.DUDU× EL] LüoLOHU YHUHFHùL] /HIWHU YH `HQNWDü

Transkript

.DUDU× EL] LüoLOHU YHUHFHùL] /HIWHU YH `HQNWDü
<DOQ×]üLGGHWGHùLOPFDGHOHGHYDUG×
2011 yılı aynı zamanda kadına yönelik şiddete karşı mücadelelerle
de geçti. Şiddetin zirvesi olan cinayetlerle ilgili açılan ceza davaları
başta kadınlar olmak üzere geniş bir toplumsal destek kazandı.
Kadınların başta “en yakınları” sayılanlar olmak üzere şiddete
boyun eğmemeleri, şiddet gördükleri ve artık sevmedikleri kişilerle
ilişkilerini sürdürmemeleri ve zincirlerinin bir halkasını koparmaları,
yine kadınlardan başlayarak bir toplumsal kabul haline geldi.
Bununla da kalmadı…
•10
úüoL0HFOLVL·QGHQ
´0DU['|QGµJ|VWHULPL
•8
\DíDVÜQ
sosyalist
6D\ÜìXEDW7/
.DUDU×EL]LüoLOHUYHUHFHùL]
LíÁLGHmokrasisi
/HIWHUYH'HQNWDü
Lefter ve Denktaş öldüler. Talihin bir eseri,
aynı gün öldüler. Her ikisi de bir defterin
kapanmasının simgesi oldular. Futbolda insana
dair ne varsa, sembolik olarak Lefter’le gömülüp
gidecek. Kıbrıs’ta Denktaş’a dair ne varsa, onun
gömülmesi ancak Rumuyla Türküyle işçi sınıfı
ve emekçilerin Kıbrıs’ta kendi kaderlerini tayin
etmeleri ile başlayacak…
Bunun için kapitalizmin bir işçi devrimiyle tarihe
gömülmesi gerekecek.
•2
%HQLPDG×PNDSLWDOL]P
Kapitalistler işçi sınıfının siyasetten uzak durmasını isterler. İşçinin siyasetle ilgisi “bu hükümet
öbüründen daha iyi, ya da daha kötü, şuna oy vereyim, buna vermeyelim, belki buna verirsek daha
iyi olur, inşallah” düzeyinde olursa, bu sınırlarda kalırsa bu sermaye için iyidir.Bugün siyasette
patronların sınıf çıkarları, patronların kapitalist hedefleri, patronların “büyük Türkiye” hayali
konuşuluyor. İşçi sınıfının çıkarları, insanlığın idealleri, sosyalist bir Türkiye ve Kürdistan arzusu
konuşulmuyor. Şubat ayının soğuğu, Mart’a oradan Mayıs’ın baharına dönüyor. Elbet bu havalar
ısınacak. İşçi sınıfı bu coğrafyada siyasetin denkleminin kendisi hesaba katılmaksızın kurulmasına
izin mi verecek? Kararı biz işçiler vereceğiz…
6R\N×U×PNDUDU×YH
NDQ×WHPL]OHPHQLQ\ROX
1915 yılında Ermeniler Osmanlı nüfusunun yaklaşık onda birini oluşturuyorlardı. 20 milyon
nüfusun 1.750.000'i Ermenilerden oluşuyordu. Bugün Türkiye’de 70 bine yakın Ermeni var.
Doğdukları topraklardan ölümüne koparılan, Türkiye’deki varlıkları 1915'tekinin yüzde
4'üne indirilmiş olan Ermeniler bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdalar.
Peki onlara ne oldu? Okullara, kiliselere, evlere… ne oldu? Türk devleti bu soruyu
duymak istemiyor. Tarihin alnına soykırımcı damgasını 100 yıl önce vurduğu Osmanlı
İmparatorluğu’nu bölge gücü semirmesi ile yad eden Türkiye tekelci burjuvazisi, toplam
tutum itibariyle hala “Tarihçiler konuşsun, arşivler açılsın, bakarız…” sularında!
• 13
Benim demokrasimde
tüm devletler öz
itibarıyla sermayeyi
korumaya yarayan polis
devletleri…
Sizlerin yine sizin
kemiklerinizi kıracak
polis devletlerini,
“yurttaşlık” adına vergilerinizle canı gönülden
fonlamanız saçma değilse nedir?
Amerika’da Afrikalı-Amerikalılar nüfusun %10’u
iken cezaevi nüfusunun %50’sidirler. Siz de
• 14
Kürtlerin oranı ne?
2
NƦNRJHQNXN
/HIWHUYH'HQNWDí
Lefter ve Denktaş öldüler.
Lefter Türkiyeli bir Rumdu. Denktaş
Kıbrıslı bir Türk…
Lefter Türk ordusunda dört yıl zorunlu askerlik yaptı. Denktaş Türk
ordusunda ömür boyu gönüllü askerdi…
Lefter bize futbolu sevdirdi, Denktaş
bizi burjuva politikasından nefret
ettirdi.
Lefter zayıftı, Denktaş şişman…
Lefter’in hayatı yoksayıcı politikalara rağmen sessizce kimliğinde
tutunma çabasıyla geçti, Denktaş’ın
hayatı burjuva politika sayesinde
kimlik edinme çabasıyla…
Lefter Fenerbahçe’yi onurlandırdı,
Denktaş Türk devlet erkânını…
Lefter’in yaşamı halkların kardeşliğinin simgesiydi, Denktaş’ın hayatı
halkları ayırmanın/bölmenin/düşmanlığın…
Lefter bir futbol işçisiydi, Denktaş
bir siyaset patronu…
Lefter fakir öldü. Denktaş zengin…
Lefter terbiyeliydi, Denktaş ise yaşamına kontra örgütçülükten başlayıp
y p Özalvari liberal terbiyesizliğe
y
ğ
uzanan,
uzan
uz
anan
an,, en son
son tekrar
ttek
ekra
rarr Ergenekon
Erge
Er
gene
neko
kon
n
savunuculuğuna
savu
sa
vunu
nucu
culu
luğu
ğuna
na p
par
park
arkk ed
eden
en b
bir
ir u
ulu
ululu-salcı…
salc
sa
lcı…
ı…
Le
Lefte
fter’
r’in
in h
hay
ayat
atıı bu ü
ülk
lked
edee mütemüte
mü
te-Lefter’in
hayatı
ülkede
vazı
va
zı biçimde
biç
b
içim
imde
de vvar
ar o
olm
lmak
akla
la ggeç
eçti
ti,,
olmakla
geçti,
Denktaş’ın
Denk
De
nkta
taş’
ş’ın
ın hayatı
hay
h
ayat
atıı devlet
devl
de
vlet
et kkur
kurmak
urma
makk ve
devlet
devl
de
vlet
et o
olm
olmakla…
lmak
akla
la…
…
Lefter kendince futbola ve insanlığa
hizmet etti, Denktaş burjuvaziye…
şç y Denktaşş p
Lefter işçiydi,
patron…
g
gidecek.
Lefte
Le
fterr ve D
Den
enkt
ktaş
aş öldüler.
öld
ö
ldül
üler
er.. Ta
Tali
lihi
hin
n
Lefter
Denktaş
Talihin
bir es
eser
eri,i, aayn
ynıı gü
gün
n öl
öldü
düle
ler.
r. H
Her
er iiki
kisi
si
bir
eseri,
aynı
öldüler.
ikisi
de b
bir
ir d
deft
defterin
efter
erin
in kkap
kapanmasının
apan
anma
ması
sını
nın
n si
simg
simgemgeesi o
old
oldular.
ldul
ular
ar..
Kıbrıs’ta
Kıbr
Kı
brıs
ıs’t’taa De
Denk
Denktaş’a
nkta
taş’
ş’aa dair
dair ne
ne va
vars
varsa,
rsa,
a,
onun
onun ggöm
gömülmesi
ömül
ülme
mesi
si aanc
ancak
ncak
ak Rumuyla
Rum
R
umuy
uyla
la
Türk
Tü
rküy
üyle
le iişç
şçii sı
sını
nıfı
fı ve
ve emekçilerin
emek
em
ekçi
çile
leri
rin
n
Türküyle
işçi
sınıfı
Kıbr
Kı
brıs
ıs’t’taa ke
kend
ndii ka
kade
derl
rler
erin
inii ta
tayi
yin
n et
et-Kıbrıs’ta
kendi
kaderlerini
tayin
mele
me
leri
ri iile
le b
baş
aşla
laya
yaca
cak…
k…
meleri
başlayacak…
Futb
Fu
tbol
olda
da insana
iins
nsan
anaa da
dair
ir ne
ne va
vars
rsa,
a,
Futbolda
varsa,
semb
se
mbol
olik
ik olarak
ola
o
lara
rakk Lefter’le
Lefte
Le
fter’
r’le
le gömülüp
ggöm
ömül
ülüp
üp
sembolik
Kapi
Ka
pita
tali
lizm
zm ve
ve emperyalist
empe
em
pery
ryal
alis
istt kapitakapi
ka
pita
ta-Kapitalizm
%\NRWHOVUQGUUNDSLWDOL]P|OGUU
Merhaba arkadaşlar. Büyük bir otelde çalışan taseron işçiyim. Bundan önceki yazımda belirtmiştim, otelde gözlemlediğim olayları burada paylaşacağım diye. Genel olarak
otelde çalısan taşeron işçilerin sıkıntılarında
biraz bahsedeceğim. Son GSS kanununda yapılan değişiklik, otelde çalısan kısmi
istihdamlı işçiler için büyük bir sorun oldu.
Bu işçiler en fazla bir ay içinde en fazla 21
gün çalışıyor ve kalan günler izinli sayılıyor.
Yeni GSS’ye kayıt yaptırmak için gittiklerinde siz çalışıyorsunuz ama sigortanız tam
değil, onun için gidip kaymakamlığa gelir
beyanında bulunun denilmiş. Devlet bu kanunu çıkartırken nasıl uygulanacağını kendi
bile kavrayamamış.Olan yine işçilere oluyor.
Otelde çalısan farklı taseron şirketler bulunmakta. Temizlik departmanında çalışan
taşeron isçilerin de sorunları var. Bunlardan
bir kaçını söyleyeyim. Birinci sorun yeni
yılla birlikte ücretlere zam yapılacaktı ama
şu ana kadar otel yönetimi zam yapmadı.
İkinci sorun ise temizlik bölümünde çalışan
taşeron işçilere halen yazdan kalma kısa
kollu gömlek ve kısa süeter veriliyor. Housekeeping (temizlikdepartman) yönetimine
belirttiğimiz halde hala bir değişim olmadı.
Ayrıca yine temizlik bölümünde çalışan
bir işçi arkadaşımız otelin genel müdürüne
selam vermediği için istenmeyen kişi ilan
edildi ve arkadaşımızın işten çıkması için
baskı yapmaya başladılar. bir taraftanda yönetimle karşılaştırmamak gece vardiyasına
göndermeye çalışıyorlar.
Otelde bulunan, "banket" diye adlandırdığımız taşeron işçiler mesai saatleri çok uzun
lizm yıkılmadan ulusal düşmanlıklar
lar ve uluslar ortadan kalkmayacak,
kültürlerin
küll
kü
kardeşçe kaynaşmasıyla,
içerisine geçerek
la, birbirlerinin
b
erim
er
im
erimesi,
ulusların sönümlenmesi
mü
mümkün
olmayacak.
Bunun
Bun
Bu
n için kapitalizmin bir işçi devrimiyle
rim
ri
m
tarihe gömülmesi gerekecek.
İşçi Meclisi olarak Anka
Ankara’da, 29 Aralık 2005'de Bursa
Özay Tekstil Fabrikası’nda
Fabrikası’n yanarak ölen 5 kadın işçiyi
çalışma koşullarımızla ilgili
anmak ve giderek ağırlaşan
ağırla
konuşmak amacıyla bir etkinlik gerçekleştirmiştik.
Bu etkinliğimize katılan bir kadın arkadaş, orada aldığı
notlarla aşağıdaki yazıyı kaleme almış, yazıyı sizlerle de
paylaşıyoruz.
Yeni yıl hediyesi: Ruhla
Ruhlarına El sigorta!
olması yetmiyormuş gibi sürekli fazla mesaiye kalmaları için zorlanıyorlar. Bu bölümde
çalısan iki ayrı taşeron şirket var ve işçilerin
bazılar üniversite öğrencisi. Otel yönetimi eleman almak yerine elinde bulunan
taşeron işçileri daha fazla çalıştırarak daha
fazla kar elde etmek için işçilerin sağlığıyla
oynuyor.
Otelde gözlemlediğim olayları yazmaya
devam edeceğim. En kısa zamanda tekrar
görüşmek üzere.
İşçi Meclisi okuru bir işçi
Arka sayfalarda
“Öldükten üç gün sonra sigortalandılar” …
altında üç kadın resmi.
İkisi çocuk.
kalan beş işçiden üçü
Fabrikadaki yangında mesaiye
m
yanarak ölmüş.
acaba!
İkisi nasıl kurtulmuş aca
Yanarak ölenlerden en büyüğü
b
yirmiiki yaşında, evli ve
bir çocuğu var!
arkadaş.
Diğer ikisi yakın arkada
Ayşe onbeş, Meliha onyedi
ony yaşında.
Yeniyıla üç gün kala
dokuz lira için mesaiye kkalan
arkadaşlarına yeni yıl hediyesi
he
almak isteyen
hiç çocuk olmamış çocu
çocuklar
alevlerin çok sevdiği ely
elyafların arasından kurtulamamışlar.
Atölyedeki iki kapıdan birini
b
alevler sarmış,
diğeri, patronun ofisine açılan kapı
o gün de kilitliymiş.
Alevlerden kaçabilen iki
ik kişi şanslıymış.
Hakim de öyle düşünmü
düşünmüş!
Neden diğerleri şanslı d
değilmiş?
Haber gazetede çıkınca,
İşveren hemen hatırlamış!
hatırlam
ölenlerin gazetedeki fotoğraflarını
foto
almış
iş güvenliğini düşünen b
biri olarak
sigortalattırmış. Ruhlarına El sigorta!
İşçilerini sigortalattırmı
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı:18 - Fiyat: 1 TL
Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler
Filizl
Adres: Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 251 20 889
Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812
Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
NƦNRJHQNXN
6ÜQÜIYHVL\DVHW
(OEHWEXKDYDODUGDÜVÜQDFDN
Bu coğrafyada siyaset sınıfsız yapılır.
Kapitalistler işçi sınıfının
siyasetten uzak durmasını
isterler. İşçinin siyasetle ilgisi
“bu hükümet öbüründen daha
iyi, ya da daha kötü, şuna oy
vereyim, buna vermeyelim,
belki buna verirsek daha iyi
olur, inşallah” düzeyinde
olursa, bu sınırlarda kalırsa bu
sermaye için iyidir.
İşçi sınıfı siyaset yapmadığı için…
Yapılırsa belki işçi sınıfı “adına”
siyaset yapılır.
Oysa bu da sınıfın kendisini siyasetten uzak tutmaya yarar!
İşçilere ekonomi ile siyaset iki ayrı
şey diye belletilir. Siyasi alan da
işçilere sıkı sıkıya kapalı tutulur.
Osmanlı döneminde bu normal
sayılabilir, herkes tebaadır sonuçta.
Ancak cumhuriyet döneminde bu
“normal” sayılabilir mi? Sınıfsız,
ayrımsız, kaynaşmış bir kitle midir
ulus ya da cumhur, yoksa hep belletildiği gibi?
Hayır, cumhuriyet döneminde
kapitalist ekonomi daha da büyür,
genişler, sermaye birikimi devlet
eliyle desteklenir, beyden-ağadan
modern Türk burjuvalarına evrilen
bir kapitalist sınıf ortaya çıkar.
İşçi sınıfı da büyür, serpilir, sayıca
çoğalır, artı-değerin kaynağı olarak ekonominin belirleyeni haline
gelir.
Son 30 yılda, 12 Eylül askeri faşist
darbesinden bu yana bu gerçek
daha da belirgin hale geldi. Özellikle son 10 yılda Türk burjuvazisi
küresel kapitalist ekonomiyle bütünleşmesinde daha da yol aldı,
orta-ileri kapitalist gelişmişlikte
bir ülke haline geldi. Öyle ki bugün üretim ilişkileri eski kabuğuna sığmaz hale geldi, siyasette de
yeni bir burjuva anayasa gereği
hâsıl oldu.
Peki, bu neoliberal kapitalist ekonomi işçileri görüyor, tanıyor, var
sayıyor mu dersiniz…
Hayır, yeni anayasa tartışmalarında
bu net bir şekilde görülüyor ki, bir
sınıf olarak işçi sınıfı hiçbir yasada
yok.
Yazar Duygu Asena “Kadının Adı
Yok” isminde bir kitap yazmıştı,
bugün işçilerin bir sınıfı yok!
Birey olarak işçi olabilirsiniz, ama
bir sınıf olarak asla!
Konya’da Müslüman işçi,
Kürdistan’da bölgesel asgari ücretli
işçi, İstanbul’da taşeron işçi olabilirsiniz. Ama tek kişi olarak “sözde”
yaşamak değil de, toplumsal olarak
sesinizi duyurmak istiyorsanız, bu
ancak kapitalistlerin onayladığı biçimlerde olabilir.
Dergimiz yayına hazırlanmak üze-
Ama işçiler burjuvaların bu
siyaset meydanına giderek
artan biçimde nefret
besliyorlarsa, orada bir sorun
var demektir.
reyken SGK istatistikleri açıklanmak üzereydi, işyerleri temelinde
yeni sendikalı işçi sayımına göre
Türkiye’de hükümet çizgisinde olmayan hiçbir sendikanın toplu iş
sözleşmesi yapma yetkisi kalmayacak.
Ocak ayından itibaren Genel Sağlık Sigortası devreye girdi. Buna
göre sağlık herkes için ayrımsız
biçimde satın alınması zorunlu bir
meta haline geldi. Hastalanmak,
sürünmek, ölmek bile parayla!
Kapitalist çalışma bakanı, Şubat
ayında kıdem tazminatı konusunu
ele alacaklarını açıkladı. Buna göre
Kıdem Tazminatı Fonu, Kıdem
Tazminatının sonu olacak. İşçi sınıfının emeğini korumasına dönük
eldeki tüm geçmiş kazanımları tek
tek elinden alınmakta…
Bu coğrafyada siyaset sınıfsız yapılır.
İşçi sınıfı siyaset yapmadığı için…
Kapitalistler işçi sınıfının siyasetten uzak durmasını isterler. İşçinin
siyasetle ilgisi “bu hükümet öbüründen daha iyi, ya da daha kötü,
şuna oy vereyim, buna vermeyelim,
belki buna verirsek daha iyi olur,
inşallah” düzeyinde olursa, bu
sınırlarda kalırsa bu sermaye için
iyidir.
Ama işçiler burjuvaların bu siyaset
meydanına giderek artan biçimde
nefret besliyorlarsa, orada bir sorun var demektir.
Şimdi meclis koridorlarında bir
anayasa tartışması yürütülüyor.
Komisyon kuruldu, “sivil toplum”
görüşlerini söylesin diye dolaşıyorlar. Arada da şikâyet ediyor Meclis
Başkanı, “neden daha fazla görüş
gelmiyor?” diye.
İşçiler burjuvaların anayasasını pırıltılı, çekici, albenili bulmuyorlar
çünkü. Genelde de “en iyi anayasa
olsa ne olacak, benim koşullarım
böyleyken” refleksi geliyor.
sunuz, durduramayacaksınız, çünkü örümcek bağlamış kafalarınızla
aileyi kutsayıp onun çözülüşünü
engellemeye beyhude uğraşanlar
sizlersiniz!
Haksız da değiller. Sizin siyasetiniz,
sizin yasalarınız, sizin mahkemeleriniz, sizin cezaevleriniz işçi sınıfı
ve emekçilerin aleyhine çalışıyor
çünkü. Ne Hrant Dink cinayetinin, ne Davutpaşa katliamının
sorumlularını cezalandırıyorsunuz.
Çünkü bu cinayetleri siz işlediniz,
katilleri sizlersiniz!
Bu coğrafyada siyaset sınıfsız yapılıyorsa, demokrasi “herkes için”,
“sınıfsız”, sınıflar üstü bir şey diye
yutturuluyorsa, bu işçi sınıfı kendi
çıkarları için siyaset yapmadığındandır.
İşçilerin yaşam koşullarını düzeltecek bir tek yasa dahi çıkartmıyorsunuz, çünkü bu (kapitalist) işinize
gelmiyor, siz zaten bunları çıkarmamak üzere varsınız.
Sizin sınıf çıkarlarınız, sizin kapitalist hedefleriniz, sizin “büyük
Türkiye” hayaliniz bugün siyasette
konuşuluyor.
İşçi sınıfının çıkarları, insanlığın
idealleri, sosyalist bir Türkiye ve
Kürdistan arzusu konuşulmuyor.
Kürt işçilerin ve yoksul köylülerin
ulusal özlem ve taleplerine yanıt
olamıyorsunuz, olamayacaksınız;
çünkü tüm tarihsel inkâr ve yok
saymaların, “ulus olma” adına düzlenmiş, kanla yıkanmış tüm ulusal
farklılıkların asıl sorumlusu sizlersiniz!
Şubat ayının soğuğu, Mart’a oradan Mayıs’ın baharına dönüyor.
Elbet bu havalar ısınacak.
Kadın cinayetlerini durduramıyor-
Kararı biz işçiler vereceğiz…
İşçi sınıfı bu coğrafyada siyasetin
denkleminin kendisi hesaba katılmaksızın kurulmasına izin mi
verecek?
4
NƦNRJHQNXN
$UDVWD7HNVWLOLíÁLOHULQGHQH\OHP
6D\DD\DNNDE×
LüoLOHULQLQND]DQ×P×
Yaklaşık 4 ay önce işten atılan
35 civarında tekstil işçisi aradan
geçen zamana rağmen alacakları
olan parayı patrondan alamıyorlar.
Adana Büyüksaat Ayakkabıcılar Çarşısı’nda
çalışan yaklaşık 3-4 bin ayakkabı işçisi var.
Bine yakını ise saya (ayakkabının üst tarafı)
işçisi.
Patronun iş makinelerini
Denizli‘ye kaçırmasına müdahale eden işçiler kamyonların
önünü kesmiş, iş makinelerinin
işyerinden çıkışını engellemeye
çalışmıştı. Ama Arasta patronunun makineleri Denizli’deki
diğer işyerine kaçırmasına engel
olunamamıştı.
En kısa süreli çalışan 10 yıl. Çünkü saya işçiliği öyle kısa sürede oluşan bir meslek değil. Bu
ayakkabı çarşısında 20-30 yıldır çalışanlar bile
var. Ayakkabı çarşısında uzun yıllardır emek
veren saya işçileri, yılların suskunluğunu
üzerinden atmayı başardı. Evet, 1000’e yakın
saya işçisi, çalışma koşullarının düzeltilmesi
ve ücretlerinin insanca yaşayabilecekleri bir
seviyeye getirilmesi için direnişe geçti.
Daha önce alacakları için patron ve temsilcileri ile defalarca
görüşen işçiler sürekli ileri tarihler verilerek oyalandılar. Yine
işyerine giderek alacaklarını
talep eden işçilere en baştaki
gibi tarihi belli olmayan senet
verme teklif edildi. İşçiler hiç bir
yaptırımı olmayan bu senetleri
almayacaklarını belirtiyor, paralarının nakit olarak verilmesini
talep ediyorlar.
Saya işçileri, “Biz çalışmazsak, onlar da (patronlar da) para kazanamaz.” diyerek üretimden gelen güçlerini kullandılar. İşçilerin kararlılığı sonucu; parça başı ücretlerine yüzde
25’lik zam yapılırken, çalışma saatleri de 3
saat kısalmış oldu. Uzun süredir hiçbir şekilde
zam alamayan saya işçilerinin bu kazanımı,
işçilerin bir arada olduklarında istediklerini
alabileceklerini göstermiş oldu.
Arasta’da patron vekilleri ile yapılan görüşmenin ardından işçiler bir açıklama yaptılar. Arasta
mağduru işçinin okuduğu açıklamada şunlara yer verildi:
“Bizler Arasta Tekstil mağduru
işçileriz. Kimimiz geciken maaşlarımız için gösterdiğimiz tepkiden, kimilerimiz de ‘artık dikimhaneyi kapatıyoruz’ gerekçeleriyle içeride kalan maaşlarımızla
birlikte ihbarsız işten atıldık.
Aylarca bizleri maaş vermeden
çalıştırdı ve kapının önüne koydu, hala da paralarımızı verme
gibi bir düşünceye sahip değil,
bizleri oyalamaktan başka bir
işi olmayan Meral Çetin artık
senin yalanlarına kanmıyoruz ve
maaşlarımızı alana kadar sesimizi daha gür çıkaracağız.
Artık yeter! Sen lüks evlerde
otururken, bizler ev kiralarımızı
ödeyemiyoruz. Sen özel şoförünle ulaşımını sağlarken bizler eve
bir ekmek alalım diye minibüsle
bile ulaşımımızı sağlayamıyoruz.
Bugün buraya yol parası olmadığı için gelemeyen arkadaşlarımız
var.
Buradan bütün işçilere sesleniyoruz. Biz işçilerin emeğini sömürerek palazlanan, zenginliklerine zenginlik katan patronlara
karşı birlikte mücadele edersek
haklarımızı söke söke alabiliriz.
Bizler sessiz kaldığımız, sustuğumuz sürece patronlar daha fazla
ezer ve daha fazla sömürürler.
Bizler karşı çıkarsak ve mücadele edersek bu gidişata dur deriz.
Sınıf bilinçli, örgütlü mücadeleci
işçileri hiçbir gücün yenemeyeceğini biliyoruz ve Arasta patronuna bu gücü göstereceğiz.
Bizler işçi sınıfının birer üyeleri
olarak sınıf düşmanımız olan
Meral Çetin’e ve bizi ezen, haklarımızı gasp eden tüm patronlara
karşı mücadele bayrağını açıyoruz.”
Arasta tekstil işçisinin yaptığı
açıklamanın ardından Hey Tekstil mağduru olan bir işçi de söz
alarak düşüncelerini paylaştı.
Hey Tekstil’de 14 yıl çalıştığını
belirten tekstil işçisi sonunda
sokağa konulduğunu, buna karşı ise hiç birşey yapamadığını,
sadece hukuksal mücadele için
adımlar atabildiğini belirterek
“İşçilerin örgütlü mücadelesinin
önemini yaşadığım deneyim ile
görmüş oldum” dedi.
Son olarak Arasta Tekstil’den bir
işçi söz alarak süreci nasıl devam
ettirecekleri şöyle açıkladı:
“Hakkımız olan maaşlarımızı
alana dek her mücadelemizin
meşruluğuna inanarak eylemlerimizi artıracağız. Yeni, farklı
kampanyalarla Meral Çetin’i
huzursuz edeceğiz. Bütün sınıf
örgütlerini, sendikaları ve sınıf
kardeşlerimizi bu haklı mücadelemize destek olmaya, gücümüze
güç katmaya çağırıyoruz.”
İşçi açıklamayı dinleyen çevredeki işçilere de seslenerek “Şu an
sizler çalışıyor olabilirsiniz, ama
yarınımız garanti değil. Patronların bu pervasızlığı ve rahatlığı
karşısında işçiler de örgütlenmeli. Bakın onların sınıf örgütleri
var, TÜSİAD‘da, MÜSİAD‘da
örgütlüler. Kendi ihtiyaçlarını
karşılaması için yasalar hatta
yeni anayasa çıkarttırıyorlar.
Bizler de kendi haklarımız için
kendi sınıf örgütlerimizde örgütlenmeliyiz. Tek tek olunca yeni
anayasaya etkimiz olacak mı?
Ama birlik olsak, örgütlü olsak
durum farklı olur. Tüm sınıf
kardeşlerime sınıf örgütlerinde
örgütlenme çağrısı yapıyorum”
diyerek konuşmasını tamamladı.
Saya işçileri artık ayakkabıcılar çarşısında hiç
bir şeyin eskisi gibi olmayacağını patronlara
göstermiş oldular.Hatta işçiler, bu birlikteliklerinin devam edebilmesi için daha sistemli
ve örgütlü olmaları gerektiğinin de farkına
vardılar. Bu yüzden de saya işçileri dernek
kurma girişimleriyle de ortak mücadelelerini
somutlamış oldular.
(F]DF×ODUGDQPLWLQJ
Eczacılık fakültesi öğrencileri, eczacı odaları
üyeleri ve eczacı teknisyenleri, ilaç ve eczacılık alanındaki yıkım politikalarını protesto
etmek için Kadıköy’de “Yıkıma Dur De!” mitingi yaptı.
29 Ocak pazar günü Dr. Siyami Ersek Hastanesi önünde toplanan, beyaz gömlekler giyen
eczacılar, “Sağlık haktır satılamaz!”, “Susma
haykır, yıkıma hayır!”, “Sağlıkta yaşam hakkına sahip çık!”, “Sağlıkta özelleştirmeye hayır!”
vb. sloganlarla Kadıköy İskele Meydanı’na
yürüdüler.
Mitingte konuşan İstanbul Eczacılar Odası
Başkanı Semih Güngör, eczacıların ekonomik taleplerini karşılayacak yeni sözleşme
istediklerini; eczacıların batma tehlikesiyle
karşı karşıya olduklarını; anlaşma sağlanamazsa Şubat ayı içinde ilaç hizmetinin durabileceğini söyledi.
6HQGLND\DVDVÜQDNDUíÜ.(6.H\OHPL
Bakanlar Kurulu’nda görüşülmesi
yaklaşık üç aydır bekletildikten
sonra onaylanarak TBMM Başkanlığına gönderilen 4688 Sayılı Kamu
Görevlileri Sendikaları Yasa
Tasarısı‘na dair çeşitli illerde KESK
eylemleri yapıldı.
Sahte sendika yasasına karşı KESK
protestosu İstanbul’da Taksim’de
gerçekleştirildi. Galatasaray
meydanında toplanarak Taksim
meydanına doğru yürüyüşe geçen
KESK’liler, “işçi konfederasyonlarına başka bakanlar kurulu’na başka
yasa taslağı sunarak takiye zihniyetini sürdüren AKP’ye ‘Yasanı Al
Da Başına Çal’ diyoruz” diye tepki
gösterdiler.
“Sahte Sendika Yasasına Hayır –
KESK” pankartıyla Taksim meydanına gelen yürüyüş korteji, oturma
eylemi ve basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklaması sırasında
Ankara’da gerçekleştirilen protesto
eylemine ve polisin kamu emekçilerine saldırdığına da değinilerek
oturma eylemine başlandı. “Arkadaşlarımız Ankara’da bir yürüyüş
yaparak AKP Hükümetinin sahte
sendika yasasını protesto etmek istediler. Polis tarafından engellendiler.
Gaz bombalarıyla arkadaşlarımıza
saldırıldığını öğrendik. Arkadaşlarımıza destek olmak için oturma
eylemi yapacak ve ardından da basın açıklamamızı gerçekleştireceğiz”
denilerek bir süre oturma eylemi
gerçekleştirildi.
Oturma eyleminin ardından basın
açıklaması metni okundu. Metinde
sendika yasasının kamu emekçilerini kandırma ve oyalamadan ibaret
olduğu belirtilerek “KESK, 2 milyon
kamu emekçisinin haklarına yönelik
saldırıları ortaya çıkarmaya, yalanları teşhir etmeye, maskeleri düşürmeye ve mücadeleyi yükseltmeye
devam edecektir” vurgusu yapıldı.
5
NƦNRJHQNXN
%LOOXU7X]LüWHQ
atar atar atar…
Billur Tuz Fabrikası’nda Tek Gıda-İş
Sendikasına üye oldukları için işten atılan işçilerin direnişi birinci ayını geride
bıraktı. Billur Tuz 54 işçiyi işten attı. 1
Ocak’tan beri direniş sürüyor. İşçiler
yeni yıla direnişle merhaba dedi.
Billur Tuz Fabrikası 48 yıllık işletme.
Direniş sendikayı işyerine sokmak için
değil, sendikalılık durumunu devam ettirmek için. Zira Tek Gıda-İş, 13 dönem
boyunca toplu sözleşme imzalamış ve
tam 28 yıldır burada örgütlü.
Billur Tuz 3 yıl önce el değiştirmiş. Yeni
patronlar işçilerin sendikalı olmasına
razı değil. Sendikasızlaştırmak, işçilerin
örgütlülüğünü kırmak için bildik yöntemlere Billur Tuz patronu da başvurmuş. 3 ayrı taşeron sokmuş işyerine ve
yıllardır çalışan işçileri de taşeronlara
aktarmış. Asıl işi artık taşeronlar yapar
olmuş. Yeni alınan işçilerle sendikanın
yetkisini düşürmeye çalışmış.
Sendika taşeron işçisini de üye yapınca,
bu kez taşeron adını değiştiriyor. Sendika yeni giren işçileri de üye yapınca
patron kendi hukukunun geçerli olduğu
yargıda alt etme derdinde şimdi. Ama
mahkemenin aylar sürecek araştırmasına işçilerin tahammülü yok. 1 Ocaktan
itibaren işten atılan 54 işçi direnişte.
Mücadele hem direniş çadırında hem
içerde devam ediyor şimdi. Patron desteğe de tahammül edemiyor. En son 15
ve 25 yıldır çalışan iki işçiyi direnişe
destek verdikleri ve sendikadan istifa
etmedikleri için işten atıyor. Şimdi o işçiler de direnişte.
İzmir Çigli’deki Billur Tuz fabrikasında
devam eden direnişe en başta Schneider
Elektrik’te çalışan Birleşik Metal-İş üyesi işçiler olmak üzere destek yoğun bir
şekilde devam ediyor. İşçiler de kazanana kadar devam etmekte kararlı.
'DYXWSDíDNDWOLDPÜXQXWXOPDGÜ
İstanbul Davutpaşa’da, kaçak maytap üretimi yapan bir atölyede 31
Ocak 2008 yılında meydana gelen
patlama sonucu 21 işçinin hayatını
kaybetmesinin ve 117 işçinin de
yaralanmasının üzerinden tam 4
yıl geçti.
Aradan geçen zaman katliamı
unutturamadı. Katliamın yıldönümünde yine katliam ve sorumlularını lanetlemek için başta
katliamda yaralı kurtulan işçiler,
yaşamını kaybeden işçilerin aileleri olmak üzere “katliamın hesabını
soracağız” diyenler yine katliam
yerindeydi.
Aradan geçen sürede yoğun bir
hukuk mücadelesi trafiği sürerken
aileler de katliamı unutturmamak
için mücadeleye devam ediyorlar.
Patlamada yakınlarını kaybeden
aileler, her duruşma öncesinde adliye önünde, her benzer katliamda
işçilerin ailelerin yanında oldular.
Kendilerini ifade edebilecekleri
her platformu değerlendirmeye
çalıştılar. Ve Davutpaşa’nın unutulmaması ve davanın sonucunda
sorumluların cezalandırılması için
süreci devam ettiriyorlar.
Bu mücadelenin önemli duraklarından birisi de katliamın yıldönümü anmaları. Acıların tekrar
yaşandığı anmalarda sorumluların
cezalandırılması ve yeni katliamların önüne geçmek için süren mücadele bir o kadar istimleniyor.
Pazar günü sabah saat 10.00'dan
itibaren Davutpaşa’da buluşmaya
başlayan eylemciler burada üzerinde katliamda hayatını kaybedenlerin fotoğrafları bulunan ve
“Davutpaşa’yı unutmadık unuttur-
mayacağız” yazılı pankart açarak
katliamın yaşandığı yere yürüdüler.
Yürüyüş boyunca “Sorumlular
yargılansın, adalet istiyoruz”,
“Davutpaşa’yı unutmadık, unutturmayacağız” , “Kaza değil bu bir
cinayet”, “ Adalet istiyoruz” sloganları atıldı.
Yürüyüşün ardından patlama yerine gelindiğinde buraya karanfiller
bırakıldı ve yaşamını kaybedenler
için sirenler eşliğinde saygı duruşu
yapıldı.
Daha sonra basın açıklamasına
ve konuşmalara geçildi. Aileler
adına açıklama yapan İdris Çabuk, davanın gidişatıyla ilgili
bilgi verdi. Acılar bizi bir araya
getirdi, birleştirdi diyen Çabuk
“Sorumluluğu olan herkesin yargılanması için mücadele ettik. Sayısız
engellerle karşılaştık. Anladık ki,
adalet kendiliğinden tecelli etmiyor,
acımız-mağduriyetimiz yetmiyor.
Yılmayacağız, daha adaletli bir
hayata inancımızdan takibimizi
sürdüreceğiz.”dedi.
'LUHQLüWH\×OJHULGHE×UDN×OG× 0HUVLQ6HUEHVW
%|OJH·GHLüE×UDNPD
26 Ocak 2011’den beri hastane bahçesinde işlerine dön-
Mersin Serbest Bölge’de İçel-2 Tekstil fabrikasında çalışan işçiler tazminatlarını almak için iş bıraktı.
mek için onurlu bir mücadele
yürüten Samsun Gazi Devlet
Hastanesi taşeron sağlık işçilerinin direnişi bir yılı geride
bıraktı.
Dev Sağlık-İş üyesi oldukları
için işten çıkarılan Cemalettin Kömpe ve Ali Aslan, 26
Ocak 2011 tarihinde hastane bahçesinde çadır kurarak
direnişe geçti. Direniş sürerken, 1 Temmuz’da 3 işçi ve 4
Ağustos’ta 2 işçi daha işten
çıkarıldı. Böylece Samsun
Gazi Devlet Hastanesi’ndeki
direniş 7 kişiyle devam etti.
mize geri dönmek istiyoruz”
pankartını Ankara Kızılay
Meydanı’na taşıdılar. AKP’li
bakanların kenti ziyaretlerinde “önlemler” taşeron sağlık
işçilerinin eylem yapmaması için alındı ama onlar yine
protestolarını yapmayı bildi.
İşçiler, çevik kuvvetin ve hastanedeki özel güvenlikçilerin
saldırılarına defalarca maruz
kaldı ama yılmadılar.
İl Sağlık Müdürlüğü, Samsun Valiliği işçilerine eylemlerine sahne oldu. Ankara’ya
yürüdüler, Sağlık Bakanlığı
önünde eylem yaptılar. “İşi-
Bir yılı geride bırakan Samsun Gazi Devlet Hastanesi
direnişi hastane önünde sürüyor.
Yaklaşık on bine yakın işçinin çalıştığı Mersin Serbest Bölge’de İçel-2 Tekstil işçileri
daha önce aynı patrona ait olan ve yanan
Palmiye Tekstil‘den doğan tazminat alacakları için işbıraktı. Yaklaşık 150 işçinin
çalıştığı işyerindeki işçiler yanan işyerinde
10 yıllık tazminat alacakları olan işçiler bulunduğunu ifade etti.
Palmiye Tekstil‘in yanmasıyla patronun
kendilerini 3 ay izne gönderdiğini ve İçel2’yi açınca tekrar çağırdığını anlatan bir
işçi; “Tazminatlarımız ne olacak sorusunu
sorduğumuzda bizlere herhangi bir açıklama yapmayan patron, bizler sıkıştırınca tazminat vermeyecegini söyledi. Bunun üzerine
bizler de iş bıraktık. Avukatlarımız fabrikaya gelince yüzde 50’sini vereceğini söyledi.
Bu sözün ardından işbaşı yaptık ama tazminatımızın takipcisi olacağız.”dedi.
İdris Çabuk’un ardından milletvekili Levent Tüzel söz aldı. Tüzel
“Acılarımıza neden olan asıl sorumlular yargılanmıyor. Davutpaşa ilk
de değil son da. Madenler, tersaneler, inşaatlar ve nicelerinde sürekli
işçi cinayetleri yaşanıyor. İşçi sağlığı
ve güvenliği hiçe sayılıyor. Sistem
bunların üzerine gitmiyor, bu cinayetleri önleyecek yasalar çıkartmıyori çünkü bu sistem işçilerin,
emekçilerin sistemi değil” dedi.
Daha sonra aileler söz aldı. Patlamanın unutulmaması ve üzerinin
örtülmemesi için patlama yerinin
park yapılmasını istediklerini belirten aileler; “Bizler sadece Davutpaşa ile sınırlı kalmadık Zonguldak
Karadon’da, Bursa Kemalpaşa’da,
Ankara OSTİM-İvedik’te yaşanan
katliamların ardından buralara
giderek ailelerle görüştük. Birlikte
mücadele etmeye başladık “biz”
olduk. Bu katliamların hesabı sorulana dek adalet sağlanana dek mücadelemiz devam edecek” dediler.
Eyleme İstanbul İşçi Sağlığı ve İş
Güvenliği Meclisi ve gazetemiz
İşçi Meclisi okurları da katıldı.
3D]DUF×NHQGLQL\DNW×
Adana’da pazarcılar ile CHP’li belediye arasında uzun süredir süren pazar kavgası, bir pazarcını uygulamayı protesto etmek için kendini
yakmasıyla sonuçlandı.
Çukurova Belediyesi’nin dükkan sistemine geçmeyi gerekçe göstererek pazar yerleri elinden
alınan Barış Manço Bulvarı üzerindeki semt
pazarı esnafı, uygulamayı protesto etmek için
sabah saatlerinde tezgahlarını ana cadde üzerine kurmak istedi. Sabah saatlerinde tezgah
ve kamyonetlerle Barış Manço Bulvarı’nı trafiğe kapatan esnafa çevik kuvvet polisi ve zabıta
ekipleri müdahale etti. Müdahalesi sırasında 30
yaşındaki 4 çocuk babası Mehmet Oğuz, pet
şişe içerisindeki benzini üzerine dökerek, müdahalenin durmasını istedi. Oğuz, arkadaşlarının bağışları arasında kendini yaktı.
Vücudunda 2. derece yanıklar oluşan Oğuz, ve
onu söndürmek isterken hafif şekilde yanan iki
kişi hastaneye kaldırılarak tedavi altına alındı.
Oğuz’un sağlık durumunun ciddiyetini koruduğu öğrenilirken, pazarcı esnafı eylemine 3
saat daha devam etti. Polisle yapılan görüşmelerin ardından yol trafiğe açıldı.
6
NƦNRJHQNXN
0DOWHSHGLUHQLíLQGHSHUGH
Maltepe Belediyesi’ne bağlı, parkbahçe, yapı, ulaşım, temizlik gibi
farklı iş kollarında çalışan taşeron
işçiler güvencesiz, esnek çalışma
koşullarına karşı örgütlenince işten
atılmışlardı. Bu saldırının karşısında
direnişe geçen dokuz işçi, Maltepe
Belediyesi binası önünde 28 gün
boyunca işe geri alınmak ve taşeron
sisteminin getirdiği çalışma koşullarına karşı taleplerini kazanmak için
direndi. İşçiler, Maltepe Belediye
Başkanı Mustafa Zengin‘in siyasi
danışmanı Yüksel Çiftçi ile yapılan
görüşmede tüm işçilerin geri alınacağı ve taleplerinin ortak komisyonda görüşüleceği sözü almışlardı.
Ama işçiler, “işe alınacaksınız” denip
işe alınmayınca yeniden direnişe
başladı.
CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu‘nun “21. Yüzyılda
taşeronluk kölelik rejimidir, bedel
ödenmeden hak alınmaz, ağlamayana kimse meme vermez” sözlerinin
yazılı olduğu pankart açan işçiler,
direnişlerinin ikinci devresini basın
açıklamasıyla başlattılar.
Maltepe Belediyesi taşeron işçilerinin direnişi bir ayı geride bırakarak
sürüyor. Direniş birçok direnişte
olduğu gibi sendikaya karşı da devam ediyor. Maltepe Belediyesinin
önünde devam eden direniş buraya
kapalı kalmıyor. İşçiler Bağdat Caddesindeki CHP binası başta olmak
üzere farklı mekanları da direniş ye-
Avrupa Sendikalar Konfederasyonu
(ETUC), 29 Şubat’ı “kemer sıkma
politikaları”na karşı Avrupa çapında
eylem günü ilan etti. AB’nin yeni
bütçe dayatması için toplanacağı 1-2
Mart öncesinde, toplantının yapılacağı Bürüksel’de 29 Şubat’ta kitlesel
bir eylem yapacağını açıklayan
ETUC, üyesi federasyonların kendi
ülkelerinde yapacakları eylemler
için de, eylem biçimlerini konfederasyonlara havale etti.
rine çeviriyor. Bu mekanlardan biri
de Taksim.
Taksim’de yapılan açıklamada belediye bünyesindeki sendikaların
kuralsız ve kölece çalışma koşulları,
yani orman kanunlarının geçtiği
taşeronluk sistemine karşı başlatmış
oldukları direnişe destek olmak
yerine, Mustafa Zengin’in tehditlerine boyun eğerek saflarını patron
tarafında belirledikleri belirterek
sendikaları teşhir ettiler. Ayrıca
Belediyenin hazırlamış olduğu deklarasyonda imzası olan tüm sendikacıları istifaya davet ettiler.
Açıklama Genel-İş ve Belediye-İş
sendikalarına yapılan şu çağrı ile
sonlandırıldı. “Atılan imzalar geri
%DNDQFUHWOL|ùUHWPHQOHUL
KHGHIJ|VWHUGL
Milli Eğitim Bakanı Ömer
Dinçer, bir televizyon kanalında Kürt illerinde görev
yapan ücretli öğretmenlerin
“PKK propagandası” yaptığını iddia ederek, bölgede
görev yapan bütün ücretli
öğretmenleri suçlayan, onları
hedef haline getiren açıklamalarda bulundu.
Hakkâri, Şırnak ve Van’dan
örnek vererek “Gönderdiğimiz öğretmenler ayrıldıkları
zaman ücretli öğretmen almak
durumunda kalıyoruz ve
PKK’nın yönlendirdiği ücretli
öğretmenleri almak durumunda kalıyoruz” dedi.
Milli Eğitim Bakanı bu açıklaması ile bizzat sorumlu
olduğu ücretli öğretmenlik
uygulamasının ve ataması yapılmayan öğretmenlerin, eylemleri ile ve özellikle sosyal
medyayı kullanarak bakanlığı
köşeye sıkıştırmasını kısa yoldan bildik bir taktiğe başvurarak bertaraf etmek istedi.
Eğitim-Sen yaptığı basın
(78&·WDQWDEDQ
]RUX\ODH\OHPOHU
çekilsin, sorumlulardan hesap sorulsun. Yoksa bu kirli oyuna bir parçası
da siz olursunuz.”
İşçilerin Taksim’deki yürüyüşünde
güzel dayanışma sahneleri yaşandı.
İşçilerin önü İstiklal Caddesi‘nde
kesildi. Ama bu sefer farklı bir şekildeydi bu. İşçilerin önünü kesen
ne polis ne panzerlerdi. Bu sefer
dayanışma için kesilmişti yürüyüşün önü. Grup Emeğe Ezgi kesti
işçilerin önünü birlikte direniş
ezgileri söylemek, direnişi omuz
vermek için. Grup Emeğe Ezgi’nin
“Maltepe işçileri yalnız değildir”
pankartı ile işçilerin önünü kestikleri yerde Çav Bella söylendi hep
birlikte. Ardından yürüyüşe birlikte
devam edildi.
Eylem gününün sloganını “Aşırı
aşırıdır! Kemer sıkma tedbirleri
krize verilecek tek yanıt değildir!”
olarak belirleyen ETUC’un “karşı
çıkışı”, emperyalist sendikalizme
uygun ve yakıcı sınıf taleplerini
tümden dışlıyor: “Hazırlık aşamasında bu sözleşmeye karşıyız,
tünelden çıkış için çözümler sunmuyor. Avrupa projesini frenliyor,
büyümeyi söndürecek bir fren olarak sosyal Avrupa’yı frenlemekte.”
Avrupa çapında düzenlenecek eylemlerde, işçilerin AB yönetimine,
“sosyal kırılmayı durdurun. Alım
gücünü azaltan ve gelecek perspektifini karartan bu kemer sıkma
trenlerini durdurun. Alternatifler
vardır. Oynanacak başka kartlar
da var” diye yalvaryakar olmasını
istiyor.
İşçi sınıfının ETUC vb. emperyalist sendikalardan hiçbir beklentisi
olamaz; kendi yolunu sınıf talep ve
militan mücadelesiyle açacak.
<DVDNV×]YHEDUDMV×]ELUVHQGLND
açıklaması ile Milli Eğitim
Bakanı’nı bölgede görev yapan tüm ücretli öğretmenlerden özür dilemeye çağırdı.
“MEB verilerine göre, 20112012 Eğitim-Öğretim Yılı’nda
Urfa’da 2.662, Diyarbakır’da
1.558, Mardin’de 817,
Şırnak’ta 794, Adıyaman’da
620, Siirt’te 520, Batman’da
493 ücretli öğretmen istihdam
edilmektedir. Milli Eğitim
Bakanı’nın açıklaması, daha
önceki pek çok açıklaması gibi,
büyük bir talihsizliktir.
Ömer Dinçer, başta Van olmak üzere, bölgede büyük
fedakarlıklarla görev yapan
ücretli öğretmenlerden özür
dilemelidir. Milli Eğitim Bakanı, kadrolu öğretmenlerle
aynı işi yaptıkları halde hiçbir
sosyal ve özlük hakları olmayan ücretli öğretmenleri suçlayacağına onların sorunlarını
anlamaya çalışmalı ve ücretli
öğretmenlik uygulamasını kaldırarak, herkesin kadrolu ve
güvenceli çalışması için gerekli
adımları atmalıdır.”
DİSK üyeleri, “Sendikal haklarımız engellenemez” pankartı açarak, Çalışma Bakanlığı
önüne yürüdüler. DİSK’e bağlı sendikaların
yanı sıra Türk-İş’e bağlı TGS ve Basın-İş
Sendikasının da katıldığı yürüyüşte, hükümetin 2821 ve 2822 sayılı yasaların
yerine gündeme getirdiği Toplu İş İlişkileri
Kanunu’nda yasakları korumak istemesine
tepkiler dövizlere yansıdı. DİSK üyesi işçiler,
“Grev yasaklarına hayır”, “Yetki uyuşmazlıklarında referandum”, “Örgütlenme barajlarına hayır” yazılı dövizler taşıdılar. İşçiler sık
sık, “Genel grev geliyor”, “Genel grev, genel
direniş” sloganları attılar. Burada konuşan DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün,
Hak ve özgürlükleri kısıtlayan bu taslağı
kabul etmeyeceklerini kaydederek , “Sorun
yalnızca grev hakkımızın, toplusözleşme
hakkımızın kısıtlanmasıyla sınırlı değildir. Bu tehdidin bir başka yönü ise, kıdem
tazminatı hakkımızı da elimizden almaya
zemin hazırlamaktır. Önümüze iki seçenek
konulmuştur. ‘Ya bu yasa taslaklarını kabul
edeceksiniz, ya da kapınıza kilidi vuracağız’
denilmektedir. Biz kabul etmiyoruz, etmeyeceğiz. Ne sendikal hak ve özgürlüklerimizden ne de kıdem tazminatımızdan vazgeçmeyeceğiz” dedi.
DİSK İstanbul’da da Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı Bölge Müdürlüğü önüne
yürüdü. Bakanlığın istatistiklerin açıklandığı
zaman DİSK’in yetkisiz kalacağı açıklamalarına tepki gösteren DİSK’liler Saraçhane
Parkı’ndan, “Örgütlenme barajlarına hayır”,
“Grev yasaklarına hayır” dövizleri ve sloganlarla bölge müdürlüğü önüne geldiler.
Müdürlük önünde yapılan açıklamada,
hükümetin işçi mücadelesini etkisiz hale
getirmeye çalışıldığı vurgulandı.
7
NƦNRJHQNXN
7DQÜPÜ\RUX]<RNKÖNPÖQGHGLU
İşçilerin sınıf örgütü sendikalar tümden tasfiye ediliyor.
Toplu İş İlişkileri Kanunu
çıkarılmadan sendikalı işçi sayısının açıklanması, sendikaların ezici çoğunluğunu tasfiye
edecek. Sendikalarda örgütlü
işçileri toplu iş sözleşmesi
hakkından yoksun ve örgütsüz
kılacak…
Saldırının yıkıcılığına karşın, sermayeleşmiş sendikal
bürokrasiden mızmızlanma
dışında tık çıkmıyor. Üç yıl
boyunca yaptıkları rezil pazarlıkların, işbirliğinin sonuna
gelmiş haldeler. Sendikalı işçi
sayısı açıklansın amenna, yasa
da çıksın ama; işçi sömürüsü
üzerinden kestikleri rantlar ve
koltukları baki kalsın yeterki!
Biz işçilerin, işçi sınıfının, bu
sermayeleşmiş asalaklardan en
küçük bir beklentisi olamaz,
olmamalı. Sınıf örgütlerini
tasfiye etmeye yönelik sermayenin bu dehşetli saldırısını,
iradesini sendika bürokrasisine teslim ederek, bu asalaklardan birşeyler yapmalarını bekleyerek hiç değil; doğrudan
fiilen militan ve kitlesel bir
tarzda göğüsleyip püskürtmeyi hedeflemeli, hazırlanmalı ve
yaşama geçirmeliyiz.
Sermayenin Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı Çelik, yaptığı
açıklamada; Özcesi, biz işçilere, ‘sendikal örgütlenmeniz
önüne koyduğumuz barajı
çekiştirmeye kalkarsanız,
sendikaları bitiririz, örgütsüz
kalırsınız’ sopasını sallıyor.
‘Baraja da, sendikalara da,
sizin ne için ne kadar örgütlenebileceğinize de vb. biz karar
veririz’ buyuruyor! ‘Siz işçiler
de, sendikal bürokrasi aracılığıyla kararlarımıza destek
verip katılırsınız’ lütfuyla da,
burjuva demokrasisine şükranlarımızı sunmamızı istiyor!
Çünkü kriz var! Sermayedarlar da pek ala biliyorlar, artık
faşist 12 Eylül Anayasası’na
bağlı örgütlenme yasak ve
sınırlamalarıyla saltanatlarının
sürdürülemeyeceğini; bizim
bu köleci cendereye artık
sığamayacağımızı, sığmayacağımızı… Eninde sonunda
patlayacağını, patlatacağımızı!
Fakat kriz var… Şakası yok,
sırtımızdan sermaye üretimlerinin ve birikimlerinin krizi
var! “Teğet geçti” demelerinin
üzerinden ne kadar zaman
geçti, afiyetle yaladılar tükürdüklerini; “en az hasarla atlatmaya çalışıyoruz!” diye tükürük saçıyorlardı etrafa daha
dün; bugünlerde “sıfır büyüme”, giderek de “küçülme”den
söz etmeye başladılar. İşte bu
yüzdendir, sendikal örgütlenmemizin önündeki engellerin,
.×GHP7D]PLQDW×
)RUXPXJHUoHNOHüWLULOGL
Burjuva hükümetin gündeminde bulunan kıdem tazminatı hakkının gaspı saldırısına karşı Herkese Sağlık
Güvenli Gelecek Platformu ‘Kıdem Tazminatı Fonu
ve İş Güvencesi’ başlıklı bir forum düzenledi. Forumda kıdem tazminatı saldırısının içeriği ve yaratacağı
sonuçların yanı sıra, birleşik mücadelenin olanakları da
tartışıldı.
Forumun açılış konuşmasını yapan TTB’li Hüseyin
Demirdizen, kıdem tazminatının gaspı planının, bütünlüklü bir saldırının parçası olduğunu hatırlatarak
bütünlüklü saldırıya karşı bütünlüklü bir mücadeleyle
yanıt vermenin gerekliliğine vurgu yaptı.
barajların bir nebze ucundan azaltılmasının TÜSİAD
raporlarına kadar girmesine
karşın bir türlü komisyonlaşmaması; komisyonlaştığında
yasalaşmaması; yasalaştığında
Meclis’e gönderilmemesi, …
Patronlar olmaz derler, rest
çekerler; sermayenin bakanları olmaz derler, rest çekerler…
Ve, adına “Toplu İş İlişkileri
Kanun Tasarısı” dedikleri,
grev vb. yasakları aynen korunan fakat örgütlenmemize
yüzde 10 barajını kıyısından
bir parmak aşağıya düşüren
ucubeye dahi, olmaz derler!
Sermayenin sopası da, havucu da, sermayeleşmiş ağası
da ortada. Hepsi bizim, biz
işçilerin üzerinden geçiniyor,
üzerimizde tepiniyor, adımıza karar alıyor, … Ne kadar
sömürüleceğimize (“çalışma”
diyorlar!), ne kadar karbonhidrat ve protein alacağımıza
(“asgari ücret” diyorlar), ne
kadar konuşacağımıza, düşüneceğimize, ne kadar eyleyeceğimize (cop ve gaz bombası,
hediyesi F Tipi!), neye ne
kadar katılacağımıza (“yönetişim”, “demokrasi” diyorlar),
ne kadar örgütleneceğimize,
ne kadar öleceğimize (“güzel
öldüler!” diyorlar), … Tamam da güzel kardeşim, sınıf
kardeşim, can yoldaşım, bizler
bunun neresindeyiz?
Sınıf örgütlerimiz olan sendikaları tasfiye ettirmeyeceğiz!
Tam da burasındayız işte; başlangıç noktamız burada. Özelleştirilmiş sosyal güvenliğin
tümden sermayeleştirilmiş bir
üst kurulunun (SGK), tümden sermayenin ihtiyaçlarına
göre yaz boz istatistikleri biz
işçileri zerre kadar bağlamaz!
Tanımayız, tanımayacağız! O
istatistikleri istediğiniz kadar
artı değer sömürüsünden
kaynaklanan kar grafiklerinize bağlamaya çalışın, bizleri
bağlayamaz. Hükmü yoktur.
Öncü işçilerden başlayarak,
sendikalarda örgütlü tüm
işçiler, örgütlenmeye çalışan
tüm işçiler, kendilerini ortaya
koyacak, açık, net, ve işçinin
sınıf yalınlığıyla: O istatis-
Başlangıç noktamız, sınıf
örgütlerimizin tasfiye
edilmesi saldırısını
geri püskürtmektir.
Tehdidin, sopa sallamanın
sökmeyeceğini amansız
göstermektir. Böylesine
ağır bir saldırıyı geriye
püskürtmek, sermayeye
tükürdüğünü yalatmak, sınıf
örgütlenmemiz önündeki
sermayenin koyduğu tüm
engelleri, tüm barajları, yasa
ve yasakları toptan ortadan
kaldırma talebiyle birlikte
mümkün olacak.
tiklerinizi alın başınıza çalın,
tanımıyoruz, hükmü yoktur.
Başlangıç noktamız, sınıf
örgütlerimizin tasfiye edilmesi
saldırısını geri püskürtmektir. Tehdidin, sopa sallamanın sökmeyeceğini amansız
göstermektir. Böylesine ağır
bir saldırıyı geriye püskürtmek, sermayeye tükürdüğünü
yalatmak, sınıf örgütlenmemiz
önündeki sermayenin koyduğu tüm engelleri, tüm barajları, yasa ve yasakları toptan
ortadan kaldırma talebiyle
birlikte mümkün olacak. Yüzde 10’u yüzde bilmem kaça,
binde bilmem kaça indirme
pazarlığıyla değil! Kayıtsız
koşulsuz sınırsız örgütlenme
özgürlüğü. Yasa, adına ne
denirse densin, ister “Toplu
İş İlişkileri Kanun Tasarısı”,
ister Anayasa; ille de buradan
başlamak zorunda: Kayıtsız
koşulsuz sınırsız örgütlenme
özgürlüğü!
Hele ki, bu koltuklaşmış,
sermayeleşmiş, sırtımızdan
semirmiş, irademizi teslim
almış, mecalsiz, aciz, sermaye
ve devletine yüzsüren sendika
bürokratlarıyla aman hiç değil. Kahrolsun sendika ağaları!
Alçaklıkta sınır tanımayan bu
rezil yaratıkları sarsmadan,
yapıştıkları koltukları tekmeleyip birlikte kapı dışarı etmeden, onlardan amansız hesap
sormadan, sınıf örgütlerimizin
tasfiye edilmesi saldırısını
püskürtemeyiz.
Gazeteci Atilla Özsever, kıdem tazminatı gaspı saldırısını hükümetin Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) çerçevesinde ele alarak UİS’in çalışma yaşamında kökten
değişikliklere yol açacak bir içeriğe sahip olduğunu
belirtti.
Yapılması gerekenler açısından, sanayi bölgelerinde
bilgilendirme kampanyalarının yanı sıra sermayenin ve
hükümetinin kıdem tazminatıyla ilgili iddialarına karşı
ideolojik bir mücadele yürütmenin önemini vurguladı.
Birleşik ve ortak mücadele zeminlerinin yaratılması
gerektiğini ekleyerek sunumunu tamamladı.
Birleşik Metal-İş Sendikası TİS Uzmanı İrfan Kaygısız,
çalışma yaşamında son 30 yılın en köklü değişiklikleriyle karşı karşıya olunduğunu vurgulayarak, kıdem
tazminatı fonu tartışmasının sadece ücret değil, aynı
zamanda çalışma koşullarını da yeniden düzenleme
amacı taşıdığını vurguladı. Kaygısız, gelişmiş kapitalist
ülkelerle Türkiye’deki kıdem tazminatı uygulamasını
karşılaştırarak, özellikle Avrupa’daki gelişmiş kapitalist
ülkelerdeki kıdem tazminatı miktarının Türkiye’ye göre
düşük olmasının hükümetin iddialarını doğrulamadığını, bu ülkelerdeki diğer sosyal destek mekanizmalarının
varlığının bu tartışmalar içerisinde görmezden gelindiğini belirtti. Kaygısız konuşmasının sonunda, işçilere
düşen görevin bu hakkı korumak ve ileriki kuşaklara
devretmek olduğunu da vurguladı.
ÇHD Emek Komisyonu’ndan Av. Nilgün Şahinkaya,
kıdem tazminatı fonu planını, İş Kanunu ve mevcut
esneklik uygulamaları üzerinden değerlendirdi. Şahinkaya, kıdem tazminatı fonunun geçmiş on yıllardan
beri hükümetlerin gündeminde olduğunu hatırlatarak,
yapılması planlanan düzenlemeyle ilgili hukuki bilgilendirmelerde bulundu.
Son konuşmacısı İsviçre Tekstil Sendikası’ndan Mehmet Akyol, işçi sınıfının 200–300 yıllık mücadele deneyimine vurgu yaparak kıdem tazminatı hakkının nasıl
kazanıldığıyla ilgili tarihsel sürecin unutulmamasının
önemine değindi. Akyol patronları, işten çıkarmalar
konusunda zorlayacak yasal değişikliklerin hayata geçirilmesi için mücadele vermek gerektiğini söyledi. İkinci
emeklilik sigortası ve işten çıkış maliyetlerinin yükseltilmesini sağlayacak adımların atılması için mücadele
verilmesi gerektiğini de sözlerine ekledi.
Forumun ikinci bölümünde ise birleşik mücadelenin
olanaklarına ilişkin tartışmalar yürütüldü. Bu bölümde
HSGGP deneyiminin yarattığı orta mücadele kültürünün değerine dikkat çekilerek, İSİG Meclisi, Güvencesizler Platformu, 1. Bölge çalışması gibi benzer nitelikte
emek mücadelesi temelinde yürütülen çalışmaların
birleştirilmesi gerekliliğine işaret edildi. Devrimci
Proletarya adına yapılan konuşmada ekonomi alanında
sınıfa dönük saldırılarla siyaset alanındaki işçi sınıfının
yok saymaların bütünlüğü vurgulanarak, burjuvazi açısından Ulusal İstihdam Stratejisi vb. makro ekonomik
planlamalarla yeni anayasa tartışmaları sürecinin birleşik bir nitelik taşıdığına dikkat çekilerek, işçi sınıfının
ancak kendi mücadele talepleri ve öz örgütlenmeleriyle
bu ablukayı dağıtabileceğine işaret edildi.
8
NƦNRJHQNXN
ñíÁL0HFOLVLnQGHQo0DU['ÐQGÖpJÐVWHULPL
İşçi Meclisi olarak İstanbul’da ”Marx
Döndü” oyununun gösterimini 15
Ocak’ta gerçekleştirdik.
En başta İşçi Meclisi okurları
olarak birlikte iş yapma,
birşeyler üretmiş olmanın
hazzını yaşadık bu etkinlikte
ve organizasyonunda. Elbette
tüm ilklerde olduğu gibi bu
ilkde de aksayan, ağır aksak
ilerleyen şeyler oldu. Ama bu
adımın en önemli yanının,
uzun sürecek yolculuğumuzun
ilk adımlarından biri olarak
birlikte üretmenin önemini,
dahası kolektifin tek tek bireylerin toplamından çok daha
fazla ve başka bir şey olduğunu duyumsatmış ve yaşatmış
olmasıydı.
Etkinlik İşçi Meclisi olarak bu tarz
etkinliklerin organizasyonu açısından ilklerimizden birisi olma özelliği
de taşıyordu.
Etkinlik öncesi elimizdeki davetiyelerin tükenmiş olması bizleri tatlı bir
telaşa sürüklemişti. 150 kişilik salon
için 200 davetiye dağıtımı yapmıştık.
Bu da “insanları salona sığdıramazsak” gibi bir soru oluşturdu bizlerde.
Bundan kaynaklı hafif fren de yaptık
davetiye dağıtımında.
Gösterimden birkaç saat önce salona
giderek son kontrolleri yaparken,
tiyatrocu arkadaşlar da sahne hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlardı.
Gösterimden bir gün önce
İstanbul’da karlı ve soğuk bir hava
keyfimizi kaçırırken, bir de yetmiyormuş gibi tüm Marmara’yı kapsayan bir elektrik kesintisi koşulları
iyice zorlamış ve keyifleri kaçırmıştı.
Ama gösterim sabahı düne inat bahardan ödünç alınmış bir hava vardı.
Etkinlik başlama saatine doğru gösterim için gelenlerin kapı önünde
birikmeye başlaması da keyifsizliğimizi iyice dağıtıyor, tatlı bir keyfe
dönüyordu havamız.
Oyun öncesi bir kadın arkadaşımız
kısa bir hoş geldin konuşması için
sahneye çıktı. Burada olabilmek için
izin almak zorunda kaldığını, çünkü
bugün nöbeti olduğundan işte olması gerektiğini belirterek başladığı
konuşmasında şunlara yer verdi:
“Bu yoğun çalışma temposunda
kendimize ayıracak zaman bulmakta
çok zorlanıyoruz. Ben iznimi böyle
bir etkinlikte sınıf kardeşlerimle
işçi sınıfının önderi Karl Marx’ın
hayatını konu alan bir oyunu izlemek için kullanmış olmaktan çok
memnunum. İşçi Meclisi olarak bu
gibi etkinlikler yaparak biraraya
gelmeye devam edeceğiz. Yeni anayasanın tartışıldığı bu süreçte bizler
işçiler olarak sık sık biraraya gelerek
kendi duruşumuzu oluşturmalıyız.
Şubat ayının sonunda Yeni anayasa
gündemli “Bu anayasada işçiler yok”
başlıklı bir panel düzenleyeceğiz.
Yeni anayasa sürecinde etkinliklerimiz de süreklileşecek. Bu etkinliklerde görüşmek dileğiyle.”
Yapılan bu konuşmanın ardından
İşçi Meclisi tarafından hazırlanan
yeni anayasa konulu bir sinevizyon
gösterimi yapıldı.
Sinevizyon sunumu metninde şunlar yer alıyordu; “12 Eylül’le birlikte burjuvazinin yolu düzlenmiş,
yüzbinlercemiz işkencehanelerde
ezilmiş, katledilmişti. Sermaye “kalkınma” diyordu, işte şimdi kalkınabilirdik gönül rahatlığıyla. Ne de
olsa örgütlenmek külliyen yasaktı artık. Sendika yasaktı; eylem yapmak,
grev yapmak, boykot yapmak, hak
aramak yasaktı. Örgütlü işçi olmak,
Kürt olmak, hele hele devrimci olmak, katiyen yasaktı. ’82 anayasası o
gün için bal kaymak idi “büyüklerimize”. Hatta ne diyorlarda, “bugüne
kadar işçiler güldü, bundan sonra
biz patronlar güleceğiz.”
Gün oldu, kalkındık. Nurtopu gibi
bir bölgesel güç olduk. Ve bize henüz
doğmamışken, daha doğmazdan
önce dar gelen bu anayasa, bu kez
“büyüklerimize” yetmez oldu. Tayyip
Erdoğan’ın dediği gibi, “bize başka
bir gömlek lazım” oldu. Üzerimizdeki eskimişti zira, tutulacak tarafı
yoktu. Şimdi patronlar “alın size iyi
kötü bir burjuva demokrasisi, gelin
şu iş barışını tesis edelim” diyorlar.
“Veren biziz, istediğimiz kadar demokrasi veririz, sizin için en doğrusunu zaten en iyi biz biliriz” diyorlar.
Nasıl allayıp pulluyorlarsa pullasınlar, biliyoruz: Bu anayasada biz
yokuz! Bu anayasada işçiler, işçi sınıfı yok! İşçi sınıfının payına düşen
100 yıllık kolektif kazanımlarının
elinden alınması, 8 saatlik işgününü,
hafta tatilini, kıdem tazminatını,
emekliliği unutmak. Sermayenin
esnek, ücretli kölesi olmak! Bu anayasada Kürt halkı yok! Neredeyse
100 yıldır onbinlerce can pahasına
mücadele eden Kürt halkının, Kürt
işçilerinin ve yoksullarının payına
düşen adının bile anılmadığı bir
anayasa. Bu anayasada emekçi kadınlar yok! Kadınların payına düşen isimlerinin bile geçmediği bir
bakanlık, anaç bakan teyzeler eliyle
ücretli köleliğe uyum sağlamak, bir
de bölgesel güç için en az 3 çocuk
doğurmak!
Ya bir nebze nefes alırız hayaliyle
burjuva demokrasisine tutunmak, ya
da kendi demokrasimizi, işçi sınıfının sosyalist demokrasisini kurmak
için mücadele etmek. Can babanın
dediği gibi, “sınıfımızı bilip safa gelmek zorundayız.” Bizi çizeni biz de
çizmeliyiz. İşçi sınıfını, Kürt halkını,
emekçi kadınları, gençliği yok sayan
burjuva anayasasını sokaklarda paspas etmeliyiz!
Kendimiz üretip kendimiz yöne-
teceğimiz, ne bir ulusun, ne de bir
cinsin diğeri üzerinde tahakkümüne
yer olmayan, baskının, sömürünün,
ücretli köleliğin sözlüklerden silindiği gerçek bir demokrasi için, günde
4 saatten fazla çalışmayacağımız,
kendimizi özgürce geliştirebileceğimiz bir dünya için, sosyalist bir işçi
demokrasisi için artık safa gelme
zamanı.”
lizmin eleştirisinin günümüzde de
geçerli ve güncel olduğunu gösteriyor.
Gösterimin ardından oyuna geçildi. Howard Zinn‘in kaleme aldığı,
“Marx Döndü” adlı oyun, krizle sarsılan kapitalist sistemi Karl Marx’ın
bakış açısı ile tiyatro sahnesinde
sorguluyor.
Yapılan bu sonbetin ardında İşçi
Meclisi adına yapılan konuşmada
Şubat ayı içerisinde Yeni Anayasa
konulu bir panelin gerçekleştirileceği duyurusu yinelendi ve “daha
sonraki etkinliklerimizde yeniden
biraraya gelmek dileğiyle” denilerek
etkinlik sonlandırıldı.
Marksizmin ölümünün ilan edilmesi üzerine, Karl Marx’ın Londra
Soho’ya bir saatliğine inmek için
yukarıdakileri ikna etmesi, fakat bürokratik bir yanlışlık nedeniyle New
York Soho’ya inmesiyle başlar oyun.
Marx dünyaya döndüğü bu süreyi,
referanslar vererek kendini ve yazdıklarını savunarak kullanır. Marx
ayrıca, yaşamıyla ilgili olaylar, Jenny
ile yaptığı evlilik, Londra’ya sürülmesi, üç çocuğunun ölmesi, zamanın politik çatışmaları, İrlanda’nın
İngiltere’ye karşı direnişi, Avrupa’daki 1848 devrimleri, Komünist Hareket, Paris Komünü olayları hakkında
konuşuyor. “Marx Döndü” oyunu,
Marks’ın Almanya’da başlayan ve
Londra’ya uzanan hayat hikayesini,
tutkulu ve kendini davaya adamış
devrimci yönünü ve Marx’ın kapita-
Yaklaşık 80 dakika süren oyunun
ardından Marx‘ı oynayan tiyatrocu
Süleyman Zencir ile izleyicilerin
sohbetine geçildi. Sohbette Süleyman Zencir‘e oyun ve tiyatro hakkında sorular yöneltildi.
Etkinlikte, aralarında ağırlıklı olarak
çeşitli sektörlerden işçiler, emekçi
kadınlar, liseli ve üniversiteli öğrenciler olan 140 kişi biraraya geldi.
En başta İşçi Meclisi okurları olarak
birlikte iş yapma, birşeyler üretmiş
olmanın hazzını yaşadık bu etkinlikte ve organizasyonunda. Elbette tüm
ilklerde olduğu gibi bu ilkde de aksayan, ağır aksak ilerleyen şeyler oldu.
Ama bu adımın en önemli yanının,
uzun sürecek yolculuğumuzun ilk
adımlarından biri olarak birlikte
üretmenin önemini, dahası kolektifin tek tek bireylerin toplamından
çok daha fazla ve başka bir şey olduğunu duyumsatmış ve yaşatmış
olmasıydı diyebiliriz.
9
NƦNRJHQNXN
7. Alarm
Üç L
Her yıl Ocak ayında, 15
Ocak 1919’da Alman devleti
tarafından katledilen KPD
(Alman Komünist Partisi)
önderleri Rosa Luxemburg
ve Karl Liebknecht ile Ocak
ayında yaşamını yitiren
Lenin’i anmak için geleneksel olarak gerçekleştirilen ve
kısaca LLL yürüyüşü olarak
bilinen eylemler yapılır.
Binlerce kişi ellerinde kızıl
bayraklar, komünist önderlerin resimleri, pankartları,
kızıl karanfilleri ve dillerinde
mücadele sloganlarıyla anıt
mezarlıkta buluşurlar.
Lenin, Rusya’da 1917 Ekim
Devrimi’ni gerçekleştiren
partinin önde gelen lideriydi.
Luxemburg ve Liebknecht ise
Almanya’nın komünist hareketinin liderleriydi.
Bir Polonyalı, bir Alman ve
bir Rus olarak aynı davanın
üç lideriydiler ve şimdi onların izinde ve aynı yolda yürüyen tüm milletlerden işçiler,
emekçiler ve devrimciler
tarafından yine hep birlikte
anılıyorlar.
19. yüzyılda sınıfsız bir toplum hayalini, hayal olmaktan
çıkarıp toplumsal ve ekonomik çalışmalarla bilimsel bir
alana taşıyan Marx ve Engels
olmuşken, bu iki düşünürün
muazzam düşünsel atılımlarını politika sahnesine taşıyan
ise Lenin olmuştur.
Lenin ismi, bir yandan Marx
ve Engels’in öğretisine sıkı
sıkıya sarılmayı simgelerken,
diğer yandan onların eksik
kaldığı yerlerde devrimci teoriyi en ince şekilde oluşturmayı da anlatmaktadır.
Modern tarihin en büyük
muzaffer işçi devrimi olan
Ekim Devrimi’nin Lenin
adıyla beraber anılması,
Lenin’in politik yeteneklerinin, işçi sınıfıyla olan derin
bağının ve örgütçülüğünün
tartışılmaz niteliğini ortaya
koymaktadır.
Bugün Lenin’i savunmak,
sosyalizmi savunmak
demektir
Rosa Luxemburg, Polonya’da
dünyaya geldi. Zamanın Rusya sömürgesi olan Polonya’da
politik mücadele şartlarının
sertliği Rosa’yı da vurdu.
Genç yaşta cezaevine giren
Rosa, tutsaklığının hemen
ertesinde Finlandiya’ya, akabinde de Almanya’ya kaçtı.
Rosa’nın Almanya’yı seçmesinin nedeni, o zamanın en
büyük sosyal demokrat partisinin burada olmasıydı. Kısa
zamanda partide tanınan
bir isim olan Rosa, partinin
sol kanadının sözcülüğünü
üstlendi. Her zaman sıkı bir
polemikçi olarak anılan Rosa,
bu cesur tavrını, kendisinden
epey büyük yaşta ve hemen
hepsi erkek olan parti yönetimine karşı Alman Sosyal
Demokrat Partisi’den kopana
kadar sürdürdü.
1914'te başlayan Birinci
Dünya Savaşı ile ilgili olarak
o dönemin sosyal demokrat
partileri, yurt savunması adı
altında kendi hükümetlerinin emperyalist girişimlerine soldan destek olan bir
politika benimsediler. Bu
çizgiye karşı enternasyonalist
tavırda ısrar eden ve savaşı
emperyalist bir savaş olarak
niteleyen Rosa Luxemburg,
Karl Liebknecht ve Franz
Mehring 2 Ocak 1915 tarihinde Spartaküs Grubu’nun
kuruluşuna ön ayak oldular. Grubun adı Roma
İmparatorluğu’na karşı büyük bir köle ayaklanmasının
efsanevi lideri Spartaküs’ten
geliyordu.
Alman Sosyal Demokrat Partisi kurucularından Wilhelm
Liebknecht’in oğlu olan Karl
Liebknecht, tıpkı babası gibi
hayatını mücadeleye adamış
bir devrimciydi. Marksizmi
devrimci özünden arındırmaya çalışan SPD (Alman Sosyal
Demokrat Partisi) yöneticilerinin, babasının en yakın arkadaşları olması, onlara karşı
politik bir savaş açmasına
engel olmadı.
Rosa Lüxemburg ve Karl
Liebknecht, hunharca katledildiler. Önce dipçikle
kafaları parçalandı. Ölmeyen
Liebknecht’i götürüp kurşuna
dizdiler. Rosa, ilk dipçik darbeleriyle ölmüştü. Kurşunlanmasına gerek kalmadı. Ve
onun kanlar içindeki cesedini
bir kanala attılar.
Katledilmeden hemen önce
şöyle yazıyordu Rosa: “Yarından tezi yok. Kıyamet
günü kopmuşcasına, tüm
tantanasıyla, en ummadığınız
yer ve anda devrim karşınıza
yeniden çıkacaktır:’ ‘Vardım,
varım, varolacağım’ ”
Arkasında kesintisiz mücadele dolu, ilkeli ve ödünsüz
bir militan yaşamı bırakan
Rosa Luxemburg ve Karl
Liebknecht’i unutmayacağız!
%HUOLQnGH/HQLQ5RVD
YH/LHENQHFKWDQPDVÜ
Almanya’nın Berlin kentinde onbini aşkın
kişi, 15 Ocak günü Alman proletaryasının
önderlerinden Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve dünya proletaryasının önderi
Lenin’i andı. Anma etkinliği kapsamında
enternasyonal bir yürüyüş gerçekleştirildi.
Sosyalizmin önderleri Rosa Luxemburg ve
Karl Liebknecht’in katledilişlerinin 93. yıldönümünde Avrupa’nın değişik şehirlerinden Berlin’e gelen binlerce kişi, Luxemburg
ve Liebknecht’in mezarını ziyaret ederek,
karanfiller bıraktı. “Ölülerimiz Bizi Uyarıyor” yazısının yazılı olduğu anıt mezar
karanfillerle doldu.
Etkinlik, sabahın erken saatlerinde Sol
Parti (Die Linke) delegasyonunun mezara
çelenk bırakması ile başladı. Birçok sol
parti temsilcisinin katıldığı törende BDP
Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü de
yer aldı. Buradaki konuşmalarda, Luxemburg ve yoldaşlarının mücadelesine vurgu
yapılarak dünya genelindeki savaşlar ve
kapitalizmin neden olduğu yıkımlar sert
bir dille eleştirildi.
Daha sonra Berlin’deki sosyalist, komünist,
antifaşist, sol parti ve kitle örgütlerinin
organize ettiği yürüyüş saat 10'da Doğu
Berlin’in Frankfurter Tor meydanında başladı. Başta Almanya olmak üzere
Avrupa’nın çeşitli kentlerinden gelen, aralarında Devrimci Proletarya okurlarının
da bulunduğu yaklaşık 10 bin kişi kendi
bayrak ve pankartlarıyla yürüyüşe geçti.
Yürüyüş boyunca sık sık kapitalizm karşıtı
sloganlar atılarak, dünyadaki savaşlara
son verilmesi mesajı verildi. “Kapitalizme,
onun krizlerine ve savaslarina son ver!”
(“Den Kapitalismus und seine Kriesen-Kriege beenden!”) “Enternasyonel dayanismayi
yükselt!”, “Ana düşman kendi ülkemizde ve
adi Alman emperyalizmi!” sloganları atıldı.
Yürüyüş kortejinde Kürdistanlı, Türkiyeli
devrimci örgütlerin yanı sıra, Bask, Katalan, Filistin, İran, İtalya ve Latin Amerika
ülkelerinden sol örgütler yer aldı. Gençlerin yoğunlukta olduğu yürüyüşün başını
ise DDR kökenli yaşlı kuşak çekti. Yaşlılığın verdiği hicbir fiziki engel onlari bugün
evlerinde tutamamıştı. Kimi bastonlarindan, kimi kolundaki görece dinç partnerinden destek alarak kızıl karanfillerini
Luxemburg ve Liebknecht’in yanıbaşına
usulca bıraktılar.
Pankart ve dövizlerde ağırlıklı olarak göze
çarpan ise sosyalizmin önderleri Marx,
Engels, Lenin, Rosa ve Liebknecht´ti. Yaklaşık iki buçuk saat süren anma eylemi
Karl ve Rosa’nın mezarlarının ziyaret edilmesinin ardından son buldu.
2VWLPúYHGLN
8QXWPDG×N
8QXWWXUPD\DFDù×]
Ostim ve İvedik Organize Sanayi Sitelerinde art arda meydana gelen patlamalarda 20 işçinin hayatının kaybetmesinden ve onlarcasının yaralanmasının
üzerinde tam 1 yıl geçti.
Katliamda hayatlarını kaybeden işçilerin aileleri katliamın üzerinin kapatılmasına ve unutturma çabalarına karşı
birlikte hareket ediyorlar.
Katliamın 1. yıl dönümünde Ostimİvedik katiamında yaşamını kaybeden
işçilerin aileleri 3 Şubat’ta patlamaların
olduğu işyerlerinin önünde basın açıklaması yaparak karanfil bırakacaklar.
Ostim İşçi Sağlığı ve Güvenliği
Meclisi’de 3 Şubat’ta Ostim metro çıkışında bir basın açıklaması yapacak.
Ostim İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi
olarak başta Ostim'de çalışan işçi arkadaşlarımız olmak üzere duyarlı bütün
kesimleri Ostim-İvedik katliamında
yaşamını kaybeden işçilerin aileleri ile
dayanışmaya çağırıyoruz.
10
NƦNRJHQNXN
<DOQÜ]íLGGHWGHðLOPÖFDGHOHGHYDUGÜ
2011 yılı yine kadınlar için cinayetler tacizler ve çocuk dahi tanımayan
tecavüzlerle geçti. Resmi kayıtlara
göre 257 kadın, 14 çocuk ve 2 bebek
öldürüldü; 102 kadın ve 59 çocuğa
tecavüz edildi; 167 kadın taciz edildi.
2010'da ise 217 kadın ve 3 çocuk
öldürülmüştü. Kadına yönelik şiddet
olayları en fazla Marmara bölgesinde
ve İstanbul’da yaşandı. Adana, Antalya ve İzmir onu takip etti.
Fakat 2011 yılı aynı zamanda kadına
yönelik şiddete karşı mücadelelerle
de geçti. Şiddetin zirvesi olan cinayetlerle ilgili açılan ceza davaları
başta kadınlar olmak üzere geniş bir
toplumsal destek kazandı. Kadınların
başta “en yakınları” sayılanlar olmak
üzere şiddete boyun eğmemeleri, şiddet gördükleri ve artık sevmedikleri
kişilerle ilişkilerini sürdürmemeleri
ve zincirlerinin bir halkasını koparmaları, yine kadınlardan başlayarak
bir toplumsal kabul haline geldi.
Bununla da kalmadı: Kadınlara
yönelik -birçok durumda bir arada
uygulanan- taciz ve mobbing artan
biçimde mücadele konusu oldu. Devlet dairelerinde bu yönlü şikayetler
yükselir ve ardarda davalar açılırken,
sendikalarda da ezen cinsin suçlarını
gizleyen “Kol kırılır yen içinde kalır”
kuralı çiğnenmeye başladı. KESK ve
Hava-İş’te beyaz yakalı kadın emekçiler, verdikleri sesle aynı zamanda
sendikalardaki bürokratik yozlaşmanın da kapağını kaldırdılar. “Kasabanın sırrı” aylarca gizli tutulduktan
sonra ortaya çıktı; KESK Olağanüstü
Genel Kurula gitmek zorunda kaldı.
“Kadının beyanının esas olduğu” ve
hukuksal, ama daha önemlisi toplumsal yargılama sürecinin başlatılması
için çıkış noktası olarak ele alınması
gerekliliği, ezen cinsi koruyan barajları yıkmaya başladı; bu ilke Petrol-İş
tüzüğüne girdi.
Ne var ki, bu mücadelelerin bir
gösterdiği de, kazanılan toplumsal
mevzilere rağmen çok daha etkin ve
kitlesel çabaların gerekliliği oldu. En
fazla sınır çekilen cinayet, tecavüz ve
çocuk istismarı olaylarında bile sonuç
alınması, ancak son derece ısrarlı
bir takip, gündemleştirme ve hesap
sorma bilinci ile gerçekleşebildi.
Kadınların şiddete karşı korunması
ve şiddetin cezalandırılması yönlü
kararların hemen tümünün arka
planında, bu mücadelelerle birlikte,
yine kadınların ödemeye devam ettiği
bedeller yer alıyordu. Ayşe Paşalı davasında katile ağırlaştırılmış müebbet
cezası verilmesi, sadece Paşalı’nın
değil daha onlarca kadının hunharca
öldürülmesi pahasına elde edilebildi. Üstelik, ezen cinsin direnci, her
koşulda varlığını sürdürdü. Tıpkı
Hrant Dink davasında olduğu gibi,
N.Ç. davasında da toplumun gözüne
baka baka “N. Ç. suçludur” kararı
verilebildi. Pek çok şiddet ve taciz
olayında ezilen cinsin özgüven, moral
ve yeni mevzileri elde etme iradesini
olabildiğince törpülemek genel tutum
olmaya devam etti.
Elbette ki burada sorun “yasa/ilkeler
ile uygulama” arasındaki çelişki değildi. Yasalar toplumsal ilişkilere göre
daha geç ve ağır tarzda değişirken, bu,
emekçi kadınlar için bir mücadele konusu olarak seyreder. Sorun, kadınlar
için çizilen çerçevenin onu boğan
zincirlerden tümüyle kurtuluş değil,
“sürdürülebilir tutsaklık” olmasıdır.
Kadınların kurtuluşu bir sosyal-sınıfsal devrimin hem ürünüdür hem de
ancak onun yol açıcısı olarak gelişen
kazanımlarla gerçekleşebilir. Hiçbir
sömürü ve tahakküm ilişkisi, onun
tadını çıkaranların sınıfsal-toplumsal-siyasal-cinsel konumu yıkılmadan
ortadan kaldırılamaz. Kısmi reform
ve kazanımların sınıf mücadelesi-
nin ivmelendirilmesindeki önemini
ancak her konuda olduğu gibi kadın
sorununda da “kollarını kovuşturup o
büyük günün gelmesini bekleyenler”
gözardı edebilir. Fakat aile ve işbölümünü, rekabeti, maddi ve kültürel
yoksunluğu yeniden yeniden üreten
kapitalizm yıkılmadıkça kadının köleliği esasen emekçi kadında simgelenmiş olarak günümüzü ve geleceğimizi
belirlemeye devam edecektir.
Tekelci kapitalistler kadınların patlamak üzere olan kapağını muhafazakar olan ve olmayan versiyonlarıyla
işte tam da neoliberalizmi etkinleştirerek açmaktadırlar. Geleneksel
aile ve işbölümündeki esaslara asla
dokunmayacak, dahası kadınların
üzerindeki yükü ağırlaştıracak olan
ince ayarlar bunun sonucudur. Bir
yandan kadınların vasıfsız ve orta
vasıflı, ucuz, esnek emekgücü olarak
mevzilendirken, bir yandan da bu
ince ayarlarla toplumsal ilişkileri,
cinsler arasındaki ilişkileri sürdürülebilir kılmakta, dahası neoliberal muhafazakar örtüsü ile sarmalamaktadır.
Kısmi reform ve
kazanımların sınıf
mücadelesinin
ivmelendirilmesindeki
önemini ancak her
konuda olduğu gibi kadın
sorununda da “kollarını
kovuşturup o büyük günün
gelmesini bekleyenler”
gözardı edebilir. Fakat
aile ve işbölümünü,
rekabeti, maddi ve kültürel
yoksunluğu yeniden
yeniden üreten kapitalizm
yıkılmadıkça kadının
köleliği esasen emekçi
kadında simgelenmiş olarak
günümüzü ve geleceğimizi
belirlemeye devam
edecektir.
¶8WDQoGDYDV×·QGD\LQHNDUDU\RN .DG×QODU0DUW·×QWDWLO
ROPDV×LoLQDODQODUDo×NDFDN
Siirt’te aralarında kamu görevlilerinde
olduğu çok sayıda kişinin 7 ilköğretim
okulu öğrencisi kız çocuğuna cinsel istismarda bulunduğu ve kamuoyunda
“Utanç davası” olarak bilinen davanın
13. duruşmasında da karar çıkmadı.
Duruşmada tutuklu yargılanan 10 sanık ile tutuksuz yargılanan 9 sanık ve
mağdur avukatları hazır bulundu. Duruşmayı çok sayıda kadın kurumları
temsilcileri de takip etti. Duruşma,
eksik evrakların giderilmesi için 22
Şubat’a ertelendi.
Adliye önünde kadın örgütleri adına
açıklama yapan Siirt Belediyesi Berfin
Kadın Danışma Merkezi çalışanı Katibe Demir, davanın zamana yayılmasına
tepki göstererek sorumluların bir an
önce cezalandırılmasını istedi. Rengi,
dini, dili, ulusu, ne olursa olsun, kadınların şiddete maruz kaldığını belirten
Demir, “Kadınlara ve çocuklara yönelik
her türlü taciz, tecavüz, öldürme, bastırma politikalarını teşhir etmeye de-
vam edeceğiz ve bu davaların takipçisi
olacağız” dedi. Demir, tüm kamuoyunu
bu davalara sahip çıkmaya çağırdı. Demir, tüm erkeklere kendi cins gerçekliği
ile yüzleşmeye, kadınları ise eril zihniyete karşı birlikte mücadeleye etmeye
çağırdı.
Yoğun polis ablukası altında yapılan
basın açıklaması sırasında ring aracı ile
cezaevine götürülen sanıkların bozkurt
işareti yapması dikkat çekti.
KESK Kadın Meclisi, “kadınlar için
kadınlardan yana politikalar üretmek amacıyla” 28-29 Ocak 2012
tarihinde Ankara’da toplandı.
-”Toplumsal yaşamın muhafazakarlaşması ve erkin erkeği koruyan
yasalarıyla her gün 5 kadının katledildiği, katledenlerin korunduğu”
KESK Kadın Meclisi toplantısı
sonuç bildirgesine göre, kamu
emekçisi kadınlar 8 Mart’ın resmi
tatil ilan edilmesi için hizmet
üretmeyerek alanlara çıkacak. Aynı
zamanda Roboski katliamında
yakınlarını kaybeden kadınların
acılarını paylaşmak için Uludere’ye
gitme kararı aldı.
-”Milliyetçi-ırkçı söylemlerin
yükseltildiği, savaş çığırtkanlığının arttığı, faşizan uygulamaların
çoğaldığı, göz göre göre katliamların yapıldığı; gözaltı ve tutuklamaların fütursuzca arttığı tüm bu
uygulamaların kadınlara acı, açlık,
yoksulluk, göç, tecavüz, fuhuş
olarak yaşattığı bir dönemde bir
araya gelmenin önemini vurgulamışlardır”
Sonuç bildirgesinde, tüm dünyada
kapitalist ekonomik sistemin temel
istihdam biçimi haline getirilen
güvencesiz, esnek çalışma koşullarının en fazla kadınları mağdur
ettiği ve kadın emeğinin sömürüsünün arttığı belirtildi.
Sonuç bildirgesinde ayrıca şunlara
yer verildi;
-”Kadınların güvencesiz, esnek,
kuralsız, düşük ücretle, performansa dayalı kölece çalışmasına karşı
güvenceli iş; savaş, şiddet, cinayet,
taciz, tecavüzle yaşam hakkının
tehdit altında olmasına karşı
güvenli yaşam şiarıyla mücadele
yürütmelidir.”
11
NƦNRJHQNXN
°]JÖUOÖNEDKVLQGHVHÁHQHNOHU
Bir an için gözlerimizi
kapatalım ve gözlerimizin önüne;
“Özgürlük” bahsinde kadınlara iki
seçenek sunuluyor: Birincisi “kadın girişimci” olmak. İkincisi ise ev
külfetinde hiçbir hafifleme olmadan,
en az 3 çocuk doğurma yükünü de
üstlenmiş olarak esnek işgücü olarak
biçimlendirmek.
- Kadınların ucuz işgücü olarak
görülmediği,
- Kadın erkek sömürü olmadan
çalıştığımız, ürettiğimiz ve ürettiğimizin bizim olduğu,
- Herşeyinde söz sahibi olduğumuz ve bizim yönettiğimiz,
- Patronların ve onların kar hırsının olmadığı,
- Patronlar ve dolayısıyla onların
sistemi de olmayınca onların
“kaza” dediği cinayetlere kurban
gitmediğimiz bir dünya getirelim.
Birinci seçenek, kadınlara bir “rüya”
gibi sunuluyor. Tabii bu da kadınların
sosyal kökenine ve eğitim durumuna
göre kendi içinde sınıflandırılıyor.
Üniversite öğrencileri, üniversite ya
da meslek yüksek okulu mezunları,
tekelci burjuvazinin kadın örgütlerinden Türkiye Kadın Girişimciler
Derneği (KAGİDER) tarafından yönlendiriliyor. Bunun yanında il ve ilçe
belediyeleri de Küçük ve Orta Ölçekli
İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme
İdaresi Başkanlığı (KOSGEB) işbirliği
ile eğitim ve hibe programları düzenliyorlar. Kadınlar bu kuruluşlara iş
fikirleri ile başvuruyor ve yabancısı
oldukları sanayi ve ticaret yaşamının
günlük akışı, “hukuk, patent, finans,
fonlar ve destekler, reklam, pazarlama, insan kaynakları, projelendirme
ve yönetim eğitimi” eğitim alıyorlar.
Uygun görülen projeleri karşılığında
da hibe ve kredi yardımı veriliyor.
Çok küçük çaplı işler kuran, hayatında hiç kimse, hiçbir durum üzerinde
söz sahibi olmamış olan kadınlar
için ise mikrokredi uygulamaları var.
Mikrokredi uygulamalarında kadınlar yaşamlarındaki en küçük değişikliğe bile sarılırcasına yaklaşmalarından dolayı borçlarına daha sadık
ve ödeme konusunda daha sorumlu
oldukları için tercih ediliyorlar.
Toplarsak, tekelci burjuvazi, “kadın
girişimci” projeleri ile geniş KOBİ denizinin içindeki kadın küçük ve orta
burjuvaların sayısını artırarak kendi
toplumsal temelini genişletmeyi he-
defliyor. Fakat ambalaj elbette ki özgüven, liderlik, kendi işinin sahibi olma,
erkek dünyasında kadın varlığını ve
görünürlüğünü artırma üzerinden
kuruluyor ve çekim gücü yükseltiliyor.
Ortaya “İşte Özgür Dünya” filmindeki
göçmen işçi sömürgeni gibi kadınlar
çıkıyor. Her burjuvanın rüyası bu işte!
Madalyonun diğer yüzünde ise,
işte tam da her yıl açıklanan “kadın
girişimci başarı öyküleri” yaratılırken
amansızca sömürülen kadın emeği
yer alıyor. Düşük oranda olmakla
birlikte “kendi işini kurmuş, ayakları
üzerinde duran kadın girişimci”ler
büyük ölçüde kadın işçi çalıştırıyorlar. Örneğin hizmet işkolunda, ev
yemekleri, yemek hizmeti sektörü
silme kadın işçilerle dolu. Burada
binlerce yıllık kadın köleliğinde edindikleri yemek pişirme, ikram, servis
ve güleryüz becerileri kapitalizm
tarafından biçimlendirilmiş olarak
kadın işçiler çalışıyor. Kürt illerinde
de sıklaşan tarzda konfeksiyon, halı,
özgün dokuma işlerinde kadın patronlar bölgesel asgari ücretin tadını
çıkararak çocuk yaştan başlayarak
kadın işçileri sömürüyorlar. İşyeri ve
ev temizliğinde, hasta, yaşlı, çocuk
bakım işlerinde belediye ve bir dizi
sivil toplum kuruluşunda görülen
kursların ardından verilen sertifikalarla kadın işçiler ağır bir sömürü, “iş
kazası” ve taciz korkusunun gölgesi
altında çalışıyor. Güvencesizlerin en
güvencesizi olan bu işkolunda çoğu
eski Sovyet cumhuriyetlerinden gelen
göçmen işçi emeğinin amansız sömürüsü devam ederken, yalnız dış politika hamlesi olarak değil aynı zamanda
“yerli kadın işgücü”nü bakım sektörüne daha fazla yöneltmek amacıyla
göçmen işçilerin çalışmasına ilişkin
yeni düzenlemeler yapılıyor.
Böyle bir dünyada yaşayabilmek bizim elimizde. Bugünden
örgütlenerek, birleşerek kadınerkek tek düşmanımız kapitalizme karşı mücadele ederek kendi
dünyamızı yaratalım!
Bu sistemin bize reva gördüğü
ölümleri reddedelim!
Onun bize verdiği tek şey ölüm
ise biz de onu yıkarak hesabını
soralım ondan!
8 Mart’ta alanları dolduralım
ölümlerin hesabını alanlarda
soralım!
Kadınlar elbette ki eve kapalı, harçlığa muhtaç ve ezik yaşamaktansa
dışarıya doğru bir adım atıp kanat
çırpmayı tercih edecekler. Ancak
bunu, içlerinden ancak çok küçük ve
devrimle yıkılacak tekelci/orta burjuva azınlığa dahil olarak değil, geleceği
olan sınıfın kadın neferleri ve önderleri olarak gerçekleştirecekler. Bu
da biz işçi, emekçi kadınların 8 Mart
Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne
taşıyacağımız, bir adım kadar yakın
olan rüyası işte!
0DUW\DQJ×QN×Y×OF×PROGX
8 Mart 1857 yılında ABD’nin New
York kentinde konfeksiyon ve tekstil
fabrikalarında çalışan 40 bin işçinin
ücretlerininin yükseltilmesi, 12 saatlik çalışma süresinin kısaltılması
ve fazla mesai ücretleri için başlattıkları grev, polisin saldırısıyla kanlı
bitti. Bu, işçi kadınların kapitalizmin
amansız sömürüsüne karşı ilk büyük
eylemiydi. Saldırı sırasında çıkan
yangında çoğu kadın 129 işçi can
verdi. İşçilerin cenaze törenine 100
bini aşkın kişi katıldı.
1910 yılında Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplanan 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında, Almanya Sosyal Demokrat
Parti önderlerinden Clara Zetkin,
bu yangında yaşamını yitiren 129
kadın işçi anısına 8 Mart gününün
Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerdi. Kadın hakları hareketini, özellikle oy hakkını
onurlandırmayı amaçlayan Kadınlar
Günü önerisi oy birliği ile kabul edildi.
Çok şey ve hiçbir şey! Çok şey; çünkü o zamanlar kadınların eğitim görmesinin, çalışmasının, kendi yaşamı
üzerine karar vermesinin hiçbir olanağı yoktu. Kadınlar oy bile veremeyecek kadar zavallı, aşağı varlıklar
sayılıyorlardı. Dünyanın her yerinde dinci gerici örümcek ağlarıyla
kadınlar evin, ailenin, kocalarının
ömür boyu bağlı kuzu gibi sessiz köleleri olarak yaşıyorlardı.
Hiçbir şey; çünkü kadının eğitim
görmesinin, üretimde yer almasının,
kendi yaşamı üzerine karar vermesinin önündeki engellerin kaldırıldığı
söylenen bu çağda, 21. yüzyılda kapitalizmin emekçi kadına sunduğu,
kocaman bir yalandan, vahşi bir
emek sömürüsünden ve yoksulluktan, tarifsiz acılardan başkası değil!
Yalan mı?
Kadınlar üzerindeki sınıfsal ve cinsel sömürüyü, baskıyı ona en fazla
kağıt üzerinde hak eşitliği sağlayan
kapitalizm ortadan kaldıramaz.
Kadınlara vadedilen ışıltılı vitrinleri en başta beynimizde tuzla buz
ettiğimiz zaman yüzümüze çarpan,
yalnızca ve yalnızca kapitalizmin
emekçi kadınlar için yıkım ve geleceksizliğidir. Ücretli kölelik, açlık
sınırı altında, güvencesiz, her an
işsiz kalabilecek, kendisi de burjuvanın kölesi, evin efendisi olan bir
babanın, kocanın, çocuğun eline
bakarak tükettiğimiz ömürlerimizdir.
Kapitalizm ücretli köleliktir; işçi sınıfının, insanlığın, ama en fazla da
emekçi kadının ayağına vurulmuş
bir prangadır. Başka bir ulusu ezen
bir ulus, başka bir cinsi ezen bir cins
özgür olamaz. Kadın kölelik zincirleriyle ne kadar bağlı ise toplum
da, erkek de o kadar bağlı demektir.
Kadın zincirlerini kırıyorsa, emekçi
özgüveni ile yürüyorsa işçi sınıfı sosyalizmin özgürlük dünyasına doğru
bir adım daha atıyor demektir. Sosyalizm için, emekçi kadının erkekle
gerçek eşitliği için, ücretli kölelik nedir bilmeyecek çocukların elma gülüşleri için 8 Mart bayrağını her gün
yükseltelim!
12
NƦNRJHQNXN
Patronsuz
Kapitalist toplumda sömürü neden
ve nasıl gerçekleşir?
Kapitalist toplumda işçilerin neden
ve nasıl sömürüldüğünü görmek,
anlamak gerçekten güçtür. Kapitalist toplumda sömürü gizlenmiştir,
saklanmıştır. İşçinin ürettiklerine
zorla değil, fark ettirmeden el konulmaktadır.
Örneğin köleci toplumda sömürüyü görmemek için aptal olmak
lazımdır. Zorla, kamçı altında, bir
tas çorba, bir parça ekmek karşılığı
çalıştırılan kölelerin sömürüldüğü
apaçık ortadadır. Feodal düzende
de sömürüyü görmek kolaydır. Bu
düzende de emekçiler zor altında
çalıştırılıp sömürülür. Örneğin bir
köylü haftada üç gün kendisi için
çalışırken, üç gün de beyi için çalışmak zorundadır. Ağaları için angarya yapmak zorundadır.
Ama kapitalist toplumda sömürüyü
görmek zordur. İşçi köle ya da serf
değildir, sözde özgürdür. İstediği
yerde, istediği patronla, istediği biçimde çalışır gibi gelir insana. Aldığı ücret “emeğinin hakkı” gibi gelir
insana. Ödenmeyen emeği ödenmiş
gibi görünür. Acaba gerçekten öyle
mi?
Kapitalist toplumda sömürü gizlenmiştir, maskelenmiştir. İşte biz
bu maskeyi indireceğiz. Propaganda araçlarıyla işçilerin kafalarına
sokulmak istenen tüm yalanları
sergileyerek, kapitalist sömürünün
esrarını çözecek anahtarı vereceğiz.
Kapitalist toplum nasıl bir
toplumdur? Kapitalizm nedir?
Kısaca söylersek, kapitalist toplum
temelinde yalnız işgücünü satarak
geçinen, ücretle yaşayan işçiler ve
üretim araçlarına sahip patronlardan, kapitalistler’den meydana gelen bir toplumdur.
Kapitalizm, üretim araçlarının (toprak, fabrikalar, makineler…) ufak
bir azınlığın özel mülkiyetinde toplandığı, bu özel mülkiyetten yoksun
işçilerin bu ufak azınlık tarafından
sömürüldüğü bir düzendir. Köleci
ve feodal toplumda olduğu gibi bu
düzende de insan insan tarafından
sömürülür. Ama sömürü biçimi
değişmiştir.
Egemen sömürücü sınıflar, kapitalizmi ve bu düzenin doğasını
gizlemek için bu toplum biçimine
çeşitli adlar verirler: Sanayi toplumu derler. Çağdaş toplum derler.
Özel teşebbüs derler. Modern ve
büyük Türkiye derler. Parlamenter
demokrasi derler… derler… Bütün
bu sözlerle kastedilen kapitalist toplumdur. İşçiler bu sözlerle ne anlatılmak istendiğini çok iyi bilmek
zorundadır.
Kapitalist toplumda da köleci top-
lum ve feodal toplumda olduğu gibi
bir yanda sömürülenler, öte yanda
sömürenler vardır. Bir yanda işçi
sınıfı (amele sınıfı), öte yanda kapitalist sınıf. Kapitalist sınıfa, yani
patronlara, işverenlere ayrıca “şehirli” anlamına gelen burjuvazi denir.
İşçi sınıfına da proletarya denir.
İşçi Sınıfı X Kapitalist Sınıfı
Proletarya X Burjuvazi
Peki, kapitalist ne demek? Kapital
bize yabancı dillerden geçmiş bir
kelimedir. Kapital, sermaye demektir. Bu yüzden biz sermaye sahibi
işverenlere, patronlara Sermayedar,
kapitalist deriz. Demek ki, kapitalizm sermayenin hâkim olduğu
düzendir. Peki, sermaye nedir? Sermaye para yığını mı demektir? Hayır; hareketsiz para sermaye demek
değildir. Para sömürüye yararsa,
daha fazla değer yaratmaya koşulursa sermaye olur. Ümit Ninenin
yatağının altında duran altınlar, Sakıp Ağanın bir torba parası sermaye
değildir. Altınlar yatağın altında,
torbada durdukça kimseyi sömürmez. Ama o altınlar bir fabrikaya
yatırılırsa ve işçiler sömürülmeye
başlanırsa sermaye olur.
Demek ki sermaye üretim araçları,
yani makineler, fabrikalar, işyerleri,
işçilere ödenen paralar, kısacası kapitalist düzeni niteleyen ilişkiler
sistemidir.
Kapitalizmde işçiler
ücretli kölelerdir
Her gün gazetelerde, radyolarda
kapitalizmin bir “hürriyet düzeni”
olduğu, işçilerin, özgürce, serbestçe
yaşadıkları söylenir. Bu yalanlar
sömürüyü gizlemek için işçilerin
kafalarına sokulmak istenir. Oysa
kapitalizmde işçiler özgür değildir.
Kapitalizmin ortaya çıkışıyla köylüler şehirlere akın etmişlerdir. Şehirlerdeki küçük esnaf ve zanaatkârlar
işlerini kaybedip fabrikalara girmiş
ve işçi olmuşlardır. Kapitalistler
onları eskiden yaptıklarıyla aynı
biçimde öldüremez, satamaz, dövemez. Artık bunlar sözde “hür”
işçilerdir. Gerçekte hepsi sermayeye
esir olmuşlardır.
Artık üretim araçları, toprakları,
makineleri yoktur. Bir mal olan
işgüçlerini belirli bir para (ücret)
karşılığında satarlar. Üretim araçları
olmadığından, açlıktan ölmemek
için işgüçlerini kapitalistlere satmak
ve sömürü boyunduruğuna katlanmak zorundadırlar. Kapitalizmde
işçilerin özgürlüğü işsiz kalma, aç
kalma özgürlüğüdür. Kapitalizmde köleler devrinde olduğu gibi
kamçı yoktur. Ağa baskısı, derebeyi
korkusu yoktur. Ama “işten atma
tehdidi”, İş Kanunu’nun ilgili maddeleri kamçını yerini almıştır. Kapitalizmde işçiler özgür değil, ücretli
kölelerdir.
m3DUÜOWÜOÜELQDODUÜQDUNDVÜQGD
ELQOHUFHÐOÖLíÁLYDUn
İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi , aydın, akademisyen,
mühendis ve öğrencilerin katılımıyla “İşçi sağlığı” isimli sempozyum
düzenledi. Sempozyumda inşaat
sektöründe yaşanan kazalarla ilgili
sunum yapan İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) İnşaat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Emre Gürcanlı,
inşaat sektöründe yılda 475 ölümlü
kaza olduğunu belirtti. 10 yıldaki
kaza oranının 11 binden fazla olduğunu kaydeden Gürcanlı, “Bugün
yaşananların Ortaçağ’daki egemen
ceberutlardan bir farkı yoktur” dedi.
İstanbul’da son yıllarda yapılan
parıltılı binaların arkasında binlerce
işçinin ölümü olduğunu hatırlatan
Gürcanlı, inşaat sektöründe istihdam arttığında ölümlerin de arttığına dikkat çekti. “Sektörde yatırım
oranı arttıkça ölüm oranı da artıyor.
Demek ki inşaat sektörü üzerinde
yoğunlaşıldığı zaman farkındalık
arttırıldığı oranda biz toplamdaki
ölümleri ve sakat kalmaları azaltmış
olacağız. Başka bir husus da inşaat
sektöründeki büyüme rakamları. İnşaat sektörü azaldığı zaman
ölümler azalıyor, arttığı zaman
ölümler de artıyor. İnşaat sektöründeki istihdam artışı birebir olarak
ölümlere ve sakat kalmalara da
yansıyor” dedi.
En çok karşılaşılan kazalara bakıldığında 5 bin 200 dava dosyasını
incelediklerinde kazaların birinci
nedeninin düşmeler ve elektrik
çarpmaları olduğunu kaydeden
Gürcanlı, “SGK verilerine göre kişilerin yüksek yerlerden düşmesinin
ölümlerle sonuçlandığını görüyoruz.
Sonrasında makine kazaları ve cisim
düşmesi olarak gösteriliyor. Düşmeyi önlerseniz, elektrik çarpmasını
önlerseniz hemen hemen toplam
ölümlerin yüzde 60'ını önlemiş
olursunuz” diye kaydetti.
8QXWPDGÜNXQXWWXUPD\DFDðÜ]
Ostim’deki patlamaların ardından
bir yıl geçti. 20 işçinin patronların
kar hırsına kurban gidişinin ardından geçen koca bir yıl. Bu bir yılda
sadece aynı sınıfın, işçi sınıfının
parçası olduğu için hayatını kaybeden işçilerin sayısı üç bini geçti.
Resmin kayıt dışında ise çok daha
fazlamız istatistiklere bile yansımadan ölüverdik. Her sene ihracat
rakamlarıyla rekorlar kıran burjuvazinin övüntülerinden yer bulamadı
ölülerimiz haber kanallarında. Ölüyorsak bir sebebi vardı. Elbistan’da
olduğu gibi ticari bir sırrın arkasında kaybolsa da, işçilerin dikkatsizliği, eğitim yetersizliği burjuvazinin
ilk elde karşımıza çıkardığı gerekçeler olarak duruyordu. Ostim’de
de aynı şeyler söylendi patlamanın
ardından. Patlamanın ardından bir
çok işyerinde patronlarla işbirliği
içinde eğitimler düzenlendi. İşçilere
eğitim aldığına dair belgeler imzalatıldı. Tiyatro gösterisi tadındaydı
bu eğitim seminerleri. Denetimler
mizansenden öteye gitmedi. Evinin
yıkılacağından emin olan birinin
deprem tatbikatı yapması gibi bir
şey. Baretsiz çalışılmaz tabelası,
denetimden denetime giyilen baretler… Maskesiz, eldivensiz çalışmayın tabelası, kağıttan maskeler,
yamadan geçilmeyen eldivenler…
Kimyasal madde uyarı tabelaları,
tabela altında korunmasız çalışma
zorunluluğu.
Burjuvazinin anladığı tabelalar
dikmek uyarılarda bulunmak.
Sırtındaki 40 kilonun üzerine bir
40 kilo daha yıkıp beline dikkat et
deyip kenara çekilmek. Burjuvazi
bildiği dilden konuşmaya devam
ediyor. Ya biz.
Bu yazıyı yazarken biraz mahcubuz.
Söz vermiştik patlamanın olduğu
gün, Ostim’de bir işçiler anıtı dikeceğiz, sokaklara ölen işçi kardeşlerimizin ismini vereceğiz diye. Öfkemiz azalmadı büyüdü. Sözümüzün
arkasındayız.
Ostim'den İşçi Meclisi Okurları
13
NƦNRJHQNXN
6R\NÜUÜPNDUDUÜYHNDQÜWHPL]OHPHQLQ\ROX
1915 yılında Ermeniler Osmanlı nüfusunun yaklaşık onda birini
oluşturuyorlardı. 20 milyon nüfusun
1.750.000'i Ermenilerden oluşuyordu. Bugün Türkiye’de 70 bine yakın
Ermeni var -ve tabii Erdoğan’ın
ülkelerine göndermekle tehdit ettiği,
tehdit etmekle kalmayıp uygulamaya
da geçeceği 100 bine yakın olduğu
tahmin edilen, pek çoğu kadın bakım
işçisi kayıt dışı Ermeni göçmenler
bunun dışında. 1914 öncesinde 2 bine
yakın okulu, 2 bin 200 kilisesi olan Ermenilerin, bugün tamamı İstanbul’da
16 okulu, büyük bölümü İstanbul’da
olmak üzere 45 kilisesi var.
Türkiye nüfusu 74 milyon olarak
açıklandı. Yukardaki orana göre
Ermenilerin sayısının 7 milyon olması
gerekiyordu. 7 milyon nerede, 70 bin
nerede? 1915 öncesi, 1915'te, 1940'larda, 1955'te, 1974'te… doğdukları
topraklardan ölümüne koparılan,
Türkiye’deki varlıkları 1915'tekinin
yüzde 4'üne indirilmiş olan Ermeniler
bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdalar. Peki onlara ne oldu?
Okullara, kiliselere, evlere… ne oldu?
Türk devleti bu soruyu duymak
istemiyor. Tarihin alnına soykırımcı damgasını 100 yıl önce vurduğu
Osmanlı İmparatorluğu’nu bölge gücü
semirmesi ile yad eden Türkiye tekelci
burjuvazisi, toplam tutum itibariyle
hala “Tarihçiler konuşsun, arşivler
açılsın, bakarız…” sularında! Ortadoğu’daki bölgesel rekabeti Peru’du kurban eti dağıtmak kadar kolay sanan
AKP hükümeti, işte tam da o rekabette
dezavantajlarından vurulmaya, sorular
çalışmadığı yerden gelmeye başlayınca
“Sorguluyoruz” dediği devlet geleneğine sarılıverdi. Fransız senatosunun
Ermeni soykırımı ile ilgili kararı
Hrant Dink davasında dalga geçer gibi
verilen kararla burun buruna geldi.
Cinayetin internet kafede kafa kafaya
vermiş birkaç sokak serserisine bağlanması, nicedir biriken infiali öfkeye
çevirdi. Sokakları taşırdı.
Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür
olamaz. Bu toprakların yüzde 99,5
Müslüman, yüzde 99,5 Türk çoğunluğu özgürlüğün kimseye yar olmamasıyla yaratıldı. Burjuvalar önce
diğer ulus ve ulusal toplulukları yok
etmeye giriştiler. Sermaye birikimi
bunu gerektiriyordu. Türdeşlik büyük
oranda sağlandıktan sonra bu kez
İkinci Dünya Savaşı döneminde ulusal
azınlık durumuna indirilmiş Türk
olmayan burjuvalara ağır vergiler
koydular. Ya bunları ödeyecek, ya da
Erzurum’da taş kırmaya gideceklerdi.
Her dış politika krizi, her bölgesel
dalgalanma, sermaye birikiminin her
yükseltilme evresinde gitgide azalan
sayıdaki ulusal azınlıklar hedef olmaya
devam etti. Sayıları azalmıştı ama
bellekler silinmemişti. Ne ezen ulusun
ne de ezilen ulusun belleği silinebilirdi
çünkü! Ermenilerin ve diğerlerinin yerini Kürtler aldı almasına. Ancak “resmi tarih”i artık kaldırılmamacasına
masaya getiren Ermeniler içerisindeki
liberal-demokratik uyanış, onların çok
daha savunmasız olduğunu bilen faşist
kontrgerillanın hedefi oldu. Hrant
Dink katledildi. Katillerin sırtı, 5 yıl
sonra, Fransa kararını verdiği günlerde, “Örgüt yok” denilerek verilen
mahkeme kararı ile sıvazlandı.
Fransa Senatosunun Ermeni soykırımı
ile ilgili kararıyla ilgili Türkiye tarafından kontrollü yaptırımlar uygulanıyor.
Öyle kontrollü ki, tıpkı Mavi Marmara
baskınından sonra İsrail’le ticaretin
yüzde 30 artması gibi, Fransa’ya da
her gürlüyorlar hem de yatırımlarınız
güvence altındadır açık mesajını gönderiyorlar. Nasıl olmasın ki? Türkiye’de
2 bin Fransız şirketi faaliyet yürütüyor.
Fransız tekelleri son 6 yıldır Türkiye’ye
toplam 6 milyar dolarlık sermaye
ihraç ediyorlar. İşte bu yüzden, “boğaz
dokuz boğum” demek ve yaptırım
kararlarını sarsıcı olmayan ölçülerde
tutmak gerekiyor.
Senato kararıyla Türkiye’ye “orantısız güç” kullanan Fransa, elbette ki
bunu Türkiye’nin burnunu sürtmek
ve kendisinin bölgesel ilişkilerindeki
pozisyonunu güçlendirmek için yapıyor. Emperyalist sömürgeci geçmişi ve
Türkiye’ye oranla çok daha geniş olan
hareket olanakları, ona yalnızca kanlı
katliamları ile değil siyasal, diplomatik
manevra yeteneğini de bileme fırsatı
veriyor çünkü. Ancak Türk devletinin
Fransa’yla katliam yarıştırması, Fransa
“Ermeni” dediğinde Türkiye’nin de
“Cezayir ve Ruanda…” diye saydırması her iki ülkenin pençesinde yüzyıllarını, onyıllarını geçirmiş olan bölge
halkları açısından da eskisi kadar
“cezbedici” olmuyor elbette.
Bu gerilimin içeriği ile zamanlaması
birbirini bütünlüyor. Kriz, işçi sınıfı
ve emekçilerin burjuva milliyetçiliği
ile gözünün kör edilmesini, burjuvaziye yönelteceği öfkeyi birbirine
yöneltmesini, tarihsel düşmanlıkların
harlanmasını ve işçi sınıfının şovenizmin lağım suyuna bulandırılmasını
gerektiriyor. Işte bu açıdan al birini
vur ötekine!
Fransa emperyalist burjuvazisi
Cezayir bağımsızlık savaşında burnu sürtüldükten ve sömürgesinin
kurtuluşunu kafasına vurula vurula
kabul etmek zorunda kaldıktan yıllar
sonra bile “Cezayir savaşı” diyemedi.
.UWKDON×Q×WHVOLPDODPD\DFDNV×Q×]
KCK operasyonu adı altında sürdürülen Kürt halkına yönelik baskın,
gözaltı ve tutuklama terörü sürüyor.
hemen hemen hergün bir yenisinin
eklendiği operasyonlar artık toplu
ve birkaç ilde birlikte olmayınca
haberleşmiyor bile.
En son toplu olarak 17 ilde 123
adrese düzenlenen baskınlarda Milletvekili Leyla Zana‘nın evinin yanı
sıra, KESK Genel Merkezi de vardı.
KCK baskınları adıyla BDP ve
Kürt siyasal hareketi temsilcilerine yapılan operasyonlarda devlet
saldırılarının kapsam ve derinlik
kazanarak devam ettiğini gösteriyor. Kürt ulusal mücadelesi açısından simgeleşmiş bir isim olan Leyla
Zana ve sendikal alanda önemli
bir mevzi olan KESK şahsında “bu
operasyonların sonu gelmeyecek”
mesajı hakim kılınmaya çalışılıyor.
Kürt ulusal hareketine dönük olarak
Nisan ayından bu yana gerçekleştirilen operasyonlarla yasal alanda
milletvekilleri hariç -neredeyse kim
var kim yoksa- tutuklayan burjuva
devlet, bu saldırısını askeri operasyonlarla birleştirerek Kürt halkının
özgürlük hasretini bastırmaya
çalışıyor. Yeni anayasa sürecinin
fonunda yürütülen bu kapsamlı
saldırılarla Kürt halkının mücadele
gücü ve azminin kırılmaya çalışılmasının yanı sıra, esas amacın
tekelci burjuvazi ve AKP‘nin bir
kıskaç hareketiyle ulusal hareketi
sopanın ardından gelecek bir havuç
operasyonuyla geri düzeyde bir
“çözüm”e razı ederek, tasfiye etmek
ve güçten düşürmek olduğu görülüyor. Böylesi tasfiye dönemleri
siyasette özel bir direngenlik ve
net bir politik duruşa sahip olmayı
zorunlu kılıyor.
İşçi Meclisi’nin de bu saldırılara
karşı sessiz kalması düşünülemez.
Sınıf bilinçli işçiler burjuvazinin bu
saldırıları karşısında Kürt halkıyla dayanışma içinde olmalı. İşçi
Meclisi’nin ulaştığı, bulunduğumuz
tüm illerde ve alanlarda “Kürt Ulusuna Özgürlük!” ve “İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği” sloganları
yükseltilmelidir.
Baskı, saldırı, katliam, gözaltı ve
operasyonlar bizleri yıldıramaz!
Yaşasın İşçilerin Birliği,
Halkların Kardeşliği!
Tıpkı Türkiye’nin “Ermeni soykırımı”
diyememesi, bunun bedelini ödemeye
uzak durması gibi. Fakat emperyalistler, tekelci burjuvalar aradan onyıllar
geçtikten sonra geçmişe bakıyor
ve bugünlerini aklayacak biçimde
“özür” diliyorlar. Ağızlarından “Keşke
olmasaydı…” çıkarken -ve bu gerçeği
onların kafasına vura vura halklar
söyletirken- aynı zamanda boğazlarına
dek yeni suçlara batıyorlar. Türkiye
gibi bölge hesaplarının yön verdiği iç
politika nedeniyle devlet düzeyinde
bu kapağı kaldıramayanlar ise yeni
tarihsel suçlarla boğazlarına dek gömülmeye devam ediyorlar. Ne de olsa
onun altında Ermeni soykırımından
Kürt, Alevi katliamlarına dek kitlelerin kolektif belleğine kanla yazılmış tarihsel gerçeklikler var. Ve işte
liberallerin üzerini örtmeye çalıştığı şu
ki, kan en zor çıkan lekedir. O lekeyi
temizlemenin yolu ise duvarlara kat
kat boya atıp ardından yeniden kana
bulamaktan değil, duvarın kendisini
yerle bir etmekten, tekelci kapitalizmi,
burjuva sınıf egemenliği ve devletini
yıkıp tarihe gömmekten geçiyor. Ulusların düşmanlaşmasından işçi sınıfı ve
emekçilerin ulusal önyargıları birleşik
mücadele ile gidermesine ve giderek
özgürce kaynaşmasına giden yol, biz
işçileri öncelikle önümüzdeki bu görevi yerine getirmeye çağırıyor.
9DQdRFXNODU\DQ×\RU
Van’da, küçük çaplı depremler
sürerken, bir çadır yangınında
daha çocuklar öldü. Merkez üssü
Akçift Köyü’nde 4,4 düzeyinde
bir deprem oluştu. Erçek Beldesi
Ilıkaynak Köyü’nde, Saliha Atlı’nın
çocuklarıyla birlikte kaldığı çadır,
kömür sobasından çıkan kıvılcımların sıçramasıyla yandı; yangında
4 yaşındaki Mustafa Atlı, ağır yaralı
olarak kaldırıldığı Van Bölge Eğitim
ve Araştırma Hastanesi’nde öldü.
Depremden bu yana, çıkan 127
çadır yangınında, 11 kişi öldü.
Kar yağışı, çadırkentlerde yazlık
çadırların çökmesine neden oluyor.
Kontenyr sözü ise, lafta! Soğuk,
kar, bir kap yemek için saatlerce
kuyrukta beklemek; çocukların
hastalıklarla boğuştuğu çadırkentler,
kalan depremzedelerin çığlık çığlığa
söyledikleri gibi, işkenceye dönüştü.
14
NƦNRJHQNXN
%LUILOPYH
DQODPOÜELUSURWHVWR
#FOJNBEðNLBQJUBMJ[N
Burası benim köşem kardeşim, işçi
gazetesi falan anlamam, fikrimi
buradan da yayar, hepinizi buradan
da ezerim. Var mı bir diyeceğiniz!
Neoliberal saldırının koçbaşlarından İngiltere Başbakanı
Margareth Thatcher’ın yaşamını
anlatan “Demir Leydi” adlı filme,
İngiltere’nin kuzeyinde bulunan
maden bölgesinde boykot!
Benim adım kapitalizm, beni zengin etmek
için daha sıkı çalışmalısınız!
Thatcher, Reagan’ın hava trafik
işçilerine yaptığı gibi, “ilk iş” olarak, işçi sınıfının güçlü bileşenlerinden olan maden işçilerinin
grevine saldırmıştı. Uzun süren
direnişin ardından maden işçilerinin yenilgiye uğratılmasıyla,
neoliberal politikaların önü açılmıştı.
Kapitalizm yıkılmadan ulusal düşmanlıklar ve
ulusların ortadan kalkması, ulusların sönümlenmesi mümkün olmayacak.
Benim sistemimde memleketlerinizi, dinlerinizi, ulusal cümlelerinizi, cinsel kimliklerinizi,
sıradan rekabetlerinizi bir kenara koyabilseniz,
aynı sınıftan olduğunuzu fark edebilirsiniz.
Thatcher,
hükümete
gelmeden önce,
işçi sınıfının
ve özellikle
1974 yılında,
hükümetlerini
devirmeleri
nedeniyle partisi
için bir nefret
odağı olan maden
işçilerinin gücünü
kıracağına söz
vermişti.
Filmde, Thatcher’ı Merly Streep
canlandırıyor, yönetmen ise
Phyllida Llyod.
Maden işçileri grevi
İngiltere’de, Mart 1984'te başlayıp Mart 1985'e kadar süren büyük madenci grevinin üzerinden
25 yıl geçti. 120.000 işçi, bir yıl
boyunca grevdeydi.
Seçimlerde burjuvazi, “Hoşnutsuzluk Kışı” olarak adlandırılan
ve işçi sınıfının grev dalgasıyla
dehşete düşmüş orta sınıfın korkularına oynayarak, Margaret
Thatcher’ı başbakan yaptı. Thatcher, hükümete gelmeden önce,
işçi sınıfının ve özellikle 1974
yılında, hükümetlerini devirmeleri nedeniyle partisi için bir nefret odağı olan maden işçilerinin
gücünü kıracağına söz vermişti.
Thatcher, 30 bin işçiyi işten çıkaracak bir düzenleme sundu. Bu
düzenlemeye karşı çıkan 50 bin
demiryolu işçisi sendika onayı
olmadan greve çıktı. Thatcher
hükümeti ise tükürdüğünü yalayarak geri adım atmak zorunda
kaldı.
Arjantin’de askeri cunta sınıf
mücadelesini engellemek, ülkenin emperyalist kapitalist arenada kaybettiği itibarı kurtarmak
amacıyla, İngiltere’ye ait, toplamda 3 binden az nüfusu olan
Falkland adalarını işgal etti. Savaş, tam da İngiltere’nin emperyalist burjuvazisi ve Thatcher’ın
ihtiyaç duyduğu şeydi. Bayraklar
çekildi, donanmalar gönderildi.
Grevde olan hemşireler, “vatansever” olmamakla suçlandı.
74 günlük savaşın ardından
güçlenen Thatcher için sıra işçi
sınıfına gelmişti. Devlet çıkacağı
öngörülen madenci grevi için
kömür stoklayarak hazırlandı.
Ulusal Kömür İşletmesi’nin 20
madenin kapatılacağını ve 20 bin
işçinin işten çıkarılacağını du-
yurmasının ardından, 5 Mart’ta
maden işçileri greve çıktı. İşçiler
grevi diğer maden ocaklarına
gezici grev gözcüleri aracılığıyla
taşıdı.
Madenciler Sendikası grevi işçilerin zoruyla benimsemiş, ancak işçileri yalnızlaştırmak için
elinden geleni yapıyordu. Gezici
grev gözcülüğünü durdurarak,
maden bölgeleri arasındaki iletişimi kopardı. Böylece grevci
işçiler ile henüz greve çıkmamış
işçiler arasındaki bağlantı kesilmiş oldu.
Grev, polis ablukasına alındı.
Grev gözcülüğü yasa dışı ilan
edildi, grev gözcülerinin alanları polis tarafından işgal edildi.
Grevdeki işçilere polis saldırırken, burjuvazi elindeki tüm
olanaklarla, medya dahil greve
saldırı kampanyası başlattı.
düşmanlarla mücadele etmek
zorundayız. Mücadele etmesi çok
daha zor olan ve özgürlük için
çok daha büyük tehlike oluşturan
iç tehdide karşı her zaman tetikte
olmalıyız” diyordu.
Kışa doğru grevi destekleyenler
gittikçe azalıyor ve binlerce işçi
grevi bırakıp işe dönüyordu.
Mart’ın başında kitlesel olarak
işe dönüşler başladığında işçilerin sadece yüzde 60'ı hala grevdeydi.
Maden işçileri, tüm saldırılara
karşı dişe diş mücadele ettiler;
20 bin işçi polis saldırılarında
yaralandı, 2 işçi grev gözcülüğü
yaparken öldürüldü, 13 bini gözaltına alındı, 200'ü tutuklandı,
binden fazlası işten atıldı.
İşçi sınıfı, grevdeki maden işçileriyle dayanışmak için, kömür taşımayı reddetti. Ancak sendikal
konfederasyonlar, sınıf dayanışmasının gelişmesini engellediler.
Farklı sektörlerdeki işçiler, liman
işçileri, feribot kaptanları, bir
yıldır grevde olan matbaacılar
izole edildi ve grevlerinde yenildi. Tüm dünyanın işçileri İngiltere’deki mücadeleyi izliyor ve
madencilerin militanlığından ve
kavgasından ilham alıyordu.
18 Haziran’da madenciler Orgreave Biritanya Çelik Fabrikası’nı
kapatmaya gittiler. 6 bin işçi 10
bin polisle karşı karşıya geldi,
şiddetli çatışmalar çıktı. Thatcher “sadece Falkland adalarındaki düşmanlarla değil, tüm
İngiltere’deki yenilginin uluslararası bir etkisi oldu. Maden
işçilerinin kendisi de büyük bir
yenilgi almıştı. İngiltere’deki maden ocaklarının büyük bir kısmı
kapatıldı ve geriye ancak birkaç
bin maden işçisi kaldı.
Benim adım kapitalizm, siz yeni dizinizin sezon finalini beklerken, her yıl 20 milyon çocuk
açlıktan ölüyor.
Yüzleşin artık bu gerçekle; yaşadığınız bu
harika hayat 45 yıl boyunca 9–5 çalışmaktan
ibaret…
Ben kapitalizm, sizin birbirinizden nefret etmenizi, birbirinizle rekabet etmenizi, birbirinizin ayağını kaydırmanızı istiyorum; böylece
bana yönelen olmaz.
Türkiye’de 10,4 milyon işçi olmasına rağmen
SGK kayıtları sadece 917 bin sendikalı işçi
gösteriyor. Biraz yüklenip onları da kazıyacağım!
Uludere’de kaçakçılıkla geçinen 35 genci bombalayan benim! 50 TL için uğraşıp sınırın öte
tarafına geçiyorlardı, olur böyle “iş kazaları”…
Lefter ve Denktaş öldü. Lefter Türk ordusunda
dört yıl zorunlu askerlik yaptı. Denktaş Türk
ordusunda ömür boyu gönüllü askerdi…
Lefter’in yaşamı halkların kardeşliğinin simgesiydi, Denktaş’ın hayatı bana hizmetin, yani
halkları ayırmanın/bölmenin/düşmanlığın…
Benim adım kapitalizm, ilerisiyle-gerisiyle,
tüm sürümleriyle benim demokrasim bana
demokrasi, size diktatörlük!
Benim demokrasim, işçilerin işsiz kalma özgürlüğü!
Benim adım kapitalizm; Wal-Mart’ta 3 milyon
işçi varken bir tanesinin bile sendikalaşmaya
girişememesinin nedeni benim…
Benim demokrasimde tüm devletler öz itibarıyla sermayeyi korumaya yarayan polis devletleri…
Sizlerin yine sizin kemiklerinizi kıracak polis
devletlerini, “yurttaşlık” adına vergilerinizle
canı gönülden fonlamanız saçma değilse nedir?
Amerika’da Afrikalı-Amerikalılar nüfusun %
10’u iken cezaevi nüfusunun %50’sidirler. Siz
de Kürtlerin oranı ne?
“İnsanlarla yüzyüze konuşarak her sorunu
halledebilirsin; ama bazı insanlar gelir önüne,
hangi yüzüne konuşacağını bilemezsin.” Neruda beni düşünmüş de yazmış sanki…
15
NƦNRJHQNXN
1LNHSDEXFXVÜ\ÜUPD\DÁDOÜíÜ\RU
Emperyalist spor giyim tekeli Nike,
Endonezya’daki fabrikasında sömürdüğü işçilere tazminat ödemeyi kabul
etmek zorunda kaldı. Fabrikadaki
işçiler iki yıl boyunca ücretsiz fazla
mesai yapmak zorunda bırakılmışlardı. Sendikaların dava açma tehdidi
ve işçilerin süreklileşen eylemleri
üzerine Nike, bir yıldır süren görüşmelerin ardından, 4 bin 500 işçiye
işçi başına 230 dolar düşecek şekilde
1 milyon dolar tazminat ödeyeceğini
duyurdu.
Nike, yaptığı açıklamada, “varılan anlaşma, işyerinde hakların korunmasına verdiğimiz önemi gösteriyor, fazla
mesai ücretlerinin ödenmemesi gibi
bir durumun yeniden yaşanmasına
izin vermeyeceğiz” derken; Endonezya’daki vahşi iş yasalarına yaslanıyor.
Fazla mesai ödenmemesi 20 yıldır
sürmüşken, yasalar tazminat ödemelerini geriye dönük olarak sadece iki
yılla sınırlıyorlar!
ücreti olan 3.20 dolar verildi.)
Dayanılmaz sömürü ve baskı koşullarına karşı işçi mücadelelerinin
yükselmesi ve en büyük pazarlarında
boykotlarla, teşhir kampanyalarıyla
sıkışan Nike, önce, elbette inkara
yeltendi. Yalandı, dolandı, rakiplerinin uydurmasıydı. İnkar fayda etmeyince, bu kez, ‘98'de, “işçi çalışma
standartları”nı savunan bir deklerasyonu reklamlarına taşıdı. Bunun
palavradan ibaret olduğu, Uzakdoğu
fabrikalarındaki çalışma koşullarının
değişmediği ortaya çıkınca, hakkında
davalar açıldıdünyadan haberler +
NİKE. İşçi haklarını savunan bir örgüte para bağışı yaparak, uzlaşma yollarını arayarak kaçak dövüşü sürdürdü.
Çocuk ve kadın işçilerin sefalet koşullarında, amansızca ezilerek, işkence,
baskı altında sömürüldükleri açığa çıkarken; bir yandan da bu koşulları
zorlayan işçi eylemleri yükseliyordu.
leri gönderiyor, “sosyal sorumluluk
sertifikaları” dağıtıyordu?
Sorumluluk
Nike’lemek
Nike, Gap, Mark&Spencer, Zara,
Timberland, Tommy Hillfiger gibi
tekellerin tedarikçisi Yeşim Tekstil,
“Sosyal Sorumluluk Sertifikası” aldı.
“500 büyük şirket” içinde ilk 50‘de
yer alan, en büyük “Anadolu Kaplanı”,
Bursa'daki entegre tekstil-konfeksiyon işletmesinde 5 bin işçiyi çalıştıran Yeşim Tekstil, ‘98'den beri, fason
üretim yaptığı tekeller tarafından
“denetleniyor”. Denetlemelerde kullanılan kriterler; uluslararası örgütler
tarafından önerilen genel kriterler
ve Türk İş Kanunu. Bu denetimlerde
insan haklarındaki ana prensipler;
firmanın özellikle çocuk işçi çalıştırmaması, ücret ödemelerinin düzenli
yapılması ve asgari ücretin altında
olmaması, işçilerin yasal haklarının
ödenmesi, işçilere yönelik herhangi
bir hakaret, taciz ve ayrımcılığın yapılıp yapılmadığının kontrol edilmesi, işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından çalışma ortamının güvenli olup
olmadığı, çalışanlara yönelik sosyal
aktivitelerin yapılıp onların motivasyonların sağlanıp sağlanmadığı
ve ayrıca fabrikanın çevreye saygısı
sorgulanıyor.
Tekeller, ne olduysa son dönemde
“çevre”yi ve “insan hakları”nı öne çıkarmaya başladı.
Yeşim Tekstil ve Üniteks’in fason üretim yaptığı Nike, yakın zamanda bir
ilki gerçekleştirerek, “Şirket Sorumluluk Raporu”nda, dünyanın çeşitli ülkelerinde kendisi için üretim yapan,
yaklaşık 500 bin işçinin çalıştığı 700
fabrikanın listesini yayınladı. Nike’a
fason üretim yapan ülkelerin başında
124 fabrikayla Çin geliyor. Onu, Tayland 75, Endonezya 39, G. Kore 35,
Vietnam 35, Malezya 33, Türkiye 26,
Sri Lanka 25, Taiwan 19 fabrikayla
izliyor.
Neler oluyordu da, emperyalist tekel
Nike, tüm fabrikalarını açığa çıkarıyor; oralara “insan hakları” denetçi-
Nike’ın diktatörlük rejimleri altında
ezilen işçiler üzerindeki vahşi sömürüsü ‘97'de patladı. Çocuk ve kadın
işçilerin sefalet koşullarında, amansızca ezilerek, işkence, baskı altında
sömürüldükleri açığa çıkarken; bir
yandan da bu koşulları zorlayan işçi
eylemleri yükseliyordu.
“Nike’lemek”, Vietnam’da işçilere aşırı
kötü davranmak anlamına geliyordu.
Vietnam, Endonezya ve Çin’de, kadın
ve çocuk işçiler, günde 10-12 saat çalıştırılıyor, üstüne fazla mesaiye zorlanıyor; günde, o da en çok 2 dolar
ücret alıyorlardı. ABD-Avrupa pazarında 70 dolara satılan bir çift Nike
spor ayakkabısından, Nike 30 dolar,
satıcı 20 dolar (eğer Nike Town ve
Nike bayilerinde satılıyorsa, bunun
büyük bir kısmı yine Nike’e gidiyordu), fason üretim yapan şirket ise 3
dolar kazanıyordu. Baskı, cezalandırma, cinsel taciz neredeyse gelenekselleşmişti: Çalışma saatinde konuştuğu
için kadın işçilerin ağzının bantlanması, 45 kadının elleri havada diz
üstü çöküp dik durmaya zorlanması,
“sıcaklık cezası” olarak saatlerce güneşte bekletilmeleri, iş ayakkabılarını
giymedikleri için fabrikanın etrafında koşturulmaları, ayakkabılardaki
tek dikiş hatası yüzünden 15 kadının
başlarından ve enselerinden kendi
ürettikleri Nike marka ayakkabılarla
dövülmeleri, kabul edilebilir seviyenin tam 177 katı ‘Toluene Toksin’
zehirli maddesine (düşüklere, ölü bebek doğumlarına, gelişim bozukluklarına, sinir sisteminin zarar görmesine neden oluyor) maruz kalmaları,
fabrika denetçilerinin kadın işçilere
sarkıntılık etmesi,…
“Adım Lern. Tayland’ın kuzeyinde
kırsal bir alanda büyüdüm. Orada
iş bulmak çok zordu, bu nedenle
1998'de iş aramak üzere şehre göç
ettim. Kısa zamanda Bed and Bath
Prestige şirketinin fabrikasında iş
buldum. Ben işe başladığımda fabrikada Nike ürünleri üretiliyordu. Fabrikanın 2002'deki kapanışına kadar
da bu devam etti. Fabrikada bizden
boynumuza, üzerinde Nike’ın kuralları yazılı olan bir kağıt asmamız ‘rica
edildi’. Haftada 70 ile 110 saat arası
çalışıyordum. Yaptığımız fazla mesai
50 saati ne kadar aşarsa aşsın bize
sadece 50 saat karşılığı ücret ödeniyordu.
İşlerin yoğun olduğu zamanlar fabrikanın sahibi Chaiyapat Photikamjorn
bize içine amfetamin koyduğu buzlu
kolayı içirirdi. Bizler içtiğimiz şeyin
amfetamin olduğunu biliyorduk, ama
çok azımız içmeyi reddediyordu.
Çünkü bu şeyden içtiğimizde 48 saat
kadar durmadan çalışabiliyorduk.
Zaten o koşulları kaldırabilmenin
tek yolu da o ilaçlardı. Paketleme
bölümünde çalışan erkek işçilerin
büyük bir kısmı amfetamin bağımlısı
olmuştu. Fabrikada bulamadıklarında dışardan satın alıyorlardı. Biz
çalışırken patron hoparlörlerden
konuşmalar yapıyor, sendika örgütlemeye çalışan herkesin ‘anne-babasına
elveda demesi gerektiğini’ söylüyordu. Yanında altı korumayla gezerdi.
Biz ondan çok korkardık. İki işçi yan
yana konuşursak korumalar derhal
yanımıza gelip bizi sorguya çeker,
sonra da ayırırdı.”
Kuşatma
Vahşi sömürü ve eziyetin haber ve fotoğrafları ABD ve Avrupa medyasında arka arkaya yayınlanmaya başlayınca, büyük bir tepki topladı. Sendikalar, insan hakları örgütleri vb. kitle
örgütleri, Nike’a karşı kampanyalar
açtılar, kitlesel boykotlar düzenlendi.
Her yıl düzenlenen, Nike İşçileriyle
Uluslararası Dayanışma Günü‘nde
protesto yürüyüşleri yapıldı. Nike’ı
teşhir eden broşürler dağıtıldı, sokak
oyunları oynandı. Üniversitelerde
Nike karşıtı koşular düzenlendi (Koşuya katılanlardan Vietnam’daki Nike
işçilerinin ortalama günlük ücreti
2.08 dolar alındı, kazanana, Endonezya’daki Nike işçilerinin günlük
İşçi eylemleri ve kitle örgütlerinin
dünya çapında düzenlediği kampanyaların sonucunda, Nike’ın satışları
yüzde 10 düştü, hisseleri yüzde 15
değer yitirdi.
Kaçış
Nike’ın ucuz, örgütsüz ve bastırılmış
işgücü arayışı G. Kore’de başladı.
1990'da Nike ayakkabıların yarısından fazlası burada üretiliyordu.
‘90'lardan itibaren G. Kore’de işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesi ve faşist
rejimin törpülenmesiyle, buradaki
üretimi azaltarak, tasfiye etti ve üretimi Endonezya ve Çin’e taşıdı. Suharto
rejiminin sınıf ve yerli halkların hareketini baskı altında tutmasından
yararlanarak, işçilerin vahşi sömürü
ve eziyete tabi tutulduğu dev üretim
havzaları kuruldu. ‘98'de Suharto rejiminin yıkılmasıyla, üretimi bu kez,
Vietnam ve Tayland’a taşıdı.
Vietnam Labor Watch adlı dernek,
Nike’ın bu ülkedeki fabrikalarında
insan haklarını ihlal ettiğini açıklayarak, Nike Başkan Yardımcısı
Joseph Ha'dan Vietnam’ın en büyük sendikası olan Genel Emek
Konfedarasyonu‘ndan özür dilemesini istemişti. Ha’nın yanıtı, “Derneğin bu suçlaması Nike’a yapılmış
büyük bir haksızlıktır. Nike’ın amacı
Vietnam’da Amerikan tarzı bir demokrasinin yerleşmesine katkıda
bulunmaktır” oldu.
Endonezya’da binlerce işçinin ücret
artışı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için protesto gösterileri
yapması (’97) üzerine Nike’ın yaptığı açıklama, “Eylemlerin sürmesi
halinde Endonezya kendini pazarın
dışında bulacak” oldu. Meksika’da
Nike’a fason üretim yapan fabrikalarda sendikal örgütlenme başarıya
ulaşınca, buradaki üretimi azaltarak,
Uzakdoğu’ya kaydırdı.
Nike’ın çengeli
Çengelin bir ucunda, işçi sınıfının
sömürülmesi ve ezilmesi varsa; diğer
ucunda da, kitleleştirilerek kimliksizleştirme ve hiçleştirme; ancak çengelleri her yanına takarak bir kimlik
sahibi olabilen yığınlar var.
1LMHU\DnGDJHQHOJUHYYHH\OHPOHU
Afrika’nın nüfusu en büyük ve petrol
ihracatçısı ülkesi Nijerya’da hükümetin benzin, gaz ve ulaşım fiyatlarını
iki kat artırması, gıda fiyatlarının da
iki kat artması üzerine başlayan genel
grev, bir çok şehirde hükümete karşı
kitlesel gösterilere ve yer yer militan
eylemlere dönüştü.
Nijerya’da petrol üretimi, ulaşım,
kamu işletmeleri, okullar tamamen
durdu. Zamlara karşı başlayan grevler, tüm çalışma ve yaşam koşullarına,
bozuk yollara, eğitim ve sağlık sisteminin durumuna, yolsuzluklara, petrol zengini ülkedeki korkunç sefalete,
bir çok yoksul emekçi mahallesinde
elektrik ve su olmamasına, baskılara
karşı öfkeli gösterilere dönüştü. İşçilerin, işsizler ve kent yoksullarının,
gençlerin gösterileri, bazı şehirlerde
Hazırız!” pankartını astılar. Eylem ve
çatışmalarda 9 işçi ve eylemci, 1 polis
amiri öldü.
ve mahallelerde polisle çatışmalara,
yollarda barikatlı eylemlere, bazı
yerlerde devlet binalarını işgal ve saldırılara, zengin semtlerindeki evlere,
büyük mağazalara karşı saldırılara
dönüştü. Niger eyaletinde göstericiler valinin evine saldırdı. 15 milyon
nüfuslu başkent Lagos’ta, bir grup
eylemci zenginlerin oturduğu adalara
giden iskeleyi işgal edip “İç Savaşa
Hükümet “şiddete ve anarşiye karşın
yapılan düzenlemelerden geri adım
atmayacağını, yapılan grev ve gösterilerin yasa dışı olduğunu, greve
katılan kamu işçilerinin işten atılacağını ve ücretlerin ödenmeyeceğini,
tehdit altındaki düzeni korumak için
gereken önlemleri alacağını” tarzında beylik açıklamalar yaptı. İşçiler
ise zaten haftalardır ücretlerinin
ödenmediğini, aldıklarının ise gıda
ve ulaşıma bile yetmediği cevabını
vererek grev ve gösterilerini sürdürüyorlar. Petrol işçileri de, talepleri
kabul edilinceye kadar grevlerini
tırmandırarak sürdüreceklerini açıkladılar.
3HWUROLüoLOHULQLQJUHYOHUL 5RPDQ\D6DùO×NUHIRUPXJHULSVNUWOG
GQ\DoDS×QGD\D\×O×\RU
Hükümetin sağlık reformu kapsamında
ulusal amblans sistemini özelleştirme kararını açıklamasının ardından onbinlerce
kişi sokaklara çıkarak protesto gösterileri
düzenledi, polisle yoğun çatışmalar yaşandı. Dört gün boyunca süren eylemlerin
ardından, hükümet, sağlık reformu paketini geri çektiğini açıklamak zorunda kaldı. Geri çekme eylemleri sonlandırmadı;
eylemciler hükümetin ve Cumhurbaşkanı
Başesku’nun istifasını istiyorlar.
Kazakistan’da petrol işçilerinin, militan eylemlere ve yerel isyana dönüşen, 17 işçinin
öldürülmesiyle bastırılamayan direnişi…
Nijerya’da genel greve ve çatışmalı kitle gösterilerine dönüşen petrol işçilerinin süren
grevi…
Tunus’ta ülkenin Tunus-İtalyan ortaklığındaki en büyük
petrol yataklarında çalışan
petrol işçileri, “rejim değişti
ama yolsuzluklar ve bizim
çalışma koşullarımızda hiç
bir şey değişmedi” diyerek,
emeklilik yaşının düşürülmesi ve bir gün fazla dinlenme
hakkı taleplerinin de olduğu
süresiz grev başlattılar.
.×EU×V+DYDWUDILNNRQWURO|UOHULJUHYGH
Arjantin’de de, Arjantin’in en
büyük burjuvası “El Turco”
ile Çin ortaklığındaki petrol
yataklarında işçiler, süresiz
grev ilan ettiler.
Hava trafik kontrolörleri, ücret dondurmayı da içeren “kemer sıkma” saldırısına
karşı, 18 Ocak’ta 4 saat iş bıraktılar. Larnaka ve Paphos havalimanlarında 38 uçuş
yapılamadı ve 5 bin yolcu grevden etkilendi. Hava trafik kontrolörleri, geçen ay da 12
saatlik grev yapmışlardı. Önümüzdeki hafta yeniden 4 saatlik iş bırakma planlanıyor.
Kıbrıs İşverenler ve Sanayiciler Federasyonu, grevi özelleştirme saldırısıyla karşıladı;
hükümete hava trafik hizmetlerinin özelleştirilmesi için çağrıda bulundu!
'DYRVNDUü×W×J|VWHUL\HSROLVDEOXNDV×
Davos’ta Dünya Ekonomik
Forumu‘nu teşhir etmek üzere gerçekleştirilmek istenen gösteriye binlerce polisli önlem alındı.
Komünist bir parti kurmayı hedefleyen Devrimci İnşa Örgütü
İsviçre’nin büyük kentlerinde birçok
gösteri yapma çağrısı yapmıştı.
Tekelci kapitalist Davos zirvesi karşıtı gösterilerin ilkinin de 22 Ocak
tarihinde Bern‘de yapılması hedeflenmişti.
Ancak İsviçre devleti gösterinin yapılacağı alana ve çevresine polis ve
panzerleri ve ordudan alınmış askeri
kamyonları yığarak burjuva demokrasisini göstermiş oldu.
Çevre Kantonlardan yapılan tak-
viyelerle savaşa hazırlanır gibi
istenen yedek polis gücüyle, alan
ve neredeyse şehrin tüm merkezi
noktaları ablukaya alınmış, bütün
sokak araları, geçiş noktaları tutulmuştu.
Ellerinde bayraklarla o bölgeye
gelen devrimciler etrafı sarıldı ve
demir barikatlarla çevrelendiler.
Demir barikatların çevresine polis
minibüsleriyle ayrıca bir duvar ördüler, ayrıca onunda çevresine çevik
kuvvet polisleriyle üçüncü bir abluka kurdular. Bu ablukanın dışında
toplanan devrimciler dayanışma
sloganlarını yükselttiler.
Ablukaya alınanlar kimlik kontrolü,
üst araması yapılarak ve gösterinin
yasadışı olduğu hatırlatılarak tek tek
salıverildiler.
Devrimci İnşa Örgütü’nün tekelci
kapitalizmin ekonomik forumuna karşı çağrı bildirisinde şunlara
yer verildi:
Davosta Dünya Ekonomik
Forumu’nun yıllık toplantısı gerşekleştirilecek. Kapitalizmin genel
krizi yakın dönemde giderek derinleşti. Ve Kapitalizm eleştirisi söz
ve eylemde dünya çapında somut
bir gerçeklik halini aldı. Buna WEF
büyük dönüşüm ve yeni modelleri
tasarlamak politikasıyla yanıt veriyor. Tekelci kapitalizmin toplumsal
yapıyı dönüştürmek istemesi Ya da
yeniden tasarlama hayalleri sedece
içi boş bir propagandadan ibarettir.
Temelinde ise giderek dünya çapında yükselen sınıf mücadelesinden
dolayı artık eskisi yönetemeyeceklerinden duydukları korku onları
böylesine önlemler almaya itiyor. Sadece bir devrim kapitalizmin içinde
bulunduğu durumu onu yıkarak
yeniden tasarlayabilir ve şekillendirebilir.
Kapitalizme eleştiri radikal demokrasi taleplerinin ötesine toplumsal
bir devrim ve sosyalizm hedefine
doğru yol alıyor. Bir bütün olarak
kapitalizm karşıtlığına karşı alınan
önlemler bu örnekte görüleceği üzere burjuva demokrasisinin çikolata,
saat ve refah toplumundan ibaret
olmadığını açık bir biçimde gözler
önüne seriyor.

Benzer belgeler

Gebze İşçi Bülteni

Gebze İşçi Bülteni Artık yeter! Sen lüks evlerde otururken, bizler ev kiralarımızı ödeyemiyoruz. Sen özel şoförünle ulaşımını sağlarken bizler eve bir ekmek alalım diye minibüsle bile ulaşımımızı sağlayamıyoruz.

Detaylı