yalnızca Penguenleri değil, tüm
öbür kuşları veya dört ayaklıları, hatta cansız cisimleri, örneğin bir yontuyu veya masayı vaftiz etmek
mümkün olurdu. Örneğin, şu masa Hıristiyan olurdu! Saçmalık bu!"
Aziz Augustin söz istedi. Derin bir sessizlik oldu.
"Sizlere, bir örnek üzerinde, yöntemlerin gücünü göstermek istiyorum," dedi Hipponeli piskopos.
"Aslında bu şeytanca bir iştir. Fakat, şeytanın öğrettiği yöntemlerin zekadan yoksun hayvanlar, hatta
cansız cisimler üzerinde etkisi olduğu biliniyorsa, tanrısal yöntemlerin hayvanlar ve cansız dünya
üzerinde etkili olamayacağını kim ileri sürebilir? İşte size bir örnek:
Sağlığımda Madaura kentinde bir büyücü kadın vardı. Bu kadın, yatağına çekmek istediği bir adamın
saçından alınan birkaç teli bazı otlarla karıştırır, kendince bazı dualar okuyarak bir mangalda yakar ve
isteğine kavuşurdu. Bir gün bu yolla bir delikanlının aşkını kazanmak istediğinde, hizmetçi onu kandırıp
delikanlının saçı yerine, bir tavernanın kapısında asılı keçi tulumundan yolduğu birkaç kıl verdi. Gece
yarısı bu şarap tulumu kentin bir ucundan sıçrayıp büyücü kadının eşiğine düştü. Bu gerçek bir olaydır.
Büyüde olduğu gibi, ayinlerde de etkili olan şey uygulanan yöntemdir. Tanrısal bir yöntemin şeytani
olanlardan daha zayıf olduğunu düşünemeyiz."
Bu sözlerden sonra Aziz Augustin alkışlarla yerine oturdu.
Oldukça yaşlı ve karaduygulu görünen cennetlik bir kul söz istedi. Kimse onu tanımıyordu. Adı
Probus'tu ve azizler defterinde kayıtlı değildi.
"Meclisin bağışlamasını diliyorum," dedi Probus. "Başımda ayla yok, sonsuz mutluluğu sessiz sedasız
kazandım. Fakat, Aziz Augustin'in sözlerinden sonra, vaftizin geçerliliği konusunda başımdan geçen
acı bir deneyimi anlatmak isterim. Hippone Piskoposu bu ayinin yöntemlere uygun olmasının yeterli
olduğunu söylerken haklıdır. Ayinin erdemi yöntemde olduğu gibi, günahı da yöntemdedir. Ey azizler
ve bilginler, benim acıklı öykümü dinleyin. İmparator Gordion zamanında Roma'da rahiptim. Sizler gibi
özel bir yeteneğim olmadan, görevimi istekle yapıyordum. Azize Modeste Kilisesi'nde kırk yıl çalıştım.
Düzenli bir yaşamım vardı. Her cumartesi günü Capene Kapısı'ndaki tavernanın sahibi Barjas'a uğrar
ve o hafta ayinde kullanacağım şarabı alırdım. Bu uzun yıllar süresince haftalık ayinimi bir kez bile
aksatmadım. Fakat neşem yoktu, mihrabın önünde diz çöktüğüm anlarda kendime sorardım: 'Niçin
neşesizsin, ey ruhum ve neden içimde bir sıkıntı var?' Kutsal ayine gelen inanmışları gördükçe
üzülüyordum; çünkü onlara elimle yedirdiğim kutsal ekmek ve şarap ağızlarında erimeden, günahkar
davranışlarına geri dönüyorlardı; sanki kutsal törenin onlar üzerinde hiçbir etkisi veya gücü yok
gibiydi. Sonunda dünyadaki görevim bitti ve daldığım uykudan gökyüzünde uyandığımda, kendimi
cennetlikler arasında buldum. O zaman meleklerden birinden gerçeği öğrendim: Tavernacı Barjas diye
biri sattığı içeceği bir takım kökler ve kabuklarla hazırlıyor ve içinde bir damla bile üzüm suyu
bulunmuyormuş. Bu nedenle üzüm suyunun İsa'nın kanına dönüşmesi gereken ayinlerimin hiçbiri geçerli
olmamış; ben ve topluluğum kırk yıl boyunca bilmeden kutsal törenin yararlarından yoksun kalmışız.
Bunu öğrendiğimde duyduğum üzüntü ve şaşkınlık hâlâ geçmedi. Cennet bahçelerini dolaşırken
topluluğumdan bir tek Hıristiyan göremiyorum. Çünkü kutsal ekmeğin korumasından yoksun olarak
kolayca günaha kapıldılar ve tümü de cehenneme gittiler. Tavernacı Barjas'ın da orada olduğunu
bilmekle avunuyorum. Bütün bu olanlarda yalnızca Efendimizin anlayabileceği bir mantık var. Ama
benim talihsiz örneğim, ayin yöntemlerinin niyetten daha önemli olduğunu gösteriyor. Sizlere saygıyla
soruyorum: Sonsuz Efendimiz buna bir çare bulamaz mı?"
"Hayır," dedi Tanrı, "çünkü çaresi hastalıktan daha da beter. Eğer kurtuluş yolunda niyet, yöntemden
daha önemli olsaydı, dinlerin sonu gelirdi."
"Ama, Efendimiz," diye içini çekti Probus, "inancı yöntemle değerlendirdiğinizde, tanrısal adaletiniz
büyük engellerle karşılaşıyor."
"Bunu senden daha iyi biliyorum," dedi Tanrı. "Bir bakışımla, zor olan bugünün sorunları yanısıra, daha
da zorlaşacak olan geleceğin sorunlarını görebiliyorum. Örneğin, Güneş Dünya'nın çevresinde iki yüz
kırk kez döndükten sonra..."
"Ah! Bu ne ulu düzen," diye haykırdı melekler ve azizler.
"Bu lafın gelişi," dedi Tanrı. "Başka türlüsünü söyleyen çıkmadıkça eski kozmoloji kavramlarını
kullanacağım..."
"Dediğim gibi, güneş iki yüz kırk kez döndükten sonra Roma'da Latince bilen tek bir papaz
kalmayacak. Kiliselerde ilahiler okunurken Aziz Orichel, Roguel ve Totichel'in adları söylenecek;
bildiğiniz gibi bunlar melek değil şeytandırlar. Bir sürü hırsız, günah çıkarmak isteyecek, ama
çaldıklarının bir kısmını kiliseye bağışlamaktan kaçındıkları için, gezici papazlara gidecekler; bunlar da
İtalyanca veya Latince bilmediklerinden köylerinde öğrendikleri dilden ve bir şişe şarap karşılığında
günahları bağışlatacaklar. Bunları pek dert etmiyoruz, çünkü yönteme uygun olmadığından bir çoğu
geçersiz olacaktır. Ama bilgisiz papazların Latincenin kafasını gözünü yararak yaptıkları vaftizler
başımızı ağrıtacağa benziyor. Her neyse, biz Penguenlere dönelim."
"Tanrısal sözlerinizle zaten dönmüş olduk, efendimiz," dedi Aziz Gal. "Din kurallarında yöntemin
niyetten daha önemli olduğunu, bir ayin biçimine uygun yapılmışsa geçerli olacağını anladık. Şimdi soru
Penguenlerin yönteme uygun olarak vaftiz edilip edilmediğidir. Oysa bu sorunun yanıtı tartışma
götürmeyecek kadar açık."
Azizler ve bilginler bu sözleri onayladılar, ama sıkıntıları daha azalmadı. Aziz Corneille söz aldı:
"Hıristiyanlık sanı Penguenlere pek uygun düşmüyor. Şimdi bu kuşlar ruhlarının kurtuluşu derdine
düşecekler. Nasıl başaracaklar bunu? Kuşların görenekleri kilisenin buyruklarına tam uygun değildir;
Penguenlerin göreneklerini değiştirmeleri için bir nedenleri de yok.
"Göreneklerini değiştiremezler," dedi Tanrı; "bu konuda buyruklarım çok açık."
"Öte yandan," diye sürdürdü Aziz Corneille, "vaftiz sonucu artık eylemleri iyi veya kötü, sevap veya
günah olarak değerlendirilecektir."
"Evet," dedi Tanrı, "sorun buradan kaynaklanıyor."
"Ancak tek bir çözüm görebiliyorum," dedi Aziz Augustin. "Penguenler cehennemlik olacaklar."
"Fakat ruhları yok," diye atıldı Aziz İrenee.
"Kuşkusuz," dedi Aziz Gal. "Görüyorum ki çömezim Mael din aşkıyla biraz fazla ivedi davranıp
efendimize büyük bir dinbilim sorunu çıkarmış oluyor."
"Şaşkın ihtiyar," diye söylendi Alsace Emini.
Fakat Tanrı bakışlarıyla Alsace Emini'ni ayıplayıp şöyle dedi:
"Aziz Mael sizler gibi şanslı değil, beni görmüyor. Kötürüm, yarı sağır ve yarı kör bir yaşlı adam. Ona
karşı fazla haşinsiniz. Ama ortada bir sorun olduğu kesin."
"Çok şükür bu geçici bir sorun," dedi Aziz Irenee. "Penguenler vaftiz edildi, ama yumurtaları değil.
Yapılan yanlış bir kuşak sonra bitecektir."
"Böyle konuşmayın, oğlum Irenee," dedi Tanrı. "Hekimler dünya üzerindeki yanlışlarını böyle
örtebiliyorlar. Ama benim kurallarım hiçbir kuraldışılığı kabul etmez. Vaftiz edilen bu Penguenlerin ne
olacağını, hiçbir tanrısal yasayı çiğnemeden ve On Emir'in dışına çıkmadan kararlaştırmalıyız."
"Efendimiz," dedi Aziz Gregoire, "onlara ölümsüz ruh verin."
"Ne yapacaklar o ruhla," diye içini çekti Aziz Lactance. "Size şükretmek için ilahi söylemeye uygun
bir sesleri bile yok."
"Ayrıca, tanrısal yasalara uymayacaklardır," dedi Aziz Augustin.
"Uyma olanakları yok," dedi Tanrı.
"Olsun," diye sürdürdü Aziz Augustin. "Böylece sonsuza kadar cehennemde yanarlar ve şaşkın
Mael'in bozduğu tanrısal düzen yeniden kurulmuş olur."
"Bana önerdiğin çözüm gerçekten kurallara uygun, oğlum Augustin," dedi Tanrı. "Ama esirgeyen
adıma uygun düşmüyor. Her ne kadar, değişmez olduğum söyleniyorsa da, giderek daha yumuşak
oluyorum. Bu özyapı değişimim Eski ve Yeni Ahit kitaplarını okuyanların gözünden kaçmamıştır."
Bu tartışma hiçbir sonuç vermeden uzadı ve aynı görüşler yinelenmeye başlayınca, İskenderiyeli
Azize Catherine'e danışmaya karar verildi. Zor konularda hep böyle yapılırdı. Bu kutsal kadın
yeryüzündeki yaşamında elli dinbilim bilginini mat etmişti. Kutsal kitap kadar Platon'un felsefesini de
okumuştu ve konuşma sanatını iyi biliyordu.
VII
CENNETTE BİR TOPLANTI (arkası ve sonu)
Azize Catherine toplantıya geldi. Başında zümrüt ve yakutlarla bezenmiş bir taç, üstünde yaldızlı bir
giysi vardı. Boynunda ateşten bir tekerlekle geziyordu; bu tekerleğin parçaları ona dünyada işkence
edenleri yok etmişti.
Tanrı onu söz almaya çağırınca azize şöyle dedi:
"Efendimiz, görüşümü sorma inceliği gösterdiğiniz bu konuda ben hayvanların veya kuşların
göreneklerini inceleyecek değilim. Burada bulunan melekler, azizler ve bilginlerin dikkatini yalnızca şu
noktaya çekmek isterim: İnsanla hayvan arasındaki ayrım o kadar kesin değildir; her ikisinin
özelliklerine yakın olan yaratıkları anımsayın. Örneğin, yarı kadın, yarı yılan olan kimeralar, üç
gorgonlar, denizkızları, keçi ayaklı panlar, beline kadar insan ve gerisi at olan kentaurlar. Sizin de
bildiğiniz gibi, bunlardan biri aklın ışığıyla sonsuz kurtuluşa kavuştu. Gerçekten de Chiron adındaki bu
kentaur Achille'in eğitimini sağladı. Bu genç kahraman daha sonra Kral Lycomedes'in kızları arasında
iki yıl genç bir bakire gibi yaşadı. Kızlar onun kendileri gibi olmadığını anlamadan oyunlarını ve
yataklarını onunla paylaştılar. Onu bu kadar ahlaklı yetiştiren Chiron, İmparator Trajan'la birlikte,
yalnızca doğa yasalarına uyarak cennete giren kişidir. Oysa Chiron yarı insandı.
Bu örnek yeterince gösteriyor ki insanın yalnızca bazı organlarına, yeter ki soylu organlar olsun,
sahip olunarak sonsuz kurtuluşa kavuşulabilir. Kentaur Chiron'un vaftiz olmadan elde ettiğini, yarı
Penguen yarı insan olsalar, Penguenler nasıl elde edemezler? Bu nedenle, sizden rica ediyorum,
efendimiz, Yaşlı Mael'in Penguenlerine bir insan kafası ve küçük bir ruh bağışlayın; böylece size
layıkıyla şükredebilirler."
Azize Catherine'in bu sözleri üzerine mecliste olumlu bir uğultu yayıldı.
Fakat Aziz Augustin, iri ve pazulu kollarını Tanrı'ya uzatarak haykırdı:
"Bunu yapmayın, efendimiz! Aziz Paraclet adına! İnsan kafalı kuşlar daha önce de vardı. Azize
Catherine'in söylediklerinde yeni bir şey yok!"
"Düş gücü birleştirir ve kıyaslar; yeni bir şey yaratmaz," diye ona sertçe karşılık verdi Azize
Catherine.
" ... Bu tür kuşlar daha önce de vardı, diye sürdürdü Aziz Augustin. Bunlara harpi denir ve yaradılışın
en sevimsiz hayvanlarıdır. Bir gün çölde Aziz Paul'ü yemeğe çağırmıştım. Sofrayı yaşlı bir incir
ağacının altına kurdum. Harpiler gelip dallara üşüştüler; cırtlak sesleriyle kulaklarımızı sağır edip
yemekklerin içine pislediler. Bunların gürültüsü yüzünden Aziz Paul'ün öğrettiklerini duyamadım ve
ekmeğimizi kuş pisliğine katık ettik. Harpilerin size layıkıyla şükredeceklerine inanılabilir mi,
efendimiz?
Kuşkusuz, dünya yaşamımdaki karabasanlarımda birçok melez yaratık gördüm; yılan kadınların,
denizkızlarının yanı sıra çok daha sevimsiz olanları vardı. Bedeni tencere, saat veya çandan yapılmış
adamlar, hatta birinin gövdesi ev gibiydi ve pencerelerinden içerde çalışan başka insanlar
görülüyordu. Gemi gibi yelkenli balinalar, çeşmemin üzerine yağan kırmızı böcekler. Kendimi yalıtmış
olduğum o hücrede gördüğüm karabasanlar anlatmakla bitmez. Fakat hiçbiri, benim güzel incir
ağacımın yapraklarını pisleten harpiler kadar çirkin değildiler."
"Harpiler," diye açıkladı tarihçi Lactance, "kuş bedenli dişi canavarlardır. Başları ve göğüsleri kadına
benzer. Dedikoduculukları, edepsizlikleri, Virgilius'un Eneide adlı yapıtında belirttiği gibi, dişi
doğalarının sonucudur. Havva'nın ilencine onlar da ortak edilmişlerdi."
"Havva'nın ilencinden söz etmeyelim," dedi Tanrı. "Çünkü ikinci Havva birinciyi aratır oldu."
Dünya tarihi üzerine bir kitap yazmış olan Paul Orose adında bir tarihçi ayağa kalktı ve Tanrı'ya
yalvardı:
"Efendimiz, benim ve Aziz Augustin'in dualarını işitin. Bundan böyle Yunanlı masalcıların pek sevdiği
kentaurlar veya denizkızları gibi yaratıklar yaratmayın. Bundan bir iyilik gelmez. Bu tür yaratıklar
genelde dinsizliğe yönelir ve çift yapıları nedeniyle temiz ahlaklı olamazlar."
Tatlı dilli Lactance şu sözlerle ona karşılık verdi:
"Bu konuşan arkadaşımız herhalde cennette bulunan en iyi tarihçi olmalı, çünkü Herodot, Thukidid,
Titus Livius, Velleius Paterculus, Suetone, Manethon, Sicilyalı Diodore, Dion Cassius, Lampride
efendimizin görüntüsünü göremiyorlar. Tacitus ise sövenlerin layık olduğu cehennemde azap çekiyor.
Fakat Paul Orose yeryüzünü tanıdığı kadar gökleri tanımıyor anlaşılan. Bilmez ki kuş ve insan
görüntüsündeki melekler temiz ahlaklıdır."
"Konuyu dağıtıyoruz," dedi Tanrı. "Bu kentaurlar, harpiler ve meleklerden niye söz ediyorsunuz şimdi.
Konumuz Penguenlerdir."
İskenderiyeli aziz bakirenin mat ettiği elli dinbilim bilgininden en yaşlı olanı söz aldı:
"Benim değersiz görüşüme göre, efendimiz, gökleri ayağa kaldıran bu skandala son vermek için, bizi
alteden Azize Catherine'in dediği gibi yapmanız, yaşlı Mael'in Penguenlerine yarı insan görünümü ve
bu yarıya yetecek kadar da ruh vermeniz doğru olur."
Bu sözler üzerine mecliste herkes aynı anda konuşmaya başladı; her köşede, Penguenlere verilecek
ruhun boyutları konusunda akademik tartışmalar başlatıldı. Sonunda Tanrı sesini yükseltti:
"Azizler ve bilginler, burasını yeryüzündeki Vatikan sinodları ve meclislerine benzetmeyin. Militan
dinciliğin şiddetini sevgi dinine taşımayın. Bu dediğim yeryüzünde benim adıma toplanan tüm
konseylerde, Avrupa, Asya ve Afrika'da hep yapıldı; rahipler birbirlerinin sakalını ve gözlerini oydu.
Fakat vardıkları sonuçlarda bir yanlış yoktu, çünkü hep onların yanındaydım."
Düzen sağlandıktan sonra yaşlı Hermas ayağa kalktı ve şöyle dedi:
"Annem Saphire'in cennetlikler sürüsü içinde doğmasını sağladığınız için size şükrediyorum,
Efendimiz. Yine oğlunuz İsa'yı bu gözlerle görebildiğim için şükrediyorum. Bu mecliste konuşuyorum,
çünkü siz gerçeğin değersiz kullarınızın ağzından çıkmasını istediniz, ve şunu diyorum: "Penguenleri
insana dönüştürün. Sizin adaletinize ve sevecenliğinize uygun olan tek çözüm budur."
Herkes yeniden söz istemeye, almadan konuşmaya başladı. Kimse öbürünü dinlemiyor, kollarını ve
kafalarını sallayarak konuşmaya çalışıyordu.
Tanrı sağ elini kaldırıp onları susturdu.
"Bu kadar tartışma yeter. Sevimli yaşlı Hermas'ın sözleri benim tanrısal gönlüme de uygun düşüyor.
Bu kuşlar insana dönüşecekler. Bunun birçok sakıncası olacağını görebiliyorum. Bu insanların büyük bir
bölümü, Penguen durumundayken yapamayacakları kötülüklere neden olacaklar. Fakat, geleceği
görebildiğim halde, onların tikel istencine karışmamayı uygun bulurum. İnsanın özgürlüğüne
dokunmamak için bildiğimi unuturum, gözlerimdeki delik perdeyi daha kalınlaştırırım ve önceden
bildiğim şeyler beni şaşırtır."
Ve hemen melek Rafael'i çağırdı:
"Git Aziz Mael'i bul. Ona, yaptığı yanlışı anlat; ona yetki veriyorum, benim adıma konuşsun ve
Penguenleri insana dönüştürsün."
VIII
PENGUENLERİN DEĞİŞİMİ
Melek Rafael Penguenler Adası'na indiğinde yaşlı azizi bir kaya kovuğunda, yeni çömezleriyle uyur
buldu. Elini omzuna koyup onu uyandırdı ve yumuşak bir sesle:
"Mael, sakın korkma!" dedi.
Gözleri tanrısal ışıkla kamaşan yaşlı aziz Tanrı'nın meleğini tanıdı ve yere kapandı.
Melek şöyle dedi:
"Ey Mael, yanlış yapmışsın: Ademin çocuklarını vaftiz edeyim derken kuşları vaftiz etmişsin. Bundan
dolayı Penguenler Hıristiyan oldular."
Bu sözlere yaşlı adamın ağzı açık kaldı. Melek sürdürdü:
"Ayağa kalk, Mael, Tanrı'nın adını kuşan ve bu kuşlara şöyle de: 'İnsana dönüşün!'"
Ağlayarak dualar okuyan Aziz Mael Tanrı'nın adını kuşandı ve kuşlara seslendi:
"İnsana dönüşün!"
Bir anda Penguenler insan görüntüsüne büründüler. Alınları genişledi, kafaları yuvarlaklaştı. Kısık
gözleri açılıp dünyaya daha iri bakmaya başladı; soluk deliklerinin ortasında etli bir burun oluştu.
Gagaları ağıza dönüştü ve bu ağızdan söz çıktı. Boyunları kısa ve kalın oldu; kanatçıkları kollara, perde
ayakları bacaklara dönüştü. Ve en sonunda, göğüslerine ürkek bir ruh yerleşti.
Fakat yine de ilk doğalarından izler kalmıştı. Yine yan yan bakıyor ve kısa kalçaları üzerinde salınarak
yürüyorlardı; bedenleri ince bir tüy tabakasıyla örtülü kalmıştı.
Ve Mael bu Penguenleri İbrahim'in kervanına kattığı için Tanrı'ya şükretti.
Fakat, yakında bu adadan ayrılacağını düşününce içinde bir üzüntü kaldı; o giderse, rehberden yoksun
Penguenlerin inancı, susuz kalan genç bir fidan gibi ölürdü. Aklına, Penguenler Adası'nı Armorique
kıyılarına taşımak geldi.
"Efendimin neyi niçin istediği sorulamaz, diye düşündü. Ama, Tanrı adayı taşımak istiyorsa, kim buna
engel olabilir?"
Bunun üzerine aziz adam cüppesinin pamuğuyla kırk ayak uzunluğunda ince bir ip dokudu. İpin bir
ucunu kıyıdaki bir kayanın sivri ucuna bağladı, öbür ucunu eline alıp taş teknesine bindi.
Tekne deniz üstünde yol almaya ve Penguenler Adası'nı peşinden sürüklemeye başladı. Dokuz günlük
bir yolculuktan sonra adayla birlikte Brötanya kıyılarına vardı.
İKİNCİ KİTAP
ESKİ ÇAĞ
I
İLK GİYSİLER
Aziz Mael bir gün okyanus kıyısında kızgın bir kayanın üstüne oturmuş bekliyordu. Kayanın güneşten
ısınmış olduğunu sanıp Tanrı'ya şükretti. Oysa o kayaya az önce Şeytan oturmuştu.
Yaşlı aziz, denizden gelecek olan Yvern keşişlerini bekliyordu. Onların getireceği hayvan kürkleri ve
dokumalarla Alca Adası'ndaki Penguenleri giydireceklerdi.
Az sonra gelen gemiden, sırtında bir sandıkla Magis adında bir din adamı indi. Bu keşiş çok dindar
olarak tanınıyordu.
Magis yaşlı azizin yanına gelince sandığı yere bıraktı, alnındaki teri silerek şöyle dedi:
"Pederim, demek Penguenleri giydirmeye karar verdiniz."
"Ne yazık ki bu gerekli, oğlum," dedi Mael. "Penguenler, daha önceden bilmiyorlardı, ama İbrahim'in
sürüsüne katıldıklarından beri çıplak olduklarının farkına vardılar. Onları giydirme zamanı geldi, çünkü
değişim sırasında üstlerinde kalan tüy tabakaları da artık dökülmeye başladı."
Magis kumsalda balık tutan, midye toplayan, şarkı söyleyen veya uyuyan Penguenlere bir göz gezdirdi:
"Haklısınız, çıplaklar. Fakat, pederim, onları böyle çıplak bırakmak daha doğru olmaz mıydı? Niçin
giydireceksiniz? Giysilerle dolaşmaya başladıklarında, ahlak yasalarına uymaları gerekecek ve bundan
dolayı büyüklenecek, ikiyüzlü ve acımasız olacaklardır."
"Sizce, oğlum, insanların uymakta olduğu ahlak yasalarının kötü etkileri mi oluyor?"
"Ahlak yasaları temelde bir hayvan olan insanı hayvandan farklı yaşamaya zorlar. Bu durum belki
onları kısıtlıyor, ama öte yandan gururlarını da okşuyor; ve doğallıkla kibirli, korkak ve zevk düşkünü
olduklarından, sahip oldukları güvence ve gelecekte umdukları rahatlık için bu kısıtlamaya
katlanıyorlar. Her türlü ahlakın kökeni budur... Fakat konuyu dağıtmayalım. Arkadaşlarımla birlikte,
gemideki kürk ve dokumaları bu adaya indireceğiz. Fakat, henüz vakit varken bir kez daha düşünün,
pederim! Penguenleri giydirmek ciddi sonuçlar doğuracaktır. Halen erkek bir Penguen dişi bir
Pengueni arzuladığında ne istediğini biliyor; tutkuları, peşinde koştuğu dişinin sahip olduklarıyla sınırlı.
Şu anda kumsalda iki üç çift Penguen gün ortasında sevişmekteler. Ne kadar yalın olduğunu görün!
Kimse onlara aldırmıyor, onlar da öbürlerinin bakışlarına aldırmıyorlar. Fakat dişi Penguenler
giydirildiğinde, erkek Penguen kendisini neyin çektiğini tam olarak bilemeyecek. Düş gücü onun
isteklerini sınırsız kılacak; ve en önemlisi, pederim, aşkı ve onun getirdiği acıları öğrenecek. Öte
yandan, dişi Penguenler de gözlerini süzüp dudaklarını yayacak ve giysileri altında değerli bir hazine
taşıdıkları izlenimini verecekler.
Bunun yol açacağı kötülük, Penguenler yoksul ve bilgisiz kalacak olsalardı, pek önemli olmazdı. Fakat,
bin yıl kadar geçmesini bekleseydiniz Alcalı kızlara ne korkunç bir silah verdiğinizi görürdünüz. İzin
verirseniz, bunun bir gösterisini yapayım. Şu sandıkta birkaç parça giysi var. Kumsalda erkek
Penguenlerin ilgilenmediği dişilerden birini rasgele seçelim ve giydirelim.
İşte bu yana doğru bir genç kız geliyor; öbürlerinden ne çok güzel, ne de çok çirkin. Kimsenin onunla
ilgilendiği yok. Kumsalda başıboş geziyor, bir eliyle burnunu karıştırırken, öbür eliyle sırtını kaşıyor.
Dikkat ederseniz, kızın omuzları dar, göğüsleri sarkık, beli kalın ve bacakları kısa. Diz kapakları her
adım atışında gıcırdıyor, kalın ve damarlı ayaklarının dört parmağı kayalara çengel gibi sarılıyor.
Yürüyüşe çıktığı anlaşılıyor; tüm kaslarını bu işe yoğunlaştırmış. Onu böyle uzaktan gözlediğimizde,
bir yürüme makinesi gibi algılayabiliyoruz; ama asla bir sevişme makinesi gibi değil. Oysa her iki işlevi
ve daha nicesini yerine getirebilecek bir yaratık. Şimdi iyi bakın, aziz peder, onu ne hale
getireceğim."
Bu sözlerden sonra Keşiş Magis, bir çırpıda dişi Penguenin yanına gitti, onu yakalayıp koltuğunun
altına aldı ve saçlarını yerlerde sürüyerek Aziz Mael'in yanına getirdi.
Dişi Penguen ağlayarak canını yakmamaları için yalvaradursun, Magis sandığı açtı ve çıkardığı bir çift
ayakkabıyı giymesini buyurdu.
"Ayakkabı bağcıklarını sıktığımızda ayakları daha küçük görünecektir," diye açıkladı Magis, "ayrıca,
iki santim yükselecek olan topuğu bacaklarını daha uzun gösterecektir."
Dişi Penguen ayakkabıları bağlarken; bir yandan da sandığın içindekilere bakıyordu. Sandığın içindeki
mücevher ve takıları görünce, yaşil gözleri ışıldadı.
Keşiş Magis Penguenin saçlarını ensesinde topladı ve çiçeklerden bir taç iliştirdi. Kollarına altın
bilezikler taktı. Sonra onu ayağa kaldırıp bel ve göğüs hizasını kumaşlarla sarıp örttü. Böylece
göğüsleri ve kalçaları daha dikkati çeker olmuştu. Ağzından çıkardığı iğnelerle kumaşları iyice
sıkılaştırdı.
"Daha da sıkabilirsiniz," dedi dişi Penguen.
Keşiş Penguenin gövdesindeki yumuşak yerleri sıkıca ve özenle kapadıktan sonra, tüm vücudunu
pembe bir şalla örttü.
"Eteğim sarkmıyor, değil mi?" diye sordu Penguen; bir yandan da belini kıvırıp omzunun üstünden
bakmaya çabalıyordu.
Magis ona isterse etek boyunu kısaltabileceğini söyledi. Ama genç Penguen kararlı bir anlatımla, buna
gerek olmadığını, kendisinin halledeceğini bildirdi.
Nitekim, sol eliyle eteğini arka tarafından tutup, yalnızca baldırlarının görünmesine dikkat ederek,
bir çırpıda dizleri hizasında düğüm yaptı. Sonra, kalçalarını sallayarak küçük adımlarla uzaklaştı.
Şimdi başını dik tutarak yürüyordu; bir su kıyısında göz ucuyla kendini bir yoklamayı da savsaklamadı.
Oradan geçmekte olan bir erkek Penguen şaşkınlıkla bir an durakladı; sonra yolunu değiştirip dişiyi
izlemeye başladı. Deniz kıyısından geçerlerken, balık avından dönmekte olan bir öbek erkek de dişiye
yaklaşıp incelediler ve hemen izlemeye koyuldular.
Böylece, ilerleyen dişi Penguenin yolunun geçtiği patikalardan, ırmak kıyılarından, kaya kovuklarından
çıkan yeni Penguenler bu kervana katılmaya başladılar. Yaşlı veya genç, zayıf veya iri yapılı erkeklerin,
derileri buruşmuş bastonlu yaşlıların oluşturduğu bu kortejden solukların uğultusuyla birlikte ağır bir
koku da yayılıyordu. Ama dişi Penguen çevresinde olan bitenle ilgilenmiyor, yürümesini sürdürüyordu.
Magis güldü: "Pederim, işte bakın: Tüm erkekler bir çembere odaklanmış gidiyorlar, merkezindeyse
örtülü bir kadın var. Çemberin salt geometrik özellikleri bilginleri araştırmaya yönlendirebilir; ama
çembere fiziksel özellikler de eklerseniz bambaşka düşüncelere salar adamı. Penguenlerin bu kadına
ilgi duyabilmeleri için, onun vücudunu gözleriyle görmelerini engelleyip düş güçlerini çalıştırmanız
yeterli oldu. Neredeyse ben bile bu dişiye karşı dayanılmaz bir istek duymaya başladım. Belki eteklik,
örttüğü kalçaya daha sentetik ve genel bir özellik verip onu daha da mı soyutlaştırıyor, bilemem; ama
şimdi ona sarılmış olsaydım insanlığın tüm şehvetini avuçlarımda duyumsayabilirdim sanıyorum.
Örtünme kadınlara nasıl da dayanılmaz bir çekicilik veriyor. Doğrusu duygularımı daha fazla denetim
altında tutamayacağım."
Magis, bunu dedikten sonra, üzerindeki cüppeyi fırlatıp ilerleyen konvoyun arkasından koşmaya
başladı. Önüne çıkan Penguenleri iteleyip ayakları altında ezerek kendine yol açtı ve Alcalı kıza ulaştı.
Pembe giysili kızı yakaladı ve yüzlerce iştahlı gözün önünde kucağına alıp bir mağaranın içinde gözden
yitti.
Penguenler bir anda sanki güneşin karardığını sandılar. O zaman Aziz Mael şeytanın Keşiş Magis
kılığına girerek onu aldattığını ve Alcalı kızların örtünmesini sağladığını anladı. Tüm vücudu ve ruhu
derin bir üzüntüyle sarsıldı. Güçlükle adım atarak kulübesine yürürken, sokaklarda altı-yedi
yaşlarındaki küçük Penguenlerin yosun yapraklarından etekler yapıp giyerek dolaştıklarını gördü. Bu
küçükler de kumsalda dolaşırken, erkeklerin gelip gelmediğini görebilmek için arkalarına bakıyorlardı.
Aziz Mael Alcalı kıza giydirilen ilk örtünün Penguenlerin ahlakına yarar yerine zarar getirdiğini
görmekten büyük üzüntü duydu. Yine de tansık adasının yerlilerini giydirme çabasından vazgeçmedi.
Onları kıyıda toplayıp Yvern keşişlerinin getirdiği giysileri dağıttı. Erkek Penguenlere kısa ceket ve
pantolon, dişilere ayak bileklerine kadar uzanan etekler verdi. Ama bu giysiler ilk defakinden farklı
bir etki yarattılar. Hem zevksiz ve kaba dikilmiş oldukları, hem de tüm kadınlar giydikleri için, artık
dikkati çekmiyorlardı. Kadınlar mutfakta yemek pişirdikleri veya tarlada çalıştıklarından, zamanla
üstleri yağlı ve çamurlu, kir pas içinde gezer oldular. Erkekler onları daha çok işe sürmeye başladığı
için de pek yük hayvanından farkları kalmadı. Kadınlar artık gönül işlerinden ve fırtınalı duygulardan
anlamaz oldular. Ahlakları saftı. Aile içi ilişki onlar için günah değildi. Örneğin bir delikanlı sarhoş
kafayla kendi annesinin ya da babasının yatağına girse de, ertesi gün bunu aklına bile getirmiyordu.
II
TARLALARIN ÇİTLENMESİ VE ÖZEL MÜLKİYETİN DOĞUŞU
Buzulları arasında ve kayalıklarında bir kuş topluluğu yaşayan adanın, o eski kıraç görüntüsü artık
değişmişti. Tepesindeki karların erimesiyle giderek alçalmış olan dağın tepesinden bakıldığında,
sonsuz bir sisle örtülü Armorique kıyıları ve kum adacıklarının doğaüstü bir görüntü verdiği okyanus
görünüyordu.
Kıyılar artık incir yaprağını andıran daha geniş düzlüklerden oluşmuştu. Kısa süre içinde bir bitki
örtüsü gelişti; tadı ekşi olan ve hayvanların sevdiği bir ot türünün yanısıra, söğüt, incir ve meşe
ağaçları boy gösterdi. Bu dönemle ilgili bilgileri Saygıdeğer Bèdeve öbür güvenilir yazarlardan
alıyoruz.
Kuzeyde kıyı derin bir haliç oluşturmuştu ve burası daha sonraları dünyanın en büyük limanı olacaktı.
Doğuda köpüklü deniz dalgalarının yaladığı kayalıkların gerisinde kıraç ve kokulu bir toprak yayılmıştı.
Burası Gölgeler Kıyısı diye biliniyor ve ada yerlileri, yılanların ve ölü ruhların dolaştığına inandıkları bu
bölgeye adım atmıyorlardı. Güneyde, Dalgıç Körfezi denen ve suları ılık olan kıyının hemen dibinde
asma bahçeleri ve ormanlar başlıyordu. Bu bereketli kıyıda Aziz Mael ahşap bir kilise kurdu. Sonunda,
Batıda Clange ve Surelle adında iki ırmak, sırasıyla Dalles ve Dombes vadilerini suluyorlardı.
Mutlu Mael, bir güz sabahı, işte bu Clange vadisinde, yanında Bulloch adında bir Yvern keşişiyle
birlikte gezintiye çıkmıştı. Karşıdaki yoldan bir öbek Penguenin ellerinde tırmık ve taşlarla geçtiğini
gördüler. Bu arada bağırış ve haykırışlar vadide yankılanıp dingin gökyüzüne yükseliyordu.
Aziz adam Bulloch'a döndü:
"Oğlum, üzüntüyle görüyorum ki, insana dönüştüklerinden beri, bu adanın yerlileri daha sağgörüsüz
oldular. Kuş oldukları dönemde yalnızca çiftleşme mevsiminde dalaşırlardı. Şimdi her gün kavga
ediyorlar, yaz kış demeden bela arıyorlar. Ah, buzlar üstünde bir öbek Penguenin, sanki uygar bir
devletin parlamentosunda gibi, o soylu görüntüsünü öyle özlüyorum ki!
Bak, oğlum Bullock, Surelle Vadisi tarafında da bir düzine erkek Penguen birbirlerinin kafasını
gözünü yarmakla uğraşıyor. Oysa, bu enerjiyle toprağı kazmaları daha iyi olurdu. Dişiler erkeklerden
daha acımasız, tırnaklarıyla düşmanlarının gözünü oyuyorlar. Heyhat! Oğlum Bulloch, sence niye kavga
ediyorlar acaba?"
Bulloch şöyle yanıt verdi:
"Dayanışma ruhu ve geleceği öngördükleri için, aziz pederim. Çünkü insanın doğasında geleceği
düşünmek ve toplu davranmak vardır. Özyapısı böyledir; mal ve mülk edinmeden geleceği düşünmek
istemez. Ey efendim, bu gördüğünüz Penguenler toprakları bölüşüyorlar."
"Bu bölüşmeyi daha sakince yapamazlar mı? diye sordu yaşlı adam. Bu kavga sırasında birbirlerine
gözdağı veriyor ve sövgüler savuruyorlar. Ne dediklerini tam duyamıyorum. Ama, ses tonlarına
bakılırsa, çok kızgın olmalılar."
"Birbirlerini hırsız ve gaspçı olarak suçluyorlar," dedi Bulloch.
Aziz Mael derin bir iç çekip gözlemeyi sürdürdü:
"Bak, bak, oğlum, yere düşen rakibinin burnunu dişleriyle koparmaya çalışan adamı görüyor musun? Ya
ötedeki? Bir kadının kafasını taşla ezmeye çalışan şu adama bak!"
"Görüyorum, efendim," dedi Bulloch. "Onlar bir hukuk yaratmakla uğraşıyorlar; özel mülkiyetin
temelini atıyorlar; uygarlığın ilkelerini, toplumun temellerini ve yargı kurallarını belirliyorlar."
"Nasıl?" diye sordu yaşlı Mael.
"Tarlalarını çitle çevirerek. Her türlü devlet düzeninin kaynağı budur. Ey üstadım, sizin
Penguenleriniz en kutsal bir işlevi başarıyorlar. Onların bu yaptıkları, yüzyıllar sonra hukukçular
tarafından onaylanacak ve yargıçlar tarafından uygulamaya konulacaktır."
Keşiş Bulloch bunları söylerken, beyaz derili, kızıl saçlı ve iri gövdeli bir Penguen vadinin yamacından
aşağı doğru iniyordu. Omuzunda iri bir ağaç kütüğü vardı. Bahçesinde marullarını sulamakta olan kısa
boylu bir Penguene yaklaştı ve sesini yükselterek şöyle dedi:
"Bu tarla benim!"
Bu sözlerin ardından, elindeki kütüğü küçük Penguenin kafasına indirdi ve onu, kendi elleriyle ektiği
tarlanın ortasında, cansız yere serdi.
Bu görünüm karşısında Aziz Mael bir an sendeledi ve gözünden yaş geldi. Sonra, korku ve dehşetle
boğuklaşmış sesiyle, gökyüzüne şu duayı gönderdi:
"Ey Tanrım, sen ki Habil'i kucağına aldın ve Kabil'e ilendin, tarlasında ölen bu masum Pengueni
cennetine al, katile de yumruğunun gücünü göster. Ey Tanrım, senin adaletine bu cinayet ve gasptan
daha ağır bir aşağılama olabilir mi?"
"Aman dikkatli olun, aziz pederim," dedi Bulloch yumuşak bir sesle, "cinayet ve gasp dediğiniz şeylere
savaş ve fetih denir, insanlık tarihinin ve büyük imparatorlukların en şanlı sayfaları bunlarla doludur.
Özellikle, iri Pengueni suçlayarak onun mülkünün kaynağına ve hukukuna saldırıda bulunuyorsunuz.
Bunu size kolayca kanıtlayabilirim: Toprağı ekmek bir şeydir, ona sahip olmak başka bir şey. Bu ikisi
birbiriyle karıştırılmamalıdır. Mülk konusunda, ilk işgalcinin hukuku belirsiz ve temelsizdir. Oysa,
fetih hakkı sağlam temellere dayanır. Tek saygıdeğer hukuk budur, çünkü kendini saydırmasını bilir.
Mülkiyetin tek ve şanlı kaynağı güçtür. İşte bu yüzden mülk sahibi olana soylu denir. Çiftçiyi öldürüp
tarlasını alan bu kızıl saçlı yiğit, bu toprak üzerinde ilk soylu hanedanı kurmuş bulunuyor. Onu
kutlamak isterim."
Böyle diyerek Bulloch, kanlı topuzuna yaslanmış olarak duran iri Penguene yaklaştı ve yerlere kadar
eğilerek onu şöyle selamladı:
"Efendi Greatauk, soylu prens, gücü yasal ve arkası bereketli olacak soylu bir hanedanın kurucusu
olarak size saygılar sunarım. Tarlanıza gömülecek olan bu Penguenin kafatası, sizin bu topraklar
üzerindeki hakkınızın sonsuza kadar nişanı olacaktır. Çocuklarınız ve onların çocuklarına ne mutlu!
Onlar Skull Dükü Greatauk'un mirasçıları olarak Alca Adası'na egemen olacaklardır."
Sonra, Aziz Mael'e dönüp bağırdı:
"Pederim, Greatauk'u kutsayın. Çünkü, tüm güç Tanrı'dan gelir."
Mael gözlerini gökyüzüne kaldırmış, sessiz ve kımıltısız duruyordu. Keşiş Bulloch'un kuramı
karşısında acı bir kuşku duyuyordu. Oysa, yüksek uygarlıklar çağında geçerli olacak olan bu kuramdı.
Bir bakıma Bulloch, Penguenistan'da ilk uygarlık hukukunun yaratıcısı olarak görülebilir.
III
PENGUENLER MECLİSİNİN İLK TOPLANTISI
"Oğlum Bulloch," dedi yaşlı Mael, "Penguenlerin nüfus sayımını yapıp her birini deftere yazmamız
gerekiyor."
"En acil işimiz de budur," dedi Bulloch; "bu olmadan iyi bir devlet düzeni kurulamaz."
Aziz Mael on iki rahibin de yardımıyla kısa sürede nüfus sayımını gerçekleştirdi. Sonra, yaşlı adam
şöyle dedi:
"Şimdi herkesin kaydı bulunduğuna göre, kamu giderlerini ve kilise gereksinimlerini karşılayabilmek
için, adil bir vergi toplamamız gerekiyor. Herkes gücü oranında verebilmeli. Öyleyse, oğlum, hemen
Alcalı büyükleri toplantıya çağırın, onlarla birlikte vergi işini konuşalım."
Toplantıya çağrılan otuz küsur büyük Penguen incir ağacının altında toplandılar. Bu, Penguenistan'ın
ilk meclisi oldu. Bunların dörtte üçü Surelle ve Clange vadilerindeki büyük toprak ağalarıydı. Greatauk,
ülkenin en soylusu olduğundan, en yüksek taşın üzerine oturdu.
Aziz Mael rahiplerinin yanında yer aldı ve şu sözlerle başladı:
"Oğullarım, Tanrı bildiği biçimde insanlara zenginlik verir ve bildiği biçimde geri alır. Ben sizi buraya,
kamu giderlerini ve kilisenin gereksinimlerini karşılayacak biçimde, halk üzerine bir vergi koyulması
için topladım. Bana göre bu vergi her kişinin zenginliği oranında olmalıdır. Örneğin, yüz öküzü olan on
öküz versin, on öküzü olan da birini versin."
Yaşlı adam sözünü bitirince, Clange Vadisi'nde çiftçilik yapan ve ülkenin en zenginlerinden biri olan
Morio ayağa kalkıp söz aldı:
"Ey Mael, ey aziz pederim, herkesin kamu giderlerine ve kilise gereksinimlerine katkıda bulunması
gerektiğine inanıyorum. Ben kendi hesabıma, Penguen kardeşlerimin yararı için, tüm servetimi hatta
sırtımdaki gömleği vermeye hazırım. Benim gibi öbür tüm büyükler de servetlerini feda edeceklerdir,
onların ülkeye ve dinlerine bağlılıklarından kuşku duymayın. Yalnızca kamu yararını düşünelim ve ne
gerekiyorsa yapalım. Ancak, aziz babamız, kamu yararı malı çok olandan daha çok alınmasını
gerektirmez. Böyle yapılırsa, zengin daha az zengin, yoksul daha yoksul olur. Yoksullar zenginlerin
varlığıyla yaşarlar; bu nedenle mülk kutsaldır. Ona dokunmakla büyük bir yanlış yapmış olursunuz.
Zenginlerden alsanız ne olacak, sayıları zaten azdır. Ama tüm kaynakları kurutur ve ülkeyi yoksulluğa
itersiniz. Oysa servetine bakmadan her vatandaştan az bir miktar toplarsanız, kamu giderlerini
rahatça karşılayabilirsiniz. Böylece, insanların servetini soruşturmaya kalkmazsınız, çünkü yurttaşlar
bu tür bir çabayı ağır aşağılama olarak görürler. Herkesten az ve eşit miktarda alırsanız, yoksullar de
hoşnut olur, çünkü zenginlerin servetinden yararlanmayı sürdürürler. Hem sonra, zenginliği nasıl
ölçeceksiniz? Dün iki yüz öküzüm vardı, bugün yüz oldu, yarın belki altmış olacak. Komşularımdan
Clunic'in iki öküzü var, ama cılız; oysa komşum Nicclu'nun iki öküzü de besili. Şimdi, Clunic ile
Nicclu'dan hangisi daha zengin? Servetin belirtileri aldatıcıdır. Oysa, gerçek olan şu ki, herkes yiyip
içiyor. İnsanlara, yiyip içtikleri oranında vergi koyun. Bu daha akıllıca ve adil olur."
Morio konuşmasını bitirince meclisten bir alkış koptu.
"Bu konuşmanın tunç tabletlere kazınmasını öneriyorum," diye haykırdı keşiş Bulloch. "Geleceği
aydınlatan bir konuşmaydı; belki on beş yüzyıl boyunca kimse bundan daha iyi konuşmayacaktır."
Büyüklerin alkışları sürüyordu ki Greatauk, elini kılıcının kabzasına koyarak, kısa bir konuşma yaptı:
"Soylu olduğum için, ben katkıda bulunmayacağım; çünkü vergi vermeyi aşağılayıcı buluyorum. Yalnızca
alçaklar öder."
Bu görüş üzerine büyükler sessizce dağıldılar.
Böylece, Roma'da olduğu gibi, her beş yılda bir nüfus sayımı yapılır oldu. Bu sayede nüfusun hızla
arttığı gözlendi. Çocuk ölümlerinin yüksek olmasına, kıtlık ve vebanın düzenli aralıklarla gelip köyleri
boşaltmasına karşın, daha kalabalık yeni bir Penguen kuşağı yoksulluklarıyla kamu varlığına katkıda
bulunmayı sürdürüyordu.
IV
KRAKEN İLE PEMBEKIZ'IN DÜĞÜNÜ
O çağda Alca Adası'nda bileği güçlü ve zekası parlak bir erkek Penguen yaşıyordu. Adı Kraken olan bu
adam Gölgeler Kıyısı denen ıssız bölgede yaşadığı için ada yerlileri, yılanlar ve vaftizsiz ölen
Penguenlerin ruhlarıyla karşılaşmaktan korktukları bu tekinsiz bölgeye adım atmıyorlardı. Bir gören
yoktu ama, söylenceye göre, Aziz Mael'in duasıyla insana dönüşen Penguenlerden bazılarının vaftiz
edilmediği için fırtınalı havalarda ruhlarının geri gelip burada inlediklerine inanılıyordu. Kraken bu
ıssız bölgede, kıyıdaki kayalıklar arasında ve ulaşılması zor bir mağarada yaşıyordu. Bu mağaraya
ormanda çalılıklarla örtülü ve yüz ayak uzunluğunda bir yeraltı tüneliyle ulaşılabiliyordu.
Bir akşam ıssız arazide yürümekte olan Kraken çok güzel bir dişi Penguenle karşılaştı. Bu kız keşiş
Magis'in ilk giydirdiği dişi Penguendi. Bu bakireye, pembe giysileriyle herkesin gözlerini kamaştırdığı
ilk günün anısına Pembekız adı verilmişti.
Kraken'i görünce kız bir çığlık attı ve kaçmaya davrandı. Fakat delikanlı onu arkasından uçuşan
eteğinden tutarak şöyle dedi:
"Bakire, bana adını, aileni ve nereli olduğunu söyle."
Pembekız ona korkuyla bakıyordu:
"Efendim," dedi, "bu gördüğüm siz misiniz, yoksa ilençli ruhunuz mudur?"
Kızın böyle sormasının nedeni, Gölgeler Kıyısında yaşamaya gittikten sonra Kraken'den hiç haber
alınmamış olmasıydı. Alca yerlileri onu ölmüş ve gecenin şeytanları arasına karışmış biliyorlardı.
"Korkmayı bırak Alcalı kız," dedi Kraken. "Konuştuğun kişi başıboş bir ruh değil, güçlü bir erkektir.
Yakında daha büyük servete kavuşacağım."
Genç Pembekız sordu:
"Peki, bu serveti nasıl elde etmeyi düşünüyorsun, ey Kraken, basit Penguenoğlu."
"Aklımla," dedi Kraken.
"Biliyorum," dedi Pembekız, "aramızda yaşadığın günlerde avcılıkta ve balık tutmada senin üstüne
yoktu. Kimse senin gibi, balığı ağa düşüremez ve uçan kuşa ok atamazdı."
"Bunlar bayağı ve sıkıntılı işlerdi, ey kız. Ben artık fazla yorulmadan zengin olmanın yolunu buldum.
Ama sen bana kim olduğunu söyle."
"Benim adım Pembekız."
"Akşamın bu saatinde evinden uzakta ne arıyorsun?"
"Kraken, bu Tanrı'nın isteğiyle oldu."
"Ne diyorsun, Pembekız?"
"Diyorum ki, Kraken, Tanrı beni senin yoluna çıkardı, nedenini ben de bilmiyorum."
Kraken düşünceli bir sessizlikle uzun süre kıza baktı. Sonra, yumuşak bir sesle şöyle dedi:
"Pembekız, benim evime gel. Penguenler arasındaki en yiğit ve en akıllı adamın evine çağırıyorum seni.
Bana katılırsan, seni kendime eş yaparım."
Genç kız bakışlarını eğerek mırıldandı:
"Sizinle geliyorum, efendim."
Böylece güzel Pembekız yiğit Kraken'in eşi oldu. Bu birliktelik davullar ve fener alaylarıyla
kutsanmadı, çünkü Kraken Penguen halkı arasında görünmeyi sevmiyordu. Derin mağarasında büyük
planlar kuruyordu.
V
ALCA EJDERHASI
Alca adası yerlileri barış içinde geçimlerini sürdürüyorlardı. Güney kıyısında yaşayanlar kayıklarıyla
balık ve midye avına çıkıyorlardı. Dombes Vadisi'nde yaşayanlar yulaf, çavdar ve buğday ekiyorlardı.
Dalles Vadisi'ndeki zengin Penguenler evcil hayvan besliyorlar, Dalgıç Körfezi yerlileriyse meyve
bahçelerine bakıyorlardı. Alca Limanı tüccarları Armorique ile tuzlu balık ticareti yapıyorlardı. Bu
sırada Brötanya'dan adaya getirilen altın alışverişte kolaylık sağlıyordu. Böylece, Penguen halkı
emeğinin ürününü toplayarak barış içinde yaşarken, köyden köye uğursuz bir söylenti yayılmaya
başladı.
Bir süre önce bakire Pembekız ortadan kaybolmuştu. Önce pek telaş edilmemişti, çünkü daha önce de
aşka gelmiş birçok erkek tarafından kaçırılmıştı. Büyükler onun bu durumunu, Penguenistan'ın en
güzel kızı olduğu için, doğal karşılıyorlardı. Bu kaçırmalar sırasında bazen Pembekız'ın erkeklerden
daha hızlı koştuğu da oluyordu, çünkü kimse yazgısından kaçamaz. Bu kez, genç kız uzun süre ortada
görünmeyince onu bir ejderhanın kaçırmış olabileceğinden korkulmaya başlandı.
Kısa süre sonra bu ejderhanın Dalles Vadisi'ndeki kadınların çeşme başında uydurdukları bir masal
olmadığı fark edildi. Çünkü, bir gece Anis köyünde altı tavuk, bir koyun ve Elo adında küçük bir yetim
Ejderha tarafından yok edildi. Hayvanlar ve çocuktan geride hiçbir şey kalmamıştı.
Hemen büyükler köy alanında toplandılar ve bu feci durum karşısında ne yapılması gerektiğini
tartışmaya başladılar.
Uğursuz gecede ejderhayı gördüğünü söyleyen tüm Penguenleri toplayıp onlara sordular:
"Gördüğünüz yaratığın biçimi ve davranışları nasıldı?"
Her bir köylü sırasıyla yanıt verdi:
"Aslana benzer pençeleri, kartala benzer kanatları ve yılan gibi kuyruğu vardı."
"Tüm vücudu sarı pullarla kaplıydı."
"Sırtında dikenler vardı."
"Bakışları ateş saçıyordu. Ağzından alevler kusuyordu."
"Dayanılmaz kötü kokan bir soluğu vardı."
"Başı ejderha, pençeleri aslan ve kuyruğu balık gibiydi."
Aklı başında, sağduyulu olarak bilinen ve ejderhanın üç tavuğunu götürdüğü Anisli bir köylü kadın
şöyle konuştu:
"İnsana benziyordu. Öyle ki kendi adamıma benzettim ve ona 'Herif, yatağa gel' diye bağırdım."
Ötekilerse:
"Bulut gibi iriydi."
"Bir dağı andırıyordu," diye sürdürdüler. Bir çocuk şöyle dedi:
"Ejderhayı samanlıkta başlığını çıkarıp kızkardeşim Minnie'yi öperken gördüm."
Büyükler yine sordular:
"Ejderhanın boyu ne kadardı?"
Yanıtlar yine geldi:
"Öküz kadar iriydi."
"Bröton gemileri kadar büyük."
"İnsan boyunda."
"Şu anda altında oturduğunuz incir ağacı boyunda."
"İri bir köpek kadar."
Rengi sorulduğunda köylüler şöyle yanıt verdiler:
"Kırmızı."
"Yeşil."
"Mavi."
"Sarı."
"Başı yeşil, kanatlarının uçları gümüş rengi, ortası kavuniçi, kuyruğu pembe ve kahverengi çizgili,
karnında siyah noktalar vardı."
"Ejderha rengindeydi."
Bu tanıkları dinleyen büyükler ne yapacaklarına karar veremediler. Bir bölümü ejderhayı izleyip
ansızın üzerine çullanmayı ve oklarla işini bitirmeyi önerdiler. Ötekilerse, bu kadar güçlü bir canavara
güçlü karşılık vermenin boşuna olacağını, onu armağanlarla yatıştırmayı öğütlüyorlardı.
Akıllı geçinen biri şöyle dedi:
"Ona bir haraç ödeyelim. Meyve, şarap, kuzu ve genç bir bakire vererek öfkesini yumuşatalım."
Ötekiler ejderhanın su içebileceği çeşmeleri zehirlemeyi, yaşadığı mağarayı dumana boğmayı
önerdiler.
Fakat bu önerilerin hiçbiri kabul görmedi. Saatlerce tartıştıktan sonra, büyükler bir karar alamadan
dağıldılar.
VI
ALCA EJDERHASI (arkası)
Romalıların yapay tanrıları Mars'a adadıkları ay boyunca ejderha Dalles ve Dombes köylerini talan
etti; elli koyun, on iki domuz ve üç oğlan çocuk kaldırdı. Tüm aileler yastaydı ve adadan çığlıklar
yükseliyordu. Bu yıkımdan kurtulmak isteyen talihsiz köylerin büyükleri toplanıp Aziz Mael'den
yardım istemeye karar verdiler.
Adı açılış anlamına gelen mart ayının beşinci günü köyün büyükleri adanın orta kıyısındaki kiliseye
geldiler. Bahçeye alındıklarında bağırış ve hıçkırıkları o kadar şiddetlenmişti ki o sırada gökbilim
çalışan ve eski yazıları yorumlayan Aziz Mael onların bu gürültüsü üzerine bastonunu alıp dışarı çıktı.
Onu gören büyükler yerlere kapanıp yeşil dallar uzattılar. Bazıları da ıtırlı bitkilerden tütsü yaktılar.
Aziz adam yaşlı incir ağacının altına oturup şöyle dedi:
"Ey oğullarım, niçin ağlıyor ve sızlanıyorsunuz? Bu yardım isteyen dalları neden bana uzatıyorsunuz ve
göklere kokulu tütsüleri yükseltiyorsunuz? Başınızdan bir yıkımı uzaklaştırmamı mı bekliyorsunuz?
Sizin için canımı vermeye hazırım. Yalnızca babanızdan ne istediğinizi söyleyin, yeter."
Bu soru üzerine en yaşlı büyük yanıt verdi:
"Alcalıların babası, ey Mael, ben hepimiz adına konuşacağım. Korkunç bir ejderha tarlalarımızı ve
ağıllarımızı kurutuyor, çocuklarımızı kaçırıyor. Bugüne kadar Elo ve öteki yedi çocuğu kaçırdı;
Penguenistan'ın en güzeli Pembekız'ı yuttu. Zehirli soluğunun ulaşmadığı ve yasa boğmadığı köy
kalmadı.
Bu korkunç beladan kurtulmak için, ey akıllı Mael, sana danışmaya geldik. Penguen soyunun
tükenmemesi için bize yardım et."
"Ey Alca büyüklerinin başı," dedi Mael, "sözlerin bana büyük üzüntü verdi. Bu adanın korkunç bir
ejderhanın pençesinde olduğunu düşünmek beni titretiyor. Bu tür canavar olayları tarihte çok
görülmüştür. Genellikle kayalık ve sazlık bölgelerde yaşayan pagan budunlarda ortaya çıkarlar. Belki
içinizden bazıları, vaftiz edilip İbrahim'in sürüsüne katıldıkları halde, eski Romalılar gibi putlara
tapıyordur veya kutsal saydıkları ağaçlara hâlâ bez parçaları veya çiçek demetleri bağlıyorlardır.
Belki bazı Penguenler hâlâ sihirli bir kayanın çevresinde dans ediyor veya perilerin yaşadığı
pınarlardan su içiyor olabilirler. Eğer böyleyse, tanrının bu ejderhayı aranızdaki bu günahkarları
cezalandırmak için göndermiş olacağına inanabilirim. İşte bu nedenle, çare olarak size aranızda
şeytana tapanları bulup ayıklamanızı öneririm. Dua etmeniz ve oruç tutmanızın da etkili olacağını
sanıyorum."
Yaşlı Aziz Mael böyle konuştu. Ve köy büyükleri onun ayaklarını öperek yeni bir umutla köylerine
döndüler.
VII
ALCA EJDERHASI (arkası)
Yaşlı azizin öğüdünü tutan köylüler aralarında yeşermeye başlayan boşinançları kurutmaya giriştiler.
Artık genç kızların perili ağaçlar çevresinde dans etmesi, genç annelerin bebeklerini güçlü kılmak için
kırlardaki sihirli kayalara sürtmeleri yasaktı. Dombes Vadisi'nde, bir elekte salladığı fasulyelere
bakarak geleceği okuduğunu ileri süren bir yaşlı kör bir kuyuya atıldı.
Buna karşın, ejderha her gece kümesleri ve ahırları yağmalıyordu. Korku içindeki köylüler evlerinden
çıkamıyorlardı. Gebe bir kadın pencereden dışarı baktığında, ayışığındaki yol üzerinde ejderhayı
görünce korkusundan erken doğum yaptı.
Bu zor zamanlarda Aziz Mael sürekli ejderha olayları ve bunların önlenmesi konusunda düşünüyordu.
Altı aylık düşünce ve yakarılar sonunda aradığını bulmuş gibiydi. Bir akşam, Samuel adındaki genç
keşişle birlikte deniz kıyısında dolaşırken, düşüncelerini ona şöyle aktardı:
"Ejderhaların tarihçesini ve göreneklerini uzun uzun inceledim; bunu boş bir merak için değil, içinde
bulunduğumuz durumda izlenmesi gereken yolu bulmak için yaptım. İşte, oğlum Samuel, tarihin yararı
budur.
Ejderhaların en göze çarpan özellikleri çok ayık olmalarıdır. Asla uyumazlar. Bu nedenle, hazineleri
korumakta kullanılmışlardır. Örneğin, Jason'un almaya gittiği Colchis'teki altın yapağıyı bir ejderha
koruyordu. Hesperides'in bahçesindeki altın elmaları da bir ejderha bekliyordu. Hercule onu
öldürünce Junon tarafından gökte bir yıldıza dönüştürüldü. Bu, birçok kitapta yazılıdır; eğer
doğruysa, ejderhalar büyüyle yaratılıyor demektir, çünkü dinsizlerin tanrıları gerçekte birer
şeytandırlar. Kaba ve bilgisiz adamların Castalie çeşmesinden su içmelerini engelleyen de bir
ejderhaydı. Sonra, Perseus'un öldürdüğü Andromeda ejderhasını anımsayalım.
Neyse, doğru ve yanlışların birbirine karıştığı dinsizlerin mitolojisini bir yana bırakalım. Ejderhalara
Mikail gibi meleklerin; George, Philippe, Büyük Jacques, Patrice, Marthe ve Marguerite gibi azizlerin
öykülerinde de raslıyoruz. Daha inanılır olan bu tür yazıları inceleyerek gerçeği ve izlenecek yolu
bulabiliriz.
Silena ejderhasının öyküsü bu bakımdan önemli bir örnektir. Belki bilmiyorsundur, oğlum, Silena kenti
kıyısındaki bir gölde yaman bir ejderha yaşıyordu. Bazen kentin surlarına yaklaşır ve soluğuyla
yakında bulunanları zehirlerdi. Bu canavara yem olmamak için, Silena halkı her sabah içlerinden birini
ona verirlerdi. Kurbanı kurayla belirliyorlardı. Yüz kadar kurbandan sonra, kurada kralın kızı çıktı.
O sıralarda gezici yargıçlık yapan Aziz George, Silena kenti yakınından geçerken kralın kızının bu
ejderhaya kurban götürülmekte olduğunu öğrenir. Hemen atına atlayıp mızrağını kuşanır ve
ejderhanın önüne çıkar. Tam kızı yiyeceği sırada ejderhayı bir vuruşta yere devirir. O anda genç kız
belindeki kemeri ejderhanın boynuna dolar ve bundan sonra hayvan sadık bir köpek gibi kızın
arkasından gelir.
Bu bize bakirelerin ejderhalar üzerindeki gücünü gösteriyor. Azize Marthe öyküsü daha da kesin bir
kanıt verir. Bu öyküyü biliyor musunuz, oğlum Samuel?"
"Evet, pederim," dedi Samuel.
Yaşlı aziz sözlerini sürdürdü:
"Arles ve Avignon kentleri çevresinde, Rhone ırmağı kıyılarındaki bir ormanda yarısı dört ayaklı ve
yarısı balık görünümünde bir ejderha yaşardı. Bir öküzden daha iriydi, boynuz gibi sivri dişleri ve
omuzlarında geniş kanatları vardı. Gemileri batırır, yolcuları yerdi. Halkın isteği üzerine Azize
Marthe bu ejderhanın arkasından gitti ve onu bir adamı yerken buldu. Kemerini ejderhanın boynuna
dolayıp onu kuzu gibi kente getirdi.
Bu iki örnek, Alca Adası'nı kasıp kavuran bu ejderhayı yenmek için de bir bakirenin gücüne
başvurabileceğimizi düşündürüyor.
Öyleyse, oğlum Samuel, yanına iki arkadaşını al; hemen hazırlanın ve bu adanın tüm köylerini dolaşın,
adayı tehdit eden bu ejderhadan ancak bir bakirenin yardımıyla kurtulabileceklerini duyurun.
Onlara ilahiler ve mezamirler oku, sonra şöyle de:
'Ey Penguen oğulları, aranızda tertemiz bir bakire varsa ayağa kalksın ve Tanrı'nın hacını kuşanıp
ejderhanın üzerine gitsin!'"
Yaşlı aziz böyle dedi ve genç Samuel dediğini yapacağına söz verdi. Ertesi sabah iki arkadaşıyla biniş
takımlarını hazırladılar, Alca halkına ejderhanın öfkesinden onları ancak bir bakirenin
kurtarabileceğini bildirmek üzere yola çıktılar.
VIII
ALCA EJDERHASI (arkası)
Pembekız kocasına aşıktı, ama tek sevdiği o değildi. Soluk gökyüzünde Venüs'ün ışığının parladığı
saatte Kraken köylere korku salmak üzere yola çıktığında, genç kadın da Marcel adında genç ve güçlü
bir çobanı görmeye gidiyordu . Güzel Pembekız çobanın parfüm kokulu yatağını zevkle paylaşıyordu.
Fakat, ondan gerçek kimliğini saklamış, adının Brigide ve Dalgıç Körfezi'nde bir bahçıvanın kızı
olduğunu söylemişti. Çobanın kollarından zorla ayrılan kadın sisli çayırlar arasında Gölgeler Kıyısı'na
dönerken, yolda evine geç kalmış bir köylüye raslarsa, hemen geniş pelerinini kanat gibi açıp
haykırıyordu:
"Ey yolcu, bakışlarını indir, yoksa Tanrının bir meleğini gördüğün için kargışlanırsın!"
Korku içinde titreyen köylü hemen alnını toprağa değdiriyordu. Adada artık, geceleri yollarda
meleklerin gezdiği ve onları görenlerin hemen öldüğü söylentisi dolaşıyordu.
Kraken henüz Pembekız ile Marcel'in ilişkisini bilmiyordu, çünkü o bir yiğitti ve yiğitler eşlerinin
gizlerini asla araştırmazlar. Fakat, bu bilgisizliğine karşın Kraken bu ilişkiden bir yarar sağlıyordu.
Her gece eşini daha mutlu, daha gülümser bir güzellikte buluyor ve yatağını saran kır çiçeklerinin
kokusunu doya doya tadıyordu. Genç kadının Kraken'e olan sevgisi asla üzüntü verici veya rahatsız
edici değildi, çünkü bu sevgi yalnızca onun üzerinde yoğunlaşmamıştı.
Üstelik Pembekız'ın bu zararsız kaçamakları bir ara yiğit Kraken'i büyük bir beladan kurtarmakla
kalmadı, onun servetini ve şanını daha da artırdı. Gece dönüşleri sırasında Pembekız bir akşam,
sığırlarını güden Belmontlu bir sığırtmacı görüp aşık oldu ve çoban Marcel'i unuttu. Bu adam
kamburdu, kulaklarının arkasından omuz başları görünüyor, gövdesi çarpık bacakları üzerinde
sallanıyor ve çalı gibi saçlarının arasından bakan şaşı gözlerinde yabanıl bir bakış okunuyordu.
Gırtlağından boğuk bir sesle konuşuyor ve çatlak kahkahalar atıyordu. Her yanı sığır kokan bu adam
Pembekız'ın gözüne yakışıklı görünüyordu.
Bir sabah vakti, köydeki bir ağılda kambur sığırtmacın kollarında uyumakta olan Pembekız birden
kopan bir gürültüyle uyandı. Borular ötüyor, bağrışma ve koşuşmalar işitiliyordu. Ağıl penceresinden
bakınca pazar yerinde toplanmakta olan köylüleri gördü. Genç bir rahip ortalarında bir taşın üzerine
çıkıp şu sözleri söyledi:
"Ey Belmont yerlileri, saygıdeğer babamız Aziz Mael benim ağzımdan sizlere şunu bildiriyor:
Ejderhaya ne silah, ne de kol gücü yetebilir. Onu ancak bir bakire altedecektir. Eğer aranızda
tertemiz bir bakire varsa ayağa kalksın ve canavarın üzerine gitsin. Onunla karşılaştığında kemerini
boynuna dolarsa canavar artık bir kuzu gibi olacaktır."
Genç rahip bu sözlerden sonra yine başlığını giyip Aziz Mael'in buyruğunu başka köylere iletmek
üzere uzaklaştı.
O gidedursun, Pembekız bir eli dizinde, öbürü çenesinde, duyduğu sözleri düşünüyordu. Kraken'e
karşı bir bakirenin gücünden çok silahlı güçten korkardı, ama yine de Aziz Mael'in buyruğu onu
rahatsız ediyordu. Aklına yol gösteren sağlam içgüdüsü, artık Kraken'in ejderha olmayı güvenle
sürdüremeyeceğini söylüyordu.
Kadın sığırtmaca döndü:
"Sevgilim, ejderha hakkında ne düşünüyorsun?"
Kambur başını salladı:
"Eski çağlarda ejderhaların dünyayı kasıp kavurduğu olmuştur; içlerinde dağ gibi büyük olanları bile
vardı. Fakat artık gelmiyorlar. Bana kalırsa bu bölgede ejderha sanılan şey, güzel Pembekız'ı ve öteki
çocukları gemileriyle kaçırmış olan korsanlar veya bezirganlar olabilir. Eğer bu haydutlar
sığırlarımdan birini çalmaya kalkarlarsa, gücümle veya aklımla kendimi korumasını bilirim."
Sığırtmacın bu sözleri Pembekız'ın kuruntularına daha da artırdı ve kocasına duyduğu sevginin ateşini
canlandırdı.
IX
ALCA EJDERHASI (arkası)
Günler geçti, fakat ejderhayla savaşmak isteyen hiçbir bakire çıkmadı. Bir gün, küçük ahşap
manastırın bahçesindeki incir ağacının gölgesinde, yanında Regimental adında çok dindar bir keşişle
oturmakta olan yaşlı Mael, nasıl olup da tüm Alca Adası'nda canavarı altedecek bir bakire
bulunmadığını endişe ve üzüntüyle aklından geçiriyordu.
Yaşlı adam içini çekince Regimental da iç çekti. O sırada bahçeden geçen genç Samuel'i gören Mael
onu yanına çağırdı:
"Oğlum, çocuklarımıza, sürülerimize ve tarlalarımıza saldıran bu ejderhadan kurtulmanın yolları
üzerine yeniden düşündüm. Bu konuda, Aziz Riok ve Aziz Pol de Leon'un ejderha öyküleri çok
öğreticidir. Aziz Riok'un ejderhası altı kulaç boyundaydı, kafası horoz ve kertenkele, gövdesi öküz ve
yılan karışımıydı. Kral Bristocus zamanında Elorn ırmağı kıyılarını talan ederdi. Aziz Riok daha iki
yaşındayken, ejderhanın boynuna ip bağlayıp denize götürdü ve kendini suda boğması için kandırdı.
Altmış ayak uzunluğunda olan Aziz Pol'un ejderhası da en az onun kadar korkunçtu. Aziz Pol de Leon
onu peleriniyle sarıp evcilleştirdi, temiz ve bakir genç bir derebeyinin hizmetine verdi. Bu örnekler
gösteriyor ki Tanrı'nın gözünde bir bakire kızla bakir bir delikanlı aynı değerdedir. Tanrısal gökyüzü
aralarında bir fark gözetmez. Öyleyse, oğlum, dediklerime katılıyorsanız, benimle Gölgeler Kıyısı'na
gelin. Ejderhanın mağarasına varınca onu çağıralım, ben pelerinimi onun boynuna dolarım, siz de onu
denizde boğulmak üzere götürürsünüz."
Yaşlı adamın bu sözleri üzerine Samuel yanıt vermeden bakışlarını indirdi.
"Biraz kararsız görünüyorsunuz, oğlum" dedi Mael.
Peder Regimental'ın, sorulmadıkça konuşma alışkanlığı yoktu, ama bu kez söz aldı:
"Kim kararsız olmaz ki! Aziz Riok ejderhayı yendiğinde iki yaşındaydı, dokuz on yaşına geldiğinde aynı
güce sahip olacağını kim söyleyebilir? Ayrıca, aziz pederim, adaya bela olan bu ejderhanın küçük Elo
ve öbür beş çocuğu çoktan yemiş olabileceğini de düşünün. Bence, on dokuz yaşındaki keşiş Samuel on
iki on üç yaşlarındaki bu çocuklardan daha temiz olabileceğini düşünmemekle doğru yapıyor."
"Heyhat," diye içini çekti Regimental, "bu dünyada her şey, doğadaki hayvanlar ve bitkiler bize her
gün cinsel gücün çekiciliğinden örnekler verirken, kim bakir ve iffetli kalabildiğini ileri sürebilir?
Hayvanlar doğalarının gerektirdiği ölçülerde çiftleşiyorlar, fakat dört ayaklılar, kuşlar, balıklar ve
sürüngenlerin cinsel görenekleri ağaçların yanında yavan kalır. En basit bir kır çiçeği bile, dinsizlerin
mitolojilerinde düşledikleri türlü ahlaksızlıkları geride bırakabilir. Hele leylak ve güllerin yaptıkları
zina ve edepsizlikleri bilseniz, bu masum görünüşlü çiçekleri mihraplarınızdan uzak tutardınız."
"Böyle konuşmayın, Regimental kardeş," dedi yaşlı Mael. "Doğa yasalarına uymak zorunda olan hayvan
ve bitkiler masumdurlar. Onların kurtarılacak bir ruhları yoktur, oysa insan..."
"Haklısınız," dedi peder Regimental, "hele insan başlıbaşına bir olay. Fakat genç Samuel'i ejderhaya
göndermeyin, canavar onu hemen yer. Beş yaşından beri Samuel artık masumluğuyla canavarları
şaşırtacak durumda değil. Kuyrukluyıldız yılında bir gün Şeytan, onu baştan çıkarmak için, yoluna bir
sütçü kızı çıkardı. Kız bir su yatağını geçmek için eteğini sıyırmıştı. Samuel zorlandı, ama çok şükür
baştan çıkmadı. Vazgeçmeyen Şeytan o gece düşünde Samuel'e bu kızın hayalini gönderdi. Canlısının
yapamadığını görüntüsü yaptı ve Samuel kendini bıraktı. Uyandığında çok ağladı, ama pişmanlık ona
masumluğunu geri vermezdi."
Bu sözleri dinleyen Samuel, gizinin nasıl öğrenildiğini anlayamadı, oysa Şeytan, çoktandır peder
Regimental kılığında, Alcalı keşişlerin yüreklerini bulandırmaktaydı.
Yaşlı Mael ise sıkıntı içinde inleyerek düşünüyordu:
"Kim bizi ejderhanın pençelerinden kurtarabilir? Soluğundan ve bakışından kim koruyabilir?"
Bu arada Alca yerlileri biraz yüreklenmişlerdi. Dombes Vadisi çiftçileri ve Bouviers sığırtmaçları,
eğer canavarla karşılaşırlarsa, bir bakireden daha çok zorluk çıkaracaklarını söylüyor ve "Hele
ejderha bir gelsin!" diyerek pazularını gösteriyorlardı. Birçok kadın ve erkek onu görmüştü. Biçimi ve
yüzü konusunda pek anlaşamıyorlardı, ama hepsi de onun göründüğü kadar iri olmadığı, ancak bir adam
boyunda olduğu konusunda birleşiyorlardı. Savunma planları yapılıyordu: Gün batımında, köylerin
girişlerine bekçiler konuyor, yaba ve tırmıklarla donatılmış adamlar ağılları ve kümesleri bekliyordu.
Hatta bir keresinde Anis köyünde yürekli birkaç çiftçi onu Morio'nun bahçe duvarından atlarken
yakaladılar. Yaba ve tırmıklarla üzerine saldırdılar. İçlerinden en yiğiti onu tırmığıyla yaraladı, ancak
ayağı kayıp düşünce peşini bıraktı. Ötekiler, canavarın bıraktığı tavuk ve tavşanları toplamak için
geride kalmasalardı, belki de onu yakalarlardı.
Bu çiftçiler köyün büyüklerine, canavarın boy ve biçim olarak insana benzediğini, ancak kafa ve
kuyruğunun çok farklı ve korkunç olduğunu anlattılar.
X
ALCA EJDERHASI (arkası)
Bir gün Kraken mağarasına her zamankinden erken döndü. Üstüne iki öküz boynuzu ve yaban domuzu
dişleri geçirilmiş ve deniz danası derisinden yapılmış olan başlığını çıkardı. Yırtıcı kuş pençelerini
taktığı eldivenlerini masanın üzerine attı. Yılan gibi uzun yeşil bir kuyruk bağladığı kemerini de
çıkardı. Sonra, hizmetçi çocuk Elo'ya çıkarması için çizmelerini uzattı. Çocuk işini çabuk göremeyince
arkasına bir tekme atıp kovdu.
Yün örnekte olan Pembekız'a bakmadan, ocakta pişmekte olan koyun budunun önüne çömeldi ve
dişlerini gıcırdattı:
"Adi Penguenler! Ejderhalık yapmak ne kadar zor sanatmış!"
"Efendim ne buyuruyor?" diye sordu güzel Pembekız.
"Artık kimse benden korkmuyor," diye sürdürdü Kraken. "Eskiden daha ben yaklaşırken kaçarlardı.
Torbama tavuk ve tavşanları doldurur, inek ve öküzleri önüme katıp geçerdim. Şimdi bu uğursuzlar
gece uyumuyor, bekçilik yapıyorlar. Bu gece Anis köyünde beni tırmık ve sopalarla kovaladılar, tavuk
ve tavşanları bıraktım, kuyruğumu toplayıp kaçmak zorunda kaldım. Sorarım size, kuyruğu elinde
kaçmak bir ejderhaya yakışacak iş midir? Üstümdeki pençeler, tırnaklar ve kabuklara karşın bana
saldırdılar, içlerinden biri elindeki tırmığı kıçımın sol yanına batırdı."
Bunu söylerken acımakta olan yeri eliyle ovuşturuyordu.
Bir süre daha söylenip durdu:
"Aptal bu Penguenler, yahu! Bu gerizekalıların yüzüne alev üflemekten bıktım Pembekız, beni işitiyor
musun?"
Böyle söylendikten sonra, korkutucu başlığı eline alıp uzun süre sessizce oyalandı. Sonra, kararlı bir
sesle şöyle dedi:
"Bu başlığı kendi ellerimle deniz danası derisinden yaptım, ona balık kafası biçimi verdim. Daha
korkutucu olması için öküz boynuzları ve yaban domuzu dişleri taktım. Gece yarısı bunu başıma
geçirdiğimde, bu adada hiç kimse karşımda duramazdı. Ben yaklaşırken kadın, çocuk, genç veya yaşlı
demeden herkes korku içinde kaçardı. Penguen soyuna korku saldım. Bu saygısız halk nasıl oluyor da
başlangıçtaki korkusunu bir yana atıp bu korkunç surata bakmaya cesaret edebiliyor?"
Başlığını yere fırlatıp attı:
"Yok ol, kalleş kafa! Armor'un tüm şeytanları adına, bir daha seni kafama takmayacağıma ant içerim!"
Bu andı içtikten sonra başlığı, eldivenleri, çizmeleri ve yeşil kuyruğu tekmelemeye başladı.
"Kraken," dedi güzel Pembekız, "şan ve servetinizi kurtarmanız için eşinizin kurnazlığıyla size yardım
etmesine izin verir misin? Bir kadının yardımını küçümsemeyin. Buna gereksinmeniz var sanıyorum,
çünkü tüm erkekler aptaldır."
"Kadın," dedi Kraken, "niyetin nedir?"
Güzel Pembekız ona keşişlerin köyleri dolaşıp ejderhadan kurtulmanın yolunu nasıl öğrettiklerini
anlattı. Buna göre, bir bakire canavarın boynuna kemerini dolarsa onu bir köpek gibi uysal
yapabilecekti.
"Peki," diye sordu Kraken, "keşişlerin böyle söylediğini sen nerede biliyorsun?"
"Hayatım, şey..., böyle saçma sorularla önemli bir konuyu kesmeyin," dedi Pembekız. "Keşişler
'Alca'da temiz bir bakire varsa ortaya çıksın!' diye ilan ediyorlar. Düşündüm de, Kraken, ben bu
çağrıya yanıt vereceğim. Aziz Mael'e gidip şöyle diyeceğim: 'Ejderhayı yenmek için Tanrının
gönderdiği bakire benim.'"
Bu sözler üzerine Kraken kızdı:
"Sen nasıl temiz bir bakire olursun? Ayrıca, neden beni altetmek istiyorsun? Aklını mı kaçırdın,
Pembekız? Şunu bil ki sana yenilmem!"
"Kızmadan önce, anlamayı deneyemez misiniz?" diye içini çekti Pembekız.
Sonra, kocasını, aşağı gören bir sabırla planını anlattı.
Yiğit onu sessizce dinledi, sonunda şöyle dedi:
"Pembekız, eşsiz bir planın var. Eğer bu gerekleşirse büyük çıkarımız olacak. Peki ama, sen nasıl
Tanrının gönderdiği bakire olacaksın?"
"Bunu dert etme," dedi Pembekız. "Haydi, artık yatalım."
Ertesi sabah, hayvan yağı kokan mağarada Kraken kamışlardan bir iskelet hazırladı, korkutucu bir
görüntü vermek için üzerini değişik hayvan derileriyle kapladı. Pembekız bu iskeletin bir ucuna
Kraken'in başlığını, öbür ucuna da yeşil kuyruğunu taktı. Bitirdikleri zaman, Elo ve öteki beş çocuğa bu
iskeletin içine girmelerini söylediler. Çocuklar içerden bu ejderhayı yürütecek, kafasının içinde barut
tozu yakıp dışarıya alev ve duman üfleyeceklerdi.
XI
ALCA EJDERHASI (arkası)
Pembekız üstüne kaba kumaştan bir giysi geçirip beline bir urgan doladı ve manastıra gidip Aziz
Mael'le görüşmek istediğini bildirdi. Kadınların manastıra girmesi yasak olduğundan, yaşlı aziz dışarı
geldi. Bir eli asasında, öteki eli en genç çömezlerinden biri olan keşiş Samuel'in omzundaydı.
Mael sordu:
"Kadın, kimsin?"
"Ben bakire Pembekız'ım."
Bu yanıt üzerine Mael titreyen kollarını göğe kaldırıp şükretti.
"Doğru mu söylersin, kadın? Pembekız'ı ejderhanın yediği söylenirdi, ama karşımda Pembekız'ı
görüyor ve sesini işitiyorum. Ey kızım, belki de canavarın karnında yaratıcıya duanı eksik etmedin, o
da seni sağ esen bıraktı, değil mi? Bu bana akla uygun geliyor."
"Yanılmıyorsunuz, pederim," dedi Pembekız, "aynen öyle oldu. Hayvanın karnından çıkınca Gölgeler
Kıyısı'nda bir manastıra sığındım. Orada yalnız başıma oruç tutup dua ederek yaşıyordum. Sonra,
göklerden bir haberci bana ejderhayı bir bakirenin yenebileceğini, bu bakirenin de ben olduğumu
bildirdi."
"Sana esin geldiğini nasıl kanıtlayabilirsin?" diye sordu Mael.
"Kanıtı benim işte," dedi Pembekız.
"Vücutlarına mühür koyanların gücünü bilmiyor değilim," dedi Penguenlerin havarisi. "Fakat,
gerçekten söylediğin gibi misin?"
"Bunu, etkisini görünce anlarsınız" diye karşılık verdi Pembekız.
Keşiş Regimental yaklaşıp söze karıştı:
"En iyi kanıt budur," dedi. "Sultan Süleyman şöyle demişti: 'Üç şeyin izini bilmek, zor, dördüncüyü
bilmek olanaksızdır. Bunlar, yılanın taş üzerindeki, kuşun havadaki, geminin denizdeki ve erkeğin
kadındaki izidir.' Bu konuda uzman olduklarını söyleyen ebe kadınlara katılmıyorum. Pederim, bana
inanıyorsanız, dindar Pembekız için onlara başvurmazsınız. Hem onlar görüşlerini bildirseler de, fazla
bir bilgi edinmiş olmayacaksınız. Bakirliği kanıtlamak onu korumaktan çok daha zordur. Plinus bize
tarih kitabında bu tür işaretlerin belirleyici olmaktan uzak ve asılsız olduğunu söylüyor. (4)
Vücudunda kırk türlü şehvetin izini taşıyan bir kadın meleklerin gözünde temiz olabildiği gibi, ebelerin
yaprak yaprak inceleyip temiz dedikleri başka biri bu görünüşünü tıbbın inceliklerine borçlu olabilir.
Şu gördüğünüz kızın bakire olduğuna inanmasam, elimi ateşe sokardım."
Keşiş böyle rahat konuşabiliyordu çünkü Şeytandı. Bunu bilmeyen yaşlı Mael Pembekız'a sordu:
"Kızım, sizi yiyecek kadar vahşi olan bu hayvanı nasıl altedebileceksiniz?"
Bakire yanıt verdi:
"Yarın, ey Mael, gün doğarken halkını Gölgeler Kıyısı'na uzanan düzlükteki kayaların önüne
toplayacaksın. Yalnız dikkat et, kimse kayalıklara yaklaşmasın, yoksa canavarın ateşten soluğuyla
yanarlar. Ejderha kayalıklardan çıktığında boynuna kemerimi bağlarım ve onu uysal bir köpek gibi
getiririm."
"Yanında yiğit bir adam da bulunsa ve sen bağladıktan sonra onu öldürse daha iyi olmaz mı?" diye
sordu Mael.
"Doğru söyledin, ey aziz: Ejderhayı Kraken'e götürürüm, o da çelik kılıcıyla onun boğazını keser. Şunu
bilin ki öldüğünü sandığınız soylu Kraken yaşıyor ve ejderhayı öldürmek için Penguenlerin arasına
dönecektir. Canavarın yediği çocuklar da onun karnından çıkacaklar."
"Ey bakire," diye haykırdı Mael, "bu söylediklerin insan gücünü aşıyor, sanki bir tansık."
"Tam üstüne bastın," diye yanıt verdi Pembekız. "Ey Mael, bana gelen tanrısal esinde, onları
kurtardığı için Penguen halkının Kraken'e her yıl üç yüz tavuk, on iki koyun, iki sığır, üç domuz, 1800
teneke buğday ve mevsim sebzeleri vermeleri buyuruldu. Ayrıca, canavarın karnından çıkacak
çocukların da yaşamı boyunca Kraken'in hizmetine verilmesi öngörüldü.
Eğer Penguen halkı bu buyrukları yerine getirmezse, çok geçmeden adaya daha tehlikeli yeni bir
ejderha gelecektir. Benden söylemesi."
XII
ALCA EJDERHASI (arkası ve sonu)
Penguen halkı yaşlı Mael'in çağrısıyla Gölgeler Kıyısı'nda toplandı. Gece boyunca kayalıkların önünde,
aziz adamın çektiği çizginin berisinde canavarın soluğundan korunmuş olarak beklediler.
Gecenin örtüsü toprağın üzerinden henüz kalkmamıştı ki, boğuk bir haykırışla birlikte kayaların
arasından ejderhanın pek seçilemeyen görüntüsü belirdi. Bir yılan gibi kıvrılarak ilerleyen gövdesi
onbeş ayak boyundaydı. Onu gören kalabalık büyük korkuyla geri kaçtı. Sonra, bütün bakışlar
Pembekız'ın üzerine çevrildi. Genç kadın beyaz giysileriyle şafakta pembe bir görüntü alan süpürge
otlarının üzerinde ilerledi. Çevik fakat kibar adımlarla yaratığın üstüne yürüyünce hayvan alevler
içindeki ağzını açıp acıyla böğürdü. Penguenlerin arasından dayanılmaz bir korku ve acıma çığlığı
yükseldi. Fakat bakire kız belindeki kenevir kuşağı çıkarıp ejderhanın boynuna geçirdi ve seyircilerin
alkışları arasında, uslu bir köpek gibi yedeğine alıp yürüdü.
Düzlükte epey yol almıştı ki Kraken parlak kılıcıyla ortaya çıktı. Onun öldüğünü sanan halk şaşkınlık ve
sevinç çığlıkları attı. Kahramanımız hayvanın üzerine atılıp devirdi ve kılıcıyla karnını deşti. Hayvanın
karnından gömlekli, saçları bukleli ve elele tutuşmuş çocuklar çıktı. Bunlar, ejderhanın yediği Küçük
Elo ve öteki çocuklardı.
Çocuklar hemen bakire Pembekız'ın ayaklarına kapandılar, kadın onları kucaklarken kulaklarına şöyle
fısıldıyordu:
"Şimdi köylerinize vardığınızda şöyle deyin: 'Bizler ejderhanın yuttuğu zavallı çocuklarız, onun
karnından sırtımızda gömlekle çıktık.' Köylüler size ne dilerseniz fazlasıyla vereceklerdir. Ama, başka
türlü konuşursanız, size güler ve kıçınıza tekme atarlar. Haydi bakalım!"
Ejderhanın karnının yarıldığını gören birçok Penguen, kimi öfke ve öç alma isteğiyle, kimi de
ejderhanın kafatasının içinde olduğu söylenen drakonit adındaki sihirli taşı alabilmek amacıyla ileri
fırladılar. Anneler de dirilen çocuklarına sarılmak için koşuyorlardı. Fakat Aziz Mael onları durdurdu,
çünkü henüz ölmemiş bir ejderhaya yaklaşabilecek kadar masum değillerdi.
Az sonra küçük Elo ve öbür beş çocuk halkın yanına gelip şöyle dediler:
"Bizler ejderhanın yuttuğu zavallı çocuklarız, onun karnından sırtımızda gömlekle çıktık."
Bu sözleri duyan herkes onları kucaklarken şöyle diyorlardı:
"Kutsal çocuklar, size her dilediğinizi fazlasıyla vereceğiz."
Coşku içindeki halk ilahiler söyleyerek dağıldı.
Tanrı'nın halkı böyle bir afetten kurtardığı bu günün anısına köylerde her yıl törenler düzenlenir
oldu; bu törenlerde zincirli bir ejderha maketi gezdirilirdi.
Kendisine söz verilen haracı alan Kraken zamanla Penguenlerin en zengin ve güçlüsü oldu. Zaferinin
işareti olarak ve halka ufak da olsa bir korku vermek için başında bir ejderha başlığıyla yaşadı. Halka
şöyle diyordu:
"Canavar öldü, şimdi ejderha benim."
Pembekız yıllarca cömert kollarını sığırtmaç ve çobanların boynundan eksik etmedi. Güzelliği geçip
gittikten sonra, kendini Tanrı'ya adadı.
Tüm halkın saygısını kazanmıştı, öldükten sonra azizelik katına erişti ve Penguenistan'ın koruyucu
azizesi oldu.
Kraken geriye bir erkek çocuk bıraktı, babası gibi başında ejderha başlığıyla dolaştığı için ona Draco
lakabı verildi. Draco Penguenistan'da ilk krallık hanedanını kurdu.
ÜÇÜNCÜ KİTAP
ORTAÇAĞ VE RÖNESANS
I
DİNDAR BRIAN VE KRALİÇE GLAMORGANE
Kraken'in oğlu Draco'nun soyundan gelen Alca krallarının kafalarında taşıdıkları ejderha başlığı
halkta korku, saygı ve sevgi uyandırmaya yetiyordu. Bu krallar sürekli olarak ya derebeyleri, ya
prensler yahut da kendi kullarıyla savaş içindeydiler.
Bu kralların en eskilerinin yalnızca adları kaldı. Bu adları nasıl söyleyeceğimizi bile bilemiyoruz.
Tarihte bilinen en eski Draconide kralı, avcılıkta ve savaşta kurnazlığı ve cesaretiyle tanınan Dindar
Brian'dır.
İnançlı bir hıristiyan olan Brian yazını sever, manastır yaşamı süren insanları korurdu. Dumandan
kirlenmiş tavan kirişlerinde kafatasları asılı sarayında verdiği şölenlerde, Alca ve öbür adalardan
gelen arp çalgıcılarına kendisi de sesiyle eşlik eder, yiğitlerin destanlarını okurdu. Adil ve
bağışlayıcıydı ama ün sarhoşuydu, kendinden daha iyi şarkı söyleyen birçok kişiyi ölüme göndermişti.
Yvern Manastırı keşişleri Brötanya'da egemen olan paganlar tarafından kovulunca, Brian keşişleri
kendi ülkesine çağırdı ve sarayının yakınlarında onlara ahşap bir manastır yaptırdı. Her sabah, eşi
Kraliçe Glamorgane ile manastıra gider, dinsel törene katılır ve ilahiler okurdu.
Bu keşişler arasında bilgisi ve erdemleriyle öne çıkan Oddoul adında genç biri vardı. Onu kıskanan
Şeytan birçok kez baştan çıkarmayı denedi. Değişik biçimlere dönüşerek kâh bir savaş atı, kâh genç
bir kız veya bir kadeh şarap oldu. Bir keresinde ona boynuz içinde kumar zarlarının şakırtısını dinletip
şöyle dedi:
"Benimle, saçının bir teline karşı bu dünyanın zenginlikleri için oynar mısın?"
Fakat din adamı istavroz çıkarıp her defasında düşmanı savdı. Onu baştan çıkaramayacağını anlayan
Şeytan son bir kurnazlık denedi. Bir yaz gecesi, yatağında uyumakta olan kraliçenin düşüne girdi ve
her gün manastırda karşılaştığı genç keşişin hayalini ona gösterdi. Bu hayale büyü yaptığı için aşk,
bağımlayan bir zehir gibi, Glamorgane'ın damarlarında dolaşmaya başladı. Genç Oddoul ile gönlünü
eğlendirmeyi kafasına koydu. Onu yanına çekebilmek için türlü bahaneler buluyordu. Birkaç kez genç
keşişten çocuklarına okuma ve müzik dersleri vermesini istedi.
"Onları size emanet ediyorum. Derslerinizi ben de izleyip bilgimi artıracağım. Oğulların yanısıra
anneyi de eğiteceksiniz."
Fakat genç keşiş her defasında bir özür buluyordu, kâh yeterince bilgili olmadığını, kâh din adamı
olarak kadınlarla bir arada bulunmasının doğru olmayacağını söyledi. Geri çevrildikçe Glamorgane'ın
isteği daha da artıyordu. Bir gün yatak keyfi yaparken bu istek dayanılmaz bir boyuta gelince
Oddoul'u yatak odasına çağırttı. Genç rahip geldi, ama kapının eşiğinde durup bakışlarını hiç
kaldırmadı. Onun kendisine bakmayışı kadında sabırsızlık ve acı uyandırdı:
"Bak," dedi, "artık gücüm kalmadı, gözlerime bir perde indi. Vücudum hem yanıyor, hem de buz gibi."
Genç keşiş susuyor ve hiç kımıldamıyordu, kadın yine yalvardı:
"Yanıma gel, ne olur!"
Ve istekle yanan kollarını uzattı, onu kucaklayıp kendine çekmek istedi.
Oddoul onun utanmazlığını yüzüne haykırıp oradan kaçtı.
O zaman öfkeyle ve kendi düştüğü bu utancı başkalarına anlatır korkusuyla, Oddoul'u yok etmeye
karar verdi.
Tüm sarayda yankılanan bir çığlık atıp sanki tehlikedeymiş gibi yardım istedi. Koşuşan hizmetliler
kaçmakta olan genç bir keşişle çarşafını vücuduna örtmeye çalışan kraliçeyi gördüler ve çığlığı
bastılar. Gürültü üzerine Kral Brian yatak odasına geldi. Kraliçe dağınık saçları, yaşlı gözleri ve
öfkeyle tırnaklarını batırmış olduğu göğsünü göstererek anlattı:
"Efendim ve kocam, işte uğradığım saldırının izlerini görün. Pis emellere kapılan Oddoul bana yaklaştı
ve tecavüz etmek istedi."
Bu yakınmayı duyan kral, kan görüntüsünün de etkisiyle öfkeye boğuldu, korumanlarına genç keşişi
yakalamalarını, onu sarayın kapısında ve kraliçenin gözleri önünde diri diri yakmalarını buyurdu.
Bu olayı duyan Yvern Kilisesi Başpapazı kralın yanına çıktı ve:
"Kral Brian" dedi, "bu ibret verici olay size hıristiyan bir kadınla dinsiz bir kadın arasındaki farkı
göstermiş olmalı. Romalı Lucretia dinsiz prenseslerin en iffetlisiydi; oysa kadınsı bir delikanlının
isteklerine karşı koyamadı ve yaşadığı ayıba yenilip gitti. (5) Oysa Glamorgane şeytanca bir gücün
etkisiyle kudurmuş olan bir adamın zorbaca isteklerine kahramanca karşı koymuştur."
Bu arada, sarayın tutukevine kapatılmış olan Oddoul diri diri yakılacağı günü bekliyordu. Fakat Tanrı
masum birinin harcanmasına razı olmadı. Ona, kraliçenin hizmetçilerinden Gudrune adında bir kızın
görüntüsünde bir melek gönderdi. Bu meleğin yardımıyla genç adamı tutukevinden çıkarıp, meleğin
görüntüsüne büründüğü hizmetçinin odasına getirdi.
Melek genç Oddoul'a şöyle dedi:
"Seni seviyorum, çünkü sen cüretlisin."
Hizmetçi Gudrune'la konuştuğunu sanan genç Oddoul bakışlarını indirip yanıt verdi:
"Ben Tanrı'nın yardımıyla kraliçenin isteklerine karşı koydum ve eziyetleri göğüsledim."
Melek sordu:
"Nasıl? Yani, kraliçenin seni suçladığı şeyi yapmadın mı?"
"Hayır," dedi Oddoul elini göğsüne koyarak, "ant içerim ki hayır!"
"Demek ona saldırmadın?"
"Hayır, yapmadım. Böyle bir şeyi düşünmek bile bana dehşet verir."
"Öyleyse, burada ne arıyorsun, ahmak adam!" diye bağırdı melek.
Ve arkasından Oddoul'u kapı dışarı etti. Sokağa çıktığında da kafasından aşağı bir kova bulaşık
suyunu boca etti. Genç keşiş kaçarken, bir yandan da şöyle söyleniyordu:
"Ey Tanrım, senin niyet ve düşüncelerin bazen ne kadar anlaşılmaz olabiliyor?"
II
BÜYÜK DRACO
AZİZE PEMBEKIZ'IN KUTSAL EMANETLERİ
Dindar Brian'ın doğrudan gelen soyu 900 yıllarında Kısa-Burun Collic ile tükendi. Yerine,
kuzenlerinden biri olan Görkemli Bosco geçti ve tahtını güvenceye almak için tüm akrabalarını
öldürttü. Onun soyundan üç büyük kral yetişti.
Bunlardan birincisi Büyük Draco savaş adamı olarak ün yaptı. Herkesten fazla yenilgi almakla ünlüdür.
Büyük komutanlar yenilgilerinin düzenli oluşundan belli olurlar. Daha yirmi yaşındayken yüz bin kadar
köy, bucak, kasaba, kent ve üniversite yaktı. Yakma eylemini düşman topraklarında olduğu gibi, ayırt
etmeden kendi ülkesinde de sürdürdü. Bu davranışı açıklamak için şöyle derdi:
"Yangınsız bir savaş hardalsız bir sosise benzer, tadı olmaz."
Adaleti katıydı. Rehin aldığı köylüler fidye ödeyemedikleri zaman onları bir ağaca asar, kazara
köylünün karısı gelip bağışlaması için yalvarırsa, kadını da saçlarından atının kuyruğuna bağlayıp
süründürürdü. Bir asker gibi sade yaşadı. Onun zamanında hanedanın ünü azalmadığı gibi, yenilgilerde
bile Penguenistan'ın onurunu yukarda tuttu.
Büyük Draco zamanında Azize Pembekız'ın kutsal emanetleri Alca adasına getirildi.
Azizenin cenazesi Gölgeler Kıyısı'nda çiçek kokulu bir mağaraya gömülmüştü. Mezarını ilk ziyaret
eden hacılar komşu köylerdeki genç erkek ve kızlar oldu. Genellikle, çiftler halinde akşamları
gelirlerdi, sanki dindar duyguları karanlıkta ve gözden ırakta depreşiyordu. Gençler azizeye
duydukları istek dolu bağlılığı pek ortalığa yaymaz, bu kutsal yerde edindikleri izlenimleri uluorta
konuşmayı sevmezlerdi; yalnızca kendi aralarında fısıltılarla Azize Pembekız'ın mağarasında nasıl bir
aşk ve huşu yaşadıklarını konuşurlardı. Kimi orada dünyayı unuttuğunu, kimi de mağaradan dingin ve
yatışmış olarak çıktığını söyler, özellikle genç kızlar içlerine nasıl bir zevk dolduğunu anlatırlardı.
İşte, Alcalı bakirenin sonsuzluğa kavuştuktan sonra dağıttığı harikalar böyleydi; bu nimetler doğan
güneşin sıcak dalgaları gibiydi. Mağaranın gizemi hoş bir koku gibi, kısa sürede çevreye yayıldı; iyi
insanlar için şifa ve örnek oldu; kötüler yalan ve karaçalmayla insanları azizenin mezarından çıkan
kaynaktan uzaklaştırmak istediler ama başaramadılar. Kilise bu şifanın yalnızca çevredeki gençlerle
sınırlı kalmaması için önlem aldı. Mağara çevresine yerleşen din adamları burada bir manastır ve
kıyıda bir otel kurdular. Böylece hacıların akını başladı.
Sanki gökyüzünde kalışı uzadıkça Azize Pembekız, mezarını ziyarete gelenlere daha büyük şifalar
dağıtır oldu; kısır kadınları döllendiriyor, genç karılarından kuşkulanan yaşlı kocalara yatıştırıcı düşler
gönderiyor; kıtlık, veba ve Kapadokya ejderhalarını ülkeden uzak tutuyordu.
Ancak, Kral Collic ve ardılları döneminde ülkedeki karışıklıklar sırasında Azize Pembekız'ın mezarı
yıkıldı, manastır yakıldı ve din adamları dağıldı; inançlı hacıların ayak izlerinin oluşturduğu toprak
yolda hasırotu, süpürge otu ve deve dikenleri bitti. Bir yüzyıl boyunca şifalı mezarın ziyaretçileri
yılanlar, sansarlar ve yarasalar oldu. Sonra bir gün Azize'nin görüntüsü, yakın köylerin birinden
Momordic adında bir köylünün önüne çıktı:
"Ben Azize Pembekızım," dedi; "tapınağımı yeniden kurmak için seni seçtim. Bu yöredeki tüm
insanlara haber ver, benim adıma ve mezarıma saygı göstermez veya adak göndermezlerse,
Penguenistan'a yeni bir ejderha saldırtırım."
En bilgili din adamları bu görünüşü araştırıp, Şeytanın işi değil gerçek olduğunu saptadılar. Daha
sonraki çağlarda, Fransa'da Azize Foy ve Azize Catherine de aynı biçimde ortaya çıkmış ve benzer
şeyleri söylemişti.
Manastır restore edildi ve hacılar yeniden sökün ettiler. Azize Pembekız giderek daha büyük
tansıklar yaratıyordu. Düztabanlık, inme ve karın şişmesi gibi en kötü hastalıkları iyi ediyordu.
Mezarın bakıcıları olan keşişler giderek kıskanılan bir gönence kavuşmuşlardı ki, bu kez Azize Kral
Draco'ya göründü. Ona krallığının gökyüzündeki koruyucu meleği olduğunu bildirdi ve kutsal cesedinin
kalıntılarını Alca Katedrali'ne taşıtmasını buyurdu.
Böylece bakirenin pek kokulu kalıntıları büyük bir ayinle başkent kilisesine götürüldü, altın ve sedef
kaplı bir sandığın içinde sergilendi.
Kilise görevlileri Azize Pembekız'ın aracılığıyla gerçekleştirilen tansıkların defterini düzenli olarak
tuttular.
Hıristiyan dinini her zaman savunmak ve yüceltmekten geri kalmamış olan Büyük Draco dindar bir
kral olarak öldüğünde kiliseye büyük bir servet bıraktı.
III
KRALİÇE CRUCHA
Büyük Draco'nun ölümü büyük yıkımların başlangıcı oldu. Bazılarına göre bunun nedeni ardından gelen
kralların zayıf oluşuydu. Gerçekten de, sonraki krallar bu yiğit atalarına layık olamadılar.
Oğlu Chum topaldı, Penguenistan topraklarını genişletmesini bilemedi. Onun oğlu, Bolo, dokuz yaşında
tahta çıkmaya hazırlanırken saray korumanları tarafından öldürüldü. Kardeşi Gun onun yerine
geçtiğinde yedi yaşındaydı ve yönetimi annesi Crucha ele aldı.
Kraliçe Crucha güzel, akıllı ve bilgili bir kadındı; fakat duygularına söz geçirmeyi bilmiyordu.
Saygıdeğer Talpa anılarında bu ünlü kadından şu şöyle söz ediyordu:
"Kraliçe Crucha, yüzünün güzelliği ve endamının uzunluğuyla ne Babilli Semiramis, en Amazon Kraliçesi
Penthesilee ve ne de Herodias'ın kızı Salome'den aşağı kalır değildi. Fakat vücudunda, insanların
değişken görüşlerine göre, güzel veya çirkin denilebilecek özellikleri vardı. Alnının iki yanında
boynuzları vardı ve bunları gür saçları altında saklardı; bir gözü mavi, öbürü siyahtı; Makedonyalı
İskender gibi boynu sola doğru çarpıktı. Sağ elinde altı parmak ve göbeğinin altında küçük bir ben
vardı.
Yürüyüşü görkemli ve alımlıydı. Harcamalarına dikkat ederdi, ama isteklerini aklıyla denetleyemezdi.
Birgün, saray ahırlarında çalışan yakışıklı, genç bir seyis görünce bir anda aşık oldu ve orduların
komutanlığını bu delikanlıya verdi. Bu büyük kraliçenin başka bir güzel yanı da kilise ve manastırlara,
özellikle Tanrı'nın izniyle on dört yıldır görev yaptığım Beargarden Kilisesi'ne yaptığı bağışların
bolluğuydu. Ruhunu bağışlatmak için o kadar sık ayin yaptırırdı ki krallıktaki tüm kiliselerde yanan
mumlar gökyüzünün bereketini şevketli Crucha'nın üzerine yağdırırdı."
Bu satırlara ve yaptığım öteki alıntılara bakıldığında, Saygıdeğer Talpa'nın Gesta Pinguinorum adlı
yapıtının yazınsal ve tarihsel değeri kolayca anlaşılabilir. Ne yazık ki bu anılar, Zayıf Gun'un ardılı
Sade Draco'nun saltanatının üçüncü yılında kesiliyor. Yapıtımın bu bölümüne geldiğimde, böyle latif ve
güvenilir bir kaynağın yokluğuna yazıklanıyorum.
Bundan sonra gelen iki yüzyıl boyunca Penguenler kanlı bir anarşiye sürüklendiler. Tüm sanatları yok
oldu. Genel bilgisizliğin ortasında, kiliselerine kapanan din adamları kendilerini öğrenime verdiler ve
büyük bir çabayla Kutsal Yazıtları kopya etmeyi sürdürdüler. Parşömen kâğıdı az bulunduğu için,
elyazma eski kitapları kazıyıp kutsal sözleri bunların üzerine yazıyorlardı. Böylece, Penguen
topraklarında İncillerin bir gül ağacının filizleri gibi bollaştığı görüldü.
Aziz Benoit tarikatından Penguen Ermold adında bir keşiş dört bin elyazması kitabı tek başına
silerek Aziz Jean incilini dört bin kez yazmayı başardı. Bu sayede eski çağların şiir ve konuşma
başyapıtlarının büyük çoğunluğu yok oldu. Tarihçilerin düşündeş olduğu bir kanıya göre, Ortaçağ'da
yazın ve kültürün sığınağı Penguen manastırlarıydı.
Penguenler ile Foklar arasındaki Yüzyıl Savaşları yine bu çağın sonlarına raslar. Bu savaşların gerçek
nedenlerini bilmek zordur; kaynak eksik olduğu için değil, tersine çok olduğu için. Fok tarihçilerin
savları her bakımdan Penguen tarihçilerinkiyle çelişiyor. Üstelik, Penguen tarihçilerin kendi aralarında
da çelişkiler var, tıpkı fok tarihçileri arasında olduğu gibi. Birbiriyle uyuşan iki tarihçi buldum, ama
biri ötekinden kopya etmiş. Ama bir şey kesin: toplu kıyımlar, yakıp yıkmalar, ırza geçmeler ve
yağmalar hiç aralıksız sürdürülmüş.
Karayazılı kral IX. Bosco zamanında bir ara krallığın sonu gelmiş gibiydi. Altı yüz büyük gemiden
oluşan bir Fok filosunun Alca önlerinde göründüğü haber alınınca, başpiskopos bir geçit ayini
yapılmasını buyurdu. Rahipler kurulu, seçilmiş yargıçlar, parlamento üyeleri ve üniversite öğretim
üyeleri kiliseye gelip Azize Pembekız'ın sandığını aldılar, halkı da peşlerine katıp ilahiler söyleyerek
kent içinde dolaştırdılar. Ancak, Penguenistan'ın koruyucu meleğini yardıma çağırmak boşunaydı;
Foklar kenti hem karadan, hem de denizden kuşattılar ve sonra ani bir saldırıyla ele geçirdiler. Üç
gün üç gece boyunca, alışkanlığın verdiği bir aldırmazlıkla öldürdüler, yağmaladılar, ırza geçtiler ve
her yeri ateşe verdiler.
Bu uzun karanlık çağ boyunca Penguenistan'da din duygusunun hiç bozulmadan kaldığını hayranlıkla
izliyoruz. Sufilerin ayartamadığı ruhlarda gerçeğin görkemi gözleri kamaştırıyordu. İnançların topluca
gelişmesi böyle açıklanabilir. Ayrıca, kilise inançlıların bu mutlu birliğini sürdürmek için pratik bir yol
bulmuştu: Farklı düşünen bir Penguen olursa hemen ateşte yakılıyordu.
IV
TARİH: JOHANNES TALPA
Kral Gun zamanında, Beargarden Manastırı'na on bir yaşında girmiş ve bir daha ömrü boyunca oradan
dışarı adım atmamış olan rahip Johannes Talpa on iki ciltlik ve Latince yazılmış De Gestis Pinguinorum
adlı ünlü yapıtını yayınladı.
Beargarden Manastırı'nın duvarları yalçın bir dağın tepesinde kurulmuştu. Çevrede başı bulutlarla
kaplı tepelerden başka bir şey görülmezdi.
Johannes Talpa De Gestis Pinguinorum kitabını yazmaya başladığında çoktan yaşlanmıştı. İyi yürekli
rahip bu konuda bizi kitabında uyarıyor: "Başımda çoktan beri sarı saç kalmadı, kafatasım bayan
Penguenlerin özenle kullanır olduğu tümsek aynalara benzemeye başladı. Zaten kısa olan boyum artık
kambur olup daha da ufaldı. Beyaz sakalım yalnızca göğsümü sıcak tutmaya yarıyor."
Talpa hoş ve saf bir deyişle yaşamından bazı kesitler ve özyapısından ipuçları veriyor. "Soylu bir
ailenin daha doğuştan din yoluna adanmış bir çocuğu olarak doğdum, bana dilbilgisi ve müzik öğretildi.
Adı Amicus olan, fakat gerçekte Inimicus (6) olması gereken disiplinli bir hocadan okumayı öğrendim.
Harfleri doğru okuyamadığım zaman elindeki sopayı öyle şiddetle kullanırdı ki, abeceyi kızıl harflerle
kaba etlerime yazmıştır diyebilirim."
Sonra, Talpa şehvete olan doğal eğiliminden söz ediyor. İşte bazı çarpıcı satırlar: "Gençliğimde
uyanan istekler o kadar şiddetliydi ki ormanın içindeki serin havada bile kazanda boğuluyor gibi
olurdum. Kadınlardan kaçıyordum, ama boşuna! Çünkü en basit bir çıngırak veya şişenin biçimi bana
hemen onları anımsatıyordu."
O anılarını yazarken, ülkede hem iç, hem de dış savaş yaşanıyordu. Manastırı Foklara karşı korumak
üzere gelen Crucha'nın askerleri o bölgeye iyice yerleştiler, düşmanı gözlemek için duvarlarda
delikler açtılar, sapan mermisi yapmak için çatıdaki kurşunları erittiler. Geceleri manastır avlusunda
ateş yakıp, çam dallarından yonttukları şişlerde koca sığırları çevirme yapıyorlardı. Sonra da, ateşin
çevresinde yağ ve reçine kokan ağır bir havada oturup fıçılar dolusu şarabı deviriyorlardı. Şarkıları,
sövgüleri, bağırtıları arasında sabah çanlarının sesi duyulmaz oluyordu.
Sonunda, Foklar yalçın uçurumları aşıp manastırı kuşattılar. Bunlar kuzeyden gelen bakır zırhlı, bakır
silahlı savaşçılardı. Kayalık yamaçlara yüz elli kulaç uzunluğunda merdivenler dayıyorlar, bazı geceler
fırtınada, bu merdivenler üzerlerindeki insan ve bakır yükünü çekemeyip kayınca, Foklar salkım gibi
uçuruma yuvarlanıp kayboluyorlardı. Karanlığın içinden dalga dalga yükselen çığlıklar arasında saldırı
yeniden başlıyordu. Penguenler duvarın üzerinden boşalttıkları kızgın ziftle saldırganları çıra gibi
yakıyorlardı. Foklar altmış kez saldırıp altmış kez geri püskürtüldüler.
Manastır kuşatması onuncu ayına girmişti ki, kutsal Epifanya günü vadide buldukları bir çoban onlara
gizli bir patikanın yerini gösterdi. Bu patikadan dağa tırmanıp manastırın mahzenlerine ulaştılar,
dehliz ve mutfaklardan geçip tapınağa, kitaplığa, çile odalarına, çamaşırhane, yemekhane ve
yatakhanelere girdiler. Yapıları ateşe verdiler, yağmaladılar, yaşına ve cinsiyetine bakmadan
gördükleri tüm Penguenleri kılıçtan geçirdiler. Neye uğradıklarını şaşıran Penguenler silahlarına
davrandılar; onlar karanlıkta şaşkınlıkla birbirlerine saldırırken, Foklar aralarında talan kavgası
yapıyorlardı; kutsal vazolar, buhurdanlıklar, şamdanlar, yaldızlı kaftanlar, sandıklar, altın haçlar ve
mücevherler balta darbeleri arasında paylaşılıyordu.
Havada genizleri yakan bir yanmış et kokusu vardı; ölenlerin çığlıkları alevler ve çöken çatılar
arasından yükselirken, yüzlerce keşiş, çil yavrusu gibi kaçışıyor ve uçurumdan aşağı vadiye
uçuyorlardı. Oysa bu sırada, Johannes Talpa kitabını yazıyordu. Crucha'nın askerleri hemen kaçmış,
üstelik Fokları yanan yapıların içinde tutmak için manastırın tüm çıkışlarını kayalarla örtmüşlerdi.
Ayrıca, çam ağaçlarının gövdelerini koçbaşı gibi kullanıp manastır duvarlarını içerdekilerin üzerine
yıkmak için yükleniyorlardı. Ateş içindeki kalaslar büyük bir gürültüyle çöküyor, altı yüz askerin
birlikte yüklendiği koçbaşı darbeleri altında duvarlar devriliyordu. Sonunda, zengin ve berkitilmiş
manastırdan Johannes Talpa'nın odasının dışında ayakta bir şey kalmadı. Yaşlı tarihçi hâlâ yazmayı
sürdürüyordu.
Bu kadar yüksek bir görev bilincinin, çağının olaylarını aktarmaya çalışan bir tarihçi için aşırı olduğu
düşünülebilir. İnsan ne kadar dalgın ve aldırmaz olursa olsun, çevresinde olup bitenlerin etkilerini
duyumsar. Ben Johannes Talpa'nın ulusal kitaplıktaki özgün elyazmasını inceledim. El yazısı aşırı
derecede okunaksız, satırlar düz bir çizgi izleyecekleri yerde her yöne kaçıyor, birbirlerine çarpıp
karışıyorlar. Harfler o kadar kötü yazılmış ki onları yalnızca birbirinden değil, kâğıt üzerindeki
mürekkep lekelerinden bile ayırt edebilmek olanaksız. Bu paha biçilmez sayfalar yazıldıkları anın
dehşetini böyle yansıtıyorlar. Onları okuyabilmek çok zor. Buna karşın, Beargardenli yaşlı rahibin
deyişi hiçbir duygu izi taşımıyor. De Gestis Pinguinorum'un deyişi yalın, ciddi ve bazen kuruluğa
varacak kadar ayrıntılı. Yazar pek ender düşüncesini belirtmiş olmakla birlikte, bunlar çoğu kez
doğru.
V
SANAT: İLKEL PENGUEN RESİMLERİ
Penguen eleştirmenlere göre, Penguen sanatı daha başlangıcında güçlü ve hoş bir özgünlük taşımakta,
ilk yapıtların zarafeti ve zeka özellikleri başka hiçbir ekolde bulunmamaktadır. Öte yandan, Fok
eleştirmenlerse Penguen ressamların hep Fok ustalar tarafından eğitilip geliştirildiklerini ileri
sürerler. Bu konuda karar vermek zordur, çünkü Penguen ulusu kendi ilkel ressamlarının yapıtlarını
incelemeye fırsat bulamadan çok önce, hepsini yok etmiştir.
Bu kayba ne kadar üzülsek yeridir. Ben kendi hesabıma, eski Penguen tarihine ve ilkellere hayran biri
olarak, çok hayıflanıyorum.
Bu yapıtlar pek hoşturlar. Hepsi de birbirine benzer demek istemiyorum, bu doğru olmaz; fakat tüm
ekollerde görülen ortak yönleri, oturtmuş oldukları ve hiç vazgeçemedikleri bazı teknikleri vardır.
Penguen ilkel ressamları hakkında bir düşünceye varabilmek için İtalyan, Felemenk, Alman ilkellerine,
veya hepsinden daha üstün olan Fransız ilkellerine bakmak yeterlidir. (Sayın Mösyö Gruyer'in dediği
gibi, bunlardaki mantık daha sağlamdır, çünkü mantık Fransızların özelliğidir.) Örneğin, 1904'de
Marsan Galerisi'nde açılan Fransız ilkeller sergisinde IV. Henri ve Balois Hanedanı'nın sonlarından
kalma çok sayıda küçük resim bulunuyordu.
Çok geziye çıktım ve Eyck kardeşler, Memling, Rogier van der Weyden, d'Ambrogio, Lorenzetti ve
eski Umbria'lı ustaların tablolarını gördüm. Ama, aradığımı ne Bruges'de, ne de Köln, Siena veya
Perugia'da bulabildim. Sonunda bundan on yıl kadar önce ziyaret ettiğim küçük Arezzo kasabasında
aradığımı buldum ve naif resme olan merakım bilince erişti. O yokluk ve yalınlık yıllarında, gün boyu
kapalı tutulan belediye müzelerinin kapıları turistler için her saatte açılabiliyordu. Bir akşam, yarım
liret karşılığında yaşlı bir kadının tuttuğu şamdan ışığında dökülen Arezzo müzesini geziyordum ve
orada, Margaritone'un Aziz Francis tablosunu görünce gözlerimden yaşlar döküldü. Çok duygulandım;
o günden beri Arezzolu Margaritone benim için en değerli ilkel ressam oldu.
Diğer ilkel Penguenlerin resimlerini hep bu ustanın yapıtlarıyla kıyaslayarak değerlendiririm. Öyleyse,
burada biraz durup Margaritone'un resmindeki genel özelliklere biraz dikkat ve ayrıntılı olarak
eğilirsem, hoşgörüyle karşılanmalıdır.
Ondan günümüze beş veya altı tablo kaldı. Başyapıtı sayılan ve Londra National Gallery'de bulunan
resminde, bir taht üzerinde oturan Meryem ve kucağında bebek İsa görülüyor. Bu resme bakıldığında
ilk göze çarpan oransızlıktır. Gövdenin boyundan ayaklara kadar uzunluğu kafa uzunluğunun yaklaşık
iki katıdır; bu nedenle renkleri tüm saflığıyla kullanıyordu. Böylece, renk uyumundan çok, bir renk
canlılığı ortaya çıkıyor. Meryem ve çocuğunun yanaklarının kızarıklığını vermek için, yaşlı ustanın her
yüze kondurduğu iki kırmızı daire o kadar mükemmel ki sanki pergelle çizilmişler.
18. yüzyıl eleştirmenlerinden Rahip Lauzi bu yapıtlara küçümsemeyle bakıyor: "Bunlar kaba ve
değersiz çiziktirmeler. O zavallı çağlarda ne çizim, ne de resim biliyorlardı." O ve öbür pudralı
bilginlerin ortak görüşü buydu. Ama, büyük Margaritone ve çağdaşları kısa süre sonra bu acımasız
aşağı görmenin acısını çıkardılar. 19. yüzyılda İngiltere'nin dindar kasabalarında ve kır evlerinde kuzu
gibi kıvırcık saçlı bir sürü küçük Samuel ve St. Jean doğdu; bunlar 1840 ile 1850 arasında gözlüklü
bilginler olarak yetiştiler ve sonra ilkel resmi gerçek yerine oturttular.
Rafaello öncesi dönemin saygın kuramcısı Sir James Tuckett hiç kimseden çekinmeden, National
Gallery'deki o tabloyu Hıristiyan sanatının başyapıtları arasına koyuveriyor: "Meryem'in başını," diyor
Sir James, "tüm bedenin üçte biri büyüklükte çizerek yaşlı usta bakanların dikkatini insan bedeninin
en yüce kısımlarına, özellikle ruhu yansıtan organ olarak bilinen gözlere yoğunlaştırmak istiyor. Bu
resimde renklerle çizgiler, ülküsel ve gizemli bir izlenim bırakmak için, adeta elbirliği ediyorlar.
Yanakların kızarıklığı tenin doğal rengini vermek değil, daha çok Meryem ve çocuğun yüzünde cennetin
güllerini yansıtmak içindir."
Böyle bir eleştiri incelediği yapıtın güzelliğini de yansıtıyor; hele Edinburglu dinsel sanat uzmanı Mac
Silly bu ilkel tablonun insanda bıraktığı izlenimi daha duyarlı ve daha derin anlatmaktadır:
"Margaritone'un madonnası sanatın öze ulaşma amacını başarıyor; tabloyu görenlere saflık ve
masumluk duyguları esinliyor, onları küçük çocuklara dönüştürüyor. Bu o kadar gerçek ki, altmışlı
yaşıma geldiğim halde, onu üç saat aralıksız seyrettiğimde birden kucakta bir bebek gibi oldum. Bir
arabayla Trafalgar Alanı'ndan geçerken, gözlük kılıfımı bir çıngırak gibi sallıyor ve gülücükler
dağıtıyordum. Sonra, kaldığım pansiyondaki hizmetçi yemeğimi getirdiğinde, bir yaşındaki çocukların
muzipliğiyle, kaşıklar dolusu çorbayı kulağımdan içeri döktüm."
"Bir sanat yapıtının yetkinliği," diye ekliyor Mac Silly, "işte bu tür etkileriyle anlaşılabilir."
Vasari'nin aktardığına göre, Margaritone yetmiş yaşında "yeni bir sanat anlayışının doğduğuna ve yeni
sanatçılara payeler verildiğini gördüğüne pişman" olarak öldü. Çevirdiğim bu alıntı, Sir James
Tuckett'in kitabındaki en keyifli sayfalara esin vermiş gibidir. Nitekim, Sanat Değerlendirme Elkitabı
adındaki bu yapıtı tüm Rafael öncesi dönem meraklıları ezbere bilirler. Kitabın bu güzel bölümlerinden
bir alıntıyı buraya aktarıyorum. Filistin peygamberlerinden bu yana, bundan daha güzel satırlar
yazılmadığı genel kabul görmektedir.
MARGARITONE'UN DÜŞLEMİ
Margaritone, omuzlarında çalışmasının ve yılların yüküyle, kente yeni gelmiş genç bir ressamın işliğini
görmeye gitmişti. Orada henüz boyası kurumamış bir Meryem tablosu gördü; resim katı ve ciddi
olmasına karşın, oranlardaki belli bir gerçeklik ve şeytanca bir ışık-gölge oyunu sayesinde, üç boyutlu
ve soluk alıyor gibiydi. Bu resme bakmakta olan Arezzo'nun saf ve ulu işçisi, birden resim sanatının
geleceğini dehşet içinde gördü.
Elini alnına götürerek mırıldandı:
"Bu tablo bana ne büyük utançlar muştuluyor! Bunda, ruhları resmeden ve göklere ulaşma isteği
esinleyen Hıristiyan sanatının feci sonunu görüyorum. Gelecekteki ressamlar, bunun gibi bir duvar
veya pano üzerine bedenimize biçim veren maddeyi resmetmekle kalmayacaklar; onu kutsayıp göklere
çıkaracaklar. Bunlar figürlerini etten kemikten yapılmış gerçek insanlar gibi tehlikeli bir biçimde
giydirecekler. Azize Magdelena'nın göğüsleri belli olacak, Azize Martha'nın göbeği, Azize
Barbara'nın bacakları ve Azize Agnes'in kalçaları sezilecek. Aziz Sebastian'ın yüzü yakışıklı
resmedilecek, Aziz George'un zırhının altında kaslı bedeni ve erkeklik organı belli olacak. Tüm
havariler, rahipler, dinbilimciler ve hatta Tanrı sıradan insan, yani sizin bizim gibi gösterilecek;
melekler gizemli, karışık anlamlı ve iç gıcıklayan bir güzelliğe sahip olacaklar. Bu görüntülerin hangisi
sizde göklere özlem uyandırabilir? Hiçbiri; ama onlara bakarken bu dünya yaratıklarının zevkine
varmayı öğreneceksiniz. Bu ressamlar saygısız arayışlarını nereye kadar mı sürdürecekler? Hiçbir
yerde durmayacaklar; erkek ve kadınları Roma fresklerindeki pagan tanrılar gibi çıplak göstermeye
kadar gidecekler. Eskiden dinsel sanat vardı; şimdi bir de dinsiz sanat olacak, ama hangisinin daha
günahkar olduğu belli olmayacak.
"Öte dur, şeytan!" diye bağırdı yaşlı usta.
Çünkü, bir bilici düşlemindeymiş gibi, velileri ve azizleri üzgün sporculara dönüştürmüş bir dünya
görüyordu; çiçekler arasında , ince tül giysiler içindeki perilerin eşliğinde keman çalan Apollolar,
mersin ağaçlarının gölgesinde sere serpe uzanan Venüsler ve gün ışığı yağmurlarına vücutlarını açan
Danaeler görüyordu. Bir tapınağın sütunlarının altında, kentsoylular, sarışın kibar kadınlar,
müzisyenler, uşaklar, zenciler, köpek ve papağanlar arasında Hazreti İsa görülüyordu. Bir yumak gibi
birbirine dolanmış kol ve bacaklar, açılmış melek kanatları, rüzgârda uçan etekler, şamatalı İsa doğum
günleri, zengin ve besili azizler, tumturaklı çarmıha gerilmeler... Artık gözlerinin önünden her şey
geçiyordu: Catherine, Barbara ve Agnes adlı azizeler gerdanı açık sırma kadifeli giysileri ve inci
kolyeleriyle kentsoylularla yarışıyordu; onları, güller saçan Auroreler, ırmak kıyılarında çıplak
yakalanmış Dianalar ve Nemfalar izliyordu.
Ve büyük Margaritone düşünde Rönesans ve Bologna okullarının gelişini haber alarak dehşet içinde
son nefesini verdi.
VI
EDEBİYAT: MARBODE
Elimizde 15. yüzyıl Penguen yazınının değerli bir yapıtı bulunuyor. Bu kitap, Saint-Benoit tarikatından
olan ve ozan Virgilius'a hayran olduğunu söyleyen rahip Marbode'un cehenneme yaptığı bir yolculuğu
anlatıyor. İyi bir Latinceyle yazılmış olan kitap Bay Clos des Lunes tarafından gün ışığına çıkarıldı.
Burada ilk kez Fransızca çevirisini veriyoruz. Yurttaşlarıma, ortaçağ Latince yazınında çok raslanan
bir yazın türünün yeni bir örneğini sunarak bir hizmet yaptığıma inanıyorum. Buna yakın türden
yapıtlar arasında, Dante Alighieri'nin "Tanrısal Komedya"sının yanısıra, Aziz Brendan'ın Yolculuğu,
Elbéric'in Düşlemi, ve Aziz Patrice'in Araf Gezisi sayılabilir.
Bu izlek üzerine yazılmış yapıtlar arasında Marbode'un yapıtı daha yeni, ama tuhaf yönleriyle
öbürlerinden hiç de geri kalmıyor.
MARBODE'UN CEHENNEME İNİŞİ
İsa'nın dirilişinin bin dört yüz elli üçüncü yılında, haç düşmanlarının Helena ve Constantin'in sevgili
kentini ele geçirmesinden birkaç gün önce, bana yani ben yoksul Kardeş Morbode'a, hiç kimsenin
görüp işitmediği şeyleri görüp işitme olanağı verildi. Bu gördüklerimin sadık bir öyküsünü kaleme
aldım; insan ömrü kısadır ve benimle birlikte yok olmalarını istemiyorum.
Sözünü ettiğim yılın mayıs ayında, ikindi duası saatlerinde, Corrigan Manastırı'nın yaban gülleriyle
çevrili havuzunun yanında taş bir sıraya oturmuş, hep yaptığım gibi, çok sevdiğim ozan Virgilius'un
toprak, kırsal yaşam ve çobanlar üzerine yazdığı güzel dizeleri okuyordum. Akşam kızıl cüppesinin
eteklerini manastırın kemerlerine asıyordu ve ben, dudaklarımda titrek bir sesle Fenikeli Didon'un
cehennemin yaban mersinleri altında henüz taze yarasıyla süründüğünü mırıldanıyordum. O sırada,
Hilaire Kardeş ve arkasında kapıcı Jacinthe Kardeş yanımdan geçtiler.
Esin perilerinin doğuşundan önceki barbar çağlarda büyümüş olan Hilaire Kardeş, eski çağın bilge
sözlerinden anlamazdı ama Mantovalı'nın dizeleri beyninde bir an için bir zeka parıltısı uyandırdı.
"Marbode Kardeş," dedi bana, "böyle göğsünüzü şişirip gözlerinizi baygınlaştırıp mırıldandığınız
dizeler, sabah akşam elinizden düşürmediğiniz şu Eneide adlı kitapta mı yazıyor?"
Ona Virgilus'un dizelerinde Anchise'in oğlunun Didon'u ağaçlar arasında böyle bir ay gibi nasıl
gördüğünü anlattım.
"Marbode Kardeş," dedi Hilaire, "Virgilius'un her konuda bilge ve derin sözler ettiğinden eminim.
Fakat, bence Syracuse flütü ile bestelediği şarkılar çok daha güzel; o kadar derin bir felsefe
sunuyorlar ki insanın gözleri kamaşıyor."
"Ama dikkatli olun sayın pederim," diye söze karıştı Jacinthe Kardeş. "Virgilius şeytanların
yardımıyla tansıklar yaratan bir büyücüydü. Bir keresinde Napoli'de bir dağı delmiş, tüm hasta atları
iyileştiren tunçtan bir at yapmıştı. Ölü ruhlarla konuşurdu; İtalya'nın bir kentinde onun ölüleri
göstermekte kullandığı ayna hâlâ sergilenir. Oysa, bir kadın bu büyücüyü kandırdı. Napolili bir nedime
Virgilus'u, pencereden erzak çıkartmakta kullandığı bir sepete binerek yanına gelmeye çağırdı; sonra
da onu bütün gece sepetin içinde dışarda bıraktı."
Hilaire Kardeş bu sözleri duymamış gibi sözünü sürdürdü:
"Virgilius bir peygamberdir; hem de öyle güçlüdür ki kutsal değnekli Sibylleler, Kral Priamos'un kızı
veya gelecek tansıkları söyleyen Atinalı Platon bile onunla yarışamaz. Örneğin, Syracuse şarkılarının
dördüncüsünde İsa Efendimizin doğuşunu, sanki göklerde yazılmış bir dille haber veriyor.
Öğrenciliğim sırasında, jam redit et virgo (7) dizesini ilk kez okuduğumda sonsuz bir hazza
kapıldığımı anımsıyorum; ama aynı zamanda derin bir acı duydum, çünkü insan dudaklarından çıkabilen
en güzel şarkının yazarı olan ve geleceği görebilen bu adamın Tanrı'nın iyiliğinden sonsuza dek yoksun
olarak cehennem karanlığında dinsizler arasında bulunduğunu düşündüm. Bu acı düşünce, ders
çalışırken, dua ederken veya günlük işlerimi yaparken beni hiç bırakmadı. Virgilus'un Tanrı'yı
görebilmekten yoksun olduğunu ve belki de cehennemliklerle aynı yazgısı paylaştığını düşündükçe
neşem, rahatım kaçıyordu; öyle ki bazı günler ellerimi göğe kaldırıp yakarıyordum:
'Bana açık eyle, Tanrım, meleklerin gökyüzünde söylediği güzellikteki şarkıları yeryüzünde söyleyen
adamın sonu ne oldu?'
Bu huzursuzluğum birkaç yıl sürdü, ta ki eski bir kitapta büyük havari Aziz Paul'ün Napoli'ye
gittiğinde ozanlar prensinin mezarına uğrayıp onu kutsadığını okudum. O zaman, İmparator Trajan
gibi Virgilus'un da cennete kabul edildiğine inanır oldum. Buna siz inanmayabilirsiniz, fakat bunu
düşünmek beni mutlu ediyor."
Bunu dedikten sonra, yaşlı Hilaire bana iyi geceler dileyip Jacinthe Kardeşle birlikte yanımdan
uzaklaştı.
Yeniden sevgili ozanımın dizelerine döndüm. Elimde kitap, Eros'un kuytu ormanlarda kovalayıp gönül
ağrısı çektirdiği insanları düşünürken yavaş yavaş yıldızların yansımaları önümdeki yaban güllerinin
arasındaki çeşmenin sularına karıştı. Birden, ışıklar, kokular ve göklerin sessizliği yok oldu. Bulut ve
yağmurla yüklü dev bir kasırga gürültüyle karşıma çıktı, beni kucaklayıp bir saman çöpü gibi havaya
kaldırdı; birkaç gün ve geceye bedel bir gecede kırların, kentlerin, ırmakların ve dağların üzerinde
dolaştırdı. Sonra, fırtına dindiğinde kendimi doğduğum yerden çok uzaklarda, selviler arasında bir
vadide oturur buldum. O zaman, hırçın güzellikte bir kadın yanıma yaklaştı. Sol elini omzuma koyup
sağ eliyle önümdeki sık yapraklı bir meşe ağacını gösterdi:
"Bak!" dedi bana.
O anda kutsal Averne Ormanı'nı koruyan Sibylle'i tanıdım ve parmağının gösterdiği ağacın dalları
arasında, güzel Proserpine'in (8) çok sevdiği altın dalı gördüm.
Ayağa kalkıp haykırdım:
"Demek böyle, ey bilici bakire, ne istediğimi bildin. Bana, kimsenin sahip olmadıkça ölüler vadisine
giremeyeceği büyülü dalı gösterdin. Şu gerçek ki yıllardır Virgilus'un ruhuyla konuşabilme isteğiyle
yanıyordum."
Bunu dedikten sonra ağacın gövdesinden kutsal dalı kopardım ve beni sonunda Styx ırmağına
götürecek olan dumanlı yardan aşağı atladım. Proserpine'e adanmış altın dalı gören Charon beni
gıcırdayan kayığına bindirdi; ölüler kıyısına vardığımda beni üç kafalı Cerbere köpeğinin havlayışları
karşıladı. Ona bir taş atıyormuş gibi yapınca uğursuz yaratık yuvasına kaçtı. Bir yanımdaki sazların
arasından tatlı gün ışığında, gözlerini açmakla kapamaları bir olan bebeklerin sesi geliyordu, öte yanda
karanlık bir mağaranın dibinde Minos ölümlüleri sorguya çekiyordu. Aşka kurban gidenlerin sızlandığı
mersin ağacı ormanına daldım; orada Phedre, Procris, üzgün Eriphyle, Evadne, Pasiphae, Laodamie ve
Cenis'i, Fenikeli Didon'u görebiliyordum; sonra, savaşta ölen yiğitlere ayrılmış olan barutlu tarlalara
girdim. Oradan iki yol ayrılıyordu: Soldaki dinsizlerin dinlendiği Tatar Çölü'ne, sağdaki Elysee
bahçesiyle Tanrıça Dis'in köşküne gidiyordu. Altın dalı tanrıçanın kapısına astıktan sonra, kırmızı
ışıkta yüzen sevimli bir düzlüğe geldim. Orada, düşünür ve ozanlar ciddi birer yüzle aralarında
konuşuyorlardı. Çimenlerde esin perileri korolar oluşturmuştu. Yaşlı Homeros elinde kaba bir sazla
şarkı söylüyordu. Gözleri kapalıydı, ama dudakları tanrısal ışıklarla kımıldıyordu. Orada Solon,
Democritos ve Pythagore gençlerin oyunlarını seyrediyorlardı. Yaşlı bir defne ağacının dalları
arasından Hesiode, Orphee, düşünceli Euripides ve erkeksi Sappho'yu gördüm. Geçip gittim, ötede
serin bir dere kıyısında oturan ozan Horace, Varius, Gallus ve Lycoris'i görüp tanıdım. Biraz
gerilerinde, koyu bir pırnal ağacının gövdesine yaslanmış, düşünceli gözlerle ormana bakan Virgilius
duruyordu. Uzun ince boylu, hâlâ güneş yanığı teni ve sağlığında olduğu gibi dehasını saklayan kaba bir
görünüşü vardı. Onu derin bir saygıyla selamladım, ama uzun süre dilim tutuldu.
Sonra, gırtlağımdan ses çıkabilecek duruma geldiğimde:
"Ey sen, esin perilerinin sevgilisi, Latin adının gururu Virgilius," diye haykırdım, "ben güzelliği seninle
duydum; seninle tanrıların masasına ve tanrıçaların yatak odalarına konuk oldum. Değersiz bir
hayranının övgülerini işit"
"Ayağa kalk, yabancı," dedi tanrısal ozan. "Bu sonsuz akşamda, gövdenin çayırda bıraktığı gölgeden,
senin canlı biri olduğunu anlıyorum. Bu yerlere zamanından önce gelen ilk ölümlü sen değilsin. Gerçi,
ölümlülerle ilişkiler pek zor kuruluyor. ama, beni övmeyi bırak, övgülerden hoşlanmıyorum; ünün kaba
gürültüsü hep kulaklarımı tırmalamıştır. Bu yüzden, boştagezerler ve meraklılarca pek tanındığım
Roma'dan kaçıp çok sevdiğim Parthenope'un yalnızlığında çalıştım. Ayrıca, övgülerinin tadına
varabilmem için, senin çağındaki insanların dizelerimi anladığından emin olmak isterdim. Söyle,
kimsin?"
"Benim adım Marbode, Alca ülkesindenim. Corrigan Manastırı'nda yetiştim. Gece ve gündüz senin
şiirlerini okurum. Cehenneme seni görmek için indim: senin sonunun ne olduğunu merak eder dururdum.
Dünya üzerinde, dinbilimciler bu konuda düşündeş değiller. Bir bölümü, puta tapılan bir çağda
yaşadığın için, büyük olasılıkla ateşte yanmakta olduğunu ileri sürüyor. Daha düşünceli bir bölümü,
ölüler hakkında söylenen her şeyin belirsiz ve çoğunlukla yalan olduğunu bildikleri için, görüş
belirtmiyor; en akıllı diyemiyeceğim başa bir bölümüyse, Sicilyalı esin perilerini hoşnut ettiğin ve
göklerden yeni bir doğumu haber verdiğin için, tıpkı İmparator Trajan gibi, Hıristiyanların sonsuz
mutluluk cennetine kabul edildiğini düşünüyor.
"Gördüğün gibi, bu doğru değil," dedi ozan gülümseyerek.
"Gerçekten, ey Virgilius, seni yiğitler ve bilgeler arasında, kendi betimlediğin Elysee kırlarında
buldum. Demek ki, dünyada söylenenlerin tersine, gökyüzünden kimse gelip seni yanına almadı, öyle
mi?"
Virgilius bir süre suskun kaldıktan sonra şöyle dedi:
"Bak, senden hiçbir şey saklamıyacağım. O beni çağırdı; haberci olarak sade bir adam gelip O'nun
beni beklediğini, kendi yöntemlerini pek bilmemekle birlikte, bilicilik içeren dizeler yazdığım için, bu
yeni mezhebin yoldaşları arasında bana yer ayırdığını bildirdi. Ama, ben çağrıyı kabul etmedim; yerimi
değiştirmeye hiç isteğim yoktu. Yunanlıların Elysee çayırlarına olan düşkünlüğü veya Proserpine'e
annesini unutturan o zevkleri küçümsediğimden değil. Ben Eneide'de söylediklerime kendim bile fazla
inanmadım. Yalnızca, düşünürler ve fizikçilerden öğrendiklerimle geleceği biraz kestirebildim.
Cehennemde yaşam oldukça sıkıntılı; sanki orada değilmişsin gibi, ne zevk, ne de acı duyabiliyorsun.
Ayrıca, buradaki akşam ölümlülerin sana biçtikleri biçimde sürüyor. Ama, yine de burada kalmayı
yeğliyorum."
"Fakat, ey Virgilius, hangi nedenle bu çağrıyı geri çevirdin?"
"Çok neden gösterdim. Tanrının habercisine, bana gösterilen onura layık olmadığımı, dizelerime benim
amaçlamadığım yorumlar getirildiğini söyledim. Gerçekten, dördüncü şarkımda atalarımın dinine
ihanet etmedim. Ancak bilgisiz yahudiler, Sibylle bilicilerinin öngördüğü altın bir çağın geri geleceğini
söyleyen şarkımı, barbar bir tanrıdan yana yorumladılar. Bu nedenle, yanlışlıkla bana ayrılan ve hakkım
olmayan bir yeri kabul edemeyeceğimi söyledim. Sonra, değişik huy ve zevklerimin göklerin yeni
görenekleriyle uyuşmayacağını ima ettim. Bu haberci adama şöyle dedim:
'Ben geçimsiz biri değilim; sağlığımda yumuşak ve rahat bir özyapım vardı. Alışkanlıklarım sade diye
benim cimri olduğumdan kuşkulandılar, ama sahip olduklarımı kendime saklamadım; kitaplığım herkese
açıktı ve Euripides'in şu sözü bana hep yol gösterdi: 'Dostlar arasında her şey ortaktır.' Övgüler
bana yöneltildiğinde ne kadar rahatsız oluyorsam, Varius veya Macer'e gittiğimde o kadar mutlu
oluyordum. Ama, ben aslında kaba ve yabanıl biriyim, hayvanlar arasında daha rahat ediyordum; onları
incelemeye çok emek verdim. Onlara o kadar özen gösteriyordum ki, pek haksız olmasa da, iyi bir
baytar sayılıyordum. Bana söylendiğine göre, sizin mezhebinizde insanlara ölümsüz bir ruh verilmiş
ama hayvanlar bundan yoksun bırakılmış; eğer böyleyse aklınızdan kuşku duyarım. Koyun sürülerini ve
onların çobanlarını daha çok severim. Ama sizler bunu hoş karşılamıyorsunuz. Tüm davranışlarımı şu
özdeyişe göre ayarlardım: Hiçbir şey fazla değil. Zayıf sağlığımın yanısıra, felsefem de bana her
şeyde ölçülü olmayı öğretiyor. Obur değilim; bir marul, birkaç zeytin tanesi ve bir damla Falerne
şarabı tüm yemeğim olurdu. Yabancı kadınların yatağını paylaşırken de ölçülüydüm; tavernada zil çalıp
oynayan Suriyeli kızı seyretmek için geç saatlere kadar kalmazdım. Ama, isteklerimi denetim altında
tuttuysam bundan hoşlandığım ve istençli olduğum içindi; zevkten korkmak ve şehvetten kaçmak
bence doğaya yapılacak en büyük saygısızlıktır. Bana denildiğine göre, sizin mezhebinizdeki bazı din
adamları yaşamları boyunca oruç tutuyor, kadınlardan kaçıyor ve gereksiz bir takım eziyetler
çekiyorlarmış. Bu tutucu adamlarla ıssız bir yolda karşılaşmaktan korkarım. Bir ozandan belli bir
fiziksel ve ahlaksal öğretiye sıkı sıkıya bağlı kalmasını istemeyin; zaten ben Romalıyım ve Romalılar,
Yunanlılar gibi derin ahlak muhasebesi yapmazlar; bir felsefeyi benimsiyorlarsa bundan pratik bir
yarar sağladıkları içindir. Benim çevremde saygın bir adı olan Siron bana Epicure dizgesini öğretti,
beni boş tasalardan ve dinin bilgisiz insanlara benimsettiği katılıklardan kurtardı. Zenon'dan
kaçınılmaz acılara katlanabilmeyi öğrendim; Pythagore'un insan ve hayvan ruhları konusundaki
düşüncelerini benimsedim, çünkü her ikisi de tanrısal bir özden geliyor; bu da kendimize utanmadan
veya büyüklenmeden bakabilmemizi sağlar. İskenderiyelilerden Dünya'nın önce sıvı olduğunu, sonra
Neree yeraltındaki nemli kuyulara çekildikçe katılaştığını öğrendim; daha sonra öbür varlıkların
sırayla oluştuğunu, bulutlardan dökülen yağmurların sessiz ormanları beslediğini, adı konmamış
dağlarda tek tük hayvanların ortaya çıktığını öğrendim. Aristarque'ın ve Samos'un öğrencisi olan ben,
sizin Suriye çöllerindeki devecilere göre olan yaratılış inancınıza alışamam. Hem zaten, dostlarım,
atalarım, ustalarım ve kendi tanrılarım arasında olmayacaksam, sizin sonsuz cennetinizde ne yaparım?
Ben Rhea'nın şanlı oğlunu, Eneadeların anası tatlı gülüşlü Venüs'ü, Pan'ı, genç Dryadeları, Sylvainleri
ve Egle'nin kırmızı dutla yüzünü boyadığı yaşlı Silene'i görebilmek isterim.'
"İşte, o haberciye Jupiter'in ardılına bu gerekçeleri iletmesini söyledim."
"Peki, ey ulu gölge, o zamandan beri başka haber gelmedi mi?"
"Hiç haber almadım."
"Senin yokluğunda, Virgilius, üç ozanla yetiniyorlar: Commodien, Prudence ve Fortunat; her üçü de
dilbilgisi ve şiir sanatının bilinmediği karanlık günlerde doğdular. Fakat, söyle bana, ey Mantovalı,
çağrısını geri çevirdiğin Tanrı'dan başka haber almadın mı?"
"Hayır, hiç anımsamıyorum."
"Az önce söz ettiğin, bu yerlere inen ilk ölümlü kimdi peki?"
"Haa, anımsadım. Belki birbuçuk yüzyıl kadar önce (gölgelerin gün ve yılları sayabilmesi zordur),
düşlemlerim tuhaf bir yabancı tarafından bölündü. Styx ırmağı kıyısındaki mor ağaçların altında
yürürken karşıma buradakilere benzemeyen, daha koyu bir gölge dikildi: Onun canlı olduğunu
anlamıştım. Uzun boylu, zayıf, kanca burunlu, sivri çeneli ve avurtları çökük bir adamdı; kara
gözlerinde kıvılcımlar vardı; kırmızı takkesini kemikli şakaklarına kadar çekmişti. İçinde kemiklerin
ucu belli olan dar ve uzun giysisi topuklarına kadar iniyordu. Beni saygıyla selamladı, ama görünüşünde
yabanıl bir büyüklenme vardı. Benimle, kutsal Julius Cesar'ın ordularında bolca bulunan Galyalı
Fransızların dilinden farklı ve daha anlaşılmaz bir dille konuştu. Anlayabildiğim kadarıyla, Fesules
yakınlarında, Arnus kıyısında, Sylla'nın kurmuş olduğu bir kolonide doğmuş ve servete kavuşmuş.
Zamanında kentin tüm onur sanlarını almış ama meclis, şövalyeler ve halk arasında kanlı anlaşmazlıklar
çıkınca yeniden istekle kavgaya katılmış. Sonra yenilmiş ve uzun bir sürgüne gönderilmiş. Onun
anlattığı İtalya, benim gençliğimdekinden çok daha geçimsiz ve kavgacı olmuş, yeni bir Augustus'u
bekler olmuşlar. Onun dertlerini dinlerken, vaktiyle benim çektiğim sıkıntıları düşünüp ona acıdım.
Hırslı ruhu ve kafasındaki geniş düşlemlerle yerinde duramıyordu, ama ne yazık ki kabalığı ve
bilgisizliğiyle barbarlığın bir temsilcisi gibiydi. Şiir, bilim veya Yunanca bilmiyordu, dünya ve doğa
üzerine eskilerin söylediklerinden habersizdi. Önemli bir şey söylermiş gibi söylediği kıssadan
hisseler, benim zamanımda Roma'da hamama ücretsiz giren çocukları bile güldürürdü. Bilgisiz insan
canavarlara kolayca inanır. Örneğin, Etrüskler'in cehennemi bir hastanın karabasanlarında görülen
türden korkunç yaratıklarla doludur. Çocukluktaki korkuların büyüdükten sonra bile sürüyor olması,
bilgisizlik ve yoksulluğun nereye vardığını pek açık gösteriyor; ama bilgisiz halktan daha yukarda
olması gereken okumuş bir adamın aynı safsataları paylaşması bana üzüntü veriyor. Bu Etrüsklü adam
bana, halk dili dediği yeni bir lehçeyle yazdığı şiirleri okudu, hiçbir şey anlamadım. Uyak diye her üç
dört satırda bir aynı sözcüğü kullanması bana hiç keyif vermedi. Bu yapaylık bana sevimli gelmedi; ama
yenilikleri eleştirmek biz ölülerin işi değil.Aslında, talihsiz bir çağda doğan bu Syllalı İtalyanın berbat
şiirler yazmakta bizim Ravius veya Maevius'la yarışıyor olmasına karşı değilim; ama ona kızmamı
gerektiren kişisel bir hesabım var. Olacak şey değil! Bu adam yeryüzüne geri döndüğünde benim
hakkımda yalanlar söylemiş; yazdığı yabanıl dizelerde benim kendisine yol gösterdiğimi, benim Roma
tanrılarının sahte ve yalancı olduklarını, gerçek tanrının Jupiter'in şimdiki ardılı olduğunu söylediğimi
ileri sürmüş. Ey dost, ülkene geri döndüğünde bu iğrenç uydurmaları yalanladığımı söyle; halkına de ki
Enee'nin güzelliğini okuyan şair asla yahudilerin tanrısına buhurdanlık sallamadı.
Bana söylendiğine göre, bu şairin etkisi artık azalıyormuş ve yakında tümüyle gözden düşecekmiş.
Böyle bir haber bana neşe verirdi; ama bu yerlerde neşe, korku veya istek olmuyor ki."
Virgilius bunları söyledikten sonra, bir veda işaretiyle uzaklaştı. Çiriş otlarını eğmeden geçen
gölgesine baktım ve benden uzaklaştıkça daha saydamlaştığını gözledim; sonunda, her zaman yeşil
kalan defne ağaçlarının yanında görünmez oldu. O zaman, bana söylediği şu sözlerin anlamına vardım:
"Buradaki yaşam ölümlülerin sana biçtikleri biçimde sürüyor." Kafam düşüncelerle dolu, soluk çayırları
geçip kapıya doğru yürümeye başladım.
Bu yazdıklarımın tümüyle doğru olduğunu belirtirim. (9)
VII
AYDA BELİRTİLER
Penguenistan'da bilgisizlik ve barbarlık egemenken, Aziz Francis tarikatından olup asıl adı Gilles
Loisellier olan fakat Aegidius Aucupis adıyla bilinen bir rahip yazın ve bilim alanında büyük bir çaba
gösteriyordu. Gecelerini, Sayı ve İmge'nin uyumlu iki güzel kızı dediği matematik ve müzikle
geçiriyordu. Tıp ve astrolojiden anlıyordu. Onun büyü yaptığından kuşkulanılıyordu, çünkü bazen
cisimleri değiştirip gizli şeyleri bulabildiği olmuştu.
Yaşadığı manastırdaki öbür rahipler onun hücresinde Yunanca kitaplar bulmuşlar, dilinden
anlamadıkları için büyü kitabı olduğunu sanarak bu bilgiç kardeşlerini büyücü diye suçlamışlardı.
Aegidius Aucupis kurtuluşu kaçmakta buldu ve İrlanda adasına geçti, orada otuz yılını araştırmayla
geçirdi. Manastırları dolaşıp arşivlerde bulunan eski Yunan ve Latin elyazmalarını arıyor, birer
kopyalarını çıkarıyordu. Bir yandan fizik ve simya öğreniyordu. Böylece, evrensel bir bilgeliğe ulaştı ve
özellikle hayvanlar, bitkiler ve madenler konusunda keşifler yaptı. Bir gün onun, lut çalıp şarkı
söyleyen güzel bir kadınla eve kapandığını gördüler, sonra bunun kendi yaptığı bir makine olduğu
anlaşıldı.
Bazen İrlanda denizini aşıp Galya ülkesindeki manastırları da ziyaret ettiği oluyordu. Bu
geçişlerinden birinde, geceyarısı güvertede dururken denizde iki mersin balığının birbiriyle
konuştuğunu duydu. İşitme duyusu keskindi ve balıkların dilinden anlıyordu. Bir mersin balığı ötekine
şöyle diyordu:
"Uzun süredir ay yüzeyinde görünen ve sırtında odun taşıyan adamın denize düştüğü söyleniyor."
Öbür mersin balığı yanıtladı:
"Artık, ayın gümüş yüzeyinde, öpüşen iki aşık görünecekmiş."
Birkaç yıl sonra, Aegidius Aucupis doğduğu ülkeye geri döndüğünde eskil yazının ve bilimin yine gözde
olduğunu gördü. Ülkesinin görenekleri yumuşuyordu; insanlar artık ormanlarda, ırmak kıyılarında ve
dağ yamaçlarında güzel kızları rahatsız etmiyorlar, evlerinin bahçelerini esin perilerinin yontularıyla
süslerken aşk tanrıçasına eski onurunu geri veriyorlardı. Doğayla barışmışlardı; safsata korkularını
atıyor, artık gökyüzünde öfke ve ilenç belirtileri görme korkusu olmadan gözlerini yukarı
çevirebiliyorlardı. Bu görünüm karşısında Aegidius Aucupis, yıllar önce Erin Denizi'nde konuşan iki
mersin balığının geleceği gördüklerini anımsadı.
DÖRDÜNCÜ KİTAP
YENİÇAĞ
TRINCO
I
BAY VE BAYAN ROUQUIN
Penguenlerin Erasmus'u sayılan Aegidius Aucupis yanılmamıştı, onun çağı özgür düşünce çağı oldu.
Fakat, bu büyük adam hümanistlerin çabalarını halk göreneklerinin yumuşaması olarak algılıyor,
Penguenlerde uyanan düşüncenin etkilerini öngöremiyordu. Bu uyanış dinde düzeltimi getirdi,
Katolikler düzeltimcileri kestiler, düzeltimciler de Katolikleri: Özgür düşüncenin ilk belirtileri böyle
oldu. Penguenistan'da savaşı Katolikler kazandı. Fakat, onlar istemese de özgür düşünce insanların
beynine girmişti; artık inançları da akılcı süzgeçten geçiriyor ve dinden tüm boşinançların
ayıklanmasını istiyorlardı. Böylece, zamanla kilise duvarlarının dibine kadar girmiş olan kunduracı,
dikişçi ve onarımcı dükkânları temizlendi. Okunacak dua ve ilahiler kısa sürede basit ve sıkıcı öykülere
dönüştü. Bu temizlikten aziz ve azizeler çok zarar gördüler. Özellikle, Princeteau adında çok bilgili
bir rahip resmi listeden çıkarılması gereken o kadar çok aziz adı buldu ki ona aziz avcısı adını taktılar.
Ona göre, doğum sancısı çeken kadınların karnına Azize Marguerite'in duasını yapıştırmak yarar
sağlamazdı.
Penguenistan'ın koruyucu patronu olan azize de bu temizlikten payını aldı. Princeteau Alca'nın Eskil
Yapıtları adlı kitabında bakın ne diyor:
"Azize Pembekız'ın tarihi ve hatta yaşadığı bile kuşkuludur. Dombes Manastırı'ndan yaşlı bir
tarihçiye göre o çağlarda Pembekız adında bir kadının bedenine o mağarada şeytan girmiş, daha sonra
köyün genç kız ve oğlanları orada oyun amacıyla şeytanla Pembekız'ın taklidini yaparlarmış. Daha
sonra bu kadın ülkeyi haraca kesen bir ejderhanın dostu olmuş. Bu pek olası görünmüyor, ama
Pembekız'ın günümüzde anlatılan yaşamı da bundan daha inanılır değil.
Rahibin aktardığı bu olaylar azizenin yaşamından üç yüz yıl kadar önce geçmiştir, yazarın bu
çelişkileri görmemesi tuhaftır."
Kuşku Penguenlerin doğaüstü kökenlerine bile el attı. Tarihçi Ovidius Capito işi, onların bir dönüşüm
geçirdiklerine yadsımaya kadar götürdü. O, Penguenistan Yıllıkları adlı kitabına şu sözlerle başlıyor:
"Bu başlangıç çağı derin bir karanlığa gömülü; bunların basit söylenceler ve halk inanışlarından öte
gitmediğini söylemek abartılı olmaz. Penguenler Aziz Mael'in vaftiz ettiği kuşlardan türediklerini ve
Tanrı'nın bu aziz hatırına onları dönüştürdüğünü ileri sürüyorlar. Yine, önceleri buz okyanusu kıyısında
olan adaları zamanla bu kıtaya doğru sürüklenip onun bir parçası olmuş. Bu söylence bence
Penguenlerin eskiden göçmen kuşlar olmasından kaynaklanıyor."
Bir sonraki yüzyıl düşünürlerin çağı oldu ve kuşkuculuk daha da keskinleşti: bunu kanıtlamak için
Ahlak Denemeleri adlı kitabın şu ünlü sayfalarına bir göz atmak yeter:
"Nereden geldikleri belli olmayan, kıtanın dört ayrı yönündeki dört beş yabancı budun tarafından
sürekli saldırıya uğrayıp işgal edilen, defalarca başkalarıyla karışan Penguenler ırklarının saflığıyla
övünüyorlar. Haklılar, çünkü siyah, beyaz, sarı, kırmızı derili, yuvarlak kafalı tüm ırkların yüzyıllar
süren karışımı o kadar tam oldu ki yeterince türdeş ve ortak bir ırk ortaya çıktı.
Dünyanın en güzel ırkı oldukları düşüncesi onlara soylu bir gurur, yılmayan bir cesaret ve diğer insan
ırklarına karşı nefret aşılıyor.
Her budunun tarihi yoksulluk, toplu kıyım ve çılgınlıklar dizisidir. Bu, öbür ırklar kadar Penguenler
için de doğrudur, ama bir ayrılık var: Bunların tarihi baştan sona kadar ilginç."
Penguenlerin iki yüzyıl süren klasik çağı çok bilindiği için üzerinde durmayacağım, fakat Princeteau
gibi akılcı dinbilimcilerin bir sonraki yüzyılda yerlerini dinsizlere nasıl bıraktığı konusu gözden
kaçabilir. Birinciler akıllarını dinde kendilerince temel olmayan şeyleri ayıklamakta kullandılar,
yalnızca katı bir inanç için gerekli olanı bıraktılar. Bunlardan akıl ve bilimi kullanmayı öğrenen
ikincilerse inançlardan geriye kalanı yok ettiler, yani akılcı dinbilim doğa felsefesini doğurdu.
İşte bu nedenle (ki burada eski çağların Penguenlerini bırakıp günümüzdeki durumdan bir örnek
veriyorum) Papa IX. Pius çok yerinde bir karar vererek, metinlerin yorum ve çözümlemelerini gökten
verilen gerçeğe aykırı, doğru dinbilim kuramına karşı ve inanca zararlı görerek yasaklamıştır. Onun
karşısında bilimin haklarını savunmaya kalkışan din adamları varsa, bunlar kötü niyetli kişilerdir ve
bunların dediklerine inanan Hıristiyanlar da aymazdırlar.
Düşünürler çağının sonlarında, eski Penguen yönetim düzeni kökten yıkıldı, kral idam edildi, soyluların
ayrıcalıkları kaldırıldı ve korkunç bir savaşın orta yerinde, cumhuriyet ilan edildi. O zamanki
Penguenistan Meclisi kiliselerin elinde bulunan tüm değerli metallerin eritilmesine karar verdi.
Yurtseverler kralların mezarlarına saldırdılar. Anlatıldığına göre tabutunun kapağı açıldığında Büyük
Draco'nun abanoz gibi kapkara yüzü o kadar görkemli duruyordu ki saldırganlar korku içinde kaçtılar.
Başka bazı tanıklara göre bu saygısız adamlar ölünün ağzına bir pipo yerleştirip şarap ikram ettiler.
Çiçek ayının on yedinci günü, beş yüzyıldan beri Aziz Mael Kilisesi'nde halkın ziyaretine açık tutulan
Azize Pembekız'ın emanet sandığı il yapısına götürüldü ve toplumca seçilmiş uzmanların incelemesine
bırakıldı; mihrap biçiminde ve yaldızlı bakırdan yapılmış olan sandığın üzerindeki kakma mücevherler
sahte çıktı. Rahipler olacakları önceden kestirdikleri için yakut, zümrüt ve kaya kristallerini önceden
çıkarıp yerlerine cam parçaları takmışlardı. Sandığın içinde bolca toz ve eski çamaşırlar vardı, bu
emanetler Greve Alanı'nda büyük bir ateşte yakılırken halk çevresinde dans ediyor ve kahramanlık
türküleri söylüyordu.
İl yapısının yanındaki dükkânlarında, Bay ve Bayan Rouquin bu kudurmuş kalabalığı seyrediyorlardı.
Adam kedi köpek kırkıcısıydı; meyhanelerde sabahlardı. Karısı hasırcılık ve çöpçatanlık yapardı.
Kadının gülmece duygusu güçlüydü.
"Görüyor musun," dedi kocasına, "günaha giriyorlar. Buna pişman olacaklar."
"Sen anlamıyorsun kadın," dedi kocası, "bunlar artık düşünür oldular, insan düşünür olunca ölene
kadar olur."
"Sana söylüyorum işte, er veya geç bugün yaptıklarına pişman olacaklar. Kendilerine yeterince yardım
etmedi diye azizeleri yerden yere vuruyorlar. Bunu yapmak bir işlerine yarasa bari, eskisinden daha
sefil olacaklar ve yeterince süründükten sonra yine dine dönecekler. Bir gün gelecek, hem de
sanıldığından çok yakında, Penguenistan iyi yürekli azizesini baş köşeye oturtacak. Bak Rouquin,
düşünüyorum da o gün geldiğinde elimizin altında bir avuç kül, birkaç bez parçası bulunsa iyi olur.
Bunların Azize Pembekız'ın emanetleri olduğunu ve canımız pahasına ateşten kurtarabildiğimizi
söyleriz. Bundan hem saygınlık, hem de kâr sağlarız. Belki de rahipler bizi yaşlılığımızda
ödüllendirmek için, kilisede mum satmak veya sandalye kiralamak gibi bir iş verirler."
O gün, Bayan Rouquin kemirilmiş birkaç kemik ve ocaktan biraz kül alıp dolabın üstündeki eski bir
reçel kavanozuna koydu.
II
TRINCO
Egemen ulus kilisenin ve soyluların topraklarına elkoymuş, yüksek fiyatla kentsoylulara ve köylülere
satmıştı. Kentsoylu ve köylüler devrimin toprak elde etmek için iyi, ama onu koruyabilmek için kötü bir
düzen olduğunu düşündüler.
Cumhuriyetin yasama organı mülkiyetin korunması için sert yasalar çıkardı ve toprağın bölüşümünü
önerecek olanlara bile ölüm cezası koydu. Ama bu cumhuriyetin işine yaramadı. Toprak sahibi olan
köylüler cumhuriyetin temelde kötü yaptığını düşünmeye, özel mülkiyete daha saygılı ve yeni
kurumları daha kalıcı olan bir yönetim düzenini özlemeye başladılar.
Onların çok beklemesine gerek kalmadı. Cumhuriyet, Aggripina gibi, kendi katilini bağrında taşıyordu.
Cumhuriyet büyük savaşları yürütebilmek için düzenli bir ordu kurmuştu; bu ordu onu hem
kurtaracak, hem de yok edecekti. Yasamacılar generalleri ağır cezalarla caydırabileceklerini
umuyorlardı; eskiden başarısız askerin kellesi uçurulurdu, ama düzeni kurtarmayı görev sayan
askerlere ne yapılabilirdi?
Zafer sarhoşluğu içindeki Penguenler söylencedekinden çok daha yaman bir ejderhaya kendi elleriyle
teslim oldular; bu diktatör, kurbağalar arasındaki bir leylek gibi, on dört yıl boyunca onları
tüketmekle bitiremedi.
Yeni ejderhanın saltanatından yarım yüzyıl sonra, bilgisini artırmak üzere dünyayı gezen Djambi
adında Malezyalı genç bir mihrace Penguenistan'a uğradı. Onun bu ziyaret sırasında aldığı notlardan
işte ilginç bir bölüm:
GENÇ DJAMBİ'NİN PENGUENİSTAN YOLCULUĞU
Deniz üstünde doksan gün yol aldıktan sonra Penguenistan'ın geniş ve ıssız limanına ulaştım.
Ekilmemiş topraklardan geçip yıkıntılar içindeki başkente vardım. Surlarla çevrili, her yanı cephanelik
ve kışlalarla dolu bir savaş alanı gibiydi. Sokaklarda bakımsız ve sakat adamlar eski üniformalarını ve
madalyalarını gururla taşıyorlardı.
Kentin giriş kapısında, bıyıkları gökyüzünü korkutan bir asker beni sertçe durdurdu:
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Bayım," dedim, "bu adayı merak edip gezmeye geldim."
"Burası ada değil," diye yanıtladı asker.
"Nasıl? Penguenler Adası ada değil mi?"
"Hayır bayım, burası yarımada. Eskiden ada derlerdi, ancak yüzyıl önce bir yasayla yarımada adı
verildi. Dünyadaki tek yarımada budur. Pasaportunuz var mı?"
"İşte burada."
"Gidip onu Dışişleri Bakanlığı'nda vize ettirin."
Bana yol gösteren topal rehber geniş bir alana geldiğimizde bir yontunun önünde durdu.
"Bu gördüğünüz," dedi, "yarımadamızda doğmuş olan, evrenin en büyük dehası Trinco. Sağınızdaki
dikilitaş Trinco'nun doğumu anısına dikildi. Solunuzdaki sütunun tepesinde Trinco'nun taç başlı
yontusu var. Şuradaki de Trinco ve ailesi onuruna yapılan zafer anıtı.
"Bu kadar olağanüstü ne yaptı, Trinco?" diye sordum.
"Savaş."
"Olabilir, ama Trinco tüm dünyanın ve tüm zamanların en büyük savaşçısıdır. Onun kadar büyük fatih
gelmedi. Limanımıza yaklaşırken sol yanınızda külah biçiminde, fazla büyük değil ama şarabı ünlü olan
Amphelopore Adası'nı, sağınızda ise daha büyük, bakır madeniyle zengin ve keskin dişler gibi göğe
yükselen dağlarıyla Köpek Çenesi dediğimiz adayı görmüş olmalısınız. Trinco'dan önce bu iki ada
bizimdi, imparatorluğumuz orada sınır buluyordu. Trinco Penguenlerin egemenliğini Turkuaz
Takımadalarıyla Yeşil Kıta'ya kadar genişletti, tarihsel düşmanımız Foklara boyun eğdirdi, bayrağımızı
kutup buzullarına ve Afrika'nın yakıcı çöllerine dikti. Fethettiği her ülkeden ordusuna asker katardı,
öyle ki orduları geçit yaptığında bizim piyadeler, topçular ve süvarilerin arkasından mavi zırhları
içinde istakoza benzeyen sarı derili savaşçılar, başlarında papağan tüylü sorguçları, dövmeli bedenleri
ve sırtlarında zehirli oklarıyla kızılderililer, devekuşlarına binmiş pigmeler, yaşlı ve kıllı göğsünde
madalya taıyan bir erkek maymunun arkasında bir ağaç dalını tutarak yürüyen goriller. Tüm bu
ordular, ateşli bir yurt sevgisiyle Trinco'nun sancağının altında zaferden zafere koştular. Otuz yıl
süre içinde Trinco dünyanın yarısını fethetti."
"Ne!" diye haykırdım, "siz dünyanın yarısına mı sahipsiniz?"
"Trinco bize onları kazandırdı ve kaybettirdi. Yenilgide de aynı büyüklüğü gösterip tüm aldıklarını
geri verdi. Hatta, daha önce sahip olduğumuz Amphelophore ve Köpek Çenesi adalarını da yitirdik.
Penguenistan'ı daha yoksul ve daha az nüfuslu bıraktı. Yarımadanın genç insanları savaşlarda yok
oldular. Trinco tahttan indiğinde ülkemizde yalnızca kambur ve topallar kalmıştı, biz onların
çocuklarıyız. Olsun, o bize şan ve onur verdi ya!"
"Ama, bunu pek pahalıya ödemişsiniz!"
"Şan ve onur asla ucuza gitmez," dedi rehberim.
III
PROFESÖR OBNUBILE'İN YOLCULUĞU
Ardarda gelen birçok akıl almaz değişiklik, bir yandan zamanın törpüsü, öbür yandan da tarihçilerin
berbat anlatımı sayesinde unutulduktan sonra, Penguenler halkın kendisini yönettiği bir hükümet
kurdular. Önce bir kurultay oluşturup devlet başkanını seçme yetkisini bu kurula verdiler. Basit halk
arasından seçilen bu başkan başında ejderhanın tacını taşımıyor, halk üzerinde kesin bir yetke
oluşturmuyordu. O da halkın yasalarına uyuyordu. Ona kral bilmem kaçıncı sanı verilmiyordu, adları
Paturle, Janvion, Truffaldin, Coqenpot veya Bredouille gibi sokakta raslanan bir ad olabiliyordu. Bu
başkanlar savaş da yapmıyorlardı, zaten hazır üniformaları da yoktu.
Yeni devlete "kamu malı" anlamına gelen cumhuriyet (republik) adı verildi. Buna yandaş olanlara
cumhuriyetçiler deniyordu, ama arada bir mızıkçılar veya düzenbazlar dendiği oluyorsa da bu
nitelemeler hoş karşılanmıyordu.
Penguen demokrasisi tam olarak halkın yönetimi değildi, mali bir oligarşinin egemenliğindeydi. Bunlar
gazetelerde kamuoyu oluşturuyor; milletvekillerini, bakanları ve başbakanı avuçlarında tutuyorlardı.
Bu oligarşi kamu harcamalarını yönlendiriyor, ülkenin dış politikasını belirliyordu.
O çağda tüm krallık ve imparatorluklar büyük deniz filolarına sahiptiler, onlar gibi yapmak zorunda
kalan Penguenistan, silahlanmanın mali yükü altında eziliyordu. Herkes bu durumdan yakınıyordu veya
öyle görünüyordu; fakat zenginler, tüccarlar ve bankerler bu yurt görevine severek katlanıyorlardı;
çünkü mallarını korumak ve yeni pazarlar, sömürgeler bulabilmek konusunda askerlere ve denizcilere
güveniyorlardı. Büyük sanayi patronları yurt sevgisi ve biraz da artırmalarda iş alabilme aşkıyla silah
ve savaş gemisi yapımına hız vermişlerdi. Orta sınıf ve aydın kesimden insanlara gelince, birinciler bu
durumun hiç değişmeyeceğini düşünerek yakınmasız katlanıyor, ikincilerse sonun gelmesini
sabırsızlıkla bekliyor ve tüm büyük güçlerin aynı anda silahsızlanmasını sağlamaya çalışıyorlardı.
Ünlü Profesör Obnubile bu ikincilerdendi.
"Savaş denen barbarlık," diyordu, "uygarlığın gelişmesiyle yok olacaktır. Büyük demokrasiler
barışçıdırlar ve bunların etkisi kesinlikle öbür devletlere de yayılacaktır."
Altmış yıldır dünyadan elini eteğini çekmiş ve laboratuvarında yalnız yaşamakta olan Profesör
Obnubile ulusların düşüncelerini kendi kulağıyla işitmeye karar verdi. İncelemesine dünyanın en büyük
demokrasisi ile başladı ve Yeni Atlantis'e gitmek üzere bir gemiyle yola çıktı.
Gemi onbeş günlük bir yolculuktan sonra gece vakti, binlerce deniz aracının demirlemiş olduğu
Titanport limanına yanaştı. Suların üzerine uzatılmış çelik bir köprünün ışıkları altından geçerken
Profesör Obnubile Satürn'ün denizlerinden geçtiğini ve yaşlı gezegenin altın kuşağını görmekte
olduğunu sandı. Bu dev köprü dünya servetinin dörtte birinden fazlasını taşıyordu. Karaya inen bilgin
Penguen kırk sekiz katlı ve robotların hizmet ettiği bir otelde ağırlandı, sonra kendisini Yeni
Atlantis'in başkenti Gigantopolis'e götürecek olan büyük trene bindi. Trende lokantalar, oyun
salonları, cimnastik odaları, para ve mal ticareti konusunda telgrafların okunabildiği bir postane, bir
tapınak ve profesörün bilmediği Yeni Atlantis dilinde bir gazetenin basıldığı basımevi bulunuyordu.
Tren büyük ırmak kıyılarından geçerken fabrika-kentlerin bacalarından çıkan dumanın gökyüzünü
kararttığını gördü: Gündüz kapkara, gece ışıl ışıl ve sürekli uğuldayan kentler.
"İşte," diye düşündü profesör, "sanayi ve ticaretle uğraştığı için savaş yapmaya gereksinimi olmayan
bir halk. Yeni Atlantislilerin barışa dayalı bir politika izlediklerinden şimdiden eminim. Çünkü tüm
ekonomistler de bilirler ki yurtta barış dünyada barış ilkesi ticaret ve endüstrinin gelişmesi için
temeldir."
Gigantopolis'i gezerken bu düşüncesinin doğru olduğu kanısına vardı. Caddelerde yürüyen insanlar o
kadar aceleciydiler ki yollarına çıkan ne varsa çarpıp deviriyorlardı. Birkaç kez yere yuvarlanan
Obnubile nasıl yürümesi gerektiğini sonunda öğrendi: Bir saat sonra kendisi de bir Atlantalıyı devirdi.
Büyük bir alana geldiğinde yetmiş metre boyunda sütunları olan ve klasik mimaride yapılmış büyük bir
saray gördü.
Başını kaldırıp bu yapıyı incelerken sade giyimli bir adam yanaştı ve Penguen diliyle konuştu:
"Giysilerinizden Penguenistanlı olduğunu anlıyorum. Ben dilinizi bilirim, yeminli tercümanlık yapıyorum.
Bu bina Parlamento'dur. Şu sırada milletvekilleri görüşüyorlar. Oturumu izlemek ister misiniz?"
Dinleyici localarına alınan profesör hezaren koltuklarda oturan ve ayaklarını önlerindeki sıraların
üzerine uzatmış olan milletvekilleri gördü.
Meclis başkanı ayağa kalktı ve genel umursamazlık içinde pek de işitilmeyen bir sesle konuştu.
Tercümanın çevirdiği sözler şöyleydi:
"Mongolya pazarının açılma savaşı devletin başarısıyla sonuçlanmıştır; harcamaların maliye
komisyonuna gönderilmesini öneriyorum..."
"Karşı görüş var mı?"
"Önerge kabul edilmiştir."
"Üçüncü Zelanda pazarının açılma savaşı devletin başarısıyla sonuçlanmıştır, harcamaların maliye
komisyonuna gönderilmesini öneriyorum..."
"Karşı görüş var mı?"
"Önerge kabul edilmiştir."
"Yanlış mı duyuyorum?" diye sordu Profesör Obnubile. "Siz, bir endüstri devleti, savaşlar
yapıyorsunuz?"
"Elbette," dedi tercüman, "bunlar endüstri savaşlarıdır. Ticaret ve endüstrisi olmayan devletler
savaş yapmak zorunda değildirler; ama zengin bir ulus fetih politikası uygulamak zorundadır.
Açtığımız savaşların sayısı üretim artışımızla birlikte gider. Bir sanayi kolumuz ürettiğini satamaz
olduğunda yeni bir savaşla ona yeni pazarlar bulmak gerekir. Örneğin, bu yıl bir kömür savaşı, bir
bakır savaşı, bir pamuk savaşı oldu. Üçüncü Zelanda'ya şemsiye ve pantolon askısı satabilmek için
halkının üçte ikisini öldürmek zorunda kaldık."
O sırada meclisin ortalarında oturan şişman bir milletvekili kürsüye geldi.
"Zümrütistan Cumhuriyeti'ne savaş açılması için önerge vermek istiyorum," dedi. "Bunlar utanmadan
tüm dünya pazarlarında bizim sosis ve jambomlarımızla rekabet ederek et endüstrimizle alay
ediyorlar."
"Kim bu milletvekili?" diye sordu profesör.
"O bir domuz tüccarıdır."
"Karşı görüş var mı?" diye sordu başkan. "Önergeyi oylatıyorum."
Zümrütistan'a savaş açılması el kaldırılarak büyük bir çoğunlukla kabul edildi.
"Nasıl?" diye haykırdı Obnubile, "bu kadar acele ve umursamazlıkla bir savaşa karar verdiniz?.."
"Oh! Bu pek önemsiz bir savaş, yalnızca sekiz milyon dolara mal olacak."
"Ama insanlar..."
"İnsanlar da bu sekiz milyon doların içinde."
O zaman Profesör Obnubile başını elleri arasında alıp acıyla düşündü:
"Madem ki uygarlık ve zenginlik de barbarlık ve yoksulluk kadar savaşlara yol açıyor, madem ki
insanların çılgınlık ve kötülüğünün çaresi yok, yapılacak tek bir şey kalıyor. Bilge kişi bu gezegeni
havaya uçuracak kadar dinamit bulmalı. Patlayıp parçaları uzaya yayıldığında evrende ufak da olsa bir
iyileşme olurdu, varlığı zaten kuşkulu olan evrensel vicdan biraz olsun rahat ederdi."
BEŞİNCİ KİTAP
YAKIN ÇAĞ
CHATILLON
I
PEDER AGARIC VE CORNEMUSE
Her yönetim düzeni mutsuzlar yaratır. Cumhuriyet, yani "kamu malı" yönetim düzeninde de böyle
oldu: Eski ayrıcalıklarını yitiren soylular giderek Draco hanedanının son üyesi olan Prens Crucho'ya
hayranlık ve umutla bakmaya başladılar. Bu genç prenste sürgünde olmanın verdiği üzünçlü bir
çekicilik vardı. Öbür mutsuzların başında, köklü ekonomik nedenlerle artık para kazanamayan küçük
esnaf geliyordu; bunlar önce destekledikleri cumhuriyeti zamanla tüm dertlerinin sorumlusu olarak
görmeye ve ondan her gün biraz daha uzaklaşmaya başlamışlardı.
Hıristiyanlar kadar Yahudi bankerler de, küstahlık ve açgözlülükleriyle, soyup aşağıladıkları ülkenin
başına bela olmuşlardı; her hükümet döneminde önlerinde bir engel olmadan işlerini
yürütebileceklerinden emin olduklarından, hükümetlerin kalması veya değişmesini önemsemiyorlardı.
Ancak, onların da gönlünde krallık yönetimi yatıyordu, böylece henüz genç ve çelimsiz olan sosyalist
rakiplerinden daha iyi korunabileceklerdi. Giderek, yaşam biçimlerine öykündükleri soyluların politik
ve dinsel düşüncelerini de benimsemeye başladılar. Özellikle, havai ve gösteriş seven banker hanımları
prensi seviyor ve onun sarayına konuk olabilmeyi düşlüyorlardı.
Fakat, cumhuriyetin de taraftarları ve savunucuları vardı. Cumhuriyet kendi memurlarının bağlılığına
güvenemiyorsa da, işçiler vardı: Gerçi onların zor yaşam koşullarını değiştirememişti, ama ne zaman
cumhuriyet tehlikeye girse taş ocaklarından, kulübelerinden ve zindanlarından kapkara ve bakımsız
yüzleriyle çıkıp alanlarda yürüyorlardı. Onun için canlarını verirlerdi, çünkü cumhuriyet onlara bir
umut vermişti.
Theodore Formose'nin başkanlığı döneminde, Alca kentinin sakin bir varoşunda, yaşamını çocukları
eğiterek ve nikah kıyarak sürdüren Agaric adında bir rahip vardı. Kendi okulunda, eskinin soylu fakat
tüm zenginliklerini yitirmiş ailelerin çocuklarına din, eskrim, ata binme dersleri veriyordu. Sonra,
çocuklar evlenecek yaşa geldiklerinde bu genç adamları, bankerlerin bol çeyizli ama hâlâ küçümsenen
kızlarıyla evlendiriyordu.
Uzun boylu, zayıf ve esmer olan Agaric, elinde tesbihi ve yüzünde düşünceli bir anlatımla sürekli
okulun koridorlarında ve bahçelerinde dolaşırdı. Öğrencilerine yalnızca eski din bilgilerini ve biçimsel
din kurallarını öğretmek, sonra da onları zengin kızlarla evlendirmekle kalmazdı. Onun çok daha büyük
politik niyetleri vardı ve dev bir planın gerçekleşmesi için yaşıyordu. Tüm düşüncesi ve yaşam amacı
cumhuriyeti devirmekti. Bunu kişisel çıkarı için istiyor değildi. Demokratik bir düzeni, kendini bedeni
ve ruhuyla adadığı tanrısal toplum düzenine aykırı görüyordu. Diğer rahip kardeşler de onun gibi
düşünüyorlardı. Cumhuriyet din adamları ve onların topluluklarıyla sürekli çatışma içindeydi. Kuşkusuz,
yeni düzeni devirme düşüncesi zor ve tehlikeli bir uğraştı. Ama Agaric hiç olmazsa yaman bir darbe
girişimi başlatabilirdi. Din adamlarının yüksek sınıflarla içli dışlı olduğu o dönemde, Alcalı soylular
üzerinde bu rahibin derin bir etkisi vardı.
Yetiştirdiği gençler, halk yönetimine karşı yürümek için ondan bir işaret bekliyorlardı. Eskinin soylu
aile çocukları sanat veya ticaretle uğraşmıyorlardı. Cumhuriyete hizmet ediyor, ama onu
sevmiyorlardı; ejderha başlığını özlüyorlardı. Ve Yahudi gelinler, soylu Hıristiyan sayılabilecekleri
umuduyla, kocalarının bu özlemlerini paylaşıyorlardı.
Bir temmuz günü, varoştan kırlara açılan tozlu bir yolda yürürken, yosun tutmuş bir köy kuyudan
yardım sesleri geldiğini işitti. Yakındaki bir kunduracıdan öğrendiğine göre hırpani kılıklı bir adam
"Yaşasın cumhuriyet!" diye bağırınca, oradan geçmekte olan süvari subayları adamı yakalayıp kuyuya
atmışlardı. Agaric basit olayların derin anlamları olduğuna inanırdı. Bu adamın kuyuya atılmasını, tüm
soylu ve asker sınıflarının artık kıvamına erdiğini ve harekete geçme zamanının geldiğini gösteren bir
belirti olarak gördü.
Ertesi gün, Conil Ormanı içinde yaşayan Peder Cornemuse'ü görmeye gitti. Bu büyük din adamını
laboratuvarında, imbikten altın renkli bir sıvıyı damıtırken buldu.
Peder Cornemuse kısa boylu, şişman, kırmızı yanaklı ve başında saç kalmamış yaşlı bir adamdı. Göz
kapakları kobaylarınki gibi kırmızıydı. Konuğunu saygıyla buyur etti; ona kendi ürettiği ve satışından
iyi para kazandığı Azize Pembekız Şurubu'ndan sundu.
Agaric şurubu eliyle geri çevirdi. Sonra, büyük ayakları üzerinde dikilip buruşuk şapkasını göbeğinin
üstünde sıkı sıkı tutarak sessizce bekledi.
"Otursanıza" dedi Cornemuse.
Agaric topal bir tabureye ilişti ama sessizliğini bozmadı.
O konuşmayınca, Conil Ormanı'nın din adamı üsteledi:
"Ya genç öğrencileriniz ne yapıyorlar? Çocuklar iyi okuyorlar mı?"
- Çok hoşnutum," dedi Agaric. "İşin püf noktası temel ilkeleri öğretmekte. Düşünmeye başlamadan
önce iyi düşünmeyi öğrenmek gerekir. Sonra çok geç olur... Çevremde avunacak çok şey buluyorum.
Doğrusu, zor zamanlar yaşıyoruz.
"Ne yazık ki öyle!" diye içini çekti Cornemuse.
"Kötü günler geçiriyoruz."
"Sınama günleri bunlar..."
"Ancak, Cornemuse, kamuoyu sandığımız kadar yozlaşmış değil."
"Olabilir."
"Halk kendisini sefil eden ve hiçbir şey yapmayan bu hükümetten bıkmış. Her gün yeni skandallar
patlıyor. Cumhuriyet utanç içinde boğuluyor. Sonu geldi."
"Tanrı sizi işitsin!"
"Cornemuse, Prens Crucho hakkında ne düşünüyorsunuz?"
"Sevimli bir genç, ulu bir hanedana layık bir oğul. Onun bu genç yaşta sürgün acısı çekmesine
üzülüyorum. Sürgündekiler için baharda çiçekler açmaz, güzün meyveler olmaz. Prens Crucho doğru
yolda; din adamlarına saygılı, tapınımını yerine getiriyor; ayrıca benim şurubumun da iyi bir tüketicisi."
"Cornemuse, yoksul veya zengin birçok yuvada onun dönüşü özleniyor. Bana inan, o geri gelecek."
"Cüppemi onun yoluna sermeden ölmeyeyim!" diye iç çekti Cornemuse.
Onun bu duygularını öğrenen Agaric, kendi algıladığı biçimde halkın özlemlerini anlattı. Soylular ve
askerlerin halk yönetiminden bıktığını, ordunun yeni aşağılamalara artık katlanmak istemediğini,
memurların ihanete hazır, mutsuz halkın ayaklanıp kilise düşmanlarını Alca kuyularına atmaya hazır
olduğunu anlattı. Sonuç olarak büyük bir darbe vurmanın zamanı geldiğini söyledi:
"Penguen halkını," diye haykırdı, "bu acımasızlardan ve kendi nefsinden kurtarıp ejderha tacını yerine
geri koyabiliriz! Eski ulu devleti, inancın onurunu ve kilisenin bereketini geri getirebiliriz. İstersek
bunu başarabiliriz. Yeterli servetimiz ve gizli yerlerde etkimiz var; gazetelerimizdeki ateşli yazılarla
kent ve köylerdeki din adamlarına iletiler verebiliyor, onların inançlarını ayağa kaldıracak ateşi canlı
tutabiliyoruz. Onlar ateşle topluluklarını harlandıracaklar. Ordunun en büyük önderleri ve halkın
önemli temsilcileriyle gizli bağlantım; ayrıca, şemsiye tüccarları, şarapçılar, mağaza tezgahtarları,
gazete çığırtkanları, fahişeler ve polisler arasında da bana bilmeden hizmet edenler var.
Gerektiğinden fazla adamımız var. Daha ne bekliyoruz? Harekete geçelim!"
"Ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye sordu Cornemuse.
"Büyük bir kalkışmayla cumhuriyeti devirmek ve Draconit tahtına Crucho'yu geçirmek istiyorum."
Cornemuse dilini uzun süre dudakları üzerinde gezdirip tatlı bir sesle şöyle dedi:
"Elbette Draconitleri yeniden başa geçirmek istenebilecek bir şeydir, ben de bütün yüreğimle
isterim bunu. Cumhuriyete gelince, onun hakkında ne düşündüğümü biliyorsunuz... Fakat, onu kendi
yazgısıyla başbaşa bırakıp özünde var olan kötü hastalıktan ölmesini beklemek daha doğru olmaz mı?
Sizin önerdiğiniz şey, sevgili Agaric, soylu ve yiğit bir yol. Bu büyük ve talihsiz ülkeyi kurtarıp ilk
günlerindeki görkemine kavuşturmak güzel olurdu. Ama, bir düşünün: Bizler Penguen olmaktan önce
Hıristiyanız. Politik girişimlerle dinimizin adını lekelemeye karşı çok dikkatli olmalıyız."
Agariç hışımla yanıt verdi:
"Hiç korkmayın. Komplonun tüm ipleri elimizde olacak, fakat bizler gölgede kalacağız. Bizi
görmeyecekler."
"Süt içindeki sinekler gibi," diye mırıldandı Conil Ormanı'nın adamı.
Sonra kırmızı gözkapaklarını meslektaşının üzerine dikip şöyle dedi:
"Dikkat edin, sevgili dostum. Cumhuriyet sandığınızdan daha güçlü olabilir. Sakın onu bu saatte
uyuduğu gevşeklik uykusundan uyandırmakla gücünü artırmış olmayalım? O çok kurnazdır, saldırırsak
kendini savunur. Yaptığı kötü yasalar şimdilik bize ilişmiyor; ama korktuğu zaman bizi ezecek yasalar
koyar. Tüylerimizi bırakabileceğimiz bir savaşa sorumsuzca kalkışmayalım. Zaman uygun diyorsunuz,
öyle mi? Buna inanmıyorum, nedenini size söyleyeyim. Var olan yönetim düzenini aslında pek kimse
tanımıyor. O kendisini halkın malı diye tanıtıyor. halk buna inandığı için demokrat ve cumhuriyetçi
olmayı sürdürüyor. Ama sabredin! Aynı halk bir gün cumhuriyetin gerçekten kamu malı olmasını
isteyecektir. Bu tür halkın malı olma savlarını ne kadar saçma ve kutsal düzene aykırı bulduğumu
söylememe gerek yok. Ama halk kendisinin olanı isteyecek ve alacaktır; bu da var olan yönetim
düzeninin sonu olacaktır. Bu anın gelmesi pek yakındır. İşte bizler, yüce amaçlarımız için, o zaman
harekete geçmeliyiz! Bekleyin! Ne acelemiz var? Varlığımız tehlikede değil, yaşamımız
katlanılmayacak kadar zorlaşmadı. Cumhuriyet bize saygı göstermiyor, sözümüzü dinlemiyor;
rahiplere hak ettikleri payeleri vermiyor. Ama yaşamamıza izin veriyor. Ne kadar yaşarsak o kadar
güçleniyoruz. Cumhuriyet bize düşman, ama kadınlar bizi sayıyorlar. Tövbekar başkan Formose
ayinlerimize katılmıyor, ama karısı ve kızları her pazar dizlerime kapanıyor. Şişelerimden düzinelerce
alıyorlar. Soylular arasında bile böyle iyi müşterim yok. Şunu açıkça itiraf edelim: Dünya üzerinde
kilise ve rahiplere bu kadar yararlı başka bir ülke yoktur. Başka hangi ülkede bu kadar bol sayıda ve
bu kadar yüksek fiyata şifalı merhemimizi, kuvvet macunumuzu, tespihlerimizi, atkılarımızı, okunmuş
sularımızı ve Azize Pembekız Şuruplarımızı satabiliriz. Hangi ülke halkı elimizle yaptığımız bir haç
işaretine, ağzımızdan çıkan birkaç duaya yüz ekü para öder? Bana gelince, bu sevimli, sadık ve uysal
Penguenistan'da bir balya kekik otundan çıkardığım bu şuruptan kazandığımın binde birini, Avrupa ve
Amerika'nın en kalabalık ülkelerinde kırk yıl boyunca vaaz verip ciğerlerimi paralasam bile
kazanamam. İçten olalım, bir polis komiseri beni gelip götürse ve Gece Adaları'na sürgüne giden bir
gemiye bindirse Penguenistan daha mı mutlu olurdu?"
Böyle konuştuktan sonra, Cornemuse ayağa kalktı ve konuğunu büyükçe bir çiftlik yapısına götürdü.
Orada, mavi önlükler giymiş yüzlerce yetim çocuk şişeleri paketliyor, kasaları çakıyor ve etiketleri
yapıştırıyorlardı. Çekiçlerin gürültüsü ve raylarda ilerleyen şişelerin çınlaması kulakları sağır
ediyordu.
"Gönderimleri buradan yapıyorum, dedi Cornemuse. Devletin orman içinden kapıma kadar gelen bir
demiryolu yapmasını sağladım. Gördüğünüz gibi, cumhuriyet tüm inançları yıkamamış."
Agaric bilge damıtıcıyı inandırmak için son bir çaba gösterdi. Başarının kesin, çabuk ve parlak
olacağını göstermeye uğraştı.
"Buna katkıda bulunmak istemez misiniz?" diye ekledi. "Kralınızı sürgünden kurtarmak istemez
misiniz?"
"İnançlı kişilere sürgün tatlı gelir," dedi Conil Ormanı'nın adamı. Bana inanıyorsanız, sevgili dostum
Agaric, şimdilik tasarınızdan vazgeçersiniz. Bana gelince, pek düş kurmuyorum. Beni nelerin
beklediğini biliyorum. Aranıza katılmasam bile, siz yitirdiğinizde bedelini ödeyenler arasında ben de
olacağım."
Peder Agaric dostundan izin isteyip ayrıldı ve sevinçle okuluna döndü. "Cornemuse," diye düşündü,
"komployu önleyemeyeceğini anlarsa, başarılı olmasını ister ve gerekli parayı verir." Agaric
yanılmıyordu. Gerçekten de rahiplerin dayanışması böyleydi, içlerinden birinin eylemlerine tümü
katılırdı. Huylarının en iyi ve en kötü yanı da buydu.
II
PRENS CRUCHO
Agaric vakit yitirmeden, eskiden yakın görüştüğü Prens Crucho'ya gitmeye karar verdi. Şafakla
birlikte bir sığır tüccarı kılığında okulun yan kapısından çıktı ve limandan Aziz Mael gemisine bindi.
Ertesi gün Foklar Ülkesi'nde karaya çıktı. Prens Crucho sürgünün acı ekmeğini bu konuksever
ülkedeki Chatterlings şatosunda yiyordu.
Agaric onu asfalt yolda bir otomobilde iki güzel kızla saatte yüz otuz kilometre hız yaparken buldu.
Onu gören din adamı kırmızı şemsiyesini sallayınca prens arabasını durdurdu.
"Siz misiniz, Agaric? Binin bakalım! Zaten üç kişiyiz, ama biraz sıkışabiliriz. Bu bayanlardan biri sizin
kucağınıza otursun."
Dindar Agaric arabaya bindi.
"Haberler nasıl, sayın pederim?" diye sordu genç prens.
"Haberler büyük," dedi Agaric. "Konuşabilir miyim?"
"Konuşun. Bu bayanlardan hiçbir şeyimi saklamıyorum."
"Majesteleri, Penguenistan sizi istiyor. Onun çağrısını duymazdan gelemezsiniz.
Agaric kamuoyunun son durumunu özetledi ve büyük bir komplonun planını açıkladı.
"Benim bir işaretimle," dedi, "tüm yandaşlarınız ayaklanacaklar. Eli öpülesi rahipleriniz cüppelerini
sıvayıp ellerine haçlarını alacak ve silahlı kalabalığı Formose'un sarayına yürütecekler.
Düşmanlarımızın ruhuna korku ve dehşet salacağız. Tüm bu uğraşılarımız karşılığında sizden tek
isteğimiz var: Bunları boşa çıkarmayın. Gelip size hazırladığımız tahta çıkın."
Prens şöyle dedi:
"Alca'ya yeşil bir at üstünde gireecğim."
Agaric bu erkekçe yanıtı beğendi. Gerçi, alışık olmadığı biçimde kucağında bir bayan vardı ama, genç
prense krallık görevlerine sadık olmayı öğütledi.
"Majesteleri," diye ağlayarak haykırdı. "Bir gün sizi sürgünden kurtarıp halkınıza kavuşturan,
atalarınızın tahtına Draco'nun tacıyla oturtanların din adamları olduğunu anımsarsınız. Kral Crucho,
şanınız ve onurunuz atanız Büyük Draco kadar olsun!"
Duygulanan genç prens koruyucusunu kucaklamak istedi; ancak bu sıkışık arabada iki güzel kızın
arasından ona ulaşmak kolay olmadı.
"Sayın pederim," dedi, "bu kucaklaşmaya tüm Penguenlerin tanık olmasını isterdim."
"Gerçekten bu yaman bir görüntü olurdu."
Bir yandan kasaba ve köy sokaklarından hızla geçen araba, tavuk, kaz, hindi, ördek, ispenç tavuğu,
kedi, köpek, domuz, çocuk, ırgat ve köylü, ne çıkarsa iştahlı tekerlerinin altında ezip geçiyordu.
Bu arada Agaric aklında büyük planlarını sıralıyordu. Kızların arasından zor işitilen sesiyle şöyle dedi:
"Para gerekiyor, hem de çok para."
"O sizin işiniz," dedi prens.
Sonunda şatonun demir kapısı büyük otomobilin önünde açıldı.
Akşam yemeği görkemli oldu. Kadehler Draco tacının şerefine kalktı. Herkesin bildiği gibi, ağzı kapalı
bir kadeh egemenlik işaretidir. Nitekim, Prens Crucho ve eşi Prenses Gudrune ayin kabına benzeyen
kadehlerden içtiler. Prens Penguenistan'ın beyaz ve kırmızı şaraplarından bol bol tattı.
Crucho gerçek prenslere layık bir eğitim görmüştü: Otomobil kullanmaktaki becerisi yanında, kendi
tarihini de bilmiyor değildi. Şanlı ailesinin antikalarını ve resimlerini tanımakta usta olduğu
söyleniyordu. Bu kültürünün bir kanıtını tatlı sırasında verdi. Ünlü kadınların ortak özelliklerinin
konuşulduğu bir sırada şöyle dedi:
"Adını almış olduğum Kraliçe Crucho'nun göbeğinin altında bir ben olduğu doğrudur."
Agaric o akşam prensin üç yaşlı danışmanıyla ciddi bir görüşme yaptı. Para için, damadını kral görmek
isteyen kayınpedere, soylular arasına girmeye istekli bazı Yahudi bayanlara ve Foklar Ülkesi'nin naip
prensine başvurmaya karar verildi. Bu sonuncusu, halkının tarihsel düşmanı olan Penguenleri
zayıflatmak için Crucho'nun tahta geçmesinin yararlı olacağını düşünüyordu.
Üç yaşlı danışman aralarında sarayın baş görevlerini paylaştılar; mabeyinci, baş yargıç ve haznedarlık
görevlerinden geri kalanları prensin çıkarına uygun olarak başkalarına dağıtma görevini din adamına
bıraktılar.
"Özveriyi ödüllendirmek gerekir," dediler danışmanlar.
"İhaneti de," dedi Agaric.
"Çok doğru," dedi darbeler uzmanı olan danışman Marki Septplaies.
Sonra dans edildi. Balodan sonra Prenses Gudrune yeşil giysisinin eteklerini yırtıp kokartlar yaptı;
bunlardan birini kendi eliyle rahibin göğsüne iliştirirken din adamının gözlerinden mutluluk ve minnet
yaşları akıyordu.
Hemen o sabah, prensin başseyisi M. de Plume yeşil bir at bulmak için harekete geçti.
III
GİZLİ GÖRÜŞME
Penguenlerin başkentine dönen Peder Agaric düşüncelerini, Draco yanlısı görüşlerini bildiği Prens des
Boscenos'a açtı.
Prens de Boscenos'un soylular arasında iyi bir adı vardı. Boscenoslu Torticol ailesinin soyağacı Dindar
Brian'a kadar uzanıyordu ve krallık tarihinde yüksek görevlerde bulunmuşlardı. 1179'da
Penguenistan'ın büyük amirali olan Philip Torticol cesur, sadık, şevketli ama kinci olduğundan, aşığı
olduğu Kraliçe Crucho'nun kendisini bir ahır seyisiyle aldattığından kuşkulanarak La Crique limanını ve
tüm Penguen deniz filosunu düşmana teslim etmişti. Boscenoslara o ünlü altın banyo küvetini bu büyük
kraliçe armağan etmişti. Bu ailenin parolası 16. yüzyıldan kalmadır; nasıl olduğunu anlatayım. Bir şölen
gecesi, kralın bahçesinde havai fişek gösterisini izleyen nedimelerin kalabalığı arasına karışan Dük
Jean des Boscenos, Skull Düşesi'ne yanaştı ve elini kadının eteğinin altına soktu. Soylu kadın sesini
çıkarmadı; ama oradan geçmekte olan kral onları bu durumda görünce şöyle demekle yetindi: "Ha
şöyle, keyfiniz yerinde olsun." İşte, bu beş sözcük Boscenosların parolası oldu.
Prens des Boscenos ataları gibi yozlaşmış değildi; Draconitlerin kanına tükenmez bir bağlılık besliyor,
Prens Crucho'nun ve kendi yitik servetlerinin geri gelmesini iple çekiyordu. Bu nedenle, rahip
Agaric'in komplosunu hevesle benimsedi. Hemen din adamının tasarılarına katıldı ve onu, yakın
çevresinde tanıdığı en ateşli krallık yanlıları olan Kont Clena, Bay de la Trumelle, Vikont Olive ve Bay
Bigourd ile ilişkiye geçirdi. Tüm bu kişiler bir gece, Alca'nın iki fersah batısında Dük Ampoule'un kır
evinde toplanıp yol ve yordam görüştüler.
Bay de la Troumelle yasal eylemden yanaydı:
"Yasal sınırlar içinde kalmalıyız," dedi özetle. "Bizler düzen adamlarıyız. Umutlarımızın gerçekleşmesi
için yorulmadan propaganda yapmalıyız. Ülkenin kafa yapısını değiştirmek gerekir. Davamız haklı
olduğu için kazanacaktır."
Prens des Boscenos karşı düşüncedeydi. Ona göre haklı davaların haksızlar kadar, hatta daha da çok,
güç kullanmaya gereksinimi vardı.
"İçinde bulunduğumuz durumda," diye açkıladı sakin bir sesle, "üç eylem yolu gözüküyor: Kasap
çıraklarını yanımıza çekmek, bakanları ihanete zorlamak ve Başkan Formose'u kaçırmak."
"Formose'u kaçırmak yanlış olur," diye Bay de la Trumelle karşı çıktı. "Başkan bizimle birlikte."
Bir Draco yanlısının başkanı kaçırmayı önermesi ve başka bir Dracocunun onun dost olduğunu ileri
sürmesi cumhurbaşkanının davranış ve düşüncelerini yeterince açıklıyordu. Formose, hayran olduğu ve
tavırlarına öykündüğü kralcılara sempatiyle bakıyordu. Ancak, Draco tacından söz edildiğinde
gülümsüyorsa, bu, onu kendi başına takmayı düşündüğü içindi. Kesin bir yetke ona çekici geliyordu; bu
yetkeyi kullanmaktan çok, öyle görünebilmek hoşuna giderdi. Ünlü bir Penguen tarihçinin dediği gibi,
"o bir kazdı".
Prens des Boscenos elde silah parlamentoyu ve Formose'un sarayını basma düşüncesini üsteledi.
Kont Clena daha da doluydu:
"Önce cumhuriyetçileri ve tüm yardakçılarını kılıçtan geçirelim, boğazlayalım ve barsaklarını dökelim.
Gerisini sonra düşünürüz."
Bay de la Trumelle ılımlıydı. Ilımlılar şiddete hep ılımla karşı çıkarlar. Kont Clena'nın düşüncesinin
soylu ve yiğit bir duygudan kaynaklandığını kabul ediyordu; ancak, utangaç bir sesle bunun ilkelere
aykırı ve bazı tehlikeleri olduğunu belirtti. Sonunda, tartışmaya açık olduğunu söyledi.
"Halka bir çağrı yapalım," diye önerdi. "Onlara kim olduğumuzu bildirelim. Merak etmeyin, ben
bayrağımı cebimde taşıyacak değilim."
Bay Bigourd söz aldı:
"Baylar, Penguenler yeni düzenden yakınıyorlar, çünkü onun nimetlerinden yararlanıyorlar;
durumundan hep yakınmak insanın doğasında vardır. Fakat, aynı zamanda düzen değiştirmekten de
korkarlar, yenilik onları ürkütür. Bu halk Draco'nun değerini bilmedi; şimdi arada bir onu özlediklerini
söylüyorlarsa onlara inanmayın: Kısa süre içinde, düşünmeden konuştuklarını anlayacaklardır. Bizim
hakkımızdaki düşünceleri konusunda kendimizi aldatmayalım. Bizi sevmiyorlar. Soylulardan nefret
ediyorlar; ya bize gıpta ettikleri yahut da eşitlik duygusunu sevdikleri için. Bu iki duygu halkta bir
araya geldiğinde tehlikeli olur. Kamuoyu bize karşı değil, çünkü bizi umursamıyor. Ama, ne istediğimizi
öğrendiği an, arkamızı bırakır. Demokratik yönetim düzenini yıkıp yerine ejderha başını getirmek
istediğimizi belli edersek, yandaşımız kim kalır? Kasap çırakları ve Alca esnafı. Hem bu esnafa da
sonuna kadar güvenebilir miyiz? Onlar şimdi mutsuz, ama yüreklerinin içi cumhuriyetçidir. Crucho'yu
yeniden görmektense, o berbat mallarını mutsuz bir yüzle satabilmeyi yeğlerler. Açığa çıkarsak,
onları ürkütürüz.
Bizi sevimli bulmaları ve arkamızdan gelmeleri için, bizim cumhuriyeti devirmek değil, tersine onu
sağlamlaştırmak, temizlemek, güzelleştirmek, süslemek, kısacası daha yüce ve sevimli kılmak
istediğimize inanmaları gerekir. İşte bu nedenle kendi başımıza hareket etmemeliyiz. Var olan
düzenden yana olmadığımızı biliyorlar. Cumhuriyet dostu birine, hatta bu düzenin savunucusu birine
başvuralım. Bunlardan ortalıkta çok var. En popüler ve en cumhuriyetçi olanını seçelim; onu iltifat ve
verilmiş sözlerle, özellikle sözlerle, kazanalım. Verilmiş sözler daha ucuz ama daha etkilidirler; umut
verirken daha çok şey verilmiş olur. Onun kafası fazla çalışan biri olması gerekmez. Hatta, zeki
olmamasını yeğlerim. Çünkü, budalalar hilecilikte eşsiz bir incelik gösterirler. Bana inanın baylar, kamu
malını kamudan birine yıktırın. Ama, enerjik olurken önlemi elden bırakmayın! Bana gereksinme
duyarsanız, her zaman buyruğunuzdayım."
Bu söylev dinleyenler üzerinde derin bir etki oluşturmakla kalmadı. Din adamı Agaric özellikle
yararlandı. Ama herkes gelecek sanları ve onurları düşlüyordu. Hemen, orada bulunanların tümünün
üyesi olduğu, gizli bir hükümet taslağı hazırlandı. Takımın en büyük para kaynaklarından Dük Ampoule
maliye bakanı seçildi ve propaganda giderlerini tek elde toplamakla görevlendirildi.
Toplantı sona ermek üzereydi ki karanlığın içinden gür bir köylü sesi, eski bir halk şarkısını
söylemeye başladı:
Boscenos şişko bir domuzdur;
Ondan sucuk yapacağız,
Ve sosis ve jambon
Yoksulların noel gecesinde.
Bu, Alca'da iki yüz yıldır bilinen bir şarkıydı. Prens des Boscenos bu şarkıdan nefret ederdi. Hemen
verandaya çıktı; şarkı söyleyen adam kilisenin çatısına arduaz taşı döşeyen bir işçiydi. Ondan, kibarca
başka bir şarkı söylemesini istedi.
"Canım ne isterse onu söylerim," dedi adam.
"Bakın, dostum, bana iyilik edin..."
"Size iyilik etmeyi canım istemiyor."
Prens des Boscenos genelde sakin biriydi, ama inatçı ve boğa gibi güçlüydü.
"Alçak, in aşağı! yoksa ben oraya geleceğim" diye gürledi.
Çatıya ata biner gibi oturmuş olan işçi kımıldamayınca, prens hemen kulenin merdivenlerinden çatıya
kadar çıktı ve şarkıcının üzerine atıldı. Onu bir yumrukta merdivenlerden aşağıya yuvarladı. O sırada,
tavan arasında çalışmakta olan yedi-sekiz kadar marangoz, arkadaşlarının çığlığı üzerine dışarı
fırladılar. Çatıda prensi görünce, aşağı inmesini beklemeden yanına vardılar. O gece prens, yüz otuz
yedi basamaklı merdiveni başı üzerinde inmek zorunda kaldı.
IV
VİKONTES OLİVE
Penguenler dünyanın en güçlü ordusuna sahiptiler. Foklar da öyle. Öbür tüm Avrupa ülkelerinde de
durum böyleydi. Biraz düşünülürse bu pek şaşırtıcı gelmemelidir. Çünkü dünyanın tüm orduları en
güçlüdürler. Eğer ikinci güçlü bir ordu var olsaydı, çoktan yenilip yok olmuş olurdu. Bu yüzden tüm
ülkelerin orduları en güçlüdürler. Bu gerçeği bilen Albay Marchand, Rus-Japon savaşı sırasında, Yalu
ırmağı geçilmeden önce gazetecilerin bir sorusu üzerine, hem Rus ve hem de Japon ordularının en
güçlü olduğunu söylemişti. Bir ordunun en büyük hezimete uğramış olması onu birinci konumundan
aşağı indirmez. Çünkü, her ülke zaferlerini generallerinin zekasına ve askerlerinin cesaretine bağlar
da, yenilgilerin hep şanssızlıktan kaynaklandığını söyler. Bunun tersine, donanma gücü gemi sayısına
bağlıdır. Bir birinci, ikinci, üçüncü donanma hep vardır. Bu nedenle, deniz savaşlarının sonuçları
önceden bilinir.
Penguenler dünyanın en güçlü ordusuna ve ikinci güçlü donanmasına sahiptiler. Bu donanmanın
komutanı ünlü Amiral Chatillon idi. Amiral soylu bir aileden gelmiyordu; halk çocuğuydu ve halk kendi
saflarından çıkan birinin bu yüksek oruna gelmesinden hoşnut olup onu seviyordu. Chatillon
yakışıklıydı; mutluydu; hiçbir şey düşünmüyordu: Hiçbir tasa onun bakışlarındaki erinci karartmıyordu.
Aziz Peder Agaric, Bay Bigourd'un gerekçelerine katılarak, cumhuriyeti ancak onun savunucularından
birinin eliyle yıkabileceklerine inadı ve dikkatini Amiral Chatillon'da yoğunlaştırmaya başladı. Dostu
peder Cornemuse'e gidip yüklü bir borç istedi. Yaşlı damıtıcı içini çekerek parayı verdi. Agaric bu
parayla altı yüz kasap çırağı tuttu ve onlara, caddelerden her geçişinde amiralin atının arkasından
koşup "Yaşasın Amiral!" diye bağırmalarını söyledi.
Artık Chatillon ne zaman dışarı bir adım atsa alkışlanıyordu.
Vikontes Olive ondan gizli bir randevu istedi. Amiral onu komutanlığında gemi demirleri, çıpalar ve
elbombalarıyla süslü bir salonda karşıladı.
Kadının üstünde gri mavi sade bir giysi, güzel sarışın başında güllerle süslü bir şapka vardı. Yüzündeki
tülün altında gözleri yakut gibi parlıyordu. Soylular arasında, geçimini Yahudi bankerlerden sağlayan
bu kadın kadar güzeli yoktu. Uzun boylu ve güzel vücutluydu.
"Amiral," dedi tatlı bir sesle, "size olan duygularımı artık saklayamıyorum. Doğaldır ki... kahraman bir
subayımız..."
"Çok naziksiniz, madam, Bu ziyaretinizi neye borçlu olduğumu bana söyler misiniz?"
"Uzun zamandır sizi görmek, sizinle konuşmak istiyordum. Bu yüzden, size bir ileti getirme görevini
üzerime aldım."
"Lütfen, oturun."
"Burası ne kadar huzur verici!"
"Evet, sakin bir yerdir."
"Kuşların ötüşü duyuluyor."
"Lütfen oturun, sayın madam."
Kadın ışığa karşı bir sandalyeye oturdu:
"Amiral, size çok önemli bir görevle geliyorum..."
"Lütfen, sözlerinizi açıklayın."
"Amiral, hiç Prens Crucho'yu gördünüz mü?"
"Asla."
Kadın içini çekti.
"Ne yazık! Oysa o sizi görmekten çok mutlu olurdu. Sizi beğeniyor ve saygı duyuyor. Çalışma
masasının üstünde, annesinin resminin yanında sizin resminiz duruyor. Ah, birbirinizle tanışmamanız
ne kadar yazık! O çok iyi bir prens ve kendisi için çalışanları unutmayan bir nisan! Ne büyük bir kral
olurdu. Ama, olacak: Bundan kuşku duymayın. O, sanıldığından çok daha erken geri gelecek. Bana
verilen görev, size iletmemi istedikleri de işte bu ko..."
Amiral ayağa kalktı:
"Bir sözcük daha etmeyin, sayın madam. Ben cumhuriyetin saygısına ve güvenine sahibim. Ona ihanet
etmem. Hem, neden ihanet edebilirim ki? İkbal ve onurlarla ağırlanıyorum."
"Ama ikbal ve onurlarınız, saygıdeğer amiralim, gerçek değerinizin çok altında. Eğer sizi layıkıyla
ödüllendirselerdi, şimdi başkomutan olur, hem kara ve hem de deniz ordularına komuta ederdiniz."
"Her hükümet biraz iyilikbilmezdir."
"Evet, ama cumhuriyetçiler sizi kıskanıyorlar. Bu adamlar tüm üstün insanlardan çekinirler. Hele,
askerlere katlanamazlar. Ordu ve donanmayla ilgili her şey onlara iğrenç gelir. Sizden korkuyorlar."
"Olabilir."
"Ama bu alçaklar ülkeye yazık ediyorlar. Penguenistan'ı kurtarmak istemez misiniz?"
"Bu nasıl olacak ki?"
"Hükümeti tüm bu düzencilerden temizleyerek."
"Ne diyorsunuz, sayın madam?"
"Kesinlikle olacak olanı sizin yapmanızı istiyorlar. Siz olmazsanız başka biri bunu yapacak. Örneğin,
başkomutan tüm bakanları, milletvekillerini ve senatörleri denize döküp Prens Crucho'yu çağırmaya
hazır."
"Ah! Alçak adam!" diye bağırdı amiral.
"Onun size yapacağını siz ona yapın. Prens hizmetinizi ödüllendirecektir. Size mareşal kılıcı ve yüklü
bir gelir armağan edecek. Ben bu arada, size onun dostluğunun bir armağanını vermekle
görevlendirildim."
Kadın bunu söyleyerek göğsünden yeşil bir kokart çıkardı.
"Nedir bu?" diye sordu amiral.
"Crucho size armasını gönderiyor."
"Lütfen, onu geri götürür müsünüz?"
"Gidip başkomutana sunsunlar diye mi? Hayır, asla! Amiralim, bırakın onu kendi ellerimle şanlı
göğsünüze iliştireyim."
Amiral genç kadını yavaşça uzaklaştırmak istedi. Ama, son birkaç dakikadır onu çok çekici bulmaya
başlamıştı. Hele, iki güzel çıplak kol ve ellerinin pembe ayaları yüzüne dokunmaya başlayınca bu
heyecanı daha da arttı. Fazla direnmedi. Kokart takıldıktan sonra, kadın Chatillon'u yerlere kadar
eğilerek "başkomutanım" diye selamladı.
Deniz adamı şöyle dedi:
"Her asker gibi, ben de hırsları olan biriydim, bunu saklamıyorum. Belki hâlâ öyleyim; ama şimdi sizi
gördükten sonra, bir tek dileğim var: Sizinle yüreklerimizi birleştirmek."
Kadın gözkapaklarının altında parlayan yakut bakışlarıyla onu süzdü:
"Bu da olabilir tabii... Ah, ne yapıyorsunuz, amiralim?
"Yüreğinize giden yolu arıyorum."
Sonra, amiralin yanından çıkan Vikontes doğruca peder Agaric'e gidip rapor verdi.
"Oraya yine dönmeniz gerekecek, sayın madam" dedi ciddi rahip.
V
PRENS DES BOSCENOS
Draco hesabına çalışan gazeteler sabah akşam Chatillon'a övgüler sıralıyor, cumhuriyetin öbür
görevlilerine kınama ve aşağılayıcı sözler yağdırıyorlardı.
Alca caddelerinde Chatillon'un portresi dolaştırılıyordu. Köprü başlarında Chatillon büstleri
satılıyordu.
Chatillon her akşam, beyaz atının üstünde, sosyetenin gezinti yaptığı Kraliçe Parkı'nda bir gezinti
yapıyordu. Onun geçtiği yollara Dracocular bir yığın yoksul Pengueni toplayıp, "Bize Chatillon gerek!"
diye bağırıyorlardı. Satıcı kadınlar "Ne kadar yakışıklı," diye mırıldanıyorlar, çılgın bir halk topluluğu
"yaşa!" haykırışları arasında, zengin kadınlar otomobillerini yavaşlatıp ona öpücükler gönderiyorlardı.
Bir gün tütüncü dükkânına girdiğinde, orada mektup atmakta olan iki Penguen Chatillon'u tanıyıp
gırtlaklarını yırtarcasına "Yaşasın Amiral! Cumhuriyetçiler aşağı!" diye haykırmaya başladılar. Oradan
geçenler dükkânın önünde toplandılar. Chatillon, şapka sallayıp alkışlayan coşkulu yurttaşların önünde
sakince durup purosunu yaktı. Kalabalık giderek artıyordu; sonunda o amirallik karargahına giderken,
neredeyse tüm kent halkı onun peşinden yürüdü.
Amiralin uzun yıllar birlikte çalıştığı ve görevini çok iyi yapan bir silah arkadaşı vardı. Altamiral
Volcanmoule adındaki bu asker altın gibi mert, kılıcı gibi sadık ve açık sözlü biriydi. Crucho yanlılarına
ve cumhuriyetin bakanlarına rasladığı zaman, ne mal olduklarını her iki yana da söylemekten geri
kalmazdı. Ama, Bay Bigourd onun bir yandan öbürüne laf götürdüğünü söylüyordu. Gerçekten de bu
asker birkaç kez açık sözlülüğüyle skandallar yaratmış, ama her defasında entrikalara yabancı bir
askerin deneyimsizliği sayılarak hoş görülmüştü. Her sabah Chatillon'a uğrar, silah arkadaşı olarak
onunla senli benli konuşurdu.
"Eee, işte ünlü oldun, babalık," diyordu ona. "Suratın pipoların, şarap şişelerinin üstünde görünmeye
başladı, Alcalı tüm sarhoşlar adını biliyorlar... Chatillon, Penguenlerin kahramanı! Chatillon,
Penguenlerin şanlı tarihinin savunucusu! Yahu, kim inanırdı buna?"
Ve kasıklarını tutup gülüyordu. Sonra, sesinin tonunu değiştirip:
"Şaka bir yana, sen bu başına gelenlere biraz şaşırmıyor musun?"
"Hayır!" diyordu Chatillon.
Bu arada Chatillon, Vikontes Olive ile buluşabilmek için, Johannes Talpa Sokağı'nda 18 numaralı
apartmanın giriş katında ve bahçe tarafında bir daire kiralamıştı. Her gün buluşuyorlardı. Amiral onu
çılgınlar gibi seviyordu. Tüm askerlik yaşamı boyunca, karada ve denizde, kırmızı, kara veya beyaz
derili, bazıları da güzel olan çok kadın tanımıştı; ama bunu tanımadan önce bir kadının ne olabileceğini
bilmiyordu. Vikontes Olive ona "sevgili dostum" dediği zaman başı göklere yükseliyor, bazen da
saçlarına birkaç yıldız takıldığı oluyordu.
Kadın her zaman biraz geç geliyor, çantasını komodinin üzerine bırakıp şöyle diyordu:
"Ah yoruldum, şöyle kucağınıza biraz ilişeyim."
Ve peder Agaric'ten duyduğu ipe sapa gelmez konulardan söz ediyordu. Adamla konuşurken, onu
öpücükler ve iç çekişleriyle mest ediyor, sonra bazen bir memurunu görevden uzaklaştırmasını, başka
birini işe almasını veya filoyu oraya buraya göndermesini rica ediyordu.
Sonunda şöyle diyordu:
"Ah, ne kadar gençsiniz, sevgili dostum!"
Ve adam onun her isteğini yapıyordu; çünkü bu sade adam başkomutanlık kılıcını taşımak ve yüklü bir
gelire kavuşmak istiyordu, çünkü Penguenistan'ı kurtarabileceğini düşlediği bu ikili oyun hoşuna
gidiyordu, çünkü aşıktı.
Bu enfes kadın ona, Crucho'nun karaya çıkması planlanan La Crique limanını tüm askerlerden
boşalttırdı. Böylece, prensin bir engelle karşılaşmadan Penguenistan'a girmesi sağlanmış oluyordu.
Peder Agaric halkın kıpırdanışını canlı tutmak için mitingler düzenliyordu. Draco yanlıları Alca'nın
otuz iki mahallesinde, özellikle yoksul kesimlerde her gün iki üç miting yapıyorlardı. Nüfusun büyük
bölümünü oluşturan küçük insanları ellerinde tutmak istiyorlardı. Özellikle, 4 Mayısta eski buğday
pazarında büyük bir toplantı yapıldı. Evlerinin eşiğinde oturan kadınlar ve çamurda oynayan çocuklar
da izlediler. Cumhuriyetçilere göre iki bin, Dracoculara göreyse altı bin kişi katılmıştı. Podyumda yer
alanlar arasında Prens ve Prenses des Boscenos, Kont Clena, Bay de la Tourelle, Bay Bigourd ve birkaç
zengin Yahudi bayan yer alıyordu.
Ulusal ordunun başkomutanı da gelmişti. Büyük alkış topladı.
Konuşmacılar dikkatle seçilmişti. Önce halktan biri, sarı sendikanın genel sekreteri olan Bay Rauchin
oturum başkanı seçildi. Kont Clena ile kasap çırağı Michaud arasında kürsüdeki yerini aldı.
Böylece, birçok ateşli söylev arasında, Penguenistan'ın özgür istenciyle seçtiği yönetim düzeni çamur
ve lağım diye nitelendirildi. Başkan Formose'a dokunmadılar. Crucho ve rahiplerin adı hiç geçmedi.
Toplantının yansız olduğu ilan edilmişti; çağdaş devletin ve cumhuriyetin savunucusu, el emekçisi bir
adam kürsüye çıktığında başkan Rauchin şöyle dedi:
"Sayın yurttaşlar, toplantımızda her görüşün olacağını söylemiştik. Bizim sözümüz sözdür;
karşımızdakiler gibi yalancı değil, namuslu insanlarız. Şimdi, karşı görüşte birine söz veriyorum, ama
ne söyleyeceğini Tanrı bilir! Sayın konuklar, lütfen duyacağınız sözlerden alınmayın, nefret ve
tepkilerinizi sona bırakın."
"Baylar..." diye başladı konuşmacı.
Daha sözünü bitirmeden yuh sesleri altında kürsüden aşağı yuvarlandı ve öfkeli kalabalığın ayakları
altına alındı; tanınmaz duruma gelen artıkları salondan dışarı atıldı.
Dinleyicilerin uğultusu dinmemişti ki Kont Clena kürsüye çıktı. Yuh sesleri alkışlara dönüştü ve
sessizlik sağlandıktan sonra, konuşmacı şöyle dedi:
"Arkadaşlar, şimdi damarlarınızda kan dolaşıp dolaşmadığınızı göreceksiniz. Görevimiz
cumhuriyetçileri kılıçtan geçirmek, boğazlamak ve barsaklarını dökmektir."
Bu söylev öyle bir alkış kopardı ki eski buğday hangarının pis duvarları ve kurt yeniği kirişlerinden
yükselen toz bulutları içerdekilerin üzerine yayıldı.
Sonunda, hükümeti yere çalan ve Chatillon'u öven bir bildiri kabul edildi. Dinleyiciler "Bize Chatillon
gerek" şarkısını söyleyerek oradan ayrılmaya başladılar.
Eski buğday hali yapısının tek bir çıkış kapısı vardı; el arabaları ve kömür çuvalları dizilmiş, çamurlu
bir avludan çıkılabiliyordu. Aysız gecede soğuk bir yağmur çiseliyordu. Çok sayıda polis kapıda önlem
almış, Draco yanlılarını küçük topluluklar halinde dışarı salıyorlardı. O gün polis şefleri çılgın
kalabalığın hızını kesmek için böyle bir yol seçmişlerdi.
Avluda bekleşen Dracocular yerlerinde sayarken "Bize Chatillon gerek!" diye marş söylemeyi
sürdürüyorlardı. Kısa süre içinde, nedenini bilmedikleri bu duraklamadan sabırsızlanıp öndekileri
itmeye başladılar. Bu zorlama avlu boyunca ilerleyerek en öndekileri polislerin kucağına atıyordu.
Polislerin Draco yanlılarına bir düşmanlığı yoktu, hatta içten içe Chatillon'u severlerdi; ama,
zorlamadan hoşlanmazlar, şiddete aynı biçimde yanıt verirlerdi. Güçlüler güçlerini kullanma eğiliminde
olurlar. İşte bu yüzden, polisler önlerine çıkan Dracocuları copluyorlardı. Böylece, kalabalık ileri geri
dalgalanmaya başladı. Çığlık ve sövgüler marşlara karışır oldu.
"Katiller! Katiller!"
"Bize Chatillon gerek!"
"Katiller! Katiller!"
Karanlık avluda aklı başında birkaç kişi "itmeyin," diye uyarıyordu. Bunlar arasında, çelimsiz
kalabalığın üstünde, uzun boyu, geniş omuzları ve iri göğsüyle, Prens des Boscenos'un dingin, kararlı ve
sağlam yüzü görünüyordu. Hoşgörüyle ve sessizce sırasını bekliyordu. Sonra, polislerin organize ettiği
düzenli çıkış ilerledikçe, saflar seyrekleşti, dirsek darbeleri azaldı ve soluk almak kolaylaştı.
"Görüyorsunuz, dedi bu iyi yürekli dev, sonunda biz de çıkacağız. Sabır ve nezaket..."
Cebinden tabakasını çıkarıp ağzına bir puro aldı ve kibritini çaktı. Birden, alevin ışığında karısı
Prenses Anne'ı Kont Clena ile sarmaş dolaş bir durumda gördü. Bunu görmesiyle üzerlerine atılması
bir oldu. Asasıyla hem onlara, hem de yakınlarında bulunan başka insanlara vurmaya başladı. Elinden
asası alındı ama işe yaramadı; rakibinden ayırma olanağı yoktu. Baygın prenses elden ele uzatılarak,
kalabalığın merak ve duygulu bakışları arasında arabasına ulaşırken, iki adam kıyasıya dövüşüyorlardı.
Kavgada Prens des Boscenos'un şapkası, gözlüğü, boyunbağı, özel ve siyasi mektupları, dolu cüzdanı
yok oldu; ayrıca peder Cornemuse'den almış olduğu şifalı madalyonları da yitirdi. Ama, rakibinin
karnına öyle bir tekme indirdi ki darbenin şiddetiyle kont demir parmaklıkları aşıp kömür dükkânının
camlı penceresinden içeri başı önde girdi.
Kavga gürültüsüne koşan polisler prensin üzerine yürüyünce çetin bir direnmeyle karşılaştılar. Prens
önce üçünü yere uzattı; sonra yedi polisten birinin kafasını, birinin dudağını yardı, bir başkasının
kulağını koparttı, öbürlerinin burnunu, kaval kemiğini ve kaburgalarını kırıp kaçmaya zorladı. Ama
sonunda yenildi, yüzü kan içinde ve giysileri parçalanmış olarak karakola götürüldü. Gece boyu
hücresinde yerinde duramayıp boğa gibi bağırmayı sürdürdü.
Göstericiler sabaha kadar öbekler halinde "Bize Chatillon gerek" diye marşlar söyleyip kent
sokaklarında yürüdüler, cumhuriyetçi bakanların oturdukları evlerin camlarını taşladılar.
VI
AMİRALIN DÜŞÜŞÜ
O gece Draco hareketinin doruk noktası oldu. Artık krallıkçılar zaferden kuşku duymuyorlardı.
İçlerinden birçoğu Crucho'ya kutlama telgrafları gönderdiler. Bayanlar ona atkı ve terlik örmeye
başladılar. Seyis Bay de Plume yeşil atı bulmuştu.
Peder Agaric bu iyimserliği paylaşıyordu. Ama yine de prense yandaş toplamayı sürdürüyordu.
"Daha derin katmanlara ulaşmak gerekir," diyordu.
Bu amaçla üç sendikacı işçiyle ilişki kurdu.
O çağda sanatkarlar, Draco zamanında olduğu gibi lonca yöntemiyle çalışmıyorlardı. Özgürdüler ama
yarınki kazanç umutları belirsizdi. Uzun yıllar birbirlerinden kopuk, yardımsız ve desteksiz yaşadıktan
sonra, sendikalar oluşturdular. Üyelerin ödenti verme alışkanlığı olmadığı için bu sendikaların kasaları
boştu. Üye sayısı otuz bin olan sendikalar vardı; ama bin, beş yüz veya iki yüz üyeli sendikalar da
vardı. Hatta bazıları iki, üç veya daha az üyeliydi. Fakat, üye çizelgeleri açıklanmadığından, büyük
sendikalarla küçükleri ayırt etme olanağı yoktu.
Karanlık ve dolambaçlı pazarlıklardan sonra, peder Agaric bir gece La Galette Kabaresi'nin bir
salonunda Dagobert, Tronc ve Balafille yoldaşlarla buluşturuldu. Her üçü de sendika başkanıydı;
birinin on dört üyesi, ötekinin yirmi dört, sonuncunun da bir üyesi vardı. Agaric bu görüşmede
olağanüstü ustalık gösterdi.
"Baylar," dedi, "birçok bakımdan, aynı politik ve toplumsal görüşleri paylaştığımız söylenemez; ama
üzerinde anlaşabileceğimiz çok nokta olabilir. Ortak bir düşmanımız var. Hükümet sizi sömürüyor ve
sizlerle alay ediyor. Onu devirmek için bize yardım edin; biz gerekli olanağı size vereceğiz; üstelik,
sonunda minnettarlığımızı da göstereceğiz.
"Anlaşıldı. Parayı uçlan bakalım" dedi Dagobert.
Rahip, Conil ormanda gözü yaşlı peder Cornemuse'den aldığı keseyi masanın üzerine bıraktı.
"Çak bakalım" diye üç arkadaş tokalaştılar.
Bu kutsal antlaşma böyle mühürlendi.
Rahip, derin katmanları da hareketine ortak etmekten mutlu ayrıldıktan sonra, Dagobert, Tronc ve
Balafille, sokakta bir işaret bekleyen kız arkadaşları Amelie, Reine ve Mathilde'i ıslık çalıp yanlarına
çağırdılar. Sonra, altı kişi el ele tutuşup kesenin çevresinde dans ederek eski bir halk şarkısından
uyarlayıp söylediler:
Bende çok para var;
Sana vermeyeceğim, Chatillon!
Huu! huu! Canım takke!
Sonra, bir şişe şarap ısmarladılar.
O gece, altı ortak bu şarkıyı söyleyip tüm meyhaneleri dolaştılar. Bu şarkı benimsendi, çünkü sivil
polis ajanları raporlarında bu şarkıyı söyleyen işçi sayısının her geçen gün arttığını belirtiyorlardı:
Bende çok para var;
Sana vermeyeceğim, Chatillon!
Huu! huu! Canım takke!
Draco kışkırtması taşra kentlerine yayılmamıştı. Peder Agaric bunun nedenini merak ediyor, ama bir
türlü bulamıyordu. Sonunda, Peder Cornemuse onu aydınlattı:
"Elimde kanıt var; Dracocuların maliyecisi Dük Ampoule, propaganda için topladığı paralarla Fok
Ülkesinde yurtluklar satın alıyormuş."
Parti para sıkıntısı çekiyordu. Prens des Boscenos kavgada cüzdanını yitirince sıkıntıya düşmüş ve
ağırına giden bir zorluk içinde geçinmeye çalışıyordu. Vikontes Olive onlara pahalı gelmeye başlamıştı.
Cornemuse bu bayanın ödeneğini azaltmayı önerdi.
"Bize çok yararlı oluyor," diye karşı çıktı Agaric.
"Kuşkusuz," diye yanıtladı Cornemuse. "Ama, bizim cebimizi boşaltırsa zarar da verebilir."
Derin bir ikilik Dracocuları bölüyordu. Görüşmelerinde hep bu konuda tartışma çıkıyordu. Bir bölümü
rahip Agaric ve Bay Bigourd'un politikasına uygun olarak, sonuna kadar cumhuriyeti güçlendirme
görüntüsü vermeyi sürdürmek istiyorlardı. Diğerleriyse, uzun bir bekleyişten yorulmuş, Draco tacının
ortaya çıkarılmasını ve bu işaret altında savaşım verilmesini istiyorlardı.
Bu sonuncular durumun netleştiğini, daha fazla rol yapılmasına gerek kalmadığını ileri sürüyorlardı.
Nitekim, halk da çalkantıların hangi yöne kaydığını giderek görmeye başlamış, Amiral yanlılarının
cumhuriyeti yıkma niyetlerini anlamıştı.
Prensin La Crique limanında karaya çıkacağı ve yeşil bir ata bineceği söylentileri yayılmaya başlamıştı.
Bu söylentiler bağnaz rahipleri mest, yoksul soyluları mutlu ve zengin Yahudi bayanları tatmin ediyor,
küçük esnafın içine umut veriyordu. Fakat bunların pek azı, umdukları nimetleri toplumsal bir yıkım
veya kamu düzenini yıkma pahasına elde etmeye razıydı. Hele bu işe paralarını, rahatlarını,
özgürlüklerini veya eğlencelerinden bir saatlerini ayırmaya razı olanların sayısı çok daha azdı. Buna
karşılık işçiler, her zaman olduğu gibi, bir iş günlerini cumhuriyete feda edebiliyorlardı; nitekim,
varoşlarda uğultulu bir direniş filizlenmeye başlamıştı.
"Halk bizimle birlikte" diyordu peder Agaric.
Oysa, fabrika çıkışlarında kadın, erkek ve çocuklar hep bir ağızdan şöyle bağırıyorlardı:
Chatillon alaşağı!
Huu! huu! Canım takke!
Hükümete gelince, tüm hükümetlerin ortak özelliklerini, yani kararsızlık, zayıflık, gevşeklik ve
ilgisizliği sergiliyor; yine hiçbirinin yapamadığı gibi, belirsizliğe ve şiddete tepki göstermiyordu. Üç
tümceyle söylersek, hiçbir şey bilmiyor, istemiyor ve yapamıyordu. Başkanlık Sarayı'nda Formose,
kibirli yapısına uygun, kör, sağır, dilsiz ve görünmez bir biçimde oturuyordu.
Kont Olive son bir yardım kampanyası açmayı ve Alca kenti kaynıyorken büyük bir olay yaratmayı
önerdi.
Kendi kendini seçmiş olan bir yürütme komitesi Parlamento üyelerini kaçırmaya karar verdi; bunun
için yöntemleri görüşmeye başladı.
Sonunda, 28 Temmuz günü harekete geçmeye karar verildi. O gün, kentin üzerine parlak bir güneş
doğmuştu. Parlamento Sarayı'nın önünden ev kadınları pazar torbalarıyla geçiyor; işportacılar elma,
armut, şeftali ve üzüm diye bağırıyor; fayton beygirleri dinginlik içinde başlarına geçirilmiş
torbalardan yulaflarını yiyorlardı. Kimse bir olay beklemiyordu; darbe gizli tutulduğundan değil, ama
duyanlar pek inanmıyordu. Kimsenin inanmıyor olması kimsenin istemediği biçiminde yorumlanabilirdi.
Saat ikiye doğru, her zaman olduğu gibi, milletvekilleri Parlamento kapısından birer ikişer girmeye
başladılar. Saat üçte, hırpani kılıklı bir öbek adam kapıda birikmeye başladı. Üç buçukta, yan
sokaklardan çıkan kara giysili bir insan seli Devrim Alanı'na boşaldı. Bu geniş alan kısa sürede buruşuk
şapkaların oluşturduğu bir okyanus gibi dalgalanmaya, köprüyü aşıp gelen meraklıların da katılmasıyla,
uğultularıyla yasama duvarına çarpmaya başladı. Bağırışlar, homurdanmalar ve marşlar dingin
gökyüzüne yükseliyordu. "Bize Chatillon gerek! Milletvekilleri aşağı! Cumhuriyetçilere ölüm!" Prens
des Boscenos tarafından yönetilen Dracocuların kutsal korosu kendi kutsal şarkılarını söylemeye
başladı:
Yaşasın Crucho,
Yiğit ve akıllı,
Beşikten beri
Cesaret dolu!
Ama, duvarın arkasından bir ses, bir yanıt gelmiyordu.
Bu sessizlik ve korumanların ortada görünmeyişi kalabalığı hem yüreklendiriyor, hem de
korkutuyordu. Birden, gür bir ses haykırdı:
"İleri!"
Ve sivri uçlu demir parmaklıklarla korunan duvarın üstünde Prens des Boscenos'un dev cüssesi
görüldü. Onun arkasından yandaşları saldırınca kalabalık da onları izledi. Bir bölümü duvarda delik
açmak için vuruyor, bir bölümü de parmaklıkları sökmek için sallıyordu. Bu koruma duvarı yer yer
açıldı. Kısa sürede bazı saldırganlar duvarın üstünden aştılar. Prens de Boscenos büyük bir yeşil
bayrağı sallıyordu. Birden kalabalık dalgalandı ve uzun bir dehşet çığlığı yükseldi. Sarayın tüm
kapılarından aynı anda çıkan polis korumanları ve cumhuriyet jandarmaları duvarın öbür yanında
konuşlanmışlardı. Bir dakika kadar bekledikten sonra silah şakırtıları işitildi ve polis korumanları
süngü takıp kalabalığın üzerine yürüdüler. Ve çok geçmeden, baston ve şapkaların yerlerde süründüğü
boş alanda korkunç bir sessizlik egemen oldu. İki kez daha Draco yanlıları toparlanıp saldırıya
geçtiler, ikisinde de geri püskürtüldüler. Fakat, düşman sarayının duvarının üstünde elde bayrağıyla
dikilen Prens des Boscenos bir bölük korumanı tek başına oyalıyor, yaklaşanı deviriyordu. Sonunda,
ayaklarından çekilip aşağı düşerken sivri uçlu demirlere saplandı, Draco bayrağını bırakmadan bir süre
asılı kaldı.
O günün ertesinde, bakanlar ve milletvekilleri enerjik önlemler almaya karar verdiler. Ama boşuna,
bu kez Başkan Formose ayak diriyor, sorumluluk almak istemiyordu. Hükümet üyeleri, devletin
temellerini yıkmak, vb. suçları işlemiş olan Chatillon'u tüm görevlerinden alıp yüce divanda yargılamak
üzere görüşme açtılar.
Bu haber üzerine, daha düne kadar onu yüreklendiren eski silah arkadaşları, sevinçlerini
saklamadılar. Ancak, Alca'nın orta sınıfı Chatillon'u hâlâ seviyordu ve hâlâ kent caddelerinde "Bize
Chatillon gerek!" marşının söylendiği oluyordu.
Bakanlar zor durumda kalmışlardı. Chatillon'u Yüce Divan'da yargılamak istiyorlardı. Ama, bunu nasıl
yapacaklarını bilemiyorlar, insanları yönetmekle görevli olanlara özgü bilgisizlik içinde bocalıyorlardı.
Chatillon'u suçlamak için ağır bir suç maddesi bulamıyorlardı. Savcılığa kanıt olarak kendi casuslarının
gülünç yalanlarını veriyorlardı. Chatillon'un komploya karıştığı, Prens Crucho ile ilişkide olduğu
yalnızca otuz bin Draco yanlısının paylaştığı bir giz gibiydi. Bakan ve milletvekillerinin kuşkuları ve
emin oldukları şeyler vardı, ama kanıtları yoktu. Başsavcı adalet bakanına şöyle diyordu: "Genelde
siyasal davaları açmak için elimde az bir kanıt olsa yeterdi; ama bu davada hiçbir şey yok, bununla bir
şey yapamam." İşler yürümüyordu. Cumhuriyet düşmanları kârlı çıkacaktı. 18 Eylül sabahı Chatillon'un
kaçtığı haberi Alca'da yayıldı. Şaşkınlık ve heyecan iyice arttı. Haber kuşkuluydu, anlaşılır gibi
değildi.
İşte gerçekte olup bitenin kısa öyküsü:
Bir gün raslantı sonucu, İçişleri Bakanı Barbotan'ın çalışma odasında bulunan yiğit Altamiral
Volcanmoule her zamanki açıksözlülüğüyle şöyle dedi:
"Sayın Barbotan, bakan arkadaşlarınız bana biraz uyuşuk gibi geliyor; denizlerde hiç komuta
etmedikleri kesin. Bu aptal Chatillon onları hortlak gibi korkutuyor galiba."
Bakan başıyla hayır işareti yaparken, elindeki mektup açma bıçağını kâğıtların üzerinden havaya
doğru salladı.
"Gülmeyin," dedi Volcanmoule. "Sizler Chatillon ile nasıl başedileceğini bilemiyorsunuz. Onu Yüce
Divan'a göndermeye cesaret edemiyorsunuz, çünkü yeterince kanıt topladığınızdan emin değilsiniz.
Ayrıca, savunmasını Bay bigourd yapacaktır ve o usta bir avukattır... Haklısınız Sayın Barbotan,
haklısınız. Bu dava tehlikeli olur..."
"Ah! dostum," dedi bakan, "ne kadar rahat olduğumuzu bilseniz... Valilerimden her gün iyi haberler
alıyorum. Penguenlerin sağduyusu bir askerin çevirdiği dolapların üstesinden gelecektir. Düşünebiliyor
musunuz, büyük, zeki, çalışkan, liberal kurumlara bağlı bir halkın..."
Volcanmoule içini çekerek onun sözünü kesti:
"Ah! vaktim olsaydı, sizi açmazdan kurtarırdım. Chatillon'u bir ceviz gibi paketler, bir fiskede Foklar
Ülkesi'ne postalardım."
Bakan kulaklarını açtı.
"Bu zor bir iş değli, diye sürdürdü denizci. Bir manevrayla sizi bu ahmaktan kurtarırdım... Ama, şu
sıralar başka işlerim var.. Kumar masasında yüklü bir borç bıraktım. Büyük miktarda para bulmam
gerek. Bilirsiniz, namus borcu her şeyden önce gelir!..."
Bakan ve altamiral bir süre sessizce bakıştılar. Sonra, Barbotan yetkesini kuşanıp şöyle dedi:
"Altamiral Volcanmoule, bizi bu düzenci askerden kurtarın. Penguenistan'a büyük bir hizmet yapmış
olacaksınız ve içişleri bakanlığı size kumar borcunuzu ödeme olanağı verecektir."
Aynı akşam, Volcanmoule Chatillon'un yanına gitti; ona uzun uzun, gizemli bir acımayla baktı.
"Neden böyle tuhaf tuhaf bakıyorsun?" diye sordu amiral kuşkuyla.
O zaman, Volcanmoule üzüntülü bir sesle şöyle dedi:
"Ah, eski silah arkadaşım, her şey açığa çıktı. Hükümet yarım saat önce her şeyi öğrendi."
Bu sözler Chatillon'u yıkıp bitirmeye yetti. Volcanmoule sürdürdü:
"Her an tutuklanabilirsin. Senin yerinde olsam kaçardım."
Ve cebinden saatini çıkarıp baktı:
"Yitirecek bir dakikan bile yok.
"Ama hiç olmazsa Vikontes Olive'i son bir kez görebilirim, değil mi?"
"Bu çılgınlık olur," dedi Volcanmoule ve ona bir pasaportla bir güneş gözlüğü uzatıp iyi şanslar diledi.
"Evet, şansa gereksinmem olacak," dedi Chatillon.
"Gülegüle, kardeşim!"
"Hoşça kal ve teşekkürler! Yaşamımı kurtardın..."
"Sen de olsan aynı şeyi yapardın."
Bir çeyrek saat sonra, yiğit amiral Alca'dan ayrıldı.
O gece, La Crique limanından eski bir kotraya binerek Foklar Ülkesi'ne yelken açtı. Fakat, sekiz mil
açıkta, Kara Adalar Kraliçesi'nin bayrağı altında ve ışıksız seyreden bir korsan gemisi tarafından
yakalandı. Bu kraliçe uzun zamandır Chatillon'u karşılıksız bir aşkla seviyordu.
VII
SONUÇ
Nunc est bihendum (1). Korktuğu şeyden kurtulan ve büyük bir belayı atlamış olmaktan keyifli olan
hükümet Penguenistan'ın yeniden canlanış ve cumhuriyetin kurtuluş yıldönümünü kutlamak üzere
büyük bir tören düzenlemeye karar verdi.
Başkan Formose, bakanlar, Parlamento ve Senato üyeleri bu törende yer aldılar. Penguen ordusunun
başkomutanı da tören üniformasıyla oradaydı. Büyük alkış aldı.
Yoksulluğun kara bayrağıyla devrimin kırmızı bayrağının arkasında işçi temsilcileri, yüzlerinde
haklarının bilincinde olduklarını gösteren ciddi bir anlatımla yürüdüler.
Başkan, bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar, yüksek yargı üyeleri ve subaylar, kendi adlarına ve halk
adına, ya özgür yaşayacaklarına ya da öleceklerine bir kez daha ant içtiler. Bu ikilemde kararlıydılar.
Ancak, özgür yaşamayı yeğlerdi. Oyunlar oynandı, söylevler verildi, danslar edildi.
Devlet temsilcileri çekildikten sonra, yurttaş kalabalığı da yavaş ve dingin bir biçimde dağılırken
şöyle şarkı söylüyorlardı: "Yaşasın cumhuriyet! Yaşasın özgürlük! Hu! hu! Canım takke!"
Gazeteler bu mutlu günde yalnızca bir tek üzücü haber geçtiler. Tören kıtası Kraliçe Parkı'nın
önünden geçerken Prens des Boscenos orada bir sıraya oturmuş purosunu içmekteydi. Prens
bakanların arabasına yaklaştı ve gürleyen bir sesle "Cumhuriyetçilere ölüm!" diye bağırdı. Polisler onu
hemen yaka paça götürmek isteyince yine yaman bir direnişle karşılaştılar. İçlerinden büyük bölümünü
ayaklarının dibine serdi; ama sonunda yenilip kafası gözü yarıldı, karısının bile tanıyamayacağı bir
duruma getirildi ve şen sokaklarda sürüklene sürüklene, karanlık bir zindana götürüldü.
Yargıçlar Chatillon davasını tuhaf bir biçimde ele aldılar. Amiralin makamında bulunan mektuplar
Peder Agaric'in komplonun içinde olduğunu kanıtlıyordu. Kamuoyu hemen papazlara karşı tavır aldı;
Parlamento da kiliselerin haklarını, ayrıcalıklarını, dokunulmazlıklarını, vergi bağışıklıklarını, şube açma
izinlerini kısıtlayan, azaltan, ortadan kaldıran, kısacası onlara dünyayı dar eden bir düzine yasa
çıkardı.
Peder Agaric kendisini özellikle hedefleyen bu yasaların ağır sonuçlarına ve neden olduğu amiralin
düşüşüne büyük bir sabır ve metanetle katlandı. Kötü talihine boyun eğmektense, bunu geçici bir
sınama olarak görüyor, ilkinden daha cesur yeni politik dolaplar çevirmeyi tasarlamaktan geri
kalmıyordu.
Bu tasarılarını yeterince olgunlaştırdıktan sonra, bir sabah yeniden Conil Ormanı'nın yolunu tuttu.
Ağaçlarda bir karatavuk ötüyor, taşlı yoldan hamarat bir kirpi geçiyordu. Agaric kendi kendine
konuşarak uzun adımlarla yürüyordu.
Uzun yıllar orada Azize Pembekız'ın altın şurubunu damıtmış olan, dindar ve çalışkan imbikçinin
laboratuvarına geldiğinde kapıları kapalı ve her yeri terkedilmiş buldu. Yapıları dolanırken arka
tarafta peder Cornemuse'ü cüppesini toplamış, bir merdivenle duvara tırmanırken gördü.
"Siz misiniz, can dostum?" dedi. "Orada ne yapıyorsunuz?"
Conil Ormanı'nın adamı Agaric'e acı dolu bir bakış ve zayıf bir sesle yanıt verdi:
"Gördüğünüz gibi," dedi, "evime gidiyorum."
Gözkapaklarında eskisi gibi yakut pırıltıları yoktu; gözleri bulutluydu, feri kaçmıştı. Yüzündeki mutlu
doymuşluk anlatımı da kalmamıştı. Parlak kafası bakışları büyülemiyordu; terli ve yer yer kızarıklarla
örtülüydü.
"Anlamadım," dedi Agaric.
"Oysa anlaması o kadar kolay ki. Burada sizin komplonuzun sonuçlarını görmektesiniz. Üzerime gelen
bir düzine yasanın yarısını savuşturabildim. Ama öbür yarısı beni yok etti. Bu kinci adamlar
laboratuvarımı ve dükkânımı kapattılar, şişelerime ve imbiklerime el koydular, kapımı mühürlediler.
Şimdi evime pencereden girebiliyorum. Eğer ilkel araçlarla arada bir gizlice birkaç damla
damıtabilirsem kendimi mutlu duyumsuyorum."
"Size yapılan eziyeti anlıyorum," dedi Agaric. "Hepimiz aynı durumdayız."
Conil rahibi elini alnına götürdü:
"Size söylemiştim, Agaric kardeş; yaptıklarınızın bize ödetileceğini söylemiştim."
"Bu yenilgi geçicidir," dedi Agaric. "Şanssızlıklar yüzünden böyle oldu. Chatillon budalanın biriydi;
kendi beceriksizliğinde boğuldu. Beni dinle, Cornemuse kardeş. Yitirecek bir anımız bile yok. Penguen
halkını ayıltmak, onu bu kıyıcılardan kurtarmak ve kilisenin onuru, Katolik inancın sürmesi için eski
düzeni, Draco'nun tacını geri getirmek gerekiyor. Dinsiz demokrasiyi kimin eliyle yıkabileceğimizi
artık biliyorum. Bu kez sivil Gomoru'yu seçtim. Penguenler ona bayılıyorlar. Şimdiden bir tabak pirinç
uğruna partisine ihanet etti. İşte bize gereken adam o!"
Bu söylev daha başlarken Conil Ormanı'nın adamı pencereden girmiş ve merdiveni yukarı çekmişti.
Burnunu pencereyle çerçeve arasından uzatıp şöyle dedi:
"Görüyorum ki topumuzu bu güzelim, huzurlu ve tatlı Penguenistan'dan sürdürmeden rahat
etmeyeceksiniz. İyi akşamlar, Tanrı sizi korusun!"
Agaric duvarın önünde dikilip aziz kardeşinin biraz daha dinlemesi için yalvardı:
"Çıkarınızı bir düşünün, Cornemuse! Penguenistan bizimdir. Onu fethetmek için ne gerekir ki? Bir
parça çaba... Az bir para yardımı..."
Ama, Conil Ormanı'nın din adamı daha fazla dinlemeden penceresini örttü.
ALTINCI KİTAP
YAKIN ÇAĞ
SEKSEN BİN BALYA SAMAN OLAYI
Zeus Baba, Akhai oğullarını bu karanlıktan kurtar,
Bize ışık ver ki gözlerimiz görebilsin,
Eğer bizi öfkenle yok etmek istiyorsan da,
Hiç olmazsa bu, aydınlıkta olsun!
(Homeros, İlyada, XVII. şarkıdan)
I
SKULL DÜKÜ GENERAL GREATAUK
Amiralin kaçışından kısa bir süre sonra, serveti olmadığı için soyluların arasına karışamadığına üzülen
Pyrot adında bir Yahudi, ülkesine hizmet etmeye karar verip Penguenistan ordusuna katıldı. Zamanın
savaş bakanı olan Skull Dükü Greatauk bu subayı hiç sevmiyordu: çalışkanlığı, kanca burnu, gururu,
hamaratlığı, etli dudakları ve örnek alınacak davranışları generalin sinirine dokunuyordu. Ne zaman bir
suçun sorumlusu aranacak olsa Greatauk şöyle diyordu:
"Bunu Pyrot yapmıştır."
Bir sabah Genelkurmay Başkanı General Panter Greatauk'a çok ciddi bir olayı bildirdi. Süvariler için
satın alınmış olan seksen bin balya saman kaybolmuştu; izini bulamıyorlardı.
Greatauk hemen haykırdı:
"Onları Pyrot çalmıştır!"
Uzun bir süre düşünceli durdu, sonra ekledi:
"Düşünüyorum da, bu seksen bin saman balyasını Pyrot'nun çaldığından kuşkum kalmıyor. Nedeni açık:
Samanları çalıp, ezeli düşmanımız Foklara yüksek fiyatla satmıştır. Bu düpedüz bir vatan hainliğidir!
"Bu kesin," dedi Panter, "geriye bunu kanıtlamak kalıyor."
Aynı gün, bir süvari kışlasının önünden geçmekte olan Prens des Boscenos, avluyu süpürmekte olan
süvari erlerinin şarkı söylediğini işitti:
Boscenos şişko bir domuzdur;
Ondan sucuk yapacağız,
Ve sosis ve jambon
Yoksulların Noel gecesinde.
Prens, hem halk türküsü ve hem de devrimci bir marş olup çalkantılı günlerde ortaya çıkan bu şarkıyı,
askerin söylemesini disipline aykırı buldu. Orada hemen, askerin moral çöküntüde olduğu yargısına
varan prens, eski dostu Greatauk'u acı bir gülümsemeyle düşündü: Zavallı Greatauk, yurt düşmanı bir
hükümetin kaprislerine boyun eğip bu yüce orduyu ne duruma getirmişti. Hemen, bu konuya el atmaya
karar verdi.
"Bu tabansız Greatauk," diye söylendi, "uzun süre savaş bakanı olarak kalamaz."
Prens de Boscenos çağdaş demokrasinin, özgür düşüncenin ve Penguenlerin kendi seçtiği yönetim
düzeninin en barışmaz düşmanıydı. Yahudilere karşı derin bir kin besliyor, gece gündüz demeden, gizli
gizli Draconitleri geri getirmek için uğraşıyordu. Onun krallıkçı ruhu, her geçen gün bozulan parasal
durumuyla birlikte daha da ateşleniyordu; çünkü, Büyük Draco veliahtının Alca'ya girdiği gün para
sıkıntısının da biteceğine inanıyordu.
Evine döndüğünde, kasasından bir deste eski mektup çıkardı; efendisine ihanet eden bir uşaktan
aldığı bu mektuplardan, eski dostu Skull Dükü General Greatauk'un vaktiyle artırmalarda numara
çevirdiği ve Maloury adında bir sanayiciden az bir rüşvet aldığı anlaşılıyordu. Oysa, rüşvet ufak
olduğu ölçüde onu kabul eden bakanın ayıbı daha büyük sayılırdı.
Prens bu mektupları büyük zevkle okudu, yine kasaya kilitleyip Savunma Bakanlığına koştu. Kararlı bir
yapısı vardı. Bakanın kimseyi kabul etmediği yanıtını alınca hademeleri bir yana savurdu, sivil ve askeri
görevlileri ayakları altına aldı, kapıları kırıp Greatauk'un şaşkın bakışları arasında odaya girdi.
"Az konuşalım, öz konuşalım" dedi bakana. "Sen yaşlı bir alçaksın. Ama bu bir şey sayılmaz. Sana
cumhuriyetçilerin akıl hocası General Monchin'in kulağını kopartmanı söylemiştim; yapmadın.
Dracocular için çalışan ve kişisel olarak borçlu olduğum General des Clapiers'e etkin bir görev
vermeni istemiştim; yapmadın. Kumarda hileyle elli louis altınımı çalan, tutuklandığımda Amiral
Chatillon'un tayfası gibi bana kelepçe taktıran ve Alca limanı koruman birliğine komuta eden General
Tandem'i görevden almanı istemiştim; bunu da yapmak istemedim. Kepek ve yulaf artırmasını bana
vermeni istedim, yine yapmadın. Foklar Ülkesi'ne gizli görevle gönderilmek için başvurdum; geri
çevirdin. Bütün bu isteklerime olumsuz yanıt vermekle kalmadın; hükümetteki arkadaşlarına benim
tehlikeli biri olduğumu, hafiyelerce izlenmem gerektiğini ispiyonladın. Alçak ihtiyar! Senden artık
hiçbir şey istemiyorum, sana yalnızca şunu söylemek için geldim: S.tir ol git, suratını fazla gördük!
Senin yerine bizden birini seçmesi için cumhuriyeti zorlayacağız. Bilirsin, ben sözünün eri bir adamım.
Eğer, yirmi dört saat içinde istifanı vermezsen, Maloury dosyasını gazetelerde yayınlatacağım."
Fakat, Greatauk istifini bozmadan yanıt verdi:
"Sakin ol, ahmak. Şu anda bir Yahudiyi kürek cehennemine göndermek üzereyim. Seksen bin balya
saman çalma suçundan Pyrot'yu askeri mahkemeye veriyorum."
Prens des Boscenos'un öfkesi bir anda yelken gibi söndü. Gülümseyerek sordu:
"Sahi mi?.."
"Yakında görürsün."
"Kutlarım, Greatauk. Ancak, seninle başetmek zor olduğundan, bu haberi hemen gazetelere
duyuracağım. Bu akşam Alca'nın tüm gazetelerinde Pyrot'nun tutuklandığı okunacak..."
Oradan ayrılırken şöyle mırıldanıyordu:
"Ah bu Pyrot! Sonunun kötü olacağını biliyordum."
Az sonra, General Panter Greatauk'un makamına çıktı.
"Sayın bakanım, seksen bin balya saman olayını inceledim. Pyrot'ya karşı hiçbir kanıt yok."
"Bulunsun, efendim," dedi Greatauk, "adalet bunu istiyor. Derhal Pyrot'u tutuklayın."
II
PYROT
Pyrot'nun suçu tüm Penguenistan'da nefretle karşılandı; ama öte yandan, böyle ihanet ve siyaset
kokan ağır bir suçun zararsız bir Yahudi tarafından işlenmiş olması onları biraz rahatlatıyordu. Bu
duyguyu anlamak için, kamuoyunun büyük ve küçük Yahudiler konusundaki tutumunu bilmek gerekir. Bu
öyküde daha önce birkaç kez belirttiğimiz gibi, tüm insanlığın nefret ettiği ama tüm ülkelerde güçlü
olan finans kapital Hıristiyan ve Yahudi bankerlerden oluşuyordu. Tüm nefret bu sınıfın bir parçası
olan zengin Yahudiler üzerinde toplanıyordu. Bunların zenginliği sınırsız olup Penguenistan servetinin
beşte birini ellerinde tuttukları söyleniyordu. Bu yaman sınıfın dışında, yaşam koşulları yoksul olan çok
sayıda küçük Yahudi de vardı; bunlar büyüklere duyulan nefretten paylarını alıyorlar, ama onlardan
çekinilmiyordu. Tüm devlet düzenlerinde özel mülkiyet kutsal bir şeydir; demokrasilerde ise tek
kutsal şey odur. Penguen devleti demokratikti; cumhuriyet bakanlarından daha geniş ve etkin bir güce
sahip olan üç dört finans şirketi bu bakanları gizlice, para gücüyle veya gözdağı vererek, kendi
çıkarları doğrultusunda yönlendiriyor, eğer namuslu kalmakta inat ederlerse basında çamur atarak iş
yaşamlarını söndürüyorlardı. Para çantaları gizlice el değiştiriyordu ama, raslantı sonucu açığa
çıkanların miktarı halkta nefret uyandırmaya yetiyordu. Fakat, irili ufaklı Penguen orta sınıfının tümü,
servet saygısıyla doğup büyümüş olduğundan, büyük servet olmadan küçüğün olmayacağının
bilincindeydi. Bu yüzden Hıristiyan ve Yahudi milyarderlere kutsal bir saygı duyuyorlar, bu büyük
Yahudilerin saçının teline dokunmaktan ürküyorlardı. Ama küçükleri söz konusu olduğunda, gözünün
yaşına bakmıyorlar, bunlardan birini yerde gördüklerinde üzerine basıp çiğniyorlardı. İşte bu nedenle,
tüm ulus hainin küçük bir Yahudi olmasından rahatlamıştı. Onun kişiliğinde, düzeni sarsmadan, tüm
İsrail soyundan öç alınabilecekti.
Pyrot'nun seksen bin balya samanı çaldığından kimse bir an bile kuşku duymadı. Duymadı, çünkü bu
karanlık olayda bir neden yoktu. İnsanlar nedensiz kolayca inanırlar, oysa kuşkulanmak için bir neden
gerekir. Kuşku duymadılar, çünkü her yerde yineleniyordu ve bir şeyin sürekli yinelenmesi halka göre
doğru olduğunu gösterir. Kuşku duymadılar, çünkü buna inanmak istiyorlardı ve halk inanmak istediği
şeyi doğru bulur. Ve en önemlisi, kuşku duyma yetisi insanlar arasında az bulunur; kafasını kullanmayı
bilen kişilerde biraz filizlenir ama eğitim olmadan gelişmez. Kuşku tuhaf bir şeydir; zarif, felsefi,
ahlak dışı, öze inen, korkunç; kurnazlık dolu, insanlara ve mallarına zarar verebilen, polis devletinin ve
imparatorluk servetinin karşısında, insanlığa uğursuzluk getirebilen, tanrıların yıkıcısı, kısaca yerlerde
ve göklerde istenmeyen bir şeydir. Penguen halkı kuşkuyu bilmiyordu; Pyrot'nun suçlu olduğuna inandı
ve bu inanç kısa sürede onun en önemli yurtseverlik ve milliyetçilik göstergesi oldu.
Pyrot gizli oturumda yargılandı ve suçlu bulundu.
General Panter hemen gidip savaş bakanına mahkeme sonucunu bildirdi.
"Bereket versin ki," dedi, "yargıçlar onun suçluluğuna inandılar, çünkü dosyada bir kanıt yoktu."
"Kanıtlar," diye mırıldandı Greatauk, "kanıtlar neyi kanıtlar ki? Kesin ve çürütülmez tek bir kanıt
vardır: suçlunun itirafları. Pyrot itiraf etti, değil mi?
"Hayır, generalim."
"İtiraf edecek; etmesi gerekir. Panter, bu işi çözümle; ona kendi yararı için itiraf etmesini söyle.
İtiraf ederse kazançlı çıkacağına, ceza indirimi uygulanacağına sözver; suçunu kabul ederse
aklanacağını söyle; ona madalya veririz. Onun yurtseverlik duygularına seslen. Yurt, bayrak, düzen
için, emir-komuta zincirine saygı için, savaş bakanlığının özel buyruğuyla, bir asker olarak... canım,
itiraf etsin işte. Sahi, Panter? Hâlâ itiraf etmedi diyorsun, ama suskunluk kabul etme anlamına
gelmez mi? Susuyorsa itiraf etmiş demektir.
"Fakat, generalim, susmuyor ki; bir kokarca gibi, suçsuz olduğunu haykırıp duruyor."
"Bak Panter, bir suçlunun itirafı bazen yalanlamasının şiddetinden anlaşılır. Bağırıp yadsımak suçu
kabul etmektir. Pyrot itiraf etmiş demektir; şimdi suçu kabul ettiğini söyleyen tanıklar bulmalıyız;
adalet bunu gerektiriyor."
Penguenistan'ın doğusunda La Crique adında bir liman vardı; üç koydan oluşan bu liman eskiden
gemilerle dolup taşarken, o yıllarda bırakılmış, kumlar ve yosunlarla örtülmüş, pis kokuların yayıldığı
ve durgun sularında hastalıkların kol gezdiği bir yer olmuştu. Orada, deniz kıyısında kare biçiminde
yükselen bir kule vardı. Eski Venedik'teki Campanile'yi andıran bu kulenin kayalık tarafındaki
duvarının üzerinden tahta bir kalas uzatılmış, ucuna da zincirle bağlı çelik bir kafes asılmıştı.
Draconitler zamanında Alca Engizisyon Mahkemesi yargıçları dinsizleri bu kafese kapatırlardı. Pyrot,
üç yüz yıldır boş olan bu kafese kapatıldı. Kaleye yerleştirilen altmış bekçi de, onu gece gündüz
gözetlemek ve itiraflarını not edip savaş bakanına iletmek üzere görevlendirildi; çünkü önlemli ve titiz
olan Greatauk itirafları istiyordu. Ahmak olarak bilinen bu bakan, gerçekte bilge ve ileri görüşlü
biriydi.
Fakat Pyrot, güneşte kavruldu, sivrisineklere yem oldu, yağmur, dolu ve karda ıslandı, soğuktan
dondu, fırtınada beşik gibi sallandı, kafesin üzerine tüneyen kargaların uğursuz sesleriyle
karabasanlar geçirdi; ama gömleğinden kopardığı bez parçalarının üzerine kanına batırdığı bir çöple
suçsuz olduğunu yazmayı sürdürdü. Bu bez parçaları ya denize düşüyor ya da bekçilerin eline
geçiyordu. Bunlardan birkaçı halkın da eline geçti. Ama, Pyrot'nun protestoları kimseyi etkilemiyordu,
çünkü itirafları gazetelerde yayınlanmıştı.
III
KONT MAUBEC DE LA DENTDULYNX
Küçük Yahudilerin her zaman örnek olabilecek bir yaşam biçimleri yoktu, Hıristiyan uygarlığının kötü
huylarını onlar da kapmıştı; eski çağlardan kalan yalnızca aile bağlarının güçlü oluşu ve dayanışma
ruhlarıydı. Pyrot'nun kardeşleri, üvey kardeşleri, amcaları, dayıları, kuzenleri ve yeğenleri yedi yüz
kişiyi buluyordu; bunlar önce yedikleri darbenin acısıyla evlerine kapanıp üstlerine kül döktüler ve kırk
gün oruç tuttular. Sonra, birer duş alıp suçsuzluğundan hiç kuşkulanmadıkları Pyrot'nun hakkını
sonuna kadar, yorulmak bilmeden ve her türlü tehlikeye karşın aramaya karar verdiler. Hem neden
kuşkulanacaklardı ki? Hıristiyan Penguenler onun suçluluğundan nasıl kuşkulanmıyorsa, onlar da aynı
gerekçelerle Pyrot'nun suçsuz olduğuna inanıyorlardı. Pyrot soyadlı yedi yüz adam önlemi elden
bırakmadan işe koyulup derin araştırmalara giriştiler. Onlar her yerdeydi; onlar hiçbir yerdeydi;
Ulysse'in kılavuzu gibi, yerin altından gidebiliyorlardı. Savaş Bakanlığının bürolarına girdiler, başka
kimlikler altında davanın yargıç, yazman ve tanıklarına yaklaştılar. İşte, o zaman Greatauk'un akıllılığı
anlaşıldı: Tanıklar bir şey bilmiyordu, yargıç ve yazmanlar bir şey duymamıştı. Pyrot'nun kafesine
kadar ulaşan emin kişiler dalgaların gürültüsü ve kargaların çığlıkları arasında onun ifadesini aldılar.
Ama boşuna: Tutuklu da hiçbir şey bilmiyordu. Yedi yüz Pyrot savcılığın kanıtlarını çürütemiyorlardı,
çünkü kanıtların ne olduğunu bilmiyorlardı. Ortada olmayan kanıt çürütülemiyordu. Kısacası, Pyrot'nun
mahkum edilişi bir boşluğun üzerine kurulmuştu. İşte bu nedenle, akıllı Greatauk bir gün General
Panter'e şöyle diyordu: "Bu dava bir başyapıttır, çünkü boşlukta ayakları üzerinde duruyor." Yedi yüz
Pyrot bu karanlık olayı aydınlatabilmekten umutlarını kesmek üzereydiler ki bir gün, çaldıkları bir
mektuptan, seksen bin balya samanın hiçbir zaman var olmadığını öğrendiler. Ülkenin en namuslu
işadamlarından biri olan Kont Maubec onları devlete satmış, parasını almış, fakat malı teslim
etmemişti. Eski Penguen toprak soylularından olan Maubec de La Dentdulynx ailesinin elinde eskiden
dört dükalık, altmış kontluk, bin ikiyüz markilik, baronluk, vikontluk varken bugün avuç içi kadar bile
toprakları kalmamıştı, tapusu elinde olsa da bir tutam ot yolması yasaktı. Çevre çiftçilerden veya
tüccarlardan saman alıp devlete vermesi de olanaksızdı, çünkü herkes Maubec'ten altmış santim para
alabilmenin taşın suyunu çıkarmaktan daha zor olduğunu bilirdi.
Kont Maubec de la Debtdulynx'in parasal kaynaklarını dikkatle araştıran yedi yüz Pyrot bu adamın
başlıca gelirinin güzel bayanların çalıştığı bir randevuevi olduğunu öğrendiler. Sonra, kamuoyuna
suçsuz bir adamın mahkum edildiği seksen bin balya samanın gerçek hırsızının o olduğunu açıkladılar.
Maubec Draco yanlısı soylu bir ailenin çocuğuydu. Doğuştan soyluluğa demokrasiler kadar değer
veren başka bir düzen yoktur. Maubec Penguen ordusunda görev yapmıştı ve Penguenler ordularını
taparcasına severlerdi. Maubec savaşta madalya almıştı ve bu, Penguenlerin gözünde onur işaretiydi;
bir madalya eşlerinin yataklarından daha çekiciydi. Tüm Penguenistan Maubec'ten yana tavır koydu,
iftiracı yedi yüz Pyrot'nun şiddetle cezalandırılmasını istedi.
Maubec şövalye ruhlu bir adamdı; yedi yüz Pyrot'yu düelloya davet etti; kılıç, tabanca veya tüfek
seçme hakkını onlara bıraktı.
Ünlü bir mektubunda onlara şöyle sesleniyordu:
"Pis Yahudiler, sizler İsa'yı çarmıha gerdiniz, şimdi de benim postumu istiyorsunuz; ama size
söylüyorum, ben onun gibi tabansız olmayacağım ve sizin bin dört yüz kulağınızı keseceğim. Tekmemi
poponuzda bilin."
O zamanki hükümet başkanı Robin Mielleux adında bir köylüydü; zengin ve güçlülere iyi, yoksullara
katı davranan, yüreksiz ve çıkarından başka şey tanımayan bir politikacıydı. Bir bildiri yayınlayıp
Maubec'in namusuna ve suçsuzluğuna kefil olduğunu ilan etti ve yedi yüz Pyrot için suç duyurusunda
bulundu; mahkemeler kısa sürede bunları karalayıcı olarak yargılayıp ağır para cezaları ve suçsuz
kurbanlarının üsteleyerek istedikleri büyük ödencelere mahkum ettiler.
Bu gidişle Pyrot kargaların tünediği kafesinde ölünceye kadar kalacak gibiydi. Fakat, ortaya konan
kanıtların yetersiz ve çelişkili olduğunu gören bazı Penguenler bu Yahudinin suçlu olduğunu bilmek ve
kanıtlamak isteğindeydiler. Genelkurmay subayları yoğun bir çalışma içinde olup bazen önlemi elden
bıraktıkları oluyordu. Greatauk saygın sessizliğini korurken, General Panter geveze söylevler veriyor,
her sabah gazetelerde mahkumun suçluluğunu kanıtlıyordu. Oysa, bir şey söylememek daha doğru
olurdu; açık olan bir şey kanıtlanamaz. Bu kanıtlamalar kafaları karıştırıyor, ama inançları
değiştirmiyordu. Halka ne kadar kanıtlanırsa daha fazlasını istiyordu.
Bu kanıt bolluğu pek zararlı olmayabilirdi ama, her ülkede olduğu gibi, Penguenistan'da da özgür
düşünmeye, zor bir sorunu açık görüşlülükle ele almaya ve felsefi kuşkuya açık insanlar vardı. Sayıları
çok azdı; açıkta konuşmaya taraf değillerdi; zaten halk onları dinlemek istemiyordu. Yine de
karşılarındaki herkes sağır değildi. Alca'nın büyük Yahudi milyarderleri, Pyrot'dan söz edildiğinde "Bu
adamı tanımıyoruz" diyorlardı; fakat içten içe onu kurtarabilmeyi düşlüyorlardı. Servetlerinin onları
bağladığı önlemi elden bırakmıyorlar, ama daha az çekingen başkalarının ortaya çıkmasını diliyorlardı.
Bu dilekleri gerçekleşecekti.
IV
COLOMBAN
Yedi yüz Pyrot'nun bozgunundan birkaç hafta sonra bir sabah kısa boylu, miyop, asık suratlı, saçı
sakalı birbirine karışmış bir adam evinden elinde bir kutu yapışkan, taşınabilir bir merdiven ve bir
paket afişle çıktı, sokakları dolaşıp gördüğü her duvara bunları yapıştırdı. Bu afişlerde iri harflerle
"Pyrot masum, Maubec suçludur" diye yazıyordu. Bu adamın işi afiş yapıştırmak değildi; adı Colomban
olan ve Penguen sosyolojisi üzerine yüz altmış cilt kitabı bulunan bu adam, Alca'nın en çalışkan ve en
saygın yazarıydı. uzun süre bu dava konusunda düşünmüş, Pyrot'nun suçsuzluğundan emin olduktan
sonra, şimdi bu düşüncesini en etkili bulduğu bir biçimde yayınlıyordu. Issız sokaklarda birkaç afiş
astı, fakat kalabalık mahallelere geldiğinde, ne zaman merdivenine çıkmak istese çevresinde bir
meraklı kalabalığı toplanıyor, afişi okuduktan sonra da şaşkınlık ve öfkeyle dilsizleşip ona düşmanca
bakıyorlardı. O bu bakışları cesaret ve miyopluğun verdiği rahatlıkla karşılayabiliyordu. Onun ardından
kapıcı ve tezgahtarlar afişleri yırtıyorlar ama o, peşine okula gitmeye acelesi olmayan çocukları,
sepetlerini taşıyan dükkân çıraklarını takmış, afişlerini asmayı inatla sürdürüyordu. Sessiz
protestolar giderek homurdanma ve bağrışmalara dönüştü. Ama Colomban bunları görmeye veya
işitmeye değer bulmuyordu. Azize Pembekız Sokağı'nda afişlerini asarken, öfkeli bir kalabalık şiddet
işaretleri vermeye başladı. Ona "hain, hırsız, alçak, kahpe!" diye bağırıyorlardı. Bir ev kadını
penceresini açıp başından aşağı bir kova bulaşık suyu boşalttı; alkışlar arasında bir arabacı kırbacıyla
şapkasını başından uçurdu; bir kasap çırağı merdivenini çekip onu, yapışkan kutusu ve afişleriyle
birlikte çamurun içine yuvarladı. Bu görüntüler Penguenlere ne kadar büyük bir ülke olduklarını
anımsatıp gurur verdi. Colomban çamurlar içinden üstü başı pislik içinde, ama dingin ve kararlı bir
yüzle doğruldu.
"Kaba adamlar", diye omuzlarını silkti.
Sonra, düşen gözlüğünü yerde elleri üstünde aramaya koyuldu. O arada, ceketinin sırtının boydan
boya sökülmüş, pantalonunun yırtılmış olduğu anlaşıldı. Halkın tepkisi daha da arttı.
Sokağın öbür yanında Azize Pembekız Bakkalı vardı. Yurtseverler bakkalın sergisinden ellerine ne
geçerse Colomban'ın üzerine atmaya başladılar; portakal, limon, reçel kavanozları, çikolata tabletleri,
şurup şişeleri, sardalya kutuları, ciğer ezmeleri, salamlar, tavuklar, yağ şişeleri ve fasulye torbaları
üzerine yağdı. Bu yiyecek yağmuru altında kafası gözü yarılan adam, üstü başı yırtık ve çamur içinde,
gözleri görmez bir biçimde kaçmaya başladı; peşinden dükkân çırakları, yeni yürümeye başlayan
çocuklar, işsizler, işgüç sahibi adamlar onu kovalarken "Haine ölüm! Onu denize atın!" diye
bağırıyorlardı. Bu adi insan seli kalabalık caddeler boyunca dolaştıktan sonra Aziz Mael Sokağı'na
geldi. Polis görevini yapıyordu: yan sokaklardan çıkan üniformalı polisler, sol elleri kılıçlarının
kabzasında, kovalayan kalabalığın önünde koşuyorlardı. İri elleriyle Colomban'ı ensesinden tutmak
üzereydiler ki ayağı kayan adam, açık bırakılmış bir mazgal deliğinden düşüp ellerinden kurtuldu.
Geceyi o karanlık delikte, pis sular ve şişman sıçanlar arasında geçirdi. Görevini düşündükçe yüreği
genişliyor, cesareti ve azmi artıyordu. Ve, sabahın ilk ışıkları delikten sızmaya başladığında ayağa
kalkıp söylendi:
"Bu zorlu bir kavga olacak."
Yılmayan Colomban kaleme aldığı bir kitapçıkta, Pyrot'nun seksen bin balya samanı çalamayacağını,
çünkü Maubec'in parasını aldığı halde samanları savaş bakanlığına teslim etmemiş olduğunu açık bir
dille anlattı; sonra bu kitapçığı Alca sokaklarında dağıttırmaya başladı. Halk bunu okumak istemiyor,
alıp yırtıyordu. Esnaf kaldırımda gördükleri satıcılara yumruklarını gösteriyor, elleri süpürgeli ev
kadınları onları sokağın başına kadar kovalıyorlardı. O gün halkın öfkesi akşama kadar yatışmadı. Gece
serseri kılıklı adamlar "Colomban'a ölüm!" diye sokaklarda tur attılar. Yurtseverler dağıtıcılarda
gördükleri kitapları zorla alıp alanlarda yakıyor, sonra da bu ateşin çevresinde, eteklerini beline
dolamış kızlarla birlikte dans ediyorlardı.
En ateşlileri Colomban'ın evine kadar gidip, adamın kırk yıl boyunca derin bir barış ve erinç içinde
çalıştığı evin camlarını taşladılar.
Mecliste de tepkiler oldu; milletvekilleri önergeler verip Colomban'ın ulusal ordunun onuru ve
Penguenistan'ın güvenliğine karşı girişimleri konusunda hükümetin hangi önlemleri aldığını sordular.
Başbakan Robin Mielleux Colomban'ın küstah biri olduğunu bildirdi ve, milletvekillerinin alkışları
arasında, bu adamın mahkemelerde hesap vereceğini ilan etti.
Kürsüye çıkan savaş bakanının yüzü çok değişmişti. Eskiden kutsal bir kaz gibi kendinden emin olan
Greatauk şimdi ürkek, suratı asık, boynu eğri bir görünüm almış, ülke düşmanlarının arasındaki
akbabalara benzemişti.
Meclisin ulu sessizliği ortasında yalnızca şunları söyledi:
" Pyrot'nun hain olduğuna ant içerim."
Greatauk'un bu andı tüm Penguenistan'a yayıldı ve kamu vicdanını rahatlattı.
V
PEDER AGARIC VE CORNEMUSE
Colomban halkın tepkisini şaşkınlık ve sabırla karşılıyordu; ne zaman evinden çıksa taşlanıyor, bu
yüzden hiç çıkmıyordu. Odasında yüce bir inatla kafesteki suçsuz adam için yeni kitapçıklar
hazırlıyordu. Bulduğu az sayıda okur, en fazla on-on iki kişi, onun bakış açısında etkilenip Pyrot'nun
suçluluğundan kuşku duymaya başladılar. Bunu yakınlarına açtılar, zihinlerinde uyanan ışığı çevrelerine
yaymaya başladılar. Bunlardan biri Başkan Robin Mielleux'nün arkadaşıydı ve kuşkularını ona anlatınca,
başbakan bir daha onunla görüşmeyi kesti. Bir başkası bir açık mektup yayınlayıp savaş bakanından
açıklama istedi. Bir üçüncüsü de zehir gibi bir kitapçık yayınladı; Kerdanic adında bu adam en
çekinilen tartışmacılardan biriydi. Halk şaşırmaya başladı. Hainin bu savunucularının büyük Yahudi
parasıyla tutulmuş olduğu söyleniyordu. Onlara Pyrotcu adı verildi ve yurtseverler onların kökünü
kazımaya ant içtiler. Tüm ülkede en fazla bin veya bin iki yüz Pyrotcu vardı; ama her yerde ortaya
çıkıyorlardı; parklarda, meclislerde, sosyete salonlarında, aile masasında, hatta karı-kocanın
yatağındaydılar. Nüfusun bir yarısı öbür yarısından kuşkulanıyordu. Bu bölünme Alca'nin ateşini
artırdı.
Oysa, kendi okulunda genç soyluları eğitmeyi sürdüren Peder Agaric gelişmeleri gergin bir bekleyişle
izliyordu. Penguen kilisesinin başına gelen yıkım onu yıkabilmiş değildi; hâlâ Prens Crucho'ya bağlı olup
Penguenistan tahtına Draco veliahtını geçirme umudunu koruyordu. Bu ülkede ne tür bir gelişme
olursa olsun, bunun oluşturacağı kamuoyu ve kargaşa, bir din adamının derin bilgeliği sayesinde
yönlendirilir, yolundan çevrilebilir ve cumhuriyeti yıkmaya, inanmışlara büyük ödüller sözü veren Prens
Crucho'yu geri getirmeye kullanılabilirdi. Bir gün geniş kara şapkasını giyip Conil Ormanı'na, Azize
Pembekız Şurubu üreticisi Peder Cornemuse'ü görmeye gitti. Amiral Chatillon olayınıda yediği
darbeyle yıkılmış olan yaşlı rahip belini yeni yeni doğrultabiliyordu. Yine, ormanın içinden bir tren sesi
geliyor, hangarların altında mavi önlükleriyle çalışan öksüzler şişeleri paketliyor ve akasları
çakıyorlardı.
Agaric arkadaşını fırının karşısında ve boynuzlu imbikler arasında buldu. Yaşlı adamın göz kapakları
eski yakut ışıltısına kavuşmuş, kafası parlamaya başlamıştı.
Agaric önce onun laboratuvar ve işliklerinde yeniden başlayan çalışmalarını kutladı.
"İşler canlanıyor," diye yanıtladı Conil Ormanı'nın adamı, "bunun için Tanrı'ya şükrediyorum. Ah!
Agaric kardeş, neredeyse iflas etmiştim. Buranın ne duruma düştüğünü siz de gördünüz. Daha fazla
söylemeyeyim."
Agaric gözlerini çevirdi. Cornemuse sözlerini sürdürdü:
"Azize Pembekız Şurubu yeniden sevilmeye başlandı. Ama durumum hâlâ riskli ve belirsiz. Beni yıkan
yasalar hâlâ yürürlükte, yalnızca askıya alındılar..."
Ve Peder Cornemuse yakut gözkapaklarını gökyüzüne çevirdi.
Agaric elini onun omzuna koydu:
"Şu güzelim Penguenistan'ın düştüğü acınacak duruma bakın, Cornemuse! Her yerde dikbaşlılık,
bağımsızlık, özgürlük! Kibirliler, mağrurlar ve isyancılar başlarını kaldırıyorlar. Tanrısal yasalara
uymadıkları yetmiyormuş gibi, ölümlülerin yasalarına da karşı geliyorlar, oysa iyi bir yurttaş olmak için
önce iyi bir Hıristiyan olmak gerekir. Colomban şeytana öykünüyor. Bir sürü suç tohumu da arkasından
gidiyor; öfkeleriyle her türlü dizgini kırmak, boyundurukları atmak, en kutsal bağları çözmek ve en
sağlam engellerden kurtulmak istiyorlar. İstediklerini alabilmek için yurtlarına el kaldırıyorlar. Ama
kendi kazdıkları kuyuya düşecekler ve halkın nefreti, düşmanlığı, öfkesi altında ezilecekler. İşte
dinsizliğin, özgür düşüncenin ve sözde kendi akıllarıyla karar vermenin onları süreklediği uçurum bu."
"Kuşkusuz, kuşkusuz," dedi Peder Cornemuse başını sallayarak, "fakat şurup damıtırken günlük
olaylardan uzak kaldım. Tek bildiğim Pyrot adında birinden çok söz edildiği. Bir bölümü onun suçlu,
öbür bölümü de suçsuz olduğunu söylüyor, ama ben bu insanların kendilerini ilgilendirmeyen bir
konuyla neden bu kadar uğraştıklarını anlamıyorum."
Dindar Agaric hışımla sordu:
"Pyrot'nun suçlu olduğuna inanmıyor musunuz?"
"Bundan kuşkum yok, sevgili Agaric," dedi Cornemuse; "tanrısal olanlara aykırı olmadıkları sürece ülke
yasalarına sagyı duymamız gerekir. Hüküm giydiğine göre Pyrot suçludur. Bu karardan yana veya ona
karşı bir şey söylersem, haşa kendimi yargıçların yerine koymuş olurum. Ayrıca, Pyrot mahkum
edildikten sonra, bunun bir yararı da yok. Suçluyken mahkum edilmemişse, mahkum edildiği için
suçludur, ikisi de aynı kapıya çıkar. Yasalara saygılı her yurttaş gibi, onun suçluluğuna inanıyorum ve
yargı organı bana buyurduğu sürece inanacağım, çünkü birinin suçsuz olduğunu söylemek özel kişilerin
değil yargıcın hakkıdır. İnsanların koyduğu adalet, özündeki yetersizlikten kaynaklanan yanlışlarıyla
birlikte saygıdeğerdir. Bu yanlışlar düzeltilemez şeyler değillerdir; yargıçlar bu dünyada
düzeltmezlerse Tanrı öbür dünyada düzeltir. Öte yandan, bu General Greatauk'a güvenim var; pek
öyle görünmese de, kendisine saldıranlardan çok daha akıllı bir adam."
"Sevgili Cornemuse," dedi Peder Agaric, "Pyrot olayını, Tanrı'nın izni ve gerekli parayla, istediğimiz
yöne çevirebilirsek çok yararlı sonuçlar elde edebiliriz. Penguenlere dinsiz cumhuriyetin kötülüğünü
apaçık göstermekle kalmaz, onlarda Draco tahtını ve kilisenin şanını geri getirme isteğini de
uyandırabiliriz. Ama bunun için halk cüppelileri ön safta görmelidir. Ordu ve onur düşmanlarının
üzerine yürürsek halk peşimizden gelir."
"Herkes gelirse fazla olur," diye mırıldandı Conil Ormanı rahibi. "Ama görüyorum ki Penguenlerin canı
kavga etmek istiyor. Onların bu kavgalarına karışırsak, bizim sırtımızdan barışır ve faturayı bize
ödetebilirler. İşte bu yüzden, sevgili Agaric, bana inanın ve kiliseyi bu maceraya karıştırmayın."
"Benim enerjimi bilirsiniz; önlemli olduğumu da. Kilisenin adını lekelemem... Can dostum Cornemuse,
sizden yalnızca kampanyayı başlatabilmek için gerekli kaynağı istiyorum."
Peder Cornemuse uzun süre, kötü biteceğinden emin olduğu bu girişiminm giderlerini karşılamayı geri
çevirdi. Agaric kâh rica, kâh baskıyla onun üzerine gitti Sonunda rica ve gözdağlarına dayanamayan
Cornemuse başı önde, ayaklarını sürüyerek yoksul hücresine çıktı. Kireçle boyanmış bu sade odada,
kutsanmış bir çalı yığınının altında kasası vardı. İçini çekerek kasayı açtı, aldığı bir deste parayı
titrek bir elle Agaric'e uzattı. Agaric paraları cüppesinin ceplerine yerleştirirken şöyle diyordu:
"Hiç kuşkunuz olmasın, bu Pyrot olayını, Penguenistan'da kilisenin adını yüceltmek için, bize Tanrı
gönderdi."
"Keşke haklı olsanız!" diye içini çekti Conil Ormanı'nın adamı.
Sonra, laboratuvarında yalnız kaldığında uzun uzun, hüzünlü gözlerle ocağını ve imbiklerini seyretti.
VI
YEDİ YÜZ PYROT
Yedi yüz Pyrot giderek halkta daha çok nefret uyandırıyordu. Alca sokaklarında her gün onlardan iki
üçünü pataklıyorlardı. Biri halkın ortasında dövüldü, öbürü çaya atıldı, bir üçüncüsü zifte bulanıp tavuk
tüyü içinde yuvarlandıktan sonra, kahkahalar arasında caddelere salındı, bir süvari subayı
dördüncüsünün burnunu kesti. Artık, her zaman gittikleri yerlere, tenise, at yarışlarına kolay kolay
gidemiyorlardı, Borsa'ya saklanarak girebiliyorlardı. Onları bu sinmiş durumda tutmak ve daha da
bunaltmak gerektiğini düşünen Prens des Boscenos bu amaçla Kont Clena, Bay de la Trumelle, Vikont
Olive ve Bay Bigourd ile kafa kafaya verdi, birlikte Büyük Anti-Pyrot Ocağı'nı kurdular. Kent ve
kasabalardan yüzlerce, binlerce yurttaş, bölük bölük asker bu derneğe katıldılar.
Bir gün, genelkurmay başkanının makamına giden savaş bakanı, General Panter'in eskiden nerdeyse
boş olan çalışma odasının şimdi her yanında üç dört katlı klasörler, çelik kasalar, her renk ve boyda
dosyalar yığılı olduğunu gördü, tüm bu belge yığını birkaç gün içinde mantar gibi bitmişti.
"Nedir bu?" diye sordu bakan şaşkınlıkla.
"Pyrot'ya karşı kanıtlar," diye mutlu bir yüzle yanıtladı General Panter. "Onu mahkum ettiğimizde
elimizde bir şey yoktu, artık eksiğimizi giderdik."
Kapı açıktı. Greatauk koridorda uzun bir kuyruk oluşturan hamalların, her an yeni belge paketleri
getirip bıraktıklarını gördü, dosyaların ağırlığı altında gıcırdayan asansörün sesini işitti.
"Ya bu gelenler?" diye sordu.
"Bunlar Pyrot'ya karşı yeni bulduğumuz kanıtlar," dedi Panter. "Penguenistan'ın tüm kentlerine ve
ordu birliklerine, tüm Avrupa saraylarına haber gönderip istedim, ayrıca Amerika'dan, Avustralya'dan
ve Afrika'daki şubelerden gemiler dolusu dosya bekliyorum."
Ve Panter görevini yapmış bir kahraman gibi huzurlu ve ışıldayan yüzünü bakana çevirdi. Fakat,
Greatauk'un yüzü asılmıştı, bu dosya yığınına endişe ve umutsuzlukla bakıyordu.
"Pekâlâ," dedi, "iyi etmişsin! Ama, Pyrot davasının o güzel sadeliğini bozmandan korkarım. Ne kadar
basitti, onun değeri kaya kristali gibi saydam oluşundaydı. Mercekle bile bir çöp, leke veya kusur
arasanız bulamazdınız. Benim ellerimden çıktığında su gibi duruydu. Ben size bir inci verdim, siz onu
bir dağa dönüştürdünüz. Daha iyi iş yapayım derken her şeyi bozabilirsiniz. Kanıtlar! Elbette kanıt
olması iyidir, ama hiç olmaması daha iyidir. Size daha önce söylemiştim, Panter: Çürütülemez en iyi
kanıt suçlunun (veya masumun, fark etmez) itiraflarıdır. Benim hazırladığım Pyrot davası eleştiriye
olanak vermiyordu, saldırabilecekleri bir açığı yoktu. Darbeler ona işlemezdi, çünkü göze
görünmüyordu. Şimdi tartışmaya açık bir duruma getiriyorsunuz. Panter, size dosyalarınızı dikkatli
kullanmanızı öneririm. Özellikle, gazetecilerle az ilişki kurmalısınız. İyi konuşuyorsunuz, ama çok
konuşuyorsunuz. Söyleyin bana, Panter, bu belgelerin arasında sahte olanı var mı?"
Panter gülümsedi:
"Eh, gerektiği kadar var."
"Çok iyi! İşte buna sevindim. En iyileri bunlar. Kanıt olarak sahte belgelerden daha iyisi olamaz,
bunlar ısmarlama yapıldıkları için davaya en uygun olurlar, bu nedenle doğru ve adildirler. Ayrıca,
insanı her şeyin ideal olduğu bir düşlem dünyasına götürür, kusurlu gerçek dünyadan uzaklaştırırlar...
Ama, Panter yine de hiç kanıtımız olmamasını yeğlerdim."
Anti-Pyrot Ocağı'nın ilk işi hükümeti bu yedi yüz Pyrot'yu ve işbirlikçilerini yurda ihanet suçundan
yüksek mahkemeye çıkarmaya çağırmak oldu. Ocağın sözcüsü olarak Prens des Boscenos Meclis
kürsüsüne çıktı ve hükümetten bu konuda kararlılık ve teyakkuz beklediklerini söyledi. Sonra, tüm
bakanların elini sıktı, General Greatauk'un yanından geçerken onun kulağına fısıldadı:
"Doğru yürü, alçak, yoksa Maloury dosyasını açıklarım."
Birkaç gün sonra, hükümetin verdiği bir önergeyi oybirliğiyle onaylayan Meclis Anti-Pyrot Ocağı'nı
kamuya yararlı dernek olarak tanıdı.
Ocak hemen Fok Ülkesinde Chitterlings şatosunda sürgün yaşayan Crucho'ya bir kurul gönderdi ve
üyelerinin prense bağlılıklarını iletti.
Fakat, Pyrotcuların sayısı giderek artıyordu; şimdi on bin kadar olmuşlardı. Kentin bulvarlarında
toplaştıkları kendi kahveleri vardı; onların karşısında yurtseverlerin daha geniş ve zengin kahveleri
bulunuyordu. Her akşam, bir kahvenin terasından öbürüne bardak, fincan, küllük, sürahi, sandalye ve
masalar uçuşuyor, aynalar aşağı indiriliyordu. Karanlık sayıların eşitsizliğini örtüyor, çağrılan polisler
hangi yanda olduğuna bakmadan tüm kavgacıları demir çivili botları altında eziyorlardı.
Bu şanlı gecelerin birinde, Prens des Boscenos yanında birkaç yurtseverle birlikte kahveden
çıkarken, Bay de la Trumelle ona birini, gözlüklü, sakallı, şapkasız ve kaldırımda zorlukla yürüyen bir
adamı gösterdi:
"Hey bakın! işte Colomban!"
Prens des Boscenos güçlü ama hoşgörülü, sevecen biriydi. Fakat, Colomban'ın adını duyunca kan
beynine sıçradı. Anında gözlüklü adamın üzerine atılıp bir yumrukta onu yere serdi.
O anda, Bay de la Trumelle bir yanlışlık yaptığını, Colomban sandığı kişinin Anti-Pyrot Ocağı genel
sekreteri, eski dava vekili, yurtsever Bay Bazile olduğunu gördü. Prens des Boscenos eskinin bükülmez
adamlarındandı, ama yanılgısını kabul etmeyi bilirdi.
"Bay Bazile," dedi adamı selamlayarak, "sizin yüzünüzü biraz incittim, ama bunu neden yaptığımı
bilirseniz beni anlar, onaylar ve kutlarsınız. Sizi Colomban sandım."
Bay Bazile kanayan burnunu mendiliyle siler ve yırtılan ceketini düzeltirken kuru bir sesle şöyle dedi:
"Hayır, efendim, sizi anlamam, onaylamam ve kutlamam, çünkü davranışınız çok gereksiz, hatta
aşırıydı. Bu akşam üç kez beni Colomban sanıp ona layık bir davranışı uygun gördüler. Yurtseverler
onun kaburgalarını ve sırtını benim üzerimde kırdılar. Artık yeterince dayak yediğimi düşünüyordum."
Sözlerini bitirmemişti ki geçmekte olan bir grup Pyrotcu onları gördü; onlar da aynı yanlışlığı
yaptılar: Yurtseverlerin Colomban'ı dövdüklerini sanan topluluk Prens des Boscenos ve arkadaşlarına
baston ve kırbaçlarla saldırdılar; onları kısa sürede yere serip karşı çıkmasına aldırmaksızın dava
vekili Bazile'i omuzlarına aldılar, "Yaşasın Colomban! Yaşasın Pyrot!" sloganlarıyla bulvarlarda
yürüyüşe geçtiler. Sonra, polisler harekete geçip onları coplarıyla kovaladı, karakola sürükleyip
götürdü ve orada dava vekili Bazile'in bir kez daha Colomban olarak çivili botlar altında pestili
çıkarıldı.
VII
BIDAULT-COQUILLE VE
MANIFLORE - SOSYALİSTLER
Alca'da bir öfke ve nefret fırtınası yapıtken, gökbilimcilerin en yoksul ve en mutlusu olan Eugene
Bidault-Coquille, Draco zamanından kalma bir itfaiye tulumbası üzerinde eski bir teleskopla
gökyüzünü inceliyor, kayan yıldızları yarı bozuk fotoğraf filmleri üzerine kaydediyordu. Dehasıyla
araçlarının yanlışlarını düzeltiyor, bilim aşkıyla filmlerin görüntülerini yorumluyordu. Yorulmaz bir
çabayla göktaşlarını, meteorları, asteroitleri, uzay tozlarını, dünya atmosferini, kısacası uzayda
bulunan her şeyi gözlüyordu; bütün bu uykusuz gecelerinin ödülü olarak da halkın umursamazlığını,
devletin iyilik bilmezliğini ve bilim kurumlarının düşmanlığını kazanıyordu. Uzayın derinliklerindeki
kazaları görmekten, yeryüzündeki olayları bilmiyordu; hiç gazete okumazdı ve yolda giderken, kafası
kasım ayının asteroitleriyle dolu olduğu için, birkaç kez kör kuyulara düşmüş, bir otomobil tekerleri
altında kalmıştı.
Boyu da bilgisi kadar uzundu; kendine ve başkalarına saygısını soğuk bir kibarlıkla ve ince siyah bir
redingot, silindir şapka giyerek belli ediyor, bu da ona çok zayıf ve buharlaşmış bir görünüm
veriyordu. Yemeklerini, kendisinden daha az bilgili müşterilerin çoktan bıraktığı bir lokantada yerdi;
oraya gittiğinde yalnızca onun masası hazır tutulurdu. İşte bir akşam bu lokantada, Colomban'ın Pyrot
yanlısı kitapçığı gözüne çarptı; bir yandan fındıklarını kırarken onu okuyordu ve birdenbire, şaşkınlık,
dehşet ve acıma duygularıyla büyülenip meteorları, yıldız yağmurlarını unuttu; gözleri kargaların
tünediği çelik kafeste sallanan suçsuz adamdan başkasını görmez oldu.
Bu görüntü onu bırakmıyordu. Sekiz gündür kafasında suçsuz tutukluyla yaşarken, bir gün lokantadan
çıktığında bir yurttaş kalabalığının miting yapılan bir kahveye girdiklerini gördü. O da girdi; bu, yansız
bir toplantıydı; insanlar bağırıyor, sövüyor, dumanlı salonda birbirlerinin kafasını kırıyordu. Pyrot
yanlıları ve karşıtları sırayla alkışlanıyor veya yuhalanıyordu. Kuşkulu ve karışık bir canlılık
dinleyicileri coşturuyordu. Bidault-Coquille, utangaç ve yalnız insanlara özgü o cesaretle, sahneye
fırladı ve üç çeyrek saat konuştu. Çok hızlı ve düzensizdi, ama coşkuyla ve gizemli bir matematikçinin
inancıyla konuşuyordu. Alkışladılar. Kürsüden inerken uzun boylu, yaşı makyajından belli olmayan ve
büyük şapkasında tavus tüyleri taşıyan bir kadın onun üzerine atıldı, duygulu ve ateşli bir sarılmayla
öptü, ona şöyle dedi:
"Ne kadar yakışıklısınız!"
O, her zamanki saflığıyla, bunda gerçek payı olabileceğini düşündü.
Kadın yaşamını Pyrot'nun savunmasına ve Colomban'ın düşüncelerine adadığını söyledi. Adam onu
güzel ve alımlı buldu. Maniflore adındaki bu yoksul kadın eski bir fahişeydi; artık işe yaramayıp
unutulduktan sonra, birden iyi bir yurttaş olmuştu.
Kadın bir daha onun peşini bırakmadı. Birlikte miting alanlarında, kahvelerde, otel odalarında,
gazetelerin yazı işleri bürolarında unutulmaz saatler yaşadılar. Adam idealist olduğundan, kadında
güzellikde, kibarlık da kalmadığını gösteren birçok ipucuna karşın, onu hâlâ güzel buluyordu. Eski
güzelliğinden yalnızca hoşa gitmeyi ve iltifat etmeyi bilmesi kalmıştı. Fakat, itiraf etmek gerekir ki,
tansıklarla dolu bu Pyrot davası Maniflore'da da uygar bir değişime yol açmış, kadın adalet ve
gerçeğin simgesi oluvermişti.
Ne Pyrot'ya karşı olanlar, ne Greatauk'un savunucuları, ne de ordunun dostları arasında BidaultCoquille ve Maniflore'a karşı hoşgörülü veya alaycı bir tutum vardı. Öfkeli tanrılar bu adamlara o
değerli gülümseme yetisini bile çok görmüşlerdi. Ciddi yüzlerle eski fahişeyi ve gökbilimciyi casusluk,
ihanet ve devlete karşı komplo kurmakla suçluyorlardı. Bidault-Coquille ve Maniflore bu karaçalma ve
aşağılamalar karşısında daha da büyüyorlardı.
Penguenler uzun bir süredir ikiye bölünmüşlerdi ve şaşılacak bir şey, sosyalistlerin daha bir partisi
bile yoktu. Onların kesiminde dağınık, kopuk ve kafası karışık el emekçileri bulunuyordu. Pyrot davası
bu kesimin önder kadroları için tuhaf bir sorun yarattı: kimse bankerlerden veya ordudan yana
görünmek istemiyordu. Küçük ve büyük Yahudileri değişmez düşmanları gibi görüyorlardı. Bu temel
ilkeleri ve kişisel çıkarlarını bu dava yüzünden değiştirmek istemezlerdi. Fakat, tüm Penguenistan'ın
karıştığı bu olayda kavgadan uzak kalabilmek giderek zorlaşıyordu.
Bu önderlerin başlıcaları Şeytan Kuyruklu Aziz Mael Sokağı'ndaki federasyon merkezinde buluştular;
içinde bulundukları durumu ve gelecekte izleyecekleri yolu görüşeceklerdi.
Sözü önce yoldaş Phoenix aldı:
"İğrenç ve alçakça bir adalet suçu işlendi. Üstleri tarafından baskı yapılan askeri yargıçlar suçsuz
bir adamı korkunç bir cezaya çarptırdılar. Kurbanın bizden biri olmadığını söylemeyin; varsın geçmişte
ve gelecekte bize hep düşman olan bir sınıfın adamı olsun. Bizler sosyal adaletçiyiz; hiçbir haksızlık
bize yabancı olamaz.
Eğer Colomban gibi bir kentsoyluyu, Kerdanic gibi bir köktenciyi veya ılımlı bazı cumhuriyetçileri
zorbaların kılıcı önünde yalnız bırakırsak yuh olsun bize. Eğer kurban bizden değilse, onun cellatları
kardeşlerimizin cellatlarıdır; Greatauk bu askere vurmadan önce grevci arkadaşlarımızı kurşuna
dizdirmişti.
Yoldaşlar, zorlu bir savaşım, düşünce ve ahlak gücüyle Pyrot'yu acılarından kurtarabilirsiniz ve bu
soylu işi yaparken üzerinizdeki özgürlükçü ve devrimci görevden sapmış olmayacaksınız, çünkü Pyrot
ezilmişliğin ve tüm sosyal eşitsizliklerin simgesi oldu; bu eşitsizliklerden birini devirirsek öbürlerini
kökünden sarsarız."
Phoenix sözlerini bitirdikten sonra yoldaş Sapor konuştu:
"Size asıl görevinizi bırakıp sizi hiç ilgilendirmeyen bir işe karışmanızı öneriyorlar. Hangi yanda
olursanız olun, doğal ve değişmez düşmanlarınızla aynı safta olacağınız bir kavgaya niçin giresiniz?
Bankerler size askerlerden daha mı yakın? Kimin kasasını kurtaracaksınız? Sosyal savaşımınızda hep
karşınızda bulacağınız yedi yüz Pyrot'nun yardımına koşmak hangi ahmak ve sorumsuz kişilerin işidir?
Sizden düşmanlarınızın saflarını ve kendi suçlarıyla bozdukları düzenlerini sağlamanızı istiyorlar.
İyiliğin bu derecesine başka bir ad vermek gerekir.
Yoldaşlar, rezilliğin topluma ölümcül olduğu bir aşama vardır; Penguen kentsoylu sınıfı kendi
rezilliğinin altında boğulmaktadır ve sizden onu kurtarmanız, soluk almasını sağlamanız isteniyor. Bu,
sizinle alay etmektir.
Bırakalım boğulsun ve son çırpınışlarını gülerek seyredelim. Tek tasamız, onun kirlettiği bu
topraklarda yeni bir toplumun temelini atarken bu kirliliği nasıl temizleyeceğimiz olmalıdır."
Sapor söylevini bitirdikten sonra yoldaş Lapersonne söz aldı:
"Phoenix bizi suçsuz dediği Pyrot'nun yardımına çağırıyor. Bence bu yeterli değil. Pyrot suçsuz
olabilir, ama o tam bir askerdi ve başlıca görevi halkın üzerine ateş etmek olan her asker gibi görevini
tam yaptı. Bu gerekçe, halkın tüm tehlikeleri göze alarak onu savunması için yeterli değil. Bana
Pyrot'nun suçlu olduğunu ve ordunun samanını çaldığını kanıtlayın, o zaman yürüyeyim."
Sonra yoldaş Larrivée söz aldı:
"Arkadaşım Phoenix ile aynı görüşte değilim; arkadaşım Sapor'la da aynı görüşte değilim; haklı
deniliyor diye bir davaya partimizin katılması gerektiğini düşünmüyorum. Burada sözcük oyunları ve
tehlikeli bir iş var gibime geliyor. Çünkü, sosyal adalet devrimci adalet değildir. Bunlar her zaman
karşıda olurlar: birine hizmet etmek öbürüne karşı savaşmaktır. Bana gelince, ben seçimimi yaptım:
sosyal adalete karşı devrimci adaletin yanındayım. Ama bu davada çekimser kalmayı kınıyorum.
Diyorum ki şans bize böyle bir olay armağan etmişse, ondan yararlanmamak budalalık olur.
Nasıl mı? Bize militarizme iyi bir darbe vurma fırsatı verilmiştir. Kollarımızı kavuşturup seyredelim
mi? Sizi uyarıyorum, yoldaşlar: Ben hint fakiri değilim ve asla böylelerinin yanında olmam. Burada hint
fakirleri varsa, onların yanında olmamı beklemesinler. Bir şey yapmadan göbeğini seyretmek sonuç
vermeyen bir politikadır, ben bunu asla yapmam.
Bizim gibi bir parti her gün kendini sınamalıdır; yaşamını sürekli eylemle kanıtlamalıdır. Pyrot
davasına katılacağız ama devrimci tavırla katılacağız, şiddet eylemi uygulayacağız... Sizler şiddetin
modası geçmiş, at arabaları, kollu baskı makinesi ve telli telgraf gibi rafa kaldırılması gereken bir
yöntem olduğunu mu sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Dün olduğu gibi bugün de şiddet olmadan bir şey
alınmaz; en etkili araç budur; yalnızca kullanmasını bilmek gerekir. Biz nasıl davranmalıyız? Size bunu
söyleyeyim: egemen sınıfların birini öbürünün üstüne salmalıyız; yani, orduyu bankerlerle, hükümeti
yargıyla, soylu ve dindarları Yahudilerle kapıştırmalı, birbirlerini yok etmelerini sağlamalıyız. Hastayı
bitkin düşüren ateş gibi, hükümeti zayıflatan bu karışıklığı sürdürmeliyiz.
Pyrot olayı, eğer kullanmasını bilirseniz, silahsızlanma, genel grev ve devrim gibi, sosyalist partinin
büyümesine ve işçi sınıfının gelişmesine en az on yıl kazandıracaktır."
Sonuç olarak, bu konuşan parti önderleri birbirlerinden çok farklı düşünüyorlardı; böyle durumlarda
olduğu gibi, her biri daha önce defalarca söylediklerini daha düzensiz ve ölçüsüz bir biçimde
yinelediler. Uzun süre tartışıldı ve kimse düşüncesini değiştirmedi. Fakat, bütün bu görüşler son
incelemede iki öbeğe ayrılıyorlardı: Sapor ve Lapersonne'un çekimser kalma düşüncesiyle Phoenix ve
Larrivée'nin kavgaya katılma düşüncesi. Ama her iki öbeğin ortak yanları asker şeflerinin adaletinden
nefret etmeleri ve Pyrot'nun suçsuzluğuna derin bir inanç duymalarıydı. Öyleyse kamuoyu, tüm
sosyalist önderlerin tehlikeli Pyrotcular olduğuna inanmakta haklıydı.
Bunların adına konuştukları ve konuşmak ne kadar temsil edebiliyorsa, temsil ettikleri büyük halk
yığınları, yani düşüncesini söyleyemediği için anlaması pek zor olan işçi sınıfı, Pyrot davasıyla pek
ilgilenmiyordu. Onlar için bu dava fazla entelektüel, klasik bir tadı olan, yüksek kentsoylu ve büyük
sermaye kokan bir olaydı ve hoşlarına gitmiyordu.
VIII
COLOMBAN'IN YARGILANMASI
Colomban davası başladığında Pyrotcuların sayısı otuz bini geçmiyordu; ama her yerde, rahipler ve
askerler arasında bile bulunuyorlardı. Onlara en çok zarar veren büyük Yahudilerin desteğiydi. Buna
karşılık, sayılarının az oluşu nedeniyle sempati topluyorlardı ve içlerindeki aptal sayısı rakiplerinden
daha azdı. Daha kolay toplanıp daha çabuk karar alabiliyor, uyumlu davranabiliyorlardı; her biri
elinden gelenin en iyisini yapma gereğini duyuyor ve daha çok göze batıyorlardı. Her şey onların daha
da büyüyeceğini, rakiplerininse, başlangıçta tüm halkı yanlarına aldıkları için, artık yalnızca
azalabileceklerini gösteriyordu.
Colomban halka açık mahkemeye çıktığında, yargıçlarının pek meraklı olmadığını hemen gördü. Ağzını
açtığı anda yargıç ona, devlet yararı bakımından susmasını söylüyordu. Aynı gerekçeyle, ondan yana
olan tanıkların söyledikleri de duyulamadı. Genelkurmay Başkanı General Panter üniforması ve tüm
madalyalarıyla ifade vermeye geldi. Söyledikleri şunlardı:
"Alçak Colomban Pyrot'ya karşı kanıtlarımız olmadığını ileri sürüyor. Yalan söylüyor: Kanıtlarımız
vardır; benim arşivlerimde yedi yüz otuz iki metrekare alan üzerinde, her biri beş yüz kilo olmak
üzere, tam üç yüz altmış altı bin kilo kanıt var."
Bu yüksek rütbeli subay daha sonra zarif ve kolay anlaşılır bir dille kanıtlar hakkında bilgi verdi:
"Her renk ve tonda kanıtlarımız vardır; her birinin biçimi değişiktir: su kabı, şapka, para, üzüm,
güvercin yuvası, kartal vb. En küçüğü bir milimetre kare boyunda, en büyüğü ise yetmiş metre
uzunluğunda ve doksan santimetre genişliğindedir."
Bu açıklama üzerine dinleyiciler dehşetle titrediler.
Greatauk sırası gelince tanıklık etti. Daha sade giyinmiş ve bu nedenle daha etkileyici bir havada,
ellerini arkasında kavuşturmuş olarak konuştu:
"Ülkemizi yıkımın eşiğine getiren bu davranışının sorumluluğunu Colomban'a bırakıyorum. Pyrot olayı
devlet sırrıdır ve öyle kalmalıdır. Eğer açıklanırsa, en büyük dertler, savaş, yağma, doğal afetler,
yangın, toplu kıyım, bulaşıcı hastalıklar anında Penguenistan üzerine saldıracaklardır. Bir sözcük daha
edersem kendimi yurduma ihanet etmiş sayarım."
Aralarında Bay Bigourd'un da bulunduğu, politika deneyimi olan birkaç kişi savaş bakanının bu
söylediğinin genelkurmay başkanınkinden çok daha akıllıca ve ustaca olduğunu düşündüler.
Alboy Boisjoli'nin söyledikleri büyük etki yaptı:
"Savaş Bakanlığı yapısında bir gece, komşu bir ülkenin askeri ateşesinin bana söylediğine göre,
ülkesindeki bir süvari alayını gezerken çok yumuşak ve tatlı yeşil renkte, lezzetli bir saman görüp
'Bunu nereden buldunuz?' diye sormuş. Ona yanıt vermemişler, ama nereden geldiğinden kuşkusu
yokmuş. Bu, Pyrot'nun çaldığı samanmış. Çünkü bu yeşil renk, yumuşaklık ve koku ülkemiz samanlarının
bir özelliğidir. Komşumuzun samanı kül rengi ve kırılgandır; yabayla atılırken hışırdar ve toz yapar.
Bunun ne anlama geldiğine siz karar verin."
Teğmen Hastaing, yuh sesleri arasında verdiği ifadesinde, Pyrot'nun suçlu olduğuna inanmadığını
söyledi. Hemen jandarma tarafından tutuklanıp, gözdağlarından da, vaatlerden de uzak kalacağı, yılan
ve böceklerle dolu izbe bir hücreye kapatıldı.
Mübaşir seslendi:
"Kont Pierre Maubec de la Dentdulynx."
Salonda bir sessizlik oldu ve kürsüye doğru yaklaşan, giysileri yamalı ama görkemli bir soylu adam
görüldü; bıyıkları göğe bakıyor ve bakışları ateş saçıyordu.
Colomban'a yaklaşıp ona küçümseyen bir gururla baktı, sonra:
"Benim ifadem," dedi, "işte şöyle: sizin ağzınıza s...ayım!"
Bu sözler üzerine tüm salon alkışlarla inledi, yürekleri kaldıran ve ruhları yücelten bir huşu içinde
coştu. Başka tek sözcük etmeden Kont Maubec çekildi.
O dışarı çıktığında, tüm dostları peşinden geldiler. Prenses des Boscenos onun ayaklarına kapanmış,
bacaklarını kucaklıyordu; ama kont, mendil ve çiçek yağmuru altında ağırbaşlı bir yüzle yürüyordu.
Boynuna sarılmış olan Vikontes Olive'i ayırmak mümkün olmadı ve bu mağrur kahraman onu göğsünde
hafif bir eşarp gibi taşıyarak götürdü.
Onun yüzünden ara verilen oturum yeniden başladığında, yargıç bilirkişileri çağırdı.
Ünlü yazı uzmanı Vermillard incelemelerinin sonuçlarını anlattı:
"Pyrot'nun evinde bulunan belgeleri, özellikle harcamalar defterini ve kuru temizleyici faturalarını,
dikkatle inceledim; zararsız görünümleri altında, çok gizli bir şifreyle yazılmış olmalarına karşın,
onları çözebildim. Hainin yaptıkları her satırda görülmektedir. Bu şifrede 'Üç bardak bira için
Adele'e yirmi frank' sözleri 'komşu bir ülkeye yirmi bin balya saman sattım' anlamına gelmektedir. Bu
belgeyi incelediğimde bu subayın sattığı samanın türünü de belirledim: Nitekim, gömlek, yelek, külot,
mendil, yaka, aperitif, tütün, puro sözcükleri yonca, bukağı, kabayonca, aptesbozan otu, yulaf,
karamuk ve çayırotu anlamındadırlar. Bunlarsa, Kont Maubec'in orduya sattığı samanın koku ve
lezzetini oluşturan bileşenlerdir. İşte, Pyrot kimsenin anlamayacağını sandığı bir dilde suçunu böyle
kaydediyordu. Bu kadar sorumsuzluğun böyle bir kurnazlıkla birleşmiş olması şaşırtıcıdır."
Colomban, hafifletici nedenler olmaksızın, suçlu olundu ve en yüksek cezaya çarptırıldı. Jüri üyeleri
hemen bir yargıtay dilekçesi imzaladılar.
Adalet Sarayı'nın önündeki alanda, bin iki yüz yıllık büyük bir tarihi görmüş olan ırmağın kıyısında, elli
bin kişi mahkeme sonucunu bekliyordu. Orada, Anti-Pyrot Ocağı'nın ileri gelenleri arasında Prens des
Boscenos, Kont Clena, Vikont Olive, Bay de la Trumelle bulunuyordu; Peder Agaric Aziz Mael
Okulu'nun öğretmen ve öğrencilerini toplayıp getirmişti; rahip Douillard ile Başkomutan General
Caraguel kucaklaşıyor, oluşturdukları yüce birliğe katılmak üzere, Pont-Vieux Köprüsü'nden geçip
gelen pazarcı ve çamaşırcı kadınlar, ellerinde tokaçları, çamaşır suyu dolu kazanlarıyla akın
ediyorlardı. Tunç kapıların önünde ve merdivenlerdeyse, Alca'da Pyrotcu olarak bilinen kim varsa
toplanmıştı: Profesörler, gazeteciler, tutucu veya devrimci işçiler arasında, buruşuk giysileri ve sert
bakışlarıyla Phoenix, Larrivée, Lapersonne, Dagobert ve Varambille yoldaşlar görülüyordu.
Uğursuz kara redingotu ve silindir şapkasıyla Bidault-Coquille, Colomban ve Teğmen Hastaing için
matematiksel duygularını haykırıyordu. Merdivenlerin en üst basamağında kahraman fahişe Maniflore,
hırçın bir gülümseyişle parlıyor, Leena gibi bir zafer anıtı veya Epicharis gibi tarihin övgüsünü
kazanabilmek için yarışıyordu.
Limonata satıcısı, işportacı, izmarit toplayıcısı ve anti-Pyrotcu kılığına bürünmüş olan yedi yüz Pyrot
Adalet Sarayı'nın çevresinde dolanıyordu.
Colomban göründüğünde öyle bir gürültü koptu ki havanın ve suyun çıkardığı sesle kuşlar dallardan
düştü, balıklar sudan fırlayıp karın üstü çimenlere uçtular. Her yerden haykırışlar geliyordu:
"Colomban suya! Onu ırmağa atalım!"
Bazı çığlıklar da geliyordu:
"Adalet ve gerçek!"
Hatta şöyle bir ses işitildi:
"Ordu alaşağı!"
Bu ses korkunç bir arbedenin işareti oldu. Binlerce kavgacı merdivenlerde birbirine girdi; kalanları da
bu kalabalığa katılıp boğazına sarılacak birini buluyordu. Kadınlar da ateşli, saç baş dağınık, dişi ve
tırnaklarıyla erkeklere saldırırken yüzlerinde o zamana kadar fark edilmeyen ve ancak yatak
odalarının loş ışığında görülebilen bir mutluluk okunuyordu. Bunlar Colomban'ı yakasından tutmuş,
ısırmak, boğmak ve parçalamak üzereydiler ki şahane Maniflore, saf ve soylu bir görüntü veren
kırmızı tüniğiyle karşılarına dikildi. Colomban kurtulmuş gibiydi; yandaşları Adalet Alanı'nın
ortasından ona bir yol açmış ve Pont-Vieux köşesinde bir arabaya bindirmişlerdi. At hemen dört nala
hareket etmek üzereydi; ama Prens des Boscenos, Kont Clena ve Bay de la Trumelle arabacıyı tutup
alaşağı ettiler, hayvanları geri geri gitmeye zorlayıp köprünün parmaklıklarına dayadılar, son bir
itelemeyle alkışlar arasında ırmağa yuvarladılar. Sular sesli bir gürültüyle fışkırdı; az sonra ırmağın
parlak yüzeyinde ufak bir kıpırdanmadan başka bir şey kalmadı.
Hemen aynı sıralarda, Dagobert ve Varambille'in adamları, kılık değiştirmiş yedi yüz Pyrot ile birlik
olup Prens de Boscenos'u bir çamaşırcı dubasına başı önde yuvarlayıp kötü hırpaladılar.
Sessiz gece Adalet Alanı'na indiğinde yerlerdeki kalıntıları dingin bir barışla örttü. Ancak, üç
kilometre ötede, köprünün altında, ıslanmış bir adam topal bir atın yanına büzülmüştü. Colomban
halkın bilgisizliği ve anlayışsızlığı konusunda derin derin düşünüyordu.
"Bu kavga düşündüğümden daha zorlu olacak. Yeni engeller seziyorum."
Talihsiz hayvana yaklaşıp şöyle dedi:
"Sen onlara ne kötülük yapmıştın, can dostum? Benim yüzümden başına neler geldi."
Zavallı hayvanın boyuna sarılıp alnından öptü. Sonra, dizginlerinden çekip kaldırdı, topallayan hayvanı
yedeğine aldı ve kentin sokaklarından geçirip evine getirdi. Orada derin bir uyku ikisine de insanların
kötülüğünü unutturdu.
IX
PEDER DOUILLARD
Penguenistan'ın yaşadığı bu karanlık günlerde, Tanrı'dan ülkeyi parçalayan bu karışıklıklara son
vermesi ve insanların Tanrı'ya ve inancın vekillerine karşı işledikleri günahları bağışlaması amacıyla
din önderleri, piskoposlar, rahipler ve keşişler Alca Katedrali'nde büyük bir ayin yapılmasına karar
verdiler.
Tören 15 Temmuz günü yapıldı. Başkomutan Caraguel ve kurmay kurulu ön saflarda bulunuyordu.
Ayine çok sayıda ve seçkin bir kalabalık katılmıştı; Bay Bigourd'un dediğine göre, hem seçkin hem
kalabalıktı. İlk sıralarda Prens Crucho'nun mabeyincisi Bay de la Berthoseille dikkati çekiyordu. Aziz
Francis tarikatından peder Douillard'ın çıkacağı minberin yakınında, kendilerinden geçmiş bir
görüntüyle bastonlarına dayanmış olan Anti-Pyrot Ocağı'nın ileri gelenleri, Vikont Olive, Bay de la
Trumelle, Kont Clena, Dük Ampoule ve Prens des Boscenos bulunuyordu. Peder Agaric, Aziz Mael
Okulu öğretmenleri ve öğrencileriyle birlikte mihrabın önünde yer almıştı. Sağ koridor, İsa çarmıhta
başını sağa eğdiği için daha değerli olan sağ yan, subaylara ve üniformalı askerlere ayrılmıştı. Kontes
Clena, Vikontes Olive ve Prenses des Boscenos'un da aralarında olduğu soylu bayanlar balkonda yer
almışlardı. Bu büyük kilisede ve dış avluda her renk cüppeli yirmi bin din adamıyla otuz bin inanmış
buluyordu.
Bağışlama ve yarlıgama töreni bittikten sonra, aziz peder Douillard mimbere çıktı. Vaaz görevi önce
peder Agaric'e verilmişti, ama tüm yeteneklerine karşın onun dinbilim ve diplomasi deneyimi az
görülmüş, onun yerine, son altı aydır kışlalarda dolaşıp Tanrı ve düzen düşmanlarına karşı vaazlar
veren, konuşma yeteneği iyi olan peder Douillard seçilmişti.
Aziz peder Douillard Deposuit potentes de sede (2) ayetini esas alıp, her tür dünyasal gücün Tanrı'yı
ilke kabul etmesi gerektiğini, göklerin ona çizdiği ve görevli kıldığı tanrısal yoldan saparsa uçuruma
gideceğini anlattı.
Bu kutsal kuralları Penguenistan yönetimine uygulandığında, hükümetin düşleyemeyeceği kadar
korkunç, yıkımlarla dolu bir tablo çıkardı.
"Bu sefalet ve utançların başlıca mimarını sizler iyi tanıyorsunuz, kardeşlerim. Bu canavarın adı bile
yazgısını gösteriyor, nitekim Yunancada pyros sözcüğü ateş demektir; tanrısal sağduyu bu sözcükle
bize, bir Yahudinin kendisine bağrını açan bu ülkeyi ateşe vereceğini anlatmak istiyordu."
Onlara, kilise düşmanlarının eziyet ettiği yurdun bağrındaki kanlarla "Ey acı! Ey yazgı! İsa'yı çarmıha
gerenler benim bağrımı deliyor!" diye inlediğini gösterdi.
Bu sözler kalabalığı büyük bir dalgalanmayla titretti.
Usta konuşmacı, kibirli Colomban'ı günahkar bedeninin düştüğü o ırmağın tüm sularının bile
arındıramayacağını söyleyerek, dinleyenleri daha da coşturdu. Sonunda, Penguenistan'daki tüm
sorunları, yıkımları ve karışıklıkları bir yumak yapıp cumhuriyete ve onun başbakanına sitem olarak
gönderdi:
"Bu başbakan, Saül'ün Gabaon'da Filistinlilere yaptığı gibi, yedi yüz Pyrot ve yandaşlarının kökünü
kazımayarak bir korkak olduğunu göstermiştir; Tanrı'nın ona verdiği yetkiyi kullanmaya layık
olmadığını göstermiş, artık tüm halkın gözünden düşmüştür. Tanrı kendisini küçümseyenlere
hoşgörüyle bakar. Deposuit potentes de sede. Tanrı korkak hükümdarları indirir ve yerlerine, ona
secde edecek güçlüleri koyar. Sizi uyarıyorum, beyler; sizi uyarıyorum, askerler: Sizi uyarıyorum
Penguen ordusunun başkomutanı: Vakit geldi! Tanrı'nın buyruklarına uymazsanız, onun adına kafirleri
tepelemezseniz, Penguenistan'ın başına dinci ve güçlü bir hükümet getirmezseniz, Tanrı
kargışladıklarını yok eder, ama yine de kendi budununu kurtarır. Size karşın, basit bir asker veya bir
sanatkar gönderip kurtarır. Vakit geçmek üzere. Acele edin!"
Bu ateşli konuşmayla coşan altmış bin kişi titreyerek yerlerinden fırladılar, "Silaha! Silaha!
Pyrotculara ölüm! Yaşasın Crucho!" haykırışları arasında rahipler, kadınlar, askerler, soylular,
kentsoylular, uşaklar gerçeklerin kürsüsünden yükselen bu kollar tarafından kutsanmak üzere ayağa
kalktılar; "Penguenistan'ı kurtaralım!" ilahisini söyleyerek katedralden dışarı akmaya başladılar.
Irmak kıyısından Parlamento'ya doğru yürüyüşe geçtiler.
Boşalan kilisede yalnız kalan bilge Cornemuse kollarını gökyüzüne kaldırıp küskün bir sesle şöyle
yalvardı:
"Agnosco fortunam ecclesiae pinguicanae! (3) Tüm bu olanların bizi nereye sürüklediğini
görebiliyorum."
Kutsal kalabalığın yasama binasına yaptığı saldırı geri püskürtüldü. Alca korumanları ve polislerin
karşı saldırısı önünde saldırganlar dağınık bir biçimde kaçışırken, varoşlardan gelen yoldaşlar,
başlarındaki Phoenix, Dagobert, Lapersonne ve Varambille'in komutasında bu kalabalığın üzerine
çullanınca, hezimet tamamlandı. Bay de la Trumelle ve Dük Ampoule karakola götürüldüler. Prens des
Boscenos, uzun süre yiğitçe direndikten sonra, kaldırıma düşüp kafasını yardı.
Zafer sarhoşluğundaki yoldaşlar, aralarına karışmış gezgin satıcılarla birlikte, "Crucho'ya ölüm!
Yaşasın sosyalizm!" sloganlarıyla, bütün gece bulvarlarda yürüyüş yaptılar. Onların ardından
Pyrotcular gazete kulübelerini ve ilan panolarını devirerek geçtiler.
Soğukkanlı bir aklın alkış tutamayacağı ve sokakların düzenini sağlamayı dert edinmiş kişilerin
üzüleceği bir görüntüydü bu; ama gönül adamlarını daha da üzen bir şey vardı: Her iki yandan eşit
uzaklıkta kalmaya çalışan, darbelerden korunmak için hamamböcekleri gibi sinen korkak adamlar;
bunlar duygularının soylu ve ruhlarının yüce olduğunu göstermek için, gözlüklerindeki yaşları silip
hafifçe öksürerek şöyle diyorlardı: "Ey Penguenler, kardeş kanı dökmeyi bırakın; ana yurdunuzun
bağrını deşmekten vazgeçin!" Sanki bir toplumda kavga ve atışma olmadan yaşanırmış gibi, sanki sivil
karışıklıklar ulusal yaşam ve toplumun ilerlemesi için gerekli değilmiş gibi, haklıyla haksız arasında
uzlaşma öneren bu korkaklar, haklının hakkına tecavüz ederken, haksıza da cesaret vermekten başka
bir şey yapmıyorlardı. Bu korkaklardan biri olan zengin ve güçlü Machimel kaynaşan alanlarda
dikiliyor, gözyaşları yerde ayaklarının ucunda zehirli gölcükler oluşturuyor ve iç çekişleri balıkçıların
kayıklarını sarsıyordu.
Bu çalkantılı gecelerde, eski tulumbanın ucunda, bulutsuz gökyüzünde kayan yıldızların fotoğrafını
çeken gökbilimci Bidault-Coquille içten içe mutluydu. Adalet için savaşıyordu; yüce bir aşkla seviyor
ve seviliyordu. Aşağılama ve karaçalmalar ona dokunmuyordu. Gazete kulübelerinde karikatürleri
Colomban'ın, Kerdanic'in ve Teğmen Hastaing'inkilerle birlikte yer alıyordu; Anti-Pyrotcu gazeteler
onun büyük Yahudi bankerlerden elli bin frank aldığını yazıyorlardı. Askere yakın gazeteler onun
bilimsel uğraş yaşamını araştırıyor, devlet üniversitelerindeki bilginler onun yıldızlar konusunda bir
şey bilmediğini, en sağlam bulgularının yanlış olduğunu, en akıllı ve verimli varsayımlarının değersiz
olduğunu bildiriyorlardı. Ama o, nefret ve kıskançlığın darbeleri altında mutlu oluyordu.
Yıldızların küçük noktalarla deldiği uçsuz bucaksız gökyüzüne bakarken, uyuyan kentin ne kadar ağır
uykular, acı uykusuzluklar, boş hülyalar, her zaman yoz zevkler ve sonsuz yoksulluklarla yüklü
olduğuna bakmadan şöyle düşündü:
"Haklı ve haksız, bu büyük kentte savaş veriyor."
Böylece çok yönlü ve bayağı bir gerçeğin yerine sade ve güzel bir şiir koyuyor, Pyrot olayını haklılar
ve haksızlar arasında bir kavga olarak görüyordu; haklının zaferini beklerken, karanlığın çocuklarını
yenen ışık çocuklarından biri olabilme düşüncesiyle ellerini oğuşturuyordu.
X
YÜKSEK YARGIÇ CHAUSSEPIED
O güne kadar korkudan gözleri kör olan cumhuriyetçiler, Peder Douillard ve Prens Crucho'nun sokağa
döktüğü yığınlar karşısında ayıldılar ve sonunda Pyrot davasının gerçek yüzünü gördüler. Ama, iki
yıldır halk yığınlarının haykırışları önünde sinen milletvekilleri doğru yolu da seçmediler; bir alçaklığı
bir başkasıyla değiştirip Başbakan Robin Mielleux'a karşı döndüler, hoşgörüleriyle cesaret verdikleri,
perde arkasından elebaşılarını kutladıkları karışıklıklardan onu sorumlu tuttular; onu zayıf davranıp
cumhuriyeti tehlikeye atmakla suçladılar. İçlerinden bazıları da, kişisel çıkarlarının belki de Pyrot
yanlısı olmaktan geçtiğini düşünmeye başladı; bu düşünceyle kafeste başkasının yerine acı çeken
suçsuz adam için gözyaşı dökmeye başladılar. Üstünün yerine göz dikmiş olan Bakan Guillaumette,
iktidar milletvekillerinden birine şöyle diyordu: "Gözlerime uyku girmiyor!"
Bu yiğit milletvekilleri kabineyi devirdiler ve cumhurbaşkanı, Robin Mielleux'nün yerine Trinité
adında, sakallı ve doğuştan cumhuriyetçi bir milletvekilini atadı; bu yeni başbakan da, Penguenlerin
çoğu gibi, Pyrot olayını anlamıyordu, ama bu davada biraz fazla rahip cüppesi görüldüğünü
düşünüyordu.
General Greatauk, savaş bakanlığındaki görevinden ayrılmadan önce, Genelkurmay Başkanı Panter'e
son öğütlerini veriyordu:
"Gidiyorum, ama siz kalıyorsunuz," dedi elini sıkarak. "Pyrot davası benim kızımdır, onu size emanet
ediyorum; o sizin sevgi ve özeninize layıktır; güzeldir. Ama unutmayın, güzellik loş yerleri sever,
utangaç yüzü tül arkasında olmayı seçer. Onun utangaçlığına saygılı olun. Daha şimdiden, görmemesi
gereken gözler ona ilişmeye başladı... Panter, kanıtlar istediniz ve buldunuz. Ama, çok fazla kanıtınız
var. Gereksiz karışmalar ve tehlikeli meraklar olacağını görüyorum. Sizin yerinizde olsam, o dosyaları
yok ederdim. Bana inanın, en iyi kanıt hiç olmayanıdır. O tartışılmaz."
Heyhat! General Panter bu öğütlerin değerini anlamadı. Gelecek Greatauk'un öngörüsünü doğru
çıkardı. Trinité başbakanlığa adımını atar atmaz Pyrot dosyasını istetti. Kendi savaş bakanı Peniche,
ulusal savunmanın yüksek çıkarları adına dosyayı vermeyi kabul etmedi; Başbakana, General Panter'in
koruması altındaki bu dosyanın dünyanın en büyük arşivi olduğunu fısıldadı. Trinité elinden geldiğince
duruşma tutanaklarını inceledi, derinliğine varamadı ama işlem yanlışlıkları buldu. Bunun üzerine,
yetkilerini kullandı ve duruşmanın yeniden ele alınmasını buyruğunu verdi. Savaş bakanı Peniche bunun
orduyu aşağılama ve ülkeye ihanet olacağını söyleyip bakanlık mührünü yüzüne fırlattı. Yerine atanan
bir ikincisi, bir üçüncüsü, ve ardından gelen yetmiş tanesi aynı örnek davranışı gösterdiler. Trinité
kafasına isabet eden mühürlerin acısıyla kıvranıyordu. Sonunda, yetmiş birinci savaş bakanı van Julep
makamında kaldı; soylu meslektaşlarından farklı düşündüğü için değil, onlar tarafından casus olarak
görevlendirildiği için kaldı; görevi başbakanına ihanet etmek, onu utandırmak ve dosyanın gözden
geçirilme işini, Greatauk'un, rahiplerin ve Crucho yanlılarının zaferine dönüştürmekti.
General van Julep yüksek bir askeri ahlaka sahip olup Greatauk'un zeki görüşlerine ve ustaca
planlarına aklı ermezdi. O da, General Panter gibi, Pyrot'ya karşı kanıtlar olması gerektiğini, ne kadar
çok olursa o kadar iyi olacağını düşünüyordu. Bu düşüncelerini Genelkurmay Başkanına açtı:
"Panter," dedi, "öyle bir noktaya geliyoruz ki daha bol kanıt gerekebilir."
"Anladım, generalim," dedi Panter; "dosyalarımı tamamlayacağım."
Altı ay sonra Pyrot'ya karşı kanıtlar savaş bakanlığının iki katını doldurmuştu. Bir gün, dosyaların
ağırlığına dayanamayan döşemeler çöktü; devrilen kanıtlar altında iki şube şefi, on dört büro memuru
ve yer katında çizmeleri boyayan altmış er ezildi. Bakanlık yapısının duvarlarına destek konması
zorunlu oldu. Yoldan geçenler eskiden yüce olan bu yapıya abanarak çirkinleştiren dev kirişlere, yola
kadar taşıp trafiği zorlaştıran sevimsiz payandalara şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
Pyrot'u mahkum eden yargıçlar gerçek yargıç değil, subaylardı. Clomban'ı mahkum edenlerse gerçek,
fakat küçük rütbeli yargıçlardı; kiliseleri süpüren çömezlerin giydiği türden şayak cüppeleriyle
acınacak durumdaydılar. Bunların üstünde, kırmızı cüppelerinin yakaları kakım kürküyle süslü yüksek
mahkeme yargıçları bulunuyordu. Bunlar, yasaları ve içtihatları iyi bilen, bu nedenle de gücüne
korkuyla karışık bir saygı duyulan bir kurul oluşturuyorlardı. Adına kırma mahkemesi (4) denir ve tüm
ülkedeki mahkemelerin tepesinde çekiç gibi dururdu.
Bu kurulun üyelerinden biri olan Chaussepied adında bir yargıç Alca'nın varoşlarında küçük bir evde
alçakgönüllü ve dingin bir yaşam sürüyordu. Yüreği temiz, yüreği namuslu ve zihni açıktı. Dosyalarını
inceleyip bitirdikten sonra keman çalar ve bahçesinde ektiği sümbüllere su verirdi. Pazar akşamları
komşusu Helbivoire kızkardeşlerin evinde yemek yerdi.
Ama son birkaç aydır düşünceli ve üzgün görünüyordu; hele gazeteleri açtığında neşesi daha da
kaçıyor, pembe yüzünde acı kırışıklıklar oluşuyordu. Bunların nedeni Pyrot idi. Yargıç Chaussepied bir
subayın düşmana seksen bin balya saman satmak kadar alçakça bir eylemi nasıl yapabildiğini
anlayamıyor, hele onu savunmaya kalkacak kişilerin ortaya çıkabileceğine hiç inanamıyordu. Kendi
yurdunda bir Pyrot, bir Hastaing, bir Colomban, bir Phoenix'in çıkabildiğini düşünmek ona sümbüllerini
sularken, kemanını çalarken veya Helbivoire kızkardeşlerde yemek yerken hep acı veriyordu.
Pyrot davası adalet bakanınca yüksek mahkemenin önüne getirildiğinde, ön rapor hazırlama ve varsa
usül hatalarını bulma görevi Chaussepied'e verildi. Her ne kadar dürüst ve titiz olsa da, şimdiye kadar
önüne gelen tüm dosyalara yansız ve önyargısız bakmışsa da, bu dosyada somut ve tartışılmaz kanıtlar
bulma beklentisi içindeydi. Uzun uğraşlardan ve General van Julep'in sayısız olumsuz yanıtından sonra
dosyayı getirtebildi. Dosya, sınıflandırılmış ve paraf edilmiş on dört milyon altı yüz yirmi bin üç yüz
on iki sayfadan oluşuyordu. Yargıç bunları okurken sırasıyla şaşırdı, hayran kaldı ve sonunda aklı
başından gitti. Dosyada mağaza ilanları, gazete kesikleri, moda dergileri, bakkal kesekâğıtları, eski
ticari yazışmalar, öğrencilerin okul defterleri, ambalaj kâğıtları, parkeleri silmek için zımpara
kâğıtları, iskambil desteleri, altı bin adet Düş Yorumları kitabı bulunuyordu; ama Pyrot'dan söz eden
bir tek belge yoktu.
XI
SONUÇ
Dava bozuldu ve Pyrot kafesinden indirildi. Anti-Pyrotcular yenildiklerini kabul etmediler. Asker
yargıçlar Pyrot'yu yeniden yargıladılar. Bu ikinci davada da Greatauk örnek bir davranış sergiledi;
duruşmadan yine mahkumiyet kararı çıkarmayı başardı. Bu amaçla, mahkemeye sunulan kanıtların bir
işe yaramayacağını, iyi kanıtların devlet sırrı olarak saklandığını söyledi. Uzmanlara göre bu kadar
ustalık hiç görülmemişti. Salondan çıktığında, meraklıların bakışları arasında mahkeme koridorlarından
geçerken, kırmızı giysili ve yüzü kara peçeli bir kadın, elinde bir mutfak bıçağıyla onun üzerine atıldı:
"Geber, alçak herif!"
Bu kadın Maniflore'du. Çevredekiler ne olup bittiğini anlayamadan, General Greatauk onu bileğinden
yakaladı; gözle görülür bir nezaketle bileğini sıktı ve bıçağı yere düşürdü.
Sonra, yerden aldığı bıçağı Maniflore'a uzattı:
"Madam," dedi eğilerek, "bir mutfak aygıtınızı düşürmüşsünüz."
Fakat kadının karakola götürülmesine engel olamadı; daha sonra, onun hemen serbest bırakılmasını
sağladı; sonraki günlerde kadın hakkında dava açılmasını önlemek için tüm etkisini kullandı.
Pyrot'nun ikinci kez mahkum edilmesi Greatauk'un son zaferi oldu.
Eskiden askerleri çok seven ve onların adaletine saygı duyan Yargıç Chaussepied şimdi askeri
yargıçlara düşman olmuş, önüne gelen askeri davaları ceviz kırar gibi kırıyordu. Pyrot davasını ikinci
kez bozdu; gerekirse beş yüz kez bozmaya hazırdı.
Korkak davranıp ikinci kez aldatıldıklarını ve alay edildiklerini gören cumhuriyetçiler bu kez papaz ve
rahiplere döndüler; Mecliste kiliseye karşı üst üste yasalar çıkarıp, onları evlerinden çıkardılar, mal
ve mülklerine el koydular. Peder Cornemuse'ün korktuğu yine başına geldi. Bu iyi yürekli rahip Conil
Ormanı'ndan kovuldu. Maliye memurları tüm imbiklerine el koydular, alacaklılar Azize Pembekız
Şurubu şişelerini aralarında paylaştılar. Rahip bu işten yıllık üç milyon beş yüz bin frank gelirini
yitirdi. Peder Agaric, okulunu laik ellere bırakıp sürgün yolunu tuttu. Besleyen devletten koparılan
Penguenistan kilisesi, kökünden koparılmış bir çiçek gibi soldu.
Suçsuz adamın savunucuları kendi aralarında kavgaya tutuştular ve birbirlerine her türlü karaçalma
ve aşağılamayı yağdırdılar. Usta konuşmacı Kerdanic Phoenix'in boğazına sarıldı. Büyük Yahudiler ve
yedi yüz Pyrot, eskiden yardımlarını dilendikleri sosyalist yoldaşlardan yüz çevirdiler. Onlara:
"Biz sizi tanımıyoruz," diyorlardı. "Sosyal adaletinizle kafamızı şişirmeyin. Sosyal adalet zenginleri
savunmak demektir."
Milletvekili seçilen ve yeni iktidarın başı olan yoldaş Larrivée, hem Parlamento'nun, hem de halkın
onayıyla başbakan oldu. Pyrot'yu mahkum eden askeri mahkemelerin ateşli bir savunmaya başladı. Eski
sosyalist arkadaşları, el emekçileri ve devlet memurları için biraz adalet ve özgürlük isteyecek
olsalar, güzel konuşma sanatını kullanarak onlara şöyle diyordu:
"Özgürlük taşkınlık demek değildir. Düzenle kargaşa arasında ben seçimimi yaptım: Devrim güçsüzlük
demektir; kalkınmanın en büyük düşmanı şiddettir. Şiddetle hiçbir şey elde edemezsiniz. Baylar,
benim gibi düzeltim yanlıları her şeyden önce, hastayı bitkin düşüren ateş gibi, hükümeti zayıflatan
bu karışıklığa bir son vermelidirler. Namuslu insanların rahat etmesini sağlamalıyız."
Bu söylev alkışlarla karşılandı. Cumhuriyet hükümeti yine büyük finans şirketlerinin denetimine girdi,
ordu yine sermayeyi savunmayı, donanma da büyük fabrikalara artırmayla iş vermeyi; yoksullar da,
vergi vermeyi geri çeviren zenginlerin yerine de vermeyi sürdürdüler.
Bu arada, eski yangın tulumbasının üstünde, gecenin yıldızlarını seyreden Bidault-Coquille uyuyan
kente üzüntüyle bakıyordu. Maniflore onu bırakmıştı; adanacak yeni davalar ve özveriler arayan kadın
genç bir Bulgar'ın peşinden, adalet ve öç aramak için Sofya'ya gitmişti. Gökbilimci onu özlemiyordu;
dava bittikten sonra, kadının güzelliği ve zekasının düşündüğünden daha az olduğunu görmüştü. Ama,
düşünceleri çok başka alanlarda da değişmişti. En acısı, kendisini artık pek o kadar yüce biri olarak
görmüyor olmasıydı.
"Kendini yüce sanıyordun," diye düşündü, "oysa saf ve iyi niyetli olmaktan başka bir hünerin yoktu. Ne
için büyükleniyordun, Bidault-Coquille? Pyrot'un suçsuz, Greatauk'un alçak biri olduğunu ilk
görenlerden biri olduğun için mi? Oysa, yedi yüz Pyrot'ya karşı Greatauk'u savunanların dörtte üçü
bunun böyle olduğunu senden iyi biliyorlardı. Sorun bu değildi. Neyinle övünüyordun? Düşünceni açıkça
söylemiş olmanla mı? Bu uygar cesarettir ve askeri cesaret gibi, düşüncesizliğin bir sonucudur. Sen
düşüncesizlik ettin. Zararı yok, ama bunun için övünmen gerekmez. Düşüncesizliğin ufak boyuttaydı;
seni ufak tehlikelere atıyordu; kelleni ortaya koymuyordun. Penguenler eskiden başlarını ortaya
koyarak devrimler yaptıkları gururlarını yitirdiler; bu, inançların ve özyapıların gelişmesinin bir
sonucudur. Ufak bir noktada halkın yanıldığını söylemek, sana yüce bir ruh verebilir mi? Korkarım ki,
Bidault-Coquille, ulusların zihinsel ve ahlaki gelişme koşullarını anlamadığın için, bir bilim adamına
yakışmayacak biçimde davrandın. Sen, sosyal eşitsizliklerin bir tespih gibi dizili olduğunu ve bunlardan
biri koparıldığında hepsinin düşeceğini sanıyordun. Bu çok saf bir görüştür. Bir eylemle ülkende ve
tüm evrende adaleti sağlayabileceğini sandın. Cesur ve namuslu bir adamsın, fakat deneysel felsefeyi
pek bilmiyorsun. Ama, kendi içine bak, sen de kurnazlık ve şeytanlığı elden bırakmadın. Bu davada sen
de ahlaki bir kazanç peşindeydin. Kendi kendine "İşte, artık adil ve cesur oldum, artık halkın önünde
ve tarih kitaplarında başım dik yer alabileceğim" demiyor muydun? Şimdi düşlerin yıkıldı, haksızlıkları
yok etmenin o kadar kolay olmadığını ve her gün yeniden başlamak gerektiğini gördün. Yeniden
yıldızlarına dön. Ama dikkat et, Bidault-Coquille, bu kez alçakgönüllü ol!"
YEDİNCİ KİTAP
YAKIN ÇAĞ
MADAM CÉRÈS
Dayanılabilecek şeyler ancak aşırı olanlardır.
Kont Robert de Montesquieu
I
MADAM CLARENCE'IN SALONU
Cumhuriyetin yüksek bürokratlarından birinin dul eşi olan Madam Clarence evinde çağrılar vermekten
hoşlanıyordu: Her perşembe günü orta sınıftan ve söyleşiden hoşlanan dostlarını evinde buluştururdu.
Oraya gelen her yaştan bayanlar çok acı çekmişler ve para sıkıntısı içinde yaşıyorlardı. İçlerinde
iskambil falcısı görünümünde bir düşes ve düşes görünümünde bir falcı kadın vardı. Eski
tanışıklıklarını koruyabilecek kadar güzel olan Madam Clarence yeni dostlar kazanabilecek kadar
güzel değildi. Güzel bir kızı vardı, ama çeyiz parası olmayan bu kız konukları ürkütüyordu; çünkü
Penguenler çeyiz parası olmayan kızlardan şeytan görmüş gibi korkarlar. Evelyne Clarence nedenini
bildiği bu çekingenliği fark ediyor, ama aldırış etmeden çay servisini sürdürüyordu. Zaten, ortalıkta
fazla görünmez, bayanlarla veya genç erkeklerle az konuşurdu; onun kısa ve ağzı kapalı varlığı
konukların söyleşilerini bölmüyordu, çünkü ya genç bir kızın bunları anlamayacağını yahut da yirmi beş
yaşında olduğu için her şeyi işitebileceğini düşünüyorlardı.
Bir perşembe günü, Madam Clarence'ın salonunda aşktan söz açılmıştı; kadınlar bundan gururla,
incelikle ve gizemle söz ediyorlardı; erkeklerse bilmiş ve kaba tavırlarla konuşuyorlardı. Herkes
konuşmaya kendi görüşünü dinlemek için katılıyordu. Ortaya çok espri yapıldı ve süslü laflar edildi.
Hele, Profesör Haddock söyleve başlayınca herkesin kafası şişti.
"Aşk konusundaki düşüncelerimiz," diyordu profesör, "diğer konulardakinden pek farklı değildir;
tümü de kaynağını unuttuğumuz eski alışkanlıklara dayanır. Ahlak konusunda, varlık nedeni çoktan
unutulmuş kurallar, en yararsız davranışlar, en rahatsız edici kısıtlamalar, karanlık eski çağların ne
kadar derinliğinden geliyorsa o kadar tartışmasız, incelemesiz ve saygıyla sürdürülür. Cinsler
arasındaki ilişkilere yönelik tüm ahlak kuralları şu ilkeye dayanır: Bir erkekle ilişkiye giren kadın, tıpkı
atı veya silahları gibi, artık onun malıdır. Bu yaşam biçimi artık bittiği halde çağdışı alışkanlıklar
sürer, örneğin kadın evlilik gibi bir sözleşmeyle erkeğe verilir. Ancak, erkeğin giderek mülkiyet
hakkının zayıflamasıyla sözleşmede birtakım kısıtlamalar getirilmiştir.
Bir kızın evlendiği erkeğe bekaretini götürme kuralı da, kızların ergen olduktan hemen sonra evden
kovulduğu eski çağlardan kalmadır. Bugün yirmi beş veya otuz yaşında evlenen bir kızdan bu kurala
uymasını beklemek gülünç olur. Bunun kocasına sunduğu bir armağan olduğunu söyleyebilirsiniz; oysa
günümüzde erkeklerin evli kadınların da peşinden koştuğu, dul kadınlarla da pekâlâ evlenebildiği
görülmektedir.
Bugün dahi kızların dinsel ahlakında, tüm bekaretlerin Tanrı'ya ait olduğu, ancak onun bıraktıklarını
insanların alabileceği gibi eski bir inanış vardır. Dilimizdeki bazı gizemli değişmecelerde görülen bu
inanış artık tüm uygar ülkelerde bırakılmıştır; ama hem dindar ailelerde, hem de özgür düşünceli
olduğunu söyleyen, ama hiç düşünme alışkanlığı olmayan, ailelerde de kızların eğitiminde bu inanış
sürmektedir.
Akıllı demek bilgili demektir. Bugün bir kızın hiçbir şeyden haberi yoksa ona akıllı denir. Bu
bilgisizliğin sürmesi istenir. Oysa, bu yöndeki tüm çabalara karşın, en akıllıları bile her şeyi öğrenir,
çünkü onlara kendi doğalarını, bedenlerini, istek ve duygularını saklama olanağı yoktur. Ama bildikleri
yanlışlarla doludur. İşte dikkatli bir eğitimin sonuçları bunlardır..."
Alca Defterdarı Joseph Boutourlé onun sözünü kesti:
"Ama bayım, gerçekten masum kızlar da var ve en kötüsü de bu. Ben böyle üç kız tanıdım; bu kızlar
evlendiler ve üçünün de evliliği çok kötü oldu. Birincisi, kocası gerdek gecesi yanına yanaşıp sarılmak
istediğinde korkuyla yataktan fırlayıp cama koştu, "İmdat! Beyefendi aklını yitirdi!" diye bağırarak
yardım istedi. İkincisi gerdek gecesinin sabahı, gecelikle aynalı dolabın tepesine büzülmüş olarak
bulundu, aşağı inmek istemiyordu. Üçüncüsü sesini çıkarmadan katlandı, ama birkaç hafta sonra
annesinin kulağına şöyle fısıldıyordu: "Kocamla benim aramda aklınızın alamayacağı, size bile
söyleyemeyeceğim şeyler oluyor." Bu kadın ruhunu kurtarabilmek için günah çıkarttığı rahibe durumu
açtı ve bunların doğal olduğunu ancak o zaman öğrenebildi.
"Dikkat ediyorum," dedi Profesör Haddock, "Avrupa'da ve özellikle Penguenistan'da spor ve otomobil
merakı yayılmadan önce, insanların tek uğraşı cinsellikti. Düşünüldüğünden daha az önemi olan bir konu
bu."
"Nasıl?" diye atıldı Madam Crémeur. "Bir kadının kendini tüm bedeniyle teslim etmesi önemsiz midir
diyorsunuz?"
"Hayır, madam, önemi olabilir. Ama verdiği şeyin güzel bir çiçek mi, yoksa dikenli bir çalı mı olduğuna
bakmak gerekir. Hem de "kendini teslim etme" deyimi biraz abartılı değil mi? Kadın aşkta kendini
teslim etmez, ödünç verir. Örneğin, güzel Madam Pensée..."
"O annem olur," dedi genç bir adam.
"Kendisine sonsuz saygım var, bayım," dedi Profesör Haddock; "merak etmeyin, onun hakkında
saygısız bir söz edecek değilim. Ama izin verirseniz, erkeklerin anneleri konusundaki düşüncelerinin
de tutarsız olduğunu söylemeliyim: Annelerinin bir erkeği sevdikleri için anne olabildiklerini, hâlâ da
sevebileceklerini düşünmezler. Oysa, bundan daha doğal bir şey olamaz. Ama kız çocukları daha
gerçekçidir; annelerinin yeniden sevebilme yeteneklerini kabul ederler, hatta kendilerine rakip
görürler."
Münasebetsiz profesör daha uzun süre konuştu, kırdığı potlar ve söylediği budalaca görüşler,
beceriksiz ve görgüsüz tavırlarıyla birleşince, artık kimse onu dinlemez oldu.
Bu sırada, sade döşenmiş odasında, hüzünlü bir bekleme odasını andıran, tüm genç kızlarınki gibi bir
odada Evelyne Clarence kulüp ilanlarına ve hayır dernekleri broşürlerine bakıyor, toplumu
tanıyabileceği çıkar bir yol arıyordu. Annesinin entelektüel ve yoksul arkadaş çevresinden hiç
kopmayacağını, bu nedenle kızının gözde olabileceği bir ortamı asla yaratmayacağını biliyordu. Sakin,
inatçı, hayal kurmayan, evliliği yalnızca topluma katılma ve serbestçe gezebilme pasaportu olarak
gören, karşılaşacağı tehlikeleri de hesaba katan gerçekçi bir arayışla kendi işini kendi görmeye karar
vermişti. Hoşa gidecek çok yeteneği vardı. Ama zayıf yanı soylu olan her şeye gözleri kamaşarak
bakıyor olmasıydı.
Annesiyle yalnız kaldığında ona şöyle dedi:
"Anne, yarın Peder Douillard'ın çile odasına gideceğiz."
II
AZİZE PEMBEKIZ VAKFI
Aziz Mael Kilisesi'ndeki Rahip Douillard'ın çile odası her çarşamba akşam saat dokuzda Alca
sosyetesi seçkinlerinin buluşma yeri olmuştu. Prens ve Prenses des Boscenos, Vikont ve Vikontes
Olive, Bayan Bigourd, Bay ve Bayan de la Trumelle hiçbir akşamı kaçırmıyorlardı; orada soyluların
krem tabakası ve güzel Yahudi baronesler göz kamaştırıyordu, hem Alca'nın Yahudi baronesleri artık
Hıristiyan olmuşlardı.
Bu vakfın amacı, tüm dinsel vakıflar gibi, zengin insanlara ruhlarını kurtarmak için huşu içinde
düşünebilecekleri bir ortam yaratmaktı; aynı zamanda, zengin ve tanınmış aile üyelerinin, Penguenleri
seven Azize Pembekız'ın hayır duasını almalarını sağlıyordu. Peder Douillard, havarilere yakışan bir
çabayla yüce bir amaca hizmet ediyordu: Azize Pembekız'ın adını yeniden Penguenistan'da yüceltmek
ve Alca'nın en yüksek tepesine onun adına dev bir kilise yaptırmak. Çabaları büyük ilgiyle karşılanmış,
daha şimdiden yüz binden fazla çömez ve yirmi milyon frank bağış toplamıştı.
Azize Pembekız'ın emanetleri artık Aziz Mael Kilisesi'nin mihrabında, yeni yaptırılan mücevherlerle
süslü altın bir sandıkta sergileniyordu.
İşte rahip Plantain'in yazdığı Alca'nın koruyucusu azizenin tansıkları adlı kitapta yazılanlar:
"Eski sandık terör döneminde eritilmiş, azizenin kutsal artıkları Greve Alanı'nda yakılan bir ateşe
atılmıştı; ancak, Rouquin adında dindar bir kadın gece yarısı yaşamını tehlikeye atarak ateşler
arasından azizenin yanmış kemiklerinden birkaçını ve biraz külünü toplayabilmişti; bunları bir reçel
kavanozunda sakladı ve inançlar özgür bırakıldığında Aziz Mael Kilisesi rahibine teslim etti. Ömrünün
son yıllarını dine adayan Bayan Rouquin ölünceye kadar kilisede mum satıp sandalye kiraladı."
Gerçekten de, dinin gerilediği çağlarda Rahip Princetau ve öbür dinbilimci eleştirmenlerin etkisiyle
iyice gözden düşmüş olan Azize Pembekız tarikatı, Peder Douillard zamanında artık doğruluyor,
eskisinden daha gür olarak yeşeriyordu. Şimdi dinbilimciler söylencenin bir satırına bile
dokunmuyorlar, Rahip Simplicissumus'un aktardığı biçimde, şeytan kılığına giren bir ejderhanın onu
mağaraya kapattığını, ama aziz bakirenin onu yenip çıktığını gerçek olarak kabul ediyorlardı. Artık yer
ve tarih çelişkilerine yanıt verme gereği bile duymuyorlardı; çünkü bu yolun nereye varacağını
biliyorlardı.
Kilise, ışık ve çiçeklerle parlıyordu. Bir opera sanatçısı Azize Pembekız'ın ünlü ilahisini söylüyordu:
Cennetin bakiresi,
Gel, gel, kahverengi gecede,
Ve üzerimize ay gibi
Işığını gönder.
Matmazel Clarence annesinin yanında ve Kont Clena'nın önünde yer aldı, uzun süre sandalyesinde başı
öne eğik olarak oturdu; nitekim, dua duruşu genç kızlara çok yakışır ve beden hatlarını ortaya çıkarır.
Aziz Peder Douillard minbere çıktı. Güçlü bir konuşmacıydı, duygulandırmayı ve şaşırtmayı biliyordu.
Ama kadınlar, ahlaki günahlar konusunda kullandığı sözcükleri ve çok katı oluşunu pek
beğenmiyorlardı. Yine de onu çok seviyorlardı.
Rahip konuşmasında Azize Pembekız'ın yedinci sınavından söz etti. Bu iffet sınavında da Pembekız
ejderhanın tüm çabalarını boşa çıkarmıştı. Konuşmacı buradan giderek, azizenin bize esinlediği
erdemlerle bizlerin de her gün karşımıza çıkan kuşku, dinsizlik, unutkanlık gibi ejderhaları
yenebileceğimizi, onun yolunda gitmenin toplumsal diriliş demek olduğunu gösterdi. Sonunda,
çömezlerine ateşli bir çağrı yapıp tanrısal gücün bir parçası, Azize Pembekız'ın yapıtlarının destekçisi
ve besleyicisi olmalarını ve onun yücelip daha çok tansıklar yaratabilmesi için gerekli tüm olanakları
sağlamalarını istedi.
Tören bittiğinde Rahip Douillard özel sorusu olanlar veya bağış yapacaklar için emanet odasında hazır
bekliyordu. Matmazel Clarence rahiple konuşmak istiyordu; Vikont Clena'nın da isteği aynıydı. Çok
kalabalık olduğundan uzun bir kuyruk oluşmuştu. Hoş bir raslantıyla, Vikont Clena Matmazel
Clarence'ın arkasındaydı ve biraz abanıyordu. Evelyne, spor çevrelerinde babası kadar tanınmış olan
bu şık genci fark etmişti. Clena da genç kızı görmüş, güzel bulduğu için arkasından gitmişti. Genç
adam kız ve annesiyle önceden tanıştırıldığı bahanesiyle onları selamladı ve biraz konuştu.
Ertesi hafta Vikont Clena Madam Clarence'ın evine geldi. Bu kadının biraz çöpçatanlık ettiğini
sanıyor, bundan rahatsızlık duymuyordu. Orada Evelyne'i yine gördüğünde yanılmamış olduğunu anladı;
kız çok güzeldi.
Vikont Clena Avrupa'nın en güzel otomobiline sahipti. Üç ay boyunca anne kız Clarence'ları arabasıyla
dağ, bayır, orman, vadi demeden gezdirip durdu; onlarla birlikte müzeleri ve şatoları gezdi. Evelyne'e
ne söylemek gerekiyorsa, hatta daha da fazlasını söyledi. Kız da onu sevdiğini saklamadı, onu her
zaman seveceğini, başka birini sevemeyeceğini söyledi. Genç adamın yanında sessiz ve yüreği çarparak
yürüyordu. Ama bu yüce sevgisinin ardından, iffetinin tehlikede olduğu durumlarda, aşılmaz bir duvar
çekmesini de biliyordu. Üç ay süreyle genç adam, onu arabaya bindirdi, indirdi, yine indirip bindirdi ve
araba bozulduğunda kuytu ormanlarda gezdirdi. Kısa süre içinde onu otomobilinin direksiyonu kadar
iyi tanıyordu, ama hepsi o kadar. Sürpriz taktikleri, serüvenler, ormanda veya gece kulüpleri önünde
ani duruşlar hiçbir işe yaramadı. Üç ay önce başladığı yerdeydi. Adam bunun aptalca olduğunu düşünüp
öfkeleniyor, sonra arabasına atlayıp bir hendeğe yuvarlanma veya ağaca çarpma tehlikesine
aldırmadan saatte yüz yirmi hız yapıyordu.
Bir gün almaya geldiğinde, onu her zamankinden daha güzel ve daha kışkırtıcı buldu. Bir göl kıyısına
geldiklerinde, sazları eğen fırtına gibi, genç kızın üzerine atıldı. Kız hoş bir zayıflıkla eğildi, büküldü,
bir saz gibi yirmi kez kökünden sökülecek, kırılacak ve rüzgârda uçacak gibi oldu, ama yirmi kez
doğrulup direndi ve her defasında sanki hafif bir rüzgârda kalmış gibi diri ve gülümseyerek kalktı.
Geri döndüklerinde zavallı adam kudurmak üzereydi, aklının üçte ikisini yitirip yolunu şaşırdı ve
Madam Clarence'ın yatak odasına daldı; aynanın önünde şapkasını denemekte olan yaşlı kadını kapıp
yatağın üzerine attı, kadın ne olduğunu anlayamadan ona sahip oldu.
Aynı gün araştırmalarını sürdüren Evelyne, Vikont Clena'nın uçan kuşa borcu olduğunu, yaşlı bir
fahişenin parasını yiyerek geçindiğini ve bir otomobil fabrikasının reklam için ödünç verdiği arabayı
kullandığını öğrendi. İki genç anlaşarak ayrıldılar ve Evelyne annesinin çağrılarında çay servisi yapmayı
sürdürdü.
III
HIPPOLYTE CÉRÈS
Madam Clarence'ın salonunda aşktan söz ediliyor ve güzel şeyler anlatılıyordu.
"Aşk özveridir," diye içini çekti Madam Cremeur.
"Size katılıyorum" dedi Defterdar Boutourle.
Fakat, Profesör Haddock o usandırıcı münasebetsizliğiyle şöyle dedi:
"Bana öyle geliyor ki Penguenler Aziz Mael'in yardımıyla memeli hayvana dönüştüklerinden beri fazla
gururlanıyorlar. Oysa bu, gururlanacak bir şey değil: İnekler ve domuzlar da aynı biçimde yavrularını
canlı doğuruyorlar, hatta portakal ve limon ağaçları da öyle, çünkü bu bitkilerin çekirdeği tohum
zarında döllenmektedir."
"Penguenlerin gururu bu kadar gerilere gitmez," dedi Bay Boutourlé; Aziz Mael'in onları giydirdiği
günden başlar; üstelik bunun önemi uzun süre, çağdaş kent yaşamında güzel giysiler ve moda
başlayıncaya kadar anlaşılamadı. Nitekim, Alca'nın iki fersah dışına çıkın, köylü kadınların gururla
gezip gezmediğini görürsünüz."
O gün Bay Hippolyte Cérès de çağrıya geldi; Alca milletvekili ve Parlamento'nun en genç üyelerinden
biriydi. Babasının meyhaneci olduğu söyleniyordu, ama kendisi avukattı; iyi konuşan, iri yapılı,
gösterişli ve akıllı geçinen biriydi.
"Bay Cérès," dedi ev sahibesi, "siz Alca'nın en güzel bölgesini temsil ediyorsunuz."
"Ve giderek daha da güzelleşiyor, sayın madam."
"Fakat, artık rahatça gezemiyoruz," diye söze karıştı Bay Boutourlé.
"Neden?" diye sordu Bay Cérès.
"Bu otomobiller yüzünden."
"Onları kötülemeyin," dedi milletvekili; "onlar büyük ulusal sanayimizin ürünleridir."
"Biliyorum, bayım. Bugünkü Penguenler bana eski Mısırlıları anımsatıyor. Tarihçi Taine'in
İskenderiyeli Clement'dan aşırıp aktardığına göre Mısırlılar kendilerini yiyen timsahlara taparlarmış;
Penguenler de onları ezen otomobillere bayılıyorlar. Kuşkusuz, gelecek bu demir hayvanların çağı
olacak, at arabalarına geri dönülmeyecek. Ve atların tarih boyu süren köleliği bitecek. Sanayicilerin
kazanç hırsıyla, bir Jagernat (5) arabası gibi önümüze koydukları, aylak ve züppe takımının şimdilik
hava atmak için kullandığı bu araçlar, yakında halkın hizmetinde uysal ve çalışkan birer hizmetli
olacaklar. Fakat, şimdiki gibi öldürücü işlevlerini bırakıp yararlı olabilmeleri için, onlara uygun yollar,
tekerlerinin bozamadığı, insanların ciğerine toz doldurmayan şoseler yapılması gerekir. Bu yeni yolları
daha yavaş giden at arabalarına ve binicilere yasak tutmak, köprüler ve duraklar yapmak, kısacası
geleceğin düzenli ve uyumlu yollarını tasarlamak gerekir. İyi bir yurttaşın dileği budur."
Madam Clarence sözü yine Mösyö Cérès'in temsil ettiği bölgenin güzelleştirilmesine getirdi; genç
milletvekili yıkımlar, tüneller, inşaatlar ve her türlü gelişmeden yanaydı.
"Günümüzde inşaatlar mükemmel yapılıyor," dedi, "her yerde gözalıcı caddeler açılıyor. Bu kemerli
köprülerimiz ve kubbeli apartmanlarımızdan daha güzellerini gördünüz mü?"
Yaşlı bir sanatçı olan Bay Daniset söze karıştı:
"Ama tepesinde kavuna benzeyen bir çan bulunan şu yeni sarayı unuttunuz. Çağdaş bir kentin bu
kadar çirkinleştirilebilmesine hayran kaldım. Alca Amerikanlaşıyor; her köşede özgür, özgün, ölçülü,
alçakgönüllü, geleneksel veya insancıl kalabilmiş ne varsa yok ediliyor; bazen üstünden ağaç dalları
uzanan eski bir duvar, soluk alabileceğimiz bir doğa köşesi, babalarımızın anılarıyla dolu yerler kazılıp
çirkin, korkunç, ölçüsüz, gülünç kubbeli, yeni sanat denen biçemde yapılar uğursuz siluetleriyle komşu
çatıların arasından yükseliyorlar. Yapıların cephelerine koydukları bombeli çıkıntılara yeni sanatın
örgeleri diyorlarmış; ben başka ülkelerde yeni sanat örnekleri çok gördüm, onlar fantezi ve
sevimliydiler, ama bu kadar sevimsiz değillerdi. Ancak bizim ülkemizde bu kadar çirkin bir mimari
görme ayrıcalığına sahibiz, aman ne ayrıcalık!"
"Ama, hiç düşündünüz mü," diye sertçe sordu Mösyö Cérès, "bu olumsuz eleştirmenler başkentimizi
akın akın gezmeye gelen ve milyarlarca frank döviz bırakan turistleri kaçırmıyorlar mı?"
"İçiniz rahat olsun," dedi Mösyö Daniset; "yabancılar bizim yapılarımızı değil, fahişelerimizi,
modaevlerimizi ve kabarelerimizi görmeye geliyorlar."
"Bizim kötü bir alışkanlığımız var," diye içini çekti milletvekili Cérès, "kendi kendimizin dedikodusunu
yapmak."
Madam Clarence iyi bir ev sahibesi olarak yeniden aşk konusuna döndü; konuklardan Mösyö Jumel'e
Leon Blum'un yeni çıkan kitabı konusunda görüşlerini sordu. Ama Profesör Haddock daha önce
davranıp sözü kaptı:
"Romanın özü şu: Akıldışı bir gelenek yüzünden aile kızları zevkle bir aşk yaşayamazken, serüven
heveslisi kadınlar bunu aşırı ve zevksiz olarak yapıyorlar. Bu, gerçekten üzücü bir durum, ama Bay
Leon Blum fazla üzülmesin; bu illet küçük kentsoylu toplumumuzda dediği kadar yaygınsa, başka
çevrelerde onu avutacak çok farklı görünümlerle karşılaşabilir. Alt katmanlar, kasaba ve köylerdeki
genç kızlar rahatça aşk yapmaktan geri durmuyorlar."
"Ama bu ahlaksızlıktır!" dedi Madam Cremeur.
Ve masum genç kızların zarafet ve iffetini görgülü bir dille övdü. Ama, Profesör Haddock
dinleyenleri utandıran sözlerle konuşmayı sürdürdü:
"Namuslu aile kızları gözetim altında korunmaktalar; dürüst erkekler bu durumdan rahatsız
oluyorlar, çünkü böyle bir genç kızı baştan çıkarmış olmak büyük sorumluluktur ve övünülecek bir şey
değildir. Ayrıca, bu konuda fazla bir şey bilmiyoruz, saklı olan şeyi nasıl bilebiliriz? İşte bir toplumun
varoluşu için gerekli koşul budur. Eğer erkekler, olgun kadınlar yerine genç kızların peşinden
koşsalardı, çok daha başarılı olurlardı, iki nedenden dolayı: Çünkü kızların düşlem güçleri daha geniştir
ve merakları vardır. Kocaları tarafından zaten hırpalanmış olan evli kadınlar aynı şeyi başka biriyle
yeniden başlamaya pek istekli değildirler. Ben kendi girişimlerimde bu güçlüğü çok yaşadığımı
söyleyebilirim."
Profesör Haddock bu garip sözlerini bitirirken Matmasel Evelyne Clarence salona girdi ve yüzündeki
umursamaz, ama ona bir doğulu güzelliği veren anlatımla, çay servisini yaptı.
"Ben, dedi Hippolyte Cérès, onu süzerek, bu genç kızların yanındayım."
Genç kız içinden, "Bu adam budalanın biri" diye düşündü.
O zamana kadar politika dünyasından dışarı adım atmamış olan Hippolyte Cérès Madam Clarence'ın
salonunu beğendi; ev sahibesini soylu, kızını tuhaf ama güzel buldu. Böylece eve sürekli gelenlere
katıldı, anne ve kızını pohpohlamaktan geri durmadı. Bu ilgiden hoşlanan anne onu beğeniyordu;
Evelyne ise ona yüz vermiyor, tepeden bakıyordu; genç adam onun bu küçümser tavırlarını soylu ve
kibar buluyor, sevgisi daha da artıyordu.
Bu mutlu adam onların hoşuna gidecek şeyler arıyor ve bazen buluyordu. Meclisteki önemli
oturumlara çağrılıklar, operadaki temsillere loca biletleri getiriyordu. Matmazel Clarence'ı gözde
kılacak birçok yere götürdü; bir keresinde bakanlardan birinin verdiği ve sosyetenin çok beğendiği bir
kır partisine götürdüğünde genç kız orada büyük ilgi topladı.
Bu partide Evelyne özellikle Roger Lambilly adında genç bir diplomatın ilgisini çekti. Bu adam onu hızlı
sosyeteden biri sanıp garsoniyerinde randevu verdi. Genç kız onu yakışıklı buluyor ve zengin olduğunu
sanıyordu; bunin için gitti. Orada, az daha bu cesaretinin kurbanı oluyordu; büyük bir istenç gücüyle
ve biraz da şiddet kullanarak düşüşünü önledi. Genç kızın yaşamındaki en büyük delilik bu oldu.
Artık bakanların ve başbakanın çevresine girmiş olan Evelyne bu ortama öyle soylu ve kibar bir hava
katıyordu ki kısa sürede demokratik ve din karşıtı yüksek bürokrat kesimin sevgisini kazandı.
Hippolyte Cérès onun bu başarısını ve kendisini onurlandırdığını görünce, genç kızı daha çok sevdi ve
ona çılgınca aşık oldu.
O andan başlayarak, genç kızda ona karşı bir ilgi uyandı, adamın bu sevgisinin sürüp sürmeyeceğini
merak ediyordu. Onu kaba, kötü eğitilmiş, incelikten yoksun, fakat canlı, işini bilen ve fazla sıkıcı
olmayan biri olarak görüyordu. Hâlâ küçümsüyor, ama ilgileniyordu.
Bir gün adamın bu duygularını sınamak istedi.
Seçim zamanıydı ve genç adam ikinci kez seçilme peşindeydi. Rakibi başlangıçta zararsız, konuşmasını
bilmeyen biriydi, ama zengindi ve oylarını her geçen gün artırdığı söyleniyordu. Hippolyte Cérès
üzerindeki gevşekliği atıp uyandı. Onun en büyük silahı, halka açık toplantılardı, bu tartışma
toplantılarında rakibini ciğer gücüyle mat edebiliyordu. Seçim kurulu karşıt görüşlü adayların katıldığı
bu tartışmaları salı akşamları ve pazar öğle sonraları saat üçte düzenlemişti. Bir pazar öğle vakti
Madam Clarence'ın evine gittiğinde Evelyne'i salonda yalnız buldu. Yirmi dakika kadar onunla
söyleştikten sonra, saatini çıkarıp baktı, üçe çeyrek kaldığını gördü. Genç kız sevimli, ürkek, sözler
veren tavırlarını sürdürüyordu. Cérès duygulanmıştı, ama ayağa kalktı.
Evelyne, "Lütfen, biraz daha kalın!" diye tatlı, ama üsteleyen bir sesle rica edince yine koltuğa çöktü.
Genç kadın zarif, güçsüz bir havayla ona ilgisini artırdı. Adam kızarıp bozardı, yeniden ayağa kalktı.
O zaman, adamı tutabilmek için Evelyne baygın gözlerini ona dikti, göğsü inip kalkarak hiç konuşmadı.
Adam çılgına dönüp onun ayaklarına kapandı; sonra yeniden saatini çıkarıp ayağa fırladı ve şöyle
söylendi:
"Hay anasını! dörde beş var! gitmem gerek."
Hemen merdivenlerden aşağı seyirtti.
O günden sonra genç kadın onu daha ciddiye aldı.
IV
BİR POLİTİKACININ EVLİLİĞİ
Genç kadın onu sevmiyordu, ama adamın kendisini sevmesini istiyordu. Ona hep resmi davranıyordu;
yalnızca içinden gelmediği için değil, aşk konularındaki kadınlara özgü sezgilerinden, geleneklerden,
onun üzerindeki gücünü deneme ve sınırını ölçme isteğinden aynı zamanda. Önlemli olmasının bir
nedeni de, onun kaba biri olduğunu bilmesi, yakınlık gördüğünde içtenliği artırıp yılışacağını, kadın
bunu sürdürmediğinde de kabalaşacağını görebilmesiydi.
Adam işi nedeniyle dine karşı ve özgür düşünce yanlısı olduğundan, kadın onun önünde dindar tavırlar
takınıyor, elinde kırmızı maroken kaplı din kitaplarıyla geziyor, onun gözleri önüne Azize Pembekız
Vakfı'na yapılmış bağış makbuzlarını koyuyordu. Evelyne bunları muziplik, aksilik olsun diye veya ona
takılmak için yapmıyordu; bu biçimde kendi özyapısını vurguluyor ve büyüyordu; milletvekilinin
cesaretini artırmak için, Brunhild'in Sigurd'a alevlere sarılarak yaptığı gibi (6) kendini dinle
sarıyordu. Bu cüretli davranışları işe yaradı. Adam onu artık daha çekici buluyor, dindarlığın kadınlara
bir incelik verdiğini söylüyordu.
Büyük bir çoğunlukla yeniden seçilen Cérès bu defaki Meclisin daha ilerici, daha sol ve daha çok
düzeltim isteyen bir havada olduğunu gördü. Bunun da aslında değişim korkusundan ve hiçbir şey
yapmama isteğinden kaynaklandığını hemen fark etti; bunun üzerine bu istekler doğrultusunda bir
politika izlemeye karar verdi. Dönem başladığında, kürsüden uzun bir söylev verdi; iyi hazırlanmış ve
ustaca düzenlenmiş bu konuşmasında, her düzeltimin uzun bir olgunlaştırılma süresi geçirmesi
gerektiğini söyledi. Ateşli bir konuşmaydı bu, ılım öneren kişinin hararetli konuşması gerektiği ilkesine
uygundu. Tüm Meclis onu ayakta alkışladı. Başbakanlık locasında anne kız Clarencelar onu izliyorlardı;
Evelyne alkışların uğultusuyla elinde olmadan titredi. Aynı locada bulunan Madam Pensée bu erkek
sesinin titreşimleriyle kendinden geçiyordu.
Kürsüden inen Hippolyte Cérès gömlek değiştirmeye gitmeyip, alkışlar hâlâ sürerken Clarence ailesini
localarında selamlamaya gitti. Evelyne onu başarılı ve yakışıklı buldu; adam, mendiliyle boynunu
silerken, hayranlarının kutlamalarını saygılı ve alçakgönüllü bir yüzle kabul ediyordu. Genç kız göz
ucuyla baktığında, yan taraftaki Madam Pensée'nin yiğit milletvekilinin ter kokusunu sarhoş gibi
kokladığını, göz kapakları ağırlaşmış ve başını geriye atmış, bayılacak bir durumda olduğunu gördü.
Bunun üzerine hemen Bay Cérès'e sevgiyle gülümsedi.
Alca milletvekilinin konuşması büyük yankı uyandırdı. Politik çevrelerde çok doğru bulundu. Büyük bir
ılımlı gazete "Sonunda dürüst bir ses işitmiş bulunuyoruz" diyor, meclis kulislerinde "Bu doğru bir
program" diye konuşuluyordu. Herkes onun çok yetenekli olduğunda birleşiyordu.
Hippolyte Cérès şimdi köktenci, sosyalist ve din karşıtı partinin doğal önderi gibi ortaya çıkmıştı;
Mecliste en kalabalık olan bu parti onu Meclis grubu başkanlığına seçti. İlk yapılacak kabine
değişikliğinde bakan olmasına kesin gözüyle bakılıyordu.
Evelyne Clarence, uzun bir duraksamadan sonra, Bay Hippolyte Cérès ile evlenmeyi kabul etti. Onun
beğenisine göre, büyük adam biraz kabaydı; ayrıca politikanın büyük servet getirdiği o noktaya
gelmekten hâlâ uzak görünüyordu. Ama genç kız yirmi yedi yaşına gelmişti ve bu yaşta fazla titiz veya
seçici olmamak gerektiğini bilecek kadar yaşamıştı.
Hippolyte Cérès ünlü olmuştu. Hippolyte Cérès mutluydu. Artık çok değişmişti; giysilerinin şıklığı,
davranışlarının kibarlığı giderek artıyordu; onun beyaz eldivenler taktığını gören Evelyne bu adamın
belki de eski halini yeğleyebileceğini düşündü. Madam Clarence bu evliliği olumlu karşıladı; hem kızının
geleceğini ve hem de perşembe günleri salonuna gönderilen çiçekleri güvencede görüyordu.
Ama evlilik töreni bazı zorluklar çıkardı. Evelyne dindardı ve kilisede dini nikah istiyordu. Hippolyte
Cérès hoşgörülü, ama özgür düşünceliydi ve yalnızca medeni nikahı kabul ediyordu. Bu konu üzerinde
tartışma çıktı, kırıcı sözler edildi. Son tartışma genç kızın odasında, çağrılıklar yazılırken oldu.
Evelyne kiliseden gelinlikle çıkmazsa kendini evlenmiş sayamayacağını söyledi. Nişanı bozmak,
annesiyle yurt dışına gitmek veya bir manastıra kapanmaktan söz etti. Sonra yalvardı, inledi. Bu
bakire odasında her şey, beyaz yatağın başucundaki şimşir dalı ve kutsama kabı, küçük etajerdeki din
kitapları, şömine üzerindeki Azize Pembekız'ın mavi beyazlı yontucuğu, her şey onunla birlikte
inliyordu. Hippolyte duygulanıp yumuşamaya başlamıştı.
Yüzünde gözyaşlarıyla ışıldayan gözleri, bileklerine dolanmış lacivert taşından tespihiyle acıdan daha
da güzelleşen genç kız birden yere kapanıp Hippolyte'in ayaklarına sarıldı, dizlerini öperek yalvardı.
Pes etmek üzere olan adam mırıldanıyordu:
"Dini nikah, kilise nikahı... Hadi seçmenlerime bunu kabul ettirebilirim, ama Meclis grubu o kadar
kolay yutmaz ki... Hoş, bir denerim... hoşgörü, toplumsal zorunluluklar... Onlar da kızlarını din
derslerine göndermiyorlar mı?.. Bakanlığa gelince, vay anasını! Bana öyle geliyor ki sevgilim, onu
okunmuş suda boğmak üzeresiniz."
Bu sözler üzerine, genç kadın ayağa kalktı; ciddi, özverili, yazgısına razı ve yenilmiş bir sesle:
"Sevgilim, artık üstelemiyorum" dedi.
"Öyleyse, dini nikah yok, değil mi? Bu daha iyi, çok daha iyi olur!"
"Yok, öyle değil! Nasıl yapacağımı bana bırakın. Hem sizi, hem de beni mutlu edecek bir çözüm
bulacağım."
Genç kadın Peder Douillard ile görüşüp durumu anlattı. Rahip onun beklediğinden çok daha
anlayışlıydı.
"Kocanız zeki bir adam, düzen ve akıldan yana; sonunda o da bize gelecektir. Onun ruhunu kurtarmış
olacaksınız, çünkü Tanrı ona Hıristiyan bir gelini boşuna göndermedi. Dinimiz evlilikleri kutsamak için
her zaman gösterişli ve parlak törenlerde istemez. Hele şimdi baskı altında olduğu bu dönemde, onun
bayramları karanlık mahzenlere yakışır oldu. Matmazel, resmi nikah bittikten sonra, kocanızla birlikte
sivil giysilerinizle buraya, benim özel tapınağıma gelin. Baş piskopostan gerekli izin ve mühürleri alıp
hazırlayacağım."
Hippolyte bu çözümü biraz tehlikeli buluyordu, ama içten bir sevinçle kabul etti:
"Ceket giyip giderim" dedi.
Yine de smokin ve beyaz eldivenleriyle gitti, orada da bolca yerlere kadar eğildi.
V
VISIRE KABİNESİ
Saygın ve gösterişsiz Cérès ailesi yeni bir apartmanın oldukça güzel bir dairesine yerleşti. Cérès
karısını babacan ve dingin bir sevgiyle kucaklıyor, ancak bütçe komisyonundaki işleri nedeniyle
haftada en az üç gün eve geç geliyordu; üzerinde çalıştığı posta yönetimi bütçesi raporunun bir
başyapıt olmasını istiyordu. Evelyne onu yine kaba buluyordu, fakat hoşlanmıyor değildi. Durumun kötü
yanı, fazla paraları olmayışıydı; gelirleri çok azdı. Öyle inanıldığı gibi, cumhuriyetin hizmetlileri onun
buyruğunda çalışırken zengin olmazlar. Armağanlar dağıtan bir kral olmadığından beri, herkes elinden
geldiği ve başkalarından artakaldığı miktarlarda götürdüğü için, fazla bir şey kalmazdı. Demokrasi
önderlerinin alçakgönüllü yaşamları buradan kaynaklanır. Ancak büyük devlet artırmaları zamanında
zenginleşirler ve o zaman olanakları daha az olan uğraşdaşlarının kıskançlığıyla karşılaşırlar. Hippolyte
Cérès yakın bir gelecekte büyük artırmalar açılacağını öngörüyordu; ve bunun gelişini sağlayacak
kişiler arasındaydı; bu arada karısıyla birlikte namuslu bir yoksulluğa katlanıyordu. Evelyne'in bu
yokluktan fazla etkilendiği söylenemez; Rahip Douillard ve Azize Pembekız tarikatı ile ilişkilerini
sürdürüyor ve orada işine yarayabilecek önemli kişiler buluyordu. Bu kişileri seçmesini biliyor ve
ancak güvenebileceği kişilerle ilişki kuruyordu. Vikont Clena ile otomobil gezilerinden bu yana deneyim
kazanmış, özellikle evli bir kadının fiyatına erişmişti.
Milletvekili önceleri karısının, ufak sansasyon gazetelerinin alay ettiği bu dinsel etkinliklerinden
kuşkulandı; ancak kendi çevresindeki demokrasi önderlerinin de soylular ve kilise çevreleriyle seve
seve yakınlaştıklarını görünce, içi rahat etti.
Ülke, yine fazla ileri gidildiğinin anlaşıldığı bir dönemde bulunuyordu (bu dönemler çok sık geliyordu).
Hippolyte Cérès bunu ılımla kabulleniyordu. Onun izlediği politika hırçın değil, hoşgörülü bir
politikaydı. Bunun temellerini düzeltim hazırlığı üzerine yaptığı o büyük konuşmada atmıştı. Hükümet
fazla ileri gitmişti; sermaye için tehlikeli olabilecek bazı tasarılara girişmişti; bankerler ona karşı,
dolayısıyla tüm gazeteler ona karşıydı. Tehlikenin büyüdüğünü gören kabine tasarılarını, izlencesini ve
görüşlerini tümden terk etti, ama çok geçti; yeni bir hükümet hazırdı, Paul Visire'in bir soru önergesi
hemen güvensizlik önergesine dönüştü ve Hippolyte Cérès'in güzel bir konuşmasıyla hükümet
düşürüldü.
Cumhurbaşkanı yeni kabineyi kurma görevini aynı Paul Visire'e verdi; çok genç olduğu halde iki kez
bakanlık yapmış olan bu milletvekili kabarelerin ve tiyatro kulislerinin vazgeçilmez konuğu,
sanatsever, sosyetede tanınan, esprili, zeki ve dinamik bir adamdı. Paul Visire bunun "durup soluk
alma ve kamuoyuna güvence verme" hükümeti olacağını söyledi ve Hippolyte Cérès'i bu hükümete
posta telgraf bakanı olarak aldı.
Yeni bakanlar çoğunluk grubundaki tüm partilerden ve her tür birbirine karşıt görüşlü
milletvekillerinden oluşuyordu; ama tümü de ılımlı ve kararlı tutuculardı. Giden hükümetin dışişleri
bakanı yerini korudu; Crombile adındaki bu kara kuru, büyüklük karmaşası geçiren adam günde on dört
saat çalışıyor, kendi diplomatlarından bile saklanıyor, kimseyi kuşkulandırmadığı halde o herkesten
kuşkulanıyordu.
Kamu inşaatları bakanlığına sosyalist Lapersonne getirildi. Bu ülkede en eski, en değişmez ve
diyebilirim ki en acımasız geleneklerden biri buydu; sosyalizme karşı savaşım veren bakanlıklara bir
sosyalisti getirmek; böylece, servet ve mülkiyet düşmanları kendilerinden birinin yaptıklarından
utansınlar ve yarın kendilerini kimin cezalandıracağını kendi aralarında arasınlar diye düşünülürdü.
Ancak insan ruhunun derinliklerini bilmeyenler, sosyalistler arasından bunu yapacak birinin
çıkmayacağını düşünürler. Yoldaş Lapersonne, Visire Kabinesine kendi isteğiyle, hiçbir baskı altında
kalmadan girdi; kendi arkadaşları arasında bile onu onaylayanlar oldu, çünkü iktidar Penguenler
arasında saygınlık getiren bir makamdı.
General Debonnaire savaş bakanlığına getirildi; ordunun en zeki subaylarından biri olarak tanınıyordu;
fakat bir kadın tarafından yönetiliyordu; soylu bayan Barones de Bildermann hâlâ dolap çevirecek
yaşta ve güzellikte olup, komşu ve düşman bir ülkenin çıkarlarına hizmet ediyordu.
Yeni deniz bakanı, saygıdeğer Amiral Vivier des Murenes yetkinbir denizci olarak biliniyordu; bu
bakanın dindar oluşu, laik cumhuriyet hükümetleri dinin deniz kuvvetlerinde gerekli olduğuna karar
verdiğinden beri, tepki toplamıyordu. Dinsel rehberi Peder Douillard'ın önerilerine uyan Amiral Vivier
des Murens, tüm gemilerin Azize Pembekız adına kutsanmasını buyurdu, Alca bakiresi adına Hıristiyan
bestecilere yaptırdığı ilahilerin, deniz bandolarında milli marş yerine okunmasına karar verdi.
Başbakan Visire dinin politikaya karışmasına karşı, ama inançlara saygılı olduğunu bildirdi; o ılımlı bir
düzeltimciydi. Paul Visire ve çalışma arkadaşları düzeltim istiyorlar, ama düzeltimleri tehlikeye
atmamak için hiç düzeltim önermiyorlardı; çünkü gerçek politikacılar bir düzeltimin önerildiği anda
suya düşeceğini bilirlerdi. Bu hükümet iyi karşılandı, namuslu yurttaşlara güven verdi ve borsayı
yükseltti.
Hükümet dört zırhlı gemi ısmarladı, sosyalistlere karşı davalar açtı ve gelir vergisi koyma
önergelerine karşı çıkacağını kesin bir dille açıkladı. Maliye Bakanı Terrasson'un seçimi özellikle
büyük basın tarafından alkışlandı. Eskiden borsa spekülasyonlarıyla ünlü olan Terasson rantiyecilere
umut veriyor, işlerin açılacağını gösteriyordu. Ulusların tekelcilik, hisse senedi oyunları ve dolandırıcı
spekülasyon denen üç memesi sütle dolacağa benziyordu. Şimdiden uzak ülkelerde sömürge kapma
girişimlerinden söz ediliyor, en atak gazete yazarları Nigristan ülkesine askeri müdahaleyle manda
tasarısı ortaya atıyorlardı.
Henüz kendini göstermemiş olmasına karşın, Hippolyte Cérès değerli bir bakan olarak görülüyordu;
işadamları onu beğeniyorlardı. Her yandan, bakanlık sorumluluğu içinde, aşırı uçlar ve tehlikeli
adamlarla ilişkilerini kestiği için onu kutluyorlardı.
Bakan eşleri arasında bir tek Madam Cérès zarafetiyle parlıyordu. Crombile müzmin bekardı; Paul
Visire, kuzeyli bir büyük sanayicinin kızıyla zengin bir evlilik yapmıştı; karısı iyi yetişmiş, görgülü bir
kadındı, ancak sağlığı bozuk olduğundan, uzak bir ilde annesinin yanında bakım görüyordu. Öbür bakan
eşleri gözlere bayram olsun diye yaratılmamışlardı; örneğin, gazetelerin sosyete sayfalarında Madam
Labillete'in cumhurbaşkanlığı balosuna başında cennet kuşlarıyla geldiği yazılmıştı. Amiralin eşi iyi bir
aileden, boyuna değil enine geniş, yüzü boğa, sesi işportacı gibi bir hanım olup kendi bakkal alışverişini
kendisi yapıyordu. General Debonnaire'in eşi uzun boylu, sıska, yüzü sivilceli, genç subaylara bir türlü
doymak bilmeyen, çirkinlikte yitirdiği saygınlığı türlü türlü skandalla yakalamaya çalışan biriydi.
Madam Cérès hükümetin zarafet ve kibarlık elçisiydi. Genç, güzel ve ayıbı olmayan bu kadın zarif
giysileriyle seçkin sosyeteyi ve içten gülüşüyle halk yığınlarını hükümete kazandırıyordu.
Salonunda verdiği çağrılar Yahudi banker eşlerinin akınına uğradı. Genç kadın cumhuriyetin en güzel
bahçe partilerini veriyordu; gazeteler bu çağrılarda giyilen tuvaletlerin ayrıntılarını yazıyor, zaten
büyük modaevleri kadından giysilerinin ücretini almıyorlardı. Kilise ayinlerine gidiyor, böylece hem
Azize Pembekız tarikatını halkın düşmanlığından koruyor, hem de soylu ailelerin yüreklerinde yeni
umutlar yeşertiyordu.
Altın sarısı saçları, keten grisi göz kapakları, ince kıvrak beliyle gerçek bir güzeldi; namusunda hiçbir
leke yoktu, suçüstü yakalanmadığı sürece de olmayacaktı, çünkü bu ilişkilerde usta, önlemli ve
kendinden emin davranıyordu.
Gelire vergi konulması için verilen önergenin görüşülmesi hükümetin zaferiyle sonuçlandı, Parlamento
tatile girmeden önce, önerge alkışlar arasında geri çevrildi. Madam Cérès ülkeyi ziyaret eden üç kral
onuruna parlak bir şölen verdi.
VI
GÖZDENİN KANEPESİ
Başbakan tatil sırasında Bay ve Bayan Cérès'i sezon için kiraladığı ve yalnız yaşadığı dağ şatosuna
çağırdı. Bayan Visire'in sağlığı gerçekten de kocasına katılmasına izin vermiyordu; uzak bir ilde
annesiyle kalıyordu.
Bu şato eskiden son Alca krallarından birinin gözde metresinin mülkü olmuştu; salon eski
mobilyalarıyla korunmuş olup gözdenin kanepesi hâlâ duruyordu. Çevre güzelliği harikaydı; şatoya
egemen tepenin eteklerinde mavi Aiselle ırmağı akıyordu. Hippolyte Cérès oltayla balık tutmayı
seviyordu; bu tekdüze uğraş sırasında en iyi siyasi taktikleri ve en güzel konuşmaları
hazırlayabildiğini söylüyordu. Aiselle ırmağında alabalık kaynıyordu, başbakanın onun buyruğuna
verdiği bir sandalda sabahtan akşama kadar balık tutuyordu.
O arada Evelyne ve Paul Visire şatonun bahçesinde yürüyüşe çıkıyorlardı. Evelyne, onun kadınlar
üzerindeki çekiciliğini biliyor, ama kendisine henüz kur yapmadığını görüyordu; art niyetsiz, bir salon
adamı olarak yüzeysel ve havalı söyleşilerle yetiniyordu. Adam zevk sahibiydi ve onun güzel olduğunu
biliyordu; başkentteyken Meclis ve opera kulisleri tüm zamanını alıyordu; ama bu küçük şatoda
Evelyne'in keten grisi göz kapakları ve ince beli paha biçilmez değerdeydi. Bir gün Hippolyte Cérès
ırmakta balık tutmakla uğraşırken, adam onu gözdenin kanepesinde yanıbaşına oturttu. Perdelerin
aralığından güneşin altın ışıkları aşk perisinin okları gibi Evelyne'in yüzüne düşüyordu. Beyaz muslin
giysisinin altında kadının kıvrak vücut hatları belli oluyor, gençlik ve zarifliğini vurguluyordu. Kadının
nemli teni kesilmiş ot gibi kokuyordu. Paul Visire bu durumda kendinden bekleneni yaptı, kadın da
sosyetenin aşk ve raslantı oyununa karşı çıkmadı. Kadın bu kaçamaktan pek bir şey çıkmayacağını
düşünüyordu; ama yanılmıştı.
Adam ona bir öykü anlattı:
"Eski bir Alman baladında, bir kent alanının güneş tarafındaki duvarı önünde, bir salkım ağacının
yanında bir posta kutusu vardı; bu güzel posta kutusu kantaron çiçeği gibi mavi ve güleçti.
Bu posta kutusuna her gün büyük takunyalı küçük esnaf, zengin tüccar, kentsoylu, tahsildar ve
jandarmalar gelir, iş mektubu, fatura, ihbarname, vergi makbuzu ve asker celp kâğıtlarını atarlardı; o
her zaman güleç ve sessizdi.
Çiftlik işçileri, gündelikçiler, hizmetçiler, dadılar, muhasebeciler, ofis memurları, kucağında
çocuğuyla ev kadınları da neşeli veya üzgün, bu posta kutusuna gelirlerdi; doğum veya ölüm
haberlerini, evlilik çağrılıklarıni, nişanlı mektuplarını, eş mektuplarını, anaların oğullarına, oğulların
analarına yazdığı mektupları bu kutuya atarlardı; o yine güleç ve sessizdi.
Hava karardığında, delikanlılar ve genç kızlar gizlice ona ulaşır, kimi gözyaşıyla ıslanıp mürekkebi
akmış, kimi nereye öpücük kondurduğunu belirten, ama tümü de uzun olan mektuplarını kutuya
bırakırlardı; o her zamanki gibi güleç ve sessizdi.
Zengin tüccarlar, emin olmak için, şafakla birlikte erkenden ona gelirler, içinde para veya banka
çekleri bulunan, kalın ve dört beş kez mühürlenmiş zarflarını kendi elleriyle kutuya bırakırlardı; o
yine güleç ve sessizdi.
Bir gün, posta kutusunun hiç görmediği ve tanımadığı Gaspar adında bir genç geldi, kutuya bir mektup
bıraktı; içinde ne olduğu bilinmiyordu, ama zarf şapka gibi katlanmıştı. O anda güzel posta kutusu
deliye döndü. Artık yerinde duramıyordu; sokaklarda, kırlarda ve ormanlarda, üstü başı sarmaşık ve
güllerle kaplı olarak dolaşıyordu; orman bekçisi bir gün onu buğday tarlasında Gaspar'ın kollarında ve
onu dudaklarından öperken gördü."
Paul Visire yeniden salon adamı havasına büründü; Evelyne gözdenin kanepesinde, tatlı bir şaşkınlıkla
uzanmıştı.
Dinbilimin ahlak dalında uzman olan rahip Douillard, kilisenin gerileme döneminde gelişen ilkeler
gereği olarak inanıyordu ki bir kadın para için kendini veriyorsa büyük bir günah işlemiş olur, ama
bunu karşılıksız yapıyorsa günahı çok daha büyük olurdu; çünkü, birinci durumda yaşamını sürdürme
zorunluluğu hoşgörülebilir ve belki de Tanrı'nın sürüsünden ayrılmazdı. Tanrı kendini öldürmeyi
hoşgörmez, kullarının kendilerini yok etmelerini istemezdi; yaşamak için kendini veren kadın bu işten
belki de zevk almadığı için günahı az olurdu. Fakat, karşılıksız veren kadın bundan zevk alır, böylece
suçuna katık ettiği şehvet günahını daha da attırırdı.
Madam Cérès örneği bu ahlak gerçeklerinin derin anlamını doğruluyordu. Kadın, o zamana kadar
bilmediği, varlığından kuşkulanmadığı duyguları olduğunu gördü; kısa bir an süren bu buluş ruhunu ve
yaşamını derinden değiştirecekti. Önce, kendi vücudunu tanımış olmaktan büyülenmiş gibiydi. Eski
felsefenin kendini tanı ilkesi insan ruhuna uygulandığında bir işe yaramaz, çünkü insan kendi ruhunu
tanımaktan zevk duymaz; ama her türlü zevkin kaynağı olan bedensel varlığa uyguladığımızda, bize
yeni zevkleri öğretir. Kadın, kendini tanıma fırsatı veren yol göstericisine büyük minnet duydu ve bu
derinliklerin anahtarının da yalnızca onu keşfeden adamda olduğuna karar verdi. Bu bir yanılgı mıydı,
altın anahtarı bilen başkalarını bulamaz mıydı? Buna karar vermek zor; olup bitenleri daha sonra
öğrenen (ki birazdan göreceğimiz gibi, öğrenilmekte gecikmedi) profesör Haddock bunu deneysel bir
araştırma makalesi olarak bilimsel bir dergide yayınladı; bu makalede profesör, Madam C...'nin Bay
V...'nin bir eşini daha ulabilme olasılığının 975.008'de 3,05 olduğu sonucuna vardı. Yani, hiç bulamazdı.
Kadın bunu içgüdüsüyle bildiği için, adama çılgınlar gibi bağlandı.
Bu olayı, düşünen ve felsefeye eğilimli kişilerin ilgilenebileceği tüm yönleriyle anlattım. Gözdenin
kanepesi tarih sayfalarına layık bir yerdir; orada büyük bir ulusun yazgısı çizildi; ben ne diyorum, o
kanepede olanların yankıları komşu ülkelere ve tüm insanlığa yayıldı. Bu tür olaylar her zaman büyük
sonuçlara gebe olduğu halde, tarih yazmaya soyunan yüzeysel insanların gözünden kaçarlar. Bu
nedenle, olayların gizli zembereği bizden saklanır; imparatorlukların yıkılışı, hanedanların değişmesi
bizi şaşırtır, altlarında yatan ve her şeyi başlatan o gizli noktayı bilemediğimiz için bize anlamsız
gelirler. Bu büyük tarihin yazarı kendi eksiklerini ve yetersizliklerini herkesten daha iyi bilir, ama
devlet işlerinin önemine layık bir ölçüyü ve ciddiliği her zaman korumuştur.
VII
İLK YANKILAR
Evelyne Paul Visire'e hiç böyle bir şey yaşamadığını söylediğinde adam ona inanmadı. Kadınları tanıyor
ve onların erkeklerin hoşuna gitmek için böyle sözler etmeye alışık olduklarını biliyordu. Bu nedenle,
geçmiş deneyimleriyle gerçeği göremedi. Pek inanmadı, ama gururlandı; kadına bir sevgi, hatta daha
fazlasını duyar oldu. Bu hava önceleri onun zihinsel yeteneklerine yaradı; seçim bölgesinde yaptığı
parlak ve zarif bir konuşma onun başyapıtı sayıldı.
Meclisin açılışı sakin oldu; tek tük hesaplaşmalar, henüz çekingen bazı tutkular başlarını çıkarmak
istediler. Fakat, başbakanın bir gülümseyişi tüm gölgeleri dağıtmaya yetiyordu. Kadınla günde iki kez
görüşüyor, arada da mektuplaşıyorlardı. Adam gizli ilişkilerde deneyimli ve usta olduğundan saklamayı
biliyordu. Evelyne çılgın bir umursamazlık gösteriyordu; onunla çağrılarda, tiyatroda, Mecliste ve
elçiliklerde birlikte görünmekten çekinmiyordu; aşkını yüzünde, bakışlarının bulanıklığında,
gülümseyen dudaklarında, yüreğinin çarpışında, yürüyüşünde ve dirilen tüm çılgın kişiliğinde taşıyordu.
Kısa sürede tüm ülke ilişkilerini öğrendi; yabancı devletler bile bilgilendirildi, yalnızca cumhurbaşkanı
ve Evelyne'in kocası daha bilmiyorlardı. Cumhurbaşkanı yanlışlıkla önüne konulan bir polis raporundan
öğrendi.
Hippolyte Cérès fazla duyarlı veya önünü gören biri değildi, ama evliliklerinde bir şeylerin değiştiğini
fark ediyordu; eskiden kocasının işleriyle ilgilenen, sevecenlik ve arkadaşlık gösteren kadın şimdi uzak
ve ilgisizdi. Eskiden de çok sık evden dışarda olduğu, Azize Pembekız Vakfı'na uzun ziyaretler yaptığı
oluyordu; ama şimdi her sabah erkenden evden çıkıp bütün günü dışarda geçiriyor, akşam da yemeğe
uyurgezer gibi oturuyordu. Kocası bu durumu ancak gülünç buluyordu; belki de hiç öğrenemeyecekti;
kadınlar konusunda derin bir bilgisizlik, kendi değerine ve şansına sonsuz bir güven, gerçeği sonsuza
kadar ondan uzak tutabilirdi, ta ki aşıklar bilmesi için neredeyse onu zorlayana kadar.
Paul Visire Evelyne'in evine gidip de onu yalnız bulduğunda, hem kucaklaşıyor, hem de "Burada olmaz!
Burada olmaz!" diye fısıldaşıyorlardı; birbirlerine karşı sürdürdükleri bu çekingenlik değişmez kural
gibiydi. Ama bir gün, Paul Visire meslektaşı Cérès'e randevu verip onun evine geldiğinde, kendisini
Evelyne karşıladı: Posta bakanı bir komisyon toplantısından gelememişti.
İki aşık "Burada olmaz! Burada olmaz!" diyerek kucaklaştılar.
Onlar böyle öpüşüp sarılışırken Hippolyte Cérès içeri girdi.
Paul Visire kendini çabuk topladı; Madam Cérès'e gözündeki dikeni çıkaramayacağını söyledi. Bu yolla
kocayı inandırabileceğini sanmıyordu, ama görünüşü ve kapıdan çıkışını kurtarabilirdi.
Hippolyte Cérès yıkıldı. Evelyne'in davranışı ona anlaşılmaz geliyordu; karısına nedenini sordu.
"Niçin? Niçin?" diye yineleyip duruyordu, "niçin?"
Kadın her şeyi yadsıdı; onu inandırmak için değil, çünkü kocası onları görmüştü; ama hem uzun
açıklamalardan kaçınıyordu, hem de canı böyle istiyordu.
Hippolyte Cérès kıskançlığın tüm acısını yaşıyordu; kendi kendine "Ben güçlü bir adamım; dışardan
geleceklere karşı zırhlıydım; ama yaram içerde, yaram yüreğimde," diyordu.
Sonra, hâlâ yüzünde zevk izleri olan, günahıyla daha da güzelleşmiş karısına dönüp şöyle dedi:
"Onunla yapmayacaktın."
Haklıydı; Evelyne hükümetten biriyle ilişki kurmamalıydı.
Adam o kadar acı çekiyordu ki bir ara tabancasını aldı, "O herifi öldüreceğim!" diye bağırdı. Fakat,
bir posta-telgraf bakanının başbakanı öldüremeyeceğini düşünerek tabancasını komodine geri koydu.
Haftalar onun acılarını yatıştıramadan geçiyordu. Her sabah yarasını güçlü adamın zırhıyla örtüp
kendini verdiği işinde erinç arıyordu. Her pazar yontu, çeşme, artezyen kuyusu, sayrıevi, dispanser,
demiryolu, kanal, hal yapısı, atık su, zafer anıtı, pazar yeri, kesimevi açılışları yapıyor ve ateşli
söylevler veriyordu. Yorgunluk bilmeyen bir enerjiyle dosyalara saldırıyordu; sekiz gün içinde posta
pullarının rengini on dört kez değiştirtmişti. Fakat, arada bir gelen kıskançlık ve öfke nöbetleri onu
çılgına çeviriyor, bazen tüm gün aklını yitirdiği oluyordu. Özel bir şirkette çalışıyor olsaydı, onun bu
durumu çabuk anlaşılırdı; fakat devlet bürokrasisinde delilik ve çılgınlığı görebilmek zordur.
O sıralarda, devlet memurları da sendika ve federasyonlar oluşturma çabası içindeydiler; Parlamento
ve kamuoyu bu hummalı girişimlerden ürkmeye başlamıştı; özellikle posta görevlileri sendikal
etkinliklerde başı çekiyorlardı. Hippolyte Cérès memurlarına dolaştırdığı bir yazıyla bu tür
girişimlerin yasal olduğunu bildirdi ve izin verdi. Ertesi gün, ikinci bir yazıyla, devlet memurlarının her
türlü sendikal eyleminin yasadışı olduğu gerekçesiyle yasakladı. Yüz seksen posta dağıtıcısının işine
son verdi, sonra yeniden işe aldı, kınama cezası verdi, sonra ödüllendirdi. Bakanlar Kurulu
toplantılarında en ufak bir konuda öfkeyle patlıyordu; başbakanın varlığı olmasa belki de görgü
sınırlarının dışına çıkacaktı; rakibinin boğazına sarılma olanağı bulamayınca, rahatlamak için Savaş
Bakanı General Debonnaire'i aşağılıyordu; ama, general sağır olduğu için bunları işitmiyor, bir yandan
da Barones Bildermann'a şiirler karalamayı sürdürüyordu. Hippolyte Cérès başbakanın yaptığı
önerilerin tümüne ayırt etmeksizin karşı çıkıyordu. Kısacası delirmişti. Tek bir yeteneği bu çılgınlığın
dışında kalabilmişti; hâlâ Parlamento sezgilerini koruyordu; çoğunluk arama, hizipleri kollama ve
oyalama taktiklerini iyi yapıyordu.
VIII
YENİ YANKILAR
Meclis dönemi huzur içinde sona ermek üzereydi ve çoğunluk grubu milletvekili sıralarından çatlak
ses gelmiyordu. Arada bir, Hıristiyan ve Yahudi bankerlerin yurtsever isteklerine aracılık eden ılımlı
büyük gazetelerde, Nigristan'a uygarlık götürecek bir askeri hareket veya çelik tekelcilerinin ülke
kıyılarını korumak amacıyla yeni zırhlı gemiler sipariş edilmesi istekleri yer alıyordu. Savaş
dedikoduları dolaşıyordu; bu tür dedikodular alize rüzgârları gibi her yıl düzenli olarak eserdi; aklı
başında insanlar bunlara kulak asmaz, hükümetler de kendiliğinden dinmelerini beklerdi; ancak
dedikodular iyice artarsa, ülkenin hareketlenme olasılığına karşı hükümet ciddiye alırdı. Bankerler
yalnızca sömürge savaşları istiyorlardı; halk her tür savaşa karşıydı; ama hükümetin de kabadayı ve
güçlü görünmesini istiyorlardı; Avrupa'da en ufak bir karışıklık olsa, halkın tepkisi hemen Meclise
yansıyordu. Paul Visire rahattı; ona göre, Avrupa'da endişe edilecek bir durum yoktu. Yalnızca manyak
dışişleri bakanının sessizliğine bir anlam veremiyordu; bu ufak tefek adam bakanlar kuruluna
kendininkinden daha kalın bir dosyayla geliyor, hiç konuşmuyor, sorulara yanıt vermiyor, çok
çalışmanın verdiği uykusuzluğu ancak orada giderebildiği için, toplantı süresince uyukluyordu.
Bu arada Hippolyte Cérès güçlü adam kişiliğine yeniden kavuşmuştu; meslektaşı Lapersonne'la
birlikte bayan tiyatro oyuncularıyla alemler yapıyordu; bu ikisi gece yarıları en gözde gece
kulüplerinde güzel kadınlarla birlikte görülüyorlardı; silindir şapkaları ve uzun boylarıyla kısa sürede
bulvarların sürekli gezginleri arasında sayılmaya başlandılar. Eğleniyorlar ama acı çekiyorlardı.
Lappersonne da zırhının altında bir yara taşıyordu; bir markinin elinden alıp evlendiği manken karısı
bir sürücüyle kaçmıştı. Onu hâlâ seviyor ve yitirmiş olmanın acısını dindiremiyordu; bazen, gülerek
istakoz yiyen kızların ortasında, iki bakan acıyla göz göze geliyor ve birdenbire ağlamaya
başlıyorlardı.
Hippolyte Cérès yüreğinden vurulmuştu ama yıkılmayı kabul edemiyordu. Öç almaya karar verdi.
Sağlığı iyi olmadığı için uzak bir ilde annesiyle kalmakta olan Bayan Visire, bir gün imzasız bir mektup
aldı; mektubun yazdığına göre, kendisiyle beş parasız evlenen Bay Paul Visire, aldığı çeyiz parasını evli
bir kadın olan Madam E... C.... (kim olduğunu siz düşünün!) ile yiyor, bu kadına otuz bin frank değerinde
otomobiller, seksen bin frank değerince inci kolyeler alıyor, her geçen gün iflasa, onursuzluğa ve
yıkıma doğru gidiyordu. Madam Visire, bunları okuyunca sinir bunalımları geçirdi ve mektubu babasına
uzattı.
"Ah, kocan olacak o alçağın kulaklarını keseceğim," dedi Bay Blampignon; "bu soytarı, eğer yola
getirilmezse, seni ortada bırakır. İsterse başbakan olsun, ondan çekinmem."
Bay Blampignon trenden iner inmez doğruca başbakanlığa gitti ve hemen görüşmeye alındı.
Başbakanın odasına hışımla girdi:
"Size söyleyeceklerim var, bayım!"
Ve imzasız mektubu uzattı.
Paul Visire onu gülümseyerek karşıladı.
"Hoş geldiniz, sayın kayınpederim. Ben de size yazacaktım... Evet, Legion d'honneur nişanına aday
gösterildiniz, bunu size kendim müjdelemek istiyordum. Öneriyi bu sabah yaptım."
Bay Blampignon yerlere kadar eğilip damadına teşekkür etti ve ihbar mektubunu ateşe atıp yok etti.
Taşradaki evine döndüğünde kızına çıkıştı:
"Kocanı gördüm; iyi bir adam. Ama suç sende! Onu elinde tutmasını bilmiyorsun."
O sıralarda Hippolyte Cérès dedikodu gazetelerinin birinden (bakanlar devlet işlerini hep
gazetelerden öğrenirler), başbakanın her akşam Folies Dramatiques Tiyatrosu oyuncularından
Matmazel Lysiane ile yemek yediğini ve onunla pek sıkı fıkı olduğunu öğrendi. Şimdi, karısı akşamları
eve geç geldiğinde Hippolyte gizli bir keyif duyuyordu. Kadın yine her akşam yemeğe geç dönüyor,
çağrılara gitmek için giyinirken yüzünde almış olduğu zevkin dinginliği ve mutlu yorgunluğu
okunuyordu.
Kocası gizlice ona da ihbar mektupları göndermeye başladı. Kadın bu mektupları sofrada onun önünde
okuyor, hiç bir yorum yapmadan gülümsüyordu.
Adam havadan dedikodularla dolu mektupların pek etkili olmadığını düşünerek, ona ihanetin somut
kanıtlarını ve doğru olup olmadığını kendi başına denetleyebileceği bulguları vermeye karar verdi.
Bakanlıkta ulusal savunmaya yararlı olabilecek gizli bilgileri araştırmakta ve komşu bir devletin posta
yönetimine kadar sızdırdığı ajanları izlemekte kullandığı çok güvenilir adamları vardı. Bay Cérès
adamlarına tüm işlerini bırakıp başbakanın Matmazel Lysiane ile ne zaman ve nerelerde buluştuğunu
araştırmalarını buyurdu. Bu ajanlar görevlerini titizlikle yaptılar ve bakana, başbakanın bir kadınla sık
sık buluştuğunu ama bu kadının Matmazel Lysiane olmadığını bildirdiler. Hippolyte Cérès onlara
gerisini sormadı. Haklıydı; Paul Visire ile Lysiane'ın aşk dedikodusu başbakanın kendisinin hazırladığı
bir dolaptı; Evelyne daha rahat, daha karanlık ve daha gizli hareket edebilmek için bu dolabı
sevinerek onaylamıştı.
Ama aşıklar yalnızca posta ajanları tarafından izleniyor değillerdi; polis şefinin ve başbakanın kendi
ajanları onları güvenlikleri için izliyorlardı; ayrıca kralcı, emperyalist ve kilise yanlısı ajanlar, sekiz on
ayrı şantaj örgütü, birkaç amatör polis, kalabalık bir gazeteci ve fotoğrafçı topluluğu da onları
izliyor, serseri aşıkların sığındıkları her yerde, büyük oteller, küçük oteller, garsoniyerler, şatolar,
müzeler ve saraylarda peşlerinde oluyorlardı; bunun için sokakta, çevre evlerde, ağaç tepelerinde,
duvar üstlerinde, merdivenlerde, çatılarda, komşu dairelerde ve şöminelerde konuşlanıyorlardı.
Başbakan ve sevgilisi yatak odalarının duvarlarında, kapılarında matkapla açılmış delikler görmekten
rahatsız oluyorlardı. Bu çabalar sonucu, Madam Cérès'in iç çamaşırlarıyla ve çizmelerini giyerken bir
fotoğrafını elde edebilmişlerdi.
Bu güçlükler karşısında Paul Visire bazen sinirlenip öfkeleniyor, her zamanki neşeli tavırlarını
kaybediyordu. Bakanlar kuruluna suratı asık geliyor ve o da, savaş alanında yiğit ama yönetimde
gevşek ve disiplinsiz olan Savaş Bakanı General Debonanaire'e sataşıyor, bazen hızını alamayıp,
gemileri giderek daha sık batan Amiral Viviers des Murenes'e de bulaşıyordu.
Lapersonne bunları dinlerken gözlerine inanamıyor, dişlerini gıcırdatıp söyleniyordu:
"Hippolyte Cérès'in karısını aldığı yetmiyormuş gibi, şimdi onun huylarını da kapmış."
Bu sataşmalar, hem dedikodu yoluyla, hem de yaşlı iki bakanın, böyle giderse bakanlık mührünü
başbakanın suratına atacaklarını söyleyerek sızlanmaları üzerine yayıldı; ama iki bakan sevimli
başbakana zarar verecek bir davranışta bulunmadılar ve bütün bu huysuzluklar Parlamento'da olumlu
bir etki yaptı; herkes başbakanın bu davranışlarla ordu ve donanmaya özel ilgi gösterdiği sonucuna
varıyordu.
İktidar ortaklarının ve meclis ileri gelenlerinin kutlamaları sırasında başbakan kararlı ve kısa
konuştu: "Benim yönetim biçemim böyledir!"
Ve üstüne, yedi sekiz sosyalisti tutuklattırdı.
Dönem sona erdiğinde, çok yorgun olan Paul Visire kaplıcalara gitti. Hippolyte Cérès izne çıkmayı geri
çevirip telefoncu kızlar sendikasının başlattığı boykot eylemini izlemek için, bakanlıkta kaldı. Kızlara
görülmemiş bir sertlikle davrandı, çünkü artık kadın düşmanı olmuştu. Pazar günü, meslektaşı
Lapersonne ile kırlara gidip, başından hiç çıkarmadığı silindir şapkasıyla balık tutuyordu. İki adam
balıkları unutup kadınların anlaşılmazlığından sızlanıyor ve acılarını paylaşıyorlardı.
Hippolyte hâlâ Evelyne'i seviyor ve acı çekiyordu. Ancak, yüreğine bir umut gelmişti. Karısı bir süre
dostundan ayrı kaldığına göre, onu yeniden kazanabilirdi; bunun için tüm ustalığını kullandı; içten,
sevecen ve duyarlı oldu; yüreğinin ona söylediği tüm incelikleri kullanıyordu. Vefasız karısına hoş ve
dokunaklı sözler ediyor, hatta onu insafa getirmek için, çok acı çektiğini itiraf ediyordu.
Pantolonunun kemerini çekip gösteriyordu:
"Bakın, ne kadar zayıfladım."
Bir kadının hoşuna gidebilecek her şeyden, kır gezilerinden, şapkalardan ve mücevherlerden söz
ediyordu.
Bazen onu insafa getirebildiğine inanıyordu. Kadın ona eskisi gibi aldırmaz bir mutlulukla bakmıyordu;
oysa Paul'den ayrı kalmanın üzüntüsünü yaşıyordu; ama kocası onu kazanmak için girişimde
bulunduğunda kendini geri çekiyor, somurtkan ve üzgün bir yüzle içine kapanıyor, günahını altın bir
kemer gibi kuşanıyordu.
Adam bıkmıyor, özür diliyor ve yalvarıyordu.
Bir gün yaşlı gözlerle Lapersonne'a gitti:
"Onunla bir de sen konuş!"
Lapersonne özür dileyerek geri çevirdi; arabuluculuğun işe yaramayacağını biliyordu. Ama, arkadaşına
başka bir öneride bulundu:
"Sen de onu kıskandır; başka birini sevdiğini görürse sana geri döner."
Bu yolu deneyen Hippolyte gazetelerde, her gün opera yıldızı Matmazel Guinaud ile buluştuğu
dedikodusunu yayınlattı. Eve ya geç geliyor ya da hiç uğramıyordu. Evelyne'in yanında içinde kaynayan
mutluluğu saklayamıyormuş gibi davranıyor, yemek sırasında cebinden çıkardığı parfüm kokulu bir
mektubu zevkle okumuş gibi yapıyor, dudaklarıyla düşlemindeki bir görüntüyü öpüyordu. Ama bunların
hiçbiri işe yaramadı. Evelyne bu oyunun farkında bile değildi. Çevresindeki her şeyden uzaktı, yalnızca
kocasından para istediği zaman ayılıyordu; eğer kocası vermezse, ona nefretle ve sanki suçunun
kaynağı oymuş gibi bakıyordu. İlişkisi başladığından beri giyimine daha çok para harcıyordu ve tek
para kaynağı kocasıydı; bir tek para konusunda ona bağlıydı.
Sonunda adamın sabrı bitti, öfkeden kudurup tabancasıyla gözdağı verdi. Bir gün onun önünde annesi
Madam Clarence'a şöyle dedi:
"Sizi kutluyorum, bayan; kızınızı bir orospu gibi yetiştirmişsiniz."
"Anne beni eve götür," diye haykırdı Evelyne. "Boşanmak istiyorum!"
Adam onu her zamankinden daha çok sever oldu.
Öfkesiyle kudurmak üzere olan Hippolyte karısının gizli mektuplarını yakalamayı düşündü; tüm posta
örgütünü göreve çağırdı; bu yüzden ülkede posta hizmeti aksadı; insanlar özel mektuplarını, Borsa
müşteri isteklerini alamaz oldu; aşk randevularını kaçırdıkları, işleri bozulup iflas ettikleri için
insanlar intihar etti. Basının bağımsız kanadı halkın yakınmalarını dile getirdi. Hükümete yakın
gazeteler, bu keyfi önlemleri haklı gösterebilmek için, kamuya zararlı ve krallık yanlısı bir komploya
karşı önlem alındığını üstü kapalı yazdılar. Daha dalkavuk bazı gazeteler elli bin tüfek yakalandığını ve
Prens Crucho'nun karaya çıktığını duyurdular. Ülkede heyecan artıyordu; cumhuriyetçi organlar
Meclis'in ivedi toplanmasını istiyorlardı. Paul Visire tatilini yarıda kesip Paris'e döndü, kabinesini
topladı ve haber ajansları kanalıyla bir açıklama gönderdi: Cumhuriyete karşı bir komplonun
gerçekten var olduğunu, ancak hükümetin görev başında ve duruma egemen olup soruşturma açıldığını
bildirdi.
Başbakan hemen otuz sosyalistin tutuklanmasını buyurdu; ülke onu bir kurtarıcı gibi alkışlarken o,
kendisini izleyen altı yüz ajanı atlatıp Evelyne'i Kuzey Garı yakınında küçük bir otele götürdü ve bütün
geceyi onunla geçirdi. Onlar otelden ayrıldıktan sonra, sabahleyin çarşafları değiştiren hizmetçi kız,
yatağın başucundaki duvarda saç tokasıyla çizilmiş yedi çarpı işareti gördü.
Tüm uğraşmasına karşılık Hippolyte Cérès'in elde ettiği tek bilgi bu oldu.
IX
SON YANKILAR
Kıskançlık demokrat insanları despotlardan koruyan bir erdemdir. Milletvekilleri giderek başbakanın
elindeki altın anahtarı kıskanmaya başladılar. Başbakanın güzel Madam Cérès ile ilişkisi bir yıldır tüm
dünyada biliniyordu; haberlerin ancak dünya güneş çevresinde bir kez döndükten sonra ulaştığı taşra
illeri bile başbakanın yasal olmayan ilişkisini öğrenmişti. Taşra ahlak konusunda tutucudur; kadınlar
orada daha erdemli olurlar. Bunun birkaç nedeni olduğu söylenir: Eğitim, yaşamın sadeliği ve
önlerindeki örnekler. Profesör Haddock ise tek bir nedeni olduğunu söylüyordu: Ayakkabı topuklarının
alçak oluşu. Revue anthropologique dergisinde yayınlanan bilimsel makalesinde şöyle diyordu: "Kadının
uygar bir erkek üzerindeki etkisi, ayakları yatayla yirmi beş dereceden fazla açı yapmaya
başladığında erotik bir anlam taşımaya başlar. Açı otuz beş dereceye çıktığı anda erotik etki en
büyük olur. Gerçekten de, ayakların yere basış açısı vücudun değişik organlarının, özellikle kalçalar,
bel ve bunları destekleyen kasların aldığı konumları belirler. Her uygar erkek, genlerindeki fesatlığın
etkisiyle, kadın çekiciliğini ayakların yere göre duruşuna bağlı görür. İşte bu nedenle, alçak topuklu
taşra kadınları pek revaçta olmazlar ve iffetlerini daha kolay koruyabilirler." Profesörün bu tezi
genelde kabul görmedi. Karşı çıkanlar, Amerikan ve İngiliz etkisiyle başkentte de düz topuklu giyen
bayanların arttığını, ama profesörün sözünü ettiği etkinin gözlenmediğini ileri sürdüler. Aslında,
başkent ve taşra kadınları arasında olduğu söylenen ahlak farkları belki de tümüyle uydurmadır;
gözlenen farklı davranışlar da, büyük kentlerin gönül serüvenlerine daha uygun bir ortam oluşundan
kaynaklanıyor olabilir. Her neyse, taşra kentlerinde de başbakanın skandal denebilecek yaşamına
karşı bir kamuoyu oluşmaya başlamıştı.
Şimdilik tehlike hem var, hem de yoktu. Mecliste çoğunluk sağlam duruyordu, ama grup önderleri
daha asık suratlı ve daha beğenmez olmuşlardı. Belki de Hippolyte Cérès nefretini asla çıkarlarının
üstüne çıkarmayacaktı. Fakat, kişisel servetini tehlikeye atmadan Paul Visire'e zarar verebileceğini
düşünmeye başlamış, hükümet başkanına gizli gizli yeni zorluklar ve tehlikeler yaratmayı
sürdürüyordu. Bu konularda rakibinden daha az yetenekliydi, ama aradaki farkı Mecliste kulis
oyunlarındaki ustalığıyla kapatıyordu. En deneyimli politikacılar, iktidarın Meclisteki önemli
oylamalarda yenilgiye uğramasını, onun çekimser oy kullanmasına bağlıyorlardı. Komisyonlarda,
başbakanın asla kabul etmeyeceğini bildiği ve batmaya mahkum kredi isteklerini hemen onaylıyordu.
Bir gün, onun bu düşüncesizliği başbakanla ilgili kurumun bütçe raportörü arasında büyük ve şiddetli
bir kavgaya neden oldu. O zaman Cérès ürktü; hükümetin zamansız devrilmesine yol açmak yanlış
olurdu. Karanlık öç duygusuyla daha dolambaçlı yollar aradı. Paul Visire'in kendisiyle aynı adı taşıyan
Celine Visire adında yoksul ama fettan bir kuzini vardı. Cérès bu kıza aracılık ederek onun sosyetede
kötü şöhretli erkek ve kadınlarla tanışıp ilişkiler kurmasını sağladı, tavernalarda şarkıcılık etmesinin
önünü açtı. Kadın kısa süre içinde, Eldorado türü kabarelerde, yuh sesleri altında açık saçık
pandomimalar oynamaya başladı. Bir yaz gecesi, Champs-Elysees'deki açık hava sahnesinde, gürültücü
bir kalabalığın önünde, erotik bir dans gösterisi yaptı. Müziğin sesi ve seyircilerin haykırışları, o
sırada başbakanın yabancı konuklara çağrı verdiği başbakanlık sarayından işitiliyordu. Visire adının
karıştığı bu rezaletler gazete sütunlarını, kent duvarlarını, kahvehane masalarını dolduruyor,
bulvarlarda dev afişlerle ilan ediliyordu.
Kimse akrabasının yaptıklarından dolayı başbakanı sorumlu tutmuyordu; ama içten içe, sülalesinde
böylelerinin olması rahatsız ediyor, devlet adamı kişiliğini sarsıyordu.
O sırada bir tehlike yaşandı. Bir gün, Mecliste olağan bir soru önergesi üzerine, Eğitim ve Dinler
Bakanı Labillette, rahatsız olan karaciğeri ve dinsel çevrelerin bitmeyen dolapları yüzünden sinirlendi,
kürsüden Azize Pembekız tarikatını kapatma tehdidinde bulundu ve ulusal azize hakkında aşağılayıcı
sözler söyledi. İktidar milletvekilleri gönülsüzce bakanlarını savunmak istedilerse de, sağ partiler tek
vücut halinde ayaklandılar: Bakan ülkeye yılda otuz milyon gelir getiren bir tarikata ilişmekten
çekinmiyordu; sağın en ılımlı adamlarından Bay Bigourd tartışmayı bir güvensizlik önergesine
dönüştürdü ve kabineyi tehlikenin eşiğine getirdi. Ancak, başbakanın yokluğunda iktidar görevlerinin
bilincinde olan Lapersonne, dinler bakanının kırdığı potu düzeltmesini bildi. Kürsüye çıkarak
hükümetin, ülkeye bu kadar hizmet eden ve bazen bilimin çözüm olmadığı dertlere çare olan azizeye
saygılı olduğunu yineledi.
Paul Visire, Evelyne'in kollarının arasından çıkıp Meclise geldiğinde, hükümet kurtulmuştu. Ancak,
başbakan egemen sınıflara birtakım ödünler vermek zorunda kaldı; Meclise altı zırhlı savaş gemisi
yapılması için önerge verdi, kira ve rant gelirlerinden vergi alınmayacağını yineledi ve on sekiz
sosyalisti tutuklattı.
Fakat, başbakan kısa süre sonra çok daha büyük yıkımlarla karşılaşacaktı. Komşu ülkenin şansölyesi,
ülkesinin dış ilişkileri üzerine yaptığı bir konuşmada, derin ve akıllı görüşleri arasında, büyük bir
devletin dış politikasını aşktan esinlenerek yürüttüğünü, alaycı bir dille ima etti. Krallık yönetimindeki
bir ülkede gülümsemeyle karşılanacak olan bu sözler, ürkek bir cumhuriyette tepkiler yarattı.
Gerçekten de, yaralanan ulusal gurur kızgınlığını başbakana yöneltti. Milletvekilleri ufak bir olayı
bahane ederek bu rahatsızlığı açığa vurdular: Bir taşra kaymakamının eşi Moulin-Rouge kabaresinde
dansözlük yapmaya kalkınca, Meclis başbakan için güvensizlik önergesi verdi; hükümet birkaç oy
farkıyla kurtuldu. Genel kanı Paul Visire'in hiç bu kadar zayıf, silik ve gevşek olmadığı yönündeydi.
Başbakan, konumunu koruyabilmek için puan toplayıcı birkaç büyük iş yapması gerektiğini düşündü;
bunun için, bankerler ve sanayi patronlarının çoktandır istediği Nigristan seferine karar verdi. Bu
operasyon, devlete sekiz milyar borç veren bankerlere, kendilerine büyük orman alanları açılan
kapitalist şirketlere, rütbe ve madalya kazanan çok sayıda kara ve deniz subayına yarayacaktı.
Başlamak için bir bahane yetti: suçluları kovalamak isteyen altı zırhlı, on dört kruvazör ve on sekiz
nakliye gemisi Su Aygırı Irmağı deltasından gitmek istediler; altı yüz yerli kayığı karaya asker
çıkarılmasını önlemek için direndi. Amiral Vivier des Murenes'in top atışları yeri göğü inletti; siyahlar
ok atarak karşı koydular, yiğitlik gösterdiler ama yenilmekten kurtulamadılar. Bankerlerin
buyruğundaki gazetelerin ısındırılmasıyla halk da coştu. Yalnızca birkaç sosyalist bu barbar, anlamsız
ve tehlikeli operasyona karşı çıktıysa da, bu, tutuklanmalarından başka bir işe yaramadı.
Bir anda zengin kapitalistlerin ve yoksul kitlelerin sevgilisi haline gelen başbakanın konumu artık
sarsılmaz gibiyken yalnızca bir kişi, kin ve nefretin aydınlattığı Hippolyte Cérès tehlikeyi görüyordu.
Rakibine sinsice gülerken içinden mırıldanıyordu: "Şimdi hapı yuttun, serseri!"
Ülke zafer ve çıkar sarhoşluğuyla dans ederken komşu imparatorluk, Nigristan işgalini protesto
ediyor ve buna karşı ortak bir Avrupa gücü oluşturmaya çalışıyordu. Bu protestolar giderek sıklaştı.
İşleri yoğun olan gazeteler bu ürkütücü gelişmeyi okuyucularından gizliyorlardı; fakat Hippolyte
Cérès tehlikenin büyüdüğünü görebiliyor, gerektiğinde bakanlık koltuğunu bile tehlikeye atacak
biçimde, rakibinin yok olması için gizlice çalışıyordu. Kendi adamlarına yazdırıp başbakanın ağzından
çıkmış gibi gazete sütunlarına sızdırdığı haberlerde hükümetin ne kadar savaş yanlısı olduğunu
vurguluyordu.
Bu yazılar, dış ülkelerde ciddi bir yankı yapmakla kalmıyor, askerlerini seven fakat savaşı sevmeyen
Penguenistan halkını da ürkütüyordu. Mecliste, hükümetin dış politikası konusunda bir güvenoyu
önergesi üzerine Paul Visire rahatlatıcı bir konuşma yaptı, büyük ulusa layık bir barış sağlama sözü
verdi. Dışişleri Bakanı Crombile diplomatik dille yazılmış ve bu yüzden hiç anlaşılmayan bir bildiri
okudu. Sonunda hükümet büyük çoğunlukla yerinde kaldı.
Fakat savaş uğultuları kesilmiyordu; yeni ve tehlikeli bir güvensizlik önergesini göze alamayan
başbakan Nigristan'da seksenbin hektar orman arazisini milletvekillerine paylaştırdı ve on dört
sosyalist tutuklattı. Hippolyte Cérès kulislerde ciddi bir yüzle dolaşıyor, kendi grubundaki
milletvekillerine, kendisinin hükümeti barış yanlısı bir politika izlemesi için zorladığını ama henüz
sonuç alamadığını yayıyordu.
Ürkütücü dedikodular halk arasında her gün daha çok yayılıyor, huzursuzluk ve endişeyi artırıyordu.
Paul Visire bile korkmaya başlamıştı. Onu endişelendiren dışişleri bakanının sessizliği ve ortada
görünmeyişiydi. Crombile artık bakanlar kuruluna da gelmiyordu; sabah beşte bakanlıktaki odasına
kapanıyor, on sekiz saat çalışıyor, sonunda hademeler onu ve kâğıtlarını yerden topluyor, bakanı evine
gönderiyor, kâğıtları da komşu ülkenin askeri ateşelerine satıyorlardı.
Savaş bakanı Debonnaire savaşın eli kulağında olduğuna inanıyor ve buna hazırlanıyordu. Savaştan
korkmak bir yana, olması için dua ediyor ve umutlarından Barones Bildermann'a söz ediyordu. Kadın
bunu komşu ülkeye bildirdiği için, onlar da hızlı bir biçimde bir seferberliğe girişmişlerdi.
Yıkımı başlatan kişi farkında olmadan maliye bakanı oldu. Bakan o sıralar borsada düşüşe oynuyordu,
borsada panik yaratmak için savaşın her an başlayacağı dedikodusunu yaydı. Bu dalavereden haberi
olmayan komşu imparator, topraklarının saldırıya uğramasını daha fazla beklemeden, ordularını ivedi
sınıra sürdü. Dehşete düşen Meclis büyük bir çoğunlukla (yedi oya karşı yüz on dört oy ve yirmi sekiz
çekimser) Visire hükümetini düşürdü. Ama, çok geç kalınmıştı; bu düşüşle aynı gün içinde, komşu ülke
elçisini geri çağırıyor ve Madam Cérès'in ülkesinin sınırına sekiz milyon asker sürüyordu. Savaş
evrensel bir boyut kazandı ve tüm dünya bir kan gölüne dönüştü.
X
PENGUEN UYGARLIĞININ DORUĞU
Anlattığımız olaylardan yarım yüzyıl sonra Madam Cérès yetmiş dokuz yaşında, uzun süredir dul ve
saygın bir hanımefendi olarak öldü. Cenaze töreni sade oldu ve kilise çocukları ilahiler söyleyerek onu
uğurladılar.
Ölmeden önce, tüm mallarını Azize Pembekız Vakfı'na bırakmıştı. Bu bağışı kabul ederken, rahip
Monnoyer şöyle diyordu:
"Heyhat! Çektiğimiz bunca para sıkıntısı içinde yalnızca bu cömert kadının yardımımıza koşması ne
büyük acı. Zenginler ve yoksullar, okumuşlar ve bilgisizler bizden yüz çeviriyorlar. Yolunu yitirmiş
kuzuları doğru yola çekebilmek için gözdağları, sözvermeler, tatlı sözler veya zorlamalar, hiçbir şey
işe yaramıyor. Penguenistan'da din görevlileri yalnızlık içinde inliyorlar; köy papazlarımız yaşamlarını
sürdürebilmek için en pis işleri üstleniyor, takunyalarını sürüyüp lapa yemekten başka iş yapmıyorlar.
Yıkıntıya dönmüş kiliselerimizde göklerin yağmuru inanmışların üzerine yağıyor ve ayin sırasında
kubbelerden taşlar dökülüyor. Katedralin çan kulesi yan yatmış, her an devrilebilir. Penguenler Azize
Pembekız'ı unuttular, türbesini bıraktılar. Altın ve mücevher süsleri sökülmüş olan kutsal sandığının
üzerinde şimdi örümcekler sessizce ağlarını örüyorlar."
Bu yakınmaları dinleyen doksan sekiz yaşındaki Pierre Mille henüz güçlü zekasını ve moral gücünü
yitirmemişti; Azize Pembekız'ın bu utanç verici unutulmuşluktan bir gün çıkıp çıkamayacağını rahibe
sordu.
"Bunu umduğumu söylemeye dilim varmıyor," dedi rahip Monnoyer.
"Çok yazık!" dedi Pierre Mille. "Pembekız çok çekici biriymiş ve söylencesinde ne ilginç yönler var.
Örneğin, geçen gün raslantı sonucu onun yeni bir tansığını ortaya çıkardım; Jean Violle tansığını hiç
duymuş muydunuz, Peder Monnoyer?
"Sizden duymak isterim, Bay Mille."
"Öyleyse, 14. yüzyıldan kalma bir elyazmasında bulduğum öyküyü anlatayım:
Pont-au-Change'da kuyumculuk yapan Nicolas Gaubert'in karısı Cecile, namuslu ve dürüst, uzun
yaşamının ortalarına yaklaştığında, Greve Alanı'ndaki Paon köşkünde oturan Kontes de Maubec'in
genç uşağı Joan Violle'ye aşık olur. Çocuk henüz on sekiz yaşındaydı; kısa boyluydu ve sevimli bir yüzü
vardı. Duygularını bastıramayan Cecile aşkına teslim olmaya karar verdi. Delikanlıyı evine çağırıp ona
türlü iltifatlar etti, şekerler verdi ve sonunda birlikte oldu.
Ama bir gün, iki sevgili kuyumcunun yatağında birlikteyken, Nicolas Usta eve her zamankinden erken
döndü. Kapıyı kilitli bulup kulak verdiğinde karısının içerden 'Hayatım! Bir tanem! Benim küçük farem!'
diye inlettiğini işitti. Karısının bir adamla eve kapandığından kuşkulanan adam kapıyı yumruklayarak
bağırmaya başladı: 'Ahlaksız kaltak, kapıyı aç da senin burnunu ve kulaklarını keseyim!' Bu sesi duyan
kadın panik içinde çaresiz kalınca Azize Pembekız'a dua edip adak adadı; eğer kendisini ve odada
çıplak bekleyen küçük uşağı bu rezaletten kurtarırsa ona mum dikmeye söz verdi.
Azize bu dileği kabul etti. Hemen Jean Violle'yi kıza dönüştürdü. Onu böyle gören Cecile rahatladı ve
kocasına bağırdı: 'Ah! Fesat, kıskanç adam! Açmamızı istiyorsan kibarca iste.' Böyle söylenerek
dolaba koştu ve eski giysilerinden entari, bluz ve bir şapka kapıp dönüşüme uğramış çocuğa aceleyle
giydirdi. Sonra, yüksek sesle ona "Catherine, hayatım, Catherine, küçük farem, git dayına kapıyı aç;
merak etme, aptal görünür ama kötü değildir, sana ilişmez.' Kız olan Jean Violle dediği gibi yaptı.
Odaya giren Nicolas Usta hiç tanımadığı bir genç kızla yataktaki karısını gördü. Karısı ona 'Koca
budala,' dedi, 'gördüğüne şaşırma. Karnım ağrıdığı için biraz uzanayım demiştim, o sırada on beş yıldır
dargın olduğum kız kardeşim Jeanne'ın kızı beni görmeye geldi. Hadi uzatma da yeğenimizi öp!
Öpmeye değer hani.' Kuyumcu Violle'yi parlak yanaklarından öpünce hemen orada onunla yalnız kalıp
doya doya öpebilmekten başka bir şey düşünmez oldu. Onu şarap ve kek ikram etmek bahanesiyle alt
kattaki salona götürdü, orada sarılıp okşamaya başladı. Azize Pembekız namuslu karısını uyarmasaydı
işi daha da ileri götürecekti. Kadın aşağı indiğinde yeğenini kocasının kucağında buldu, adama bağırıp
çağırdı ve tokat attı, yeğenden özür dilemesi için üsteledi. Ertesi gün Violle yine kız olmuştu."
Bu söylenceyi dinleyen Peder Monnoyer Pierre Mille'e teşekkür etti; sonra masasına geçip o günkü at
yarışlarında kazanacak atların kuponlarını doldurmaya başladı, çünkü dinsel görevleri yanısıra at yarışı
bayiliği de yapıyordu.
Ama, Penguenistan halkı ülkenin zenginliğiyle övünüyordu. Yaşam için gerekli şeyleri üretenler bu
şeylerden yoksundular, üretmeyenler deyse bolluk vardı. Bir Enstitü üyesinin dediği gibi "Bunlar
kaçınılmaz ekonomik gerçeklerdir." Büyük Penguen ulusunun artık ne geleneği, ne entellektüel kültürü
ve ne de sanatı vardı. Uygarlığın gelişme belirtileri yalnızca öldürücü sanayi, utanmaz spekülasyon ve
çirkin lüks düşkünlüğü olmuştu. Başkent de, öbür tüm büyük kentler gibi, karmakarışık bir finans
merkezine dönüşmüştü: Uçsuz bucaksız ve tekdüze bir çirkinlik egemendi. Ülke çok büyük bir erinci
yaşıyordu. Penguenistan doruğa ulaşmıştı.
SEKİZİNCİ KİTAP
GELECEK ÇAĞ
BİTMEYEN ÖYKÜ
Yoksulluk Yunanistan'ın hep bildiği bir şeydi, fakat erdemi bilgelik ve sağlam yasalarla öğrendi.
(Herodote, Tarihler, VII, cu)
Demek onların melekler olduğunu anlayamadınız.
(Liber terribilis.)
Bqsft tfusf tpvtusbjuf b mbvvupsjup eft spjt fu eft fnqfsfvst bqsft bxpjs qspdmbnf uspjt gpjt tb
mjcfsuf mb gsbodf tftu tpvnjft b eft dpnqbhojft gjobodjfsft rvj ejtqptbou eft sjdifttft ev qbzt fu
qbs mf npzfo evof qsfttf bdifuff ejsjhfbou mpqjojno qvcmjrvf fyfsdfou vof qvjttbodf b mbrvfmmf
obuufjhojsfou kbnbjt mpvjt rvbusaf pv obqpmfno.
VO UFNPJO XFSJEJRVF.
Öyle bir kimya biliminin eşiğindeyiz ki şimdiye kadar eşi görülmedik yoğunlukta bir enerjiyi depolamış
olan maddelerin hal değişimlerini inceleyebileceğiz.
Sir William Ramsay.
1.
Yapılar artık hep daha yüksek yapılıyordu; otuz kırk katlı yapılar içlerinde ofisler, mağazalar, banka
şubeleri, şirket merkezleri barındırıyordu; toprağın içine doğru, hep daha derine, mahzenler ve
tüneller kazılıyordu.
Dev kentte, gece gündüz hiç sönmeyen projektörlerin ışığının altında onbeş milyon kişi çalışıyordu.
Kenti çevreleyen fabrikaların dumanlarından kente hiç gün ışığı sızmıyordu; demir köprülerin
arasından görülebilen ve sürekli isli bir yağmur yağan kapkara gökyüzünde bazen kırmızı bir çember
biçiminde ışıksız bir güneşin izi seçiliyordu. Bu, dünyanın en büyük sanayi kenti ve en zenginiydi.
Yönetimi çok iyi gibi görünüyordu; artık eski krallık veya demokratik toplum yapısından hiçbir iz
kalmamış, her şey kartellerin çıkarları doğrultusunda düzenlenmişti. Bu ortam içinde antropologların
milyarder dediği bir insan türü çıktı. Bunlar hem enerjik hem narin, en karmaşık zihinsel dolapları
çevirebilen, ofislerinde saatlerce çalışabilen, ama yaşları ilerledikçe kalıtımlarındaki kusurları daha
da açığa çıkan insanlardı.
Tüm gerçek soylular, cumhuriyetçi Roma'nın yasa koyucuları, eski İngiltere'nin lordları gibi, bu güçlü
adamlar da katı bir ahlak anlayışını benimsemişlerdi: Holdinglerin yönetim kurulu toplantılarında traşlı
yüzler, çökük avurtlar, çatık kaşlar ve gergin alınlar görünüyordu. Vücutları daha zayıf, yüzleri daha
sarı, dudakları daha kuru ve bakışları yaşlı İspanyol keşişlerinden daha kıvımcımlı olan bu milyarderler
banka ve sanayi işlerini tükenmez bir enerjiyle yürütüyorlardı. Birçoğu, her türlü eğlence ve
dinlenceyi kendine yasaklamış, sefil yaşamlarını havasız, gün ışığı girmeyen, yalnızca elektrikli
aygıtlarla döşenmiş odalarda geçiriyor, bir omletle karınlarını doyuruyor ve kamp yataklarında
uyuyorlardı. Metal bir düğmeye basmaktan başka işi olmayan bu sofular yüzünü bile görmeyecekleri
servetleri topluyorlar, karşılayamayacakları istekleri gerçekleştirebilecek gücü biriktiriyorlardı.
Bu zenginlik mezhebinin şehitleri de vardı. Bu milyarderlerden biri olan ünlü Samuel Box servetinden
ufak bir parça vermektense ölmeyi yeğledi. İş kazası geçiren işçilerinden birine küçük bir güvence
akçesi bile vermeyi geri çevirince, işçi hakkını mahkemede aramak istedi, fakat karmaşık yargı
mevzuatı içinde kaybolup daha da sefil duruma düştü; umutsuz kaldığı bir gün tüm kurnazlık ve
cesaretini topladı, patronun başına tabancasını dayadı; eğer yardım etmezse onun beynini dağıtacağını
bildirdi: Samuel Box hiçbir şey vermedi ve ilkeleri uğruna öldü.
Örnek yukardan gelirse izleyeni daha çok olur. Az sermaye sahibi olanlar (ki bunların sayısı daha
çoktu) milyarderler katında sayılabilmek için onların görenek ve düşüncelerini benimsemiş gibi
davranıyorlardı. Servetin büyütülmesine veya korunmasına zarar verebilecek her türlü düşünce
onursuzluk sayılıyordu; uyuşukluk, tembellik, çıkar düşünmeden araştırma isteği, sanat sevgisi,
özellikle de savurganlık tehlikeli birer zayıflık gibi görülüyor ve ayıplanıyordu. Halk çoğunlukla şehvet
düşkünlüğünü beğenmiyordu, ama ani bir şiddetle doyurulan iştahı bağışlanabilir görüyordu: Nitekim,
olumlu toplumsal enerjinin bir yüzü olarak algılanan şiddet düzene zararlı görülmüyordu. Devlet çatısı
iki büyük kamusal erdem üzerine kurulmuştu: Zengini saymak ve yoksulu aşağı görmek. Yoksulların
acısı karşısında duyarlı insanların ikiyüzlülükten başka yapabilecekleri bir şey yoktu; bu ikiyüzlülük de
düzenin ve kurumların sürmesine yaradığı için, olumlu karşılanıyordu.
Bu yüzden, zenginler arasında topluma duyarlılık yaygındı veya öyle görünüyordu; bazıları bunu
izlemese de herkes bu yönde öğüt veriyordu. Zenginler yaşadıkları zorluklara gurur veya görev
bilinçleriyle katlanıyorlardı. Bazıları da gizli ve dolambaçlı yollardan bu durumlardan
kurtulabiliyorlardı. Bunlardan biri, demir karteli sahibi Edouard Martin, bazı günler yırtık giysiler
içinde bir köşe başında dilencilik yapıyor, gelen geçenden azar işitiyordu. Bir gün köprü başında avuç
açmışken, gerçek bir dilenciyle kapıştı, kavga sırasında adamı boğdu.
Milyarderler tüm zekalarını işlerinde kullandıkları için, eğlence konusunda fazla seçici değillerdi.
Eskiden çok ilgi gören tiyatro artık pandomima ve gülünç danslara dönüşmüştü. İçinde kadınların
olduğu oyunlar kendiliğinden yok olmuştu, çünkü güzel kadın ve zarif giysilere olan düşkünlük bitmişti;
artık soytarıların düşüşleri, Zenci müziği, sahnede boynunda pırlanta kolyelerle geçit yapan figüranlar
veya omuzlarda taşınan altın külçeler daha çok ilgi görüyordu.
Zenginlerin kadınları da aynı saygın yaşamı paylaşıyorlardı. Tüm uygarlıklara özgü bir gelenek onları
halkın gözünde yüceltiyordu; servetleri ne kadar büyük ve dokunulmazsa, o kadar tutumlu ve
gösterişsiz olmaları bekleniyordu. Eski gizli aşk öyküleri çağı bitmişti; eskinin sosyete çapkınları
yerlerini kaslı masaj hocalarına veya hizmetçilere bırakmıştı. Ama, skandallar çok az oluyordu; ülke
dışına yapılan geziler her şeyi örtüyor, kartel prensesleri halktan saygı görmeyi sürdürüyorlardı.
Zenginler küçük bir azınlıktı, ama her kesimden sadık işbirlikçileri vardı. Bunlar iki sınıftı: Ticaret ve
banka memurlarıyla fabrika işçileri. Birinciler çok çalışıyor ve yüksek aylık alıyorlardı. İçlerinden
bazıları kendi işini kuracak duruma bile gelebiliyordu; kamu zenginliğinin sürekli artışı ve özel servetin
hareketliliği, daha zeki ve girişken insanların zengin olma umutlarını besliyordu. Kuşkusuz memur,
mühendis veya muhasebeci kesiminde hoşnut olmayanlar, hatta kızgınlar bile vardı; ama bu zengine
saygılı düzen onların beynine kendi demir disiplinini kazımıştı. Anarşistler bile bu disipline
uyuyorlardı.
Fabrikalarda ve kent varoşlarında çalışan işçilere gelince, onların fiziksel ve ruhsal çöküntüsü çok
daha büyüktü; antropolojinin yoksul tanımına denk düşüyorlardı. Yaptıkları işlere göre bazı vücut
kasları gelişmiş olduğundan, gerçek sağlıkları konusunda yanlış bir kanıya varılabilirdi; oysa hastalıklı
ve güçsüzdüler. Boyları çarpık, başları ufak ve ciğerleri dar olup daha birçok fizyolojik özellikleri
onları zengin sınıflardan ayırıyordu. Bu yozlaşmanın daha da hızlanacağı kesindi, çünkü devlet
içlerinde biraz güçlü olanları hemen asker yapıyordu; askerlerin sağlığı da kışla çevresinde
kümelenmiş genelev kadınlarına fazla dayanamıyordu. İşçilerin kafa sağlığı da giderek bozuluyordu.
Düşünsel yeteneklerindeki bu azalma yalnızca yaşam koşullarının bir sonucu değildi; patronların
sistemli bir seçim yapmasından kaynaklanıyordu. İşverenler, yasal haklarını bilecek kadar akıllı olan
işçilerden çekiniyor, türlü yollarla bunları eliyor ve yerlerine, zaten makinelerin basit işlemlere
indirgediği işleri yapacak kadar akıllı ama haklarını istemeyecek kadar bilgisiz ve kafasız işçiler
buluyorlardı.
Bu yüzden işçiler koşullarını değiştirebilecek hiçbir girişimde bulunamıyorlardı. Yaptıkları grevlerle
ancak ücretlerini koruyabilmeyi beceriyorlardı. Bu olanak da giderek ellerinden alınmaya başlamıştı.
Kapitalist düzenin özelliği olan üretimdeki dalgalanmalar nedeniyle birçok sanayi kolunda öyle bir
işsizlik yaşanıyordu ki grev ilan edildiğinde hemen işsizler göreve alınıyordu. Kısacası bu sefil
üreticiler hiçbir şeyin şenlendirmediği ve umut vermediği derin bir yozluğu yaşıyorlardı. Sosyal devlet
için bu, düzenle uyumlu ve gerekli bir yaşam biçimiydi.
Kısacası bu toplumsal düzen tarihte görülmedik kadar sağlam ve oturmuş bir düzendi; daha doğrusu
insanlık tarihinde, çünkü arılar ve karıncaların düzeniyle kıyas bile edilemezdi. İnsan doğasındaki en
güçlü iki şeye, kibir ve açgözlülüğe dayanan böyle bir düzenin yıkılabileceğini hiç kimse düşünemezdi.
Oysa, ileri görüşlü bazı gözlemciler kuşku duyulabilecek birçok sorun görebiliyorlardı. En az görünen
ama en önemli sorunlar ekonomideydi; uzun ve acımasız işsizliklere yol açan, dolayısıyla sanayicilerin
işçi gücünü zayıflatmak için kullandıkları aşırı üretim vardı. Daha önemli bir tehlike belki de tüm
halkın fizyolojik durumundan kaynaklanıyordu. Sağlık uzmanları "Halkın sağlığı neyse o; ama
zenginlerin sağlıksızlığı anlaşılır gibi değil." diyorlardı. Oysa, bunun nedenlerini anlamak zor değildi.
Kentte, yaşam için gerekli oksijen yetersizdi; yapay bir hava solunuyordu; besin kartelleri en riskli
kimyasal maddeleri kullanarak yapay şarap, et, süt, meyve ve sebze üretiyorlardı. Bu ürünlere dayalı
yemek alışkanlıkları mide ve beyinlerde ciddi rahatsızlıklara yol açıyordu. Milyarderlerin on sekiz
yaşında saçları dökülüyor, bazılarında ciddi bellek kaybı görülüyordu. Hasta, kuruntulu ve zengin
milyarderler sayesinde, hamam çırağıyken birden terapi uzmanı veya şifa peygamberi diye ortaya
çıkan bazı uyanıklar kısa sürede zengin oluyorlardı. Zenginler arasında hasta sayısı gün geçtikçe
artıyordu; zeka ve duyarlığın hangi aşırılıklara varabileceğini gösteren, bazıları feci ve anlaşılmaz
koşullarda gerçekleşen intiharlar artıyordu.
Tüm halkı etkileyen bir başka uğursuzluk daha vardı. Artık düzenli aralıklarla yinelenen, istatistiksel
hesapları yapılan ve günlük yaşamın bir parçası olan bir yıkımdı bu. Her gün makineler patlıyor, evler
havaya uçuyor, yük dolu trenler caddelere devrilip yüzlerce insanı eziyor, iki üç kat toprağın
derinliğindeki işlikleri çökertip orada çalışan işçileri yok ediyordu.
2.
Kentin güney batısında, hâlâ eski adıyla Fort-Saint-Michel olarak bilinen tepenin eteğinde, yaşlı
ağaçların yapraklarıyla örtülü bir alan vardı. Tepenin kuzey yamacında kent peyzajcısı mühendisler
yapay bir çağlayan, burgaçlı akıntıların dolaştığı bir mağara, göl ve adacıklar kurmuşlardı. Bu
yamaçtan bakıldığında tüm kent sokakları, caddeleri, türlü türlü çatıları, kubbeleri, antenleri ve
uzağın etkisiyle sessizleşmiş bir dünyanın insanları görülebiliyordu. Bu yazlık alanı başkentin en
sağlıklı köşesiydi; dumanların gökyüzünü karartmadığı bu alana çocuklar oynamaya getiriliyordu.
Yazları, çevredeki büro veya laboratuvar görevlileri, öğle paydosunda bu sessiz alanda kafa
dinleyebiliyorlardı.
Bir haziran günü öğle vakti, Caroline Meslier adında bir telgrafçı kız gelip kuzey yamacındaki bir
banka oturdu. Gözlerini biraz yeşillikle dinlendirebilmek için sırtını kente dönmüştü. Esmer, gür kaşlı,
sağlıklı ve dingin olan Caroline yirmi beşle yirmi sekiz yaşları arasında görünüyordu. Biraz sonra,
elektrik kartelinde görevli bir teknisyen olan Georges Clair onun yanına oturdu. Sarışın, ince yapılı,
atletik ve kadın inceliğinde bir adamdı; kızla aynı yaşlardaydı ama daha genç görünüyordu. Her gün bu
saatlerde bu bankta buluşan iki genç yakınlaşıyor ve birbirleriyle konuşmaktan mutlu oluyorlardı.
Fakat, konuştukları aşk gibi özel şeyler değildi. Caroline geçmişte bu konularda acı deneyimleri
olmasına karşın, yüreğini açabilirdi ama Georges her zaman ciddi ve uzak duruyordu; konuşmalarını
hep entellektüel düzeyi yüksek genel konularla sınırlıyor, her konuda en geniş düşünce özgürlüğünü
sergiliyordu.
Genç adam toplum düzeni ve çalışma koşullarından konuşmaktan hoşlanıyordu:
"Zenginlik," diyordu, "mutlu yaşama araçlarından yalnızca biridir; ama onu varlığın tek nedeni
durumuna getirdiler."
Ve içinde yaşadıkları durum onlara iğrenç geliyordu.
Çoğunlukla, her ikisinin de sevdiği bilimsel konulara takılıyorlardı.
O gün, fizik bilimindeki yeni gelişmelerden söz açtılar. Georges Clair şöyle diyordu:
"Radyumun helyuma dönüştüğü anlaşıldıktan sonra, basit maddelerin değiştirilmez olduğu düşüncesi
bırakıldı; artık basit oranlar veya maddenin korunumu gibi eski yasalar rafa kaldırıldı.
"Ama," dedi genç kız, "fizik yasaları hâlâ geçerli."
Kadın içgüdüsü onu tutunacak bir şeyler olması gerektiği düşüncesine itiyordu.
Genç adam sürdürdü:
"Artık, bilimin elinde yeterince radyum elde edilebilecek yöntemler var; eskiden basit dediğimiz
cisimlerin aslında bileşik maddeler olduğu ve bunların parçalanmasıyla büyük miktarda enerji açığa
çıktığı anlaşıldı."
Bir yandan konuşuyor, öbür yandan da kuşlara ekmek kırıntıları atıyorlardı; çevrelerinde çocuklar
oynuyordu.
Sonra başka bir konuya geçtiler:
"Şu gördüğün tepe," dedi Clair, "dördüncü jeolojik çağda yaban atlarının yaşadığı bir yerdi. Geçen yıl,
su boruları döşemek için yapılan kazılarda yaban eşeği kemikleri bulundu."
Genç kız o eski çağda insanların yaşayıp yaşamadığını sordu.
"İnsan atları evcilleştirmeden önce onları avlıyordu," dedi genç adam. "İnsan önce avcı, sonra çoban,
çiftçi ve sanatkar oldu... Ve tüm bu evrim aklın alamayacağı kadar geniş bir zaman aralığında
gerçekleşti."
Adam saatine baktı.
Caroline "büroya dönme zamanı mı geldi?" diye sordu.
Georges Clair "hayır" diye yanıtladı; saat daha yarımdı.
Bankın önünde küçük bir kız çocuğu kumdan yontular yapıyordu.
Yedi sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu zıplayarak önlerinden geçti; annesi komşu bankta dikiş
dikerken çocuk yalnız başına atçılık oynuyor ve ancak çocukların düşlem gücüyle başarabileceği
biçimde, hem kaçan hem de kovalayan atları oynuyordu. Kendini paralarcasına bağırıyordu: "Deeh!
Deeh! Yakalayın; benim atım çok yaman; onu kimse yakalayamaz!"
Caroline şunu sordu:
"Eski çağlarda insanların daha mutlu olduğunu düşünüyor musunuz?"
Arkadaşı şöyle yanıtladı:
"İlk çağlarda daha az acı çekiyorlardı. Tıpkı şu çocuk gibiydiler: Oyunlar oynuyorlardı; sanatçılık
oynuyorlar, erdemlilik, fesatçılık, kahramanlık ve dindarlık yapıyorlardı; onları eğlendiren düşlerdi
bunlar. Çok gürültü yapıyorlardı. Ama şimdi..."
Burada sözünü kesip yine saatine baktı.
Koşmakta olan çocuk kumdaki kızın kovasına çarpınca çakıl taşlarının üstüne düştü. Bir an kımıltısız
uzanıp kaldı, sonra dirseklerinin üzerinde doğruldu, alnı kasıldı, ağzını yayıp ağlamaya başladı. Annesi
yanına koştu, ama daha önce Caroline onu yerden kaldırmış, mendiliyle gözlerini ve ağzını siliyordu.
Çocuk ağlamayı sürdürdü; Georges onu kollarına aldı:
"Hadi! Ağlama, küçüğüm! Sana bir masal anlatayım:
Vaktiyle, ağlarını denize atan bir balıkçı bakırdan, ağzı tıpalı küçük bir kap çekmiş. Bıçağıyla tıpasını
açtığında, göklere kadar yükselen bir duman çıkmış ve bu duman yoğunlaşıp bir dev olmuş; dev öyle
güçlü hapşırmış ki tüm evren yokolmuş..."
Georges Clair sustu, acı bir kahkaha atıp çocuğu annesine verdi. Sonra yine saatini çıkarıp baktı ve
bankın üzerine çömelip bakışlarını uzaktaki kente çevirdi.
Küçük maketlere benzeyen evler, göz alabildiğine, ufka kadar uzanıyorlardı.
Caroline de aynı yöne baktı.
"Hava ne kadar güzel!" dedi genç kız. Güneş parlıyor, ufuktaki dumanları altına dönüştürüyor.
Uygarlığın en acı yanı, güneş ışığından yoksun kalmış olmak."
Genç adam yanıt vermedi; bakışları kentin bir noktasında odaklanmıştı.
Sessiz birkaç saniye sonra, ırmağın ötesinde ve kentin en seçkin mahallelerinden birinde trajik bir
bulut yükseldi. Kısa bir an sonra da kulakları sağır eden bir patlama onlara ulaşırken, duman bulutu
dev bir ağaç gibi göklere yükseliyordu. Sonra, insan haykırışlarından oluşan bir uğultu çevreye yayıldı.
"Ne oldu? Ne patladı?"
Şaşkınlık büyüktü; çünkü, her ne kadar patlamalar olağan hale geldiyse de, bu güçte olanına ilk kez
raslanıyordu ve herkes bu değişimin farkındaydı.
Yıkımın olduğu yöre belirlenmeye çalışılıyordu; herkes tahminde bulunuyor, falanca sokak, filanca
yapı, kulüp, tiyatro veya mağazanın adı geçiyordu.
Georges Clair saatini cebine koyarken "Çelik kartelinin yapısı havaya uçtu," dedi.
Caroline gözlerine dolan şaşkınlıkla ona baktı. Sonra kulağına fısıldadı:
"Siz biliyor muydunuz? Bunu bekliyor muydunuz?... Yoksa siz..."
Genç adam çok sakin yanıtladı:
"Bu kent yok olmalı."
Genç kız düşte gibi onu tamamladı:
"Ben de öyle düşünüyorum."
Ve ikisi de sakin bir yürüyüşle işlerine döndüler.
3.
O günden sonra anarşist eylemler bir hafta boyunca aralıksız sürdü. Çok sayıda kurban vardı; bunlar
çoğunlukla yoksul kesimden insanlardı. Bu cinayetler tüm halkı öfkelendiriyordu. Ama özellikle,
kartellerin yaşamasına izin verdiği küçük esnaf, yani otelci, lokantacı ve bakkallar arasında nefret
daha büyüktü. Kalabalık semtlerde ev kadınlarının dinamitçilere en ağır cezalar verilmesini isteyen
haykırışları duyuluyordu. Piyasa birden durdu ve bundan ilk zarar gören küçük esnaf oldu; bunlar
anarşistleri yakalarlarsa cezalarını kendi elleriyle vereceklerini söylüyorlardı. Fabrika işçileri ya
ilgisizdiler ya da şiddet kullanılmasına karşıydılar; işlerin yavaşlamasını yakın bir lokavt ve işsizliğin
öncüsü gibi görüyorlardı; bu konuda, patronlarla savaşımda en güçlü silah olarak grevi gören
sendikalarla karşı karşıya geldiler; tüm iş kolları, afişçiler dışında, iş bırakmak istemiyorlardı.
Polis çok sayıda insan tutukladı. Ülkenin her yanında çağrılan askeri birlikler kartel yapılarını,
milyarderlerin köşklerini, kamu yapılarını, bankaları ve büyük mağazaları korumakla görevlendirdiler.
Onbeş gün kadar bir süre patlama olmadan geçti. Bundan, az sayıda oldukları varsayılan dinamitçilerin
tümünün öldüğü veya kaçtığı sonucuna varıldı. Huzur önce yoksullarda geri geldi. En yoksul semtlerde
iki üç yüz bin asker buralardaki ticareti canlandırınca "Yaşasın asker!" diye tempo tutuldu.
Korkuyu daha geç yaşamış olan zengin kesimin rahatlaması da daha geç oldu. Borsada yükselişe
oynayanlar bir iyimserlik havası yaratıp düşüş çabalarını önlediler; piyasa yeniden canlandı. Çok satışlı
gazeteler bu devinimi desteklediler; yurtsever bir kalem gücüyle, sarsılmaz sermayenin birkaç
çapulcunun verdiği gözdağına boyun eğmediğini ve tüm engellere karşın kamu zenginliğini artırmayı
sürdürdüğünü yazdılar. Patlamalar görmezden gelinip her şey unutulmaya çalışıldı. Pazar günleri at
yarışlarında, inci ve elmaslarıyla ağırlaşmış sosyete hanımları tribünlerde yeniden boy gösterdiler.
Kapitalistlerin olaylardan etkilenmediğini görmek sevinç yarattı. Milyarderler yine alkışlandılar.
Ertesi gün Güney Garı, petrol karteli yapısı ve yeni yapılmış olan Morcellet katedrali havaya uçtu;
otuz ev yandı; rıhtımlarda başlayan bir yangın söndürüldü. İtfaiye işçileri büyük özveri ve yiğitlik
gösterdiler. Uzayan çelik merdivenlerini ustaca kullanıyorlar, otuzuncu katta alevler içinde kalmış
zavallılara ulaşabiliyorlardı. Askerler düzeni sağlamakta başarılı olunca iki tayın bedeli aldılar. Fakat,
bu yeni sabotajların paniğe yol açmasını önleyemediler. Paralarını alıp gitmek isteyen milyonlarca insan
bankaların önünde kuyruk oldu; bankalar iki üç gün ödeme yapıp sonra kepenkleri indirince
ayaklanmalar oldu. Kaçanlar bagajlarıyla tren istasyonlarını dolduruyor, zorlayarak trenlere
biniyorlardı. Yiyecek stoklayıp mağaralara sığınmak isteyen bazıları da marketlere akın edince
askerler süngü takıp dükkânların önüne siper oldular. Kamu yöneticileri çok çaba gösterdiler. Yeni
tutuklamalar oldu, suçlular için gıyabi tutuklama kararları çıkarıldı.
Daha sonraki üç hafta boyunca bir yıkım yaşanmadı. Opera yapısında, hükümet konağında ve Borsa'da
patlamamış bombalar bulunduğu söylentisi yayıldı. Sonra da, bunların sorumsuz kişiler veya deliler
tarafından bırakılmış konserve kutuları olduğu anlaşıldı. Yakalanan bir adam savcı karşısında
bombalama olaylarının baş suçlusu olduğunu ve tüm yardakçılarının öldüğünü söyledi. Gazetelerde
yayınlanan bu itiraflar halkın rahatlamasını sağladı. Fakat, ancak soruşturmanın sonuna doğru bu
adamın eşi görülmemiş bir yalancı olduğu anlaşıldı.
Mahkemelerce görevlendirilen bilirkişiler kullanılan patlayıcı türünü saptayabilecek hiçbir parça
bulamadılar. Varsayımlara göre, yeni patlayıcı radyumdan açığa çıkan bir gazdı; fitil olarak boşlukta
yayılan elektrik dalgaları kullanılıyordu; ama en uzman kimyacılar bile kesin bir şey söyleyemiyorlardı.
Sonunda bir gün, Meyer Oteli önünden geçmekte olan iki polis memuru kaldırım kıyısında yumurta
biçiminde, tenekeden yapılmış, bir ucunda fitil olan bir cisim buldular. Büyük bir özenle yerinden alıp
Belediye laboratuvarına götürdüler... Uzmanlar bunu incelemek üzere çevresinde toplandıkları sırada
yumurta patladı, yapının kubbesi laboratuvarın üzerine çöktü. Aralarında Topçu Generali Collin ve ünlü
Profesör Tigre de bulunan tüm uzmanlar öldüler.
Kapitalist toplum bu yeni yıkımla yok olmaya karşı direndi. Büyük bankalar yine gişelerini açtılar,
kredilerin yarısını altın, yarısını da devlet kâğıdıyla ödeyeceklerini bildirdiler. Hisse senedi ve mal
borsaları, işlemler durma noktasında olduğu halde, seansları açık tutmaya karar verdiler.
Bu arada, ilk tutuklamaların sorgusu bitmişti. Bunlar hakkındaki iddianame, başka koşullarda yetersiz
görülebilirdi, ama yargıçların çalışkanlığı ve kamuoyunun öfkesi aradaki farkı kapatıyordu. Duruşmanın
başlamasından bir gün önce Adalet Sarayı havaya uçtu; büyük çoğunluğu yargıç ve avukat olan sekiz
yüz kişi öldü. Öfkelenen halk cezaevlerini bastı, tutukluları linç etti. Düzeni sağlamak için gönderilen
birlikler taş ve tabanca kurşunlarıyla karşılandılar; birçok subay atlarından yuvarlanıp ayaklar altına
alındılar. Askerler ateş açtı; çok sayıda ölü ve yaralı vardı. Kamu güçleri sonunda duruma egemen oldu.
Ertesi gün Merkez Bankası havaya uçtu.
O günden sonra, işitilmedik şeyler oldu. Daha önce grev yapmak istemeyen fabrika işçileri
kundakçılık yapan işsizlere katıldılar, devrimci marşlar söyleyerek kentte dolaştılar, limanda
buldukları petrol varillerini alevlerin üzerine eklediler. Patlamaların ardı kesilmiyordu. Bir sabah dev
Posta Sarayı'nın bulunduğu yerde üç kilometre boyunda ve mantar biçiminde dev bir duman bulutu
yükseldi; yapı yok olmuştu.
Kentin yarısı alevler içindeyken, öbür yarısı olağan yaşamını sürdürüyordu. Sabahları sütçü arabaları
teneke sesleriyle caddelerden geçiyorlardı.
Issız bir sokakta yaşlı bir sarhoş bir duvarın önüne oturmuş, şişesini bacaklarının arasına almış,
peynir ekmek yiyordu. Tüm kartel başkanları görevleri başındaydılar. Bunlardan bazıları kahramanca
bir sadelikle işlerini yürütüyorlardı. Şehit bir milyarderin oğlu olan Raphael Box şeker kartelinin
genel kurulunda tüm ortaklarla birlikte havaya uçtu. Cenaze töreni görkemli oldu; kortej yol boyunca
moloz yığınları arasından geçmek zorunda kaldı.
Zenginlerin olağan işbirlikçileri uşak, memur, komisyoncu ve menacerlerin zenginlere olan sarsılmaz
güvenleri sürüyordu. Havaya uçan bankanın memurları yıkıntılar arasından topladıkları para, mücevher
ve senetleri tüm kentte dolaşıp sahiplerine teslim etmeye çalıştılar, bu uğurda bir kısmı alevler
arasında ölüp gitti.
Fakat, artık gerçeği görme zamanı gelmişti: görünmez bir güç kentin efendisi olmuştu. Patlama
sesleri artık olağan duruma gelmişti. Sokak lambaları çalışmaz olduğundan, geceleri tüm kent
karanlığa gömülüyor, akıl almaz şiddette suçlar işleniyordu. Yalnızca, daha az hasar görmüş olan
yoksul semtler direniyorlardı. Oralarda gönüllü milisler düzeni sağlıyor; yağmacılar hemen kurşuna
diziliyor, her köşe başında kan gölü içinde, elleri arkadan bağlı, dizleri üzerine çökmüş, gözleri
mendille örtülü ve karnında suçu yazılmış cesetler görülüyordu.
Yıkıntı kaldırmak ve ölüleri gömmek giderek zorlaşıyordu. Kısa sürede ceset kokuları dayanılmaz
duruma geldi. Yayılan bulaşıcı hastalıklar sayısız ölü ve sakat bıraktı. Geride kalanların işini de açlık
görüyordu.
İlk patlamadan yüz kırk bir gün sonra, sahra ve kuşatma birliklerinin kente girdiği günün akşamı,
artık ateşten bir çemberle sarılmış kentin yoksul bir mahallesinde, ayakta kalabilmiş evlerden birinin
çatısında, Caroline ve Georges el ele tutuşmuş, kenti seyrediyorlardı. Caddelerden şen şarkılar
yükseliyor, aklını yitirmiş insanlar dans ediyorlardı.
"Yarın herşey bitecek," dedi genç adam. "Böylesi daha iyi."
Saçları dağınık ve yüzünde alevlerin izi yansıyan genç kız çevrelerini saran alev çemberini acı bir
gülümsemeyle seyrediyordu:
"Evet, böylesi daha iyi," dedi o da.
Ve sonra, yok edicinin kollarına atılıp onu çılgınca öptü.
4.
Federasyonun diğer kentleri de bu karışıklık ve terörden etkilendiler. Sonra, düzen sağlandı. Devlet
kurumlarında düzeltimler yapıldı; törelerde bazı değişiklikler oldu; ama tüm ülke başkentin yok
oluşuna alışamadı ve eski dirliğini bulamadı. Ticaret ve sanayi durdu; uygarlık, eskiden özellikle geldiği
bu ülkeyi bıraktı. Ülke kısır ve hastalıklı bir ülkeydi artık, onca yıl milyonlarca insanı doyuran
topraklar çöl olmuştu. Fort Saint-Michel tepesinde yaban atları göründü.
Günler çeşmelerin suyu gibi aktı, yüzyıllar sarkıtların ucundaki sular gibi damladı. Avcılar unutulmuş
kentin tepelerinde ayı izi sürmeye geldiler; çobanlar koyunlarını, çiftçiler sabanlarını oraya sürdüler;
bahçıvanlar armut ağaçlarının gölgesinde marul bahçeleri açtılar. Bu gelenler zengin değillerdi; sanat
bilmiyorlardı; kulübelerinin duvarını bir asma kütüğü veya bir gül çalısı süslüyordu; güneş yanığı
tenlerini keçi derileri örtüyor, kadınlar kendi ördükleri yünleri giyiyorlardı. Keçi çobanları kilden insan
ve hayvan figürleri yapıyorlar, sevgililerinin peşinden ormana giden kızlar veya çamlar altında su
şırıltılarıyla otlayan keçiler üzerine şarkılar söylüyorlardı. Evin efendisi ürünlerini yiyen böceklere
kızıyor, tavuklarını götüren tilkileri yakalamak için tuzaklar tasarlıyordu. Sonra, konuklarına şarap
doldururken şöyle diyordu:
"İçin! Ağustosböcekleri bağlarıma zarar vermediler; onlar geldiğinde asmalar kurumuştu."
Sonra çağlar geçti, köyler gelişti, buğday dolu tarlalar barbar istilacılar tarafından yakılıp yıkıldı.
Ülke birçok kez sahip değiştirdi. Efendiler tepelerde şatolar kurdular; ürün türleri arttı;
değirmenler, demir işlikleri, tabakhaneler, dokuma işlikleri çoğaldı; orman ve bataklık içlerinden
yollar açıldı, ırmak gemilerle doldu. Köyler önce kasabalara dönüştü, sonra birleştiler ve çevresi
yüksek surlar ve derin hendeklerle korunan bir kent doğdu. Daha sonra, büyük bir devletin başkenti
olduğunda, artık içine sığamadığı ve işe yaramayan surlar parklara dönüştürüldü.
Ülke zenginleşti ve ölçüsüz bir kalkınma başladı. Yapılar artık hep daha yüksek yapılıyordu; otuz kırk
katlı yapıların içleri ofisler, mağazalar, banka şubeleri, şirket merkezleriyle doluyordu; toprağın içine
doğru hep daha derine mahzenler ve tüneller kazılıyor; dev kentte, gece gündüz hiç sönmeyen
ışıldakların ışığı altında on beş milyon kişi çalışıyordu.
-sonwww.iskenderiyekutuphanesi.com