? Kurzteaser auf Übersichtsseite „Türkei und EU“

Transkript

? Kurzteaser auf Übersichtsseite „Türkei und EU“
Türkiye ve Avrupalılık Kimliği
Jan Cremer
“Avrupalılık kimliğini yitirme tehlikesi”, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) üye olmasını kabul
etmeyenlerin kullandıkları argümanlar arasında çok önemli bir yere sahiptir. “Frankfurter Allgemeine
Zeitung” gazetesinde Lorenz Jäger, bu konuyu veciz bir şekilde ifade etti ve “Türkiye’nin herhangi bir
Avrupa kültür haritasında kendine yer bulma olasılığı yoktur” dedi (FAZ, 14. 8. 2002). Kısacası,
Portekiz’den Polonya’ya kadar tüm Avrupa ülkelerini kapsayan bir “Avrupalılık kimliği” kavramı ortaya
konuluyor ve bu kavram yardımıyla Türkiye dışlanıyor. Örneğin Jürgen Kocka, “Dışı olmaksızın içi
olamaz” diyerek sınırın çizilmesini ve böylece bir Avrupalılık kimliği oluşturulmasını savunuyor (Die
Zeit, 49/2002).
Avrupa’nın tarihsel-kültürel sınırları tartışması
Görüşlerini değişik yerlerde (örneğin bkz. Frankfurter Allgemeine Zeitung, 19. 12. 2003 ve 11. 12.
2002) ifade etmiş olan Bielefeld Üniversitesi’nden emekli tarih profesörü Hans-Ulrich Wehler ile Berlin
Humboldt Üniversitesi’nin yakın tarih profesörü Heinrich August Winkler başta olmak üzere, Avrupalılık
kimliği gerekçesiyle Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı çıkanların argümanlarını iki ana başlık altında
özetleyebiliriz: - Avrupa, Hıristiyan Batı’nın mirasçısıdır; 2000 yıllık Hıristiyan inancı ve teolojisi Avrupa
ülkelerine damgasını vurmuştur. Türkiye ise tersine, İslamiyet tarafından, yani tümüyle farklı temellere
ve prensiplere sahip bir din tarafından biçimlendirilmiş bir ülkedir:
• Tüm Avrupa’nın ve tek tek her Avrupa ülkesinin tarihi arka planında antik çağın gelişmeleri,
özellikle Roma hukukunun geliştirilmesi ve uygulanması, Reform ve Aydınlanma dönemlerinin
etkileri bulunmaktadır.
• Avrupa’nın temeli olan kilise ile devlet arasındaki anayasal ayrım (sekülerizm) ve bu temelden
yeşeren öteki tüm faktörler, bu tarihi arka plan kapsamında bir bütünlük oluşturmaktadır.
Winkler ve Wehler’e göre Türkiye’nin sözü edilen bu tarihsel ve kültürel dönemlere herhangi bir katkısı
olmamıştır; bundan dolayı da Türkiye’nin “Avrupa değerler dünyası”nda bir yeri olamaz. Bu tezleri
nedeniyle geçen yıllar boyunca çok sert protestolara uğrayan Winkler ve Wehler’i eleştirenler de (ki,
çoğu akademik çevredendi) özellikle iki noktayı öne çıkarttılar:
• Wehler ve Winkler’in Avrupa’nın temelleri olarak değerlendirdiği laisizm ve Aydınlanma Çağı’na
(ve onların “ürünü” olan insan haklarına), Hıristiyan kilisesine karşı yüzyıllarca sürdürülen bir
savaş ile ulaşılmıştır. Arnim Adam (Süddeutsche Zeitung, 20.12. 2002), bu konuyla ilgili olarak
Papa IX. Pius’un 1846 yılında yazdığı ‘Syllabus’u (Papa’nın inançla ilgili kimi konulara ilişkin
tezleri; bir tür fetva kitabı –Çevirenin notu) hatırlatıyor. Orada, Winkler ve Wehler’in Avrupa’nın
ayrılmaz bir parçası olarak nitelendirdikleri liberal düşünceler kompleksi, “modern dünyanın
yanlışlıkları” olarak fişlenmiş durumda.
• Rönesans’tan Aydınlanma Çağı’na ve oradan da moderniteye ulaşan Avrupa’nın tarihsel gelişim
çizgisi, hiçbir zaman türdeş olmamıştır. H. A. Winkler de, iddia ettiği tarihsel gelişim çizgisinin
Güneydoğu Avrupa için (AB üyeliği hiçbir zaman sorgulanmamış olan Yunanistan da dahil) geçerli
olmadığını kabul etmek zorunda kaldı. Avrupa’nın üniter bir yapısı olduğunu savunarak Türkiye’yi
bu yapının dışında tutmak isteyenlerin zaman zaman kabul etmek zorunda kaldıklarından çok
daha fazla olarak; Avrupa hem tarihte hem de şimdiki zamanlarda bariz farklılıklara ve türdeş
olmayan gelişim özelliklerine sahiptir.
Kimi araştırmaların vurguladığı iki olgu da bu düşünceyi desteklemektedir:
• Yirminci yüzyılın ikinci yarısında laisizm hem biçim hem de gerçekleştirilme süreci bakımından
Avrupalı toplumlar arasında çok farklı görüntülere sahipti.
• Diğer yandan; özellikle Hıristiyan teolojisi çevresinden gelen kişiler (örneğin Karl Josef Kuschel),
Hıristiyan bir Avrupa tipolojisi çizmeye çalışanlara karşı çıkıyorlar. Böylesi bir kavramın tarihin
yanlış yansıtılması anlamına geleceğini ve İslamiyet, Musevilik gibi diğer dinlerin Avrupa’da
yüzyıllar boyunca var olduğunu unutmakla ya da bu gerçekliği umursamamakla eşdeğer olacağını
belirtiyorlar.
Türkiye uzmanı Heinz Kramer ise bir incelemesinde konuya ilişkin görüşlerini şöyle formüle diyor:
“Avrupalılık kimliğinin kaybedilmesine dair görüşleri ve bu görüş eşliğinde ortaya atılan ‘Avrupa
projesinin sonu’ tehlikesinden söz eden iddiaları derinliğine analiz ettiğimizde, bu argümanların teorik
ve ampirik temellerden yoksun olduğunu ve Türkiye’nin AB’ye katılımını reddetmek için yeterli gücü
taşımayan cılız gerekçeler olarak kaldıklarını görüyoruz” (Heinz Kramer, EU. kompatibel oder nicht?
SWP Studie Nr. 34. Berlin, August 2003, s. 10 ve devamı).
Türkiye’nin Avrupa’da en kalabalık nüfusa sahip olması sorunu
Hans-Ulrich Winkler ve onun Türkiye’nin dışlanması konusundaki görüşlerine katılanların çoğu, sözü
edilen tarihsel-kültürel argümanlara bir başka sorun daha ekliyorlar: Türkiye AB’ye üye olursa, kısa bir
süre içinde AB’nin en kalabalık nüfuslu ülkesi olacak; bu durumda AB’nin nüfus dengesi bozulacağı
gibi, AB ülkelerine göç etmek için kapıda bekleyen yaklaşık 18 milyon işsiz Anadolu insanı (başta
Almanya olmak üzere) Avrupa metropollerine akacak ve müthiş bir entegrasyon sorunu ortaya
çıkacaktır. Türkiye’nin belli bir süre içinde AB’nin en kalabalık nüfusuna sahip bir ülke olacağı inkâr
edilemez bir gerçekliktir. Ancak Günter Seufert (Die Zeit, 39/2002), Wehler’in iddiasına temel teşkil
eden rakamların, Türkiye’nin nüfus artış oranı dikkate alındığında, neredeyse üç kat bir fazlalık
içerdiğine de işaret ediyor. Öte yandan, ‘Avrupa’ya göç etmek için fırsat kollayan 18 milyon Türkiyeli’
şeklindeki değerlendirmelerin de bir spekülasyondan ibaret olduğu; Türkiye’deki ekonomik gelişmeye
sıkı sıkıya bağlı olan bu konuda ciddi iddialara girilemeyeceği belirtiliyor (Heinz Kramer, agy, s. 22 ve
devamı).
Bir kalkan ve dinsel bir sınır olarak Avrupa kimliği
Bu tartışmaya katılan bazı yorumcular (örneğin Dieter Oberndörfer, Turkophobie, in: Blätter für
deutsche und internationale Politik, Heft 2/2003), söz konusu tartışmanın Türkiye-Avrupa ilişkilerine
dair makul bir diyalog yaratmayı amaçlamadığı şüphesi içindeler. 2,5 milyon Türkiyeli göçmeni
barındıran Almanya’nın bu insanların entegrasyonu konusunda inkâr edilemez birçok sorunla yüz yüze
olduğu açık; öte yandan kuşkusuz hem Almanya’da hem de başka birçok Avrupa ülkesinde
yabancılaşma korkusu da gelişiyor. İşte böylesi bir tabloda, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olanların, bu
durumu göz önüne alarak, Avrupalılık kimliği kavramı ile karşıt duyguları uyandırmak istedikleri iddia
ediliyor. Dolayısıyla, şu soru ortaya çıkıyor: Avrupalılık kimliği kavramı bir kalkan ve dinsel bir sınır
olarak mı tasarlanıyor? Bu eğilim, göçmen kuruluşlarının ve Hıristiyan kilisesine yakın çevrelerin yanı
sıra, değişik birçok kesim tarafından şiddetle eleştiriliyor.
CDU ve CSU yetkililerinin Türkiye’yi dışlayan bir tavrı açıkça benimsemeleriyle tartışma, siyasi partiler
arasında bir kavga konusu haline de geldi ve bu, durumu daha da zorlaştırdı; çünkü bu durumda
konunun yapısal özelliklerine bakış hiç de kolay olmamaktadır.
Avrupalılık kimliği kavramının içerdiği dört temel sorun
• Heinz Kramer, haklı olarak, Avrupa’nın birleşme sürecinin siyasi amacı konusunda AB üyesi
ülkeler arasında çoktan beri bir görüşbirliği olmadığını vurguluyor. AB’nin sonuçta neyi ifade
etmesi ve şeklinin nasıl olması konusunda resmi düzeyde bir Avrupa içi mutabakat da
beklenmemektedir. Kaldı ki şu ana kadar AB’nin genişlemesi konusunda bile üzerinde anlaşılmış
genel bir doktrin bulunmamaktadır; yalnızca her bir ayrı duruma uyarlanan bir üyelik politikası söz
konusudur. Bu durumda, konumuz olan Avrupalılık kimliği açısından söylenecek şey, resmiyet
dünyasından bakıldığında “Avrupa projesi”nin dayanaklarından yoksun bir proje olduğudur.
• Heinz Kramer, Dieter Oberndörfer ve başkaları tarafından vurgulandığı üzere, “Avrupa kimliği”,
tıpkı “ulusal kimlik” gibi, manevi bir oluşumdur. Çokuluslu devletler ve toplumlar hakkında yapılmış
araştırmalar, sonuç olarak, bir üst kimlik ya da ‘biz’ duygusu şeklindeki istikrarlı birliği sağlayan
şeyin içinde tamamen farklı ve birbirleriyle çelişen öğeler olduğunu göstermektedir. Böylesi
değişik öğelerden bir Avrupalılık kimliği kurgulamak üzere ilkeler çıkarmak mümkün
görünmemektedir. Daha somut biçimde ifade etmek gerekirse: Bazı ulusal topluluklarda din,
kültür, tarih vs bir “yapıştırıcı” rolü oynuyor veya en azından bir süre oynamıştır. Başka bazı ulusal
yapılar ise böylesi (iradi olarak var edilmiş de olabilen) vasıtalara ihtiyaç duymamaktadır. Çok
sayıda ulusal kimliği kapsayan bir siyasi birliğin ise güçlü, bir çatı gibi duracak bir kimliğe ihtiyacı
olup olmadığı pek açık değildir.
• Manevi bir yapı olan Avrupalılık kimliği durağan bir hal değil, bir süreçtir; yalnızca siyasal birlik
çapının büyümesi nedeniyle değil, içeriğinin ve vurgularının değişmesi nedeniyle. Ancak, bu
dinamik niteliğine rağmen, Avrupalıların bilincinde Avrupalılık kimliği anlayışını yaratan bazı (her
zaman birbirine bağlı olmayan) öğeler tespit edilebilir: Bir yandan Avrupa herhangi bir şekilde
belirtilmiş coğrafik bir yerdir; öte yandan Avrupa, kendi coğrafyasıyla sınırlandırılmayan eksantrik
bir etki kaynağıdır; bir yandan da Avrupa, ortak tarihsel bir hatıraya ve kadere sahip olan bir
birliktir; aynı zamanda Avrupa, demokrasi ve insan haklarının kalesi ve sosyal piyasa
ekonomisinin yatağıdır; dahası, antik çağın ve Hıristiyan Batının mirasçısıdır (Claus Leggewie,
Die Türkei und Europa, Frankfurt a.M. 2004, s. 13 ve devamı). Bu elemanların hiçbirisi tek başına
•
Avrupa’yı temsil etmemektedir. Avrupalıların bilincinde bu öğelerin bazıları azalırken bazılarının
önemi ise artıyor.
Avrupalılık kimliği, daimi bir kendini bulma sürecidir. Ancak Türkiye’nin AB üyeliği konusunda
yürütülen güncel tartışmada, Avrupa’nın, 18. ve 19. yüzyıllarda olduğu gibi, “Şark”ına durağan bir
zıtlık olarak bakarak kendi kimliğiyle ilgili kanaatlar edinmeye çalışması tehlikesi gözlemleniyor;
öyle anlaşılıyor ki, Avrupa yine, kendini bulmak için bir “öteki”ye, bir “yabancı”ya ihtiyaç
duymaktadır.
Asıl sorun bizim Avrupa’yı ne olarak algıladığımız: Bir durum mu, yoksa bir proje mi?
Ve Türkiye’nin geçmişini mi, yoksa Avrupa’nın geleceğini mi tartışıyoruz?
Felsefe, klasik arkeoloji, tarih ve etnoloji eğitimi görmüş olan Dr. Jan Cremer 1999’dan beri
Hamburg’daki Alman Şark Enstitüsü’nde çalışmaktadır.

Benzer belgeler