Yürekte bukağı, zihinde nal, koşuyoruz

Transkript

Yürekte bukağı, zihinde nal, koşuyoruz
Yürekte bukağı, zihinde nal, koşuyoruz koşmamaya...
Edebiyat Dergisi
V. sayı/Eylül 2015
Zor zamanlar… Ölümler, kıyımlar, sonu gelmeyen acılarla kuşa-
tıldığımız günlerden geçiyoruz. Belirsizlik ve endişe yüklü bulutlar gibiyiz.
Bense günlerdir şiire sığınır oldum. Bir bakıyorum, Oktay Rifat’a
uzanmış elim, “Bir Aşka Vuran Güneş” odaya iyimser bir hava dolduruyor;
bir bakıyorum Gülten Akın sıvazlıyor sırtımı… T. Adorno, Auschwitz’den
sonra şiir yazmanın imkansız olduğunu düşünmüştü. İnsanlığın vicdanına
duyduğumuz inancın tükendiği buhran anlarında, böylesi bir düşünceye yakınlaşıyoruz belki. Diğer bir deyişle bir yanımız, hayatın ağır realitesi karşısında edebiyatın işlevsizleştiğini, anlamsız bir eyleme dönüştüğünü düşünüyor; ancak diğer yanımız onda soluklanmaya devam ediyor.
Lirik edebiyata duyduğu inanç ve heves ile burada, ellerinizin ara-
sında. Sizi bir soluklanma anına çağırıyor.
Yani şiir, hala yazılıyor.
Sezin Seda Altun
İÇİNDEKİLER
Düş
Dilan Özdemir 1-8
İçiş Kantosu
John Butler Yeats
9
Mühim Şeyler Egemen Tuğluay 11-12
Gottonakis: Yılanlar Ülkesi Hükümdarı Emrah Zencirci 13-14
İpsiz Çapsız Bir Kaplumbağa Gökhan Sal 15-17
Bazı Yükselişlere Ve Geceye Dair Sesli Şiir Erbil Yaşmaklı 19
Gidenlerden Kalanlar Hilal Argun 20
İskelenin Kıyısında Émile Verhaeren 21 Sen Dolabı Irmak Ecem Aydemir 22-24
Sancı Yeşim Çınar 25
Etki İpek Büyükakın 26-27
Kahraman Bakım Acısı Mete Karaoğlu 28
Martılar S. Uzunoğlu 29-31
Pantha Rei Sezin Seda Altun 33
Gülmek Üzerine Ömer Gündoğdu 34
EYLÜL / 2015
DÜŞ
Okur,
Senin şu an okuduğun cümleler benim dört günün sonunda yazdık-
larımı silip silip vardığım son duraktır. Oysa ne kadar sade görünüyor değil
mi? Yalnızca sana mektup yazmak istemişim gibi. Yahut tam olarak bunları
yazmak istemişim de basitçe yazmışım. Hayır. Dört gündür nasıl başlamam
gerektiğini düşünüyor, bulamıyor, deliriyor, bunalıyor, mütemadiyen
saçlarımı dağıtıyor, ellerimle kendimi severek teselli vermeye çalışıyor,
pencereye çıkıyor, çocuklara sataşıyor, yine gelip masanın başına oturuyor, kalemi alıyor, bir süre düşünüyor ve çok da ağır olmayan bir küfürle kalemi elimden atıp tekrar aynı serüveni yaşamaya koyuluyorum. Dört günde
kalemimden dökemediğim zehrim gözaltlarıma misafir, yüreğime ağırlık,
ciğerime duman, omuzlarıma fil oldu. Yazamıyorum. Yazamıyorum çünkü
yazacağım şeyi bulamıyorum. Yazmam gerek ama neyi? Seni, beni, mahalleyi, dünyayı, on senedir ölmüş olan annemi, beş senedir hatırıma gelmeyen
babamı, çocukluk kahramanım bakkalcı İsmail abiyi, bisikletimi, kaybolan
köpeğimi, ağaca takılan uçurtmalarımı değil. İstanbul’u, varmak istediğim
nice kucağı, başımı sevgi hasretiyle koyduğum o titrek dizleri, denizi, kırmızı
olan her şeyi, hayatımı değiştiren elleri… Bunları da değil! Bunların hepsini
yazdım. Bunların hepsini yedim, sindirdim ve acı bir hisle tükürdüm. Masanın üzerindeki şu bardak bile biliyor her birini tek tek nasıl betimlediğimi
uzun, ince bir yolda dört ayaklı yürür gibi.
Uçurumumdan bahsetmiş miydim? Hani o her salı akşamı dönüp dolaşıp gittiğim yer? Hayır, hayır, içsel bir yolculuk değil bu. Dedim ya çok yazdım onları.
Artık daha somut şeyler yazmak istiyorum. Daha yaşanabilecek ve yaşatabile-
1
LİRİK
cek şeyler. Uçurum diyordum. Anlatmadım mı? O halde hemen başlamalıyım!
Yalnız beni yarı yolda bırakmayacağını ve hikâyeme sorgulamadan, dudak bükmeden, başka işle meşgul olmadan inanmanı istiyorum okur. Ve kimseye anlatmamanı. Zira bu hikâyeyi duyması gereken biri varsa ben onu zaten bulurum.
Bir zaman işsiz kaldım. Şirket işlerini ve insanların neden öğle paydos-
larında yuvarlak olup sahte kibarlıklarından ödün vermeden, ellerini ovuştura
ovuştura dedikodu yaptıklarını anlayamadığım; kendilerinden yaşça küçük patronlarının tükürüklü bağırışlarına nasıl katlandıklarını düşünüp durduğum, para
için nelere göz yumabildiklerini gördüğüm ve buna pişman olduğum bir zamandı. Üstelik hiçbir şekilde anlamlandıramadığım bu insanlara ben de dâhildim.
Fotokopi makinesinin önünde kravatımı düzeltiyordum. Şirketin
en yaşlı çalışanı tuvaletten ellerini yıkamadan çıkmıştı, yemek saatinde aynı
masada oturmamam gerektiğini düşünüyordum. Gözlerim makineden tek tek
çıkan kâğıtlara kaydı. Beş yüz altmış tane kâğıdı fırında ekmek bekler gibi
bekliyordum. Bir, iki, üç, dört, beş, …, yirmi yedi, …, otuz iki, …, kırk. Durdum. Ne yapıyordum? Saçma sapan beş yüz altmış kâğıt için neden ömrümün
kırk beş dakikasını heba ediyordum? Etrafıma baktım. Annemin karnından
yeniden doğmuş gibiydim. Bu gri şirkette, bir duvarında bile herhangi bir
tablo asılı olmayan bu şirkette; bu, telefonların zırıl zırıl çaldığı, kadınların
incecik “Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?” seslerine -ki eminim evde eşlerine karşı böyle nazik değildirler-, tuvaletten ellerini yıkamadan çıkan bu
adama; yemekleri yaparken kafasına bone takmayan aşçıya, oturduğum ruhsuz masaya ve ben bunları düşünürken hâlâ kâğıt öğüren bu makineye nasıl
dayanıyordum? Yüz on iki, yüz on üç, yüz on dört, yüz on beş…
-İstifa ediyorum!
-Neden?
-Burada çalışmak istemiyorum.
2
EYLÜL / 2015
-Tamam.
Arkamdan kal diyeceğini sandığım patronum sağ eliyle kapıyı gösterirken ne
çok yanıldığımın farkına vardım. Kapıyı açarken bir yeşilçam tiradı vermek,
yapmak istediklerimin arasında olabilir diye düşündüm.
-Siz insan harcıyorsunuz! Sabahın köründe buraya gelen insanlara,
akşamın kör saatinde en az iki saatini yolda geçiren bu insanlara işlerini sevmeleri için bir şeyler yapın en azından. Beş yüz altmış kâğıdı topukları inleye
inleye beklemek yerine çocuklarıyla zaman geçirmelerini söyleyin onlara.
Hoş, siz insan harcıyorsunuz da dünya sizi harcamıyor mu sanki?
Bembeyaz yüzünde hiçbir yaşama belirtisi yoktu bu terli adamın. Odadan
çıktım. Dört adım atıktan sonra kapıyı çalmadan odaya girmenin hazzını yaşayarak kafamı içeriye uzattım:
-Ve lütfen daha az tükürerek konuşun.
Şirketten çıktım çıkmasına da ne yapacaktım? Kapının önünde öylece
kalakaldım. Önümden arabalar vızır vızır geçiyordu. Korna sesleri aptallığımı
mı yüzüme vuruyordu? Yaşlı bir kadın bastonundan güç alarak yürüyordu, ben
neyden güç alarak yürüyecektim? Kaç okul bitirmiş insanların bile işsiz kaldığı
bu şehirde ben nasıl iş bulacaktım? Gidecek bir yer olmalıydı. Hadi şimdi eve
gittim diyelim, ya sonrası? Sonra da mı eve? Hep mi eve? Para kazanmalarına
bu kadar kızdığım insanların içinde değil miydim ben de birkaç dakika önce?
Para kazanmadan ne yapacaktım ki? Ne yiyip, ne içecek, sevgilime nasıl hediye alacaktım? -Evet, bir de sevgilim vardı benim.- Fazla mı karamsardım?
Annemin “Kimse açlıktan ölmez.” deyişi geldi aklıma da biraz duruldum.
Birkaç gün işsiz dolandım ortalıkta. Aylak aylak, acelesi olmadan
sokakları dolanan bir köpek oldum çoğunlukla. Sarhoş gençlerden korkup kaçan bir kedi bazen. Çocuklarla seksek oynayan bir kurbağa ve kâğıttan uçaklarla uçabildiğini sanan bir kelebek. Hiçbir gün evde kalmadım neredeyse.
3
LİRİK
Sıkılıyordum dört duvardan. Otobüs terminallerine, istasyonlara, pazarlara,
dükkânlara, sahillere gittim. Büyük bir inatla yaşayan insanları izledim. Dirseklerimi dizlerime koyup onlara baktım, gözlerimi kapatıp seslerini dinledim. Onların arasında, onlarsız olmanın garip hissini onlardan habersiz yaşadım. Ve bir kez daha anladım; insan, insanın dayanağıdır. Muhtaç olduğudur.
Yapmayı en sevdiğim şey, şehrin yukarısında kalmış bir tepeye çık-
mak ve aşağı bakmaktı. Aşağı!
-Ben senden büyüğüm ey şehir! Sense üzerinden geçen kuşların boş
bulunup bırakıverdiği pisliğisin!
Bu cümleleri sarf ederken nasıl rahatlıyordum okur, bilsen. Evet,
diyordum. Evet, söyledim işte!
-Bu defa eksilen sen ol şehir! Senin saçma keşmekeşinden bıktım! Düzenli ve
büyük olmanla kandırıyorsun insanları. Onlar senin değil, benim insanlarım!
Çünkü ne düzenlisin sen ne de büyüksün!
Sonraları anladım ki benim çıkıp ahkâm kestiğim tepe bile şehrindi.
Peki benim olan ne vardı? Parasızlıktan aç kalmış bir karın? Temizlemeye
üşendiğim kirli bir ev? Saçları mis kokan bir sevgili? Hayır, hayır. O beni terk
etmişti.
Bazen köşeli koltuğumun en rahat yerine oturup kafamı duva-
ra yaslardım. Bazen camdan bakar, bazen halıyı incelerdim. Ne var ki bir
süre sonra koca bir iç geçirip, beş parmağımı birbirinden ayırmak, avuçlarıma bakmak ve hiçbir şeye sahip olmadığımı kendime göstermekten asla
kurtulamazdım. Sonu olmayan bir tedirginlik soğuk ve karanlık esintisini
yüreğime gönderirken ben ellerimi gözlerime iyice yaklaştırır, bana ait bir
4
EYLÜL / 2015
şeyler bulma umudunu kaybetmezdim. İşte bu fark ettiğim yokluklarım ve
son zamanlarda sıkıntılarım sayesinde anımsadığım annemin kütüphanesi,
beni yazmaya yöneltti. Yazdım. Boş bulundukça, yani neredeyse her zaman,
yazdım okur. Arada sırada kafamı kaldırıp “Bunları ne yapacaksın?” diye
sordum kendime. İnsanlar ne için yazarlardı? Onları masamın sağ köşesine
emanet etmeye karar verdim. Büyük ihtimal zaman denilen şeytanın nefesi
sarartacaktı onları.
Artık her derdimi onlara söylüyor, çayımı onlarla içiyor, onların iki-
lemlerine çare olmaya çalışıyordum. Onlar, yani kahramanlarım. Hayır, onları yarattığım için kahraman demiyorum onlara; beni kurtardıkları, gerçekten
kahramanım oldukları için.
Fakat bir gün biri bana yalnız onlarla büyümemin yanlış olacağı-
nı, başkalarıyla tanışmamın bana daha iyi geleceğini söyledi. Onu dinledim.
Bilmediğim yerlere gidip, bilmediğim insanlarla tanıştım. Bilmediğim
günlerin bilmediğim saatlerini verip onları evime davet ettim. Bilmediğim
marketlerden sırf ucuz diye kötü çaylar aldım. Getirdikleri kurabiyelerin
yanında ikram ettim onlara.
Yeni tanıştığım o insanların içinde en çok Ali Bey’i seviyordum.
Sık sık gelirdi evime. Ona bey dememi sevmeyen bir adamdı. Her cümlemi
“Lütfen, bana yalnız Ali diyebilirsin.” diyerek kesen bir adam. Üç numaraya
traşlanmış saçları, uzun bir burnu, iri gözleri, dışarı doğru geniş bir alnı, dökülen saçları, siyah kalın bir paltosu, deri ayakkabıları vardı bu adamın. O da
benim gibi işinden ve yaşama gayesinden bıkmış biriydi. Bana her defasında
benimle karşılaşmaktan memnun olduğunu, benim cesur biri olduğumu, kendisinin de istifa etmeyi düşündüğünü ama buna hiçbir zaman cesaret edemeyeceğini söylüyordu. Kafamı yere eğip mütevazı yanımı Ali Bey’in yanına
5
LİRİK
oturtuyordum bu anlarda.
Güneşli bir gün yine Ali Bey’i evimde ağırlıyordum. Masamın
üzerinde duran öykülerime takıldı gözleri. Birkaçını okudu ve çok beğendiğini
söyledi. Sonraki gün tekrar geldi. Kısa bir sohbetten sonra bir öykümü daha
okudu. Bu, neredeyse her gün tekrarlandı. Her gelişinde sohbetimiz daha
kısa, okuduğu öykü sayısı daha fazla oluyordu. Bir gün bana aniden öykülerimi satmayı önerdi.
-Kim alacak öykülerimi Ali Bey?
-Öyle demeyin. Bunlara ihtiyacı olan çok insan var. Kimi senaristim
diye başkalarının hikâyeleriyle geçiniyor, kimi yazamadıkça sinirlenip başkalarınınkini sahipleniyor. En azından bundan para kazanacaksınız.
Büyük ellerinin ağırlığını omuzlarıma yükleyerek bunu düşünmemi
söyledi. Kolay yoldan para kazanma yöntemi olabilirdi. İkna oldum. Önce
saçma olduğunu düşünmekten kendimi elbette alamadım. Ama öykü satın almak isteyen insanları gördükçe gözlerim fal taşı, ağzım bir karış açık
inandım bu işe. Bu insanlar genelde saçı sakalı birbirine karışmış, yüzünü
akşam çökerken bir şarap şişesinden kadehe döken insanlardı. İlk tanıştığım
‘müşterim’:
-Yazamıyorum beyefendi. Bana öykü verin, dedi gözlerimin içine
bakarak. Korkarak verdim elimdeki öyküleri.
Kimi dünyaya öfkeliydi, kısa cinayet hikâyeleri istedi. Kimi ağzın-
daki şarap kokusu yüzünden hiç âşık olamadığını ve ona bir kadın vermemi
istedi, kendimi Tanrı gibi hissederek ona bir kadın doğurdum sancılı mürekkeplerden. Kimi arkadaş istedi, deniz kenarında bir arkadaş gönderdim
ona. Kimi istemeden girdiği rüyalardan sessizce kurtulmak için bir el istedi,
6
EYLÜL / 2015
gecemi gündüzüme katarak ona seveceği bir el yarattım. Ara sıra uykusundan
uyandığını ve o eli tuttuğunu söylerdi bana.
Okur, bu insanlar bana çok şey kattı. Onlarla yaşadım, yaşlandım,
gördüm geçirdim. İlk zamanlarda çekinip korktum ama kafasını ellerine düşürmekten başka bir şey yapamayan bu aciz insanlara kelimelerimi uçurmak
ve biraz olsun kilitlenmiş gözlerini açmak için elimden, parmak uçlarımdan,
kalemimden gelen ne varsa yaptım. Fakat bir yerden sonra tükendim. Hiçbir şey bilmiyormuşum, hiçbir şey yaşamamışım gibiydi. Beynimin içinde
dönüp duran görüntüleri yazıya aktaramamak beni deli ediyordu sanki. Kafamın içinde duvarlarıma çarpıp yankılanan bir çığlık dışarı taşmak istiyordu
da taşamıyordu. Yazamamaya başladım. Ellerimdeki krampları hissetmemeye çalışarak ne kadar yaşanabilirse o kadar yaşarım diyordum, fazlasında
gözüm yok. Bırak fazlasını, o kadarını bile yük görüyordum bazen. Anlayacağın okur, düştüm. Ama sonu yoktu bu düşüşün. Dizlerim üstüne boyuna
düşüyordum.
Gerçekliğinden emin olmadığım bir gece, tüm bunları odamın çat-
lak ve ağlak tavanıyla konuştuğum bir gece, hızlıca, sanki yapacak işlerim
varmış gibi kalktım; dönen başımın sakinleşmesini bile beklemeden paltomu
giyip dışarı çıktım. Gökte yıldız, sokakta kedi, ağaçta rüzgâr, evlerde ışık,
başımda akıl, ellerimde umar yoktu. Göğün kesafetiyle boğuluyordum. Kaldırıp başımı aya bakmak istedim, o bile ağır geldi. İnsanın suçlu hissettiğinde
aya bakmaması gerektiğini söyleyen kahramanım hangisiydi? “Çünkü suçluysan ay bile yüzüne çarpar.” dememiş miydi? Ne yapıyordu şimdi? Ben ne
yapıyordum?
Kendimi Sabahattin Ali’nin Raif Efendi’si gibi hissediyordum.
7
LİRİK
İçimde neden çıktığını bilmediğim bu ufak çaplı yangını biraz olsun dindirmek için göğsümü aça aça, rüzgârı içime davet ede ede yürüsem? Hasta olursam çorbamı yapacak birisi yok. Yalnızca yürüdüm.
Kafamı kaldırdığımda o uçurumda buldum kendimi. O uçurum! Te-
kin olmayan bir salı gecesinin on ikinci dakikasında paldır küldür yatağımdan
çıkıp adımlarıma karşı gelmeden ulaştığım o uçuruma. Aşağısında binlerce
‘kendim’ gördüğüm uçurum. Bir görüntüm masa başındaydı, bir görüntüm
tepede tiratlar atıyor, bir diğeri düşen başka bir kendimi yerden kaldırmaya
çalışıyor ve biri de gözyaşını onlara, hepsine gönderiyordu isteksiz bir rüzgârla. Gitmek istedim. Onları görmeye daha fazla katlanamazdım. Hızlıca
arkamı döndüm ve birdenbire aşağı düştüm. Uçurumdan düştüm okur, onların yanına! Binlerce kendimin olduğu o uçurum boşluğuna. Sonu yoktu bu
düşüşün. Kanayan ve acıyan benliğimin üstüne boyuna düşüyordum. Tıpkı
yazamamanın yetememek olduğunu anladığım o siyah beyaz günlerde olduğu gibi.
İşte okur, her salı akşamı diyorum, orada bulmaktayım kendimi.
Kahramanlarımın ve kendini bir şişe şaraptan ibaret sanan insanlarımın hepsi
burada. Söylerken bile bu kadar inanmamıştım, meğer insanlar… onlar gerçekten benim insanlarımmış. Burası asıl dünyadır sizin de elbet bir gün farkına
varacağınız. Burada hepinizin aslı saklanmakta ve sabırla beklemektedir geleceğiniz günü. Siz de bu uçurum başına gelecek ve kaçmaya çalışacaksınız. Fakat korkma okur, söyle insanlara korkmasınlar. Burası bizim kaçamadığımız
ve kaçamağımızmış. Burayı nemli bir koltuk altı gibi kokan o dünyaya tercih
edeceğinize eminim. Şimdi derinden bir “ah” sesi duyuyorum okur. Bir
başkaldırış, bir acı çekiş, teslim oluş. Ölmek yahut toprak altından dirilmek.
Burada yaşıyor muyum bilmem okur. Siz orada yaşıyor musunuz? Bilmem.
8
Dilan Özdemir
EYLÜL / 2015
İÇİŞ KANTOSU
Şarap ağızdan içilir
Muhabbetse gözlerden
Bundan öte bir hakikat mi var sanki
Yaşlanıp ölmeden önce fark edilen
Kadehimi ağzıma götürüyor
Sana bakıyor ve iç geçiriyorum
John Butler Yeats, The Green Helmet and Other Poems, 1912
Çeviri: Ayda Çayır
9
LİRİK
Aman cânâ beni şâd et
Terahhûm eyle imdâd et
Dilersen terk-i kast eyle
Bana sen kıyma, azâd et
Firâkınla perişânım.
Sana olsun fedâ, cânım.
Geçip cevr-i sitemden gel,
Mürüvvet eyle, insâf et.
Anonim
10
EYLÜL / 2015
MÜHİM ŞEYLER
Başlanık bu satırlar
en başlan
Durduğumuz kadar kayıbız
elbet. Kimler neresi ve ken.
buruşturup durduğumuz bir
şey yaşamak. Düğümlü bir haydan.
ve bulunur ki masallar
ulaşık değil bir bir
nedensiz burukluğa
damlamış dünyaya mürekkebim
şuradaki metanet
kimlere kimlere arşın arşın fazla
işte en çok da
bilmem kaçıncı dünden
seslenerek
dem kılıyor şiir.
çöpler üstünde yalın bir
kediyle
yken.
11
LİRİK
bir dünya bir dünyaya
özleniyor
oysa bir görk
kuşkusuz vardır
tin bahçıvanı
koridorlarca uzayan
eller avuçlar, eller avuçlar
bir gök elbet vardır
bilinmez bir dünü
silsile-y-i yarına paylayan
12
Egemen Tuğluay
Çizim: Richard Cermak
EYLÜL / 2015
GOTTONAKİS: YILANLAR ÜLKESİ HÜKÜMDARI
(1)
Yavaştır yaşamanın anlamı.
İnsan kendi derinliklerinde gizlidir. Bilinmedik, yaşanılmadık onca fikir
dünyası... Ve fikirlerin bir veba gibi tutsak kaldığı arsız Gottonakis!
Alabildiğine açlığa hasret zenginler var!
(2)
Yaşamak tuhaf bir hastalık Gottonakis! Sana aldırmaz; öyle hemen de çıkıp
gelmez sana! Avunmak aptalca bir tutum onun için! Sen onu ne denli bekliyor olsan da Gottonakis; idrakine giydirilmiş deli gömlekler var!
Senin beklemen bir boşunalık duygusudur yalnızca. Gerçekler içinde hayallerin; olup bitenler içinde olmayacakların düşlenmesi gibi! Başını kaldır Gottonakis!
- boyuna ve boşuna bir düşüşOysa; o, gelişmektedir sana doğru! Sen hiç bilmeden - beklerken ve en tuhafı da beyninde kendin için birikirken!
Senin beklemen tuhaf ama dingin bir huzursuzluk halidir Gottonakis. Yanlışların ve doğrularınla biriktirdiğin onca umut çökmüştür bakışlarına! Ve
senin o korkuların ki an be an en-sende bir kurt uluması kadar cürretkârdır. 13
LİRİK
Evet!Gottonakis,YılanlarÜlkesiHükümdarıdır!
(3)
Gottonakis!
Doğumunosancılıgecesindenbirşeyöğrendin:
“yaşamanınanlamıbulunmamıştır;bulunmayacaktır.”
Bilebilesırtlayıpbedeninibeynine,”gelmeyecekolanyaşamageldin!”Elinde-akrepyalnızlığınınordusunutaşıyarak!
Zaman,zamanındaeksilenbirzamanGottonakis...
Artık,”yasonuçsuzbirsonolarak-ölüm-gelecektir;yadayavaşyavaşölecektirGottonakis...”
VeGottonakis...
Tembellikkibirhavarilerormanıdır.Ormankibirkarıncayuvasıkadar
depremlibirmahremdir.
Vebuodandaduvarayazdığınmısralarhayatınazalanyanıdır:“Failimeçhulbircinayettiryaşam.İsyankiçağınbayrağıdır.
Gottonakisbizdenbiridir.Amainsandeğildir.”
EksikkalanbirşeydirGottonakis.
Tuhafbirinsanîgüdü...
Gottonakis...
Emrah Zencirci
Çizim: Richard Cermak
14
EYLÜL / 2015
İPSİZ ÇAPSIZ BİR KAPLUMBAĞA
Merhaba sevgili okuyan. Ben darlanan adam olarak ilk yazı dene-
memi gerçekleştiriyorum. Oturduğum yerde, yan masamda oturan adamın
çizgi film karakteri şeklindeki dövmesine bakarken yazasım geldi. Bunu
durduramadım. Aslında dövmenin kendisi çok orijinal olmasa da, daha önce
kimsede görmemiştim. Ki ben sapıklık derecesinde dövme seven biri olarak,
insanlarda buna dikkat ederim. Bu figürü hayatımızda hepimiz en az bir kere
görmüşüzdür eminim ama hiçbirimizin aklına gelmemiştir kolumuza onu kazımak.
Peki bu orijinallik midir, yaratıcılık mıdır, ikisi midir, hiçbirisi mi-
dir? Bunu düşünürken buldum kendimi. Bu hayatta herhangi bir şey yapmaya
çalışırken önceden yaratılmış imgelerle oyun hamuru gibi oynadığımızı düşünürsek, bu devirde kim nasıl yaratıcıdır ki? Eğer bu güneş altında her şey
söylenmişse, ay ışığı altında saçmalayan biri yaratıcı mıdır, taklitçi midir,
yoksa sadece deli midir?
Keşke yaratılmış imgelerin hepsinin içini boşaltıp tekrar doldurma
gibi bir şansımız olsa diye düşünürüm hep. Metaforlar ne kadar hoş olsa da
artık sonbahar hüzün anlamına gelmese ya!.. Bu yazıda buna darlanacağım
okur. Ve bir uğraş olarak içi çok da doldurulmamış şeyler kullanmaya çalışacağım. Bakarsın yeni bir şey yaratırız ( ya da en azından öyle yaptığımızı
düşünür seviniriz).
Bu yolda en az benim olduğu kadar senin de yardımına ihtiyacım var bu işte
birlikteyiz.
Düşünürsek insan en basit objeyi farklı amaçlarla kullanabildiği için
15
LİRİK
yaratıcıdırbelkide.Misalelimizdebiripolduğunudüşünelim.Buipleçeşitli
eşyalarıbirbirinebağlayabiliriz,ipatlayıpegzersizyapabiliriz,idamdüğümü
atarızoartıkölümünsimgesidir.Yaniçeşitliişlerdekullanılabilirvekullanılmıştırda.Amakimseipiçorbaiçmekiçinkullanmaz.İstersedenerbaşarmaz
diyebilirsinamabaşarırsagörürümseni.Belkiçorbaiçmeyidüşünmekyaratıcısürecinbaşlangıcıolsadayeterlideğildir,tekrartekrardenemeliveipin
potansiyelindenkorkulmamalıdır.
Sorabilirsinsenyapıyormusunbunudiye.Kesinlikeyapmıyorum.
Bençorbasevmemzaten.Sevsemdecesurdeğilim.Cesaretlensemdesabırlı
değilim.Benibirapartmanınilkkatındapencerekenarınakoyulmuşbirkaplumbağaolarakdüşün.Dışarıbaktığımdadünyanınbenimakvaryumumdan
daha büyük olduğu çok bariz olsa da, ben ne oradan inebilecek donanıma
sahibim ne de -ilk engeli aşsam da- en yakın su birikintisinin yerini kestirebilirim.Amabuyazıyıyazarkenyağmurunyaklaştığınıhissedebiliyorum.
16
EYLÜL / 2015
Birazdan her yer sırılsıklam olacak. Pencereden çıksam belki şu karşıdaki
ışıklı yere kadar yürüyebilirim hazır etraf da ıslakken. Dünya o kadar olsa
gerek ne kadar büyük olabilir ki?
Birkaç yıllık kaplumbağa deneyimlerime dayanarak yağmurun te-
kar yağacağını biliyorum. Ama o zamana ışıklı yer orada olur mu, ya da ben
yürüyebilir miyim bilmiyorum.
Burada sen devreye giriyorsun okur denen gizemli siluet. Eğer sen
iple çorba içmeyi düşünmeye cesaret edebilirsen bu kaplumbağanın başına
ne gelecek birlikte keşfedebiliriz.
Ben çorba sevmesem de bu bir mazeret değildir. Gökhan Sal
Çizim: Gökhan Sal
17
LİRİK
Gezme ey gönlüm kuşu gâfil fezâ-yı ışkda
Kim bu sahrânun güzer-gehlerde çok sayyâdı var
Fuzuli
18
EYLÜL / 2015
BAZI YÜKSELİŞLERE VE GECEYE DAİR SESLİ ŞİİRDİR
kilitleri kır mesela ayağın ağaç
dünyadan ayrılıyoruz ormanlar yükselin
rüzgarlara veda edin onlar kardeşinizdi
işediğiniz
geceye yürüyün perde çekiliyor
ayaklarda alkışlar kıyamet kopuyor ne diyorsun
veda ediyorsun elin bir sudur
çok yanlış anlaşıldın çok affederim elbette
sen ağaçsın ve beni bırakıp gitmen çiçekçedir
kökler üzerimizden geçiyor çizgi gölge düş
çizik gel gör bak dünya dümdüz asfalt irin
leşe kokuyoruz saat kaç oldu saat kaç
uyanmasak mı bugün bir değişiklik yapalım
ne diyorsun demiyorsun iyi böyle tamam
Erbil Yaşmaklı
19
LİRİK
GİDENLERDEN KALANLAR
Eren’e
Kelâmınelikolubağlanmış
Bitmezbuyangınınseyri
Dünyeviolup
birmezartaşınınhatrını,
zihnimdepekiştiriyorum.
Taşınıp,onlarcaomuzda,
birikmeklekalmış
üzünç
yağmurdolmuş
beyazoyuktaşına,
nasiplensindiyemidirserçeler
henüz
21ikensen
yanıbaşındadualarveotlarbüyür
bahçesanarköyünçocukları
bizse,
ağlayıpduruluruz
güzelliğinekarşı
hereylül,herekim
birsonbahardandahason’bahar
20
Hilal Argun
Çizim: Cem Alpay
EYLÜL / 2015
İSKELENİN KIYISINDA
ve bu gidenler bilinmeyen bir yerden geldiler,
duyuyorlarsa eğer derin bir çığlık
şüpheler kavşağında!
Ağırım, çökkünüm;
kalmak istiyorum, beceremiyorum;
rüzgarlarla ve ışıltıyla argaçlanan
bir yolun çarşafı işte şu buruk evren
sonlamadan gitmek iyiye düşüyor oturmaktan,
o galip bile, gece
önünde sıradan eserinin,
üzgün kalbinde, yaşamın ötesinde
bırakan hopayıp zıplamayı bir yaşamla birlikte.
Émile Verhaeren, Les Visages de la Vie 1899
Çeviri: Egemen Tuğluay
21
LİRİK
SEN DOLABI
Sen
Senircikli
Ne özlemidir o
Gözlerinli gül
Gülüşünlü gelir
Düşlerim
Sevircikli sen
Sen sevince ne güzelsin
Mavili gök dolar
Işır içim
Anlarım doluşunu
Dolaşır sistemim
Merkür’ün ayağına
Takılır Neptün’üm
Yıldızcıklı sevimde
Terler venüsü
Gecelikli Mars’ın
Tendendir benim
Dalaşım
Derince senin
Alfabeni çözemem
Çözgünsün korkunca
22
EYLÜL / 2015
Kolumadokununca
Anlarım
Anlaşılıncaseni
Coşarım
Biterimçökkün
Bubenimdirhal
Vermemelimiduygun
Senibeklerkenyoksun
Bubenimdirmihayat
Başkasınınelindesanki
Birmaraz
oyuncak
Uzamım
Yatayım
Düşeyim
Dikeyim
Yanalım
Sefersinbana
Birinisevergibisevmedim
Olmadım
Oluncaseninle
Unuttum
Olmayı
Olmalıklıbenimle
Buyol
23
LİRİK
Birlikte batmalı
Bedenine
Kırılmalı yekten
Ortamızdan
Sesimi giy
Ah özledim
Giyinince seni
Kendimi soyunurum.
Irmak Ecem Aydemir
24
EYLÜL / 2015
SANCI
ne aşkın sonu var,
ne doğumun,
ne ölümün…
ben
aşkı,
ölümler içinde
do……..ğur……..dum.
Yeşim Çınar
25
LİRİK
ETKİ
Yaşamak etki yaratmaktı.
Her biri gizli güçleri olan süperkahramanlardı. Kimi yazdığı iki satırla, kimi
sardığı yaprak sarmasıyla, kimi boyadığı duvarlarla, kimi temizlediği kirli,
boş sokaklarla.
Hepsi, bir diğerinin hayatını biraz daha güzel kılabilmek için verilen
süper güçlerini kullanmakla yükümlüydü. Böylece kimsenin hakkı kimsede kalmıyor ve evren muazzam bir devinim ve delilikle tüm işleri tıkır tıkır
yürütüyordu. Hele ki, bazıları gücünü genç yaşlarda sezip, yolunu önceden
çizebilirse, bu büyük şans sayılırdı.
Dünyanın mevsimini yazdan sonbahara devrettiği zamanlarda, iç-
lerinden biri özel gücünü kaybetmiş, yerini uzun, sessiz bir bekleyişe bırakmıştı. Tüm hayatını ailesine ve çevresindeki insanlara hizmet etmeye adamış,
takdir beklemeden yaptığı yemekleri, karşılık beklemeden diktiği elbiseleri
ve her an muhabbete açık tavrıyla pek çoğunun hayatında iz bırakmıştı.
Yaptığı tüm fedakârlıklara rağmen, hayatın ona hiçbir zaman kolay-
lık sağlamamış olmasına içerlemedi. Çünkü bu yaşlı ve ufak kadın, yaşamın
merhametini sonraya ertelediği bir zamanda doğduğuna inanıyordu ve insan,
az da olsa akla yatan bir neden bulduğunda her şeyle baş edebilirdi.
Evlerindeki mutfağın duvarında geniş bir hangara açılan, devasa bir
kapı vardı. Yaşlı kadın dışında kimsenin girmediği ve yalnızca kendisinde
durduğu kapının anahtarını tam da nefes almakta zorlanıp, hastaneye gitmeden 40 dakika kadar önce, kızının avuçlarına bırakacak ve ağzından şu sözler
dökülecekti ; “Kapıyı açtığında sonu olmayan dev bir buzdolabı göreceksin.
Sınırsız sayıda yaprak sarması, aşure ve puf böreği yaptım. Ben gittikten son-
26
EYLÜL / 2015
ra bile sonsuza kadar yiyebileceksiniz.”
O an ikisinin de içinde olduğu his kelimelere dökülemeyecek kadar
değerliydi. Birbirlerine baktılar ve sadece gülümsediler.
Zamanın kendisini aceleci bir telaşa bıraktığı dakikalardı. Yaratıcıya
eli boş gidilmezdi, yolun sonuna mutlaka bir şey götürmeliydi. Kendinden bir
şey…
Kızının koluna girip hastaneye gitmek için evden çıktıktan yaklaşık
10 dakika kadar sonra, lacivert pantolonun üstüne siyah tişört giydiğini fark etti.
Ayakta durmakta güçlük çeken kadın, üstünü değiştirmek için eve geri dönmek istiyor, kızı bir türlü anlam veremiyordu. Ölüme giden bir insanın son
ana kadar şıklığı elden bırakmaması komikti bir yandan. Eve geri döndüler. Kadın, lacivert pantolonunun üstüne beyaz bir bluz giydi, saçlarını taradı
ve son kez aynaya baktı. Ölümün kendisini zarafete bıraktığı dakikalardı..
Kimse anlamadı neden geri döndüğünü, neden üzerini değiştirdiğini ve renk
uyumsuzluğuna neden bu kadar takıldığını...
Sebebi basitti aslında; onun için lacivert ile siyah uymazdı çünkü.
İpek Büyükakın
27
LİRİK
KAHRAMAN BAKIM ACISI
Ruhumadoldudenizkabarıp
kabarıpşarkılardan,karmaşadan
dahaçokçakabarıkkarmaşızdan
sızıp
kimbilebilirAbidin?
Mutluktangeçmeyiyahut
sarmaşmışkederimutluedebilmeyi?
çizilmezdenizliruhların
okyanusavarması
uçtukuşlar,
kıruzayanyerlerin
yuvalıağacından
Mete Karaoğlu
Çizim: Richard Cermak
28
EYLÜL / 2015
MARTILAR
Güzel, güneşli bir gün. Ocak ayı. Resim sergime gidiyorum. Tab
lolarımı duvarlarda yeniden görmek, ziyaretçi defterindeki yazıları okumak,
gelenlerle konuşmak o kadar büyük keyif ki benim için... Paylaşmanın ve
kendini ifadenin büyüsü...
Kadıköy vapurunda güzel bir köşeye yerleştim. Elbette cam kenarı.
Elbette kameram elimde. Gözlerim Haydarpaşa binasına, biraz ötedeki ona
hiç de uymayan büyük minareli camiye, sonra bakımsız teknelere, arkadaki
bakımsız küçük binalara gidiyor.
Bir iki balıkçı teknesi motorlarını çalıştırıyor. Güzelim eski vapur-
ların yerini almak üzere icat edilmiş Mavi Marmara tekneleri tıka basa insan
taşıyor ve derme çatma iskelelerinin gişeleri, kulübemsi görüntüleri gözümü yoruyor. Güzel olanı, estetik olanı, bizim olanı, bu vahşi şehirleşmenin
doymak bilmeyen iştahına hazırlıyoruz. Verdikçe fazlasını istiyor. Başka bir
ülkede çekim odağı olabilecek Kadıköy sahilleri bakımsızlık, estetik duygusundan yoksunluk ve ruhtan gelen temizliğin olmaması nedeniyle kirli, sular
bulanık, insanlar yorgun. Yıllardır böyle süregeldi...
Bu arada Martılar can derdinde. Onlar yaşamak istiyorlar. Onlar bu
kirli sularda balık tutmak, yıkanmak, bu havayı solumak, yaşamak istiyorlar.
Vapurların etrafında dolaşıyorlar. Ekmekler ve simitler hazırlanmış, martılara fırlatılıyor. Tam bir cümbüş. Ama ben hüzünlüyüm. Onlara hak ettikleri
temiz denizi ve temiz bir denizden yakalayacakları balıkları veremiyoruz.
Onların beslendikleri yerler teknelerin motorlarından sızan atıklar, kıyıya
vuran ve dalgalarda oynaşan çöpler, vapurlardan fırlatılan ekmek parçaları.
Bizler kanserle, allerjik hastalıklarla, enfeksiyonlarla, ve bizleri yoran bu
şehrin kirliliğiyle boğuşurken ve artık bunun üzerinde hiç düşünmezken,
martıları bir dekor, bir fotoğraf karesi, canlı bir oyuncak gibi algılıyoruz.
29
LİRİK
Martılaradına,onlarınölümemirleriniveriyoruz.Kimbiliryaşamsüreleri
neolacak,hangigenetikhastalıklarlanesillerisürecek,düşünmüyoruzbile.
Onlartümgüzellikleriyle,halabeyazkalantüylerivegüzelimgagalarıyla,
masum,sakin,vapurlarınetrafındadolanıyorvedalgalardasallanıyorlar.
Onlarabirözürborcumuzolduğunudüşünerekbuyazıyıyazmak
istemiştimogün.Yazamadım.
Martılar
Martıyağmurualtındayım
Beyazbirkuğununkanatlarında,
mavinineteklerindeyim.
Birboğazvapurundayım
bacasındanuğultularüfüren.
Martılardönüpduruyorbaşımda
30
EYLÜL / 2015
martıların saydam kanatları,
gagalarında çığlıkları,
ayaklarında telaş,
gözlerinde yaşam
Martılar dönüp duruyor
camlarda, dalgalarda
mavilerle sarmaş dolaş
Arkada Galata,
arkada başka vapurlar,
Fonda İstanbul
Bitmeyen bir tablo gibi İstanbul
Martılar telaşta
Ben bir oluyorum martılarla,
beraberce gidiyoruz
Fonda İstanbul...
S. Uzunoğlu
Fotoğraf: S. Uzunoğlu
31
LİRİK
Dil-bestenim, meshûrunum,
Üftâdenim, mecbûrunum.
Recaizade Mahmut Ekrem
32
EYLÜL / 2015
PANTHA REİ
Muazzez’e,
gürültüyle
avuçlarıma devrilen bir dağ,
zaman
ân bende
vur, savur dilediğince
yamarım ben sıyrıkları
geçmişin ipiyle
unutuyor
yıkılmış bir dağ olduğunu
bir taş gibi dururken
ortasında
hayatın
aşıyor üzerimden
ey benim en kadim esrikliğim
bulmak istersen beni
suya değil akışa sor
Sezin Seda Altun
Çizim: Richard Cermak
33
LİRİK
GÜLMEK ÜZERİNE
Gün yüzünü yüzüme çevirdiğinde
Sarısıcak bir meltem
Yosun kokusu burnumda
Bir kaç kelam edilebilir belki
Güzelliğin üzerine
Şarkılar şiirler düzülebilir
Mısralarca
Fakat hiç bir makyaj malzemesi
Gülüşün kadar yakışmayacak suratına
34
Ömer Gündoğdu
Editör
Egemen Tuğluay
Yayın Kurulu
Egemen Tuğluay
Sezin Seda Altun
Doğukan Demirbek
Mete Karaoğlu
Ömer Gündoğdu
Grafik Tasarım
Tuba Yavaş
Desenler
Richard Cermak
Gökhan Sal
Kapak Fotoğrafı
Oktay Turan
İletişim Bilgileri
twitter.com/lirikdergi
facebook.com/lirikdergi
[email protected]
www.lirikdergi.com
Basım
Alper Ajans Matbaacılık
“Bir virgül dilimin ucunda,
Ezik ve kekremsi,
Her bütüne meydan okuyan”
Oktay Rıfat

Benzer belgeler

Lirik Temmuz 2015

Lirik Temmuz 2015 battıkça. Halatlarla bağlı umutlarımız babalara. Hepimiz çarkçıbaşıyız bilmem kaçıncı tekrarında unutkan bir melâl hâlinin. Ne denmelidir bu sayı için? En iyisi açın gönlünüzü bir iskele misali, eş...

Detaylı