külliye 64.indd

Transkript

külliye 64.indd
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
S AY I
Yıl : 16/2015
3
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
Tashih
MAHMUT BAHAR
Röportaj
Yrd. Doç. Dr. TANER NAMLI
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Basın ve Medya
GIYASETTİN DAĞ
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Dağıtım
İzzetpaşa Vakfı
Danışma Kurulu
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN
Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR
Prof. Dr. Tarık ÖZCAN
Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL
Dr. M.NACİ ONUR
Uzm.Necati KANTER
Yrd. Doç. Dr. A. Faruk GÜLER
KEMAL BATMAZ
Ömer KAZAZOĞLU
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Nazım Payam
Gelin tanış olalım
7
Friedrich Nietzsche
Kadeh kaldırma hitabı
çev. Senail Özkan
8
Reiner Maria Rilke
Hz. Muhammed'e
nübüvvetin gelişi
çev. Senail Özkan
9
Mahmut Bahar
Avareyiz amma azade değiliz
alemde
Namık Açıkgöz
Edebiyat ve
evrensellik
42
Dursun Ali Tökel
Bir deliliğe övgü
olarak Leyla vü
Mecnun
48
10
11
İbrahim Şahin
röp. Taner Namlı
19
Ömer Naci Soykan
Felsefede yerellik ve
evrenselik üstüne
23
Vefa Taşdelen
Edebiyatta evrensellik
sorunu
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
28
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 30 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 80 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı
anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
39
Mustafa Sever
Yönetenleryönetilenler
bağlamında evrensel
ilkeler...
Levent Bayraktar
röp. Aydın Karabulut
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
36
Hüseyin Özbay
Dilin evreni ve
evrensel açılım
54
Mahir Adıbeş
Edebiyat özbeöz
millidir
57
Taner Tatar
Evren ve edebiyat...
61
Mustafa Özçelik
Edebiyat ve
evrensellik
64
Mehmet Nuri Yardım
Milay Köktürk Edebiyatımız 'iyi'dir
Edebiyatın ufku
31
Seval Koçoğlu
Duvarın lüzumu üzerine
32
İsmail Aykanat
Biricik sevgili 2
33
Serdar Arslan
Bilinmeze ağıt
34
Erdoğan Erbay
Varlığın kökü birdir....
66
Cafer Gariper
Evrensellik ve Türk
Edebiyatı
68
Hicabi Kırlangıç
Edebiyat ufku
70
Ramazan Çiftlikçi
Yaşar Kemal ve
evrensellik
64
73
Yahya Akengin
Çanakkele'nin martıları
74
Nurettin Durman
Parantezin içindeki
75
Kalender Yıldız
Bürütüs
76
Sezin Seda Altun
Sanı
77
Süleyman Bektaş
Yaz yorgunu
78
Muhsin İlyas Subaşı
röp. Kemal Batmaz
82
Ergin Altay
röp. M. Milat Özçelik
84
İshak Meşbeşe
Mühürlü Alyans
çev. Meretiko Metin
85
M. Milat Özçelik
Dünyanın en güzel
aşk şiiri
87
Asuman Demir
Meydan
89
M. Hâlistin Kukul
"Sözün Doğrusu"
92
Ebru Burcu Yılmaz
Günümüz öyküsüne
anlamlı bir katkı: ismigül
96
Osman Suruoğlu
Muhterem Okurlar,
Kültürel hareketliliğin elzemi beslenme kaynakları ve o kaynaklara olan ilgidir. Sizin, yazar
ve şairlerimizin destek, teşvik ve ilgileri devam
ettikçe mutfaktakilerin nitelikli dergicilik anlayışı
da elbet devam edecek ve ödüllendirme olacaktır.
2007’de Türkiye Yazarlar Birliği, 2008’de Balkan Aydınlar ve Yazarlar Birliği tarafından siz
okurlarımızın, yazar ve şairlerimizin sayesinde yılın dergisi seçilmiştik. Yine Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV) kuruluşundan
beri her yıl düzenlediği ‘Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri’ne bu yıl Bizim Külliye’yi de
dâhil etti. Güven tazeleyici, onurlandırıcı ödülümüzü Kazakistan Ankara Büyükelçiliğinde aldık.
Evet, bütün bu güzellikler, siz okurlarımız,
edebiyatçılarımız, felsefecilerimiz ve dergimizin
hamisi İzzetpaşa Vakfı sayesindedir.
Elinizdeki sayımızın dosya konusu “Edebiyat
ve Evrensellik”
Gelecek sayımızın dosya konusu ise “Poetika”
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a
emanet olunuz.
Bizim Külliye
2
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Gelin tanış olalım
NAZIM PAYAM
Erbap meclisine,
gönlü gani kişiye
de ihtiyaç duyuyor
insan. Belki de
eksikliği gidermenin
en zevkli en kolay
en dostane yanı,
böylesi meclislerin
müdavimi olmak,
tarihi, sanatı,
siyaseti ve
dünyanın gidişatını
uzmanından,
gönüllü çilecilerden
dinlemek…
M
e h m e t
Kaplan’ın Zeynep Kerman
tarafından derlenip tanzim
edilen “Edebiyat Bahçesinde Dolaşırken” isimli eserini
üç gecede bitirdim. Gündüzler alamamıştım elime.
Akşamları odama çekiliyor, başımı kitaba gömmekten alamıyordum kendimi. Tekrarlarla okuduğum
sayfalar oldu. Nedense Hocamızın Cumhuriyet Devri Türk Şiiri’ndeki şiir tahlilleri bu kadar sarmamıştı
beni. Edebiyat Bahçesinde Dolaşırken salt Mehmet
Kaplan’nın kendisini gördüm. Onun duygu ve düşünce dolgunluğunu, dili işleyişini, insan sıcaklığını,
samimiyetini hissettim. Çokları umursamayabilir;
bir düşünceden bir kitap tanıtımından yola çıkarak
üniversite dışında oturup kaldığı edebiyat mahfillerine içten içe imrendim.
İşte her hafta gittikleri Nurettin Topçu’nun Gedikpaşa’daki evinin denize bakan odasında birkaç
isim; Birinci TBMM milletvekillerinden Hüseyin
Avni Ulaş ve Yusuf Kemal Tengirşenk; arkeolog
Remzi Oğuz Arık, sosyal psikoloji âlimi Mümtaz
Turan. Orada bulunanlar, “Memleketin hâlihazır
durumu üzerine” konuşuyorlar. Kaplan Hoca, on3
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Soldan sağa: Kadir Koçdemir, Kemal Batmaz, Nazım Payam.
ların arasında, “dışarıdan kimsenin bilmediği ve
hiçbir vesikanın yazmadığı tarihin kalbinin gizli
köşelerini görür gibi” oluyor. Yine asistanlarıyla
evinde; Ahmet Hamdi Tanpınarlarla, Erol Güngörlerle, Ekrem Hakkı Ayverdilerle ayrı ayrı mahfillerde.
Bilgi, görgü, tecrübe yalnızca izlemek, okumak
ve yaşamakla edinilmiyor. Erbap meclisine, gönlü
gani kişiye de ihtiyaç duyuyor insan. Belki de eksikliği gidermenin en zevkli en kolay en dostane
yanı, böylesi meclislerin müdavimi olmak, tarihi,
sanatı, siyaseti ve dünyanın gidişatını uzmanından,
gönüllü çilecilerden dinlemek… Evet, Mehmet
Kaplan’nın mahfillerinden ziyadesiyle etkilendim.
Taşra, dedikleri bu mahrumiyette olsa gerek.
Arzu ettiğim lakin gerçekleştiremediğim öylesi
mahfillerin ateşi hâlâ alevlidir bende.
Issız yolcuya yol ışıldağı
Kültür sanat dergisi Bizim Külliye’yi yayın dünyasına katışımızın on altıncı yılı. Amaçlarımızdan
biri de Elazığ’da edebiyat atmosferi oluşturmak
idi. Ancak edebiyat zümresiyle ne hanemizde ne
de hane dışında periyodik diyebileceğimiz bir birliktelik sağlayabildik. Dergi müdavimlerinin sayısı ise hâlâ üçü geçmez. Onlar da mutfaktakiler.
Hayatı, edebiyat diliyle yorumlamaya yeltendiğimizde bir başına kalmayı öğrendik. Hele ilk beş
yılımız tamamıyla ötelenmişti. Kimi hemşerilerimiz bizleri mevki makam heyecanında, siyasi iti-
bar peşinde sanıyordu. Onların bu sanılarından,
sorgulayıcı tavrından kurtulamıyor, susmayı yeğliyorduk. Kimileri uğraşımızın dışındaydı, zaten
varlığımızı da yokluğumuzu da umursamıyorlardı.
Sokakta, caddede rastlaştığımız “eski” arkadaşlarımızın sorduğu sorularsa şu minvaldeydi: “Kaç
para kazanıyorsunuz?” ya da “Yapacak başka iş mi
bulamadınız?”
Talihin bir tebessümü; Bizim Külliye’nin en
şenlikli yıllarını 2004’te halk katında devlet adamı
niteliğiyle sevilen Valimiz Sayın Kadir Koçdemir
gerçekleştirdi. Dergimize her gelişlerinde ufkumuzun sınırlarını gerdi, genişletti. Düğümlerin
çözümünde tahammülümüzü gürleştirdi. Gündeme getirdiği konularla oluşturmaya çalıştığımız
toplantılar kendiliğinden canlandı. Onun sayesinde şehrimizin renkli simaları, çevreye amacımızı hissettirdi. Saygınlık yolunu kısalttı. Kısacası
Valimiz, hem ıssız yolculuğumuza yol ışıldağı hem
de çabamızın tescili oldu.
Unutmamız mümkün mü?
Daha ilk ziyaretlerinde söze Karamanoğlu
Mehmet Bey’in cümlesiyle başlamış, fakat tamamlamamıştı. Odadakilere göz gezdirdiğinde,
cümleye noktayı biz koymuştuk. Yüzünde tebessüm; “Gâvurların bir sözü var.” demişti. “Tek
bir cümleyle ifade edilemeyen şey, henüz hakikat
mertebesine yükselmemiş demektir.” Ardından dil
merkezli sorular yöneltmişti.
Dergiciyiz ya! Türkçeye olan muhabbetimizi
4
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Yunus’u anlatırken, olumsuz manada Ziya Paşa’yı
zikrederdi: Hırslı, doyumsuz, bedduacı... Edebî eserin
huzuru, sıhhati kendi zemininde aratması kişiye başlı
başına bir sağaltmadır. Özümsediğimiz edebiyatçı,
sorunları belirlediği kadar çözüm tarzını da belirler.
sezmeye dayalı şahsi cevaplar gerektiren sorulardı
bunlar. Perdeyi kaldırmadan anlaşacağımızın sinyalini karşılıklı vermiştik. Bir hafta sonraki iadeyi
ziyaretimizde “Bu akşam müsait iseniz dergide buluşalım.” teklifinde bulunmuştu.
Mesai saati dışında, dergide buluşmalarımız
aralıklarla iki yıl sürdü.
Sayın Valimiz Kadir Koçdemir, okur yetenekliydi. Bazen dergimizin eski sayılarında yer
almış şiirleri irdeler, bütünlük içermeyen metinleri eleştirir; tartışılacak noktaların altını çizer ve
dosya konumuzun eksiklerini vurgulardı. Bazen
dergimizde işlenmesi gereken konular üzerinde
durur, o konuların getirisini açardı. Mesela
“Edebiyatımızda Felek” onun tavsiyeleriyle
gerçekleşmiş bir dosyadır. Bazen de bir sonraki
çalışmamız için önemli eserlerin ismini âdeta içeriklerini maddeleştirerek belirtirdi. Bibliyografya
bilgisi bizleri hayrete düşürürdü. Bilgi edinme ve
edinilen bilginin kana karışmasında “Okyanus
orada duruyor, önemli olan bizim kabımızın ölçeği ve su tutma kabiliyetinin ne olduğu.” derdi.
Çevresinde ona hayranlık uyandıran bir başka
yönü ise imla ve noktalamaya olan vukufu ve titizliğiydi. Mahiyetinde bulunanları, yanlış yapma
korkusuyla en fazla tedirgin eden konu buydu.
Onun keşke herkes evinde bir sözlük, bir imla kılavuzu bulundursa temennisi, memuruna gelince
mutlaka dayatmaya dönüşürdü. Yazıya hürmeti,
düşünceye saygısındandı. Noktalama ve imla için
dergimizin bir metnini ele almaya görsün tashihçimizin yüzü peşinen kızarırdı.
Sayın Valimiz, Küreselleşme-Koordinatları Okumak ve Millî Devlet ve Küreselleşme isimli iki eserin
yazarıydı.
Konumuz Küreselleşmeyse; bir kitabın iki kapağı
arasına yerleşmiş fikirlerin asıl söylenmesi gerekenlere sadece küçük bir teşekkül ve teşebbüs olduğunu
onun sohbetlerinde bir kere daha anlardık.
O, Küreselleşme üzerine konuşmasını dergide
buluşma akşamlarına bölmüştü.
İlkin ‘küreselleşme’ kavramını, ekonomik,
kültürel, politik, ekolojik, teknolojik boyutlarıyla açmıştı bize. Sonra “anlamı değişen sınırlar”ın
kurduğu örgün ilintilere, işsizliğe, olumsuz rekabete, üreten ve tüketenlerin doğurduğu ilişkilere
değinmişti. Bir başka akşam küreselleşmenin, iç ve
dış güvenlikte, ekonomik faaliyetlerde millî devletlerin karar alma mekanizmalarını nasıl zayıflattığını, üstte uluslarüstü teşekküllere, altta bölgesel
otonomi ve yerel özerkliklere niçin yol açtığını
örnekleriyle anlatmıştı.
Temellendirdiği bilgi, direkt zihnimizin yorum
gücüne vuruyor, sarsmayan fakat sık titreşimlerle
dikkatlerimizi küreselleşme ideolojisi ile değerler
kaynaklı evrensellik arasındaki ayrıntılara çekiyordu. Oradan ve ondan ayrıldıktan sonra da düşünüyorduk.
Nitekim eşcinsellerden anarşistlere; aşırı solculardan milliyetçilere kadar birbirleriyle zıt grupların aynı meydanda toplanarak farklı istekler sunmalarına rağmen çözümde bulunmayışları bizleri
niçin düşündürmesin ki? Hem Valimizin arzusu
da düşündürmek değil mi? Bunu, daha ilk adımda
Küreselleşme’nin ‘Takdim’inde anlıyoruz. “Bu insanların hepsi kendi kaderlerini ilgilendiren irade
oluşturma ve karar alma süreçlerinde katılamamaktan, söz hakkı sahibi olmamaktan şikâyetçidir.
Başka bir deyişle, kararlarla ilgili çok ciddi, derin
ve ağır bir meşrutiyet krizi vardır. Millî devletin
karar alma ve biçimlendirme alanı daralmaktadır.
Karar alma süreçleri ülke dışına kaydırılmaktadır.”
Evet, Neden, niçin “karar alma süreçleri ülke
dışına kaydırılmaktadır?”
Konumuzla ilgili son konuşmasında, ‘suyu
akarına bırakacak olursak’ küreselleşmenin bilgi
temelleri ve sosyal kaygıları zayıflamış, aksine bir
o kadar da egosu gelişmiş bireyleri çoğaltacağın-
5
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
dan bahsetmişti. Bu bahse dayanarak edebiyatın
tanımlayıcı, sorgulayıcı işlevini; genç edebiyatçıların toplumdan kaçış nedenlerini ve sorundan çıkış
yollarını tartışmıştık.
Sonuçta, edebiyatın da edebiyatçının da vereceği insan kumaşıdır. İnsan kumaşı eskimez,
yıpranmaz sevgi ölçüsüne uygun olmalıdır. Edebiyatçının beslenme kaynağı sevgiyse elbette sevgi
tasasız olmaz. Kendi avucuna kapanmak da olmaz,
kanaati paylaşılmıştı.
Dünyayı kucaklayacak kuvvet; insanları değersiz görmek, dışlamak, sınıflara ayırmak, acze düşürmek yahut düş ürünü dairede vakit geçirmek
midir? Hayır! Edebiyatçıya düşen, dünyayı tüketim felaketleriyle tepen ve akabinde parçalayıp
yutan küresel iştaha karşı, her canlının her canlıya sevgisini, yaşama direncini artıracak dayanırlık
derecesi yüksek kültürel unsurların hükmünü icra
etmektir. Valimiz sosyal-psikolog Erol Güngör’ü
düşüncesinden referansla mesela demişti; “(bizde) pek çok şey değişse de, bir arada yaşamanın
temel gerekleri geçerliliğini korumaktadır.” “(Küreselleşme ideolojisine karşı) …halkın temsil ettiği
yerli kültür büyük ölçüde ayaktadır. Türk insanı
kültürünü koruma ve devam ettirme konusunda
şaşırtıcı reflekslere sahiptir. O, bilmese bile sezerek
birçok tahribata müsaade etmez.”
Her şairde Yunus’u arardı
Onun ezel ve ebet şairi Yunus Emre idi. “Gelin
tanış olalım/ İşi kolay kılalım/ Sevelim sevilelim/
Dünya kimseye kalmaz” dizelerini içselleştirdiğimizde, yeryüzündeki bütün insanlara aynı mesafeden ve bilakayduşart aynı muhabbetle bakabileceğimizi diline pelesenk etmişti.
Halis niyet, buzları eritir, dağları aşırtır, sohbeti kıvamında kurdurur insana. Halis niyetin
ocağı genelde yerlinin közüyle tüter. O, her şairde
Yunus’un yerliliğini, Yunus’un tanışma üslubunu
arardı. Ona göre Yunus, her insana hane içinden
biri olmaya namzetti. “Eğer evrensel şahsiyet aranıyorsa Yunus’u işaret etmemiz yeter.” diyordu. Ve
sorular ekliyordu: Yunus nelere sahip? Muhataplarına ulaştırmak istediği ne? Muhatapları ondan ne
alır? Ona ne verirler? Ona bakmalı. Yunus şahsiyetinde dil fettanlığı, kurnazlık, fırsatçılık yok; menfi
istekleri meşru kılmak yok. İnsanı ve inancı istismar yok. Doğal. Sevgi dolu. Sözü ve sevgisi aynı
ışıltıda! İnkârdan milyon kere milyon uzak…
Yunus’u anlatırken, olumsuz manada Ziya
Paşa’yı zikrederdi: “Hırslı, doyumsuz, bedduacı...”
Edebî eserin kişiye huzuru, sıhhati kendi zemininde aratması başlı başına bir sağaltmadır.
Dilini, sorunlarını benimsediğimiz edebiyatçının
çözüm tarzını da benimseriz. Onun elinde temel
bilgileri kalınlaştıran bir proje yoktur belki. Ama
insan ışığı, insan inceliği vardır. Yeni duygu ve düşünce açılımları için onlarca kitap okumaktansa
bölmeyen, yozlaştırmayan, bayağılaştırmayan birkaç edebiyatçının eseri yeter bize. Şu cümle Sayın
Valimizin şairlerimize itirafıdır: “Yunus, bana ait
olduğum bütünü, durduğum yeri, ezelden ebede
yolculuğumdaki seyir defterimi, sözün mahiyetini
ve gücünü hatırlatıyor.”
Herkes gibi Valimiz Kadir Koçdemir’e de mutluluk, sevdiğine hizmetten geliyordu.
O, Eskişehir’e atandığında 1954’ten beri her yıl
düzenlenen Uluslararası Eskişehir Yunus Emre Kültür ve Sanat Haftası’nın çehresi birdenbire değişti.
Anlatayım: Yunus Emre tiyatro ve sinema senaryosu yazdırmaya öncülük etti. Yunus Emre roman yarışması düzenledi. Yunus Emre Divanı’nın
İngilizce basımını; yabancı dillerde yayınlanmış
olan Yunus Emre’yle ilgili yayınların Londra’daki
sergisini destekledi. Yunus Emre Oratoryosu’nu
New York ve Washington’da dinletti. Onun Almancası, Almanca yazılmış felsefe kitaplarını
tercüme edecek düzeydeydi. Omzunda Bizim
Yunus’un eserleri Almanya’ya yürüdü. Döndüğünde Bizim Külliye, Varlık, Türk Edebiyatı, Türk
Yurdu ve Kardeş Kalemler benzeri fikir, kültür,
sanat dergilerine Yunus Emre’ye özel sayı hazırlama tavsiyelerinde bulundu. Şimdiye dek yalnızca ‘Yunus’ ismiyle yetinenlere Yunus’un eserlerini dağıttı.
“Eskişehir Yunus Emre Şiir Dinletisi” davetlisiydim. Randevu aldım. Görüştük. Sözü yine
Yunus’a çattık. Yunus’un
“Kişi bile söz demini
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini
Sekiz uçmağ ede bir söz”
dörtlüğünü okudu ve ekledi: “İnsanın bunlar
yazıldıysa yeni şiire ne hacet diyesi geliyor.” ■
6
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Trinkspruch, Frage eines Wassertrinkers
An Hafis
Die Schenke, die du dir gebaut,
ist größer als jedes Haus,
Die Tränke, die du drin gebraut,
die trinkt die Welt nicht aus.
Der Vogel, der einst Phönix war,
der wohnt bei dir zu Gast,
Die Maus, die einen Berg gebar,
die — bist du selber fast!
Bist alles und keins, bist Schenke und Wein,
bist Phönix, Berg und Maus,
Fällst ewiglich in dich hinein,
fliegst ewig aus dir hinaus –¬
Bist aller Höhen Versunkenheit,
Bist aller Tiefen Schein,
Bist aller Trunkenen Trunkenheit
— wozu, wozu dir — Wein?
KADEH KALDIRMA HİTABI,
BİR SU İÇİCİNİN SORUSU
Hafız'a
Bina ettiğin meyhane,
Her evden daha büyük,
Mayaladığın içkiyi
Bütün dünya içip bitiremiyor.
O eski zamanların anka kuşu,
Misafirdir sende,
Dağ doğuran fare,
Şimdi –bizzat sensin nerdeyse!
Friedrich Nietzsche
Çev. Senail Özkan
Sen her şey ve hiçbir şeysin, saki ve meysin
Sen ankasın, dağ ve faresin
Ebedi kendi içine düşersin,
Ebedi kendi içinden kanatlanırsınSen bütün yüksekliklerin verdiği sarhoşluksun,
Sen bütün derinliklerin görüntüsüsün,
Sen bütün sarhoşların sarhoşluğusun
-neye, neye lazım sana –şarap?
7
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
MOHAMMEDS BEREFUNG.
Da aber als in sein Versteck der Hohe,
sofort Erkennbare: der Engel, trat,
aufrecht, der lautere und lichterlohe:
da tat er allen Anspruch ab und bat
bleiben zu dürfen der von seinen Reisen
innen verwirrte Kaufmann, der er war;
er hatte nie gelesen – und nun gar
ein solches Wort, zu viel für einen Weisen.
Der Engel aber, herrisch, wies und wies
ihm, was geschrieben stand auf seinem Blatte,
und gab nicht nach und wollte wieder: Lies.
Da las er: so, daß sich der Engel bog.
Und war schon einer, der gelesen hatte
und konnte und gehorchte und vollzog.
HZ. MUHAMMED'E NÜBÜVVETİN GELİŞİ
İnzivaya çekildiği o mağaraya girince,
Yüce varlık, anında tanınan melek,
Samimi, saf ve o nuranî varlık nice:
Kibir ve gösterişten ırak, rica ile,
Destûr istedi huzurunda; o, bir tacirdi
Yolculuktan ötürü hem de pek dalgındı;
Ümmî idi, okumamıştı hiç – fakat şimdi
Ziyâdedir o bilgeye böylesine bir söz.
Fakat melek, buyururcasına, ona tekrar
Kâğıt üzerinde yazılı olanı gösteriyordu,
Vazgeçmiyor ve yine, Oku! diyordu.
O vakit okudu: Öyle ki melek önünde eğildi.
Ve sanki o çoktandır okumuş birisiydi
Başardı ve itaat ile yaptı söyleneni.
Reiner Maria Rilke
çev. Senail Özkan
8
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
avareyiz amma azade değiliz âlemden
herkesin konuştuğu yerde sus
herkesin sustuğu yerde konuş
böyle mi başlamıştır belagat bekçiliği
bu yüzden midir söze çifte su
üstünde sözlüğe adanmış kelimelerin gölgesi
müsveddelerini temize çeker hayatın
sesler kılçığından ayrılacak
üflenecek harflerin tozu
bir virgüle boyun bükse de mana
şiiri şairinden dik duracak
çünkü his yoldaşı fikrin
çünkü hayal hakikatin yokuşu
olan şu
kur ’ası çekilmiştir ezelden
şiirle müjdelenen şairin hissesine bir mısra düşer
- avareyiz amma azade değiliz âlemden
MAHMUT BAHAR
9
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
LEVENT BAYRAKTAR
ile edebiyat, hikmet ve evrensellik üzerine
Türklerin töresinde “adalet” merkezî kavramdır. Gök
nizamı, kutup yıldızı etrafında muntazam bir şekilde
nasıl tesis edilmişse, yeryüzünde de yer nizamını
kurmak ve kollamak Tanrı’dan “kut” almış olan ve
adaletle hükmetmek zorunda olan, dahası bunun
bilincinde olup bunu erdem olarak yaşayan
Türk hükümdarının vazifesi ve borcudur.
AYDIN KARABULUT
Levent Bayraktar
1972'de
Ankara'da
doğdu.
İlk, Orta ve Lise tahsilini burada tamamladı. 1989'da Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümüne
girdi. Buradan sırasıyla 1993'te
lisans, 1997'de yüksek lisans ve
2003'te de doktora derecelerini
aldı. 1995'te mezun olduğu Fakülte ve Bölümde araştırma görevlisi, 2004'te Kırıkkale Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
Bölümünde yardımcı doçent ve
2011'de de Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümünde
doçent oldu. Bölümün kuruluşunda rol alarak 2011-2014 yılları
arasında Felsefe Bölümü Başkanlığı görevini yürüttü. Hâlen Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığını sürdürmektedir.
Hocam merhaba, ilkin dosya konumuz olan “edebiyat ve evrensellik” hakkında söyleşi talebimizi kabul
ettiğiniz için teşekkür ederiz. Siz bir felsefecisiniz ve
çağdaş felsefe ile Türk düşüncesini birlikte ele almaktan yana olduğunuzu çalışmalarınızdan gözlemliyoruz. Sohbetimize başlarken Türk edebiyatı ile Türk
düşüncesi arasında bir münasebet kurulabilir mi diye
sorsak neler söylersiniz?
Öncelikle teşekkür ediyorum. Her şeyin hızla
yozlaştığı ve insanoğlunun kendisini yalnız ve pusulasız
hissettiği bir ortamda her sayınız ile hem hikmet ve
hakikati hatırlattığınız hem de bunu Türkçe ve Türk
kültürü içinden ifade etme gayretinde olduğunuz için.
Türk edebiyatı, başlangıcından bu yana, kesintisiz bir
biçimde Türk hikmetinin aktığı nehir yatağı gibidir. Türk
hikmet geleneği, güzel ve anlamlı sözü, güzel bir form ve
ahenk içerisinde, evrensele yönelen bir dikkat ve hassasiyetle dile getirmek üzerine inşa edilmiştir. Amaç sadece güzel söz söylemek değildir. Edebî türler ve formlar
içinde eser vermek de değildir. Temel amaç insanı,
insanın değerlerini, toplumu, devleti ve hatta bütün
bir insanlığı kuşatacak ve yaşatacak hikmeti ve hakikati
gösterebilmektir.
Edebiyat kavramı ile hikmet ve hakikatin aynı
10
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
cümle içerisinde kullanılmasına pek alışık
olduğumuz söylenemez. Sizce edebiyat bir tefekkür alanı mıdır?
Edebiyat tarihçisi veya bir edip olmadığımı
itiraf ederek bir parantez açmak istiyorum. Bizde edebiyat, ‘edeb’ kavramından türetilmiştir.
‘Edeb’ ise en yalın ifadesiyle kişinin kendisini
bilmesidir. Fakat bu söylendiği kadar kolay
elde edilebilecek bir durum ya da farkındalık
hâli değildir. Böyle bakıldığında Türk edebiyatı tarihini insanın kendini bilmesi, insan-insan,
insan-toplum, insan-devlet, insan-tabiat ve insan-Tanrı ilişkilerinin bütünü olarak tasavvur
edebiliriz. Bütün bu ilişkileri incelemek ve irdeleyebilmek ise hikmet ve hakikat eksenli bir
okuma, anlama ve anlamlandırma faaliyetini
zorunlu kılar.
Peki, bu aşamada edebiyat ve bilgi ilişkisi
de gündeme geliyor mu?
Şüphesiz.
İnsanın
bütün
anlamlı
eylemlerinin temelinde bilgi vardır. Bilgi
basitten karmaşığa, fizikten metafiziğe doğru
bir seyir takip eder. Dolayısıyla edebiyatın
hikmet ve hakikat ile ilişkisini irdelemek ve
sorgulayabilmek için öncelikle insanoğlunun
bilgi ile ilişkisini tanımak gerekir. Bilgi,
insanda açığa çıkar. Bilgi bir tabiat nesnesi
değildir. Bilgimizin konusu tabiat ve onun tek
tek nesneleri olabilir fakat nesne başka, bilgi
başkadır. En sade tanımı ile bilgi, insanın (bilen özne) kendisine veya kendisinin dışındaki
varlığa bilinçli yönelimi sonucu açığa çıkan
üründür. Bu yüzden insan ve onun bilinçli yönelimi olmadan bilgi söz konusu değildir.
Her türlü bilginin insanın bilinçli yönelimi sonucu açığa çıktığını söylediniz. O
zaman edebiyat da bilinçli bir eylem olarak
bilgiye dayalıdır demek gerekir.
Evet, fakat çok daha fazlası. Özellikle
de Türk edebiyatında, meselenin hikmet ve
hakikat boyutunun da olduğunu görüyoruz.
Buna değinmiş, ancak bunu ayrıntılı olarak
dile getirmemiştik.
Getirelim dilerseniz ne kast ediyorsunuz
hikmet ve hakikat ile?
Hikmet çok zengin tarihselliğe ve muhtevaya sahip bir kavramdır. Başlı başına hikmetin
ne olduğu ve tarih boyunca hangi dillerde ne
anlama geldiğini araştıran bir eser kaleme almaya kalksak hacmini başlangıçtan tasavvur etmek neredeyse imkânsızdır. Türkçe literatürde
bu konuda kapsamlı bilgi edinmek isteyenler
için Hocam Mübahat Türker-Küyel’in etütlerini tavsiye edebilirim. Bu literatüre dayanarak
“hikmet”in yazılı en eski metinlerde “doğru
yol”, “hayvanı doğru yola sokmak”, “sevk etmek” gibi anlamlara geldiğini görüyoruz. Bu
tanım ya da betimlemenin bilgi ile doğru bilgi
ile ilişkisi açıktır. Zira doğru yolu diğerlerinden tefrik etmek için bilmek gerekir. Türkİslam düşüncesinin kurucu atalarından Farabi,
hikmetin ilkin Kaldeliler’de (Sümerlilerle akraba bir Mezopotamya kavmi) ortaya çıktığını
oradan Mısır ve Yunan’a sonra da İslam medeniyetine geçtiğini söylemektedir.
Yunancada “hikmet” yani “sophia” Pithagorasçılarda karşımıza çıkmakta ve Tanrılara ait
bir bilgi ve vasıf olarak betimlenmektedir. Bu
yüzden onlar kendilerine “bilge” demek yerine “bilgeliği seven” anlamında “Philosophos”
demişler ve bu terim Arapçaya “filozof ” olarak
geçmiştir. Dolayısıyla felsefe de hikmet ya da
bilgelik arayışı ve sevgisi anlamına gelmektedir.
Farabi’ye İslam dünyasında muallim-i
sânî denilmesinin sebepleri de anlaşılıyor
böylece.
Farabi, Türk-İslam medeniyetinde gerçek
bir “kurucu ata”dır. Aristoteles muallim-i evvel
sıfatıyla kendisinden önceki bilim ve felsefe tarihini gözden geçirerek kendi sistemini kurmuş
ve mantık, metodoloji, bilim ve felsefe alanlarında kendisinden sonra otorite kabul edilmiştir. Aristoteles’in otorite ilan edilmesi, bir yandan onun bilgisine saygı duyup itibar etmeyi
getirmiş olsa da, bir yandan da adına Orta Çağ
zihniyeti denilen “skolastisizm”i doğurmuştur.
İslam medeniyetinin doğuşu bu skolastisizmin
aşılması ve modern dünyanın kurulması için
muazzam bir kaynak ve hamle oluşturmuştur.
11
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Kut, töre, adalet ve hatta gönül ve edeb kavramları
Türklerin tarih boyunca bilgi-inanç-eylem arasında
gördükleri karşılıklı münasebetler ile evrenselleştirilebilir
bir düşünceye sahip olduklarını göstermektedir. Burada
evrenselleştirilebilir olmak, adaletin kozmik ve aşkın bir
biçimde tanımlanması ve temellendirilmesi ile alakalıdır.
Adalet, Türk hükümdarının boynunun borcudur.
İslamiyet ile dünyanın kültür ve medeniyet
alanlarında bir transformasyon/dönüşüm
yaşadığına tanık oluyoruz. Bu dönüşümün
felsefe, bilim ve edebiyat alanlarındaki yansımaları nasıl olmuştur?
Teşekkür ederim, tam da oraya gelmek istiyordum. İslamiyet, ilk ayeti “oku” diye başlayan
semavi bir kitap dinidir. Doğrudan doğruya
insanı muhatap alır ve kilise gibi bir teşkilatlanması yoktur. Vahiy, akla ve akil olana hitap
eder. Onu mükellef kılar. İnsanın kendisine ve
kendisinin dışındaki varlığa yönelmesini, onu
bilmesini, tanımasını, hikmet ve hakikate vasıl olmasını emreder. Böylece Türk hikmeti ile
İslam hikmeti de buluşmaktadır. Zira her ikisinde de insanın gücü yettiği kadar kendisini
tanıması, haddini bilmesi ve varlığın hikmet ve
hakikatini elde etme gayesi ve mefkûresi vardır.
Burada İslam öncesinde Türklerin kut, töre
ve adalet kavramlarını nasıl tanımladıklarını
hatırlamak yerinde olabilir sanırım. Zira onlar
da adaletin aşkın ve evrensel bir temeli olması
gerektiğine inanıyorlardı.
Eski Türk hikmetine ve töresine baktığımızda; Türklerin İslamiyetle karşılaştıklarında
niçin çok da yabancılık çekmediklerini anlıyoruz. Çünkü İslamiyet öncesi Türklerin töresinde “adalet” merkezî kavramdır. Gök nizamı,
kutup yıldızı etrafında muntazam bir şekilde
nasıl tesis edilmişse, yeryüzünde de yer nizamını kurmak ve kollamak Tanrı’dan “kut” almış
olan ve adaletle hükmetmek zorunda olan, dahası bunun bilincinde olup bunu erdem olarak
yaşayan Türk hükümdarının vazifesi ve borcu-
dur.
Kut, töre, adalet ve hatta gönül ve edeb kavramları Türklerin tarih boyunca bilgi-inanç-eylem arasında gördükleri karşılıklı münasebetler
ile evrenselleştirilebilir bir düşünceye sahip olduklarını göstermektedir. Burada evrenselleştirilebilir olmak, adaletin kozmik ve aşkın bir
biçimde tanımlanması ve temellendirilmesi ile
alakalıdır. Adalet, Türk hükümdarının boynunun borcudur. Oysa başka komşu medeniyetlerde adalet, hükümdarın borcu değil lütfu olarak betimlenmiş ve tanımlanmıştır. Bu
yüzden, yer nizamı ile gök nizamı arasında
münasebet kurulmuş olması ve adaletin kozmik bir yasa olarak konulmuş olması, Türk
hikmet tarihi boyunca Orhun Abideleri’nden
Kutadgu Bilig’e, Ahmet Yesevî’nin Divan-ı
Hikmet’inden Farabi’nin Erdemli Şehir’ine,
Yunus Emre’nin Divan’ından Mevlana’nın
Mesnevi’sine ve Mehmet Âkif ’in Safahat’ından
Atatürk’ün Nutuk’una kadar kesintisiz bir akış
ve bilincin varlığına delil teşkil eder.
Geldiğimiz bu noktada aslında edebiyat
ile hikmet ve hakikat arasında veya diğer bir
deyişle edebiyatla felsefe arasında sıkı bir
münasebet olduğunu fark ediyoruz. Sizce felsefe ve düşünce hayatımız bu kaynaklardan
yeterince beslenebiliyor mu?
Çok zor fakat sorulmuş olması bile
bir o kadar gerekli bir konuyu gündeme
getirdiniz. Türk düşüncesi tarihini yazmaya
girişenler bunun Türk edebiyatı tarihine
müracaat etmeden mümkün olamayacağını
12
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
fark ederler. Çünkü yukarıda da ifade etmeye
çalıştığımız gibi Türkler, varlık, bilgi, değer,
kozmoloji, devlet, siyaset ve insan hakkındaki
düşüncelerini genellikle edebî üslup ve formlar
içerisinde ifade etmişlerdir. Aslında bu bir
nakısa değil, bir zenginliktir. Nakıs olan şey;
bu zenginliğin yeteri kadar farkında olmamak
ve üzerine eleştirel bir titizlikle eğilip bu alanı
felsefileştirememektir.
Mesela Cumhuriyet dönemi Türk düşüncesi söz konusu olduğunda “Dergâh” dergisi
etrafında oluşan “Dergâh Çevresi” önemli bir
referans noktası veya edebiyat ve felsefe etkileşimi bağlamında bir laboratuvar gibidir. Zira
bu derginin yazar ve konu kadrosuna bakıldığında, deyim yerindeyse, “çokluk içinde birlik”
görülür. Derginin başarısı da buradadır. Tarih,
edebiyat, felsefe, sosyoloji, pedagoji, sanat tarihi, estetik ve şiir alanlarında bugün için de hâlâ
değerli ve anlamlı bir terkip oluşturulmuştur.
Yazarları farklı ekollerden ve dünya görüşlerinden olsalar da ortaya koymayı başardıkları husus; yeni bir medeniyet hamlesi yapmak
zorunda olduğumuz ve bunu yapabilmek için
millî, manevi ve entelektüel varlığımızın temellük ve tevarüs edilmesi ile birlikte çağdaş
olanın terkip edilmesi tespiti ve teşhisi olmuştur. Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
medeniyet, tarih, imtidad (süreklilik) fikirleri
ile Mustafa Şekip Tunç, İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve Mehmet Emin Erişirgil gibi Bergsoncuların gündeme getirdikleri yaratma, yenilik,
oluş, müddet (süre), hafıza, benlik ve şahsiyet
gibi kavramlar hem gelenekle bağların yeniden
tesis edilmesine hizmet ediyor hem de hayat ve
ruh alanlarında mekanizm ve determinizmin
katı madde sahasında olduğu gibi işlemediği
inancını getiriyordu.
Saydığımız bütün isimler kendi ihtisas
alanları ne olursa olsun sanatla ilgilenmiş ve
felsefi-edebî veya felsefi- estetik bir kaygı ile
çalışmalarını meydana getirmişlerdir. Mesela
Yahya Kemal için kim ‘sadece şairdir’ diyebilir?
Onun sanatı; mimari, musiki, tarih ve estetik
birliktelik kurulmadan nasıl anlaşılabilir? Keza
Tanpınar’ın sanatı! Mustafa Şekip ise ne salt
bir psikolog ne de salt bir felsefecidir. Onun
tefekkürü de başta felsefe, psikoloji ve pedagoji
olmak üzere şiir, resim ve estetikle bütünleşmiş
bir tefekkürdür. Baltacıoğlu’nu anmadan ve
anlamadan Türk düşüncesinden nasıl bahsedilebilir? O ilkin bir pedagog olarak görülür: pek
çok “usul-i tedris” yani metot kitabı kaleme almıştır. Coğrafyadan tutun, el işlerine ve yazı
öğretimine kadar. Aynı zamanda güzel yazı yani
hüsn-i hat alanında bir mucittir. Adına “alev
yazısı” dediği bir yazı stili icat etmiştir. “Türk’e
Doğru” adını verdiği medeniyet projesi ile etik,
estetik, manevi bir terkip peşinde koşmuş ve
bunu din, dil, sanat, musiki, felsefe, mimari,
şehircilik, tiyatro, eğitim ve daha da çoğaltılabilecek kültür ve medeniyet alanlarında sayısız
eserler vererek işlemiştir. Baltacıoğlu bugünün
aydınlarına ve yetişmekte olan nesillerine işlenmiş bir dil ile millî, manevi ve evrensel olanın
birlendiği insani bir mefkûre bırakmıştır.
Erişirgil de Dergâh çevresi düşünürlerinden
olarak bir yandan Descartes, Leibniz, Kant,
Durkheim, James, Bergson ve Boutroux gibi
filozofları derslerine, kitaplarına ve makalelerine konu yaparak Türkçeye kazandırmış bir
yandan da Darülfünun ve Mekteb-i Mülkiye’de
hocalık ve yöneticilik yapmıştır. Ziya Gökalp
ve Mehmet Âkif ile çok yakın mesaide bulunarak, millî olanla evrensel olanın en sağlıklı
birlikteliğini kurmaya gayret etmiştir.
Görülüyor ki Dergâh dergisi Cumhuriyet döneminde edebiyat ve felsefe buluşması
açısından nadide bir örnek oluşturuyor ve
ihtiyaç duyduğumuz bir model teşkil etmeye
devam ediyor. Umuyor ve diliyoruz ki düşünce tarihçiliğimiz örneklerini vermeye çalıştığınız şekilde edebiyatla felsefenin ya da yine
işaret ettiğiniz gibi hikmet ile hakikatin buluşturulduğu yeni ve özgün eserlere kavuşabilir. Bizim Külliye ailesi olarak biz de hem
dile getirmiş olduğunuz tespit ve önerileriniz
hem de zaman ayırıp sorularımızı cevaplandırdığınız için yürekten teşekkür ediyoruz.
Estağfurullah, asıl ben teşekkür ederim.
Öncelikle nazik davetiniz ve ardından da “Bizim Külliye”yi bir irfan mektebine dönüştürme
azminiz için. Yolunuz açık olsun.■
13
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
İBRAHİM ŞAHİN
ile evrensellik üzerine
Edebiyatın inşa malzemesi dil olduğuna, dil de daha
başta millî bir karakter arz ettiğine göre, bu dilin
evrensel bir kullanım biçimi ile takdimi gerekir.
Dilin evrensel insani kaygıları, evrensel
bir sunumla dile dökebilmesi için, yine
evrensel olan başka bir sunuma itibar etmesi
gerekecektir.
TANER NAMLI
Hocam, çalışmalarınız biyografinizde
belirlenmiş. Ben doğrudan soruya yöneliyorum. Bir edebiyat eserinin, “evrensel”
duyuş ve düşünüş tarzını yakalayabilmesi
neyle ve nasıl mümkündür?
Sadece edebiyat değil, genel olarak bütün
sanatların evrensel duyuş ve düşünüş ile –sizin ifadenizle–bağının kurulabilmesi, eseri
hangi malzeme aracılığıyla inşa etmiş olmak
yanında, bizatihi inşa tarzının kendisi ile ilgilidir. Evrensel olanı yakalayabilmenin yolu
evrensel olan üzerinden gitmekle ilgili bir
durumdur. Evrensel olanın ne olduğunun cevabı ise, şüphesiz öncelikle klasiklerin ısrarla
üzerinde durdukları insani meseleler, evrensel hususlardır. İnsandan daha evrensel bir
malzeme yok. Ancak insanın evrensel olan
yanı iç dünyasıdır. Ressam ya da müzisyen
veya şair, insana dair değişmeyecek/değişmemekte olanı yakalayabilmeli. Fakat sadece insanın asli yanını yakalamış olmak evrensellik
için muhakkak ki yetmeyecektir. Edebiyatın
inşa malzemesi dil olduğuna, dil de daha
başta millî bir karakter arz ettiğine göre, bu
dilin evrensel bir kullanım biçimi ile takdimi
İbrahim Şahin
1963’te doğdu. İlk ve orta tahsilini
1980’de tamamladı. 1984 yılında Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Aynı
sene aynı üniversitede lisansüstü eğitimine başladı. Doktorasını Gazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsünde 1984 yılında
tamamladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde
araştırma görevlisi doktor olarak iki yıl
çalıştı. 1994 yılında aynı üniversitenin
Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsünde
yardımcı doçent olarak göreve başlayan
Şahin, 1999’da doçent, 2005’te profesör
oldu. Hâlen Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümünde görev yapmaktadır.
Tevfik Nevzat, Cengiz Dağcı, Selanikli Fazlı Necip ve Ahmet Hamdi Tanpınar (Haz ve
Günah: Bir Tanpınar Yorumu) hakkında kitapları bulunan Şahin’in değişik dergilerde
yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır.
14
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
gerekir. Dilin evrensel insani kaygıları, evrensel
bir sunumla dile dökebilmesi için, yine evrensel
olan başka bir sunuma itibar etmesi gerekecektir. Burada kastedilen edebî sanatlardır. Genel
olarak dil oyunları diyebileceğimiz edebiyat sanatları, bütün diller açısından benzer kurgularla
düzenlendiğine ve insanın dil oyunları karşısındaki duyarlığı aşağı yukarı aynı olduğuna göre,
evrensel bir metnin formel düzeydeki gerekliliği
dil oyunlarıdır. Fakat büyük sanatkâr olmanın
ölçüsü evrensel duyarlıkla ilgili olduğuna göre,
evrensel kategorilerle edebî dilin bağının da
kurulması gerekir. Bu bağ, kökenle ilgidir. İnsanlığın mistik kaynakları yani kökeni müşterek
olduğundan mitoloji ve din gibi kökene ilişkin
kaynaklarla sanat eserinin bağını kurabilen bir
sanat eserinin evrenselleşmesi artık doğal bir
süreçtir. Görüldüğü gibi, sadece gördüğünü bildiği dille dile dökmek, ne sanatkârlık için ne de
evrensel olabilmek açısından yeterli görünmektedir. Yukarıda başlıklar hâlinde takdim etmeye
çalıştığım evrensel kurgunun doğasına ilişkin
tespitlerin yanına mutlaka sanatkârın bilgi birikimini, kültürünü ve duyarlığını eklemek gerekecektir. Bu konuda ben biraz Jung’a biraz da
Eliot’a yakın hissediyorum kendimi. Geniş bilgi
ve kültürel birikimini, dil oyunları konusundaki kabiliyetle, şahsi duyarlıkla birleştiren bir
sanatkârın evrenselin doğasını keşfetmiş olacağını düşünüyorum. Konunun, sanatkârın ele aldığı konunun aktüelle ilgisinin olup olmaması
ile herhangi bir ilgisi yoktur. En aktüel konular
bile, mistik bir söylem üzerinden- mistik söylemin esası çok anlamlı dildir-dile getirilebilir.
Eser ortaya koyarken millî ve evrensel çizgiler ne denli göz önüne alınmalı?
Sanat eserinden anlam çıkaran çoğu zaman
okuyucunun/seyircinin/dinleyicinin kendisidir.
Sanatkârın eserde kastetmediği bir yığın anlamı, okuyucu –ya da seyirci ve dinleyici- kendi
bilgi birikimine, duyarlığına göre çoğaltabilir. Fakat daha işin başında, her sanat eserinin
millî bir karakteri vardır. Eserin mübdei belli
bir kültürün ve cemiyetin mensubu olduğuna
göre, bu mensubiyetin ilham ettiği bir millîğin
görünmesi kaçınılmazdır. Kaldı ki dil varlığı,
şartları ve kuralları açısından zaten millîdir. Di-
lin millîliği en başta lügat kabiliyeti itibarıyladır. Fakat bu dilin- ya da her dilin- imkânlarını
sanatkâr ve halk genişletir. Eserin evrensele doğru açılan anlamı, sözünü ettiğimiz imkânların,
sanatkâr tarafından kullanılma becerisiyle ilgilidir. Şiir gibi tercüme edildiğinde yeniden yazılmak zorunda olan bir sanat biçimi, dönüştürülemez şekilde millîdir. Bir başka dile aktarılması, şiirin, yazıldığı dilin imkân ve kabiliyetinin,
öteki dilde yeniden kurulmasının güçlüğünden
kaynaklanmaktadır. Ancak roman ve hikâye
gibi nesir sanatlarının başka bir dile aktarılması, orijinal dilindeki imkân ve kabiliyetlerinin,
öteki dille tekrar kurulması nispeten daha kolaydır. Bütün sanatlarda imge esas olduğuna ve
dil de imge üzerinden işlerlik kazandığına göre,
kişisel düzeyde, kişisel bir anlam dünyası oluşturan imgenin, kavram, metafor ve sembol gibi
alanlara dönüştürülmesi, millî olandan evrensel
olana doğru yürüyüşün aşamalarıdır.
Edebiyat sosyolojisinin imkânları bakımından “millîlik” ve “evrensellik” kavramlarının birleştiği ve ayrıldığı noktaları görüşleriniz ışığında değerlendirebilir miyiz?
Edebiyat sosyolojisinin imkânları ifadesi ile
kastettiğiniz sanırım, günümüzdeki yayın, basım ve tanıtım imkânlarıdır. Fakat bunların hiç
birisinin, üzerinde konuştuğumuz sanat eserinin evrenselliğine doğrudan katkısı olduğunu
sanmıyorum. Bu imkânlar ancak, tanınmayı,
bilinmeyi sağlar; daha da açıkçası, çok satmayı sağlar; hatta nispeten okunmayı da sağlayabilir. Ancak saydığım hususların hiç birisi
evrensellikle ilgili değildir. Bir ülkenin siyasi,
ekonomik, askerî ve kültürel hegemonyası da
sanatkârın tanınmasını, eserinin çok satmasını, birkaç dile çevrilmesini sağlayabilir. Oysa
bunların hiç birisi “evrensel” olmanın ölçüsü
değildir. Evrensel olmak, evrence bilinmekle
ilgili değildir; evrensel olmak, insanlığın ortak
bilinçdışından konuşabilmektir.
Dostoyevski, Goethe, Shakespeare insanlığın ortak bilinçdışından konuştukları için
evrenseldir. Demek ki evrensel olmak, edebî
metnin- aslında umumi olarak sanat eserininnerden konuştuğu ile ilgili bir durumdur. Sorun keşfedilip keşfedilmemekle ilgilidir. Eserin
15
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Modern Türk edebiyatının, başka kültürlerin/dillerin büyük
eserleri ile yarışabilecek eserleri var. Onların bu kabiliyeti
tamamen yazarlarının dili kullanma kabiliyetinden
kaynaklamaktadır. Edebiyatın muhatabı olan akademi,
okuyucu ve üçüncü sınıf gazete köşe yazarları, edebiyat
tarihimize biraz göz gezdirseler asıl ölçünün ne olduğunu
göreceklerdir.
yazıldığı dili konuşan ülkenin siyasi ve ekonomik gücü, uluslararası alandaki belirleyici rolü
tesirsiz olduğu için, romancımızı ya da şairimizi, başka kültürler tanımamış olabilir; ama bu
o sanatkârın ya da sanat eserinin evrensel olmadığı anlamına gelmez. Üstelik günümüzün
reklam imkânları, basını elinde tutan edebiyat
mafyaları, örneğin birkaç cahil gazete köşe yazarı, neyin, hangi eserin popüler olacağını belirleyebilir ki maalesef bugün Türkiye’de durum
aynen böyledir. Ama unutmayınız ki asıl belirleyici olan eserin zengin tabiatıdır ve bir gün o
zengin tabiat kendini var kılar. Çıkar ilişkileriyle, ideolojik yakınlıklarla, eş dost muhabbeti
ile yürüyen sanat hayatının aktüel görüntüsü
daima aldatıcıdır.
Klasikleşmeyi evrensellik olarak okumak
mümkün mü? Şayet öyleyse, Türk edebiyatı
gerçekçi bir gözle evrenselleşmeye, klasikleşmeye namzet ürünler verebildi mi? Yahut
evrenseli kimlerle yakaladı? Onları evrensel
kılan taraflar nelerdi?
Evrensellikle benim kastettiğim tam da klasikleşmektir. Fakat Aragon’un o meşhur sözünü
de unutmayalım: “Klasik olmak demek, okunmamaktır.” der Aragon. Ben okunmayı kastediyorum tabii ama klasik ile kadim bilgi/köke
ilişkin bilginin modern bir formda yeniden üretilmesidir benim kastettiğim. Edebiyat bütün
insanî faaliyetlerin merkezinde bulunur. Dili
böyle bir avantaja imkân verir çünkü. Mitoloji,
din, felsefe, psikoloji, sosyoloji ve estetik gibi
alanlarla bağı yeniden üretilmiş eser, şüphesiz
büyük eserdir. Bir edebiyatın klasikle bağını
kuran biraz da edebiyat eleştirisidir. Maalesef,
hem teorik hem de pratik anlamda modern
Türk edebiyatının en büyük sorunu edebiyat
tenkididir. Ucuz ilişkilerle elde edilmiş gazete
köşelerinde, ucuz zevkle tayin edilmiş eserler
üzerindeki yorumlardan büyük eleştiri, büyük
sanat eseri çıkmaz. Bize önce eleştirmen lazım.
Adam gibi, bilgisi, kültürü, zevki ile büyük eseri bilen ve dahi sezen eleştirmenler olmadıkça
Türk edebiyatından bir şey olmaz.
Sorunuzun ikinci kısmının cevabını nispeten yukarıda verdim. Ama aynı sorunun şu
kısmını cevaplayayım: Modern Türk edebiyatının, başka kültürlerin/dillerin büyük eserleri ile yarışabilecek eserleri var. Onların bu
kabiliyeti tamamen yazarlarının dili kullanma
kabiliyetinden kaynaklamaktadır. Edebiyatın
muhatabı olan akademi, okuyucu ve üçüncü
sınıf gazete köşe yazarları, edebiyat tarihimize
biraz göz gezdirseler asıl ölçünün ne olduğunu göreceklerdir. Yayınlandığı zaman kıymeti
fark edilmeyen hangi yazarlar ve eserleri, acaba
yıllar sonra hangi sebeplerle keşfedilmişler? Bu
sorunun cevabını görseler, bugün görmezlikten
geldikleri eserlerin, ilerde onların zevksizliğine
ve samimiyetsizliğine inat, dirileceklerine tanık
olacaklardır.
Bugün, bütün bir edebiyatımızda evrenseli yakalayan, klasikleşmeye aday yazarlarımız kimlerdir?
Sorunuza vereceğim cevap ister istemez spekülatif olacaktır. Modern Türk edebiyatının roman sahasında klasikleşebilecek, kısacası, dünya edebiyatının büyük eserleri ile yan yana gelebilecek fazla romancısı yok. Sizin de benim de
bildiğim Tanpınar başta olmak üzere, birkaç ya-
16
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
zardır. Fakat Türkçe şiirde daha güçlü. Ama bu
hükümler modern edebiyatın son otuz yılı için
geçerli değildir. Dikkat ederseniz 1980 sonrası,
edebiyat açısından eskileri keşfetmek anlamında faydalı olmuştur. Ne şiirde ne romanda, son
otuz yılda kaleme alınmış büyük, kalıcı, evrensel bir roman ya da şiirin varlığından söz edebiliriz; en azından ben edemiyorum. Bu durumun
birçok sebebi olmakla beraber, roman ya da şiir
heveskârlarının dil konusundaki kabiliyetsizliklerini ve tefekkür noksanlıklarını ilk anda göze
çarpan iki sebep olarak sayabilirim. Edebî eserin dille üretildiğini ve her yazarın ya da şairin
öncelikle, diller arasında kendi dilini bulması
gerektiğini, bu gerekliliğin de ciddi bir tefekkür
çilesini şart kıldığını fark edemiyor heveskârlar.
Öte yandan, günümüzün iletişim araçları, birtakım ilişkiler kolay ve çabuk şöhret olmayı sağlıyor. Bu kolay şöhret imkânı bence onların en
büyük düşmanı.
Cengiz Aytmatov evrensel bir yazar mıdır?
Mesela Cengiz Dağcı’yı nereye koyabiliriz?
Yazma biçimleri itibarıyla, çok ayrı yerlerde
duran iki yazar, Aytmatov ile Dağcı. Yukarıdan
beri izah etmeye çalıştığım ölçülür bakımından
Aytmatov evrensele daha yakındır. Çünkü onun
dili, siyasal ve sosyal şartlar bakımından ve aynı
zamanda şahsi kabiliyetinin kâinatı simgesel
kavrama gücünden dolayı, simgesel bir dildir.
Ancak Aytmatov romanlarını 1990’dan önce ve
sonra diye ikiye ayırmak gerekir. Önceki eserleri çok daha çoğul anlamlı metinlerdir.
Dağcı’nın durumu daha özel. Çünkü Dağcı, dili kullanma biçimi itibarıyla, simgesel, dil oyunlarına, metaforik söyleme itibar
etmemiştir. Dağcı’nın trajedisi, bireysel değil
toplumsaldır. Sanatın nahiv ve pozitif estetik
üzerine kurulu düzeni Dağcı’yı tatmin etmez.
Hem şahsi geçmişi hem mensup olduğu
coğrafyanın ve toplumun trajedisi onu daha
berrak yazmaya sevk etmiştir. Bu yüzden negatif estetiktir Dağcı. Onun romanları hakkında konuşurken, insan “haz”dan söz edemez;
hazdan söz etmek utanç verici bir şeymiş gibi
gelir. Ama yine de o romanlar etkileyicidir,
güçlüdür. Gücü sanıyorum dilindeki “samimi
sade”likten gelmektedir. Trajedi anlatmanın
mühim noktası, neyi ne kadar anlatacağınıza dair sezgiyle bulduğunuz ölçüdür. Cengiz
Dağcı’da bu ölçü dengelidir. Abartılı bir gerçeklik değil; trajik çaresizlikten kaynaklanan bir
sadelik vardır. Dilinin sadeliği ile kastettiğim
kelimelerin anlamına ilişkin değildir; edebî dilindeki “oyunsuzluk”tur. O zaman bazı yazarlar
“oyunları” ile bazı yazarlar da “oyunsuzlukları”
ile büyüktür.
Nobel alanlar, dünya listelerinde çok satanlar, evrenseli yakalamış sayılabilirler mi?
Çok satmak, bilinmek evrensel olabilmek için
bir ölçü olamaz sanırım? Bu noktada edebiyat piyasası da ekonomik anlamda belirleyici
bir unsur olarak görülebilir mi?
Bence de ödüller edebî kaliteyi belirlemez.
Yukarıda da söylediğim gibi, popülerliğin samimiyetle değil, samimiyetsizlikle yakın ilişkisi
var. Bilhassa günümüzde, parasal karşılığı olmayan edebî haz yerine, parasal karşılığı olan
bir metaa, kapitalizmin piyasa şartlarına uydurulmuş bir sanat ve sanatkârlık ölçüsü varken…
Günümüzde yapmanız gereken, büyük sanat
eseri yazmak değil, görünür olmanın yollarını
bilmektir. Görüntü çağı diyorlar günümüze, o
yüzden. Görünmenin yolu ise, ilişkilerle ilgili
elbette veya aktüel konuları çalakalem yazmakla. Kitapçılarda öyle komik romanlar görüyorum ki, bu kadar seviyesizliği bu cemiyetin nasıl
kaldırabildiğine şaşıyorum. Piyasa şarkıcısı gibi
romancılar türedi günümüz Türkiye’sinde. Altı
ayda bir roman çıkarmak zorunda sayıyorlar
kendilerini romancı dediklerimiz. Yoksa unutulmaktan –aslında satamamaktan yani para kazanamamaktan– korkuyorlar. Onun için, elli yıl
sonra, edebiyat tarihçileri bu döneme baktıklarında, mevcut seviyesizliği görüp şaşacaklardır.
Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında yazdıklarınız, farklı yaklaşımınız dikkat çekiyor.
Sizce Tanpınar, Türk edebiyatına neler getirmiş, hangi boşluğu doldurmuştur?
Tanpınar, birçok bakımdan bir ölçüdür.
Hem hayatıyla hem de eserleriyle bir ölçü, bir
seviye… Kendi zamanının ona ilgisizliği ile
dahi, bugünün seviyesizliğine bir uyarıda bulunmaktadır. Maalesef Tanpınar’ı anlatırken,
17
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Tanpınar’ı dikkatli okuyanlar, dikkatlerini ne anlattığına
değil, nasıl anlattığına çevirenler, onun Türkçenin
imkânlarını genişlettiğini, şahsi deneyimle evrensel
olanı birleştirdiğini, bireysel, yerel ve evrensel
üzerinden bir edebiyat inşa ettiğini göreceklerdir.
Tanpınar sadece bunları getirmedi.
kendi ifadesiyle “sükût suikastına” uğratıldığından şikâyet edip, “ah Tanpınar, vah Tanpınar” diyenler, hem Tanpınar’a hem eleştiri tarihimize hem de okuyucuya kötülük ediyorlar.
Bir edebiyat eseri karşısında, akademisyenin,
belki de eleştirmenin demeliyim, temel sorusu edebîliğe ilişkin olmalıdır. Tanpınar’ın ya
da Oğuz Atay’ın çiçekten ya da böcekten söz
edip etmediğini okuyucu zaten, romanı okuduğu takdirde görecektir. Tanpınar’a ilişkin çalışmamda, yazılarımda –aslında sadece Tanpınar’a
ilişkin de değil- temel sorum “edebîlikle” ilgili
olmuştur.
Bir yazar kendi edebî dilini nasıl bulur, bulduğu dil edebî hazzı içerir mi içermez mi, içeriyorsa neden? Böyle bir soru ile yola çıkıyorsanız,
metnin dünyasını edebiyat dışı bir yığın alanla
ilişkilendirmek zorundasınız. Edebiyatı sadece
konuya ve temaya indirgeyen bugünün eleştirmeni, kendi diline ihanet ediyor bence. Türkçenin bin yıllık tecrübesini yok sayıyor demektir.
On dokuzuncu yüzyıldan kalan bu alışkanlık,
cemiyet davalarının kürsüsü hâline getirilen
edebiyatı, bir estetik nesne olmaktan uzaklaştırır. O yüzden bugünün cemiyeti nasılsa, eleştirinin seviyesi de budur. Öte yandan, edebiyatı
insani faaliyetlerimizin merkezine koyup metni
diğer alanlarla zenginleştirerek yorumlamak asıl
amaç olmalıdır. Kaldı ki yakından takip etmemiz gereken Batı’daki eleştirel yaklaşımlar, söylediğim edebî yorum biçimini elli yıldan fazla
bir zamandır yapıyorlar zaten.
Tanpınar’ı dikkatli okuyanlar, dikkatlerini
ne anlattığına değil, nasıl anlattığına çevirenler, onun Türkçenin imkânlarını genişlettiğini,
şahsi deneyimle evrensel olanı birleştirdiğini,
bireysel, yerel ve evrensel üzerinden bir edebiyat inşa ettiğini göreceklerdir. Tanpınar sadece
bunları getirmedi. Tanpınar öncelikle edebiyata
bir sanat olma haysiyet ve şerefini yeniden kazandırdı. Birkaç yerde de söylediğim gibi, dün
olduğu gibi bugün de Tanpınar, modern edebiyatın “en kültürlü” yazarıdır. Okur ve okuduğunu metinlerinde kullanır. Okuduğu metinleri edebî eserlerinde bu kadar kullanan ve
okuduklarını bu kadar samimiyetle içselleştiren
bir başka romancı tanımıyorum ben. Belki de
bugünün insanı Tanpınar’dan “dikkati”; kendisine ve kâinata dikkati öğrenmelidir.
Evrensel olabilme yolunda Tanpınar’ı en
azından bundan sonra bir kaynak olarak değerlendirebilecek ve sunabilecek miyiz?
Sanat eserinin didaktik tarafı, pedagojik olmamakla beraber, kendimizi kavramamız yolunda bize kılavuzluk etmesiyle ilgilidir. Her
insanda sonsuz kâinat gizlidir. Yeter ki o kâinatı
görebilecek bir bakış açımız, dikkatimiz ve tefekkür kabiliyetimiz olsun. Tanpınar’ın evrensellik yolunda, bugünün sanatkârına kaynaklık
etmesi, sanat heveslilerinin, onun yazma biçimini kavramaları ile ilgilidir. Ama maalesef
kimse, Tanpınar’ın dili nasıl kullandığı üzerine konuşmuyor; hâlâ onun hangi konuda ne
düşündüğünden söz ediyoruz. Kolaycılık…
Tembellik… Tefekkür korkusu… Entelektüel çileye talip olmamaktır bu. Dil felsefesinin,
dilbilimin, mitolojinin, psikolojinin, dinin ve
estetiğin Tanpınar dili ile –tema ya da konu
değil–bağını kurmadan, Tanpınar’dan bir şey
öğrenemeyiz. İmgenin kabiliyetini, üzerinde
düşünüldükçe genişleyen kavramların, metafora ve simgeye doğru giden zenginliğini ve bütün
bunların edebî hazzın – edebîliğin- feda edilemez şartları olduğunu kabul etmeden Tanpınar
bize bir şey öğretmez. ■
18
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Felsefede
yerellik ve evrensellik üstüne
ÖMER NACİ SOYKAN
K
Her sözcüğün kendi
ayrı kök veya gövdesi
olması, bunların
değişmemesi,
son eklerin belirli
anlamlar üretmesi
özelliğiyle Türkçe,
zaman üstü bir
özelliğe sahiptir.
Bugün eğitimsiz
birinin bile bundan
yedi yüz yıl önce
söylenmiş Yunus
Emre’nin şiirlerini
rahatça anlayabilmesi
bunun bir kanıtıdır.
Sanırım, bu zaman
üstü oluşundan
dolayı bazı yabancı
dilbilimciler
Türkçeye “Tanrı dili”
demişlerdir.
esin bir inancımla başlamak istiyorum
söze: Sorunu ya o, ya bu ikileminde
ortaya koymak yanlıştır. Çünkü birincisi: “yerel” denilen ne varsa onda, hele günümüz koşullarında daima yerel olmayan, dolaylı
dolaysız dışarıdan alınmış bir şeyler vardır. Ancak
dışarıya tamamen kapalı bazı ilkel kültürler, bu
söylediğimin dışında kalır. Onları “ilkel” yapan
da bu dışa kapalılıktır. İkincisi: Dün de bugün
de insan, dünyanın neresinde, hangi renkte hangi
kılıkta olursa olsun, hangi dilde konuşursa konuşsun insandır. Bu doğal ortaklık, evrenselliğin
ilk olanağını verir.
Bir şey, yerel olmadan önce evrensel, evrensel olmadan önce yerel olamaz. Yorumbilgisel bir
döngü tarzında ortaya koyduğum bu düşüncemi
felsefe açısından açmaya çalışayım. Aşağıda açıklanacağı gibi “evrensel felsefe” diye bir şey yoktur.
Bu adı biz de burada kullanmakla birlikte, onu
dünya felsefesi anlamında kullanıyoruz. Dünya
felsefesini bütün olarak aldığımızda her bir kültürün felsefesi, bu bütünün bir parçası olarak
anlaşılır. Parça, yani yerellik; bütün, yani evrensellik yorumbilgisel döngüsünde; parçadan önce
bütün, bütünden önce parça gelir. Her bir parça
bütüne katılmakla bütün oluşurken tam da bu
esnada her bir parçada da bütünden izler vardır.
Bu döngü felsefeyi zenginleştirir. Yerel ile evrensel, hele de birkaç yüzyıldır Batı ile yakın ilişkide bulunan bizim kültürümüzde öylesine iç içe
geçmiştir ki onları birbirinden ayırmanın olanağı
yoktur. Ayrıca bu döngü, öncelik-sonralık soru19
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
nunu da ortadan kaldırıyor.
Heidegger’in anlamanın döngüsel yapısı[1] dediği anlamaön anlama döngüsünü de buraya katarsak, yereli mi, evrenseli mi daha önce anlamamız
ve almamız gerektiği sorusuna
da gerek kalmıyor. Batı felsefesinin dünya felsefesini temsil
etmeye hakkı olduğuna inanıyorum. Felsefe yapan, dünyanın geri kalan ülkelerindeki
felsefelerin daima Batı felsefesiyle ilgi içine girerek kendi
felsefelerini oluşturması, bu
inancımın bir kanıtıdır. Bir
başka kanıt da şudur: Batı, eski
Yunan’dan devraldığı felsefebilim mirasını, Hristiyan Orta
Çağı dâhil kesintisiz olarak zenginleştirerek bugüne dek getirmiştir. Oysa aynı mirası devralan
İslam dünyası, parlak bir Orta Çağ yaşamasına
karşın yarı yolda kalmıştır.
Orada burada sık sık duymuşumdur: “Biz
kendi topraklarımızdaki kültürden yola çıkalım!”
Öneri kulağa hoş geliyor. Kaldı ki felsefe yaparken kendi kültürümüzü, kendi dilimizi göz ardı
edemeyiz. Üstelik benim gibi Türkçenin felsefesine özel bir önem veren, bu alanda Türkçede
ve yabancı dillerde yayın yapmış bir felsefecinin
kendi kültürüne kayıtsız kalması düşünülemez.
Aşağıda bu konuda daha geniş açıklamalarda bulunacağım. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Sorun, kendi kültürümüzü evrensel felsefe,
eş deyişle, dünya felsefesi düzeyine nasıl çıkaracağımızdadır; öyle ki diğer ülkelerin felsefecileri
de bizim yaptıklarımıza kulak kabartsın, kültürümüz ve felsefemiz evrensel boyut kazansın. Bir de
soruna Batı açısından bakalım. Örneğin, günümüzün bir Alman veya Fransız felsefecisi, Kant’ı
da, Descartes’ı da arkasında bulur, onlara yaslanır,
birini diğerinden ayırmaz. O, ”Ben kendi kültürümden hareket edeceğim.” demez. Çünkü filozofların kendisi, belli bir kültürle sınırlı kalmayıp
evrensel olunca, hangi kültürden olursa olsun bir
felsefeci onları kendisine mal edebilir. Kant’ı kim
1. Bkz. Gadamer, Hans-Georg, Wahrheit und Methode,
s. 250, J.C.B. Mohr (Paul Siebeck) Tübingen, 1975.
alıyorsa, onundur; yeter ki nasıl alınacağı bilinsin. Karşı çıkmakla birlikte “evrensel felsefe”
deyişinden vazgeçmeyişimin
nedeni şudur: Evrensel felsefe
yoktur; ama felsefe sorunları
evrenseldir. Onlar her bir kültürde ve dilde o dil ve kültürün
belirleyici özelliklerini taşır.
İnsan tanımları, çoğu kez,
ona en yakın canlı olan hayvanla onun karakteristik ayrımları belirtilerek yapılır: “İnsan konuşan hayvandır.” “İnsan toplumsal hayvandır.” vb.
Sorunumuz açısından önemli
olan böyle bir tanımı, felsefi
antropolojisinin temeline koymuş olan Takiyettin Mengüşoğlu
yapar: “Hayvan çevrede, insan dünyada yaşar.”1[2]
İnsanın hayvandan varlıksal ayrımını belirten
çevre-dünya karşıtlığının insan dünyası içindeki bir karşılığı, “burada ve her yerde” olarak dile
gelir. Belli bir coğrafyanın (çevrenin) sınırladığı
yerellik ile insanın tüm coğrafi sınırları aştığı,
dünyada, her yerde yaşadığı evrensellik durumu.
Eğer insan dünyada yaşıyorsa, kendini belirli bir
coğrafi, siyasi sınır içinde kültürel olarak da hapsedemez. Demek ki evrensellik, insanın doğasından, eş deyişle yapısından kaynaklanır.
Günümüzde ülkemizde sıkça tartışılan, benim de yaklaşık çeyrek yüzyıldan beri üzerinde
durduğum kimlik-kişilik sorununa yerellik-evrensel açısından da bakılabilir. Çevrede yaşamak,
çevrenin belirlediği kimlik sınırları içinde kalmak
demektir. Oysa hayvandan farklı olarak çevresini aşıp dünyada yaşayan insan için kimlik yeterli
değildir. Onun kimliğini terk etmeden kişiliğe
sahip olması gerekir. Ancak kişilikli olan, dünyada yaşar. Her birey bir kimlik sahibidir. O, belli bir toplumda, belli bir ana babadan, belli bir
etnik ve dinsel özelliklere sahip olarak dünyaya
gelir. Bunlar onun kimliğini oluşturur. Kimlik
insanın kendi çabasıyla edindiği bir şey değil,
ona dışarıdan verilmiştir. Dolayısıyla yalnızca
2. Bkz. Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan ve Hayvan, Dünya
ve Çevre, 1979. (Aynı kitap “İnsan Felsefesi” adıyla
1988’de Remzi Kitabevi’nce basılmıştır.)
20
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
kimlikle yetinen insan, bu dış koşulların belirleyiciliğinde yaşar. Onun özgür olduğu da söylenemez. Ancak kimi düşünürlerin öne sürdüğü gibi
insanın kimliksiz, yersiz yurtsuz göçebe olması
da savunulamaz. Göçebe dünyanın her yerinde
göçebe olduğu için, sanki bizim “dünyada yaşamak” deyimimizle aynı şeyi söyler gibidir. Ama
göçebenin bir dünya tasarımı yoktur. Böyle bir
tasarımı olmak için dünyanın belli bir yerinden
ona bakmak gerekir. Bizim sözünü ettiğimiz kişi,
belli bir kültürel çevrede olmak, belli bir kimliği, yurdu olmakla göçebeden tümüyle farklıdır.
Kişi belli bir dinsel, etnik, politik vb. gruba dâhil
olmakla birlikte kararlarını, gruba uygun olsun
olmasın kendi başına verir ve öyle eyler. Kişinin
daima grup karşısında bir sınırı vardır. Bu kişilik
sınırı, onun özgürlüğünün teminatıdır. Bu suretle kişi, dâhil olduğu grubu aşarak dünyada yaşar.
Ama o, aynı zamanda grubun koruyuculuğundan
yoksun kalmakla tehlikelerle de karşı karşıya kalır. O, bu tehlikelere tek başına göğüs germesini
bilir. Yalnızca kimlik sahibi biri, örneğin “Ben bir
Türk’üm.” derken ben ile ben olmayanın özdeşliğini kurar. Onun ben’i kendisi olmayan başka
benlerle, başka Türklerle, yani ben olmayanla özdeş olur. Oysa kişilik sahibi biri, “Ben bir
Türk’üm”den önce “Ben bir insanım.” der. İnsan
kavramında Türk olsun olmasın tüm ben’ler özdeş olarak bulunmakla, içinde hiçbir ben olmayan bulunmamakla o, “Ben benim” demiş olur;
eş deyişle, kendi kendisiyle özdeş olur. Kısacası,
kişi kendisi olandır. Tüm önemli filozoflar kişidir.
Onlar her ne kadar belli bir ulusal kimlik içinde
iseler de düşünceleriyle tüm insanlara seslenir, evrensel olur.
Felsefe yapmak, konuşmayı sürdürmektir;
elbette mantıksal bağlarla birbirine kenetlenen
konuşmayı. Schleiermacher söylüyor: “Yunancada
en güzel çağda dialesthai, konuşmayı sürdürmek
ve felsefe yapmak demekti, felsefenin aracı diyalektik. (...) O hâlde felsefe de ulusal bir felsefe
olmak zorundadır ve genel geçer bir felsefe ortaya
koymak yanlıştır. (...) Biz, Yunan politikasının bir
ögesini olduğu gibi, onun felsefesinin bir ögesini
de o denli az tamlıkla yeniden geri getirebiliriz.”[3]
Dediğim gibi, elbette evrensel bir felsefe yoktur.
3. Schleirmacher, F. D. E., Hermeneutik und Kritik, Sf.
367, Suhrkamp 1977.
Bu nedenle ben “dünya felsefesi” demiştim. Her
felsefe yapan kişi, kendi dilinden, kültüründen
hareketle felsefe yapar. Ancak bu felsefe başka
kültürlerdeki felsefecilere de hitap ederse, o zaman o dünya felsefesinin malı olur; bu anlamda
ona “evrensel felsefe” denebilir.
Dil, algılama ve düşünmeyi belirler. Her doğal dilin, nesneleri, olayları kendine özgü algılama tarzı var. Örneğin, Türkçede bakmak-görmek ayrımının Batı dillerinde olmaması ve bu
nedenle, “aspekt” sözünün hem bakış açısı hem
görünüş anlamına gelmesini bizim tuhaf bulmamız. Orada bakmak, aynı zamanda görmektir. Bu
nedenle “aspekt” hem bakış açısı hem de görünüş anlamına gelir. Başka bir örnek için “çağlayan” verilebilir. Türkçe çağlayanı kulakla işitilen
bir şey olarak adlandırmasına karşın, Batı dilleri,
aynı nesneyi gözle görülen bir şey olarak “düşen
su” (Wasserfall/ waterfall) diye adlandırır. Farklı
algılamalarla elde edilen farklı tasarımlar arasında tüm insanlarda aynı olan akıl, doğallıkla farklı
bağıntılar kuracaktır. Bu da farklı tarz düşünme
demektir. Düşünmeyi algı, algıyı dil önemli ölçüde belirler. Wittgenstein “Bir şeyin ne tür obje
olduğunu dilbilgisi söyler.”[4] derken daha da ileri
gider. Ve yine o, başka bir yerde, nesneleri bölümlemenin, sınıflamanın dilin doğasında olan
bir şey olarak bize dille verilmiş olduğunu belirtir. “Bunlar, bütün düşünmemizin üzerlerinde
seyrettiği sağlam raylardır ve demek ki bizim yargılarımız ve eylemlerimiz de onlara göre olur.”[5]
Düşünmemizden yargılarımızı ve eylemlerimize
dek neredeyse tüm yaşamamızı dilin belirlemesi,
doğrusu bana aşırı bir sav gibi geliyor. Çünkü o
zaman bir yabancı dili hem öğrenmemiz çok zorlaşır hem de öğrendiğimizde sanki iki ayrı insan
oluruz. Örneğin, ben Almanca konuştuğumda
dünyayı başka türlü algılayacağım, başka türlü
eyleyeceğim. Bu farklılık o kültürde yaşadığımda
daha çok kendisini gösterir. O zaman kendime
sorarım: Nesneleri hangi dilde algılayacağım,
olaylar karşısında hangi dile göre eyleyeceğim?
Bu, bir kişilik parçalanmasına varır. Sonuçta ben
bu kültürün insanıyım.
4. Wittgenstein, L., Philosophische Untersuchungen,
373, Suhrkamp 1969.
5. _________, Bemerkungen über die Philosophie de
Psychologie, II, 679, Suhrkamp 1982.
21
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
İnsanlarda akıl ve mantık aynı olmakla birlikte dil ve dilbilgisi farklıdır. Gerçi eski Yunanda
akıl, düşünme, dil, aynı sözcükle, yani “logos”la
karşılanıyordu. Çünkü onlar için Yunanca biricik
dildi. Kuşkusuz bugün hiç kimse böyle bir şeyi
kendi dili için öne sürmez. Akıl ortaklığından
dolayı her dilin dilbilgisi için de ortak yönler
vardır; örneğin, her dilde öznenin yalın hâlde
olması, bir yargının bir özne-yüklem birliğini
gerektirmesi vb. Farklı algılama tarzları arasındaki farklılığın, diller arasında her zaman geçerli
olmaması ve yine aynı olan akıl nedeniyle diller
arasında geçişlilik de vardır. Bu nedenle, belli bir
dildeki bu ayrılık, başka bir dilin sözleriyle o dilde dile getirilebilir. Bazı çok özel kültürel ögeler
bir istisna oluşturabilir.
Her felsefe, elbette belli bir dille yapılır. Söz
konusu dilsel-kültürel ayrımlardan dolayı ortaya
konan felsefelerde de farklı renklerin bulunması
felsefesinin zenginleşmesini sağlar. İngiliz felsefesinin deneyci Alman felsefesinin spekülatif, Fransız felsefesinin biçimci olması buna örnektir. Bu
açıdan bizim felsefemizi nereye koyacağız? Bu,
daha çoğu geleceğe yönelik bir sorudur. Ama bugünden bazı ipuçlarını ortaya koyabiliriz.
Her dil gibi Türkçe de kendine özgü bir dünya resmi verir. Ama bu resim hazır olarak bize
verilmez. Biz onu dilden çıkarmalıyız. Bu resim,
nesneler, olaylar, kararlarımız ve eylemlerimiz
hakkında bir tasavvurdur. Dil, kendisinden nesnelerin bilgisini edinmek için elverişli bir araç
değildir. Bunun için deneysel bilimler vardır. Bilimin bir nesne hakkında ortaya koyduğu bilgi ile
dilin kendisinden çıkarılan bilgi birbiriyle çelişirse, elbette biliminki tercih edilir. Bu nedenle dilden edinilecek olan bilgi değil, tasavvur adını alır.
Dolayısıyla biz dilden dünya nesnelerinin bilgisini değil, fakat bir dünya tasavvuru elde ederiz. Bu
tasavvur, insanın dünyada kendi yerini belirlemesi bakımından önemlidir. Ancak elbette bilimi
de bir yana bırakacak değiliz. Bilimin bilgisiyle
birlikte doğal dil tasavvurunun üstüne temelleneceği bir dünya ve doğa görüşü vazgeçilmezdir.
Türkçenin çizdiği resim hakkında başka yerlerde ayrıntılı olarak verdiğim bilgilerin bazılarına burada değinmek istiyorum. Yetkin sözdizimsel yapısı dolayısıyla Türkçe, olayları oluş, zaman
sırasına göre betimleyebilir. Bu suretle olaylar
arasında bulunan neden-sonuç bağıntısı, sıradan
bir betimlemeyle verilmiş olur. Örneğin, “Dün
gece çok yağmur yağdı, yollar kayganlaştı, birçok
trafik kazası oldu.” Bu cümlede, yağmurun yağması yolların kaygan olmasına, bunun da trafik
kazasına yol açtığı, aralarında bir neden-sonuç
bağıntısı bulunduğu yalnızca sıradan bir betimlemeyle verilmiş oldu. Nesnel bağıntıların dile
âdeta kendiliğinden yansıması karşısında insanın, “Türkçe konuşunca kendiliğinden mantıklı
konuşulur, düşünülür.” diyesi geliyor.
Her sözcüğün kendi ayrı kök veya gövdesi
olması, bunların değişmemesi, son eklerin belirli anlamlar üretmesi özelliğiyle Türkçe, zaman
üstü bir özelliğe sahiptir. Bugün eğitimsiz birinin
bile bundan yedi yüz yıl önce söylenmiş Yunus
Emre’nin şiirlerini rahatça anlayabilmesi bunun
bir kanıtıdır. Sanırım, bu zaman üstü oluşundan
dolayı bazı yabancı dilbilimciler Türkçeye “Tanrı
dili” demişlerdir. Bilindiği gibi dillerin başlangıçta ses taklitleriyle oluştuğu söylenir. Ses taklidi
nesnenin çıkardığı seslerin taklididir; çağlayanın
“çağlaması”, çakmak taşının “çak” etmesi gibi.
Bu taklitlerle oluşan sözcükler Türkçenin zaman
üstü özelliğinden dolayı günümüze dek gelmiştir.
Kuşkusuz bu tür sözcükler her dilde vardır, vardı.
Ama onlarda bu zaman üstü özellik olmadığı için
o sözcükler zaman içinde değişmiş, tanınmaz hâle
gelmiştir. Felsefi bakımdan bunun önemi şuradadır: Heidegger gibi bazı filozoflar, “şeyin dili”nden
söz eder ve bunun felsefe yapmak için ne denli
önemli olduğunu belirtirler. Eğer filozof şeyin
kendisini konuşturuyorsa, şeyin diliyle felsefe
yapıyordur. Belirttiğimiz özelliklerinden dolayı
Türkçe bu tarz felsefe yapmada elverişli bir araçtır. Köklere inen bir araştırma, nesne ve olayları,
onları ilk biçimiyle veren sözcüklerin kurulmasıyla gerçekleşir. Yine bu tarz felsefede, kökenbilimsel araştırma yapmak, felsefesini bu araştırmalara
dayandırmak söz konusudur. Nesne, olay ve eylemlere ad vermede doğal ve yansımalı seslere dayanan ve bunu tarih boyu yitirmeyen Türkçenin
sözcüklerin kök anlamlarını açıkça gözümüzün
önüne koyması, aslında biz Türk felsefecileri için
bir nimettir. Eğer bu nimetten yararlanamıyorsak, kabahati kendimizde bulmalıyız, Türkçede
değil. Her dil, kendi özelliklerinin kullanılmasıyla felsefe yapmayı bekler. ■
22
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Edebiyatta evrensellik sorunu
VEFA TAŞDELEN
İnsanın
varoluşunun çok
farklı renk ve
tonlarıyla görünüşe
çıktığı bütün o
üstün yetenekli
yazarlar bizi
niçin ilgilendirir?
Bu soruya bir
cevap vermeye
çalışmak, edebiyat
niçin evrensel
bir nitelik taşır
sorusuna da dolaylı
yönden cevap
vermek anlamına
gelecektir.
E
“Güzel olan kavram olmaksızın
evrensel olarak haz verendir.”
Immanuel Kant
vrensellik, bilimsel ve felsefi bir kategori olarak, bütün yer ve zamanlarda
bütün insanlar için geçerli olan anlamında kullanılır. Bu hâliyle, daha çok doğa
bilimleri, mantık ve matematik önermeleri için
uygun gibi görünmektedir. Sosyal ve beşerî bilimlerin nesnel ve evrensel olup olamayacağı,
öteden beri tartışılagelen bir konudur. Her yerde
her toplumda geçerli olan, bütün insanları aynı
derecede kucaklayacak olan sosyal ve beşerî bilimlerden söz edilebilir mi? Edebiyat söz konusu
olduğunda, evrensellik daha da tartışmalı hâle
gelir. Peki, öyleyse, edebiyatta evrensellik nedir?
Edebiyat evrensel olabilir mi? Bilimdeki evrensellik nosyonu ile edebiyattaki aynı anlama mı
gelir? Edebiyattaki evrensellik, nereden kaynaklanır: biçimden mi, içerikten mi?
1. Edebiyatta evrensellik
Edebiyatın içinden çıktığı ortam, çağ ve koşullar, yerli nitelik taşır. Edebiyat eseri öncelikle
bir ulusun dili ile yazılır ve dil yerli bir unsurdur.
Duyuş, yaşayış ve hissediş biçimleri de yerlilik
niteliği taşır. Daha çok, bilimde, matematikte
ve mantıkta kullanılan evrensellik kategorisi,
23
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
İçerik, basit olarak bir konu, bir anlam, bir kavram
değildir; basit olarak tema değildir. Bir sanat eserinin
ruhunu, dokusunu oluşturan her şey, içsel tasarımdır.
Dış dünya ile temas sonucu oluşan duyumlar,
zihinde, temalar, kavramlar, şemalar, kategoriler
bağlamında algıya dönüşür.
aydınlanmanın bir ideali gibi görünmektedir.
Bu yaklaşıma göre, insan aklı her yerde aynıysa,
o zaman bir kişi için geçerli olan diğer insanlar
için de geçerli olacaktır. Romalı komedya yazarı Terentius’un “Ben insanım; insana ait hiçbir
şey bana yabancı değildir.” (homo sum; humani
nihil a me alienum puto) sözü, bir insan için
geçerli olan her bir şeyin diğer insanlar için de
geçerli olacağını ifade etmesiyle, aklın yolunu
bire indiren aydınlanmanın evrensellik idealine uygun düşer. Günümüzde, modern bilimin
öne çıkan değerlerinden olan evrensellik, insan
bilimleri söz konusu olduğunda daha temkinli kullanılmaktadır. Bu durumda şöyle bir soru
sorulabilir: Bilimdeki evrensellikle edebiyattaki
aynı anlama mı gelmekte, aynı kapıya mı çıkmaktadır. Yoksa bilimde ve edebiyatta iki farklı
evrensellik biçimleri mi söz konusudur? Ya da şu:
Edebiyatta evrensellik nedir? Evrensellik kategorisi, edebiyat eserinin değeri açısından önemli bir
gösterge midir? Bir edebiyat eserindeki evrensellik özelliği onun daha değerli olduğu anlamına
mı gelir? Daha çok evrensel olan, daha mı değerlidir?
Öncelikle şunu söyleyebiliriz: Bilimde de
edebiyat ve sanatta da bir tür evrensellik söz
konusudur; ancak onlardaki evrensellik, nitelik
olarak bazı farklılıklar gösterir. Bilimde nesnel
bilginin, edebiyatta ise öznel bilginin evrenselliği
söz konusudur. Bilimde doğru, edebiyatta ise güzel değerinin, estetik beğeninin evrenselleşmesi
söz konusudur. Bilimde bilgilerin, yöntemlerin,
sonuçların, edebiyatta ise edebî formların evrenselleşmesi söz konusudur. Bilimdeki evrensellikte olgulara ve nesnelere yönelik dilin, edebiyatta
ise insan varoluşuna ilişkin durumların evrenselleşmesi durumu söz konusudur. Dolayısıyla, nes-
nenin düzenli ve öngörülebilir doğasından söz
eden bilimin evrenselliği ile insanın karmaşık,
düzensiz ve öngörülemez dünyasından söz eden,
üstelik bir kültürün ve ulusun dilinde varlık kazanan edebiyatın aynı derecede evrenselliğinden
söz etmek anlamlı olmayacaktır. Ya da bilimdeki
evrensellik gibi edebiyatın evrenselliğinden söz
etmek uygun düşmeyecektir. Ama şunu da söylemeliyiz: Biliminkiyle aynı nitelikte ortaya çıkmasa da, edebiyatta da, kendine özgü bir evrensellik bulunur; bunu söylemek uygun görünüyor.
Bu ikisini birbirinden ayıran özelliğin ne olduğu
sorulduğunda ise, bilimin evrenselliğinin nesneye dayandığı ve katı olduğu, edebiyattaki evrenselliğin ise özneye dayandığı ve esnek olduğu
söylenebilir. Tabi, bir evrensellik nosyonundan
söz edilecekse bunun ne kadar ve nasıl esnek olabileceği de ayrıca tartışılabilecek bir konudur.
Konuyu biraz daha somuta indirgeyerek sürdürmekte yarar olabilir: Edebiyatın evrenselliği
üzerinde düşünmek, aslında hemen her yerde ismine rastladığımız yabancı klasiklerin bizi niçin
ve ne anlamda ilgilendirdiğini sormak anlamına
gelir: Dante bizi niçin ilgilendirir, Mevlâna niçin
ilgilendirir, Shakespeare niçin ilgilendirir, Goethe, Balzac niçin ilgilendirir, Dickens, Zola niçin
ilgilendirir, Tolstoy, Dostoyevski niçin ilgilendirir? İnsanın varoluşunun çok farklı renk ve tonlarıyla görünüşe çıktığı bütün o üstün yetenekli yazarlar bizi niçin ilgilendirir? Bu soruya bir
cevap vermeye çalışmak, edebiyat niçin evrensel
bir nitelik taşır sorusuna da dolaylı yönden cevap
vermek anlamına gelecektir.
Evet, bu yazarlar ve yazdıkları eserler bizi ilgilendirir;
çünkü:
24
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
• Bizim hikâyemizi anlatırlar.
• Onları okurken kendimizi tanırız, insanlığı tanırız.
• Empati duygusu kazanırız.
• Hayatı, insanları ve insan tiplerini tanırız.
• İnsandaki duygusal çeşitliliği tanırız.
• Değer duygumuz gelişir. Etik ve estetik
değerler konusunda incelmiş bir beğeniye sahip
oluruz. Bu değer duygusuyla kendi davranışlarımızı sorgulayabiliriz; kendimizi ve çevremizi
algılayabiliriz.
• Hayatın ve dünyanın güzelliklerini keşfedebiliriz; keşfetmekle kalmaz koruma, geliştirme ve yeniden üretme duyarlığı kazanırız.
• Etik ve estetik değerlerde kazanmış olduğumuz duyarlık; duygu, düşünce ve yaşayış
açısından ayrıntıları yakalayabilen, incelmiş,
rafine olmuş bir dikkate sahip kılar; insanlarla
olan ilişkilerimizde ölçülü, duyarlı ve empatik
bir tutum kazanırız.
• İnsan dünyasındaki duyguların çeşitliliğini ve zenginliğini fark ederiz, insanların farklılığını görürüz, farklı insan tiplerini tanırız.
• Kendimizi geliştirir ve gerçekleştiririz.
• Başkalarının yaşam deneyimi ile zenginleşiriz.
• Kendi duygularımız üzerinde özdenetim kazanırız.
• Dünyanın birikimini tanırız.
• Özgün, orijinal eserlerle tanışırız.
• Onları okumak hoşumuza gider. Güzel
ve hoş vakit geçirmemizi sağlar.
• Dili tanırız, dilin güzelliklerini fark
ederiz, dil zevkimiz gelişir…
Kant, modern dünyanın sanat anlayışını da
ifade edecek şekilde, estetik faaliyeti, “amacı
kendi içinde olan” (autotelos) bir etkinlik olarak
tanımlamıştı. Bu maddelere baktığımızda, salt
sanatsal bir ilginin söz konusu olmadığını görebiliyoruz. Onlarda sadece estetik değil, etik,
epistemolojik, varoluşsal, hatta pragmatik tutumların olduğunu görebiliyoruz: Bu eserlerle
ilgileniyorum, çünkü insanlığı tanımak istiyorum, empati duygusu kazanmak istiyorum, kendimi geliştirmek istiyorum, iç dünyamı arındırmak istiyorum; yani ilgim salt estetik değil. Bu
eserleri okuyorum, çünkü başkalarının varoluş
deneyimi hayatımı zenginleştiriyor, varoluş sorunları karşısında beni güçlendiriyor. En önemlisi, onlardan hoşlanıyorum. Demek ki, sanat
eserindeki evrensellik, yalnız sanatsal ve estetik
olmasından kaynaklanmıyor, aynı zamanda sosyal, bilgisel tutumlar taşıması da estetik kaygıya
eşlik ediyor. Bu da içerik ve form, etik ve estetik
çerçevede ortaya çıkıyor. Duyumdan algıya, içerikten biçime, yerel olandan evrensele, insandan
insanlığa, tekil olandan evrensele; her bir aşamada form ve içerik birbirine eşlik ediyor.
2. Duyuların Estetik Biçimlenişi
Kant, sanatın evrenselliğini, insandaki güzellik duygusunda, ortak duyuda (sensus communis), estetik beğeninin amacı-kendinde olan bir
faaliyet oluşunda bulmuştu. Sanatın evrenselliğini onun niçin’inde, telos’unda değil, oluşum
sürecinde, nasıl’ında aramak da uygun olabilir.
Bunu da yine Kant’ın bilgi felsefesinden alınacak
duyusal verilerin (eindrücke) algıya (erkenntnis)
ve kavrama (begriff ) dönüşüm süreci ile çözümlenebilir. Yalnız, estetik algı kavrama, felsefeye,
bilime dönüşmeden sanatın yolunu tutar. Bu da
sanatçının, edebiyatçının duyuları algıya, algıları
ürüne dönüştürmesi ile ilgili bir süreçtir. Arıların kırlardan, bahçelerden polenlerle dolu dönmesi gibi, sanatçı duyarlığı da, varoluşu daha derinden hisseder ve algılar. Duyular özel bir bilinç
ve tutumla biçimlenirken, bilginin ve felsefenin
yolundan ayrılıp sanatın yoluna da girilmiş olur.
Böylece bilim, felsefe, sanat ve edebiyat, daha
duyuların algıya dönüşme aşamasında birbirinden farklılaşır.
Hep denilegeldiği üzere, edebiyat eseri biçim
ve içerikten oluşur. Onun ontolojik bütünlüğünde başlıca bu iki unsur bulunur. Biçim derken,
onun formunu, tasarımını, örgüsünü, biçimlenişini ifade etmiş oluruz. İçerikte ise sanat eserinin yaşantı ve anlam boyutu vardır. Her varoluş
deneyimi gibi, o da belirli bir zaman ve mekân
çerçevesinde gerçekleşir; kültürün ve geleneğin
izlerini taşır. Ama salt yerel bir nitelik sunmaz;
ortaya çıkan insani duyarlık evrensel bir niteliğe
bürünebilir; insanın yaşantısı, duyguları, düşünceleri, tutumları, sanatsal tasarım ve kurgu içinde evrensel bir değer ve bakış açısıyla ortaya konulabilir. İçerik, basit olarak bir konu, bir anlam,
25
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
"...evrensellik, bir
eklemlenmedir.
Eklemlendikçe
başkalarına açılır,
başkalarına
ulaşırsınız.
Eklemlendikçe,
bir yazar olarak
sadece kendiniz
için yazmaz, sadece
kendi çevreniz ve
toplumunuz için,
nihayetinde kendi
diliniz ve kültürünüz
için yazmaz, bütün
diller ve insanlar
için yazarsınız.
Eklemlendikçe kendi
bedeni olan dilden de
sıyrılır metin; gittikçe
evrensel bir duyarlığa
bürünür."
bir kavram değildir; basit olarak tema değildir. Bir
sanat eserinin ruhunu, dokusunu oluşturan her şey,
içsel tasarımdır. Dış dünya ile temas sonucu oluşan
duyumlar, zihinde, temalar, kavramlar, şemalar, kategoriler bağlamında algıya dönüşür. Bu dönüşüm
süreci, edebiyatçının özgünlüğünün, üslubunun,
kimliğinin ortaya çıktığı bir süreçtir. Bu şekilde saf
doğaya ait olan duyu, zihinsel süreç sonucu belirli
bir anlam düzeni içinde ortaya çıkar. Sanat eseri,
böyle bir işlemden böyle zihinsel bir süreçten geçer.
Sanat eserinin en çok yerel nitelik kazandığı yer,
içerik boyutudur; zira içerikteki anlam ve his boyutu belirli ölçüde yerli nitelikte ortaya çıkar. Form
ise içeriğe oranla daha evrensel bir nitelik gösterir.
Duyudan algıya, histen forma geçiş, öncelikle
bir “dile dönüşme”dir. His, doğaya ve topluma ait
bir yansıma olmaktan çıkarak gönülden ve zihinden geçerek tinsel bir form olan kelimelerde, cümlelerde bedenleşir. Yazının dibindeki duyarlık, biçime
yansır, bir kategori olarak algıyı belirler; onların
şiir, öykü ya da deneme olarak ortaya çıkmasını
sağlar. Bir duyum şiir, bir duyum deneme, bir duyum roman, bir duyum daha farklı bir edebî forma
dönüşür; eğer yazı konusunda bir duyarlık kazanılmamışsa, bir şema oluşturulmamışsa, o zaman duyular bedensiz kalır, anın akışı içinde gittikçe soğur
ve uzaklaşır. Duyuların algıya dönüşmesi, insanın
kendisinde zaten önsel olarak bulunan (a priori) kategorilerle gerçekleşmez; insanın bizzat kendisinin,
kendi çabalarının ve yaşam deneyimlerinin oluşturduğu kategorilerle gerçekleşir. Bu algılayış biçimi,
bu kategori, bir edinimdir; olguları, nesneleri şiir,
öykü, roman, deneme şeklinde algılamaya başlar,
bunu yapabilmeyi öğrenir; zira hiç kimse, denemeci olarak, romancı ya da şair olarak doğmaz; bu
kategoriler doğuştan kendisinde bulunmaz; onları
daha sonra kendi çabalarıyla edinir; yeteneği, bilgi ve deneyimle birleştirir. Bu çerçevede, daha ham
duyudan algıya dönüşme sürecinde bir biçimleniş
söz konusu olur. Fenomenin duygusu, algıya dönüşürken, yazarın öznel dünyasında, tümüyle onun
bilincini ve ruh hâlini taşıyan bir nitelik de kazanır. Bu nedenle, iki farklı sanatçı, diyelim ki şair
ve romancı, aynı hâdiseye tanıklık ettikleri hâlde,
aynı şekilde algılamazlar; hatta iki şair bile aynı şekilde algılamaz; tanıklık birinde roman, diğerinde
şiir, diğerinde daha farklı bir şiir formuna dönüşür.
İçerikten forma dönüşüm, orijinaliteyi de berabe26
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
rinde getirir ve form, yazar sayısınca çoğalır; bu
nedenle tek bir formdan değil, yazar sayısınca
farklı formlardan söz etmek gerekir. Bu nedenle
her yazar, yazarlığı boyunca kendi formunu arayıp durur.
İçeriğin doğumu, duyuların bir dilde bedenleşmesi ile gerçekleşir. Bu cisimleşme, önemli bir
aşamadır. İçerikten forma geçiş, bir dil ve edebî
form içinde bedenleşme süreci ile gerçekleşir. Bu
süreçte içerik, belirli bir tür, o türün kuralları
içinde görünür. İçeriğin bu ritmi, önemli ölçüde
formu belirler. İçerik, salt yaşanmışlık değildir.
Bu yönüyle tarihten ayrılan edebiyat eseri, kurguyla özgürlüğe kavuşur, kendi formuna doğru
kanat çırpar. Bu da içeriğin forma dönüşmesinde
etkin olur. Duyuların, sanatçıda algıya dönüşmesi, kelimelerde ve cümlelerde bedenleşmesi,
daha derin bir hissediş biçimini gerektirir. Zira
o, gördüklerini kayda geçiren basit bir gözlemci değildir; dünyayı, hayatı, evreni, insanı, kelimeleri derinden hisseden, yeniden yaşayan bir
kişidir. Ateş kelimesi onu yakabilir, acı kelimesi
kendisine ıstırap verebilir. Yeniden inşa, yeniden
yaşamadır. Duyuların algıya dönüşmesi, böyle
double bir deneyimi beraberinde getirir. Bir yazardaki, empati ve hissediş gücü, onun yazarlık
gücüyle doğru orantılıdır. Büyük sanat eserlerinde, insanlık durumlarının daha derinden hissedilişi söz konusudur. Sanatçı, sırdan bir algılama
gücüne sahip değildir. Onda, duyuların algıya
dönüşmesi, farklılaşmaya uğrar. Eğer duyuların algıya dönüşüm süreci, herkeste olduğu gibi
sıradan olsaydı, farklı anlam ve yorumlar oluşmasaydı, yazması için de bir neden kalmazdı.
Onun tanıklığı daha derindir. Yaşarken, hissederken, kimi zaman gerçeği yakalar, özü hisseder, olağanüstüyü görürü gibi olur. Peki, bu aşırı
duyarlılık normal bir şey midir? Kesinlikle değildir. Ve bu normal olmayan şey, kimi zaman
derin mutluluk, kimi zaman derin acıdır; ama
her hâlükarda sanat için gerekli olan ileri derecede bir duyarlık, yeti ve donanımdır. Bu yeti
ve donanım şairdeyse, duyuların biçimlenişi şiir
formunda; romancıda, denemecide, öykücüde
ise roman, deneme ve öykü formunda gerçekleşir; bu şekilde form tutar. Burada merkezde
olan hâdisenin görünüşünün şairin iç dünyasına
yansımalarıdır. Duyuların nesnel yapısı, algıya
dönüşüm sürecinde öznelleşir. Bu öznel temel
giderek sanattaki evrenselliğin kaynağını oluşturur. Bu da demektir ki, yazar sayısınca duyuların
farklı algılanışı, dolayısıyla öznellik, öznellik sayısınca da evrensellik biçimi vardır.
Sonuç
Evrensellik, yukarıdaki açıklamalardan da
anlaşılacağı gibi, yalnız biçimden ya da yalnız
formdan oluşmaz: hem içerikten hem de formdan oluşur. Eğer içerik zayıfsa, biçim de zayıftır;
içerikteki evrensellik zayıfsa, biçimdeki evrensellik de zayıftır. Biçim ve içerikteki evrensellik,
bir arada ortaya çıkar. İçeriğin algılanışı, evrenselliği de doğurur, duyuyu evrensel dile de çevirir. Edebiyat eseri saf duyu temelinden ayrılıp
işlendikçe, evrenselleşir. Duyu temelinde kaldıkça, ham duyuya geri döner. Bu nedenle bazı
yazarların eserlerinde evrensellik unsuru daha
fazla, bazılarında ise daha azdır. Burada yazarın önündeki amaç, eserini daha çok evrensel
dile taşıyabilmek, bu yönde çaba sarf etmek ve
bu yöndeki deneyimini geliştirmektir. Bu onun
yerel, kültürel, öznel temeli yitirdiği anlamına gelmez; aksine bu temelde kaldıkça kendine
özgü bir duyarlılık geliştirebilir, kendine özgü
bir algılama formu ortaya koyabilir. Edebiyatın
görevi, saf duyu temelinden ayrılıp, bir varoluş
ortamının rengi, kokusu ve koşulları temelinde
algıya dönüşerek evrensel duyarlığa katılmaktır.
Bunun yolu da biçim ve içerik alanında özgün
bir duyarlık oluşturabilmek, içerik ve form olarak duyulardaki doğal hâli aşabilmektir. Eser,
bu şekilde bir insandan çıkar ve bütün insanlığa mal olur.
Sonuç olarak, evrensellik, bir eklemlenmedir. Eklemlendikçe başkalarına açılır, başkalarına ulaşırsınız. Eklemlendikçe, bir yazar olarak sadece kendiniz için yazmaz, sadece kendi
çevreniz ve toplumunuz için, nihayetinde kendi diliniz ve kültürünüz için yazmaz, bütün
diller ve insanlar için yazarsınız. Eklemlendikçe kendi bedeni olan dilden de sıyrılır metin;
gittikçe evrensel bir duyarlığa bürünür. Ancak
bu ruhun oluşabilmesi için, güçlü bir öz dokunun, güçlü bir yerel ve kültürel havanın olması
gerekir. Bu, evrensellikten daha öncelikli ve
daha elzemdir. ■
27
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Edebiyatın ufku
MİLAY KÖKTÜRK
“U
fuk” kavramı farklı anlamlarda
kullanılmaktadır. Çerçevesi çizilmediğinde ise bu kavramın
anlamı belirsizleşmektedir. Ufuk kavramını burada herhangi bir ürün veya etkinliği içeriği, etkisi ve bilfiil yaygınlığı anlamında kullanıyoruz.
Buna göre, ufuk kavramını içerik bakımından
ve yaygınlık açısından ele almış oluyoruz. Ufuk
nereye kadar uzanmışsa, ürün veya etkinlik
de o nispette mevcudiyet kazanmış demektir.
Ufkun sınırları onu kurgulayan yahut temaşa
eden zihinlerce çizilir. Her zihin kendine göre
ufuk çizer. Sayısız ufuktan söz edilebileceği gibi
ufuksuzluktan da söz etmek mümkündür.
Bazen ufuk erişilebilen tüm sathı kuşatmaya, hatta onun üzerine çıkmaya aday olur. Bu,
evrensellik iddiasıdır. Böyle bir iddia yapay ve
kurgusal temele dayanabileceği gibi, onun ortaya çıkışı olgunun doğasından da kaynaklanabilir. Bu da onun sınırlılıktan evrenselliğe yönelişinin itici gücüdür. Zamanları, mekânları ve
bilinçleri aşmayı talep etmek evrensellik arzusuyla dolup taşmaktır. Bunu başaran da gerçek
anlamda evrensel olmuş olur.
İnsanların hepsine hitap etme iddiası taşıyan
her ürün veya etkinlik, doğası gereği insanlık
Bir çevrenin
edebiyatı durduk
yere evrensel
olmaz. Gerçi tek tek
edebiyat eserleri
başka dillere
çevrilerek “dünya
ölçeğinde eser”
hâline getirilebilir.
Buna bir de çağın
reklam gücünü
eklersek… Fakat
bu, o çevrenin
edebiyatını
evrenselleştiremez.
Sadece eser dünya
ölçekli “kılınmış”
olur.
28
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
dünyasının tamamında geçerlilik talep eder.
Onlar bunu, “dil”leri ile yapar. Çünkü dil, onları görünür kılar ve öteki tarafından ulaşılabilir
hâle getirir. Bazıları bu hedefe ulaşır da! Acaba
hangileri bu düzeye erişebilir? Örneğin, asıl konumuz olan edebiyatın ufku belli bir toplumsal
dünyanın ötesine uzanıp “evrensel” olabilir mi?
Olabilirse hangi yönüyle? Bu bağlamda ortaya
çıkan problemler nelerdir?
Dil kullanımı, evrensellik bağlamında
önemli bir kıstas ve değerlendirme açısı gibi görünüyor. Çeşitli dil kullanımları üzerinde düşünelim… Edebiyatın, bilimin veya felsefenin
dili nasıl bir ortak dünya oluşturur? Hangi dil
kullanımı evrensele bir kapı açabilir?
Aslında gerçek anlamda evrensellik bilimin
dili ile oluşur. İnsan ve eşya somut mevcudiyet
bakımından hep aynıdır. Bilim bu ilişkiyi kayda geçirir. Fakat bilimin çizdiği resimde sadece eşya ilişkileri vardır ve başkaca da bir dünya
tablosu yoktur. Edebiyatın dilinde egemen unsur ise duygusal bağlamlardır. Bu dilin dünyası
baştan aşağı insan ilişkilerinden örülür. Oradaki insan, “nesnedeki temel”i keşfe çıkan insan
değil, “duygu sahibi insan”dır. Yani edebiyatın
dili, insan ilişkilerini, insan dünyasının olay ve
olgularını öne çıkaran, fakat bu dünyayı duyan,
düşünen ve hisseden insandan bakarak anlatan
bir dildir.
Dili kullanım biçimleri kendine özgü bir
ortak dünya oluşturur. Bu dünya genel geçerli, öznel ve göreli, derin veya yüzeysel, yaygın
yahut sınırlı, kuşatıcı veya yerel olabilir. Her
birimiz kendimize özgü kendi dünyamız yanında müşterek dünyalarda da yerimizi alırız. Tasarımlarımız mümkün dünyalar içerir. Herkes
kendi dünyasını kurmakla bu imkân dâhilinde
olanlar kümesinden birini bilfiil gerçekliğe dönüştürür. Edebiyatın dünyası acaba mümkün
olanlardan birini herkesçe kabul gören bir gerçekliğe dönüştürebilir mi? Bunu yapabilmesi
onun evrensele eğilimini gösterir. Evrensellik
ise hangi biçimiyle olursa olsun gerçekten de
büyük bir iddiadır.!
“Doğası gereği evrensel olma” ile “genel kabul/ilgi görme” iki farklı evrensellik biçimidir.
İlki, tüm zaman ve mekânlar için gerçekten
doğru kabul edilmeyi ve geçerli olmayı anlatır.
Bu, öznelerüstü olmak demektir. İkincisi ise,
onun kendinde taşıdıklarının içinden çıktığı
kültür çevresinin dışında da onaylanması, ona
ilgi gösterilmesi yahut başka zihinlerce onun
deneyim nesnesi hâline getirilmesidir. Edebiyat
belki ikinci anlamda evrensel olabilir. Örneğin,
Raskolnikov’un bunalımlı dünyası bizi de içine
alır; onun eylemi bizi de etkiler. Elbette bu, dile
getirildiği kadar kolay ve basit değildir.
Edebiyatın evrenselliği sorununda ilk başta
karşımıza çıkan husus, edebiyat çevresi sınıflamalarıdır. Bir dünya edebiyatından söz edilmektedir. Bu da ilk başta “edebiyat evrensel
olabilir” yargısına götürür. Lakin dünya edebiyatı kavramının/teriminin kullanılıyor olması, edebiyatın evrensel olması demek değildir.
“Dünya edebiyatı nedir?” sorusunun cevabı bizi
aydınlatır. Dünya edebiyatı -gerçekten varsa
eğer- belli bir edebiyat mıdır? Yoksa ona dünyada var olması bakımından mı “dünya edebiyatı”
denilmektedir? Şayet dünyada var olması bakımından, bu sözü edilen ürünlere topluca bir
adlandırmayla “dünya edebiyatı” deniliyorsa, o
zaman bu adlandırmadaki evrensellik kavramının hakikat olmadığı; bu adın, ürünün yaygınlık, geçerlilik, evrensellik kıstaslarına göre verilmediği sonucu çıkar. Diğer yandan, bir dünya
edebiyatının varlığı onaylansa bile, bu kez de
bu varoluşun edebiyatın evrenselliği anlamına
gelip gelmeyeceği sorusunu sorma gereği doğar.
Çünkü edebiyatın evrensellik iddiasında, edebî
etkinliğin doğasından kaynaklanan bazı sorunlar barınmaktadır.
Evrensellik iddiasının taşıdığı ilk güçlük,
edebiyatın daima bir kültür çevresinden filizlenmesidir. Edebiyatçı belli bir kültürden kalkarak konuşur. O, ya kendi kültür dünyasının
sadık bir mensubu ya da başka dünyalarla da
iç içe olan bir kültürlerarası varlıktır. Daha
önemlisi, edebiyatçı, farklı kültürlerle ilişkisi
ne olursa olsun, her şeyden önce, belli bir dilde
yazmaktadır. Bu da onu belli bir edebiyat çevresine ait kılar.
Diğer bir husus; edebiyatın duygu, tasarım
ve hayal dünyası belli bir kültür temeli üzerine
yükselir. Bu doğal ve mantıklıdır da. Çünkü o,
önce kendi dünyasındakilere o dünyanın herhangi bir bireyinin bilincini açmaktadır. Başka
29
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
dünyanın bireyleri onu nasıl anlar? Sadece konuştuğu için değil. Onu anlayanlar, kendi içlerindeki/zihin dünyalarındaki anlam parçalarını
ötekinde/onda da yakaladıkları zaman ve bu
nedenle anlar. Anlama, anlam halkalarının ele
geçirilebildiği kadarıyla gerçekleşir. Edebî eser
başka kültür çevresi bireylerinin de yakalayabileceği anlam örgüleri oluşturabildiği takdirde
yaygınlık kazanır.
Edebiyat ve evrensellik ilişkisinde diğer bir
sorun da gelenektir. Edebiyatçı içinde yaşadığı
kültürün formlar hazinesini veya anlam dünyasını kullanır. Bu da onu geleneğe bağımlı kılar.
Hiçbir şairin yahut sanatçının tek başına değil
geçmiştekilerle ilişkisi bakımından değerlendirilebileceğini söyleyen Eliot haklıdır. Belki her
edebiyatçı, gelişimin tarihsel boyutu itibarıyla,
geleneğin demir pençesini yahut formlar cennetini her daim içinde hisseder. “Gelenek asıl formunu bugünde değil geçmişte kazanmıştır. Bu
bakımdan, geleneksizlik köksüzlükle eş değerdir. Diğer yandan gelenek, bireylerin birbirine
kapı aralamaları anlamına gelir. Çünkü geçmişten akıp gelen, sadece benim için ve benimle
akıp gelmemiştir. O, geniş kitlece taşınarak sınırlı zamanları aşmıştır. Dolayısıyla gelenek özneler arası dünyaya ait bir şeydir. Gelenek içinde var olmak, ötekini tüketerek değil, öteki ile
birlikte var olmaktır.” (Bizim Külliye, sayı: 55)
Bu türden formların oluşmadığı -ilkel diye
de adlandırılan- topluluklardan büyük edebî
eserler çıkmaz. Her şeyden önce, dilsel ifade
imkânları, duygulanım ve tasarımları edebî
formda dile getirebilecek kadar gelişmiş olmalıdır ki o çevrede edebî eser ortaya çıkabilsin!
Bu topluluklarda bu anlamda ve yönde gelişmişlik yoktur. Bu toplulukların deneyim ve tasarım dünyası “edebî/derinlikli” değildir. İfade
vasıtasının gelişmesi için geçmişten bugüne, sınırlarını genişleten bir akışın olması lazımdır.
Bu, yerelin iç hareketidir. Evrensellik ise yerelin
çok ötesinde, üstünde ve dışında olmaktır. Akıp
gelen, gelenek olmuş olan yerel olduğuna göre,
burada bir gerilim doğması kaçınılmazdır. Bu
nedenle, belli bir toplumsal dünya ve toplumsal
durum için olumlu rol oynayan gelenek, evrensellik söz konusu olduğunda prangaya dönüşebilecek potansiyele sahiptir.
Buraya kadarki kısa değerlendirmeler gösteriyor ki, edebiyatın evrenselliği basit bir
yaygınlık kazanma değildir. Bunun olabilirliği
çetin bir sürecin geride bırakılmasına, engellerin bertaraf edilmesine bağlıdır. Bu bağlamda
iki yol mevcut gibi görünmektedir: Bunlardan
biri, edebiyatın içerik bakımından entelektüel
bir yapı kazanması, tüm akılları kuşatacak bir
deneyim ve tasarım dünyası inşa etmesi; diğeri
de tüm insanlara yönelik bir estetik form ortaya koyması… Entelektüellik dünyaya dönük
olmanın, estetiklik ise çekiciliğin zemini olabilir. Edebiyatçı tüm kültür dünyalarına yönelik
bir form ortaya koyarsa, bununla, yerel/belli bir
kültüre ait olmanın olumsuz etkisinden kurtulur. İçerik bakımından da böylece kendi kültür dünyasında yaşanan deneyimi “genel insan
dünyası”yla birleştirir.
Edebiyat tüm insanlığa hitap edebilecek bir
içeriğe kavuştuğunda artık evrensel olmuş, yani
sınırlı coğrafyaları aşan bir kabul düzeyine yükselmiştir. Fakat edebiyat sadece belli bir coğrafyanın öznelerini konu alır da dünyasını onlar
üzerine kurarsa, formu ne kadar estetik olursa
olsun, evrensel kabule konu olamaz. Örneğin,
Dostoyevski, müşterek insani trajedi yanında
Rus insanının trajedisini de yazmıştır. Orada
yaşayan, duyan ve düşünen, Rus kültürünün
bireyi olduğu kadar, içimizden herhangi biridir
de!
Bir çevrenin edebiyatı durduk yere evrensel olmaz. Gerçi tek tek edebiyat eserleri başka
dillere çevrilerek “dünya ölçeğinde eser” hâline
getirilebilir. Buna bir de çağın reklam gücünü
eklersek… Fakat bu, o çevrenin edebiyatını
evrenselleştiremez. Sadece eser dünya ölçekli
“kılınmış” olur. Bunun kalıcılığını ise reklam
sağlayamaz. Eserin kalıcı yeri ancak onun yetkinliğiyle gerçekleşir. Bir kültür çevresinden ne
kadar çok eser bu düzeye erişirse, o edebiyat
çevresi o kadar evrensele kapı aralamış demektir. Müşterek olarak onaylanan ve benimsenen
bir “form” vasıtasıyla bir kültürün tasarım dünyasının öteki kültür dünyasına taşınması, onun
diğerlerince de tanınıp kabul görmesidir. Dünya/insanlık ölçeğinde bir yüksek kültür böyle
oluşur. Farklı edebiyatlar evrensellik kazandıkça
insanlığın yüksek kültürü gelişir. ■
30
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
DUVARIN LÜZUMU ÜZERİNE
MÜHİM BİR HATIRLATMA
Bir İtalyan filminde iki çocuktan kız olanı
Kararan göğe bakar “savaş yaklaşıyor” der
Hep akşamüstleri bastırır çünkü
Erkek çocuk daha büyüyecektir
Oturduğu duvar üstünde
Sadece ceplerini yoklamaktadır
Şimdilik
Bir Hint ağıtı sapsarı giysili genç bir kadının
Dünyaya tekrar geldiğinde
Bulamayacağı yitik sevgili üzerine
Duvarlarına çarpa çarpa tüm tapınakların
Kulaklarını bulamasa da içinden seslenecektir
Bilinir ki bir ağıt
Sözlerin ağır ağır intihar etmesidir
Böyle bir film çekilmedi
Bütün çocuklar kuşatmalardan uzaktaydı yani
Hintli bir kadın da üzülmedi
Tekâmülü detaylıca biliyordu şüpheden uzak
Tek gerçek duvar kaldı
Her koşulun sağlayıcısı
Affedicisi bariz hataların
Derleyip toparlayıcısı
Duvarın başkişisi tuğla
Duvar her neredeyse
Kapanır üstüne
Varlık soğuk bir masal
O saatten sonra
SEVAL KOÇOĞLU
31
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
BİRİCİK SEVGİLİ 2
bana senden gelinir sana benden gidilir
hayal haberlerinde kaynayan bir kalbin var
bana sensiz gelinmez ölüm duvağını takarsın saçına
kim örter üstümüze hayal gazetesini
senin kalbin var ya o yeter bana
sınır boylarında kalalım aşka
yaşamak ümidiyle dolalım
rüyalarımız bile ölüm ihtimalinden uzakta kalsın
ozansam bundandır tutkunluğum
bundandır aşıklığım yerli yersiz duruşum
biraz sarhoş et beni gitme hep başımda kal
kelimelerden yapalım düğünümüzü uzun ömürlü olsun
olsun olsun elbette kelimelere güvenmem yine de
ama dokunmak istemedim yanındaydım vücudun sende kaldı
sende kaldı bütün öfke konuşmadın kelimeler annesinde kaldı
trenlere bindim ilk kez uçağa kelimelersiz edebildim
zafer usulca kanamayı gerektirir
aç telefonunu konuşmak sürgünlüğüm olsun bağışla hatalarımı
aç bağrını emzir beni saçlarına dola beni
vahşete düşelim seninle iki rekatta biteriz
zehir olsa yenir de senin elinden pizza
kaç zemheri devirdim gözlerinden saklanarak
gözlerinsiz edemem ki bırak o saltanat senin olsun
bir bahar kapısında sahipsiz günahlar olalım
dalgın imgeler denli bulurum saçlarını
ilmi bendedir bakmanın
ve dokunmanın hazzı derinden
kime baktıysam tekmil bendedir zafer
bir sana bakmayı bilemiyorum
yeni kelimeler yığma önüme
daha farklı bir şiir yazamam ki sana
gözlerime değince gözlerin kendimi akşamda bulurum
ordasın hâlâ hayat buysa ben yokum
kapanmayı unutmuş bir yaradır umutlarım
ne zaman gidecekmiş gibi olsan
sana olan ilhamdan bir sayfa eksiliyor
bu beni eksiltmektir yapma canhanım gitme
bir dağ mı vermeyecek seni ki korkuyorsun
ben öbür dağım gitme canhanım gitme
İSMAİL AYKANAT ikimize de yetecek bir kalbim vardır
32
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
BİLİNMEZE AĞIT
dağ oturmuş ağlıyor
ah, bunu bir bilseler.
bilmezler
çocukluğunu bildiğim ağaçlar
göğe nasıl sıçrar.
nasıl tutuşur her sabah güneş
hangi nefes körükler alevi
bilmezler.
kızgın demirdir insanın tuttuğu
savrulur hemen
oysa taş gediğindedir hep
insan yaşar bir ömür
ölüm toprağı eşeler.
SERDAR ARSLAN
33
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Varlığın kökü birdir, o hâlde dili de
ortaktır: Edebiyat, bizatihi evrenseldir
ERDOĞAN ERBAY
İ
nsan, bilen varlık olarak yaratıldığına göre,
kendisine bilinmesi gerekenin ne/neler olduğu da öğretilmiştir. Yani, insan için bilmek, bir mükellefiyettir. Söz konusu bilme mükellefiyetinin keyfiyeti ise, her şeyi bilen Mutlak Bilgi
tarafından belirlenmiştir. İlmi, her şeyi kuşatan ve
“Her şeyi hakkıyla bilen” Allah, yarattıklarının temel iki görev ve sorumluluğuna dikkat çeker. Bunlardan birincisi, “Cinin ve insin Allah’a ibadet etsinler diye yaratılmış” olması; ikincisi ise, “İnsanın,
tanışıp bilişmesi için, kabileler hâlinde var edilmiş”
olmasıdır. O hâlde, insan, öncelikle yaratanını, ardından da, yaratanından dolayı da, yaratılanı bilmek ve tanımakla mükelleftir. İnsanlar, farklı dil,
din ve ırklara mensup olsa da, aynı cevherin cüzleridir. Ritüellerin şekli ve yerine getirilişi farklılık
arz etse de, ritüellerin bağlı olduğu kökün aynılığı,
başlangıçtaki aşinalığa işaret eder. Öz, aynı olunca,
parçalar ne kadar çoğalırsa çoğalsın, her cüz, özden
yüklendiği özelliklerden dolayı, her durumda öze
ait ölçüler de taşır. Varlıklarını, bütünün varlığına
borçlu olan her cüz, fıtrî ve ferdî vasfını muhafaza
ederken, parçası olduğu bütünün ve tekin değerlerini de taşır.
İşte, insanoğlu, özünde bulunan, soyut ve somut
varlığın manasını kavramak ve elbette, bu manayı,
muhtelif fiil ve farklı tezahür şekilleriyle ortaya
koymak için, tarih boyunca, her şart ve durumda,
çıkış yolları aramıştır. Bu arayışın biçimi ve usulü
zaman zaman değişip farklılaşsa da, insanla birlikte
var olmuş, yeryüzünde insan varlığı devam ettikçe
de bu arayış nihayete kadar sürecektir. Bu noktada,
insanın yeryüzünde bulunuş gayesi dikkate
alınmalıdır. O, hem kendisi hem de kendi dışında
ama kendisinin de içinde bulunduğu âlemin
düzeni ve bu düzenin işleyişine memur edilmiştir.
Bu memuriyetin birçok unsurları varsa da, temelde,
fitne ve fesadın, kaos ve kargaşanın ortadan kaldırılması gibi, hem insan şahsiyetini hem de sosyal
hayatı ilgilendiren hususları öne aldığı bir gerçektir.
Bu vazife, bir “misak”la insanın uhdesine yüklenmiş, bu “misak”, insanın “bana ne” diyemeyeceği
kaideler çerçevesinde belirlenmiş ve ardından söz
konusu sorumluluk alanına hakem tayin edilmiştir. Bir taraftan, bu sorumluluk, hakemlik, düzeni
sağlamak gibi, yerine getirilmesi gerekenleri tatbike
güç yetirebilmeyi; diğer taraftan da, kaos, kargaşa,
fesat ve ahlâksızlığı ortadan kaldırabilme direnişini
icra edebilme erkini, neredeyse sadece insanı anlatan, edebiyatın varlığına raptetmiş denebilir.
Her milletin ürettiği, kendi varlığını diğerlerinden ayıran, kendi renk ve özelliklerini yansıtan,
bazı yönleriyle tamamen ait olduğu toplumun karakteristik sıfatlarını öne çıkaran, bazen de, dışarıdakine yaklaşan ortak yönlerin varlığıyla karşımıza
çıkan, dolayısıyla bu iki uç arasında gidip gelen salt
bir millî edebiyattan söz etmek mümkün müdür?
Evet! Yeryüzünde varlığını sürdüren her milletin, devraldığı mirasla birlikte, teşekkülüne zemin
hazırladığı, ürettiği ve her hücresine kendi varlığını
sindirdiği bir edebiyatı vardır. Diğer taraftan, öteki ya da yabancı diye adlandırdığı, şahıs, kavim ve
milletlerin vücut verdikleri edebiyat gelenekleri de
söz konusudur. Bu noktada, özel ve genel olanın
bir araya gelmesi, birlikte olması mümkün müdür?
Herkesin, kendine ait olanı dillendirdiği bir büyük
34
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
yapıyı meydana getirmek bir ideal olarak ortaya
atılabilir. Ancak, böyle bir faaliyetin gerçekleşmesi
ütopik bir bakış açısından öteye gidemez. Çünkü
şahsi olanın inşa alanını yok eden bir ekseriyet,
şahsiyetin mahremiyetine hürmet göstermediği
için, hiç kimse, kendisine ait olan ve millî vasıf taşıyan hiçbir unsuru feda etmez, edemez.
Edebiyat, tarihî süreçte iki ana kaynakla birlikte ve onlardan beslenerek yol almıştır. Bu iki ana
kaynak, sözlü ve yazılı gelenektir. Sözlü edebiyat,
bir gelenek olarak, daha eski ve her zaman daha
yeni olan yazılı edebiyata öncülük etmiştir. Ancak, bugün geldiğimiz noktada, edebiyatı yazılı
metinlerden ayrı ve onları dikkatten uzak tutarak,
değerlendirmek mümkün değildir. O hâlde, bu iki
gelenek, dün olduğu gibi, bugün de, zaman zaman
karşılıklı olarak birbirlerini besleyecekler, zaman zaman biri önde diğeri arkada, değişimli olarak varlıklarını idame ettireceklerdir. Sözlü gelenek, şahsi
ve umumi üretime devam ederken, yazılı gelenek,
üretilen malzemeyi kayıt altına alacak, bunları hem
muhafaza edecek hem de zamanın, insan hatıra ve
hafızasına karşı yürüttüğü unutturma alışkanlığına
karşı hiç olmazsa, bir tedbir almış olacaktır. Fakat
ne olursa olsun, bu iki gelenek arasındaki tesir ve
kültürel alışveriş varlığını devam ettirecektir.
Bugün, üzerinde yaşadığımız dünya insanının
bulunduğu durum, önümüze çözümsüz başka bir
meseleyi daha koyuyor. Siyasi, sosyal, askerî ve
kültürel manada, emperyal güçlerin belirledikleri
alana mahkûm edilmiş insan, kavim ve milletlerin
varlığı, bunların sahiplik ettikleri mirasın inkârı,
millî olanla evrensel olanın münakaşasını başka
bir zemine taşımaktadır. Millî olmayı, fıtri ve verili
olanla kavramaya kalktığımızda; evrenselin, belki
daha doğru ifade etmek lâzım gelirse, emperyalin
kabul etmediği şey, milletlerin kendi aidiyet ve
mensupluklarının inkârı ve kimliklerini belirleyen
kodların yok sayılması meselesidir. Durum böyle
olunca, millî olanı savunmak hem zorlaşmakta
hem de yaşadığı asrın büyük yapısından da bir şekilde kopmaktadır. Belki, bu noktada, karşılaştırmalı
edebiyatın açacağı bir yol mümkün görünmektedir. Ancak, bu alanın samimi olarak benzerlik ve
farklılıkları, olması gerektiği gibi ortaya koyduğu
hangi şartlar içerisinde ifade edilebilir? Başkasına
ait olan değeri, değiştirip dönüştürerek aktaran bir
usule, karşıda duranlar ne ölçüde itimat edebilirler?
Bu da düşünülmesi gereken önemli bir husustur.
İnsanlık ve sanat bir bütünlük teşkil ediyorsa,
edebiyat da, hangi medeniyet ve millete ait olursa
olsun, bir bütündür. Zira bugün, insan ve insanlığın sahiplik ettiği, güzel sanatlara ait değerler ile
tarihî, siyasi, sosyal ve edebî metinler, tecrübe ile
ân’ın aynı zeminde var oluşlarının belgeleridir.
Mazi kitabının arasından devşirilen kıymet hükümleri, ân’ın canlılığı ile bir araya gelerek, başlangıçtan sona kadar dil/lerin ortaklığına şehadet
etmiş olurlar.
Farkında oluş, farklı bulunuş ve duruşun neredeyse yegâne sebebidir. Sebebin bir netice doğurması ise, niyete ve hedefe bağlıdır. Edilen niyetle
kendisine doğru adım atılan hedefin fizikî ve
metafizikî âlemlerden hangisine müteveccihen fiiliyata geçirildiği, maksuda nailiyet muvacehesinde
ehem olan hâdiselerdendir.
O hâlde; farkındalık, sıradan-oluş durumunu
var-oluş-bulunuş makamına yükseltmenin, elbette ki, yücelmenin hem ilk basamağı hem de nihai
noktasıdır. Farklı oluş, farklı-bulunuşun varlığına
da işaret edeceği için, bilinişi ima edecek ve bilişmenin ezelî oluşuna da kapı aralayacaktır. Bilişmek
ezelî ise, yabancılık, sonradandır ve arkadan gelir.
Sonradan meydana gelen ya da cereyan edenin, oluş
ve bulunuşun öncesine gitmek arzusu da yerinde
karşılanmalıdır. Zira yabancılık hudus ise, aşinalık
mebde’e ait bir hâldir. Hudus olanın bidayete yönelmesi ya da o hâli merak etmesi, bidayetteki bilişmenin muhabbetidir. Ayrılma ve uzaklaşmanın
oluşturduğu yabancılık ve ıraklığın bertaraf edilmesi, mebde’in müşterek âlemine yeniden dönmekle
mümkün kılınacaktır. Bu da, mebde’in cihanşümul bir gayeye memur ettiği insanı, me’ada da aynı
şuurla adım atmaya mecbur bulunduracaktır.
Bidayette bilişen ve aşina ruhlar, yabancılık
gurbetini tattıktan sonra, attıkları adım ve hatırladıkları şey, biliniş ve aşinalığın ezeliyetidir. İşte, farklı
meşrep ve mezhebe mensubiyetin, insanın zihniyet ve
şahsiyetinden uzak tuttuğu durum, başlangıcın birliği, başlangıçtaki birlikteliktir. Bidayette bir ve beraber
olan ruhlar, fıtrî hasletlerine vâkıf olmaları için, farklı
makam ve durumlarla sınanırken, ya sadece kendilerinin ya da bütün ruhların dillerini kullanırlar. Köken
birse, ağacın dalları ve yaprakları ne kadar çok olursa
olsun, söylenen ve tebliğ edilende birbirini çekecek
benzerlikler de kaçınılmaz bir şekilde bulunacaktır.■
35
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Dilin evreni ve evrensel açılım
HÜSEYİN ÖZBAY
Kubbeler;
evrenin, uzayın,
gök kubbenin
mimari sanatımıza
yansıması değil
midir? 15. yüzyılın
başlarında
Uluğbey elindeki
gök aletleriyle
yıldızlara, sınırsız
uzaya bakarken
büyük heyecan
duyuyordu.
Semerkant
Rasathanesi uzayı
keşfetme, uzayı
tanıma iddiamız
değil miydi?
W
itgenstein’ın sözünü her hatırlayışımda
daha doğru buluyorum: “ Dilimin
sınırları dünyamın sınırlarıdır.” der bu
filozof.
Dil kendi sınırlarında ve derinliğinde çabalar. Dünyanın sınırlarını zorlaması onun yatay açılımını hatta
uzayı da dâhil edersek sonsuzluğunu zamanın sınırlarında dolaşması ise derinliğini işaret eder.
Dil yatay ufuklarda gezer dikey derinliklere iner.
Dilin özellikle yükselen değerlerde hem zamanı hem
de mekânı içermemesi beklenemez.
Kelimelerin de toprakları, vatanları, duran omurgaları, yürüyen ayakları, düşünen beyinleri, atan kalpleri
vardır.
En canlı, en renkli, en hızlı evrendir; kelimeler evreni.
Bütün görgülerimizi, bütün anılarımızı, bütün heyecanlarımızı, bütün tarihimizi, bütün kültürümüzü
saklar, açıklar, hatırlatır, çağrıştırır bu evren. Kelimelerin götürdüğü yerleri iyi bilmek iyi algılamak gerek.
Bunun içindir ki Ahmet Hamdi Tanpınar; “Önce
kelimeleri tanıyoruz, sonra anlamlarını öğreniyoruz.”
der. Ayaküstü tanışırız birisiyle ama onu anlamamız
için onunla yürümemiz, dolaşmamız, birlikte zaman
geçirmemiz gerekir ya, aynen öyledir kelimelerle ülfetimiz de.
36
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Bugün de bir evren felsefemiz, bir “uzay
bakışımız” olmalıdır. Evrende denizi ve ummanı
sınır; güneşi tuğ; göğü çadır olarak gören en eski
atalarımızda bu felsefe vardı.
Bu noktadan hareket edilirse söylenecek ilk
şeylerden biri de edebiyatın dilin sonsuz kombinasyonuyla hem uzamda hem zamanda hem de
mekândaki iletim hızı ve etkisinin inanılmaz işlevidir.
Böyle bir malzemeyi kullanan her yazarın
açıklansa da açıklanmasa da birinci amacı yazdıklarıyla zamana dayanmak ve evrene ulaşmaktır.
Biz Türkler tek vatanla kalmadık, yeryüzünün büyük kısmını arşınladık âdeta. Yeryüzünün
en dinamik devletlerinin ve vatanlarının sahibi olduk. Bugün adını bildiğimiz küçük büyük
devletlerin neredeyse tamamı bugün de tarihten
kuruldukları yerlerdedir. Çin Pekin’de, İngiltere, Londra’da, Fransa Paris’te, Almanya Berlin’de
şekillendi hep. Peki, Türkler nerede karar verip
kaldılar? Urumçi’de, Taşkent’te, Astana’da,
Bişkek’te,
Hive’de,
Buhara’da,
Kırım’da,
Sibirya’da, Semerkant’ta, İdil Ural’da, Kazan’da,
Bakü’de, Tebriz’de, Üsküp’te, İstanbul’da… Bütün bu mekânlarda tarihte de vardık bugün de
varız. Tek yerde değiliz. Evrensel açılım ve evren
merakı bizim tarihsel kaderimizde ve doğamızda
vardır zaten. Bu saydığım yerler ve diğerleri zaten
büyük bir evren değil midir? Başkaları için merak, sömürge iştahı ve keyfiyet olan evren ilgisi,
Türkler için doğal bir zorunluluktur.
Albert Sorel’in, “Fransız milletini bin yıllık
Fransız coğrafyası yarattı.” demesinin sebebi de
sabit vatanlar fikri ve kavramıdır. Bu sözü amentü kabul eden Yahya Kemal’in Türk milletini de
Malazgirt’ten bu yana üstünde yaşadığımız toprak oluşturdu zehabına kapılması ve şiirini de düşüncesini de bunun üzerine inşa etmesi bundan
olsa gerektir.
Oysa biz Türkler tarih boyunca sadece bir vatanda kalmadık, keşfetmeyi onun için de dünyaya ve uzaya açılmayı düşündük, hep uzay bakışı
ve evrensel algı, milletimizin ve onun güzel edebiyatının ve tarihsel tezinin de varlık sebebidir.
Keza, Orhun Yazıtları’nda denizlere dayandığımız anlatılır. Yine en eski Türk şiirlerinden
birinde ırmaklara, denizlere dayandığımız, gök
kubbenin bize çadır, güneşin tuğ olduğu anlatılır:
Takı talay takı müren/ Kök kurikan kün tug
bolgıl
Gök kubbenin çadır güneşin tuğ olması bir
evrensellik iddiasıdır.
Daha sonra kabul ettiğimiz İslamiyet de evrensel bir dindir. Bir kavme değil evrene, âleme
inmiştir.
Bu felsefeyledir ki Türkler, “İ’la-yı Kelimetullah” aşkına “cihan hâkimiyeti mefkûresi”ne inanmışlardır.
İnsanın balçıktan (su ve toprak) yaratılması
da âlemde olan anasır-ı erbâ ile ilişkilendirilir.
Hacı Bektaş Veli ünlü Makalat adlı eserinde insan
-kozmik âlem arasındaki bu alakayı ilginç tasavvurlarla anlatır. Hz. Âdem yaratılırken dünyanın
her tarafından toprak getirilir. Uzvu getirilen bu
toprakların özelliğine göre şekillenir. Büyük ve
derin anlamıyla insan toprağı, evrenseldir. Bu
nedenle mikro-kozmos olan insan ile makro-kozmos olan evren organik bir bütünlüktür. Hem
tarihi kaderimiz hem de bugünkü dijital dünya
evrenselliği zorunlu kılmaktadır.
“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen/
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen” diyen Şeyh Galip de insan karakterinin kainatın
özü, özeti olduğunu söyler. İnsan evrenin gözü,
evrenin kalbi, evrenin şuurudur.
Bir Müslümanın evrene açılmaması yaratıcısını idrak etmemesi olur. Hele hele suyun ve toprağın yatay sınırları ile semavatın sonsuz denebilecek muazzam uzamı arasındaki tahayyül, hayret
ve hayranlık, her insanı olduğu gibi dille kendi
dünyaları arasında sınırları daima gevşek tutan
ve heyecanların en büyüğünü bu algıda yaşayan
edebiyatçıları nasıl etkilemez? Ziya Gökalp Turan
ülküsünü “müebbet ve ebedî bir ülke” olarak ta-
37
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
nımlarken bu evrensel heyecanı ve algıyı ta derinlerinde duymuştur herhâlde.
Gerçekten de dil ve edebiyat sınır tanımaz.
Hayaller, düşünceler ve ihtiraslar da. Kâinatta
duvarlar ve gümrük yoktur.
İnsanın yaradılışına uygun bir edebiyat
açılımı bunun için bir doğal zorunluluktur.
İnsanoğlunun uzayla merakı en eski zamanlardan
beri vardır. Uluğ Bey, Türkistan’da elinde teleskop
hayret ve hayranlıkla mehtaba bakarken uzayda
sınır görmüyordu. İnsanoğlunun büyük merakı
sınır tanımaz bir atılımı gerçekleştirdi.
Romancımız Alev Alatlı Schrödingerin Kedisi
(Rüya) romanında “astronomik arkeolojimiz”i
çok iyi anlatır. Astronomik arkeolojisi, bir “uzay
bakış”ının ve “evren savı”nın bütün araçlarını
verir.
Bugün de bir evren felsefemiz, bir “uzay bakışımız” olmalıdır. Evrende denizi ve ummanı sınır;
güneşi tuğ; göğü çadır olarak gören en eski atalarımızda bu felsefe vardı.
Rahmetli şairimiz Osman Türkay uzay ve
kâinata seslenişin büyük heyecanıyla Besmele’yi
şöyle yorumlar:
Besmele
Bu gece düşüme girdi
Her sabah yeni doğan güneş
Bu gece güneşten koptu bir ayrı dünya
Bu gece uzaya fırlatıldı ilk yapay uydu
Küçücük bir ay
Bu gece evrende bir başka hız var
Toprakta uzay, uzayda ateş, ateşte yıldız var
Bu gece dünyamızın yörüngesinde
Uydular uçar
Bu gece madensel bir besmele ile vurdu saat
Bu gece besmele ile çağırdı kalem:
Esirgeyen bağışlayan Tanrı adıyla
Kalktım yataktan
Ne ün, ne onur, ne san
Besmele besmele büyüdü kafam
Ne bulut ne ufuk ne yıldız
Besmele besmele gerindi akşam
Ne sinir, ne pazu, ne kemik, ne kan
Besmele besmele uzadı kollarım bacaklarım
Ağzım, gözlerim, kulaklarım
Alıcı ve verici cihazlarım
Besmele besmele başıboş cihazlarım
Yapayalnız esirgeyen bağışlayan Tanrı adıyla
Uzanıp samanyoluna yatıyorum
Esirgeyen bağışlayan Tanrı adıyla
Uzaylılara mısralar satıyorum
Ve sizi anlatıyorum
Esirgeyen bağışlayan Tanrı adıyla
Yeryüzüne güneşten bakıyorum
Ve yıldızları bir salkım üzüm gibi koparıp
Şarlatanların başına fırlatıyorum.
Uzayla besmele arasındaki bu “sıra dışı bağdaştırma” yeni dilin, yeni mistik anlayışın ve
evren görüşünün parıltılı bir işaretidir. Şiir aralarında onun masal ve metafizik evreninde dolaşıp
duran Osman Türkay, uzaydaki uzamı şiirinin
atlası yaptı. Bugün yaşadığımız dünyada ve zamanda hissiyatımızın, inançlarımızın, evrene bakışımızın, ruhsal hâllerimizin aradığı dil kısmen
budur.
Ona dünya şiir çevreleri “ Uzay Şairi” dediler.
Osman Türkay millîyi evrensele taşıyan ve oradan
millîye bakabilen “evrensel şair”dir aynı zamanda. O uzayın sonsuz sınırsız boşluğundan Kıbrıs
ve Türkiye’den asla savrulmadan evrene de baktı.
Besmele şiirinde uzayda bu sesi duydu, uzaydan
Göktürk atalarımıza gitti. Şiir estetiği ile masalı
ve ütopyayı birleştirdi. Pergelinin sabit ucu Kıbrıs, Beşparmak Dağları ve Türkiye idi. Böylece de
uzaya ve evrene açıldı duyguları ama savrulmadı,
çakılıp kalmadı.
Bizim hem evren hem de uzay görüşümüz üstelik yeni değildir. “Kün tuğ bolgıl, kök kurikan”
ne demektir? Bir evren görüşü, bir evren iddiasıdır. Kubbeler; evrenin, uzayın, gök kubbenin mimari sanatımıza yansıması değil midir? 15. yüzyılın başlarında Uluğbey elindeki gök aletleriyle
yıldızlara, sınırsız uzaya bakarken büyük heyecan
duyuyordu. Semerkant Rasathanesi uzayı keşfetme, uzayı tanıma iddiamız değil miydi?
Çağdaş Kırgız şairi Süyünbay Eraliyev de “Cıldızlarga Sayakat”ta (Yıldızlara Seyahat) bunun
edebî açılımını sergiler. Aytmatov’un tarihî ve
yerel bir Nayman Ana söylencesinden Mankurt
güncellemesi imajı çizmesi, evrensel edebiyata ve
insanlığa büyük armağan değil midir?
Uzay ve evren ilgimiz, bizim için aynı zamanda derin bir lirizmin de yeni metafizik hassasiyetin de edebî açılımın da göstergesi olacaktır.■
38
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Edebiyat ve evrensellik
NAMIK AÇIKGÖZ
Edebiyatta “tip”
ve “karakter”
ile ifade edilen
şahıs kadrosu,
aslında, his
ve hasletlere
bindirilmiş
yapay
insanlardan
başka bir şey
değildir. O
insanların hepsi
yapaydır ama o
insanların her
his ve hasleti,
gerçektir.
E
debiyat sanatı, dillerin ulusal-etnik
yönü hariç, insanlığın ortak malıdır.
Esas malzemesi insan ve insanla ilgili
his ve hasletler olan edebiyat, genel olarak “tip” ve
“karakter”ler etrafında oluşan bir “hikâye etme”
sanatıdır. Araç olarak kullanılan dil, kendi içinde
birtakım yerel zenginliklerle, edebiyatın oluşumuna doğrudan etkide bulunursa da, bir araç olarak
diğer dillerdeki dilsel ve kavramsal doğurganlığı
teşvik etmesiyle de edebî metnin zenginleşmesine
katkıda bulunur. Fakat bütün bu etkisine rağmen
dil, edebiyatın belirleyici unsuru değil, nihayetinde bir araçtır ve belki de edebiyatın oluşmasında
doğrudan etkisi olmasına rağmen diller, edebiyatın
evrenselliğin önündeki tek engeldir. Fakat bu da
tercümelerle giderilir ve metinde anlatılan mutlak
insanla yüz yüze gelinerek, metin-okuyucu ilişkisindeki “insan ortak paydalılığı” ortaya çıkar.
Farsça yazan Ömer Hayyam, her ne kadar bir
Fars şairi ise de, bütün dillere tercüme edildiğinde,
o insanlığın ortak şairidir. Geothe, Dostoyevsky,
Shakespeare gibi edebî şahsiyetlerin her biri dil veya
ulus mensubiyetiyle anılırsa da, dil engeli kaldırıldığında, bunların hepsi, insanlığın ortak metnidir.
Dil engeli ortadan kaldırılmış edebî metinlerde,
39
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Nasıl “biyolojik insan” tek ve bütün dünyada aynı ise,
edebiyatçının ele aldığı insan da bu insanlardır. Bütün
insanlar acıkır, susar, konuşur, güler, uyur, yürür,
araçlara biner... Gerçek insanın ortak özelliği nasıl
evrensel bir hakikatse, edebiyatçının insanın da aynı
özelliği yüzünden evrenseldir.
evrensellik üç boyutta tecelli eder:
1) Dil kullanma tekniğinde evrensellik (retorik teknik)
2) Beşerî his ve hasletlerin işlenmesinde evrensellik
3) Olayların işlenişinde evrensellik
Dil kullanma tekniğinde evrensellik
(Retorik teknik)
Bütün dillerde, basit ve nitelikli iletişim kurma yolları vardır. Pratik-pragmatik dil kullanımı, edebiyatın belirleyici özelliği olmamakla
beraber, bir üst dil olan edebî dil kullanımı, bütün dillerde neredeyse aynıdır. Mesela işlenmiş
veya işlenmemiş de olsa bütün dünya edebiyatlarında, edebiyat dilinin oluşumunda, kelimeler
metaforik kurgulama tekniğine göre kullanılır.
Yani, mecaz sanatı sadece Türkçede, Farsçada ve
Arapçada değil, İngilizce, Fransızca, Almanca,
İspanyolca, Rusça, İtalyanca gibi dillerde de,
adını duymadığımız kabilelerin dillerinde de
vardır. Bütün bu dillerde, kelimeler arası ilişki
kurulurken, iki kelime arasındaki renk, şekil,
muhteva, mahiyet, fonksiyon gibi ilişkiler göz
önünde bulundurulur. Mesela bütün şiirlerde
sevgilinin yanağı bir çiçeğe veya yiyeceğe benzetilirken, her dilde, yanak ile ilişkilendiren kelimenin yanakla, renk, şekil, muhteva, mahiyet
ve fonksiyon ilişkisi göz önünde bulundurulur.
Bütün dillerde- metaforik teknik müşterekliğinde olduğu gibi- diğer retorik tekniklerde
de bir ayniyet söz konusudur. Yani, tezat, bütün
dillerde tezat olarak kullanılır; teşbih, teşbih;
telmih, telmih...
Müslüman toplumlarda, İslamiyetin meşhur
bir şahsiyetine veya kavramına yapılan atıfla,
Musevilik veya Hristiyanlığın önemli bir şahıs
veya kavramına yapılan atıf tekniği, retorik olarak aynı tekniğin kullanılmasıyla elde edilir.
Neredeyse bütün dillerde meydana getirilen
edebiyatlarda, âşık ile bülbül arasındaki ilişki
aynı retorik teknikle kurulur.
Şunu demek istiyoruz: Edebiyatta kullanılan dile hangi dil olursa olsun, onu edebî bir dil
olarak kurgulama tekniğinin yasaları ve teknikleri aynıdır. Böylece edebiyatın “oluş şekli” evrenseldir.
Beşerî his ve hasletleri işlemede
evrensellik
Temel malzemesi doğrudan veya dolaylı olarak da olsa insan olan edebiyatta, insana bakış
ve onu bütün boyutlarıyla ele alış da evrenseldir;
yani insanlığın ortak paydasıdır.
Edebiyat metinleri, roman da olsa hikâye de
olsa şiir de olsa nihayetinde insanı anlatır. Aslında anlatılan tek insan değil, insanlığın ortak
özelliğini taşıyan şahıslar, tipler ve karakterlerdir.
Edebiyatta “tip” ve “karakter” ile ifade edilen
şahıs kadrosu, aslında, his ve hasletlere bindirilmiş yapay insanlardan başka bir şey değildir. O
insanların hepsi yapaydır ama o insanların her
his ve hasleti, gerçektir.
Adı, Mehmet, George, İvan, Hans... Ne olursa olsun... Adları ve milliyetleri farklı olan bu
insanların tek ortak özellikleri, birbirinin aynısı
olan his ve hasletlere sahip olmalarıdır ve edebî
metinde yer alanlar Mehmet, George, İvan ve
Hans değil, o his ve haslettir.
Biraz daha açalım.
Edebiyat metinlerinde anlatılan insanın
beşerî his ve hasletleri aynıdır ve edebiyat eserini
yazan kişi, bu his ve hasletlerin hikâyesini yazar
40
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
aslında. Bu his ve hasletler kıskançlık, ihtiras, fedakârlık, merhamet,
vefa, vefasızlık, sadakat, ihanet,
kin, nefret, takdir, mahviyetkârlık,
istiğna, bencillik, doğru sözlülük,
riyakârlık gibi daha arttırılabilecek
olan his ve hasletlerdir.
Edebiyat sanatçısı, metninde,
yukarıdaki his ve hasletleri işler
aslında. Edebî eserde, fedakârlıkla
bencilliğin; sadakatle ihanetin, ihtirasla istiğnanın, erdemle erdemsizliğin, riyakârlıkla doğru sözlülüğün
mücadelesi/çekişmesidir anlatılan.
Yoksa bu his ve hasletlerin giydirildiği şahısların hikâyeleri değildir...
Tetikleyicisi ve ortaya çıkma sebebi, yerel
olabilir ama yaşanan duygular, bütün dünyada
birbirinin aynısıdır. Kıskançlık ve bunu besleyen diğer duyguların işleyişi, bütün insanlıkta
birbirlerine yakın bir şekilde tezahür ve tecelli
eder. Edebiyatçının yazdığı insan da aslında bu
his ve hasletlere sahip kişilerdir.
Nasıl “biyolojik insan” tek ve bütün dünyada
aynı ise, edebiyatçının ele aldığı insan da bu insanlardır. Bütün insanlar acıkır, susar, konuşur,
güler, uyur, yürür, araçlara biner... Gerçek insanın ortak özelliği nasıl evrensel bir hakikatse,
edebiyatçının insanın da aynı özelliği yüzünden
evrenseldir.
Demek ki, edebiyatçının ele aldığı insan da,
biyolojik boyutuyla beraber ve bu boyutun içindeki his ve haslet yönüyle dünyada reel olarak
bulunan insanlardır ve bu insanların bütün his
ve hasletleri de ortaktır. Böylece, edebî metinde
işlenen his ve hasletlerin de evrensel olduğunu
söylemek gerekir.
Olayların işlenişinde evrensellik
İnsanlar ve toplumlar arası olaylarda, temel
saik her ne kadar millî-ulusal etkiler söz konusuysa da nihayetinde, insan merkezli bütün olaylar, bütün insanlığın ortak paydasıdır.
Edebiyatçının yazacağı olaylar da, sebep-sonuç
ilişkisi kurma tekniğindeki şahsiliğin dışında,
bütün insanlıkta ortaktır. Bazı metinlerde, olaylar, kültürün şekillendirdiği sosyal ortamlarda
gelişebileceğinden, yerel-kültürel özellikler ta-
şırlar. Fakat bu özellikler o metni evrensellikten
uzaklaştırmaz; bilakis o metin, o yerel zenginliğiyle evrensel insanlık kültürünü zenginleştirir.
Milletlerin özgün kültürel zenginlikleri, nitelikli bir edebiyat sanatçısının elinde, insanlığa
mal olabilecek bir insani zenginliktir ve o edebî
metin, o zenginliği insanlığa kazandırdığı için
değer kazanır. Mesela Tagore olmasaydı Ganj
Nehri çocuklarının özgünlüğü ve zenginliğinden insanlık haberdar olmayacak ve haberdar
olmadığı için de bu açıdan fakir/eksik kalacaktı. Aynısını Japon Yazar Yasunari Kawabata, Mısırlı yazar Necip Mahfuz, Yugoslavyalı
Yazar İvo Andriç ve Romanyalı yazar Ionesco
için de söylenebilir. Mesela Dostoyevski veya
Tolstoy olmasaydı, insanlık “Rus insanı” his ve
hasletlerini tanıyarak zenginleşmekten mahrum
kalacaktı.
Sonuç olarak şunu söylemek gerekir:
Edebiyat, araç olarak kullanılan dilin yerelliği dışında, işlediği beşerî his ve hasletler, dili
kullanma tekniği ve yaşanan olaylar açısından,
insanlığın ortak değerlerinin yansıtıldığı bir
sanat alanıdır. Bütün edebî tür ve şekillerde
işlenen insan ve insani özellikler, bir üst dil olan
“edebiyat dili” olgusu teşekkülünde de evrensel
bir tavır sergilenir. Bu “edebiyat dili” kurgulamasında da yazılı olmayan, zımni bir evrensel
anlaşma söz konusudur. Dil kullanma tekniği
de olsa, beşerî his, haslet ve olayların işlenişi de
olsa, belki de aslolan o “zımni anlaşma”nın doğurduğu evrenselliktir.■
41
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Bir deliliğe övgü olarak
Leyla vü Mecnun
DURSUN ALİ TÖKEL
E
debiyatın evrensel olma niteliğine vurgu yapılacaksa bu, edebiyat tarihinin
evrenselliğine mi bir vurgudur, yoksa
edebî metnin taşıdığı içerik ve göndermelere mi
bir vurgudur? Edebî metnin evrenselliği tartışılacaksa, burada arketiplerin, arketiplerde de din
veya mitlerin rolü milletlere göre nasıl tespit edilecektir? Bir milletin anlatısında yer alan bir arketip, bir başka milletin dinî kaynağı veya mitsel
anlatısının bir derin içeriği olursa buradaki metaforik kaymalarda hangi zemin esas alınacaktır?
Edebiyat ve evrensellik ilişkisini yazmaya kalkışmak cevaplardan çok daha fazla soruların yer
aldığı bir vadiye dalmak demek.
Goethe’nin kullandığı “Weltliteratur” kavramının Dünya Edebiyatı olarak çevrildiğini söyleyen Wellek/Warren, bu kavramın bütün dünya
edebiyatını incelemek anlamında kullanılırsa
çok abartılı olacağını, hâlbuki Goethe’nin bu
kavramla “bir zaman bütün edebiyatların tek bir
edebiyat hâline geleceğini” belirtmek için kullandığını söylüyor. Ve Goethe’nin idealini şöyle
açıklıyorlar: “Bu, bütün edebiyatların bir büyük
bütün içerisinde, her milletin kendine ait bölümü icra ettiği büyük bir konser hâlinde birleşme-
Erasmus
Hristiyanlığa,
Papalığa, Krala,
devlet adamlarına
yapılan eleştirilerin
en ağır bir şekilde
cezalandırıldığı
Ortaçağ
Avrupa’sında,
muhayyel bir deli
karakteri yaratarak
bu delinin ağzından
sisteme, yanlış din
algısına, papalığa
en ağır eleştirileri
yapmıştır.
42
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
leri idealiydi.”1 Wellek/Warren’e göre Goethe’nin
kendisinin de bu idealin gerçekleşmesi için çok uzun
zamana ihtiyacı olduğu söylemişti.
Temelde vurgu yapılan, bir edebiyatın millî
ve yerel kalması hâlinde içine kapanarak yok olup
gideceğidir. “Evrensel Edebiyat tarihi kavramı,
hangi güçlüklerle karşı karşıya gelirse gelsin, edebiyatı bir bütün olarak düşünmek ve edebiyatın
gelişmesini ve yayılmasını, dil farklarını dikkate
almadan incelemek gerekir. Mukayeseli ve genel
edebiyatlar veya sadece edebiyat hakkında ileri
sürülecek önemli bir iddia, kendi içine kapanık
bir millî edebiyat fikrinin tamamen yanlış olduğudur.”2
Dünya edebiyatını bir bütün olarak düşünmek şimdilik bir hayal olsa bile Batı edebiyatlarının büyük bir çoğunluğu için bu kavram kullanılmış bile. Wellek/Warren, “Hiç yoksa Batı edebiyatını bir bütün meydana getirir.” diyerek şöyle
devam ediyor: “Yunan ve Roma edebiyatları, Batı
Orta Çağ dünyası ile önemli modern edebiyatlar
arasındaki bir devamlılıktan kimse şüphe edemez
ve Doğu’dan gelen tesirlerin, özellikle İncil’in tesirinin önemini küçümsemeden, bütün Avrupa’yı,
Rusya’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni ve Latin
Amerika edebiyatlarını içine alan tam bir birliğin
varlığı kabul edilmelidir.”3
Bir milletin edebiyatının dünyaya açılmak,
insanlığın ortak ideallerine katkıda bulunmak,
ortak sorunlara çözüm önerileri sunmak yerine,
kendi içine kapanarak o büyük faydadan uzak
kalmasının nasıl bir kayıp olduğuna en iyi örnek
belki de Alberto Manguel’in Tanpınar üzerine
söyledikleridir. Tanpınar’ı Fransızcaya çeviren
çevirmen Manguel’e Tanpınar’ı muhakkak okumasını salık verir. O güne kadar Tanpınar’ı hiç
duymayan Manguel tavsiye üzerine okur ve hayranlığını ifade edecek kelimeler aramaya başlar.
Zira Tanpınar onu derinden etkilemiştir: “Kitabı
bitirdikten sonra hayatım boyunca Tanpınar gibi
bir yazarı duymadığıma inanamadım. Bu kadar
büyük bir yazar olmasına rağmen ondan habersiz
olmama çok şaşırdım… Bernard Shaw gibi bir
seviyede duruyor benim için Tanpınar. Tanpınar’ı
okumak bir yazarı okumak değil, bir kütüphaneyi okumak gibi benim için. Yani Tanpınar tek bir
kitap değil, muazzam bir kütüphanedir… Tabii
ki Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Ben 20. yüzyılın
en büyük klasiklerinden biri olduğunu düşünüyorum bu kitabın.”4
Devletimizin çok önemli ve yerinde bir kararla, büyük yazar ve şairlerimizi dünyanın önemli
dillerine çevirme projesi, evrensele açılan yerel ve
millî edebiyatın hangi yerde durduğuna/durması
gerektiğine çok önemli bir gösteren olacak.
Kendi millî eserlerimizi, Manguel’in yaptığı gibi dünyanın büyük klasikleriyle karşılaştırsak acaba bizi neler beklemektedir? Mesela
Erasmus’un dillere destan olan ve her daim yeniden okunan Delililiğe Övgü kitabıyla, bu kitapla
aynı çağda yazılan Fuzulî’nin Leyla ile Mecnun’unu bir mukayese etsek acaba neyle karşılaşırız?
Leyla ile Mecnun, deliliğe methiye olarak okunabilir mi?5
Aşk mesnevisi olmayan bir mesnevi olarak
Leyla ile Mecnun
Bir gün bir grup genç, delilikle ilgili bir site
kuracaklarını, postmodern yönelimlerin, modern
43
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
insanın iktidar karşısındaki ezilmişliğini protesto
için en etkili dil olarak delilikin dilini seçtiklerini
ve kendilerinin de bu dili edinmek için kaynaklar
taradıklarını ve bana yardımcı olup olmayacağımı sordular. Ben de herhangi bir kaynak bulup
bulmadıklarını sordum ve en iyi kaynağın yüzyıllar boyunca Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı eseri
olduğunu bu eseri incelediklerini söylediler.
Mutlak otoriteye başkaldırı sadedinde asırlardır kült bir metin olan bu eseri ben de biliyordum. Erasmus, aklı ve akıllığı yerin dibine
batırmış ve deliliği kutsamıştı. Bu eser Papalığı,
Hristiyanlığı, kralı eleştirenlerin diri diri yakıldığı
bir çağda, bütün bunların derin eleştirisi üzerine
yazılmıştı ve Erasmus bütün bu eleştirileri hem de
en ağır şekilde yaptığı hâlde hiç bir cezaya maruz
kalmamıştı, aksine ödüllendirilmişti. Peki, bunu
nasıl başarmıştı? Dâhiyane bir buluşla: Söyleyeceği her şeyi bir deliye, hatta daha da soyut bir
çıkarımla delilike söyletmişti.
Gençlere dedim ki “Bizde de en az Erasmus
kadar kuvvetli akıl ve delilik üzerine kurulmuş
mükemmel bir metin vardır. Deliliğe methiye ve
akla zemmiye olarak Erasmus’la beraber bu metni de inceleyelim.” Gençler şaşırdılar ve bu metnin ne olduğunu sordular. Onlara Erasmus’la
aynı çağda yaşayan ve yazan Fuzulî’nin Leyla ile
Mecnun adlı eseri olduğunu söyledim. Doğal olarak inanamadılar! Ne alakası vardı, bu eser bir
aşk mesnevisi değil miydi? Olsa olsa tasavvufi bir
eserdi. Beşeri aşktan ilahi aşka geçişi anlatıyordu!
Leyla vü Mecnun’u Erasmus’un Deliliğe
Övgü’sü bağlamında akıl ve delilik üzerine kurulmuş felsefi bir metin olarak okuyabilir miyiz?
Umberto Eco, “Bir roman, yorum üreten bir
makinedir.”6 diyor ve romanları öyle inceliyor.
“Anlatı, olayları ve kişileriyle bir dünya kurarken,
bu dünya ile ilgili her şeyi söyleyemez. Belli şeylere
değinir ve kalanı için okurdan bir dizi boş alanı
doldurarak işbirliği yapmasını ister. Bir metin,
alıcının anlaması gereken her şeyi söylese mahvolurduk”7 öyleyse okuyucu aslında yazarın bıraktığı o boşlukları dolduran kişidir.
Eco, büyük sanatkârların yazmakla neyi
amaçladıklarını açıklıyor: “Neden tıpkı gerçek
dünya gibi karmaşık, çelişkili ve kışkırtıcı anlatı
dünyaları kurmaya çalışmayalım?... Dante, Rabelais, Shakespeare, Joyce tam olarak bunu yapmış-
lardır.”8
Roland Barthes “Anlam, anlatının ‘ucunda’
değildir, onu baştanbaşa aşar...”9 derken anlamın çoğul hatta sonsuz yapısına, çeşitliliğine
işaret etmektedir. İtalo Calvino, Borges’in hayli girift bir kurgusu olan ünlü hikâyesi Yolları
Çatallanan Bahçe için şunu söyler: “Sonunda,
okuduğumuzun, bir casusluk görüntüsü altında,
felsefi bir öykü, hatta zaman fikri üzerine bir
deneme olduğunu fark ederiz.”10 Divan şiiri metinleri böylesi bir çoğul okumayla incelendiğinde
neler görebiliriz?
Erasmus ve Deliliğe Övgü
Erasmus 1466-1536 yılları arasında yaşamış
en önemli Avrupalı reformist ve hümanistlerden
birisidir. Pek çok eseri olmakla beraber 1506 yılında kaleme aldığı Deliliğe Övgü adlı eseri asırlar
boyu önemimden, değerinden, şöhretinden bir
şey kaybetmemiş ve yazıldığı günden bu yana Avrupa aydınlanmacı düşüncenin en önemli metinlerinden biri sayılmıştır.
Yukarıda değindiğimiz gibi Erasmus Hristiyanlığa, Papalığa, Krala, devlet adamlarına yapılan eleştirilerin en ağır bir şekilde cezalandırıldığı
Ortaçağ Avrupa’sında, muhayyel bir deli karakteri yaratarak bu delinin ağzından sisteme, yanlış
din algısına, papalığa en ağır eleştirileri yapmıştır.
“Erasmus’un Deliliği, birinci tekil şahısta,
okurla konuşan bir karakterdir. Yazar dramatik
bir sahneleme kurgular ve kadınsı özelliklerle donatılmış bir kahraman ağzından birçok önemli
konular işler: Akıl konusuna tek yönlü ve önyargılı bakmayan, bilginin sınırlarını ve değerini anlayan ve en önemlisi de insan hayatını belirleyen
davranışların erdemlerini sorgulayan bir karakterdir Delilik. Hoppa ve çekici olduğunu söyler.
Asla okurla polemiğe girmez, tek amacının eğlendirmek olduğunu sık sık yineler. Okurdan beklentisi ise, eğlenmenin ötesinde, hayali seyircileri
gibi ondan yana olarak, onun fikirlerini anlamamızdır. Dilini sakınmayan, aklı bir karış havada
olmasına rağmen çok da çekici ve arzu doludur
sunduğu karakter.
İlk başta yapılması gereken, o bilgelerinin
elinden cehaleti küçümseme ve yok sayma silahını almaktır. Zira yoksul ve eğitimsiz halk, her
söylediklerini doğru kabul ettiği kilise babaları
44
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
tarafından yönetilmekteydi; oysa halk kendince
erdemlere sahipti fakat bunlar soylular ve din
adamları tarafından hiçbir zaman erdem sayılmadılar.
İki önemli tema üzerine kuruyor Erasmus eserini:
1) Gerçek bilgelik, deliliktir.
2) Kendini bilge sanmak, deliliktir.
Birinci temaya baktığımızda, akla fazla prim
vermiş insanlığa yeni bir pencere açılır gibidir.
Rasyonel davranış aşırı yüceltildiği için insan
kendi doğasından uzaklaşmıştır. Yeniden doğasının gerektirdiği “çocuksuluğu” bulması, tam da
Rönesans felsefesinin temelindeki düşüncelerden
beslenir. İkinci tema ise, Orta Çağda okuma yazma bilenlerin sadece soylular ve din adamları olduğunu düşünürsek, onların nüfusun geri kalanı
üzerinde baskı ve zorbalık yapma hakkı bulmalarıdır eleştirilen.”11
“Nasılsa deliye her şeyi konuşmak serbest ”
diyerek ortaçağ felsefesine, önyargılara ağır eleştiriler yapan Erasmus’un eleştiri oklarının ana
hedefi; menfaatçiler, yağcılar, riyakârlığa prim veren idareciler, yapmacık tutum ve davranış içinde olanlar, kendini bilmezler, kibirliler, çağının
bilim adamları, krallar ve kilisedir, yani hemen
hemen herkes…
Deliliği konuşturma ve deliliğin kendisini
övme maskesi altında bağnazlığın her türlüsüne
eleştiri yönelten kitap bu özelliği ile çağlar boyunca bağnazlığa karşı kaleme alınmış en yetkin
düzeydeki başyapıtlardan biri olmuş ve bu özelliği ile kalıcılığını bugüne kadar korumuştur12
Fuzuli’nin Mecnun’u
Şimdi de deliliğe övgü ve akla eleştiri sadedinde
Leyla ile Mecnun’a bir bakalım:
Erasmus’a göre “Yaşamda ancak deliliğe
yakalanmış olana gerçek anlamda insan denebilir.”13
Fuzuli, Mecnun’un babası aracılığıyla aklı
konuşturur ve Mecnun da ona cevap verir.
Mecnun şöyle diyor:
di (2616)
Bir müddet olsun delilik mülkünü seyran etmeyenler, akıl meydanın bir bela zindanı olduğunu
bilmezler?
Akl, gönül aynasını bulandırır, tozlandırır. Akl
bir tedbirdir amma temeli yoktur. Aklın tarz ve uslübu Fuzuli’yi melül etmiştir. Fuzuli, cünun derdine derman aramakla hata etmiştir.
lar
Göñül mir’âtını eyler mükedder akl teklîfi
Hoş ol bî-bâkler kim terk-i nâm ü neng tutmuşEy Fuzûlî aşk men›in kılma nâsihten kabûl
Akl tedbîridir ol sanma ki bir bünyâdı var
Hatta Fuzuli aklına bile “Bendeki belalardan
kaçarak kurtul.” demektedir. Fuzuli, âlemin dert
ve kasvetlerinden cünunun feyzleri sayesinde
kurtulmuştur.
Taşlara dögüb başımı rüsvâ gezer oldum
Ey akl kaçıp kurtula gör derd-i serimden
Ey Fuzûlî reviş-i akl melûl etti beni
Sehv kıldım ki cünûn derdine dermân ettim
Babası Mecnun’u akıllı olmaya davet eder.
Babasının Mecnun’u akla davet etmesine
Mecnun’un cevabı şu oluyor:
Ben akla teveccüh eylerim çok
Sevdâ yolumu tutar ki yok yok (2070)
“Ben çok kere akla yöneldim fakat akıl her seferinde “yok, yok!” diye benim sevdâ yolumu kesti”
Mecnun’un babası tıpkı Erasmus’un filozofu
gibi konuşur. Erasmus’un filozofu, Erasmus’un
aksine deliliğin mutsuzluk olduğunu söyler:
“Şimdiden filozofların itirazlarını duyuyorum:
‘Deli olmak, mutsuz olmaktır; bozulmuşluk,
cehalet içinde yaşamaktır.”14 Mecnun’un babası
da aynısını söyler. Deli olmak, toplum dışında
ve mutsuz olmaktır. Kınanmak, ayıplanmaktır.
Deliye kız vermezler, onu insan kabul etmezler. Babası, çok istediği Leyla’ya kavuşması için
Mecnun’un akıllı olması gerektiğini işaret eder.
Akl meydânını zindân-ı belâ bilmez henüz
Kim ki bir müddet cünûn mülkini seyrân etme45
Mecnûn’a dedi ki ey cefâ-keş
Hâcet biter olmagıl müşevveş
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Farz eyle ki mâle oldu vâlî
Gitdi yine gayra kodu mâli
Akl ile açılur ol muammâ
Leylîyi sana verirler ammâ
Şartı bu ki olasın hired-mend
Erbâb-ı hiredden alasın pend
Ref ’ ola allâme-i cünûnun
Akl ola hemîşe reh-nümûnun 1030
Babası dedi ki, ey oğlum, sana Leyla’yı vermeyi
kabul ettiler amma, senin akıllı olmanı istiyorlar.
Muammalar ancak akılla açılır. Akıllı olman ve
akıllı insanlardan öğüt alman, cünunu yok etmek
ve daima aklı rehber edinmen şartıyla Leyla’yı sana
verecekler:
Babasının bu sözleri üzerine Mecnun, divane
olmanın kendi istediğiyle olmadığını, ihtiyarı olsaydı divane olmayacağını, artık kendisinde bu
derdin ilacının bulunmadığını söyler ve babasına
şu teklifte bulunarak aklın çaresizliğini çok güzel
izah etmiş olur. Madem akıl her derdin ilacıdır ve
akıllanmakla sorun kalmayacaktır. O zaman akıl
sahibi babası kendi derdine aklıyla bir deva bulsun
ve o da kurtulmuş olsun!
Fuzuli, burada Mecnun’un ağzından çok
etkileyici bir mal sevdası eleştirisi yapar. Mecnun, babasının tek evladıdır. Baba da “Eğer ben
ölürsem malım mülküm kime kalacak?” korkusu
vardır. Bu korkusu belki de vehmi Mecnun hissetmiş olmalı ki yukarıdaki beyitle bu korkuyla
alay eder ve babasına der ki: “Farz et ki ben senin
mallarına yönetici oldum, malının mülkünün varisi oldum. İyi ya, ben ölünce o mallar ne olacak, yine
başka birilerine kalmayacak mı?” bu sözler babaların endişelerinin ne kadar sığ olduğunu gösterir.
Mecnun’un vahdet yolunda, bütün dünyayı sırtını dönerek fena ve bekaya kavuşma isteği
yanında babanın isteği ne kadar basit, hatta yavandır. Burada aynı zamanda “akıllıların” neyin
peşinde olduğuna veya “akıllı” deyince ne anlaşılması gerektiğine dair de ipuçları ve dolayısıyla bu
hâle de eleştiri vardır.
Budur kereminden itlimâsım
Kim tutasın öldüğümde yasım
Her lahza edüp figân u zârı
Toprağıma edesin güzârı
Teklîf-i neşât u ıyş kılmam
Kim sen deyesin bu resmi bilmem
Feryâd u mâtemdir asl-ı mâtem
Sen hod bu revişdesin müsellem
Öz âdetin ile nâle eyle
Ecrini bana havâle eyle
Budur garazım ki dost u düşmen
Görsün seni eyleyende şiven
Bî-kesliğim olmaya bana âr
Ma’lûm ideler ki vârisim vâr15
Sen ehl-i hiredsin eyle tedbîr
Tedbîrin ede meğer ki te’sîr (1040)
“Tavk-i zencîr-i cünûn dâ’ire-i devlettir” diyen
Mecnun’a göre asıl mutluluk deli olmakta yatmaktadır.
Akıllılar kimler ve dertleri ne?
Fuzuli, Mecnun’un şahsında delileri dillendirirken, Mecnun’un babası aracılığıyla güya
Mecnun’u akıllı olmaya çalışan insanları konuşturur ve onları bütün sığlığıyla resmeder:
Fuzuli, Leyla vü Mecnun’da, artık aklını yitirip çöllere düşen oğlunu aramaya giden babayı
anlatır. Baba uzun aramalardan sonra oğlu Kays’ı
(Mecnun) bulmuştur. Onun o perişan hâline
acır; eve, şehre, akıllı olmaya bir evlat olarak
malının mülkünün başına geçmeye davet eder.
Aralarındaki diyaloglar çok dramatiktir. Mecnun
babasına kim olduğunu sorar, yani babasını bile
tanımaz bir hâldedir. Hatta kendisini yalnız bırakmasını geçip gitmesini ister. Babanın ısrarlı
davetleri hiç bir işe yaramaz. En son Mecnun şu
beyti tekellüm ederek susar:
Mecnun’un annesinin isteği de babasından
farklı değil. Anlaşılıyor ki onlar çocuklarını değil kendi itibarlarını düşünüyorlar. Annesi,
Mecnun’a ailelerinin itibarını düşünmesini, kendisinin bir Arap beyi olduğu gerçeğini göz ardı
etmemesini söyleyerek asıl kaygının Mecnun ile
değil de itibar kaybını engellemek ilgili olduğunu
belli etmiş olmuyor mu?
46
Şânında riyâset-i Arap var
Miras- şecâat u edep var
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Etvârı mülûku tut hemişe
Âyin-i şecâat eyle pîşe
Bizleri eserler üzerine düşündürmeyenler, metinlerimizi sadece soracakları çoktan seçmeli soruların test parçalarına indirgeyenler, tanımları;
tanımlanabilir olanların bir yüzü olarak değil de
hakikatin ta kendisi olarak pazarlayanlar, metinlerimizin evrensel konumları üzerine de bir
şeyler söylemeyeceklerdi, söylenenleri de, söyleyenleri de boğacaklardı. Leyla ile Mecnun mesnevisini sadece bir aşk hikâyesi olarak değil de;
insanın aramasının hikâyesi, bir Bildunsroman
metni, hakikat âşığı insanların Hakkı ve hakikati
bulma macerası; kadının yüceltilmesinin evrensel
başlangıç metni, aklı putlaştıranlara inat akla
ve akıllılara eleştiri ve deliliğe övgü olarak da
okuyabiliriz.
Her okuma, yaratıcı okuma ediminin bir basamağıdır. Metni evrensel sahneye çeken, metnin
kendi değil, bizim onu okuma, anlama, sunma
biçimimizdir. Tam olarak meramımızı anlatmak
için kısa bir alıntı yaparak bitiriyorum yazımı:
Shakespeare’in MACBETH adlı eserini Türkçeye çeviren mütercim kitabın girişinde okurlarına şöyle sesleniyor:
“Yaşadıklarınız hakkında, aşk hakkında, müzik
ya da yaşlılık hakkında söyleyecek anlamlı bir şeyler
bulamıyorum diyorsanız bu konuda Shakespeare’e
güvenebilirsiniz. Sevgilinizin gururunu okşamak ve
onu yüceltmek istiyorsanız Büyük şair’in ‘Bir yaz
gününden farkın nedir, bilir misin sevgilim’ diye
başlayıp “ama sendeki sonsuz yaz hiç solmayacak…
Nefes aldıkça insanlar, gördükçe gözler bu şiirim
yaşayacak ve seni de yaşatacak’ diye biten 18. Sonesinden yardım alabilirsiniz. Bu dünyanın çivisi çıkmış diyorsanız ve tak etmişse canınıza artık
dünyadaki yolsuzluklar ‘vaz geçtim bu dünyadan.
Tek ölüm paklar beni’ diye başlayıp devam eden 66.
Sone duygularınıza tercüman olur belki de. Evlatlarınızın vefasızlığından canı yanmış bir ebeveynseniz, ‘vefasızlığın keskin dişlerini, tam yüreğime
sapladı bir akbaba gibi. Nankör bir evlada sahip
olmak daha da can yakıcı keskin bir yılanın dişlerinden’ diyerek dert ortağınız olabilir Kral Lear...”16
Bir Türk okuru, kendi duygularını ifade için
16. yüzyıldaki bir İngiliz’e başvurmak yanında 16.
yüzyıldaki bir Türk şairine başvursa nasıl olur?
“On altıncı yüzyıldaki bir divan şairi 21. yüzyıldaki benim duygularıma nasıl tercüman olabilir
ki?” mi diyorsunuz? Sizinle aynı dili konuşan ve
aynı medeniyetin insanı on altıncı yüzyıldaki bir
Türk şairi size tercüman olamıyor da, on altıncı
yüzyıldaki bir İngiliz şairi mi tercüman olabiliyor? ■
Kaynakça
1. Rene Wellek-Austin Warren, Edebiyat Biliminin
Temelleri, (çev. Ahmet Edip Uysal), s. 59.
2. _______________________, age., s. 60.
3. _______________________, age., s. 60.
4.
http://www.yenisafak.com.tr/pazar/bes-sehiri-birde-manguelden-oku-582930.
5. Bu metin, 5-6 Mayıs 2014 tarihinde Şanlıurfa’da yapılan “Prof. Dr. Abdülkadir KARAHAN anısına III. Milletlerarası Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu”nda sunulan
“Divan Şairleri Niçin Yazardı” başlıklı tebliğimizin bir kısmından yararlanılarak hazırlanmıştır.
6. Zeynel Kıran-Ayşe Kıran, Yazınsal Okuma Süreçleri, Seçkin yay., Ankara 2000, s. 11.
7. Umberto Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti,
(çev. Kemal Atakay), Can Yay., İstanbul 1995, s. 9.
8. ___________, age., s. 133.
9. Roland Barthes, Göstegebilimsel Serüven, (çev. M.
Rifat-S. Rifat), YKY, İstanbul 1993., s. 88.
10. İtalo Calvino, Klasikleri Niçin Okumalı, (çev. Kemal Atakay), YKY., İstanbul 2008, s. 260.
11.
http://edebiyatelestiri.blogspot.com/2008/05/
erasmus-delilie-vg.html.22.02.2012.
12.
http://diamon.blogcu.com/erasmus-delilige-ovgu/2905913, 22.02.2012
13. Stefan Zweig, Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve
Trajedisi, (Çev: Ahmet Cemal), Can Yay., İstanbul 2013,
4. basım, s. 78.
14. Erasmus, Deliliğe Övgü, (Çev: Hasan İlhan), Alter
Yay., Ankara 2008, s. 72.
15. Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn, (Haz: H: Ayan), Dergah Yay., İstanbul 1981, s. 287, 2099-2105 beyitler.
16. Shakespeare, Macbeth, (Çev: Safiye Gül Yazıcı),
Paraf Yay., İstanbul 2011. Girişten
47
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Yönetenler-yönetilenler bağlamında
evrensel ilkeler ve Kutadgu Bilig
MUSTAFA SEVER
Evrensel bir ilke olarak adaletle uygulanan yasa/töre, hangi
memlekette olursa, o memleket düzene girer. Güneş nasıl temiz
veya kirli, iyi veya kötü demeden her şeye aydınlık ve ısı verir, canlılar
arasında fark gözetmeksizin ısı ve ışığını onlara ulaştırırsa, yasanın/
törenin uygulanması da böyledir; ondan herkes nasibini alır.
Giriş
Bilindiği üzere insanın iki cephesi vardır. Bunlardan biri akıl cephesi, diğeri duygu cephesidir.
Akıl cephesi, bir açıdan insanın nesnelliği, dahası
evrenselliği, duygu cephesi ise, insanın özeli, yereli ve millîliğidir. Hz. Peygamber›in «İlim Çin’de
de olsa gidip alınız.” hadisi, insanın akıl yönüne
hitap ederek maddi veya manevi evrensel değerleri benimsemesini, elde etmesini işaret eder. Tabii
ki burada işin olumlu yönünden bakıyor ve insani olanını kast ediyoruz. Çünkü evrensel sözü,
günümüzde -evrensel değerlere aykırı olarak- küreselleşmeyi de işaret edebilir veya öyle de anlaşılabilir. Evrensel, A. Timuçin’in (2004:207) bilgilerine göre, bağsız ve koşulsuz genelgeçer olandır;
* Prof. Dr., Gazi Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi
genel olan değildir. A priori olan, yani akli olan
evrenseldir ve bir toplum hâlinde yaşayan insanların ortak akıl ve mantıkları ile benimsedikleri,
bütün insanlık için de öngördükleri değerlerdir.
Bu yönüyle her yerde ve her zaman insanlığın bütünü için geçerlidir ve ideal olandır.
Muhtevasında evrensel değerlerin sergilendiği eser, meydana getirildiği çevredeki insanlar
için olduğu kadar, bütün insanlık için de mevcut
ihtiyaçlara cevap olabilen, geçerli ve yönlendirici eserdir. Zaman açısından da sadece meydana getirildiği yüzyıl için değil, sonraki yüzyıllar
için de geçerliliğini yitirmez ve dolayısıyla içinde
bulunulan devrin sorunlarına çözüm olabilirliği
devam eder. Bu yönleriyle evrensel eser, klasiktir.
Bu bilgiler ışığında bakıldığında Kutadgu Bilig,
yazıldığı dönemde (1069/70) olduğu gibi, günü-
48
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
müzde de geçerliliğini, yönlendiriciliğini ve insanlığın huzur ve mutluluğu için gerekli ilkeleri
va’z etmesiyle evrensel değerde bir eserdir. Yusuf
Has Hacib eserinde,
Tilekim söz erdi ay bilge bügü
Kidin keldeçike özüm sözlegü (192)[1]
[Dileğim (bu) sözdür, ey akıllı bilge (kişi)/Sonsuz geleceğe benden kalacak]
sözleriyle eserinin kendi zamanından sonra da geçerli olacağını belirtir. Kutadgu Bilig’de insanlar
arasında adaleti, insanların huzur ve mutluluğunu tesis etmekle görevli bir devlet düzeni anlatılır. Bu özellikleriyle tasvir edilen devlet, bugün
de ulaşılması için çaba sarf edilen bir hedef olan
evrensel devlettir.
Bu çalışmada, Kutadgu Bilig’de yönetenlerin
ve yönetilenlerin birbirlerine karşı yerine getirmeleri gereken ödevler üzerinde durulacak, eserde insanın insanca yaşamasının gerekleri olan evrensel ilkeler incelenecektir.
Kutadgu Bilig
Kutadgu Bilig, Türk kültürü ve devlet yönetme ve dolayısıyla toplumsal hayatı düzenleme
siyaseti açısından Türklerin İslam medeniyeti dairesinde meydana getirdikleri edebiyatın bilinen
ilk eseridir ve Türk dilinde, kültüründe, yaşayışında önemli gelişme ve değişmelerin yaşandığı
bir dönemin tanığıdır. Eser, Yusuf Has Hacib
tarafından yazılmıştır. Yusuf, kitabına “okuyana
kutlu olsun ve ona yol göstersin” (350) diye “Kutadgu Bilig” adını koyduğunu belirtir. Kavram
olarak “kutlu bilgi veya kutlu olma bilgisi” olarak
Türkiye Türkçesinde söyleyebileceğimiz Kutadgu
Bilig, muhtevası göz önüne alındığında devlet
yönetiminde “erke, egemenliğe sahip olma bilgisi” anlamına gelmektedir.
Eserin mensur ve manzum mukaddimelerinde (Arat 1991:1-7) verilen bilgilere göre, bu
kitap “çok aziz” bir kitaptır. Çin hakîmlerinin
hikmetleri ile bezenmiş ve Maçin âlimlerinin
şiirleri ile süslenmiştir. Bu kitap, faydalı bir kitaptır; ancak her okuyan yazan anlayamaz; sadece
kitabın izahını duyanlar anlayabilir. Bu kitabın
1. Numaralar, “ARAT, Reşit Rahmeti, Kutadgu Bilig I 1991”
adlı eserdeki beyit numaralarını işaret etmektedir.
sözleri insana yardım edici ve yol göstericidir;
her iki dünyadaki işleri düzenler. Türk, Çin ve
maşrık illerinde, dünyada bunun gibi başka bir
kitap yoktur. Çin ve Maçin hakîmlerinin hepsi
bu kitabın güzelliğini övmüşlerdir. Türk dilinde
bütün hikmetleri toplayan bu kitaptır (73). Müellif, bunu Buğra Han zamanında ve han dili ile
söylemiştir. Her memleketin hakîmleri, o diyarın
usulüne göre buna ayrı ayrı adlar takmışlardır.
Çinliler ona Edebü’l-Mülûk derler; Maçinliler
onu Enisü’l-Memâlik diye adlandırırlar. Maşrık
ilinin büyükleri buna Zînetü’l-Ümerâ, İranlılar
buna Şehnâme, Turanlılar ise Kutadgu Bilig diye
anarlar. Bu kitabı yazan kişi, insanlar arasında
ileri gelen, hünerli bir kimsedir; türlü faziletler
ve meziyetlerle kendisini süslemiş ve bahtiyar bir
hayat sürmüştür. Yaşadığı yer Kuz-Ordu (Balasagun), memleketi olup asil bir aileden gelmiştir.
Kitabını doğduğu yerde yazmaya başlamış, nazma çekmiş, tamamladıktan sonra memleketinden
ayrılmış, Kaşgar ilinde son şeklini vererek hanlar
hanı Tavgaç Kara Buğra Han’ın huzurunda okumuştur. Hükümdar, Yusuf ’u takdir ederek onu
“Has-Hacib”[2] unvanı ile ödüllendirmiş, onu yakınları arasına almıştır.
Kutadgu Bilig’de yöneten ve yönetilenler
Kutadgu Bilig’de yönetenler (bey ve saray
mensupları) ve yönetilenlerden (avam/kara bodun ve çeşitli iş kollarına mensup âlimler, tabipler, efsuncular, rüya tabircileri, müneccimler,
şairler, çiftçiler, satıcılar, hayvan yetiştiricileri, zanaat erbabı, vd.) meydana gelen bir topluluktan
söz edilir.
Yusuf ’un yaşadığı çağın toplumsal hayatında
işbölümü gelişmiş, yöneten ve yönetilenler belirli
zümreler hâlinde belirginleşmiştir. Bugün çağdaş devletlerde olduğu gibi, Kutadgu Bilig’de de
yönetenlerle yönetilenler arasında uyumun, eşgüdümün gerekliliği ve sağlıklı işlerliği üzerinde
durulur. Yönetenlerin ve yönetilenlerin karşılıklı
ödev ve sorumluluklarının ne olduğu belirtilir.
Yönetenin/hükümdarın uyması gerekenler,
Ögdülmiş’in dilinden hükümdara hitaben şöyle
belirtilir:
Beylik makamına sen isteyerek gelmedin; onu
sana Tanrı lütfetti (5469). Hâlis gönül ve temiz
2. Has Hacib: Kapıcılar başı.
49
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
kalple Tanrı’ya ibadet et; halka da merhamet
ve şefkat göster (5471). Akıl ve bilginle heva ve
hevesini yen, istek ve arzularının esiri olma, zira
heva ve nefs din hırsızıdır (5475). Hazineni halkın yararına harca (5479). Düşmanlarını mağlup
etmek istiyorsan hizmetindekileri memnun et,
onlara değer verip överek şevke getir. Savaşta elde
ettiklerinle hazineni çoğalt (5487). Halka huzur
ve rahat sağlayacak bir düzen kur (5491). Zalim
olma, zulmü kötülere uygula, memleketi kötülerden temizle (5505). Kötüleri yanına yaklaştırma,
daima uyanık ol ve doğru insanlarla yaşa (5508).
Kötü ve zalim olanları yükseltme, onlara memlekette nüfuz verme (5521). İşi, iş bilen kimselere ver (5534), değmeyen kişilere rütbe verme
(4074). Memleketin faydasını kendi menfaatinden üstün tut (5536). Memleket içinde halka
zulüm edenleri yok et, yol kesen eşkıya bırakma
(5547). Yönetilenlerin senin üzerinde üç hakkı
vardır. Bunlardan biri memleketinde gümüş temiz kalsın; onun ayarını koru. İkincisi halkı adil
kanunlar ile yönet; birinin diğerine tahakküme
kalkışmasına meydan verme, onları koru. Üçüncüsü bütün yolları emin tut; yol kesici ve haydutların hepsini ortadan kaldır. Böylece yönetilenlerin hakkını ödedikten sonra, sen de onlardan
kendi hakkını isteyebilirsin. Senin de yönetilenler
üzerinde üç hakkın vardır. Bunlardan biri halk
senin emirlerine hürmet etmeli ve bu emir her
ne olursa olsun onu derhal yerine getirmelidir.
İkincisi hazine hakkını (vergileri) gözetmeliler ve
bunu vaktinde ödemeliler. Üçüncüsü senin dostuna dost, düşmanına düşman olmalılar. Böylece
sen onlara karşı vazifeni yapmış olursun; onlar da
senin hakkını ödemiş olurlar (5574-83).
Görüldüğü üzere hükümdar, halkın adil kanunlarla yönetilmesi, asayişin ve yol güvenliğinin
sağlanması, iktisadın düzenlenmesi, para ayarının
korunması gibi görevleri yerine getirdiği müddetçe Tanrı vergisi kuta/yönetme erkine layık olabilir. “Hakanın kanun koyma ve mevcut kanunları
yeni şartlara uygun olarak düzenleme yetkisi ile
o kanuna riayet mecburiyeti, eski Türk devletlerinin kanun hâkimiyetine dayanan, şahıslar-üstü
bir idare karakteri taşıdığını ortaya koyar. Burada artık ferdî irade ve keyfilik değil, fakat adil,
faydalı, eşitlikçi ve üniversal kanundan kuvvet
alan bir idare tarzı bahis konusudur.” (Kafesoğ-
lu1980:30).
Günümüz devletlerinin, hangi tür bir yönetim olursa olsun, önemle üzerinde durdukları husus, ekonomik açıdan belli bir yeterliliğe ulaşmak,
paralarının değerini istikrarlı şekilde korumaktır.
Bu sebeple her ülke, geliri ile gideri arasında bir
denge oluşturmaya, hatta gelirini artırmaya, giderini azaltmaya çalışır. Parasının değeri istikrarlı
olan ülkelerin üretim-tüketim ilişkilerinde de bir
istikrar vardır. Çünkü para bir ölçü ve değer belirtme aracıdır. Üretimde ve tüketimdeki mallar,
hizmetler para ile ölçülür. En basit şekliyle paranın alım gücü (mal ve hizmetleri), zaman içinde
değişmiyor, istikrarlı şekilde sürüyorsa, paranın
değeri korunuyor demektir. Böyle ülkelerde ekonomik bir düzenlilik söz konusudur. Ekonomik
düzenlilik içinde yaşayan insanlar, gelecekleri
hususunda endişesiz, güven içindedirler. Yusuf,
hükümdara bu düzenliliğin sağlanması ve dolayısıyla milletin huzur ve refah içinde yaşaması
şartlarından birinin paranın değerinin korunması
olduğunu belirtir.
Halkın adil kanunlarla yönetilmesi, evrensel
olarak insanı, insana yaraşır şekilde yaşamayı, insanın ve toplumun huzurunu, mutluluğunu tesis
etmeyi hedefleyerek yapılmış kanunların geçerli
olmasıdır. Böylesi yürürlüğe konulan kanunların evrensel bir ilke olarak haklı ile haksızın ayırt
edilmesinde, dolayısıyla ödüllendirme ve cezalandırmada tarafsız şekilde uygulanması, kanunların
adil olmasıdır. Evrensel bir sembol olarak adaletin dengede duran iki kefeli bir terazi olarak düşünülmesi; tarafsızlığı, bir kefesi haklıya hakkını,
diğer kefesi de haksıza verilmesi gereken cezayı
işaret etmesindendir.
Kutadgu Bilig’de Yusuf Has Hacib,
Küntogdı’yı “Bu kün togdı tigli törü ol köni /
Bu Küntogdı dediğim doğrudan doğruya töredir.” (355) şeklinde tanıtır. Yasa/Töre, Küntogdı
adıyla somutlanmıştır. Âlim, Küntogdı’nın tabiatını güneşe benzeterek bu adı vermiştir (824).
Güneş ile töre/yasa benzerliği, eşliği hususunda
Küntogdı’nın dilinden Yusuf Has Hacib şöyle konuşur: Güneş,333 bütünlüğünü daima muhafaza
eder, parlaklığı hep aynı şekilde kuvvetlidir. Törenin/Küntogdı’nın tabiatı da güneş gibidir, doğruluk ile doludur ve bu doğruluk/adalet, hiçbir
zaman eksilmez. Güneş nasıl doğup da dünyayı
50
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
ısıtıp aydınlatırsa, ısısını ve aydınlığını bütün insanlara eriştirir de kendisinden bir şey eksilmezse,
törenin/Küntogdı’nın hükmü de böyledir, ortadan kaybolmaz ve bütün halk için aynıdır.
Evrensel bir ilke olarak adaletle uygulanan
yasa/töre, hangi memlekette olursa, o memleket düzene girer. Güneş nasıl temiz veya kirli, iyi
veya kötü demeden her şeye aydınlık ve ısı verir,
canlılar arasında fark gözetmeksizin ısı ve ışığını
onlara ulaştırırsa, yasanın/törenin uygulanması
da böyledir; ondan herkes nasibini alır. Diğer yıldızlardan farklı olarak güneşin burcu sabit, temeli sağlamdır. Burcu aslandır ve bu burç yerinden
kımıldamaz; yerinden kımıldamadığı için evi bozulmaz. Yasanın/törenin de burcu sabittir ve herkes için aynıdır, değişmez; tavır ve hareketlerinde kimseye ayrıcalık yoktur (825-35). Kutadgu
Bilig’de yasanın/törenin pek çok beyitte nitelikleri veya olması gereken özellikleri dile getirilmiştir.
Bu özelliklerin başında törenin temelinin doğruluk olduğu belirtilir. Töre/yasa doğru olursa, adil
şekilde uygulanırsa dünya huzura kavuşur (819);
doğruluk yolu beyliğin esasıdır (821). Her kim
hâkim/hükümdar olursa, onun tabiatı yumuşak,
tavır ve hareketi asilane olmalıdır (546). Küntogdı, törenin özelliklerini Aytoldı’ya şöyle açıklar:
“Hükümdar üç ayaklı gümüş bir tahtta
oturuyordu ve elinde büyük bir bıçak tutuyordu;
solunda bir acı ot ve sağında şeker bulunuyordu
(771-72). İşte bak ben de doğruluk ve töreyim;
üzerinde oturduğum tahtın üç ayağı vardır, bu üç
ayağın her üçü düz durdukça taht sallanmaz. Üç
ayaktan biri yana yatarsa, diğer ikisi de kayar ve
üzerinde oturan yuvarlanır. Bak, benim tabiatım
da yana yatmaz doğrudur; eğer doğru eğilirse kıyamet kopar. Ben işleri doğruluk ile hallederim;
insanları bey veya kul olarak ayırmam. Elimdeki
bu bıçak, biçen ve kesen bir alettir. Ben işleri bıçak gibi keser atarım; hak arayan kimsenin işini
uzatmam. Şekere gelince, o zulme uğrayarak benim kapıma gelen ve adaleti bende bulan insan
içindir. O insan benden şeker gibi tatlı ayrılır ve
sevinir. Zehir gibi acı olan bu Hint otunu ise,
zorbalar ve doğruluktan kaçan kimseler içer. Ben
hüküm verince Hint ilacı içmiş gibi yüzlerini
ekşitirler. Benim bu sertliğim asık suratım bana
gelen zalimler içindir. İster oğlum ister yakınım
veya hısmım olsun, ister yolcu, geçici ister misa-
fir olsun, kanun karşısında benim için bunların
hepsi birdir; hüküm verirken hiçbiri beni farklı
bulmaz. Bu beyliğin temeli doğruluktur; beyler
doğru olursa dünya huzura kavuşur. Doğruluk
yolu beyliğin esasıdır. Bey doğru olur ve ülkeye
böyle hüküm ederse bütün dileklerine kavuşur.”
(800-822).
Burada üç ayaklı gümüş taht ile hükümdarlık
makamından beklenen üç temel işleve işaret
edilir: Doğruluk ile hüküm verme, haklıyı
ödüllendirme
ve
haksızı
cezalandırma.
Hükümdar, hükümranlığının bu üç ayağına aynı
ağırlığı, önemi vermelidir ki ülkesi, barış ve huzur içerisinde yaşayabilsin. Hiç kimsenin ayrıcalığı olmadan yasa/töre karşısında eşit olarak hak
ettiği ödüle kavuşması veya cezaya uğraması, törenin güvenilirliğini, hükümdarın adaletine olan
inancı sağlamlaştıracaktır. Günümüzdeki çağdaş,
demokratik devletlerin de temel özellikleri bu şekildedir.
Kutadgu Bilig’e göre toplumsal barışı tesis
edecek nizam, Hz. Âdem’in dünyaya indiğinden
beri daima anlayışlı insanlar tarafından uygulanagelmiştir (219). Halkı idare edecek kişi, işle ve
sözle her vakit iyilik etmelidir (230). İyi nizam
koyanlar ve iyilikte ileri gelenler bilgili beyler olmuştur (252). İki türlü insan vardır. Bunlardan
biri eline kılıç alan ve halkı itaat altında tutandır.
Diğeri ise eline kalem alan, doğru yolu gösteren
kişidir. İyi nizam bu iki kişiden miras kalmıştır
(265-69). Hükümdar, halkın yükünü yüklenmiş
bir kişidir. Bu nedenle düşünerek hareket etmeli,
gafil olmamalıdır. Sürüsünü aç kurtlardan koruyan kahraman bir çoban gibi halkını korumasını
bilmelidir. Çünkü memlekette bir kimse bir gece
aç kalırsa, onun hesabını Tanrı, hükümdardan
soracaktır. Hükümdar bir meşale gibi yanıyorsa,
ışığı halkı içindir (5163-66). Hükümdar, iyiye
kıymet vermeli ki böylece bütün halk iyi olsun
(5283). Her vakit doğrulukla hüküm etmeli;
çünkü beylik, kanun ile ayakta durur (5285).
Gücü yettiği kadar kanunu uygulamalı ve halkın
hakkını vermeğe çalışmalıdır. Eğer kusur ederse,
Tanrı’dan affını dilemeli ve her gün tekrar tekrar tövbe etmelidir. (5288-89). Kanunlara riayet
eden doğru bey, gerçekten bir saadettir; onun
saadetinden herkes kendisine hisse alır (3461).
Adalete istinat eden kanun göğün direğidir. Ka-
51
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
nun bozulursa gök yerinde duramaz. Bu kanun
koyan beyler hayatta bulunmasalardı, Tanrı yedi
kat yerin nizamını bozmuş olurdu. Adil beyin yüzünü gören kutlu olur; sevaba alır ve günahtan
kurtulur (3463-65). Adil beyin, dolayısıyla törenin rahatsız olduğu, hoşlanmadığı şeylerin başında yalan gelir. Daha sonra halka zulüm edenler
gelir. Haris tabiatlı, gözü doymaz, olgun olmayan, aceleci davranan, her işte hiddet gösterenler,
içkiye düşkün olanlar, çalıp çırpanlar törenin/
Küntogdı’nın hoşlanmadığı, işe yaramaz bulduğu, zararlı insanlardır (848-51).
Memleketin bağı ve kilidi, uyanıklık ve yasadır/töredir. Hangi bey, memlekette adil yasa/töre
uygularsa, o memleketini düzenlemiş ve aydınlatmıştır (2015-17). Yöneticilik (beylik), zulüm ve
ihmalkârlık ile bozulur (2024). Zalim, uzun süre
beyliğe sahip olamaz; zalimin zulmüne halk uzun
müddet dayanamaz. Zulüm, yanan bir ateştir;
yapanı, yaklaşanı yakar. Töre sudur, akarsa nimet
yetişir (2030-32). Yöneticiye cömertlik ve alçakgönüllülük lâzımdır; alçakgönüllülük ile birlikte
tabiatı da sakin olmalıdır (2049). Yönetici, acelecilikten, cimrilikten, hiddetten, inatçılıktan, yalancılıktan uzak durmalıdır (2062). Yönetici, içki
içmemeli, fesatlık yapmamalıdır; bu iki hareket
yüzünden ikbal elden gider. Yönetici şaraba alışırsa, memleket ve halk çok acı çeker. Vaktini kumara verirse, devlet işleri ihmal edilir, memleket
bozulur, (2091-94). Nerede fesat olursa, kut oradan kaçar; fesat şüphesiz her yerde beyliğe halel
getirir. Kut ve ikbal temizdir ve her yerde temizlik
ararlar. Kut durudur ve ancak saf olanı destekler.
Halkın bütün olumsuzluklarını, uygunsuzluklarını beyler düzeltir; bey uygunsuzluk ederse, onu
kim yola getirir? Beyler örf ve töreye nasıl riayet
ederlerse, halk da aynı şekilde örf ve töreye itaat
eder (2103-11). Halka baş olan beye himmet[3]
lâzımdır; bu himmetle birlikte mürüvvet[4] de
bulunmalıdır. Bey himmet ve mürüvvetle şöhret
bulursa, dileğine erişir ve av ayağına gelir. Himmeti ile beraber bir de siyaset lâzımdır; siyaset
3. Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk’a vesair mukaddesata
yönelmesi. Kalp isteği ile gösterilen ciddi gayret. Allah indinde
makbul ve mübarek bir kimsenin manevi yardımı ile birisini
koruması, yardım etmesi.
4. İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi
şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak
için de beylik şartlarını haiz bir beyin riyaseti[5]
lâzımdır. Bey, memleketi ve yasayı/töreyi siyaset
ile düzene koyar; halk hareketini onun siyasetine
bakarak tanzim eder.
Beylerin kapısını siyaset süsler. Bey, siyaset
ile memleketini düzene koyar (2124-30). Eğer
bey, halkını adil yasa/töre ile yönetmezse, halkını koruyamaz, o halkın içine ateş atmış olur;
memleketi bozulur ve hiç şüphesiz yönetimin
temeli yıkılır. Bir yöneten olarak hükümdar,
hizmetkârlarının hâllerini bilmeli; aç mıdırlar,
tok mudurlar, bunlar ile daima ilgilenmelidir
(2564). Hizmetkârların hükümdardan daha hizmete başlamadan önce bir alacağı vardır ki o da
yiyecek, içecek ve hizmet esvabıdır (2958). Bey,
hizmetkârların hakkını ödemeli, onlara şefkatle
muamele etmelidir (2965). Beyler, hizmetkârını
iyi gözetlemeli, işe yaradığı oranda ona ihsanda
bulunmalı, hakkını ödemelidir (2974). Bey, kuldan fakir adını kaldırmalı (2983), yani toplumsal refahı artırmalı, halkı huzura kavuşturmalıdır. Zayıflar da kuvvetlenmeli, kurt ile kuzu eşit
olmalıdır. Bu da iyi kanunlar va’z etmekle olur
(3093-96). Yöneten ve yönetilenlerce birbirlerine
karşı ödev ve sorumlulukların yerine getirilmesi,
o toplumda huzuru ve refahı sağlayacaktır.
Görüldüğü üzere, Kutadgu Bilig’de yasaya/töreye büyük önem verilmekte ve yasanın/törenin
her şeyin üstünde olduğuna vurgu yapılmaktadır.
Eserde Yusuf ’un hükümdarı “doğrudan doğruya
töre” olarak adlandırması buna işarettir ki yasa yapıcı hükümdardan sıradan bir insana kadar herkes, yasalar karşısında eşit ve imtiyazsızdır. Bu da
günümüz çağdaş devletlerinde hukukun üstünlüğüne olan evrensel inancı ve verilen önemi göstermesi bakımından önemlidir. Yasanın/törenin
ayrım gözetilmeden uygulanması, yönetilenlerin
yönetenlere karşı inanç ve güvenini pekiştirir.
Günümüzün sosyal devletinin ve dolayısıyla
evrensel hukukun hedefi, yasaların insanlar
arasında fark gözetilmeden uygulanmasıdır. Bu
yönüyle yasa/töre, yöneticilerin keyfiliğine de
izin vermeyip onun erkinin sınırlarını çizer.
Bir yerden bir yere gitmek, seyahat etmek,
ticari faaliyetlerde bulunmak açısından yolların
eminliği, Yusuf ’un yaşadığı çağda bir sorundur.
Zira Yusuf ’un sözlerinden anladığımıza göre yol5. Reislik. Bir işi idarede başta bulunmak.
52
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
larda yol kesiciler, haydutlar vardır. Deve kervanlarıyla bir yerden başka bir yere insan, hayvan,
mal götürmek, ticari faaliyetlerde bulunmak, belli
tehlikeleri göze almak demektir. Kervanların saldırıya uğramaları, can ve mal kayıpları yaşamaları
sıradan olaylar durumundadır. Bu durum, ticari
faaliyetlerin zayıflamasından insanların huzursuzluğuna, toplumsal barışın ve ülke ekonomisinin
bozulmasına kadar bir dizi soruna sebep olacaktır. Bu sebeple Yusuf, yönetilenlerin hükümdar
üzerinde yolları emin hâle getirmesi, yol kesici
haydutları bertaraf etmesi gibi hakları olduğunu
söylemektedir. Yolların emin hâle gelmesiyle insanlar korkusuzca bir yerden başka bir yere gidebilecek, ticari faaliyetlerde bulunabilecek, bu da
toplumsal hayatın canlanmasını, halkın refahının
artmasını ve dolayısıyla huzur ve mutluluğun tesisini sağlayacaktır. Günümüzde de yönetenlerin,
halkın serbestçe ve emin olarak seyahat etmek ve
faaliyetlerde bulunmak üzere başka coğrafyalara
gidebilmelerinde yol güvenliğini sağlamak gibi
bir yükümlülükleri vardır. Geçmişte olduğu gibi
günümüzde de ülke ekonomisinin canlı ve sağlıklı işlemesinde yol güvenliğinin önemi büyüktür.
Kutadgu Bilig’de devlet yönetiminde görev verilecek kişilerin seçimi, günümüzün çağdaş devlet
yönetimlerinde de -uygulanıp uygulanmamasındaki eksiklikleri, yanlışlıkları bir yana bırakalımbir ideal ilke olarak liyakat esasına dayanır. Akıllı,
bilgili, gözü tok, uyanık, işinin ehli, tedbiri elden
bırakmayan, doğruyu yanlıştan, faydalıyı faydasızdan ayıran (2236, 2603) kişilerin görevlendirilmesinin gereği ve hak etmeyen kişiye rütbe
verilmemesi (4074), hizmete talip olanın denendikten sonra işe alınması (1755) üzerinde durulur. Aytoldı’nın ve ardından Ögdülmiş’in vezirliğe getirilmesi, bu liyakat düşüncesinin, yani işin
ehline verilmesi düşüncesinin ürünüdür. Diğer
yandan Kutadgu Bilig’de gerek devlet işlerinde
gerekse gündelik hayatta yapılacak her işin acele
edilmeden (5648), akıllı bilgili kişilere danışılarak
yapılmasına (5649-59) işaret edilir. Zira hükümdar alacağı kararlarda, yapacağı işlerde Aytoldı’ya,
o ölünce de Ögdülmiş ve Odgurmış’a danışarak
hareket ederken Ögdülmiş ve Odgurmış da birbirleriyle meşveret içinde hareket ederler. Burada,
devlet yönetiminde kurumlar arasında görüş alışverişinin, eşgüdümün olmasının gerekliliği işaret
edilmektedir.
Sonuç
Kutadgu Bilig, 11. yüzyılda telif edilmiş bir
eserdir. Eserde mevcut ve müstakbel yöneticilere
devlet yönetiminde nasıl hareket etmeleri gerektiği, kadim Türk kültürü ve İslam kültürü temel
alınarak va’z edilmiştir. Yusuf ’un mesajı, mevcuda olmaktan çok, geleceğe yöneliktir ve aklidir ki
bu da eserin evrensel olmasını sağlamaktadır. Yusuf, eserinde yönetenler ve yönetilenler bakımından ideal devleti ve ideal toplumsal düzeni tasvir
eder. Bu devlet, adil yasalarla yönetilen, yani günümüzdeki biçimiyle hukukun egemen olduğu
bir devlettir. Kurumlar arasında istişarenin, eşgüdümün geçerli olduğu, kararların alınmasında
ve uygulanmasında akla ve mantığa dayanma söz
konusudur. Eserde, yönetenlerin ve yönetilenlerin birbirlerine karşı hak ve ödevlerinin ne olduğu
tanımlanmıştır. Buna göre yönetenler, yönetilenlerin hakkını, hukukunu koruyacak, güvenliğini
sağlayacak, uygulayacağı ekonomi ile paranın değerini düşürmeyecek ve dolayısıyla yönetilenlerin
refah içinde yaşamasını sağlayacaktır. Yönetilenler de hukuka saygılı olacak ve riayet edecekler,
devletlerine ve milletlerine bağlı, devletleri ve
milletlerinin çıkarını düşünen insanlar olarak
vergilerini ödeyeceklerdir. Böylesi bir görev ve sorumluluk paylaşımı ve karşılıklı yükümlülüklerin
olması, 11. yüzyılın devleti için genel geçer, evrensel kurallar ise, bugünün çağdaş, sosyal hukuk
devleti için de değerini koruyan kurallardır.
Son söz olarak Kutadgu Bilig, sadece Türklere
değil, bütün insanlığa huzur ve refahı sağlayacak
bir toplumsal düzenin nasıl kurulacağını gösteren
evrensel hukuk ilkelerini öneren bir eserdir. Bu
sebeple eserin değerinin bilinmesi, içeriğinin idrak edilerek günümüzde hayata geçirilmesi, toplumsal hayatımızda uygulanması, bir ihtiyaç, bir
zorunluluktur.■
Kaynaklar
ARAT, Reşit Rahmeti (1991), Kutadgu Bilig I,
TDK Yay., Ank.
KAFESOĞLU, İbrahim (1980), Kutadgu Bilig
ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, Kültür Bak. Yay. İst.
TİMUÇİN, Afşar (2004), Felsefe Sözlüğü, Bulut Yay., 5.baskı, İst.
53
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Edebiyat özbeöz millîdir
MAHİR ADIBEŞ
“Hakikati bulan, başkaları farklı
düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan
çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir adamın ‘benden başka herkes
aldanıyor’ demesi güç şüphesiz; ama
sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”
(Daniel de Foe)
B
Edebiyat eserleri
duygu ve ahlak
üzerine bina
edilirler. Bir
başkasıyla ne
ses ne ruh ne de
düşünceleriyle
benzerler. Temsil
cihetinde nereye
giderse gitsin
alındığı yöreye
aittirler, ait olduğu
milletten örnekler
sayılırlar.
izim hikâyemiz, şiirimiz, türkümüz, halk oyunlarımız, gelenek ve göreneğimiz, töremiz deriz
ya, hakikat bu işte. Var olmak için gerekli, bunlara “milletin harcı” deniyor, aksi takdirde rüzgârın önündeki kuru yaprak gibi savrulur, ortada ne millet olur ne de
yurt. Menfaat için uzanan elleri dost belleme, derler. İnsanın yaratılışında da var, kendinden olana meyletmek. Hiç
kimse kıymetlisini başkasıyla paylaşmaz, biz bizim olanın
kıymetini bilmeliyiz. “Çarşıya pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” da vardır işin sonunda. Bilge Kağan, “Üstte
gök basmasa altta yer delinmese senin ilini ve töreni kim
bozabilir? Ey Türk titre ve kendine dön!...” sözleriyle var
olmanın hikmetinin kendi özünde olduğunu vurguluyor.
İster bunu gör/duy istersen oralı olma; gerçekler değişmez.
İnsanlar benzerlikleriyle birbirlerine yaklaşırlar.
Akrabalık, hemşerilik, vatandaşlık ilgiyi/yakınlığı artırır.
Buradaki etki, başlangıçta “anlaşma”dır. Bunun dışındaki
benzerlikler insanları yakınlaştırsa da çok sağlam bağlar
sayılmaz. Geçmişi olmayanlar da çıkar ilişkileridir. Böyle
durumlar sadece birbirlerini tanıyıp anlama olarak kabul
edilir ya da mecburiyetten oluşur, ticari ilişkiler gibi. Kültürel benzerlikler uzaklaştıkça ötekileştirme, yabancılaşma
ve düşmanlıklar başlar.
Kültürde evrensellik söz konusu bile olamaz; en küçük
zerresine kadar millîdir. Kültürel değerler basit bir iletişim
olarak değerlendirilemez, çok daha etkili bir konudur. Bu
değerler milletlerin yaşama/yaşatma, var olma hakkıdır. Evrensel olan ilimdir, teknolojidir; aranır, bulunur ve alınır.
Peygamber Efendimizin buyruğudur: “İlim, müminin yitik
54
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
malıdır, nerede bulursa alır.” ve “İlim, Çin’de de
olsa alınız.” Bunun dışındaki “evrensellik” tamamen bir çıkar ve sinsi dönüştürme hareketi olarak
uydurulmuş bir emperyalist harekettir. Emperyalist devletlerin hâkimiyet ve sömürü politikası
olarak zuhur etmiştir. Kapitalizmin insanları ruhsuzlaştırma, makineleştirme ve mankurtlaştırma
operasyonları böylece sürüp gider. Yok edilmenin
karşısında en büyük engel “kültürdür” yani “dil”.
Kapitalizmin yeni ihracatı kültür evrenselliği!
İşgal ettiği ülkelerde ilk bombaladığı yerler müzelerdir. Var mı bu vahşeti Asya ya da Afrika’da
dillendiren bir millet? “Evrensellik” ne onursuz
bir söz; renksiz, melez, gayrimeşru, kalleş ve devşirme; “Küreselleşme” ise sömürgecinin yeni misyonu, yayılmacı hareketi; akçeyle ilgili ve onun
arkasında insanları bağımlı hâle getirmek için
sinsi bir köleleştirme düzeni. İlahi bir emirmiş
gibi allayıp pullayıp çıkarıyorlar insanlığın karşısına. Alkışçısı ise bir sürü dalkavuk. Bir bakıyorsun çoğunluk taraf hepten kabullenmiş gibi. Bütün insanlığı ilgilendiren, cihanşümul olan ilahi
bir emir, karşı çıkanlarsa günahkâr sayılıyor! Ne
farkı var Orta Çağ karanlığından? İşte dayatma
bu. Argonun milliyetsiz metalik sesleri her yerde haykırıyor arsızca bunu. Kulun kurduğu düzen nasıl olur da ilgilendirir bütün insanlığı, var
mı yeryüzünde bir örneği? Bütün maddi manevi
kültür hazinelerini yok etmek değil mi emeli? Bu
uğurda kaç millet silinip gitti yeryüzünden. Şimdi mezar kazıcılar bunların izlerini arıyor, kat kat
yerin altında. Aristokrat yapılanma zamanında
bile tutmamış bu aşı. Rus tarih felsefecisi Danilevsky, “Bir medeniyet başka bir medeniyete biçim
değiştiremez.” diyor.
Kokuşmuş olan “Batılılaşma” fikrinin arkasından “çağdaşlaşmak” yoluna girdi zihni karışan/çıkarcı zayıf yürekliler. Sanki yeni bakire bir
geliş “evrensellik”. Antropolojik çalışmalarla bir
milletin başka milletin kültürüne dönüştürmek
isteyenler, bunu asla başaramadıklarını görmüşlerdir. Dönüştürülmek istenen milletler ya yok
olmuş ya da kimliği belirsiz başka toplum hâline
getirilmiştir. Kültürsüz tek kutuplu bir toplum
hâline getirilmek isteniyor insanlık. Bu gidişle insanlıktan/medeniyetlerden izler taşıyan yerel bir
kültür kalmayacak.
Kültür özbeöz millîdir; ait olduğu milleti
temsil eder, onlardan izler taşır;
zamana göre gelişir fakat kolay
değişmez. Hele bahsi geçen konu
dil, edebiyat, müzik, halk dansları ise bu iş nasıl olacak? Hafızalar
silinmeden olmaz; bir milletin
değerlerinin, başkasının indinde
hiçbir anlamı yoktur.
“Sözümüz ana sütü kadar ak
ve temiz.”
Şüphesiz “dil” kültürün en
önemli unsurudur. Şive, ağız
yapısı, lehçe, aksanlarıyla mensup
olduğu
yöre/toplum/milletin
izlerini taşır. Bu konuda Cemil
Meriç, “Kamûs, bir milletin hafızası, yani kendisi;
heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.” diyor “Bu Ülke”de,
kararlı bir bakışla. Müzik, asla evrensel olamaz
çünkü onun bir dili vardır ve doğduğu yörenin,
milletin dilinde, duygularıyla şekillenir. Birbirine uzak toplumların da hoşuna gitmesi müziğin
dilini evrensel yapmaz. Güzel icralar başkalarının
da hoşuna gidebilir elbet ama aslını temsil eder.
Halk dansları, ait olduğu toplumların desenleriyle, figürleriyle işlenmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı canlandıran efelerin duygu yoğunluğu yüklü gösterilerini başka millete hissettirmek mümkün mü?
Bunları başka milletlerin yapması bu unsurun
bütün insanlığa hitap etmesi anlamına da gelmez. Üzerinden zaman geçse de araştırmacıların
bu desenlerden o milleti bulup ortaya çıkarması
mümkündür.
Bayrağın temsil kabiliyeti olduğu gibi diğer
sembollerin, desenlerin de aidiyeti vardır. Bunlar
somut kavramlardır. Soyut kavramlar da (inanç
sistemleri, davranış gibi) en az somut kavramlar
kadar hissedilen etkili ve geçerli sebeplerdir. Bayrağı olmayan toplumların da kültür farklılıkları
sebebiyle, bulundukları toplumlardan ayrıcalıkları söz konusu olabilir. Bu bazen çok renklilik
bazen de uyumsuzluk, ayrılma, çatışma sebebini
doğurur. Bunların hepsi bir tanıma, hazım ve kabullenme sebebi olarak görülür.
Edebiyatın geleneğinde mensubiyet olmalı;
Türk edebiyatı, Rus edebiyatı, Fransız edebiyatı,
İran edebiyatı gibi. Bunu daha küçük parçalara
indirgememiz de mümkündür. Türk hikâyesi,
55
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
İran şiiri, Hint masalları, Rus romanı, Fransız denemeleri diye özelleştirebiliriz de. Aynı milletin
içindeki folklorik farklılıkları da sayabiliriz; bunlar uzak ya da yakın akraba olabilir. Bazen bölgeler, şehirler hatta köyler arasında bile farklılıklar
ortaya çıkar. Birçok halk kültürü köyden şehre
inişte bile değişime/gelişime uğrar. Bu zenginlikler kök itibariyle incelenir. Bütünüyle sayılan bu
edebiyat türleri birbirlerinden etkilenecektir de.
Eğer aynen diğeri alınırsa bu alan milletin adıyla
değil, alındığı yörenin/halkın/milletin adıyla anılacaktır.
Edebiyat eserleri duygu ve ahlak üzerine
bina edilirler. Bir başkasıyla ne ses ne ruh ne
de düşünceleriyle benzerler. Temsil cihetinde
nereye giderse gitsin alındığı yöreye aittirler, ait
olduğu milletten örnekler sayılırlar. Bu konuyu
bir misalle açıklayacak olursak; dünya roman
tarihinde Kırgız yazar Cengiz Aytmatov önemli
bir şahsiyettir. Fakat mühim eserlerini Rusça
yazdığı ve Kırgızcaya çevrildiğinden bu eserler
Rus roman geleneğini temsil eder. Bunlar çıkış
itibariyle, içsel ögeleriyle tamamen Rus edebiyatından izler taşır, bu bir mantık, kurgu, duygu,
düşünce anlayışıdır. Edebiyat uzun ömürlü bir
canlı gibidir; kökü çok derinlerde ve asırlar ötesinden yaşadığı zamana ait bilgiler taşır.
Elin adamı ne anlasın şu türkünün sözlerinden? Duyunca aval aval bakar sadece. Neden?
Çünkü bu sözlere duygu yükü, gönül meselesi
girmeyince anlaşılmaz:.
“Şafak söktü yine sunam uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım sunam sesim duyulmaz
Uyan sunam uyan derin uykudan.”
Evrensellikten bahsederseniz edebiyatta elinizde ne türkü kalır ne de bamtelinizi titretip
“cız” ettiren duygu yüklü sözler. Metalik seslerle
sadece sallanırsınız! Ondan sonra birileri çıkıp
Türklüğünüzü tartışırlar, başınıza çalarlar İstiklal
Marşını. Milleti millet yapan unsurların başında
dil ve onun ürettiği edebiyat gelir. Edebiyat
aritmetik formülleriyle izah edilemez, doğrudan
zekâyla ilgilidir.
Marksistler “Edebiyat hayattan soyutlanamaz.” diyerek haklı bir noktaya işaret etmekte-
dirler. Erol Güngör Hoca, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, adlı kitabında; “Edebiyat ile hayat arasında
sıkı bir münasebet bulunduğunu hepimiz kabul
ederiz, ama bu münasebetin birçok yönleri hakkında pek az bilgimiz vardır. … Edebiyat hayattan ayrılamaz, ama bu ikisi arasında bağlantının
mahiyeti nedir, hangi hâl ve şartlarda nasıl değişir,
asıl mesele bunların bilinmesidir.” demektedir.
Edebiyatın hangi dönemlerde öne çıktığı hangi
dönemlerde geri planda sönük kaldığı incelenmelidir. Türk milletinde geçmişte okuyan kesimin birçoğu edebiyatla ilgilenmekteydi. Şiirler,
hikâyeler, romanlar yazılıyor ve bunların çoğu
da okunuyordu. En radikal siyasi organlarda
bile edebiyata yer veriliyordu. Türkiye’de okuma
oranı düşük olmasına rağmen okuyan kesimin
okumalarında ağırlıkta edebiyat yer almaktaydı.
Günümüzde okuma oranının iyice düşmesiyle
birlikte edebiyat eserlerine ilgi daha da azalmış
bulunuyor.
“Türkiye’nin şu sırada bir dönemden geçtiğini
gösteriyor, fakat bu dönemin özelliklerini kolay kolay tespit edemiyoruz. Çoğumuzun aklına ilk gelen
nokta, edebiyata ayrılacak zaman bulunmadığı bir
hayat girdabına düşmüş olmamızdır. Türkiye hem
siyasi hem sosyal bir istikrarsızlık içindedir; her tarafta kargaşalık hâkim olmuş…” sözleriyle Erol
Güngör Hoca, gidişata dikkat çekmektedir. Bu
kafa karışıklığı günümüze daha da olumsuz olarak yansımaktadır. İthalat mantığıyla, edebiyatta evrensellik, toplumu kültür bunalımı sonucu
kimlik sorgulamasına götürür. Edebiyat bir zihin
işidir, yani entelektüel dediğimiz insanların eseridir. Zihin hayatını ilgilendiren bazı meslekler
klasik kültüre fazla ihtiyaç duymadan yürütülebilir; belli bir tekniği öğrenerek onu maharetle
icra edebilir, hatta ilim adamı bile olabilirsiniz.
Fakat edebiyat yapabilmek hazmedilmiş bir klasik kültürle mümkündür. Dilin bütün inceliklerine hâkim olacaksınız, beşer kültürünün büyük
eserlerini okuyup onlardaki meseleleri ve görüşleri kavrayacaksınız, yalnızca devam ettirdiğiniz
geleneği değil, karşı çıktığınız geleneği de çok
iyi bileceksiniz; ayrıca iyi bir düşünce terbiyesi,
‘sabır, disiplin, dikkat vs.’ almış olacaksınız. Bütün bu bilgi ve maharetler sağlam bir kültürün
içinde, iyi yetişmekle elde edilebilir. Evrensellik
bunun neresinde?■
56
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Evren ve edebiyat: Sala binip sele
gitmek ya da evreni sele çevirmek
TANER TATAR
E
Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi
Kâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni.
Nesimi
debiyat zamandan ve mekândan münezzeh değil. Her edebî eserin doğduğu bir zaman, üzerinde doğrulduğu bir
mekân var; hiçbir eser boşlukta değil. Kimi eser,
zamanın hışmına uğrar, tozlu raflar mezarlığına
defnedilir. Kimi ölü doğar, sırtını yaslayacak bir
hemcins dahi bulamaz kendine. Kimi ise cilalı
raflarda istirahate bile vakit bulamaz; yaprağına
el, satırlarına göz değer; sürekli hatırlanır, hatırlı
olur; gözden düşmez, gözde olur; dünya onunla
birlikte döner durur. O yerinde dursa da gözler
ona yönelir, şirinlik etmek gibi bir yola düşmez,
sözler ondan gelir, gözler ona yönelir, istikamet
onadır, seyahat onunladır. Evren, onun doğduğu ve durduğu yerden halelenir. Evrenin seline
kapılmaz, evren ona döner; sel olur. Lakin bütün bunlar olmasa da olur. Zira fark, diğerlerini
kendisine mesafeli kılabilir. İçinde değerin, güzel
ahlâkın, manevi idrakin olmadığı, konusunu insanların değil, onların gölgelerinin teşkil ettiği,
sanarak yaşayan insanların sanal eserleri ile fehmederek yaşayanların hakikatli eserleri arasında
birbirine çekilemez uçurumlar bulunabilir. Uçurumdan aşmak için maddenin ağırlığını sırtından atıp uçmak gerekir. Uçmağa varmadan evvel
uçanlar, gökten yağar, kar gibi.
Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın
(Sezai Karakoç)
Sayfalarına dokunulmamış defter alınır ele.
Kalem yazmaya başladığında onu tutan ellerin
ahengine bırakır kendisini. Eller kelimelere; kelimeler latif nefese; latif nefes ise ‘kimse’ye tabidir.
Kimse tarafından yazılan eser, satırlarında kendisine dokunan parmakların izini taşır. Parmak
izi, kimliği aşikâr kılar.
Eserin içinde kim var? Eğer kimliksiz soyut
bir insanlık iddiası proje değilse, o bir vehimdir. Zira her cemiyetin insan anlayışı birbirinden farklılık arz eder. Antik Yunan mitolojisinde
ilahlar insanlaştırılır, Kilise ise bir insanı tanrılaştırırken diğerlerini doğuştan günahkârlaştırır;
filozoflar ise insanı bütünüyle kâh bencil, yıkıcı
ve zalim; kâh boş bir levha; olmadı melek gibi
masum ilan eder. Edebî eserlerde de bunlar boy
gösterir. Bizim insanımız bunun neresinde? Yok
57
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
ise evrensellik nerede?
Eserin esas mahalli, yazarın kalbi ve zihnidir.
Kalp ve zihin birbirinden ayrı ve kopuk değilse,
artık o mahal gönüldür. Zaten Türk olmak için
gönlünün maya tutması gerekir. Yalçın Koç’un
ifadesiyle “Yesi’den gelen Türkçe kelâmla gönüllerini mayalayanlar” ve gönüllere maya çalanlar,
edebiyatın gönüllüleridir. Böyle bir gönül mahal
olmanın ötesinde makamdır.
Gül yüzünde göreli zülf-i semen-sây gönül
Kuru sevdâda yeler bî-ser ü bî-pây gönül
Dimedüm mi sana tolaşma ana hây gönül
Vây gönül vây bu gönül vây gönül ey vây gönül
(Ahmet Paşa)
Sevdün ol dilberi söz eslemedün vây gönül
Eyledün kendüzüni âleme rüsvây gönül
Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül
Cevre sabr eyleyimezsin nideyin hây gönül
Gönül ey vây gönül vây gönül ey vây gönül
(Fatih Sultan Mehmed)
Bütün evreni kuşatabilmek için evvela kendi evrenine seslenmek gerek. Seslenmek dil iledir. Kendi dilinin manasına ve sesine vakıf bir
eser, bütünüyle kendi evrenini kuşatır. Merkezin
esaslı ve vasıflı inşasıyla oluşturulan evren, merkezden halelenerek, dalga dalga evrene sel olabiliyorsa ne ala. Yoksa kendini başka merkezlerde
inşa edip de evrenin seline kapılmak, başka mahallerde yer tutmaya çalışmaktır.
Mekân, edebî eserin yeşerdiği topraktır.
Dünyada Türk milleti kadar geniş bir coğrafyada yaşamış, eserleriyle hafıza mekânları inşa etmiş, toprağı adıyla sanıyla kendisinin kılmış bir
başka millete rastlamak mümkün olmasa gerek.
Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan, ufku
hayalleri bile aşan geniş bir alanda, bir uçtan diğer uca sadece Türkçe konuşarak seyahat edebilmenin mümkün olduğu çağlar, devirler, diyarlar
gördük. “Ya seyahat” denildiğinde gezmekle her
yerine ulaşmanın bir ömre sığmayacağı evreni,
gökyüzünü kendimize çadır eyleyerek kurduk.
Dünyanın medeniyetler mezarlıklarında ilkbahar rüzgârları estirdik. Her ne kadar hazanını
yaşadıksa da, yalan söylemeyen taşlarla döşeyip,
gönül tohumlarımızı serptik yeryüzüne. Ölü
topraklar üzerinde, hoşgörü, vefa, muhabbet çiçekleri yeşerdi. Âlem nizam buldu, adalet hükmünü buyurdu.
Seyahatimiz kıvrılan nehirler gibi yollar,
dağlar, çayırlar, bağlar aşarken dokunduğumuz
her karış topraktan parçalar aldık, kendimizde
bütünledik. Har, har üstüne gelip canımıza dokunduğunda; al, al üstüne özümüzden damlalar
döktüysek de gül üstüne gül derdik. Satır satır
yollar açtık, yolu ipekten harflerle dokuduk. Ne
rüzgârlar esti üzerinden! Dalgalandı ise de ipekten şalımız, silinmedi satırlarda hâlimiz, ahvalimiz, hayalimiz.
Ya seyahat!
Yeryüzü vatan, gökyüzü çadır! İkisi arasında
yaratılan Türk; ufka bakar, at koşturur. Yeryüzünü vatan kılmak için konar ve göçer. Yer durur, kendi durmaz; yurt edinir üç kıtada; adalet
terazisini elinden bırakmaz. Nizam bulur âlem,
zulüm zalimin yanına kalmaz. Bu destanı şimdi
efsaneler bile yazmaz:
“Bir gün kılavuz, önümde “Kurd”um vardı!
Bir gün, benim üç kıt’ada yurdum vardı!
Hâkanlara hâkan idim, ey fân’iler;
Ey yeryüzü, yer götürmez ordum vardı!”
(A.N. Asya)
Toprak, şühedayla yoğruldu, beş vakit alınlarımızla mühürlendi, vatan oldu. A.N. Asya’nın
kalemiyle söylersek: “Vatan ettim sizi ey topraklar/ Beş vakit damgalayıp alnımla”. Duygularım
taş plağa dönmüş; sislerin dağılmasını bekliyorum, kara bahtımla.
Vatan, ne Türkiye’dir Türklere ne de Türkistan; elbette ki büyük ve müebbed bir ülkedir ki
adı: Turan. Gaspıralı’nın özlü sözüyle “dilde, fikirde, işte birlik”tir Türk dünyasını canlı kılacak
olan.
Kutlu
Türkistan’dan
Anadolu’ya,
Anadolu’dan Rumeli’ye toprakla birlikte canı
cana bağlayıp gönülleri de fethedenlerin destanlaşan serencamını dile getirirken, bidayette ve
nihayette söz odur ki; Aşk ola!
Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, Yesi’de
doğup da gönlüne kelâm dolduğunda, yüzyıllar
boyunca süren ve bizatihi kendisi destan olduğu
58
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
için ayrıca destan yazmaya ihtiyaç bırakmayan
bir süreç başladı. Garip ve yetimlerin gönüllerini nişangâh yapan bu ‘Kul’lar, dünyevi arzuları
ayaklarının altına alıp dünyaya tapanlara yüz çevirerek derya olup taştı. Aşktan gayri duranların
hem can hem de imanlarının olmadığı; âşıkların
ise ölmediği inancıyla Türkistan’dan Adriyatik
Denizi’ne kadar aşk ile yakılan meşale, Evliya
Çelebi’nin kalemiyle elden ele taşındı.
Fetihleri fatihler yapar. Gönüller fetholununca, ayak bastığımız yer, taşıyla toprağıyla vatan
olur. Tarih, gökyüzünün altını vatan bilen Türkler için fatihlerle doludur. O fatihler ki sadece
bizi değil, bütün insanlığı “ol”durur:
Diri bir hücre kalmadı bedenimizde; ölmeden önce mezara girdik işte. Yesevî ile gönlümüz
mayalandı, imanımız aşkımız oldu.
Surette şah idi, sirette derviş; Türkçeye sultan
oldu Hüseyin Baykara. “Vâh ki könglüm nâlesi
her dem bozulgan cân ara / Gûyiyâ bir cuğd irür
feryâd iter viran ara”.
Ali Şir Nevaî ile Türkçenin zarafetini keşfettik; hem destan yazdık, hem gönül verdik: “Köngül vermiş sözümge Türk, can hem / Ni yalguz
Türk belkim Türkman hem”.
Timur’un atları şahlanıp iskeletler üzerinde
yürürken; ehlibeytin adaletinin tecellisi için süvari olduk.
Fuzuli’nin kapısına vardık, Leyla’ya gönül
verirken, kara gözlerinde yok olup “âşık-ı sadık”
olduk. O gözlerin içinde yok olurken Mevla’ya
kul olduk.
Uluğ Bey’den aldık eli, kâh çıktık gökyüzüne
seyreyledik âlemi; Piri Reis ile kâh indik yeryüzüne âlem seyreyledi bizi; kâğıda çizilenler yeni
seyirler için haritamız oldu.
Ali Kuşçu’nun rasathanesinden yakından
baktık hilale, yıldızla buluştuğunda nazlı hilal;
birbirinden ayrılmayacak birliği inşa ettik gökyüzünde. Ebediyete kadar ışık saçacak nazlı hilal; başımızın üstüne kondu, sinesindeki yıldız;
gönlümüze ışık oldu.
Hastalandığımızda İbn Sina tedavi etti bizi;
külliyatı doğunun güneşini batıya taşıdı, insanlık yazılarında şifa buldu.
Bütün medeniyetlere meydan okurken, medinenin faziletlerini Farabi söyledi; faziletli şehirler
kuruldu. Nagehan vardık ol şehre, Hacı Bayram
Veli tuttu elimizi, insanlar dahi yapılır oldu.
Şah Cihan Türk sanatının başına taç koydu; Taç Mahal’de ebediyete yatan Mümtaz sevdamız, harikalar diyarına sanat oldu. Üstatlar
zevkiselim ile dünyayı güzelleştirmeye koyuldu.
Yeryüzünün üstüne Selimiye’nin kubbesi kondu.
Baki kalan hoş sedalar elif inceliğinde doğrulan
minarelerden okundu.
Adımızı, sanımızı verdi; aldı eline kopuzu,
tarihimizi hikâye etti. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyen; nasihat ve duamızı eden
dedem; Korkut oldu: Sert yürürken cins bir ata
nâmert yiğit binemez, binince binmese daha iyi.
Çalıp keser öz kılıcı nâmertler çalınca çalmasa
daha iyi. Misafiri gelmeyen kara evler yıkılsa daha
iyi. Atın yemediği acı otlar bitince bitmese daha
iyi. İnsanın içmediği acı sular sızınca sızmasa daha
iyi. Baba adını yürütmeyen hoyrat oğul baba belinden inince inmese daha iyi, ana rahmine düşünce doğmasa daha iyi. Baba adını yürütünce devletli
oğul daha iyi. Yalan söz bu dünyada olunca olmasa
daha iyi. Gerçeklerin üç otuz on yaşını doldursa
daha iyi. Üç otuz on yaşınız dolsun, Halk size kötülük getirmesin, devletiniz devamlı olsun hanım
hey!
Dava için gelmediğimiz şu dünyada Yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevmeyi Yunus öğretti
bize; biçare dese de kendisine, derdimize çare
sundu; hamdık, piştik, yandık elhamdülillah;
derdimiz bize derman oldu.
Gideni döndürmek için ihtiyacımız olan
gücü Mevlana verdi; ümitsizlik ve çaresizlik yabancı kelimeler oldu, dönene açık kapı oldu evimiz, kitaplıkları Mesnevi doldurdu.
İri olduk, diri olduk, gönül verip Hak gerçeğine, Bir’in biri olduk. Diri gönüllerin tahtına
Hünkâr Hacı Bektaş Veli kondu.
Denizler çıktı önümüze, karadan yürüttük
gemileri; Hasanların diktiği sancakla kaleler
fetholundu; çağ açıp çağ kapatan Mehmed Han
oldu.
Hararetle vardık pınar başına; zülfü perişanlar melül kaldılar, kana kana içtiğimiz aşk
testimizi ela gözlüler doldurdu; kadim sevdanın
yeni sevdalıları için Türkü söyleyen Karacaoğlan
oldu.
Bindiğimiz dalı kesip göle maya çalarken;
aksakalıyla gözümüzün içine gülümseyip gül-
59
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
dürürken düşündüren, küçükten büyüğe herkese
ders veren Hoca, Nasreddin oldu.
Kalktı göç eyledi Avşar elleri; ağır ağır giden
ellerin, yüce dağdan aşan yolların bizim olduğunu söyleyen Dadaloğlu oldu.
Bizim eller, yaban ellerin saldırısına maruz
kalınca; millet, istiklalini Atasıyla buldu. Geldikleri gibi gideceklerini müjdeleyen Gazi oldu.
Bu şafaklarda yüzen al sancağın sönmeyeceğini, İstiklâlin Hakk’a tapan milletimizin hakkı
olduğunu gönüllerimize, Koca Âkif’in sözleri
doldurdu.
Süleyman Çelebi söze “Allâh adın zikredelim
evvela / Vacib oldu cümle işte her kula” diyerek
başladı; Arif Nihat Asya’nın kalemi “Seccaden
kumlardı…” diye yazdı; Dursun Ali Erzincanlı
“Sen, kâinatın yüreğinden hasretle kopan âhsın /
Karanlık gecelerimize sabahsın” diye aydınlattı;
Sezai Karakoç “Ey Sevgili / En Sevgili” diye söze
başlarken sanki Türkistan’dan gelen Mahdum
Kulu Firaki’nin sesi Anadolu’da yankılandı. Firaki, en sevgiliyi nasıl sevdiğini anlatmak için en
sevdalıları yazısına kattı:
Yeryüzünde Anadolu’nun bütün ovalarını gezip dolaşsan, Hakk’ın borcunu veren Kamber’in
Arzu’yu sevdiği gibi sevmişim seni.
Dünyayı sevmeyen (ya da dünyada mekân tutmayan), dünyada dostu sevdiği kalmayan, tıpkı
Tahir’in Zühre’yi sevdiği gibi sevmişim seni.
Bu dünya kimi koymuştur ki? (Bu dünyada
kim kalmıştır ki!) (Öyleyse dünyadaki) beş günlük
zamanı iyi geçirin. Âşık Garib’in Şah Senem’i sevdiği gibi sevmişim seni.
Mahdumkulu dünya fani. Geçti gitti (Zaloğlu) Rüstem(ler) hani? Ay, güneş, yer ve göğün seni
sevdiği gibi sevmişim seni”. (Mahdumkulu Firaki)
İbrahim (Ethem) gibi bütün İran’ı seyretsem,
gezsem dolaşsam da onun sarayını sevdiği gibi sevmişim seni.
Türkistan’dan
Anadolu,
Anadolu’dan
Rumeli’ne edeple yazan kalemler gönüller dokudu; gönülden gönle uzanan yollar, uzakları
yakın eyledi. Mekândaki mesafe arttıkça hasret
alevlendi, alevli kalpler hemdert oldu. Aynı ruh,
farklı kelimelere can verdi; kelimeler evrende
sınır tanımayıp candan cana seyahat ederken,
mana, tayy-i mekân eyledi. Dede ile torunu birbirine kavuşturan, tayy-i zaman eyleyen aynı
kelimelerdi. İşidin ey yarenler; hasretteki hararetinin ilacı edepli kelimeler! Dinledikçe dinlenen; dinlendikçe dinleten kelimeler! Dinledikçe
ümit, ümitlendikçe hayale sevk eden kelimeler!
Hayali hakikate kalbedecek gayretin kuvvetli
kelimeleri, ümidimiz o ki, bir gün yine âlemi
hayrete gark ettirecek; evren, sel olup kendisine
meyledecek:
Kenan’ı yurt edinen Yakup peygamberin oğlu
Yusuf, Mısır sultanı olmuştu. Ben işte Yusuf ’un
Züleyha’yı sevdiği gibi sevmişim seni.
Bütün bu yalan dünyaya şöhreti yayılan aşkın
temeli Mecnun’un peri yüzlü Leyla’yı sevdiği gibi
sevmişim seni.
Sevdiğine kavuşmak için dağları delen
Ferhat’ın Şirin’i sevdiği gibi sevmişim seni.
Dünya malı beni eğdi(ği için) aşkım kemâle
ermedi. (Fakat) Seyfü’ l-Melek’in Mâh Cemâli sevdiği gibi sevmişim seni.
Muhabbet neşesiyle, Yemen’in dört kösesini dolaşan Varka’nın Gülşen’i sevdiği gibi sevmişim seni.
İhtiyarı elinden giden, sabrı kararı kalmayan
Vamık’ la Azrâ’nin birbirini sevdiği gibi sevmişim
seni.
Anadolu’ dan doğrulsam göğe,
Açsam ellerimi iki yana,
Doğunun ve batının iki yakasından yapışıp,
Bir araya getirsem;
Ecdadım gibi.
Önüm arkam sobe deyip
Kuzeyi güneyin güneşiyle buluştursam;
Atam gibi.
Tekbir alsam göklerden,
Başımı Kâbe’nin ayaklarına kadar uzatsam;
Evliyam gibi.
Derinlere dalıp kök sürsem toprakta,
Kendi suyumu bulsam,
Ab-ı hayatı içip kana kana,
Boy versem semaya;
Devlet-i Âliyyem gibi.■
“Ey Sevgili! Sen gerçekten Hak resulüsün.
Dervişlerin Kadir gecesini sevdiği gibi sevmişim
seni.
60
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Edebiyat ve evrensellik
MUSTAFA ÖZÇELİK
Edebiyat, her
şeyden önce
dildir. Türkçe,
Yunus Emre’den
itibaren millî ve
evrensel eserler
verecek kabiliyet
ve imkâna sahip bir
dil iken ne yazık
ki daha sonraları
onun bu kapasitesi
ve özellikleri
geliştirilememiştir.
S
öz konusu edebiyat ise akla gelen ve zaman zaman tartışılan konulardan biri de
edebiyatın millîliği ve evrenselliği meselesidir. Şüphesiz, bu konuda fikir beyan eden
herkes, kendi zaviyesinden bakarak tarih boyunca
çok şey söylemiştir. Ortaya çıkan görüşlerden genel kabul göreni “Millî olunmadan evrensel olunamaz.” şeklinde olanıdır. Bunun aksine sayıları
az da olsa “Evrensel olunmadan millî olunmaz.”
şeklinde düşünenler de vardır. Bu görüşlerden
hangisi haklılık payına sahiptir? Bu, şüphesiz
hayli uzun sürecek ve muhtemelen de içinden çıkılamayacak bir tartışmanın konusudur.
İşte tam da bu noktada Hz. Mevlâna’nın
“pergel metaforu” bize aydınlık bir kapı açabilir.
Öyleyse önce bu metafordan söz edelim. Diyor
ki Hz. Mevlâna “Pergelin iğneli ayağı sabittir
benim dinimde, ama diğer ayağıyla yetmiş iki
milleti dolaşırım.” Bu ifade “Biz pergel gibiyiz.
Bir ayağımız din üzerinde sağlamca durur, öteki
ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır.” şeklinde de
söylenmektedir.
61
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Yunus Emre, hem kendi insanına hem de bütün
insanlığa hitap edebilmeyi başarmış, dolayısıyla hem
millî hem de evrensel olabilmeyi gerçekleştirmiş
bir isimdir. Bunun da en büyük kanıtı hem kendi
coğrafyasında hem de bütün dünyada ilgi görüyor
olmasıdır. Onun anlattığı aşk, ölüm, hasret, gurbet gibi
temalar sadece Türk insanını değil bütün insanlığı
ilgilendirir.
Asıl olan millîlik
Hz. Mevlâna’nın bu sözü, şüphesiz ki insanın
yeryüzü serüveninde kurtuluş için tutması gereken yolu, yöntemi ifade etmektedir. Buna göre
pergelin yani insanın sabit duracağı nokta din
yani şeriattır. Burası merkezi ifade eder. Öyleyse
insanın ayağı merkezden ayrılmadığı sürece buradan aldığı güç ile bütün bir âleme yani yetmiş iki
millete açılabilir. Sözün doğruluğu şuradan bellidir. Hz. Mevlâna, bizzat kendisi bu ilkeye bağlı
kaldığı için hem yetiştiği kültürün çok seçkin bir
insanı olmuş hem de evrensel bir nitelik kazanarak bütün coğrafyalarda kabul görmüş, sevilip
benimsenmiştir.
Konuyu işte tam da bu noktada edebiyata
getirdiğimizde şunu söylemek gerekecektir. Bir
ağacın kökü yoksa gövdesi, dalları ve meyvesi de
olamaz. Bu yüzden esas olan millîliktir. Yazarın
sabit duracağı nokta kendi kültürü, coğrafyası ve
insanıdır. Böyle bir köke, merkeze, kaynağa bağlı
olduğu zaman ortaya o kültürün dilini, düşüncesini, hissiyatını ifade eden seçkin eserler ortaya koyabilir. Biz, o zaman böyle bir sanatkâra
“millîlik” vasfını verebiliriz. Zira o sanatkâr, eserleriyle kendi milletinin dili olur. Eserler, o milletin hakikatini yansıtan bir aynaya dönüşür. Ama
bu noktada da kalmaz. Bir adım sonrasında bu
ayna sadece o milleti değil, bütün insanları yansıtma özelliği de kazanır.
Genişleyen halka: Evrensellik
Önce evrensellikten ne anlaşılmalıdır, ona bakalım. Genel manada evrensellik “Bütün insanlığı ilgilendiren, âlemşümul, cihanşümul, üniversal” olmak demektir. Böyle bir yazarın eserleri de
tüm insanlığı ilgilendiren nitelikte eserler demektir. Burada şu soru akla gelebilir: Türkçe yazılan
ve bu dilin konuşulduğu coğrafyanın insanlarını
ve onlara ait olan her ne varsa onları anlatan bir
eser nasıl olur da bütün bir dünya insanını ilgilendirebilen, onların da ilgisini çekebilen bir esere dönüşebilir?
Bu soruya verilecek cevap şudur: Mesela
Türkiye’ye gelen bir yabancı için ilgi çekecek,
örnek alınacak, sevilecek olan İstanbul’daki gökdelenler değildir. Zira onlar, İstanbul’un tarihi,
kültürel, sanatsal gerçekliğini yansıtmaz. Benzerleri her ülkede görülebilecek yapılardır. Ama
Osmanlıyı ifade eden bir konak, bir sokaktır o
yabancının ilgisini çekecek olan. Böylece o eserlerdeki yerli ruhu görerek kendi zihin ve gönül
dünyasına bir şeyler katabilir. Bu noktada denilebilir ki aslında en evrensel olan eserleri en millî
olanlardır. Bu yüzendir ki İstanbul’a gelen bir yabancı bir plazadan değil Sultanahmet Camiinden
etkilenecektir.
Diğer yandan insan, hangi dili konuşursa konuşsun, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, hem
beden hem de aklı, kalp özellikleri itibariyle
aynı özelliklerde yaratılan bir varlıktır. Bahattin
Karakoç’un ifadesiyle söyleyecek olursak “Aslında
mahallinin de, millînin de, evrenselin de özünde
insan vardır.” Öyleyse bir yazar, eserini kurarken
sabitlik noktasında kendi milletini dikkate, merkeze alarak ne kadar millî olabilirse aynı ölçüde
evrensel de olabilir. Zira o kendi insanında bütün insanlığı görür. O yüzden Yunus Emre, hem
kendi insanına hem de bütün insanlığa hitap
edebilmeyi başarmış, dolayısıyla hem millî hem
de evrensel olabilmeyi gerçekleştirmiş bir isim-
62
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
dir. Bunun da en büyük kanıtı hem kendi coğrafyasında hem de bütün dünyada ilgi görüyor
olmasıdır. Onun anlattığı aşk, ölüm, hasret, gurbet gibi temalar sadece Türk insanını değil bütün
insanlığı ilgilendirir. Şunu da söylemeliyiz ki her
yazar, böyle bir noktaya gelemez. Zaten gelebilenler hem millî hem de evrensel olabilmeyi başaran isimlerdir.
Evrenselliğin neresindeyiz?
Bu konuda öncelikle olmamız gereken yer
ve noktada olmadığımızı üzülerek ifade etmeliyiz. Evrensel bir din ve Allah anlayışına sahip
bir inancın yazarlarının ne yazık ki okunma
alanları kendi insanlarıyla sınırlıdır. Bu yüzden
eserleri pek çok dünya diline çevrilen yazarlardan maalesef mahrumuz. Bunun tek sebebi
yazarlarımızın bu nitelikte olmayışları değildir
elbette.
Bu konuda pek çok farklı sebepten söz edebiliriz. Ama bu durumun en önemli sebebi dil
ve kültürde son iki asırda yaşadığımız kendi
köklerimizden kopma yani pergelin ucunun
sabit durması gereken noktadan uzaklaşmamız
yahut uzaklaştırılmamız, böylece kimliğimizi
kaybetmiş olmamızdır. Bir diğer önemli sebep
ise küresel kültürün siyasi ve kültürel emperyalizmle birleşerek bütün dünyada sadece kendisini hâkim ve etkili kılma çabası ve bunun karşısında doğru bir mücadele yürütemememiz ve
kendimizi ifade edemeyişimizdir. Evrensellik
denildiğinde kendimizi sadece Yunus Emre ile
Mevlâna ile sınırlandırmamızın en önemli sebebi budur. Eğer bu engeli aşabilseydik pekâlâ
pek çok divan, halk ve tekke şairimiz, bir Yahya
Kemal, A. Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Necip
Fazıl, Sezai Karakoç eserleri dünya dillerine çevrilerek evrensel yazarlar listesine katılabilirdi.
Burada bugün için adlarını burada anmayı gerekli görmediğimiz fakat eserleri pek çok dünya
diline çevrilen birkaç Türkçe yazan yazarı neden
bu özelliklerine rağmen evrensel saymadığımız
sorusu akla gelebilir. Hemen söyleyelim. Bunlar,
millî yazarlar olarak düşünülemeyecek isimlerdir.
O zaman “Millî olmadan evrensel olunamaz.” tezimizle bir çelişkiye düştüğümüz söylenebilir. Bu
konuda cevabımız şudur: Bu isimler, bir projenin
ürünüdür. Kapitalizm, kültür ve edebiyatta da
“marka”nın gerekli olduğuna inanır ve özellikle
etkili olmak istediği ülkelerde böyle “marka yazarlar” imal eder. Bunun için bir yazarlık kabiliyetine sahip olmak da gerekmez. Eserinizde küresel planlara güç verecek söylemler varsa, mesela
Ermeni tehciri meselesinde onlar gibi düşünürseniz, kendi tarihinizi, kültürünüzü aşağılarsanız küresel mantık sizi makbul yazarlar olarak
lanse eder.
Evrenselliğin imkânları
Edebiyat, her şeyden önce dildir. Türkçe,
Yunus Emre’den itibaren millî ve evrensel eserler verecek kabiliyet ve imkâna sahip bir dil
iken ne yazık ki daha sonraları onun bu kapasitesi ve özellikleri geliştirilememiştir. Fakat
Türkçe bütün olumsuzluklara rağmen hâlâ bu
potansiyele sahiptir. Öyleyse edebiyatın öncelikle bir dil meselesi olduğunun farkına varalım. Zira dil, bizi beslendiği düşünceye yani
pergelin sabit duracağı düşünceye götürecek,
millî yapacaktır ama evrensel olabilmemiz için
bütün âlemlere de açılmak gerekecektir. Bu da
ufuk, birikim meselesidir.
Henüz kullanamadığımız ve farkında olamadığımız önemli bir imkânımız da şudur:
Bizim geleneğimizde insan algısı, insanın maddi ve manevi bütün gerçekliğini kapsayan bir
algıdır. Öyleyse evrensel olmanın önemli bir
imkânıyla karşı karşıyayız demektir. Bizim
oluşturacağımız millî edebiyat, insanın hem
aklına hem gönlüne seslenen/seslenmesi gereken bir edebiyattır. Yine bizim algımızda hayat
ve ölüm iç içedir. İnsan, yaratıcısından kopuk
değildir. Kısacası edebiyatımızın millî ve evrensel olması için gerekli bütün imkânlara sahibiz.
Gerisi çalışmaya, ufka, bilince ve kendimizi iyi
ifade etmeye ve tanıtmaya kalmıştır. Başlangıç
noktası olarak da şunu söyleyebiliriz. Her ürünün yetiştiği bir toprak vardır. Oradan kaliteli
ürün elde edebilirsek bunun dünyada ilgi görmemesi diye bir şey olamaz. Öyleyse bu tarlanın
bizim geleneğimiz olduğunu düşünmeliyiz. Fakat
bunu yaparken de zamanın ruhunun iyi kavranması gerekmektedir. İşte gelenekten beslenme
pergelin sabit noktası, çağın ruhunun okunması
ise diğer ucun bütün âlemleri gezmesidir. ■
63
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Edebiyatımız 'iyi'dir
MEHMET NURİ YARDIM
M
İnsanlara
iyiliği telkin
etmek, onları
kötülüğün
dikenli ve
çamurlu
yollarından
uzaklaştırır.
Onları daha
aydınlık
bulacağı,
daha ferah
göreceği ve
daha mutlu
olacağı ana
yollara sevk
eder.
imarimizde iyilik nişaneleri olarak “Darülaceze”, “Kuşevleri” ve
“Sadaka Taşları”nı görebiliyoruz. Peki ya edebiyatımızda? Aslında
bu gözle bütün bir edebiyatımız kanaatimce ele alınmış değildir.
Bu, elbette çok zor ama o ölçüde de gerekli bir araştırma konusudur. Zira bizim eski ve yeni edebiyatımız, istediğimiz kadar inkâr edelim din merkezlidir ve
inançtan beslenmektedir. Yıllar önce bir klasik edebiyat uzmanı hocamız, “Divan edebiyatı İslami edebiyattır.” demişti. Divan şiirimizin özüne baktığımızda
aslında, metinlerin çoğunun iyilik ekseni etrafında döndüğünü görürüz. “Sizin
en hayırlınız insanlara en çok faydalı olanınızdır.” düsturunu hayatına hâkim
kılan bir toplum, elbette iyilik kavramını önce şahsi hayatında benimseyecek
sonra da bu anlayışın toplum hayatında yaygınlaşması için büyük bir gayret harcayacaktır.
Yıllar önce Reşat Nuri Güntekin’in “Bir Yudum Su” isimli hikâyesini bulmuş
ve büyük bir heyecan içinde okumuştum. Romancımız o hikâyesinde ‘iyilik’ teması üzerinde duruyor ve ‘sevabına’ bir çeşmenin önünde durarak gelip geçen
yolculara su ikram eden bir genç kızın inanç zenginliğini dile getiriyordu. Abbas
Sayar’ın Yılkı Atı nedir peki? Baştan sonra iyilik teması üzerinde duruluyor. İnsanlara hizmet etmiş olan atların, ‘yılkı’lığa atılmaması ve ölüme terk edilmemesi gerektiği vurgulanır. Son derece çarpıcı bir üslup ve iyi bir hikâye ile. Keşke
bu konuda araştırmacılarımız derinliği olan bir çalışmaya imza atsalar. Mesela,
romanlarımızda, şiirlerimizde ve hikâyelerimizde işlenen konuları tek tek ele alsalar. Ziya Osman Saba’nın şiiri ve hikâyeleri baştan sona iyilik temalıdır. Ya Hamit Macit Selekler? O da iyilik kokan şiirlerin şairidir, bilen bilir. Yahya Kemal,
yoksul mahalleleri, semtleri anlatırken ne kadar da bizden ne kadar da yerlidir.
‘Oruç Hüznü’nü ondan daha iyi kim anlatabilir? Tarık Buğra’nın romanlarında,
Mehmet Niyazi’nin eserlerinde, Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinde hep bu ‘iyi’ ve
‘iyimser’ havayı koklar dururuz.
Mukayeseli edebiyat çalışanlar acaba bu temaları ele almış mıdır? Mesela, bir
kilise papazı ile bir camii imamı arasındaki bariz farkları görebilmişler midir? Bizim medeniyet odaklı edebiyatımızın temel unsurları, sacayakları hep iyilik etra-
64
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
fında dönüp durmuştur. Bu duyguları taşımayanlar
ise iyi şair ve yazar olamamışlardır. “Balkon”u yazan
üstat Sezai Karakoç da, “Sivas’ta Yoksul Çocuklar”ı
unutmayan Yavuz Bülent Bâkiler de aslında aynı
çeşmeden su içen ve bu bereketli iyilik suyunu bakraç bakraç millete dağıtan kültür sakileri sayılmazlar
mı?
Elbette ki sadece yeni edebiyatımızda veya günümüz şiiri ile nesrinde bu duygu hâkimdir demek de
pek insafa sığmaz, vicdana uymaz. Destanlar devri
Türk edebiyatından Osmanlı devri edebiyatına,
tasavvuf edebiyatından halk edebiyatına, Tanzimattan Cumhuriyete ve günümüz edebiyatına varıncaya kadar neredeyse bütün şair ve yazarlarımız iyilik
motiflerini bir dantel gibi eserlerinde işlemişlerdir.
Romanların, hikâyelerin ve tiyatro eserlerinin kahramanları genelde iyilerden seçilmiş, kötüler mağlup edilmiştir. Mayasında iyilik bulunan aziz milletimizin destanlarında, menkıbe, efsane ve söylencelerinde hep iyilik damarı ağır basmış, iyiler şerlilere
karşı muzaffer olmuşlardır. Bu anlayış Dede Korkut
Hikâyeleri’nden başlar günümüze kadar gelir.
Son dönem edebiyatçılarımızın bir kısmını gözümüzün önüne getirelim: Ahmet Midhat Efendi,
Muallim Naci, Mehmed Âkif, Halit Ziya Uşaklıgil,
Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Peyami Safa, Ahmet
Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Kemal
Tahir, Tarık Buğra, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Yavuz Bülent Bâkiler, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu,
Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer ve daha birçok şair
ve yazar… Hepsi de mensup oldukları soylu milletin “Yaradılanı hoş gör, Yaradan’dan ötürü” bakış
açısına sahip olmuşlar ve bu asil duyguyu, faziletli
hissi eserlerinde işlemişlerdir. Çalıkuşu romanında
halkına hizmet etmek isteyen idealist bir öğretmeni
görüyoruz. Feride bir bakıma fedakâr öğretmenlerimizin ilk temsilcilerinden biri olmuştur. Ve daha
nice kahraman…
Edebiyat tarihimiz, başından sonuna kadar
‘erdem’in, ‘iyi’liğin ve ‘doğru’luğun mücadele tarihidir. Şöyle genel olarak baktığımızda kitap isimleri
bile bu kanaatimizi teyit eder mahiyettedir: Huzur,
O ve Ben, Gün Eksilmesin Penceremden, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Aziz İstanbul, Fatih-Harbiye,
Dualar ve Aminler, Boğaziçi Mehtapları, Memleket
Hikâyeleri, Çocuk ve Allah, Bir Yağmur Başladı,
Taha’nın Kitabı, Yeşil Çağ, Sevmek Varken, Güvercin
Uçurmak, Duvak, Küçük Ağa, Güzel Hayat, Beyaz
Bir Kıyı, Hilâl Görününce, Fetva Yokuşu, Çiçekler
Büyür, Güzel Ölüm, Gül Yetiştiren Adam…
Sözün özü, kâinattaki olayları güzel gören, güzel değerlendiren ve güzel hükümler çıkaran kalem erbabı, eserlerinde daha ziyade bardağın dolu
tarafını görmüş, insanlara ümit veren metinlere
imza atmışlardır. Türk sinemasının o büyülü filmlerinde finalin hep iyilerin zaferiyle sona ermesi
boşuna değildir. Romanlarımızda, tiyatro eserlerimizde, hikâyelerimizde iyiler her zaman galip gelmiş ve okuyucuya huzurlu saatler yaşatmış, rahat
nefes aldırmışlardır. İnsanlara iyiliği telkin etmek,
onları kötülüğün dikenli ve çamurlu yollarından
uzaklaştırır. Onları daha aydınlık bulacağı, daha ferah göreceği ve daha mutlu olacağı ana yollara sevk
eder. Öyleyse durumdan vazife çıkarmak gerekirse,
yazarlarımız ve şairlerimiz acıları, kederleri, hüzünleri yazsalar da iyilik kapısını, erdem penceresini her
zaman bir nebze açık tutmalılar ki, okuyucu ümitsizlik girdabına düşüp boğulmasın, arayışı ve kurtuluşu karanlık dehlizlerde aramasın. Bu da hakiki
aydın olması gereken edebiyatçıların aslî görevi olsa
gerek.
Hani vefat edenlerin ardından cemaate sorulur
ve mevtanın iyi hâli istenir, bu konuda şahadet beklenir ya! Allah ömrünü uzun ve güzel eylesin edebiyatımız için de böyle bir sual sorulduğunda vicdanlı
olan hemen hemen herkesin “Nasıl bilirsiniz?” sorusuna “İyi biliriz.” diyeceklerine inanıyorum. Evet,
biz de edebiyatımızı ‘iyi’ biliriz.■
65
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Evrensellik ve Türk edebiyatı
CAFER GARİPER
E
vrensel kavramı hukuktan etiğe, teolojiden sanata kadar birçok alanda kullanılmaktadır. Diğer alanlarda olduğu gibi
sanat/edebiyat alanında da evrensellik tartışmaya
açık bir yapı gösterir. Her şeyden önce evrenselliğin ölçütlerinin gereğince belirginlik kazanmadığı
bir yapıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeği göz ardı
edilemez. Bu sebeple de evrensellik, üzerinde konuşulan, fakat sağlam bir ölçü çerçevesine konamayan
kavramlardan biri olarak belirmektedir.
Evrensel kavramı için Felsefe Sözlüğü’nde Ahmet
Cevizci, “evrenin bütününe yayılan, evrenin bütünü
ve evrendeki her şey için geçerli olan. Hiçbir istisna
kabul etmeyen.” dedikten sonra “bir düşünce, ilgili
tüm insanların, onun doğruluğunu teslim etmesi
anlamında evrenseldir.” yargısında bulunur. Cevizci, “Evrenselcilik”i tanımlarken de “[g]enel olarak,
geçerliliğin ve doğruluğun ölçütü olarak tüm insanların onayını temele alan, tüm insanların onayı
dışında hiçbir otorite kabul etmeyen görüş.”[1] demektedir.
Ahmet Cevizci’nin editörlüğünde hazırlanan
Felsefe Ansiklopedisi’nde ise evrensellik için şunlar
söylenir: “Tüm zamanlar ve koşullarda bütün
insanlara veya şeylere uygulanan doktrin ya da
kavramlara gönderme yapan evrenselcilik, genel
olarak geçerlilik ve doğruluğun ölçütünün tikel
ve tarihsel fenomenlerden bağımsız bir temele sahip olduğunu, bu yüzden tüm insanların onayını
zorunlu kıldığını ileri sürerken; sadece epistemo1. Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma
Yayınları, İstanbul 2005, s. 664.
lojik ve bilimsel değil, fakat ontolojik, etik, politik
ve teolojik içerimleri de olan felsefî görüş şeklinde
tanımlanabilir.”[2]
Öncelikle burada birinci tanımda tartışmaya
açılması gereken evrenin bütününe yayılan, evrenin
bütünü ve evrendeki her şey için geçerli olan ve evrensel
kavramının tüm insanlar için geçerli olduğu, hiçbir
istisna kabul etmediği öngörüsüdür. Bu öngörüler
tartışmaya açıktır. Çünkü evrenin bütününe yayılan
ve geçerli olan, hiçbir istisna kabul etmeyen şey, insanın bir ön kabulü yahut varsayımı olmaktan öteye
geçmez. Diğer yandan bütün insanların belirli bir
doğruda buluştuğunu söylemek de güçtür. İnsanların genel olarak yani çoğunlukla ortak bir paydada
ve algıda buluşması mümkündür. Fakat bütünüyle
bir doğruda buluşması pratikte mümkün görünmemektedir. Çünkü insanların hayat anlayışları, bakış
açıları, kültürel kodları, insani arzuları ve özellikleri
farklı yönelimleri gerekli kılar. Bu da farklılıkları,
sapmaları getirir. Şu hâlde birçok kavram gibi görece bir anlam taşıyan evrensel kavramı, insanların
genel olarak üzerinde anlaştığı ortak bir yargıyı ve
algıyı ifade eder. Bu yargı ve algı, kendisini evrenin
merkezine koyan insanın yargısı ve algısı olacaktır.
Böyle bir girişim sonuçta insanın evreni kendi çevresinde yorumlaması anlamına gelir.
Yukarıda ikinci tanımda yer alan “tüm zamanlar
ve koşullarda bütün insanlara veya şeylere uygulanan doktrin ya da kavramlara gönderme yapan
2. Kasım Küçükalp, “Evrensellik”, Felsefe Ansiklopedisi,
(Ed. Ahmet Cevizci), C. 5, Ebabil Yayınları, Ankara 2007,
s. 959.
66
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
evrenselcilik...” şeklindeki yaklaşım da düşünce
planında doğruluk payı taşıyabilir. Fakat insanın
değişen zamana ve şartlara göre farklı bakış açıları geliştirdiği de gözden uzak tutulmamalıdır. Bu
sebeple insanlar için her çağda ve her şart altında
mutlak geçerli doğrulardan söz etmek yerine genel
geçer doğrulardan ve gerçekliklerden söz etmek
daha sağlıklı olacaktır. Bu önermeden hareketle
evrensel kavramı içerisine insanlar için anlam ifade
eden temel doğruları ve gerçeklikleri almak gerekecektir. Sonuçta bu da bir kabullenmeye bağlı seçme
olacaktır.
Evrensellik, sanatın bu arada sanatın alt dallarından edebiyatın önemli konularından biridir. Dünyaya açılmak isteyen hemen her sanat/edebiyat yerellikten millîliğe, millîlikten evrenselliğe yükselme
arzusunu ve/veya iddiasını taşır, taşımalıdır. Bu da
insani özü keşfetme ve sanat eserinde temellendirme
çabasını gerektirir. Bunu şu veya bu seviyede insanın
temel konuları ve problemleri üzerinde duran her
sanat/edebiyat yapar. Fakat asıl olan ortak kriterlerle
büyük sanat/edebiyat eserleri ortaya koyabilmektir.
Bunun için de,
- kalıcı olanı yakalamak,
- geçerlilik taşımak,
- farklı kültür dairelerindeki insanları kuşatmak,
- değer üretmek
gibi kimi özelliklere sahip olmak gerekir.
Bir edebiyatın evrensel değerlere yükselen söylem düzlemini kurması çok kere tek başına bir şey
ifade etmez. Onun bir şekilde geniş bir temsil alanı
bulması gerekir. Evrensellik, başka kültürlerde de
var olma, insanlığı kuşatma anlamına gelir. Çünkü
evrensellik, yerelliğin ve millîliğin aşılması, bir üst
basamağa çıkılmasıyla mümkün olacaktır.
Konuya Türk edebiyatı çerçevesinde yaklaşıldığında Türk edebiyatının evrensellik konusunda pek
de sağlam bir zemin kurabilmiş olduğu söylenemez.
Bunda çeşitli sebeplerin rol oynadığı söylenebilir.
Türk edebiyatının dış etkiye fazla açık olması, kendi
kaynaklarından beslenen bir yapı kuramaması, beslendiği kaynakların üzerine çıkamaması gösterilebilir. Denebilir ki, bu sanat/edebiyat Uygur döneminden itibaren yaklaşık bin üç yüz yıldır başka kaynaklardan besleniyor, fakat kendine mal ederek büyük
bir yapı kuramıyor. Hint’e yönelen edebiyatın güçlü
Hint edebiyatının, Fars ve Arap edebiyatına yönelen
edebiyatın Fars ve Arap edebiyatının, Batı’ya yönelen edebiyatın Batı edebiyatlarının önüne çıkarak
evrensel bir yapı kazanması mümkün olamamış
görünüyor.
Şüphesiz evrensel plana yükselebilmek için
felsefî arka plana ihtiyaç vardır. Felsefî arka plan
kuramayan bir edebiyatın evrenselliğe yükselmesi
güç görünmektedir. Türk edebiyatının bu noktada
da yeterli ve gerekli zemin oluşturmaktan uzak
bulunduğunu söylemek fazla iddialı olmayacaktır.
İnsani özü gereğince işleyemeyen bir edebiyatın
evrensel değerler üretmesi kolay değildir. Türk
edebiyatında bu noktada da yeterli ve gerekli alt
yapı bulmak güçtür. Çünkü hümanist damardan
gereğince beslenememiştir.
Evrensellik, yerelliği ve millîliği aşmayı gerektirir.
Fakat bu, yerellikten ve millîlikten hatta folklordan
beslenerek daha üst bir dünya algısına yükselmek
anlamına gelir. Türk edebiyatı yerellik ve millîlik
üzerinden bir insanlık değeri üretme sürecini yeterince yaşamış değildir. Önemli olan folklorda, yerellikte ve millîlikte yer alan evrenseli bulup çıkarmak,
onu geliştirebilmektir.
Evrensel alana yükselmek isteyen sanatın/edebiyatın mensubu olduğu toplumun bir iddiasının
olması, insanlığa sunacağı değerler bütününün olması gerekir. Var olma mücadelesi veren, ekonomisi zayıf, siyaset üretemeyen bir toplumun dünyaya
değerler bütünü teklif etmesi pek düşünülemez.
Sanatkârlardan birkaçının evrensel değerleri yakalamış olması da fazla bir şey ifade etmez.
Evrensellik, önemli bir tarafıyla medeniyet
problemiyle ilişkilidir. Yüksek bir medeniyet atılımı içinde olamayan toplumların evrensel değerler
üretmesi, bu arada sanat/edebiyat kurması da kolay
olmayacaktır. Evrensellik kavramı çerçevesinde ilk
akla gelen adlar Mevlana ve Yunus Emre’nin Selçuklular ve takip eden yıllarda ortaya çıkmış olması
tesadüfî değildir. Bu adlar bir medeniyet hamlesinin
sonucu olarak düşünülmeye müsaittir. Edebiyat,
medeniyet hamlesinden ayrı düşünülemez. Bir gün
büyük medeniyet hamlesinin içerisinde olunduğunda insanlığa sunulacak büyük ve evrensel sanatın/edebiyatın olması da mümkün görünmektedir.
Bütün bunlardan sonra şu söylenebilir: Bir ülkenin sanatının/edebiyatının evrenselliğe yükselebilmesi için her şeyden önce böyle bir hedefinin
ve hayat algısının olması gerekir. Günümüzde hendekleri kapatmayı, sınırları kaldırmayı hedefleyen
postmodernizmin böyle bir algıya sahip olduğunu
söylemek mümkün görünmektedir. ■
67
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Edebiyat ufku
HİCABİ KIRLANGIÇ
B
ugün dünya edebiyatlarına baktığımızda neredeyse aynı görünümlerin
başka başka dillerde tekrarlandığını
görürüz ve hayret etmeyiz. Bu görünüm aynılığının veya benzerliğinin kaynağı konusunda pek de
dile getirilmeye ihtiyaç duyulmayan yaygın kanaat, Batı edebiyatının son bir iki asırda bütün dünya üzerinde tahakküm kurduğunu işaret eden bir
kanaattir genelde. Bu kanaati sarsacak veya değiştirecek bir iddiaya sahip değil bu satırların yazarı.
Hatta bu kanaati yanlış da bulmamaktadır.
Böyle bir girişle yazıya başlamamın sebebi,
günümüz edebiyatının durumunu tartışmak da
değil. Diyelim ki günümüz dünyasında edebiyat,
Batı edebiyatının oluşturduğu bir nehir yatağında akıp gidiyor. Bir dilde ortaya konulan edebî
eserlerin dikkate değer kabul edilmesini, Batı’daki edebî mahfillerde takdir edilmesine bağlıyor
çokları. Bu kanaatin açıkça ifade edilmesi gerekmiyor; ahval bunu gösteriyor. Oysa hakikat şudur
ki iyi olan, bilinip tanınmasa da, takdir edilmese de iyiliğinden bir şey kaybetmez. Dolayısıyla
bir edebiyat eserinin iyi olmasının ölçütü, bazı
mahfillerce takdir edilmek olmamalıdır. Sanatçı,
eserini bambaşka saiklerle var eder ve öncelikle
eserin iyi olma ölçütü, sahibi tarafından eser olarak nitelenmek ve takdim edilmektir. Bu böyle
olmakla birlikte sanatçı, bilinmek ve takdir edil-
mek de ister. Dolayısıyla eserin bizatihi iyi olması
son derece önemli olmakla birlikte takdir görmesi de arzulanır. Pek az istisna dışında sanatçı
bilinmek ister. Kültürümüzde sıkça duyduğumuz
“Marifet iltifata tabidir.” sözü, sanırım burada da
meramı ifade etmede işe yaramaktadır.
Bu girişten sonra gelelim yazının ana meselesine. Dünya edebiyatı denince ne anlaşılır veya ne
anlaşılmak gerekir? Bütün dünyada edebiyat namına ortaya konulan eserlerin bir toplamı mı kast
edilir bu kavramla? Yoksa dünyaca tanınmış edebî
eserler mi? Belki her ikisi de. Her iki seçenek de
kabul edilebilirse de ikinci seçenek daha dikkate değer görünmektedir. Çünkü bütün dünyada
tanınır bilinir olmak, genel bir kabule ulaşmak
herhâlde sanatçıyı daha tatmine ulaştırıcı bir yön
olsa gerek. Sanatçının, yazarın, şairin daha yüce
erekleri olduğunu gözden ırak tutmadan söylemeliyiz bunu. Zira birçoklarının yüce hedefler
uğruna kalem oynattığını biliyoruz. Süfli erekler
güdenler de yok değil elbette. Her halükârda pek
az sanatçı tanınır bilinir olma duygusundan varestedir. Bu nedenle denilebilir ki çoğu sanatçı,
hangi esas ereği taşırsa taşısın, tanınır bilinir olmayı da gönlünün bir köşesinde barındırır. Kimileri bunu belli eder, kimileri gizli tutmaya çalışır.
Dolayısıyla burada şu soruya geçmek abes olmayacaktır: Sanatçı hangi yollardan tanınır bilinir
68
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
olabilir? Yukarıdaki cümlelerimizle ve bu son soruyla bağlantılı bir soru: Dünya edebiyatında ön
saflarda yer bulmanın, başka bir ifadeyle, dünyaca
tanınır bilinir olmanın yolu nereden geçer? Bunun en kestirme ve aynı zamanda zorunlu cevabı,
kendi dilinde iyi bir eser ortaya koymaktandır. Bu
cevap, aslında yolun başlangıcını gösterir, bütün
yolu göstermez. Devamında kendi dilinde tanınır
bilinir olmak, edebiyat mahfillerinde beğenilmek
ve dahası gündemi işgal etmek gereklidir. Nice
iyi ve güzel eserler vardır ki tanınır bilinir olma
ve beğenilme imkânından mahrum kalmıştır. İyi
eserlerin çoğu, kimi zaman geç de olsa, eninde
sonunda bu imkâna kavuşur. Fakat tanınıp beğenilen eserler arasında iyi olma niteliğine pek
de layık göremeyeceklerimiz de bulunabilir. Bu
durumda beğenilmede bir kasıt olduğunu düşünebiliriz.
Konunun aslına dönecek olursak, dünya edebiyat mahfillerinin gündemine gelebilmek için
bir eserin öncelikle kendi dilinin mahfillerinde
gündemde olması, üstelik uzun süre gündemde
kalması gerekebilir. Dahası, bir edebî eser için
edebiyat adamlarınca örnek görülen bir eser
hâline gelmek de lazımdır.
Konuyu kendi edebiyatımıza getirelim ki zaten bu yazıdan maksat bu. Türkçe edebiyat dünya edebiyatı mahfillerinde ne derece gündemde
olabilmiştir? Geçmişte ve günümüzde durum
nedir? Bilindiği gibi Türkçe edebiyat kavramı
oldukça geniş bir coğrafyayı ilgilendirmektedir.
Hangi Türkçe, sorusu anlamlıdır burada? Sınırlandıralım ve diyelim ki Selçuklulardan itibaren
Anadolu’da şekillenen, sonra da İstanbul’da iyice
yetkinleşen Türkçeden söz ediyoruz. Bu Türkçenin edebiyat alanında hicrî 7. asırdan bu yana faal
olduğunu söyleyebiliriz. Başlangıç döneminden
bugüne kalmış ve aynı zamanda dünyaya mal olmuş eserler az değildir. Bu eserlerin başına Yunus
Emre’nin divanını yerleştirmeliyiz. Azımsanamayacak kadar Türkçe eser dünya edebiyatının seçkin eserleri arasında yer alsa da bu edebiyatın takipçisi olduğu Farsça edebiyata ait daha çok eser
dünya edebiyatında ön saflara geçebilmiştir. Kanaatimce Türkçe edebiyat, Farsça edebiyat seviyesine gelmişse de onu geçecek daha esaslı bir hamleyi gerçekleştirememiştir. Bu büyük bir eksiklik
sayılamaz yine de. Bütün dünyayı göz önünde
bulundurduğumuzda farklı dillerdeki edebiyatların şöyle veya böyle kendi çevresinde daha önceden yola koyulmuş edebiyatlardan etkilendiği
görülür. Dahası, bütün dünya edebiyatı çeşitli
dönemlerde birbirine benzer. Bugün de durum
böyledir. Burada bir dili konuşanlar için gurur
okşayıcı olan, o dilin edebiyatının diğer dillerin
edebiyatlarını etkilemiş olmasıdır. Türkçenin de
bir şekilde bu gururu yaşatan dillerden olduğunu
düşünenlerdenim. Ne ki bunu tartışmayı bu yazı
içinde yapmak, asıl meseleden uzaklaşmaya yol
açacağından geçelim.
Daha önceki sorumuza şu soruyu ekleyelim:
Bugün Türkçenin edebî ürünlerinin dünya çapında önemsenen eserler olması neye bağlıdır?
Başka bir ifadeyle, günümüzde edebiyatımız nasıl
evrensel olacaktır? Yerel olmayı buna cevap olarak
sunanlar çıkacaktır. Yerel olduğumuz zaman, evrensel olmayı da hak ederiz, denilebilir. Bu cevabın mutlak yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Yerel
olmak tabirinin ne anlattığını tartışmalıyız öyleyse. Öz birikimden beslenen, kendi toprağına
köklerini salmış ve kendi güneşiyle suyundan gıdalanan bir edebiyat. Yerel olan bu mudur? Yoksa
daha yöresel konuları, görenekleri ve olayları mı
kast ediyoruz bununla? Veya her ikisi birden mi?
Bunları tartışmak önemlidir. Fakat bence bunlardan daha önemli olan yeni olmaktır; yeni bir tür
ortaya koymaktır, bu olmuyorsa yeni üslup ortaya koymaktır. Başka bir söyleyişle, şimdiye dek
üretilmemiş bir eser üretmek veya bir eseri şimdiye
dek denenmemiş bir üslupla üretmek.
Biz geçmişte büyük İslam medeniyetinin içerisinde bizden önce yola koyulanların birikimlerinden yararlanarak edebiyatımızı kurduk. Bir
iki deneme hariç, yeni bir tür ortaya koymadık.
Olsa olsa mevcut türlerde yeni bir üslupla eserler
var ettiğimiz görülmüştür ve bu da nadirdir. Bugün ise Batı’ya yüzümüzü döndük döneli onların
türlerini özümsemeye çalışıyoruz. Bugüne kadar
yaptığımız, Batı’nın belki de bizim geçmiş birikimlerimizden de yararlanarak geliştirdiği türleri
alıp gene onların geliştirdiği üslupları şablon yaparak eserler üretmek oldu. Şiiri bundan kısmen hariç
tutabiliriz; tamamen değil ne yazık ki.
Son soru şu: Biz yeni bir tür geliştirebilecek miyiz veya mevcut türlere yeni bir ruh verebilecek miyiz?
Pergeli iyi yerleştirmeden buna cevap veremeyiz.■
69
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Yaşar Kemal ve evrensellik
RAMAZAN ÇİFTLİKÇİ
Neden mahalli dilde
yazmadı? Yaşar
Kemal’in mahalli dili,
standart Türkçesine
nazaran kıttı. Çünkü
Türkmenlerin yoğun
olarak yaşadığı bir
köyde doğmuştu
ve sadece ev halkı
arasında mahalli
dilde konuşuluyordu.
Köyde ise
halis Türkmen
Türkçesini (Toros
Türkmenlerinin)
duyarak dünyasını
genişletiyordu.
“E
vrensel” kavramına herkes ayrı anlam
yükleyebilir. “Üniversal” sözcüğünü
çağrıştırsın diye türetilen bu sözcük
Türkçe Sözlükte (TDK Yay. 10. Baskı, Ankara, 2005,
s.669) sıfat olarak gruplanmış ve üç anlam verilmiş:
Evrenle ilgili,
Bütün insanlığı ilgilendiren, âlemşümul, cihanşümul,
üniversal: Bilim, evrenseldir.
Dünya ölçüsünde dünya çapında.
Bu sözcükten 7 tane daha sözcük türetilmiş. Merak
edenler inceleyebilirler.
Gelelim Yaşar Ağabey’in evrenselliğine… Önce Yaşar Kemal’in gerçekleşmeyen bir arzusunu belirteyim:
Nobel Edebiyat Ödülü. 20 yıl önce bana şakayla karışık, “100 yıl yaşayacağım ve Nobel’i almadan gitmeyeceğim.” diye espri yapmıştı. Yaşar Ağabey, Celal Bayar
(Sn. Cumhurbaşkanımız) gibi 100’ü deviremedi ama
Nobel’den daha büyük bir okuyucu beğenisi kazandı.
Bu ödül onlarca Nobel Ödülü’nden üstün bir ödüldür.
Peki, Nobel Edebiyat Ödülü neden Yaşar Kemal’e
değil de genç kuşaktan gelen bir yazara verildi? Karar politik miydi? Öyleyse Nobel Ödülü politik bir
ödüldür. Fakat Nobelciler ödül gerekçesinde Orhan
70
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Pamuk’un farklı roman tarzlarında başarılı bir
romancı olduğu için bu yazara ödül verildiğini
açıklamıştır.
Yaşar Kemal’in Fransa’da Best Seller oluşunu
Hilmi Yavuz, nasıl yorumluyor acaba?
Nuriye Akman’la Zaman’ın Pazar sohbetlerinden birinde Hilmi Yavuz, biraz da kırsal kesimin
sorunlarını merak eden Avrupalı aydınların çokluğuna ve Yaşar Kemal’in anlatımına, dil işçiliğine bağlıyordu. Bilkent Üniversitesi Yaşar Kemal
Sempozyumu’na İnönü Üniversitesinden katılan
tek akademisyen ve Yaşar Kemal uzmanı olmam
dolayısıyla fiili görevli olarak katılmış ve Ağabeyle
ilgili olarak Prof. Dr. Erman Artun Bey’in hazırladığı “Adana Köprü Başı” adlı kent monografisinde Adana’nın yetiştirdiği iki değeri Yaşar Kemal–
Orhan Kemal dostluğunu gündeme getirmiştim.
Bu sempozyumda da Yaşar Kemal’in evrenselliği vurgulanmıştı. Pensilvanya’dan sonra Bilkent
de Yaşar Kemal’i yücelten üniversiteler arasına
katılıyor ve 10’a yakın ülkeden fahri doktoralar
Yaşar Ağabeyi taçlandırıyordu. Aldığı ödülleri
sıralasak sayfalar dolar. Ansiklopedi maddelerinde ve internet ortamında bunların detaylarına
erişmek mümkün. Onu evrensel kılan bu aldığı
ödüller aynı zamanda.
Ansiklopedi deyince Türkiye’nin ve alanında
dünyanın en büyük ansiklopedisine Diyanet İslam Ansiklopedisine Yaşar Kemal maddesini naçizane ben hazırladım. Ağabeyi tanımak ve nasıl
bir insan olduğunu anlamak için bu maddeyi atlamamak lazım.
Ermeni sorununun, çözüm sürecinin ve Alevi Çalıştaylarının, Gezi Olaylarının Ergenekon
ve Balyoz sürecinin yaşandığı 2000’li yıllardan
önce 12 Eylül darbesi gibi çok netameli dönemlerde yazar olarak, aydın olarak ülkemiz sorunlarıyla yakından ilgilendi. Hatta Der Spigel’de yayımlanan bir yazısında fikirleri yüzünden 20 ay
mahkûmiyet aldı. Bu da bir yazar için o günlerin
ödülüydü…
Eşi Tilda Hanım onun eli koluydu, mütercimiydi, biricik eşiydi. Hem Karacaoğlan’ı tanıyor
hem de mükemmel İngilizce biliyordu. Yıllarca
ablamızın Safarad Yahudilerinden olduğu söylendi. Oysa İslami geleneğe uygun olarak defnedilmeyi vasiyet etmişti. Yaşar Kemal ile aynı mezarlığa defnedilmek istemişti, aynı vasiyette. Biricik
çocukları Raşit Gökçeli, Toros yayınevindeyken
doktora tezime çok yardımcı olmuştu.
Yaşar Kemal, evrensel sözcüğünün tam hakkını veren ender yazarlardan biridir. Türkiye’de
eserleri 40 dile çevrilmiş bir başka yazar, aydın,
devlet adamı var mı?
Neden mahalli dilde yazmadı? Yaşar Kemal’in
mahalli dili, standart Türkçesine nazaran kıttı.
Çünkü Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir
köyde doğmuştu ve sadece ev halkı arasında mahalli dilde konuşuluyordu. Köyde ise halis Türkmen Türkçesini (Toros Türkmenlerinin) duyarak
dünyasını genişletiyordu.
Zala’nın Ağıtı kendi annesi Nigar Hanım’ın
ne kadar hoşuna gitmişti. Anlatmakla bitiremezdi. Âşıklığa özenmişti gençlik döneminde Âşık
Kemal mahlasıyla hatırı sayılır şiirler yazdı, söyledi, okudu… Ağıtlara, halk hikâyelerine, Köroğlu,
Karacaoğlan geleneğine yöneldi. 50 ciltlik eserlerinin bir bölümünü bu derlemelerinden yararlanarak oluşturdu. Dilin ayrıntılarını bilmeden
sanat eseri meydana getirmek oldukça zordu.
Röportajda iddialıydı. Romandaki başarısı
şüphesiz röportajlarını aştı. Halkbilimci yönü
ise ayrıca tarafımdan İlhan Başgöz, Pertev Naili
Boratav gibi hocalarım ve Svetlene Uturguari gibi
Sovyet Türkologları tarafından da irdelendi. Kitaplar, tezler hazırlandı, bir kısmı da Türkçemize
aktarıldı.
Sadece Rusya’da değil Fransa’da da Yaşar Kemal
çalışmaları 1960’lı yıllarda başlamıştı. İlk etapta
Sarı Sıcak, Güzin Dino Hanımefendi Hocamız
tarafından Fransızcaya çevrildi. Anadolu’dan bir
yazar, Sarı Sıcak hikâyeleriyle birlikte Fransızlara
tanıtıldı. Fransız basınının yorumu: “Türkiye’den
bir şair tanıyorduk: Nazım Hikmet. Artık bir romancı da tanıyoruz: Yaşar Kemal.” cümleleri bu
yıllarda çıktı.
Paul Dumont’tan sonra Nedim Gürsel’in,
Seza Yılancığlu’nun Fransa’daki araştırmaları dilimize de çevrildi (Adam Yay. Yaşar Kemal’i Okumak, İst. 1998). Nedim Gürsel “Bir Dönüşümün
Romancısı” adıyla yayımladı makalelerini; “Bozkırdaki Yabancı” adlı eserinde de yer verdi Yaşar
Kemal’e.
Çözüm sürecini de Türkiye’de yaşayan ve Türk
olmayan tebaanın, sadece tebaanın mı, Türklerin
de daha insancıl haklar kazanması için mücadele
71
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
ediyor. Türkiye işçi Partisi saflarında ve Başkan
Mehmet Ali Aybar’ın yanında Anadolu’nun en
ücra köşelerini dolaşıp parti toplantıları, kongreler düzenliyor, bir yandan gazetecilik görevini
yürütüyor; yazarlık ve şairliği de ihmal etmiyordu.
Bilkent’teki sempozyumda Yaşar Ağabey,
Zülfü Livaneli Bey ve ben tuvalette tesadüf bir
araya düştük. Yaşar Ağabey, öfke dolu bir gürlemeyle, “Ramazan duyduğuma göre sen faşist olmuşsun!” demesin mi? “Estağfurullah, biz Kemalistiz.” deyince Atatürk Kemalizm’i anladığından
mıdır nedir bilmiyorum, “Ne Kemalizmi? Şimdi
de Kemalizm mi çıktı?” diye tekrar parlayınca ben
yine pişkinliğe vurarak ve ağabeyi daha fazla öfkelendirmemek için “Ağabey biz Yaşar Kemalistiz”
der demez kahkahayı patlatmış ve gönül rahatlığıyla sahneye yönelmiş, Zülfü Livaneli’nin davetiyle türkü bile söylemişti.
Kimler yoktu ki salonda?…
Ne kadar seveni vardı! Allah’ım, acaba istemeyenleri de var mıydı? Asım Bezirci’den tutun
İlhan Başgöz’e, Doğan Hızlan’dan Hilmi Yavuz’a,
Konur Ertop’tan Rauf Mutluay ve Fethi Naci’ye
kadar… Fransa Cumhurbaşkanının da bir Yaşar
Kemal hayranı, okuyucusu olduğunu unutmayalım. 1990’lı yıllarda onu anlatan bir doktora çalışması yaptığımı duyan can u gönülden yardımcı
oluyordu. Varlık Yayınevi görevlilerinin eski Varlık dergisinin sayfalarındaki yazıların kopyalarını,
Asım Bezirci’nin ise onun eski periyodiklerdeki
yazıların kopyalarını verirken gösterdikleri çaba
ve fedakârlık sadece beni değil, bana yardımcı
olanları da şaşırtmıştı.
Fakir Baykurt’a bu çalışmamı 1999’da
Antalya’da sunduğumda gözleri yaşarmış ve “Acaba bir gün benim hakkımda da böyle bir çalışma
yapılacak mı?” diye sormuştu. Ben de emin olmasını, bu çalışmayı benim yaptıracağımı söylemiştim. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
Öğretim Üyesi M. Fetih Kahraman’a bu konuyu
vermiştim. Çok şükür, çalışma başarıyla tamamlandı. Fakir Baykurt’la ilgili bu ilk doktora tezini
yöneten İbrahim Kavaz’ın da kulakları çınlasın.
2000’li yılların başıydı. Bir gün işyeri
telefonum çaldı. Hatta Doğan Hızlan. NTV’deki
“Karalama Defteri” programının bir haftasını Yaşar Kemal’e ayırmıştı. Türkiye’den beni;
Fransa’dan da Nedim Gürsel’i konuşmacı olarak
programa davet ediyordu. İstanbul Maslak’ta bulunan NTV stüdyolarındaki çekime davet ediyordu. Hemen Malatya’dan İstanbul’daki çekimlere
katılmak üzere Maslak’taki stüdyoya geçtim. Doğan Hızlan bir akademisyen olarak bana soruyordu: “Yaşar Kemal neden sadece bir köy romancısı
değildir?” Dilim döndüğünce anlattım: “Yaşar
Kemal ülkemizdeki köy romancılığının kurduğu
şablonları aşmış ve sadece köye takılıp kalmamıştı.”
En önemli romanı belki de son romanı
Anavarza’da “Akçasaz’ın Ağaları”nın düğümünü
çözecek ve bütün dizi romanlarında tek tek
ortaya attığı tezleri bütünlüğe kavuşturacak, hepimize kılavuzluk edecekti. Ne yazık ki ölmeden
önce bu eserini yayımlayamadı. Belki de “Bir Ada
Hikâyesi”nden sonraya ertelediği için bu son romanını yazamadan aramızdan ayrıldı. Kim bilir
terekesinden başka neler çıkacak? Acaba bu romanın karalamalarına ulaşabilecek miyiz? Yoksa
zihninde yazıya geçirilemeden öteki dünyaya mı
götürdü? Bilemiyoruz. Belki bu sorunun cevabı
ileride aydınlanır.
Sadece ülkemize değil, dünya kültürüne
50 cilt kitap armağan eden, bu elli ciltlik eseri
öncelikle Fransızca, İngilizce ve Almancaya sonra
da Rusçaya çevrilerek bu ülkelerde ve kırka yakın
ülkede kitapları 200’den fazla baskıya ulaşan ve
dünyanın en iyi 100 romanı içine “İnce Memed”
adlı eseriyle katılan Yaşar Kemal, bir dünya yazarıdır, evrensel bir yazardır.
Türk yazarı olarak tanınmış ve ülkemiz edebiyatını sadece Batıda ve Kuzeyde değil, Çin, Japonya gibi Uzak Doğu ülkelerinde ve İran, Irak,
Suriye gibi Orta Doğu ülkelerinde de tanınan ve
sevilerek okunan bir yazardır. Bir kitabının –Ağrı
Dağı Efsanesi- Irak’ta Kürtçe olarak basıldığını
kaç kişi biliyor?
Bir yazara bu kadar onur verilmesi azdır.
Kuşkusuz Yaşar Kemal evrensel bir yazar olarak
bunlardan daha fazlasına hakkıyla layık olan bir
yazardır. Türk edebiyatının 20. ve 21. yüzyılına
damgasını vurmuş; yüzlerce yıl yaşayacak eserlere
imza atmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesinin bazı dil ve edebiyat hocalarına
rağmen, onlar Yaşar Kemal’i romancı saymasalar
ve onu “1500 kelimeyle roman yazıyor.” diye eleştirseler de Yaşar Kemal yaşıyor ve yaşayacak.■
72
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
ÇANAKKALE’NİN MARTILARI
Martılar yeter bizi bu sahilden,
Alıp götürmeye yüz yıl evveline
Dokunarak denizin maviliklerine,
Karışıyorum o lekesizler âlemine
Dedeleri var bu akça kuşların da,
Bu suyun bu toprağın altında
Bizim de var kefensiz,
Martı beyazlığında tertemiz
Geceleyin ötmez ve uçmaz ki martılar,
İzi bilinmesin limanda Nusret’in
Cehennem ateşleri göndersin,
Bildirsin haddini şu vahşetin
İnleşirler öbek öbek, çığlık çığlığa,
Kanat nöbetleriyle bu sahillerde böyle
Barbaros rüzgârlı bulutlarla,
Karışarak köpüklerine Marmara’nın
Aşarak üstünden Anafartalar’ın,
Selamını taşıyorlar kartalların
Conkbayırı’ndan Çimentepe’ye,
Bitmeyen minnetleri var martıların
Ezel makamında bestenin ezgileriyle,
Geleceği seyretmişler gökçe gözlerinde,
Uzaklara bakan Yarbay Mustafa’nın…
O’nun şehitler uyuyan dizlerinde,
Dermanı var Seyit Onbaşıların
Nöbetinde yerin, göğün ve denizin,
Fatihalar okur, martıları Çanakkale’nin
Yoldaş olurlar sevdalı güvercinlere,
Gülüp geçerler, Boğaz geçilir diyenlere
Kim bilir cennetin çarşılarından
Kanatlı kefenler giyip havalanan,
Siperlerini seyretmek için dönen,
Göklerde aşk ile dönen şehitlerdir,
YAHYA AKENGİN Bu akça kuşlar, belki o yiğitlerdir.
73
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
PARANTEZİN
İÇİNDEKİ
Sakındığın şeye bak
Çıkılır mı yola böyle
Bir ırmaktan geçerken
Üstün başın yağmur kuşu
Sonrasında şakayık gibi
Dolaştırsın kendini rüzgâr
Şöyle bakınca dışarı
Baharda bir rüya gibi
Masmavi bir deniz ile
Nasıl da girmiş içeri
Helal olsun dedim ama
İnadına ağrıyor başım
Sessiz bir yalnızlıkla
Kalbimi alıp yanıma
Bir serçe kuşu misali
Kanatlanmak istiyorum
Çocukluğum, çocukluğum
Günahsız rüyalarım benim
Doğrusunu kim bilebilir
Bu kadar yanlış varken hayatta.
NURETTİN DURMAN
74
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
bürütüs
kanlar içinde sezar
hırıltılı bir ses boğazında
“sen de mi bürütüs”
hep yanlış biliriz bu hikâyeyi
ihanet yakışmaz bürütüs’e
sırtından değil göğsünden belki
bakarak gözlerinin içine
kim çeker hançerini
en sevdiğini öldürmek için
kim vurur taştan ellerle sezar’ına
adı bürütüs çok sevdiği halkı için
en sevdiği düşmanına
gözünü kırpmadan yüreği ateş topu
vurur hançerini
yeni bir dünya için
kalender yıldız
75
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
SANI
aynı anda yak şamdanları
tutuştur sözleri sessiz kalan yerlerinden
geceyi dök üstüme öyle git
kitaplar yarım kalmadı mı zaten
bardaklar kirli, masada
öylece bırakılmış kolonya şişesi
tutup yerine koysam ne olacak
üst üste duran terlikleri
evle ben başımız dönüyor şimdi
gürültülü bir kara tren
üstümüze gelirken sanki
çürüyor aynalara her yansıyan
çatılarda yüreği sıkışmış
kuşların zor nefesleri
zamanı taşıyorum her an
gövdemin en dik yamacında
geçmişe düşmeye yazılı bu taş
zavallı bir Sisifos her defasında
sen duydun sözü, ben kandım
sen geldin yolları, ben vardım
Giden hangimiz şimdi?
SEZİN SEDA ALTUN
76
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
YAZ YORGUNU
Uçuşur yaz göğünde çocuk uçurtmaları
Güneşi indirir yeşil alanlara çocuklar
Cıvıldar yaz kuşları
Pencereler pencerelere yanaşır sevgi dolu
Karanfil kokuyor elleri aşkı sağar
Yaz evleri
Gözüm yolda kaldı
Nerdesin
SÜLEYMAN BEKTAŞ
77
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
ile edebiyat ve evrensellik üzerine
Şiir, mahiyeti itibariyle evrensel dili kullansa da
özeldir. Şairin kendine göreliğini içinde barındırır.
Çünkü her şair kendi ortamının mahsulüdür ve
çoğunlukla da kendisini anlatır. Evrensel
şiirden kastınız, Amerikalının, ya da İngiliz’in,
Fransız’ın, Alman’ın kabul edeceği tarzda
şiir yazmaksa, bu, şiirin ruhuna aykırıdır.
KEMAL BATMAZ
Muhsin Bey, Prof. Dr. Erdoğan Erbay
sizin için “Bir milletin, miras yoluyla devreden, dünya ve ahiret ölçülerini, hayırlı bir
halef sıfatı ve sadakatiyle taşımaya ahdetmiş Hakk’ın has kulu milletin bir ferdidir. Şiirden romana, poetikadan şehir monografisine kadar kalem oynatmıştır.” diyor. Birçok türde kalem oynatma hâli kendiliğinden
oluşan bir durum mu, yoksa bir tercih mi?
Efendim, genellemeden söylersek, ülkenizin ve insanınızın meseleleri üzerine düşünüyor, kafa yoruyor ve bu yönde kendi sorumluluğunuzun idraki içinde katkı sağlamak
istiyorsanız, bu kendiliğinden oluşan bir hâl
değildir, olmamalıdır da. Türkiye’nin son iki
asır içerisinde, kendi aydınından gördüğü ihaneti telafi etmek için sadece bir alana hapsolup
kalmak mümkün değildir. Düşünen her insan
için yalnızca şiirde kalmak, çevremizde olup
bitenlere duyarsız kalmak demektir. Büyük şairlerimize bakın, hepsi şiiriyle birlikte nesrini
ve tefekkürünü de ortaya koymuştur. Bu, ressamda da öyledir, tezhip ustasında da, tiyatro
ve sinema sanatçısında ya da bunlara hizmet
eden düşünce adamında da. Bu bakımdan,
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
25 Temmuz 1942'de Şarkışla’da doğdu. Tahsilini Kayseri
Yüksek İslâm Enstitüsü'nde tamamladı. Bir süre gazetecilik
(1961-73), ardından çeşitli liselerde öğretmenlik (1973-95)
yaptı. Gazetecilik mesleğini edebiyat çalışmalarıyla birlikte
sürdürdü. Edebiyat ve Basın Dalında çok sayıda ödül aldı.
Birçok uluslararası edebiyat toplantılarında Türkiye'yi temsil
etti. Edebi kişiliği ve eserleri üzerine yapılan doktora tezi,
“Ortak Değerlerimizin Dili Muhsin İlyas Subaşı” adıyla Dr.
Esra Kürüm tarafından 2014 yılında kitaplaştırıldı.
ESERLERİ:
OYUN: Alparslan (1962) ŞİİR: Vuslat Türküsü 1968); Aydınlığın Gözleri (1979); Bu Yüreğin Ülkesinde (1981); Sevgi Donanması (1982); Deryâdil (1985); Sevdâkâr (1988); Bir Sır
Gibi (1991); Aşkistan (2005); Gül Seferi, (2013). DENEME:
Şiirden Şuura (2004); Şehirname (2011).
ROMAN: Ahtapot (1995); Güneşe Uçan Kelebek (2001);
Aşkta Yanan Dede (2003); Ben Onurumu Çiğnetmem (2004);
Aşk Prensesleri de Öldürür (2011) BİYOGRAFİ: Kayseri’nin
Manevî Mimarları (1995); Taşla Konuşan Deha (1996);
Ağırnaslı Sinan (2004); İki Mevlevî (2005); Batıdaki Mevlana (2007).Toprağın Dili (2013). ARAŞTIRMA-İNCELEME
Dünden Bugüne Kayseri (1986); Bu Şehrin Hikâyesi (2003);
Batı İslam'ı Tanıdıkça (2008); Batı Türk'ü Tanıdıkça (2008);
Batıdaki Hz. Resül (2015). HATIRA: Gülükten Gültepeye
Yalnız Yürüdüğüm Sokaklar.(2014)
78
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
yaşadığımız ortamın bir sorumluluk bilinciyle
size açtığı ve kendiliğinden altyapısını hazırlayan
talep, aslında kendi tercihine de sizi zorunlu
kılmaktadır.
Edebî türler içerisinde kendinizi en çok
hangisine daha yakın buluyorsunuz?
Edebiyata şiirle başladım, şiirle de devam ediyorum. Bu bakımdan doğal olarak şiirin yakınındayım.
Neden ille de şiir?
Çünkü şiir insanın duygularını yeniler, ruhunu yıkar. Aydınlık ufukların kapılarını açar. Şiiri,
hayalin ve ihtirasın emrine vermezseniz, mutlak
surette, insanın kendisini idraki konusunda yol
açıcı olur. Has şiirde bir mısra bütün meyvelerin
usaresini bünyesinde toplayan yenileyici bir ilaç
gibidir. Şöyle de dersek abartmış olmayız: Şair
arıdır, bütün çiçeklere konar, onlardan alabileceği kadar polen alır ve sonra özümseyerek kendi
balını yapar. Şair, hayatın görünmeyen tarafında
kalan sırla sohbet eden adamdır.
Şiirlerinizde evrensele ya da yarına bir
mesajdan ziyade tarihi, mekânı ya da insanı
tekrar hissi var? Yanılıyoruz mu yoksa? Sizce
evrensel olmanın ölçütü nedir?
Şiir, mahiyeti itibariyle evrensel dili kullansa da
özeldir. Şairin kendine göreliğini içinde barındırır.
Çünkü her şair kendi ortamının mahsulüdür ve
çoğunlukla da kendisini anlatır. Evrensel şiirden
kastınız, Amerikalının, ya da İngiliz’in, Fransız’ın,
Alman’ın kabul edeceği tarzda şiir yazmaksa, bu,
şiirin ruhuna aykırıdır. Bakınız enteresan bir örnektir; Fransa’da bir 1940’lı yıllarda ‘Dünya şiiri
Antolojisi’ yapılmaktadır, bizden de şiir istenir.
Dönemin yetkilileri, ‘Garip Akımı’nın, ‘İkinci
Yeni’ şairlerinin eserlerini gönderirler. Bir süre
sonra bu şiirler iade edilir ve üzerine şöyle bir not
düşülür: “Bu şiirlerin orijinalleri bizde var, siz
kendinize ait olanı gönderiniz.” diye. Sonra ‘Divan Şiiri’nden örnekleri kendileri seçip koyarlar.
Bu neyi ifade eder? Taklit ettiğin şeyin iyisini de
yapsan, o aslının yerine geçemez. Unutmamak
lazım, bugünün yazılan şiirini birkaç asır sonra
okuyacak bir talep beklentisi varsa, bu şiirin evrenselliğinden ziyade kalitesiyle ilgilidir. “Tarih,
mekân ve insan” kavramı meselesine gelince; doğal olarak geçmişe yaslanmazsanız, ağacı toprakla
buluşturmadan meyveye tutmuş gibi olursunuz.
Bugün günümüzün modern şiiri maalesef bu
hâle geldi. Alın bir yeni tarz şiiri, rahatlıkla bir
başka ülkenin şiiri olarak da yayınlayabilirsiniz.
Bu niye böyle? Çünkü şiirde, millî duyarlılık yok.
Hani; ‘Batılı şort ve atletle sokağa çıkıyor, ben
de çıkarım’ der gibi bir şeydir bu. Böyle bir tavır
kendimizi kaybetmeye doğru sürüklenen bir kültürel erozyon olarak algılanmalıdır. Eskiden beri,
bütün dünya şairlerinin ortak görüşü şuydu: Şiir
tercüme edilemez. Niye edilemiyor, her şiir kendi insanının ve kendi ülkesinin dilidir. Onu bir
başka kalıba aktarmak mümkün değildir. Bakın
mesela, benim şiirlerimi İngilizceye çevirme girişimi oldu, bir yere geldi tıkandı. Çeviriyi yapan
Amerikalı Türkolog; “Sizin şiirinizdeki mistik ve
metafizik, (daha doğrusu tasavvufi) terimlerin
İngilizcede karşılığı yoktur. Bunları çevirirsek şiir
olmaktan çıkar, berbat bir hâle gelir, şiirinize bu
kötülüğü yapma hakkımız yoktur.” dedi. Bizim
şiir çınarımız köklü bir geçmişe dayanacaktır.
Onun gıdası, onun toprağı tarihimizdeki irfan
birikimidir. Onu bulacağımız gerçek sera ise tarihtir. ‘İnsanı tekrar’, meselesine gelince; eh, artık
Yüce Yaratıcı da insanı her nesilde tekrar ettirmiyor mu? Şair bu tabii devridaimin dışında kalabilir mi? İnsana meseleni anlatabilmek için onun
anlayışındaki nüansları dahi dikkate alacaksınız.
Şairin asli görevi söyleyip geçmek değil, neyi
söylediğini, kime söylediğini, neden söylediğini
bilerek hareket etmektir! ‘Yarına mesaj’dan anladığım kadarıyla, bugün hiç kimse yarının insanı
için şiir yazmıyor, Yazarsa kehanette bulunuyor
demektir. Şair müneccimse, bunu yapsın. Ancak
şu olur, siz bugün yazarsınız, ama yarının nesli de
bunda kendini bulabilir. Bunun örnekleri çoktur,
Âkif ’in “Çanakkale Şehitlerine”, Yahya Kemal’in
“Süleymaniye’de Bayram Sabahı,”, Necip Fazıl’ın
“Sakarya Türküsü” ve benzeri şiirler... Böyle bir
kabul alanına girmek, şairin yazdığı şiirinin kalitesiyle ilgilidir. Sonra, bir şey daha var; şimdi açık
konuşmak gerekirse, yukarıda sözünü ettiğimiz
şairler ve diğerleri, okulların ders kitaplarında anlatılmasaydı, acaba toplumun ne kadarı bunlardan haberdar olacaktı? Bir Burhan Toprak çıkıp
Yunus’un divanını yayınlamasaydı, sadece kabul
79
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Üniversite hocasıdır, akademik kariyeri vardır,
Yunus’u roman olarak işliyor, ancak, Kuran’da
müşriklerin Hz. Peygamberden istedikleri ‘gökten
yemek getirtmesi, parmağıyla su akıtması’
mucizesini, bizim derviş Yunus’a yaptırabiliyor.
bakımından, Yunus acaba bugünkü güç çapına
kavuşabilecek miydi? Meseleyi böyle bir zeminde
değerlendirerek şiire gömlek biçmek bence daha
tutarlı bir yol olsa gerektir!
Yazdıklarınıza bakınca sürekli izah etme
çabası içinde olduğunuz hissi uyanıyor. Ne
dersiniz?
Aslında bütünüyle öyle değil. Böyle bir his,
meseleyi etraflı izah etme zaruretinden doğuyor
olmalıdır. Sizin yazdığınız şiire yabancı bir toplum profili varsa, doğal olarak bazı şeyleri izah
etme ihtiyacı doğacaktır. Biz, okuyan değil dinleyen bir toplumuz. Maalesef geleneksel kültürün
malzemeleri hep sözlü olarak taşınmıştır. Köy
odalarında bir kişi ‘Sîret’ okur, onlarca kişi dinler. O insanlar, ‘bu metni ben de kendi başıma
okuyayım’ diye bir kaygı taşımaz. Çünkü çoğu
bunu okuyacak yeteneğe de sahip değildir. Bu
kültürden geldiğimiz için, telkin bizde esas unsur
hâline geliyor. Sonra; yazdıklarınızda, meseleyi
detaylandırarak vuzuha kavuşturma içgüdüsü,
vereceğiniz bilginin kalıcı olması için gereklidir
de. Ayrıca, belki de daha önemlisi, yazdıklarınızı
anlayacak bir toplum seviyesine ulaştık mı acaba?
Bu ülkenin ne kadarı üniversite mezunudur? Bu
oran, Avrupa’da yüzde 37, bizde ise yüzde 11’dir.
Böyle bir topluma hitap ederken, eğer yazıp anlattıklarınız, biraz da ilgi alanlarının dışında kalıyorsa, doğal olarak izah ihtiyacınız olacaktır.
Gençliğimizin bir solukta ve tekrar tekrar
tükettiği günümüz romanlarına baktığımız
zaman (Harry Poter, Yüzüklerin Efendisi, Açlık Oyunları…) birçoğunun konu bakımından
insan gerçeğini ele almayı bırakın teğet bile
geçmediğini görüyoruz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bir toplum, neye inanıyorsa, onu yaşar.
Batı’da roman, uğradıkları manevi erozyona bağlı
olarak yıkımdadır. Hedonist bir anlayışa çekilip;
haz ahlakıyla çöküşe sürüklenen Batı, ‘macera
ve aşk’, kalıpları içine çekilmektedir. Sözünü ettiğiniz türden çok sayıda roman vardır. Burada
insan yok, insanı istismar eden erotizm vardır.
Yalnızlaşan kalabalıklar, romanda erdemin ve düşüncenin değil, maceranın peşine takılmaktadır.
Görünen o ki, tüketim toplumunda roman, eğiten değil eğlendiren, daha doğrusu zamanı, dolayısıyla hayatı öğüten bir kültür dişlisine dönüştü.
Meselesi insan olmayan bir roman, işte yukarıda
sizin sözünü ettiğiniz soru içindeki eserleri doğuruyor. Hâlbuki farklı varlık ‘insan’dır. Merkeze
insanı, insanın erdemini, o erdemi bölüştürecek
besleyici unsurları alırsanız roman size bir şeyler
verebilir.
Sizce Türk romanı bunların neresinde? Piyasada kabul gören romanlara dair söyleyecekleriniz var mı?
Çok ilginç bir durumdur, izniniz olursa
bundan söz edeyim: Üniversite hocasıdır,
akademik kariyeri vardır, Yunus’u roman
olarak işliyor, ancak, Kuran’da müşriklerin
Hz. Peygamberden istedikleri ‘gökten yemek
getirtmesi, parmağıyla su akıtması’ mucizesini,
bizim derviş Yunus’a yaptırabiliyor. Şimdi meseleyi aklın ve vahdaniyet şuurunun sınırları içerisine çekelim: Kur’an’da, Yüce Yaratıcı, Elçisi,
için “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” diye
buyurur. Bu, insanüstü vasıfların en son imtiyaz
ölçüsüdür. Bakınız Kuran’da Rabbimiz, (İsra; 17/
90-93) Müşriklerin Peygamber’den; “Yerden fışkıran kaynak sularını getirmesini, gökten üzerlerine
nimetler yağdırmasını” istemişlerdir ve Peygamber
de böyle bir şeyi onlara gösterememiştir. Onun
bunlara karşı verdiği cevap ayet mealiyle aynen
şöyledir: “De ki: rabbimi tenzih ederim. Ben sadece
80
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
beşer (insan) bir elçiyim (İsra; 17/93).” Bu vahim
hataya işaret ettiğim de, birçok dostumdan ‘romandır canım, olur böyle şeyler’ şeklinde tepki
aldım. Bu ne demektir, yani bizim okuyucumuz
romancıya güvenemiyor, dolayısıyla onun romanını da ciddiye de almıyor. Romanda böyle bir
kurguyu sıradan bir romancı yapabilir, belki onu
anlayabiliriz. Ancak bir akademisyen yazar nasıl
yapar? Magazinleşmiş Batı kültürü için bunu yadırgamıyorum, aynı tehdidin bizde de baş gösterdiği endişem vardır. Reklamla vitrine çıkarılan
birçok isim çok satabilir, ama niteliği tayin bakımından umut verici değildir. Romana tayin edilen misyon bu olunca, kaliteyi nerede arayacaksınız? Sonra adam kapı kapı gezip televizyonlarda
kitabını da eline alarak reklamını yapıyor. Bunun
satılması, eserin kalitesinden değil, magazinleştirilmiş niteliğinden doğmaktadır.
19. asırda, 20. Asırda Rus ve başta Fransız
romancıları olmak üzere Batılı yazarlar romanda
felsefeyi öne almış ve bunda da hayli başarılı olmuşlardır. Bunun içindir ki, Batı kültürü baskın
gözüküyor ve bizdeki birçok yazar onları taklit
ederek bir yerlere gelmek istiyor. Romanda olsun, şiirde olsun, özünde insanının arayışına cevap yoksa hiçbir yazar bir yerlere varamaz. Aklı
hayale teslim edenler tarih boyunca hep hüsrana
uğramışlardır. Bizim ilk dönem romancılarına
bakın, bunların hazin örneklerini görebilirsiniz.
Siz, bugüne kadar 5 roman yazdınız, bazıları da defalarca basıldı. Peki, böyle bir değerlendirme içinde siz kendinizi nereye oturtuyorsunuz?
Benim kendime keyfiyet gömleği biçmem elbette ki doğru değildir. Bunu zaman ve okuyucunun takip gücü gösterecektir. Ben romanlarımda
hep şuna dikkat etmişimdir: İşlediğim konu hayatın gerçeğiyle, roman kahramanlarının kendi
gerçekleriyle ne derece örtüşüyor? Bunun için de
romanda ütopik bir dünya oluşturmak yerine,
var olanın takdimine özen gösterdim. Biz, yaşanmış hayatın bize verdiği malzemeden kendimize
tecrübe dersi çıkarmayı öğrendiğimiz gün, yazarımız da okurumuz da bir şeyler kazanacaktır.
Son bir soru: Amerikalı Yazar Katharine Branning, ‘Ay Sultan’ isimli romanını size
ithaf etmiş. Bu, Türk yazarları arasında pek
fazla yaşanmış bir şans ya da imtiyaz değil.
Branning’in size ilgisi nereden kaynaklanıyor,
ne dersiniz?
Çok uzun bir hikâye, ama kısaca şöyle arz edeyim: Bu hanım, bundan on yıl kadar önce, benim
bir kitabımı alıp okumuş ve bana Amerika’dan
mektup yazarak tanışmak istediğini bildirmişti.
Kabul ettim, geldi, tanıştık, sanırım 2003’ten bu
yana da evimde misafir ederim. Böylece Türk ailesini, aile yapısını yakından tanıdı. Bir gün de,
kendisine, Lady Wordley Montagu’den söz ettim.
Bu Bayan, 1716 tarihinde kocasının elçiliği
göreviyle İstanbul’a gelmiş ve burada kaldığı kısa
süre içerisinde, İstanbul’dan dostlarına yazdığı
mektuplarını daha sonra, ‘Türkiye Mektupları”
adıyla kitaplaştırmış. “Siz de 1978 yılından bu
yana yaz aylarında hep Türkiye’ye geldiniz. Gördüklerinizi kitaplaştırsanız, ilgi görür diye düşünüyorum.” dedim. Bu teklifimi önce anlamsız bulduğunu söyledi, sonra ülkesine dönünce
oturup hatıraların yazdı. “Bir Çay Daha Lütfen”
adıyla da kitaplaştırıldı. Hem İngilizcesi hem Almancası hem de Türkçesi yayımlandı, çok da ilgi
gördü. Bu defa, bir kadının bir kadına bakışını
hatırlatarak, Selçuklunun Kanuni’si kabul edilen
Alâeddin Keykubad’ın hanımı Hunat Hatun’un
romanını teklif ettim. Bu hanım, Keykubad’ın
eşi olarak onun öldürüldüğü tarihe kadar takriben 18 yıl Hristiyan olarak yaşadı. Oğlu tahta
çıkarılınca da Müslüman oldu ve çok önemli hayır eserlerinin inşasına öncülük etti. Bu teklif de
ilginç geldi kendisine, oturup birkaç yıl çalışarak
bunu da hacimli bir kitap olarak çıkardı. Bakınız
aziz dostum, Batılı ‘vefa’yı biliyor. Kendisini yazı
hayatına kazandırdığım için bu eserini bize ithaf
etme nezaketini gösterdi. Onları ileri taşıyan bu
ortak değer yargılarıdır. Bize bakın, ben adamın
kitabını bastırdım. Adam döndü, benim eserimin
yayınını durdurdu. Biz birbirimizle uğraştığımız
zamanı eser üretmeye ayırsak çok daha farklı noktalara gidebiliriz. Ne yazık ki, bu yönde olumsuz
ve dolayısıyla da korkunç bir kuşatma altındayız.
Bizim ayağımızı bağlayan da budur!
Efendim, teşekkür ederim.
Ben de bu teveccühünüz içen teşekkür ederim
aziz dostum.■
81
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
ERGİN ALTAY
ile çeviri üzerine
Bir seyahatim sırasında Olimpos kalıntılarına
gitmek için ana yoldan saptığımda otostop yapan
Amerikalı üniversite öğrencisi birkaç genci
arabama almıştım. Sohbet sırasında konu Rus
klasiklerine gelince hiçbirinin Dostoyevski’nin
de Tolstoy’un da adını duymamış olduklarını
gördüm.
M. MİLAT ÖZÇELİK
Ergin Altay
1937'de Edirne'de doğdu. Babasının devlet memuru olması nedeniyle
çocukluğu
Anadolu'nun
çeşitli kentlerinde geçti. 1953’te
Kuleli Askerî Lisesine girdi. Orada
kendi isteğiyle yabancı dil olarak
Rusçayı seçti. 1956'da DTCF Rusça bölümünden mezun oldu. Askerî
Lisede Rusça öğretmenliği yanında
Rusçadan Türkçeye çeviri ile ilgilenmeye başladı. İlk çeviri olan
Zoşçenko'nın bir öyküsü, Yusuf
Ziya Ortaç'ın "Akbaba" dergisinde
yayımlandı. Daha sonraları özellikle Dostoyevski ve Tolstoy başta
olmak üzere çeviriler yaptı. Puşkin,
Gogol, Çehov, Gonçarov, Lermontov, Gorki, Bulgakov, Turgenyev
çevirdiği
diğer
yazarlardandır.
Mesleğini günümüzde de sürdürmektedir.
Rusçadan Türkçeye çok sayıda kitap çevirdiniz. Neredeyse tüm klasik Rus edebiyatını sizin çevirilerinizden
okumak mümkün. Bu çeviriler için neler söylemek istersiniz? Mütemadiyen karşı karşıya kaldığınız sorunlar var
mı?
Rusçadan Türkçeye çeviride benim ve sanırım öteki çevirmen arkadaşların da karşılaştığı en önemli sorun Türk ile
Rus dillerinin gramer yapısının değişik olmasından kaynaklanmaktadır. Rusça uzun bir cümlenin Türkçeye, anlamda
bir kayıp olmadan çevrilmesi zordur. Anlam kaybına göz yumar, okuma ve anlama kolaylığı sağlamak adına cümleyi bölebilirsiniz. Ancak ben zor anlaşılma riskini göze alıp bu yola
başvurmuyorum, okurun zorlanacağı tehlikesini kabullenip
uzun cümleleri bölmüyorum. Türkçenin sözcük hazinesinin
Rusçaya oranla farklılığını ise Rusça bazı sözcükleri Türkçede
birkaç sözcükle vererek gidermeyi yeğliyorum...
Everest Yayınları tamamı Mehmet Özgül tarafından
çevrilmiş olan Çehov külliyatını bastı. İletişim Yayınları
ise neredeyse tüm Dostoyevski külliyatını sizin çevirinizle
yayımladı… Bu örneklerin bir Rus yazarının tüm eserlerinin özenli bir baskısı işinden ibaret olmadığı inancındayım ya da bana öyle geldi! Siz ’37, Mehmet Özgül ise ‘36
doğumlu… Hem Mehmet Özgül hem de diğer Rusça çevirmenlerimiz ile ilgili düşüncelerinizi almak isterim. Neler
82
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
söylemek istersiniz? Rusça çevirmenlerimizin,
küçük ve özel bir aile olduğunuzu düşünmüşümdür hep!
Meslektaşlarımdan birkaçıyla ancak telefonda, görüşebiliyorum. Bazıları ile olumlu bazılarıyla olumsuz -elbette, mesleki yönden, çevirilerinin beni tatmin etmediği, bunu yazara ve
Türk okuruna bir ihanet olarak gördüğüm içindüşüncelerim vardır.
Şiirin çevrilebileceğine inanmayanlardan
mısınız? Biliyorsunuz, yalnızca ülkemizde
değil, tüm dünyadaki okur çevrelerinde belli
bir ölçüde de olsa kabul gören bir kanı bu…
Bildiğim kadarıyla şimdiye değin yayımlanmış
onlarca çeviriniz içinde hiç şiir yok. Neler söylemek istersiniz? Örneğin Şavkar Altınel “Şiir
çevrilebilen metindir!” der… Siz ne dersiniz?
Şiir belki çevrilebilir, ama ben çeviremem.
Attila İlhan bir gün benden örnek olarak birkaç
şiir çevirmemi istemişti. Bu işi beceremeyeceğimi
söylediysem de, ısrar etmişti. Örnek bir şiir
çevirimi kendisine götürdüğümde “Haklısın,
ama bu örnek gene de bende kalsın.” demişti.
Örneğin, Puşkin’in “Yevgeniy Onyegin” manzum
romanını çevirmek için birkaç kez elime aldım,
iki üç sayfadan sonra pes ettim, bıraktım. Oysa
aynı eseri birileri Türkçeye çevirdi, nasıl olduğunu bilmiyorum. Zira aynı eserin hiçbir dile çevrilemeyeceği konusunda dünya edebiyatçılarında
yerleşmiş bir kanı söz konusudur.
Tuhaf olduğu ölçüde kendimce anlaşılır
bulduğum bir şey var: Yalnızca biz değil, tüm
dünya ulusları -özellikle 19. yüzyıl Rus Edebiyatına karşı bir yakınlık ve alaka gösteriyor?
Sizce nedir bunun sebebi? Ayrıca; bu büyük
edebî damarın Bolşevik İhtilali sonrasında bıçak gibi kesildiğini görüyoruz. Neler söylemek
istersiniz?
Ben klasik Rus edebiyatının bütün dünyada
bizde olduğu kadar ilgi gördüğü kanısında değilim. Bir seyahatim sırasında Olimpos kalıntılarına gitmek için ana yoldan saptığımda otostop
yapan Amerikalı üniversite öğrencisi birkaç genci
arabama almıştım. Sohbet sırasında konu Rus
klasiklerine gelince hiçbirinin Dostoyevski’nin
de Tolstoy’un da adını duymamış olduklarını
gördüm.
Henüz çevirmediğiniz ama çevirmeyi çok
istediğiniz bir yazar/ kitap varsa bizimle paylaşır mısınız? Ek olarak şunu da sormak istiyorum: Her okurun özel bir bağ kurduğu yazarları/ kitapları vardır. Sizinkiler kimlerdir,
nelerdir?
Gogol’ün, Dostoyevski’nin eserlerinin hemen
hepsini çevirdim, şimdi Turgenyev’i çeviriyorum. Gorki’in, Bulgakov’un belli başlı eserlerini
çevirdim. Çeviri benim için bir hayat biçimidir.
Beethoven’in Beşinci ve Dokuzuncu Senfonilerini, Çaykovski’yi dinlerken duyduğum hazzı çeviri yaparken de duyuyorum. Dolayısıyla çeviriyi
bırakamam.
Rus ve Türk ulusları arasında bir benzerlik
buluyor musunuz? Bizim Rus edebiyatına duyduğumuz yakınlığın karşılıklı olup olmadığını
öğrenmek istiyorum! Ruslar Nâzım Hikmet dışında hangi yazarlarımızı biliyor, okuyor?
Rus ve Türk halkları arasında doğal bir yakınlık var. Bizlerin Rus klasik eserlerine ilgimiz
bundan kaynaklanıyor olabilir. Nazım Hikmet
konusu değişik. Aziz Nesin de çevrildi Rusçaya.
Başkaları da çevrilmiş olabilir.
Bildiğiniz gibi yazarlarımızın başka dillere çevrilmesiyle ilgili son yıllarda birtakım iyi
gelişmeler var -özellikle de Orhan Pamuk’un
Nobel almış olmasının bundaki etkisi yadsınamaz. A. H. Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ romanı Penguen Yayınları’nın
Klasikler serisinden yayımlandı... Öğrenmek
istediğim şey şu: Hangi yazarlarımızın hangi
kitaplarını diğer dünya dillerinde görmeyi isterdiniz?
Elbette, bütün yazarlarımızın.
Sizce iyi bir okurun -kime iyi okur denir,
iyi okur kimdir sorularını bir kenara bırakarak soruyorum- - ulaşamadığı, yahut kısa yoldan, bilmediği için diyelim, orijinalini okuma
şansı bulamadığı bir dilden çevrilmiş bir esere/
metne/ kitaba “iyi” diyebilme, bir değer biçme,
hatta başka çevirilerle kıyaslama şansı/hakkı
var mıdır?
83
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Çevirilerin kıyaslanmasından daha doğal bir
şey olamaz. Çevirinin kötülüğü eseri sıfırlar.
Hem yazara hem okura ihanettir. Şimdilerde bazı
yayınevleri başka bir çevirmenin çevirisini alıp
biraz değiştirerek basıyorlar. Rusça bilmeyen biri
önemli bir yapıtı değiştirerek yayınevine veriyor,
yayınevi de bunu bilerek basıyor, okur da ucuz
olduğu için alıyor. Bir yayınevi sahibi benden
çeviri istediğinde, onun çalışma şeklini bildiğim
için o şartla kendilerine çeviri yapamayacağımı
söylediğimde bana şöyle cevap vermişti: “Ben de
senin çevirilerini alır, Rusça bilmeyen birine verir, birtakım değişiklikler yaptırarak basarım…”
Çevirilerin bir ülkenin edebiyatı, kültürü
için ne denli önemli, yararlı olduğu tartışılamaz
bir gerçektir. Ancak, her türlü çeviriyi böyle
değerlendirmemiz de olanaksızdır. Zira yalnızca
bizim ülkemize özgü bir çeviri çeşidi vardır ki,
önemi ya da yararı bir yana, toplum için son
derece zararlıdır da. Kitapçı raflarında üç beş
liraya satılan klasik eserleri görmeyenimiz yoktur.
Yazara da, Türk okuruna da bir çeşit ihanet
sayabileceğimiz bu kitapları, ucuz oldukları
için alan, sonra da o eseri okuduğunu sanan
insanlarımız çoktur. Genelde şairlere sorulan bir sorudur, daha
önce bir çevirmene sorulduğuna hiç şahitlik
etmedim ama ziyanı yok, pot kıralım: Beğendiğiniz genç çevirmenler var mı? Varsa kimlerdir?
Elbette, iyi çevirmenlerimiz var.
Çeviri
ve
evrensellik
konusundaki
düşünceleriniz nelerdir? Çevirinin evrenselliği konusunda söylenecek
tek şey, bu sanat dalının insanlara, başka
diyarlardan hemcinslerinin duygularıyla, dünya
görüşleriyle, yaşam biçimleriyle, toplumsal sorunlarıyla, her şeyleriyle tanışma olanağını sağlamasıdır.
Çevirilerin edebiyatımıza katkısı nedir?
Bunu biraz açar mısınız?
Bizi Külliye dergisi adına teşekkür ederim. ■
MÜHÜRLÜ ALYANS*
Güzel bir akşamında hayatın
Yanıma geliyorsun
Karanlık olsa da gecelerin
Yıldızlar gibi parlıyorsun.
Sence ay bir söz olursa
Asılı kalsın gökte parmağım
Soğuk gümüş arama
Sana sıcak güneşi veriyorum.
Öyle olsan da, alyansım
İşte, yüzünü açar aydınlık ay
Al onu, kabul et benim için
Mühür gibi sağlam, parmağında kalsın.
Düşüncemiz, gönlümüz bir
Sözümüz beraber, hayatı seviyorum
Öyle düşünsem de, akar su hızlıdır
Bir köprü yok üstünde, çekiniyorum.
İSHAK MEŞBEŞE(ADIGE)
* Seçme Şiirler, Yön Yayınları, çev. Meretiko Metin 1995,
s.44
84
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Dünyanın en güzel aşk şiiri
M. MİLÂT ÖZÇELİK
Y
ıllar evvel, Türk Edebiyatı dergisinin
şimdi hatırlayamadığım bir nüshasında 20. yüzyılın en önemli Fransız
şairlerinden Louis Aragon imzasını taşıyan bir
yazı okumuştum. Yazı, “Dünyanın En Güzel Aşk
Hikâyesi” başlığını taşıyordu. Aragon, gençliğinde, kızgınlıkla andığı Nobelist yazar Rudyart
Kipling’in “Dünyanın en güzel hikâyesi” adında
bir öyküsünü başlığın vaat ettiği ihtişama eşdeğer
bir beklenti içerisine okuyuşundan ve yaşadığı hayal kırıklığından bahsediyordu uzun uzun. Yıllar
yılları kovalıyor, Aragon, dünyanın en güzel aşk
şiirlerinden birini yazsa da (Sana Büyük Bir Sır
Söyleyeceğim), “dünyanın en güzel aşk hikâyesini”
okuyamamanın eksikliğini hep içinde taşıyor. Bir
vesileyle o yıllarda Fransızcaya ilk kez çevrilmiş ve
gelecek vaat eden genç bir Kırgız yazarın bir kitabını okuyor. Kitabın adı Cemile, yazarı Cengiz
Aytmatov. “İşte,” diyor, Aragon, “işte, dünyanın
en güzel aşk hikâyesi bu.” Ve başlıyor anlatmaya,
uzun uzun!
Bu ‘beklenti’ benim de içimde yer etmiş olacak, ilgi duyduğum tüm sanat dallarında (resim,
sinema, fotoğraf, edebiyatın tüm kolları…) hep
bir “dünyanın en güzel …” yaratısını aradım.
(Bayezid-i Bistamî’nin o güzel sözünü hatırlamanın vaktidir: “Aramakla bulunmaz; ancak bulanlar daima arayanlardır.”) Bu, bir yerde, sanatı
hayatımın biricikliğine sunmak, özgünlüğüne
katmak, onunla daha anlamlı ve anlaşılır, daha
kendiliğinden ve sahtelikten uzak bir ilişki kur-
ma girişimiydi benim için. Bunu yıllarca -ve en
başta- edebiyatta aradım. Yüceler yücesi bir dağın
zirvesinde yapayalnız ve tek ayağı üzerinde durmaya mahkûmken bile hayatta kalmaya çalışan
bir insanın hikâyesi bile bana “işte dünyanın en
güzel …”sı dedirtmedi! Hayır, o ben değildim.
Gözyaşları içinde kendini boşluğa bırakırken kaderine sitem eden kusurlu adam olsaydı belki,
ama o ben değildim… Edebiyatın o güne değin
beni mahrum ettiği şeyi sinemada buldum ya
da şöyle mi demeliyim: Bunu bana sinema verdi. (Naili’nin dediği gibi: “Lutf u keremi Hazret-i
Mevlâ ile geçtik.”) ‘Karhozat’, Macar yönetmen
Bela Tarr’ın -aynı zamanda doğduğum yıl olan1988’de gösterime girmiş olan ilk filmi. Türkçe
adıyla, Lanet. Artık tabiileşmiş bir alaka ve merak duygusuyla izlemeye başladığım film, dehşete kapılmış bir bedenin korkuyla inip kalkan
göğüs kafesi yüzünden beni gece boyu uyutmadı
ve bana hakikatimi suratımda patlayan bir baba
tokadıyla eşdeğer bir öfke ve merhametle beyan etti. Razıydım. Çok üzülmüş, ağlamış ama
geç ve beklenmedik bir zamanda bile olsa gelen
bu mesaj için Rabbime minnettardım. Bu yazıyı Mevlit Kandilini idrak ettiğimiz bir gecede, 2
Ocak 2015’te yazıyorum. Diyebilirim ki Lanet’i
izlediğim gece, ilk defa o gece, ilk vahyin ağırlığı ile üzerine örttüğü kat kat yorgan altında titreyen peygamberimi anladım. Ona olan sevgim
kâinatın sınırlarını aşmış, hakikate yaslanıyordu
artık. O sevgi, beni büyük bir boşluktan çıkarıp
85
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
gerçek anlamda evrensellik bilimin dili ile oluşur. İnsan
ve eşya somut mevcudiyet bakımından hep aynıdır. Bilim
bu ilişkiyi kayda geçirir. Fakat bilimin çizdiği resimde
sadece eşya ilişkileri vardır ve başkaca da bir dünya
tablosu yoktur. Edebiyatın dilinde egemen unsur ise
duygusal bağlamlardır.
Rabbimin rızasını kazanmak için çabalayacağım
bir hayat tasavvuruna götürecekti.
İnsanın karşısına ne zaman, neyin çıkacağı çok mu muğlak? Hani, insan kendi kaderini
kendi yazandı. Yazılırken yaşanılan bir tarih çok
da öngörülemez olmasa gerek. (Uyarı: Bu söylenene Hz. Hızır’la karşılaşmalar dâhil değildir.)
Benim için hayat, sanat kadar sürprizlerle dolu
değil. Öte türlü İshak Meşbeşe ya da nâm-ı diğer
Adıge ile ve onun “Mühürlü Alyans” şiiriyle karşılaşamazdım. Hayat bize nesneyi sunuyor sadece,
ona anlam katmak yılların süzgecinden geçerek
kazanılmış bir şahsiyetin işi. Benim “Mühürlü
Alyans” isimli şiire yüklediğim anlam, Aragon’un
Cemile’ye yüklediği anlamdan farklı değil. “Mühürlü Alyans” benim için “dünyanın en güzel aşk
şiiri”dir.
İshak Meşbeşe Çerkes halkı için çok önemli bir şair. Hatta Çerkezlerin Mehmet Âkif ’i denilmesinde hiçbir sakınca yok gibi. Anavatanlarından sürülmüş olan Çerkezlerin hâli hazırda
kullandıkları millî marşlarının da şairi Adıge.
(“Adıge”, Çerkez halkı arasında yaygın bir biçimde kullanılan genel bir lakap, bir hitap şekliymiş. Adını bilsin bilmesin, Çerkezler arasında
birbirlerine “Adıge” diye seslenmek, hitap etmek
bir saygı ve yakınlık belirtisi aynı zamanda. Her
Çerkez bir Adıge!) Sovyet okullarında eğitim
görüyor Meşbeşe. Parti komiserleri ile yakın bir
ilişkisi oluyor hep. Sovyetler içinde gelişen kültürel atmosferin her zaman bir şekilde içerisinde oluyor. Ama mensubu olduğu halkla ve onun
acılarla dolu makûs talihiyle ilişkisini hiçbir zaman kesmiyor; kaleminden Çerkezlerin şarkıları,
ağıtları eksik olmuyor hiç. Mehmet Âkif ’le bu
yüzden bir bağ kurdum zaten aralarında. Bir ulusun varlığını kendi varlığı gibi sahiplenen, kendi
bedenini ulusunun değerleri uğruna siper eden,
bunun için yalnızca kalem savaşları değil, bir ruh
cihadı yapan, yapabilen şairler vatan şairi olarak
kabul görüyor zaten.
Yine de sevmem dava şiirlerini. İster Mehmet
Âkif yazsın, ister Nâzım Hikmet… Birinin Berlin
Hatıraları ve o hatıraları yazarken, düşünürken
gurbet elde oturduğu kafeteryada etrafına hayret
ve hüzünle bakan güzel insan daha çok ilgimi
çekerken, bir diğerinin hapishanede bile olsa çalışarak, üreterek karısına bakmaya çalışan ve her
gün aynı saat diliminde ona duyduğu büyük özlem için Saat 21-22 Şiirleri. “Ben gelmedim davi
için” diyen bir Yunus’tadır hep kulağım. Her ulusun zor zamanları olmuştur ve her zorluk, darlık
kendisini bulacağı bir sese gereksinme duymuş,
ona yaslanmıştır, onun ruhaniyetinden güç almaya çalışmıştır. Bu Macarlarda Sandor Petöfi
iken, Türklerde Mehmet Âkif ’tir. Senegallilerde
Léopold Sédar Senghor iken, Çerkezlerde İshak
Meşbeşe’dir… Antropologların inanma ihtiyacı
duyan bir insan topluluğu için kullandıkları argümanlar bu noktada da devreye girer sanki.
Yazının sonunda tamamını okuyacağınız Mühürlü Alyans şiirini daha ilk okuyuşumda onun
dünyanın en güzel aşk şiiri olduğunu büyük bir
sevinç ve şükran duygusuyla fark ettim. Defalarca
okudum; yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya,
karışık!... Şiirin bana söyledikleri kadar benden
sakladığı vardı. Hâlen öyle… Her okuyuşumda
bir kapı açıldı. Açılan her kapı kilitli başka bir
kapıya çıktı. Şüphesiz bu şiir, benim şiirimdi, benim hakikat evrenimdendi. Her dimağın bu şiirden benimle aynı tadı alamayacağını biliyorum,
bu benim hikâyem! İşbu yazının yazılış gayesi de
bu noktada kendini ele veriyor işte: Şiirini, öyküsünü, filmini arayan okur! Aramak, evet. Benim
arayışım “Soğuk gümüş arama/ Sana sıcak güneşi
veriyorum.” diyen bir şiirle, bitti.■
86
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Meydan
ASUMAN DEMİR
B
azı insanlar komiktirler. Duruşlarında, susuşlarında komiklik vardır. Onlara
bakıp saatlerce gülebilirsiniz. Sanırım şimdi de önümden öyle biri geçti. Meydan oldukça kalabalık, konuşma sesleri, ayak tıkırtıları ile ahengini tamamladıkça burayı daha çok sever oluyorum. Uzun zamandır kaçıp geldiğim bu yer huzurumu
arttırıyor. Oldukça kalabalık olmasına karşın; yalnızım.
Hava güzel. Bahar kendini ağırdan ağıra hissettiriyor. Güneş, yazdan kalma bayat bir
sıcaklıkla iliklerimde. Kuşlar, kötü haber tellalı gibi cıvıldamaya başladı. Ağaçlar kıştan
çıkma bir görgüsüzlükle yaza giyiniyor. Karın eriyen suları ile yollar aklanıyor ve meydan
kalabalık. Ayırt edemediğim karışık sesler topluluğunda bana en yakın sedayı arıyorum.
Arkalardan gelen bir çocuk ağlaması içimin derinliklerine işliyor. Bahara ve bunca kalabalığa rağmen sessiz bir gün aslında.
Önümden bir adam geçiyor. Dizlerine kadar uzanan bir montu var. Yalancı bahara
kanmayan insanlardan olsa gerek. Koyu renkte bir pantolon ve botlar… Onlar da kışa
uygun. Uzun ve ince yüzündeki anlam keskinliği ürpertiyor. Acelesi varmış gibi hızlıca
geçiyor. Sokaktakilerle göz münakaşasına dahi girmiyor. Ardından bir sürü insan geçiyor. Ben ise kendime yakın ya da uzak gördüklerimi kuyumcu inceliği ile seçiyor, akıl
süzgecimden geçiriyorum.
Diğer kadınlardan farksız bir kadın... Az önceki adamın aksine gözleri arayışta. Yanındaki arkadaşı ile hararetli bir konuşmaya giriyor. Meydanın uğultusuna kahkahalarını dâhil eden kadın iticiliği ile gözlerimi yoruyor. Menfaatçi bir tarafı var. Nereden kestirdiğimi bilemesem de menfaatçi olduğu konusunda en ufak bir şüphem yok. Yıllardır
meydana gelip gittiğimden artık insanları çehrelerindeki ifadeler ile tanır oldum. Yüzleri
ile onları tanımak hiç de zor değil. Çünkü insanlar, hırslarını, heveslerini, sevinçlerini,
üzüntülerini ve daha da önemlisi kişiliklerini yüzlerinin her bir hattında gizlerler. Ve bu
giz, kalabalık ortamlarda yani gizlenen bir sürü duygu içinde aşikâr bir şekilde sırıtır.
Bir anda genzimi yakan bir tütün kokusu alıyorum. Dükkânların içleri farklı, dekorları da, fakat insanlar aynı. Kimi son dönemin en güzel renklerini giymiş. Lakin bana
kapkaraymış gibi geliyor. Salına salına yürüyor kadınlar. Ceplerinde tek kuruş yoksa
87
h azir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
da gözleri vitrinlerde. Asfaltın kardan arınmış
güneş gören yüzü kızıyor, bir kadın kahkahası
daha ve meydan kalabalık.
İnsanlar, yüzlerini zar zor bulunan güneşe
dönüyor. Güneş ise çoktan yola koyuldu. Bir
kız, bana göre herhangi biri, kendine göre biri
olanın tutarak elini ve basarak çiçeklere ayrılıyor az ötemden; ağır bir vasıta gibi. Bir garı
andıran bu yerden zincirleme kazalar ile kalkıveriyor insanlar. Kimi yolun sağını tercih ediyor kimi solunu ve farkında olmadan varıyorlar aynı yere. Karşı bankta bir kişi oturuyor.
Bilinmeyen bir kimse iğne değdirse tenine “ha
ağladı ha ağlayacak” derken yola çıkmaya hazırlanan herkes teker teker değiyor kıza.
Kız ağlamıyor.
Dağlardan gelen rüzgâr çamların arasından
geçerek geliyor kızın yanına, usulca gezdiriyor
ellerini saçlarında; kız yine ağlamıyor. Donuyor göz pınarları, içine bir ıstırap batıyor, kısık ve hafif çekik gözleri çehresine gömülüyor.
Küçülüyor ağzı ve büyüyor burnu, etraf toprak
kokuyor. Batan güneş sırtına vuruyor ve gölgesi geziniyor çimenlerde, bir çocuk oynuyor
gölgenin üzerinde. Yerden zıplayan çamurlar
ulaşabildikleri kadar yukarı sıçrıyor ve leke bırakıyorlar çocukta; bir su ile temizlenebilecek
fakat arkasında kaldığı için mevcudiyetini idrak edemeyeceği lekeler.
İşaret ve orta parmakla sayılabilecek kadar
kişi kalıyor. Bir çocuk, bir kız ve varlığını inkâr
eden yarım parmak. Bir nar tam orta yerinden
kesiliyor ve gökyüzünde çıkmayacak izler
bırakıyor. Taneler düşüyor bulutların üstüne
lakin bulutlar dingin. Kız kalkıyor. Tozu
toprağı bir sille ile savuruveriyor. Adımlarını
sayıyorum: bir, üç, dört, yedi…
Kız elini cebine atıyor, bir iki nar tanesi
düşüveriyor yere. Göğe bakıyorum “mai bir
gece”. Hâlen sayılmıyorum varlık listesinde
ve bir çocuk hâlâ koşuşturuyor meydanın orta
yerinde.
88
Meydan tenha.■
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Yavuz Bülent Bâkiler'den;
"Sözün Doğrusu"
M. HÂLİSTİN KUKUL
B
Biz; Türk Milleti
olarak, Türkiye
Türkçesinin,
‘Türk Dünyası
Türkçesi’ olarak
zenginleşmesini
ve yaygınlaşmasını
hedef almak
zorundayız. Bu
bakımdan, başta
üniversitelerimizin
ilgili bölümleri, millî
eğitim ve kültür
bakanlıkları olmak
üzere, bir ‘millî dil
hedefi’nin tespit
edilip faaliyete
geçilmesine acilen
ihtiyaç vardır.
ütün ilmî eserlerin, edebiyat türlerinin ve hâliyle musikinin de esas unsuru olan ‘lisan’ hakkında yazılmış
fazla kitabımız yoktur. Olanları da okuyanımız
çok sayılmaz. Bilhassa, güzel Türkçemizle ilgili
makale ve eserlerin az oluşu, maalesef, bizim,
‘kelimeler’ üzerinde fazla düşünmememizin
neticesi olarak karşımıza çıkar.
“Sözün Doğrusu”; doğrusunu söylemem
gerekirse, bu hususta, okuduğum nadir eserlerden biri olup kıymetli şair, edip ve hatip Yavuz
Bülent Bâkiler Bey tarafından yazılmıştır.
“Sözün Doğrusu”; iki cilt hâlinde ve “Yakın
Plan Yayınları”nın ‘büyük’ bir hizmetidir. Bu
‘hizmet’, hem yazan için hem de yayınlayan
için “’büyük’tür. Çünkü bir milletin varlığını devam ettirmesi diliyle mümkündür. Millî
birliğin korunması, gelişmesi / geliştirilmesi ve
devam etmesi/ ettirilmesi yolunda yapılan her
faaliyet, bir ‘hizmet’tir ve böyle bir hizmet ise,
çok değerlidir.
Kitabın birinci cildi 256, ikinci cildi ise,
238 sayfa olup; toplamda 494 sayfalık bir şaheserle muhatap olmaktayız. Birinci ciltte 91;
ikinci ciltte ise, 80 makale yer alıyor. Yani;
Türkçemiz hakkında, toplam 171 yazı. Az bir
rakam değil!...
Yavuz Bülent Bâkiler Bey; eserine, “Başlar89
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Gönlüm arzu
ederdi ki, bu
tarz eserlerle
insanımızı
uyarma vazifesini
üstlenen, sadece
Türkçe sevdalısı,
gönüllü birkaç
edip ve yazarımız
değil, en
azından, edebiyat
ve lisaniyat
sahalarında kürsü
sahibi olan çok
sayıda kişimiz de
bulunsun.
ken…” diye yaptığı takdiminde şunları söylüyor: “Dünyada, alfabesi ve dili üzerinde en çok oynanan milletlerden birisi, belki de birincisi biziz. Her milletin bir alfabesi
vardır. Dünyada yirmi dokuz ayrı alfabeyle okuyup yazan
tek millet biziz; neden acaba?
Dünyada yanlış bir dil ve eğitim siyaseti yüzünden bir
önceki neslin edebiyatını okuyamayacak, anlayamayacak
nesilleri de biz yetiştiriyoruz; niçin acaba?
Türkiye dışındaki Türk topluluklarıyla aramızdaki
ortak kelimeleri dilimizden çıkarıp atan resmî ve hususi
kuruluşlar sadece bizde var; garip değil mi?
(...) Tarih, siyasi istiklâllerini kaybeden milletlerin,
kültürlerini, yâni dillerini, dinlerini, tarih şuurlarını, gelenek ve göreneklerini kaybetmedikleri takdirde, bin yıllık, hatta iki bin yıllık bir esaretten sonra bile yeniden
derlenip toparlandıklarını, yeniden istiklâllerine kavuştuklarını örnekleriyle gösteriyor. Ama tarih, kültürlerini
kaybeden milletlerin yeniden bağımsızlıklarına kavuştuklarına dair bir tek örnek bile vermiyor.
(...) Kültürün en önemli iki kaynağı dil ve din! Din,
Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) ifadesiyle nasihat olduğuna göre dini anlatabilmek için de güzel, doğru ve zengin bir dile ihtiyacımız var.”(bk. Sözün Doğrusu 1-2, Yavuz Bülent Bâkiler, Yakın Plan Yayınları, İstanbul 2012,
s. 9-10)
Gaflet’ten ihanet’e kadar tahlil etmemiz gereken bu
satırlar, binlerce senelik Türk tarihinden almamız gereken
‘ibret’in de bir hulâsasıdır. Ne zaman ‘gaflet’e dalmışız ve
ne zaman yapılan ‘ihanetler’e karşı durmasını bilmemiş /
bilememiş -vurdumduymaz olmuşuz- başımıza gelmedik
‘musibet’ ve çekmediğimiz ‘eziyet’ kalmamıştır.
Hâlâ çekmekteyiz!
Söz buraya gelmişken, bir hususu açıklığa kavuşturmak istiyorum. Kur’ân-ı Kerim’de, Rûm suresinin 22.
ayet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz, bize -mealen- şöyle
buyurmaktadır: “Göklerin ve yerin yaratılışı ile, dillerinizin / lisanlarınızın ve benizlerinizin / renklerinizin değişik
olması da onun ayetlerindendir. Elbette bunda bilenler
için ibretler vardır.”
Şunu bilmek ve unutmamak lazımdır ki, bu duruma
göre, dilimizin yani güzel Türkçemizin korunması, yaşatılması ve geliştirilmesi, aynı zamanda bize verilmiş ‘dinî
bir emir’dir.
Millî kültür değerlerimizi yaşatabilmek için, lisana
mutlak surette ehemmiyet vermek ve onu, bütün yabancı
tesirlerden ve iç fitnelerden uzak tutarak korumak gerekir.
“Sözün Doğru”; hakikaten, bütün bu hususlarda, teferruatlı bir şekilde örneklerle ve açıklamalarla doludur.
90
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Türkçemize yapılan ve yapılmakta olan iç ve
dış müdahaleleri, Türkçemiz üzerinde oynanan
oyunları, bilerek veya bilmeyerek yapılan yanlışlıkları sadece meydana çıkarmakla kaymayıp,
‘doğrularını’ da samimi bir üslupla tavsiye etmektedir.
Gönlüm arzu ederdi ki, bu tarz eserlerle insanımızı uyarma vazifesini üstlenen, sadece Türkçe
sevdalısı, gönüllü birkaç edip ve yazarımız değil,
en azından, edebiyat ve lisaniyat sahalarında kürsü sahibi olan çok sayıda kişimiz de bulunsun.
Yine gönlüm arzu ederdi ki, Türk dili hakkındaki bu tespit, teşhis ve çareleri, asıl mesleği ‘avukatlık’ olan bir fikir adamından önce, üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyatı kürsülerindeki
salahiyetliler ve mesuller dile getirsinler, Türkçenin meselelerine vâkıf, Türkçenin istikbalini ışıklandırabilecek öğretmenler yetiştirsinler. Ve yine
gönlüm arzu eder ki, “Sözün Doğrusu” nu, eski
ve mevcut bütün salahiyetliler ve mesuller ile bu
salahiyet ve mesuliyetleri üzerine almaya talip ne
kadar hevesli var ise, onlar okusun!
Bilhassa, millî eğitim ve kültür meselelerinin
taliplileri okusun!...
Profesörler, paşalar, doktorlar, hâkimler, öğretmenler, edebiyatçılar, mühendisler... Üniversite öğrencileri ve Türkçeye sevdalıyım diyen ‘herkes’, okusun! Şairlikte, hikâyecilikte, romancılıkta, tiyatro yazarlığında, hatiplikte iddia sahibi
olanlar okusun!
İnanıyorum ki, “Sözün Doğrusunu” okuyan
herkesin, Türkçeye, Türkiye’ye, Türk dünyasına
ve dünyaya bakışında, müspet yönde muazzam
değişiklikler olacaktır.
Ve aynı zamanda, bu okuyuş; hem Türkçe
hem millî kültür, hem millî şuur ve hem de tarih
şuuru bakımlarından fevkalâde tesirli olacaktır.
“Sözün Doğrusu”ndaki birçok hususu, geçen zaman içeresinde, ben de, hem Yavuz Bülent
Bâkiler’in televizyon konuşmalarında, hem gazete
yazılarında hem konferanslarında ve hem de kendileriyle yaptığım hususi sohbetlerimde okumuş
ve dinlemiştim. Fakat ‘yazılı’ metinlerden -topluca- okumanın bambaşka olduğunu söylememe
gerek olmadığını da düşünüyorum ve bununla
da, “Sözün Doğrusu”nun, baştan sona, âdeta bir
ilmî eser okunur gibi okunarak, bilgilerin şuuruna ve zevkine vâkıf olunmasını da arzu ederim.
“Sözün Doğrusu”ndaki 171 başlığı yazma
imkânım yoktur. Ancak; bir ‘anafikir’ vermek ve
bilgi sahibi olunmasını temin bakımından, bazı
başlıkları naklediyorum:
“Ana Dil mi, Ana Dili mi?, Avustralya’da İngilizleşen Türkler, Azerbaycan Türkçesi Türkiye
Türkçesi, Başka Dil Var Diyenin Başka Bir Emeli
Var, Çırpınırdın Karadeniz Bakıp Türk’ün Bayrağına, Dilde Birlik Fikirde Birlik İş’de Birlik, Divan Edebiyatımız Üzerine, Güzel Bir Dili Çirkin
Kullanmak, Kırım Türklerine Kurulan Tuzak,
Kitapsız Kütüphanesiz Ev Olmaz, Millet mi Ulus
mu, Neden İkinci Bir Dil, Öz Türkçe Çıkmazı,
Şark Meselesi, Türk İnsanı da Ne Demek?, Yabancı Dille Eğitim, Adından Korkan Bakanlık:
M.E.B., Atatürk’ün Türkçesi, Avrupa’da Dört
Milyon Türk, Dedem Korkut’u Yeniden Okumak, Dil-Lehçe-Ağız, Güneş Dil Teorisi, İmparatorluk Dili, Neden Türkistan-Neden Azerbaycan,
Tarihimizden Kopmak, Türkçe Bilen Aranıyor,
Yabancı Dille Eğitim, Türkiye ve Türkçe Üzerinde Oyun...”
Yavuz Bülent Bâkiler; ‘Sözün Doğrusu”nda,
kendisine mahsus şairane üslubuyla, bir ‘dünya
dili olan Türkçemizin nasıl yozlaştırılmaya ve yalnızlaştırılmaya çalışıldığının ve ihmâl edildiğinin
hazin macerasını anlatmaktadır.
Evet, tam bir macera!... Çünkü bir canlı varlık
olarak bir dilin başından ancak bu kadar hâdise
geçebilir. Buna rağmen, bu dil; hâlâ ihtişamlıdır
amma, “Sen, benim öz malımsın, varlık şartımsın!” diyenleri de -maalesef- çok az olan bir dildir!
Biz; Türk Milleti olarak, Türkiye Türkçesinin,
‘Türk Dünyası Türkçesi’ olarak zenginleşmesini
ve yaygınlaşmasını hedef almak zorundayız. Bu
bakımdan, başta üniversitelerimizin ilgili bölümleri, millî eğitim ve kültür bakanlıkları olmak
üzere, bir ‘millî dil hedefi’nin tespit edilip faaliyete geçilmesine acilen ihtiyaç vardır.
Türkçe’nin gelişmesi hususunda ‘öncülük’ yaparak, millî bir vazife şuuruyla bu kıymetli eseri
hazırlayan mümtaz şairimiz Yavuz Bülent Bâkiler
Bey’i ve onu basarak Türk fikir hayatına takdim
eden Yakın Plan Yayıncılığı tebrik ediyorum.
Ve bu vesileyle; Türk dili ve Türk edebiyatı
sevdalılarına seslenerek: “Bu başucu kitabını sakın yanınızdan ayırmayınız!” diyorum. Lütfen!
Lütfen! Lütfen!■
91
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Günümüz öyküsüne anlamlı bir
katkı:ismigül
EBRU BURCU YILMAZ*
“Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe
doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabbinin izniyle her
zaman meyvesini verir.”
İbrahim Suresi-24
D
ünya, insanın önünde okunmayı
bekleyen bir kitap gibi dururken iyi
bir okuyucunun aynı zamanda kendisini ve kâinatı iyi ifade eden bir yazı ustası olması edebî eserlerin üretilmesine vesile olmuştur.
Kuramlar ve poetikalar edebî eserin kaynağına
dair çeşitli teoriler ortaya koymakla birlikte aslında insanın kendisini ifade etme ihtiyacı karşısında söze tutunması ve zihnindeki sorulara cevap
ararken güzergâhını insan öyküleri üzerinden çizmesi söz konudur.
Çoğu zaman gündelik dildeki kullanımından
hareketle asıl işlevi göz ardı edilen yahut hafife
alınan hikâye, anlatma ihtiyacının en eski
dışavurum vasıtalarından biridir. Kur’ân-ı Kerim, kıssaların insanın tefekkür etmesini sağlayan
işlevine dikkat çekerken aynı zamanda anlatıların insan üzerindeki dönüştürücü etkisine de
gönderme yapar. Doğu medeniyetinin tahkiye
geleneği ile Batı’nın öyküleme tarzını sentezleyerek bir hikâye çizgisi oluşturan Türk edebiyatı,
(ismigül) Doğu
medeniyetinin zengin
hikâye birikimine
yaslanarak günümüz
Türk öykücülüğünde
geleneksel anlatılarla
modern öykünün
başarılı bir sentezini
ortaya koyma
noktasında da önemli
bir çalışma olarak
değerlendirilmelidir.
*Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü ([email protected])
92
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
Necati Kanter’in yeni
yayınlanan hikâye
kitabı İsmigül ve
Kanter’in hikâyeciliği
Malatya İnönü
Üniversitesinde
düzenlenen bir
programla tartışıldı.
Yrd. Doç Dr. Taner Namlı, Doç. Dr. Ebru Burcu Yılmaz, Yrd. Doç. Dr. A. Faruk Güler
günümüzde çeşitli ve özgün metinlerden oluşan
zengin bir repertuvara sahiptir.
Öykü, modernizmin çilesini çekmekle birlikte postmodern bir dönemi de aynı anda yaşamak
zorunda kalan günümüz insanının duygu ve düşünce dünyasına, yaşam pratiklerine en uygun
tür olduğu için aynı zamanda da okuyucunun
ilgisini her daim cezbetmiştir. Hayatın küçük
ayrıntılarında saklı derinlikleri okumaya çalışan
her disiplinin ortak ilgi alanında yer alan öykü,
hem asıl hem de usul yönünden günümüz Türk
ve dünya edebiyatında ilgi uyandıran bir türdür.
Günümüz öykülerine baktığımızda kimi metinlerin okurun zekâsına hitap eden, anlamın
perdelendiği, kişi ve eşyanın bilinçdışının diliyle
konuştuğu kapalı ve yoğun anlamlı bir form ve
muhteva ile kurgulandığını görürüz. Olay âdeta
bir fon gibi öykünün arka planında ilerler. Buna
karşılık bazı metinler de gündelik hayatın pratiklerinden hareket eden, köşe başında çarpışabileceğimiz, her gün yanı başımızdan geçen aşina
kişi ve hayatlar üzerine kurgulanır. Temelde ortak
hakikatlerden yola çıksalar da söyleme biçimleriyle birbirlerinden farklı anlatma tarzlarına sahip
olan günümüz öykü metinleri dikkate değer bir
çeşitlilik arz etmektedir. 2015 yılının Ocak ayında yayımlanan İsmigül adlı öykü kitabıyla Necati
Kanter de Türk öykücülüğündeki bu nitelikli çeşitlilik içerisinde anılması gereken önemli katkısıyla bu yazının kaleme alınmasına vesile olmuştur. Bu vesile ile İsmigül içerisinde yer alan yirmi
öykü arasından seçtiğimiz örnekler üzerinden
yapacağımız değerlendirmelerle öykünün doğası
ve insan hayatındaki yeri üzerine bir kez daha dü-
şünme imkânı bulacağız.
Necati Kanter öykülerini tanımlarken kullanacağımız ilk sıfat sadelik olacaktır. Ancak bu
sadelik okuyucuda tek etki oluşturmaya hizmet
eden tekdüzelikten uzak bir açıklık olarak yorumlanmalıdır. Bunun yanı sıra bazı öykülerinde
ise tıpkı Hemingway’in buzdağı teoreminde olduğu gibi okuyucunun sezgi ve tecrit kabiliyetine
hitap eden metinler de kaleme alır. Öykülerdeki
yaygın temalar, insanın içsel yolculuğu, yoklukla
imtihanı, ruhsal arayışları, geçmiş ve bugünün
mukayesesi, köy ve kent hayatı gibi insanı merkeze alan konulardan hareketle oluşturulur.
“Kent Okulunda İlk Gün” başlıklı öykü, öğretmen olan başkarakter İsmail’in, okulun bahçesindeki bayrak töreninde geçmişe yaptığı yolculuk, kayıplar ve özlemlerinin verdiği hüznü yansıtan ifadelerle sunulur. Aynı kişinin hem çocukluk
dönemindeki hayata bakışı hem de bir yetişkin
olarak kendisine geçmişin hissettirdikleri kahramanın yaş ve statüsündeki değişim dikkate alınarak aktarılır. Gücünü ve öfkesini kontrol etmekte
zorlanan, çocuk İsmail, öykünün sonunda, hayatın geçiciliğini ölüme yüz tutan bir akasya ağacı
üzerinden okuyan olgun bir öğretmene dönüşür.
“Gece” öyküsü, diğerini hedef alarak hayatta
kalmaya çalışan hayvanlar arasındaki mücadele
üzerine kuruludur. Bir kedinin dağın öte yakasına ulaşmak için yaptığı yolculukta başından
geçen tehlikeler ve tanık olduğu olaylar anlatılırken ilk bakışta fiziksel ve coğrafî bir yolculuk gibi
görünen bu süreç, insanın evrendeki varoluş mücadelesinin hikâyesini resmeden bir tablo hâlinde
mücessem kılınır. Yazar, dışa bakış ve içe bakışı
93
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
birbirini derinleştiren iki pratik olarak kullanır.
Öyküdeki çevre tasvirleri okuyucuyu, bakıştan
temaşaya doğru boyut kazanan anlam katmanlarıyla karşılaştırır. Metindeki göstergelerin çağrışımları öykünün son paragrafında belirginlik
kazanır.
İbn-i Haldun’un “Coğrafya kaderdir” sözünün
işaret ettiği mekân ve insan arasındaki ilişki modern öyküde karakter çiziminde bir çıkış noktası
olarak benimsenir. Necati Kanter öykülerinde de
mekân olayların yaşandığı yer olmanın ötesinde
kahramanın kaderine tesir eden bir güce sahiptir.
“Raci” öyküsünde yazar, simit satan bir çocuğun
şehirdeki tutunma macerasını anlatırken şehrin,
insanı yutan mütehakkim tavrını “güzelliklerin
ve merhametin sürgün edildiği sokakların kederle
yıkandığı bu koca kent” ifadesiyle ortaya koyar.
Öyküde geniş yer tutan tasvir cümleleri şehirdeki yoksul ve çaresiz çocuğun dramıyla birleşerek
okuyucuya duygusal bir gurbet türküsü söyletir.
Necati Kanter’in anlatmaya değer bulduğu
öykü kişileri, hayatı tekdüze yaşamayan, duygusal, fedakâr ve bilinçli insanlar arasından seçilir.
Toplumun meczup ya da deli diye nitelediği
kişiler bile bu öykülerde sahip oldukları insanî
duyarlılıkla ele alınır. Toplumun hemen her kesiminden insan tiplerine yer veren yazar, kişi
kadrosunu sadece insanlarla sınırlı tutmaz. Örneğin, “Ölüm Kanatlarımın Altında” öyküsünde
bülbül, “Gece” öyküsünde kedi başkarakter olarak karşımıza çıkar. Bunun yanı sıra kleptoman
bir çocuğun gözünden, sahip olma tutkusunu ve
pişmanlık duygusunu yansıtmaya çalışırken eşini
kaybeden bir kadın ya da evladını özleyen bir babanın çaresizliğini başarılı bir şekilde aktarır. Fiziksel portrelerden ziyade kişilerin iç dünyalarını
resmetmeye çalışan yazar rüya, hayal, iç konuşma
ve tasvir gibi teknikler yardımıyla metinlerine derinlik kazandırır.
Günümüz öykülerinde âdeta bir izlek olarak
benimsenen susku izleği, yazarın karakter çiziminde kişiyi konuşturmadan tanıtmasını gerektirir. İsmigül’deki “Siyah Gül” başlıklı öykünün
karakteri bu duruma örnek teşkil eder. Burada
kişiden ziyade kişinin hikâyesi aracılığıyla öykü
derinleştirilir. Karakterin bu tavrı bir sessizlik
değil, söylemenin farklı bir biçimi olarak okunabilir. Çevresindeki insanların kimilerinin deli,
kimilerininse veli olarak nitelediği öykü kişisi,
hayat hikâyesi başkasının ağzından aktarılsa da
okuyucuya ruh dünyasının incelikleriyle tanıtılır.
İsmigül, Kur’ân-ı Kerim’e, Mesnevi’ye ve
İslam medeniyetinin önemli yapıtlarına selam
gönderen metinlerarası bağlantılar kurarak, bu
konuda hazırlıklı okuyucunun mevcut öykülere
gizlenen alt metinleri okumasını sağlar. Epigraf
olarak kullanılan bir türkü ya da tasavvufi remizlerle örülü bir metin karşısında okuyucu sahip
olduğu okuma kültürü nispetinde öyküden nasiplenebilir.
Yalın ve gerçekçi öyküler kaleme alan Kanter,
bilinç ve bilinçaltının dile dökülmesinde zaman
zaman diğer edebî türlerden de yardım alır. Şiirsel ifadelerin ön plana çıktığı öykülerde imgesel
dile başvuran yazar, özenli ve anlaşılır bir Türkçe
kullanır. Örneğin; “Yoluna Düştü Yolum” başlıklı
öyküde soyut gerçekliği ifade ederken şiir dilinden yararlanan yazar, nazım ve nesrin bir arada
olduğu bir metin kurgular. Kaside-i Bürde’nin
hikâyesini anlattığı “Sevgili Uzaklaştı” ve modern
bir Leyla ve Mecnun hikâyesinden hareket ederek
İslam medeniyetinin zirve noktasından bugünün
Orta Doğu gerçeğine düşüşü eleştirel bir üslupla
anlattığı “Gülüşün Yüreğime Damladı” başlıklı
öyküler okuyucuya mecazın kapılarını açan şiirsel
üslubun en belirgin şekilde hissedildiği metinlerdir.
Edebiyat, sakladıklarıyla da gösterdikleriyle de insanın ilgisi çeken bir alandır. Öyküler,
kendisi ve hayata dair sorularına cevap bulmaya
çalışan insana söyledikleri ve sezdirdikleriyle derinlikli bir kavrayışa kapılarını açar. Bu gerçekten
hareketle günümüz Türk öykücülüğüne anlamlı bir katkı sunan Necati Kanter’in İsmigül adlı
öykü kitabı, iç gerçekliğini kavrayarak ruhsal
bütünlüğe ulaşmayı hedefleyen, dünya serüvenini anlamlandırmaya çalışan ve tarihî çizgisel bir
düzlemde değil bugünü inşa eden bir olanaklar
hazinesi olarak gören okuyucunun ilgisini çekecek metinlerden oluşmaktadır. Hayatın edebiyattaki yansımasını okuma imkânı sunan bu öykü
kitabı, Doğu medeniyetinin zengin hikâye birikimine yaslanarak günümüz Türk öykücülüğünde
geleneksel anlatılarla modern öykünün başarılı
bir sentezini ortaya koyma noktasında da önemli
bir çalışma olarak değerlendirilmelidir.■
94
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
TÜRKSAV 19. Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri
Kazakistan Ankara Büyükelçiliğinde sahiplerini buldu. Bizim Külliye
dergisinin ödülünü de Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam aldı.
95
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5
96
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 5

Benzer belgeler