Untitled - Robert Kolej

Transkript

Untitled - Robert Kolej
ODA
1
2013
ODA
2013
Yayının Adı: Bosphorus Chronicle “ODA 2013” ekidir.
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu: Özel Amerikan Robert Lisesi / Güler KAMER - T.C.
Sorumlu Müdür ve Uyruğu: Güler KAMER - T.C.
Yayının Türü: Yerel - Süreli
Yayının Süresi: Aylık
Yayının Dili: Türkçe - İngilizce
Yayının Konusu: Okul Gazetesi
Yönetim Yeri
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No: 87
Arnavutköy / İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Basım Yeri
Birmat Matbaacılık Ltd. Şti.
100. Yıl Mh. Matbaacılar Sitesi
4. Cd. No.: 122 Bağcılar / İstanbul
Tel: (0212) 629 05 59 - 60
Faks: (0212) 629 01 39
e-posta: [email protected]
Danışman Öğretmen
Birol Özdemir
Editörler
Tilbe Çağlayan
Viyan Petekkaya
Tayis Arslan
Sayfa Düzeni
İbrahim Cem Polat
Yayın Grubu
Irmak Su Aydınlı
Hatice Zeynep Ceylan
İbrahim Furkan Özcan
Irmak Özçilingir
Elif Naz Samancı
Halil Suat Saraç
2
3
4
Editörlerden
Tilbe Çağlayan, Viyan Petekkaya
8
İzlerimiz’in İzlerinin Peşinde
Tilbe Çağlayan
9
Ayşe Kulin ile Edebiyatı Üzerine
Elif Naz Samancı
20
Başkalarının Mutluluğundan
Yunus Emre Erdölen
23
O
Cansu Peker
26
En Bordo
Viyan Petekkaya
27
Kırmızı Perdeli Oda
Özlem Çarıkçıoğlu
29
Siyah Eldivenler
Tayis Arslan
31
(K)AYIP
Viyan Petekkaya
32
Tavşan Kanı
Viyan Petekkaya
33
Geceleri Saymak
Cem Aksoy
37
Aşk-ı Kadim
Cem Aksoy
38
Şıngırtıların Fısıldadıkları
Cem Aksoy
39
Halat Bağlı Mülahaza
Cem Aksoy
40
Boğaz, Sandal ve Kürekler
Cem Aksoy
41
Vapurun Sol Yanında Oturan Adamın Defteri
Cem Aksoy
42
Gözlerin
Berk Şahin
44
Kocaman Adamların Ülkesinde Bilmen Gereken Tayis Arslan
Küçük Şeyler
45
Üşürüm Sensizlikten
Ozan Diken
47
Şans
Umutcan Gölbaşı
48
Sakal
Umutcan Gölbaşı
49
5
Küçüğüm
Sarper Ünal
52
Ayakta Alkışlandı Dedektif
Sarper Ünal
53
Karlı Dondurma, Vişneli Gece
Viyan Petekkaya
54
Uyuyan Böğürtlen Bıdığı
Viyan Petekkaya
56
Tatlar, Kokular ve Tutkular
Zeynep Ceylan
59
Kuğu Gölünde Bir Matmazel
Pelinsu Elif Hünkar
62
Dormansi*: İnsanlığın Uykusu
Pelinsu Elif Hünkar
66
Evim
Tilbe Çağlayan
70
Şemsiyeli Yalnızlık
Tilbe Çağlayan
72
Yağmurun Kalemi Yok
Konuralp İlim
73
Yok Yok
Irmak Özçilingir
75
6
Leb zikirde amma ki gönül fikr-i cihanda
Kaldı arada sübha-i mercan mütereddit
-Nabi
7
Editörlerden Kırlangıç
Ağaç yeşilinden deniz mavisine
Kırlangıç atlıyorum. Ayakucumda
Bulut, balık başucumda.
Oktay Rifat
Oda’nın bu sayısında da sözcükleri en güzel şekilde tatlandırmaya, her bir sayfaya farklı bir ses, farklı bir
renk katmaya çalıştık. Diledik ki düşüncelerimiz sözcüklerimize, sözcüklerimiz düşüncelerinize dönüşsün, derin bir
sessizliğin içinde birçok sesi duyabileceğimiz bir “Oda”mız olsun, orada sizlerle buluşalım.
Bir yandan “şimdi”mizi yazarken bir yandan da geçmişe uzandık. Okulumuz 150. yaşına basmaktayken
arşivler arasında dolanıp “İzlerimiz”den izler taşıdık sizlere. Ayşe Kulin ’le hem Robert Kolej’e hem de edebiyata
dair söyleştik. Renkleri sözcüklerde aradık, bulduklarımızı renklerle ilgili öykülerde topladık. Harflerin sihri bizi türlü türlü öykülere, türlü türlü şiirlere sürükledi. Bu sihri sizlerle paylaşabilmemiz elbette bizimle metinlerini paylaşan
ve derginin hazırlanması sürecinde yer alan değerli arkadaşlarımız sayesinde mümkün oldu. Bu nedenle tüm
yazarlarımıza, görselleri tasarlayan Özen Uğurlu ve Oğul Girgin’e, sayfa tasarımlarını yapan İbrahim Cem Polat’a,
Oda ekibine, danışman öğretmenimiz Birol Özdemir’e ve en önemlisi on yıllar önce İzlerimiz’e can, 2013’te bize
ilham vermiş herkese sonsuz teşekkürlerimizi sunmak isteriz.
Sizleri ağaç yeşilinden deniz mavisine uçurabilmek, “Oda”mıza konuk olduğunuz anlarda bulutları yere indirip
balıkları göğe taşıyacak derecede yazılarımızın içinde kaybolup gitmenizi, yolunuzu bulmaya çalışırken yepyeni
dünyalar keşfetmenizi sağlayabilmek dileğiyle...
8
İzlerimiz’in İzlerinin Peşinde Tilbe Çağlayan
Robert Kolej’in 150 yıllık tarihinde yayıncılık çok önemli bir yer kaplıyor. Okul yayınlarının tümü
arşivlenmemiş; fakat Mezunlar Derneği’nin elinde bulunan kopyalardan okulun yayıncılık tarihini takip etmek
mümkün olabiliyor. Nuri M. Çolakoğlu (RA ’62) okulun geçmişindeki tüm yayınlarla ilgili detayları Amerikan
Kolejlerinde Yayıncılık Tarihi (History of Publishing at the American Colleges)* başlıklı bir yazıda derlemiş. Bu
yazıya göre şimdiye kadarki Türkçe yayınlar arasında İzlerimiz, Kültür, Görüntü, İm, Çağrı gibi ömrü kısa veya
uzun sürmüş pek çok kültür veya edebiyat dergisi bulunuyor. Bunların içerisinde önemli yere sahip olanlardan biri
1926-1971 yılları arasında İstanbul Amerikan Kız ve Erkek Kolejleri’nin iş birliği ile çıkarılmış olan İzlerimiz.
İzlerimiz, Bülent Ecevit, Betül Mardin, Melih Gürsoy, Refik Erduran, Ülkü Tamer, Göksel Kortay ve Ayşe
Kulin’in durağı oluyor. Hem her dönemden öğrencilerin katkısıyla hem de cumhuriyetin farklı dönemleriyle büyüyor. Dergide şiir, öykü, deneme gibi türlerin yanında dünya edebiyatından çevirilere ve seyahat yazılarına yer veriliyor. Zaman zaman karşılaşılan öğrenci ilgisizliği ve kağıt temini sorunlarına rağmen İzlerimiz okuyucularına 2000li
yıllarda bile keyifle okunabilecek izler bırakmış. Bu izlerin keşfini beraber yapabilmemiz adına sizleri derginin sekiz
farklı sayısından eserlerle buluşturuyoruz. Her sayının önsözünden derginin ve dış dünyanın ne yönde değiştiğini
gösteren cümleler seçtik ve bu cümleleri seçilen okumaların hemen üzerine yerleştirdik. Uygun gördüğümüzde derginin aslını resimler yoluyla Oda’nın sayfalarına gizledik. Yazıların anlaşılabilirliğini artırmak içinse kimi sözcükleri
günümüz yazım kurallarına göre değiştirdik. Robert Kolej tarihine bırakılmış bu edebi izleri keyifle okumanız
dileğiyle...
*Colakoglu, Nuri M. History of Publishing at the American Colleges (Amerikan Kolejlerinde Yayıncılık
Tarihi). 2013.
9
29 Birinci Teşrin 1933 Nahit Şevket
″Cumhuriyet bayramımızı kutlamak (kutlulamak) için İzlerimiz’in bu sayısını vaktinden çok erken
çıkarıyoruz. Büyük şenliklere diğer faaliyetlerimizle iştirak edeceğimizden ihtimal ki İzlerimiz’de (İzlerimizde)
lüzumu olan muvaffakıyeti gösteremedik. Kısa bir müddet zarfında her sahada canlı hazırlıklar göstermeye çalışan
talebeyi muhterem okuyucularımızın mazur göreceğini addederim.″
Ankara
Ülker Y. Kemal
Tren de, herkes gibi helecan içinde süratle (sür’atle) ilerliyor, uzun ıslıklar ile gelmekte olduğunu haberdar ediyordu.
On seneden beri ayrıldığım Ankara’nın (Ankaranın) aguşuna bir çeyrek saat sonra tekrar atılıyordum.
Kebut semaya yükselmiş sisli kalesiyle (kalasile) bu şehir ne kadar haşmetli görünüyordu.
Trenden inen insan akıntısı arasından biran evvel kurtularak Ankara’nın (Ankaranın) yollarında ilerlemeye (ilerlemeğe) başladım. Aman yarabbi, acaba yanlış bir yere mi (yeremi) geldim diye tereddüt ettim. O ne
temizlik, o ne güzellikti. Her şey bambaşka (bam başka), muhteşem binalar, asfalt yollar, tepelere tırmanmış yeni
şehir; bunca kahramanı kucağında barındırmış Ankara’yı (Ankarayı) layık olduğu mükafatına kavuşmuş olduğunu
ifşa ediyordu.
Şimdi Ankara’nın (Ankaranın) iç mahallelerinde, dar sokaklarında ilerliyordum. Bunlarda yüzü gülen
birçok köylülere rastladım. Bunlar, hepsi merkezi Anadolu ortasında tesis eden zekâya dua ediyorlardı “Ya bu şehir
burada olmaydı biz erzağımızı nereye (nere) satıp nereden (nerden) para alacaktık”, diyorlardı. Anadolu’nun (Anadolunun) her bir tarafına yardım kolları uzatmış bu merkez, Cumhuriyetin vatanına yapmış olduğu büyük iyiliklerinden birinin numunesiydi. Hacı Bayram’daki (Hacı Bayramdaki) eski evimin önüne gelmiştim. O saman duvarlı,
basık tavanlı ev, altı katlı, azametli bir Tayyare Cemiyeti binası olmuştu. Buraya iki gün kalmak üzere gelmiştim;
fakat buna imkân yoktu. Türkiye’nin sevimli merkezini, her bir bucağını dolaşmadan ayrılamayacaktım. Ankara
Palas’ta (Ankara Palasta) bir ay kalmak üzere oda tuttum.
İkinci Kanun Neriman Mitat
″Bugün işte bu Türk kadını son hakkını da almış bulunuyor. Yarın V. Kurultay üyeleri seçilirken kadın
vatandaş da erkek vatandaş gibi reyini serbestçe, dilediği gibi kullanacak; erkek saylavın yanında kadın saylav da
beraber çalışacak, memleket işleri için hayırlı kararlar verecektir.″
10
11
Şubat 1936 Mualla Akif ‘36
Bu sayıda önsöz veya benzeri bir yazı bulunmamaktadır.
İki Bininci Seneye Ait Bir Bayanın Hatıra Defterinden Bazı Parçalar:
1, I, 2001
Yılbaşı gecesini New York’ta (New York da) geçirdik. Ertesi sabah, yani yirmi birinci asrın ilk günü saat dörtte
İstanbul’a (İstanbula) doğru stratosfer uçağı ile geldik. Vazifeme tam vaktinde yetişebildim. Ecdadım bu yolu asgari
bir haftada alırmış. Ne tembel insanlarmış!...
2, I, 2001
Bugün artık rahat rahat çalışabiliyorum. Dünkü yorgunluğum geçti. Az kalsın unutuyordum. Bugün mühim bir
hadise cereyan etti: Epeyce zamandan beri, Türkiye, Rusya, Amerika gibi bazı memleketlerin dünya cumhuriyetin
kamutayı üyeleri tarafından kamutaya bir layiha verilmişti. Bu layiha ile erkeklere de saylavlık hakkının verilmesi
istemiyordu. Bir çok münakaşalardan sonra bu layiha kabul edildi. Bugün erkekler tarafından bir grup (gurup) dünya
Cumhuriyeti anıtına bir çelenk koyuldu. Erkeklerin nümayiş yapması da çok tuhaf oluyor. Bu kanunun kabul edilmesi, her kadın gibi, beni de düşündürüyor. Şimdi evde işleri kimler görecek?”
20, III, 2001
Bugün büyük, en büyük bayramımız: Kadınların siyasal hakimiyeti ele aldıktan sonra vücuda getirdikleri
dünya Cumhuriyetinin bugün otuzuncu yıl dönümü. Bu münasebetle bütün radyo istasyonları, bilhassa eski uluslardan barışımı seven ve onu her zaman, bilhassa 1935 te dünyanın en tehlikeli anında bile barışımcılıktan ayrılmayan
Türkiye, Rusya ve İngiltere’yi sitayişle andılar. Bugün bütün milletler bir arada bu dünyanın en güzel gününü geçiriyorlar. Ey Türklerin büyük Ozanı Fikret, neredesin?
Başını kaldır da şu senin :
“Ne harp ne ibat ben
benim sen de sen,”
derken düşündüğün şeyin hakikat olduğuna bak….
9, IV, 2001
Bugün kocam saylav oldu. Onunla epeyce alay ettim.
-Haydi artık sen kazan da ben yiyeyim, dedim. Bu işe o da gülüyor. Bu sene kamutay Londra’da (Londrada)
toplanıyor. Kocamla öğle yemeklerini beraber yiyemeyeceğiz. Ama akşamları ekspres uçakla İstanbul’a gelecek.
Şu erkekleri ne diye saylav yaptılar sanki? Gene muhakkak ortalığı karıştırırlar. Gene, şu onların hakim oldukları
zamandaki harplar başlayacak diye çok korkuyorum. Biz ne güzel işleri düzelttik. Silahları attık. Bütün milletleri
birleştirdik. Tam bir barış içinde herkes kendisine düşen ödevin başında rahat rahat çalışıyor. Ecdadımız makine
medeniyetini tam iki asırda mükemmelleştirmiş. Biz otuz senede barıştan başka bir şey düşünmediğimiz için radyo
medeniyetini umulmayacak bir hale soktuk. Allah vere de (verede) şu erkekler işlerimizi bozmasalar…”
11, XI, 2001
Sevgili defterim, artık sana veda etmek mecburiyetinde kalacağım. Esasen bir iki aydan beri seni gizli gizli
12
kullanıyordum. Çünkü (çünki) yazı yazmak hem cehalet (cihalet), hem de irtica alameti. Bütün şefler radyolarda
bağırıyorlar. Yazı yazmanın lüzumsuz ve vakit (vakıt) öldürücü olduğunu anlatıyorlar. Hakları da var ya. Radyo
günde dört defa sokak köşelerinde, evlerde, hatta ceplerde bulunan ahizelerle dünya haberlerini veriyor. Herhangi
(her hangi) bir eser mi okumak istiyorsun? Onu dinlemek için roman istasyonunu açıp istediğin eseri dinliyorsun.
Esasen mekteplerde dersleri de radyo ve sinema ile gösteriyorlar. Hakikaten yazı yazmak kadar anlamsız bir şey
yok. Artık ben de yazmayacağım (yazmıyacağım).
Kim yaptı dedik, ona bunu kim yaptı?
Yapana kızdık.
Ona olan son borcumuzu yerine getirdik,
Sanki zamanında çok iyilik yapmışız gibi ona…
Toprağa gömdük onu,
Ait olduğu yere.
Gömmeden önce de iyice arındırdık
Soluk yapraklarından;
Seviyor-sevmiyor yaptık
Boşa gitmesinler diye.
Mezarının başına da
Ona olan sevgimizi temsil etsin diye
Çiçekler koyduk.
Kendini yalnız hissetmesini önleyecek
Güzel kokulu taze çiçekler,
Hem de dallarından yeni koparılmış…
13
İkinci Kanun 1937 Şubat 1940
A.B.C’42
″‘İzlerimiz’ mektebimizdeki talebeyi güzel yazı yazmaya (yazmağa) alıştırmak, Türk edebiyatına böylelikle
ufak, ehemmiyetsiz bir yardımda bulunmak gibi bir vazifesi olduğu için ne kadar övünse azdır.″
14
″Piyasada kağıt ve sair levazımatın fiyatlarında (fiatlarında) görülen yükselme bizim bir takım müşkülatla
karşılaşmamıza sebebiyet vermekte ise de bu mesuliyeti (mes’uliyeti) üzerimize almanın verdiği bir cesaretle bütün
zorlukları bertaraf etmekle uğraşmaktayız.″
Bir Tip
Onu her yerde görüyorum. Beyoğlu’nda (Beyoğlunda), Suadiye’de (Suadiyede), Florya’da (Floryada) ve diğer
bütün semtlerimizde. Geçen günde Ada vapurunda birkaç arkadaşıyla ona rastladım.
Size onu bir tarif edeyim de, eminim tanıyacaksınız.
Yakışıklıca bir gençtir. Uzun boylu, zayıftır. Ufak kenarlı şapkasını arkaya doğru bastırmıştır. Çok uzun
bol ceketi, tek düğmeli, ince yakalıdır. Sağ cebinin üzerinde bir cep daha vardır ve içinden bir “Camel” sigarası
kutusu görünür. Bu son moda ceket askıyla tutturulmuş dar pantolonuyla (pantoloniyle) bir tezat teşkil eder. Aynı
zamanda kısa olan pantolonundan düşük çorapları gözükür. Ayakkabıları işlemeli ve altları lastiklidir (lâstiktir).
Gömleğinin yakası yüksek ve kolalıdır. Bu yakadan sicim kadar ince bir kravat sallanır. Kravat, gömleğine takılmış,
orta yerinde ufak bir plâk üzerinde isminin baş harflerini taşıyan bir zincirle tutturulmuştur. Gözlerinde gayet geniş
kenarlı, siklamen gözlükler vardır. Birisine selâm vermek için şapkasını çıkardı, o vakit (ovakit) gördüm, saçlarının
yanları kabarmayacak şekilde yapıştırılmıştı. Gene buna karşılık üstteki saçları karışıktı ve birkaç kıvırcık alnına
doğru sarkıyordu. Durmadan oynattığı parmaklarına baktım, birinde köşeli büyük bir yüzük vardı. Galiba onu göstermek istiyordu. Ne konuştuğunu merak ettim, gittim aynı sıraya oturdum. Saçma sapan şeyler söylüyor (söyliyor),
gezmelerini, sporculuğunu, bütün genç ve güzel kızların ona aşık olduklarını anlatıyordu. Herkesin (herkezin) ona
bakmasından hoşlanıyordu. Bu sırada vapur ada iskelesine yanaştı. O ağır ağır kalktı, ıslıkla bir şarkı söylemeye
(söylemeğe) başladı. Birden fark ettim, omuzları öne doğru kaymış ve bir kambur halini almıştı. Ayaklarının altında
sanki yaylar varmış gibi yaylana yaylana yürüyordu.
Bu tasvir ettiğim genci her yerde, Beyoğlu’nda (Beyoğlunda), Suadiye’de (Suadiyede), Florya’da (Floryada) görüyorsam, siz bunu onun çok gezdiğine değil, her yerde, her semtte (semtde) böyle gençlerin bulunduğuna
atfedin.
Git gide (gitgide) miktarı artan bu gençlerin günde kaç saat aynanın önünde poz talimi yaptıklarını tahmin edebiliyorum.
Cahit Sıtkı’nın bir şiiri var elimde. Bana Sofya’yı, gençliğimi, ailemi hatırlatıyor.
“Bir güvercin kanadında okşuyorum
Göklerin maviliğini
Serçelerin cıvıltısıyla siniyor içime
Ağaçların yeşilliği.
Şayet ölürsem,
Helallaşmaya vakit kalmadan,
Hatırdan çıkarma beni.”
Üniversiteliydik, hayalperest gençlerdik, asiydik… Şimdi kırk yaşında sürgündeyiz. Romanya’nın bana
yabancı bir şehrinde esen nisan rüzgârı Sofya’nın serin esintisini taşıyor. Avutuyorum kendimi. Ama özleme katlanmak zor. Pişmanım sanmayın sakın. Tekrar geçmişe dönebilseydim şayet, aynı ideolojilerin peşinden koşup baskıya
boyun eğmektense sevdiklerimi geride bırakmayı yeğlerdim, biliyorum. “İdealler o kadar değerlidir ki o yolda
mağlup olman bile zafer sayılır.” demiş bir düşünür. İnandığınız değerlerin arkasında durun hayatınız boyunca. Kim
olduğunuz, ne kadar para kazandığınız yahut ne kadar ünlü olduğunuzla değil, neyi savunduğunuzla belli olur. Cesur
olmaktan korkmayın. Konuşmak yerine susmayı, düşünmek yerine sürüye katılıp yok olmayı tercih ettiğiniz an,
benliğinizi ezip geçtiğiniz andır.
15
Haziran 1945
Melih Gürsoy
″... Bu mecmuanın, arkadaşların yardımları ile çıkmaya (çıkmağa) devam edebileceğini belirtmek isterim…
Kağıt buhranının İstanbul piyasasında en had bir devreyi bulduğu şu anda bu mecmuaları çıkarabilmiş olmakla
bahtiyarız.″
MELİH GÜRSOY
Telefon Muhaveresi
Betül Mardin
Mektebin hastanesindeyim –Uyumaya (uyumağa) çalışırken telefon çalıyor- Çok geçmeden hasta bakıcının
kalınca sesi duyuluyor. “Allo, efendim.. Kim? Evet burada hanımefendi. Ne desem ki... Sabahları iyi ise de
akşamları ateşi yükseliyor. Bilmiyorum efendim, pek de (te) neşeli diyemem; akşamları uyumuyor. Elimizden geleni
yapıyoruz. Yok... merak etmeyin... Eve mi? Gitmek istemiyor... Bir mesele varmış... Ne mi? Çağırayım efendim...”
Bu sefer ince titrek bir ses duyuldu, “Anne annne... Daha iyiyim... Beni merak etmeyin. Kendime bakıyorum.
–Bundan sonra ne zararı var ki- Bir şey demedim... Annem nasıl? Üzülmüyor ya... Daha kaç zaman sizde kalacak? Onu demek istemedim; tabii sizin evi de severim ama... Babam geceleri eve gelmiyor mu? Gene işi var...
Anlıyorum. Anneme hastalığımı söylemeyin... Yanaklarından öpün, üzülmesin –başındaki dertler ona yeter– hiç bir
şey demedim. Anacığım size emanet. Kendine iyi bakıyorsunuz değil mi? Babama söyleyin kendini yormasın. Beni
merak etmeyin –Ben iyileşirim... İyileşirim... Allaha ısmarladık... Söyleyin anneme zararı yok, alışırım...”
16
Mayıs 1946 ″Kendimize göre bir edebi standardımız vardır. Biz arkadaşlarımızı hiç olmazsa o standarda göre yazı yazmaya
(yazmağa) teşvik ediyoruz. Mecmuamızın kendine has bir fikir ve ruh bünyesi mevcuttur ki bu bünyeye uymayan
bir yazı mecmuamıza giremez.″
17
1964
Bu sayıda bir önsöz yok; fakat ilk sayfada aşağıdaki şiir yer alıyor:
″teraziden köprüler vardır
öylesine egemen
ki yol
yüzük
ve cümle sözcükler
üzerinde ‘ez mavi’den
‘uz mavi’ye merdiven″
ÜMİT HASSAN
İzlerimiz’in 1964 sayısının kapağı
18
19
Ayşe Kulin İle Edebiyatı Üzerine
Elif Naz Samancı
3 Mart 2012 günü, Berfin Torun ve ben, Sözlü Tarih Topluma Hizmet Projesi kapsamında Amerikan Kız
Koleji’nden 1961 yılında mezun olan Ayşe Kulin ile röportaj yaptık. Röportajda Ayşe Kulin’in ailesinden, çocukluk
yıllarından, Kolej hatıralarından ve eserlerinden bahsettik. Bu yazıda Ayşe Kulin’in Kolej’de edebiyatla ilişkisi ve
eserleri hakkında bizimle paylaştıklarının kısa bir bölümü yer almakta. Keyifli okumalar…
(…)
Amerikan Kız Koleji (ACG)’nin yazar kişiliğinize nasıl katkıları oldu?
Ayşe Kulin: ACG’nin yazar kişiliğime pek çok katkısı var; çünkü ben çoğunlukla Edebiyat dersleri alıyordum.
Edebiyat dersi veren çok iyi hocalarımız vardı. Mesela efsanevi öğretmenlerden Halis Ergeneli benim dersime
Orta Bir’de giriyordu. Sınıfta hep aruz vezninden şiirler okurdu. Edebiyata bağladı beni. Edebiyatı, şiir okumayı
sevmeyen biri olabilirsiniz; ama içinizde öyle bir kıvılcım varsa, bu kıvılcım Kolej’de ateşlenebiliyordu. Diğer bir
öğretmenimiz Dilvin Hanım’dan da tasavvuf felsefesini öğrendik ve o biz edebiyata meraklı çocukları başka bir
mecraya döktü.
Ayrıca çok da kitap okuturlardı bize Kolej’de. Tatiller için ayrılırken hoşumuza gidecek romanlar verirlerdi. Okuyup gelelim, birkaç satır bir şey yazıp hakkında konuşalım diye; ama sıkılmazdın romanları okurken de;
eğlenceli romanlar verirlerdi. Şimdi çoğu lisede mişli geçmişten edebiyatçılar okutmaya kalkıyorlar. Hâlbuki 1314 yaşında bir genç kızın okuduğunda içinde kendini bulabileceği, hoşuna gideceği kitaplar var. Kolej edebiyatı
sevdirmesini bildi. Bir de edebiyat kulüpleri vardı. Mesela biz bir edebiyat kulübünde Attila İlhan’ı davet etmiştik.
Attila İlhan boynunda atkısı, elinde piposu deri kaplı ceketiyle geldi. Öldük, bittik. Her bir şiirini ezberlemişiz.
Oturduk, ağzının içine düştük. Çok yakışıklı bir adamdı, uzun saçları geriye taranmıştı. Çok da güzel konuşuyordu,
gözlerini kısıp bakıyordu, bayıldık. O zaman şair olarak çağırdık Attila İlhan’ı, galiba romanlarını yazmaya
başlamamıştı daha. Bütün bunları müsaade eden bir okulda böylece şiire de merak salıyorsunuz.
Bunun dışında çok önemli müzik kulüpleri de vardı, onlar da müzisyenleri çağırıyorlardı. Alaturka, Alafranga, klasik, pop müzik kulüpleri; onlar da ilgilendikleri müzikle ilgili insanları çağırırlardı. Yani Kolej senin neye
merakın varsa o tarafa doğru iteleyen, yönlendiren bir okuldu. İnşallah böyle kalmıştır; çünkü bu sayede çok önemli
insanlar çıktı bizim okuldan. Hele 1961 sınıfından, bakın kaç tane yazarız. Tomris Uyar çok önemli bir öykücüdür.
İpek Ongun, genç kızlar için yazar, her biriniz belki onu okuyarak büyüdünüz. Pınar Kür var. Nazlı Eray, fantastik
öyküler yazar. Ki bu sadece benim sınıfım. Bir sınıftan sadece 5 önemli yazar çıkmış, tiyatrocu daha da fazladır.
İlk romanınızı yazdığınız zamanı hatırlıyor musunuz? Nasıl gelişti olaylar?
İlk kitabım ilk romanım değil, ben önce öykü yazdım. Uzun bir zaman yazdım. 20-25 sene hiçbir yayıncıya
öykülerimi okutamadım; çünkü edebiyatla uğraşan yazar şu tip olur diye bir ön yargı vardı o zamanlar galiba. Ben
de çok fazla asılmadım tek çocuk olmanın verdiği bir dezavantajla: rekabet hissi eksiktir bende. İlk romanın benim,
eğer ona roman diyebilirseniz, Aylin’dir. Aylin’den önce ilk yayımlattığım öykü kitabımla Haldun Taner ve Sait
Faik Öykü ödüllerini aldım. Arkadan Aylin, Güneşe Dön Yüzünü ve Minür Nurettin Selçuk’un hayatını yazdım.
Gerçi Minür Nurettin Selçuk’un hayatı bana ısmarlanmıştı ve telif hakkım bile olmadığı için onu bir kitaptan çok bir
çalışma olarak kabul ediyorum.
Aylin’i yazdığım sıralarda dergilerde ilginç insan hikâyeleri yazıyordum. En iyi yaptığım iş bu olduğu için
gene hayatımı yazarak kazanmaya çalışıyordum. Aylin’in hikâyesi de 4-5 sayfalık bir röportaj olarak aylık dergilerin
birinde çıkacaktı. Tabii o zaman e-mailler yok; mektup yazıyorsun faks çekiyorsun. Aylin Amerika’da oturuyordu;
20
ben ona sorular yazacağım o bana cevaplar ve resimler gönderecek, böylece yayımlayacaktım. Sonra dedim ki,
mart ayında Amerika’ya gideceğim, Aylin’de de kalacağım üstelik, en iyisi bir röportaj yapayım; ama ben martta
gidemeden zavallı şubat ayında öldü. Çok üzüldüm. Onunla ilgili bir yazı yazdım ve gazetede çıkan o yazı müthiş
bir ilgi aldı. Bir sürü insan telefonla arayıp sordu: Kim bu Aylin? Sonra Aylin’in hayatını yazmaya karar verdim.
Ablası Nilüfer’den Aylin’in hayatını yazmak için müsaade aldım. “Ayşe, Aylin yeniden yaşar.” dedi, ben de bunun üzerine oturup Aylin’in hayatını yazmaya başladım. Bir yandan da tabii kendime bir yayıncı arıyordum ve
yine bulamıyordum. Afa Yayınevi’ne gittim, çünkü onlar kadın biyografileri yapıyordu: Frida Kahlo’yu, Milena’yı
yazmışlar, bir de Türk olsun dedim. Onlar da fena fikir değil dediler.
Bunun üzerine kendi olanaklarımla Amerika’ya gittim. Aylin’in kocalarıyla, hastalarıyla konuştum. Çok da
kalamadım çünkü param yoktu. Geri geldim, yazdıklarımı Afa Yayınevi’ne yolladım ve fikir istedim; çünkü ilk kez
böyle bir şey yazıyordum. Afa bana 2-3 ay cevap vermedi. Anladım ki yayımlamak istemiyorlar, bıraktım. Arada
hayatımı kazanmak için Minür Nurettin’i yazdım. Sonra Foto Sabah Resimleri’nden ödül kazandım. Ödülle bir cesaret geldi, Remzi Kitabevi’ne gittim. Kapısına bile gitme, onlar çok gelenekseldir, yüzüne bile bakmazlar, dediler.
Ödülüm var dedim. Telefon ettim, randevu aldım, sahibine projeyi anlattım, resimler koydum önüne. “Ayşe Hanım,
siz yazın getirin ben bunu basacağım” dedi. Amerika’ya bir kez daha gittim. Yazdım kitabı ve dedim ki yayıncıya,
bakın 2000 tane basıyorsunuz, bu kitabı Kolejliler okur, Ankaralılar okur, adı Aylin olanlar okur, elinizde kalmaz,
eminim 1000 tane satarız. Kitap 15. gününde 2. baskısını yaptı. İnanılmaz bir şey, ekmek peynir gibi herkes Aylin
okuyordu. Hatta bir anekdot anlatayım. Didim’de bir kitap dağıtıcısı beni imzaya davet ettiği sırada bana anlattı:
“Biliyor musunuz nasıl keşfettim Aylin’i. Ben her sabah sahile iner bakarım plajda. Kim ki elinde bir kitap okuyor
uzanmış o bir turisttir. Kim ki göğe bakıyor, o Türk’tür. Bir gün indim herkesin elinde bir kitap, ne çok turist gelmiş
dedim. Baktım, herkes bir Aylin okuyor. Remzi Kitabevi’ne telefon ettim, 20 tane Aylin istedim. 20 Aylin geldiği
dakika bitti. Ertesi gün 50, ertesi gün 150... Sizin sayenizde tüm yazı geçirdim.” Böyle müthiş bir enerjisi oldu
Aylin’in, neden bilmiyorum. Aylin beni okura taşıdı. Sonra da sırtım yere gelmedi. Talep gelince arkanıza bir rüzgâr
koyuyorsunuz ve yazmaya başlıyorsunuz.
Aylin’den sonra Sevdalinka’yı yazdım. Müthiş bir ön çalışması olan bir işti o. Bilmediğim bir ülkeyi,
tanımadığım bir siyaseti, savaşı, coğrafyasını, her şeyini öğrendim. Sonra yazdım. Bir üniversiteden bu konu
üzerine mezun olabilirdim. En iyi kitabım değildir. Bugün yazsam o şekilde yazmam. Arkadan Füreya’yı yazdım
ki çok memnunum Füreya’dan, virgülünü dahi değiştirmem. Bence benim en iyi kitaplarımdan biridir. Böyle
yazarken baktım ki benim Boşnak ve Çerkez ailem durmadan giriyorlar ve başlarını çıkarıyorlar kitaplarımdan,
öykülerimden; kurtulamıyorum onlardan. Bunun üzerine Veda’yı yazdım ama Veda’dan önce epey bir romanım
da var. Veda bir dörtlemedir: Umut, Hayat ve Hüzün ile bitiyor. Bundan sonra sıkıldım ailemden ve kendimden.
Demek ki eteğimdeki taşları dökmüştüm ki sonra tamamen kurgu, benimle hiçbir alakası olmayan ve benden hiç
beklemeyeceğiniz bir kitap yazdım: Gizli Anların Yolcusu. Bırakmadan okursunuz, seversiniz sevmezsiniz başka;
ama mutlaka okuyun son kitabı. Kitap kendini okutacak, ona söz veriyorum.
Peki ya öykü kitaplarınızdan çıktı mı aileniz?
Öykü kitaplarımda daha çok ezilen kadınları anlattım. Mesela “Bir Varmış Bir Yokmuş”u isterseniz tek tek
öykü olarak isterseniz de roman olarak okuyabiliyorsunuz ama hep kadınlar için yazılmış. Her öyküde bir ezilen,
hor görülen kadın var.
Şimdi ne yazıyorsunuz?
O son kitabın içinde bir kitap var: onu yazıyorum. Parça parça girdi bir öncekine.
Tabii okurla geç tanıştığım, kitaplarım geç basılmaya başladığı için zaman kaybına uğramış oldum ama onun
21
da avantajı oldu. Çok zaman kaybettiğim için şimdi çok çalışkanım. Bir de teknoloji ilerledi, çok çabuk yazabiliyorum artık. Bilgisayarda yazmak: düzeltiyorsunuz, atıyorsunuz, saklıyorsunuz, gönderiyorsunuz, nefis bir şey
bu. Vaktim az, insan ömrü sonsuz değil. Söyleyecek laflarım var, onları da bir an önce gitmeden yazmalıyım. Son
çıkan kitabın ikincisinin ardından meslek hayatımı yazmak istiyorum. Onlardan sonra belki bir veda kitabı yazarım
okurlarıma; çünkü yaş ilerliyor. Bunlardan sonra da köşeme çekilip duracağım yahut da delinin hatıra defteri gibi bir
şey çıkacak, bilmiyorum.
Veda kitabınız gelmesin daha lütfen.
Allah ömür verirse ve aklımı da yerinde tutarsa bir 10 sene daha yazarım; çünkü hakikaten çok seviyorum
yazmayı. Yazmadığım zaman sudan çıkmış balık gibiyim. Eve gidip yazmak istiyorum, sabah kalkıp yazmak istiyorum. O öyle bir duygu... Yıllardır yazamadığım için olabilir. Tabii daha çok şey biriktiriyorsunuz yaşlandıkça. Her
şeyin bir zamanı var demek ki.
Çok teşekkür ederiz paylaşımlarınız için.
Rica ederim, benim için bir zevkti.
22
Başkalarının Mutluluğundan
Yunus Emre Erdölen
“Başkalarının mutluluğundan, onun çok azını çok kısa bir süreliğine ve dışarıdan paylaşsalar bile mutluluk
duyan insanlar var. Bir de başkalarının mutluluğunu bir saldırı gibi algılayanlar…” – Amin Maalouf
Başkalarının mutluluğunu bir saldırı gibi algılayanlar… Gündelik hayatımızda yeterince karşılaşıyoruz.
En mutlu gününde, mutluluğunu paylaşmak yerine, mutluluk kaynağının içindeki küçük pürüzleri iğneleyerek
yüzüne vuran dostlarımız, yakınlarımız vardır hepimizin. Onları hayatımızdan atmanın imkânsız olduğumuzu
bildiğimiz için kendimizi koruruz. Bize hissettikleri kötü duyguları, kıskançlıkları engellemek için düşüncelerimizi,
duygularımızı saklama ihtiyacı duyarız. Bu nedenle de çoğu zaman duygularımıza göre değişen, rengârenk maskelerimizle dolaşırız. Kimse bize zarar vermesin, duygularımız, bedenimiz, ruhumuz maskemizin altında güvende olsun
diye, saklı kalsın diye…
Amin Maalouf’un kitabını kapadım. Üstümü giyindim ve her sabah benim için kalkan, fedakâr anneme veda
ederek evden çıktım. Evden çıkınca yaklaşık sekiz senedir gördüğüm ama daha önce hiç konuşmadığım, yaşıt
olduğum komşu çocuğuyla karşılaştım. Hızlıca cebimden Gri Maskemi çıkardım ve aceleyle taktım. Maskeyi
taktığımda, gözlerim “Uykum var” diye bağırarak yumuldu. Dudaklarım, beni sıkan bir şey varmış gibi büzüldü ve
gözlerim komşu çocuğu hariç her yere bakmaya başladı ve onu yok saydım. Servis gelene kadar, soğuk Gri maskemin altındaki yüzüm üşüdü, maskem çok soğuktu. Servis geldiğinde, koşar adımlarla koştum ve koşarken maskemi
çıkardım. Servise binerken Sarı maskemi taktım. Yüzümü ve içimi ısıtıyordu bu maske. Servistekilere, gülen yüzle
“Günaydın!” dedim. Hepsi aynı anda Sarı maskelerini taktılar ve aynı coşkuyla, sevecenlikle “Günaydın!” dediler. Arkadaşımın yanındaki boş koltuğa oturdum. “Uyurken çıkarsam sorun olur mu?” dedim, “Olmaz” dedi. Ben
maskemi çıkardıktan sonra o da çıkardı ve okula gidene kadar uyuduk. Uyurken maskeye ihtiyacımız yoktu.
Servisten indim, uykumu hâlâ alamamıştım. Uykulu ve yorgun gözükmek istemiyordum, enerjik olmalıydım.
Mavi Maskemi taktım ve hızlı adımlarla yürümeye başladım. O kadar hayat doluydum ki önüme çıkan herkese
el salladım, selam verdim. Yerimde duramıyordum, dolabıma kadar yolu zıplayarak gittim. Etrafta kimse yoktu,
maskemi hızla çıkardım ve uzun bir süre soluklandım. Çok yorulmuştum, dinlendikten sonra maskemi geri taktım.
Sınıfa bütün hayat enerjimi taşıyarak girdim. Sınıfa girer girmez, bir köşede uyuyan Anıl, geldiğimi fark edince hemen toparlanıp Sarı maskeyi taktı aceleyle. Yüzünde “samimi” bir gülümsemeyle “Nasılsın?” diye sordu, “Mükemmelim, bugün gerçekten mutluyum” dedim. “Her sabah nasıl bu kadar enerjik olabiliyorsun, anlamıyorum.” dedi,
sanki nedenini bilmiyormuş gibi.
Ders başladı, sınavlarımız açıklanacaktı. Maskemi çıkarıp içimden dua etmeye başladım. Din maskem yoktu,
zaten soyut âlemde maskelerin geçerliliği yoktu, olamazdı da. Ruhlara maske takılamaz. Notumu öğrendiğim zaman
gerçekten de çok sevindim, uzun çalışmalarım sonucu emeğimin karşılığını almıştım. O kadar mutluydum ki Sarı
maskeye ihtiyacım yoktu! Ama birden bana bakan bir çift göz gördüm, kötü bakıyordu. Sanki bu mutluluğum ona
karşı yapılan bir saldırıydı. Gri maskesini taktı ve yanıma geldi. “Kaç aldın?” diye sordu ya da nefretini tükürdü
diyebiliriz. “94!” dedim neşemi hiç bozmayarak. “Önceki sınavın düşüktü, yine de bir şey fark etmez bence.” dedi
bıyık altından gülerek. Üzerime yolladığı nefret maskesiz suratıma çarptı, hem ruhum hem bedenim acı çekiyordu.
Başkalarının mutluluğunu kendisine yapılan bir saldırı olarak algılayan biriydi ve canımı acıtıyordu. Korkuyordum,
maskem yoktu savunmasızdım. Nefretini üzerimde o kadar yoğun hissediyordum ki ellerimi hareket ettirmekte
güçlük çekiyordum. Zor da olsa cebimdeki maskeme ulaştım ve hızla Beyaz maskeyi çektim. Hemen yüzüme taktım
koruyucu maskemi. Yüzümü ifadesizleştiren maskemi, kötülükleri yansıtan maskemi… Maskemi taktıktan sonra,
bana nefretle bakan gözler uzaklaştı, yok oldu. Rahatlamıştım, nefes alabiliyordum.
23
Dersten sonra rahatlamak ve maskesiz dolaşmak için bahçeye çıktım. Yemek saati olduğu için kimse yoktu,
ben ve takmadığım maskelerim dışında. Sırtımı yaşlı bir ağaca dayayıp oturdum. Gözlerim kapalı, rüzgârın ağaç
dallarıyla dansının çıkardığı huzur verici sesleri dinledim. Maskeler ve insanlar olmayınca ruhum ne kadar huzurlu
ve rahattı. O kadar huzurluydum ki gözlerim kapalı dakikalarca o ağacın gölgesinde oturdum. Ayak seslerini duymaya başladığımda gözlerimi hemen açtım. Maskelerimi hemen takmalıydım, birisi geliyordu. Ama hangi maske?
Gelen kişinin kim olduğunu anlamalıydım. İyice baktıktan sonra kim olduğunu gördüm. O’ydu. Belki de en nadir
kullandığım maskelerimden biri olan Kırmızı Maskeyi taktım. Yanaklarım kızardı, ayaklarım ve ellerim titriyordu,
heyecanlanmıştım. Yüzüne bakacak cesareti bulabildiğimde, maskesiz olduğunu gördüm. Maskesiz birinin, maskeli
biriyle göz göze gelmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyor muydu? “Ne yaptığını sanıyorsun?” dedim
haykırarak “Başına bir şey gelmesini istemiyorsan maskeni tak!”. “Senden bana zarar geleceğini sanmıyorum, çıkar
maskeni” dedi sakin bir şekilde. “Olmaz, senden hoşlanmam lazım, çıkaramam!”. Dinlemedi, hızla maskemi çıkardı
suratımdan ve yere attı. Ne olduğunu idrak edemezken kendimi O’nun maskesiz suratına bakarken bulmuştum.
Uzun zamandır ilk defa maskesiz biriyle maskesiz bir şekilde göz göze gelmiştim. İkimizin de maskesi yoktu,
savunmasızdık. “Bir şey değişti mi? Hâlâ yanakların kırmızı, hâlâ ellerin titriyor ve hâlâ heyecanlısın.” Gerçekten
bir şey değişmemişti, maskesiz de hoşlanıyordum ondan. “Maskesiz dolaşmak cesaret ister, biliyorum, korkuyorsun,
biliyorum. Yararların ve zararların, duygulardan daha önemli olduğu ve insanların maskelerle kendilerini korumak
zorunda oldukları bir yerde, iki kişinin maskesiz konuşması ne kadar da imkânsız geliyor sana. Seni anlıyorum.”
Elimi tuttu, destek vermek istiyordu. Dilim tutulmuştu, cebimdeki maskelerin buharlaştığını hissediyordum.
Ağlamaya başladım, maskesiz ne yapabilirdim ki? Çaresizdim, haykırmak istiyordum ama sustum, sessiz kaldım.
Sessizce aktı göz yaşlarım, sessizce buharlaştı maskelerim.
Hiçbir şey söylemiyordu, konuşmuyordu. Elimi tuttu. “Senin için ne kadar zor anlayabiliyorum. Ben de
maskelerimden kurtulduğumda böyle hissetmiştim. Çaresiz, savunmasız ama aslında değilsin! Maskeye ihtiyacın
yok. Gerçek sevgi, aşk, nefret, umut, bunların hepsi zaten yüreğimizdedir. Sen Kırmızı maskeyi taksan da takmasan da benden hoşlanıyorsun. Mavi maskeyi takmasan da enerjiksin, Sarı maskesiz de mutlusun, Gri maskesiz de
soğuksun. Ve unutma, sana zarar vermek isteyenleri ancak yüreğinle savurabilirsin, maskelerle değil. Maskeler
yaratan değil, yaratılandır. Duyguların bile somutlaştığı ve giderek anlamsızlaştığı bu gezegende, maddiyatçılığın
manevi dünya üzerindeki gölgesidir. Ben senin yüzünün gölgelerle kararmasını istemiyorum. Aydınlan, aydınlan!”
Şiir gibi konuşuyordu, beni etkilemişti. Dediği her sözcük doğruydu. Maskelere ihtiyacım yoktu benim.
Maskesiz bir insanın elini tutmak bile ne kadar, ne kadar doğaldı. “Doğallık”… Uzak bir kelimeydi benim için
bugüne kadar. Kendimi yıllarca korumak için, maskelerle kozamı örmüştüm. Giderek doğallığımı yitirmiştim,
samimi değildim. İnsanların görmek istediği kişiydim, kendim değildim. Maskesiz geçirdiğim zamanlarda bile
maskenin izlerini taşıyordum yüzümde, ruhumda. Ama şimdi özgürdüm, toplumun bana biçtiği sorumluluklardan, fazla üzülmemek, kahkahalar atmamak, herkesin içinde ağlamamak, tanımadığım bir insanla konuşmamak,
durduk yere dans etmemek için kendimi tutmam gerekmiyordu artık. Düşüncelerimi ve duygularımı zincirleyen
maskeden kurtulmuştum. Hafiflemiştim, ağır maskeler, yükümlülükler taşımıyordum artık. Gülmem gereken yerde
gülmem, ağlamam gereken yerde ağlamam gerekmiyordu. Sevmediğim insanları, yanaklarımda küçük kavisler
oluşturan gülücüklerle karşılamak zorunda değildim. “Rahatladım.” dedim. “Biliyorum, her şeyi anladığını biliyorum. Şimdi, herkesin maskesini düşürmeliyiz, çünkü onların da bilmesi gerekiyor, özgür olmanın, rahat olmanın
ne demek olduğunu.”. “Doğal olmanın ne demek olduğunu, yürekten gelen duyguların ne demek olduğunu da…”
öğrenmelilerdi, benim öğrendiğim gibi. Sarıldım ona, maskemi düşürene, doğallığa kavuşmamı sağlayana.
“Seni seviyorum”. “Seni seviyorum, Kırmızı maskeye ihtiyacım yok, maskem değil, yüreğim seviyor”.
24
Özen Uğurlu
25
O Cansu Peker
O zaten her zaman farklıydı. Biz mahallenin oğlanları olarak hep aynı sokakta futbol oynardık; mahallenin
kızları da hep aynı parkta seksek oynardı. O farklıydı; ne kendi gibi kızlarla parkta seksek oynardı, ne de bizim
oyunumuza karışırdı. Nerede olmak istiyorsa oradaydı.
Bazen annesine ev işlerinde yardım ederdi ve bunu severek yapardı. Bazen kız arkadaşlarıyla “çay partisi” yapar, oyuncaklarının saçlarını tarardı. Bazen de onu dinlemememize rağmen gelir bizim oyunumuza hakemlik
yapardı. Böyle zamanlarda diğer çocuklar bırakın onu dinlemeyi, onu görmezlerdi bile. Bense ona bakmaktan oyuna
odaklanamazdım. Her şeyiyle farklıydı.
Sapsarı kıvırcık saçları vardı. Annesi ve babası o kadar esmerdi ki bu küçük kızın onların çocuğu
olduğuna pek inanamazdım. Gözleri yumuşacık kahverengiydi. Gökyüzünün pembe olduğunu söylerdi.
İlginçtir onun bu sözünü ciddiye almazdık. Dokuz yaşında bir kızın hangi sözü ciddiye alınır, ayrı ya…
Kendince bir tür istiare mi yapıyor, dikkat çekmeye mi çalışıyor, yoksa renkleri mi bilmiyor diye onu küçümserdim.
Ama o, buna gerçekten inanıyormuş gibi görünürdü.
Hep giydiği bir beyaz elbisesi vardı. Teninin solukluğu yüzünden bazen hayalete benzerdi. Bir gün onu,
elinde pembe balonuyla uzaktan bizi izlerken gördüm. Doğrusunu söylemek gerekirse korktum. Neden bilmiyorum;
yanına gittim, banka oturdum. O yanımda ayakta duruyordu. Sustuk.
- Gökyüzü çok güzel değil mi? dedi.
Sustum.
- Pespembe…
Sustum.
Bu onunla ilk ve son konuşmamızdı. Sonrasında aklıma her geldiğinde kendime kızdım, neden bir şey demedim? Neden ona gökyüzünün pembe olmadığını söylemedim? Zaten onu bu olaydan sonra yalnız iki kere gördüm.
Birinde beyaz eteği uçuşurken koşuyor, birinde çimlere uzanmış bulutları izliyordu. Pembe bulutları.
Yıllar sonra bir gün ona rastladım. Ben kırklarımın sonuna yaklaşırken sanki o daha yirmilerindeydi.
Hiç yaşlanmamış, hatta hiç büyümemişti. Hiç değişmemişti. Gözlerindeki aynı yumuşak bakış duruyordu. Onu hemen tanıdım, o da beni tanıdı. Sıcacık gülümsedi. İçimden gelen nedensiz bir dürtüyle onu belinden çekip öptüm.
Gözlerimi açtığımda, artık benim gökyüzüm de pembeydi.
temizlik için getirdiği diğer yeni entarileri geçirdi üstüne. Tülbentiyle saçlarını toparladı, işe koyuldu. Akşama
doğru her yer parlıyordu; yorgunluktan bir hâl olmuştu, çocuklarına ve mutfağa harcamak üzere parayı aldı;
çantasının içine özenle yerleştirdi. Durağa kadar yürüdü, gelen dolmuşa biniverdi. Evin bir durak öncesinde inip,
arkadan dolaştı. Giderken üzerine çıkamadığı kırmızı boyalı duvarın arkasındaki basamaklarına basarak diğer tarafa
atladı. Evin bahçesinde kendisini bekleyen insanlar vardı.
26
En Bordo
Viyan Petekkaya
Yere kadar inen pencerenin tam karşısında, içinde odunların çatır çutur yandığı şöminenin hemen sol
çaprazında yer alan bordo kadife kumaşlı zarif koltuğun üzerinde yarı uzanır şekilde, gözlüğüm burnumun ucuna
hafiften kaymış kitap okurken arada bir soluklanmak, başımı çevirip yağan kara bakmak, bir yandan da dumanla
karışık tütsü kokusunu duyarken düşüncelere dalmaktır en büyük tutkum. Özgür hissettiğim nadir yerlerdendir, hatta
belki de tek yerdir bizim kadife kumaşlı bordo koltuk. Kendimi bildim bileli bir gün bile selamımı esirgemediğim,
her zaman mutlaka bir ziyaret ettiğim tek kişidir. Bana beni hissettiren odur. Her türlü değişimime tanık olmuş,
değişen yaşımla birlikte şekillenen kişiliğime yol gösterici olmuş bir değişmezdir o. Değişikliklerle süslenmiş
değişmezliğin örneğidir.
Üç-dört yaşlarındayken kocaman resim defterimi ve dedemin bir iş seyahatinden dönüşünde bana armağan
ettiği boya setimi kaptığım gibi bordo koltuğa koşardım. Yüzüstü uzanır, ayaklarımı sallayarak pembe yanaklı
insanlar, üçgen dağlar çizmeye başlardım. Annem her seferinde koltuğu boya lekesi yapacağımı söyler ve başka
yerde resim yapmamı isterdi; fakat tüm bunları söylerken bordo koltuğun benim en yakın arkadaşım olduğunu
bilmezdi. Ben de onun sözünü dinler gibi yapar, bir süreliğine başka bir köşeye çekilir, kısa bir aradan sonra en
yakın arkadaşıma geri dönerdim. O da artık bir şey demezdi, ben de döndüğümü fark etmedi sanırdım. Oysa
şimdi düşünüyorum da muhtemelen annem bu hâlimi görüp tatlı tatlı gülümsüyor ve göz yummayı seçiyordu.
Hatırlıyorum da bir keresinde koltuğun pek de görünmeyen bir köşesine azıcık yağlı boya dökmüştüm ve korkumdan bir hafta boyunca hiç resim yapmamıştım. O boya lekesi hâlâ aynı köşede durur; ama benden başka onu fark
etmiş olan biri var mıdır bilmiyorum.
O zamanlar biri bana koltuğun rengini soracak olsa “bordo” diyemezdim; çünkü o, bahçede elime konduğu
zaman kendimi çok şanslı hissettiğim uğur böceklerinin rengindeydi benim için. Altı buçuk yaşında - Evet, “altı
buçuk”. O zamanlar “buçuğun” benim için büyük bir önemi vardı. – okula başladığımda biricik koltuğum artık
uğur böceği değil de sınıf defteri rengindeydi. Sevgili koltuğumda Fedor Amca’ya eşlik etmiştim traktörüne yemek
verirken, Tom Sawyer’la maceradan maceraya koşmuş, Heidi ve Clara’yla tanışmıştım.
On ikimde ise artık “büyüklüğün” rengiydi bordo; çünkü okulumuzda sadece altı, yedi ve sekizinci sınıf
öğrencilerinin giyebildiği hırkalar bordoydu. Ben de büyüdüğüme göre büyüklük rengindeki kadife koltuğun
üstünde küçük bir çocuk gibi yüzüstü uzanıp ayaklarımı da sallandırarak kitap okumayı bırakmış; koca bir adam
gibi olabildiğince düzgün oturur olmuştum. Bir de bacak bacak üstüne atmaya çalışırdım da bacaklarım henüz
çok kısa olduğundan bir türlü beceremez, sinirlenirdim. Hatta bir keresinde o kadar çok sinirlenmiştim ki yüzümü
“Delifişek”e kapatarak ağlamıştım ve sonra bu “büyük” yaşıma rağmen ağladığım için kendime daha çok kızmıştım.
Yirmi birimde şarap ve tutkunun rengiydi bordo. İlk aşık olduğum kadının üstündeki elbisenin rengiydi.
Nedim’in
“Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsar-ı âl olmuş sana”
beytinin can buluşu, gerçek bir bedene bürünüşüydü. Bir ilkti. En güzel gerçeklikti.
Otuz dört yaşında kanın rengiydi bordo, pıhtılaşmış kanın. Yüzlerce insanın yok yere döktüğü kanın…
Acımasızlığın, gözü dönmüşlüğün rengiydi. “Büyüklerin” arasında olup bitenlerden bile habersiz “küçüklerin”,
belki de dört yaşındaki resim tutkunlarının, ya da altı buçuk yaşında Heidi ile tanışmış olanların döktüğü kanın…
Bazı büyükler “büyük adam” olsun diye küçük yaşta son “hoşça kal”larını söyleyenlerin… Hırsın ve kinin döktüğü
kanın rengiydi.
Otuz yedimde ise yargıcın cübbesinin yakasıydı bordo. Düşüncelerimden dolayı beni yargılayan
yargıcın… Düşünce özgürlüğü olan (!) bir ülkede düşüncelerimden dolayı yargılanışımın rengiydi. Ne kadar gerçek
27
bir renkti bordo, ne kadar güvenilirdi? Önyargının, önceden kararlaştırılmış hükmün rengiydi. Havada uçuşan; fakat
yanlışlıkla bile olsa kimsenin kulaklarından içeri girmeyen savunmamın rengiydi.
Kırk sekizimde annemi kaybettiğimde yalnızlığımın rengiydi. Uzun ve karanlık gecelerde iki büklüm
kendisine sarıldığım en yakın arkadaşımın, kadife koltuğumun rengiydi. Gözyaşlarımın yağlı boya lekesiyle
buluştuğu yer olan koltuğumun…
Bordo birçok renkti benim için. En önemlisi de tüm “en”lerime tanık olmuş en gerçek arkadaşımın
rengiydi. En mutlu, en üzgün, en çaresiz, en sinirli, en hayat dolu anlarıma tanıklık etmiş arkadaşımın… Ama ne
yazık ki “en güzel” “en”lerim hep “en” küçükken vardı. Bordo uğur böceklerinin rengiyken çok daha masum, çok
daha canlıydı. Keşke “en küçük” kalmak, “en bordo” olmak mümkün olsaydı…
Kırmızı Perdeli Oda
Özlem Çarikçioğlu
Aynalar yalan söylemiyor. Yaşlanmışım. Eskiden pürüzsüz olan tenimde ince kırışıklıklar, küçük güneş lekeleri var artık. Saçlarım sanki azalmış. Ellerimin rengi solmuş, dudağıma götürüyorum, titriyorlar. Artık yetmiş altı
yaşındayım. Yani sanırım. Çok net hatırlayamasam da hemşireler böyle diyorlar. Hayatım beyaz duvarlar arasında
geçiyor ama bana çok iyi davrandıkları da bir gerçek. Ara sıra bir adam geliyor, uzun boylu, benim yaşlarımda,
iri gözlü, temiz suratlı bir adam. Birkaç kez benimle sohbet ettiğini hatırlıyor gibiyim. Evet, evet hatırladım
şimdi. Bir defasında kırmızı perdeleri olan geniş bir odada görmüştüm onu. Kolumu tutan hemşireler beni odaya
yöneltmiş, sonra da kolumdan çıkmışlardı. Bu odayı hatırlıyordum. Peki ya bu adamı? Ona yabancı diyemem, daha
önce gördüğüme eminim. Ama sanki tanıyorum onu, bir yabancıyı tanımaktan çok daha öte bir biçimde. Bunları
düşününce başıma ağrıların girdiğini hissediyorum. En iyisi hiç düşünmemek, zaten o bir yabancı. Odadaki beyaz
koltuğa, yabancı adamın bakışları eşliğinde oturuyorum. Adam piyanonun başına geçiyor. Çaldığı parça ilginç bir
şekilde tanıdık geliyor. Ama düşünmemeliyim. Oturduğum yerde gözlerimi kapıyorum. Birkaç dakika sonra melodi
susuyor ve piyanonun kapaklarının kapanma sesini işitiyorum. Gözlerimi açtığımda adam bana doğru ilerliyor. “Siz
de denemek ister misiniz?” diyor iyice yaklaştığında. “Daha önce hiç denemedim ki” diyorum. Ama o ısrarla beni
kaldırıyor, piyanonun başına kadar bana eşlik ediyor. Oturup parmaklarımı tuşlara yerleştirdiğimde bu hissin bana
hiç de yabancı gelmediğini fark ediyorum. “Gözlerini kapat” diyor yumuşak bir sesle. Anlam veremiyorum ama
içimdeki ses bana kapatmamı söylüyor. Daha sonra parmaklarım benden bağımsız bir şekilde hareket ediyor. Çıkan
ses ile adamın yüzündeki gülümseme artıyor. “Nilgün hatırladın mı?” deyip elimi tutuyor aniden. O sırada korkuyorum, bağırmaya başlıyorum. Hemşireler içeri koşuyorlar. “Odama götürün beni” diyorum. Götürüyorlar. İçeri
giderken son bir kez adamın yüzüne bakıyorum. Gözleri yaşlanmış.
Odamda yatarken dışardan gelen seslere uyanıyorum. Gözümü açacak gücüm yok ama dışardaki ses
çok tanıdık. Evet, o! Kırmızı perdeli odadaki adamın sesi bu. Yanında ayırt edemediğim birkaç ses daha var.
Konuşmalardan vedalaştıklarını anlıyorum. “Eve dön baba,” diyor ince bir ses. “Eve dön artık, seni hatırlamıyor.”
28
29
30
Oğul Girgin
Siyah Eldivenler Tayis Arslan
Kırmızı bir gül vermişti bana. Oysa bilirdi kırmızı gülleri çok bayağı bulurdum ben. Tutku ve aşkı simgeler
kırmızı derdi muzırca. İkisi de çok tehlikeli derdim, kırmızı gibi. Tedbirli, bir adım atmadan kırk kez düşünen, sabit
fikirli birinin yaşamında kırmızıya yer yoktur. Benim de yaşamımda kırmızıya yer yoktu.
Evet; tedbiri elden bırakmayan, sabit fikirli, kibirli, ukala biriydim ben. Değişikliklerden, sonsuz bilinmezliklerden korkardım. Beni nasıl sevebilmişti? Asıl büyük soru, ben onun gibi gözü pek, deli dolu, yaşamaktan korkmayan birini sevmeye nasıl cesaret edebilmiştim?
At arabası sallanarak durdu birdenbire. Kırmızı ışık yanmış. Kırmızı... Tehlike… Oturduğum bordo kadifeyi
siyah eldivenlerimle okşadım. Keşke bu eldiven gibi, beni tehlikelerden koruyan bir kılıf olsa… Girsem o kılıfa ve
sonsuza dek içinde saklanabilsem… O zaman hiçbir bordo, kırmızı dokunamaz bana. Canımı yakamaz.
At arabasının hareket etmesiyle düşüncelerimden sıyrılıverdim. Tedirgin Londra halkına baktım arabanın içinden… Her birinin gözlerinin içindeki korku ve endişe işte o an dokunuverdi yüreğime. Kırmızı çek ellerini!
Benim gözlerime bakan biri de böyle mi hissederdi? Kırmızılarda mı yanardı o da? Kırmızıdan daha karanlık
bir bordo muydu yoksa gözlerimin içindeki endişe?
Kırk üçüncü gün. Kırk üç koca gün...
Bir gün sormuştum ona. Nasıl sevebildin beni? Zor olmadı doğrusu deyip gülmeye başlamıştı. Oysaki
zordu. Ben beni sevmezdim mesela. Sıkıcı birini kimse sevmezdi. Sıkıcı insanlar kendilerini sevmezdi. Hak etmezdim onu. Benim gibi korkak biriyle mutsuz bir hayat sürmesini istemezdim hiç. Gerçi ben böyle olmak istemezdim
ya…
Varlıklı, kültürlü bir aileden gelen kızlar, benim gibi olmak için yetiştirilirler. Benim gibi sabit fikirli, tedbirli,
soğuk, ciddi kadınlara dönüşünce de iyi eğitim gördükleri tasdiklenmiş olur. Ben de böyle olmak için büyütülmüş
bir kuklaydım. Kılıfların içine saklanıp, sonsuza dek orada yaşamak isteyen bir kukla… Ve o, benim gibi korkak bir
kuklayı sevme cesaretini göstermişti. Benimki cesaret değildi, onu herkes severdi. Onu sevmek için cesur olmaya
gerek yoktu. Asıl cesur olan oydu, hep o olmuştu zaten.
Kendini tanımıyorsun derdi. Gülerdim. Farkında değilmişim. Sen sandığından çok daha cesursun derdi bana.
Senin kadar özgür ve cesur düşünen çok az kişi tanıdım ben derdi sürekli. Gülerdim. Düşüncelerin kırmızılığı
önemli değildir çoğu zaman. Düşünceleri göremezsiniz. Sözler, hareketler, yazılardır görünen. Kırmızı da onların
içinde yaşar. Ben kırmızı olmak isteyip olamamış biriyim. Olmak istediğiniz şeyden korkmak ve korktuğunuz şeye
cesaret edememek, sizi acınacak bir korkak yapar. Benim gibi…
Ama onun yanındayken, işte onunlayken bir kukladan çok daha fazlası olurdum. Düşüncelerim, sözlerle kırmızıya dönüşürdü. Kendimden başka kimseye anlatmadıklarımı ona anlatırdım. Belki bu yüzden,
ona anlattıklarımı herkese anlattığımı sanır ve bana cesur muamelesi yapardı. Cesur değildim… Kırmızıdan
küçüklüğümden beri korkardım.
Kırk üç gün… Daha fazla dayanabilir miyim bilmiyorum…
Onun için bu sefer, sırf onun için, zaten tek onun için, cesur olmak zorundaydım. Tehlikeden kaçmamak, o
kılıflara saklanmamak için çabalamalıydım. Çantamın içinden çıkardım gülü. Taç yapraklarının yarısı kopmuştu.
Geri kalanlar da bordodan siyaha doğru renk değiştiriyordu. Bordodan siyaha doğru… Tıpkı ateşte yanan küller
gibi gittikçe kararıyorlardı. Kıpkırmızı ateşte yanan kırmızı küller gibi… Üşüdüm. Gel artık, ne olursun gel artık!
Bir daha demiştim ona, bana gül verecek olursan beyaz bir gül ver. Masumiyet ve sevginin rengi beyaz…
Mutluluğun rengi o… Gülmüştü. Barışın rengi beyaz demişti. Savaşmaya gidecek birinin beyaz bir gül vermesi
ironik olurdu diyerek gülmüştü. O zaman da üşümüştüm. Nasıl da gülebiliyordu? Ölümüne giden biri nasıl gülerdi?
31
Nasıl bir cesaretti bu? Düşündükçe üşüyorum. Düşünme Jasmine, düşünme!
Aklım oyunlar mı oynuyordu bana, yoksa cidden fark edememiş miydim gözlerini o an? Ya da fark etmiş ama
anlamak istememiştim. Ona bir dahaki sefer beyaz gül vermesini söylediğimde… Gözlerinde bordoya çalan bir
kırmızı vardı. Dudaklarındaki buruk bir gülümsemeydi. Hayır, kabullenemezsin. Öleceğini kabullenemezsin! Kabullene
Hıçkırıklara boğulmak, kılıflara saklanmak gibi… Kendini kaybedinceye kadar, kendinden kurtulana kadar
hıçkırıklara boğulmak… Ferahlık ve acı aynı anda… Tıpkı kırmızı gibi… Cesaret ve korku… Hıçkırıklarda üşümez
insan. Hıçkırıklar sıcacıktır, tıpkı bu siyah eldivenler gibi. Kendinizden ve dünyadan kurtarır sizi. Sadece gözlerinizdeki yaşları ve hıçkırmalarınızı hissettiğiniz bir dünyaya gidersiniz. Ta ki o dünyanın geçiciliğini hatırlayıncaya
kadar… Hatırladığınız vakit, hıçkırıklar susar. Kendinize, yaşamınıza geri dönersiniz.
Geri döndüm. Ölmemek zorundasın! Benim için ölmemek zorundasın! Sen gidersen, o zaman işte
düşüncelerimdeki kırmızı da ölür. O şeffaf kırmızı bile ölürse, işte o zaman kendimi şu kadar sevemem. Kırmızı
güç ver!
Siyah eldivenlerimi çıkardım, bordo koltuğa dokundum çıplak ellerle. Kırmızı, tehlike değildi. Kırmızı, cesaretti. Tüm korkulara ve tehlikelere rağmen cesaretine tutunabilmekti kırmızı. Kırmızı, sana tutunmaktı. Tıpkı
senin bana tutunman gibi. Kırmızı, sana bilinmeyenlere yaklaşabilmek ve onlardan umudunu esirgememekti.
Kırmızı bizdik. Kırk üç gün… Her geçen gün daha da kırmızılaştığım, bordoya çalmaya başladığım kırk üç koca
gün… Gel artık, ne olursun gel!
32
(K)AYIP
Bir varmış, bir yokmuş;
Kendi hâline bırakılsaymış eğer,
Güzel ve sarı olacak bir lale varmış.
Ama bu lale ne güzel olabilmiş
Ne de sarı.
Olmamış, olaMAmış.
Büyükleri dermiş ki:
“Rüzgârın önünde boynunu eğ;
O’nun karşısında dik durmak
AYIPtır.”
Bizimki de en ufak esintide boynunu eğermiş.
“Topraktan öyle kana kana su içme,
AYIPtır.”
Bizimki de sadece susuzluktan ölecek
gibi olduğunda su içermiş,
Ona da içmek denmezmiş;
Ağzını ıslatırmış sadece.
“Yayılma öyle, köklerine sahip çık;
AYIPtır.”
Bizimki de utancından köklerini
derine salmazmış;
Öyle ki sadece dengesini korumaya
çalışırmış; başka da bir amacı yokmuş.
“Taç yapraklarını açma, arılar görür;
AYIPtır.”
Bizimki de iki büklüm durur,
Bir arı gördüğünde tüm güzelliğini
gizlemiş olmasına rağmen ne yapacağını
şaşırırmış.
“Hemen korkup da titremeye başlama öyle,
AYIPtır.”
Bizimki de utancından titremesinin sebebinin
Korku olmadığını dile getiremezmiş.
Rüzgârın karşısında dik durmak ayıpken,
İhtiyacı olduğu kadar su içmek ayıpken,
Kökleriyle sıkı sıkıya toprağa tutunmak da ayıpken;
Titrememenin elde olmadığını söyleyemezmiş.
Öyle ki bir gün gelmiş;
Utancından ölememiş.
Ölmüş de ölememiş.
Hep solgun durduğundan,
Bir gün olsun güzel sarı yapraklarını
33
Viyan Petekkaya
tavşan kanı
çay gibi hissetmek istiyorum.
ama çay gibi çay
öyle kupaya konmuş
buz gibi olmuş
şeker içinde boğulmuş
değil
ince belli cam bardakta
sıcak
demli
şekersiz
hissetmek istiyorum.
damaklarda kalıcı
hafif de acımsı bir tat bırakmak…
kaşları çattıran cinsten bir acılık bu
tıpkı düşünen adamların
kaşlarını çattığı gibi!
acıtmak istiyorum insanları azıcık
açmadığından,
Rüzgârın karşısında her zaman güçsüz
durduğundan
Kimse öldüğünü anlamamış.
Öyle bir gün gelmiş ki
Tüm lalelerin sonu bizimkininkine
benzemiş.
Tek benzeyen sonları değilmiş;
Her birine öğretilen AYIPlar da
benzermiş.
Öyle ki bir gün
Arılar bal yapamaz,
Bahçeler renklenemez,
Güneş de doğmak için
bir sebep bulamaz olmuş.
Öyle bir gün gelmiş ki
Yaşamak da ölmek de
AYIP olmuş.
34
huzurlarını bozmak Kafkavari bir tavırla…
görsünler istiyorum,
inanmamayı öğrensinler…
çay olmak istiyorum;
insanların,
kendisini kabullenmişliğe kaptırmış genizlerini
yakan cinsten.
35
Geceleri Saymak Zaman geçer geçmesine,
Ama nasıl geçer onu söyle.
Kaç kelam bir gönül?
Kaç kalem bir şiir?
Kaç kadın bir Leyla?
Kaç gece bir Şeb-i Yelda?
Kaç ızdırap bir aşk sen bana onu söyle.
36
Oğul Girgin
37
Cem Aksoy
Aşk-ı Kadim
Yüzyıllar, geçiyor yüzyıllar.
Ayaklarında akıp giden bir zaman…
Aşklar, aşklar geldikleri yere revan…
Aşkla yahut aşksız yaşayan
Bakıyordu binlerce insan,
Yerin mavi pencerelerinin ardından,
Yıldızlara, tüm aşklara şahit yıldızlara,
Ve bulutlara, gam olup yağan,
Ve martılara, kâinatın şarkılarını okuyan,
Ve sana ve bana ve sana.
Vapurlar geçiyor bu boğazdan
Arkalarında kaç aşık uçar umursamadan.
Asır oldu vuslat nasip olmadı.
Martılar, güzelim martılar,
Masmavi çöllerde uçmayı bıraktı mı?
Nazlı gelinlerin ardından baktılar gözleri yaşlı.
Hangimizin aşkı kadim onlardan?
Onlar şahit, onlar baktı hep
Dönüp arkasına bakmadan
İskelesine koşan vapurlara
Ve sana ve bana ve sana.
Hangimizin aşkı kadim onlardan?
Onlar şahit, onlar baktı hep
Dönüp arkasına bakmadan,
Süzülürken aşklar bir karabatak kanatlarında,
Minarelerin ve asırların arasından.
Hangimizin aşkı kadim onlardan?
Hangimize yar bu dünyada şu aşk,
Gayrı sudur ettiği Allah’tan?
Ne sana, ne bana, ne sana…
Şıngırtıların Fısıldadıkları
Anlamadım henüz aylardan kasım
Gülcemalimize daha ak vurmamış
Lakin hava musalla gibi soğuk
Kahvede bir bardak şekersiz çayımsın
Gözümden bir damla ve buharsın
Yahut nasıl denir o denli karbonatlısın
38
39
Halat Bağlı Mülahaza
Bahçelerimde kuru otlar bahar gibi bitti
Sıfatları enlerle başlayan fidanlarım sarı gibi yitti
Süslü beherlerimize hapis bu hayaller
Tütsü gibi çıktı, koktu, yayıldı ve gitti
Revaklardan şıp şıp damlardı şimdi eriyen karlar
Yapraklardan ağıttırlar toprağa vururlar
Dünle bir efsunlu sarı yaprak tanesi
Kayaları titreterek okuyor gazelini
Allahaısmarladık martılar
Vapuruna yanaşıyor iskelem
Bu dalgalar, koynunda denizanaları
Size emanet, lodos, duman ve elem
40
Boğaz, Sandal ve Kürekler
Son mehtap faslım semada ilk ışıkla
Nalân kaldı kollarım kürek vurdukça mâha
Vadesi yine efkârımızın yosma kadehe al dolmakta
Şafakla, denizle nabzın yağmur damlası gibi artmakta
Sefer nihayeti pek yakın, yazık, uzak şimdi ne yakın
Lakin doğrulun da bakın, iskele ufukta ne şuh kadın
Mehtap ricatta ah gönül, umulur mu ondan hiç medet
Deryada her gece çözül, düğüm kalmazsın ilelebet
Gamdan ağır vücuduma ceza diye konmuş bir dünya
Fakat bîşikayetim daima, kürek olmasa bîmecal kollarıma
41
Vapurun Sol Yanında Oturan Adamın Defteri
Hayallerini Boğaz’a bağıran gözler
Lal bakar ve asude bakacak martılara
O Boğaz ki hayalkostiklikleriyle kirli bugün
Her gün şafak ayazı eşlik eder
Vapurların arkasından
Al der, al kederlerin kalmış yatak odanda
Alnı yere bakanların kulağına
Martılara susamlı umutlar atan
Vah, hüzünlü canlar
Bir siz lodos lisanından anlayan
Gayrısı anlamayacak, yazık
Lügatlerimizden başlar bu lanet ayrılık
Ah, gözlerini parkelere dikenler
Siz, vicdanları martılar gibi berrak
Arnavut gibi inat cühelaya, kedere devam
Lisan-ı gönül yarınız kadar bilselerdi
O parkeleri kalpler arasına döşerlerdi
42
43
Özen Uğurlu
Gözlerin Gözlerinin rengi nefti yeşili miydi?
Ne eskiden olduğu kadar parlak ve canlı
Ne de hatırladığım gibi duygulu ve derin
Değişen gözlerin mi yoksa hislerin mi?
Yoksa sevgimiz de mi artık nefti yeşili?
Nefti yeşili;
Soğuk gecelerde beni ısıtan battaniyemin
Yalanlarımın, gerçeklerimin, hayallerimin, rüyalarımın
(Kendime söylediğim)(alt üst ettiğin)(yıkıp geçtiğin)(seni gördüğüm)
Hepsinin rengi bir;
Nefti yeşili, sarıldıklarımın rengi
Gözlerinin beni görmeyi bıraktığı günden beri
Işığını senden alan, gözyaşlarımla suladığım
Hiç açmayacak bir tomurcuk;
Nefti yeşili umutsuzluk
Ellerimle dokunduğum kirli, paslı telleri sazımın
Nefti yeşili tınıları
Yorgunluğu notaların
Kaygan ve keskin kayalara tutunmaya çalışan
Hiddetli dalgalarıyla parçalanan mavinin
Islak, korkak, isli bir yosunun rengi
Ben, nefti yeşili
Ve yangınında yanmış yüreğimin külleri arasında
Sağ kalmış tek parçası benliğimin
Sen, nefti yeşili
Artık ışığını kaybetmiş, ruhsuz, solgun
Gözlerinin rengi nefti yeşili;
Ne altında soluksuz uyuduğun toprak kadar kara
Ne de üzerinde senden bihaber yetişen çiçekler kadar
Yeşil, geçmişimin rengi, geldiklerimin
Nefti yeşili kaybolan geleceklerimin
Var olan, değişmeyecek sensizliklerimin
44
Berk Şahin
Kocaman Adamların Ülkesinde Bilmen Gereken Küçük Şeyler Küçük şeyler var
Çok küçük şeyler
Kâğıt bir para mesela
Ya da isminin önünde yazacak iki ya da üç harflik bir kısaltma
Gömleğindeki küçücük bir amblem
Bir dosya var, tüm hayatının özeti bu diyecekler sana
Ve daha milyon tane küçük şey var…
O gördüğün kocaman adamlar,
Putperestlerin kendi yaptıkları puta tapması misali
Tapacak bu küçücük şeylere
Milyon tane tanrıları olacak.
Senden bu milyon küçük şeyi sevmeni bekleyecekler
Sevginin bir göstergesi olarak
Bu milyon küçük şeye sahip olacaksın.
Sahip olmak sevgi göstergesidir çünkü
Kocaman adamların ülkesine hoş geldin.
Sahip olduğun şeyler yetmeyecek sana
Yetmemeli de…
Daha çok sevmen gerek
Daha çok sahip olman…
Ne kadar çok sevsen de,
Hepsine sahip olamayacak kadar çok milyon
Küçük şey var sonuçta.
Yenisine sahip olunca
Eskisi gözünden düşecek.
Düşmeli de…
Kalbindeki sevgiyi milyon önemsiz (ben çoktan aforoz edildim) küçük şeye bölmek
Kocaman adamların ülkesinde öğrenmen gerek en önemli kural.
Kalbini milyon önemsiz şeye böldükçe
Diğer milyon önemsiz sevgiye yer açılacak…
Sevgin bir atom kadar küçülünceye kadar
Her yeni sahip olduğun için
Kalbini böleceksin.
Ama sadece sahip olduğun putların için yer olmalı kalbinde.
Arkadaşlığı, sevgiyi, kuşları, yağmuru, müziği sevemezsin.
Kocaman şeyler için yer yok
45
Tayis Arslan
Bu da bilmen gereken ilk yasak .
Lakin sayıları, harfleri, amblemleri, dosyaları, kâğıt parçalarını sevmelisin
(Kimse aforoz edilmek istemez benim gibi).
Senin de (benim gibi) tapmanı bekleyecekler milyon küçük şeye.
Tapmazsan eğer (benim gibi) aforoz edileceksin
Lanetleyecekler seni (de).
İsminin önünde yazacak bir kısaltman olmayacak
Ama tekfir diye seslenecekler sana (bana seslendikleri gibi) .
Umarım sahip olursun…
Daha çok puta sahip oldukça
(Kendi yaptığın –hayır, kocaman adamların yaptığı-)
Daha çok saygı duyacaklar sana,
Sevecekler seni...
Putlaşacaksın gözlerinde.
Sana sahip olabilmek için
-büyük adamların ülkesinde sahip olmak sevgi göstergesidir biliyorsun
El üstünde tutacaklar seni.
Sen de onlara bir milyona böldüğün kalbinden çok ama çok küçük bir parça vereceksin.
Artık sana sahipler.
Sen ise putlaştığın an sahibi oldun onların.
Tebrikler.
Kocaman adamların ülkesinde, milyon küçük sevgiye böldüğün küçücük kalbinle
Kocaman bir adamsın artık.
Küçülmüş kalbi atom kadar milyon küçük sevgiyle dolu olan
Kocaman bir adam.
TEKFİR
46
Üşürüm Sensizlikten
Yalnızlıktan üşürüm ben,
Sevgisizlikten üşürüm.
Aşktan sıcaklar,
Aşksızlıktan üşürüm
Bakışların altında ezilmekten üşürüm
Yanıt bulamayan soruların arasında
Üşürüm ben günün en sıcak anında
Hele ki sen yoksan yanımda
Ha yatağımda yatmışım sensiz
Ha morgta kalmışım ne fark eder?
Sen yoksun ya yanımda,
Benim için her yer hüzün, her yer keder.
Üşürüm sensizlikten.
47
Ozan Diken
Şans
Çok sevdiğim bir arkadaşım vardır,
Şu an özel sebeplerden dolayı
Adını sizlerle paylaşamayacağım.
Fakat başından geçenler...
Onun başından geçenleri,
Yediden yetmişe, istisnasız,
Herkes, ama herkes bilmeli:
O bilmez ki başımıza gelenler
Düşlediklerimizden daha çok
Bizimdir.
Yahut da düşünmez,
Gerçekliğin gerçek değerini.
Sadece der ki:
“Şanslıysan yeterince;
söyleyebilirsin tüm düşüncelerini,
içini dökebilirsin karşındakine;
ama sadece yeterince şanslıysan.”
Ve hep “doğru” anı bekler
Bir yastık gibi yumuşak olan düşlerini
Gerçekliğin sert duvarına
“Bam!” diye vurmak için.
Bunu yapmak için gerekli olan kudreti
Ne damarlarındaki mevcut kanda bulabilir
Ne de kalbindeki minicik cesareti bastıran beyninde.
Anlayacağınız,
Doyasıya, dolu dolu,
Yaşlı amcaları “Vay be!” dedirtecek,
Genç kızların kalplerini hoplatacak,
İnsana dudak uçuklatacak
Şekilde yaşamaz düşlerini.
Onun düşleri,
Zihninde başlar
Ve zihninde biter.
Yani
Bu arkadaş hayallerini kendine saklar.
Göremez, bilemez mantıkçı kişiliği
Neler kaçırmakta olduğunu.
Ben de ona demek isterim ki:
Şans, insanın kalbinin gücünün
Beyninin mantık katsayısına bölümünün
Karesidir.
48
Umutcan Gölbaşı
Sakal
I
işinden memnundu Efrahim Usta
her ne kadar dükkanına gelen her müşteri
adını İbrahim sansa da
aldırmazdı o artık bunlara, alışmıştı insanlığa
ve o kadar görüp geçirmişti ki
isminin yanlış söylenmesi
onun canını sıkacak en son şeydi
yalnız başınayken dert edecek
daha büyük şeyleri vardı bu yaşlı yahudinin
bir başına, karanlıkta
sakalını sıvazlarken
II
Efrahim Usta severdi ya sakalını sıvazlamayı
aklına nasırlı parmaklarının ucuna batınca gelen
o derin bir ah çektiren anıları sevmezdi
sevmezdi ya aklından çıkıp gitmezdi onlar da
aksi bir sakız gibi beyninin en kuytu köşelerine yapışır
adamı iyice huzursuz ederdi
yine böyle tek başına sessizliğe ve karanlığa gömülmüş
sakalının iyice beyaz olmuş telleri arasında
soğuktan kaskatı kesilmiş parmaklarını gezdirirken
beynine yapışan sakızdan bir anlığına uzaklaşıp düşündü
derince ve iyice düşündü
o kadar derindi ki bu düşünce
marangozhanenin o tozlu havasını
ciğerlerine çekmeyi bile unutmuştu
ve sonunda içinde kalan birazcık solukla
“ne önemi var ki Efrahim” dedi
“ne anlamı var böyle yaşamanın”
gözü dolabın kuytu bir köşesinde
karanlıkta unutulmuş soğuk baba yadigarı tabancaya gitti
49
III
durdu
şöyle bir kafasını salladı
yapabilir miydi?
kendisi gibi herkesin unuttuğu bir kuytuda bulunan
o zavallı altıpatlara bir yakınlık hissetti birden
metal soğukluğunu hissetti içinde
düşüncesi bile kötüydü
yıllar sonra o barutu böyle kullanmanın
kötüydü ya huzurlatıcıydı da
vah dedi kendi kendine
bitmişim ben
şundan sonra
yaşamasam ne yazar
yaşamasam ne
ağırca doğruldu oturduğu sandalyeden
sigara kokan o eski yırtılmış kumaşı avucunda hissetti
derisinin ne farkı kalmıştı ki o kumaştan
dolaba doğru attığı her ağır adım
sanki zamanı gittikçe yavaşlatıyordu
ve yerdeki eski parkeler
gitgide kulağında çınlayan bir gıcırdama çıkarıyordu
yanağından bir göz yaşı aşağıya süzüldü
tenini ısıtarak
varmıştı artık döküntü dolaba
başını rafa doğru kaldırdı, öylece bakakaldı
yutkundu
tükürüğü boğazını yakarak aşağı ilerledi
bıkmıştı artık
sakalını sıvazladı uzun bir süre
sonra da yaşamak tatlı şey be dedi
yapamam ben böyle şeyi
hayat bu ya
ne olacağı belli olmaz demişler
üç gün sonra da
kanserden öldü zavallı Efrahim Usta
mezar taşına İbrahim yazıverdiler
50
51
Özen Uğurlu
Küçüğüm
Zor işmiş az olmak
Küçük olmak
Mecbur olunurmuş daima
En küçük dilimine pastanın
Ne ikincisi
Ne de büyüğü istenebilirmiş
Kalmış olsa bile fazlası
Başkan, avukat, sözcü
Herkes beni konuşurmuş
Adet yerini bulsun
Bana beni konuşmak
Az düşsün diye
Küçüğün ne suyu büyükmüş
Ne de sözü
Büyük kadar
Köstekmiş tutsaklığıma
Salonlar dolusu avukatlar
İstikrar sağlansaymış
Ezber bozulmasaymış
Ahlak da paylaşılsaymış keşke
Acımasızlık gibi
Çoğunluğa göre.
52
Sarper Ünal
Ayakta alkışlandı dedektif
Belli ki fark etmedi kimse
Suçun kokusunu almak
Yetmezdi deşifre etmeye
Tadına bakmalı suçun
En azından,
Bir kere .
53
Karlı Dondurma, Vişneli Gece
Viyan Petekkaya
Erkenden kalktı. Pıtı pıtı banyoya koştu. Çok çişi vardı. Sıra elini yıkamaya geldiğinde uykusu artık
iyice açılmıştı. Önce kırmızı taburesini getirdi lavabonun önüne, ardından taburenin üstüne çıktı, sabuna uzandı.
Yüzünü de yıkadıktan sonra şöyle hafifçe ıslattı alnına dökülen saçlarını, sonra da geriye doğru taradı. İşte şimdi
koca bir adam gibi hissediyordu. Tabureden indi, açık bıraktığı kapıdan çıktı. Üç sıçrayışta yetişebildi elektrik
düğmesine. Kendiyle gurur duyuyordu; çünkü önceki gece uyumadan önce tam beş kez sıçraması gerekmişti ışığı
söndürebilmek için.
Babaannesinin odasına yöneldi, kapıyı hafifçe araladı. Çok dikkat etmesine rağmen kapı gıcırdamıştı; babaannesini uyandıracağı korkusuyla dudağını ısırdı yarısı düşmüş dişleriyle. Yok ama, korktuğu gibi olmamıştı;
babaannesi hâlâ mışıl mışıl uyuyordu. İlk defa babaannesinden erken kalkmayı başarabildiği için kocaman bir zafer
gülümsemesiyle allandı yanakları. Tekrar gıcırdar korkusuyla kapıya hiç dokunmadı. Parmak uçlarıyla gerisin geri
yürüdü. Tek dileği babaannesinin bir süre daha uyumasıydı. Onun için hazırlayacağı sürprizin tam ortasında yakalanmak istemiyordu.
Mutfağa gitti. İşe koyulmadan önce bir iskemleye çöktü. Önce plan yapması gerekiyordu. Mesela böğürtlen
reçeli sofraya en son çıkaracağı şey olmalıydı. Çünkü hiç kuşkusuz babaannesi böğürtlen reçelinin kokusunu alır
almaz uyanacaktı. Babaannesi böğürtlen reçeli yerken elli yaş küçülür, ağzı burnu reçel içinde kalmış bir bıdığa
dönüşürdü. Öyle ki insanın hiçbir şey yapmayıp sadece onu izleyesi, izleyesi ve izleyesi gelirdi. Yumurta… Evet,
yumurta pişirmeliydi! Babaannesinin yumurta pişirmek için neler yaptığını hatırlamaya çalıştı. Herhalde önce biraz
tereyağı koymalıydı tavaya. Ateşi de çok açmasa iyi olurdu. Neticede ilk kez ocak kullanacaktı ve dikkatli olması
gerektiğini biliyordu. Çay zaten olmazsa olmazıydı kahvaltının. Sonra düşündü de daha ilk denemede bu kadar
maceraya gerek olmadığına karar verdi. Belki de çayı babaannesinin yapması daha doğru olurdu. Çünkü sürpriz
yapayım derken kendini yakıp da babaannesinin başına iş açmak istemezdi. Tamam öyleyse, artık işe koyulma vaktiydi.
Mutfakta da mavi bir taburesi vardı. Tabureyi aldı, buzdolabının önüne koydu. En üstteki raftan tereyağını
çıkardı. Çok dikkatle yaktığı ocağın üstüne yerleştirdiği tavaya bir parça tereyağı koydu. Yumurtayı kırarken tavaya
yumurta kabuğu düşmesini engelleyememişti. Minik parmaklarıyla kabukları almaya çalıştı. Sabırla yumurtanın
pişmesini bekliyor, ocağın başından ayrılmıyordu. Böyle olunca işler çok daha yavaş ilerliyordu tabii; ama ilk
deneyimini yüzüne gözüne bulaştırmak da istemezdi doğrusu. Nihayet yumurtanın piştiğine kanaat getirince
ocağı söndürdü ve tavadaki yumurtayı iki tabağa eşit bir şekilde bölüştürdü. Şimdi de ekmek kızartma makinesine
birkaç dilim ekmek atıp tekrar buzdolabına yöneldi. Ekmek kızartma makinesi zamanı geldiğinde kendi kendine
durduğundan onun başında beklemesi gerekmiyordu. İki küçük domates, bir de salatalık çıkardı, taburesini lavabonun önüne götürdü ve bunları bir güzel yıkadı. O, domatesleri doğramaktayken ekmekler de kızarmıştı. Onu
kendinden geçiren kızarmış ekmek kokusu babaannesini uyandırmadığı için mutluydu. Reçeli en son çıkaracak
olmak ne de akıllıca bir karar olmuştu. Salatalığı da ince dilimler hâlinde kesti ve bu dilimleri tabağın dibine
doğradığı domateslerin üzerine gülen yüz şeklinde yerleştirdi. Zeytin ve peynir de masadaki yerlerini aldıktan sonra
sıra artık reçeli çıkarmaya gelmişti. Çok heyecanlıydı. Dolaptan reçel kavanozunu aldı, masanın üzerine koydu.
Minik parmaklarının gücü kavanozun kapağını açmaya yetmiyordu. Parmak uçları kızardı; ama pes etmedi. Eli de
terlemişti üstelik. O da pijamasını bir eldiven gibi kullanıp tekrar asıldı kapağa. Göbeği cıbıl cıbıl ortadaydı şimdi.
Nihayet açabildi reçel kavanozunun kapağını. Babaannesinin en sevdiği tabağa özenle koydu reçeli. Böğürtlen
reçeli, bu porselen tabağı, bir gelini süsler gibi büyük bir özenle süslüyordu. Koyu kırmızılar ve morlarla süslü
gelini masanın tam ortasına yerleştirip çöktü yine iskemlesine. Babaannesini öpüp uyandırmak da vardı ama onun
54
reçel kokusuna uyanmasını daha çok istiyordu. Bir süre beklemeye karar verdi. Zaten taze süt kokusu minik bir kedi
yavrusu için neyse, böğürtlen reçeli kokusunun da babaannesi için aynı şey olduğunu biliyordu. Çok beklemesi
gerekmeyecekti yani. Ama bekledi. Bekledi. Bekledi. Babaannesi dün çiçeklerle ilgilenirken pek yorulmuş olacaktı ki
böylesine derin uyumuştu.
Dayanamadı, kalktı. Babaannesinin yanına gidip yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Babaannesi
kalkmadı. Mışıl mışıl uyuyordu. Çok yorulmuş olacaktı ki hâlâ uyuyordu. Babaannesinin yanına uzandı, ona sarıldı.
Babaannesi kalkmadı. Mışıl mışıl uyuyordu. Babaannesinin yanında, o da uyudu. Babaannesi kalkmadı. Böğürtlen
reçeli masanın üzerinde kaldı, babaannesi uyanmadı.
55
Uyuyan Böğürtlen Bıdığı
Viyan Petekkaya
Erkenden kalktı. Pıtı pıtı banyoya koştu. Çok çişi vardı. Sıra elini yıkamaya geldiğinde uykusu artık
iyice açılmıştı. Önce kırmızı taburesini getirdi lavabonun önüne, ardından taburenin üstüne çıktı, sabuna uzandı.
Yüzünü de yıkadıktan sonra şöyle hafifçe ıslattı alnına dökülen saçlarını, sonra da geriye doğru taradı. İşte şimdi
koca bir adam gibi hissediyordu. Tabureden indi, açık bıraktığı kapıdan çıktı. Üç sıçrayışta yetişebildi elektrik
düğmesine. Kendiyle gurur duyuyordu; çünkü önceki gece uyumadan önce tam beş kez sıçraması gerekmişti ışığı
söndürebilmek için.
Babaannesinin odasına yöneldi, kapıyı hafifçe araladı. Çok dikkat etmesine rağmen kapı gıcırdamıştı;
babaannesini uyandıracağı korkusuyla dudağını ısırdı yarısı düşmüş dişleriyle. Yok ama, korktuğu gibi olmamıştı;
babaannesi hâlâ mışıl mışıl uyuyordu. İlk defa babaannesinden erken kalkmayı başarabildiği için kocaman bir zafer
gülümsemesiyle allandı yanakları. Tekrar gıcırdar korkusuyla kapıya hiç dokunmadı. Parmak uçlarıyla gerisin geri
yürüdü. Tek dileği babaannesinin bir süre daha uyumasıydı. Onun için hazırlayacağı sürprizin tam ortasında yakalanmak istemiyordu.
Mutfağa gitti. İşe koyulmadan önce bir iskemleye çöktü. Önce plan yapması gerekiyordu. Mesela
böğürtlen reçeli sofraya en son çıkaracağı şey olmalıydı. Çünkü hiç kuşkusuz babaannesi böğürtlen reçelinin kokusunu alır almaz uyanacaktı. Babaannesi böğürtlen reçeli yerken elli yaş küçülür, ağzı burnu reçel içinde kalmış bir
bıdığa dönüşürdü. Öyle ki insanın hiçbir şey yapmayıp sadece onu izleyesi, izleyesi ve izleyesi gelirdi. Yumurta…
Evet, yumurta pişirmeliydi! Babaannesinin yumurta pişirmek için neler yaptığını hatırlamaya çalıştı. Herhalde önce
biraz tereyağı koymalıydı tavaya. Ateşi de çok açmasa iyi olurdu. Neticede ilk kez ocak kullanacaktı ve dikkatli
olması gerektiğini biliyordu. Çay zaten olmazsa olmazıydı kahvaltının. Sonra düşündü de daha ilk denemede bu
kadar maceraya gerek olmadığına karar verdi. Belki de çayı babaannesinin yapması daha doğru olurdu. Çünkü sürpriz yapayım derken kendini yakıp da babaannesinin başına iş açmak istemezdi. Tamam öyleyse, artık işe koyulma
vaktiydi.
Mutfakta da mavi bir taburesi vardı. Tabureyi aldı, buzdolabının önüne koydu. En üstteki raftan
tereyağını çıkardı. Çok dikkatle yaktığı ocağın üstüne yerleştirdiği tavaya bir parça tereyağı koydu. Yumurtayı
kırarken tavaya yumurta kabuğu düşmesini engelleyememişti. Minik parmaklarıyla kabukları almaya çalıştı. Sabırla
yumurtanın pişmesini bekliyor, ocağın başından ayrılmıyordu. Böyle olunca işler çok daha yavaş ilerliyordu tabii;
ama ilk deneyimini yüzüne gözüne bulaştırmak da istemezdi doğrusu. Nihayet yumurtanın piştiğine kanaat getirince
ocağı söndürdü ve tavadaki yumurtayı iki tabağa eşit bir şekilde bölüştürdü. Şimdi de ekmek kızartma makinesine
birkaç dilim ekmek atıp tekrar buzdolabına yöneldi. Ekmek kızartma makinesi zamanı geldiğinde kendi kendine
durduğundan onun başında beklemesi gerekmiyordu. İki küçük domates, bir de salatalık çıkardı, taburesini lavabonun önüne götürdü ve bunları bir güzel yıkadı. O, domatesleri doğramaktayken ekmekler de kızarmıştı. Onu
kendinden geçiren kızarmış ekmek kokusu babaannesini uyandırmadığı için mutluydu. Reçeli en son çıkaracak
olmak ne de akıllıca bir karar olmuştu. Salatalığı da ince dilimler hâlinde kesti ve bu dilimleri tabağın dibine
doğradığı domateslerin üzerine gülen yüz şeklinde yerleştirdi. Zeytin ve peynir de masadaki yerlerini aldıktan sonra
sıra artık reçeli çıkarmaya gelmişti. Çok heyecanlıydı. Dolaptan reçel kavanozunu aldı, masanın üzerine koydu.
Minik parmaklarının gücü kavanozun kapağını açmaya yetmiyordu. Parmak uçları kızardı; ama pes etmedi. Eli de
terlemişti üstelik. O da pijamasını bir eldiven gibi kullanıp tekrar asıldı kapağa. Göbeği cıbıl cıbıl ortadaydı şimdi.
Nihayet açabildi reçel kavanozunun kapağını. Babaannesinin en sevdiği tabağa özenle koydu reçeli. Böğürtlen
reçeli, bu porselen tabağı, bir gelini süsler gibi büyük bir özenle süslüyordu. Koyu kırmızılar ve morlarla süslü
gelini masanın tam ortasına yerleştirip çöktü yine iskemlesine. Babaannesini öpüp uyandırmak da vardı ama onun
56
reçel kokusuna uyanmasını daha çok istiyordu. Bir süre beklemeye karar verdi. Zaten taze süt kokusu minik bir
kedi yavrusu için neyse, böğürtlen reçeli kokusunun da babaannesi için aynı şey olduğunu biliyordu. Çok beklemesi
gerekmeyecekti yani. Ama bekledi. Bekledi. Bekledi. Babaannesi dün çiçeklerle ilgilenirken pek yorulmuş olacaktı
ki böylesine derin uyumuştu.
Dayanamadı, kalktı. Babaannesinin yanına gidip yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Babaannesi
kalkmadı. Mışıl mışıl uyuyordu. Çok yorulmuş olacaktı ki hâlâ uyuyordu. Babaannesinin yanına uzandı, ona sarıldı.
Babaannesi kalkmadı. Mışıl mışıl uyuyordu. Babaannesinin yanında, o da uyudu. Babaannesi kalkmadı. Böğürtlen
reçeli masanın üzerinde kaldı, babaannesi uyanmadı.
57
Yok Yok Irmak Özçilingir
Gidiyoruz Ekrem Bey, gidiyoruz! Yok yok bu gerçek olamaz, evimize gidiyoruz. Yetmiş yıl dile kolay bu şehirde, ne
kadar özledim evimi. Hâlâ köy kahvesinde tavla turnuvaları yapılıyor mudur dersiniz? Hatırlar mısınız, hep birinci
olurdunuz. Öyle bir yarışma yapmayalı ne kadar oldu kim bilir. Bu büyük şehirde ne kadar tükendik aslında değil mi
Ekrem Bey?
Otobüse binişimizi hayal meyal hatırlıyor gibiyim; ama şimdi yoldayız gidiyoruz işte. Uzak bir şehre doğru gidiyoruz.
Köyümüz var o şehirde. Ne kadar bekledim bu anı. Önümüzdeki uçsuz bucaksız yolu, otobüsün her tümsekten geçişte
tıkırdayan kapağını, o plastik bardaktaki sıcak çay kokusunu hep hayal ettim. Yok yok bu gerçek olamaz, evimize
gidiyoruz Ekrem Bey!
Yol kenarındaki kar taze henüz, bulut mavisi rengiyle eriyip gökyüzüne karışmayı bekliyor. Büyük şehirde bu mevsimde kar olmaz değil mi Ekrem Bey? Bu mevsimde de kar görürdük aslında. Yetmiş oldu herhalde değil mi? Evimizi
görmeden yetmiş yıl geçirdik Ekrem Bey.
Şehre ilk gelişimizi hatırlıyorum. Siz en güzel takımınızı giymiştiniz. Toprak rengi pantalonunuz ve bembeyaz gıcır
gıcır gömleğiniz vardı üzerinizde. Şehre gidiyoruz diye daha bir özenle ütülemiştim o gömleği. Ütüye koyacağım
kömürü ısıtırken ellerim titriyordu heyecandan. Şehre gideceğiz diye ne kadar da mutluydum. Kim bilirdi özel günler
için sakladığım elbisemi giyerken, evimi yetmiş yıl göremeyeceğimi?
Gidiyoruz şimdi ama değil mi? Evet gidiyoruz. Herkesin elinde gidiş-dönüş biletleri varken bizim elimizde sadece
gidiş bileti var. Evet, bu gerçek, evimize gidiyoruz.
Şu insanlara bir bakın Ekrem Bey. Neden kimse huzurlu değil? Herkesin yüzünde bir tedirginlik var, neden dersiniz?
Belki de hiçbir şeyin aynı olmayacağından korkuyorlardır. Yetmiş yıl, Ekrem Bey, köyümüz bizi unutmuş olabilir
mi? Kahvedeki tavla yarışmaları bitmiş, eski dostlarımız köyü terk etmiş midir dersiniz? Peki ya evimiz, gri boyalı
evimiz hâlâ yerinde midir? Hatırlar mısınız nasıl akıtırdı çatısı, acemilik döneminize gelmişti evimiz. Çok ustaca
yapamamıştınız çatıyı. Şehirde de hiç çatı tamir etmediniz. Unutmuş olmayasınız? Yok yok, sorun değil köydeki
dostlarımız yardım eder bize. Belki İsmail Bey konuk eder bizi evinde. Ne kadar sıkı dosttunuz onunla Ekrem Bey.
Çocukluğunuz birlikte geçmişti.
Uyuyamıyorum heyecandan. Yoldaki çakıl taşları takır takır çıtlatıyor camları. Şoför beyin radyosundaki cızırtıyı duymuyorum artık, alıştım sanırım. Herkes uyuyor. Şoför beyle ben seyrediyoruz yolu. Önümüzde kocaman dağlar var.
Dağların ardında da köyümüz vardır belki Ekrem Bey.
Uyuyan herkesin yüzünde bir tedirginlik var. Otobüs yolculuğu bu kadar mı ürkütür insanı? Belki de kimse benim gibi
kavuşmayacaktır evine. Yok yok, bu gerçek olamaz. Çok yaklaştık Ekrem Bey! Gece sona yaklaştı, sabah oluyor. Denizdeki kayıkları görmeye başladım. Birkaç kuş uçup gitti bile otobüsün yanından. Yarışa girdik dalgalarla, bir onlar
öne geçiyor, bir biz. Güneş doğmak üzere Ekrem Bey, siz de omuzumda uyuyorsunuz.
58
Tatlar, Kokular ve Tutkular Zeynep Ceylan
Bu öykü, Tahsin Yücel’in 1960’da yayımlanan romanı Mutfak Çıkmazı’ndan1 esinlenerek yazılmıştır.İlyas
Divitoğlu, Emel ve Murat Tahsin Yücel’in kaleminden çıkmadır. Yazılan bu hikâyede, yalnızca İlyas’ın hayal dünyası
ve olay örgüsü özgündür.
Kovuklarından ballar damlayan, etrafı keskin ada çayı ve kekik kokularıyla kaplı, dallarından güneş gibi portakallar sarkan geniş yapraklı bir ağaçtaydı şimdi. Ziyaret ettiği rüyalar bahçesinde her gece farklı ağaçlara binerdi.
Havuçları köklerinden söker, görünüşlerinden nasıl bir tatları olduğunu anlamaya çalışırdı bazen. Bazen de kendini
sonsuz taze baharatla kuşatılmış halde bulur, ekmek kokusu alırdı bir yerlerden. Gördüğü her şeyin tadını duyardı
bir yandan da afiyetle yerdi renkleri ve kokuları. Ancak biberiye kaplı çimenlerde attığı her adım ve tattığı her yeni
meyveyle beraber zamanının azaldığını bilirdi, fokurtu yaklaşırdı çünkü. O telaşla gözleri, çayı yapılacak farklı bir
baharat arardı, yeni bir tat kaynağını ne zaman bulduğunu düşünüp eline alsa hep aynı çay yapraklarını görürdü.
Sinirlenir, beraberinde götürecek güzel bir yaprağı seçerken, tam aradığını bulmuşken, hep aradığını bulmuşken
uyanırdı.
Çayı kaynatan Murat’tı bu sefer. İlyas kokusundan dahi anlıyordu çayın tat eksikliğini, nasıl kötü demlenmiş
olduğunu.
“Ben yapardım, canım,” diye geveledi ağzında, mutfağındaki beceriksize hitaben. “İlyas! Günaydın dostum, bugünden tezi yok okula geliyorsun, Orhan Bey özellikle rica etti. Dersleri seninle başka oluyormuş, öyle
dedi. Çayını da ben kaynattım senin için. Bak bugün fakülteden sonra şöyle güzel bir lokantaya gidiyoruz. Buraya
kapanıp yemek yapmak yok!”
İlyas duymuyordu. Getiremediği o sihirli, bildiği her tadın, rengin ve kokunun bileşimi olan o yaprağa
yanıyordu şimdi. Bugün yapmayı düşündüğü doldurulmuş tavuğun içine ne yakışırdı! Ya da daha iyisi, çayını
onunla yapar, kendisi yapardı.
“Emel denen o kızdan korkma İlyas! Meraklanma, onu gördüğünde onunla konuşmazsın sen, üzmesine izin
vermezsin, olur biter! Sen kendi yemeğini pişirecek adam mısın İlyas? Topla kitaplarını, içelim çayımızı, gidelim.”
“Ben o çayı içmek istemiyorum. Tadı hep aynı.”
“Ne demek istiyorsun dostum, İlyas? İlyas?”
Fakat o odasına yönelmiş, bahçesi ve kendisini ayıran şu tatsız konuşma ve tatsız çaydan kaçıyordu. Kapıyı
arkasından kilitledi. Kapıya Murat ve beklentiler çarptı. Bahçesine vardığında, umutsuzca savaşıyordu gelen rüzgâra
karşı. Sesler, kokuları ve renkleri bastırdı. Kekikler kurudu, portakalların hepsi yerlere saçıldı. Rüzgâr, etrafında
bir tayfun oluşturdu. Bir baktı yanında Emel duruyor! İkisi, tayfunun gözünde, bakışıyorlardı. Konuşuyordu Emel,
ancak inanılmaz bir hızla aklını, kalbini ve bahçesini kuşatan sesler Emel’inkini bastırıyordu:
“Divitoğulları’nun gözü, biriciği! Büyüğümüzsün sen, umudumuzsun sen, deden gibi yargıtayda çalışacaksın,
gururumuz sayende yeniden yükselecek, gücümüz ve zenginliğimize senin sayende kavuşacağız! İlyas’ımız!
Büyüğümüz!”
Ancak İlyas’ın hırsı başkaydı artık. Çok daha derinlerden geliyordu, benliğinin içinden ,öyle derindi ki tarihin
ilk zamanlarının içine düşüyordu sanki, etrafı yemek buharıyla kaplıydı, dün yaptığı etin karamelimsi kokusu içinde
yüzerek daha derine daha aşağı iniyordu şimdi. Emel’den daha alçaklardaydı şimdi. Murat’tan, tayfundan hatta
bahçesinden daha derinlerdeydi. Yalnızlığından uzaklardaydı, ışıl ışıl kalay tencerelerin arasında. Birden tencerelerin
sıcak yansımasında Nazım Hikmet’i gördü. Salatalık doğrarken bir yandan bir kâğıda bir şeyler karalıyordu:
59
Mutfaktayız
masada, muşambanın üstünde bahar
masada, muşambanın üstünde körpecik bir salatalık
çiçeği burnunda, pütürlü.
Çepçevre oturmuş bakıyoruz ona
çarpıveriyor yüzümüze yumuşacık
bir tazeliktir kokuyor bir tazelik
Can Yücel de oradaydı, lapaya benzeyen ancak çok güzel kokan bir risotto pişiriyordu, bir yandan sakin bir
özlemle dizeler okuyordu:
Bir tabak lâpa olsa şimdi
Anamın hanımelleriyle pişirdiği
Akpak ve onun elleriyle sıcak
Bir tabak lâpa olsa
Anamın pişirdiği
Refik Halid Karay, tarhana çorbasını karıştırdığı sırada4 aradığı baharatın onda olduğuna dair İlyas’ın içinde
tuhaf bir his vardı.. Refik Bey başını kaldırdı ve İlyas, ona sırrını sordu. O da açıkladı; ancak İlyas gene de pek bir
şey anlamadı. Tulum peyniri ve kızarmış ekmek parçaları katmak dışında başka bir süsleme, farklı bir çeşnilendirme
tekniği kullanılmıştı ona göre. Refik Bey’in anlattığına göre, tarhana çorbasını içerken insanın kendini zorlu, soğuk,
karlı bir güne hazırlaması gerekiyordu anlaşılan; tarhana çorbasının meziyeti belki de karşıladığı ihtiyaçtan, içenin
içinde bulunduğu anın şiirselliğinden ileri geliyordu. İlyas, şimdi yaklaştığını hissediyordu yemeklerinin hepsine
lezzet katacak o tada. Tam etrafına bakınıp o ışıl ışıl kalayların arasında kalıp kalamayacağını sormak üzereyken,
onu arkadan pençe gibi kavrayan bir el duydu. Daha kafasını çevirmeden anlamıştı kim olduğunu. Sayılamayacak
kadar çok olan o eller, ona yalvaran, ondan bir şeyler bekleyen o seslerdi onu arkadan kavrayan. Kokular ve şiir
dizelerine tutunmak umuduyla derin bir nefes aldı; ancak tadı ve kokusu olmayan eller, o soğuk sesler onu daha da
yukarı çekti. İşte o terk edilmiş bahçesindeydi gene, tam Tayfun ve Emel’le baş başa kalma tehdidi doğmuştu ki
onu tutanın Murat olduğunu anladı. Bir şey fark etmezdi, bu da en az köydekilerin soğuk ellerinin onu ele geçirmesi
kadar kötüydü. Onun da sesini duymuştu, o da yalvarıyordu o güzel kokuların arasından çıkması için. Onlardan biri
olması için sesleniyordu İlyas’a, o da tutkularından vazgeçsin diye uğraşıyordu.
İlyas şimdi ne derinlerdeki mutfağında ne de harikalar diyarındaydı. Murat’ın yanında, akrabaları ve
sanatçı benliğinin yol ayrımındaydı. Saçma bir düşünceydi belki; ama bundan sonraki hayatı boyunca ne yapacağı
tamamen Murat’la şimdi dışarı çıkmasına veya istediği tadı araştırmak için bahçesine geri dönmesine bağlıydı.
Kendisine yöneltilen umutsuz ve ısrarcı bakışları görmezden gelerek, başını yana çevirdi ve o an dünyada tarhana
çorbasını onca lezzetli kılan şeyi öğrenmek dışında hiçbir isteği olmadığını fark etti.
“İlyas!” diye bağırdı Murat, ama artık çok geçti. Bir zamanlar İlyas Divitoğlu olan bir aşçı, artık yüzlerce şairin
arasında, yemeklere tat vermenin binbir çeşit sırrını öğreniyordu. O, yakınlarının ve aşiretinin gözünde bir ölüydü,
bir aşçı parçasıydı, eski İlyas’ın yerini baskılar ve korkulardan uzak, yemek ve duygunun iç içe geçtiği, sadece
yemekle nefes alan bir varlık, tutkuyla yanan bir ruh almıştı. Şimdi gömülmeyi seçtiği sonsuz bir rüya ülkesindeydi;
bahçesinin kapıları da yoktu artık, sonsuzluktan da geniş ve engin yemek tutkusunun içinde, hayal edemediği yeni
meyveler, yeni sebzeler, yeni baharatlar arasında, içgüdüleri ve sanatıyla yaşayan bir canlı olarak yol alıyordu.
60
61
Özen Uğurlu
Kuğu Gölünde Bir Matmazel
Pelinsu Elif Hünkar
Bir sabah uyandım. Evet aynı sıradanlıkta. İlk önce gözlerinizi açarsınız, eğer şanslıysanız o an evrenin
doğurgan tanrıçası güneşin yakıcı, iç gıcıklayıcı narin parmakları usulca kaldırır gözlerinizin kalın güneşliklerini.
Altın rengi ağlamışlıklar, birikmiştir göz yuvalarınıza. Selamlamak için sarıyı, gerinir insan. Kollar geriye, kollar yukarı, eller ve parmaklar buluşur sımsıkı tutunur. Bir balerin edasında gelir sonrası. Parmaklarımı hafiflettim,
bıraktım salınsınlar; Tchaikovsky’nin senfonilerinde, bütün bağlarımı hafiflettim ardından. Takip ediyordu kollar
elleri, eller rüzgarın götürdüğü yönde. Orta parmak toprağa, işaret parmağı göğe bakıyor, baş parmak yukarıyı işaret
ederken serçe parmak boynunu eğmiş ortancayı taklit ediyor. Koşuyordu bedenim, ilk kez özgür bırakılmış, ilk kez
hafifletilmiş ilk kez programlanmamış gibi. Ruhum bir uçurtmaydı, onu yeryüzüne bağlayan incecik ip özgürlüğü
inkar eden saplantılı bir beden.
Tanrı bir insan olsaydı, biz ancak onun bilgisayarında takılı duran fakat hiç izlemeye vakit bulamadığı
filmi, baş ucunda yığınla dizilmesine karşın asla elini atıp okumaya yeltenmediği kitapları, belki bir gün giyerim
diyerek dolapta eskittiği işporta malı elbiseleri olurduk. Sevmek cesaret ister, seversen gücünü kaybedersin, iradeni verirsin. İnsan eşyadan güçlüdür. İnsan sever, eşya sevemez. Peki bir insan neden bir insanı sever ki o vakit, bir
eşyayı sevmek varken; neden güçlü olana bağımlı kılar kendini? Bir eşya tarafından hiç sevilmeyeceğini bilerek
onu sevmek, sevebilecekken sevmemeyi seçmiş bir insanı sevmekten daha mantıklı değil midir? Maddeleri seçtim.
Bütün insanları çıkarttım zihnimden. Ömrümü hayatımdaki maddeleri bir mükemmelliğe kavuşturmaya adadım.
Çünkü mükemmel olağandan bile iyiydi. Mükemmel, maddeyi insana çevirebilecek en ciddi ifadeydi.
Parmak uçlarımı yataktan kazıdım, balerin olmaya alışmış bedenim ayaklarımı birer paranteze
dönüştürdü. Doğruldum, doksan derece dik vücudumu doksan derece sağa döndürdüm. İlk önce ayak işaret
parmaklarım değdi halının kırmızı tenine, ardından tabanlarım sıfırlandı, yaladı yuttu halının tüm pişmişliğini.
Aynadan kendimi görebiliyordum, yamulmuş yakamı düzelttim. Yetmiş beş derecelik bir açıyla arada iki buçuk
santim bırakılarak konulmuş pofuduk terliklerimi ayağıma geçirdim. Ayağa kalktığımda, bu pazartesilerinde
güneşin sarısının ne kadar da solduğundan, kargaların bile karın ağrılarıyla uyandığından, çiçeklerin taç yapraklarını
yolduklarından, ineklerin diğer günlere nazaran yüzde sıfır nokta sıfır sekiz daha az süt verdiklerinden, stresin o
kadar büyüdüğünden ki dünyanın yörüngesinden nasıl da bir mikromilim kaymış olabileceğinden henüz pazarı
yaşayan ülkelerin ne kadar da şanslı olduğundan bahsettim. Kendime.
Pazar pijamalarımı katladım. Yastığın altına usulca yerleştirdim. Sutyensiz vücudum, perdenin tülünü kafasına geçirip etrafta hayalet taklidi yaparak koşturan afacan bir çocuğu andırıyordu. Aynayı gördüm. Sonra
aynadakini. Çıplaktı... Tıpkı berrak suda yüzen gök kuşağı gibi, ve bir taşralının toprakta dolaşan nasırlı ayakları...
Kış geldiğinde yapraklarından vaz geçmiş bir gürgen kadar çıplaktı, sokak kavgasında tüylerinin bir kısmı yolunmuş
bir kedi kadar savunmasız ve derisi yüzülmüş bir tilki kadar ölü. Banyoya girdi, suyun vanasını en sola çevirdi.
Fokurdayarak akan suda çıplaklığını yırtmaya çalışır gibi yıkandı. Gözlerini sımsıkı yumdu, elini duşakabinin buzlu
camdan kapısından bir yılan kıvraklığında kaydırdı, havluyu üçüncü yoklayışında kavrayabildi. Havluyla kaplanmış
çıplaklığı, koşarak odasına girdi; koridorların onu görmesinden korkuyor gibiydi. Gardırobunu açıp dizilmiş siyah
ve beyaz kıyafetlerine baktı. Siyah ve beyaz... Beyaz düz gömlek, beyaz fırfırlı gömlek, bir başka beyaz gömlek,
beyaz merserize kazak, beyaz tasarım ceket, siyah kalem etek, siyah kloş etek, siyah ispanyol paça pantolon, siyah
boru paça pantolon, siyah -artık küçük gelen- pantolon, siyah -hiç giymedim- pantolon, siyah kalın kazak, siyah
peplum ceket, siyah dantel gece elbisesi, siyah -her kadının dolabında bulunması gereken kurtarıcı- elbise... Ne
kadar basitti oysa hayat, neden insan ırkı bu iki güzel zıtlığa bir dolu renk ekleyerek bozuyordu akıl almaz düzeni?
Neden netlik yok oluyordu lilaların, yavruağzıların, eflatunun, narçiçeğinin gölgesinde? Neden insanlar eşit olmak
62
için savaş verirken renkler bile kendi aralarında sınıflaşıyor, aristokrat turkuaz her zaman basit yeşili yeniyordu?
Pazartesi kıyafetlerini askılarından çıkartıp üzerine yerleştirdi. Pamuk tarlasını andıran teni, siyah ve beyazın ahengine ekleniyor, varlığıyla yokluğu bir olurken baştan savma yapılmış bir sahne dekoruymuş katmanmış izlenimi
veriyordu. Kuzgun siyahı saçları bu bütünlükte gözden kaçıyor, kostümün bir parçasıymış, sıradanlığın düzeniymiş
gibi duruyordu.
Evin içinde bir tur attı, döne döne. O an etrafındaki her şey bir parlaklığa bir beyaz ışık hüzmesine
dönüştü. Kendini hayal etti, bir kuğu gibi, yalnız bir kuğu kadar çıplak, dans ettiğini düşündü. Hafifçe zıpladığını,
kollarının bir elips çizdiğini, yüzünün asil bir soğuklukta ama nasıl da beyaz olduğunu, sonra aynı hareketleri
nasıl yinelediğini, sağ ayağının parmak uçları üzerinde olduğunu solunsa hafifçe sağ diz kapağını okşadığını o
sırada sağ kolunun ağaç dalına uzanırmışçasına dik dururken sol kolunun başına daha yakın kıvrılmışlığını ve bir
sipermişçesine güvensizce duruşunu... Hayal etti. Camların hepsi, kapalıydı. Kahvaltı etmedi, hayır hayır kahve de
içmedi. Kapıyı kapadı, üstü üç altı iki kez kilitledi. Asansör geldiğinde başını öne eğip sağ ayağıyla ilk adımını attı;
ivedi bir hareketle, içeride karşılaşmak istemediği birisi varmış gibi yüzünü sıkıca kapıya çevirdi. Aynaya; onun
kırgın omuzlarını ve dik sırtını yansıtmak layık görülmüştü. Olsundu, o alışıktı!
Dışarıda ne yağmur vardı ne de kasvetli bir hava. Dışarıda ne gülümseyen güneş vardı ne de onunla
dansa tutuşan verimli toprak. Bulutlar, aynı şekilsiz bulutlardı; gökyüzü, aynı gri gökyüzü. Apartmanın gri
mermerini severdi, mermer kirin içine işlemesine izin vermezdi hem topukluların taşın içine işlediği soğuk, ürpertici
gürültü her zaman neşe verici olmuştu. Mermerin bittiği o siyah çizgiye geldiğinde büyük bir adım attı, ayağının gri
kaldırım taşına geldiğinden emin olduktan sonra, başını ayaklarına paralel olacak şekilde sabitledi, çakıl gözlerini
mezara gömen gözlüğünü el yordamıyla yerleştirdi, siyah cenaze gölüklerini... Pembe kaldırım taşlarına basmadı,
çünkü ona ezik, çürük çilek tarlalarını hatırlatırlardı.
Az önce mermer girişinde bir ruh gibi süzüldüğü apartmandan sonraki ikinci sokağın başından yirmi üç
metre ileride, on üç apartman kuzey, sekiz apartman batı yönünde, saatte altı kilometre hızla giden bedenini durduran bir manzara karşısına çıktı. Bir erik ağacı, kollarından sarkan olmuş hatta güneşin ateşinde pişmiş, kavrulmuş
erikler... Onların ağırlığından hepsi birer yay olmuş dallar, dala tutunamayan erikler, yerdeki erikler, çürümüş ve
bir leşi andıran mor, çapı üç santimi bulan, fazla olmuş mürdüm erikleri... Sanki sırıtıyordu ona meyve çürüğünden
görünmez olmuş kaldırımlar... Oysa daha dün dayanamayıp almamış mıydı eline Arap sabununu, faraşını, hani
kurtarmak için onu üzerindeki bu ölülerden? O değil miydi sanki uğraşan üzerindeki sarı çöplükten kurtulmasına
yardım eden? Baş ve işaret parmaklarını bir böceğin boyunu gösteriyormuşçasına kıstı ve parmaklardan yapılmış
mandalı usulca burnuna yerleştirdi.
Yürüdüğü birkaç metrede topuklu ayakkabıları çoktan nasırlaşmış taraksız ayaklarını acımasızca
paralamıştı. Ana caddeye çıktı, ışıklarda ifadesiz bir suratla bekledi. Saatini kontrol etti memnun bir ifadeyle gülümsedi. Minibüs ışıklarda durdu. O, tam sol bacağını atacakken duraksadı, aniden sol bacağını indirdi, sağ ayağını
bir deri hastalığına yakalanmış gibi gözüken minibüsün ilk basamağına attı. Boş yere geçmeden öne doğru ilerledi.
Parmak uçlarıyla tuttuğu anti-bakteriyel sabunla yıkanmış bozuk paraları şoförün avuç içine tenine değmeden
bıraktı. Maden paraların düşüşü dik bir şelaleden kontrolsüzce yuvarlanan kayaları andırıyordu. Yamalı çift kişilik
boş koltuğa oturdu, yanına çantasını nazik ve yavaş adımlarla yerleştirdi. Oysa herkes anlamıştı çantanın orada
oturma sebebinin onun yanında başka bir ten istememesi olduğunu, gözlerini kapatınca görünmez olduğunu düşünen
çocuklar gibi, hareketlerin yavaşlığında insanların kandırılabileceğini düşünüyordu.
Baş ve işaret parmaklarını çantasının içine daldırdı, birkaç bakışın ardından kalın, deri ciltli kitabı önce
iki parmağının ardından avuçlarının arasına aldı. Gözlerini cama değdirmemeye özen gösterdi, öyle ki vücudunu on
derece sağa döndürdü. Korktuğu asfaltın yorucu manzarasından çok cama yapışmış parmak izleri, yağ kalıntılarıydı.
Gözlüğün siyah çerçevesinde, kelimeler duman altında kalıyor, buğulanıyor, anlamları derinleşiyordu.
63
Sağ ve sol baş parmaklarıyla yardı kitabı, on beşinci sayfaya rastlayan parmaklar utandılar
yaptıklarından, uzun ince işaret parmak bir anne olgunluğunda ilk önce pürüzlü dilde ferahladı, ardından birer
birer çevirdi samana yazılmışları, gururla otuz üçüncü sayfayı buldu, tutkuya efsunlanmış o kadının masalında. Bir
kadın vardı, bir başka hayatın tutkulu kuğusu... Bir kadın ki anlatmaya dilin varmadığı, izleyen gözlerin merceğini
kaybettiği, zamanın bulanık bir girdaba kapıldığı, renklerin birbirine karıştığı... Bir kadın ki, yarattığı cümbüşte
Tanrı’nın bile uyandığı, ve kıyameti izler gibi, onu izlediği...
İlk cümle... Ve o yüksek ökçeli ayakkabılarını çıkarttı; burnu küt, kartonla sertleştirilmiş toz rengi
puantlarını tırnakları dökülmüş otuz altı numara ayaklarına geçirdi. İkinci cümle... Pazartesi takımını çıkarttı,
katlamadı hayır! Çarşaf beyazlığı, toz pembe bir leotardla kaplandı, aceleyle toplanmış olmasına karşın kafatasına
yapışmış topuzu ile satürnün halkasını andıran tütüsü arasında dümdüz bir sırt uzanıyordu. Üçüncü cümle... Ve
o takıntılı beden, belirsizce vaz geçiyor kendinden, esir aldığı ruh, özgürlüğün çığlıklarında hesap soruyor. Civa
kıvamındaki beden, ritmin kölesi oluyor, bir fügün ilk sesi, noktaya karşı nokta bir armonide en derin ezgi, lirik bir
mitin fazla abartılmış başrol oyuncusu, felçli bir pandomim sanatçısının anlatamadıkları, silindir bir odada köşeleri
arayan bir kör...
Pam, parariraram riram riram rirarirararam, param... Karanlıkta yüzlerini seçemediği seyircileri görür,
izlendiğine emindir yalnız gözleri göremez hiç. Dikkatli ve özenli, bakar göremediği gözlere. Puantların köşeli
parmaklarına, fırlamış kemiklerine yaptığı acıyla garip bir haz duyar içinde, güneş açar yeniden ve yavruağızları
daha bir sevecen gelir. Acı; yaşadığını hatırlatır ona, hala nefes aldığını ve hala hissedebildiğini kuşkuların ve
kırıkların izlerinde. Acı, öyle şiddetli gelir ki bir an, sahnenin ilerisinde karanlıkta kaybolan, karadelikte yutulan
siyah; bir şimşeğin çakmasıyla bembeyaz oluverir. Aydınlık göz alır, aydınlık daha bir unutturur gerçeğin varlığını.
Usulca parmakları üzerine kalktı, bir iki ve bir ve iki. Yaşamın bir kıyısından diğer bir kıyısına yürüdü,
gözleri kapalıydı ve o hiç bu kadar evinde hissetmemişti. Alışmış olacak, hızlandı hareketleri, bir bacağını kaldırdı
doksan dereceye ve o ayak yere indiğinde diğeri ateşledi kendini, koşuyor, koşuyordu. Bir-ki, bir-ki, hızlandı
hareketleri. Ve o bir kuş kadar özgür, alabildiğine bağımsız ve bir o kadar esir hürriyetine, bir o kadar çaresiz bu
yanılsamalarda. Gökteki en parlak yıldıza ulaşmak istermiş gibi, tavşan desenli bulutlardan bir parça koparmak
istermiş gibi, güneşin bereketli tarlalarına erişip buğdaylarını tek tek çeperinden çıkarmak istermiş gibi zıpladı tek
ayağın üstüne. Gökteydi, yukarısı bembeyaz, yukarısı aydınlık, ve aşağısı, hiç olmadığı kadar sonsuz, derin. Öteki
bacağı üzerine indi. Kollar yüz seksen derece açık, bir sağa bir sola yatıyorlar, fırtınaya yakalanmış, alabora olmak
üzere bir gemi gibi. Ve eller şekerleme yaparmış gibi serbest, beyinden ayrı, havanın basıncı ve rüzgarın etkisiyle
hareket ediyor.
Pam... Pam... Pam... Pam... Sopa gibi dümdüz olan kollar müziğin emrinde bir ağacın dallarına
dönüşüyor, yine simetrik ama kırılgan geçişlerle kâh bulutların hazinelerinden henüz kurak çöllerin cılız kumuyla buluşamamış yağmur damlalarını avuç içlerine topluyor kâh sel altında kalmış çürük humusu bu suyla
duruluyorlardı. Yükseklerden, döküldü omuzlarına Doğu’nun sıcağında kurutulmuş papatya yaprakları; hani şu
küçük kızların “Seviyor, sevmiyor?” oynadıkları. İleride, çok tepelerde, melekler izliyordu onu, omuzlarına inen
beyaz narin yapraklar bir kanıtıydı gökyüzünün gerçek sahiplerinin. Melekler izledikçe zerafet dolu salyaları
akıyordu ağızlarından, ve tıpkı cama çarpan yağmur damlaları gibi tuhaf bir huzur veriyordu melodiye karışan
kahkahaları. Ve yeniden sıçradı, selam eder gibi onlara ayaklarını bir milisaniyede çarptı birbirine, parmak uçları
yere dokunduğunda vücudu bir kuş tüyü oldu. Bir kuğunun kavga ederken kaybettiği, dolgun, uzun ve yitik bir tüy.
O hafiflikte, boşlukta hissetti bacaklar kendini, bir hareket daha yaparsa kopacakmış gibi aynı. Bir kuklaymış da ucu
kör bir bıçakla kesiliyormuş gibi onu göğe bağlayan halatları; yavaş yavaş, acı acı ve kanata kanata. Pam pam pam pam. Sıklaşmış temponun aceleci notalarında açtı gözlerini. Sağa, güneşin doğduğu
yöne çevirdi bedenini, kollar havayı kucakladı, omuzlarda dikleşti, vücut camdan yapılma dikdörtgen bir kutunun
64
içinde gibiydi. Bir putperestin Tanrı’sına eğilişi gibi eğildi kör edici karanlığa, sol bacak diz kapağından kırılmış,
sol taban ve sağ diz kapağı yeryüzünü yalıyor. Bedenini güneşe sunuyordu, kollarıyla alabildiğine sarıldı dünyaya,
boynunu ve dünyanın tüm ağırlığını taşıyan yorgun kollarını geriye uzattı, ve değdi yere kemikli zarif dalları. Sağa
ve sola dağıldı budaklanmış dallar, ikinci bir güneş gibi doğdular omuzların arkasından. Bilekler; tepede, başın
üzerinde, doksan dereceyle, suçüstü bir baskında yakalanan kelepçelenmeyi bekleyen bir suçlunun bilekleri gibi
kavuştular birbirlerine. Sonra tövbe etti bilekler güneşe ve doğurgan, bereketli toprakta arındılar günahlarından.
Beden dokundu sonunda kahverengi toprağın pütürlü tenine, ruh özünü buldu. Ve sakince ilerlerken güneş dağların
ardında, toprağın kanında yıkandı özgürlüğü inkar eden saplantılı bedeni ve aydınlığın karanlığında buharlaştı.
Karanlık gecenin prensesi oynadı o karanlıkta; körebe. Yeryüzüne bağlanan incecik ip koptu işte o an, ve havada
süzülen rengarenk bir uçurtma değil, masallarda anlatılan bir kuğu tüyüydü.
65
Dormansi*: İnsanlığın Uykusu
Pelinsu Elif Hünkar
Etime saplanan tahta kıymıkları içten içe kesiyor, bileyliyor parmaklarımı. Tırnakla bedeni ayırıyor tahtanın
zarif ve o kadar acımasız varlığı. İnce ince, sicim sicim yok ediyor, acıtıyor beni; tırnaksız kalıncaya kadar hayat
verdiğim ağaçlar. Bir paranoya değil, bir hayal değil, biliyorum; evet, ağaçlar da konuşabiliyor, duyuyorum. Her
biri suskundur başta, önce üşürler çeperi alınmış kütükler, damarlarında akmayan özleri, dallarından sarkmayan
reçineleri, onlara ağaçlıklarını unutturur. Sanki hiç orman olmamışlar, gölgelerinde yeşeren aşkları görmemişler
gibi, sanki hiç sevilmemişler, hiç cehennem ateşinde, yaz güneşinde yanmamak için derelere, okyanuslara dert
yanmamışlar gibi, iyi kalpli prenseslere ev sahipliği yapmamış, simsiyah acı kinlerinde yok olmuş cadıları
cezalandırmamışlar gibi... Sanki hiç ağaç olmamış gibi, benim elimde şekillenmeyi bekler yeni adlarıyla tahtalar.
Bir Gepetto değilim, sihirli evlâtlar yaratamam kendime, ve eğer yapabilseydim bile ne bir perisi olurdu
onun ne de çıraklıktan terfi edebilirdi öğrenciliğe... Bir Gepetto değilim, mucizeler yaratamam kendime, yalnız var
olan efsuna kendimden et veririm ve kan, gözyaşı... Bu değil miydi zaten insanı ayıran bir kütükten? Seksen yaşında
bir marangoz daha çok yaşamamalı derdim, ölmeli artık, tahtadan bir kulübede tahtaları oyarak yaşanan tahta gibi
tatsız ama onun gibi acı verici bir ömürdense ecelimin vaktiyle gelmesini isterdim. Oysa tabutlar bile tahtadandı...
Tahtalar sarıdandır, sarı demek yanlış; tahtalar tahta rengidir. Tıpkı kahverenginin kahve rengi oluşu
gibi. Zımpara siyahtır, ince bir kağıt üzerine yapıştırılmış serin yaz akşamındaki narin kum tanelerine benzeseler
de korkudan dikenlerini iyice belirginleştirmiş bir kirpi kadar keskindir alüminyum billûrlar. Kütüğün kabuğunu,
tahtası çırılçıplak kalana dek kazıdım çünkü bir maske kılığına bürünecek ham madde hiçbir kişiliğe sahip olamaz. Etrafa dağılan koyu kahverengi ölü deri; bedeni terk eden ruhu andırıyordu. Büyük bir saygıyla, ve ekmek
kırıntılarına basmadan, günaha girmeden hareket etmeye çabalayan bir imam gibi, henüz soğumamış ölüleri faraşa
topladım.
Bir Gepetto değilim, sihirli evlatlar yaratamam kendime; yalnız içimde yaşayan sayısız insana kılıflar
uydururum. Ellerim notalarına iyi çalışmış bir piyanist gibi aklımın dışında çizmeye başladı tahtaya. Bir yüz. Bir
yüz ki içimdeki milyonlarca benden yalnızca biri, o kadar küçük; ve bir yüz ki milyonlarca insanın sabah dişlerini
fırçalarken yansımasına şahitlik ettiği, elleriyle dokunsa da parmak uçlarıyla hissedemediği... Duyuları olan fakat
duyguları olmayan, söyledikleri olan fakat sözleri olmayan bir yüz. Ellerimde tuttuğum testere, soğuk ve keskin bir
ölüm gibi tahtanın pürüzsüz tenini okşuyor. Şimdiye kadar yaşananlardan ve yaşanamayanlardan sorumlu tutar gibi,
acımasızca katlediyor ruhsuz bedenini. Vahşi ve sıcak bir canilikle huzur buluyorum, sanki içime işleyen her bir
kıymığın lezzetli intikamı dudaklarımda. Zafer kazanmış bir asker, kurtulmuş bir esir gibi, ne yaptığının farkında
olmadan... Ve yalnızca zarar vermeye odaklı bir yağmacı gibi benden aldığı kanı, eti, ruhu geri almaya çabalarken
sivri, kararlı mermiler kılığında vücudumun her milimine işleyen kıymıkları göremiyorum. Öyle hissetmiyorum
ki acıyı zevkin verdiği dokunulmazlıktan, gözlerimden akan yaşları derinliklerimdeki sayısız insanın bereketli
yağmuru zannediyorum.
Bir yüz, karşımda duruyor. Bekliyor sanki, öyle ölüm döşeğinde, öyle çaresi olmadığını bile bile
yaşlılık hastalığının; doktora, ölüme gelmiş kamburlu bir hasta gibi. Bekliyor, ne yapacağını bilemez, sanki
seneler önce yolculuğa gittiği söylenen, yüzünü bile hatırlamadığı babasını bekler gibi. Bekliyor ve gözlerime bile
bakamıyor, utanmış, sıkılmış ve kendi içinde yok olmuş yalnız bir rüzgar gibi; bir ağacın gölgesinde eseceği zamanı
bekliyor.
Dünyanın siperlerle çevrelendiği, nesli tükenmiş kuş isimlerinin savaş uçaklarına verildiği, uçuşan
kül ve yaprakların toprağı yağmurdan çok suladığı; yanan, yıkılan ve kahrolan tüm gölgelerin siyahlar içinde
uğurlandığı, parçalara ayrılmış bedenlerin bir araya getirip gömen ya da humusa dönüştüren yeni bir meslek dalının
66
oluştuğu o günde, isterse dışarısı altın sarısı bir ilkbahar günü olsun içerisi kırmızı bir kıyamet meydanıydı. Can
çekişen, özleyen ve reçinesini damla damla mermer gibi katı, soğuk yeryüzüne akıtan ölü ağaçlara kalın kadife
duvarların ardından baktım. Baltalarla yarılır bedenleri, toplama kampından dağıtılırlar yaşlı odun sobalarının isli
akciğerlerine. Odun sobasında, cayır cayır... Ağıtlar o kadar sessiz, lâkin o kadar hep bir ağızdandır ki hiç dinlemese
de duyar insan çığlık çığlığa çıtırtıları.
Buruşuk parmaklarım soluk benizli simaya iki küçük delik açtı, siyah işporta torbalarından iki biçimsiz
daire kesip kapladılar boş gözleri karanlığın en koyusuyla. Âmâ ve ahraz bir hiçlik. Parmak uçlarım geziniyor ruhsuz ve hasta renkli, tahta renkli diri bir mevtanın yüzünde. Cüzzamlı bir bebeğin pürüzlü, yorgun ve üşüyen teni...
Demir kundura kalıbı ve onun gücünde şekil bulan yalnız kemersiz, hokka bir burna ev sahipliği yapabilen yaratık... Ağzın hizasında, gözlerden daha iri bir yuvarlak kesip çıkardım. Bu haliyle korkmuş, şaşırmış, biraz
da abartıyla, belki de şoka girmiş bir insanı andırıyordu, sudaki yansımasından korkmuş bir hortlağı. Evet, evet, bir
hortlak öyle ki ölü bedeni toprakta yok olmuş, diri ruhu topraktan can bulmuş. Alevler içindeki, bir deri hastalığına
yakalanmış gibi pullanmış sobanın yanında duran çuvala baktım. Ağız deliğinin denk geldiği yere bahçıvanların
kullandığı turuncu plastik hortumu yerleştirdim. Silindirin içine mangallık kömürden bir yorgun yatak yarattım,
elyafla örttüm üzerini; tıpkı yaptığı yer yatağında uzanan hiç kimsenin nefesini örter gibi. İncecik tel demirlerden
silindirin iki ucuna, gözlerim kan çanağına dönene ve alt çenem her zamankinden katı, gergin ve bir santim ileride
durmaktan ağrıyıncaya dek balıkçı ağları ördüm.
Kırmızıya boyadım. Fırçanın maskeye yaptığı her darbede cinnetin verdiği saniyeler uzunluğunda
zevkin, cennetin vadettiği huzuru nasıl da yenebildiğine şahitlik ettim. Ve kırçıllı fakat yumuşak ucun ölüye her
değişinde onu yeniden bıçaklıyor, kamanın bir kaktüsün dikeni kadar sivri ucundan adi sapına kadarki gövdesi, maktulü, yüzü tanınmayacak hâle gelene dek deşiyordu. Boyanın kızıllığından kanın tadını alıyordum. Köklerin bedene
her değişinde fırçam bir süpürge oluyor, onun günahlarını, pisliğini temizliyordu. Ölüm ne de güzel temizlikti! Siyah plastikler, kan gölünde yıkanan iki karafatmaya dönüşünce durdum. İçimde bir his, iliklerimden beynime işliyor,
gözlerimi karartıyor, kalbimi avuçlarının arasına alıp sıkıca bastırıyordu; beni yoruyor, çığlık atmaya, yok etmeye,
belki susturmaya, eminim ki kaşlarımı çattırmaya, beni ayağa kaldırıp belki de dans ettirmeye, dans etmek olmasa
bile kendisini içimden atmaya, uğraştıkça kıvrım kıvrım kıvrandırmaya çalışıyordu. Görünmez havai fişekler...
Kurumuş olup olmamasına aldırmadan kavradım onu, avuç içimde oluk oluk kanı, nefesimde kendisi vardı, üzerinde
parmak izlerim...
Kırışık bir çarşafı andıran ve gökdelenleri kıskandıran dağları eriten, huysuz ve huzursuz ifadesini
yumuşatanlar kardelenlerdir. Sarı sıcağın kuru, terli ve bulanık karanlığını besleyen bir kaktüs, sarp bir kayayı parçalayan, öğüten değirmen; bir lalenin derin kökleridir, kışı bahara çeviren toprağın gök kuşaklarıdır. Oysa bu ormanda tek bir nar çiçeği bile yoktu. Gözlerimi diktiğim gökyüzünde bulutlar yüce çamların dikenleri ardında kendi
sonsuzluklarına hapsolmuştu. Döndüm, döndüm, döndüm kendi etrafımda. Zaten engellenmiş hava taneciklerinde
kaçacak delik aradı hızlanmış soluğum. Nefes almamı sağlayan yüzümdeki maske miydi, yoksa onun yüzünden mi
çırpınıyordu kafesimdeki güvercin?
Tanımadılar onu, kimse ala bulanan tenine erişemedi. Korktu ağaçlar, orman, olası bir hava saldırısına
karşı kapadı göğe sınır kapılarını, ambargo konuldu oksijene. Dallarının uçlarındaki sarı yapraklar “rap, rap, rap,
rap” düştü yere. Disiplinden ödün vermeden sağdan sayarak dokundular toprağa. Burnumda leş gibi çürük yaprak
kokusu...
Çıplak kara dallarıyla, kendi fırçalarıyla düştüler peşime. Kendi bedeninden yapıldığını anlayamadığı,
köksüz ve dalsız, şekilsiz ve yaralanmış ağaç parçasının, tahtanın varlığını, hissedemediler. Zorba fırçalar bu kez
onların budakları arasına sıkıştırılmıştı. Koştum, koştum, düştüm. Çorak toprağın susuzluk kokan kahverengisinin
üzerine, ağız dolusu küfürlerin altına, ölü yaprakların, kanlı askerlerin yanına düştüm... Sıyırdılar onu, kendilerini
67
kül edenlere tükürükler saçarak lanetten yağmurlar yağdırırken marangozun kül olan evinde sağlam kalmış sobanın
içine atıverdiler.
Ortada, tam ortada bir insan ve gözleri görmez olmuş, elleri tutamaz, dili konuşamaz. Karanlık asfaltın
aciz bedeni üzerinde bir cenin. Katlanmış bedeninde düşen yaftaları izliyor. Yağmur damlası gibi düz süzülmez
yaftalar, sallanarak, dolanarak, en küçük gözeneklerden sızarak girerler insanın düşüncesine. Ait olduğu zamanlardan ve sahip olduğu yerlerden birinde değildi. Sakin bir huzur ya da anlamsız bir heyecan değildi, apaçık bir
korkuydu üzerini matem örtüsüyle kaplayan. Sözsüz bir melodi değildi dudaklarındaki, benzersiz bir ninniydi.
Gözlerinden dökülen yaşlar nemli rüyaların eseriydi. Elleriyle tuttuğu yüzü bir ananın evladı değil bir maskenin
ardında tutuşmuş yıkıntı bir kulübeydi.
Sakin ol, sakin ol ve sakın korkma. Gözlerini karanlığa aç, seni ürküten gürültülü gölgeleri karanlığın
boşluğunda boğ. Gözlerimi kapadım, küçük bir çocuk gibi onları karanlığa sakladığımda beni göremeyeceklerini
sandım. Karanlık, sakinleştirir; siyahın hayali tonu yavaşça hafifletir insanın içinde biriktirdiği yüklerini. Bu yüzden
insan, gözü kapalı uykuya dalabilir ancak. Kirpikleri tuzluydu, gözleri ıslak... Siyahın onu bir bebeği ayaklarında
sallar gibi uysallaştırdığı, bu sakinlik, huzur ve sonsuz patlama anında gözlerini açabildi. Her gün ayakkabılarıyla
bastığı ölüm kadar soğuk, sonbahar yağmurlarından çamurdan sıyrıklarla kurtulabilmiş gazi bir kaldırımın ufuğa
uzanan çizgilerinden birinin üzerinde buldu kendini. Sırtı gri kayanın sertliğinde inişli çıkışlı yapısını unutmuş,
düz, katı, elindeki tahta cetveli en tembel öğrencisine sallayarak yürüyen bir öğretmenin öfkesi gibi bir iskelete
dönüşmüştü. Gökyüzünü görmek, nefes almak ihtiyacı hissetti buharlı ciğerlerinde. Gökyüzünün sisli, puslu ve ağaç
tepeleri tarafından kapatılmamış, özgür ve mavi olduğunu görmek istedi. Oysa gözlerini fal taşı kadar açıp olanların
bir düş oluşunu, bu zaferi, bu tutkulu kurtuluşu ise gökyüzünün ifadesiyle kanıtlayabileceğini umarak tepeye, en
tepeye baktığında ürperdi. Tüyleri bir kirpinin güllere özenmiş dikenleri gibi... Nefesi bir çocuğun gecenin bir yarısı
karanlıkta mutfaktan odasına koşana dek geçirdiği kalp çarpıntısı gibi... Dudakları engin denizlerin okyanuslara
karıştığı yerde kopan bir fırtınadaki dalgalar gibi... Masum ve acı içinde, ürperdi...
Bir Gepetto değildi, sihirli evlatlar yaratamazdı kendine; yalnız içinde yaşayan sayısız insana kılıflar
uydururdu. Gökyüzüyle savaşan onca ağacın, dallarıyla bir sepet örmüş, bu sepeti bir fanusa dönüştürmüş onca çingenenin yerini yanmış yırtılmış yüzleriyle insanlar almıştı. Maskeleri parçalanmış bu yüzler, üzerine kezzap atılmış
deriye, baltayla acemice parçalanmış oduna benziyordu. Kafalar yan yana vermiş, onu yine aynı karanlığa gömüyor,
maskesiz yüzünü merakla inceliyordu.
Maskemi aldılar ama; bu kalabalık içinde, unuttular beni.
*dormansi: bitkinin çimlenmeden önceki uykusu
68
69
Özen Uğurlu
Evim
Tilbe Çağlayan
‘To spíti mou*! To spíti mou! Büyükada insanı Rumdur. Kınalıada’yı Ermeniler, Burgazada’yı da Museviler
kendilerine ev olarak benimsemişlerdir. Heybeliada’da ise genellikle Türkler vardır ve Büyükada’da Rumlar vardır.
Büyükada Rumların evidir. Hayır hayır Büyükada sadece Rumların değildir; çünkü içinde yaşayan herkes âşıktır
Büyükada’ya, Büyükadalılığın mavi gözleri, sarı saçları yoktur ki; esmer bir teni, kara kaşları da. Büyükada onu
sevenleri sevgisiz bırakmaz, o yüzden o da derinden bir anne sevgisi duyar yaşayanlarına. Sadece yaşayanlarını sevmez ki Büyükada, onu seven herkesi sever. Sahi, Büyükada onu terk edip gidenleri sever mi? Peki ya onu sevenleri
terk etmeye zorlayan diğer sevenlerini? Hâlâ sever mi beni Büyükada, anlar mı içimde bir düğüm olup bırakılmış
hayatımı? O da beni sever mi, kabul eder mi beni? Theía Maleya hâlâ dondurma yapar mı Büyükadalı çocuklara,
beni görse tanır mı, anlar mı benim yaramaz Ethiá olduğumu? Bacağım kanasa yine çikolatalı dondurma verip susturur mu beni? To spíti mou! To spíti mou!’
Bir ocak sabahıdır İstanbul’da, havada burnu tutuşturan bir soğukluk, denizde bir buz yığınının beyazlığı
vardır. Martılar yoktur vapurun çevresinde, haliyle martılara simit atan, kurumuş, kızarmış eller de. Herkes içeriye
kapanmıştır ve sanki oda çok soğukmuş gibi kalın montlarına gömülmüştür. Titrek ellerin neredeyse her birinde
birer demli çay gözükmektedir. En köşede siyah kaplı kitap okuyan bir rahibe görünmektedir, öteki köşede ise güzel
giyimli yaşlı bir bayan Cumhuriyet gazetesi okumaktadır. Rahibe büyük ihtimalle Kınalıada’da inecektir vapurdan,
yaşlı bayan ise muhtemelen Heybeliada’ya kadar gidecek, yazdan kalma unutulmuş birkaç eşyayı toparlayacak,
akşam vapuruyla İstanbul’a dönecektir.
“Güzel teyzem çay ister misin? Zaten bu soğukta dışarıda oturuyorsun, için ısınır biraz!” diyerek genç bir
erkek yaklaşır Ethiá’ya. Ethiá ve bavulu ıssızca oturmaktadırlar vapurun açık kısmında, en uçta. İçeride montlara gömülmüş insanların aksine, Ethiá’nın üstünde sadece siyah triko bir kazak ve bej rengi bir ipek şal vardır.
Beyazlamış saçları, çocukluğuna özgün sarı tellerle karışmıştır. Saçlarının sönmüş bukleleri rüzgarı yalamakta,
her rüzgar estiğinde biraz daha yorgun düşmektedir. Gözleri uzaklara kenetlenmiştir, mavi gözler, denizin mavi
sonsuzluğunda bir ev aramaktadırlar. Belli ki üşümektedir Ethiá, ama ipek şalın poyrazdan dolayı her havalanışı ve
sönüşü sanki ona biraz daha keyif vermekte, yanmaya başlayan boğazı, onu şal bedenine her vurduğunda biraz daha
tatmin etmektedir. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra çaycı genç sorusunu tekrarlar ve yüzünün her kırışıklığında
ayrı bir hikâye yazılmış olan Ethiá, yüzünü hiç kıpırdatmadan, hatta gözlerini bile hedefinden ayırmadan sessizce,
neredeyse fısıldayarak “Teşekkürler yavrum,” der, “sorduğun için çok teşekkürler.”
‘To spíti mou! Hâlâ beni düşünen insanlar var demek ki. Demek beni bir eylül sabahı sürgüne gönderen
İstanbul hâlâ muhteşem kalpli insanların yaşama yeri. Yunanistan’a göçtüğümüzde yıl elli beşti, korkmuştuk.
Kaçmıştık. Sahi, neden kaçmıştık? Neden bırakmıştık bizi her şeyden çok sahiplenen Büyükadamızı? Neden
kaçmıştık? Neden? Hangimiz oyuna gelmiştik? Terk etmeye zorlayanlar mı, terk edenler mi, yoksa hepimiz mi?
Evet, evet hepimiz biraz oyuna gelmiştik. Yoksa beraber faytonların peşinden koştuğumuz çocukluk arkadaşım niye
bir anda evimizi yıkmaya kalkışmış olsun? Ya da ben niye bilincini kaybetmiş olan çocukluk arkadaşımın iki günlük sinirinden kaçmış olayım? Niye Büyükada’mı terk edeyim? Sahi, Büyükada beni bekliyor mu? Hakan ve Sevim
hâlâ yaşıyorlar mı? Bu da soru mu? Ben yaşıyorsam onlar da yaşıyorlar haliyle! Hakan beni bekliyor biliyorum.
Ben senelerdir ona gitmeyi bekliyorum ya, o da beni bekliyordur. Ben hiç evlenmedim ya, o da hiç evlenmemiştir.
Ya evlendiyse, ya torunlarıyla tanıştırırsa beni, ya torunlarının çocuklarıyla? Ya hiç bulamazsam onu? Sevim hâlâ
kruvasanlar yapıyordur herhalde, annesine yardım ediyordur her gün. Ya annesi öldüyse? Halil yağmalamıyordur
arkadaşlarının evlerini artık. Biliyorum beni ilk karşılayan, boynuma ilk sarılan Halil olacak ve özür dileyecek.
Hayır, hayır Hakan olacak; çünkü beni bekliyor senelerdir o. Görüyorum iskelede. İşte orada! Ya o değilse Hakan?
70
Ya unuttuysa beni? Ya beni unuttuysa Büyükada, ya beni tanımazsa, ya beni sevmezse, ya benim onu çok sevdiğimi
anlamazsa? Ne yaparım? To spíti mou! To spíti mou!”
Sabah vapuru Büyükada’ya yanaşmıştır. Yaşlı iskele memuru, Büyükada yerlisi Halil telaşla koşuşturmakta
bir ilkyardım aracı bulmaya çalışmaktadır. Vapurda, soğukta ve en köşede bir beden yığılıp kalmıştır. Sarı saçları
beyaza çalmaktadır, mavi gözleri uzaklara göklerin sonsuz maviliğine bakmakta, mavi sonsuzlukta kendine bir ev
aramaktadır. Yaşlı bir doktor gelir yanına, Halil çocukluk arkadaşını göndermiştir hasta bayana. Doktoru gördüğü
an tanır Ethiá ve onun kendini tanımadığını da o an anlar. Son bir çabayla fısıldar doktora: “To spíti mou! To spíti
mou!”
atıverdiler.
Ortada, tam ortada bir insan ve gözleri görmez olmuş, elleri tutamaz, dili konuşamaz. Karanlık asfaltın
aciz bedeni üzerinde bir cenin. Katlanmış bedeninde düşen yaftaları izliyor. Yağmur damlası gibi düz süzülmez
yaftalar, sallanarak, dolanarak, en küçük gözeneklerden sızarak girerler insanın düşüncesine. Ait olduğu zamanlardan ve sahip olduğu yerlerden birinde değildi. Sakin bir huzur ya da anlamsız bir heyecan değildi, apaçık bir
korkuydu üzerini matem örtüsüyle kaplayan. Sözsüz bir melodi değildi dudaklarındaki, benzersiz bir ninniydi.
Gözlerinden dökülen yaşlar nemli rüyaların eseriydi. Elleriyle tuttuğu yüzü bir ananın evladı değil bir maskenin
ardında tutuşmuş yıkıntı bir kulübeydi.
Sakin ol, sakin ol ve sakın korkma. Gözlerini karanlığa aç, seni ürküten gürültülü gölgeleri karanlığın
boşluğunda boğ. Gözlerimi kapadım, küçük bir çocuk gibi onları karanlığa sakladığımda beni göremeyeceklerini
sandım. Karanlık, sakinleştirir; siyahın hayali tonu yavaşça hafifletir insanın içinde biriktirdiği yüklerini. Bu yüzden
insan, gözü kapalı uykuya dalabilir ancak. Kirpikleri tuzluydu, gözleri ıslak... Siyahın onu bir bebeği ayaklarında
sallar gibi uysallaştırdığı, bu sakinlik, huzur ve sonsuz patlama anında gözlerini açabildi. Her gün ayakkabılarıyla
bastığı ölüm kadar soğuk, sonbahar yağmurlarından çamurdan sıyrıklarla kurtulabilmiş gazi bir kaldırımın ufuğa
uzanan çizgilerinden birinin üzerinde buldu kendini. Sırtı gri kayanın sertliğinde inişli çıkışlı yapısını unutmuş,
düz, katı, elindeki tahta cetveli en tembel öğrencisine sallayarak yürüyen bir öğretmenin öfkesi gibi bir iskelete
dönüşmüştü. Gökyüzünü görmek, nefes almak ihtiyacı hissetti buharlı ciğerlerinde. Gökyüzünün sisli, puslu ve ağaç
tepeleri tarafından kapatılmamış, özgür ve mavi olduğunu görmek istedi. Oysa gözlerini fal taşı kadar açıp olanların
bir düş oluşunu, bu zaferi, bu tutkulu kurtuluşu ise gökyüzünün ifadesiyle kanıtlayabileceğini umarak tepeye, en
tepeye baktığında ürperdi. Tüyleri bir kirpinin güllere özenmiş dikenleri gibi... Nefesi bir çocuğun gecenin bir yarısı
karanlıkta mutfaktan odasına koşana dek geçirdiği kalp çarpıntısı gibi... Dudakları engin denizlerin okyanuslara
karıştığı yerde kopan bir fırtınadaki dalgalar gibi... Masum ve acı içinde, ürperdi...
Bir Gepetto değildi, sihirli evlatlar yaratamazdı kendine; yalnız içinde yaşayan sayısız insana kılıflar
uydururdu. Gökyüzüyle savaşan onca ağacın, dallarıyla bir sepet örmüş, bu sepeti bir fanusa dönüştürmüş onca çingenenin yerini yanmış yırtılmış yüzleriyle insanlar almıştı. Maskeleri parçalanmış bu yüzler, üzerine kezzap atılmış
deriye, baltayla acemice parçalanmış oduna benziyordu. Kafalar yan yana vermiş, onu yine aynı karanlığa gömüyor,
maskesiz yüzünü merakla inceliyordu.
Maskemi aldılar ama; bu kalabalık içinde, unuttular beni.
*dormansi: bitkinin çimlenmeden önceki uykusu
*To spíti mou: (Yunanca) Evim.
Evim
Tilbe Çağlayan
71
Şemsiyeli Yalnızlık
Tilbe Çağlayan
Havaalanı tenhaydı. Tüm kaliteli firmalar uçuş rotalarını yeni açılan havaalanına göre düzenlemişlerdi.
O ise ucuz yemek bulmanın hevesiyle uçuşta yemek bile vermeyen firmaları tercih eden bir avuç insanla işte bu eski
havalimanına uçmayı tercih etmişti. Neredeyse son on yıldır, bir kadeh şarap içmeden bitirdiği uçuş olmamıştı; ama
bu sefer olsundu. Her şey eskisi gibi, çok eskiden olduğu gibi olsundu.
Havaalanının dışında, topuklu ayakkabılarının ²tık, tık, tık²ını ve iki tekerlekli bavulunun pürüzsüz
zeminde kayışını dinleyerek çıktı. Uçuşlarda topuklu ayakkabı giymezdi, bu sefer giysindi. O, topuklu ayakkabıyı
çok severdi. Stillettoların üzerinde daha güzel yürüyen kimseyi görmediğini söylemişti defalarca. Demek ki o giydi
mi daha da çok severdi. Sağ elinde bir metro haritası vardı, kırışmış ve yer yer delinmiş, yırtılmış. Neredeyse her
istasyonun yanında Türkçe ve Almanca notlar ve dolma kalemle, özenle ve yirmi sene önce çizilmiş bir rota…
Berlin ayazında, kulaklarını artık hissedemediğini fark etmeden ve önünden geçen hiçbir otobüse
binmeden rotayı inceledi. Yaklaşan otobüse sinirlenip korna çalan, muhtemelen Anadolu göçmeni taksi şoförü
olmasa belki bir on dakika daha orada duracak, ekindeki haritaya bakacaktı. İstasyon görevlisine yürüdü ve güncel bir Berlin metro haritası aldı. Aynı tahmin ettiği gibi harita değişmemişti. Berlin metrosu zaten hep güzel
değil miydi? Neden değiştirsinlerdi? Sadece Zoologischer Garten’la Wittenbergplatz arasında tadilat olduğunu ve
metronun o yönde çalışmadığını fark etti haritadaki eli kürekli işçiyi görünce. Belli ki o yolu yürüyecekti. Daha
önce yürümemişler miydi? Yine yürürdü. İki metro haritasını iç içe koyup yavaşça çantasına yerleştirdi. Bu sırada
çantasındaki her şeye tekrar göz attı: Pasaport, cüzdan, telefon, ruj, şemsiye ve sararmış bir zarf. Otobüse bindi,
bavulunu yardım etmeye hevesli bir Alman genciyle içeri çekti ve biletini okuttu.
Boş bir koltuk bulup oturur oturmaz titreyen ve ürkek elleriyle tekrar çantasının fermuarını açtı.
Sararmış zarfı çıkardı ve içerisinden uçları kıvrılmış mektubu çıkardı. Nisan 1992, mektubu okurken hoplayan bir
yürek ve gülen gözler, ikinci bir ²tek başına Berlin seyahati²ne zar zor ikna edilen anne, daha önce çok faydalı olan
yaz okuluna tekrar gitmek bahanesiyle kandırılan baba, uçuştan ucuza geleceği düşüncesiyle alınmış bir otobüse
bileti ve sonra Bosna Savaşı, kapanan yollar, Bosna soykırımı, kendi kendine soykırımı...
Yirmi sene çok mu uzundu? Niye bir daha asla kalemi eline almamıştı, niye neden gelmediğini
açıklamamıştı? Taşınmış mıydı? Bilmiyordu, bilemezdi. Mektuptaki adresi tekrar okudu ve zarfı geri koyup uzun
süredir açık olan fermuarı çantadaki her şeyi bir kez daha kontrol ettikten sonra kapadı.
Şehir hâlâ çok güzeldi. O kadar ki bakmaya kıyamıyordu. Daha önce adımının değdiği her köşe
onu heyecanlandırıyordu. Doğru durağa geldiğini fark edince işte böyle bir heyecanla indi otobüsten. Rotasını
değiştirmeden, metronun tadilatta olduğu yol boyunca topuklularıyla ve bavuluyla yürüdü. KaDeWe’nin ana giriş
kapısından 300 metre ileride sağa döndü ve beşinci binayı buldu. Apartmanın önüne geldiğinde, ayazın altında ve
sağ ayağı yere ²tık, tık, tık² vurarak çaldı kapıyı. Tekrar çaldı. Tekrar. Kimse açmadı. Şaşırmadı.
Elini çantasına attı. Bu sefer ne haritayı ne de zarfı aldı. Şemsiyeyi çıkardı. Yağmur yağmıyordu.
Şemsiyeyi açtı ve şemsiyenin sağ tarafına geçip sanki solunda o varmış gibi yürüyerek uzaklaştı. Kabul etmek beklemekten zordu. Yalnızlıksa hepsine bedel.
72
Yağmurun Kalemi Yok
Konuralp İlim
Serbest şiir daha samimi, daha doğal, haklısın, haklısınız. Yine de, keşke samimiyet ve güzel ses bir arada olsa
da bir kere okundu mu akla kazınsa. Bir tesadüf gibi geliyor insana, söylenmesi gereken sözlerin uyumlu olması;
ama doğada saklı değil mi bunun da sırrı? Hiçbir dili konuşmayan o kuşlar, saatlerce süren uçuşları mı kendine
konu eder de dinlemesi sıkmayan şiirlerini yazar? Ya da hangi yazar yine bu kuşlar gibi kaygısızca yazar? Tek
söyleyeceğim o ki; doğadan koptukça benim sözüm, sizin sözünüz, şairinki; mağaraya değil binaya dedikçe yuva,
orman değil şehir oldukça eviniz, elbet size uzak kalacak özünüz ve sesiniz.
73
Özen Uğurlu
74
75

Benzer belgeler