Türk dış politikası hakkında yayınlanan makaleler

Transkript

Türk dış politikası hakkında yayınlanan makaleler
DÜBAM
Elin Aynasında Yeni Türk Dış
Politikası
Hazırlayan: Ertuğrul Aydın
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
1
Genel Yayın Yönetmeni
Akif Emre
Genel Yayın Koordinatörü
Ertuğrul Aydın
Mart 2011
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
2
İçindekiler
Mumyalar ve Ortadoğu’ya yeni modeller - Pepe Escobar ............................................................... 6
İran’la müzakerelerde Türkiye’nin rolü - George Friedman .......................................................... 12
Washington Türkiye’yi yanlış okuyor - Michael Goldfarb ............................................................ 17
Türkiye-Arap ekonomik ve askeri işbirliği nereye kadar ileri gidebilir? - Aram Nergizyan ......... 20
Pax Ottomana? Türkiye’nin yeni dış politikasının karma başarısı - Hugh Pope ........................... 23
Türkiye, Araplara parlak bir geleceğin yolunu gösterebilir mi? - Marco Vicenzino ..................... 27
Türkiye’ye kara çalanların tarihi körlüğü - Aliza Marcus .............................................................. 29
Yeni kurallar: ABD, faal ve bağımsız bir Türkiye’ye muhtaç - Thomas P.M. Barnett ................. 32
Türkiye bunu başında fes olmadan yapıyor - Michael C. Desch ................................................... 35
Türkiye kavşakta - Couloumbis,Ahlstrom & Weaver .................................................................... 38
Türkiye: Modernleşmenin doğası – I -Aleхander Sotnichenko ..................................................... 40
Yeni Türkiye-Rusya ekseni - Eric Walberg ................................................................................... 43
Türkiye ve Japonya dönüm noktasında - Michael Auslin .............................................................. 46
Çin Hava Kuvvetleri Türkiye’ye niçin gitti? -Gavin M. Greenwood ............................................ 48
Ankara ve Brüksel karşı karşıya - Amani Maged .......................................................................... 50
Türkiye Doğuya mı kayıyor? - Joshua Kucera............................................................................... 52
Son sultana modern bir görünüm - Sami Mubayed ........................................................................ 55
Türkiye’nin ASEAN çıkarması - Kavi Chongkittavorn ................................................................. 57
Türkiye anahtardır - İsrael Şamir ................................................................................................... 59
Türkiye'yle konuşmak - Arnaud de Borchgrave ............................................................................ 62
Türkiye, ABD ve imparatorluğun alacakaranlığı - Conn Hallinan ................................................ 64
Atatürk ve Türk dış politikası - Daniel Larison ............................................................................. 67
Türkiye’nin dünya diplomasisi’ndeki yeni yeri - Couloumbis, Ahlstrom, Weaver ....................... 69
Türkiye ve neoconlar - Stephen M. Walt ....................................................................................... 71
Türkiye ve Brezilya Gazze ablukasını “bağlantı kurarak” kaldırabilirler - Robert Naiman .......... 73
Türkiye-Brezilya ortaya atıldı - Doug Saunders ............................................................................ 76
Türkiye ve Rusya “ötekiler ekseni” kuruyor - Adrian Pabst .......................................................... 78
ABD ve Türkiye'nin arası açılıyor - Ted Galen Carpenter............................................................. 80
Türkiye’de darbecileri mat etmek - Maksud Javadov .................................................................... 83
Türkiye yükseliyor, Araplar batıyor - Halid Amayreh .................................................................. 86
Türkiye-İsrail ilişkilerinin yeni doğasına bir bakış - Elias Vahedi ................................................ 89
Yeni Türkiye değil, doğru zaman - Remzi Barud .......................................................................... 92
Türkiye'nin büyüsü - Selam A. Selam ............................................................................................ 94
Türkiye Arapların abisi rolünü benimsedi - Sami Mubayed .......................................................... 96
Türkiye-İsrail ilişkileri - Mustafa Abdulaziz Mursi ..................................................................... 100
Türkiye-Ermenistan arasındaki yumuşama ABD adına niçin iyidir? - Ian O. Lesser .................. 103
Eski Amerikan müttefikleri stratejik kuşakları çevreliyor - Leon Hadar ..................................... 105
Ortadoğu'nun gerçek tek ülkesi Türkiye - Rami G. Huri ............................................................. 108
Araplara yeni bir vizyon gerekli - Emin Huveydi ........................................................................ 110
Türkler, Kürtler ve İsrail - Patrick Seale ...................................................................................... 112
Ortadoğu'da güç Türkiye ve İran'a doğru kayıyor - Alastair Crooke ........................................... 114
İran, Türkiye ve bölgesel istikrar - Muhammed Khajouei ........................................................... 116
Bir Stratejik İttifak: Türkiye ve İsrail - Alon Ben-Meir ............................................................... 118
3
İran Türkiye için Rusya'dan vaz mı geçiyor? - MeIr CavIdanfer ................................................ 121
Türkiye'nin dış politika çalımı - Michael A Reynolds ................................................................. 123
Türkiye ve İran; bölge üzerinde hakimiyet için rekabet mi? - Muhammed Selman el-Abudi ..... 127
Türkiye ve İsrail'in zıt güzergâhları - Murhaf Jouejati ................................................................. 129
Ortadoğu barış diplomasisinde Türkiye'nin artan rolü - Steven A. Cook .................................... 131
Osmanlıya Duyulan Özlem - Nadya Hicab .................................................................................. 135
O halde İsrail'in dostu kim? İpucu: Amerika değil - Tony Karon ................................................ 137
Türk İkilemi - Jeffrey Azarva...................................................................................................... 139
Türk Tavsiyeleri - Ghassan Charbel ............................................................................................. 141
Türkiye'nin Kafkasya'daki Sıkıntısı - Michael Reynolds ............................................................. 143
Türkiye'nin yürekli sivil liderliğine alkış - Rami G. Huri ............................................................ 148
Türkiye’nin küçük ortak olduğu dönem bitti - F.Stephen Larrabee ............................................. 150
Türkiye’nin yeni küresel rolü - Henry J. Barkey ......................................................................... 153
4
Sunuş
2008’den 2011 Mart ayına kadar Türk dış politikası hakkında Dünya Bülteni’nin tercüme ettiği
dış basında ve elektronik medyada yayınlanmış makaleleri arşivlik değerinden dolayı tarihi
sırasına göre bir dosya olarak ilgilisine sunuyoruz.
Sadece arşivlik değerinden dolayı mı? İster dost isterse düşman olsun, ayna tutanların önemini
takdir ettiğimiz için de.
Faydalanmasını bilenler için.
DÜBAM
5
arasında bölünme çözüldüğünden dolayı
hukukçular, doktorlar, tekstil işçileri – yani
sivil toplum yelpazesi – bir hususta mutabık:
Bir teokrasiye veya askeri diktatörlüğe razı
olmayacaklar. Tam demokrasi istiyorlar.
Mumyalar ve Ortadoğu’ya yeni
modeller - Pepe Escobar
Mısır’da Luksor’daki bir yeraltı tapınağında
üç mumya bulundu. Tercüme edilen
hiyerogliflerde mumyaların Medeniyetler
Çatışması, Tarihin Sonu ve İslamofobi
oldukları tespit edildi. Mumyalanmadan
evvel 20. Yüzyılın ikinci on yılına kadar Batı
bölgelerine hâkim olmuşlardı.
Bunun zımnen ifade ettiği şeylerin Batılı
diplomatik çevreleri titretmesine şaşırmayın.
Seçilmiş sivil bir hükümete karşı az da olsa
hesap veren bir Mısır ordusu İsrail’in
Gazzeli Filistinlileri kuşatmasına veya
CIA’nin
terör
zanlılarını
Mısır
hapishanelerine atmasına yahut da İsrailFilistin barış süreci denilen ucube
maskaralığa
körü
körüne
iştirak
etmeyecektir.
İşin bu kısmı halledildi. Ortadoğu, onlar
olmaksızın, yeni bir şekilde anlaşılması
gereken yepyeni bir dünya. Evvelce can
çekişen
istikrar
ülkesi
Mısır,
ki
Washington’da her kim olursa olsun can
ciğer kuzu sarması olmuştur, Ortadoğu’nun
yeni Büyük Oyunu’na savruldu. Soru şu:
Mısırın ve Ocak-Şubat aylarında sarsıcı,
şiddet dışı gösteriler için sokaklara dökülen
milyonlarca Mısırlıların kaderi ne olacak?
Ayrıca, halledilmesi gereken pek çok sıkıcı
mesele var. Mesela Eylül seçimlerine doğru
Ordu yönetiminde ilerleyen geçiş süreci,
ekonomik göstergeleri nasıl etkileyecek?
Mısır’ın ithalat faturası 2009 yılında 56
milyar dolar iken ihracatı sadece 29 milyar
dolardı. Turizm, dış yardım ve borçlanma
yoluyla aradaki boşluk kapandı. Ayaklanma,
turizmi bunalıma soktu ve gelecek aylarda
kimin, ne tür borç ve yardım vereceğini bilen
yok.
Söylemesi zor tabi zira gölge oyunu bir
kural; ve kuralın gerçeklerini ayırt etmek
zor. “Siyasetin” onlarca yıl “ordu” anlamına
geldiği bir ülkede “demokrasiye geçişi” güya
koordine eden kilit şahsiyetin Firavun Hüsnü
Mübarek’in atadığı Yüksek Askeri Konsey
üyesi Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi
olduğunu kaydedelim. Halk baskısı hiç
değilse Tantavi’nin askeri cuntasını geçiş
dönemi başbakanı olarak Tahrir Meydanı
dostu eski ulaştırma bakanı Essam Şeref’i
atamaya mecbur etti.
Bu arada, ülke, halkı yarı aç yarı tok da olsa
beslemek için 2011 yılında en az 10 milyon
ton (eğer fiyatlar yükselmeye devam
etmezse 3,3 milyar dolarlık) tahıl ithal etmek
zorunda. Mübarek’in bayağı mirâsının küçük
bir parçasıdır bu; günde 2 dolardan daha az
bir gelirle yaşayan 40 milyon Mısırlının yani
nüfusun yarısının da içinde bulunduğu bu
mirâstan bir gecede kurtulunmaz.
Unutmayın, Mübarek döneminin nefret
edilen olağanüstü hal kanunları – Mısır’daki
ayaklanmayı teşvik eden unsurlardan biridir
– halen yürürlükte ve ülke aydınları, siyasi
partiler, sendikalar ve medya, hepsi de bir
karşı devrimden korkuyorlar. Aynı zamanda,
fırsatçıların Tahrir Meydanı devrimini ele
geçirmeyeceklerinde veya isim değişikliğine
gidemeyeceklerinde ısrar ediyorlar. Ülkedeki
psikolojik Korku Duvarı çöktüğünde
Liberalizm, sekülerizm ve İslamcılık
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki (kısaltması:
ORKA) barışçıl devrimlerin silindir gibi
üzerinden geçtiği Washington ve yaşlanan
Avrupa Kalesi, korku dolu ve kafa
bulanıklığı
içerisinde
debeleniyor.
Ortadoğu’yu açıklamak için onlarca senedir
kullanılagelen kültürel şablonların nasıl olup
da kayıplara karışmayı başardığını Kuzey
6
Afrika’daki toz duman durulduktan sonra
bile anlayacakları şüphelidir.
Türkiye’de 1950’lerde başlayan gerçek
demokratikleşme süreci, uzun bir yol
olduğunu ispatladı. Ama dönemsel askeri
darbelere ve Türk ordusunun devam eden
siyasi gücüne rağmen, seçimler serbestçe
yapılmayı sürdürdü. Şu an iktidarda olan
Adalet ve Kalkınma Partisi 2001 yılı
Ağustos ayında Müslüman Kardeşlerinkine
benzer daha muhafazakâr İslamcı bir grup
olan Refah Partisi’nin eski üyelerince
kuruldu.
20111 Büyük Arap Devrimi’yle ilgili en
sevdiğim sözler Tunuslu Sarhan Duib’e
aittir: “Bu devrimler, Bush’un Arap
dünyasını
şiddet
kullanarak
demokratikleştirme niyetine bir cevaptır.”
Kiralık veya satılık modeller
TESEV yedi Arap ülkesi ve İran’da yapılmış
bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarını 3
Şubat’ta açıkladı. Katılımcıların yüzde 66’sı
Ortadoğu için ideal model olarak İran’ı değil
Türkiye’yi görüyor. Le Monde’dan Financial
Times’a kadar medya kalabalığı hemfikir
şimdi. Neticede Türkiye câmi ve devlet
ayrımının hüküm sürdüğü, çoğunluğu
Müslüman bir ülke, işleyen bir demokrasidir.
AK Parti yumuşadıkça, İslamcıların iş
dünyası ve Avrupa Birliği yanlısı kanadı
merkez siyasetçilerle karıştı ve en nihayet
2002’de iktidara geldi. 1920’lerden beri
gücü elinde bulunduran ordunun ve İstanbul
merkezli geleneksel laik seçkinlerin boğucu
elleri işte ancak bundan sonra yavaşça
gevşetilmeye başlandı.
AK Parti, 1924’te Mustafa Kemal
Atatürk’ün getirdiği laik sistemi parçalama
rüyası görmedi. Atatürk’ün yerleştirdiği
medeni hukuk İsviçre’den alınmıştı. Ülke
ağırlıklı olarak Müslüman ama halkı
Humeyni İran’ı gibi dinin kılavuzluk ettiği
bir sistemden hazzetmeyecektir.
Oxford’daki yıldız âlim Tarık Ramazan,
Müslüman Kardeşlerin kurucusu Hasan el
Benna’nın torunudur, “Türk tarzını” “bir
ilham kaynağı” olarak gördüğünü söyledi.
Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu
Şubat ayı sonlarında yeni Türkiye’nin
emellerini güç bela gizleyen aşırı bir
tevazûyla, ülkesinin Ortadoğu için bir model
olmak istemediğinde ısrar edip “ama ilham
kaynağı olabiliriz” diyerek Tarık Ramazan’a
katıldı.
AK Parti, Avrupa’daki 1950 sonrası
Hıristiyan Demokratların muadili olarak
görülmelidir –dinamik, iş-ticaret odaklı, dini
kökenli
muhafazakârlar.
Mısır’da,
Müslüman Kardeşlerin ılımlı kanadı ile AK
Parti arasında pek çok benzerlikler var ve
ilham için AK Partiye bakmaktadırlar. Yeni
Mısır’da, en nihayet meşru bir siyasi parti
olacaklar ve çoğu uzman, yeni dönemin ilk
seçimlerinde yüzde 25-30 arası oy
alacaklarına inanıyor.
Mısırlı Marksist ekonomist Samir Amin –
gelişmekte olan dünyada saygı duyulan bir
isimdir – Türklerin, Mısırlıların ve
diğerlerinin ümidi her ne olursa olsun,
Mısır’ın kaderi hakkında Washington’ın
başka bir fikri olduğundan şüphelendiğini
söyledi. Samir Amin, Washington’ın Türk
modeli değil Pakistan modeli yani İslami
iktidar ve askeri diktatörlük karması bir
model istediğine inanıyor. Amin, “Mısır
halkı artık iyice politize olduğundan dolayı”
bu modelin tutmayacağına kani.
Her yol Tahrir’e çıkar
Türk eleştirmenler – genelde Batı yönelimli
teknik ve idâri bir kasttır – İslam ve
demokrasinin örtüştüğü modelin başarılı bir
pazarlama dalaveresi olduğu, daha kötüsü,
7
Rusya’nın Ortadoğulu versiyonu olduğu
suçlamasını yapıyorlar. Her şeyden evvel
ordu, devletin laik vasfının garantörü olarak
perde
gerisinde
orantısız
bir
güç
kullanmaktadır. Ülkedeki Kürt azınlık ise
(Hıristiyanlara ve Kürtlere daha fazla haklar
veren anayasa değişikliklerine Eylül 2010’da
yapılan referandumda evet dediler ama)
sisteme gerçekte entegre edilmiş değillerdir.
Mübarek’in ahbap çavuşlarının (aynı
zamanda
müesses
askeri
nizâmın)
kendilerini zenginleştirmelerine fırsat veren
bir - yoksullaşmayı birbirine bağlayarak
meselenin özüne varmıştır. Er ya da geç
kağıtlar açıldığında, ordunun ekonomiyi bu
şekilde ve bu denli denetim altında tutuyor
olması
kaçınılmaz
olarak
gündeme
gelecektir; mesela orduya ait şirketler su,
zeytin yağı, çimento, inşaat, otelcilik
sektöründe ve petrol sanayisinde voliyi
vurmaya devam ediyor; Nil Deltası’nda ve
Kızıl Deniz’de büyük arazi parçaları rejimin istikrarını garanti altına alan
“hediyeler” - yine ordunun elindedir.
2006’da Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan
Pamuk, muhteşem Osmanlı geçmişi olan
Türkiye’nin hiçbir dünya gücü tarafından
sömürgeleştirilemediğini, dolayısıyla da
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bir
kısmında “Batıyı yüceltmenin” veya “Batıyı
taklit etmenin” Frantz Fanon veya Edward
Said’in
tanımladığı
küçümseyici
çağrışımlarının bulunmadığını kaydediyor.
Batı’daki kilit sektörlerin Mısır’da “güvenli”
bir Türk modeli için bastırmalarında
şaşılacak bir yön yoktur. Ancak ülkedeki
sefâlete bakınca, genç göstericilerin ve
onlara destek veren işçi sınıfının Türk tarzı
neoliberal,
İslamo-demokratik
sistem
ihtimaliyle yatıştırılmaları bile olası değil.
Bu solcu/İslamcı koalisyonu işçi dostu,
bağımsız, bihhakın egemen bir demokrasi
uğruna çarpışmaktadır. Bu yeni bağımsız
manzaranın mevcut statüsko adına nasıl da
sarsıcı olabileceğini görmek için Seyfül
İslam’ın satın aldığı gibi London School of
Economics’ten doktora almaya ihtiyaç
yoktur.
2002’de Türkiye’nin askerden arındırılmış
demokrasi
yolu
ile
Mısır’ın
genç
göstericilerinin ve yeni doğan siyasi
partilerinin önündeki yol arasında büyük
farklılıklar var. Türkiye’deki kilit aktörler iş
dünyasındaki İslamcılar, muhafazakârlar,
yeni-liberaller ve sağcı ulusçulardır.
Mısır’da ise İşçi yanlısı İslamcılar, solcular,
liberaller ve sol ulusalcılardır.
Tahrir Meydanı devrimi esasen iki gençlik
grubu tarafından başlatıldı: 6 Nisan Gençlik
Hareketi (grevlerde işçilerle dayanışma içine
girmişlerdir) ve Hepimiz Halid Saidiz
(polisin gaddarlığına karşı seferber etmiştir).
Daha sonra Müslüman Kardeşler eylemcileri
– ve çok önemlidir – örgütlü emek, IMF’nin
“yapısal ayarlamalar” zehrinden çok çekmiş
işçi (ve işsiz) kitleler de onlara katıldı (Bir
IMF heyeti Nisan 2010’da Kahire’yi ziyaret
etmiş ve Mübarek’in kaydettiği ilerlemeleri
övmüştü).
Ayna, ayna söyle bana
Yanlış anlamayın: Tahrir Meydanı’ndaki
eylemciler Türk sistemini Mısır’da üretmeyi
istesinler veya istemesinler, Türkiye
Mısır’da ve Arap dünyasında müthiş popüler
bir ülkedir. George W. Bush’un Irak’ı işgal
için Türk topraklarını kullanma talebini geri
çevirerek bağımsızlıklarını tesis ettiklerinden
dolayı ülkenin 2003 yılından beri yükselişte
olan bölgesel liderliğini pekiştirmek için
Ankara siyasetçilerine mükemmel bir tablo
sunmaktadır. İsrail komandolarının Özgür
Gazze Filosu fiyaskosunda öldürdüğü dokuz
kurbandan sekizi Türk çıktığında bu
Tahrir Meydanı’ndaki devrim, gayet
anlaşılabilir bir şekilde gerekli tüm
bağlantıları kurmuştur. Acınası derecede
düşük ücretleri, kitlesel işsizliği ve 8
popülarite daha da arttı. Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan “kanlı katliamdan” dolayı
İsrail’i şiddetle kınadığı anda artık Gazze
Kralı’ydı. Mübarek, 2011 cumhurbaşkanlığı
seçimlerine katılmayacağını ilan ederek
Tahrir Meydanı gösterilerine karşılık
verdiğinde Başkan Obama pek bir şey
söylemedi; İngiltere eski başbakanı Tony
Blair Mısır’ı “aceleyle seçime koşturmama”
yönünde zorladı. Erdoğan’a gelince, El
Cezire’deki canlı yayında tüm İslam
dünyasının gözü önünde Mübarek’e
cumhurbaşkanlığından çekilmesini âdeta
emretti.
Karadeniz, Kafkaslar, Hazar, Orta Asya,
Basra Körfezi, Ortadoğu ve Akdeniz.
Türkiye bugün kilit bir oyuncu ve bu
bölgelerin büyük bir çoğunluğunda halklar
gözünü gerçekten de Türkiye’ye çevirmiş bir
haldeler. Ankara’nın Ortadoğu’da dikkate
alınacak bir güç olacağına kâni olan
Davutoğlu için fekalâde bir andır bu.
Yeterince basit ifade ettiği üzere “burası
bizim evimizdir.”
Türkiye’nin “stratejik derinlik” fikrini alın
ve 2011 Büyük Arap Devrimiyle birleştirin;
Erdoğan’ın sadece Türk modelini Mısır’ın
hatta Ortadoğu’nun modeli yapmaya değil
aynı zamanda bölge ve Batı arasında
müstakbel aracı olarak Mısır’ı sahne gerisine
atmaya
niçin
teşebbüs
ettiğini
anlayacaksınız. Erdoğan ve Davutoğlu’nun
bu yönde ilerledikleri kendilerini Suriye ve
İsrail arasında aracı olarak yerleştirmeye
çalışmalarından ve İran’a yönelik karmaşık
bir siyasi, diplomatik ve ekonomik açılım
başlatmalarından bellidir.
Washington, gönülsüzce ve karmakarışık
şekilde de olsa, Mübarek’in sağlam
savunucuları İsrail ve S. Arabistan’ın
yanında, tarihin yanlış tarafında oyalanırken,
bölge
siyasetinin
akıllıca
bir
değerlendirmesini yapan Erdoğan kendi
kaderlerini çizmek isteyen Mısırlıları
desteklemeyi tercih etti. Ve amorti etti.
Mesele Amerika’nın Türkiye’yi “kaybetme”
meselesi değildir; bazı eleştirmenlerin itham
ettiği gibi Erdoğan yeni-Osmanlı halifesi (o
da ne demekse) olma rüyası görüyor da
değildir. Burada anlaşılması gereken, yeni
bir Türk kavramıdır: Stratejik derinlik.
Bunun için bir kitabın kapağını çevirmemiz
lazım: “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin
Uluslararası Konumu.” 2001 yılında
İstanbul’da yayınlanan kitabı şu an Dışişleri
Bakanı olan Ahmet Davutoğlu Marmara
Üniversitesi uluslararası ilişkiler bölümünde
hocalık yaptığı zamanda kaleme almıştı.
Tarihi ironilerden bahsedersek, İran’ın
köktenci liderleri kendilerine derin bir
husûmet besleyen Mısır rejiminin yok olup
gitmesini izlerken, İran’ın Yeşil Hareketi
protesto gösterileriyle Tahran’ı aniden
sarmaya başladı - tam da Türkiye
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ülkeyi
ziyareti sırasında. Gösterilere (Tahran
standartlarına göre) kadife eldivenle
muamele edildi zira molla diktatörlüğü, Arap
kitle hareketleri için bir numaralı ilham
kaynağı olma hususunda kendisini Türk
müttefiki karşısında kaybedebileceği bir
rekabette buldu.
Davutoğlu bu kitapta – artık iyice yaklaşan –
bir geleceğe bakmış ve Türkiye’yi
eşmerkezli
üç
halkanın
merkezine
yerleştirmişti: 1) Balkanlar, Karadeniz
havzası ve Kafkaslar; 2) Ortadoğu ve Doğu
Akdeniz; 3) Basra Körfezi, Afrika ve Orta
Asya. Türkiye’nin gelecekteki nüfuz
alanlarının en az sekiz tane olduğuna henüz
2001 yılında bile inanıyordu: Balkanlar,
Java: Kahvenizin yanında Demokrasi
ister misiniz?
Şayet
Mısırlılar
demokrasinin
tesisi
hakkında ders çıkarmak istiyorsa, Türkiye
hiç de tek ilham kaynağı değildir. Örneğin,
Latin Amerika’ya bakabilirler. Güney
9
Amerika 500 yıldır ilk kez tam demokratik.
Soğuk savaş döneminde Mısır’da olduğu
gibi Latin Amerika’da da diktatörler ve
askeri düzen hâkimdi. Mesela Brezilya’da
askeri diktatörlüğü geride bırakan “yavaş,
tedrici ve güvenli” siyasi açılım uygulamada
bir on yıl aldı.
büyük bir sorun; zenginlik ve hak
(bazılarının da dediği gibi, benzer şey ABD
için de geçerlidir) konusunda daha kırk fırın
ekmek yemek lazım. Ama bugün hukukun
üstünlüğü hâkimdir.
Bir İslam devletinin hiç şansı olmadı. Bugün
Endonezyalıların sadece yüzde 25’i oylarını
İslamcı partilere veriyor; Müslüman
Kardeşlerin ideolojisinden olan ama resmi
olarak gayri Müslimlere de açık tutulan
Refah
ve
Adalet
Partisi,
Başkan
Yudhoyono’nun
kabinesindeki
37
sandalyeden
sadece
dördünü
elinde
bulunduruyor ve 2014 yılında yapılacak
seçimlerde oyların yüzde 10’nundan
fazlasını da ummuyor.
Yani sabır gerekir. Aynı şey bir başka model
için de geçerlidir: Endonezya. 32 yıl iktidar
süren Amerika destekli yaşlı bir diktatör,
Şuharto, Kahire’ye yaptığı ziyaretten
döndükten sadece birkaç gün sonra istifa etti.
Endonezya o vakitler 2011’in Mısır’ına
benziyordu: Batı dostu, ağırlıklı olarak
müslüman, solcu entelektüelleri ve siyasi
İslam’ı ezmiş mega-yolsuz bir askeri
diktatörün fakirleştirdiği ve ondan yaka
silken bir ulus.
Endonezyalılar ABD’ye yakın duruyor ve
Washington, Çin’e karşı ağırlık olması için
Endonezya’ya kur yapıyorsa da, Brezilya
büyük bir popülaritesi olan Lula da Silva
döneminde daha bağımsız bir yol tutturdu
(Latin Amerika’nın büyük bir kesimi için de
doğrudur bu). Bu süreç yaklaşık 10 yıl aldı
ve gelecekteki tarihçiler tarafından Berlin
Duvarı’nın
yıkılışı
kadar
önemli
görülebilecek bir olaydır.
Aradan geçen 13 yıl sonra, Endonezya
bugün dünyanın üçüncü büyük demokrasisi
ve Güneydoğu Asya’nın en özgürü; seküler
bir hükümeti, hızla büyüyen bir ekonomisi
var ve ordusu siyaset dışında duruyor.
Hâlâ canlı anılarım var; 1998 Mayıs’ında bir
gün başkent Jakarta kelimenin tam anlamıyla
yanıyorken, yükselen duman sütunlarında
öfke
patlaması
yaşanırken
bisiklete
biniyordum.
Washington
o
vakitler
müdahale etmemişti; Çin veya ASEAN’ın
10 üyesi de. Endonezyalılar kendi başlarının
çaresine baktılar. Geçiş süreci daha önce
büyük ölçüde gözardı edilen anayasayı takip
etti. (Mısır’da ise anayasanın referandumla
değiştirilmesi
gerekiyor.)
Doğru,
Endonezyalılar bir süre Şuharto’nun kendi
elleriyle seçtiği başkan yardımcısı B.J.Habib
ile birlikte yaşamak zorunda kaldılar
(Mübarek’in kendi elleriyle seçtiği “İşkence
Şeyhi” meymenetsiz Ömer Süleyman’ın tam
aksine cana yakındı o.) Seçim çalışmaları,
seçim kanunlarının değiştirilmesi, meclisteki
atanmış vekillerden kurtulmak bir yılı aldı.
İlk başkanlık seçiminin yapılması için altı yıl
geçmesi gerekti. Ve evet, yolsuzluk halen
1989, Doğu Avrupa’da, küresel pazara
erişmek isteyen insanların ayaklanma zinciri
olarak görülebilir kısmen de olsa. Büyük
Arap Devrimine gelince, o daha ziyâde aynı
pazarın
diktatörlüğüne
karşı
bir
ayaklanmadır. Tunus’tan Bahreyn’e kadar
tüm göstericiler sosyal katılım, yeni daha iyi
sosyal ve ekonomik sözleşmeler lehine yola
düştüler. Latin Amerika’da bu sarsıcı
ayaklanmalara müthiş bir sempatiyle ve “biz
yaptık, şimdi de onlar yapıyor” hissiyle
bakılmasına şaşmamalıdır.
Gelecek elbette ki bilinmiyor fakat on veya
yirmi yıl sonra Mısırlıların ve diğer Arap
halkların Türk modeline veya Brezilya yahut
Endonezya modeline değil de yepyeni bir
yola koyulduklarını söyleyebiliriz. Gelecek,
10
Kahire’den
Tunus’a,
Bingazi’den
Manama’ya, Cezayir’den (Allah’ın izniyle)
Suud hanedanı sonrası bir Arabistan’a kadar,
yeni bir siyasi kültürün icâdına ve yerli ve
ümit o ki, yeni ve şaşırtıcı şekillerde
demokratik yeni ekonomik sözleşmelere
gebe olabilir.
Bu bizi tekrar Türkiye’ye getiriyor. İslam’ın
yepyeni, bugünden hiç kimsenin bir ipucuna
bile sahip olmadığı, Avrupa’daki din ve
siyaset ayrımına benzeyecek şeyin yapıtaşı
olması pekâla mümkündür. 1968 ruhuyla, bir
Arap Banksy [Banksy, duvar resimleriyle
ünlü bir sanatçıdır] bile resmedebiliriz.
Boydan boya Arap başkentlerine nakşediyor:
“İktidarda Muhayyile”
18 Mart 2011
Kaynak: Tomdispatch
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
11
sık sık tatlı dil dökülen taraf olmalarını
sağlayacak
bir
dinamik
yarattılar.
Diğerlerinin de açık rızasıyla yedinci bir ülke,
Türkiye, kendisini iki taraf arasında
kolaylaştırıcı ve belki de aracı olarak
yerleştirdi: Bir yanda ABD, İngiltere, Fransa,
Rusya, Çin ve Almanya, diğer yanda İran. Bu
öyle bir dizi ki tekrarlamaktan kendimi
alamıyorum.
İran’la müzakerelerde Türkiye’nin
rolü - George Friedman
P5+1’in İran’la müzakereleri 21-22 Ocak‘ta
başlayacak. Diplomasi dünyasının anlaşılmaz
jargonuna âşina olmayanlar için söyleyelim:
BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi
(ABD, İngiltere, Fransa, Çin, Rusya) artı
Almanya arasındaki müzakerelere P5+1
deniliyor. Bu altı ülke, bir ülkeyle, İran’la
müzakere yapıyor olacak. Toplantılar bir
diğer ülkenin, Türkiye’nin himâyesinde
İstanbul’da gerçekleşecek. Türkiye aracılık
yapmayacağını sadece toplantıya ev sahipliği
yapacağını söyledi. Bu rolde kalmak Türkiye
için zor olacaktır.
Kuzey Kore’ye askeri bakımdan hiç kimse bir
şey yapmıyor çünkü menzili Seul olan
topçusuyla bile bir tehditten çok bir nüans
meselesidir
(sabit topçu bataryaları
Amerikan hava gücü için mükemmel
hedeflerdir). Müzakereler ve yer yer yapılan
yardımlar sorunu çözüyor. İran’ın durumu
ise çok daha önemli ve potansiyel nükleer
silahların da ötesine geçiyor. Eğer ABD
bölgeden çekilse, İran, nükleer silahı olsun
olmasın, Basra Körfezi’ndeki en kuvvetli
konvansiyonel silah gücü olur. ABD’nin bu
yılın sonuna kadar Irak’tan çekilmesinin
resmi zaruret olmasına bakınca, İran kayda
değer ölçüde daha da kuvvetlenmiş oluyor.
İranlılar, beş ülkenin (ABD, Çin, Japonya,
Rusya ve G. Kore) kendisine diplomatik
emsalleri gibi muamele etmeleri için nükleer
programını bir çerçeveye dönüştüren Kuzey
Kore’den görüp öğrendiler. Sovyetlerin
çöküşünden ve Çin’in kendisini uluslararası
ticarete vermesinden beri rejim bekasını
dert edinen Kuzey Kore’nin ciddi bir güç gibi
muamele görmesi onun nezdinde esaslı bir
diplomatik vuruştur. Bunu sırf nükleer silah
geliştirme tehdidi başarmıştır. Biraz geriye
çekilir ve Kuzey Kore ekonomisinin Üçüncü
Dünya ülkeleri arasındaki en sefil
ekonomilerden biri olduğunu, nükleer
yeteneklerinin ispatlanmamış olduğunu göz
önüne alırsanız, beş büyük güçle müzakere
için ikna edilen taraf olması (sık sık
reddetmesi ve sonra tatlı dil dökerek ikna
edilmesi) tam bir kazanımdır.
Kuzey Kore’nin amacı rejim bekasıdır. Bunun
ötesinde bir amacı yok. İran’ın emelleri
arasında rejim bekası var ama ötesi de var.
Doğrusu, rejime karşı bazı tehditler varsa
onlar da dışarından değil İran içerisinden
gelmektedir ve hiçbiri de rejim değişikliğine
yol açacak denli güçlü değiller. Dolayısıyla
İran, gücünü korumaktan ziyade onu
pekiştirme istikametindedir. Tarihi bir
fırsatla karşı karşıya ve bir kara savaşına
bulaşmadan onu kullanmak istiyor.
İran bir fırsatı kullanıyor
Irak’taki Amerikan askeri varlığının azalması
ilk adımdır. Irak’taki Amerikan gücü
azalırken, İran’ın gücü artıyor. Muktada Sadr
geçen hafta İran’dan Irak’a döndü. Sadr,
Irak’taki İran yanlısı, Amerikan karşıtı güçlü
bir milis grubunun ideriydi ve Amerikan
İranlılar da benzer bir mevki edindiler.
Müzakerecilerin en zayıfı olmalarına
nazaran, dünyanın en güçlü altı ülkesiyle
masaya oturmalarını ve Kuzey Koreliler gibi
12
kuvvetlerinden gördüğü ağır baskı yüzünden
dört yıl evvel Irak’tan ayrılmıştı. Dönme
kararı sırf ona ait değil. Aynı zamanda bir
İran kararıdır bu ve zamanlaması
mükemmeldir. İran yanlısı Nuri el Maliki
başbakanlığında şu an hükmi bağımsızlığı
olan bir Irak hükümeti var ve Amerikan
askerleri çekilmek üzere iken Sadr’ın ileri
sürülmesi, ABD’nin direncinin, Irak’taki
mütefiklerinin ise güvenlerinin azaldığı bir
sırada Irak hükümeti üzerindeki İran
baskısını artırmaktadır.
diplomatlarına ve küçük gruplar halinde
ülkeye
yayılmış
yardım
işçilerine
saldırdıklarından
dolayı
nedâmet
getirmeyeceklerdir şüphesiz. ABD yaklaşık
170.000 askerle Irak’ı kontrol edememişti ki
İranlılar öteki yolu tercih ettikleri takdirde,
50.000 yahut daha az sayıda asker,
Amerika’nın
kayıplar
vermesiyle
sonuçlanacaktır. Ve bu kayıplara askeri veya
siyasi bir başarı ümidi eşlik etmeyecek.
Amerika’nın Irak’taki askeri kuvvetlerini
çarpıcı biçimde artırmaya hazırlanmadığı
varsayıldığında, İranlılar şu an tarihi bir
fırsatla karşı karşıya.
ABD’nin seçenekleri
ABD şu an can alıcı bir seçimle yüz yüze
gelmiştir. Irak’taki kuvvetlerini çekmeyi
sürdürürse, Irak bir İran uydusuna
dönüşecektir. Şiiler arasında bile İran karşıtı
olanlar var elbette ama İran’ın örtülü
yetenekleri ve açık nüfuzu, yanı sıra sınırdaki
askeri mevcudiyeti, Irak’ın direnç kabiliyetini
köreltecektir. Eğer Irak, İran’ın müttefiki
veya uydusu haline gelirse, Irak-S. Arabistan
ve Irak-Kuveyt sınırları da İran sınırlarına
dönecek. Bölgede, ABD’nin İran’a karşı
direnme iştahı olmadığı hissi hâkim olacak.
Amerikalılara İranlılarla baş etmelerini
söyleyen ama başarısız olan Suudiler İran’la
bir uzlaşmaya varmak zorunda kalacaklardır.
Başka bir ifadeyle, Ortadoğu’da –Irak’ta - en
stratejik konumda olan İran, artık
Ortadoğu’da hâkim güç olma ve aynı
zamanda Arap Yarımadasının siyasetini
şekillendirme kabiliyetine sahiptir.
Nükleer mesele o kadar da önemli değil.
İsrailliler,
İranlıların
nükleer
silah
üretmelerine üç ila beş yıl uzaklıkta
olduklarını söylüyorlar şimdi de. Bu ister
ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın isterse başka
bir teknik istihbarat ajansının İran
santrifujlarına
yerleştirdiği
bilgisayar
solucanları sayesinde olsun, yahut da daha
önce de dile getirdiğimiz gibi nükleer silah
üretiminin gerçekten çok zor oluşu ve uzun
zaman alması yüzünden olsun, İsrailliler
kamuya açık baskıyı azalttılar. Baskı,
Suudilerden geliyor. Stratfor’un dediği ve
Wikileaks’in teyid ettiği üzere, ABD’ye İran
hakkında bir şeyler yapılmasını söyleyen
Suudilerdir ve bunu sadece nükleer
silahlardan dolayı değil konvansiyonel güç
dengesindeki
değişimden
dolayı
da
yapıyorlar.
İran, sahip olmadığı silahların imhasına
kolaylıkla karşı koyabilirken, onun gerçek
korkusu İran’ın konvansiyonel kuvvetlerine
özellikle de donanma ve zırhlı kuvvetlerine
ABD’nin konvansiyonel bir hava saldırısı
düzenlemesidir. İran donanma kuvvetlerinin
yok edilmesi çok önemlidir zira bir savaşta
İran’ın en güçlü karşıt hamlesi, mayınlarla,
gemisavar füzelerle ve teknelerle yapılacak
ABD’nin Irak’taki kuvvetleri çekmeme veya
az sayıda asker çekmekle yetinme şıkkına
sahiptir elbet ama burada sembollerden
değil savaştan bahsediyoruz. Çekilme
sürerken, eğitim ve destekleme rolü ve İran
yanlısı
Milis
gücüne
direniş
için
konuşlandırılan yirmi bin asker azdır. Çeşitli
milis
güçler,
Amerikan
askerlerine,
13
intihar saldırılarıyla Hürmüz Boğazını
kapatmak ve boğazdan geçen petrol akışını
kesmek olacaktır. Böylesi bir kesinti, küresel
ekonomik toparlanmayı allak bullak eder.
İran’ın gerçek “nükleer” seçeneği budur.
İranlılar, isyan bastırmanın aksine, hava
harbinde Amerika’nın güçlü olduğunu
biliyorlar. ABD’nin uzun süreli bir hava
harbinde İran’ın konvansiyonel yeteneklerini
yok etme kudretini ve o konvansiyonel
kuvvet olmaksızın İran’ın ciddi ölçüde
önemsizleşeceğini
yabana
atmıyor.
Dolayısıyla da İran masaya iki kartla geliyor.
Birincisi, nükleer karta oynayarak sahip
olduğu güçlü müzakere elini muhafaza
etmek. İkincisi, ABD’nin İran konvasiyonel
kuvvetlerine hava saldırısı düzenlemesinden
sakınmak.
teşebbüs etmek ve bu esnada Basra
Körfezi’nden petrol akışının kesilmesini
önlemek
arasındadır.
ABD
nokta-i
nazarından, bu seçeneklerden hiçbiri de
iştah uyandırıcı değildir. İran gücüyle birlikte
yaşamak, gelecekteki tehditlere kapıyı
açmak olur. Irak’a iyice yerleşmek ise
Afganistan’a askeri kuvvet tahsisinden
dolayı mümkün olmayabilir. Her hâlükarda,
Irak’tan çekilmeye son vermek bir tıkama
kuvveti oluşturacaktır ama bu kuvvet Irak
veya İran’a iradesini dayatabilecek kadar
büyük olmayacaktır.
Müeyyideleri sürdürme veya yoğunlaştırma
şıkkı da var elbet. Sorun şu ki Amerikalılar
bile bu müeyyidelerde büyük gedikler açtılar
ve Çinliler, Ruslar, Avrupalılar da canları
istedikleri vakit memnuniyetle gedik
açıyorlar. ABD İran’ı abluka altına alabilirdi
ama Rusya’dan gelen benzin dâhil ithalatının
büyük bir kısmı kuzeyden kara yolu ile
geliyor ve ABD donanmasının etkin bir deniz
ablukası uygulaması için Çin, Rusya ve diğer
ülkelere ait ticari gemileri durdurması ve
gemilere çıkması lazımdır.
Bu tartışmada bahis masasında yatan, Arap
Yarımadası’nın geleceğinden daha azı
değildir. İranlılar bölgeyi şekillendirmek için
onu işgal etmek zorunda kalmayacaklar.
Potansiyel bir İran işgalinin söz konusu
olması kâfidir. Rejim bekâsı sorununu
İran’dan S. Arabistan’a havale edecektir.
Kuveyt’teki Amerikan askerleri işe yarar ama
ana eşitliği değiştirmeyecektir. Suudiler,
Irak’tan çekilmeyi ABD’nin Kuveyt’ten de
çekilebileceği
anlamına
yoracaklardır.
Suudilerin hissedecekleri İran’la uzlaşma
baskısı müthiş olacaktır zira ellerindekinin
hepsini ABD’ye yatırmayıp yumurtaları ayrı
sepetlere koymak zorunda kalacaklar.
Askerleri S. Arabistan’a mevzilendirmeye
gelince, değişen derecelerde riskler zira Çöl
Kalkanı ve Çöl Fırtınası sırasında Amerika’nın
S. Arabistan’daki varlığı, el Kaide’nin
yükselişini tetiklemişti.
ABD, İran rafinerilerini bombalayabilir fakat
bu yalnızca benzin ithalatına kapı
aralayacaktır. Müeyyidelere genel olarak
itibar etmiyorum; şimdiki müeyyideler
İran’ın canını acıtsa bile rejim değişikliğine
zorlamayacak veya İranlıların şu an sahip
oldukları türden fırsatları tepmelerine yol
açmayacaktır. Kendilerini Irak’ta tahkm
ederek müeyyidelerin yarattığı pek çok
problemi çözebilirler. Suudiler istedikleri
barış için ödemeleri gereken bedeli
ödeyeceklerdir.
Dolayısıyla da seçenekler, bölgesel dengenin
İran lehine dönmesini kabullenmek, ABD’nin
Irak’tan çekilmesini durdurmak veya İran
konvansiyonel kuvvetlerini yok etmeye
Avrupalılar tek bir şey hâriç hiçbir şey de
ortak fikirde değiller: Basra Körfezi’nden
akan
petrolün
kesildiğini
görmek
istemiyorlar. Eğer ABD bir hava saldırısının
14
başarılı
bir
sonuç
getireceğini
garantileyebilse, Almanlar ve Fransızlar
halka açık yerde Amerikan tektaraflılığını
kınarken halka kapalı yerde destek
vereceklerdir.
Çinliler,
bir
Amerkan
saldırısının kendileri için yaratacağı riskler
karşısında dehşete düşüyorlar. Başka
yerlerde
Amerikan
rekabetiyle
karşılaşmamak için ABD’nin Ortadoğu’da
bataklığa saplandığını görmekten mutlu
olsalar da Ortadoğu petrolüne ihtiyaçları
var. Son olarak da Ruslar yükselen enerji
fiyatlarından ve ABD’nin bir diğer savaşa
batmasından kazanç elde edecekler. Bir
askeri saldırı, Avrupalılar ve Çinliler aksine
Ruslar nezdinde kabul edilebilir duruyor.
için de çabaladılar. Aynı zamanda, Türkiye
kendisini İslam dünyasının lider gücü ve
İslam dünyası ve Batı özellikle de Amerika
arasında köprü olarak konumlandırıyor.
Türkler P5+1 ve İran arasındaki müzakereleri
yönetme rolünü üstlendiler. Bilhassa ABD,
Türkiye’nin P5+1’in müeyyide uygulamasına
denk gelen son gayreti karşısında altüst
oldu. Türkler, Brezilya ile birlikte, nükleer
materyallerin takasını müzakere ettiler ki
takas Batı tarafından yetersiz görüldü.
Gerçek şu ki Amerika, Türkiye ve Brezilya’nın
o vakit oynadıkları tektaraflı role hazırlıksız
yakalandı. O tarihten beri nükleer korkular
dibe çöktü, müeyyideler en fazla sınırlı bir
başarı kaydetti; ABD’nin Irak’tan çekilmesine
bir yıl kaldı ve muharip rolden daha yeni
çekildi. ABD şimdi bir Türk rolünü
memnuniyetle karşılıyor. İranlılar da.
Diğerleri mesele değil şu an.
Gelecek hafta masada bu kampanyaların
başta vaatkâr durduğunun ama hep
başarısız
olduğunun
farkında
olan
Amerikalılar; uzun vadeli bir probleme
düşük riskli bir çözüm isteyen Avrupalılar ve
Çinliler; Amerika’nın bir kez daha
müdahalesini ümit ettiği halde ve yüksek
enerji fiyatlarıyla yaşamaya hazır olmasına
ğmen yardımcı olur gibi görülmek isteyen
Ruslar; ve konvansiyonel bir savaştan
sakınmak
isteyen
ama
İslam
Cumhuriyeti’nden
önce
de
yolunu
gözledikleri
Basra
Körfezi
üzerinde
hâkimiyet kurma fırsatını da tepmek
istemeyen İranlılar olacak.
Türkler şimdi bir ikilemle karşı karşıyalar.
Tarafsız kalarak müzakere etmeyi istemek
çok iyi tabi ama en önemli taraf masada yok:
S. Arabistan. Türkiye askeri kuvvet
bakımından pek bir riske girmeden İslam
dünyasında hâkim bir rol oynamak istiyor.
Türkiye’nin problemi bu durumda ABD ve
İran’ı yakınlaştırmak değil Suudiler ile
İranlıları yakınlaştırmaktır ve bu çok büyük
bir sorundur zira işin içinde dini meseleler
olduğu gibi İran’ın, Suudilerin en çok karşı
çıktığı şeyi istemesi de var: Bölgede hâkim
güç olmak. Türkiye’nin problemi, bölgedeki
esaslı meseleyi yani Acemler ile Arapları
bağdaştırmaktır.
Türklerin hissesi
Ve Türkler var. Türkler, Bağdat’ta istikrarlı ve
kalıcı bir hükümet kurmakta başarısız
olunacağını böylelikle de İran-Irak arasındaki
güç dengesinin bozulacağını düşündükleri
için Amerika’nın Irak işgaline karşı çıktılar.
Türkler, faaliyetlerini Irak üzerinden yürüten
Türkiyeli Kürtlerden kaynaklı tehditlerin
üstesinden gelmenin ötesine geçecek
şekilde güneye sürüklenmekten kaçınmak
Nükleer mesele kolay çünkü şimdilik zaman
hassasiyeti yok. Irak’ın geleceği ise zaman
hassasiyeti olan ve belirsizlik taşıyan bir
mesele. ABD Irak’tan ayrılmak istiyor ve bu
durum geride İran yanlısı bir müttefik
bırakıyor. İran yanlısı bir Irak, sırf varlığıyla,
15
S. Arabistan’ın gerçekliğini değiştirmektedir.
Türkiye yapıcı bir rol oynamak istiyorsa, üç
ihtiyacı karşılayan bir formül bulmak
zorundadır. Birincisi, Amerikan kuvvetlerinin
çekilmesini kolaylaştırmaktır zira kalmayı
sürdürüp kayıplar vermek bir seçenek
değildir ve çok az kişinin istediği bir
konvansiyonel
hava
harbiyle
sonuçlanacaktır. İkincisi, İran’ın Irak
üzerindeki kontrol derecesini sınırlamak,
mutlak kontrol sağlamasına izin vermeksizin
İran’ın Irak’taki çıkarlarını garantilemek.
Üçüncüsü, S. Arabistan’ı, İran’a verilen
kontrol derecesinin Suudi çıkarlarını tehdit
etmeyeceğine ikna etmek.
Eğer Amerika bölgeyi terk ederse, tüm
taraflara bu garantileri sağlamanın tek yolu
Türk silahlı kuvvetlerinin İran nüfuzunu
dengeleyerek Irak’ta açık ve örtük faal bir rol
oynamasıdır. Türkiye bölgede yükselen bir
güç ve şimdi gücün bedeliyle yüz yüze
gelmek üzeredir. Türkler İranlıların veya
Suudilerin tarafını seçmeyi tercih edebilirler
ama her iki strateji de uzun vadede Türk
güvenliğini artırmayacaktır.
dengelendiği karmaşık ve nahoş bir süreçtir.
Kendisini ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve
Almanya ile İran arasındaki müzakerelere ev
sahibi olarak konumlandıran Türkiye’nin
alması gereken temel bir karar var: Ya
görüşmeler için bir masa tedarik etmekle
yetinir ya da görüşmeleri şekillendirir ve
neticeyi garantiler.
Amerikalıların öğrendiği üzere, hiç kimse
onlara teşekkür etmeyecek, hiç kimse
bunları yaptı diye onlar hakkında daha iyi
düşünmeyecek. P5+1 görüşmelerine daha
derin dahlin tek nedeni, bölgeyi istikrara
kavuşturmanın ve İran-Arap dengesini
korumanın Türkiye’nin ulusal çıkarlarına
olmasıdır. Fakat Türkiye’nin iç siyasi
kültürünü burkan bir kayma olacaktır.
Kaçınılmaz bir kaymadır. Bugün olmazsa
yarın.
13 Ocak 2011
Kaynak: Stratfor
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Türkler İran’la hava harbi istemiyorlar.
Irak’ta kargaşa istemiyorlar. Acemler ve
Araplar arasında tercih yapmak istemiyorlar.
İranlı bölgesel bir hegemon da istemiyorlar.
Türklerin istemediği çok şey var. Soru şu: Ne
istiyorlar? İstediklerini almak için ödemeyi
göze aldıkları bedel nedir? Irak’ta
üstlenmeleri gereken başlıca risk, İran
gücünü sınırlamak, engellemek ve Arap
Yarımadası’nda çok fazla ileri gittiği takdirde
İran’a tehdit oluşturmaktır. Bu yapılabilir
fakat Türklerin son yüzyılda davrandıkları
gibi değil. Gerçekler değişti.
Bölgesel güç olmak soyut bir kavram
değildir. Bir ülkenin çıkarlarına karşı uzun
vadede yükselen daha büyük tehditleri
engellemek amacıyla, çatışan çıkarların
16
dünyasına ve dış politikasında müslüman
geleneğine daha çok yoğunlaşmaya
başladığı anlamına gelir mi?” diye sorup
“kesinlikle” diye cevap verdiği bir rapor
göndermişti.
Washington Türkiye’yi yanlış okuyor
- Michael Goldfarb
Bir kelime yazacağım.
İslamcı.
Kuzum, diplomatlarımız hafta sonları
Ankara’dan uzaklaşmıyor mu? Fiilen herkes
uzaklaşıyor ve İstanbul’a gidiyor.
Aklınıza ne geliyor? Şimdi de bir ifade
yazacağım.
İstanbul, Avrupa’nın 24 saat yaşayan bir
başkentidir – evet Avrupa başkenti. Şehir,
Avrupa Birliği’nin yıllık olarak fonladığı
gereksiz bir işi, Avrupa’nın bölgesel
şehirlerinin zengin kültürel hayatına ve gece
hayatına ışık tutan bir görevi Avrupa Kültür
Başkenti olarak daha yeni bitirdi. Önceki
Kültür Başkentleri arasında içkicilerin
cenneti Dublin, Glasgow ve Liverpool vardı.
2011’deki başkent ise eğlence tutkunlarının
şişelerin kapağını açmaya başladıkları
Estonya’nın başkenti Tallinn. İstanbul, biraz
düşündüğünüzde
-ki
açıkçası
Washington’dakileri üzerinde düşünmüş
değiller - pek de İslamcı olmayan bir
gelenekten daha fazlasını barındırmaktadır.
Dünya’nın en dinamik şehri.
Aklınıza ne geliyor?
Bu ikisini bir arada düşünebilir misiniz?
İslamcı denilince büyük bir ihtimalle durgun,
çürümüş bir ekonomisi olan, kadınların
baştan ayağa siyahlarla kapandığı gayri
demokratik bir yer hayal etmişsinizdir.
Kederli bir yerdir ve yerici anlamda
püritendir; Amerika’ya ve Batıya hasımdır.
Dinamizm denilince aklınıza New York, Hong
Kong, Şangay, Rio ve Mumbai gibi herşeyin
mübah olduğu bir kapitalizmin durgunluk
döneminden sonra yeniden canlandığı yerler
gelir. Brookings Enstitüsü’nün yayınladığı bir
son bir rapora göre dünyanın en dinamik
şehri, İslamcı eski belediye başkanı’nın şu an
Türkiye başbakanı olduğu İstanbul’dur.
İkisini bir arada düşünün.
Şu AB fonu da nedir? Türkiye’nin AB üyeliği
başvurusunun
reddedildiğini
mi
düşünmüştünüz? Çok yabancı çok İslamcı
çünkü öyle mi? Hayır, üyelik müzakereleri
devam ediyor, uzun ve belirli bir süreç
izliyor.
Resmi Washington’ın hatırı sayılır bir
bölümü Erdoğan’ı kelimenin en kötü
manasıyla İslamcı olarak görüyor. Dışişleri
Bakanlığı’nın Wikileaks tarafından sızdırılan
yazışmalarına göre Erdoğan, Türkiye’yi
Osmanlı’nın ihtişamlı günlerine geri
götürmek isteyen bir dışişleri bakanı dâhil
sosyopatlarla çevrili bir hasım güçtür.
Amerikalı bir diplomat 2009 yılında
Washington’a “tüm bunlar, ülkenin İslam
Son tahlilde, Türkiye’nin dünyanın en zengin
ekonomik birliği olan AB üyeliğine girişi –
AB’nin GSYH’sı ABD’ninkinden büyüktür –
ikincil bir öneme sahiptir artık çünkü Avrupa
ile mevcut ticari bağları muazzam
düzeydedir. 2010 yılına ait sayılar henüz
belli değil ama Türkiye ekonomisi geçen yılın
ortalarında yüzde 11 oranında büyüdü.
Seneyi bu hızla kapatmayacaktır ama galiba
2010 yılında Avrasya kara parçasının Batı
17
ucundaki en hızlı büyüyen ekonomisine
sahip olacaktır.
arasında başgösteren gerilim ve İsrail
komandolarının Gazze ablukasını yarmak
isteyen Türk gemisine hücum edip dokuz
Türk’ü öldürdüğü olay yüzündendir. İsrail’in
Kongre’deki pek çok dostu ve dost
yorumcuları İsrail saldırısını haklı kılarken
İslam kelimesini tüm olumsuz çağrışımlarla
birlikte kullandı. Fakat Washington’daki
tipler yaptıkları en iyi şeyi yaparken – yüksek
sesle konuşurken – İsrail’in Türkiye’yle
ticareti sessizce devam etmektedir. Yahudi
devleti, İslamcı Türkiye’ye insansız uçaklar
dâhil savunma teçhizatı bile satmaktadır.
Büyümenin büyük bir kısmı AB ile
ticaretinden geliyor. Türkiye ticaretinin
yüzde 44’ü AB iledir. Kesin sayıların elde
olduğu 2007 yılında, AB ülkeleri Türkiye’ye
16.4 milyar dolar yatırım yaptı. Bu miktarda
paralar İslamcı ülkelere akmaz özellikle de
çıkaracak petrolü olmayanlara.
İstanbul’un elinde tuttuğu statünün
nedenlerinden biri de Avrupa ile ticarettir.
Genç işadamları Türkiye’nin en büyük
şehrini ziyaret ediyor ve gece boyunca
yatmayıp oynuyorlar. San Francisco benzeri
denize nâzır diğer şehirler gibi Tepeleri
Câmilerle taçlanmış Boğaziçi’nin şehri de
dinine düşkün - belki daha fazla.
İnsansız uçaklar öncelikle güneydoğu’daki
Kürt
âsilere
karşı
kullanılmaktadır.
Türkiye’nin olumsuz resminin bir diğer
nedeni de bu olabilir. Kürtlerin ABD Kongresi
ve yorumcular çevresinde Türkler’den daha
çok sayıda dostu vardır. Türkiye 2003 yılında
ABD ordusunun Irak’ı işgali için bir alan
açmaması
yüzünden
Washington’da
Erdoğan’ın AK Partisine karşı halen
geçmemiş bir kırgınlık var sanırım. (Üstelik
Türklerin ezici çoğunluğu da meclisin bu
şekilde davranmasını istemişti.) 2003 Şubat
ayında büyük bir hüsran duygusu yaşayan
eski
askeri
yetkililer
ve
Bush
yönetimindekiler bile kabul etmelidirler ki
Irak’ın bazı kesimlerinde özellikle Kürt
bölgesinde normal bir ekonomi görüntüsü
Türkiye sayesindedir.
Resmi Washington’ın Türkiye’yle ilgili kör
noktasını anlamak zordur. Ortadoğu’daki en
demokratik devlettir, dinamik ekonomisi
vardır, NATO’daki ikinci büyük ordudur ve
ordusunu mevzilendirme konusunda diğer
NATO ortaklarında olmayan bir iradesi
vardır. Fakat Erdoğan iktidara geldiğinden
beri Türkiye’nin - anayasa değişikliklerinden
bahsetmeye bile gerek yok - yaşadığı
ekonomik ve sosyal dinamizm, dışişleri
bakanlığından düşünce kuruluşlarına ve oped makalelere kadar göz ardı ediliyor. Türk
eknomomisi büyürken bile vergilerin aşağı
çekilmesi dolayısıyla American Enterprise
Institute
ve
Heritage
Foundation
seminerlerinde ve Cumhuriyetçi Parti’nin
etkinliklerinde Erdoğan ve birlikte çalıştığı
kişiler
özel
misafir
olarak
hoşça
karşılanıyorlardır
diye
düşünmüş
olabilirsiniz.
Bir de Erdoğan hükümetinin İran ve Suriye
ile ilişkileri var. Dış politikamızı şekillendiren
ve yönlendirenler nezdinde fazla sıkıfıkı bir
ilişkidir bu; gerçi haritayı açma zahmetine
katlansalar daha anlayışlı olabilecekler.
Türkiye’nin Suriye ile 526 km, İran’la 310 km
uzunluğunda sınırı var. Washington,
Ankara’nın
ne
yapmasını
istiyor?
Komşularıyla konuşmamasını, onlarla ticaret
yapmamasını mı? Birgün ABD’ye de lazım
Halbuki tüm tartışmaya genel çerçevesini
veren haşmetli İslam kelimesidir. Bunun
birazı da Gazze saldırısı nedeniyle İsrail’le
18
olabilecek diplomatik arka kapıları açık
tutmamasını mı?
Washington’ın Türkiye’yi olduğu gibi görmek
yerine ona İslamcılık hakkındaki tüm
Beltway korkularının özüymüş gibi bakması
Amerikan çıkarları için tam bir tehlikedir.
ABD’nin uluslararası ticaret politikası, Türk
ekonomisinin dinamizmini benimsemelidir.
Türkiye, BRIC sohbetinin bir parçası
olmalıdır. Evet, söz konusu olan Kürtler ve
Ermeni jenositi ile yüzleşmeye isteksizlik
olduğunda Türkiye’de halen ciddi insan
hakları meseleleri var. Fakat insan hakları,
basın özgürlüğü, yönetim şeffaflığı gibi
konularda zaten tüm BRIC ülkelerinin
sorunları var ve bunların hiçbirisi bu
ülkelerin artan ekonomik güçleri hakkında
Washington’ın
politika
tartışmalarına
realpolitiğin ve ekonominin hâkim olmasını
engellemiyor .
Yeni Kongrenin, sağlık sistemi üzerinde
yeniden savaş başlatmaya ve Amerikan
ekonomisinin nasıl büyüyeceği konusunda
genel bir tartışmaya kararlı olması öylesine
utanç verici ki aksi takdirde, hakkıyla
dinamik bir şehrin neye benzediğini ve ne
hissettirdiğini öğrenebilmeleri – bunu
yaparken de arada iyi vakit geçirmeleri - için
bir gezi düzenleyip Kongre üyelerini
İstanbul’a götürmeli.
10 Ocak 2011
Kaynak: Globalpost
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
19
Türkiye-Arap ekonomik ve askeri
işbirliği nereye kadar ileri gidebilir? Aram Nergizyan
koymaya ve Suriye’nin İran’la ittifakını
dengelemeye yardım etti, ki Akdeniz’de İran
nüfuzunu kontrol aracı olarak Türkiye’nin
teşvik ettiği bir temayüldür.
Arap devletleriyle artan ekonomik ve
güvenlik ilişkileri, Türkiye’nin 2002 yılında
AK Parti’nin iktidara gelmesinden bu yana
Arap Ortadoğusu’yla yakınlaşma çabalarının
tamamlayıcı hayati unsurlarıdır. Bu çabalar,
kendisini bölgeye adayan ve bölgedeki artan
rolünden emin bir Türkiye’ye işaret eder
ancak Ankara’nın Araplara karşı yaklaşımı
bölgesel engellerle karşı karşıyadır ve
evvelce var olan egemen dış politika
imtiyazlarının kısıtlamalarına mâruzdur.
Aynı zamanda, Lübnan ve Suriye güçlü Türk
ekonomisiyle bağları geliştirme noktasında
bazı çekincelerini koruyorlar. Körfez
ülkelerinin aksine, Lübnan ve Suriye rantçı
devletler
değiller
ve
rekabetçi
üstünlüklerinin olmayışından kaygılansalar
yeridir. Suriye’nin Türkiye’yle ilişkilerinin
gerçek değeri uluslararası tecridi kırmasında
yatarken, Lübnan’ın böyle bir zorunluluğu
yok ve bu ilişkileri ekonomik meziyetleri
bakımından değerlendirmelidir. Lübnan son
on yılda mal ihracından ziyâde hizmet
ihracında başarı kaydetti ve gümrük
târifelerini kaldırmanın gelecekte Lübnanlı
üreticiler üzerinde nasıl bir etkisinin olacağı
belli değil.
İktisâdi ve ticari bağlar
Türkiye, Arap dünyasıyla serbest ticaret
anlaşmalarına varmak için bastırdı; Suriye,
Fas ve Filistin Otoritesiyle 2004’te; Tunus ve
Mısır’la
2005’te;
Ürdün’le
2009’da;
Lübnan’la
2010’da
serbest
ticaret
anlaşmaları imzaladı. Lübnan’la imzalanan
anlaşma – ülke meclisince henüz
onaylanmadı – iki ülke arasındaki ticarete
tedricen serbestlik getirecek, Lübnan’ın
savunmasız tarım sektörünü koruyacak.
Lübnan Ekonomi ve Ticaret bakanlığının
verilerine göre Lübnan Türkiye’den (çoğu
petrol ürünleri ve hammadde olmak üzere)
698 milyon dolarlık ithalat ve (başta hurda
demir ve hammadde olmak üzere) 206
milyon dolarlık ihracat gerçekleştirdi.
S. Arabistan’ın liderlik ettiği Körfez İşbirliği
Konseyi (KİK) İran’ın Akdeniz ve Körfez
bölgesindeki
nüfuzunu
dengelemek
amacıyla Türkiye’nin daha iddialı bir
ekonomik ve güvenlik rolü oynamasına
destek vermektedir. KİK yatırımcıları
Türkiye’nin
gayrimenkul
piyasasına,
bankacılık, sağlık, eğitim ve iletişim
sektörüne milyarlarca dolarlık yatırım
yaptılar. Türkiye’deki Körfez yatırımları
2003’teki önemsemeye bile değmez bir
düzeyden yükselişe geçerek 2008’de 2
milyar dolara çıktı; ticaret ise 1998’de
yaklaşık 2 milyar dolarken 2009’da 8 milyar
dolara tırmandı.
Suriye 2004 yılında imzaladığı anlaşmadan
bu yana Türkiye ile arasındaki hassaten
güçlü bağlardan yarar gördü. Husûmet ve su
kaynakları üzerindeki ihtilaflarla geçen onca
yıllara rağmen, Ankara’yla gelişen ilişkileri
Şam’a daha rahat bir bölgesel rol oynama
imkânı verdi. Bu ilişkiler, Amerika’nın
Suriye’ye uyguladığı siyasi tecride karşı
Türkiye-KİK ticaret ve yatırımı daha yerleşik
modellerle kıyaslandığında sınırlı kalmıştır.
AB’nin Türkiye’yle ticareti 2009 itibariyle KİK
ile olan ticaret hacminden tam 14 kat daha
büyük ki Türkiye’nin 2009 yılı toplam ticari
hacminin yüzde 40’ına tekabül etmektedir.
20
KİK, ABD’yi başlıca ticari ortak olarak
tanıdığını ifade ediyor. ABD Ticaret
Bakanlığı’nın verilerine göre ABD’nin 2009
yılında Körfez ülkelerine gerçekleştirdiği
ihracat 29 milyar doları buldu (2003’e göre
üç kat bir artış söz konusudur); KİK’nin
ABD’ye ihracatı ise 29 milyar oldu.
savaş uçağının yenilenmesi işini TAI adlı Türk
şirketine verdi.
Türkiye’nin bölgedeki güvenlik rolü üzerinde
özellikle de önceden yapılmış hâkim
Amerikan
güvenlik
anlaşmalarından
mütevellit kayda değer sınırlar bulunuyor.
Amerika’nın sağladığı sistemleri ülkelerin
nasıl kullanacağı ve modernize edeceği
hususundaki kısıtlamalar göstermektedir ki
Türkiye’nin Ürdün ve S. Arabistan’a ait
askeri araçları modernize etme çabaları,
Washington’ın onayı ve zımni muvafakatı
olmaksızın mümkün olamazdı. Ankara’nın
Arap devletleriyle düzenlediği ortak askeri
tatbikatlar da Amerika’yı pek fazla rahatsız
etmeyecek şekilde dikkat çekmeme
siyasetine uygun ölçekte icra ediliyor;
örneğin Suriye’yle ortak operasyonların
sınırlı bir kapsamı olmuş ve anlamlı askeri
varlıklar veya seçkin birlikler seferber
edilmemiştir.
Dahası, yıllarca süren görüşmelere rağmen
Türkiye ve KİK, ticaret anlaşmasına
varamadılar. 2009 yılında Körfez’de
gayrimenkul piyasalarındaki krizin ardından
KİK ülkeleri, bölgesel ekonomik korumacılığa
yaslandılar; mevcut durumda, Türkiye’nin
ucuz hammaddelerine (özellikle demir ve
çeliğe) ve diğer mallara karşı koruma
uyguluyorlar.
Askeri ilişkiler
Türkiye ve Arap dünyası arasında askeri
işbirliği de arttı fakat şimdiye değin sınırlı
sayıda somut sonuçlar alınmıştır. Türkiye ve
Kuveyt, askeri işbirliğinin artışına hukuki bir
çerçeve kazandırmak amacıyla 2009
ortasında askeri işbirliği anlaşması imzaladı.
S. Arabistan ve Türkiye 2010 Mayıs ayında
eğitim, bilimsel araştırma ve teknolojik
gelişim başlıkları altında bir askeri işbirliği
anlaşması imzaladı. S. Arabistan ve Türkiye
arasındaki bir diğer işbirliği alanı, Amerikan
malı yüzlerce M113 zırhlı personel
taşıyıcısının FNSS adlı Türk şirketi tarafından
modernizasyonunu kapsıyor.
Türkiye’nin evvelce yaptığı taahhütler ve
egemen imtiyazlar da Arap dünyasındaki
güvenlik
rolünü
artırma
çabasıyla
anlaşmazlık halindedir. Ankara bugün ve
gelecekte milyarlarca dolarlık askeri satış
anlaşmalarını göz ardı edemez ve nitekim
Tel Aviv’le ilişkilerine hâkim olan gerilimi
yatıştırma niyetinde olduğunun işaretlerini
hâlihazırda vermiştir. Ankara’nın Tahran’la
sıcak ilişkileri, Körfez ülkelerinin İran nükleer
programını ve hegemonik emellerini
bölgedeki Arap ülkelerine açık bir tehdit
olarak değerlendiren hâkim görüşleriyle de
bağdaşmaz.
Akdeniz’de, Türkiye’yle artan askeri
işbirliğinden Suriye de yararlandı; kuzeydeki
komşusuyla 2010 sonlarında ortak askeri
tatbikat düzenledi ki Suriye’nin tahkim ettiği
bölgesel konumuna ve stratejik derinliğine
işaret eden bir araç olarak havasını attığı bir
işbirliği gösterisiydi. Ürdün, 17 adet
Amerikan malı F-16/AM/BM çok-amaçlı
Kısacası Türkiye, Ortadoğu dengesine dâhil
olan en son ve belki de en önemli ilavedir
fakat bölgede kesin bir mevkiyi henüz
teminat altına almış değil ve gerçek gücü
testten geçmedi. Arap devletleri şimdilik
Türkiye’yle ekonomik ve askeri ilişkilerini
21
İran, İsrail ve ABD’yi dengelemek için
kullanıyorlar ama gene de Türkiye’nin “yeniOsmanlı” temayülleri hakkında endişe
beslemeyi de sürdürüyorlar.
29 Aralık 2010
Yazar hakkında: CSIS araştırmacısı.
Kaynak: Carnegie Vakfı – Arab Reform
Bulletin
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
22
sularda sürpriz
düzenleyen o’dur.
Pax Ottomana? Türkiye’nin yeni dış
politikasının karma başarısı - Hugh
Pope
bir
ölümcül
saldırı
AK Parti, daha fazla övgüyü hak etmektedir.
AK Parti, İsrail’in 2008-2009 Gazze
taarruzuna değin İsrail’le iyi ilişkiler inşa
etme yolunda ilerliyordu. AK Parti liderleri,
iktidarın ilk döneminde pek çok kez İsrail’i
ziyaret ettiler ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan, Holokost anısına inşa edilen
Jerusalem’deki Yad Vashem’e saygısını
gösterdi. AK Partiye yakın şirketler İsrail’de
iyi iş yaptılar ve AK Parti hükümeti
kendisinden önceki hükümetlerden çok
daha fazla sayıda resmi anlaşmaya imza attı.
Ankara, yıllarca İsrail ve Suriye arasında
dolaylı görüşmeleri kolaylaştırmayı denedi
ve 2008’de toplantılar yoğunlaştıktan sonra
taraflar beklenmedik şekilde tafsilatlı
çakışma noktaları buldular. Fakat Erdoğan’ın
Olmert ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar
Esad arasındaki barış planı görüşmeleri için
beş saat harcamasından günler sonra İsrail
yıkıcı Gazze taarruzuna başladı. İsrail’in
tahminen 1,430 Filistinliyi öldürmesi
karşısında sarsılan pek çok Türk gibi Erdoğan
da sarsıldı; günler sonra, Davos’ta, İsrail
devlet başkanı Şimon Peres’e patladı.
Katliam işleyen İsrailliler hakkında kurgusal
bir dizi yayına başladıktan sonra – ki
hazırlayanlar özel kişilerdi - İsrail dışişleri
bakan yardımcısı Türk büyükelçisini aşağıladı
ve olayın bir grup kameraman tarafından
çekilmesini sağladı.
Sıfır sorun politikası izlemek, kimi zaman
acılı, cesur bir hareketti hele ki bu yaklaşım
henüz testten geçmeyi sürdürürken.
Kıbrıs’ın statüsüyle ilgili müzakerelere, AB
üyeliği ve Ermenistan’la yapılan protokollere
ilaveten, Türkiye ve ABD arasında, Türkiye
ve diğer geleneksel müttefikler arasında bu
yıl iki fırsatla yeni gerilimler su üstüne çıktı:
AK Parti İsrail’in Gazze ablukasına meydan
okuyan uluslararası filoya Türk gemilerinin
katılmalarına engel olmayı reddettikten
sonra, Türkiye İran’a karşı ilave BM
müeyyidelerine muhalefet ettikten ve
nükleer takas anlaşmasına hayatiyet
kazandırmak için Brezilya ile birlikte
çalıştıktan sonra.
Bu iki olayın, Türkiye’nin yönünü Batıdan
İslamcılığa doğru çevirdiğinin delili olduğunu
iddia ediyorlar. Bunu söyleyenler, İran
nükleer programının en çok tehdit ettiği
İsrail’dekilerden ibaret değil. İsrail Başbakanı
Benjamin Netanyahu Türkiye’nin, filodan
sadece birkaç gün önce uranyum takas
anlaşmasıyla tarafını belli etiğini, İran’la
işbirliğini güçlendirdiğini söylemişti. Türk
hükümeti nokta-i nazarından ise İsrail ve
İran meseleleri ayrı iki meseledir. Ankara’da
bu iki ülkeyle ilgili politika değişikliklerinin,
İslamcı dürtüler şurda dursun, ideolojik bir
eksen kaymasını temsil ettiğinin somut
delilleri
yoktur.
Aslında,
İran’la
yakınlaşmasına
Amerikan
yönetiminin
destek vereceğine inanması için Türkiye’nin
iyi nedenleri var. Başta Mavi Marmara
olmak üzere İsrail’in Gazze ablukasına
meydan okuyan filoya düzenlediği baskın
hakkında bir açıklama yapma sorumluluğu
Türkiye’ye değil İsrail’e aittir zira uluslararası
Sonra Mavi Marmara olayı patlak verdi;
İsrail komandoları, uluslararası sularda
seyretmekte olan gemiye gece vakti sürpriz
bir saldırı düzenlediler. İsrail komandoları,
yolcuların bıçak, demir çubuk ve süpürge
sopası gibi uyduruk silahlarla direnmeleri
karşısında sekiz Türk vatandaşını ve bir Türk
kökenli Amerikalıyı vurarak öldürdü. İsrail
hükümeti önce askerlerinden birinin
23
karnından vurulduğunu iddia ediyor; Türk
hükümeti ise İsrail askerlerinin Mavi
Marmara’ya çıkmadan evvel ateş açmaya
başladıklarını ve Türk eylemcilerin asla silah
kullanmadığını iddia ediyor. Ankara, filonun
doğrudan Gazze’ye seyretmemesi için
elinden geleni yaptığını ayrıca Türk
milletvekillerinin ve bazı Türk yetkililerin
eylemcilere katılmasını engellediklerini ve
geminin, yolcuların kapsamlı bir güvenlik
kontrolünden geçirildiğini söylemektedir.
Türkiye’nin hareketleri bir kez daha yanlış
anlaşılmıştı. Türkiye’nin BM’deki oyu,
müeyyideleri destekleyen ABD’yi azarlama
anlamı taşımıyordu; bir tedbir olarak
Tahran’la güven inşasını amaçlıyordu, ki
Türk hükümetinin ABD’nin destek verdiğini
düşündüğü bir hareketti bu. İran’la
müslüman bir blok oluşturma yönünde
Türkiye’nin payına düşen bir teşebbüs de
değildi. İki ülke, her ne kadar üç yüzyıldan
beri savaşmamayı başarmışlarsa da, tarih
boyunca dalaşıp durmuşlardır. Söz konusu
olan Irak ve Ortadoğu olduğunda, Sünni ve
Şii gelenekleri, onları açık rakipler haline
getirmektedir. Türkiye ve İran (ve de Mısır)
bölgede liderlik için uzun zamandır
mücadele etmektedirler – ki her iki ülkenin,
Suriye’nin ve Filistinlilerin başlıca ortağı
olarak görülmek için öyle fazla kıvrak da
sayılmayacak teşebbüslere girmelerinin bir
sebebi de işte budur. Türkiye’nin İran’la ve
diğer sertlik yanlısı ülkelerle yakınlaşması,
onlarla müttefik olma arzusuna değil bu
devletlerin davranışını değiştirme arzuna
dayanmaktadır. Türkiye’nin yakınlaşmasını
AK Parti’nin Amerikan karşıtı İslamcılığının
delili
sayan
Amerikalı
muhafazakar
yorumcularla İsrailli sağcı yorumcular, amaç
ve taktikleri birbirleriyle karıştırıyorlar.
Türkiye ve İsrail, iki ülkede yapılan
soruşturmaları değerlendirecek bir BM
paneliyle işbirliği yapmayı kabul ettiler. Ümit
o ki bulgular üzerinde mutabakat
sağlanması, Türkiye’nin İsrail’in özür
dilemesi ve mağdurlara tazminat ödemesi
ile İsrail’in bunu yapmayı reddetmesi
arasında bir orta yol bulunmasına imkân
tanıyacaktır. Ancak Türkiye ve İsrail arasında
yaşanan güven kırılması, Türkiye’nin İsrail ve
Ortadoğu ülkeleri arasında emin bir
kolaylaştırıcı gibi hareket etmesine imkân
bırakmıyor. Türkiye her ne kadar incitilen
taraf ise de bir ihtilafın doğrudan tarafı
olduğu hissi, sıfır sorun politikasına darbe
indirmiştir.
Türkiye’nin yeni yaklaşımına duyulan inanç,
özellikle de Washington’dakiler nazarında,
Türkiye’nin İran’la ilişkileri üzerinde yaşanan
krizle zedelenmiştir. AK Parti liderleri, İran
Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın
2009 Haziran’ında yapılan tartışmalı
seçimde yeniden seçilmesini memnuniyetle
karşıladıklarında
kaşlar
kalkmıştı.
Eleştirmenler, bu onayı, AK Parti’nin Hamas,
Sudan ve Suriye hükümetleri gibi Batının en
çok kınadığı gruplara açık-kol yaklaşımıyla
ilişkilendirdiler. Türkiye Tahran’a karşı ilave
müeyyidelere BM Güvenlik Konseyi’nde
muhalefet ettiğinde işler daha da kötüleşti.
İran’ın nükleer silah edinmesine Türkiye’nin
tereddütsüz bir şekilde karşı çıktığına
Ankara’daki yabancı yetkililerin şüphesi yok.
Ankara için mesele, bunun nasıl önleneceği
ve Türkiye’nin diğer ulusal amaçları arasında
bu gâyeye ne gibi bir öncelik verileceğidir.
Ayrıca Türk hükümeti, İran’a karşı askeri bir
harekatın
İran’ın
nükleerleşmesini
durdurmaktan
ziyâde
onu
sadece
geciktireceğine ve İran’ı güvenlikte olmanın
tek yolunun nükleer caydırıcılıkta yattığına
ikna edeceğine inanıyor. Yine, Türk
hükümeti İran’a daha fazla müeyyide
uygulamanın sadece sertlik yanlısı rejimini
24
güçlendireceğine, ticareti azaltıp bölgedeki
gerilimleri yükselterek Türkiye dâhil İran’ın
komşularına zarar vereceğine inanıyor - tıpkı
Saddam Hüseyin Irak’ına uygulanan
müeyyidelerin benzer şeylere yol açması
gibi.
askıya almaktan esirgemenin bir yolu olarak
sunduğu gerçeğine gene de kızıyorlar.
Türkiye, Brezilya ile birlikte şekil verdiği
diplomatik güzergâhı korumak amacında
olduğu iddiasıyla BM Güvenlik Konseyi’nde
yeni müeyyide paketine karşı çıktığında da
canları
sıkılmıştı.
Türkiye’nin
itirazı,
müeyyideleri engellemedi ve Türkiye şu an
bu müeyyidelerin icrasına yardımcı oluyor
(ancak ABD ve AB’nin uyguladığı, Türkiye’nin
İran’la ticaretine zarar verebilecek daha ağır
müeyyidelere iştirak etmiyor). Sürecin
karışıklığına ve Brezilya’nın bu mesele ile
kendisi arasına bir şekilde mesafe koyduğu
gerçeğine rağmen, Türkiye ve Brezilya’nın
baharda kotardığı anlaşmanın gelecekte
güven inşası için bir kapı açtığını Amerikalı
yetkililer bile kabul ediyor.
Türk yetkililer, Tahran nükleer programı
İran’da da geniş tabanlı bir desteğe sahip
olduğundan dolayı mâkul tek politika, İran
yönetimiyle yakınlaşmak ve ülkelerinin
güvenliği
için
nükleer
silahların
gerekmediğine bir bütün olarak İran’ı ikna
etmektir diye savunuyorlar. Türk yetkililer,
Amerikan yönetiminin otuz yıldan daha fazla
bir süredir Tahran’a mesafeli durduğuna
işaret ediyorlar. Mübadelelere izin vermenin
– mesela her yıl Türkiye’yi bir milyon
İranlı’nın ziyaret etmesi – daha fazla
müeyyide dayatmaktan daha hayırlı
olduğunu telkin ediyorlar.
Başka bir ifadeyle, İran konusundaki
kavgada Türkiye’nin kabahati yoktur – yani
Mavi Marmara vakasından sonra İsrail’le
arasında çıkan krizde ne kadar kabahati
varsa bunda da ancak o kadar kabahati
vardır. Türkiye’nin politikaları, uluslararası
câmianın genel amaçlarına kastediyor
değildir. Ayrıca her iki olay, AK Parti’nin sıfır
sorun politikasının İslamcı bir politika
olduğuna delil teşkil etmez.
Türk hükümetinin, Amerikan yönetiminin
Tahran’la nükleer takas anlaşmasını teşvik
ettiği iddiası zeminsiz değildir. ABD Başkanı
Barack Obama Nisan ayında Türk ve Brezilya
hükümetlerine birer mektup gönderdi ve
Washington’ın İran’la nükleer takasa
girebilmesi için gerekli olan şartları izah etti.
Çetin geçen ve neredeyse kopma noktasına
gelen müzakerelerden sonra Türkiye ve
Brezilya Tahran’dan yazılı bir taahhüt
kopardılar ki Amerikan yönetiminin ileri
sürdüğü pek çok şartı karşılıyordu. Bazı
Amerikalı yetkililer, iki hükümetin İran’ı
müzakere masasına getitmenin bir yolunu
bulmak
için
samimi
bir
şekilde
çabaladıklarına ve İran’ın onlara ayak
uyduracağını
öngöremediklerine
inandıklarını söylüyorlar.
Türkiye’nin dış politikası hakkında daha
umutlu olmak için bir başka neden de ABD
ve AB ile arasındaki şu son gerginliklere
rağmen, Türkiye’nin Batıyla ittifakının
temellerinin
değişmemiş
olmasıdır.
Türkiye’deki dış yatırımın dörtte üçünden
fazlası AB devletlerinden geliyor ve Türkiye
ihracatının yarıdan fazlası AB’ne yapılıyor.
Avrupa Birliği, Türkiye’den gelen 2.7
milyonluk göçmenlerin evidir; Türkiye’yi
ziyaret eden turistlerin yarıdan fazlası AB
ülkelerindendir. Ortadoğu, Türk iş dünyası
için iyi fırsatlar sunmaktaysa da Türkiye en
başta Batıya bağlıdır. Türkiye ihracatının
Ama Amerikalı yetkililer, Türk hükümetinin
takas anlaşmasını İran’ı müeyyidelerden
veya uranyum zenginleştirme programını
25
üçte birinden azı Ortadoğu’ya yapılmaktadır.
Ortadoğu sadece 110.000 Türk’ün evidir ve
Türkiye’ye giden turistlerin sadece yüzde
10’u Ortadoğu’dandır.
İran’la ve İsrail ile Suriye arasındaki dolaylı
görüşmelerde yaptığı gibi Ortadoğu’da yine
aracı rolüne teşvik etmelidir. Örneğin
Türkiye, el Fetih ve Hamas arasında
müzakereleri kolaylaştırabilir. AK Parti
liderleri, kendi üstlerine düşen kadarıyla,
Türkiye ve İsrail ilişkilerini onarmanın bir
yolunu bulmalılar. Bu, Türkiye’nin batılı
müttefikleriyle
bağlarını
iyileşmekle
kalmayıp onların Ortadoğu’da herkesle
güvenle konuşabilen karizmatik arabulucu
nâmını da ihya edecektir.
Türkiye’nin AB’ne yakınlığı, iç reform
sürecinin güçlü motorudur. AK Parti liderleri
İsrail’e karşı durduklarında Ortadoğu’daki
halkların
güvenoyunu
geçici
olarak
kazanabilirler ama Batılı ortaklarıyla yaptığı
ittifakı bu süreç içerisinde feda etmemelidir.
Bir de şu var: Türkiye’yi Ortadoğu’daki diğer
ülkelerden hakkıyla ayıran, onun hem
ABD’nin hem de AB’nin saygın ortağı
olabilme kabiliyetidir ve bölgenin geri
kalanının gıpta ettiği refah ve meşruiyetin
temelini teşkil etmektedir bu. Türkiye’nin
ABD yönetimiyle devam eden işbirliği mesela
Türkiye’nin
PKK’ya
karşı
mücadelesinde
istihbarat
paylaşımı,
Amerikan
askerlerinin
Irak
ve
Afganistan’dan pürüzsüzce çekilmesini
temin etmek, el Kaide hiziplerine karşı
beraber çalışması veya İsrailliler ve
Filistinliler arasında bir çözüme varılmasına
yardım
etmesi
–
esas
olmayı
sürdürmektedir.
23 Aralık 2010
Kaynak: Foreign Affairs
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Türkiye, olsa olsa sıfır sorun merkezli dış
politikasının kimi aksiliklerden dolayı
suçlanabilir. O da kısmen. Türkiye yanılgıya
düştüğünde bile – aceleden, zayıf
iletişimden veya ateşli retorikten dolayı –
Türk hükümeti, Gazze’deki ıstırabı dindirmek
ve İran’ın nükleer silah edinmesinin önüne
geçmenin bir yolunu bulmak dâhil, Batılı
ortaklarının pek çok amacını terk etmedi.
Türkiye’nin
güvenliği
ve
ekonomisi,
Ortadoğu’daki problemlerin etkilerine Batılı
ortaklarınkine nispetle daha fazla açıktır.
Ankara bu yüzden zorunlu olarak farklı
taktikler izlemektedir. Batı, bunu anlamalı
ve bu farklılıkları fırsat olarak görmelidir.
Batı, Türk hükümetini, tıpkı Ankara’nın
26
ederek onun üstüne çıkmayı şimdiye değin
başardı.
Türkiye, Araplara parlak bir
geleceğin yolunu gösterebilir mi? Marco Vicenzino
Arap halkları, başta umutlu oldukları ama
sonra hayal kırıklığı yaşatan birkaç
tecrübeden sonra kuşkulu ve hüsranda
olmayı
sürdürüyor.
Atalarının
kazanımlarından duydukları gurur biraz
rahatlamalarını sağlıyorsa da câri gerçekler
bunu bastırıyor. İlham verici liderler
neredeyse hiç yok. Irak’taki ağır aksak
ilerleme daha da yavaşlayacak gibi duruyor.
Şeffaf seçimlere rağmen
Filisitinliler
arasındaki
kavga
gerçek
ümitleri
söndürüyor. Onlarca yıl sürmüş olağanüstü
halden sonra Mısır’ı çepeçevre kuşatmayı
sürdüren belirsizlik, geleceğine kasteden bir
hançer gibi havada asılı duruyor. Esad’ın
dalavereyle serbest pazara ayar vermesi ve
Suriye’yi avuçlarında sıkıca tutması gelecek
nesillere bir vizyon ve emniyet hissi
sunmuyor. Ürdün’deki
kayda
değer
ilerlemenin
kendi
sınırları
dışında
tekrarlanması zor duruyor çünkü iç zorluklar
ve bölgesel gerçekler, diğerleri üzerinde
nüfuz tasarrufunu sınırlıyor. Bâriz ilerlemeye
rağmen Lübnan her an patlamaya hazır
barut fıçısı gibi. Doğal kaynak zengini Libya,
tutarlılığı ülke içinde ve dışında gizli gizli
sorgulanan yaşlı bir otokratın kaprislerine
mâruz.
Filistin’in hayatını idame ettirmesi büyük
ölçüde Arap ülkeleri tarafından sağlanmışsa
da Filsitinlilerin en metin sözcüsü, Recep
Tayyip Erdoğan hükümeti oldu. Söylemini
diplomatik güçle takviye eden Türkiye,
bağımsız bir Filisitin’i tanımaları için Brezilya
ve Arjantin’i de etkiledi. Peşlerinden diğer
Latin Amerika ülkeleri de gelecektir. Ayrıca
Türkiye, İsrail’in Gazze ablukasına son
vermek için uluslararası desteği de seferber
ediyor.
Filistin’in içinde bulunduğu vahim duruma
karşı sempati duyulmasına rağmen Türkler
bu desteğin nasıl sergileneceği nokrasında
ortak bir yol takip etmiyorlar. Laik Türkler,
hükümetin teşvik ettiği (dinden ilham alan)
sivil toplum örgütlerinin yurtiçinde ve
yurtdışında
kendilerini
tanıtmak
ve
güçlendirmek için Filistin davasını istismar
ettiklerini iddia ediyorlar; Gazze filosu
fiyaskosu bunun son örneğidir.
Arapların bedbahtlığını batı sömürgeciliğine
ve dört asırlık Osmalı hâkimiyetine
hamletmek
Ortadoğu’da
yaygın
bir
tutumdur. Batıya karşı ciddi bir antipati
halen mevcutken, son yıllarda Türkiye’ye
karşı Arap kamuoyu kanaatinde bahse değer
bir değişim söz konusu. Araplar Türkiye’ye
gitgide “bizim olmamız gereken bu” diyerek
bakıyorlar.
Türkiye’nin Arap devletleri için model olarak
hizmet edip edemeyeceği Batı siyasi
çevrelerinde sürekli sorulan bir sorudur.
Türkiye ilham verebilir, faydalı dersler
sunabilir ama model olamaz. Modern
Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde yeşerdiği
dinamikler ve tarihi bağlam tekrarlanamaz.
Çağdaş Türkiye, demokratikleşme yolunda
halen evriliyor. İç mücadeleler, Kürt
meselesi ve yapılması gereken reformlar
önündeki çetin yolun sadece birkaç
Türkiye, kazanımları ve bölgede artan
nüfuzu sayesinde büyük saygı görüyor.
Çoğunluğu Sünni bir devlet olmasına
rağmeni Türkiye, pek çok Arap ve müslüman
ülkesinde ortada olan Sünni-Şii ayrımını
zekice siyasi ve diplomatik sermayeye tahvil
27
hatırlatıcısıdır.
Hükümet
bir
denge
tutturmak
zorunda.
Ülke
içerisinde
muazzam meydan okumalar varken ülke
dışına uzanmaktan sakınmalıdır.
Arap nüfusunun ezici çoğunluğu, kasvetli bir
gelecekle yüzyüze olan 30 yaş altındaki
gençlerden
oluştuğu
için
bölgede
demografik bir saatli bomba geriye doğru
sayıyor. Bu ise Türkiye liderliğinin
Ortadoğu’da inisiyatifi ele almaları ve
potansiyellerini açığa çıkarmaları için özel
sektörü teşvik etmesi gerektiğinin altını
çizer. Türkiye’nin siyasi liderliği, fırsatlar
yaratmak sûretiyle, bölgesel basıncı
azaltabilir ve yumuşak bir inişe katkıda
bulunabilir.
Daha
geniş
Ortadoğu’daki
değişim,
ekonomik büyümenin mührünü vurduğu
evrimci bir süreç içerisinde cereyan
edecektir
yoksa
dış
tasarımların
dayatılmasıyla değil. Zaman içerisinde daha
fazla reform potansiyeli de olacaktır. İhtiyaç
duyulduğunda, Türkiye’nin siyasetçileri
duruma kibarca el atmalı fakat sonuçların
ortaya
çıkmasını
işadamlarına
terk
etmelidirler. Herşeyden evvel, Türkiye’nin
en etkili büyükelçileri özel sektörden
çıkmaktadır. Arap tarihinin seyri I. Dünya
Savaşı ile sona eren dört asır boyunca
İstanbul tarafından belirlendi. Tarih tekerrür
etmeyecektir. Ancak bir asırlık yokluktan
sonra, gerçek Türk nüfuzunun daha mülayim
bir formda Arap başkentlerine ulaşması
memnuniyetle karşılanmalıdır. Hem, istikrarı
küresel düzene sürekli tehdit teşkil eden bir
bölgenin tedrici dönüşümü için bir esastır bu
23 Aralık 2010.
Kaynak: Guardian
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
28
Türkiye’ye kara çalanların tarihi
körlüğü - Aliza Marcus
Anayasa reformları, şu an sekizinci yılında
olan Erdoğan hükümetinin insan haklarını ve
hukukun
hâkimiyetini
güçlendirmeye
çalıştığı pek çok yoldan sadece bir tanesidir.
Başbakan, AB üyeliği için gerekli yasal ve
ekonomik reformları başarıyla yürüttü.
Türkiye’deki Kürt nüfusa sınırlı da olsa daha
fazla kültürel haklar veren değişiklikleri
onayladı. Sivil ve askeri hâkimlerin devlete
karşı işlenen sözde suçlara baktığı Devlet
Güvenlik Mahkemelerinin defterini dürdü.
(Tam ifşaat:
1995 yılında Reuters
muhabiriyken Kürt köylerine askeri saldırıları
konu edinen bir makale yazdığımdan dolayı
bu mahkemelerden birinde ben de
yargılanmıştım.)
İlhan Erdost, solcu bir yayıncı, otuz yıl önce
bu ay Ankara Mamak cezaevinde askerler
tarafından vurularak öldürülmüştü. Bir
darbeyle iktidarı eline geçiren askeri rejim
tarafından tutuklanmıştı. Suçu ise Komünist
teorisyen Friedrich Engels’ın bir kitabını
yayınlamış olmasıydı. 35 yaşındaydı.
İlhan’ın dul eşi Gül Erdost, eşinin ölümünden
sorumlu tuttuğu kişilere, 12 Eylül 1980
darbesini düzenleyen generallere, dava
açmaya hazırlandığını açıklayarak eşinin
ölümünün
otuzuncu
yıldönümüne
damgasını vurdu.
Türkler açıktır ki Erdoğan’ın gayretlerinden
memnundurlar. Erdoğan’ın Adalet ve
Kalkınma Partisi iktidara geldikten beş yıl
sonra 2007 yılında ona yeniden iktidar
yetkisi verdiler. Anayasa değişikliği için
yapılan referandum, Erdoğan’ın desteğiyle
yaklaşık yüzde 15’lik bir farkla geçti.
Gül Erdost, orduya nihayet meydan okuma
şansına Türkiye Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan sayesinde sahip oldu. Türk
şehirlerinde tankların dolaşması üzerinden
geçen otuz yıl sonra, ki ülke tarihinin en
gaddar ve en demokrasi karşıtı dönemidir,
seçmenler
eski
askeri
yöneticilerin
hazırladığı anayasaya üzerindeki değişiklik
paketini onayladı. Bu değişiklikler arasında
askeri yöneticilere yargı dokunulmazlığı
veren maddenin kaldırılması da var.
AK Parti karşıtı eleştirmenler ikna olmadılar.
Erdoğan’ı Türkiye’yi otoriteryan ve köktenci
bir devlete çevirmeye niyetli iktidar açlığı
çeken bir İslamcı radikalmiş gibi tasvir
ediyorlar. Erdoğan hükümeti, silahlı
kuvvetlerin Ergenekon ünvanlı bir tezgahta
darbe planı yapması gibi
“özenle
hazırlanmış bir politik kurgu” hazırladı; 60
civarında subayın ve sivil darbe destekçisinin
sözde darbe planından dolayı tutuklanması,
sırf Erdoğan muhaliflerini taciz ve boğma
amaçlıdır
diyorlar.
İddialarına
göre,
subayların ve sivil destekçilerinin aleyhine
getirilen deliller uydurmadır ve laik Türkler
için “bir korku iklimi” yaratmıştır.
Fakat Amerika merkezli birçok analiste kulak
verilecek
olunursa,
Erdoğan,
Türk
demokrasisini inşa etmeyip onu alaşağı
ediyormuş. Bu eleştirmenler – ya bile isteye
aldırmadıklarından yahut da katıksız
cehaletlerinden dolayı – Erdoğan’ın neyi
başardığını
ve
seçmenlerin
onu
desteklemeye niçin devam ettiğini gerçekleri
saptırarak
sunmaktadırlar.
Erdoğan
hükümetini
–
önceki
hükümetler
döneminde yaşanan ihlalleri nazar-ı itibara
almadan - Türkiye’nin geçmişinden uğursuz
bir ayrılış olarak tasvir ediyorlar.
AK Parti eleştirmenlerinin pazarladığı bu
yanlış hikayelerde, insan hakları ihlalleri alıp
başını yürümüş ve Türkiye mahkemeleri
29
hükümetin baskıcı politikacılarının piyonları
haline gelmiştir. Bu analistlere göre, ılımlı
İslami bir devlet görme ümidi taşıyan
Amerikalı politikacılar, başbakanın gerçek
gündeminden bihaberdir. Olup bitenlerin
farkında olanların sayısı çok azdır çünkü
hikayeye göre dava tehdidiyle yıldırılmış
veya İslamcıların kontrolünde bulunan Türk
medyasındaki ordu düşmanlığı onun gözünü
kör
etmiş,
Erdoğan’ın
ihlallerini
soruşturamaz hale gelmiştir.
olduğundan şüphelenilen kişilere karşı
ordunun acımasız taktikleri veya genel insan
hakları ihlalleri gibi konular hakkında yazı
yazan gazetecilere karşı binlerce dava açıldı.
Merkez Türk medyası genel olarak baskıdan
şikayetçiydi meğer ki desteği açıktan
vermiyor olsun. Tanınmış köşe yazarlarından
Oktay Ekşi, sırf bu yargılama beni meşhur
ediyor diye hükümetin yargılamanın
devamına asla izin vermemiş olması
gerekirdi diye hayıflanıyordu. Diğer yazarlar
benim muhtemel bir gizli gündem sahibi
olduğumu yazıyor veya Kürt eylemcilerin
oyununa geldiğimi iddia ediyorlardı.
Şanslıydım. Her ne kadar ülkeyi terke
zorlandımsa da beraat ettim. Türk ve Kürt
muhabirlerin başından daha kötüleri geçti.
Fakat aslında Türkiye daha önce hiç olmadığı
kadar daha demokratiktir ve insan haklarına
daha saygılıdır.
İlerleme yavaş; ve
mükemmel değil. Bazıları ciddi olmak üzere
gücün kötüye kullanılması söz konusu ama
durum çok, çok daha iyi.
1980 darbesinden sonra, askeri cunta tüm
sivil hakları askıya aldı ve orduyu Türk
siyasetinin nihâi hakemi olarak kutsayan
yeni bir anayasayı hazırladığında bu kez sivil
hakları iyice budamıştı. Askeri yönetim
sırasında 650.000’den fazla kişi tutuklanmış,
içlerinden pek çoğu işkenceden geçirilmiş ve
öldürülmüştü. Kürtlerin başına en kötüsü
gelmişti: O vakitler askerin idâresinde
bulunan
Diyarbakır
Hapishanesi’ndeki
tutuklulara cop sokulmuş, dışkı yedirilmiştir;
farelerin istila ettiği hücrelerde tutulmuşlar
ve içme suyu olarak içine deterjan katılan su
verilmiştir.
Ancak şu anki AK Parti karşıtı dalga geriye
dönüp bakmaktan sakınıyor ve Türkiye’nin
bugününü işte bu yüzden böylesine yanlış
anlıyor. Mesela PKK’lılara çalışmakla
suçlanan 152 Kürt politikacının sözümona
kitlesel yargılanması ile Ergenekon davasını
ele alın. Güya bu tür kitlesel yargılamalar
“kural haline geliyor” – ama ne ki Türkiye’de
sessizce hareket eden bir otoriteryanizm
olduğunun işaretidir.
Fakat 1980 darbesinin ardından solculara,
Kürtlere, sendikacılara ve diğerlerine karşı
açılan davaların yanında bunlar mütevazı
kalır. Solcu Dev-Yol’un üyelerine karşı
1982’de açılan bir davada 700 sanık vardı.
Onsekiz yıl sonra dava halen devam ediyor.
Diğer iki Dev-Yol davalarının her birinde 900
zanlı vardı. DİSK’e karşı açılan davada
1.400’den fazla sanık vardı. Türkiye
kanunlarının kitlesel yargılamaya izin verdiği
gerçeğinin – duruşma takviminin davaların
yıllarca süreceği şekilde düzenlemesinin –
Erdoğan’la hiçbir alâkası yoktur ve eski
cuntanın bugünkü Türk liderliğine mirâs
1990’lar ortalama bir Türk için az da olsa
daha iyiydi fakat durum Kürtler için öyle
değildi. 1990-1995 arasında bir düzineden
fazla Kürt gazeteci, Kürt siyasi partisinden en
az 62 partili ve yüzlerce Kürt eylemci gizemli
bir şekilde öldürüldü. Suçu işleyenlerin
güvenlik kuvvetlerinin veya müttefik
grupların üyesi olduğu pek çok vakada iddia
edildi ki eldeki delillere göre akla yatkındır.
Kürt
meselesi,
örgüt
sempatizanı
30
bıraktığı, kasıtlı olarak kusurlu bırakılmış
sistemle alâkası vardır.
bilemeyecek olsanız da tüm bunlar olumlu
değişimlerdir.
Bu eleştirmenler, Ergenekon davasının
sıhhatine
inanan
kişileri
görünce
sarsıldıklarını itiraf ediyorlar. Ancak gerçek
sürpriz, silahlı kuvvetlerin bazı üyelerinin bir
darbe planlaması değil Erdoğan’ın orduya
meydan okuyacak denli cesur oluşudur.
Ordu, darbe planlama ve düzenlemeyi
herşeyden evvel alışkanlık haline getirmiştir.
Nitekim 1960, 1971 ve 1980’de iktidarı eline
geçirmiş,
1997’de
yumuşak
darbe
düzenleyerek Başbakan Necmettin Erbakan’ı
istifaya zorlamıştır. Yargılanmakta olan
kişilerin hepsinin suçlu olup olmadığını
bilmek imkânsızdır. Fakat *Pınar Doğan ve
Dani Rodrik’in yaptığı üzere+ davanın “ülke
demokrasisi adına uğursuz bir geleceğin”
alâmeti olduğu iddiası, Türkiye tarihinde
demokrasi ihlallerinin en kötüsünden
bizatihi ordunun sorumlu olduğu gerçeğini
göz ardı etmektedir.
Türkiye’deki durum değişebilir elbet.
Reformlar hız kesebilir. Erdoğan gücü fazla
seven bir kişi haline gelebilir. Fakat bir şey
kesin. O da şu: Buradaki tek gerçek kurgu,
Erdoğan iktidarı öncesinde Türkiye’nin daha
özgür ve daha demokratik olduğudur.
27 Kasım 2010
Kaynak: Foreign Policy
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Türk yargısında ve siyasi kurumlarında halen
noksanlıklar bulmak için iyi nedenler var.
Erdoğan, mirâs olarak devraldığı, kusurlu ve
kolayca ihlal edilebilen adli, siyasi ve sivil
sistemi şöyle iyicene altüst etmiş değil. Ve
Türkiye henüz Batılı, liberal bir demokrasi
değil. Fakat doğru yolda ilerliyor. Türkiye
son sekiz yılda sivil hakların korunmasında
mesafeler
kaydetti,
serbest
Pazar
ekonomisini tahkim etti ve AB üyeliğinin
taleplerini karşılamaya daha bir yaklaştı.
Erdoğan, Türk ordusunu siyasi karar alma
süreçlerinin dışına itti ve 1990’larda
Kürtlerin yargısız infazına bulaşan askerler
hakkında soruşturma yürütmesi için yargıya
tazyikte bulundu. *Pek çoğu Soner Çağatay
gibi+ Türkiye’yi tekrar doğru yola koymak
için bir askeri darbe daha yapılması
gerektiğini düşünen AK Parti karşıtı
yorumcuları okumakla hiçbir zaman
31
Nükleer program hakkında İran’la
diplomatik temas kurarken Tahran’ın
Ortadoğu’daki kemirici nüfuzunu zarif bir
biçimde dengelemesi.
Yeni kurallar: ABD, faal ve
bağımsız bir Türkiye’ye muhtaç Thomas P.M. Barnett
Eğer Amerika’ya ideal Müslüman stratejik
ortağı sihirli değnekle sunulacak olsaydı,
nasıl bir ortak dilerdi? Amerika’nın her
politikasıyla aynı çizgide duran bir ülke mi
dilerdik? Eğer rejim, İslam dünyasında
itibara sahip olacaksa cevap hayır. İdeal
olarak, yönetim, ulusun dini ve kültürel
kimliğini koruyor görünmeye yetecek kadar
İslamcı olacaktır hatta ki toplumunu atılgan
bir şekilde modernize ederken ve
ekonomisini dünyaya bağlarken bile.
Diplomasiye, çok-taraflılığa ve bölgesel
istikrara vurgu yapan, bu esnada,
Washington’ın bağımlısı olmadığını, tarihi
seyri içinde yol alan kendinden emin bir
büyük güç olduğunu göstermeye yeterli bir
bağımsızlığı muhafaza eden bir ülke
olacaktır. Özetle dindaşlarına, Müslüman bir
devletin, Müslüman devlet olarak kalmayı
sürdürürken, küreselleşmenin ortasında
kendisini nasıl iyileştirebileceğinin örneği
olacaktır.
- Suriye’yi sistemin bir parçası yapmak için
ekonomik fırsat savuşturucusuyla/yumuşak
öldürücüyle (soft kill) elinden gelenin en
iyisini yapması.
- Bağlayıcı bir kordun olarak bahse değer
bir yatırım akışı sağlayarak Irak istikrarının
sorumlu bir kahyası olması.
Rusya’yla
ilişkilerimizi
yeniden
başlatması ve Balkanlar’da artakalan
operasyonlarımızı sessizce perçinlemesi.
Güney Lübnan ve Afganistan’a barışı
koruma askerleri göndermesi, Afganistan’da
uzlaşmayı teşvik için Taliban’a erişmesi.
- Huzursuz Kafkasya’da ve Orta Asya’da
altyapı geliştirme çalışmalarına katkı
sunarak gelişmekte olan bu ekonomileri
Batı’ya bağlaması.
- Ve tüm bunları, komşularla arasındaki
tarihi
ihtilafları
bastırıp
sıkıştırarak
dolayısıyla da emperyal niyetler taşımadan,
sıfır toplamlı oyuna başvurmadan, hüsn-ü
niyet şartıyla yapacak.
Ancak burada durmayalım. Kendimize karşı
dürüst olacaksak, ideal Müslüman stratejik
ortağımızın Amerikan çıkarlarına bizim
yapamadığımız şekillerde faydalı olmasını da
isteriz. Örneğin:
Baştan beri Türkiye hakkında konuştuğumu
fark etmediyseniz, imkânsız bir paket bu
diye düşünmüş olabilirsiniz. Türkiye’nin
iktidardaki İslamcı partisi, 2003 yılından beri
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından
ustalıkla yönetilen Ak Parti, tüm bunları
gerçekleştirdi ve aynı anda da kendi evinin
ekonomisini derleyip toparladı, hızla
genişleyen orta sınıfın reform beklentilerini
karşıladı, inatçı Kürt ayaklanmasını ele aldı,
geçmişte demokrasisini defalarca kesintiye
Kuran’ın yeniden yorumlanmasına,
Peygamber
Muhammed’in
mesajının
modern çağ için güncellenmesine cesurca
önayak olması.
- Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilere sefil
muamelesinden dolayı İsraillilere doğrulukla
karşı çıkması, işgal altındaki topraklarda
istihdam yaratacak projeleri teşvik etmek
sûretiyle maddi destek de sunması.
32
uğratan (mesela 1960-1961, 1971-1973,
1980-1982) askeri diktatörlüğe batıp zevale
uğramaktan uzak durdu.
olduğunu uzun zamandır savunuyorum.
Niçin?
Basitçe
söylemek
gerekirse,
Amerika’nın – yahut Amerika dolayısıyla
dünyanın - şu anki İran rejimini bu amaçtan
çevirmelerine yol yok ki bu, İran
Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın
İran teokrasisini cumhurbaşkanı merkezli,
Devrim Muhafızlarının ekonomi üzerindeki
mafyavâri pençesi etrafında inşa edilmiş tek
parti diktatörlüğüyle değiştirme stratejine
de uymaktadır.
Daha fazlasını kim isteyebilir? Öyle değil mi?
Ama ne ki bu askeri ittifakın her iki
yakasındaki
yetkililer
ve
uzmanlar,
Amerika’nın Türkiye’yle bugünkü ilişkilerini
ciddi bir çöküşten hatta bastırılmış
düşmanlıktan muzdarip diye tanımlıyorlar.
Obama yönetimi, Türkiye’nin BM’de İran’a
karşı son ekonomik müeyyide paketine karşı
oy
kullanmasından
dolayı
açıkça
öfkelenmişti. Ancak geçen Mayıs ayında
Türkiye ve Brezilya’nın tasarladığı nükleer
takas anlaşmasını - Obama ekibi başlangıçta
bu çabayı desteklemiş olmasına rağmen Washington’ın
daha
sonra
kibirle
reddettiğini kaydetmeye değer.
Eğer bu terminoloji size son dönem
Sovyetleri hatırlatıyorsa tesadüf değildir: Sağ
çıkan büyük felaketzedeler benzer şekilde
düşünür.
Sovyet lideri Leonid Brejnev ve avanesi,
Josef Stalin’in kaçık tasfiye hareketi ve II.
Dünya Savaşı gibi çifte kabustan nihayet
kurtulduklarında,
nükleer
cephaneliği
saçmalığın
zirvesine
taşıyıp
Batı
“hücumundan” insiyâki olarak kurtulmaya
baktılar. Ancak yıllar içerisinde kıdemleri
ilerledikçe, gerçekte Batı’dan istedikleri şey,
büyük kazanımlarını Batı’nın tanıdığına
işaret eden, emperyal müesseselerinin
stratejik bekasını garanti eden – yahut
garanti edeceğini düşündükleri - kağıt
parçalarıydı. Richard Nixon ve müteakip
başkanlar, o kağıt parçalarına imza attılar ve
bunun
beraberinde
ikili
ilişkilerin
rahatlaması,
Sovyetleri
zamanın
kendilerinden yana olduğuna inandırarak
onları zor duruma düşürdü. Daha bir nesil
geçmeden, tarih aksini ispatlayacak,
Sovyetler gözden kaybolacaktır.
Beyaz Saray, İsraille “Gazze Özgürlük Filosu”
kıyametinden
ve
gürültünün
hala
bitmemesinden dolayı tarihi olarak güçlü
ikili askeri bağlarımızı azaltıp, hassaten de
taahhüt edilmiş silah satışlarını torpidolayıp
Türkiye’nin en büyük yıllık askeri tatbikatını
boykot ederek Ankara’yı cezalandırmakla
tehdit ediyor. Yeterince şaşkına çevirici:
İkiyüzlü Pakistan, Pentagon’ın verdiği açık
çeklerle ödüllendirilirken, Türkiye tavan
arasına atılıyor.
Eğer bu ikilik size mantıksız göründüyse o
halde dış politika realisti olmalısınız.
Mesele Türkiye’nin rakibi İran’ın nükleer
emellerine meşru tepkisi olunca işler karışır
ama halen Amerika’nın stratejik davası
lehinedir.
Ahmedinejad ve avanesi, Brejnev’den daha
genç
yaşta
siyasi
üstünlüklerinin
zirvesindeyseler de, kirli bir düşkünlük
içindeler: Nükleer salahiyetin kendisine
yaraşır şekilde korkuttuğu Amerikan
süpergücü’nün büyük devrimlerini sonunda
İran’ın nükleer silah edinmesinin bir “eğer”
meselesi olmayıp bir “ne zaman?” meselesi
33
tanıması
istiyorlar
ve
bu
amaçla
imzalayacağımız
kağıt
parçalarını
memnuniyetle karşılayacaklar. Ancak tıpkı
Sovyet vakasında olduğu gibi, devrimci güç
bu nevi anlaşmalara vardığında, böylesi bir
radikal hareket, amansız bir düşman
yokluğundan dolayı sararıp solar ki sinsice
başarılan
bir
savuşturulma/yumuşak
ölümdür bu.
zorunda kalacak ki bunlardan bazıları İsrail
ve ABD gibi eski dostlar için acılı olacak ama
en sonunda tüm bunlara değecektir.
Doğrudur, Batı’nın duymak istediği stratejik
anlatı bu değil ama iş bitirici “nokta
saldırıları” gibi sihirli kurgular ve “nükleer
silahlardan arındırılmış bir dünya”, “küresel
sıfır” gibi gerçeklerden kaçışla kıyas
edildiğinde güvence veren bir yoldur. Bu
yoldan daha önce başarıyla geçmiştik ve
tekrar yapabiliriz zira tarihin yürüyüşünün
bize tatminkâr başka bir fırsat sunabilmesi
ihtimal dâhilinde değildir.
İran askeri diktatörlüğü bu tuzağa niçin
düşsün ki? Kendi halkından korku duyarak
yaşamaktan başka seçeneği yok. İran
nükleer
programı
hakkında
“tüm
seçeneklerin masada olması” gibi cesur
laflara rağmen – yanı sıra muhtemel bir
İsrail saldırısını analım – sorulmaya değer
tek bir soru var: ABD, nükleer bir İran
karşılığında ne alacak?
Bu yola girme vakti geldiğinde, Türkiye, her
ne kadar şu an zahiren içimizdeki diken gibi
görünse de, hakikaten ihtiyaç duyduğumuz
müttefik olduğunu gösterecektir.
15 Eylül 2010
Tahran ve Tel Aviv’in gayeleri uğruna yüksek
risk almalarından kaynaklanan tedirgin edici
müsabakalardan sonra bizim alacağımız şey,
Ortadoğu için tepeden tırnağa yeni bir
güvenlik mimarisidir ve bu, İsrail’in Filistin’le
kalıcı
bir
barış
yapmasına
imkân
tanımaktadır. Bunun olması için on yıllarca
çabalayıp sonra da böylesi çabaların daha
büyük bölgesel çekişmelere, bölgede zuhur
eden nükleer çekişmelere yenik düştüğünü
görüvermek – önce İsrail-İran sonra İranTürkiye ve muhtemelen de İran-S.Arabistan
arasında – bölge başkentlerini diplomatik
uzlaşmaya mecbur etmek için dünyanın
enerji bağımlısı büyük güçlerini harekete
geçirecektir.
Kaynak: WPR
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Bu müzakereler – ki çok yoğun geçecektir –
nihayet sadede davet edildiğinde, Amerika
masada oturan, İran’ın hülyalarını ve İsrail’in
korkularını dengeleyen bir Türkiye’yi
görmekten memnuniyet duyacaktır. Türkiye,
buradan oraya varmak için, her çeşit
stratejik yeniden yönelimi çekip çevirmek
34
Türkiye bunu başında fes olmadan
yapıyor - Michael C. Desch
kazandıran militan
sonucuydu.
Türkiye kavşakta: Ekonomi gürleyerek
büyüyor; Türk ekonomi mûcizesi, şu anki
hükümetin yurtiçinde girişimciliği teşvik
etme ve ülkeyi 21. yüzyılın küresel
ekonomisiyle bütünleştirmek için gerekli her
şeyi yapma iradesinin doğrudan bir
sonucudur.
Vahamet ortada. Siyasal İslam’ın Türkiye’de
sürgit
büyümesi,
Türk
toplumunu
kutuplaştırıyor ( bu arada, siyasal İslamın
büyümesi, AK Parti’den önceye gider).
Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’un
cadde ve sokaklarında gezince, Türkiye’deki
siyasi yelpazeyi caddelerdeki çok farklı
kostümlerde ve giyinip kuşanmış bakımlı
insanlar üzerinde tastamam görürsünüz:
Başörtülü ve tesettürlü dindar kadınlar,
“İslami” olduğu hemen belli olan bıyık
bırakmış erkekler (mesela Tayyip Erdoğan’ın
bir fotoğrafına bakın), sanki Berlin ya da
Paris’te yaşıyormuş gibi giyinen laikler,
Avrupa’nın daha da Kuzey’inden gelmiş gibi
görünen sarı saçlı “beyaz Türkler.”
Ayrıca, artan sert ve yumuşak gücünün bir
sonucu olarak da Ortadoğu’da bir kez daha
hâkim güçlerden biri haline geliyor.
Türkiye’nin sert gücü, onun Soğuk Savaş
sırasında NATO’nun güney kanadında
oynadığı çapa rolünden mirastır.
Türkiye, İslam ve Modernitenin – husûsan,
demokrasi ve küresel ekonomiye katılımın –
pek çok bakımdan bağdaşır şeyler olduğunu
ispatlıyor görünmektedir, ki Türkiye’nin en
azından Ortadoğu’daki yumuşak gücü, bu
gerçeğin bir fonksiyonudur. Eğer Türkler bu
işi becerirlerse, İslam dünyasını 21. yüzyıla
taşımaya hazır olacaklardır. Ancak radikal
her bir deney ve tecrübede olduğu üzere,
bunun başarılı olup olmayacağı henüz belli
değil. Çağdaş Türkiye’nin ABD için sunduğu
tehdit/tehlike ve fırsat/vaatler işte burada
yatmaktadır.
laikliği
reddedişinin
Çağdaş Türkiye’deki çatışmanın odağında
başörtüsü var (Atatürk’ün 1925’te fesi
yasaklamasını hatırlatıyor); laikler, bugün
Türkiye’yi yarıp parçalayan laik kültür-İslam
kültürü savaşında bunu merkez cephe olarak
nitelendiriyorlar.
Türkiye’nin
laik
seçkinlerinden olan bazı akademisyen
meslektaşlarla
konuştuğumda,
sorumluluklarının
bir parçası olarak
üniversitedeki İslamcı öğrencilere başörtüsü
aleyhine
*ikna
odalarında+
“nasihat
vermekle” görevlendirildiklerini, bunun
destekledikleri bir ilke olduğunu ama gene
de rahatsız edici bir görev olarak
gördüklerini söylediler.
Türkiye’nin, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi
yönetiminde İslami yönelimli bir hükümeti
var. AK Parti’nin 2003’deki zaferi (ve 2007
seçimlerini
yeniden
kazanması,
ki
emsalsizdir) Türkiye’nin şimdiye değin hâkim
siyasi partisi olan, Mustafa Kemal Atatürk’ün
merkez soldaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin
(CHP) yozlaşması ve fikrî tükenişinin ve de
Türk seçmenlerinin büyük çoğunluğunun
Türkiye Cumhuriyetine 1923’ten beri vasfını
Bir Türk üniversitesinde ders verdiğimden
dolayı
Türk
kanaati
hakkındaki
“örneklemim”
laiklere
meyillidir.
Türkiye’deki entelektüel ve siyasi seçkinlerin
kayda değer bir kesimini oluşturan bu grup,
İslam’ın Türk siyasetinde artan rolüne karşı
tetikteler. Eski Dışişleri Bakanı Emre
Gönensay, Obama yönetiminin Erdoğan
35
rejimiyle sarmaş dolaş olması - ki ona göre
bu, Türkiye’yi İslami Truva Atına çevirme
senaryosunun doruğa ulaşmasıdır- aleyhine
olacaktır diye uyarmıştı beni.
aşağılama gayreti ve Gazze ablukasını
yarmak için seyirde olan Türk gemisi Mavi
Marmara’ya İsrail ordusunun el koyması
sırasında dokuz kişinin ölmesi) iki ülkenin
evvelden samimi olan diplomatik ilişkilerini
sarstı ve derin stratejik işbirliğini tehdit etti.
Türkiye, İslam dünyasının öncü sesi olmayı
arzuladığından dolayı Yahudi devletiyle
ilişkilerinin öncelikle de çözümsüz kalmış
İsrail-Filistin meselesi üzerinden soğuması
belki de kaçınılmaz bir şeydi.
Gönensay gibi laikler Türkiye’nin İran gibi
olmasından korkuyorlar açıkçası. Fakat
hemen göze çarpmayan başka bir korkuyu
saptadığımı düşünüyorum: AK Parti’nin
yükselişi, Türklerin seçeneğinin bir yanda
modernite, demokrasi ve ekonomik
büyüme, diğer yanda ise İslam ve gerilik
olmadığını ispatlamaktadır. Başka bir
ifadeyle, çağdaş Türkiye’deki gelişmeler,
Atatürk Devrimi’nin ana önermesinin yani
başarılı modernleşmenin ancak laiklikle
olabileceği önermesini çürütme niteliği
kazanmaktadır.
Bugünün Türkiyesi’nin önceki Türkiye hatta
birkaç yıl öncesinin Türkiyesi olmadığına
şüphe yok ve bu durum hem iç gerilimlere
hem de uluslararası komplikasyonlara yol
açıyor. Fakat bu gerçek mâliyetlerin,
Türkiye’deki değişimin hem bölgeye hem de
ABD’ye sunacağı potansiyel kazançları
gölgelemesine izin vermemeliyiz.
İslam’a daha meyilli bir Türkiye’den hâsıl
olan uluslararası komplikasyonlar da âşikar
hale geliyor. AK Parti’nin İslam ve
moderniteyi uzlaştırma projesi, Avrupa’nın
militan laikliğine ve artan İslam fobisine
bakınca, Türkiye’nin zaten düşük olduğu
kabul edilen AB’ne katılım şansını artırmaya
yardımcı değil galiba.
AK Parti’nin yükselişi kısmen de diğer siyasi
şıkların, buna Kemalizm de dâhildir, iflasını
yansıtmaktadır. Bu yükseliş, Türkiye’nin
devam etmekte olan demokratikleşmesiyle
ille de bağdaşmaz gibi de görünmüyor.
Hakikat, Erdoğan hükümetinin, ihtiyaç
duyulan
adli
reformlarla,
anayasa
reformlarıyla demokratikleşme sürecini
derinleştirdiği savunulabilir. AK Parti,
otonomi mücadelesi son yirmibeş yılda
yaklaşık kırkbin cana mâl olan huzursuz
azınlığa verdiği küçük ama sembolik
tavizlerle, Kürt çatışmasını çözme yolunda
önceki hükümetlere nispetle en cüretkâr
adımları da attı.
Türkiye’nin İran ve Suriye gibi diğer bölgesel
güçlere uzanma çabaları da ABD’de iyi
takdim edilmiyor, ki Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun”
diplomasisini, Türkiye’nin, sert ve yumuşak
gücün bir bileşimiyle, bölgeye liderlik
çabasının bir parçası olarak görmek yerine
Türkiye’nin o ülkeleri yatıştırması şeklinde
yanlış anlıyoruz.
Türkiye’nin İran ve Suriye’ye yaptığı teklifleri
“Şer Eksenine” katılma arzusunun göstergesi
olarak görmek yerine, biz, ABD’dekiler, bunu
İslam Cumhuriyeti’nin sunduğuna alternatif
olacak, İslami değerlere dayalı ama
demokrasi ve serbest ticaret gibi modern
dünyanın ilkelerine de bağlı bir model
Ancak en çarpıcı diplomatik değişim,
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde yaşandı, hem
incir çekirdeğini doldurmayan hem de
ölümcül olaylar (İsrail Dışişleri Bakan
yardımcısının diplomatik hareket sırasında
Türk büyükelçisini alçak koltuğa oturtarak
36
sunarak İran’ın
bölgedeki nüfuzunu
etkisizleştirme çabası olarak görürsek daha
iyi yaparız.
elbet. Ancak sadece komplikasyonlara
odaklanıp Amerika’nın Türk tecrübesinin
başarısında yatan menfaatlerini gözardı
etmek daha büyük bir hata olur.
Türkiye’nin ABD’deki imajının, onun
bölgedeki diğer Amerikan müttefiki İsrail’le
ilişkileri
üzerinden
şekillenmesi
kaçınılmazdır. Washington’daki İsrail yanlısı
lobinin - Ermeni soykırımı gibi hassas
meselelerde Türkiye adına işe karışırdı - bir
zamanlar sevgilisi olan Türkiye, bölgesel
diplomasisindeki değişim onu geçmişe
nazaran daha iddialı bir Filistin yanlısı duruşa
sevkettiğinden dolayı Yahudi devletinin
destekçilerince artık yeriliyor.
Oysa vaadi gerçektir: Eğer Türkiye, İslam ile
siyasi ve ekonomik moderniteyi telif etmeyi
başarır ve sonra İslam dünyasının geri
kalanının da bu sentezi yapmasına yardım
ederse, Bush yönetiminin ve onun YeniMuhafazakar
(neocon)
müttefiklerinin
saptırıcı Irak savaşında uğruna çabaladıkları
ama
başaramadıkları
bölgesel
çaplı
dönüştürücü etkiye sahip olacaktır. Başkan
Obama’nın geçen yıl kaydettiği gibi,
“Türkiye’nin hukukun üstünlüğüne saygı
duyan - ama aynı zamanda çoğunluğu
müslüman bir ulus olan - seküler
demokratik devlet tarihine bakınca, sadece
kendi civarında değil dünyada da karşılıklı
anlayışın, istikrarın ve barışın şekillenmesine
yardımda kritik bir rol oynadığını
düşünüyorum.”
Ancak her ne yaparsa yapsın, Türkiye’yi
Amerika’nın Yahudi devletine sorgusuz
sualsiz destek standardıyla yargılamamız
hata olacaktır. Evvela, Türkiye’de ve bölgede
(dünyanın geri kalanını söylemeye bile gerek
yok) kamuoyu kanaatine ayak uydurmayan,
tarafsızlık değil, aslında bu standarttır.
Amerika’nın İsrail’e verdiği tarafgir desteğin
barış sürecine öyle pek katkı sağlayıp
sağlamadığı da belli değildir, ki barış süreci
en nihayetinde Türkiye’nin, bölgenin,
ABD’nin ve de bizzat İsrail’in çıkarınadır.
Modern Türkiye’nin gerçeği, İstanbul’da
gördüğüm sokak tablosu kadar girifttir. Hem
başörtüsü hem de mini etekleri var; hem
İran ve Suriye’ye uzanıyor hem de AB’ne
yakınlaşıyor; İslami mirâsını yeniden talep
ederken modern küresel ekonomiyle
bütünleşiyor. Demokratik, küreselleşmiş ve
ılımlı İslamcı bir Türkiye, ABD’nin
Ortadoğu’daki çıkarlarına bizim doğrudan
yapabileceğimiz başka herşeyden daha çok
katkıda
bulunmaktadır.
Türkiye’nin
tecrübesinde yatan menfaatimiz işte budur.
Eğer bir kimse Obama yönetimi gibi İsrailFilistin çatışmasının çözümünün, bölgedeki
Amerikan çıkarları adına atılacak en önemli
adımlardan biri olduğuna inanıyorsa bilsin ki
Türkiye’nin Filistin self-determinasyonu
adına ve lehine sergilediği daha iddialı
duruş, iki devletli çözümde ilerleme
kaydedilmesine Aaron David Miller’in
yerinde ifadesiyle “İsrail’in avukatı” olarak
çalışan şu bildik stratejimizden daha fazla
katkı sunmaktadır.
14 Kasım 2010
Kaynak: National Interest
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Bu yeni gerçekliğin hem yurtiçinde hem de
yurtdışında
Türkiye
için
durumu
karmaşıklaştıracağını inkar etmek saflık olur
37
Türkiye kavşakta Couloumbis,Ahlstrom & Weaver
ulus devleti, Osmanlıların çok-kültürlü ve
çok-dilli imparatorluğunun yerini almıştır.
Türkiye, II. Dünya Savaşı sırasında tarafsız
kalmayı başardı ve müttefik kuvvetlere
ancak 1945 Şubat’ında katıldı; fakat
1940’ların ortalarında ve sonlarında Soğuk
Savaş hattı çizilirken Sovyetlerin ileri
sürdüğü toprak iddiaları, Türkiye’yi taraf
seçmeye zorladı. Soğuk Savaş süresince
Türkiye’nin yönelimi belliydi: Batılı bir
ülkeydi; Sovyetleri ve onun uydularını
kuşatmak üzere tasarlanmış müttefik
zincirinin hayati bir halkasıydı.
Avrupa ve Amerika’daki pek çok kişi
Türkiye’yi yanlış anlıyor. Bunun nedeni
sadece Türklerin kendilerini rahatça
Avrupalı, Avrasyalı, Balkan, Akdenizli ve
Yakındoğulu olarak anmaları ve bu son
derece mondern, ticari bakımdan faal NATO
üyesinin aynı zamanda İslam Konferansı
Teşkilatı’nın öncü sesi olması değildir.
Nüfusu, Almanya’nın nüfusundan yalnızca
yüzde 10 daha düşüktür; ulusal zenginlik
bakımından G-20 arasında 15’nci sıradadır;
2009’da yaklaşık yüzde 5 daralmanın
ardından 2010’da yüzde 10 civarında
büyüme kaydediyor ki küresel mâli krizi
müteakip en hızlı toparlanmalardan biridir.
1952’de
NATO’ya
katıldıktan
sonra
Anadolu’da büyük bir Amerikan üssüne
evsahipliği yaptı ve savaş zamanında
Sovyetlerin Karadeniz filosunun Akdenize
çıkışını engelleyecek olan kapıları (İstanbul
ve Çanakkale boğazları) tuttu. Ayrıca
Sovyetlerin Ortadoğu petrolüne erişimini
engellemek amacıyla kurulan Bağdat
Paktı’nın bir üyesiydi.
Yaklaşık ikibin yıldır imparatorlukların,
dinlerin, ticaret yolları ve bölgesel
çatışmaların kavşağında olan Türkiye bir kez
daha kavşakta. 29 Ekim’de Türkiye
Cumhurbaşkanı ve başörtülü eşinin ayrı,
askeri liderlerin yani “laik devletin
bekçilerinin” ayrı bir resepsiyona evsahipliği
yapmaları bunun sembolüdür.
Ancak
1980’lerin
sonlarında
Sovyet
komünizminin çöküşü yeniden saflaşma
sürecini
başlattı.
Boris
Yeltsin’in
yönetimindeki Sovyet sonrası dönemin
Rusyası içe döndü ve Türkiye’nin stratejik
planlamacılarının başlıca kaygısı sona erdi.
Sovyet tehdidinin yok oluşu üzerine Türkiye,
yeni jeopolitik gerçekliği tanıyan yeni bir
stratejik doktrine ihtiyaç duydu.
Tüm bunlar nasıl oldu?
Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya
Savaşı’nda mağlup olmasının ardından
karizmatik lideri ve ilk cumhurbaşkanı Kemal
Atatürk, Türkiye’ye laik cumhuriyet şekli
kazandırdı. Türkiye, Atatürk 1938’de ölene
dek köklü dönüşümler yaşadı. En bâriz
değişimler şapka ve kıyafet devrimi, harf
devrimi, din ve devlet işlerinin katı bir
şekilde ayrılması ve orduya laik düzenin
bekçiliği rolünün tahsis edilmesidir. Bu rol,
laikliğin tehlikede olduğunu düşündüğü
takdirde ordunun dönem dönem siyasete
müdahale gerekçesi olmuştur. Yeni Türk
Türkiye’nin
uzun
süre
Washington
büyükelçiliğini de yapmış tecrübeli diplomat
Şükrü
Elekdağ,
Türkiye’nin
bazı
komşularından kaynaklanan potansiyel
tehditlerle yüzyüze olduğunu, Suriye ve
Yunanistan’la aynı anda savaşa hazırlıklı
olması gerektiğini ve PKK kaynaklı terör
tehdidini
etkisizleştirmesi
gerektiğini
savunmuştu. Bu yeni strateji mantıken
38
Washington’la
geleneksel
ortaklığın
devamını öngörüyor ama aynı zamanda yeni
bir stratejik ortak ilave ediyordu. Tel Aviv.
Erdoğan ve Davutoğlu, yıllar içerisinde
iltihap toplamış tehlikeli durumları istikrara
kavuşturmada esasen hem batı çıkarlarını
hem de bölgesel çıkarları destekleyen
Türkiye’yi Ortadoğu meselelerinde barışçıl
çözümlere vesile olabilecek bir aracı olarak
konumlandırmaya çalışmaktadırlar.
Türkiye 1990’ların sonuna doğru yeni bir rol
imkanı elde etmiş ve Avrupa Konseyi, OECD
ve AGİT üyelikleri, Avrupa Birliği üyeliğini
birinci öncelik haline getirmişti. Bu ise Ege
konusunda Yunanistan’la yumuşamayı,
Kıbrıs’la ilgili daha esnek bir politikayı ve
Suriye’yle ilişkileri iyileştirmeyi talep
ediyordu. 2002’de yapılan genel seçimlerde
AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ın iktidara
yürüyüşü üzerine Türkiye, Elekdağ’ın
karşılaşmacı stratejik dokrinlerini terk edip
farklı bir rol tanımladı.
Üst düzey subaylar ülke demokrasisine
darbe planlamaktan dolayı yargılanmayı
beklerken, Erdoğan hükümeti genel
seçimlere hazırlanıyor ve muhtemelen yeni
bir anayasa hazırlıyor. Sırf Atatürk’ün laik
ilkelerine adanmış subaylar Cumhurbaşkanı
Abdullah
Gül’ün
başörtülü
eşiyle
tokalaşmayı istemiyorlar diye iki ayrı
cumhuriyet resepsiyonu düzenlenmiş olması
Türk kamuoyunu etkilememiştir ve dış
gözlemcileri de etkilememelidir.
ABD’nin 2003 yılında Irak’a yapacağı
müdahaleden şüphe duyan, İsrail’le arasına
mesafe koymak isteyen ve Çin, Hindistan ve
Brezilya
gibi
ülkelerin
ekonomik
performansına eş bir performans sergileyen
Erdoğan hükümeti, 2007 yılında yapılan
seçimlerde kesin bir zafer elde ettikten
sonra Türkiye’nin dünyadaki yerini yeniden
tanımlamaya artık hazırdı.
15 Kasım 2010
Yazarlar hakkında: Theodore Couloumbis,
Hellenic Foundation for European and
Foreign Policy başkan yardımcısı ve Atina
Üniversitesi Emeritus Profesörü; Bill
Ahlstrom,
bir
çok-uluslu
Amerikan
şirketinde yönetici; Gary Weaver, American
Üniversitesi School of International Service
Profesörü.
Erdoğan’ın
dışişleri
bakanı
Ahmet
Davutoğlu, geniş bir stratejik bakış açısı
üzerinde
durmakta
ve
Türkiye’nin
komşularıyla “sıfır sorun” istemektedirler.
AB üyeliği halen birinci öncelik ama
genişleme yorgunluğu ve Fransa-Almanya
muhalefeti, üyelik ümitlerini azaltmaktadır.
Türkiye ve Brezilya, İran’ın farazi nükleer
planlarına yönelik alternatif bir yöntem
sundular ve BM müeyyidelerine destek
vermediler. İsrail’in Gazze’yi işgali ve İsrail’in
işgal altındaki Batı Şeria topraklarında
uyguladığı yerleşim politikalarını Erdoğan’ın
yüksek sesle eleştirmesi üzerine Türkiyeİsrail ilişkileri kötüleşti.
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
39
Türkiye: Modernleşmenin doğası
– I -Aleхander Sotnichenko
gerilla savaşı hüküm sürüyordu. Rusya’yla
ilişkiler halen hasım bir ilişkiydi (Soğuk
Savaş’tan dolayı). Türkiye, Çeçenya’daki
savaşa adam sağlayan başlıca kaynaklardan
biriydi; silah, cephane, para ve teçhizat
Türkiye topraklardan geçiyordu. Sovyetlerin
çökmesinden sonra, devlet liderleri birleşik
bir Türk Avrasyası oluşturmaya karar
verdiler. Ancak yeni yüzyıl dönemecinde,
kuvvetten çok problem olduğu ortaya
çıkmıştı. Yeni talepleri karşılamak için devlet
politikası değişmeye başladı.
Joseph Stalin, Sun Yat-sen Üniversitesi
öğrencileriyle görüşmesinde şöyle demişti:
10-12 milyon nüfuslu Türkiye artık küçük bir
devlet kümesine düştü. Emperyalizm için ne
heybetli bir pazar ne de belirleyici bir
meseledir. (Т. 9. P. 256-258)
Büyük Sovyet Ansiklopedisi “Türkiye”
maddesinde şöyle kaydedilmiştir: Türkiye,
özellikle de tarımda feodalist kalıntıların
görüldüğü bir tarım-sanayi ülkesidir.
Türkiye, uluslararası kapitalist işgücü
farklılaşmasında, tarım-hammadde bölgesi
rolünü
oynamaktadır
ve
ekonomik
bakımdan Batı Avrupa ve ABD’nin
emperyalist tekellerine bağımlıdır…Kişi başı
ulusal geliri 600 dolardır - kapitalist
dünyadaki en düşük ulusal gelirdir.
Bugün Türkiye, dünyanın en dinamik
kalkınan ekonomilerinden biridir. Az
gelişmiş tarım devleti, dünyanın en büyük
ekonomileri arasında 15’nci sırayı aldı ve G20 üyesi oldu. GSMH’sı 2002-2009 arasında
yüzde 6-9 arasında büyüdü; sayılar beş yıl
zarfında iki katına çıktı: Şu an 880 milyar
dolar. En yakın rakibi, Güney Kore, Meksika
ve
Avustralya.
Türkiye,
uluslararası
nüfuzunu genişletiyor, Ortadoğu ve
Balkanların gayri resmi lideri rolünü almaya
bakıyor ki Osmanlı İmparatorluğunun
dirilişine ön ayak olabilecektir. Peki, fakir bir
devlet, siyasi ve iktisâdi bir kudrete nasıl
dönüştü?
Türkiye’nin hızla değişen imajı
Bir Rus Türkiye’yi popüler filmlerin,
edebiyatın ve kural olarak, biraz da tatil
seyahatleri sırasında edindiği kişisel
izlenimlerin şekillendirdiği şablonlardan
görür. Çiçek dürbünü/kaleydoskop, Tolstoy
ve Leonid Gaidai ve bir de Rus turistlerin
ebedileştirdiği
Antalya’dan
oluşuyor.
Suvorov’un Türkleri mağlup etmesiyle ilgili
anılarla, Almanya’ya göç ve Rus kadınlarını
toptan ve perakende satın alan genelevlerle
bu resim tamamlanıyor. Ve bu resim,
yoksulluk develer, haremler ve yoksul
semtlerden oluşan bir arka zemin üzerinde
çizilmektedir.
Ulusal politikanın muayyen nitelikleri
2002 seçimleri hem Türkiye’yi hem de
uluslar arası câmiayı sarsmıştı. Enflasyon,
yoksulluk ve işsizlik popüler siyasi partilerin
yüzde 10 barajını geçmelerine izin
vermemişti. Hükümet, yıllardır ilk kez tek bir
partiden, yeni bir siyasi güçten oluşuyordu
yani ordunun yasakladığı Fazilet Partisi
üyelerince kurulan AK Parti’den.
Bu imaj uzun bir süre –kısmen de olsa –
hakikate yakındı. Türkiye’nin en büyük şehri
İstanbul 10 yıl evvel gecekondulardan ibaret
bir şehirdi. Yıllık enflasyon yüzde 60
düzeyindeydi ve ülkenin güney kesimlerinde
Küresel haber ajansları olayı önce şöyle
duyurmuştu: İslamcılar Türkiye’de iktidara
geldiler! Batı, Usame bin Ladin’i, Rusya ise
Emir Hattab’ı görmüşlerdi ama yeni siyasi
40
liderler daha zeki çıktılar. AB üyeliği azmi ve
AB standartlarını karşılamak için çıkarılan
reform yasaları, siyasi programın ana
yönelimlerinden biri haline geldi. Bu adım
çok başarılıydı ve Ak Parti attığı bu
adımlardan
hissesine
düşeni
hala
almaktadır. Yeni Türk lider, Recep Tayyip
Erdoğan, partisine yönelik tehlikenin
yurtdışından değil ülke içerisinden yani
Anayasa Mahkemesi, MGK gibi kurumların
başındaki geleneksel laik askeri ve sivil
bürokratlardan geldiğini hemen keşfetti.
Yürürlükteki 1982 Anayasasına göre bu
kurumlar, devletin laik temellerini çiğneme
teşebbüsüyle suçlanabilecek her hangi bir
siyasi gücü feshetme hakkına sahipti.
Avrupalılaşma doğrultusunda yapılan yasa
değişikliği, bu hakkı ordunun elinden
alacaktır.
Demokratikleşme
ve
Avrupalılaşma sloganı yurtdışından güçlü
destek gördü.
sosyal programından ödünç alınmaydı.
Aslında, bugün çeşitli sosyal ihtiyaçlar için
büyük fonlar ayrılmış durumda: Okullar,
hastahaneler, kamuya ait spor tesisleri, halk
eğitimi/beceri geliştirme dersleri vb. Tüm
bunlar, en büyük şehirde (AK Parti’nin
bugünkü lideri 1994-98 arasında İstanbul
Belediye Başkanıydı) test edilmiş adımlardı
ve toplumun en fakir katmanlarından
partiye destek devşirmişti. Recep Tayyip
Erdoğan’ın biyografisi dahi bir sol liderinkine
daha uygundur: İstanbul’un fakir bir
semtinde doğmuştu; babası, ailenin
maişetini kazanmak için Karadeniz’den
kalkıp bu semte taşınmıştı.
Dini rönesans ve iş/letme
Ancak yeni Türk sosyalizmi kızıl değil, yeşil.
Türk toplumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Kemal Atatürk’ün reformlarından
sonra laik seçkinler ile gelenekçi fakir
arasında bölünmüştü. İslami olan herşey
1950’lere kadar yasaklanmıştı. Fakat
gelenek tedricen geri döndü. İlk önce, İslam
dünyasında her zaman olduğu gibi
minarelerden Arapça ezan okunmasına izin
verildi (izinden önce yalnızca Türkçe
okunuyordu); sonra, okullarda temel İslami
derslerin verilmesine ve imam-hatip
okullarının açılmasına izin çıktı. Söylemeden
geçmeyelim, şu anki başbakan, bu
okullardan birinden mezun oldu. Devlet
makamlarının
yasaklandığı
dindar
müslümanlar kendilerini, laik hukukun
yasakladığı
Sufi
tarikatlar
etrafında
holdingleşecek küçük işletmelerde buldular.
1980’lerdeki özelleştirmelerden ve hidrokarbon ihracından elde edilen gelirin ani
yükselişiyle zenginleşen Körfez bölgesindeki
Arap ülkeleriyle bağlantı tesisinden sonra
İslami
sermaye ekonomiye yerleşti;
1990’lara gelindiğinde, Koç, Sabancı ve
OYAK gibi geleneksel laik holdinglerle
İktidarda tek partinin olması sayesinde, bir
koalisyonda
olabilecek
muhalefet
mücadelesinin dikkat dağıtıcı etkisine maruz
kalmaksızın vahim ekonomik ve sosyal
sorunlara eğilebildi. Artık iktidarda olan
geleneksel çevrelerin reformları, sağ-sol
şeklindeki geleneksel siyasi bilim ayrımından
alınacak bir yardımla tanımlanamaz. Öte
yandan, reformlar elbette ki liberal
reformlardır. Son sekiz yıl zarfında kamu
teşebbüsleri özelleştirmeye tabi tutuldu,
ekonominin pek çok sahasında özel sermaye
egemen hale geldi. Bankacılık sistemi,
devletin
mali
sistemi
düzenleme
mekanizması, AB yönergelerine göre elden
geçirildi, çok sayıda sınır ötesi engeller
kaldırıldı.
Bununla
birlikte,
K.K.T.C
Cumhuriyetçi Sol Parti başkanı Ferdi Sabit
Soyer’in bu metnin yazarına anlattığına göre
(bu parti 1970-80’lerde Sovyet yönelimliydi)
Recep Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı sosyal
program, Türkiye İşçi Partisi’nin 1970’deki
41
yarışmaya başladı. “Yeşil sermaye” dinamik
bir şekilde gelişti ve turizm, ihracat odaklı
sanayi grupları, BDT pazarlarında iş
geliştirme gibi yeni yönelimlere girdi (eski
piyasa oyuncularının iyice keşfetmediği
pazarlardı bunlar) ve artık laik piyasa
oyuncularına eşit veya hatta onları gölgede
bırakacak bir nüfuza kavuşmuşlardı.
İslami güçler siyasete etkide bulunmak için
umutlarını
demokrasinin
gelişimine
bağlamışlardı elbette. Laik çevrelerin
sülbünden gelmeyen siyasetçiler ancak ve
ancak 1980’lerin sonunda ortaya çıkmışlardı.
Belirli bazı iş çevrelerinin desteğini
kazandılar. Bununla beraber, zirveye söz
geçiremiyorlardı. Öte yandan, köylerdeki
geleneksel nüfus ve pozitif demografik
dinamiklerden dolayı tam bu dönemde
sayıları yıldan yıla artan şehirdeki fakirler,
seçmen desteği sağlayabilirlerdi. İslami
siyasi güçler 1980-90’larda kitlelerin ilgisinin
hedefi haline geldiler tıpkı bu ilgi odağının
geçmişte Komünist ve Sosyal Demokrat
hareketler olması gibi. Geleneksel seçkinler
baskıyla cevap veriyorlardı ama kendi
lehlerine bir sonuç çıkmıyordu.
Avrupalılar ve Amerikalılar iktidarda sâbık
ulusçuları
görmeyi
tercih
ederlerdi
muhtemelen ancak iktidardaki partinin
aldığı halk desteği ve ekonomik büyümeye
bakınca bir askeri darbeyi desteklemediler.
1 Ekim 2010
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
42
Yeni Türkiye-Rusya ekseni - Eric
Walberg
Nefis bir ironidir, ABD ve İsrail’in Ortadoğu
ve Avrasya’daki işgalleri, etkilenen ülkeleri
yıldırmadı. Bilakis, Rusya, Türkiye, Suriye ve
İran dâhil, yeni bir saflaşmanın temelini
oluşturarak onları birlikte çalışmaya
sevketti.
Neoconların Ortadoğu ve Orta Asya’yı
Amerikan
imparatorluğunun
uysal
uydularına dönüştürme planı ve ABD’nin
Ortadoğu’daki tek demokrasisi *İsrail+ artık
çok farklı bir oyun sahasıyla karşı karşıya.
Filistinlilere, Afganlara ve Iraklılara karşı
yürütülen savaşlar ancak bata çıka
ilerlemekle
kalmayıp
bölgesel
tüm
oyuncuların
öngörülmemiş
hamleler
yapmasına da yol açtı.
Suriye, Türkiye ve İran sadece gelenekle,
inanç ve ABD-İsrail planlarına direnişle değil
aynı zamanda ABD ve İsrail’in desteklediği
Kürt ayrılıkçılara karşı savaşta da birleştiler.
Ekonomik işbirlikleri şaşırtıcı bir süratle
artıyor. Bu karmaya Rusya’nın da eklenmesi,
hemfikir, Sünni ve Şia Müslümanların,
Hıristiyanların hatta Yahudilerin ve laik
geleneklerin olduğu sosyo-politik bir tayfı
kapsayan güçlü bir bölgesel kuvvet
demektir.
İmparatorluk, dirilen bir Türkiye’yle, binyılın
yarısına yayılan bir zaman süresince büyük
ölçüde barışçıl bir Ortadoğu yönetmiş
Osmanlının vârisleriyle karşı karşıya.
Türkiye, AK Parti döneminde yürütülen
dinamik bir diplomatik açılımın bir parçası
olarak, Halifeliğin Arnavutluk, Ürdün,
Lübnan, Libya ve Suriye’ye vize muafiyeti
geleneğini geçen yıl yeniden tesis etti. Kültür
ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, geçen
Şubat ayında vize muafiyetini Mısır’a da
teklif etti. İsrail Şamir şöyle demişti:
Türkiye’yle “Avrupa Birliği’nin bölgesel
muadili yeni, muazzam bir Ortadoğu Birliği
kurma planı var.”
İşte bu, önce İngiliz sonra da Amerikan
imparatorluğunun dayattığı, 150 yıldır süren
sûni mantık değil tabiî bölgesel jeopolitik
mantıktır. Bin yıl önce Haçlıların ortalığı
darma duman etmek için gelip de bölge
yerlilerini istilacıları püskürtmek üzere
birleşmeye mecbur etmeleri gibi bugünün
Haçlıları da fişlerini çekecek güçleri harekete
geçirdiler.
Türkiye’nin, Batı’nın İran karşıtlığını
etkisizleştirmek
için
Mayıs
ayında
Brezilya’yla birlikte yürüttüğü cesur hamlesi
dünyayı meraklandırıp dikkatleri üzerine
çekti. Türkiye, Haziran ayında Gazze
ablukasını yarmaya çalışan Ögürlük Filosuna
İsrail saldırısından sonra İsrail’e gösterdiği
mukavemetle Arap dünyasının sevgilisi
haline geldi.
Türkiye son iki yıl zarfında Rusya’yla stratejik
ortaklık ve vize muafiyeti rejimi kurdu, yeni
boru hatları ve nükleer enerji tesisleri inşası
dâhil ruble ve liranın kullanıldığı hırslı bir
ticari ve yatırım planına girişti.
Türkiye’nin Osmanlı’nın vârisi olması gibi,
Rusya da büyük ölçüde barışçıl bir
Ortadoğu’yu Türklerden evvel yaklaşık binyıl
yönetmiş Bizanslıların vârisidir. Rusya ve
Türkiye’nin, Ortadoğu “hegemonları” olarak
20. yüzyılın İngiliz-Amerikan gâsıplarından
çok daha fazla haklı gerekçeleri vardır ve
sahip de çıkmaktadırlar.
Rusya, Ortadoğu’nun bugün için en yanıcı
meselesine daha az göz alıcı kendi katkılarını
sundu. Rusya’nın problemleri var. Felç
olmuş ekonomisi ve zayıf düşmüş ordusu,
süpergücü kışkırtacak her şeye mola
43
vermesine yol açtı. Rus seçkinleri, ABD’yle
nasıl bağdaşacakları hususunda bölündüler.
Afganistan ve Çeçenya’daki trajediler, Orta
Asya’daki kördüğümlerden kaynaklanan
korkular, Rusya’nın Müslüman Ortadoğu ile
ilişkilerine musallat olmayı sürdürüyor.
üzerinde yürütülen müzakerelere Türkiye ve
Brezilya’nın dahlini reddederek ABD ve AB
tarafını tutuyor. Voltairnet’te yazan Thierry
Meyssan “genelde bağlantısız ülkeler özelde
İran, BMGK’daki Rus oyu’nu, büyük bir
gücün,
yükselen
güçlerin
ekonomik
kalkınmaları için elzem olan enerji
bağımsızlığını engelleme iradesi olarak
yorumladılar. Rusya’nın bu uygunsuz
hareketini unutmaları çok güç” diyor.
Sovyetlerin 1972’de Mısır’dan çekilmesinin
ardından Rusya’nın Ortadoğu’da güçlü bir
mevcudiyeti bir daha asla olmadı 1980’lerin
ortalarından itibaren, bir milyon küsür
Rus’un İsrail’e göçüne tanık oldu; diğer
yerlerden İsrail’e gelen göçmenler gibi onlar
da sadakatlerini ispatlama kaygısı güden,
Filistin’de iki devletli bir çözüm için toprak
vermeye gönülsüz göçmenlerdi. İsrail’e göç
eden Anatol Sharansky Bill Clinton’ı şöyle
iğnelemişti:
“Dünyanın
en
büyük
ülkelerinden birinden kalkıp en küçüğüne
geldim. Yarısını bölmemi istiyorsun. Hayır,
teşekkür ederim.” Rusya kendi İsrail lobisine
sahip; pek çok Rus aynı zamanda İsrail
vatandaşı yani çifte vatandaş ve İsrail’in vize
muafiyeti kapsamındalar.
Bu noktada hakikat her ne olursa olsun,
Rusya’nın İran’la, Suriye ve Mısır’la ve artık
Türkiye ile barışçıl nükleer enerji alanında
işbirliği yapıyor olması, Suriye’ye P-800
cruise füzeleri satma anlaşması, Ortadoğu
meselelerinde ABD ve İsrail’in oyuncağı
olmadığını gösterir. İsrail, Suriye’ye füze
satışından dolayı küplere biniyor; geçen
hafta “stratejik önemdeki bölgelere” intikam
amacıyla silah satmakla tehdit etti Rusya’yı.
Rus hamleleri, İran ve Suriye konularında,
patlamaya hazır durumları yatıştırmaya
çalıştığı intibaını veriyor.
Ayrıca Rusya, Batı ve İran arasındaki
çekişmede muğlak bir duruş sergiliyor.
Nükleer enerji konusunda İran’la işbirliği
yapıyor ama İran’ın nükleer emelleri
hakkında endişeleri de var; BMGK
müeyyidelerini destekledi ve 2005 yılında
İran’la yaptığı S-300 füzeleri satış
anlaşmasını iptal etti. Afganistan’da
Amerikan çabalarına da destek veriyor. Pek
çok yorumcu tüm bunları, Medvedev
liderliğindeki Rusya’nın Washington’a teslim
olmasının,
Putin’in
anti-emperyal
politikalarından ricat edildiğinin işaretleri
olarak yorumluyor. İran Savunma Bakanı
Ahmed Vahidi “güvenilir olmadıklarını
gösterdiler” dedi.
Rusya’yı muhtemel bir Ortadoğu gücü olarak
görmek için başka nedenler de var. İsrail’e
göçen Rusya kökenli milyonlarcaYahudi,
Rusya adına ille de Lieberman benzeri Aşil
topuğu hükmünde değiller. Bu göçmenlerin
üçte biri, yeterince koşer olmadıkları için hor
görülerek gözden çıkarılıyorlar ve yalnızca
arı bir ırk adına kurulmuş bir devlet için ciddi
problem teşkil edebilirler. Birçoğu Rusya’ya
döndü
veya
mezralara
yerleşmeye
bakıyorlar. İsrail Başbakanı Benjamin
Netanyahu’nun siyasi hamisi Moşe Arens
gibi sağcı politikacılar tek devletli çözüm
üzerinde düşünüyorlar. Bu Rus göçmenler
muhtemelen Güney Afrika ırkçılığını bitiren
Frederik de Klerk gibi bir şahsiyet
çıkaracaktır.
Rusya, bu nazik ikilemde tarafsız duruyor.
Aynı zamanda, İran nükleer programı
44
Rusya, Ortadoğu barışının şaşırtıcı bir diğer
anahtarına da sahip. Siyonizm baştan beri
laik sosyalist bir hareketti; muhafazakar
Yahudiler Siyonizme güçlü bir şekilde karşı
çıkıyorlardı ki durum bugün de böyledir her
ne kadar Ben Gurion ve Netanyahu gibilerin
yağcılığıyla taraf değiştiren pek çok kişi varsa
da. Filistinliler gibi Gerçek Tevrat Yahudileri
de “Yahudi devletini” tanımazlar.
Amerikalı ve İsrailli stratejistler İran’ı işgale
yoğunlaşmışlarken, Rus ve Türk liderler
nükleer enerji dâhil Ortadoğu’da ticaret ve
kalkınmayı artırma planları yapıyorlar.
Ortadoğu nokta-i nazarından, Rusya’nın
İran, Türkiye, Suriye ve Mısır’da nükleer
santral inşa etmeye gösterdiği şevk,
Batılıların - İsrail hâriç - uzun zamandır
Ortadoğu’dan
esirgedikleri
ekonomik
kalkınmanın hızlanmasına yardım etme
arzusunu göstermektedir. Buna Lübnan da
dâhildir;
Stroitransgaz
ve
Gazprom,
Beyrut’un, kendi kıyılarındaki
geniş
doğalgaz rezervlerini çıkarması önündeki
İsrail engellerini aşana dek Suriye
doğalgazını Lübnan’a nakledecek.
Ancak bekleyin! 1928’de Sovyetlerin laik
tabiiyet politikaları uyarınca Rusya’nın
Brobican bölgesinde kurulmuş meşru bir
Yahudi devleti mevcut. İster Ortodoks
isterse laik olsun, İsrail Yahudilerini bol
miktarda hammadde’nin bulunduğu bu
Yahudi vatanına, Golda Meir’in “topraksız
bir halk için halksız bir toprağına”
kaçmaktan beri tutacak hiçbir engel yok.
Burası, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden
sonra yeniden doğdu. Rusya Devlet Başkanı
Dmitri Medvedev bu yaz eşsiz bir ziyaret
düzenleyerek (bölgeyi ziyaret eden ilk Rus
veya Sovyet lideri oldu) Eşkanazi dilinin,
Avrupalı Yahudilerin seküler dilinin (yani
sadece kutsal İbranice’nin değil) resmi dil
olduğu Yahudi toprağına güçlü bir destek
verdiğine işaret etti.
Rusya, müttefiki Türkiye gibi, kendisini
Ortadoğu’daki en acil problemler arasında
(Filistin ve İran) bir köprü olarak
konumlandırdı. Türkiye Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül Bin Yıllık Kalkınma Hedefleri
Zirvesi’nde “Ortadoğu’da barış, dünyada
barışçıl ve istikrarlı bir geleceğin anahtarıdır”
demişti. Şimdi dünya, çabalarının meyve
verip vermeyeceğini görmek için izlemede.
3 Ekim 2010
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Yeni bir siyasi oluşum içine giren Türkiye ve
Rusya’ya rehberlik eden sihirli bir el yok.
Bilakis, bu el, Batı hücumu karşısında İslamın
esnekliği ve ayrıca – şaşırtıcıdır – Sovyetlerin
laik ulusal self determinasyon tarihinden bir
sayfadır. Türkiye, bir zamanlar Avrupa’nın
hasta
adamı,
Türkiye
Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün BM Bin
Yıllık Kalkınma Hedefleri Zirvesi’nde dediği
gibi “artık Avrupa’nın sağlıklı tek adamı”,
İngiliz imparatorluğu ve onun demokratik
dölü ABD ve İsrail’in yarattığı karmaşayı
toplamak için kendisini Rusya ile, İranlı ve
Suriyeli dostlarla konumlandırmaktadır.
45
Türkiye ve Japonya dönüm
noktasında - Michael Auslin
Türkiye’nin karşı çıkması ve Hamas
ablukasını
geçmeye
kalkışan
Türk
sponsorluğundaki bir gemiye İsrail’in mani
olması üzerine İsrail’le ilişkileri dondurması
yüzünden daha da arttı ki bunların hepsi de
bu yıl yaşandı. Türk diplomatlar, NATO’nun
ikinci büyük askeri gücünün anti-liberal, batı
karşıtı rejimlere doğru eğilim gösterdiği
şeklindeki iddiaları reddederek savunma
halindeler.
Asya’nın
diğer
ucunda,
Japonya’da,
iktidardaki Demokrat Parti, kurucuları
Ozawa Ichiro ve Kan Naoto arasında bir iç
çatışmaya sahne oluyor (Kan Naoto şu an
başbakan). Sayın Kan Naoto rakibine karşı
zafer kazandıysa da partinin birliği zarar
gördü ve DPJ’nin berrak bir siyasi gündemi
başarıyla oluşturup oluşturmayacağı henüz
belli değil.
Japonya’da gelecek beş yıl zarfında yapacağı
ekonomik reformlar ve Japonya’nın ABD’yle
ittifakının yakın vadedeki durumu risk
altında. DPJ, geçen yıl iktidara geldiğinden
bu yana reform gündemi hız kesti ve Yukio
Hatoyama’nın
Amerikan
donanmasını
Okinawa’nın güneyindeki tartışmalı askeri
üsten taşımakla ilgili bir anlaşma
kotaramamasından dolayı Washington’la
ilişkileri sıkıntı çekiyor. Japonya hem
ekonomik gerileme hem de deflasyonla kol
kola olmayı sürdürürken bu esnada Çin’le –
bir başka deniz hadisesi yüzünden - yaşadığı
gerilimler kriz seviyesine yükseldi. Türkiye
gözlemcileri gibi Japonya gözlemcileri de
ülkenin iç ve dış politikasını korkuyla
izliyorlar.
Fakat iki ülke arasındaki iç benzerlikler
buraya kadar. Türkiye’de enerjik ve canlı bir
lider, ülkesinin sosyal yapısını ve dış
politikasını hızla yeniden tariflendirmekte ve
yapıp ettiklerinin sadece ülkesini uluslararası
normlarla aynı hizaya daha bir yaklaştırmak
olduğunu iddia etmektedir. Öte yanda,
Japonya’da, ömür boyu siyasette olan cansız
Amerikalı siyaset bilimcileri 1960’larda
Türkiye ve Japonya’nın siyasi modernleşmesi
konusuna eğilirlerdi. Birbirinden çok farklı iki
toplumun – biri, asırlarca çok-uluslu
imparatorluktu; diğeri ise feodal, tecrit
içindeki adalar grubuydu – 19 yüzyılın
sonları ve 20. yüzyılın başlarında geleneğin
prangalarını kırıp siyasi, iktisâdi ve içtimâi
sistemlerini yeniden şekillendirmelerine izin
veren emsalleri keşfetmeyi hassaten
istiyorlardı. Türk ve Japon vatandaşların,
ülkelerinin geleceğini belirlemeye yardım
etmek üzere oy sandığına gittikleri bu ay,
siyasi analistler dünyanın en önemli iki
ulusunda demokrasinin nereye doğru
seyrettiğini görmek için Asya’nın iki kutbuna
bir kez daha bakmalılar.
Türkiye’deki seçmenler, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın teklif ettiği, sivil hakların
korunmasını zahiren artıracak ama İslamcı
parti liderine Türkiye’nin en önemli
mahkemelerindeki hâkim sayısını artırma ve
orduyu kontrol etme imkânı da verecek olan
anayasa değişikliği referandumuna güçlü bir
onay verdiler. Bu durum AK Parti’nin laik
muhaliflerini,
Erdoğan’ın
1920’lerdeki
Kemalist devrimin temellerini sarsacak
anayasal araçları kullandığı ve ülkeyi İslami
örf ve âdetlere yakınlaştırdığı iddiasını
dillendirmelerine yol açtı. Türk toplumunu
izleyenler, Erdoğan’ın son sekiz yıl zarfında
orduya göz dağı verme, iddia olunan darbe
tertipçilerini yargılama ve medyadaki rejim
muhaliflerine zor kullanma teşebbüsleri
hakkında tehlike çanları çaldılar.
Sayın Erdoğan’ın politikaları sadece iç
gözlemcileri değil dış gözlemcileri de
endişelendiriyor. Ankara ve Washington
arasındaki
gerilimler,
İran
nükleer
programına karşı BM müeyyidelerine
46
ve neşesiz bir siyasetçiler grubu, ülkelerinin
ekonomisini ve ana müttefikleriyle ilişkilerini
reformdan geçirmenin mücadelesini veriyor,
dizginsiz kapitalizmden bir çıkış yolu
aradıklarını dile getiriyorlar. Türkiye’deki
bazı seçmenlere göre Erdoğan çok hızlı
ilerliyor
ve
ülkeyi
nereye
kadar
dönüştüreceği henüz belli değil. Sayın Kan’a
şans tanıyanlar ise hiçbir siyasetçinin
Japonya’yı bir on yılı – 20 yıl zarfında
kaybedilecek ikinci bir on yıl –
kaybetmekten korumak için onu yeterince
uzağa - veya yeterince hızlı - taşıyamayacağı
korkusuyla muhataplar.
Türkiye
ve
Japonya’da
sahnelenen
demokratik
dramalar,
liberalizmin
dünyadaki gel-gitlerini izleyenler için
önemlidir. Asya’nın bir ucundaki dayanak
liberal kaidelerden başka taraf yönelirken
diğer ucundaki dayanak durgun ekonomisini
reformdan geçiremediğinde, demokratik
model bunun acısını çekecektir.
Dünya Çin’de, İran ve Rusya’da otoriteryan
rejimlerin dirilişini izlerken haydi haydi kaygı
vericidir bu. Türkiye’nin AB üyelik
başvurusunu Fransa ve İngiltere’nin
aşağılayıcı bir şekilde reddetmesi, “ileri”
uluslar klübünün ne kadar kaprisli
olabileceğini göstermektedir. Aynı zamanda,
Avro bölgesindeki kriz ve Çin’in Japonya’yı
ekonomik çembere alması, temsili rejimlerin
ekonomik
büyümeyi
muhafaza
kabiliyetlerine soru işareti koymaktadır.
Sonuç, demokrasi ve liberalizm hakkında
şüphe doğmasıdır, üstelik demokratik
ulusların, sistemlerine ve 1940’lardan beri
uluslararası kalkınmaya rehberlik eden
dünya düzenine yönelik meydan okumaları
püskürtmek üzere birleşmesi gereken bir
zamanda.
Liberalizmin küresel şöhretinin birkaç
ülkedeki olaylara bağlı olması rahatsız
edicidir; hatta adil de değil. Ancak Japonya
ve Türkiye hiçbir zaman sıradan uluslardan
biri
olmadılar.
Amerikan
siyaset
bilimcilerinin yarım asır önce kavradıkları
üzere, her iki ülke de bölgesel ve küresel
düzeyde çaplı bir nüfuz sahibi olmuşlardır.
Hassaten Japonya ve de Türkiye,
çevrelerindeki ülkelere istikamet göstermiş
ve Amerika’nın savaş sonrası küresel ittifak
sisteminin hayati çapaları olmuşlardır.
Dolayısıyla bugün ve gelecekte seçecekleri
yol, Ankara ve Tokyo varoşlarının dışında da
anlamlı olmayı sürdürecektir. Yapacakları
seçimler, bu iki ülkeyle yakın işbirliği
olmaksızın Ortadoğu ve Uzakdoğu’da
nüfuzunu koruma noktasında büyük
sorunlarla karşılaşacak olan Amerika için de
çok önemlidir - ki bu esnada, dünyadaki
demokratlar Boğaziçi ve Japon Denizi’nde
rüzgârların hangi yönde eseceğini görmek
için olayları yakından izleyeceklerdir.
Japonya ve Türkiye pek çok bakımdan beklegör politikası izliyor: Türkler, toplumun
hukuki temelini kökten değiştirmesi için
Erdoğan’a iktidarı verdiler ve ülkeyi İslamcı
yola sokmayacağına yahut otoriteryan
ortakların
kollarına
atmayacağına
güveniyorlar. Japonlar ise partisinin başka
bir şans tanıdığı Kan’ın ekonomik büyümeyi
canlandıracak planlar hazırlayıp dünyada
anlamlı bir rol bulup bulamayacağını
bekleyip görmek durumundalar. Her iki
ülkeye de şüphe hâkim ama seçmenler
şimdilik her iki adama da işe devam etmeleri
için demokratik meşruiyeti tanıdılar. Onlarla
birlikte
dünyanın
geri
kalanı
da
beklemektedir. Japonya ve Türkiye, 20.
yüzyılın şekillenmesine yardım etmişlerdi;
21. yüzyılı da şekillendirebilirler.
6 Ekim 2010
Yazar hakkında: American Enterprise
Institute Japonya Çalışmaları müdürü.
Kaynak: National Review Online
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
47
Çin ve Türkiye, şüpheleri bir şekilde
yatıştırmaya ve üstü güç bela örtülen
husûmetleri dindirmeye ayarlı yapmacık
sosyal etkinlikler ve yavan kurumsal
işlevlerin ötesinde herhangi bir askeri
işbirliği şekli için tutuk bir ikili
görünümündeler elbet.
Hassaten, her iki ülke Uygur câmiasına,
Çin’in Batısı’nda meskun Türkçe konuşan bu
Müslüman azınlığa muamele konusunda
kısa süre önce ciddi farklılıklar tecrübe
ettiler. Pekin ve Uygurlar arasında
yaşamakta olan pek çok Han Çinlisi
Uygurlara şüpheyle bakıyor ve onları
ayrılıkçı fitnenin ve potansiyel İslamcı
aşırılığın kaynağı olarak görüyorlar. Aynı
şekilde, pek çok Türk, Uygurları Çin
zulmünün kurbanları olarak görmekte ve
pan-Türkçü dayanışma adına seve seve
destek vermektedirler.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
2009
Temmuz’unda
Sincan’da/Doğu
Türkistan’daki Uygurlar ve Han Çinlileri
arasındaki çatışmaların ardından durumu
“âdeta soykırım” olarak nitelendirmişti ki
meselenin yaratacağı duygulanımın kuvveti
işte burada açıktır. Can kayıplarının ve
yaralıların – 200 civarında insan öldü ve
binlercesi yaralandı - büyük bir kısmının Han
Çinlisi olduğu ortaya çıktığında, Türk
hükümeti kullandığı dili yumuşattı - ki
Türklere hâkim olan halet-i ruhiye Çin karşıtı
değilse bile Uygur yanlısıydı.
Erdoğan’ın görünüşe göre insiyaki ama
abartılı tepkisi ve sonraları Çin’e karşı daha
yumuşak bir tonda konuşması – Pekin’in
Uygurlara karşı durumunun Türkiye’nin Kürt
ayrılıkçılar
karşısındaki
durumuna
benzediğini Ankara’nın isteksiz de olsa
tanıması olabilir bu – Çin Dışişleri
Bakanlığında bağları güçlendirme fırsatı
olarak telakki edilmiş olsa gerek. Dolaylı da
olsa güçlü tepki gerektiren bir dizi
diplomatik
fikri
değişimi
müteakip
Çin Hava Kuvvetleri Türkiye’ye niçin
gitti? -Gavin M. Greenwood
Çin Hava Kuvvetlerine bağlı sayısı
bilinmeyen Rus yapımı Su-27 ve Mig-29
savaş uçakları Eylül ayı içerisinde Orta
Anadolu’daki dev Konya hava üssüne indi.
Birkaç gün içerisinde, bir NATO ülkesi ve Çin
arasında türünün ilk örneği bir askeri
tatbikatta Amerikan yapımı Türk F-16’larıyla
eğitime başlamışlardı.
NATO ve diğer dost ülkelerle yapılan ortak
askeri manevraların yapıldığı Anadolu Kartalı
himayesindeki bu kısa süreli tatbikat,
Türkiye müttefiklerinin anlamını çözmeleri
vakit
alacak
çok
sayıda
etkeni
yansıtmaktadır. Batı nokta-i nazarından,
Çin’in aniden NATO’nun güney cenahında
görünmesi ve hemen hemen aynı vakitlerde
Orta Asya’daki diğer askeri maceraları, Pekin
ile Washington ve pek çok Avrupa ülkesi
arasındaki ilişkilerin bir dizi iktisâdi ve askeri
gerilimden muzdarip olduğu bir zamanda
kışkırtıcıdır.
Çin
uçaklarının
Türkiye’ye
intikalinin/konuşlanmasının Çin Başbakanı
Wen Jiabao’nun 6 Ekim’de Brüksel’de AB
komisyonu ile yapacağı, gergin ve verimsiz
geçmesi
beklenen
zirve
öncesine
rastlamasının birincil –ve galiba fırsatçı –
niyeti bu olabilir.
Anadolu semalarındaki it dalaşına gömülü
daha stratejik bir diğer mesaj ise Çin’in ana
kaygılarına daha yakın. Çin savaş uçaklarının
Türkiye’ye intikali, Çin yönetimi ve
ordusunda Pekin’in erişim ve sürpriz
kabiliyetini ispatlama azminde olanların
gündemini
pekiştirecektir.
Bazıları,
tatbikatın gerçekte yapılıp yapılmadığı
hakkında kararsız olsalar da, pek çokları bu
hadisenin Türkiye’nin amaçlarını, NATO’yla
ve AB’yle gelecekteki ilişkilerini ortaya
koyabileceğini düşünüyorlar.
48
Ankara’nın yaptığı hesaplar, bu hüner
gerektiren işte Çinli diplomatlara yardımcı
oldu.
Türkiye’nin AB ile gitgide endişe verici
ilişkisi- ki Ankara’nın atalardan kalma
Müslüman yayılması anılarını çalmaya
devam
ederken
Avrupa
kalpgâhına
yakınlaşma yönündeki herhangi bir çabasını
elekten geçiren güçlü bir “Viyana Kapısı” var
– Çin pilotlarını NATO hava sahasında
eğitme kararına katkıda bulunduğu kesindir.
Benzer şekilde, 2010 Mart ayında, Amerikalı
yasa
koyucuların
1915’te
Osmanlı
kuvvetlerinin
Ermenileri
öldürülmesini
soykırım olarak tanıyan bir oylamada evet
demeleri ve bunun yanısıra 2010 Mayıs
ayında, İsrail’in Gazze yardım filosundaki
dokuz etnik Türk’ü öldürmesi üzerine
Washington’ın İsrail’i ciddi bir sansürden
geçirememesi, Türkiye’nin ABD müttefikleri
tapınağında mevkice aşağıda bir yer işgal
ettiğine pek çok Türkü ikna etti.
Çin Hava Kuvvetleri’nin davet edilmesinde
etkin olan bir diğer – ve karşı konulamazsaik, Türkiye ve Yunanistan arasındaki farkı
vurgulamak
olabilir.
Yunanistan
ekonomisinin müşkül durumu, bu ülkeyi
daimi dilenciliğe ve kilit nakliyat sektörünü
finanse etmek için Çin’den borçlanmaya ve
Çin’e bel bağlamaya itti. Türkiye’nin bu
hareketi – hitap edilen ana kitle yurtiçinde
olsa da – Yunanistan’ın tam aksine, ülkenin
bağımsızlık ve egemenlik bakımından büyük
bir güçle denk olduğunu gösterdi.
Çin’in Türk davetini kabul edip Konya’ya
savaş uçakları göndermesinin ardında yatan
dürtüler de ev sahibi ülkenin konum ve
öneminden
bağımsız
bazı
çıkarları
yansıtmaktadır. Pekin, ülke askerinin ana
çıkar alanlarının çok ötesine intikalini içleri
daha bir rahat izlerken, Çin’in genelde
ihtiyatlı diplomatları, ulusçu yurtiçi kitle
nâmına bu nevi gösterilerin faydalarına
kıymet veren siyasi ve askeri hizipler
tarafından hükümsüz kılınıyor veya göz ardı
ediliyor gibiler.
2009 Ocak ayında korsanlıkla mücadele
kapsamında Aden Körfezine savaş gemileri
gönderilirken de bu halet-i ruhiye göze
çarpıyordu; resmi ağızlar, 15. Yüzyılda
Amiral Zheng He’nin Ortadoğu ve Afrika’ya
gerçekleştirdiği yedi deniz seyahati ile bu
misyon arasında kıyas yapmışlardı.
Çin Halk Kurtuluş Ordusu ve Hava Kuvvetleri
2010 Eylül ayında Kazakistan’da yapılan,
Şangay İşbirliği Örgütü’nün Kırgızistan,
Tacikistan ve Rusya gibi üyelerinin de
katıldığı “Barış Misyonu 2010” adındaki bir
dizi askeri tatbikata da katılmıştı. Tatbikatın
görünüşteki gayesi, terörle mücadele
operasyonlarını
test
etmek
ve
eşgüdümlemek olsa da “Barış Misyonu”
gerçekte Çin’e kara ve hava gücünü sınırları
ötesine konuşlandırmak gibi eşsiz bir fırsat
sundu.
Resmi Xinhua haber ajansına göre en az
sekiz adet Çin savaş uçağı, bombardıman
uçakları, erken uyarı ve tanker uçakları
Urumçi’den havalanıp Kazakistan’da adı
belirtilmeyen bir mahalde tatbikat yaptılar.
Türkiye’ye giden ekip ve teçhizat, İran hava
sahası üzerinden Konya’ya varmadan evvel
benzer bir güzergâh izlemiş olmalıdır.
ABD ve Çin arasında Güney Çin Denizi’nde
süren gerilimlere bakınca, Çin savaş
uçaklarının bir NATO ülkesinde manevra
yaparken görünmesi, 12 Ekim’de Hanoi’de
yapılacak
ASEAN
konferansında
buluştuklarında ABD Savunma Bakanı
Robert Gates ve Çinli mevkidaşı General
Liang Guangle arasındaki sohbete renk
katacaktır. 9 Ekim 2010
Yazar hakkında: Hong Kong merkezli bir
risk yönetimi şirketi Allan & Associates’te
güvenlik danışmadıdır.
Kaynak: Asia Sentinel
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
49
Ankara ve Brüksel karşı karşıya Amani Maged
bir dönemeç olduğu kanaatini pek çok
analist paylaşıyor. Sivil hayat üzerinde askeri
hâkimiyetin gevşemesi, Türkiye’yi tam
üyelikten uzak tutmak ve “imtiyazlı
ortaklıkta” oyalamak için AB’nin ileri
sürdüğü bahaneleri yıkacağa benziyor.
Osmanlı tarihi, Türk lügatında taviz
kelimesine yer olmadığını göstermektedir.
Ancak Türkiye, AB’nin üyelik için ileri
sürdüğü pek çok reformu yerine getirme
sözünü tutma azminde görünüyor.
“Bizi bekletmeyin” ifadesi, Türk siyaset
lügatında AB üyeliği talebinde kullanılan
yeni bir ifade. Ankara, AB üyesi olmak için
yıllardır elinden geleni yapıyor. Türkiye,
daha büyük bir uluslararası saygınlık ve
ekonomik üstünlük getirmesini ümit ettiği
bu rüyanın peşinden giderken diplomasi
mücadeleleri veriyor, siyasi reformlar
yapıyor ve ekonomik kalkınmada muazzam
sıçrayışlar gerçekleştiriyor.
Ankara’nın AB ile 2005 yılında başlayan
üyelik müzakereleri ağır ilerliyor, öylesine
ağır ki gecikme olarak da tanımlanabilir.
Bunun birçok nedeni var ve bunların en
başında 73 milyon nüfuslu bir ülkenin AB’ye
katılmasıyla Avrupa örgütünde kendi
ağırlıklarını kaybetmekten korkan Fransa ve
Almanya’nın muhalefeti var.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
“sabrımız azalıyor” diyor ve AB’nin,
Türkiye’nin üyeliği konusundaki duruşunu
açık ve kesin bir dille ifade etmesini istiyor.
Türkiye ehliyet ve sicilini AB’ye ispatlamak
için pek çok yol denedi. AK Parti iktidara
geldiğinden bu yana Türk ekonomisini
dünyanın en gürbüz ekonomilerinden biri
haline getirdi. Türk mâmülleri ve tarım
ürünleri Arap pazarlarına bilhassa da Körfez
pazarına akın etti ve Türk şirketleri bölgede
çeşitli inşaat projelerine girişti.
Diğer analistler, Avrupa muhalefetinin
dini/kültürel
tarafgirlikten
de
kaynaklandığını söylüyorlar. Avrupalıların
geniş bir kesimi, halkının yüzde 99’u
müslüman olan bir ülkeye AB kapılarının
açılmasına itiraz ediyor ki AK Parti’nin
iktidara gelmiş olması ve akabinde, İslamcı
nüfuzun arttığı korkularının azdırdığı
geçmişten gelen bir tutumdur. Öte yandan,
Kürt meselesi Türkiye’nin üyeliği yönünde
tökezlemesine katkıda bulunuyor.
Siyasi olarak, Ankara kendisini üst bir
stratejik konuma yükseltti. Tahran ve Batı
arasında aracılık yaparak hatta nükleer takas
anlaşması taslağının ortaya çıkmasına
yardım ederek İran nükleer meselesinde kilit
bir oyuncu oldu. Şam ve Tel Aviv arasında
müzakerelere aracılık etti ve bu esnada
Filistin davasının müdaafi olduğunu ispat
etti. Ankara’nın aracılık kabiliyeti - ki hiçbir
Avrupalı gücün gidemediği yerlere kendi
başına gidebilmesi bu kabiliyetine bir
takviyedir – AB üyelik başvurusunda
mantıken Ankara’nın lehine çalışacaktır.
Keza, Anayasa referandumunun sonuçları da
aynı doğrultuda iş görecektir. Anayasa
değişikliklerinin Türkiye-AB müzakerelerinde
Problemler arasında Türkiye’nin Kıbrıs Rum
kesimi bayraklı uçak ve gemilere hava ve
deniz limanlarını kapalı tutmayı sürdürmesi
de var. Kıbrıs, AB ve Türkiye arasındaki
çetrefilli sorunlardan biridir. Ankara bu
meselenin
müzakere
sürecinden
çıkarılmasında ısrarlı. AB de bu meselenin ve
yanısıra Türkiye’nin KKTC’yi tanımasının
müzakere gündeminde yer almasında ısrarlı.
50
Türkiye’deki siyasi hayat, Yunanistan gibi
hem askeri hem de sivil hâkimiyet görmüş
AB ülkelerinin siyasi hayatına epey
benziyor.
Fakat Yunanistan’ın aksine
Türkiye ağırlıklı olarak müslüman ki Almanya
ve Fransa gibi AB üyesi ülkeler, Türkiye’nin
AB üyesi olmasına izin verildiği takdirde
Avrupa’nın Hıristiyan kimliğinin ve sosyal
dokusunun parçalanacağından korkuyorlar.
Türkiye’nin insan haklarına, demokrasiye,
sosyal ve ekonomik modernleşmeye olan
bağlılığını ispatlamak için aldığı çok sayıda
tedbir, Avrupa tutumunda kayda değer bir
gedik açmadı.
ilgili olanında anlaşma sağlandı. Başlıkların
sekizi donduruldu.
AB müzakerecilerine göre Kopenhag’da
formüle edilen şartları karşılaması için
Türkiye’nin alması gereken mesafeler var.
Bunlar arasında hukukun egemenliği, insan
haklarına saygı, ekonomik istikrar ve
tarımdan eğitime kadar farklı alanlarda
performansın iyileştirilmesi yer alıyor.
Mesela Türkiye idam cezasını kaldırdı ancak
halen siyasi suçluların serbest bırakılması
çağrıları alıyor. Eğitim reformunda müthiş
sıçramalar yaptı ama üniversitelere kayıt
oranı AB ülkelerindeki oranın halen
gerisinde.
Avrupalı güçleri telaşa düşüren bir diğer
etken, Türkiye’nin nufüsunun 2015 yılında
Almanya nüfusunu aşacak olması. AB’ye
girmesine izin verildiği takdirde, AB
Parlamentosu’ndaki Türk vekil sayısı
Almanya’nın vekil sayısından fazla olacak dolayısıyla da daha büyük bir oy gücü
olacak. Bu gerçeğe bir de AB’nin, parasının
çoğunu üye ülkelerdeki tarıma ve yoksul
bölgelere yardıma tahsis ettiğini ekleyin.
Türkiye her ikisine de ihtiyaç duyuyor ve bu
masraflar, hâlihazırda mali problemler
yaşayan ve ciddi reform isteyen AB
bütçesine külfet ekleyecek.
Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmak için
olduğu kadar Ankara’ya AB’de koltuk
sunmak için de iyi ve güçlü nedenler var.
Avrupa’daki bazı yetkililer, Türkiye’nin üyelik
başvurusunun
sürekli
reddedilmesinin
Ankara’yı Arapların kollarına iteceği kaygısını
dile getiriyorlar. Türkiye, İran ve Arap
dünyasının kilidini elinde tuttuğunu
defalarca göstererek bunu ustalıkla kendi
avantajına çevirdi.
Muhtemelen Türkiye AB üyeliğinin peşinden
gitmeyi, AB ise Yeni-Osmanlıların ısrarına
direnmeyi sürdürecek. Ama nihayetinde AB
sırf ırkçılığı ve aşırılığı reddettiğini
ispatlamak için gene de Türkiye’ye kollarını
açabilir. Bu arada, Ankara’nın Brüksel’e
giden trene binmek için istasyonda
beklemek
zorunda
olduğu
zamanın
uzunluğu,
Fransa
ve
Almanya’nın
tutumlarındaki değişime bağlı olduğu kadar
Türkiye’nin ve destekçilerinin çabalarına da
bağlıdır.
Fakat AB üyeliği sorusu büsbütün tek taraflı
değil. AB üyeliğinin kültürel ve lisâni çeşitlilik
demek olduğunu fark eden pek çok Türk’ün
peşinde psikolojik, sosyal ve kültürel
hayaletler olarak dolanıyor. Türkiye’de
yapılan son bir kamuoyu araştırmasına göre
AB üyeliğine verilen destek yüzde 75’ten
yüzde 50’ye geriledi. Şevk kaybının nedeni
daha ziyade, yüreklendirici hiçbir işaret
vermeden 5 yıl boyunca ayak sürüyen
müzakere sürecindeki hayal kırıklıklarından
kaynaklanıyor elbette. 35 müzakere
başlığından/faslından sadece 13’ü açıldı ve
yalnızca bir tanesinde, bilim ve araştırmayla
20 Ekim 2010; Kaynak: El Ahram ; Dünya
Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı
51
daim gerilimler mevcut idiyse de bu
gerilimler daha da kötüleşti. Tartışma daha
da sertleşti” dedi. “Bunun nedenlerinden
biri de ikili ilişkilerimizle ilgili olarak
önümüzde
bulunan
en
tartışmalı
meselelerin ana dış politika çıkarlarına
dokunan,
sadece
mevcut
Amerikan
yönetimin değil Amerikan ulusal güvenlik
çıkarlarını
da
ilgilendiren
meseleler
olmasıdır. “
Tüm sorun alanlarına ve bazı uzmanların
meşum tahminlerine rağmen, Türk ve
Amerikalı yetkililer iki ülkenin temel stratejik
çıkarlarının aynı çizgide bulunduğunda ve
mevcut problemlerin geçici olduğunda ısrar
ediyorlar. Türkiye’nin Ortadoğu’yla iyileşen
ilişkileri, ABD’nin Türkiye’yi bir köprü olarak
kullanılma fırsatı olarak görülmelidir
diyorlar. Türk Dışişleri Bakanı müsteşarı
Feridun Sinirlioğlu “Türkiye’nin kendi
civarındaki nüfuzu müttefiklerimiz için bir
kazanımdır” diye belirtti.
Eski bir Kongre üyesi olan ve şu an Ortadoğu
Barışı ve Ekonomik İşbirliği Merkezi
Başkanlığı yapan Robert Wexler ise şöyle
konuştu: “Türkiye doğuya doğru gitmiyor.
Türkiye’nin yaptığı şey…yeni keşfettiği
nüfuzunu tasarruf etmektir: Ticari ilişkilerini
genişletiyor. Burada, Washington’da bu yeni
gelişmeden
korkmak
yerine,
bunu
alkışlamalıyız, Tanrı biliyor, Amerikalı
diplomatlar liyâkatli oldukları kadar, farklı
erişimleri, farklı bakış açıları, dünyanın bazı
kesimlerinde başka meşruiyetleri olan
dostane ellerden de istifade edebilirler.”
Hem Türkler hem de Amerikalılar, yaşanan
son olayların iyice kızıştırdığı kendi
ülkelerindeki olumsuz kamuoyu kanaatinin,
stratejik ortaklığa ciddi zarar verebilecek bir
problem alanı olduğunda mutabıklar.
Avrupa ve Avrasya İşlerinden sorumlu
Dışişleri Bakanı Yardımcısı Philip Gordon
“kendi kendimize ortak çıkarlarımız var
diyebilir ve söz konusu çetrefilli meseleleri
Türkiye Doğuya mı kayıyor? Joshua Kucera
Türk ve Amerikalı askeri-siyasi yetkililer ve iş
dünyasının önde gelen isimleri, ikili ilişkileri
konuşmak üzere 29 yıldır her yıl Washington
DC’de bir araya gelirler. Bu yılki toplantı, bu
zamana kadar gerçekleşenlerin en gergin
olanıydı; bazı katılımcılar, Türkiye’nin Batıyla
arasındaki sağlam ilişkilerin aşınması ve
Ankara’nın Doğu yönelimli bir jeopolitik
seyri benimsemesiyle ilgili kaygılarını dile
getirdiler.
Amerikan-Türk Konseyi’nin ev sahipliğindeki
etkinlik
genelde
bahar
ayında
düzenlenmesine
rağmen
Amerikan
Kongresi’ndeki bir komitenin Ermeni
soykırımını tanıyan bir kararı geçirmesinden
dolayı ertelenmişti. Takvimi değiştirilen ve
17-20 Ekim tarihleri arasında düzenlenen
konferans, bir dizi politika farklılıkları
üzerine odaklıydı.
Konsey’in Amerikan-Türk Konseyi başkanı,
ve Dışişleri Bakanı eski yardımcılarından
Richard Armitage açılışta yaptığı konuşmada
“ilişkilerimizde bazı zorlukların olduğu öyle
pek sır değil” değil dedi. Bir yıl zarfında
Türkiye, İran’a karşı ABD sponsorluğunda
BM’de yapılan müeyyide oylamasında
“hayır” dedi ve İran nükleer programını
halletmek için Brezilya ile birlikte bir plan
tasarladı. Ankara, Çin’le hava tatbikatı
düzenleyerek de Washington’ı tedirgin etti.
Bu arada, Amerika’nın yakın müttefiki İsrail,
Türk eylemcilerin örgütlediği ve Gazze’ye
seyretmekte olan bir gemiye saldırdı ve
Türkiye’nin gürültülü itirazlarına neden oldu.
Türkiye-Ermenistan
uzlaşma
sürecinin
kesintiye uğraması Washington’da ilave
hayal kırıklığına yol açtı.
German Marshall Vakfı Türkiye uzmanı Ian
Lesser, “Türkiye-Amerika ilişkilerinde her
52
halletmeye odaklanabiliriz fakat Türk
kamuoyu kanaatinin Amerikan dış politikası
hakkında derin şüpheler beslediği gerçeğini
gözden kaçırırsak yahut Kongre’deki
Amerikan kamuoyu kanaatinin Türkiye
hakkında gitgide sorular sormaya başladığı
gerçeğini gözden kaçırırsak işimizi yapmış
sayılmayacağız” dedi.
Uluslar arası Güvenlik Meselelerinden
sorumlu Savunma Bakan yardımcısı
Alexander
Vershbow
şöyle
söyledi:
“Maalesef, Türkiye’nin geçen baharda İsrail
ve İran’la ilgili sözleri ve eylemleri, en
azından kısa vadede öyle bir muhit yarattı ki
Amerikan yönetiminin desteklediği önemli
bazı projelerde mesafe kaydetmek bu
muhitte güç olabilir.”
Konferansın dostane ortamında bile ciddi
farklılıklar bariz bir şekilde görülebiliyordu.
Mesela ABD, Türkiye’nin NATO hava
savunma kalkanına katılmasını istiyor fakat
Ankara sistemin İran’ı hedef alıyor
olmasından rahatsız. “Basında çıkan bazı
haberlerin
aksine,
Türkiye’ye
baskı
yapmıyoruz” diyen Savunma Bakanı Robert
Gates cümlesini “ancak Türkiye’den Lizbon
zirvesinde NATO’nun kara savunma yeteneği
benimsemesine
destek
vermesini
bekliyoruz” diyerek tamamladı.
Türkiye, şu an ABD Kongresi’nde görüşülen
müeyyidelerin Türk şirketlerin İran’la
ticaretlerine zarar verecek olmasından
rahatsızlık duyuyor. TOBB Başkanı Rıfat
Hisarcıklıoğlu iki ülke arasındaki ticaretin
geçen yıl 8 milyar doları bulduğu kaydetti ve
“nükleer silahlı bir İran kabul edilemezdir
ancak Amerika’nın İran’a müeyyide kararının
Türk şirketlerinin zarar etmesine yol açma
tehlikesi var” dedi.
Bu arada, Washington’da pek çokları,
ABD’nin İsrail-Filistin barış vizyonuna
Ankara’nın bağlılığına güven duymuyorlar.
Wexler “Hizbullah hususunda, Hamas ve
İran hususunda Türk söyleminde olması
gerektiği yerde görünmeyen, inkar edilemez
bazı gerçekleri aklamak veya ballandırmak
işe yaramaz. İroniktir, biz Amerika’da, siz
Ankara’da Ortadoğu sürecine desteğimizi
itiraf
ediyoruz.
Hamas
bu
süreci
desteklemiyor. Hizbullah Ortadoğu barış
sürecini reddediyor. Ortadoğu barış süreci
hakkında İran da farklı bir görüşe sahip
değil. Tümden reddediyorlar” dedi.
İronik olan şu ki Türkiye’nin Batıdan
sürüklenişi – ister algısal isterse gerçek olsun
–
ülken
demokratikleşme
sürecine
hamledilebilir diyen analistler var. AK
Parti’nin yükselişi, Batı yanlısı askeri
müesses nizamın Türkiye üzerindeki
liderliğini kırdı. Sonuç olarak da Türk liderleri
şu an kamuoyuna karşı çok daha hassaslar.
Ulusal Harp Akademisi’nde Türkiye uzmanı
olarak çalışan Ömer Taşpınar’a göre
Türkiye’nin yükselen dış politikası için doğru
kelime, Doğuya doğru veya İslamcılığa doğru
kaymasından ziyâde ‘popülist’ olmasıdır –
gerçekten de Türk kamuoyu anketlerinin
bilincindeler. “Ve ABD’de Türkiye’ye karşı
böylesine üst düzeyde bir içerlemenin söz
konusu olması, Türk hükümeti için sorun
yaratacaktır. Türkiye daha demokratik ve
kendine güvenen bir ülke haline geliyor ama
kamuoyunun öyle pek ABD lehinde bir
kanaate sahip olmadığı gerçeği iktidar için
sorun yaratıyor.” Taşpınar, Türkiye ve
Ermenistan arasında ABD’nin aracılık ettiği
protokolleri
Ankara’nın
onaylamamış
olmasını, Amerikalı politikacıların Türkiye
hakkında hayalden uyanıp gözlerinin açılma
nedenlerinden biri olduğunu belirtti. “ABD
Başkanı Türkiye’ye siyasi sermaye yatırırken
ve bir yakınlaşma süreci varken bunun
karşılığında Türkiye Ermenistan konusunda
olumlu dönüş yapmadığında, sonra İran
konusunda olumlu bir dönüş yapmadığında
Washington’da büyük soru işaretleri
doğuyor.” Fakat aynı soru işaretleri
53
Ankara’da da doğuyor diye eklemede
bulundu.
“Amerikan
dış
politikası
büyük
başarısızlıklar kaydederken Türkiye, her
daim niçin ABD’yle birlikte olsun?”
25 Ekim 2010
Kaynak: EurasiaNet
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
54
Son sultana modern bir görünüm Sami Mubayed
emânete ihanet suçunu yüklenmeyeceğimi
söyle” demiştir.
Bir zamanlar tüm kötülüklerin kaynağı
olarak görülen Abdulhamid artık uzak
görüşlü
ve
Siyonistlerin
Filistin’deki
emellerine karşı koyduğu için tahtını
kaybetmiş bir yönetici olarak gözler önüne
seriliyor. Geçip giden zaman, bu uzmanların
kendi tarihlerine Arap ulusçuluğunun
duygusal
engellerine
takılmadan
bakabilmelerini sağladı. Osmanlı geçmişiyle
apaçık bir şekilde gurur duyan Türkiye
Başbakanı
Recep
Tayyip
Erdoğan
döneminde Araplarla ilişkilerin samimiyet
kazanması da bu revizyonist tarihe katkıda
bulunmuştur.
Tahta çıktığı 1876’dan tahttan indirildiği
1909 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu
yöneten II. Abdulhamid’in, imparatorluğun
son mutlak monarkı’nın hayat ve siyaseti
hakkında geçen yıl Arap basınında yer yer
makaleler yayınlandı.
İmparatorluğun çöküşünden onlarca yıl
sonra, bilhassa da Arap cumhuriyetleri
emekleme
dönemindeyken,
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Arap vilâyetlerinin ama
özellikle de Osmanlı Suriyesi’nin belini
büken zorlukların büyük bir bölümünden
mes’ul tutulan kişi II. Abdulhamid idi.
II. Abdulhamid, televizyon dizilerinde veya
romanlarda bir dizi yoz Arap memuru ve de
İstanbul’daki Yıldız Sarayı’nın yüksek
duvarları ardındaki şahsına doğrudan bilgi
veren dev casus şebekesini yönetmekte olan
otokrat bir müstebit olarak tasvir edildi.
Fakat Arap uzmanlar, modern tarihin o
dönemini
yeniden
ziyaret
ederken
Abdulhamid hakkında daha dengeli bir
kıymet takdiri ortaya çıkıyor.
11 Ağustos 2010’da Arap uydu kanallarında
Adulhamid’in hayat ve kariyerini anlatan bir
Arap dizisi yayınlanmaya başladı. Halife’nin
Düşüşü (Suqut al-Khilafa ) adlı dizi, Sultan
hakkında pembe bir tablo çizmekte ve 1994
yılında gösterime giren, I. Dünya Savaşı
sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
zorlukları, yokluğu, işkence ve tutuklamaları
konu edinen Bu Toprakların Çocukları
(Ukhwat al-Turab) adlı filmden apaçık
ayrılmaktadır.
Yayınlanan son makalelerde, I. Dünya Savaşı
öncesinde Sultan’ın Siyonistlere Filistin’de
toprak satışını reddedişi epey aydınlatıldı.
Abdulhamid, bu teklifi geri çevirdikten
sonra, Filistin’de toprak satın alma hakkı
karşılığında
imparatorluğun
borçlarını
ödemeyi ve bir donanma inşa etmeyi teklif
eden Yahudi banker Mizray Kursow’la
görüşmeyi de reddetmişti. Vakanın Arap ve
Türk anlatımlarına göre Abdulhamid,
yaverlerinden
birine
“o
nezâketsiz
Yahudilere, kutsal toprakları Yahudilere
satmak gibi bir tarihi kara lekeyi ve
milletimin bana tevdi ettiği sorumluluk ve
Olumlu muamele birkaç yıldır geliyorum
demekteydi zaten. Suriye lehçesinde
seslendirilmiş, yakışıklı erkeklerin ve çekici
kadınların yer aldığı popüler Türk dizileri iki
yıl önce ansızın Arap kanallarında boy
göstermeye başladı ve Arapların Türkler
hakkındaki klişelerini yıktı. Şimdi de başrolde
Suriyeli ünlü aktör Abbas Nuri’nin II.
Abdulhamid’i canlandırdığı Mısır yapımı
(yapımcıları Iraklıdır) Halife’nin Düşüşü
yayınlanmaya başladı.
Osmanlı Sultanı,
samimi, metin, çekici ve ister Osmanlı Türkü
isterse Osmanlı Arap’ı olsun, tüm tebâsının
55
üzerine titreyen adanmış bir Müslüman
ulusçu olarak tasvir ediliyor.
Bu arada, Arap ve Türk uzmanlar,
forumlarda ve özel sohbetlerde Osmanlı’nın
son 10 yılını tartışıyor, I. Dünya Savaşı
sırasında Arapları ele alırken ne Osmanlı’nın
ne de Arapların yüzde 100 doğru olmadığını
düşünüyorlar.
Osmanlı’dan kalma pek çok kanun, ticaret
kanunları, kamu yönetimi kuralları 20
yüzyıla kadar sarkmıştır. Arap kültürüne
zararlı diyerek yıllarca her hangi bir Osmanlı
etkisini silme gayretine rağmen Arap dili,
mirâsı, müziği ve mutfağı üzerinde varlığını
koruyan
Osmanlı
etkisi
görmezden
gelinemez.
Arap dünyası ve Türkiye arasındaki sıcak
ilişkiler semeresini ciddi kültürel yakınlaşma
olarak vermeye başladı gerçekten de. Arap
dünyasıyla artan ticarete ve Filistin
konusunda siyasi eşgüdüme ilave olarak,
Türkiye tam altı Arap ülkesiyle – Suriye,
Lübnan, Libya, Fas, Tunus ve Ürdün - vize
uygulamasını kaldırdı. Erdoğan, Avrupa
ülkelerinin
1985’te
Lüksemburg’da
imzaladıkları anlaşmaya benzer “bölgesel
Şengen” sisteminin işlediğini söyleyerek
bunu en iyi şekilde tanımladı.
II. Abdulhamid dönemini yaşayanlar birkaç
istisnayla bu dünyadan göçüp gittiler. Fakat
hükmedici kişiliği sayesinde pek çok şey
halen biliniyor. Sultan’ın damadı 1920’lerin
ortasında Suriye Başbakanı olarak kısa bir
süre görev aldı. Birinci dereceden yakınları
1960’lara kadar Şam’a gidip gelmeyi
sürdürdüler.
Sultan’ın maiyetinde bulunanların aile
fertleri, Âbidler, Azm’lar, Yusuflar, 1963’e
kadar Suriye siyasetine hâkimdiler. Sultanı
televizyon
ekranında
görmek,
II.
Abdulhamid’i Arap ve Müslüman tarihinin
neresine koyabileceğimiz hakkında sağlıklı
bir tarihi tartışmanın kıvılcımını çaktı.
Abdulhamid’in görüntüsü, hem hayranlarına
hem de eleştirmenlerine, hoşlansalar da
hoşlanmasalar da, Arap ülkeleri ve
Türkiye’nin
ayrılamaz
olduğunu
hatırlatmaktadır.
Bu sistem Türkiye ve Arap ülkelerini Osmanlı
İmparatorluğu’nun 1918’de çöküşünden
beri hiç olmadığı kadar tıpkı Osmanlı’da
oldukları
gibi
birbirlerine
yakınlaştırmaktadır. Erdoğan, Osmanlı’nın
son on yılı ve sonrasındaki pürüzlü tarihe
rağmen Türk hâkimiyetinin ve bir bütün
olarak Osmanlı mirâsının Arap tarihinde
yaftalandığı kadar kötü olmadığını son sekiz
yıl boyunca Araplara hatırlattı.
24 Ağustos 2010
Erdoğan, Türk ulusal çıkarlarını savunmanın
coğrafi, tarihi, siyasi ve kültürel yakınlığa
bakınca Suriye, Lübnan ve Filistin çıkarlarını
savunmaktan farksız olduğunu defalarca
söylemiştir. Şam ve Beyrut’ta bulunan en
güzel binalar her şeyden evvel Osmanlı
döneminde inşa edilmiştir ve Suriye’nin
başkentindeki
Hamidiye
çarşısı,
II.
Abdulhamid’in selefi I. Abdulhamid’in ismini
taşımaktadır.
Kaynak: Asia Times
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
56
Türkiye’nin ASEAN çıkarması Kavi Chongkittavorn
Endonezyalı ve Malezyalı eylemcilere İsrail’e
karşı durdukları ve müslümanlara yardım
ettikleri için milli kahraman gibi davranıldı.
Liderler ve politikacılar, bu eylemcileri tebrik
edip rol modeli olarak övdüler. Millet bu
konuyu konuştu. Yerel medya, Siyonist
rejime tam gaz yüklendi.
Türkiye, artan güvenini ve diplomatik
saygınlığını inkar eden Avrupa karşısında
duyduğu hayal kırıklığıyla yönünü Asya’ya
döndü. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu Güneydoğu Asya ve Asya
geneliyle yakınlaşmak ve yeni bir stratejik
bağlantı kurmak amacıyla ASEAN Dostluk ve
İşbirliği Anlaşmasını (DİA) imzalamak üzere
bu hafta Hanoi’ye uçuyor. Türkiye’nin
başlıca takıntısının batıya bakmak ve en
önemlisi de Avrupa Birliği ile bütünleşmek
olduğu geçmiş zamanlardan bambaşka bir
şey bu.
Türkiye’nin yükselişi Güneydoğu Asya’da işte
böylesi elverişli bir siyasi muhitte keşfedildi.
Hakikat, Türkiye’nin Güneydoğu Asya’ya
ilgisi yeni değildi. Bu ilgi, Ankara’nın DoğuBatı
arasındaki
stratejik
konumunu
geliştirmek istediği on yıl önce başlamıştı.
Ondan da önce, 20.yy başlarında,
Tayland’daki ayrılıkçı Patani müslümanları,
Osmanlı İmparatorluğuna bağlılık yemini
etmek istemişlerdi.
Kısa bir süre önce, Türkiye’nin İsrail ve
batıya karşı dik duruşu, dünyanın bu
tarafındaki müslümanların özellikle de
ASEAN’ın iki ana üyesi Malezya ve
Endonezya’daki müslümanların hayranlığını
kazandı. Buradaki müslümanlar, Türkiye ve
Brezilya’nın, önde gelen batılı güçleri
hüsrana uğratarak İran nükleer programında
varılan çıkmazı aşma çabalarını alkışladılar.
Bugüne gelecek olursak, Başkan Tayyip
Erdoğan hükümeti döneminde Türkiye,
Avrupa Birliğine katılma hususunda azimli.
Üyeliğe hazırlık için AB’nin şart koştuğu
kapsamlı reformlara gitti. 2005 yılında
müzakereler başladı ve şiddetini azaltmadan
devam etti fakat Türkiye’nin AB’de görmeyi
umduğu
şevk
olmasızın.
Aslında,
müzakereler iki taraf ve AB üyesi ülkeler
arasındaki bölünmeleri derinleştirdi. Fransa
ve Almanya, Türkiye’nin AB ailesinde bir
değer olacağına henüz ikna olmuş değiller.
Mavi Marmara vakasında yirmiden fazla
eylemci, Gazze’deki Filistinlilere yardım
götüren ve İsrail güvenlik güçlerinin Mayıs
ayı sonlarında hücum ettiği ve dokuz
eylemciyi öldürdüğü Türk gemisinde
bulunuyordu. Bereket versin ki vatandaşları
hayatlarını kaybetmedi.
Türkiye, kabaca aynı zaman zarfında, ASEAN
diyalog ortağı olmak ve bölgesel güvenlik
grubu olan ASEAN Bölgesel Forumu’na
katılmak için başvurmuştu. Asya ile mevcut
bölgesel örgütlere üyelik yoluyla daha
somut şekilde bağlantı kurma arzusu,
Avrupa’dan gelen küçümseyici görüşler
arasında daha âcil ve daha büyük bir hâle
geldi.
Malezya ve Endonezya bu harekete karşı
öfkelendi ve İsrail’in hareketlerini kınadı.
İsrail’i davranışından mes’ul tutumak için
BM’de ortak çalışma sözü verdiler.
Malezya’da toplumun her kesiminden güçlü
tepkiler geldi. Meclis, İsrail’i kınayan özel bir
karar çıkardı ve baskın sırasında meydana
gelen kayıpların tazmin edilmesi istendi.
Batıyla çeşitli bağları olan grup, güçlü bir
başka seküler müslüman ulusun dost ve
57
müttefiklerine karşı oynadığı satranca
sürüklenme korkusuyla, Türkiye’nin şevkine
yanıt vermemişti. Ekonomik bakımdan ise
diğer diyalog ortakları gibi Türkiye de kendi
ekonomik performansının ve teknik
uzmanlığının bölge ekonomisine fayda
sunacağına ASEAN’ı henüz ikna etmiş değil.
ülkelerle sıfır sorun politikası, ASEAN
zihniyetine ve DAİ felsefesine tamıtamına
uymaktadır.
Türkiye’nin proaktif diplomasisinin ASEAN
üyesi pek çok ülkede iyi yankıları olduğunu
kaydetmek önemlidir. Nihayetinde, ASEAN
var olduğu 43 yıl boyunca Batıyla dengeleme
oyunlarını mahirce oynamıştır ki Batı hem
destekçi hem de provakatördü.
ASEAN’ın, Türkiye’yi Dostluk ve İşbirliği
topluluğuna dâhil etmeye rıza gösterdikten
sonra geçen Temmuz ayında aniden U
dönüşü yapması, Türkiye’ye karşı böylesi
müphem bir duruşu sergilemiştir. Seküler bir
diğer ulus, Endonezya, daha önce onaylamış
olmasına rağmen Ankara’nın ortaklığa
yükselişine hararetle karşı çıkmıştı. O
zamanlar bu sav, Türkiye’nin art niyetlerine
bağlanmıştı. Daha önceleri, bazı ASEAN
üyeleri Türkiye’nin Dostluk ve İşbirliği
grubuna katılma arzusunu, AB’nin bölgedeki
nüfuzunu karşılamaya yönelik daha geniş bir
taktiğin parçası olarak görmekteydiler. İşler
bu yıl planlandığı üzere devam ederse,
DİA’nin imzalanması bu NATO ülkesine,
AB’nin Üçüncü Protokol’e katılacak yeni bir
taraf olarak DİA’ya katılımını engelleme
hakkı verecek.
ASEAN, iklim değişikliği veya Güney Çin
Denizi gibi konularda farklı görüşlere sahip
olabilir ama bu grup, İsrail-Filistin
çatışmasında ortak bir zeminde güçlü bir
şekilde birleşmiştir. ASEAN liderlerinin
geçmişte yayınladıkları ortak bildiriler,
Filistinlilerin self-determinasyon haklarına
sarsılmaz bir destek ifade etmiştir. Gelecek
hafta yapılacak olan ASEAN bakanlar
toplantısından, Gazze ablukasını kınayan bir
bildiri çıkması şaşırtıcı olmaz.
Kaçınılmaz olarak, Türkiye, DAİ imzacısı
olduktan sonra ASEAN’la kurduğu yeni
bağları hızla pekiştirmeye bakacaktır.
Bölgesel davranış kurallarını kabul etmek,
ASEAN ve ötesine akın etmenin kısa ve etkili
yoludur.
Bu belge, AB ve Afrika Birliği gibi bölgesel
örgütlerin
DİA’ya
katılımına
imkan
tanımaktadır; ve 27 ülkeden Yüksek Akit
Tarafların oybirliğine ihtiyaç duyuluyor.
1998’de tamamlanan İkinci Protokol,
Güneydoğu Asya dışındaki ülkeleri de buna
dâhil etmiştir. DAİ anlaşmasına ek Birinci
Protokol (1986) çerçevesinde DAİ imzacısı ilk
ülke, Papua Yeni Gine’ydi ; bu ülke, ASEAN
gözlemcisidir.
1 Ağustos 2010
Kaynak: The Nation (Bangkok)
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Geçen Mayıs ayında Dışişleri Bakanlığı
koltuğuna oturan Davutoğlu, İKÖ’nün
Tacikistan’da yapılan son toplantısı dâhil
düzenlenen çeşitli toplantılarda ASEAN’daki
mevkidaşlarını hayran bıraktı. Komşu
58
Türkiye anahtardır - İsrael Şamir
sevkederek itaat ettirmeyi amaçladı; Mavi
Marmara'da kan banyosu emrini vermeleri
bu yüzdendi. Artık bildiğimiz üzere, İsrailli
komanadılar direnişle karşılaşmadan evvel
ateş etmeye başlamışlardı. Beyzbol için değil
boyun eğdirmek için oradaydılar. Cinayet, bir
sürpriz veya yanlış hesabın sonucunda
işlenmedi. Türkiye'ye karşı açık bir saldırydı.
Türkiye'de bombalar patlamaya başladı,
terörist
bombalamalar
ve
saldırılar
düzenleniyor. Neredeyse her gün Türk
askerleri ve siviller öldürülüyor. Cinayetler,
zahirde Kürt teröristleri PKK tarafından
işleniyor ama aslında İsrail'in Türk
bağımsızlığına karşı yeni bir adımıdır bu.
İsrail'in yüreklendirdiği PKK, terörist
faaliyetlerini İzmir'e, Ege ve Karadeniz
sahillerine kadar genişletti.
İsrail'in Türkiye'yle çatışması, câni bir
baskının talihsiz sonucu değildir. İkisi
arasındaki cepheleşme, katliamdan iki hafta
önce 17 Mayıs 2010'da artmıştı. Türkiye,
Brezilya ile birlikte, etrafı sarılı İran'la
nükleer yakıt takas anlaşmasını imzalayarak
Tahran Bildirgesini yayınladılar. Bu bildirge,
ABD-İsrail'in İran'ı bombalamazdan evvel
İran'a ölümüne müeyyide uygulama
planlarını raydan çıkarabilecektir.
İsrail'in Kürt teröristleri yıllardır eğitiyor,
silahlandırıp teçhizatlandırıyor; İsrailliler, Irak
Kürdistanı'nı kendi toprakları haline
getirdiler;
İsrailli
işadamları
Kerkük
petrolünün İngiliz hâkimiyeti döneminde
olduğu gibi Hayfa'ya akması için beklerken
kendi işlerini çeviriyorlar. Kürtler, yıllardır
İsrail'in gizli saklı bir aletiydi; şimdi faaliyet
geçmiş olmaları, İsrail'in Türklere bir ders
vermek istediğini gösterir.
İsrail, İran'ın mahvolduğunu görmek istiyor;
Irak'ın yıkılışını istediği kadar Gazze'nin
açlıktan kırılmasını ve geri kalanların da
gözlerinin korkutmayı istedi. Nükleer takas
anlaşması, müeyyidelerin altında yatan
mantığı baltaladı. İsrail lobicilerinin ABD ve
Avrupa'daki tüm fesat planları bir anda
silindi. Hakikat, müslümanların dediği gibi:
“Onlar tuzak kurarlar ama Allah daha iyi
tuzak kurar.”
ABD'de önde gelen neocon dergisi
“frontpagemag”, Türkiye'nin Filistine verdiği
desteğe misilleme olarak Kürtlere destek
verilmesi için açıkça çağrıda blundu. Bir
başka Yahudi düşünce kuruluşu, Türkiye'ye
zarar vermek amacıyla yüzyıllık Ermeni
trajedisini kınamak için ABD Kongresini
seferber etmekten bahsetti. Yahudi lobisi,
yıllarca Türkiye'nin tarafını tuttuktan
sonrataraf
değiştirmeye
ve
Ermeni
iddialarını desteklemeye karar verdi. Bu
yüzden de Türkiye her yönden saldırı altında.
Popüler İsrail sloganında denildiği gibi
“kuvvet işe yaramıyorsa, daha fazla kuvvet
kullanılması” beklenebilir.
İsrail,
Türkiye-Brezilya-İran
anlaşması
haberlerini büyük bir darbe olarak kabul etti.
İsrail'de yayınlanan gazeteler “kurnaz Türkler
ve İranlılar bizi mağlup etti” diye manşetler
attılar. O kadar da çabuk değil. ABD Dışişleri
Bakanlığı “bu ayaktakımının neyde mutâbık
kaldıklarını umursayan da kim? Birisini
bombalamaya
karar
vermişsek,
bombaayacağız.
Gerçeklerin
kafamızı
karıştırmasına
müsaade
etmeyeceğiz”
diyerek hasarı asgariye indirdi. New York
Times'dan Thomas Friedman “Holokost
inkarcısı bir hayduta” hayat hakkı
31 Mayıs 2010 tarihindeki Filo katliamının
açıklamasıdır bu. Mavi Marmara saldırısı,
gitgide bağımsızlaşan Türklere kısa ve keskin
bir şok olması amacıyla düzenlenmişti.
İsrailliler, Türkleri korku ve dehşete
59
tanınmasından” duyduğu hayal kırıklığını
ifade ediyordu.
Yahut da bir yıl önce Ocak 2009 tarihinde,
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
Davos'ta
yapılan
Dünya
Ekonomi
Forumu'ndan kalkıp gittiğinde başladı.
Erdoğan, Gazze'deki kitlesel katliamı haklı
gören Şimon Peres'e cevap verirken batılı
moderatörün sözünü kesme teşebbüsü
üzerine canı sıkılmıştı.
Takas anlaşmasını pişkinlikle göz ardı eden
BM Güvenlik Konseyi 9 Haziran'da
müeyyideleri onayladı. Müeyyide kararını
desteklemeleri için Moskova ve Pekin'e
rüşvet verildi ya da şantaj yapıldı. Pekin,
Kuzey Kore üzerinde bir karşılaşmadan
sakınmak için top oynamayı tercih etti.
Batırılan Güney Kore gemisi hikâyesi, Kuzey
Kore'ye saldırı bahanesi yarattı ve böylesi bir
saldırı,
Çin'e
zarar
vermekle
neticelebilecekti. Çinliler, batılıların Sincan
ve Tibet'e karışmalarından dolayı da
savunmasız.
Veyahut da 2007 Eylül'ünde, İsrail uçakları
Türkiye üzerinden uçup “müsaadenizle” bile
demeksizin
Suriye'yi
bombaladığında
başladı.
Hatta daha önce bile olabilir; Türkiye, asırlık
köhne (...) ideolojisini bertaraf ederek
bağımsızlığını ileri sürdüğünde başlamıştı.
Mustafa Kemal Atatürk'ün laik ulusçuluğu,
Osmanlı için bir tuzak olmuştu. Kaba
Kemalist Türkiye, zorunlu olarak NATO üyesi
oldu, Arapların,
İranlıların
düşmanı,
Amerika'nın uysal uydusu, İsrail'in sâdık
müttefiki ve Kürtlerin ezeni.
Ruslar ise kıymetli hediyeler aldılar:
Ukrayna, Rusya'nın kollarına geri döndü;
Gürcistan marjinalleştirildi; yeni nükleer
anlaşma, Rusların bekleyeceği başka
herşeyden çok daha iyiydi. Aynı zamanda,
Moskova, Ruslara düşmanlarının bela
tohumları ekme kabiliyetlerini hatırlatan bir
terörist saldırının acısını çekmişti.Ancak
Türkiye, müeyyidelere karşı oy kullandı,
Ortadoğu için güvenilir bir eksen olarak yeni
bölgesel rolünü ispatladı.
Türkiye'yi reformdan geçmesi için elinden
geleni yapan Avrupalılara artık teşekkür
etme vakti geldi. Türkiye'yle nihayeti
olmayan müzakereler yürüten Avrupa,
ordunun iktidar üzerindeki demir bileğini
serbest bırakmasını talep etti. Avrupa'nın bu
nazik teşviki olmasaydı, Türkiye halen
siyonist bir general veya siyonist generalin
atadığı bir kişi tarafından yönetiliyor olurdu.
Türkiye ve İsrail arasındaki çatışma, İran'la
yapılan
nükleer
takas
anlaşmasıyla
başlamadı: Ocak 2010'da, İsrail dışişleri
bakan yardımcısı Dani Ayalon, Türk
büyükelçisini davet etti ve kameralar önünde
aşağıladı. Şark usûlüne göre, Büyükelçi
Çelikkol'a
Ayalon'un koltuğundan daha
alçakta duran bir koltuk gösterildi. Ayalon,
büyükelçiyle tokalaşmadı ve kameralar
çekim yaparken yanında hazır bulunan
gazetecilere ibrânice konuşarak şöyle dedi:
“Daha alçakta duran bir koltuğa oturduğunu
ve masada yalnızca İsrail bayrağının
olduğunu göstermek istiyoruz.”
Geçen Noel'de Türkiye'yi ziyaret etmiş ve
Gazze için yola çıkmaya hazırlanan
eylemcilerle görüşmüştüm. Türkiye iyi iş
çıkarıyor: Ekonomik kriz yok, ekonomik
büyüme istikrarlı bir şekilde devam ediyor,
Kürtlerle barış yapıyor, Ermenilerle barış
yapmak için cesur atılımlar gerçekleştiriyor
ve din ile özgürlük arasında mükemmel bir
denge var. Dileyen hârika bir şekilde restore
edilmiş Osmanlı câmisinde ibadetini
60
yapabilir; dileyen bir kafeye giderek nefis
Türk şarabını içebilir. Kızlar ne başörtülerini
çıkarmaya zorlanıyorlar ne de kollarını
örtmeye.
(Doğu'da)
Uluslararası
Mahkeme'nin
kurulması,
bölgenin
kolonizasyondan
kurtuluşu ve istikbalde Ortadoğu Birliği
olarak birleşmesi yöninde atılmış ciddi ve
gerçekçi bir adımdır.
ABD Savunma Bakanı Robert Gates,
“Türkiye'yi kaybettik” dedi ve Türkiye'yi
kabul etmeyi reddeden Avrupa Birliğini
suçladı. Fakat bu ret için Avrupalılara
teşekkür etmeliyiz. Türkiye'nin AB'de
olmasını istemiyoruz; Türkiye'ye kendimiz
için, bölge için ihtiyaç duyuyoruz.
Kaynak:ZNet
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Avrupa Birliği'nin bölgesel emsali bir
Ortadoğu Birliği kurmak gibi büyük bir plan
var. Bu yeni oluşumun başında olmak,
Türkiye için doğru yerdir. Avrupa Birliği'nin
bir yere kadar Şarlman İmparatorluğu'nun
restorasyonu olması gibi, bir bakıma,
Osmanlı İmparatorluğunun restorasyonu
olacaktır bu. Fark şu ki Avrupa asırlarca
parçalı bir haldeyken, bizim bölgemiz 1917'e
kadar birleşikti. Tam siyasi birlik ötelerde
olsa bile, bu amaç doğrultusunda iyi bir
başlangıçtır.
Türkiye ve Arap komşuları arasında serbest
ticaret anlaşmaları hâlihazırda var; mânevi
boyut hazır zira İstanbul, Hilâfetin son
pâyitahtıydı. Türkiye, şimdi de Siyonist
aşırılıklar
dâhil
bölgesel
sorunlarla
ilgilenecek
bölgesel
bir
Uluslararası
Mahkeme kurabilir. Avrupa halen Siyonist
kontrolün kıskacında ve Uluslararası Adalet
Divânı ve Hague'daki Uluslararası Ceza
Mahkemesi Siyonist suçluları yargılamak için
uygun yerler değildir. Dahası, bulundukları
coğrafi mekan, geçmişin Avrupa merkezci
dünyasını anımsatmaktadır. Bölgesel bir
mahkeme,işgal altındaki Irak'ta ve diğer
Ortadoğu ülkelerindeki savaş suçlularının
hesabını inandırıcı bir şekilde görebilir.
Richard Falk ve hâkim Goldstone gibi büyük
hukukçular hâkim kürsüsüne davet edilebilir.
61
müslüman ülke oldu. Yakın bir askeri ittifak,
bu ilişkinin bir parçasıydı. İsrail hava
kuvvetleri, eğitim amaçlı olarak Türk hava
sahasını kullanabiliyordu. İran nükleer
tesislerine düzenlenecek bir İsrail saldırısı
için de değerli bir hava sahasıydı.
Türkiye'yle konuşmak - Arnaud de
Borchgrave
Jeopolitik tektonik plakalar beş yıl önce
Türkiye,
AB
üyeliği
müzakerelerine
başladığında
göz
korkutucu
şekilde
gıcırdamaya başlamıştı. Fakat Ankara'nın,
AB'nin rol yaptığı hükmüne varması çok
uzun
sürmedi.
AB'nin
20
milyon
müslümanına (Pakistan asıllı İngilizler, Kuzey
Afrika asıllı Fransızlar, Türk asıllı Almanlar) 70
milyon Türk müslümanı (10 yıl sürmesi
beklenen müzakere süreci zarfında nüfusu
80 milyona çıkacak) eklemek için pek iştah
yoktu. Avrupa'da kiliseye devamlılık sürekli
azalırken, binlerce câmi dolup taşıyor.
Türkiye'nin harekete geçme vaktiydi.
Ancak herşey bir gecede değişti. Türkiye ve
İsrail, yakın dost olmaktan çıkıp düşmanlığın
eşiğine yol alan muhasımlar oluverdiler.
İsrail'in 2009 Ocak ayında 1.400 Filistinlinin
ve 13 İsrailli'nin hayatını kaybettiği Gazze
işgali, ateşleyici fünyeydi. Türk-İsrail
ilişkilerinin kopuşu, İsrail komandolarının
Gazze'ye doğru seyreden yardım yüklü Türk
gemilerinden oluşan bir filoya borda
etmeleriyle gerçekleşti. İsrail, gemideki
sivilleri, el Kaide'yle eşit, İslami grup İnsâni
Yardım Vakfının (IHH) eylemcileri olarak
damgaladı. Fakat IHH, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın iktidardaki partisinin bir
destekçisi de.
Türkiye, özelde ABD'yle genelde NATO'yla
ittifakının çantada keklik görülemeyeceğini
2003 yılında ispatlamıştı. Dördüncü Piyade
Tümeni, Saddam Hüseyin rejimine karşı
kıskaç harekâtının parçası olmak üzere
Türkiye'de karaya ayak basıp Irak'a geçmeye
hazırken Ankara hayır dedi ve kıskaç harekâtı
çöktü. Masraflar arttı, yeniden planlama
yapıldı ve Dördüncü Piyade Tümeni Arap
Yarımadası çevresinden dolanarak Kuveyt'e
doğru yol aldı. O zamanın Savunma Bakanı
yardımcısı Paul Wolfowitz, Türk liderlerle
birlikte olduğu bir hazırlık konferansında
işaretleri yanlış okudu.
Sayın Erdoğan'ın İran Cumhurbaşkanı
Mahmud Ahmedinejad'ı İstanbul'da “aziz bir
dostu” gibi sıcak karşılaması ve 9 Haziran'da
BM Güvenlik Konseyin'de oylamaya sunulan
müeyyidelere muhalefeti, konvansiyonel
diplomasiden kopuşun, Türkiye'nin yeni
BlackBerry / ileri diplomasisi'nin nişânıdır –
ki dış politika yetkililerin ve diplomatların
yanı başlarında gerçek zamanlı olarak büyük
değişimler olurken.
Türk liderleri, dünyadaki pek çokları gibi,
Başkan George W. Bush'un Irak'ı işgal
kararının ardında yatan saikleri anlamak için
zor anlar yaşamışlardı. Diplomasinin bir âlem
dilinden mahrum olan Saddam, Mollalar
İran'ına karşı batının en iyi savunma hattıydı.
Her iki tarafın bir milyon kayıp verdiği, açık
bir kazananın olmadığı sekiz yıl süren (19801988) bir savaş yapmışlardı.
Türkiye,
1949'da
İsrail'i
tanıyan
Sayın Erdoğan, Hamas'ı terör örgütü olarak
nitelendirmeyi kabul etmiyor ve Türkiye'nin
NATO'daki rolünü artık öncelikli bulmuyor.
Ordunun 1960'dan beri sivil hükümetin
devrildiği beşinci bir darbe düzenleme
ihtimalini ortadan kaldırmak için Kasım
ayında 52 subayın tutulanması emrini verdi.
Balyoz Operasyonu, câmilerin ve müzelerin
havaya uçurulmasını içerdiği iddia edilen
plan, ordunun İslami yönelimli hükümeti
ilk
62
devirecek olmasının işaretiydi.
Vietnam'ı askeri yardımdan mahrum
bırakarak aslında Kuzey Vietnam'ın öldürücü
darbesini davet etmişti) kıyaslanabilecek bir
bozguna doğru seyrettiğini görüyorlar.
Türkiye her ne kadar Afgan askerlerini
eğitmek gibi geri hizmetlerde yer alıyorsa da
halen 1.750 askeri Afganistan'da bulunuyor.
Hükümetin yalanlamalarına karşın, savcılar
içlerinde
askerlerin,
akademisyenlerin,
politikacıların ve gazetecilerin bulunduğu
400 kişiyi hapsettiler. Hiç kimsenin Sayın
Erdoğan'ı kayıt amacıyla eleştirmeye niçin
istekli olmadığını açıklar bu.
Afganistan savaşı hakkında speakülasyon
yapan müstehzi eski bir Türk dışişleri bakanı
“gidişâta
bakılırsa,
Kongreniz,
ABD
istihbaratının doğruladığı 3 trilyon dolar
değerindeki mineralleri işletmek üzere Çin'in
yeni Taliban rejimiyle anlaşma yapması için
Afganistan'ı güvenli bir yer yapmış olacak”
diye bir sır verdi.
I. Dünya Savaşı'nda bir ordu subayı olan,
1924'te Osmanlı İmparatorluğunun hilafetini
ilga eden, Arap alfabesinin yerine Roma
alfabesini yerleştiren, kadınlara oy hakkı ve
batılı kıyafetleri giyme izni veren, modern
Türkiye'yi kurmuş Atatürk'ten bu yana, ordu,
İslamcıların çizgiyi aşmasına karşı kendisini
laik devletin koruyucusu olarak görmüştü.
Küresel güç dengesinin doğuya doğru eğilim
gösterdiğini düşünen Türk yetkililer, ufukta,
Orta Asya'nın büyük kesimine yayılan büyük
bir Türki ulus olduğunu da düşünecektir.
Onlar nazarında, Afganistan'dan ağır bir
NATO çekilişini görmekten daha heyecan
verici bir manzaradır bu; veya Türkiye'nin
acılı düşmanı Yunanistan'ın, Avrupa'nın
hasta adamının, acıyla inşa edilmiş Avrupa
Evi'ni
neredeyse
göçerttiği
Avrupa
Birliği'nden
İşin esâsı, politikacıların, akademisyenlerin
ve gazetecilerin bu hafta İstanbul'da kayda
alınmamak şartıyla açıkladıkları üzere, Sayın
Erdoğan ve ahbaplarının bu yüzyılın geçen
yüzyıl
gibi
bir
Amerikan
yüzyılı
olmayacağına, jeopolitik güç dengesinin
doğuya kaydığına ve Sünni-Şii İslam arasında
köprü kuracak şekilde dizayn edilecek
Ortadoğu'da liderlik konumuna çıkmanın
Türkiye'nin rolü olduğuna kendilerini
inandırmış olmaları yatıyor.
25 Haziran 2010
Sayın Erdoğan, İran'ı gizli nükleer silah
programını askıya almaya, bir bomba veya
nükleer başlığı üretmekten uzak durmaya
ikna edebileceğine de inanıyor. Aslında İran,
altı ay zarfında nükleer silah üretebilecek
araçlara sahip ülkeleri yani Japonya ve
Brezilya örneğini takip edecektir.
Kaynak: Washington Times
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Sayın Erdoğan, tıpkı diğer pek çok lider gibi,
Başkan Obama'ya karşı yüksek umutlar
besliyordu. Fakat şimdi Obama'nın işlev
bozukluğu yaşayan yönetim sistemine baş
eğdiremediğini, Kasım ayında Kongre'nin iki
kanadından birinde veya ikisinde birden
kaybedebileceğini ve Afganistan'ın takriben
1975'lerin Vietnam'ıyla (Kongre, Güney
63
Türkiye, ABD ve imparatorluğun
alacakaranlığı - Conn Hallinan
Ankara'nın bakış açısından, Türkiye, Irak'taki
kargaşının, İsrail hükümetinin saldırgan
politikalarının ve İran nükleer programı
üzerinde artan gerilimlerin hesabını
ödemektedir. USAK başkanı Sedat Laçiner'in
New York Times'a söylediği gibi, “batılı
ülkeler bir şeyler yapıyor, bedelini Türkiye
ödüyor.”
Amerikan kuvvetleri, Saddam Hüseyin'i hızla
devirdikten sonra kendilerini Irak'ta
güçlenen bir ayaklanmanın ortasında
bulduklarında akla ilk gelen benzerlik ilişkisi
Vietnam oldu: Bir işgal ordusu, evinden çok
uzakta, karanlık bir düşman tarafından
kuşatılmış.
Fakat
İndependet
ve
Counterpunch Ortadoğu muhabiri Patrick
Cockburn, artan kargaşanın Güneydoğu
Asya'daki o savaştan ziyâde Boer Savaşına
benzediğini söylemişti.
Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Soğuk
Savaş bitti ama “yeni bir küresel” düzen
ortaya çıkmadı diyor. O “mekanizmalar”
ortaya çıkana dek, “küresel siyasi, iktisâdi ve
kültürel kargaşayı karşılamak ve çözümler
bulmak, büyük ölçüde ulus devletlere
düşmektedir.”
Çoğu Amerikalının hakkında hiçbir şey
bilmediği, 18'nci yüzyıldan 19'ncu yüzyıla
geçilen
dönemeçte
Hollandalı
yerleşimcilerle
İngiliz
İmparatorluğu
arasında Güney Afrika'da geçen bir savaştır
bu. Fakat bu benzerlik, Türkiye gibi bir
ülkenin artan nüfuzu ve Washington'ın
bölgesel ve küresel siyasete artık niçin hâkim
olamayacağı hakkında da çok şey anlatır.
Türkiye-ABD ilişkilerinde İran ve
çevresinde gelişen gerilimi ele alın.
Davutoğlu'nun “yeni bir küresel” düzen
gözlemi, ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve
Çin'den oluşan beş büyük gücün hâkim
olduğu BM Güvenlik Konseyi'nin üstü örtük
eleştirisidir. Türkiye, Brezilya ve Hindistan
gibi ülkeler, mevcut kurulumdan gitgide
daha fazla mutsuz oluyorlar ve masada yer
istiyor yahut Konsey'in gücünün azaltılmasını
talep ediyorlar. Son İran'a müeyyide kararı,
Konsey'de 12 evet, 2 hayır bir de çekimser
oyla geçti. Halbuki Genel Kurul'da
geçirilemezdi.
İsrail
Türkiye-Brezilya'nın İran'la ortak barış planı
ve Gazze Filosuna yapılan son saldırı
dolayısıyla Ankara ve Tel Aviv'in bozuşması
hakkında Amerika'da yapılan en yaygın
yorum, Türkiye'nin “doğuya bakıyor” oluşu.
Yükselen İslamcılıktan ABD Savunma Bakanı
Robert Gates'in Batı'nın Ankara'nın AB'ye
katılımını
engelleyerek
Türkiye'yi
yabancılaştırdığı açıklamasına kadar çok
çeşitli gerekçeler sunuluyor. Türkiye'nin
yükselişi, bu ülkedeki iç gelişmeleri
yansıtırken, artan nüfuzu, Amerikan
gücünün çöküşünü yansıtmaktadır ki
Washington'ın Ortadoğu ve Orta Asya'da
izlediği yıkıcı politikaların bir sonucudur.
Türkiye, iç siyasetinde, evi düzene sokmaya
bakıyor. Dört darbe gerçekleştiren muktedir
orduyu
kışlasına
gönderdi;
gücü,
İstanbul'daki seçkinlerden Türkiye'nin orta
ve doğu kesimine kaydırdı; iç baskıyı
gevşetti; ve hatta Kürt azınlığıyla anlaşmaya
bakıyor. Meclis'in önündeki tasarı, Kürt
azınlığın
Kürtçe
televizyon
kanalları
kurmasına izin verecek ve ayrımcılıkla
mücadele komisyonu kuracak.
Türkiye
dışarıda
ise
Davuroğlu'nun
“komşularla sıfır sorun” politikasını izliyor.
64
Böylelikle, Suriye'yle karşılıklı olarak baltalar
toprağa gömüldü ve Türkiye, Irak Kürtlerine
erişti. Kuzey Irak'ta faaliyet gösteren 1.200
şirketin yarısı Türk şirketi ve sınır ticaretinin
bu yıl 20 milyar doları bulması bekleniyor.
Kürtler de Ankara'nin istediği bir şey var: 45
milyar varil petrol rezervi ve bol miktarda
doğalgaz.
doğalgaz ve petrolünün yüzde 20'sini
İran'dan alıyor ve Tahran, daha değerli bir
ticari ortak halinen geldi. Esasen, Türkiye,
İran ve Suriye, Irak'ı da ihtiva edecek bir
ticari grup oluşturmayı düşünüyorlar.
Ankara ve İsrail'in bozuşması, İslam'ın
büyümesine atfediliyor ama Başbakan Tayyip
Erdoğan'ın Adâlet ve Kalkınma Partisi'nin
İslamcı bir damarı varsa da Türkiye'nin
İsrail'e kızgınlığı dini değil siyasidir. Şu anki
İsrail hükümetinin Filistinlilerle çatışmayı
çözüme kavuşturmada çıkarı bulunmuyor ve
Netanyahu hükümetinin önde gelen üyeleri,
İran, Suriye ve Lübnan'ı savaşla tehdit ettiler.
Bu ülkelerden her hangi biriyle yapılacak bir
savaş bölgesel çatışmaya dönüşebilir ve
İsrailliler,
konvansiyonel
silahlarla
muhaliflerinin üstesinden gelemeyeceklerini
anladıklarında nükleer bir savaşa bile
dönüşebilir bu.
Türkiye, İran'la ilişkilerini genişletti; enerji ve
ticaret konularında Rusya'yla yakın işbirliği
yapıyor. Ermenistan'la ilişkilerde buzların
çözülmesi için bile çalıştı. Şam ve Tel Aviv
arasında, Irak'taki sünniler ve şiiler arasında,
Balkanlar'da Boşnaklar ve Sırplar arasında
aracılık yürüttü ve Kafkasya'daki gerilimi
azaltmak için çabaladı. Afirka'da 15, Latin
Amerika'da 2 büyükelçilik açtı.
Ahmet Davutoğlu, Türk dış politikasının “çok
büyutlu” olduğunu söylüyor yani “Rusya'yla
iyi ilişkiler, AB ile ilişkilerin alternatifi
değldir” ki Soğuk Savaş'ın vasfı olan sıfır
toplamlı oyun diplomasisinin açıkça
reddedilmesidir.
Ankara'nın savaştan kaybedeceği çok şey
varken
bölgesel
ticari
anlaşmaları
beslemekten ve siyasi istikrarı inşa etmekten
kazanacağı çok şey var. Türkiye, dünyanın
16'ncı, Avrupa'nın ise yedinci büyük
ekonomisidir. Türkiye, uluslararası gerilimin
azalmasında çıkarı olan diğer uluslarla da
yakından çalışmaya başladı. Ankara'nın
Brezilya ile ortaklığı kaza değildir. Türkiye
gibi Brezilya'nın da ekonomisi kıpır kıpır;
Brezilya, Mercosur'la birlikte dünyadaki
üçüncü en büyük ticari örgütü oluşturan kilit
aktördür. Güney Amerika'nın dünyanın en
barışçıl bölgelerinden biri olması için
azımsanmayacak bir rol oynamaktadır. ABD
ise Honduras hükümetine verdiği destekten
dolayı, Kolombiya'daki askeri üslerini
genişletmesi
ve
rağbet
görmeyen
uyuşturucuyla
mücadelesi
dolayısıyla
kızgınlığa yol açıyor. Eğer dünyanın büyük bir
kesimi, Türkiye ve Brezilya gibi bölgesel
güçlerin istikrar merkezi olduğu hükmüne
Türkiye'nin artan nüfuzu, kısmen de
Ortadoğu'daki siyasi boşluğun yansımasıdır.
ABD'nin Mısır, Ürdün, S. Arabistan gibi
geleneksel müttefikleri gitgide tecrit içine
düşüyorlar, ekonomik sıkıntılarla boğuşuyor,
iç muhalefete karşı paranoyak davranıyor ve
İran'a karşı öfkeleniyorlar.
Türkiye'nin artan nüfuzu, ABD tarafından
hoşça karşılanmadı özellikle de nükleer takas
anlaşması. Ancak Türklerin bakış açısından,
nükleer uzlaşma, istikrarsız bir muhitteki
gerilimi azaltma çabasıydı. Türkiye, İran'ın
nükleer silahlara sahip olması noktasında
ABD'den daha hevesli değil fakat Laçiner'in
de dediği gibi “bir diğer Irak istemiyor.”
Burada bir özçıkar da var elbet. Türkiye,
65
varırsa, ABD gittikçe ağır elli ve etkisiz
olurken, hiç kimse onları suçlayamaz.
İngiltere en nihayet Boer Savaş'ında (18891902) zafer elde etti ama dünyanın en büyük
ordusu için kolay bir iş gibi görülen şey
İngiltere'nin en uzun ve en pahalı sömürge
savaşına döndü. İngiltere, ancak ve ancak
Boer kadınlarını ve çocuklarını temerküz
kamplarına toplayarak işin sonunda kazandı;
bu kamplarda 28.000 kişi açlık ve
hastalıklardan dolayı hayatları kaybettiler.
Tüm dünyada sömürge halkları bir şeyi fark
etmişlerdi: Ayaktakımından bir gerilla
kuvveti, Britanya'nın byük ordusunu açmaza
itmişti. Boer Savaşı, İngiliz İmparatorluğunun
temel bir zayıflığını ispatlamıştı tıpkı Irak ve
Afganistan'ın, güçlü ülkelerin bir bölgeye ya
da küreye hâkim olmak için kuvvet kullandığı
dönemin sona erdiğini ispatlamış olması
gibi.
Bilgi Üniversitesi'nden Siyaset Bilimcisi Soli
Özel'in Financial Times'a dediği gibi “dünya,
son iki veya üç yüzyıldır onu yöneten
güçlerin diktalarını kabul etmeyecek.”
24 Haziran 2010
Kaynak: Counterpunch
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
66
Atatürk ve Türk dış politikası Daniel Larison
rehber kılınmamıştır ve Çin’i ziyaret fırsatıyla
Urumçi’ye yaptığı ziyaret bir yana, Tayip
Erdoğan
Pan
Türkçülüğe
hiç
ilgi
göstermemiştir. Bilakis Atatürk, Türkiye’nin
tüm komşularıyla barış içinde olması ve tam
bir tarafsızlık sergilemesi gerektiğine
inanmıştır.
Walter Russel Mead, American Interest’te
şöyle yazmış: “Atatürk’ün batı yönelimi,
Türkiye’nin zengin ve teknolojik bakımdan
ileri batıdaki yerini bir yere kadar
sağlamlaştırmaktaydı; Türkiye’yi doğudaki
bölücü çatışmalara da sımsıkı kapatıyordu.
Batıya karşı duyulan hayal kırıklığı, anlaşılır
bir şekilde bazı Türklerin doğuya doğru
bakmasına yol açıyor; ortaya çıkacak
sonuçların ise Atatürk’ün Türk ulusal
stratejisini çürütmesi değil de haklı çıkarması
daha muhtemeldir.”
Açıktır ki Türkiye NATO’ya katıldığı anda
tarafsızlıktan vazgeçmişti ama asıl önemlisi,
bu adımın, Atatürk’ün mirâsından Erdoğan
ve AK Parti’nin yapmayı teklif ettiği her
şeyden çok daha önemli bir kopuş olduğunu
anlamaktır.
Sonraki
Kemalistlerin
yaptıklarıyla Atatürk’ün onlardan yapmasını
istediği şeyleri kolayca birleştirmekten
sakınmalıyız. AK Parti’nin “komşularla sıfır
sorun” politikası, Sovyet karşıtı ve sonra da
Hüseyin
karşıtı
Kemalist
haleflerin
politikalarına nazaran, Atatürk’ün ve
başlarda İnönü’nün de izlediği dış politikayla
aynı çizgide olmaya daha yakındır. Şimdi
mademki Sovyet tehdidi ortadan kalkmıştır,
Türkiye’nin orijinal dış politika duruşundan
vazgeçmesinin pek bir anlamı da yoktur.
Bu açıklama, Mead’ın şu anki Türk
hükümetinin
“Atatürk’ün
görüşünden”
uzaklaştığını abartmasına yardım eden
önemli birkaç eksikle mâlûldür. Atatürk
ülkenin başındayken, Türkiye, Irak’ın
kurulmasından sonra yıllarca çözümsüz
kalmış Musul Vilâyeti’nin kontrolü gibi
“doğudaki” ihtilaflara müdahildi. Türkiye
daha
sonra,
kısa
ömürlü
Hatay
Cumhuriyetini ilhak etti. Çok yakın tarihte
ise PKK ile mücadelesi, Türkiye’yi Öcalan’a
barınak sağlayan Suriye’yle 1998’de savaşın
eşiğine getirmişti. Karabağ, Ermenistan’ın
desteğiyle Azerbaycan’dan koptuktan sonra,
Türkiye Azerilerle aynı safta buluştu ve
bugün de kapalı duran Ermenistan sınırını
kapattı. Zaruri olarak, Türk siyasetinde bir
“doğu” boyutu her daim olagelmiştir.
Neticede, eski Sovyet tehdidi ortadan
kalkmışken Türkiye, cephe ülke gibi işlev
görmeye niçin devam etmek zorunda olsun?
Türkiye, hem de Türklerin pek çoğu
komşularını tehdit edici bulmazken,
komşularına
karşı
Amerikan
askeri
operasyonları için harekât merkezi olmayı
niçin sürdürsün? Son birkaç yıldır bahse
değer olan bir şey varsa o da Türkiye’nin
Washington’ın tehdit olarak gördüğü
yönetimler dâhil komşularıyla ilişkilerini
iyileştirmeye
gayret
etmesi
değil
Washington’ın, Türkiye’nin batı güvenliğine
mensûbiyetini, Türkiye’nin ulusal çıkarları ve
orjinal Türk dış politika geleneğine ters
düşürmekte ısrar edip dururken Türkiye’nin
batı güvenlik yapılarına bağlı kalmayı hâlâ
sürdürmesidir. Eğer Türkiye katı tarafsızlık
politikasına tekrar dönse, Atatürk’ün
Atatürk’ün doğuda en çok sakınmak istediği
şey, Türkiye’yi kendi kendine zarar verecek
türde bir mâceraya itebilecek, Yunan Megalo
İdea’sından
kaynaklanan
bir
PanTürkçülüğün ayartıcılığıydı. Atatürk kesinlikle
bir Türk ulusçusuydu fakat Anadolu’ya kök
salmış ve orayla sınırlı bir Türk ulusu
tasavvur etmiştir. Enver Paşa’yı sürgünde
Orta Asya’daki Türkî halkları toparlamak gibi
nâfile bir misyona soyunduran Pan-Türkçü
yanılgılar, Türk dış politikasına hiçbir zaman
67
mirâsına daha uygun hareket etmiş olacaktır.
Amerika, Türkiye’nin ittifakından istifade
etmeyi sürdürürken, Amerikalılar da
Türkiye’nin şu anki hükümetinin, Atatürk’ün
ülkesi için istediği şeyle doğrudan çatışma
içinde olmasına rağmen II. Dünya Savaşı
sonrasında Türk dış politikasında yaşanan
eksen değişimini koruma istekliliğinden
hoşnut olmalıdırlar. Kaldı ki kurucuların
siyasi tarafsızlık görüşünü benimsemiş olsak,
hem Amerikalılar hem de Türkler bunun
faydasını görecektir.
23 Haziran 2010
Kaynak: American Conservative
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
68
Türkiye’nin dünya
diplomasisi’ndeki yeni yeri Couloumbis, Ahlstrom, Weaver
Türkiye’yi teokratik bir otokrasiye çevirecek
gizli bir gündem izliyor diyorlar.
Savlarını desteklemek için, Türkiye’nin
Amerika’ya 2003 yılında Saddam Hüseyin’i
devirmeyi kolaylaştıracak stratejik bir
mekanı
kullanma
izni
vermeyişini,
Erdoğan’ın - Brezilya Devlet Başkanı Lula da
Silva ile birlikte – İran Cumhurbaşkanı
Mahmud Ahmedinejad’la İran nükleer
meselesini
yönetmeye
çalışmalarını,
Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a
karşı müeyyidelerin ağırlaştırılmasına hayır
oyu vermesini, Hamas ve Hizbullah gibi
radikal örgütlerle Türk hükümeti arasındaki
temasları ve muhalefet partilerinin laik
devlete zarar verecek dedikleri anayasa
değişikliğini referanduma sunma planlarını
anıyorlar. Hatta bazıları, ablukasını test
etmek için Türk bayraklı bir gemiyi Gazze’ye
gönderen Türkiye’nin bile bile İsrail’i
kışkırttığını bile savunuyorlar; bu olay, trajik
ölümler ve Türk-İsrail ilişkilerinin kopma
noktasına dayanmasıyla neticelenmişti.
Realistler ise alarmist korkulara sert çıkarak
– Ortadoğu’da başka yerlerde de
gördüğümüz üzere – kendini gerçekleştiren
kehanete döneceğini söylüyorlar.
Batı
dünyasına kurumsal olarak demirlenmiş
Türkiye çok boyutlu dış politikasının tâli
amaçlarını izlerken bu esnada AB üyeliği
vizyonuna ulaşması için ona yardım edilmesi
gerektiğini savunuyorlar. Realistler, AB’nin
mevcut ekonomik sancılarına ve genişleme
yorgunluğu
denilen
şeye
bakarak,
Türkiye’nin kısa bir zaman zarfında AB üyesi
olmasının hayal olduğunun da tam olarak
farkındalar.
Fakat realistler, Amerikalı politikacıları
Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeye ve
batı
yönelimini
canlı
tutmaya
yüreklendiriyorlar.
Erdoğan’ın
bazı
hareketlerinin 2011’de yapılması planlanan
seçimlerin bir parçası olduğuna da
inanıyorlar.
AK Parti’nin mahalli
72 milyonluk nispeten fakir ve çoğunluğu
müslüman nüfusu, Avrupa’nın ortak
değerlerini yansıtmıyor diyerek Fransa
Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Şansölye
Merkel’in yaptıkları muhalefet yüzünden
Türkiye’nin AB üyeliği umutları solarken,
Türkiye, hem bölgesel hem de küresel
meselelerde gitgide bağımsız bir hat
üzerinde ilerliyor. Bölgesel tarihe ilgi duyan
hiç kimseyi şaşırtmamalı bu ama yine de bir
soru geliyor akla: “Qua Vadis Türkiye?”
*Türkiye, nereye gidiyorsun?]
Ortaya hızla iki ekol çıktı: Alarmistler / panik
yaratanlar ve realistler. Temel şeylerde her
iki ekol de mutabık.
Osmanlı tarihi ve İslam geleneklerine
rağmen, Kemal Atatürk ve halefleri, devlet
otoritesi ve müslüman inancını birbirinden
ayıran modern, laik Türk Cumhuriyetini
kurdular. Batı ittifak sistemine Soğuk
Savaş’ta çapa atarak fayda sağlayan Türkiye,
ekonomik bakımdan canlı ve dünyanın en
büyük ilk 15 ekonomisi arasında; ayrıca G-20
üyesi. Üç kıtanın birleştiği noktada
bulunmasına, askeri gücüne, enerji zengini
Ortadoğu ve Orta Asya’ya yakınlığına
bakınca, Türkiye, dünyanın siyaseten en
istikrarsız bölgesi olduğu söylenebilecek bir
bölgede rakip büyük güçlerin hesapları için
can alıcı önemdedir. Analistler bu noktadan
sonra,
birbirlerinden
ciddi
şekilde
uzaklaşmaktadırlar.
Alarmistler/panik yaratanlar, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’nin
Türkiye’yi II. Dünya Savaşı sonrası batı
yöneliminden geri çevirdiğine dair tehlikeli
işaretlere dikkat çekiyorlar; Türkiye’deki laik
müesses nizâmı (ordu, yargı, bürokrasi ve
büyük şirketler) tedricen etkisizleştirerek
69
seçimlerdeki zayıf durumu ışığı altında,
Erdoğan ve Ak Parti’nin hesaplarında iç
siyasi mülahazaların daha belirgin rol
oynamasının
muhtemel
olduğunu
savunuyorlar.
Mevcut durumun ironisi şu ki, Türkiye’nin
gitgide bağımsızlaşan bölgesel girişimleri,
dengeleyici bir aracı rolün mümkün
olduğunu ispatlayarak aslında ABD ve batı
amaçlarını desteklemektedir. Ortadoğu’da
tüm taraflara yakın olan ve tüm tarafların
kendisinden emin olduğu bir aracının,
herhangi bir çatışma durumunda uzlaşmaya
yardım ettiği uzun bir arabuluculuk tarihi
vardır.
Amerikan piyonu olarak görülmediği
takdirde, İsrail, Filistin, Hamas ve
Hizbullah’la
bağımsız
bir
şekilde
yakınlaşacak
Türkiye,
aracı
rolünü
oynayabilir ve iki devletli çözüm için taze bir
sürece rehberlik edebilir. Obama yönetimi,
Amerika’da
içeriden
gelen
baskılar
yüzünden İsrail başbakanı Netanyahu’nun
serkeşliğinin üstesinden gelebilecek gibi
görünmediğinden dolayı daha doğrudan bir
Türk rolü, etkin bir alternatif olabilecektir
hatta ki çoktan etkin olmaya bile başlamış
olabilir çünkü İsrail, Gazze ablukasını
hafifletti ve barış görüşmelerinin yeniden
başlamasına daha bir açık tutum sergiliyor
gibidir.
Ticaret ve kültür kavşağında bulunan
Türkiye, bugün Rusya, Orta Asya ve
Ortadoğu’dan gelen petrol ve doğalgaz boru
hatları ağının tam ortasındadır. Eğiitmli ve
serpilmekte olan orta sınıfı,
askeri
müdahaleler tarihine rağmen canlı bir
parlamenter demokrasisi, (İsrail’in ordusunu
saymazsak) bölgenin en büyük ve en eğitimli
silahlı kuvvetleri, hem Orta Asya hem de
Ortadoğu ile kültürel ve dilsel bağları olan
Türkiye, tarihi rakibi İran dâhil bölgesel
nüfuz tasarruf edecek varlığa ve kıymetlere
sahiptir.
22 Haziran 2010
Yazarlar hakkında: Theodore Couloumbis,
Hellenic Foundation for European and
Foreign Policy başkan yardımcısı ve Atina
Üniversitesi Emeritus Profesörü; Bill
Ahlstrom,
çokuluslu
bir
Amerikan
şirketinde müdür; Gary Weaver, Amerikan
Üniversitesi
(Washington,
D.C,)
Uluslararası Hizmet Okulu Profesörü.
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
70
Türkiye ve neoconlar - Stephen M.
Walt
özgürlük ve demokrasi olduğu dolayısıyla da
İsrail’i “Ortadoğu’daki tek demokrasi”
olduğu için destekledikleri iddiasıyla yer yer
perdelenmektedir.
Zaten tahmin edilebilir bir şeydi. Önde gelen
neoconlar, İsrail ve Türkiye’nin askeri bağlar
üzerinden stratejik müttefik olduğu
zamanlarda Türk hükümetinin sesi çok çıkan
savunucularıydılar; Anti-Defamation League
(ADL) ve AIPAC gibi gruplar, I. Dünya Savaşı
sırasında Türklerin elinde Ermenilerin başına
geleni Ermeni soykırımı olarak etiketleyen
kararları onaylamaması için Kongre’yi
yüreklendirirlerdi (Ermeni lobisi aylak değil
ama AIPAC ve onun İsrail lobisindeki
müttefiklerine denk değil).
Fakat Türkiye iyi işleyen bir demokrasi, bir
NATO üyesi ve ABD’nin güçlü bir müttefiki
olmasına rağmen neoconların şimdi
Türkiye’ye düşman olduklarını görüyoruz.
Türkiye’nin
demokrasisi
elbette
ki
mükemmel değil ama hadi bana bir tane
mükemmelini
gösterin.
Neoconların
Türkiye’nin dostu olmaktan çıkıp hasmı
olmalarının basit tek bir nedeni var: İsrail.
Türk hükümeti, Gazze’nin abluka altına
alınmasından itibaren İsrail’in Filistinlilere
karşı
muamelesinden
dolayı
açıkça
eleştireldi; 2008-2009 Gazze saldırısında
sonra eleştirileri arttı ve İsrail ordusunun
Özgür Gazze Filosuna öldürücü saldırısından
sonra doruğuna çıktı. Lobe’un gösterdiği
üzere, önde gelen neocon sürüsü Türkiye’yi
şeytanlaştırmakla meşgul ve bazı hallerde de
Türkiye’nin NATO’dan atılması çağrısını
yapıyorlar.
ADL’nin soykırım suçlamasına karşı bir ülkeyi
koruyor oluşu ironik olmaktan da ötedir ama
siyasi örgütlerin etik tutarlılık sergilemesi
gerektiğini söyleyen mi var ki? Türkiye-İsrail
ilişkileri yıpranmaya başladığında – İsrail’in
Filistinlilere
muamelesi
karşısında
Türkiye’nin duyduğu öfke, bu yıpranışın
üzerine benzin dökmüştür – ADL ve AIPAC
koruma şemsiyelerini çektiler ve İsrail’in
Kongre’deki savunucuları taraf değiştirdi.
Jim Lobe geçen hafta InterPress’de dehşet
bir makale yayınladı ve öncü neoconların
Türk hükümetinin güçlü destekçileri (bazen
de yüksek maaşlı danışmanları) olmaktan
çıkıp ateşli eleştirmenlerine döndükleri
gözler önüne serildi. O, hikayeyi benim
yapabileceğimden
çok
daha
iyi
aktarmaktadır ama benim yapacağım birkaç
ilave var.
Demek ki bir devletin demokratik olup
olmamasının neoconlar için bir önemi yok;
onlar için önemli olan, bir devletin İsrail’i
destekleyip desteklemediğidir. Dolayısıyla
Usame bin Ladin Afganistan veya
Pakistan’da olmasına rağmen bu kadar çok
sayıda neocon’un ABD’nin Irak’ı işgal etmesi
için niçin çalıştığını ve şimdi de İran’la savaş
için niçin bastırdıklarını merak ediyorsanız
cevabınız işte burada.
Birincisi, eğer bu makale, fiilen tüm
neoconların İsrail mezkezci olduklarına sizi
ikna etmemişse başka hiçbir şey edemez. Bu
yakınlık gizli saklı değil ve neocon bilge Max
Boot’un ifadesiyle, Yeni-Muhafazakarlığın
“kilit akidesidir.” Fakat İsrail’e bağlılıklarının
gerçek boyutu, umursadıkları şeyin gerçekte
Defalarca kaydettiğim gibi, bir Amerikalı’nın
yabancı bir ülkeye derinden bağlılık
hissetmesinde ve bunu politikada ifade
etmesinde yanlış bir şey yok ama açık ve
dürüst olmaları ve diğer insanları bir şekilde
yobazlıkla suçlamaya tevessül etmemeleri
şartıyla. Neoconların Türkiye’ye karşı çark
71
etmeleri
önemlidir
çünkü
politik
önceliklerini açık seçik ifşa etmektedir; ve
Lobe, bize bunu belgelediği için tam notu
hak edyor.
yakın kılmaktadır çünkü böyle bir şey
yapmak, özel ilişkilerin mârifetlerine gölge
düşürmekte ve özel ilişkileri savunan çeşitli
grupların gazabını üstüne çekme tehlikesi
taşımaktadır.
Son bir şey de şu: Neoconlar, Amerikan ve
İsrail çıkarlarını özdeşmiş gibi tasvir ederler.
Onların nazarında, İsrail için iyi olan ABD için
de iyidir; ABD için iyi olan İsrail için de iyidir.
Bu iddia, kayıtsız şartsız Amerikan desteğini
iyi bir fikir gibi göstermektedir; ayrıca onları,
İsrail’in çıkarlarını Amerikan çıkarlarının
üzerine çıkarıyorlar suçlamasından da uzak
tutuyor. her şeyden evvel, eğer her iki
devletin çıkarları gerçekten bir ve aynı şeyler
ise, o takdirde tanım gereği çıkar çatışması
söz konusu olamaz ve “çifte sadâkat” (bu
terimden hala hazzemiyorum) meselesi
gündeme gelmez.
ABD ve İsrail belirli bazı ortak çıkarlara
sahiplerse de bu çıkarların özdeş olmadığı
gitgide daha da belli oluyor. Bu durum,
Amerika için iyi olanı desteklemekle İsrail
için neyin iyi olacağını savunma (genelde
yanlışı savunmuşlardır) arasında bir tecihte
bulunmaya zorladığından dolayı
inatçı
neoconları gergin bir duruma itiyor. Madem
ki önde gelen neoconlar savaş davulları
çalmaya devam ediyor bize de berbat
sicillerini ve altta yatan güdülerini
hatırlamak düşer.
17 Haziran 2010
Ben ise tam aksini savunuyorum. “Özel
ilişkilerin” her iki ülkeye de zarar vermeye
başladığını, daha normal bir ilişkinin her iki
taraf için de iyi olacağına inanıyorum. Özel
ilişkiler, Ortadoğu’da Amerikan karşıtlığına
benzin dökerek ve milyarlarca insanın – evet
milyarlarca insanın - nazarında bizi ikiyüzlü
duruma düşürerek tam şu an ABD’ye zarar
veriyor. Nükleer silahların yayılmasını
önleme gibi bir dizi meselede de
siyasetimizin şeklini bozmakta ve Ortadoğu
barışı davasında ilerleme sağlamak için
nüfuzumuzu kullanmayı aşırı derecede
güçleştirmektedir. Başkan Obama’nın bu
cephelerde kaydettiği başarısızlık – daha
iyisini yapacağına dair defalarca söz
vermesine rağmen – bunu daha da âşikar
kılmaktadır. Aynı zamanda, bu olağandışı
ilişki, İsrail’in içinde bulunduğu tecridi
artıran ve uzun vadeli geleceğini tehdit eden
politikaları sigortalayarak İsrail'e de zarar
veriyor. Hem İsrail budalaca hareket
ettiğinde Amerikalı liderlerin en yumuşak bir
eleştiriyi bile seslendirmesini imkansıza
Kaynak: Foreign Policy
Dünya Bülteni için çeviren:Ertuğrul Aydın
72
Türkiye ve Brezilya Gazze
ablukasını “bağlantı kurarak”
kaldırabilirler - Robert Naiman
çoğunluğunun çıkarına mı değil mi orası ayrı
bir konu ama şimdilik Obama yönetiminin
bu politikaya şu an bağlı kaldığını farzedelim.
ABD'nin yeni müeyyide kararına yönelik
gayretlerini engelleyebilecek bir konumda
olan herkes, uygulamada, ABD üzerinde şu
an muazzam bir kaldıraç gücüne sahiptir.
Hassaten Türkiye eğer İran'a yönelik BM
müeyyide kararını engeller veya ertelerse, o
takdirde Türkiye ablukayı da sona erdirebilir
çünkü ABD desteği olmaksızın abluka da
olmaz.
Son birkaç hafta içerisinde, Türkiye ve
Brezilya uluslararası diplomasinin Büyük
Masası’nda dirsekleriyle kendilerine yer
açtılar: Birincisi, ABD, İran'la çatışmayı
diplomatik yollarla çözsün diye nükleer takas
anlaşmasını müzakere etmeleriyle oldu.
İkincisi – bu Türkiye ile ilgilidir – Türkiye,
Gazze Özgürlük Filosu'nun Gazze'nin sivil
nüfusu üzerindeki İsrail-Mısır-ABD ablukasını
kırma çabasına destek verdi (...)
Herkesin bildiği üzere, “hey millet, bundan
böyle bu iki şeyi birbirine bağladım” diye
basın toplantısı düzenlemeden veya basın
açıklaması yapmadan iki şeyi birbirine
bağlayabilirsiniz. Esasen, insanlar sizi iki şeyi
birbirine bağlamakla suçladığında, bunu
havalı bir şekilde inkar da edebilirsiniz. Tek
yapmanız gereken, sanki bu iki şey birbirine
bağlıymış
gibi
hareket
etmek,
muhataplarınızın
gerekli
sonucu
çıkarmalarını sağlamaktır: Siz istediğinizi
alana kadar başkaları da istediklerini
alamayacaktır.
Eğer Türkiye ve Brezilya Büyük Masa'da
muteber bir pay sahibi olacaksa, ABD'ye
karşı sert politik taktikler izlemeliler: ABD
onların
kaygılarını
gözardı
etmeyi
sürdürdüğü takdirde, eğer dilerlerse,
ABD'nin elde etmek istediği şeylere
ulaşmasını
engelleyecek
güce
sahip
olduklarını göstermeye devam etmelidirler.
Şimdiye kadar en kalın kafalıya bile mâlum
olmuş olmalıdır ki Gazze ablukası ve ABD'nin
İran'a yeni müeyyide isteği arasında pratikte
bir bağ vardır. İsrail filoya saldırmamış ve can
kayıpları yaşanmamış olsaydı, Amerika bu
hafta Güvenlik Konseyi'nde İran'a karşı yeni
müeyyideler için bastırıyor olacaktı.
Güvenlik Konseyi bunun yerine İsrail'in
Türklere saldırısını ve Gazze ablukasını
konuştu ve Türkiye, her iki soruya da
tatminkâr bir cevap alana dek Güvenlik
Konseyi'ne tekrar geri geleceğini söyledi; ve
Türkiye – Gazze ablukasının sona ermesi
dâhil – şikayetlerinin giderilmesiyle ilgili
olarak tatmin olana dek İran'a müeyyidelerle
ilgilenmediğini güçlü bir şekilde ima etti.
Amerikalı yetkililer, Güvenlik Konseyi'nin
yeni müeyyide kararıyla ilgili olarak dün 21
Haziran'a kadar bir mühlet belirlediler.
Güvenlik Konseyi eylemine mühlet belirleme
işi elbette ki ABD'ye bağlı değil ama bu
mühlet, Türkiye ve Brezilya'ya bir açılım
sunuyor.
Türk ve Brezilyalı diplomatların şunu
söylediğini farzedin: Gazze ablukasının
kaldırılması amacıyla Güvenlik Konseyi'nden
20 Hazirana kadar sonuç alıcı eylem
bekliyoruz. Amerikalı diplomatların mesajı
alacaklarını düşünüyor musunuz? Ben
düşünüyorum.
Amerika,
yeni
müeyyide
kararının
alabildiğince çabuk çıkmasına yüksek öncelik
atfediyor. Bu politika, Amerikalıların
73
Ancak bu, Türkiye ve Brezilya'nın zımni
tehdide arka çıkacak kapasitede olup
olmadıkları sorusuna cevap bulmayı da
zorunlu kılar: Türkiye ve Brezilya, müeyyide
kararının çıkmasını geciktirebilir mi?
Amerika, ABD'nin diplomasi yolunu takip
etmesini istediklerinden dolayı ABD'nin yeni
müeyyide kararına karşı çıkan Türkiye ve
Brezilya'nın desteği olmaksızın müeyyide
yolunda ilerlemeye hazır olduğuna işaret etti
çünkü ABD, takas anlaşmasına ve TürkiyeBrezilya’nın çatışmadaki aracılık rolüne yüz
vermiyor.
doğrudan marifetlerine ilave olarak – yani
ABD takas anlaşması temelinde diplomasi
üzere hareket edene dek BM Güvenlik
Konseyi yeni bir müeyyide kararını
değerlendirmeye almamalıdır – Türkiye ve
Brezilya her hâlükarda bir siyasi mesele
olarak Güvenlik Konseyi'nin İran hakkında
yeni bir karardan önce, evvela bir Gazze
ablukası sorununu çözmesi gerektiğini
savunmalıdır zira Gazze meselesi objektif
olarak daha âcildir ve dünyanın dikkati bu
meseleye odaklanmıştır; ayrıca Obama
yönetimi, Güvenlik Konsey’inden İran
hakkında yeni bir kararı geçirirse,
uluslararası câmia'nın Obama yönetimi
üzerindeki kaldıraç gücü bir hayli azalacaktır.
Tarihi olarak ABD, oybirliğine yüksek prim
verir. Fakat ABD bugün oybirliğini denize
atmaya hazır, ki anlamlı bir durumdur, o
halde ABD'nin bu istikamette ilerlemeye
hazır olduğunu ve Güvenlik Konseyi'nin
onbeş üyesinden asgari dokuzunun oyunu
alarak Konsey’den geçecek bir kararla iktifa
edeceğini farzedelim.
Dünyanın ilgi ve dikkatinin Gazze'ye
odaklandığı
bir
zamanda
Güvenlik
Konseyi'nin yedi üyesini bu sav etrafında
örgütlemek, yedi üyeyi sırf takas anlaşması
temelinde Amerika'ya karşı örgütlemekten
daha kolay olmalıdır. Gazze meselesinin ileri
sürülmesiyle, müttefik toplama şansı da
artmalıdır. Bosna, çoğunluğu müslüman bir
ülkedir; Nijerya'nın yarısı müslüman. İsrail'in
Gazze politikaları hakkında bir referandumsa
bu, Bosna ve Nijerya en azından çekimser
oyla tehdit edebilirler. Meksika sağcı bir
hükümete sahip fakat diğer Meksika
hükümetleri gibi uluslararası sorunlarda o da
ilerlemecidir. Meksika bu hafta ambargonun
kalkmasını talep etti ve Brezilya ile iyi
ilişkileri vardır. Bu yüzden Meksika da en
azından çekimser oyla tehdit edebilir. Diğer
dört üyeden üçü işte bunlar.
Daimi beş üyenin desteklediği bir kararı
geciktirmek için – bu arada, Rusya ve Çin'in
destek vereceği öyle yüzde 100 belli değil–
Türkiye ve Brezilya, hayır oyuyla tehdit
etmeye veya çekimser oy kullanmaya istekli
beş Güvenlik Konseyi üyesine ihtiyaç
duyacaktır. Lübnan, bu hafta öncesinde bile
“elde birdi” ve evet oyu vermeyecek
görünüyordu. Bu durumda evet oyu
vermemekle tehdit edecek tıkayıcı bir
koalisyon oluşturmak için sayacağımız yedi
ülkeden en az dördüne ihtiyaç duyulacaktır:
Avusturya, Japonya, Bosna-Hersek, Uganda,
Meksika, Gabon ve Nijerya.
Buradaki amaç, oylamayı kazanmak değildir.
ABD, dokuz oydan emin olmadığı takdirde
oylama yapılması için büyük bir ihtimalle
bastırmayacaktır. Buradaki amaç, ABD'yi
Türkiye ve Brezilya ile müzakereye zorlayarak
bir oylamayı bloke etmektir.
Türkiye ve Brezilya, yeni müeyyidelere
Pazartesi günü öncesinde de karşı
çıkmışlardı ve şimdi desteklemeleri için de
hiçbir neden yok velev ki Gazze ablukası
hemen kaldırılsın. Fakat Amerikan çabasına
karşı diğer ülkeleri toplamak, vakanın
74
Tüm bunların altında iğrenç ve kaçınılmaz bir
gerçek
de
var.
Muazzam
güç
dengesizliklerinden dolayı ABD, Güvenlik
Konseyi'ndeki küçük ülkelere istediğini
yaptırmaktadır. Amerikalı diplomatların
İran’la ilgili kaygılarını, küçük ülkelerin
diplomatlarıyla kapalı kapılar ardında
konuşmak için çokça zaman harcamaları
muhtemel mi? Hayır, kapalı kapılar ardında
“bu bizim için çok önemli, bu meselede bize
karşı çıkarsanız sizi böcek gibi ezeriz. İran'a
karşı müeyyideler konusunda bize karşı
gelirseniz, Amerikan yardımını unutun veya
IMF yahut Dünya Bankası kredilerini,
uluslararası pazarları, mallarınızın Amerikan
pazarına girmesini unutun” anlamına gelen
şeyler söylemeleri çok daha yüksek
ihtimaldir.
Konseyi’ndeki durum bugün Büyük Buhran
Şikagosu’ndan çok da farklı değil. Eğer
Türkiye ve Brezilya – ve dostları – ABD'nin
tehditlerini dengeleyebilirse, işte o zaman
savları adil bir şekilde dinlenebilecektir.
Brezilya Başkanı Lula, South of the Border
adlı filmde Oliver Stone'a Brezilya'nın eşit
muamele görmek istediğini söylüyor. Eski bir
sendika lideri olarak Lula bilir: Güç, talep
olmaksızın hiçbir şeyi ihsan etmez.
11 Haziran 2010
Kaynak: Just Foreign Policy
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Yani eğer ki Türkiye ve Brezilya ciddiyseler,
yangına karşı suyla mücadele etmeye hazır
olmalıdırlar. Eğer Amerika oyları sağlama
alacak gibi olursa, Türkiye ve Brezilya – ve
onların dostları – tehditlere karşı koymaya
hazır olmalılar. Latin Amerika ülkeleri yakın
zamanlarda bu konuda tecrübe kazandılar.
ABD ve IMF tehditlerine karşı birbirlerini
korudular.
Dedem, Büyük Buhran sırasında Şikago'nun
fakir halkı için savunma avukatlığı yapıyordu.
Ona bir kez şunu sormuştum: Hiç, bir
hâkime rüşvet verdiğin oldu mu? Şöyle
cevap verdi: Benim zamanında Şikago'da bir
hâkime rüşvet vermeyen avukata iyi avukat
denmezdi. Çünkü rüşveti devletin vereceği
kesindi. Şayet sen rüşvet vermezsen,
müvekkilinin adil bir yargılamadan geçme
şansı esasen sıfırdı. Fakat hâkime sen rüşvet
verirsen, devlet rüşvet verirse ve iki rüşvet
kabaca birbirine eşit olursa, müvekkilin için
adil bir yargılama şansın olurdu.
Beğenin
ya
da
beğenmeyin,
Güvenlik
75
Türkiye-Brezilya ortaya atıldı Doug Saunders
Her nesilde, dünyayı muntazam bölümlere,
uluslar demetine ve güç bloklarına böldük.
Winston Churcill 5 Mart 1946'da “Demir
Perde” konuşmasını yaptığında olan buydu;
ideolojik görüş ayrılığı fiziki bir engele
dönüşmüştü. Altı yıl sonra da Fransız
demografi uzmanı Alfred Sauvy, çok fakir ve
çok kızgın ülkeler ile dünyanın geri kalanı
arasında bir hat çizmek için “Üçüncü Dünya”
terimini ortaya attığında olan yine buydu.
Pazartesi günü Tahran'da yaşananlar bizim
için öylesine yeniydi ve dünyayı kolayca
hazmedilir
lokmalara
bölmek
için
kullandığımız kategorilere göre öylesine
yabancıydı ki kafa karışıklığı ve yanlış
anlamaya musait bir durum var.
Brezilya Devlet Başkanı Lula DA Silva ve
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın,
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad
ile 18 saat oturup en sonunda bir anlaşmaya
varmalarını, İran'ın, elindeki uranyumun bir
kısmı karşılığında reaktör yakıtı almak üzere
takas etmeyi kabul etmesini nasıl
yorumlamalıyız?
Soğuk Savaş ideolojileri ve önceki yüzyılın
zenginlik farkı uçup gidince bu ayrım
hatlarının her ikisi de bu yüzyılda çözüldü.
Haritayı yeniden çizmeye çalışıyor, yeni
sınırların taslakları üzerinde çalışıyoruz. Evet,
halen çok fakir ülkeler var, alarm veren
otoriteryan ülkeler var. iyi de her iki
kategoriye de girmeyen Brezilya ve Türkiye'yi
nereye koyacaksınız?
Brezilya ve Türkiye tam da ABD ve
müttefiklerinin
geçen
Ekim
ayında
denedikleri ama başaramadıkları şeyi yani
nükleer silah yapımında kullanılabilecek
uranyumu reaktör yakıtıyla takas etmeyi
başardılar. İran'ın maksadına ulaştığına
varsayacak olursak – biraz genişçe bir
varsayımdır bu – anlaşmayı daha iyi şartlarla
yaptıkları bile söylenebilir. Ancak büyük
güçlerin korktuğu bir ülkeyle hasmane bir
karşılaşmanın tam orta yerinde iyi niyete
dayalı dostane müzakereler yürüterek ABD
liderliğindeki müeyyide görüşmelerinden
yan çizildi.
Pazartesi günü haberler gelirken, bazıları
bunu ABD, Avrupa, İsrail ve müttefiklerine
muhalefette birlikte çalışan “haydut bir
blokun” yükselişi olarak anladı. Herşeyden
evvel Rusya, Hugo Chavez'in alarm verici
rejimine ve İran'a silah satıyor. İran, Küba ve
Venezüella'ya ziyaretler düzenliyor. Çin ve
Rusya, müeyyideleri bertaraf etmesi için
İran'a yardım ediyorlar.
Bu okumaya göre, Pazartesi günü yapılan
anlaşma, bu uluslar arasında bir paktın
nişânıdır ve aralarına Brezilya'yı ve Türkiye'yi
de almışlardır - Brezilya, Venezüella ve Küba
hakkında hoş açıklamalar yaparken Türkiye,
İslam dünyasında nüfuzunu artırmak için
Suriye'yle yakınlaşmıştır. Her iki ülkenini
vatandaşları, refleks olarak Amerikan
karşıtıdır.
Türkiye-Brezilya'nın yürüttüğü anlaşma,
ABD'nin Çin ve Rusya dâhil BM Güvenlik
Konseyini öyle pek cezalandırıcı olmayan
ama sembolik müeyyide artışına ikna etmesi
sonucunda küçümsenmiş gibi durdu. Ankara
ve Brezilya'dan kızgın sesler yükseldi.
Bu anlaşmayı yorumlama şekliniz, dünya
uluslarını bölen kalın çizgileri nasıl
gördüğünüze bağlıdır.
Dünya'yı bu şekilde okursanız, o halde
Pazartesi günü yeni bir dünya kuruldu, hain
76
ve de tehlikeli. Amerikalı sağcı yazar Ralph
Peters buna “ittifaklar toplululuğunun
birleşmesidir ve sıkıntının artması anlamına
gelir” diyor.
orta yerde barışı sağlamış, dünya haritasına
yeni ve kalın bir çizgi çekmiş olacaklar.
Bu görüşü sadece Soğuk Savaş'ın adamları
söylemiyor.
İngiliz
İşçi
Partisi'nden
milletvekili Denis MacShane, Lula'ya açık bir
mektup yazdı: “Sayfalarımı derin bir
üzünütüyle açıyor ve insan haklarını, sosyal
adaleti, özgür sendika hareketlerinin
savunduğu ne vara hepsini inkar etmenin
ete kemiğe bürünmüş canlı simgesini
kucaklarken görüyorum sizi.”
Kaynak: The Globe and Mail
23 Mayıs 2010
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alplaslan
Balcı
Fakat dünyanın bu şekilde okunması, çok
daha önemli bir boyutu gözardı etmektedir.
Bazı yorumcular bunu dik kafalı Lula ve
Erdoğan'ın haydut diplomasi hareketi olarak
tanımlarken, ABD Dışişleri
Bakanlığı
düzenlediği
bir
basın
toplantısında
gazetecilere ABD Dışişleri Bakanı Hillary
Clinton'ın takas anlaşmasını müzakere
etmeleri için Türkiye ve Brezilya'yı
yüreklendirdiğini açıkladı. Türk yetkililer, bu
anlaşmanın
yeni
müeyyidelerle
çatışmadığını,
esasen,
kötü
polisin
müeyyidelerinin,
anlaşmanın
hayat
geçirilmesini hızlandırabileceğini usulca
söylüyorlar.
Bu hafta, Brezilya ve Türkiye, Kanada'nın çok
uzun zamandır çabaladığı yere vardılar.
Başarılı, orta çaplı güç olmak. Ottawa,
1960'larda o da birkaç yıl hâriç, bu mevkiye
hiçbir zaman ulaşamadı çünkü ortada
olmanın gereğini hiçbir zaman yapmadı.
Pazartesi günü şahit olduğumuz olay, gerçek
bir ortaydı. Tehlikeli bir yerdir. Şayet İran 30
gün
içerisinde
anlaşmanın
gereğini
yapmazsa, bu ülkeler zayıf ve samimiyetsiz
görünecekler. Fakat eğer başarırlarsa,
oyunun kuralını kalıcı olarak değiştirmiş,
geçit vermeyen bir bölünmenin yaşandığı
77
Türkiye ve Rusya “ötekiler
ekseni” kuruyor - Adrian Pabst
sağlamak için mücadele eden bir ABD, öte
yanda Kafkasya'da, Körfezi Afganistan ve
Orta Asya'ya bağlayan stratejik koridordaki
boşluğu dolduran Türk-Rus işbirliği. Moskova
ve Ankara, Ortadoğu'nun ve Avrasya'nın
jeopolitiğini yeniden şekillendiriyorlar.
Yakın zamanların en unutlmaz meclis
kavgasıydı. Ukrayna Yüksek Konseyi üyeleri
yumruklar savurdular; yumurta ve sis
bombası fırlatıldı; konuşmacı ise şemsiyeyi
kendisine zırh yapmıştı.
AB ve ABD'deki pek çokları, bu yakınlaşmayı
derin bir hoşnutsuzluk yaşayan iki eski
emperyal
gücün
değişen
dünyada
üstlenecek rol arayışıyla çâresizlik içinde
atıldıkları bir hamle olarak göreceklerdir.
Fakat Rusya ve Türkiye'nin
Amerikan
hegemonyasına ve AB'nin çevresine karşı
sergilediği boşvermişliğe meydan okuyan bir
“ötekiler ekseni” (axis of outsiders)
kurduğuna hiç şüphe yok.
Geçen hafta yaşanan hengame, Rusya'nın
Karadeniz filosuna ev sahipliği yapan
Sivastopol limanının Moskova'ya 25 yıl için
kiralanması karşılığında Ukrayna'nın gelecek
10 yıl Rus gazına ödeyeceği fiyatı düşürecek
bir anlaşmayı meclis üyeleri müzakere
ederlerken patlak verdi.
Bu gerilimler, bir bakıma Ukrayna'nın Rusça
konuşan doğu ve güney kesimleri ile ülkenin
merkez ve batı kesimi arasında bir asırdan
beri süren mücadelenin son bölümüdür. İlk
grup, Moskova'ya dönük; diğer grup ise
batıya. Bu anlaşma, başkanlık seçimlerinde
Rus yanlısı aday Victor Yanukoviç'in seçimleri
az bir farkla kazanması üzerinden üç ay
geçmeden Ukrayna'nın NATO'yla flörtünün
sonunun ve Rus yörüngesine dönüşünün
nişânesidir.
Karşılıklı jeopolitik ve ekonomik çıkarlar bu
yeni eksenin merkezinde bulunuyor.
Jeopolitik olarak , Kafkasya'nın ve
paylaştıkları muhitin diğer kesimlerinin
istikrar
kazanmasında
Moskova
ve
Ankara'nın çıkarları var. Ermenistan ve
Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ bölgesi
üzerinde devam eden ihtilafta her ikisi de
işte bu yüzden aracılık yaptılar.
Dahası, NATO üyesi Türkiye, 2008 yılında
Gürcistan-Rusya savaşından sonra Kafkasya
güvenlik ve İstikrar Platformu'nu kurdu. İran
ve Ermenistan dâhil bölgedeki tüm ülkelerin
katılımını hedefleyen ve Rusya'ya özel statü
bahşeden
bu
platform,
Türkiye'nin
geleneksel batılı müttefiklerinden bağımsız
olarak kuruldu. Kaydetmeli, Kafkasya geneli
için yeni-Osmanlıcılık kaygılarının alâmetidir
ve emperyal bir teşhisin, büyük güç
çatışmalarının tüm bölgelerde ortak
güvenliği tehdit ettiğinin altını çizmektedir.
Daha önemlisi, Ortadoğu ve Orta Avrasya'da
daha geniş bir saflaşmanın işareti, Rusya,
Ukrayna ve Türkiye gibi eski ötekilerin ön
safa çıkmasının habercisidir. Avrupa
Birliği'nin bürokratik diktasından dolayı
hayal kırıklığına uğrayan/gözleri açılan, Orta
Asya ve Kürt arka bahçelerinde Amerika'nın
keyfi müdahalesi olarak gördükleri şeyden
artık yaka silken Vladimir Putin ve Recep
Tayyip Erdoğan, yakınlaşıyorlar. Geleneksel
rakipler ortaklar haline geliyor.
Bu teşhis, Ankara ve Moskova'nın Hamas'la
ve diğer Filistinli gruplarla bağları muhafaza
ederek İsrail'e karşı derin bir güvensizlik
Bir yanda yokluğu belirgin bir AB,
Afganistan'da veya İsrail-Filistin'de ilerleme
78
sergiledikleri Ortadoğu geneli için de
geçerlidir. Bir barış anlaşması Amerikan
aracılığına bağlı ise de Türkiye ve Rusya'nın
artan dahli, yeni müzakerelere zemin
hazırlanmasına yardım edebilecektir.
ABD ve NATO, “Obama etkisine” rağmen
Ortadoğu'da ve Afganistan'da gözden
düşmüş bir haldeler, ki yolu aktörlere
açmaktadır. Avrupa Birliği hem bütünleşme
hem de genişleme yüzünden halsiz düştü ve
komşularıyla ilişkileri için sağlam bir
vizyondan yoksun; böylelikle de Avrupa'nın
dış çevresindeki ülkelerin yaşadığı hüsranı ve
sükût-u hayali derinleştiriyor.
Türkiye ve Rusya, turizm ve ucuz tüketici
mâmülleri ticaretinin ötesine geçen ortak
çıkarlar saptadılar. İkisi birlikte, enerji
güvenliği jeopolitiğiyle meşguller.
Geçmişte her ikisi de muhalif taraflarda
görünüyorlardı. Türkiye, Türkmenistan gazını
Rusya'yı atlayarak Hazar Denizi üzerinden
Avrupa'ya ulaştıracak Nabuko boru hattı
projesinin parçasıydı. Bu arada Kremlin,
Karadeniz altından geçip Türkiye'yi atlayarak
Bulgaristan üzerinden Avrupa'ya gaz
sevkedecek Güney Akım projesini savundu.
Rusya ve Türkiye, Ukrayna gibi bölgesel
bölgeler, sadece ABD hâkimiyetine karşı
çıkmak veya anlamsız “stratejik ortaklık” için
AB'ye bakmak yerine, birbirleriyle yakın
bağlar tesis ediyor ve kendi ortak nüfuz
kürelerine müdahale ediyorlar. Amerikan
askerlerinin Irak ve Afganistan'dan.çekilmesi
gibi geleceğin konuları veya İran'a yeni
müeyyide dalgası, onların dahli veya desteği
olmaksızın sonuca bağlanamayacak.
Uzun süre devam eden fiyat ve hacim
ihtilaflarına rağmen her ikisi de ABD ve
AB'nin yatırım ve siyasi destek sunmaması
yüzünden hayal kırıklığı yaşadılar. Buna
cevap olarak, Moskova ve Ankara ikinci bir
Mavi Akım doğalgaz boru hattı tasarlıyorlar.
Birinci Mavi Akım projesi 2003 yılında açıldı
ve yıllık 10 milyar metreküp doğalgaz
sevkediyor. Alternatif olarak, Ankara,
Türkiye'nin Karadeniz'deki özel ekonomik
bölgesini kullanarak, Moskova'nın Güney
Akım
projesine
katılma
teklifini
değerlendirebilir. Bu, Türkiye Cumhuriyetini
her iki şekilde de Avrupa'nın gerçek bir
enerji merkezine dönüştürecektir ve İsrail'e
gaz sevkiyatı ve İran'ın dev enerji
rezervleriyle bağ kurulması da muhtemeldir.
Küresel ekonomik krizin ardından, jeopolitik
ve jeo-ekonomik güç merkezi, batılı gelişmiş
ülkelerden Körfez bölgesindeki yükselen
pazarlara, Doğu Asya'ya ve güney
yarımküresine kayıyor. Bu eksen değişiminin
bir parçası olarak da Ortadoğu ve Orta
Avrasya'da bir dizi saflaşmalar oluyor ki eski
ötekilerin küresel meselelerin merkezine
dönüşünün alâmetidir.
7 Mayıs 2010
Yazar hakkında: Kent Üniversitesi'nde
(İngiltere) Siyaset Bilimi öğretim görevlisi
Kaynak: The National (BAE)
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Türkiye ve Rusya, İran ve Afganistan'da ortak
çıkarlara sahipler. İran'ın nükleer emelleriyle
ilgili olarak gerilimler artar ve Afganistan'da
güvenlik durumu kötüleşirken, “ötekiler
ekseninden” daha fazla sayıda ortak
inisiyatifler bekleyebilirsiniz.
79
ABD ve Türkiye'nin arası açılıyor
- Ted Galen Carpenter
yönetiminin kötü talihine, geleneksel
Kemalist laik partilere 2002 Kasım'ında
yaşattığı seçim hezimetinin ardından Adalet
ve Kalkınma Partisi'nin liderliğinde İslamci
bir hükümet iktidardaydı. Bu hükümet,
müslüman bir ülkeye karşı bir diğer
Amerikan savaşını destekleme eğiliminde
değildi.
Amerikalı yetkililer altmış yıldan fazla bir
süre, Türkiye'ye sâdık bir Amerikan müttefiki
nazarıyla baktılar. Washington, Soğuk Savaş
boyunca
Türkiye'yi
vazgeçilmez
bir
“güneydoğu çıpası” olarak gördü. Soğuk
Savaş sona erdiğinde, Amerikan dış politika
câmiasının
birçok
üyesi,
Türkiye'nin
Amerikan güvenliği adına öneminin daha
önce hiç olmadığı kadar arttığında ısrar
ettiler. George W. Bush yönetiminde
savunma bakanı yardımcılığı görevini
yürüten Paul Wolfowitz, uluslararası
sistemde bir avuç “kilit taşı güç”
bulunduğunu, Türkiye'nin bu listede en
başlarda yer aldığını savunan uzmanlar
arasındaydı. Türkiye yanlısı analistler, Soğuk
Savaş sonrası çevrede Türkiye'nin, NATO'nun
güneydoğu çıpası olmakla kalmayıp bunun
yanısıra Ortadoğu ve Avrupa arasında değerli
bir köprü olduğunu, İslam dünyasına
özellikle de Sovyet enkazından yükselen Orta
Asya'ya batılı, seküler nüfuz için değerli bir
kanal olduğunu savundular. Ancak son yedisekiz
yıldır
Türkiye'nin
uluslararası
davranışları, ABD yetkilileri ve dış politika
câmiası arasında fark edilir bir rahatsızlığa
yol açtı. ABD-Türkiye ilişkilerinde bir soğuma
baş gösterdi ki daha da kötüleşmesi
muhtemeldir.
Washington, bu mâcera için laik Türk
ordusundan da destek alamamıştı –
Amerikan müttefikinin nankörlüğünden
şikayet eden Amerikalı askeri liderlere acı
duygular yaşatmış bir husustur. Fakat
Saddam Hüseyin'in yerinden edilmesinin
muhtemel etkilerinden Türk komutanlar da
en az sivil politikacılar kadar endişe
duyuyorlardı. Onların görüşüne göre, böyle
bir adım, Birinci Körfez Savaşı ve kuzeyde
uçuş yasağı dayatmasının Irak'ın Kürt
bölgesinde 1990'ların başında çoktan yol
açtığı problemleri daha da azdıracaktı.
Saddam'ın devrilmesinin, Bağdat hükümetini
ölümcül derecede zayıflatacağına ve Kuzey
Irak'taki Kürt ayrılıkçısı güçlerin zıvanadan
çıkmasına imkan tanıyacağına inanıyorlardı.
Türkiye için küçük bir mesele değildir bu.
Ortadoğu'daki Kürt nüfusun yaklaşık yüzde
20'si Irak'ta yaşamaktadır fakat yüzde ellisi
de Marksist PKK eliyle düşük yoğunluklu
isyanın
sürdüğü
Türkiye'nin
güneydoğusundadır. Kuzey Irak'taki Kürt
siyasi varlığı, Türk devletinin birliğine
potansiyel bir tehdit olarak görülmüştür.
İlişkilere ilk darbe, Amerikalı liderlerin Irak'a
karşı eli kulağındaki çatışma için Türk
topraklarından kuzey cephesi açma izni
istedikleri 2003 yılı başlarından geldi. Türk
liderler bu harekât için büyük miktarlar talep
ettiler (denilene göre 30 milyar dolardan
fazla). Washington öyle pek de örtülü
olmayan bu haraca rıza göstermiş olsaydı
bile Ankara'nın anlaşmaya uygun hareket
edip etmeyeceği de açık değildi. Bush
Irakla ilgili olarak Amerikan ve Türk bakışları
arasındaki
yarık,
Saddam
rejiminin
devrilmesinden bu yana uçuruma dönüştü.
Türk liderler, Tahran'ın Başbakan Nuri el
Maliki yönetimindeki Şii hükümetle sıcak
bağlarının özetlediği üzere, İran'ın Irak'ta
nüfuzunun arttığını gördüler, ki Türkiye'de
neredeyse hiç kimsenin hoşnut olmadığı bir
80
gelişmedir. Ankara nokta-i nazarından daha
kötüsü, Irak Kürdistanı'nın bu aralar fiyakalı
duran de facto bağımsızlığıdır. Bu
istenmeyen gelişme, hem askeri hem de sivil
Türk liderler nazarında, miyop Amerikan
politikasının kaçınılmaz ürünüdür ve haliyle
bu politikaya köpürüyorlar.
kaza yetkisine girmesine müsamaha
göstermeyeceğine dair defalarca yinelediği
uyarı da gittikçe artan bir gerilim kaynağı.
Washington nokta-i nazarından, Türkiye, söz
konusu olan Irak politikası olduğunda,
müttefik gibi hareket etmiyor. Ankara noktai nazarından ise ABD'nin Irak politikası sakar,
at gözlüğünden bakıyor ve önemli Türk
çıkarlarına zarar veriyor. Bu ihtilaf, ABDTürkiye ilişkilerinde farkedilir derecedeki
kötüleşmenin katalizörü belki de birinci
katalizörüdür.
Irak Kürdistan'ı de facto bağımsızlığını
pekiştirirken, örgüt lideri Abdullah Öcalan'ın
yakalandığı 1999'dan beri hafifleyen PKK
isyanı, işleri daha da kötüleştirmek üzere
tekrar alevlendi. PKK'lılar Irak'taki Kürt
topraklarını
Türkiye'ye
karşı
saldırı
düzenledikleri bir sığınak olarak kullandılar.
Ankara'nın bu durum ve Bölgesel Kürt
Yönetimi'nin PKK'lılara karşı harekete
geçmede düştüğü zaafiyet hakkında
Washington'a yaptığı şikayetler arttıkça arttı.
Ancak, dış politikada gittikçe artan
soğumanın kaynakları daha derinlerde
yatıyor. Ankara, ABD dâhil geleneksel NATO
müttefikleriyle olan bağlarının üzerindeki
vurguyu kasıtlı olarak kaldırıyor ve
müslüman dünya ile, özellikle de Arap
uluslarıyla güçlenen bağlantılarına daha
fazla vurgu yapıyor. Başbakan Tayyip
Erdoğan hükümeti kendisi ile Washington'ın
fena halde gözden düşmüş Irak politikası
arasına mesafe koymanın yanısıra İran'la
ilgili olarak da kilit farklılıklar ortaya çıktı.
Ankara, İran hükümetinin bâriz şekilde
nükleer silah imâli arayışında olmasından
dolayı bu ülkeye başını ABD'nin çektiği çok
taraflı müeyyide stratejisine de karşı çıkıyor.
Washington'ı hayal kırıklığına uğratan bu
duruş, Türkiye'yi Çin ve Rusya ile aynı kampa
yerleştiriyor. Ama ne ki Ankara'nın
Moskova'yla genel yakınlaşma politikası ile
de tutarlıdır bu. Türkiye, enerji konusunda
Rusya ile yakın işbirliği içinde olmanın
yanısıra diğer meselelerde de eski hasmına
meylediyor. Dikkat çekicidir, Türk hükümeti,
Rusya 2008'de Gürcistan'a savaş açtığında
Amerika'nın Rusya'ya karşı kızgın tepkisine
omuz vermedi. Türkiye, ABD'nin Gürcistan
ve Ukrayna'yı NATO üyesi ülkeler listesine
ekleme amacına
- Moskova'nın kendi
çıkarlarına aykırı bulduğu bir hamledir - pek
Ordunun baskısı altında kalan Türk yönetimi
nihayet 2007 yılı sonlarında PKK sığınaklarını
temizlemek amacıyla Kuzey Irak'a saldırı
düzenleneceğine dair Washington'ı uyardı.
Kıdemli NATO müttefiki ve Irak'taki en
Amerikan yanlısı hizbin savaşa düşme
ihtimali karşısında, Amerikalı yetkililer
Ankara ve Bölgesel Kürt Yönetimi arasında
aracılık yapmaya çalıştılar. Washington en
nihayet müdahalenin kapsamını daraltma
konusunda Türk ordusuna hâkim olurken,
Türk kuvvetleriyle doğrudan karşı karşıya
gelmekten sakınması için Kürt rejimine baskı
yaptı. Ancak taraflardan hiçbiri de bu
düzenlemeden memnun olmadı ve Türkiye
yeni saldırılar düzenlemekle tehdit ederek
heyecan yaratmaya devam ediyor.
Ankara'nın
davranışı
en
azından
Washington'ın Irak'taki sıkıntılı askeri
misyonunu karmaşıklaştırdı ve Amerikalı
yetkililer mutsuz, ki anlaşılır bir durumdur.
Türk hükümetinin, Irak'ın petrol zengini
Kerkük bölgesinin Bölgesel Kürt Yönetimi'nin
81
yardımcı olmuyor.
güçle en iyi halde sallantılı bir ilişkisinin
olması muhtemeldir.
Eğer ki Washington, Türkiye ve Rusya
arasında gittikçe artan dostane ilişkiler
hakkında mutsuzsa, Türkiye ve İsrail arasında
tırmanan husûmetten dolayı daha bir
mutsuzdur. İsrail ordusunun Gazze saldırısı
sırasında Ankara'nın lafını esirgemeyen
eleştirisi, İsrail-Türkiye ilişkilerinin kötüye
gittiğinin en somut göstergesidir. Başka
göstergeler de var. İsrail dışişleri bakan
yardımcısı, diğer davranışları bir yana, bu
yılın başlarında Türk büyükelçisini ev
sahibinin koltuğundan apaçık daha aşağıda
duran bir koltuğa oturtup onu müdürden
azar işitmek için bekleyen bir öğrenciye
benzeterek aşağıladığında, ilişkiler dibe
vurmuştu. Türkiye ve İsrail arasında buz
kesen ilişkilerin ABD-Türkiye ilişkileri
üzerinde daha olumsuz etkileri oldu.
Amerika'nın bölgedeki en gözde müttefiki ile
Ankara'nın arasının gözle görülür şekilde
nahoş olması, Washington'ı derinden üzdü.
26 Nisan 2010
Kaynak: National Interest
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi'nin
Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında
cereyan eden Ermeni soykırımını kınayan bir
yasa tasarısına onay verdiği geçen ay,
Türkiye-ABD ilişkileri son bir darbe daha
yedi. Bu başlıkla ilgili önceki kararlar daha
önceleri her daim Komite'de takılmıştı. Son
oylamaya Türkiye'de büyük bir tepki verildi
ve Ankara, Washington büyükelçisini birkaç
haftalığına geri çekti.
Kongre liderleri ve hatta Türkiye'nin ABD
ordusundaki dostları, Ankara ile siyasi ve
güvenlik
ortaklıklarının
güvenilirliği
hususunda düşünüp taşınırken, Obama
yönetimi Türkiye ile yakın bağlar tesis etme
amacından vazgeçmiş değil. Kolay bir iş
olmayacak ama. Washington ve Ankara
arasındaki dış politika farklılıkları hem çok
hem de derin. ABD'nin ileride bu kilit taşı
82
Türkiye’de darbecileri mat etmek
- Maksud Javadov
hafta sonra seçim sandıklarında da
ulaşılacak. Adalet Bakanı Sadullah Ergin,
Türk anayasasına özgürlük maddeleri ilave
edecek bir anayasal reform
tasarısı
üzerinde çalışıyor.
Ergenekon olayı Türkiye'de ordunun gücüne
indirilen bir darbeyse "Balyoz" kod adlı
darbe planının ortaya çıkarılmış olması, bir
nakavt darbesi değilse de, en azından yere
serici bir darbedir. 23 Şubat'ta 50 yüksek
rütbeli subayın darbe planlamaktan dolayı
tutuklanması, mevcut Türk hükümetinin
siyasi manzarayı kökten değiştirmeye
koyulduğunu
göstermektedir.
Tutuklananların
arasında
eski
Hava
Kuvvetleri komutanı İbrahim Fırtına, eski
Deniz Kuvvetleri komutanı Özden Örnek ve
merkez karargâhı İstanbul'da bulunan I.
Ordu komutanı Çetin Doğan gibi üst düzey
generaller
olması,
askeri
cunta'nın
Türkiye'de
caydırıcı
yeteneklerini
kaybettiğini gösterir.
Tasarı, batı destekli laik aşırıların gücünü
biraz daha budayacak. Yeni kanunlar, siyasi
partilerin kapatılmasını zorlaştıracak ve bu
gücü seçilmiş Meclis’e verecek. HSYK
üyelerinin sayısını 7’den 21’e çıkaracak ve
temsil
tabanı
genişletilecek.
Askeri
personelin
sivil
mahkemelerde
yargılanmasını mümkün kılacak ve daha
şeffaf bir seçim sistemi getirecek
değişiklikler de yolda. Tüm bu inisiyatifler,
kokuşmuş Türk seçkinler arasında alarma yol
açtı ve anayasa reform paketinin önüne
geçmek için çalışıyorlar.
AK Parti 550 sandalyeli mecliste şu an 337
sandalye sahibi ve gelecek seçimlerde 367
sandalye sahibi olmayı ummuyor. AK Parti,
tasarıyı kilit destekçilerine, Türk halkına
götürmeyi planlıyor. Başbakan Recep Tayip
Erdoğan, anayasa değişikliği tasarısı meclis
onayını almadığı takdirde referandumun
daha kısa sürede yapılması konusunda 3
Mart’ta meclisi ikna etti. Meclisten geçen bu
yeni kanun, tıkanıklığın ve siyasi popülizmin
önüne geçiyor. Teklif edilen tasarı
referandumla
onaylandığında,
batının
dayattığı seküler seçkinler topyekûn gözden
düşecek. Referandum, temsil iddiasında
oldukları halkın desteğinden yoksun
olduklarını açıkça gösterecek. Seküler
muhalefet işte bu yüzden referandumdan
uzak durmayı sağlayacak bir uzlaşma
çözümü arayışında. Tasarı referanduma
sunulmadığı takdirde, laik aşırılara siyasi
popülizm fırsatı doğacak. Dolayısıyla AK
Parti, kendi itibarını güçlendirmek ve
stratejik bir düzlemde seküler mafyanın
ayağını yerden kesmek için reform tasarısını
AKP hükümeti, darbe planına katıldıkları
gerekçesiyle tutuklanan tüm subayların
yargılanması için yeterli siyasi güç
tasarrufunda bulunamasa bile, askerin artık
dokunulmazlıktan çıktığını gösteren bir
psikolojik ve siyasi emsal tesis etmiştir.
Ancak laik blok büsbütün hükümsüz değil,
en azından taktik düzlemde. Seçilmiş
hükümetin başına iş açabilecek mâli güce
sahipler. Onlarca yıl süren laikleşme süreci
sırasında servetlerini, IMF ve Dünya
Bankası'nın dayattığı iktisâdi politikalara
teşne olmayı tercih eden siyasi nizâma
borçlu zengin bir şehirli sınıf ortaya çıktı. Şu
anda laik şehirli sınıftan Anadolu'nun daha
dindar orta sınıfına doğru bir eksen değişimi
yaşanıyor. Ancak zenginliğin daha düzgün
bir dağılım göstermesi bir on yılı alacaktır.
Türkiye'de halkın gücünün bekâsı adına
yapılan kavganın doruk noktasına yalnızca
mahkeme salonlarında değil dört ila sekiz
83
halka götürmelidir. AK Parti biliyor ki gücü,
serbest ve âdil seçimler yoluyla kazandığı
meşrûiyetidir. Bu gücü, batının dayattığı
seküler düzenden kopma sürecindeki Türk
toplumunu güçlendirmek gibi meşru bir
gâye uğruna kullanmalıdır.
planının ifşasına desteğini ifade etti.
Hürriyet gazetesinde köşesinde şöyle
kaydetti: “...2010 Türkiye’sinde geçmişte
‘darbe planları’ yapmış olan veya ‘darbe
girişimleri’nde bulunmuş olanların yakalarını
hukuktan sıyırmasının imkânsızlığı ortaya
çıkmıştır. Bunun bir anlamı da, olan-bitenin
gelecekteki ‘darbe hesapları’, darbecilik ve
cuntacılık
bakımından
müthiş
bir
‘caydırıcılık’ sağladığıdır. Bu ‘darbecilik’ ve
‘cuntacılık’ illetinden muzdarip her ülke,
Arjantin, Yunanistan, İspanya vs. ‘bağırsak
temizliği’ni belirli tarihi şartlarda, kendi
gerçekleri üzerinden yapabildiler. Türkiye’de
bu 2010’da ve kendi gerçekleri üzerinden
gerçekleşiyor. Konu, sadece geçmişin
hesabının sorulması değildir.”
AK Parti’nin halkın gücünü yeniden ileri
sürmesini
ideolojik
muhalifleri
bile
desteklemektedir.
Türk
hükümetinin,
ordunun yasadışı gücünü baskı altına alması,
siyasi tayfın her kesiminden destek topladı.
Ermeni kökenli Türk gazeteci Etyen
Mahçupyan, darbe kışkırtıcılarına dolaylı
olarak destek verdiğinden dolayı verdiği
muhalefet lideri Deniz Baykal’ı açıkça kınadı.
Mahçupyan şöyle kaydetti: “CHP lideri bir
adım ileri giderek Balyoz planı için şöyle
konuşuyor: “Resmî bir tatbikat uygulaması,
gizli saklı bir şey yok.” Yani Balyoz’da sözü
edilenlerin normal ve doğal olduğunu ima
ediyor. Bunun anlamı darbenin tümden
aklanmasıdır ve buradan hareketle de
“böylesine bir operasyon hiçbir demokratik
ülkede olmaz” denebiliyor. İronik olan şu ki,
zaten
Türkiye
darbeciler
nedeniyle
demokratik bir ülke değil ve şu anda
demokratik olmaya çalışıyor. Dolayısıyla
Baykal’ın ‘ancak darbe dönemlerinde bu
manzaralar ortaya çıkar’ sözü doğru... Çünkü
Türkiye, hükümetin direndiği bir darbe
girişimi döneminden geçmekte. CHP’nin tüm
siyaseti varolan gerçekliği görmezden gelme
ve eğer mümkünse tersine çevirme
çabasından ibaret... Ancak mesele Baykal’ın
taktik anlayışıyla sınırlı değil... Çünkü
yürütülen strateji aslında bütün bir
Cumhuriyet
tarihinin
ideolojik
manipülasyonuyla da tutarlı.”
Türkiye'deki son olaylar, batının dayattığı
düzenin İslam dünyasında çalışmadığını
göstermektedir. Batılı hükümetler, Türk
toplumunda sekülerleşmeyi ve İslam
kimliğinden soyunmayı ne kadar teşvik
ederlerse etsinler stratejik düzeyde başarısız
olmuşlardır. Türkiye dışarıdan dayatılan
düzenden kurtulmaya başlıyor; ve eğer
Türkiye yapabiliyorsa, Mısır, Pakistan,
Cezayir ve geri kalan hepsi de yapabilir.
Batı şu an Türkiye'de siyaseten köşeye
sıkışmıştır ve mevcut çok az seçeneği var. Ya
Türk halkının iradesine boyun eğecek veya
Filistin ve Cezayir'de olduğu gibi çökertmeye
teşebbüs edecektir. İkinci yolu seçerse, daha
fazla gözden düşecek ve Türkiye'de batı
karşıtı hissiyatı daha da besleyecektir.
Batının her daim zafer aramadığının farkında
olmalıdır
zira
zafer
bazen
elde
edilemeyebilir. Batının amacı bazı hallerde,
sosyal düzenin istikrarsızlaşması ve ayak
takımı hâkimiyetidir. Türk hükümeti ve Türk
toplumu böylesi bir senaryoya hazırlıklı
olmalı, ajan provakatörleri düzenli bir
şekilde ifşa etmeli ve menfur planlarını
Geçmişte savaş muhabiri olan ve merhum
Cumhurbaşkanı
Turgut
Özal'ın
danışmanlığını da yapmış bir isim, Cengiz
Çandar, ki liberal laiklerdendir, askeri darbe
84
bozmak için yasal yollarla haklarından
gelmelidir.
17 Nisan 2010
Kaynak: Crescent
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
85
Türkiye yükseliyor, Araplar
batıyor - Halid Amayreh
haklarının meşruiyetini tanıyarak sessizce
çözmeye yahut en azından etkisiz hale
getirmeye baktı. İç siyasetin istikrar
kazanmasına, iç güvenliğin artmasına iktisadi refahın temel şartlarıdır - bir hayli
yardım etti bu.
Pek çok Arap devleti acziyetlerine gömülmüş
kendi aralarında didişip dururken, Türkiye
yavaşça ama emin adımlarla İsrail ve İran'ın
yanı başında Ortadoğu'nun lider ülkesi
olarak kendisini ileri sürüyor. Türkiye
özellikle de AK Parti iktidarı döneminde
nüfuzunu doğuya doğru genişletmek için
kararlı adımlarla ilerlemeye devam ediyor,
kendisini lider Sünni devlet ünvânına
hazırlıyor.
Türkiye, Erdoğan liderliğinde Ermenistan’la
arasındaki eski problemleri çözme yolunda
mesafe kaydetti ve böylelikle İsrail ve
Amerikan Yahudi lobisini, Türkiye'yi İsrailAmerikan yörüngesinde tutmak için yine
Türkiye'ye karşı tekrar tekrar kullandığı
hassas bir baskı kartından mahrum etti.
Türkler Ortadoğu'da bilhassa da Arap
bölgesinde psikolojik-stratejik bir boşluğu
dolduruyorlar
şüphesiz.
Bu
boşluk,
Amerika'ya körkütük itaat yüzünden
durağan, şevksiz bir hal alan Mısır gibi
geleneksel Arap devletlerinin nüfuzlarını
kaybetmelerinin bir sonucudur.
Ancak gene de AK Parti hakkında en bahse
değer olanı, ABD ve İsrail'e karşı hür
iradesini koruma azmidir. Yedi yıl önce
Amerika Irak'ı işgal etmek üzereyken, Türk
hükümeti Irak'a saldıracak uçakların İncirlik
üssünden kalkmasını reddetmişti. Başbakan
Erdoğan, Türk halkının toplu iradesini
yansıttığını söylediği bu kararı savundu.
Çoğu Arap devleti, on binlerce Iraklıyı
katleden George W. Bush yönetimini hoşnut
etmek ve yatıştırmak için birbirleriyle
rekabet ederken oldu tüm bunlar.
Türkiye'nin bölgesel konumunun yükselişi
tam bir başarı hikayesidir, ki diğer ülkeler
için rol model olarak görülebilir.
Türkiye'nin yıldızı yükseliyor
AK Parti 2002 yılında - çoğu Arap
devletlerinde
olduğu
üzere
politik
haydutlukla değil de - seçim yoluyla iktidara
geldiğinde Türkiye'nin yakasını bırakmayan
bir dizi müzmin sorunu sessizce ve zekice hal
yoluna koymak için çalıştı. En nihayet, çoğu
iktisadi kökenli bu hastalıkları şaşırtıcı
etkileri ve artetkileri olacak şekilde başarıyla
tedavi etti ve Türkiye ekonomisi bir
zamanların müzmin durgunluğundan çıktı ve
aynı zamanda bilhassa da üretim ve ihracat
sektörlerinde
olağanüstü
büyüme
kaydedildi. Türkiye, bugün dünyanın 17'nci
ekonomik gücü. İsrail ve Amerika'ya karşı
gururla "Hayır" diyebilecek bir ülke aynı
zamanda.
Erdoğan, Amerikalılara hiçbir izahta
bulunmak zorunda kalmadı. Sadece "Hayır"
dedi. Hepsi bu.
Vahşi hayata daha çok, medeni beşeri bir
topluma daha az benzeyen bir dünyada
ülkesinin haysiyetini koruyan Erdoğan,
biçâre Filistinli halka karşı câni ve
Nazilerinkine benzer türden saldırılar
düzenleyen dünyanın dokunulmaz devleti
İsrail’in üzerine gitmekten çekinmedi. Bazı
pratik nedenlerden dolayı İsrail’le ilişkileri
muhafaza eden Erdoğan, Türkiye'nin İsrail’le
ilişkilerinin
geleceğinin
İsrail'in
davranışlarına, özellikle de Filistinlilere karşı
davranışlarına bağlı olacağını İsrail rejimi
liderlerine bâriz şekilde gösterdi.
İç siyasette, Türk hükümeti sürüncemede
kalmış Kürt problemini Kürtlerin dertlerine
kulak kabartarak, Kürtlerin dil ve kültürel
86
Bir zamanlar İsrail'in Ortadoğu'daki stratejik
müttefikinin liderinden gelen ciddi sözlerdir
bunlar. İsrail mesajı aldı ama içselleştirme ve
kabullenme sıkıntısı içinde ne yapacağını
bilemiyor.
Arap olmayan Türkiye'nin öngörülür
gelecekte Filistinlilerin proaktif bir müttefiki
olmayacağı doğrudur. Bununla birlikte, İsrail
Gazze halkına ve diğer Filistinlilere Naziler
gibi
soykırım
serüveni
yaşatmaya
kalktığında, bugünden sonra Türkiye sağır ve
dilsizleri oynamayacak, başka tarafa
bakmayacaktır. En azından Türkiye, AK Parti
öncesinde olduğu gibi İsrail için stratejik bir
varlık artık olmayacak.
halklarını
denetim
altında
tutmak,
kendilerinin ve oğullarının iktidarını kalıcı
kılmak için var olmalarıdır. Örneğin Mısır 80
milyonluk nüfusuyla muazzam bir beşeri
kaynağa
sahip;
tasarrufunda
başka
kaynakları da var. Bir zamanlar Afrika
kaplanı olacağı düşünülen bu çok önemli
ülke, rejimin despotik politikaları ve iç
karartıcı siyasi idâre yüzünden hayatın tüm
alanlarında gerisin geriye gidiyor. Bu
vaziyetin Mısırlılarda toplu depresyonu,
hissizliği ve çaresizliği beslediği ve
derinleştirdiği kolayca tahmin edilebilir, ki
binlerce profesyoneli haysiyet, saygı ve iş
fırsatları için yurtdışına itelemiştir.
Durağan Arap dünyası
Körfez Ülkeleri
Arap dünyası, Türk başarı hikayesinin aksine,
kendi içinde bölünmüşlük hâlini sürdürüyor,
pek çok Arap devleti ekonomik bakımdan
ayakta kalma mücadelesi veriyor ve bu
esnada
egemenliklerini
ve
ulusal
haysiyetlerini İsrail'in muhafızı Amerika’ya
bâriz bir şekilde teslim ediyorlar. Toplu
olarak Arapların durumu, I. Dünya Savaşını
müteakip Osmanlı halifeliğinin çökmesinden
bu yana belki de en kötü durumdur.
Arapların Gazze Şeridi'ndeki ablukayı
yarmak gibi nispeten kolay bir görevde toplu
halde kaydettikleri başarısızlık, derin bir
acziyeti ve tüm bünyenin felç geçirdiğini
gösteriyor.
Zengin Arap ülkeleri cahil, dekadan ve
hanedan despotlarca yönetildiği için hüsran
verici döngüye onlar da kapıldılar çünkü
egemen şeyhlerin nihâi stratejisi, bedeli ne
olursa olsun iktidarda kalmaktır ve yabancı
güçlerin iradesine boyun eğmek buna
dâhildir. Söylemeye gerek yok, bu despotlar
pek çok örnekte apaçık cehalet sergilediler;
tasarruflarındaki devasa mâli kaynakları
somut ve uzun ömürlü iktisâdi gerçeklere
tahvil etmede skandal denilecek şekilde
başarısız oldular. Bazı Arap şeyhlikleri
gerçekte o kadar aptallar ki milyarlarca
doları şatafatlı ama iktisâdi bakımdan
faydasız projelere, servetlerini gösterdikleri
yüksek kulelere döktüler.
Benzer şekilde, her bir Arap devletinin yahut
Şeyhliğinin kendi iç meseleleriyle meşgul
olması, Arapların iktisâdi ve siyasi
bütünleşme çabalarına geçit vermiyor. Siyasi
felcin - boğucu musibetin – ana nedeni, Arap
dünyasına hâkim olan kabile zihniyeti ve
hanedan
despotizmidir.
Bu
kabile
zihniyetinin en somut ifadelerinden biri de
ister kraliyet isterse cumhuriyet siyaseti
izliyor olsun, otokratik Arap yöneticilerinin
uluslarına liderlik etmek ve onların
çıkarlarını yürütmek için değil de kendi
Ancak bu kabile şefleri, Dubai örneğinde
gördüğümüz üzere ekonomilerini gerçek
mâli krizlerden koruyacak başlıca araçlardan
mahrumlar. Yıkıcı kabile zihniyeti, Körfez
İşbirliği Konseyi ülkeleri gibi kültürel olarak
homojen ülkelerin bile ortak pazar
kurmalarına veya para birliğine geçmelerine
izin vermedi. Muhtemel bir dış saldırıya karşı
muteber bir askeri kuvvet inşa etmiş de
değiller.
87
Şüphe yok ki Arapların hâli gitgide daha da
kötüleşecek ta ki Arap evi büsbütün çökene
dek. Arap kitleleri uyuşukluğa, yeise ve
hissizliğe
son
verip
kendilerini
güçlendirmeye ve gasp edilen haysiyet ve
hürriyetlerini yeniden kazanana dek bu
böyle. Araplar aptal değil, Türklerden, din
kardeşlerimizden bir şeyler öğrenmek
istiyorlarsa, öğrenebilirler. Ama ne ki atı
suya
götürebilir
ama
içmeye
zorlayamazsınız.
Kur'an'ın
Hz.
Muhammed'e
(s.a.v)
vahyedildiği ülkedeki bilyonerler hayvani
arzuların peşinden koşarken Şer-i hükümleri
hâkim kıldıklarını iddia etmekteler. Madem
öyle, milyonlarca müslüman çocuklarına
yiyecek bulamazken, mesela dekandan bir
prense ümmetin kaynaklarını kendi şehevi
arzularına harcamasına hangi şer-i hüküm
izin veriyor? Allah, böyle bir dekadan prensi
Kur'an'da uyarmakta, cezasının an meselesi
olduğunu bildirmektedir. “Allah zengindir,
siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz
çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum
getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.”
(Muhammed, 38. Ayet, Diyanet Meali)
Bu arada Türk kardeşlerimize tekrar
hoşgeldiniz diyoruz. Osmanlıları uzun
zamandır özlüyorduk.
02 Şubat 2010
Kaynak: Palestine Think Thank
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
88
Türkiye-İsrail ilişkilerinin yeni
doğasına bir bakış - Elias Vahedi
çözmeye çalışıyor ve gayri askeri araçlara
başvuruyor. Başka bir ifadeyle, Ankara'nın
askeri güce karşı azalan bağımlılığı gitgide
âşikar olmaktadır.
Türkiye-İsrail ilişkileri son aylarda bazı
gelişmelere şahit oldu, ki Ankara'nın
bölgesel politikalarında bilhassa da Siyonist
rejime yönelik olarak tashihler yapıldığına
işaret etmektedir. Bazı analistlerin Türk
hükümetinin siyasi değişimi veya strateji
değişimi diye tanımladıkları yeni durumun
çeşitli sebepleri olabilir. Yeni durumun en
önemli sebepleri şunlardır:
Stratfor başkanı George Friedman'a göre,
Türkiye'nin gücünü artırmak için önünde
çeşitli seçenekler varken İsrail'in seçenekleri
son derece sınırlı. Friedman, Tel Aviv'le
bağları geliştirmek için Ankara'nın dikkatini
cezbetme niyeti olmayan İsrail Dışişleri
Bakanı Avigdor Lieberman ve yardımcısı
Danny Ayalon'un İsrail'in Türkiye'ye
ihtiyacını hafife aldıklarına inanıyor.
Friedman'ın kanaatine göre ABD, İsrail'in
müttefiki olmasına rağmen onda bazı
eksiklikler buluyor. Bu eksikliklerden biri,
Suriye ve Irak'ı batıyla aynı hizaya getirmek
ve böylelikle iki Arap ülkesinin İran'a kaymak
gibi aşırı eğilimlerini önleme kabiliyeti. İsrail
bu rolü asla oynayamaz. Türkiye ve İsrail pek
çok müşterekte buluşurken, her ikisi de batı
blokuna ait iken, her ikisinin de komşularıyla
ciddi problemleri vardı, her ikisinin de çeşitli
iç problemleri vardı ve hem içeride hem de
dışarıda askeri politikalar uygulamaya
çalışıyorlardı denilebilir. Fakat durum bugün
çarpıcı şekilde değişti. Türkiye'nin İsrail’le
arasındaki mesafe her geçen gün daha da
artıyor. Her iki ülkenin birbirine duyduğu
ihtiyaç geçmişte karşılıklıydı ama bugün
İsrail, böylesi bir işbirliğine Türkiye'den daha
fazla ihtiyaç duyuyor.
Türkiye'nin İsrail'e ihtiyacı azalıyor
Türkiye Cumhuriyeti 1990'ların başlarında
batı nezdindeki statüsünü kaybetmenin
kaygısını taşıyordu. Bu esnada, Ankara'nın
aşağı yukarı tüm komşularıyla çeşitli
problemleri ve ihtilafları vardı: Suriye,
Yunanistan, Irak, İran ve Ermenistan.
Türkiye'nin bu ülkelere karşı iktisâdi ve
askeri yönden eksiklikleri vardı, bölgesel ve
uluslararası nüfuzdan da yoksundu. PKK'nın
terörist faaliyetlerinden dolayı Türkiye'nin iç
güvenliği büyük bir tehdit altındaydı.
Türkiye, bölgede Ankara'ya hasım olmayan
tek ülke nazarıyla bakılan İsrail'e işte bu aynı
nedenden dolayı yöneldi. İsrail’le geleneksel
ilişkilerine bel bağlayan Ankara, Tel Aviv'le
ilişkilerini hızla geliştirmeye başladı.
Ama Türkiye'nin uluslararası, bölgesel ve
yurtiçi durumu bugün öylesine farklı ki
bölgesel bir güce dönüştü. Türkiye bugün 20
yıl öncesine kıyasla güçlü bir orduya sahip ve
ileri teknoloji ürünü silahlara duyduğu
ihtiyaç hayli azaldı. Türkiye dilediği ülkeden
askeri teçhizat satın alabilir. Ankara,
komşularından yana ciddi bir askeri tehdit
hissetmiyor şu an. İç güvenliğinde de
iyileşmeler kaydetti. Dahası, izlediği iç ve dış
politikaları, “komşularla sıfır problem”
doktrini ve Kürt meselesinde diplomatik
atılım sayesinde iç ve dış meseleleri
İsrail'in eski Ankara büyükelçisi Alon Liel,
İsrail'in bu ihtiyacını açık açık dile getirdi.
İsrail'in Ortadoğu'da tecrit içinde olduğunu,
Türkiye'nin ise bölgede ilerlemeci bir güç ve
oyuncu olduğunu kaydetti ve Türkiye'nin
sadece tek bir ülkeyle sorunu varken
(Ermenistan) İsrail'in bölgedeki 22 devletten
20'siyle sorunu var dedi.
Türkiye'de
alınıyor
89
kamuoyu
kanaati
dikkate
Türk devlet adamları, iş bitirici siyasi araç
olarak halkın oylarını görüyor; siyasi
partilerin hayatları ve bekâları oylara bağlı.
Şayet siyasi partiler kamuoyundan ret
alırlarsa ülkenin siyasi sahnesinden uzun bir
süre çekilirler veya külliyen silinir giderler.
Şu an can çekişen sağ partilerin kaderi bu
oldu. Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi,
sağ kanat siyaseti iktidara taşımış ve uzun
bir süre Türkiye'yi yönetmişlerdi ama aniden
halk tabanını kaybederek mağlub oldular ve
Mecliste azınlık bir grup oluşturmaya
yetecek kadar bile sandalye kazanamadılar.
Hesaplarını halkın oylarına göre yapmak
zorunda olan iktidar ve muhalefet
partilerinin siyasette halkın taleplerini
dikkate almaktan başka seçenekleri yok.
savunmasız koalisyon hükümetine atıf
yapıyor. Netanyahu'nun, bu politikanın Türk
vatandaşlar üzerinde yapacağı olumsuz
etkinin farkında olmadığını, câri şartlar
altında Türk vatandaşlarının İsrail için
attıkları oyların, İsraillilerin kendileri için
attıkları oylardan daha önemli olduğunu
belirtiyor; zira Türkiye, İsrail'in düşmanlık
edemeyeceği denli güçlü bir ülke. Friedman,
İsrail’in Türk kamuoyu ile ilgili bir diğer
probleminin Türk laikler arasındaki tabanını
kaybetmesi olduğunu söylüyor. İsrail'e
muhalefeti dillendirmede laikler gitgide
İslamcılara katılıyorlar.
Türkiye'nin faal bölgesel rolü
Ankara, mevcut şartlar altında, bölgesel
etkileşimlerde faal bir rol oynamaya bakıyor.
Komşu ülkelerle ilişkileri geliştirmek,
Türkiye-İran-Suriye ve Türkiye-İran-Pakistan
eksenleri geliştirme yönündeki çabalar, Irak
meselesiyle ilgili olarak Suriye ve İran’la
bütünleşme çalışmaları, Türkiye'nin yeni
bölgesel rolü çerçevesinde târiflendirilip
değerlendiriliyor. İsrail bu şartlar altında
bölgede
istikrarsızlık
unsuru
olarak
görülüyor ve Türkler İsrail'den hoşnutsuzluk
duyuyorlar. Bölgenin ekonomik eksenleri
(ticaret ve enerji) Avrupa'ya bağlandığı
takdirde, İsrail dışında bölge ülkelerinin
önemi Ankara için daha da artacak.
Uluslararası
Stratejik
Çalışmalar
Enstitüsü'nün Türk hükümetinin dış
politikasıyla ilgili olarak önemli beş şehirde
yaptığı bir kamuoyu araştırmasına göre
katılımcılardan yüzde 40'ı İsrail'le herhangi
bir ilişki kurulmasına muhalefet ederken
sadece yüzde 7.5'luk bir kesim Tel Aviv'le
her türlü ilişkiye destek verdi. İsrail’le
ekonomik ilişkilere destek verenlerin oranı
yüzde 39; askeri ilişkilere destek verenlerin
oranı ise yüzde 6. Kültürel ilişkilere destek
verenlerin oranı yüzde 8. Türk hükümetinin
İsrail'e karşı yürüttüğü politikaların doğru
olduğuna inanların oranı yüzde 71; yüzde
12'sine göre ise bu politikalar yanlış. Türkiye
ve İsrail arasındaki ilişkilerin krize
girmesinden sonra Türk halkı arasında
İsrail’le iyi ilişkilere verilen destek daha da
azalmış görünüyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği
Genel bir değerlendirme yapılacak olursa,
İsrail-Türkiye ilişkilerindeki ana dinamiklerin
şu an zayıflatıldığı söylenebilir. Açıktır ki
hem Türkiye hem de İsrail kendi ulusal
çıkarlarının peşinde; küresel ve bölgesel
köklü değişimlerin ardından her iki ülke
çıkarlarının (özellikle Türkiye çıkarlarının)
yeniden tanımlanması, bu ilişkilerin doğasını
dönüştürecektir.
Batılı analistler Türk vatandaşların bölgesel
denklemlerdeki tercihlerine büyük önem
atfediyorlar. Friedman, İsrail dışişlerinin
Türkiye'ye karşı yakışıksız diplomasisinin
sebeplerini
açıklıyor
ve
Benjamin
Netanyahu'nun İsrail'de yanlış bir siyasi
atmosfer yaratmaya ihtiyaç duyan zayıf ve
Bundan başka, her iki ülke hükümetlerinin
bakış açıları ve politikaları temelden farklılık
90
arz ediyor. Dolayısıyla ilişkileri onarma
çabaları
göz
dolduran
sonuçlar
üretmeyecektir. Şayet Türkiye ulusal
çıkarlarının komşu devletleri ve İslam
dünyasını önemsemekle teminat altına
alınacağı inancından ayrılmazsa, İsrail’le bir
kez daha yakınlaşmaya kalkışmayacaktır ve
her iki ülke arasındaki bölünme daha da
derinleşecektir. Aksi takdirde, mevcut
şartlar altında her iki tarafın yapabileceği
şey en iyi halde ilişkileri normalleştirmektir.
Fakat şimdiden açık olan bir şey var ki o da
1990'larda Ankara ve Tel Aviv arasındaki
güçlü ilişkilerin düzeyine bir daha
erişilemeyeceğidir.
31 Ocak 2010
Kaynak: İran Review
Çeviren: M. Alpalsan Balcı
91
Yeni Türkiye değil, doğru zaman Remzi Barud
daha nüfuzluydu; dolayısıyla da söz konusu
olan dış politikasının tezahürü ve dış politik
bakışı olduğunda, durum yine böyleydi.
Fakat siyasi ve iktisâdi bir oyuncu olarak
Türkiye'nin önemi, çekiştirme sırasında bile,
arttı. Kat'i bir egemenlik hissi olan, gurur
hissi olan ve bölgesel bir güç olarak kendisini
ileri sürebilecek cesarette olan bir ulus
haline geldi.
Uri Avnery'nin İsrail-Türkiye arasındaki son
diplomatik ve siyasi münakaşa hakkında
yaptığı değerlendirme – İsrail ve Türkiye
ilişkileri eski sıcaklığına kavuşmayacaksa da
normale dönecektir demişti – akla yatkın ve
cesur. Ama benim görüşüme göre aynı
zamanda yanlış.
Türkiye, siyasi İslam’ın bölge çapında
yükselişe geçtiği 1970'lerde yeniden
düşünmeye başladı ve çeşitli siyasetçiler ve
gruplar, siyasi İslam’ı yeni bir düzleme
taşıma fikrine tutundular. Her şeye batı
gözlüğüyle bakmaya mahkum ikinci sınıf bir
NATO üyesi Türkiye fikrine çullanan kişi,
esasen, 1996-1997 arasında Türkiye
Başbakanı olan Dr. Necmettin Erbakan’dı.
Basitçe söylemek gerekirse, geri dönüş yok.
Ak Parti Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı Suat
Kınıklıoğlu, “İsrail Yeni Türkiye'ye Alışmalı”
(Biraz Saygı Lütfen...) başlıklı yazısında şöyle
dedi: “İsrail, bölgenin kendine özgü bir
durumunun neticesi olan 1990'ları özlüyor
görünüyor. O günler geride kaldı ve AK Parti
iktidarı sona erse bile bir daha geri
gelmeyecek gibi gözüküyor.”
Erbakan'ın
Refah
Partisinin
rüzgarı
1980'lerin sonlarında esmeye başladı. Refah
Partisi, İslami kökeni ve tutumları
hususunda hiç de özürcü değildi. 1995 yılı
seçimleri sonucunda iktidara tırmanması,
alarm zillerinin çalmasına yol açtı zira “batı
yanlısı” Türkiye, ülkenin bölgesel rolünü
“NATO'nun uşağı” olarak tâyin etmiş çok
katı bir senaryodan sapmaktaydı. Selam A.
Selam, El Ahram'da yayınlanan son
makalesinde Türkiye'nin artık o “uşak”
olmadığını kaydetti. Kınıklıoğlu'na göre de
“İsrail'in alışması gerektiği bir şeydi” bu.
İşte bu değerlendirme, gerçeklerle daha
tutarlı görünüyor.
Şayet son münakaşaya yol açan münferit
birkaç hadise olsaydı - mesela Dünya
Ekonomi Forum'unda Türkiye Başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Devlet
Başkanı Şimon Peres arasında geçen cesur
atışma yahut Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçisi
Oğuz Çelikkol'un İsrail Dışişleri Bakan
Yardımcısı Danny Ayalon tarafından
önceden tasarlanarak aşağılanması gibi - Uri
Avnery'nin olayları iyimser bir şekilde
okumasına katılmak mümkün olurdu. Ama
ne ki bu olaylar münferit değil. İsrail,
Amerika ve bir bütün olarak Ortadoğu'ya
yönelik Türk dış politikasında açık ve galiba
tersine
çevrilemez
bir
değişimi
yansıtmaktadır.
Erbakanlı günler geçeli çok oldu belki. Ama
onun mirâsı, Türk milli şuurundan asla
kopmayan bir şeyleri tescilledi. Sınırları
zorladı, Filistin yanlısı politikaları yürekli bir
şekilde müdaafa etti, batının tâlimatlarına
karşı koydu ve hatta siyaseten en önemli
Arap ve müslüman ülkelerini birleştiren D-8'i
kurarak ülkesini iktisâdi bakımdan yeniden
konumlandırmaya
çalıştı.
Erbakan,
“postmodern”
askeri
darbeyle
düşürüldüğünde, Türkiye'de siyasi İslam’ın
mülayim bir formunun bile müsamaha
Türkiye kayda değer bir zamandan beri bir
yanda müslüman ve Arap ülkelerle tarihi
bağları, öte yanda Batılılaşmaya doğru
durdurulamaz
sürüklenişi
arasında
yırtılmıştı. Batılılaşma, ferdi ve toplumsal
yeni Türk kimliğinin şekillenmesinde çok
92
görmediğini ispatlayarak neticelenen kısa
süreli siyasi tecrübenin sonu geldi diye
düşünüldü. Ordu bir kez daha tek güçtü.
aşağılamasından sonra “İsrail tarafından
resmi bir özür gelmediği takdirde Çelikkol'un
ilk uçakla Ankara'ya çağrılacağını” söyledi.
İsrail tabii ki özür diledi, tevâzu ile.
Fakat o tarihten sonra herşey değişmeye
başladı. AK Parti 2002'de iktidara geldi. AK
Parti liderliği değişimi amaçlayan ve hatta
ülkelerinin bölgesel jeopolitik bakış açısında
bir değişim amaçlayan tecrübeli ama ilkeli
siyasetçilerden oluşuyordu.
Ankara'nın bu güven düzeyine erişmesi yıllar
aldı ve ülke, herhangi bir kişinin uşağı
olmaya hevesli değil. Dahası, Türkiye'nin
Gazze lehine tek cephe olması ve metin
duruşu, Lübnan’a, İran ve Suriye'ye yapılan
tehditlere karşı açıksözlülüğü eski “sıcak”
günlerin hayli geride kaldığını açıkça
göstermektedir.
AK Parti, ne Avrupa'nın kabulünü ne de
Amerika'nın ruhsatını istirham etmeyen
iddialı Türkiye'ye liderlik etmeye başladı.
2003 yılında Amerika'nın Irak'a karşı askeri
harekâtı
Türkiye
topraklarından
başlatmasına karşı çıkarak, demokratik
temsil ve artan halk desteğiyle, güçlü bir ses
edindi.
Türkiye, Arap ve tüm bir İslam dünyasında,
davalarını müdaafa edecek güçlü ve akıllı bir
liderliğe susamış kabullenici bir kitle bulacak
elbette. Söylemeye gerek yok, Erdoğan
Gazze'de muhasara altındaki Filistinliler için
ev halkından biri, bir halk kahramanı, aslında
yeni bir Nasır. Aynı hissiyatı tüm bölge
paylaşıyor.
Söz konusu temayül devam etti ve Türkiye
son yıllarda siyasi gücünü ve maharetini
eyleme tahvil etme cesaretini gösterdi, ki
inşası yıllar almış siyasi ve askeri dengeleri
şipşak bozmaksızın. Haliyle İsrail’le geçmişte
yaptığı
askeri
anlaşmalara
hürmeti
sürdürdü, Suriye ve İran’a başarılı olmuş pek
çok teklifte bulundu. Müslümanların ve
Arapların ayrılık çağında birleştirici olarak
görünme iradesi sergileyerek, “ılımlılar” ve
“aşırılar” kampında yer almayı reddetti.
Bunun yerine, tüm komşularıyla ve Arap
müttefikleriyle iyi ilişkileri idame ettirdi.
31 Ocak 2010
Kaynak: Palestine Chronicle
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
Amerika, 2007 itibariyle “Yeni Türkiye'nin”
yükselişini görmeye başladı. ABD Başkanı
Barack Obama'nın başkanlık töreninden kısa
bir süre sonra bu ülkeyi ziyareti, Batı'nın,
Türkiye'nin “özel” statüsünü dikkate
aldığının pek çok işaretinden biriydi.
Türkiye'ye kabadayılık edilmemeli, Türkiye
tehdit edilmemeli veya ona gözdağı
verilmemeliydi. Diplomasinin kaidelerine
uzun zamandır kafa tutan İsrail bile Abdullah
Gül sayesinde artık sınırlarının farkına
varıyor. Abdullah Gül, İsrail'in Türk
Büyükelçisini
kavgacı
bir
şekilde
93
Türkiye'nin büyüsü - Selam A.
Selam
bağlarına güvenebilir artık. Kaydedilmelidir
ki Türkiye, İsrail'le ilişkilerini geriletmedi.
İsrail, büyükelçi olayında yapılan öfke
takasından sonra, uçak satışı anlaşmasını
görüşmek üzere dışişleri bakanını *Sic!
Savunma bakanını+ Ankara'ya gönderdi.
Türkiye halen İsrail'le görüşüyor ve
Filistinlileri kaderlerine terk etmiyor.
Arap dünyasının bir rol model için böylesine
hevesli olduğunu görmek ve önayak olacak
bir kurtarıcı için herşeyi göze aldığına şahit
olmak üzücü. Türkiye, en çok da İsrail'e el
pençe divan durmayı reddetmesinden
dolayı, çoğu Arap için rol modeli haline
geldi.
Bunu, müstakbel cumhurbaşkanı ve onun
Amerika ve İsrail'in onayına ihtiyaç duyup
duymayacağı hakkında tartışma yaptığımız
Mısır'ın durumuyla kıyaslayın. Mustafa el
Feki'nin ateşlediği, Hasaneyn Heykel ve
diğerlerinin yorumlarıyla katıldığı bu
tartışma, ülkedeki siyasi kafa karışıklığını ileri
götüren bir ilaveden başka bir şey değildir.
İsrail dışişleri bakanı Avigdor Lieberman,
*Sic! Dışişleri Bakan yardımcısı Danny
Ayalon+ İsrailli ajanları çocuk kaçıran
kimseler olarak resmeden bir Türk dizisine
itiraz ettiğinde Türk büyükelçisini ofisine
çağırdı, alçak koltuğa oturttu ve ülkesi
İsraillileri yanlış tasvir ettiği için büyükelçiyi
haşladı. Türkler İsrail'e ültimatom verip özür
dilemeye zorlayarak bu hakarete tepki
verdiler.
Mısır, İsrail gibi olamaz ve Türkiye gibi
olmaya da çalışmıyor. Barış sürecine ilişkin
tüm meselelerde ABD'ye açık kapı bırakmış
olabiliriz ama yine de bir şeyler elde
etmenin çok uzağındayız. Amerika, tüm
çabalarımıza rağmen, önceden olduğu gibi
halen İsrail yanlısı. Amerika'nın İsrail
üzerinde kaldıraç gücü yok gibi görünüyor
ama gene de Mısır ve diğer Arap
ülkelerinden her gün yeni tavizler isteniyor.
Bugün için Arapların Ortadoğu barış
sürecinde söyleyebilecekleri tek bir sözleri
yok.
Türkiye'yi Arapların gözünde kahraman
yapmak için bu olay yeterliydi. Türkiye,
Recep Tayyip Erdoğan iktidarında hem
dostun hem de düşmanın saygı duyduğu
bölgesel bir güç haline geldi. Türkiye'nin
İsrail’le yakın askeri ilişkileri olabilir ama bu,
Gazze saldırısı sırasında sağlam bir duruş
sergilemekten de alıkoymadı onu.
Türkiye'nin Suriye, Lübnan ve Ürdün'le de
dost canlısı ilişkileri var. Suriye ve İsrail
arasında arabuluculuk yaptı. ABD-İsrail'in
İran'ı şeytanlaştırma kampanyasına da
meyletmedi.
Türkiye'nin,
yalnızca
Amerikalılarla,
Avrupalılarla ve İsraillilerle değil, İran'la ve
Körfez ülkeleriyle de yakın ilişkileri olan bir
ülkenin, bizi bu şekilde savurmasına
şaşmamak gerek.
Türkiye bir zamanlar olduğu gibi NATO'nun
uşağı da değil. Erdoğan döneminde kendi
sesini buldu. Yeni keşfedilen bu bağımsızlık,
Avrupa'nın Türkiye'nin AB üyeliği talebine
ters yanıt vermesinin sonucu değil mi? Belki
de öyledir ama mesele şu ki Türkiye bölgede
büyük bir kaldıraç gücü olan bir ülke olarak
kendini yeniden keşfetti.
Mısır Türkiye'nin yaptığı gibi Ortadoğu
çatışmasına müdahildir. Camp David
anlaşmasından bu yana barışa karşı tarihi ve
ahlaki sorumlulukları var. Arabuluculuk
yapmaya çalıştı ve yanısıra, barış çabaları
pek çok dostunu kaybetmesine vesile oldu
ve Gazze'de görüldüğü üzere siyasetimize
bir sakarlık bulaştırdı.
Türkiye, uluslararası konumunu destelemek
için Arap ve müslüman ülkelerle güçlü
94
Sivil toplum ve Avrupalı gruplar Gazze'ye
sempati duymaya başladılar; Filistinlilerin
uzlaşması ve İsrail'e baskı amaçlı
kullanamadığımız bir sempati bu. İroniktir,
Gazze'ye giden yardım konvoyuyla ilgili
durumu yumuşatmak için araya giren yine
Türkiye idi.
23 Ocak 2010
Kaynak: El Ahram Weekly
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
95
Türkiye Arapların abisi rolünü
benimsedi - Sami Mubayed
yeni yöneliminin doğası gereğince, Türkiye'yi
Arap ve müslüman uluslar arasındaki haklı
yerine iade etmek istiyor, ki Şam bunun
bittiği yer değildir. Bu siyaset, Mısır'ı,
Ürdün'ü, Filistin'i, Suriye'yi, Lübnan'ı ve Irak'ı
da ihtiva etmektedir.
ŞAM – Batıdaki pek çok kişi, Adalet ve
Kalkınma Partisi iktidara geldikten sonra
izlenen yeni Türk dış politikasını 92 yıl önce
sahneden
çekilen
Osmanlı
imparatorluğunun siyasi, sosyal ve de fikri
nüfuzunun canlanışını telkin eden “yeni
Osmanlıcılık” ifadesiyle tanımladılar.
Türkiye son bir kaç yıl boyunca Suriye ve
İsrail arasında dolaylı görüşmelere aracılık
etti, Filistin'de el Fetih ve Hamas arasında
bir çözüme şekil vermeye çalıştı ve geçen
Ağustos'ta araları açılan Şam ve Bağdat
arasındaki ilişkileri onarmak için çalıştı.
Bu politika, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
ve onun eski danışmanı, bugünün dışişleri
bakanı Ahmet Davutoğlu'na hamledildi.
Ancak Arapların doksan yıldır Osmanlı
karşıtlığını aşılamaları nedeniyle, evvelden
Osmanlı İmparatorluğunun idâresi altındaki
ülkelere
“Osmanlıcılığı”
pazarlamanın
zorluğuna bakınca, “Osmanlıcılık” ifadesi
hızla güçten düşmeye başladı.
Türkiye, İran ve Arap dünyası arasında kalıcı
arabulucu rolüne girdi ve Lübnan'daki
Hizbullah
ve
Amerika'da
koparılan
yaygaralara rağmen 2004 yılında liderlerini
Ankara'da ağırladığı Hamas gibi devlet dışı
aktörlere yardım etmek için çokça çalıştı.
İlave olarak, Irak'ın karmaşık siyasi
dünyasında da varlık göstermeye baktı ve
Saddam
Hüseyin'in
2003
yılında
düşmesinden sonra ortaya çıkan siyasi
sürece Sünni liderlerin de katılması çağrısını
yaptı. Büyük abi Türkiye, 20. yüzyıla girerken
yine benzer sularda aracılık etmişti ve belli ki
bölgeyi, bölge halkını ve onların düştükleri
zor durumu çok iyi bilmektedir ve oradaki
çatışmaları çözecek en uygun tarafın kendisi
olduğunu halen hissetmektedir.
Ancak bazıları ifadeyi kullanmayı sürdürdü.
Türkiye Başbakanı'nın danışmanlarından
Cüneyt Zapsu “dünyada Türkiye için yeni,
olumlu bir rol, geçmişiyle uzlaşmasından,
sosyal tabuların üstesinden gelinmesinden
ve olumlu yeni bir Türk kimliğinden geçer.
Biz Osmanlının halefiyiz ve bundan
utanmamalıyız” demişti.
Türk karar vericiler, bir zamanlar, Osmanlı
geçmişini
örtmeye
çalışıyor,
Kemal
Atatürk'ün parlak
devrinde bundan
utanıyorlardı çünkü geri ve Türkiye'de
dikilen laik devlet için çok fazla İslami
görünüyordu. Ancak Suriye ve en son
Lübnan gibi ülkelere siyasi açılımlar getiren
Ak Parti'nin istikrarlı politikaları sayesinde
artık geçmişte kaldı bu.
Türkiye Başbakanı Erdoğan bu hafta çığır
açıcı bir ziyaret düzenleyen Lübnan
Başbakanı Saad el-Hariri'yi ağırladı ve
Erdoğan'ın Türkiye Cumhuriyeti için
dikkatlice oluşturduğu uzun müttefik
zincirine bir halka daha eklendi.
İki ülke, diğer konuların yanısıra, askeri
alanda teknik ve bilimsel işbirliğini artırma
ve karşılıklı olarak vizeleri kaldırma
konusunda mutabık kaldılar. Turizmi
Erdoğan'ın yedinci yılına giren Arap
politikasını Türkiye-Suriye ittifakı olarak
yorumlayanlar var. Bu yanlıştır. Erdoğan, bu
96
artıracak, Türkiye ve Lübnan arasında
halkların temasını artıracaktır bu. Resmi
sayılara göre 2008 yılında Lübnan'dan
50.794 kişi Türkiye'yi ziyaret etti. 2007 yılına
göre 18.000 kişilik bir artış söz konusu ve
Beyrut'u ziyaret eden birkaç yüz kişilik Türk
ziyaretçiye kıyasla hayli büyük bir sayı. 2002
yılında 225 milyon dolar civarında olan ve şu
an 900 milyon dolara dayanan ikili ticaretin
artışına da katkı sağlayacaktır. Ayrıca, Libya,
Fas, Tunus, Ürdün ve Suriye'den sonra
Türkiye'nin vizeleri kaldırdığı altıncı Arap
ülkesidir Lübnan.
Lübnan ve Türkiye, şimdi BM Güvenlik
Konseyi geçici üyeliğinde mevkidaşlar ve
gelecek aylarda gerçek siyasi işbirliği burada
tecelli edecek. Lübnan, BM Güvenlik
Konseyi'ni Suriye'yi Lübnan'dan çekilmeye
ve Hizbullah dâhil çeşitli devlet dışı aktörlere
silahsızlanmayı şart koşan 1559 sayılı
kararından
vazgeçirmeye
çalışırken
Türkiye'nin ağır nüfuzu işe yarayacaktır.
Harriri ekibi 2005-2009'da 1559 sayılı kararın
uygulanmasını talep ederken, bugün kararın
kaldırılmasını tercih ediyor. Nitekim hasım
olmaktan çok uzak olan Hizbullah, Harriri'nin
müttefiki, Lübnan Meclisi'nde ve Harriri
kabinesinde güçlü bir şekilde temsil ediliyor.
Erdoğan “bölgesel Şengen” sistemi gibi
birinci sınıf bir tanımlama getirerek, Avrupa
ülkelerinin
1985'te
Lüksemburg'da
imzaladığına benzer bir sistemin bölgede
yürürlükte olduğunu söyledi; bu ülkeler
arasındaki sistematik sınır denetimi kalkıyor
ve Osmanlı İmparatorluğundaki gibi
birbirlerine
yakınlaşıyorlar.
Erdoğan,
normalleştiği vakit Irak'ın da bölgesel
“Şengen” sistemine katılabileceğini söyledi.
Lübnan hükümeti kısa bir süre önce bu
kararın yürürlükten kaldırılması gerektiğini,
zira tüm şartların karşılandığını, Hizbullah'ın
Lübnan devletinin ve savunma sisteminin bir
parçası olduğunu, batıdaki çoklarının iddia
ettiği gibi sadece devlet dışı bir oyuncu veya
milis olmadığını kaydetti.
Erdoğan'ın Hariri ziyareti hakkında duyduğu
iyimserlikten açıktır ki Türkiye ve Lübnan
arasındaki işbirliği bu noktada bitmeyecek.
Herşeyden önce, Türkiye Başbakanı biri
2007'de diğeri 2008'de olmak üzere,
Beyrut'u iki kez ziyaret etti ve Michel
Süleyman'ın Lübnan Cumhurbaşkanlığı
yemin törenine katılan en üst düzey
misafirdi.
Hizbullah ve Harriri'yi 1559 sayılı kararın
külfetinden kurtaran sav, Hizbullah ekibinin
Harriri kabinesine atadığı, Harriri'nin yeni
Dışişleri Bakanı Ali el Şami tarafında ortaya
konmuştu.
Harriri, Erdoğan'la birlikte yapılan basın
toplantısında İsrail ordusunun Lübnan
sularını ve hava sahasını ihlal etmediği tek
bir gün bile geçmediği kaydederek bunun,
2006 Lübnan Savaşı sonrasında yayınlanan
BM'in 1701 sayılı kararının ihlal edilmesi
olduğunu belirtti.
Türkiye, 2006 yılında İsrail saldırısı sırasında
metin bir şekilde Lübnan'ın yanında durdu
ve savaş sonrasında Lübnan-İsrail sınırına
gönderilen geçici BM Barış Gücü'ne 600
kişilik asker gönderdi. Erdoğan, 41 okul, beş
park ve 20 milyon değerinde rehabilitasyon
merkezinin yanısıra Güney Lübnan'ın
yeniden inşası için 50 milyon dolar
değerinde yardım sağladı.
Erdoğan tasdik ederek İsrail'in son yıllarda
“en az 100” kararı ihlal ettiğini söyledi ve
“bu, BM'de ciddi bir reformu gerekli
kılmaktadır.
İsrail'in
duruşunu
97
desteklemiyoruz ve sessiz kalmayacağız”
dedi.
Ehud Barak'ı Ocak ayı sonlarında Ankara'da
ağırlamaya hazırlanıyor.
Türkiye'nin Lübnan tarafında olması, İsrail'le
bu yaz bir diğer karşılaşma turuna hazırlanan
Hizbullah adına büyük bir destektir.
Ankara'dan dönen Harriri Hizbullah'ı
savunarak “bir kimsenin ülkesini savunması
terörizm değildir - tam tersi doğrudur” dedi
ve böylelikle Hizbullah'ın Şeba Çiftlikleri
İsrail işgalinden kurtarılana dek İsrail'e karşı
yürüteceği savaşı destekledi.
Türkler, ancak ve ancak tüm taraflarla
konuşabildikleri
takdirde
Ortadoğu'da
güvenlik ve normalliğe dönülebilecektir.
İsrail Erdoğan'ın yeni siyasetinden hoşnut
değilken, Arap-İsrail çatışmasında taraf
tuttuğunu iddia ederken, Araplar Türk
devinin yükselişinden ve 1918'den beri
yaşananların aksine, âşikar bir şekilde
cephede onların yanında olmasından dolayı
heyecana kapılıyorlar.
Erdoğan'ın Gazze Savaşı sonrasında, 2009
Ocak ayında Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı
Şimon Peres'e konuşurken İsrail'e yönelttiği
eleştirisine de çok uygundur bu. Şöyle
demişti: “Sayın Peres, benden yaşlısın. Sesin
çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu
kadar yüksek çıkması, bir suçluluk
psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu
kadar çok yüksek çıkmayacak, bunu da böyle
bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok
iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl
öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi
biliyorum.”
Erdoğan, Birinci Dünya Savaşı sırasında ikili
ilişkilerde yaşanan pürüzlere rağmen, Arap
dünyasındaki Osmanlı mirâsının hepten kötü
ve pek de otokratik olmadığını hatırlatmış
oldu. Niçin? Çünkü Suriye, Lübnan ve
Filistin'i savunan Erdoğan aynı zamanda
Türkiye'yi
savunmakta
olduğunu
hissetmekte, dört ülkeyi de tek bir coğrafi,
tarihi, dini, sosyal ve kültürel muhit olarak
görmektedir.
Şam ve Beyrut'taki pek çok güzel bina
herşeyden evvel Osmanlı döneminde inşa
edilmiştir. 20 yüzyıla uzanan pek çok tüzük,
ticaret kanunları ve sivil idâri uygulamalar da
o zamandan kalmıştır. Arap kültürü üzerinde
yıkıcıdır diyerek Osmanlı olan herşeyin
üzerinin çizildiği yıllara rağmen, Osmanlı'nın
Arap dili, mirâsı, müziği ve mutfağı
üzerindeki etkisi göz ardı edilemez.
Erdoğan gelecek haftalarda Suriye-Lübnan
ilişkilerinin daha da normalleşmesine yardım
edecek: “Dostu” Beşşar Esad'a Beyrut'u
ziyaret ederek, Harriri ziyaretine karşılık
vermesini tavsiye etti. Hizbullah'ın bir diğer
İsrail savaşından korunması için Suriye ve
Lübnan'la çalışmayı ilerletecek ve Gazze
kuşatmasını kaldırmak, Golan Tepelerini
Suriye'ye geri vermek üzere müzakere
masasına dönmesi için İsrail'e baskı
uygulamaya çalışacak.
Osmanlı, Büyük Savaş'ta kendilerine karşı
İngiltere'yle çalışan Araplara demir yumruk
indirmiş olmasına rağmen, II. Abdulhamid
döneminde – çok semboliktir - Osmanlı
Filistini'nde Siyonistlere toprak satmayı
reddetmişlerdi.
Erdoğan'ın,
Arapların
hatırlamasını istediği Osmanlı tarihi işte
bu'dur yoksa Osmanlı vâlisi Cemal Paşa'nın
1915-16 arasında Beyrut
ve Şam
Araplarla yeni ve sağlam bir ilişkiye rağmen,
İsrail'le tarihi ilişkilerini kesip atmaması
Erdoğan'ın yeni siyasetini çok iyi yansıtır.
Eleştirmesine
rağmen,
Tel
Aviv'deki
büyükelçiliği açık ve İsrail Savunma Bakanı
98
meydanlarına diktiği darağaçları değil.
Lübnan,
Türkiye
ve
Suriye'deki
Cumhuriyetler gençken, Türk ve Arap
ulusçuluğu
tarihi
takdir
etmenin/kadirşinaslığın önünde bir engeldi,
Araplar ve Türkler arasında düşmanlıktan
başka hiçbir şeye yol vermedi. Harriri'nin
Ankara ziyareti sırasında sembolik bir şekilde
“abi” olarak andığı Erdoğan'ın çabaları
sayesinde o dönem, umulur ki bir daha
dönmemek üzere geçip gitmiştir.
14 Ocak 2010
Kaynak: Atimes
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
99
Türkiye-İsrail ilişkileri - Mustafa
Abdulaziz Mursi
dönüşmek ve AB üyesi olmak için didiniyor
ve elinden geleni yapmaya çalışıyordu.
Bölgeyle ilişkilerini koparmasını ve batı
kapısının anahtarı olarak görülen İsrail'le
ilişkileri geliştirmesini talep ediyordu bu.
Türk yönetici seçkinleri, büyük bir yalanın
kurbanı olduklarını ancak şu yakın
zamanlarda tespit edene dek bu duruşu
ısrarla sürdürdüler ve cazip yeni ümitler için
doğuya bakmaya başladılar.
Türkiye-İsrail arasındaki gerilim geçici bir
münakaşa mı yoksa stratejik bir değişim mi?'
Herhangi bir ülkedeki iç gelişmeleri, onun
dış politika yönelimlerinden ayırmak zordur.
Bazı analistler, bir ülkenin dış politikasının, iç
politikasının tezahürü olduğunu bile
söylerler. Bu açıdan bakınca, Türkiye-İsrail
ilişkilerini analiz etmek, evvela her iki tarafın
motivasyonlarını teşhis etmeyi sonra da
bölgesel ve uluslararası gelişmeler ışığında,
karşılıklı çıkarların bir değerlendirmesini icâp
ettirir.
Türkiye'nin batıya tanıdığı tüm askeri ve
siyasi iltimaslara rağmen, batı, Türkiye'ye
hırpani davrandı ve Kıbrıs meselesinde
olduğu üzere, onun düşmanlarının yanında
durdu. Doğu grubu, AB üyeliği şartları
karşılamasına rağmen Türkiye'nin AB üyeliği
talebini geciktirmeye devam etti. Türkiye'ye
bu şekilde muamelesi edilmesi ve AB'nin
Türkiye'yi sürekli olarak reddetmesi,
Türkiye'de bölgeyle ilişkileri yeniden kurma
arayışındaki
popüler
bir
hareketin
doğmasına yardım etti. AK Parti'nin temsil
etiği
Türkiye'nin
yönetici
seçkinleri,
politikalarına yeniden yön vermek ve yakın
coğrafyaya, hassaten de Arap bölgesine
odaklanmak üzere bu yola koyuldular ve bu
yüzden de "yeni Osmanlılar" olarak
adlandırıldılar. Batıyla pazarlık kozunu
güçlendirmenın yanısıra uzun vadeli iktisâdi,
siyâsi ve stratejik çıkarlar için yapılıyor bu.
Tarihten bakıldığında, Türkiye, Şah dönemi
İran'ı ve İsrail, ABD liderliğindeki bölgesel bir
ekseni temsil etmişlerdir. Gâye, 1950'lerde
ve 60'larda kaydadeğer bir güç kazanan
Arap ulusçusu harekete karşı koymaktı. İşte
bu, Türkiye'nin İsrail'i erken bir vakitte
hemen tanımasını, İsrail'le stratejik bir
ilişkiyi
destekleyecek
bir
yönelim
benimsemesini sağlamıştı ki Ankara, modern
Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün
kutsadığı batı eğiliminin bunu teyid ettiğini
düşünüyordu. NATO ittifakına katılmak için
bir giriş kapısı olarak da görmüştü ve
Sovyetler Birliği'ni kuşatma politikası için
bunun önemi vardı; İsrail, Irak ve Suriye'ye
karşı dengeleyici bir güç olarak da
algılanıyordu.
Türkiye bu bakımdan iki önemli politikaya
yatırım yapmakta. İlki, uluslararası düzlemde
ve ifadesini mâli kriz dolayısıyla ABD'nin
zayıf düşmesinde bulur. Amerika’nın
dünyanın pek çok bölgesinde nüfuz
kaybetmesine yol açtı ve Washington'ı
"çatışmaları bölgeselleştirmeye" iten bir
politikaya mecbur etti; bunun anlamı,
çatışmaları çözmek, çatışmalara bölgesel
çözüm üretmek üzere bölgesel taraflara
daha fazla rol verilmesidir. İkincisi etken ise
bölgesel düzlemdedir ve ifadesini "Arap
sisteminin" zayıflığında ve "güç boşluğu"
Türkiye-İsrail ilişkileri, askeri ve güvenlik
stratejik işbirliği anlaşmasının imzalandığı
1997'de zirvesine ulaştı; Türk-İsrail ortaklığı
kuruldu ve GAP'ın resmi açılışı yapıldı. Türk
analizcilere göre artan bu ilişkiler, geçici bir
istisnâi durumun ve her iki tarafın, kendi
münferit çıkarlarını elde etme arzularının
sonucuydu. Tel Aviv, bölgede izlediği
politikalar ve sergilediği duruşlar için
Türkiye'nin daimi ve şartsız desteğini almayı
arzularken Ankara, batılı bir devlete
100
yahut bir yazarın dediği gibi "siyasi mânada,
sahipsiz Arap toprağında" bulur - tüm
tarafları cezbeden bir şeydir bu ve
Türkiye'nin bölgesel tutkularını artırmıştır.
İran'la yakınlaşarak (belki de İran'ın
duruşunu ve Suriye'yi kuşatmak için
Washington'la eşgüdüm halinde) yeni
ittifaklar kurma cesaretini sergiliyor. Ankara,
bu bağlamda, İsrail'le arasına hesaplı bir
mesafe koyan ve Türkiye'nin Araplar ve
İranlılarla muvazene içinde olacağı yeni
yönelimin taşlarını döşeyen yeni adımlar attı
ve yeni duruşlar sergiledi.
jeopolitik
değişiklerin
yaşanması
ihtimalinden kaygı duymasına yol açtı.
Türkiye, bu bağlamda, Suriye'yle ilişkilerini
geliştirme yönünde dikkat çekici bir sürece
girdi ve Şam, bölgesel ve uluslararası
baskılar karşısında umulmadık derecede bir
siyasi esneklik kazandı. Suriye, Türkiye'yle
ilişkilerini stratejik düzleme taşıyacak şekilde
artırdı ki Tel Aviv'in hemfikir olmadığı bir
gelişmedir.
Bunu, Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerine etki
eden bir başka gelişme tâkip etti. Ankara,
İsrail'in
en
önemli
yıllık
askeri
tatbikatlarından birini sırtından attı;
Türkiye'nin "Anadolu Kartal'ı" adında NATO
üyeleriyle
birlikte
dönemsel
olarak
yürüttüğü bir tatbikattı bu. Tel Aviv'de bu
yüzden tam bir telaş doğdu ve bu adım
arkasındaki niyet hakkında pek çok varsayım
ortaya atıldı. Bu askeri tatbikatın önemi,
pilotlarını eğitmesi için İsrail ordusuna daha
geniş bir havası bahşetmesinde yatmaktadır
zira İsrail'in sınırlı bir hava sahası var. Ayrıca,
İsrail pilotlarının çeşitli hava rotalarını ve
bölgeye giriş noktalarını öğrenmelerine
imkan vermekteydi ki İsrail uçakları nükleer
reaktör inşa edildiği iddiasıyla 2007
Eylül'ünde Suriye'nin Deyr el Zor şehrindeki
bir hedefe saldırdığında kullanılmış bir
bilgidir bu. Der Spiegel dergisi, İsrail
uçaklarının Türkiye havası sahasına sızarak
buradan Suriye' semâlarına giriş yaptığını ve
hedefi yok ettiklerini ifşa etmişti.
Yeni Türk dış politikasının mimârı da olan
Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu sözde
"yeni Osmanlıların" üç ilkesini tanımladı. İlki,
özgürlük ve güvenlik arasında denge ilkesi;
ikincisi, ileriye yönelik barış politikası;
üçüncüsü, Türk nüfuz sahasına faal katılım.
Türkiye, yeni politikasını başlatmak için, bu
son önermeye dayalı olarak, Arap bölgesini
en iyi nüfuz sahası olarak belirledi. Bu
doğrultuda, İsrail'le stratejik ilişkilerinin
olduğu karanlık tarihi, Arap halkının aklından
ve hafızasından silip yok etmeye çalışıyor.
İsrail'in Gazze'deki saldırganlığı (Ocak 2009)
(İsrail, yasak kitle imha silahlarını serbestçe
kullanmıştı) planlı bu dönüşüm için
mükemmel bir fırsat verdi. Türkiye bu
saldırganlığı karşı sağlam bir duruş sergiledi;
Türkiye'nin muhalefeti, 30 Ocak 2009
tarihinde Davos'ta yapılan Dünya Ekonomi
Forumu'nda
Erdoğan
ve
İsrail
Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasındaki açık
bir yüzleşmeyle zirvesine ulaştı. Türkiye
Başbakanı, İsrail'i Gazze'de çocuklar
öldürmekle suçlayıp Forum'dan çekilmişti.
Erdoğan, İngiltere'de yayınlanan Guardian
gazetesine yaptığı açıklamada İran nükleer
dosyası hakkında İsrail'in ortaya attığı
iddialara da karşı çıktı ve "Batı'nın Tahran'ın
nükleer bomba istediği yolundaki korkuları
dedikodudan ibarettir" dedi.
Erdoğan hükümetinin Arap ve İslami
çevrelerdeki popülaritesini artırdı bu.
Erdoğan, Goldstone raporuna sonuna kadar
destek vereceğini de ilan etti. Bu ise İsrail'i
kızdırdı ve Türkiye'yle yakın güvenlik
bağlarının temelini tehdit edebilecek
Burada ortaya çıkan soru şu: Türkiye'nin
İsrail konusunda sergilediği duruşun sonucu
ne olacak? Stratejik bir değişime eşdeğer
midir? Yoksa geçici, taktik bir pozisyon
101
mudur? Gerçekte, Erdoğan bu ilk
pozisyonlarla, Türk diplomasisine Arap ve
bölge düzleminde hayâti bir rol biçmeyi
başardı. İç (özellikle ordu tarafından) ve
(ABD ve İsrail'in hayâti çıkarlarını koruma
amaçlı)
dış
baskıya
rağmen
Türk
hükümetinin aldığı pozisyonlar, bağımsız
karar alma yeteneğini geçmişte teyid
etmiştir; ABD kuvvetlerinin 2003 yılındaki
Irak savaşında Türk toprakları üzerinden
geçişini reddetmesinden bellidir. Şu an ki
Türk hamlelerinin, Arapların duyarlılık
seviyesini teşhis etmek, mâliyet ve kazanç
değerlendirmesi yapmak maksadıyla keşif
aşamasında olduğu söylenebilir. İsrail'e
yönelik ilkeli bir Türk pozisyonunun başarılı
olması için, bu Türk değişimini Arap-Türk
stratejik ittifakına tahvil edecek mütekabil
Arap boyutunun da olması gerekir. Bu
ittifak, bölgesel formülleri ve bölgedeki güç
dengelerini, Türk-İsrail stratejik ittifakına
nüfuz edip onu kıracak bir seviyede yeniden
yapılandıracaktır. Arapların bu yeni fırsattan
faydalanmayacağı korkusu her daim mevcut.
Nitekim Arap bölgesi halen kayıp fırsatlar
bölgesi olmayı sürdürüyor. Arapların zıt
pozisyonu varlığını sürdürdüğü takdirde,
İsrail'le ilgili câri Türk pozisyonundan
tedricen ricât edilmesi muhtemeldir.
Yazar Hakkında: Eski Mısır Dışişleri Bakanı
yardımcısı. Mısır Dış İlişkiler Konseyi üyesidir
ve El Ahram Stratejik Araştırmalar Merkezi
kurucularındandır.
10 Aralık 2009
Kaynak: Middle East Online
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
102
Türkiye-Ermenistan arasındaki
yumuşama ABD adına niçin
iyidir? - Ian O. Lesser
dengeleyecektir. Rusya destekli Ermenistan'ı
Türkiye destekli Azerbaycan'la kapıştıran ve
1993'te Türkiye'nin Ermenistan sınırının
kapanmasına yol açan Dağlık Karabağ ihtilafı
yüzünden Sovyetler Birliği'nin çöküşünden
bu yana Erivan'ın Batı'yla ilişkileri güdük
kaldı. Türkiye bağlantısının açık olması,
Ermenistan'a uluslararası sahnede yeni
seçenekler sunacak, kalkınmasına ve
istikrarına katkıda bulunacaktır (Ermenilerin
hatırı sayılır bir kesimi gayri resmi yollardan
hâlihazırda zaten Türkiye'de çalışmakta ve
Türkiye'yle ticaret yapmaktadır).
Bu hafta, Türkiye ve Ermenistan diplomatik
ilişkiler tesis etmeyi, iki ülke arasındaki
kapalı sınırları açmayı ve uzun zamandır var
olan ihtilafları çözmeyi ve yakın işbirliğini
geliştirmeyi amaçlayan bir dizi müzakereler
başlatma ve güven artırıcı önlemler alma
niyetinde olduklarını açıkladılar.
Bu protokollerin Ankara ve Erivan tarafından
onaylanması gerekiyor elbette ve bazı
önemli siyasi engeller de yok değil. Fakat
İsviçre aracılığıyla varılan bu yeni
mutabakatlar,
Karadeniz'deki
bölgesel
istikrarı dönüştürebilir. Avrupa ve ABD
çıkarları adına da iyi haberlerdir bunlar.
İkincisi, Türkiye ve Ermenistan ilişkilerinin
iyileşmesi, ispat hükmünde önemli bir etkiye
sahip olabilecektir. Karadeniz çevresindeki
çeşitli parlama noktaları ve "dondurulmuş
ihtilaflar", ekonomik sıkıntıların olduğu bir
zeminde
güç
kazanan
ulusçuluğun
tehlikelerine işaret etmektedir. RusyaGürcistan arasındaki çatışma, RusyaUkrayna arasında artan gerilim, bu riske ışık
tutmakta. Açık sınırlar ve güven artırıcı
önlemler, içe dönmek, ulusçu duruşa
kaçmak yerine, daha bütünleşik bir
Karadeniz'in ortaya çıkışını teşvik edebilir.
Eğer Ankara ve Erivan gidişatı değiştirebilir
ve öteden beri yola gelmez nazarıyla bakılan
ihtilafı çözebilirlerse, kriz yönetimi ve
çatışma çözümünde Balkanlardan Hazara ve
ötesine uzanan olumlu bir emsal teşkil
edecektir. Bir sonraki "yola gelmez" ihtilaf
Kıbrıs olabilir mi?
Bu
olumlu
gelişmeler,
Türkiye
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Ermenistan
Devlet Başkanı Serj Sargisyan'ın daveti
üzerine geçen Eylül ayında TürkiyeErmenistan futbol karşılaşmasını izlemek
için Erivan'a gittiğinde yapılan açılımın
doğrudan sonucudur. Benzeri görülmemiş
ve çığır açıcı bir ziyaretti bu.
Daha esaslı olanı, her iki taraftaki kıdemli
entelektüeller ve kanaat önderlerinin
yıllardır sürdürdüğü sessiz, gayri resmi
diyaloglardan neşet eden bu haftaki
beyânatlardır. Değişen hava, ikili ticaretin
faydalarını ele geçirmeye istekli iş dünyası
liderlerinin nüfuzunu ve açık fikirli siyasi
şahsiyetlerin,
sürüncemede
kalan
problemleri masadan kaldırma kaygısında
olduklarını göstermektedir.
Üçüncüsü, Ermenistan'a sahih bir açılım,
Türkiye'nin yeni dış politika yaklaşımını
tahkim edecektir. Türk liderler son yıllarda,
Balkanlar'da, Ege'de, Karadeniz'de ve
Ortadoğu'da "sıfır sorun" yaklaşımını takip
ettiler. Genel olarak, Ankara Yunanistan,
Bulgaristan ve Suriye gibi çok çeşitli
komşularıyla olan sorunlu ilişkilerini
dönüştürmeyi başardı.
Türkiye-Ermenistan
ilişkilerinin
normalleşmesi, hem bölge için hem de
transatlantik güvenlik çıkarları için faydalı
sonuçlar doğuracaktır.
İlk olarak, açık sınırlar Ermenistan'ın
kalkınmasına katkıda bulunacak ve ülkenin
Doğu-Batı arasındaki konumunu yeniden
103
Batılı gözlemciler, Türk stratejisinin bazı
yönleri hakkında, bilhassa da Ankara'nın İran
ve Rusya'yla ilişkilerinin iyileşmesi hakkında
karışık duygulara sahip olabilirler Fakat
Türkiye-Ermenistan arasındaki yumuşama /
detente, ayrı bir meseledir. Son on yıl
içerisinde Türkiye-Yunanistan arasında
başlayan
yumuşama
gibi,
Erivan'la
normalleşen
ilişkiler
de
Türkiye'nin
transatlantik ortaklarının saf çıkarınadır.
Türkiye'nin AB üyeliğinin ciddi sorunlarla
karşı karşıya olduğu bir zamanda,
Ermenistan açılımı Türkiye'nin, Avrupalı
komşuları için güvenlik tüketicisi değil bir
güvenlik üreticisi olduğunu da hatırlatabilir.
Süreç, Washington'ın sürekli ve şartsız
desteğini hak etmektedir.
07 Eylül 2009
Yazar hakkında: German Marshall Vakfı,
TAF programı üyesi
Çeviren: Ertuğrul Aydın
Son olarak, tarafların belirlediği yol haritası,
Türk-Ermeni ilişkilerinin başına yüz yıldır
bela olan tartışmalı 1915 tarihini ve
sonrasını incelemesi için uluslararası bir
komisyon kurulmasını da gözönünde
bulunduruyor. Şayet bu grup, güçlü bir
şekilde savunulan rakip tarihi anlatıların
arasını bulurlarsa şaşırtıcı olacaktır. Şayet
Erivan ve Ankara arasındaki yumuşama, ABD
Kongresi'ndeki Ermeni Soykırımı kararı
üzerinde yıllardır süren tartışmayı nihayete
erdirirse daha da şaşırtıcı olacaktır –
özellikle de Ermeni diasporası arasında bu
duygu hâkim.
Yine de, trajik 1915 olayları hakkında
kurulacak resmi bir diyalog, her iki toplumun
Türk-Ermeni ilişkilerini, geçmişi ve bugünü
samimi bir şekilde müzakere ederken daha
bir rahat oldukları son yılların bu
temayülünü
uzatacaktır.
Amerika'nın
bölgesel çıkarları açısından, Ankara ve Erivan
ilişkilerinde İran, Rusya ve enerji güvenliği
dâhil acil ikili meselelerin ilgi odağı
olabileceği bir iklimden kazanacağı çok şey
vardır.
Sahih bir Türk-Ermeni detente ihtimali, bunu
hakikate dönüştürmeye yardım edebilir.
104
Eski Amerikan müttefikleri
stratejik kuşakları çevreliyor Leon Hadar
gerçekleşmeyecek bu. Ve ABD'nin çöküşü
her hâlükarda kaçınılmaz da değildir.
Çöküşçülerin geçmişte pek çok defa yaygara
kopardıkları, yalancı çoban durumuna
düştükleri doğru olabilir. Fakat hikayenin
sonunu hatırlayın. Ve musallat olan
çöküşçüler, tıpkı şu can sıkıcı hastalık
hastaları gibi er ya da geç haklı olduklarını
ispatlayabilirler - Florida Key West'teki bir
mezar taşında kayıtlı trajik-komik yazıda
olduğu gibi "Sana Hasta Olduğumu
Söylemiştim."
Washington'daki çalışkan dış politika
ineklerinin son meşguliyetleri, ABD'nin
rakipsiz
jeostratejik
konumuna
Çin,
Hindistan ve diğer yükselen ekonomilerce ve
Rusya, İran gibi hasım bölgesel güçlerce
meydan okunup okunmayacağı idi. Üstatlar
ve uzmanlar arasındaki yaygın inanışa göre
uluslararası sistem, Amerika'yı yükselen ve
saldırgan güçlerle çetin bir askeri ve
ekonomik mücadeleye itecek şekilde Soğuk
Savaş sonrası tekkutuplu "lahzanın" ötesine
doğru yol alıyor. Ancak aynı yaygın inanışa
göre, bu güçler bilhassa da Çin, Amerika'nın
hegemonik konumunu baltalama irade ve
kapasitesine sahip olana dek küresel güç
dengesinde
çarpıcı
hiçbir
değişim
yaşanmayacak.
Ancak Amerika, Sovyetler Birliği gibi
gürültüyle çökmeyecek ise de, bir süreden
beri Amerikan gücünün tedrîcen azalması ve
uluslararası sistemde Amerikan tekelinin
yerini "büyük güç oligopolü'nün" alması söz
konusu. ABD, ilerleyen yıllarda 1 Numara
olmayacak ve primus inter pares yahut
eşitler arasında birinci rolünü oynayacak.
Esasen bu süreç çoktan başlamıştır ve
Amerika'nın güçten düştüğünü hisseden
bazı hükümetler arasında ABD'nin iki sağlam
müttefiği, Japonya ve Türkiye de var; bu
ülke liderleri, değişen güçler dengesi
gerçeklerine göre politikalarına ayar
vermeye çalışıyor ve Pax Amerikana'nın
güçten düşmesine yanıt olarak stratejik
kuşakları çevreleyip küresel portföylerini
çeşitlendiriyorlar.
Herşeyden evvel, ABD savunma harcaması
şu an dünya toplamının neredeyse yarısına
tekabül ediyor ki küresel güçlerden kurulu
bir koalisyon bile Amerika'nın hâkim askeri
üstünlüğüne karşıt bir denge kuracak
durumda değil. Aynı zamanda, son mâli kriz
Amerika'nın ekonomik gücünü aşındırırken,
ABD halen dünyanın en büyük ve en ileri
ekonomisine sahip.
Bu bakış açısına göre, Amerika'nın küresel
çöküşünü haber veren analistler, nâm-ı
diğer "çöküşçüler", "Soğuk Savaş'ın sona
ermesinden bu yana Amerika'nın askeri ve
ekonomik gücü aşınıyor, Irak Savaşı ve Wall
Street'teki mâli erimeyle birlikte şimdi de
dibe vuruyor olabilir" fikrini, bir "fikr-i
sabit'i",
dallandırıp
budaklandırdıkları
gerekçesiyle
eleştiriliyorlar.
Çöküşçü
karşıtlarına göre, diğer güçler Amerika'nın
ekonomik büyümesine 1950'lerden beri
yetişecekler; Amerika'nın çöküş ve düşüşü
hakkındaki haberler ise her daim
abartılmaktadır. Kısa bir süre zarfında
Japonya'da yaklaşık kırk yıl ülkeyi yöneten
Liberal Demokrat Parti'nin seçimlerde
yaşadığı mağlubiyet ve Yukoi Hatoyama'nın
liderliğindeki Japonya Demokratik Partisi'nin
ezici seçim zaferi, Japonya politikasında hem
barışçıl bir devrimin hem de TokyoWashington ilişkilerinde ve Soğuk Savaş'ın
başlarında tesis edilen 50 yıllık ikili güvenlik
ittifakında bir dönüşümün nişânesidir.
Hem LDP'nin seçimlerdeki hâkimiyeti hem
de Japonya'nın ABD ile güvenlik anlaşması,
II.Dünya Savaşı sonrasında yaratılan aynı
anakronik düzenin ayrılmaz bir parçası
105
olarak
görülüyordu;
bu
düzende,
Japonya'nın iktisâdi ve siyasi sistemi LDP,
bürokrasi ve büyük şirketlerinden oluşan
demir üçgen tarafından kontrol edilirken dış
politikası da Amerikan nükleer şemsiyesi
karşılığında Japonları Amerika'nın stratejik
tâlimatlarına riayet etmeye zorlayan
“Amerikayla ittifaka” dayanmaktaydı.
Japonya gibi Türkiye de ABD'nin Soğuk Savaş
boyunca stratejik bir müttefikiydi. Türkiye
NATO'nun önemli bir üyesi olmanın yanısıra
Sovyetler Birliği ve onun müttefiklerden
neşet eden tehdidi kuşatmada Amerikalılara
yardım etmiş ve İsrail'le yakın bağlar
kurmuştu. ABD-Japonya vakasında olduğu
gibi, Ankara ve Washington, Soğuk Savaş
sona erdikten sonra ittifaklarını muhafaza
etmeye ilgi gösterdiler. Amerikalılar, AB
üyeliği sürecinde Türkiye'ye yardım vaad
ederlerken, Türkiye de İran İslam
Cumhuriyeti'ni ve Ortadoğu'daki diğer İslami
güçleri kuşatmada ABD'yle işbirliğine istekli
olduğunu ifade etti.
Sovyetlerin çöküşüne rağmen ABD-Japonya
ittifakı - energizer tavşanına da benzemez
değil hani – sürmeye devam etti, etti..etti ve
bu esnada her iki taraf yeni tehditlere, Çin
ve Kuzey Kore'ye odaklanmaya başladı;
statüsko,
Washington'ın
askeri
mevcudiyetini muhafaza ederek Kuzeydoğu
Asya'daki hegemonyasını kalıcı kılmasına
yardım ederken Japonya'nın da Çin'in
güçlenen askeri gücüne ve Kuzey Kore'nin
nükleer silahlarına karşı Amerikan askeri
korumasından kolayca "geçinmesine" izin
verdi.
Ancak Türkiye'de geleneksel laik ve batı
yanlısı yönelime kafa tutan siyasi İslam
hareketinin artan nüfuzu şeklinde tezahür
eden çarpıcı siyasi değişimler, bilhassa da
İslamcı ideolojiye bağlı AK Parti'nin 2002
yılındaki seçim zaferi, ABD-Türkiye ittifakının
yaşayabilirliği hakkında süphelere yol açmış
gibiydi; halbuki Washington'ın AB üyeliğinde
Türkiye'ye yardım etmede acze düşmüş
olması, batıyla ilişkileri sorgulayan Türklerin
ekmeğine yağ sürmüştü.
Fakat Çin'in ekonomik ve askeri yükselişi,
Amerika'nın dikkat ve ilgisini Kuzeydoğu
Asya'dan kaydırdığı bir sırada, ki buna
Ortadoğu'da çamlar devirip askeri hatalar
yapması ve ABD kaynaklı bir mâli kriz de
eşlik etmiştir, Japonya'da bir tartşma
alevlendirdi; Japonya'nın Washington'a
geleneksel bağımlılığı yerine Asya yönelimli,
Çin'le ve Asya'nın geri kalanıyla ilişkilere yeni
bir vurgu yerleştirecek ve AB tarzı bölgesel
bir
sistemin
(üye
olarak
ABD'yi
kapsamayabilir) temellerini atmaya yardım
edecek bir strateji koyma vakti gelip
gelmediğine dair bir tartışma bu;
Pentagon'u öfkelendirip Washington ve
Tokyo arasındaki özel ilişkilerin artık sona
erdiği hissini yaratan bir hamleyle Okinawa
adasındaki Amerikan donanması üsleriyle
ilgili yeni bir anlaşmayı askıya alma kararı
veren
Hotoyama
ve
onun
bazı
danışmanlarının paylaştığı bir görüşe
benziyor.
Fakat Amerika'nın 2003 Irak işgalini
desteklememe
kararı
ve
Amerikan
kuvvetlerinin Türk topraklarından geçerek
Irak'a girmesine izin vermemesi, iki ülke
ilişkilerinde bir dönemece girildiğini
imlemiştir. Başbakan Tayyip Erdoğan
liderliğindeki AK Parti hükümeti, Saddam
Hüseyin'in devrilmesi ve Ortadoğu'yu
"yeniden şekillendirme" teşebbüslerinin
siyasi istikrarsızlık yaratarak, Basra Körfezi
ve Akdeniz'de yeni askeri ihtilaflara yol
açarak Türk çıkarlarına karşıt koştuğunda
ısrar etti (bu tahmin doğru olduğunu
ispatlamıştır).
Esasen ABD'nin Ortadoğu'daki hegemonik
projesinin çöküşü ve İran'ın yeni bölgesel
güç olarak yükselişi, Türkiye'de S.Arabistan,
106
Suriye, Irak ve diğer Arap hükümetleriyle,
İran'la, Kürtlerle ve geçmişin düşmanı
Ermenilerle bile siyasi ve iktisâdi bağları
kuvvetlendirerek, İsrail'le arasına mesafe
koyarak, stratejik boşluğu doldurma güdüsü
uyandırdı
(Erdoğan
İran'ın
nükleer
programını savundu). Türkiye, Japonya'ya
benzemez de değildir, Amerika merkezli
ilişkilerine yeniden yön verme sürecinde gibi
görünüyor zira kendisini bölgesel bir güç
olarak yeniden konumlandırıyor.
Dolayısıyla, Washington bu adımları
müttefiklerinin izlediği stratejik ayarlamalar
olarak memnuniyetle karşılamalı ve ABD'ye
karşı eski uşakvâri yaklaşımı benimsemeleri
için onları zorlamaya teşebbüs etmekten
sakınmalıdır. Amerika, müttefiklerine kendi
gündemini dayatacağı güçten mahrumdur.
Ve eğer öyle yapmakta ısrar ederse,
ortaklarını rakiplere çevirebilir.
15 Aralık 2009
Yazar hakkında: Cato Enstitüsü'nde dış
politika araştırmaları yapmaktadır.
Türkiye ve Japonya'nın benimsemiş
göründükleri yeni dış politika yönelimi, bu
iki hükümetin Amerikan karşıtı bir gündem
izlediğinin yahut Amerika’yla medeniyet
karşılaşmasına
soyunduklarının
işareti
değildir. Türkiye, Amerika'yı Ortadoğu'dan
çıkmaya zorlamak için İran'a yahut Amerikan
karşıtı hükümet ve gruplara katılmak üzere
filan da değil. Aslında bölgeye istikrar
kazandırmaya yardım edecek yeni ortaklıklar
tesis etmek sûretiyle Amerikan gücünün
orada aşınmasına yanıt veriyor: Şii İran'ın
yükselen gücüne karşıt bir denge
oluşturmada diğer Sünni hükümetlere
yardım ediyor; barış arabulucusu olarak
hizmet vermeye çalışıyor (mesela Suriye ve
İsrail
arasında);
Kürtlerle
bağları
kuvvetlendirerek
Irak'ın
çözülmesini
önlemeye bakıyor; ticaret ve yatırımı
kolaylaştırıyor.
Kaynak: Cato
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
Benzer şekilde, Çin hâkimiyetindeki bölgesel
bir sistemin parçası olmaya veya Amerika'yı
Doğu Asya'dan atmaya açıktır ki hiç destek
verilmiyor Japonya'da. Türkiye gibi Japonya
da tüm stratejik ve ekonomik yumurtaları
her yanı delik deliş Amerikan sepetine
koymak istemiyor. Çin'i kuşatma niyetli bir
Amerikan uydusu olarak algılanmada bir
çıkarı yok. Ve Çin'in iktisâdi yükselişinden,
bölgesel bütünleşmeden, ticaret ve yatırım
faydaları elde etmek istiyor.
107
Ortadoğu'nun gerçek tek ülkesi
Türkiye - Rami G. Huri
Yurtiçine gelince, siyasi manzara ve onun
etnik çoğulculukla bağı canlı, öyle ki,
Türkiye'yi bir sonraki seçimlerin sonuçlarını
tahmin etmenin imkansız olduğu bölgedeki
nâdir yerlerden biri kılıyor. Yalnızca laik ve
ulusçu Türk kimliğinin kendisini ifade
etmesine izin verilen yakın geçmişin aksine,
ülke bugün Türk Kürtleri'nin, Alevilerin ve
diğerlerinin gerçekliğine, eşit hak ve fırsat
taleplerine çok daha dürüst tavır sergiliyor.
Türkiye'yi her ziyaret edişimde, daha büyük
Ortadoğu'da en etkileyici ülke olmasını
sağlayan pek çok siyasi ve iktisâdi gelişmeye
hayret etmemi sağlayan şeyin ne olduğunu
kendi kendime sorarım. Bugünlerde
Türkiye'nin
komşularıyla
iyi ilişkileri
güçlendirmek için giriştiği açılımları izleyince
bunun nedenini anlıyorum: Ortadoğu
bölgesinde normal, olgun bir ülke olarak
hareket eden tek ülke bu.
İktidardaki AK Parti'nin Başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan, Kürt azınlığa kaydadeğer
teklifler götürdü. Bu yaklaşımın işe yarayıp
yaramayacağı en nihayet bu yıl yapılan yerel
seçimlerde tam olarak tatmin olmadıkları
mesajını gönderen vatandaşlar tarafından
kararlaştırılacak. AK Parti'nin oylarında ve
kazandığı belediyelerin sayısında bir azalma
oldu, ki bihakkın demokratik bir sistemde
iktidardaki partinin vatandaşların ihtiyaç ve
beklentilerine sürekli olarak yanıt vermesi
gerektiğini
–
yoksa
kaybedeceğini
hatırlatmaktadır bize.
Türkiye'nin cıvıl cıvıl iç politikası, dinamik
sosyal ve kültürel hayatı, güçlü ve genişleyen
bir ekonomisi, hepsi de ön ayak olup fiilen
liderlik eden Türk hükümeti eliyle bir araya
getiriliyor fakat hükümet düzenli seçimlerle
vatandaşlar karşısında hesap vermekle
yükümlü de tutuluyor. Türkiye, hem
demokratik bir sistemi hem de faal bir dış
politikası olan tek ülke Ortadoğu'da.
Bölgedeki pasif ve bozuk işleyen diğer
ülkelerin aksine, bu olguya şahitlik etmek
ferahlatıcı bir şey.
Türkiye, Arap yönetici seçkinlerin çok sık
denediği ve vatandaş haklarına yanıt
vermekten ziyâde rejimin tâlimatlarına
zorâki riayeti içeren, tüm vatandaşları tek
bir ifadeyle tasvir ettikleri çocukça
sloganlara artık yüz vermiyor. Türkiye'nin
tepedeki küçük bir yönetici çetesinden
ziyâde halk iradesiyle yönetildiği AK Parti'nin
seçimlerde tecrübe ettiği sağlıklı patinajın
teyidindedir. Erdoğan ve AK Parti bu kez
ulusalcıları, Kürtleri ve AK Parti'nin tabanını
teşkil eden ılımlı İslamcıları cezbetmede
başarısız olmuş stratejiler üzerinde yeniden
düşünmek durumunda.
Başkalarının da ders alabileceği Türkiye'nin
başarısındaki hayâti unsurlardan bilhassa
üçü beni çok etkiliyor: iç politikanın
vatandaşların
çoğunluğu
tarafından
tanımlanmış bir yönde ilerlemesine imkan
veren ifade ve örgütlenme özgürlüğü; silahlı
kuvvetler ve güvenlik güçleri üzerindeki sivil
otorite; çoğunluğun azınlık haklarını kabul
etmek durumunda olduğu çoğulcu bir
toplumun gerçeklerine uyum sağlayan
pragmatik ve mütevazı bir realizm.
Mesela bu ay yaşanan olaylara bir bakın. Üst
düzey bir grup silahlı kuvvetler mensûbunun
sivil toplumda kargaşa çıkararak iktidarı
devirmeyi tezgahladıkları suçlamasıyla ilgili
olarak tahkikat yürütülüyor. Medya, eski
subayların sorgulanmasıyla ilgili haberleri
günlük olarak yayınlıyor.
Büyük bir Ortadoğu ülkesinde politikalarını
ve söylemini vatandaşların oylarına göre
ayarlamak zorunda olan bir iktidar partisi
görmek ne de ferahlatıcı!
Bölgesel düzleme gelince, Türkiye bölgedeki
herkese gerçekleri kabul ederek (örneğin,
108
Kuzey Irak'taki Kürt özerkliği) ve büyüyen
ekonomik bağların sırt verdiği istikrarlı siyasi
ilişkileri teşvik etmek sûretiyle akl-ı selime
uygun bir dış politikanın nasıl izleneceğini
gösteriyor.
Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Profesörü ve Habertürk yazarı Soli Özel'in
bana izah ettiği üzere, Türkiye kendisini
bölgede yeniden konumlandırmak için
geçen on yıl zarfında diğerlerinin başlattığı
gelişmelerden istifade etti (Irak savaşı, Arapİsrail çatışmasının çıkmaza girmesi) ve bu
esnada, eşzamanlı olarak, Avrupa Birliği ile
daha güçlü bağlar tesis etme arayışını
sürdürdü.
Suriye,
Irak,
Yunanistan,
Ermenistan, İran ve diğerleriyle sıkıntılı
ilişkileri gitgide iyileşmeye başladı ve bu
iyileşme ticaret, su, enerji ve güvenlik
alanlarındaki karşılıklı çıkarlarla hızlandırıldı.
Soli Özel "komşularla sıfır problem ilkesine
dayalı, ülkenin çevresinde istikrar kuşakları
yaratmak ve karşılaşmadan sakınmak,
ekonomik
genişlemenin
şartlarını
hazırlamak için tasarlanmış" bir politika bu
diye kaydetmişti.
Türkiye'nin yapabildiği yerde aracılık
yaparak ve yakınlaşarak yürütmeye baktığı
kapsamlı bir barış gerektiriyordu bu. Bu
esnada, "İsrail yol ve yöntemlerini
değiştirmekten ve Filistinlilerle arasındaki
çatışmaya barışçıl bir çözüm bulmak uğruna
ciddi şekilde çaba sarfetmekten aciz
göründü" diye de ekledi Özel. Türkiye ve
İsrail arasında soğuyan ilişkiler kısa bir süre
sonra normale dönecektir fakat Türkiye'nin
bölgedeki diğer aktörlerle güçlü, yapıcı
bağlarının olduğu bir bağlamda – başka
hiçbir büyük gücün teşebbüs eder
görünmediği sağlam bir strateji bu.
06 Aralık 2009
Kaynak: Daily Star
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
109
gündemi var ve bu gündemleri uzlaştırmak
kolay bir iş değildir. Napolyon, bir koalisyona
karşı savaş vermenin bir koalisyonun parçası
olmaktan daha kolay olduğunu söylemişti.
Tarafların tümü egemen karar verme
haklarından bir parça ferâgat etmedikleri
takdirde ulusal gündemleri uzlaştırmak güç
bir iş olacaktır. Herşeyi hesaba katarak
düşündüğümüzde, herhangi bir bölgenin
mukavemetinin, o bölge mensuplarının
birlikte çalışma kabiliyetine bağlı olduğu
görülür.
Araplara yeni bir vizyon gerekli Emin Huveydi
Uluslararası düzende meydana gelen
değişimlerle birlikte bölgesel sistemimize bir
başka yönden bakmanın ve sağını solunu
biraz kurcalamanın zamanı gelmiş olsa
gerektir.
Size bir vizyon sunmak istiyorum: Arap
ülkeleri (Arap liginin 22 üyesi) artı (+)
Türkiye ve İran eksi (-) İsrail.
İsrail, bölgede pek çok gedikler açtı, hem de
hayal ettiğinden çok daha fazlasını. Ve Arap
barış inisiyatifini kabule ancak şu yakın
zamanlarda zahmet edip tenezzül gösterdi.
Bu yüzden, bölgenin coğrafi sınıflarına,
bizimle alâkası olan noktaya odaklanalım.
Kuralları kaideleri bilinen olgun bir siyasi
sistem benzeri bir şeye sahip değiliz
bölgede. Bizimkisi komşuluk gerçeklerine ve
birbirine bağlı çıkarların dayattığı zaruretlere
göre işleyen bir sistemdir. Ayrıca dünyanın
dikkatini her zaman çeken bir bölgedir
burası.
Bu rejimin değişme potansiyeli taşıdığına
inanıyorum. Öyle bir potansiyel ki bölgeyi,
uzanıp giden bir kara parçası olmaktan
sıhhatli bir şekilde bütünleşmiş bir siyasi
sisteme tahvil edebilecektir.. Gelecek
bambaşka olabileceği gibi heyecan verici de
olabilir. Daha önceleri pek çok kez ifade
ettiğim gibi politikada kalıcı dost ya da
düşman yoktur. Muhabetten hasımlığa
kadar farklı halet-i ruhiyeler hâkim olacak ve
tarihin yazılış tarzını bile şekillendirecektir;
ancak coğrafya tüm bunlardan sağ
çıkacaktır.
Ülkeler komşularını seçme durumunda
değiller; ne kadar tatsız olurlarsa olsunlar –
eldeki vakada İsrail - onlarla başa çıkmak,
uğraşmak zorundadırlar.
Genelin düşündüğünün aksine, bu bölgenin
ileriye doğru hamle yapmasına imkan
verecek bahse değer bir fırsat olduğunu
düşünüyorum. Örneğin Lübnan’a bakın.
Meclis'le
birlikte
çalışan
seçilmiş
cumhurbaşkanı
ve
ulusal
hükümet,
Hizbullah yenilgisini halletmiş görünüyor, ki
böylelikle ülke yeni bir kavga devresinde
harcanmayacaktır. Lübnan ve Suriye
karşılıklı olarak büyükelçi gönderdiler ve ikili
ilişkilerde
yeni
bir
sayfa
açıldı.
İran da iyi gidiyor. Uranyum zenginleştirme
hakkını muhafaza ederken ilhamını İsrail'den
alan cezalandırıcı bir Amerikan saldırısından
uzakta kalmayı bildi. Tahran'ın kışkırtıcı
beyanlarına ve eriştiği santrifüj sayısıyla
övünmesine rağmen hakikat şu ki nükleer
başlık üreteceği – bölgenin nihayet bir nebze
olsun İsrail'le denklik kuracağı -- noktaya
gittikçe yaklaşıyor.
Türkiye daha önce hiç olmadığı kadar daha
bir
dostça
yaklaşıyor.
Suriye-İsrail
görüşmelerine sponsor oluyor ve böylelikle
mahcubiyet
duymadan
konumlarını
değiştirmeleri için Suriyelilere yardım
ediyor. Ankara'nın Arap komşularına karşı
kışkırtıcı tavır aldığı zamanlar vardı. Artık
öyle değil gibi. Ve Türkiye'nin İsrail'i tanıyor
olması, Arapların sinirine geçmişteki gibi
dokunmuyor.
Bölgemiz, tıpkı dünyanın diğer bölgeleri gibi
karmaşıklıklarla dolu. Her ülkenin kendi
110
Türkiye, Mısır tekstil ürünlerine vergiden
muafiyet tanıdı, Arap ülkelerinde ortak
girişimlere yatırım yaptı ve Körfez ülkeleriyle
mutabakat zaptı imzaladı. Daha önemlisi,
K.Irak'ta bir Kürt devletinin kurulmasına
muhalefet etti. Ankara'nın kendi çıkarları
dairesindeki politikalarıdır bunlar ama bizim
çıkarlarımızı yeteri kadar iyi bir şekilde ikmal
etmektedir.
Türkiye'nin,
Fırat
suları
üzerindeki ihtilafını halletmeye ihtiyacı var
ancak diplomatların bu işi çözmemesi için
hiçbir neden yok.
İran, genel olarak Arap haklarına destek
veriyor. Ancak Tahran'ın üç Arap adasını,
Ebu Musa, Büyük ve Küçük Tunb adalarını
işgal ettiğini unutmamalıyız. Bu sorun
diplomatik
görüşmelerle
çözülmelidir.
İran'ın İsrail'in nükleer tekeline meydan
okuması bizim için can alıcı bir öneme
sahiptir. Doğru, savunma için bir başka
ülkenin kapasitesine bağımlı olamayız ancak
İsrail'in nükleer gücüne karşı bir caydırıcılığın
doğduğunu görmek hiç de fena değil.
Mısır, Filistinliler ve İsrail arasında sessizliği
sağlamada iyi iş çıkartıyor gibi öyle ki ABD
Dış İşleri Bakanı yıl sonuna kadar bir
anlaşmaya varılmasının muhtemel olduğunu
düşündü.
Kısacası vaziyet göründüğü kadar kötü değil.
Benim görüşüme göre önümüzde iki şık var.
Ya sadece Arap ülkeleri üzerinde
odaklanmayı sürdüreceğiz yahut da bölgesel
sistemi (Kürt ayrılıkçıları kapıda tutan)
Türkiye ve (İsrail'in nükleer tekeline meydan
okuyan) İran'ı da kapsayacak şekilde
genişleteceğiz. Ben ikinci şıkkı tavsiye
ediyorum.
26 Kasım 2008
Çeviren: Ertuğrul Aydın
111
Türkler, Kürtler ve İsrail - Patrick
Seale
olay olarak selamlandı. Pek çok Kürt
uzlaşmacı yaklaşımı memnuniyetle karşıladı
fakat aralarında daha militan olanları,
kendilerine verilen tâvizlerin çok ürkek
olduğu hissine kapıldılar. Erdoğan'ın ikilemi
bu: Kürt açılımı pek çok seçmeni kızdırmaya
aday ama ne ki silahlarını bırakmaları ve
yaklaşık 25 yıldır 40.000'den fazla kişinin
hayatını kaybettiği çatışmayı sona erdirmek
için PKK'lıları ikna edecek derecede yeterli
de olmayabilir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu ayın
başlarında 15 milyonluk Kürtler için
"Demokratik Açılımları" başlatarak siyasi
kariyerinin herhalde en tehlikeli safhasına
girdi.
Kürt açılımı inisiyatifi bir sonraki seçimde
ziyâdesiyle oy kaybetmesine neden olabilir.
Hedefe isabet kaydetmediği takdirde
AKP'nin 2002 yılındaki ilk seçim zaferiyle
başlayan Türk siyasi hayatı üzerindeki
hâkimiyetine bir son bile verebilir. Bu
inisiyatif, onu ülkeyi parçalamak için
hazırlanmış bir tezgah olarak gören ve
kınayan bağnaz Türk ulusçuların keskin
husûmetini çoktan kabarttı. Türkiye'nin
toprak bütünlüğü ulusal takıntı haline gelmiş
bir şey olduğundan dolayı sert yumruk
hükmündeki bir suçlamadır bu.
Bir grup PKK'lı geçen ay teslim oldu ve Kuzey
Irak dağlarından eve dönmelerine izin
verildi.
Dönenleri
karşılamak
için
Güneydoğu'da yapılan gürültülü kutlamalar
ülke çapında protestolara neden oldu. Ana
muhalefet partisi CHP, PKK ile yapılan
görüşmelerin yasadışı olduğunu ve PKK
militanlarının dönüşünün "son hakaret"
olduğunu ilan etti. Militanlar için tam bir af
çıkarılmasına daha uzun bir yol var.
Erdoğan ise biliyor ki Kürtlerle uzlaşmak, zor
olsa da kaçınılmaz bir gerekliliktir ve
çatışmalarda aracılık yaparak, Suriye, Irak ve
İran gibi komşu ülkelerle iktisâdi ve ticâri
bağları geliştirerek, barış ve istikrarı bölge
çapına yayarak Türkiye'yi Ortadoğu'da,
Balkanlar ve Kafkasya'da kilit bir oyuncu
yapmayı hedefleyen – Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu'nun öncülüğündeki tutkulu diplomatik kampanyanın esas
unsurudur.
Erdoğan hükümetinin duyurduğu reform
tedbirleri siyasi olmaktan ziyâde kültürel:
Radyo ve televizyonlarda Kürtçe programlar
yapılabilmesi; DTP gibi siyasi partilere Kürtçe
kampanya düzenleme izni; bazı belirli Kürt
beldelerine Kürtçe isim verilebilmesi;
gösterilerde taş fırlatan Kürt gençlere
verilen cezalarda indirime gidilmesi; Kürt
mahkumlara, ziyaretlerine gelen yakınlarıyla
Kürtçe görüşme yapabilme izni; ve işkence
iddialarıyla ilgili bağımsız bir komite
kurulması. Birlikte değerlendirildiklerinde,
Türkiye'nin huzursuz Kürt azınlığa karşı
yaklaşımında devrimci bir değişimdir.
Ak Parti, Atatürk'ün "Yurtta Sulh Cihanda
Sulh" sözünü benimsedi. Yurtta sulh
olmadan yurtdışında uzun vadeli barış
olamazdı. Yurtdışında çarpıcı ilerlemeler
sağlayan Erdoğan hükümeti, ülke içindeki
eleştirmenlerle yaralayıcı bir çatışmaya
girme anlamına gelse bile, şimdi de eşitliğin
ilk tarafına yönelmeye azimli.
Yaklaşımı mümkün kılan, Türkiye'nin
uluslararası
imajının
yeniden
şekillendirilmesine ve yeni dinamik dış
politikasına münasip oluşudur – ve aslında
her iki alanda da başarı kaydedilmesi için
esastır. Mümkün olmasının bir diğer nedeni
de PKK'nın artık tehditkâr bir kuvvet
olmaktan çıkmış olmasıdır. Türkiye'nin Şam,
Erdoğan'ın 13 Kasım'da Meclis'te yaptığı
Kürt açılımını başlatan uzun ve duygusal
konuşma, destekçileri tarafından tarihi bir
112
Bağdat ve Tahran'la başlattığı yeni güvenlik
işbirliği ve hassaten de Ankara'nın Kuzey
Irak'taki
Bölgesel
Kürt
Yönetimiyle
geliştirdiği bağlar sayesinde PKK zayıflatıldı
ve tecrit edildi. Türkiye ve Bölgesel Kürt
Yönetimi arasında ticaret patlaması
yaşanıyor. 2008 yılında 5 milyar dolar olan
ticaret hacminin 2010 yılında 20 milyar
dolara yükselmesi bekleniyor.
"İslamcı dünya görüşünün, Türkiye'nin batı
dış politikasını desteklemesini gün be gün
imkansızlaştıracağını" yazdı. Bu görüş
alabildiğince yanlıştır. Tam da aksine,
Ortadoğu'da barış ve uzlaşma arayışında
olan Türkiye, Başkan Barack Obama'nın
vizyonuna İsrail'in aşırı sağcı Başbakanı
Benjamin Netanyahu'nun saldırgan ve
genişlemeci duruşundan çok daha yakındır.
Bir de son on yılı aşağı yukarı tecrit halde
geçiren ve ada hapishanesinde çürüyen PKK
lideri Abdullah Öcalan'ın akıbeti meselesi
var. Öcalan birçok Kürt için onların Atatürk'ü
ve uluslarının babası. Özgür kalıp siyasi rol
oynamasını istiyorlar. Ancak Türklerin kahir
ekseriyeti nazarında câni bir terörist ve
serbest bırakılması düşünülemez bir şey.
İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman,
İsrail ve Suriye arasında Türk aracılığını
"Türkiye'nin İsrail'i aşağılaması ve diliyle
azarlaması"
yüzünden
geçen
hafta
reddetmişti. Bu da yanlıştır. Bölgesel
tecritten kurtulacaksa şayet, İsrail'in
Türkiye'ye ihtiyacı vardır.
İsrail Sanayi ve Ticaret Bakanı Benjamin Ben
Eliezer ise bu durumu anlamış görünüyor.
Ciddi şekilde gerilen ilişkileri onarmak için
hafta sonu Türkiye'yi ziyaret etti.
Türkiye'nin Suriye, Irak ve İran'la gelişen
ekonomik bağları ve buna paralel olarak geçen
Aralık-Ocak
ayında
Gazze'ye
düzenlediği saldırıdan dolayı - İsrail'le
ilişkilerin soğuması, ABD ve diğer yerlerdeki
İsrail yandaşları arasında protesto fırtınası
estirdi. Erdoğan'ın İsrail'in Filistinlilere zalim
muamelesini "terörizm" ve "soykırım" gibi
terimlerle ifade etmiş olmasına kızgınlar.
Bu
gelişmelerden
kalkışla
varılacak
kaçınılmaz sonuç, Türkiye iç problemlerini
çözmek ve dış ilişkilerini iyileştirmek için
yaratıcı ve faal bir şekilde düşünürken İsrail
steril/cansız ve modası geçmiş bir zihniyete
çakılıp kalmıştır.
Geçen pazartesi günü, 23 Kasım 2009
tarihinde, Washington Post gazetesi
Türkiye'nin "İsrail'i tiz sesle itham etmesini,
İran,
Suriye
ve
Sudan'ın
mücrim
yöneticileriyle artan samimiyetini" alenen
suçladı. Bu tür bir dilin kullanılmış olması,
İsrail'in
başlıca
bölgesel
müttefikini
kaybetme ihtimali karşısında tedirgin
olduğunun
göstergesidir.
Washington
Institute – Amerika'daki İsrail lobisinin bir
parçasıdır – İsrail'i Türkiye'deki hava
tatbikatından dışlamaya cüret ettiğinden
dolayı Türkiye'nin NATO'dan atılması
çağrısını bile yaptı.
28 Kasım 2009
Kaynak: Agence Global
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
Washington Institute Türkiye programı
direktörü Soner Çağaptay "Türkiye Batı'dan
Kopuyor mu?" başlıklı yazısında AKP'nin
113
Ortadoğu'da güç Türkiye ve
İran'a doğru kayıyor - Alastair
Crooke
rolünü
almakla
kalmayıp
petrol
rezervlerinden dolayı jeostratejik ana çivi
hükmündeki S. Arabistan'ın da üstünlüğünü
tedricen çembere alıyor.
ABD ve Avrupa, İsrail-Filistin çatışmasında,
Afganistan ve Irak'ta bir yol bulmak için
mücadele
ederken,
bölge
hakkında
varsayımlarının dayandığı stratejik zemin
çarpıcı bir şekilde eksen değiştiriyor.
Ekonomik durgunluk ve Mısır'ı aciz duruma
düşüren kriz silsilesiyle birlikte ele
alındığında, Ortadoğu devletlerinin ılımlı
denilen ve Amerikan politikaları için merkezi
önemdeki "güney kuşağının" giderek
zayıfladığı ve zayıf halkaya döndüğü açıktır.
En bahse değer olanı, Türkiye'nin kendisine
dar gelen Amerikan ittifak ceketini nihayet
çıkarması, AB üyeliğine fiilen kayıtsız kalması
ve ilgisini Asya ve Ortadoğu'daki Osmanlı
komşularına odaklaması oldu.
Gücün sabık Amerikan müttefiki Mısır ve S.
Arabistan'dan kuzey kuşağı ülkelerine doğru
sürüklendiğini bölgedeki siyasi oyuncuların
farketmemesi
mümkün
değil
ve
Ortadoğu'da
mutad
olduğu
üzere,
kendilerini yeni güç gerçekliğine göre
yeniden ayarlıyorlar. Bu en iyi şekilde
Lübnan'da görülebilir: eski Amerikan
müttefikleri
ve
Suriye
hükümeti
eleştirmenleri Başbakan Saad Hariri, Velid
Canbolat ve haberlere göre 14 Mart
Hareketinin Hıristiyan liderleri, hac ziyaretini
Şam'da yapıyorlar. Bu mesajı bölgedeki
diğerleri ıskalamadı.
Esasen Batı'ya burun kıvırmak olmasa da, bu
eksen
değişimi,
İsrail'in
Gazze'deki
harekâtından İran ve Avrupa Birliği üyeliği
sürecinin çıkmazda olmasına kadar tüm ABD
ve AB politikalarından gittikçe rahatsız
olduğunu ve hayal kırıklığına uğradığını
yansıtmaktadır. Türkiye'de gerçekleşmekte
olan İslam rönesansıyla da çınlamaktadır.
Şayet Türkiye bu yol üzerinde başarıyla
ilerlerse, bölgedeki güçler dengesi adına,
Sovyetler Birliği'nin çökmesi ve daha sonra
Amerikan işgali yüzünden Irak'ta Sünni
hâkimiyetinin imhası sayesinde İran'ın başat
güç olarak yükselişi kadar stratejik önem-i
haiz olacaktır.
Şayet Obama yönetimi bu gelişmelerden
tam olarak haberdâr değilse, İran'a karşı
yeni bir cezâi müeyyide turu için dünyayı
seferber etme teşebbüsüne girdiğinde
muhakkak ki haberdâr olacaktır.
Son aylarda Türkiye, Irak, İran ve Suriye
arasında pek çok yeni anlaşma imzalandı, ki
müşterek bir siyasi vizyonun doğuşunu
telkin ediyor. Ermenistan’la imzalanan yeni
bir anlaşma, Ankara'nın "sıfır problemli"
komşuluk politikasını ne kadar ciddiye
aldığının işaretini vermektedir.
Bu müeyyidelerin başarısız olması muhtemel
zira aynı görüşte olmayanlar sadece Rusya
ve Çin değil; müşteri çekmeye çalışılan
"ılımlı, batı yanlısı Arap devletleri ittifakı" da
kağıttan kaplana dönmeye başladı.
Konuyu ele aldığımda zamanda değişen güç
dengesine bakınca, "ılımlılar" İran ve onun
müttefikleriyle ciddi ciddi yüzyüze gelecek
bir duruş sergilemiyorlar. Yemen'deki Husi
isyancıların
S.Arabistan
tarafından
bombalanması sonucunda Şii İran'a karşı
hizipçi Sünni husûmetinin tetikleneceği
ümidi boşa çıktı. Aksine, Suudi tepkisi bir
Bununla birlikte, daha önemli olanı Irak, İran
ve Suriye ile imzalanan ve müşterek
ekonomik çıkarlarını yansıtan anlaşmalarıdır.
Ortadoğu devletlerinin "kuzey kuşağı",
Nabuko boru hattı tamamlandığında Orta
Avrupa'nın başlıca doğalgaz tedarikçisi
olmaya hazırlanıyor, ki böylece Rusya'nın
114
diğer devletin iç çatışmasına tarafgir ve
kabilevi bir müdahale olarak görüldü
bölgede.
Türkiye'de Recep Tayyip Erdoğan, Mahmud
Ahmedinejad'ın seçilmesinin meşruiyetini
benimsemekle kalmayıp egemen bir ulus
olarak İran'ın uranyum zenginleştirme hakkı
olduğunda da ısrar etti. Batılı liderlerin
aksine, İran'ın gidişâtı hakkında aşırı kaygılı
görünmüyor.
ABD ve AB, güney kuşağı müttefiklerinin
yerini, gücü artan kuzey kuşağının almasıyla
cebelleşmek durumunda. Bu ayarı sonra
yapmaktansa şimdi yapmak daha iyidir.
Batı'nın kaydadeğer gördüğü meselelerin
hiçbirisi (İran nükleer programı, İsrail'in
güvenliği ve enerji arzının geleceği) yeni bir
Ortadoğu'da yükselen gerçekliği görmezden
gelerek çözümlenemez.
28 Kasım 2009
Yazar hakkında: Ortadoğu'da çalışmış eski
bir MI6 ajanı.
Kaynak: CS Monitor
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
115
İran, Türkiye ve bölgesel istikrar Muhammed Khajouei
Her iki ülke bölgesel problemlerin yabancı
güçlerin sunduğu mekanizmalarla değil de
mahalli
mekanizmalarla
çözüme
kavuşturulması çağrısı yaptıklarından dolayı
bölgede ortak tedbirler almaları için zaman
yeterince olgun. Türkiye Başbakanı'nın
Tahran'a yaptığı ziyaretin en önemli yönü
ekonomidir.
"İran ve Türkiye, istikrar adaları olarak
hayatlarına devam ediyorlar ve eğer bölge
istikrar ve refahı kavuşmak istiyorsa, tüm
bölge ülkeleri işbirliği yapmalıdır." Türkiye
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın şu
yakınlarda Tahran'ı ziyaret ettiği sırada
Ankara-Tahran
arasındaki
yakınlığın
işaretlerinin
açıkça
görülebileceği
sözlerinden bir kesit bu.
Erdoğan'a Türkiye özel sektörünü temsilen
100 kişinin eşlik etmesine bakınca, İran'a
karşı
müeyyidelerin
sertleştirilmesi
durumunda Türkiye işin büyük bir kısmını
yapmaya hazır olacak. Türkiye ve İran ikili
ticaret hacmini 2011 yılına kadar 20 milyar
dolara yükseltmeyi hedefliyor. Rusya'dan
sonra Türkiye'ye doğalgaz tedarik eden
ikinci büyük tedarikçi, İran. Türkiye, İran
doğalgazının
Nabuko
boru
hattına
pompalanabileceğini ilan etti; Nabuko
Avrupa'ya ihtiyaç duyduğu doğalgazı tedarik
etmeyi ve Avrupa ülkelerinin Rusya'ya
bağımlılığını azaltmayı hedefliyor.
Türkiye Başbakanı 26-28 Ekim tarihinde
İran'ın özel misafiriydi ve beraberinde kültür
ve sanayi bakanları Mehmet Aydın [sic] ve
Zafer Çağlayan, Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanı Taner Yıldız, Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu, Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz, 20
Milletvekili ve Türk özel sektörünü temsilen
80 kişi vardı.
İran ve Türkiye ilişkileri pek çok iniş çıkışa
şahit oldu ve şimdi yeni bir safhaya girdi;
bunun en önemli hususiyeti ise rekabetçi bir
atmosferde yaşanan yakınlaşmadır. (..)
İran Türkiye'nin ikinci büyük petrol
tedarikçisi ve Türkiye, İran'ın batı enerji
pazarlarına erişmesi için iyi bir giriş limanı.
Dolayısıyla bu mesele gelecek yıllarda
Tahran ve Ankara arasındaki stratejik
ilişkilerde mihver rol oynayacak gibi
duruyor. Türkleri İran'a daha fazla yatırım
yapmaya da yüreklendirecektir.
Son yıllarda ikili ilişkilerin seyrine
bakıldığında hem İran'ın hem de Türkiye'nin
bölgesel nüfuzlarını artırmaya çalışmalarına
rağmen – elbette çeşitli stratejiler
kullanılması sûretiyle - gerilimden azâde ve
iktisâdi, siyasi ve güvenlik işbirliğine dayalı
tarihi ilişkilerin, ikili ilişkileri daha bir
pekiştirdiği görülür.
Büyük dış yatırım gerçekleştirmek için
yeterli
para
olmamasına
rağmen,
Türkiye'nin ümidi o ki yabancı finans
kredileri sağlamak için dış sermaye
piyasalarının ve bankacılığın normalleşmesi
sonrasında Güney Fars doğalgaz yataklarını
geliştirmek için gerekli 4 milyar dolar
toplanabilecektir.
Her iki ülkeyi yakınlaştıran en önemli etken,
Tahran ve Ankara'nın bölgede benzer siyasi
ve güvenlik düzenlemelerine
gitmiş
olmalarıdır. İki ülke, bölgeyi yöneten
güvenlik düzenlemelerinde bölge ülkelerinin
kendi ana rollerini oynamaları ve yabancı
güçlerin bölgeye daha fazla müdahale
etmesinin önünü alınması gerektiğini hem
sözde hem de fiiliyatta sürekli olarak
vurguluyor.
Her hâlükarda Tahran ve Ankara arasındaki
ilişkiler yükselişte özellikle de doğalgaz ve
petrol alanlarında, ki yabancı müdahalelere
karşı bölgeye koruyucu bir şemsiye
sağlayacaktır bu. İlave olarak, İran
116
Türkiye'nin Avrupa'ya uzanan limanı
olduğunun iyice farkında ve Ankara, TahranWashington arasında aracılık da yapabilir.
Diğer yandan, Türkiye, İran'ın Orta Asya'ya
uzanan iyi bir yol olduğunu, İran'ın müttefiki
Suriye'nin ise kendisi için Arap dünyasına
uzanan tek geçiş yolu olduğunu bilmektedir.
İran'ın İslami yönelimleri şüphe yok ki
Türkiye'dekinden
farklıdır.
Dolayısıyla,
İran'ın İslam’a yaklaşımı başkadır.
Ancak gözlemciler tutumdaki farklılıkların
siyasi ilişkilerde derin farklılıklara yol
açmayacağını savunuyorlar. İslam devletleri
olarak – ki Ankara ve Tahran hükümetleri
için ana müşterektir – kendi ulusal çıkarları
uyarınca yine kendi hedeflerine ulaşmaya
çalışabilirler.
İran ve Türkiye arasındaki işbirliği, Irak,
Suriye, Kafkasya Cumhuriyetleri ve Orta
Asya dâhil diğer bölgesel devletlerin daha
fazla işbirliğine gitmeleri için zemin de
sağlayacak. Türkiye-İran stratejik işbirliği,
büyük güçlerin nüfuzundan uzak güçlü bir
Ortadoğu şekillendirmede çok önemlidir ve
şüphe yok ki her iki ülkenin de ulusal
çıkarlarına uygundur.
İran'ın Türkiye ile ilişkileri diğer komşu
ülkelerle olduğundan daha sağlam ama bu
ilişkilerin devamı için her iki taraf da yek
diğerinin ekonomik çıkarlarını ciddi bir
şekilde gözetmeye çalışmalı ve bölgede
kendi rollerini oynamak üzere tamamlayıcı
politikalar benimsemelidirler.
23 Kasım 2009
Kaynak: Iran Review
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
117
Bir Stratejik İttifak: Türkiye ve
İsrail - Alon Ben-Meir
yüzyüze görüşebilir ve rejimin dış politika
kaygılarının en başında yer alan güvenlik
meselelerini ele alabilir. Türkiye, İsraillilerle,
İranlılarla, Ruslarla, Avrupalılarla ve
Amerikalılarla doğrudan ve özel olarak
konuşup gayri resmi aracılık rolü de
oynayabilir.
Nükleer
İran
hakkında
Türkiye'nin kendi korkuları, çatışmanın tüm
taraflarınca tavassut edilebilme yeteneği
sayesinde yatıştırılabilir. Türkiye'nin rolünü
daha bir pekiştirmek maksadıyla, Ankara
P5+1 müzakere takımına davet edilmeli ve
görüşme masasında müslüman bir sima da
bulunmalıdır. Dahası, Türkiye, düşük
derecede
zenginleştirilmiş
uranyumun
işlenmesi, tıp ve diğer barışçıl kullanımlara
uygun hale getirilmesi için İran nezdinde
Rusya'ya nazaran daha makbul bir yerdir.
Tüm bu nedenlerden dolayı, Türkiye-İsrail ve
Türkiye-İran ilişkileri ne kadar güçlüyse, İran
nükleer programına bulunacak bir çözümün
ayrılmaz bir parçası olmada Ankara'nın
oynayacağı rol de o derece önemli ve
olumlu olacaktır.
Türkiye Ekim ayı başlarında İsrail'in askeri
tatbikata katılmasını engellediğinde bu iki
müttefik arasında bir çatlak olduğu hakkında
büyük bir spekülasyon vardı. İki bölgesel
süpergüç arasındaki stratejik ilişkiler her iki
ulus için de çok önemli olmasına rağmen
Türkiye ve İsrail'in münferiden elde ettiği
faydaların ötesine de geçmektedir zira bu
ikisinin ittifakı, bölgesel güç dengesi ve
bölgesel istikrar için esastır. Türkiye'nin
daha fazla kalkınma ve bölgede liderlik
rolünü üstlenme arzusu, onun hem doğulu
hem de bölgesel barış için merkezi önemde
olmayı sürdüren İsrail dâhil batılı uluslarla
yapıcı ilişkiler geliştirme yeteneğine
doğrudan bağlıdır. Aşağıda ele alınan
bölgesel dört mesele, Türk-İsrail ilişkilerinin
önemini
resmetmenin
ayrılmaz
bir
parçasıdır:
İran ve P5+1 (ABD, Çin, Rusya, İngiltere,
Fransa + Almanya) arasındaki müzakereler
çıkmaza girdi ve İran'ın nükleer meseleyi bu
kanal üzerinden kabul etmesi muhtemel
değildir. İran nükleer programı hakkında
İsrail'in duyduğu derin korkuyu Türkiye de
paylaşmaktadır ve İran'ın nükleer güç
olmasının önüne geçmek maksadıyla
sarfedilecek barışçıl gayretlere şüphesiz ki
destek verecektir. Ancak Türkiye'nin İran'la
yakın bağları bölge için muhakkak ki stratejik
önemdedir. Tahran ve Ankara arasında
iyileşen ilişkiler, İran'ı uluslararası câmia
hilafına nükleer silah peşinde koşmaktan
caydırmada Türkiye'nin aracı bir rol
oynaması
ihtimalini
güçlendirecektir.
Ağırlıklı olarak bir müslüman devleti olan
Türkiye, batılı uluslara nazaran İran'da daha
iyi karşılanacak ve İran'da daha fazla nüfuzu
olacaktır. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan, batılı yetkililerle görüşmeyi
reddeden İran dini lideri Ali Hamaney ile
Türkiye 2008 yılında İsrail ve Suriye arasında
hayran bırakacak şekilde arabuluculuk yaptı
ve her iki tarafı bir anlaşmanın yakınına
getirdi, ki uluslararası diplomasi de hiç de
küçük sayılmayacak bir beceridir. Türkiye'nin
İsrail'le ilişkilerini tehlikeye atması Batıyla
ilişkilerinde çok önemli bir manivelayı ve
bölgesel barışın sağlanmasındaki merkezi
rolünü terk etmesi demektir. Türkiye-Suriye
ve Türkiye-İsrail arasında aynı derecede iyi
ilişkilerin olmasında hiçbir tutarsızlık veya
çelişki asla yoktur. İsrail ve Suriye ile
müttefik olması Ankara'yı, iki ulus arasında
gelecekte
yapılacak
herhangi
bir
müzakerede belirleyici rol oynayacağı
imrenilecek bir konuma yerleştirmektedir, ki
Beşşar Esad'ın çok iyi bildiği gibi Golan
Tepeleri üzerindeki ihtilaf ancak ve ancak
müzakere yoluyla çözülebilecektir. Beşşar
Esad geçenlerde kendisiyle yapılan bir
118
söyleşide aracılı müzakerelerde Şam'a
yardımcı olmak istiyorsa, Türkiye'nin İsrail'le
sağlam ilişkilere sahip olması gerektiğini
söyledi. Şayet bölgede siyasi ağırlığının
olmasını istiyorsa, Ankara'nın çabalarından
vazgeçmesi
veya
İsrail'le
ilişkilerin
kötüleşmesine müsaade etmesi için bir
neden yok. Tüm komşularıyla eşit derecede
iyi ilişkiler içerisinde olması, Türkiye'nin
Ortadoğu'yu da aşan ulusal özlemleri için
önşarttır zira Türkiye AB üyeliğini de
gözlüyor. Netanyahu hükümetinin Suriye'yle
gelecekteki
müzakerelerde
Fransa'nın
dahlini istediği gerçeği Türkiye'yi gelecekteki
dahlinden alıkoymamalıdır çünkü Şam,
Paris'le yan yana Ankara'nın en azından
aracı rolünü sürdürmesinde ısrar ediyor.
Gazze sınırlarında sükûneti sağlamaya ilgi
duyuyor, ki benzer şekilde Hamas siyasi
liderleri de bunu sağlamaya can atıyor
gibiler. Türkiye, Hamas'ın müzakerenin bir
tarafı olabilmesi için önce İsrail'i tanımasını,
terörizmi
reddetmesini
ve
evvelki
anlaşmaları kabul etmesini icap ettiren
Ortadoğu Dörtlüsü'nün resmi duruşundan
sakınarak, usûlün değişmesine yardım
edebilir. Türkiye şiddetin durulmasından
istifade
etmeli
ve
Hamas'a
Arap
devletlerinin geri kalanıyla aynı çizgide
buluşma imkanı verecek Arap Barış
İnisiyatifini kabul etmesi için onu ikna
etmeye çalışmalıdır.
Kısa süre önce İsrail, Ürdün ve Türkiye
arasında yapılan ortak arama ve kurtarma
eğitimi, Türkiye’nin İsrail'le ilişkilerin sıkıntılı
olduğu izlenimini tasfiye etmeye çalıştığı bir
zamanda çok ihtiyaç duyulan bir hamleydi.
Uluslararası diplomaside askeri kapasite ve
performans söz konusu olduğu müddetçe
Türkiye'nin Ortadoğu'da İsrail'e bugün ve
gelecekte rakip olabilecek bir askeri ortağı
yoktur. Türkiye'nin askeri mahareti ve bu
maharetin yaşayabilirliği, onu yalnızca
bölgesel
istikrar
için
değil
NATO
kuvvetlerinde merkezi bir rol için de
vazgeçilmez kılmasına bağlıdır.
Hamas ve Filistin Otoritesi arasındaki
hasmane ilişkiler, Türkiye'nin emsalsiz
denecek derecede yapıcı bir rol oynayacağı
bir diğer çok önemli sahadır. İsrail ve
Filistinliler arasında bahse değer bir ilerleme
sağlanması ihtimali nihayette Hamas ve
Filistin
Otoritesi
arasındaki
ilişkileri
şekillendirecek bir siyasi anlaşmaya bağlıdır.
İsrail ve Filistin Otoritesi arasındaki hiçbir
müzakere, Hamas'ın siyasi sürece doğrudan
yahut
dolaylı
katılımı
olmaksızın,
sürdürülebilir
bir
anlaşmaya
yol
vermeyecektir. Türkiye yaklaşık üç yıl önce
Halid Meşal'i Ankara'ya davet ederek
Hamas'a resmi tanıma sunan ilk ülkeydi ve
iki taraf arasındaki güvenilir ilişkiler varlığını
bugün de muhafaza ediyor.
Son olarak, Türkiye'nin AB üyeliği pek çok
beklentinin karşılanmasına bağlıdır ve
bunlardan biri de Türkiye'nin komşularıyla
ilişkisidir. Türkiye'nin AB üyesi olması, İran,
Irak ve Suriye'yi AB Sınır Devletleri haline
getirecektir ve bu durumun ulusal güvenlik
ve ticaret gibi konularda belli başlı neticeleri
olacaktır. Türkiye şu ana kadar AB ile
müzakerelerde açılan fasıllar gereği hayran
bırakıcı kilit sosyal ve siyasi reformlar
gerçekleştirdi, Ermenistan'la tarihi bir
uzlaşmaya daha geçenlerde imza attı ve Kürt
azınlığa Türk vatandaşlarla eşit siyasi ve
kültürel haklar tanıyan yeni düzenlemeler
Her ne kadar Mısır'ın Hamas ve Filistin
Otoritesi arasında oynadığı aracı rolü
önemliydiyse de yine bu noktada Türkiye,
siyasi anlaşmaya varmaları için Hamas ve
Filistin Otoritesine yardım ederek yahut
gayri resmi müzakerelere katılarak Mısır'ın
çabalarını pekiştirecek konumdadır. İsrail'in
Hamas'ı terörist bir örgüt olarak görüp
ondan tiksinmesine rağmen İsrail hükümeti
119
çıkarıyor. Bu çok önemli süreç, Türkiye'yi AB
standartlarına daha bir yakınlaştırdı fakat
Türkiye Ortadoğu'daki tüm komşularıyla
mükemmel ilişkiler tesis etme yetenek ve
azmini ispatlamadığı takdirde yetersiz
olacaktır. Türkiye'nin İsrail'le stratejik
ilişkileri AB ve ABD nokta-i nazarından
olumlu görülmektedir. İsrail'le stratejik
işbirliği pahasına diğer ülkelerle ilişkilerini
iyileştirmeye Ankara’nın durumu el vermez.
Askeri, istihbarat, ekonomi ve ulusal
güvenlik alanlarında Türk-İsrail işbirliği,
stratejik işbirliğinin özünü oluşturan uzun
vadeli çıkarların karşılıklılığına dayalıdır. Bu
ilişki, Türkiye'nin İsrail'i tanıdığı 1950'den
beri çeşitli inişler ve çıkışlar yaşadı fakat
sürekliliğini korudu zira geçici hiçbir siyasi
ahenksizliğin değiştiremediği Türkler ve
Yahudiler arasındaki geleneksel asırlık
dostluk tarafından da korundu.
20 Kasım 2009
Yazar hakkında: New York Üniversitesi
Center for Global Affairs'de görevli
Uluslararası İlişkiler profesörü.
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
120
İran Türkiye için Rusya'dan vaz
mı geçiyor? - MeIr CavIdanfer
Erdoğan'ın ABD ve AB ile ilişkileri de onun
lehine yazılmaktadır. Müslüman ve Arap
komşularıyla
son
zamanlarda
yakınlaşmasına rağmen, Batıyla ilişkileri
koparmadı ve her iki tarafı ustaca idare
ediyor. ABD ile ilişkileri bile Türkiye'nin
zayıflığı üzerinden kurulu değil. Bir fırsatla,
ABD baskısına direndi ve 6 milyar dolar bağış
ve 20 milyar dolar kredi garantisi vaadine
bile yüz vermedi çünkü anlaşmayı uygun
bulmamıştı. Ve Gazze Savaşı'ndan sonra
İsrail'e sözlü saldırıları şüphesiz ki bölgedeki
imajını destekledi.
Meşhur Çinli stratejist Sun Tzu, Savaş Sanatı
adlı eserinde şöyle yazar: "Şayet bir
düşmanın müttefikleri varsa, problem
vahimdir ve düşmanın konumu güçlüdür;
şayet hiçbir müttefiği yoksa, problem
küçüktür ve düşmanın konumu zayıftır."
İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney,
nükleer emellerinden dolayı düşmanı olarak
gördüğü Amerika'nın Rusya dâhil ittifaklar
inşa etmek için nasıl çalıştığını görüyor.
Hamaney mutlu değil.
Hamaney, Barack Obama'nın nükleer
teklifini geri çevirdiğinden dolayı müeyyide
beklentisi daha da arttı. Dolayısıyla ilerideki
zorlu zamanların üstesinden geleceği bir
strateji değişimine ihtiyacı var. stratejilerden
biri, yeni bir Batı-İslam karşılaşması
üzerinden Obama'ya karşı mücadele etmek.
Geçenlerde Katar'da düzenlenen bir
televizyon tartışmasında Ortadoğu'dan bir
dinleyici kitlesi huzurunda İran nükleer
programı ele alındı, ki Hamaney'in duruşuna
karşı bir sempati mevcuttu. Söz konusu olan
bölgedeki insanlar olduğunda, İran nükleer
programı, İsrail lehine olan güçler dengesini
değiştirmenin tek yoludur. Dolayısıyla
yaşayabilir bir strateji bu. Ve Erdoğan'ın
bölgede artan popülaritesi ve Tahran'ın
Erdoğan yönetimiyle mesafe kaydeden
ilişkileri,
Hamaney'in
ilerideki
zor
zamanlarda kendi duruşuna mesafe
kazandırması için elverişli bir yol olacaktır.
İsrail-Filistin barış sürecinde ilerlemenin
olmayışı yine ona yardım edecektir.
İran geçenlerde iletişim uydusu fırlatmak
için Rusya'yla yaptığı bir anlaşmayı iptal etti
ve işi İtalya'ya verdi. Rus yapımı S-300 füze
savunma sistemlerinin teslimatında yaşanan
gecikmeyle
ilgili
Tahran'ın
mevcut
şikayetlerine ilave bir gelişme bu. Tahran,
şikayetlerini
yakın
zamanlara
kadar
kameralardan uzakta, kapalı kapılar ardında
yapıyordu. Fakat Hamaney Rusya'yı vefasız
olarak gördüğünden dolayı rejimi de
eleştirileri açıktan yapma hususunda
utangaç davranmıyor.
İran hükümeti inisiyatif alma ve Rusya'nın
yerine yeni bir ortak bulma kararı verdi. Kısa
bir süre önce Tahran ve Ankara arasında
yapılan heyecanlı ziyaretler üzerinden
düşününce, Hamaney istekli bir ortak
bulmuşa benziyor Türkiye'de.
Rusya'nın aksine Türkiye'nin BM Güvenlik
Konseyi'nde veto hakkı yok. Ancak Ortadoğu
ve İslam dünyasındaki sermayesi hızla
artıyor. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan, İslam ve Arap meselelerinin her
geçen gün daha muteber savunucusu olarak
görülüyor. Gayri demokratik yollarla koltuğa
oturan Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü
Mübarek veya S. Arabistan Kralı Abdullah
için aynı şey geçerli değil.
Bununla birlikte, İran dini lideri, Türkiye ile
ilişkilerine nasıl yaklaştığı ve gerek
yurtiçinde gerekse yurtdışında bu ilişki için
ödemeye razı olduğu bedel hususunda
dikkatli olmalıdır. İran merkezli haber sitesi
“Khabar online'a" göre Ahmedinejad
121
yönetimi İran meclisini bilgilendirmeksizin
geçen Ekim ayında Türkiye ile gizli bir
doğalgaz anlaşması yaptı. Konuyla ilgili
haberler basına sızdıktan sonra meclis
soruşturma başlattı. Şimdi ise meclis üyeleri
ülkenin çıkarlarına aykırı buldukları takdirde,
tüm bir anlaşmayı iptal tartışması yapılıyor.
Pek çok kişi bu mahzurlu anlaşmayı
sadâkatini satın alma aracı olarak Ankara'ya
sunan kişinin, Ali Hamaney olduğundan
şüphe ediyor. Sonuçlarına bakınca işe
yaramış görünüyor. Ne ki içeriden gelen
tepki
rejimin
meşruiyetine
zarar
verebilecektir.
Bir de Buşehr nükleer santrali meselesi var.
Türkiye bu santralin inşasını tamamlayamaz.
Yalnızca Rusya yapabilir bunu. Moskova'ya
sırtını dönen Hamaney bu önemli ve pahalı
projeye çok daha fazla zarar verebilir. Belki
de Hamaney Türklerden ders alıp sürekli
olarak
müttefik
değiştirmek
yerine
ittifaklarını dengelemeyi öğrenebilir.
18 Kasım 2009
Kaynak: Guardian
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
122
Türkiye'nin dış politika çalımı Michael A Reynolds
bakanlarının uzun ve titiz hazırlıklarına
rağmen
protokolün
imzalanması,
gerçekleştiği andan hemen öncesine kadar
fantezi dünyasına atfediliyordu.
Son günler, bölgede yankılanan Türk dış
politikasında bir değil çok çarpıcı iki
gelişmeye şahit oldu. Her ikisi de geçen yıl
Türkiye Dışişleri Bakanı olan eski bir
üniversite profesörü Ahmet Davutoğlu'nun
eseri. Davutoğlu bundan önce Türkiye
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın dış
politika başdanışmanıydı. Davutoğlu, bir
üniversite profesörüne her halde yakışır bir
şekilde, Türk dış politikasına kapsamlı ve
tutarlı bir kavramsal temel kazandırmayı
amaç edinmişti. Vizyonunu Stratejik
Derinlik: Türkiye'nin Uluslararası Konumu
başlıklı eserinde sergiledi. Bu vizyona göre,
Türkiye Cumhuriyeti geçmişte yarı tecrid
politikası izlemiş ve komşularına karşı kendi
kendini karantinaya almış ise de bugün,
bölgedeki diğer ülkelerle paylaştığı tarihi ve
kültürel bağlardan artık istifade etmelidir.
Davutoğlu, Dışişleri Bakanı olarak hiç bıkıp
usanmadan Türk dış politikasına damgasını
vurmak için çalışıyor. Geçen hafta Türk dış
politikasının yeni yöneliminin çarpıcı
örneklerine şahit olduk.
Her iki dışişleri bakanı, diğer tarafın
planladığı beyânata son anda itiraz etti.
Anlaşılan, ABD Dışişleri Bakanı Hillary
Clinton'ın önerisi üzerine, iki dışişleri bakanı
hiçbir beyânatta bulunmama hususunda
anlaşıp uzlaştılar ve böylece imza töreni
kurtarıldı. Yakınlaşmanın kırılganlığı böyle
bir şey. Dahası, anlaşmanın yürürlüğe
girmesi için Türkiye ve Ermenistan
Meclislerinin bu protokolleri onaylaması
gerekiyor. İki ülkenin içerisinde (ve
dışarısında) ilişkilerin normalleşmesine karşı
çıkan çeşitli grupları var ki şüphecilerin ve
itirazcıların haklı olduklarını ispatlayabilirler.
Ama gene de katıksız gerçek şu ki
Davutoğlu'nun iki ülkeyi bu denli
yakınlaştırabilmiş
olması
Türk
dış
politikasında başlıbaşına köklü bir değişimi
temsil etmektedir. Başarısızlığın ihtimal
dâhilinde olduğu bu nevi hassas ve siyaseten
itham altındaki girişimler genelde çoğu kişiyi
caydırırken, Davutoğlu'nun yöntemi, bu gibi
durumlarda cesaretin gücünü sermayeye
eklemek ve önce ilk beklentileri sonra da
gerçekliği
değiştirmedeki
ısrarıdır.
Davutoğlu, görünüşe göre akla hayale
sığmaz bir değişim uğruna çalışıp
çabalayarak, değişimin mümkün olduğunun
ispatlanabileceğini bu sûretle de tüm
tarafların
temel
hesaplarının
değiştirilebileceğini
düşünüyor.
Davutoğlu'nun Kafkas satrancında hem
Amerikan
hem
de
Rus
desteğini
eşgüdümlemiş olması, onun müstesna
diplomasi yeteneğini ve normalleşme
yolunda oluşturduğu kaydadeğer ivmeyi
yansıtmaktadır. Türkiye'nin Ermenistan
açılımı, Kafkasya ve Hazar bölgesinde
Doğuya açılım. İlki, 10 Ekim tarihinde Türk
ve Ermeni dışişleri bakanlarının bir protokol
imzalayarak iki ülke arasındaki sınırların
açılması ve diplomatik bağlar kurulması
üzerinde mutabakat sağladıkları Zürih'te
gerçekleşti. Şu son günlere kadar,
gözlemciler -Ermeni, Türk ve diğer yabancı
gözlemciler – Türk-Ermeni yakınlaşmasına
katıksız fantezi nazarıyla bakarlardı. İçiçe
örülü tarihleri yüzünden, Ermeni ve Türk
halkları arasındaki anlaşmazlık derin ve çok
boyutludur, kavgacı jeopolitikanın ötesine
geçmekte ve Ermeni ve Türk kimliğinin
kalbine,
Türkiye
ve
Ermeni
cumhuriyetlerinin kurucu mitlerine kadar
uzanmaktadır. Her iki tarafın tutumları
öylesine hassastır ki Ermeni ve Türk dışişleri
123
istikrardan dünya enerji arzına ve NATO'nun
geleceğine kadar herşeyi etkileyecektir.
oldu. Davutoğlu, Türkiye'nin İsrail'i dışarıda
bırakmasıyla ilgili olarak yanlış anlaşılma
olmasın diye 13 Ekim'de konuyu açıklığa
kavuşturdu ve "Gazze'de insâni trajedinin"
sona ermesini ve "müslümanlar için
mukaddes olan el Aksa mescidine,
Haremmüşşerif'e ve Doğu Kudüs'e" saygı
gösterilmesini talep etti; Türk gazeteleri
bunu İsrail'e "uyarı" olarak tanımladı. Türk
Dışişleri Bakanlığı, Anadolu Kartalı ile ilgili
olarak basında çıkan değerlendirmeleri ve
İsrailli yetkililere atfedilen yorumları "kabul
edilemez" addetti ve bu yetkilileri
azarlayarak gelecekteki açıklamalarında ve
tutumlarında "akl-ı selime" davet etti.
Güneye açılım. Türkiye'nin Doğuya açılımı
kadar köklü ve mühim bir başka değişiklik,
Türkiye'nin Güneye açılımıdır ve bu açılım,
bölgesel dinamikleri çok daha fazla
değiştirecek bir potansiyele sahiptir. Türkiye
Cumhuriyeti var olduğu günden beri Suriye
ile azami olsa olsa ılımlı ilişkilere sahip
olmuştur. Türkiye-Suriye bağları 1980'ler ve
1990'larda düpedüz karşılaşmacıydı; iki
devlet Türkiye'nin Fırat nehri sularının
denetimi ve Suriye'nin Türkiye'deki PKK'ya
verdiği destek gibi meselelerde ağız kavgası
yapıyorlardı. Suriye'nin PKK'nın başı
Abdullah Öcalan'a barınak sağlamaya devam
etmesi halinde, Türkiye'nin bu ülkeyi işgal
etmekle tehdit ettiği 1999'da ilişkiler en alt
düzeye vurdu. Türkiye-Suriye ilişkilerinin
gerilmesi ve bölgesel güç dengesinin kurucu
unsurlarından biri olan İsrail'le güvenlik
ortaklığının başlaması birbiriyle kesişti.
Davutoğlu'nun "uyarısının" içeriğinden daha
az önemli olmayan bir başka şey de uyarıyı
nereden yaptığıdır: Yeni kurulan Türk-Suriye
Yüksek Düzeyli İstişare Konseyi'nin ilk
bakanlar toplantısı için gittiği Suriye'nin
Halep şehrinden. On yıl önce Suriye'ye
muhalefet, Türkiye'yi İsrail'e bağlayan tutkal
iken, bugün Türk Dışişleri Bakanı
müslümanların Kudüs'teki kutsal alanlarına
gösterdikleri hassasiyeti dikkate alması için
Suriye içerisinden İsrail'e çağrıda bulunuyor.
Suriye ve Türkiye arasındaki ilişkiler
1999'dan sonra yavaşça iyileşmeye başladı;
İsrail'le bağlar ise İsrail'in 2006 yılında
Lübnan'da Hizbullah'a karşı düzenlediği
askeri operasyonun ardından belirgin ölçüde
gerildi. Fakat bu hafta, bölgesel ilişkilerin
eski mimârisinden kalan ne varsa
parçalanmaya başladı. İlkin, Türkiye sivri
uçlu bir hareketle, İsrail'e Anadolu Kartalı
olarak bilinen hava tatbikatına katılım
davetini geri çekti. Türkiye bu hava
tatbikatına 2001'den beri ev sahipliği
yapıyor ve İsrail mutad bir şekilde
katılıyordu. Ancak Türkiye İsrail'in Gazze
politikalarını ve bilhassa da Kurşun Dökme
Operasyonunu bir protesto şekli olarak bu
yıl İsrail hava kuvvetlerine izin vermeyi
reddetti.
Davutoğlu, Suriye ziyareti sırasında Suriye
açılımının ne bir taktik ne de geçici bir
mesele olmadığının ve yeni Türk dış
politikasının yapıtaşı olduğunun altını çizdi.
Dolayısıyla, mesela, Suriye ve Türk
vatandaşlarının vizesiz seyahat edeceklerini
ilan ederken, bunu Türk ve Suriye
vatandaşlarının, Ramazan ve Kurban
bayramlarının yanısıra üçüncü müşterek tatil
fırsatları olarak tanımladı. Davutoğlu, dokuz
kabine üyesini Suriye'ye götürdü ve Suriyeli
öğrencileri Türkiye'de eğitmekten TürkiyeSuriye sınırındaki mayınların kaldırılmasına
ve Türkiye'nin Arap Ortadoğu'yla ticaretinde
Halep'in nakliyat üssüne dönüşmesine kadar
bir yığın projeyi ortaya koydu. Türkler, Türk
Amerika ve İtalya protesto ederek Anadolu
Kartalı'ndan çekildiler. Şayet bu hareket
Türkiye'yi sindirmek için yapıldıysa, başarısız
124
malı gıdalara Arap talebini karşılamak için
Halep'i kullanmayı ümit ediyorlar.
İsrail'den Araplara doğru yöneldiği değişen
bölgesel
rolünü
selamlamaya
Arap
dünyasında ve ötesindeki diğerlerinin de
katılımlarıyla birlikte muhakkak ki daha fazla
artacaktır. Türkiye'nin Arap dünyasıyla bu
çapta yakınlaşması, Davutoğlu'nun tam da
ümit ettiği gibi, ilgili herkes için bir nimet
olabilir. Türkiye, nispi siyasi açıklığı ve
ekonomik dinamizmiyle Arap dünyasına
sunacak çok şeye sahip. Doğru bir şekilde
icra
edildiği
takdirde,
Türkiye'nin
yakınlaşması, Arapların kendi toplumlarını
dönüştürerek daha açık, rekabetçi ve
demokratik hale getirecekleri yola işaret
etmeye yardım edebilir.
Türkiye'nin Suriye üzerinden Ortadoğu'ya
gıda ihraç etme rüyasında şâirene bir ironi
var. Şam, Osmanlı döneminde şekeriyle
ünlüydü ve 1920'lerden yüzyılın sonuna dek
Arap olan herşeye karşı resmi Türk tavrını
gâyet yerinde özetleyen bir deyişte ifadesini
bulmuştur: Ne Şam'ın şekeri ne de Arabın
yüzü; yani Arapla hiçbir şey yapmak
istemiyorum velev ki leziz şekerleri olsun.
Davutoğlu ise Halep'te Türkiye-Suriye
ilişkilerini tanımlarken bütünüyle farklı bir
ifade kullandı: "Ortak kader, ortak tarih,
ortak bir gelecek."
Ancak kolay ve çabuk bir iş olmayacaktır.
Öğrenci takasları gibi inisiyatifler ve artan
ticari temaslar toplumların değişmesine
yardım edebilir fakat meyveleri toplamak on
yıllar gerektirir ve pek fazla hoşnut etmezler.
İsrail'in kaygıları. Söylemeye ihtiyaç yok, son
günlerde yaşanan hızlı gelişmeler İsrail'li
politikacıları ve politika yapımcılarını
şaşkınlığa ve hiç de ufak sayılmayacak bir
kaygıya savurdu ki bazıları ihtarda
bulunurken diğer bazıları İsrail'in Türkiye'ye
silah
satışlarını
durdurmasından
Amerika'daki Türk lobicilerine verilen
desteği geri çekmeye kadar farklı bir
yelpazede
misilleme
tavsiyesinde
bulundular. Ancak bu noktada Ankara'yı ne
bastırmak ne de benzer diplomatik
girişimlerden sakındırmak ümidiyle verilecek
hızlı tepkilerin hiçbir getirisi olmayacak gibi
görünüyor. Türkiye-İsrail stratejik ilişkileri
artık kriz içinde değil. ESASEN, ARTIK BİTMİŞ
DURUMDA. Aslında, Suriye ve Türk
medyasında yayınlanan teyid edilmemiş
haberler, yakın gelecekte Türkiye-Suriye
arasında resmi bir stratejik işbirliğinin ortaya
çıkacağını vaad ediyor.
Türkiye'nin yakınlaşması, nüfuz ters yönde
estiği takdirde – örneğin Arap ülkelerinden
Türkiye'ye doğru – ciddi riskler de
taşımaktadır. Ortadoğulu herşeye mesafeli
durmak ve kontrol altında tutmak şeklindeki
geleneksel Kemalist arzunun ardında yatan
muhakeme
buydu.
Türk
yetkililer
Ortadoğu'yu Türkiye'nin serpileceği ortak
kültür sahası olarak değil de Türkiye'nin
kaçması gereken kültürel bir batak olarak
görmüşlerdi.
Davutoğlu'nun da takdir etmesi gerektiği
üzere, Arap dünyasındaki problemlerin ve
sefâletin
kaynakları,
Arap-İsrail
çatışmasından daha büyük ve daha derindir.
Arap ülkeleri siyaseten işlev bozukluğu
yaşamaktadırlar ve çoğu, iktisâdi bakımdan
can çekişmektedir. Petrol, doğalgaz sunmak
ve Türk tüketici ürünleri için pazar olmak
dışında Türklere sunacak pek bir şeyleri
yoktur. Geçmiş dönemlerde, Nasır ve
Saddam Hüseyin gibiler, İsrail'e karşı Arap
sempatisine müraacat ederek nüfuzlarını
Şaşırtıcı değildir, Davutoğlu'nun İsrail'i
eleştirisi ve dayanışma ifadeleri Suriye'de
büyük bir şevkle karşılandı. Türklerin dik
başlı ve baş belâsı olarak bildikleri bir ülkede
tezahürat yapan kalabalıkların sesi şüphe
yok ki Davutoğlu'nu derinden hoşnut
etmelidir. Bu hoşnutluk, Türkiye'nin
125
30 Ekim 2009
bölge çapına yaymak için çalıştılar fakat
gayretleri kendi toplumlarını enkaza
çevirmekten ve Arapları bir bütün halde
daha fena bir duruma sokmaktan başka bir
şeye yaramadı. Bugün, Ahmedinejad
Hizbullah'ı omuzlayarak ve düzenli bir
şekilde İsrail'i itham ederek benzer şeye
teşebbüs ediyor. Ne ki Ahmedinejad
versiyonu devlet adamlığının kendisi ve
yakın çevresi hâriç kimseye bir hayrı olup
olmadığı sorusunun cevabı için İran'da
yapılan son seçimlere bakmalıdır.
Kaynak: Harvard MESH
Özgün başlık: Turkey's foreign policy's flip
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
İsrail politikaları eleştirinin üzerinde değildir
fakat şayet Davutoğlu Türkiye'nin etkin bir
bölgesel liderlik rolüne sahip olmasını
hakikaten arzuluyorsa, eleştirilerinin bir
kısmını
da
kendi
toplumlarının
kalkınmasından ziyâde İsrail'le şiddet yoluyla
karşılaşmayı yücelten Hizbullah ve Hamas
gibi teşekküllere yöneltmelidir. Ve çok fazla
zaman
geçmeden
de
yapmak
durumundadır. Nükleer silah kapasitesinin
peşinden gitmeye azimli bir İran,
Ortadoğu'ya karmaşık sinyaller gönderen
gizemli bir Obama yönetimi, şiddete yönelik
romantik bağlılıklarını muhafaza eden
Hamas ve Hizbullah, Suriye'ninkine yaklaşan
bir Türkiye bakışı ve tınısı, İsrail'i geriye
doğru adım atmaya ve komşularını teskin ve
teselli eden "daha kibar ve daha nâzik" bir
İsrail olmaya dürtüklemeyecektir. Bunun
yerine, İsrailli'lerin ülkelerinin ancak
gözükara bir hareketle çözebileceği emsalsiz
bir varoluşsal tehditle karşı karşıya oldukları
şeklindeki mevcut korkularını büyütecektir.
Davutoğlu çoğu kişiden daha iyi anlamalıdır
ki İsrail'in tam olarak yoksunu olduğu şey,
Türkiye'nin sahip olduğu stratejik derinliktir
ve bu yoksunluğun İsrail politika yapımında
sonuçları vardır. Peki Davutoğlu bunu anlar
mı? Göstergelere bakınca, tam şu an
anlamış değil veya en azından umurunda
değil.
126
Türkiye ve İran; bölge üzerinde
hakimiyet için rekabet mi? Muhammed Selman el-Abudi
karşı yıllardır sürdürülen kuşatmaya rağmen
kendi ayakları üzerinde durabilen bir
sanayiye sahip. Ayrıca alışılmışın ötesinde
gelişme gösteren bir askeri gücü elinde
tutuyor. ABD'yi Obama döneminde daha
farklı bir şekilde ilişkiye geçme konusunda
yeniden düşünmeye ve ona farklı
davranmaya iten şey, belki de İran'ın
kendine duyduğu bu özgüvendir. ABD,
bölgede güçlü bir ortağa sahip olmak istiyor.
Bütün rapor ve araştırmalar, sözbirliği
etmişçesine Batı istesin ya da istemesin,
önümüzdeki yıllarda İran'ın önemli rolü
olacağını belirtiyor.
Bazıları İran'ın bölgede giderek artan
rolünden rahatsızken diğer başkaları da
Türkiye'nin Batılı ülkeler düzeyindeki
etkinliğinden rahatlama duyuyor. Belki de
Türkiye'nin
son
dönemde
gelişen
diplomasisi, İran'ın beklenmedik ve oldukça
hızlı hareketliliğine yönelik bir tür denge
yaratma gayretidir.
İran, bölgede dikkat çekici bir şekilde
varlığını sürdürüyor. Dünya, İran'ın nükleer
programından, İran'ın giderek gelişen
rolünden,
İran
seçimlerinden,
Ahmedinejat’ın'ın
açıklamalarından,
Tahran'daki sokak gösterilerinden, Devrim
liderinin hutbelerinden başka bir şey
konuşmuyor. Obama'nın dünyanın en güçlü
devletinin
liderliğini
Bush'tan
devralmasından
bu
yana
bölgedeki
rüzgârlar, onun geleneksel müttefiki olan
İsrail yerine, İran'dan ve Türkiye'den yana
esmeye başladı.
Bugünlerdeki İsrail'le Amerika arasındaki
ortak tatbikatlar, İran Devlet başkanı
Ahmedinejat'ın oyun ve manevraları
karşısında bir güç gösterisinden başka bir
şey değil. Tatbikatı yapanlar, belki de çok
ileri seviyelere gelmiş olan İran'ın nükleer
programıyla ilgili görüşmelerde masanın
etrafında oturan temsilcilerden başkası
değil. Ayrıca İran'ın nükleer tesislerini Irak'a
yapıldığı gibi tek ve hızlı bir darbeyle yok
etmek de mümkün görünmüyor. Bu tür
askeri tatbikatlar, bu iki devletin Arap
Körfezi'nin doğu kıyısından gelmekte olan
gulyabani tehlikesini çok iyi hesap
ettiklerinin bir kanıtı.
Niçin İran ve İran'a karşı neden Türkiye?
İran artık Şah yıllarındaki İran değil. O
dönemde, devrimin ilk yıllarında hatta
Irak'la savaş döneminde dış politikada
kendisine dayatılan talimatlara boyun
eğmek zorundaydı. O yıllardaki krizleri
atlattı, gücü yettiğince kendine çeki düzen
verdi, bugün birçok devletin kıskandığı
tutarlı ve istikrarlı düzeni olan bir ülke haline
geldi. Hatta bugün çoğu Batılı devlet, barış
amaçlı olduğu yönündeki iddialarına rağmen
nükleer programından başka tutunacak bir
dal bulamadıkları için İran'ı bu yönden
sıkıştırmaya çalışıyorlar. Ancak onun bu
iddiasıyla ilgili gerçekler ise belki de
tamamen başka.
Dünya tarihi bizlere, Roma İmparatorluğuyla
Pers
İmparatorluğu
arasındaki
mücadelelerden
beri,
reddin,
taviz
vermemenin, tavrına sahip çıkmanın,
defansif konumda değil de ofansif olmanın,
savaşları kazanma hususunda daha etkili
olduğunu gösteriyor. Türkiye de AB
rüyasından uyandıktan sonra bütün bu
yaşananlardan ders almış görünüyor.
Dış ve iç politikada, iki ülkenin yönetim
biçimleri arasında herhangi ortak nokta
bulunmamasına rağmen, Batı'ya karşı alttan
almayan ve tepeden bakan bir tavır
geliştirme noktasında aralarında zımni bir
İran, bugün seçilmiş bir parlamentoya,
seçilmiş bir cumhurbaşkanına, kendisine
127
anlaşma varmış gibi görünüyor, ki sonuç
verecek olan yaklaşım belki de budur.
Özellikle de yeni Amerikan siyasetinin zihin
dünyasında İran, bölgenin doğu tarafında
yıldızı parlayan ülkeyken Türkiye, bölgenin
Batı tarafında yıldızı parlayan ülke olmayı,
bütün ilginin sadece İran'ın üzerinde
odaklanmasını istemiyor. Suriye ile ilişkiler
de bu yönde seyrediyor. Bu, İsrail'in 60 yıldır
süren savaşlar, despotizm, hegemonya ile
dolu bir tarihin ardından komşularının
sevgisini kazanma noktasında yaşadığı
başarısızlık, Batılıların güvenini yitirmesi ve
Davud'un yıldızının sönmesiyle birlikte
Türkiye için eşsiz bir fırsattır.
AB, Türkiye'nin birliğe katılma yönündeki
ısrarlı taleplerine karşılık vermemekle büyük
bir hata işlemiş durumda.
Onların bu endişe ya da korkusu, bu
büyüklükteki bir İslam ülkesinin AB'ye
girmesinin zaman geçtikçe birlik içindeki
dengeleri alt üst etme korkusundan ve
Avrupa'da
İslam'ın
yayılmasını
kolaylaştırmasından
kaynaklanmaktadır.
Özellikle de İsrail, birçok nedenden dolayı
Türkiye'nin AB'ye girmesine iyi gözle
bakmamaktadır. Belki de AB'nin Türkiye'ye
karşı olumsuz yaklaşımında İsrail'in önemli
bir
etkisi
bulunmaktadır.
Birçokları,
Türkiye'nin geçmiş senelerde İsrail'e
yakınlaşma politikasının AB'ye girme
noktasında taktik manevradan başka bir şey
olmadığını ileri sürmüştür. Ancak, bu
yakınlaşma politikası bir sonuç vermeyince,
Türkiye, İran'ın taktiğinin daha yararlı
olduğuna kani olmuştur, öyle görünüyor ki
başarılı olan da bu taktiktir.
Söz konusu rekabetle birlikte bu iki ülke, Irak
konusundaki ortak çıkarlarına rağmen,
İsrail'in
bölgedeki
rolünün
ortadan
kalkmasıyla birlikte sadece Ortadoğu'da
liderlik rolünü oynamak ya da yeniden güç
sahibi olarak dış tehditleri bölgeden
uzaklaştırmak istemiyor aynı zamanda
öncelikle mümkün mertebe ve gücü
yettiğince iç kalkınmasını sağlayacak
projeleri desteklemeyi hedefliyor. Şayet iki
ülke bunu gerçekleştirirse, bu durum onları
bir sonraki aşamaya sıçratabilir, ki bu -bizim
uzak görmediğimiz bir ihtimaldir- bölgedeki
Hıristiyan vesayetini ortadan kaldıran Bir
Türk-İran işbirliğinde temsil olunan yeni bir
bölgesel düzene intikali mümkün kılacaktır.
Bugünlerde Türkiye ile İsrail arasındaki
gerginliği yatıştırmak ve sorunları gidermek
üzere Türkiye'de bulunan Amerikan heyeti,
bunun en önemli kanıtıdır. Ayrıca bu,
Batı'nın hiçbir makul gerekçesi olmayan
taktiksel bir hatasıdır. Acaba on yıl önce
Türkiye'nin İsrail'le birlikte yapmayı
planladıkları tatbikatı iptal edeceğini kim
tahmin edebilirdi?
Ancak bu durum, Müslüman kardeşliği
temelinde bir ittifak olacak mıdır?
Bilmiyoruz..Yol henüz uzun, oldukça uzak ve
meşakkatli..
27 Ekim 2009
Kaynak: BAE Merkezli el-Beyan gazetesi
Çeviren: İslam Özkan
Gerek İsrail'in bazı uçak siparişlerini
teslimde gecikmesi ya da halkın Gazze
savaşına gösterdiği tepki gerekse Filistin
halkının İsrail askerlerinin zulmünden
bahseden Türk dizisi Ayrılık, diğer başka
sebeplerle birlikte iki ülke arasındaki krizin
nedenini oluşturmuş durumda. Ancak şu an
top, Batı'nın yarı alanında ve Türkiye saldırı
konumunda olduğunun farkında.
128
Türkiye ve İsrail'in zıt
güzergâhları - Murhaf Jouejati
sergilediği vahşilik yeni bir şey değildir.
Hoşnutsuzluğu izah eden diğer kısım, hem
Türkiye'nin
hem
de
İsrail'in
dış
politikalarında yaşanan bir değişimin
ürünüdür. Türkiye'yle ilgili olarak iki
dinamiğe işaret edilebilir: Bir yanda
Türkiye'nin Soğuk Savaş sonrası dönem batı
ittifakında bir sütun olma rolünün sona
ermesi ve öte yanda Avrupa Birliği üyeliği
önşartı olarak Avrupa'nın Türk siyasetinin
demokratikleşmesi üzerindeki ısrarı var. Bu
ikisi, Türk ordusunun Türk iç ve dış
politikasındaki boğucu hâkimiyetini zayıflattı
ve süreçteki merkez siyasi partileri
kuvvetlendirdi.
Suriye, Türkiye ve İsrail arasında geçenlerde
yaşanan münakaşadan dolayı mest oldu. Bir
zamanlar İsrail'in en güvenilir müttefiki olan
Türkiye, İsrail'in ve İsrail'in Filistinlilere kötü
muamelesinin
üstesinden
gelmede
karşılaşılan zorluklar hakkında Suriye'yle
hemfikir.
Türkiye, İsrail ve Suriye arasında Türklerin
aracılık yaptığı vaatkâr dört turluk dolaylı
barış görüşmelerinin ardından İsrail'in
Gazze'de yaptığı azgınlık sonrasında
İsrail'den tedirginlik duymaya başladı.
Çatışma halindeki iki taraf arasında, İsrail ve
Suriye arasında bir barış anlaşmasına
varmak için şahsen müdahil olan Türkiye
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, beşinci
tur arefesinde, İsrail'in Suriye-İsrail barış
görüşmelerinin de canına okuyan Gazze'deki
câni savaşı başlatması karşısında kendisini
arkadan hançerlenmiş hissettiği söyleniyor.
İkinci dinamik ise Avrupa'nın, Türkiye'nin –
Türk
ulusal
kimliği
ve
gururunu
güçlendirmede katalizör rol oynayan AB
üyeliğine ayak sürümesiyle ilgili. En
Avrupalılaşmış Türkler bile Avrupa'nın
onlara yaptığı küçümseyici muameleyi
yermeye başladılar. Türkiye'nin zengin
emperyal tarihine, 72 milyonluk nispeten
büyük
nüfusuna
ve
Ortadoğu'daki
komşularını geride bırakan ekonomisine
bakınca, Türkiye'nin Brüksel'in atayacağı
marjinal bir rol yerine bölgede başat bir rolü
tercih etmesi an meselesiydi.
Ancak Erdoğan'ın, İsrail'in Gazze mâcerası
öncesinde bile, 2006 Haziran ayında
Gazze'deki bir plajda piknik yapan bir Filistin
ailenin tüm fertlerinin İsrail ateşiyle biçildiği
dehşet verici görüntü karşısında üzüntüye
kapıldığı da söyleniyor. Bu katliam, İsrail'in
Filistinlilere karşı uyguladığı şiddet, Ocak
2009'da
Davos'taki
Dünya
Ekonomi
Forum'unda alenen azarlarken bahsedecek
denli derin iz bırakmış Erdoğan'da. Türk
hükümeti, Türkiye'nin İsrail'den duyduğu
hoşnutsuzluğu daha fazla göstermek için,
Ekim ayında Türk semalarında düzenlenen
ortak bir NATO hava tatbikatı "Anadolu
Kartalına" İsrail'in katılımını iptal etti.
İsrail'e gelince, bir zamanlar o aynı Sovyet
karşıtı batı ittifakının parçası olan İsrail'in
zaman içerisinde güç temerküzüne gitmesi,
tektaraflı hareket etmesine ve cezadan muaf
kalmasına imkan verdi öyle ki İsrail şimdi
süpergüç patronuna, Amerika'ya, özellikle
de işgal altındaki Arap toprakları üzerinde
yerleşimlerin genişletilmesi meselesinde
kafa tutuyor.
Özetle, İsrail'in aşırı ulusçuluğu Ortadoğu'yu
radikalleştiriyor ve Türkiye'nin "komşularla
sıfır problem" politikasıyla teşvik ettiği
bölgesel
istikrarı
tehlikeye
atıyor.
Komşularla sıfır problem politikası, bölgesel
rakiplerin artık savaş baltalarını gömeceği
İsrail'in
icraatları
Türkiye'nin
hoşnutsuzluğunu izah etmektedir fakat
kısmen. Herşeyden evvel, İsrail'in Arap
toprakları üzerinde devam eden işgali,
barışa ayak sürümesi ve Filistinlilere karşı
129
yeni bir bölgesel yaklaşım. Bu şartlar altında,
Türkiye ve İsrail'in seyrettiği zıt güzergâhlar
çarpışmaya mahkumdur.
Türkiye'nin İsrail'e burun kıvırması Suriye'yi
sevince boğduysa da, Türkiye ve İsrail'in
ilişkilerindeki dalgayı biraz yatıştırmaları,
Suriye dâhil herkesin çıkarınadır. Türkiye,
Suriye ve İsrail arasında etkin bir aracı
olduğunu ispatlamıştır ve kesintiye uğrayan
görüşmeler yeniden başlarsa, beğenin ya da
beğenmeyin, odada ve masada, Türkiye'den
daha tarafsız bir aracı olmadığını ispatlamış
olan Amerika'nın yanında Türkiye de
bulunmalıdır.
26 Ekim 2009
Yazar hakkında: Washington'da bulunan
National Defense University, NESA Stratejik
Çalışmalar Merkezi profesörü.
Çeviren: M. Alpalsan Balcı
130
Ortadoğu barış diplomasisinde
Türkiye'nin artan rolü - Steven A.
Cook
programlarına muvazidir. Türkiye'nin hem
Avrupa’ya hem de Ortadoğu’ya yakın olma
çabası, AK Parti’deki dış politikanın
normalleştirilmesi
gerektiği
inancını
yansıtıyordu. Türkiye'nin Avrupa ve ABD'ye
müstesna yönelimi Soğuk Savaş süresince
yani NATO üyeliğinin devasa bir dış politika
gerçeği olduğu zamanlarda uygun olmuş
olabilir fakat Türkiye'nin çıkarları artık çok
boyutlu bir dış politika gerektiriyor.
Başkan Obama Ankara'ya vardığında
Ortadoğu'da etkili bir rol oynamaya şevkli
bir Türk hükümeti bulacak. Türkiye son
yıllarda bölgeye önemli katkılar yapmasına
rağmen
etkinliği
Washington'da
tartışmalıydı. Türkiye Başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan, Ocak ayında Davos'ta Gazze
krizi hakkında düzenlenen bir panelde esip
gürlediğinde Türkiye'nin diplomatik akınına
ilave bir de tartışma zerk etmişti.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yaklaşımı
Washington'da neredeyse derhal şüpheyle
karşılanmıştı. Irak'ın planlanan işgali için
Türk topraklarının kullanılması üzerinde
Washington ve Ankara arasında 2002 yılı
sonlarında ve 2003 başlarında süren asabi
görüşmeler ve ABD kuvvetlerine Türk
topraklarından saldırma izni için Meclisin
tezkereyi geçirmede düştüğü müteakip
acziyet Amerika'yı öfkelendirdi. Ne ki Irak,
Ankara ve Washington'ın kendilerini karşı
karşıya buldukları serüvenler dizisinin
sadece ilkiydi. Örneğin 2005'de ABD, iddia
edildiğine göre Refik Hariri suikastında
Şam'ın sorumluluğu olduğu ve cihadçıların
Irak'a sızmalarında oynadığı merkezi rol
gerekçesiyle Suriye'yi tecrit etmenin yoluna
bakarken, Türk hükümeti Suriyelilerle
diplomatik
ve
ekonomik
ilişkileri
derinleştiren bir siyaset izledi. Hamas 2006
yılı Ocak ayında Filistin seçimlerini
kazandığında zamanın dışişleri bakanı
Abdullah Gül ve diğer dışişleri bakanlığı
yetkilileri Hamas lideri Halid Meşali AK
Partinin Ankara'daki merkezinde ağırladılar.
Bu gelişmeler, Ankara ve Tahran arasındaki
ilişkilerin iyileştiği ve Başbakan Tayyip
Erdoğan'ın, İsrail'in Gazze Şeridi ve Batı
Şeria'daki askeri harekâtını düzenli bir
şekilde "devlet terörizmiyle" bir tutan sert
söyleminin olduğu bir zeminde yaşanıyordu.
Olay, Davos'taki arbedeyi, kökü Türkiye'nin
İslamcı hareketine giden Ak Parti
yönetimindeki Türkiye'nin Ortadoğu'daki
radikaller lehine batıdan yüz çevirdiğine delil
sayan Amerikalı politikacıların, analist ve
gazetecilerin eleştiri sağanağına yol açtı.
Erdoğan'ın Davos'taki tavrı, İsrail'in Gazze
saldırısı sırasında Hamas'ı kucaklaması ve
yer yer İsraili anti-semitizme sapar tarzda
eleştirmesi, Türkiye'nin Ortadoğu'da yapıcı
bir rol oynayıp oynayamayacağı hususunda
gözlemcilerin merak duymasına yol açtı.
Ankara, Ak Parti'nin 2002'de iktidara
gelmesinden bu yana bilinçli bir şekilde
Türkiye'nin Osmanlı sahasıyla bağlarını
yeniden
kurma
stratejisi
gütmekte.
Türkiye'nin uzun süreden beri Ortadoğu
hattı boyunca diplomatik misyonları var
fakat Batıyla ilişkileri ve cumhuriyetin resmi
sekülerizmini önceleyen Ankara'nın dış
politika yönelimlerine bakınca, Ortadoğu'da
marjinal
bir
oyuncuydu.
İlkini
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün kurduğu ve
2003 yılından beri de Tayyip Erdoğan
yönetimindeki Ak Parti hükümetleri,
Türkiye'nin AB üyeliği arzusunu güvenceye
almaya bakarken aynı zamanda Kahire, Şam,
Bağdat, Riyad ve Tahranla ilişkileri geliştiren
tutkulu bir dış politika benimsediler; ki
gözüpek iç siyasi programlara ve reform
Bu gelişmelerden her biri ilk bakışta
Türkiye'nin dış politika yönelimleri hakkında
131
ciddi sorulara yol açıyor. Ankara'nın batı
konsensüsünden sûreta aniden sapması,
Türkiye'nin artık güvenilir bir ortak olarak
veya Ortadoğu ihtilaflarında Türk yetkililerin
can
attığı
"dürüst
aracı"
rolünde
görülemeyeceği hükmüne varan politika
yapımcıları ve diğer gözlemciler nezdinde
kafa karıştırıcıydı. Birçok İsrailli ve
Filistinlinin ölümünden sorumlu Halid
Meşal'in ağırlanması açıkça bir hataydı.
Hamas lideri İsrail'i tanıması ve silahlı
mücadeleyi terk etmesi yönündeki Türk
ricalarına direnirken diğer taraftan da Tel
Aviv ve Washington bu karşılaşmaya
öfkelendi. Ancak kaydetmeli ki Türkiye'yi
kim "kaybetti?" ve Türkiye "Doğuya mı
meylediyor?" şeklinde sorular soruluyorsa
da Ankara'nın yaklaşımında olağanüstü bir
durum söz konusu değildir. Soğuk Savaşın
sona
erdiği
bir
zemin
üzerinde
değerlendirildiğinde, Türkiye'nin AB'yle
işkence altındaki ilişkileri ve Irak savaşının
yol açtığı güvenlik tehdidi karşısında başka
herhangi bir Türk hükümetinin benzer bir dış
politika izlemesi muhtemeldi. Hamas
serüveni bir kenara, Türkiye'nin Ortadoğu
politikalarının Türkiye'nin ulusal çıkarlarına
uygun olduğu yeterince açıktır ve dahası,
Washington Türkiye'nin bu politikalarını
kendi bölgesel amaçları için kaldıraç olarak
kullanabilir.
Kürtler yakın bağlar tesis ettikçe Irak'ın son
onsekiz aydır kaydettiği ilerlemeleri başa
sardıracak Türk askeri müdahalesiyle ilgili en
berbat senaryolardan bazılarının önü
kesilerek
bu
problemlerin
çapı
küçültülmektedir. Celal Talabani, Türk ve
Iraklı Kürtler arasında gelişen ilişkiler
bağlamında, PKK teröristlerine silahları
bırakma veya Irak’ı terk etme çağrısı yaptı.
Türkiye, ABD için Irak'ın istikrara
kavuşturulması oyununda ne yapacağı belli
olmayan joker değildir artık.
İran, Suriye ve İhtiras
ABD nokta-i nazarından bakınca, Türkiye'nin
en tartışmalı iki Ortadoğu ilişkisi İran ve
Suriye'dir. Eleştirmenler bu iki bağı Ak
Parti'nin İslamcı dünya görüşüne delil
sayarlarken, aslında Ankara 1990'ların sonu
ve 2000'lerin başları itibariyle Tahran ve
Şam ilişkilerini beslemeye başlamıştı. Türk
liderliği Obama yönetiminin Tahran'la
diyalog kurma çabalarına destek veriyor.
Türkiye'nin bakış açısından, İran'la iyi ikili
ilişkiler ve bölgesel istikrar hayati
önemdedir; ideolojik nedenlerden ötürü
değil, ekonomik hesaplardan dolayı. İran,
Rusya'dan sonra Türkiye'nin en büyük doğal
gaz tedarikçisidir. Türkler, kaynaklarını
çeşitlendirmek istemelerine ve yenilenebilir
enerji kaynaklarına büyük yatırım planları
yapmalarına rağmen, Ankara, kısa ve orta
vade'de, hem Tahran'la hem de Moskova'yla
dostâne ve işbirliğine dayalı ilişkileri ayakta
tutmak için elinden geleni yapacaktır.
Irak ve İran'dan Ortadoğu barışına kadar bir
dizi önemli meselede Türkiye'nin izlediği
politikalar
geneli
itibariyle
Birleşik
Devletlerin politikalarıyla tutarlıdır. Türkler
uzun zamandır istikrarlı ve federal bir Irak
arayışında oldular. Ankara ve Özerk Kürt
Yönetim Bölgesi Erbil arasında çiçek açan
ilişkiler ve Kuzey Irak'a yapılan hatırı sayılır
miktardaki Türk yatırımı, Washington'ın Irak
politikasını çetrefilleştiren bir etkeni
yatıştırmaktadır. Kerkük'teki durum ve PKK
terörünün devam etmesi, parlama noktası
olmayı sürdürüyor fakat Türkler ve Iraklı
Enerji tedariğinin icap ettirdiği zaruretler,
Türkiye'nin Suriye'yle ilişkilerinde söz
konusu değil ancak bu ilişkinin de güçlü
ekonomik unsurları var. Türkiye'nin geri
kalmış güney kesimi Şam'a, Kayseri, Ankara
veya İstanbul'dan daha yakındır. Türkler,
artan ikili ticaretin can alıcı iki amaca hizmet
ettiğine inanıyor: Cizre, Gaziantep ve
Diyarbakır gibi illerin kalkınmasını teşvik
132
etmekte ve Suriye ekonomisine destek
vermektedir. AK Parti dış politikasının
mimarları, Türkiye'nin komşuları kalkındıkça
sulhperver olmalarının daha muhtemel
olduğunu, bunun Türkiye'nin güvenliğine
katkıda bulunacağını ve barışa meyilli bir
bölgesel çevre sağlayacağını savunuyorlar.
Türkiye'nin Suriye'yle bağları bir diğer
jeostratejik çıkara hizmet ediyor. 20062007'de, bazı dış politika analistleri Şam'ın
İran'la stratejik ilişkiden koparılabileceği
fikrine
tutundular.
Şam'ın
kolayca
Tahran'dan koparılması ihtimal dâhilinde
olmamasına rağmen Beşşar Esad rejimine
İran yerine cazip bir alternatif sunmada
Türkler önemli bir rol oynayabilirler.
Amerika nazarında Türklerin Suriyelilerle
diyaloğa soyunması, Esad'ın Hizbullah lideri
Hasan Nasrallah ve tecrit edilen İran
Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejat'la
konuşmasından tercihe daha şâyandır
muhakkak ki. Ankara 2008 yılında Suriye ve
İsrail arasında dolaylı görüşmelere ev
sahipliği yaptığında, Türkiye'nin Suriye'yle
bağlarının faydası, kendisini Ortadoğu’da
çoktan göstermişti. O görüşmeler bir sonuca
varmadı ve İsrail'in Aralık 2008'de Gazze'ye
saldırması üzerine sona erdi ancak
Suriyeliler ve İsrailliler Türkiye'nin aracılığı
sayesinde herhâlükarda ilerleme kaydettiler.
ve İran'la çatışma içindeki PJAK'la bağ
kurduğuna dair gelen haberlerden kaygı
duymaya başladılar.
Kudüs
Türk etkinliğiyle ilgili olarak S.Arabistan ve
Mısır gibi geleneksel bölge güçlerinin
çabalarını yine de baltalayacaktır şeklinde
Ortadoğu’da âşikar bir his de var. Kahire ve
Riyad, Filistin uzlaşmasının peşindeyken,
Türk etkinliğinin, el Fetih'in şartlarını kabul
etmesi için üzerindeki Arap baskısına
Hamas'ın direnç göstereceği bir yol
sağlayacağı şeklinde kaygı var. Ama yine de
Türkiye'nin Ortadoğu’da yapıcı bir rol
oynayabileceğine kuşku yok. Türkiye, çok
önemli ana meselelerin birçoğunda bölgesel
oyuncuların güvenini kazandı. Sonuç olarak,
Türkiye, ABD'nin kaynaklarının azaldığı bir
Ankara, İsrail'in Batı Şeria ve Gazze
Şeridi'ndeki hareketlerinin Türklerin ve barış
için gayret gösteren diğerlerinin çabalarını
baltaladığını savundu. İki ülke arasındaki
ilişkiler İsrail'in Gazze saldırısı sırasında
kötüleşti ama İsraillilerin üst düzey bir
dışişleri yetkilisini Ankara'ya gönderdiği
haberleri iki ülke hükümetlerinin güveni
yeniden tesis etmenin yollarını aradıkları
şeklinde değerlendirilebilir. Şayet İsrail'in
yeni Başbakanı Benjamin Netanyahu pek
çoklarının umduğu şekilde Suriye'yle barış
üzerinde durursa, Türkiye başlangıçta iki
tarafı bir araya getirme ve görüşmelerine
aracı olmada belirgin bir rol oynayacaktır
Son
olarak,
Türkiye'nin
karşısındaki
sorunların birincisi diğer önceliklerini
zedelemeden bölgede faal bir rol oynama
kapasitesine sahip olup olmadığı; ikincisi
Ankara'nın oynamaya niyetlendiği rolü diğer
bölgesel
güçlerin
nereye
kadar
isteyecekleridir. Türkler şimdiye değin
Ortadoğu’da nüfuzlu olma arzularıyla
Kafkasya, Kıbrıs ve Avrupa'daki ulusal
çıkarları arasındaki dengeyi gözetmiş
duruyorlar.
Türkiye'nin Ortadoğu’daki en karmaşık
ilişkileri herhalde İsrail’le olanıdır. Bu iki ülke
yakın askeri ve iktisâdi bağları muhafaza
ederken ilişkiler kararlı bir şekilde sıkıntılı
seyrediyor. Başlangıçta İsrailliler Türkiye'nin
Ortadoğu yaklaşımında Filistin’e karşı bir
meyil algıladılar ve Ankara'nın Tahran'la
ilişkilerinden nem kaptılar. Aynı zamanda,
İsrailliler dediklerine göre Başbakan
Erdoğan'ın Suriye ve İsrail arasındaki aracılık
çabasına tam bir güven duydular. Türkler,
İsrail'in Iraklı Kürtler ve PKK'yla ilişkide olan
133
zaman diliminde, Ankara ve Washington
çıkarlarının çakıştığı yerlerde can alıcı
önemde bir müttefik olabilir.
7 Nisan 2009
Kaynak: Amerikan Dış İlişkiler Konseyi
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
134
Osmanlıya Duyulan Özlem Nadya Hicab
dünya sahnesine güvenle ilerleyen bir
ulusla, mukayese etmek moral bozucudur.
Mesela İsrail'in Gazze saldırısına verilen
tepki üzerinden kıyaslayın. Arap dünyası
dağınıklık içinde bocalarken Türkiye
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan insanlığa
karşı suç olduğunu söyledi. Erdoğan, İsrail
Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in Davos'ta
sarfettiği sözleri protesto etmek için
azametle paneli terkedip giderken Arap
liderleri oturma vaziyetindeydi.
Arap
devletleri,
aralarındaki
bağları
onararak bu ay sonunda Katar'da
düzenlenecek olağan zirve için hazırlanıyor.
S. Arabistan, Suriye-Mısır ilişkilerini bir mini
zirvede tamir etti; Mısır ise Filistinliler arası
görüşmelere ev sahipliği yapıyor.
Tüm bunlar memnuniyetle karşılanacak
gelişmeler ama bağlar, diğer yandan da
tamir edilebileceğinden daha hızlı bir süratle
çözülüyor gibi. Çeşitli Arap devletleri İran'ın
davet edildiğini duyunca içerlemiş. Ürdün
basını, ülke tarihinin Katar merkezli el Cezire
kanalında yapılan tasvirinden memnun
değil.
Bu şekilde konuşmanın bedelini ödememesi,
Türkiye'nin gücünün alâmetidir. Bilakis
İslamcı yönetimine arzulu bir şekilde kur
yapılıyor. ABD Dış İşleri Bakanı Hillary
Clinton Mart ayında Türkiye'yi ziyaret etti;
Barack Obama ise Nisan'da ziyaret edecek.
22 Arap ülkesinin küresel ekonomik krizin
daha da azdırdığı pek çok sorunları var
(yerel ve bölgesel çatışmalar, sallantıdaki
ekonomiler, hızla artan nüfus ve buna bağlı
olarak artan okul ve iş ihtiyacı, su kıtlığı gibi)
Ne ki beklenti çıtası düşük: Öyle ki makul
düzeyde katılımın olduğu bir Arap zirvesi
başarılı addedilecek.
Türkiye, Arapların kazanamadığı bir şekilde
dünyanın saygısını nasıl kazandı? Bunun
sebepleri, Türk ve Arap tarihleri arasındaki
farklılıkta yatmaktadır: Arap bölgesinin
büyük bir kesimi, Osmanlı hâkimiyeti öncesi
ve sonrasında ya işgale uğradı yahut da
sömürgeci güçler - İngiltere, Fransa ve İtalya
– tarafından kontrol edildi; Filistin üzerinde
İsrail’le süren altmış yıllık çatışma Arapların
enerjisini emdi; Arap petrolü, dış
müdahaleyi çeken bir mıknatıs olmayı
sürdürdü; Türkiye, NATO'ya katılarak ve
AB'ne katılım için hazırlık yaparak Batının
kaderine ortak oldu.
Bir Arap ulusçunun geçmiş asırlara, bölgenin
büyük
bir
kesiminin
Osmanlı
İmparatorluğunun hâkimiyetinde olduğu
zamanlara özlemle bakmasında şaşılacak bir
şey var mıdır?
Doğru, genç erkekler mecburi askerilik
hizmetinden kaçmak için dağlara tepelere
gizlenirdi o zamanlar. Ağır vergiler vardı ve
gayri müslimler *zımmiler] dini vecibelerini
yerine getirmek için bir miktar ilave vergi
*cizye+ ödemek zorundaydılar ama İspanyol
Engizisyonundan çok daha iyi bir yaklaşımdı.
Pek çok artıları vardı: Bir Arap’ın bölgede
seyahat etmesi ve ticaret yapması bugüne
nazaran çok daha kolaydı.
Ama Türkiye de mücadelelerle karşılaştı:
Kanlı *bir terör+, demokratik güçler ve ordu
arasında zorlu bir mücadele ve laiklerle
İslamcılar arasında keskin bir bölünme
yaşadı.
Ve Türkiye, vatandaşlarının gözetlediği
modern bir devlet olmaya çok yakın:
Demokrasi, dış müdahaleye karşı korunma
ve ekonominin sıhhatli bir şekilde yönetimi.
Araplar sanatta, bilimde ve yönetim
alanında birçok başarının altına imza attılar
ama yine de Arap devletlerini Türkiye'yle,
Seçimler Arap devletlerinde değişen
derecelerde meşruiyete sahip fakat iktisâdi
135
ve siyasi güç nihayetinde yöneticilerin
elindedir. Liderler meşruiyetleri için halkın
iradesine bağlı olmadıklarından dolayı
içlerinden
bazıları
aslında
yabancı
müdahaleyi hoş karşılamaktadır, ki siyasi
teşkilatı da zayıflatmaktadır bu.
yabancıların böl-yönet stratejisine hizmet
eden
hizipçi
ayrılıkların
üstesinden
gelecektir. Dâhili istikrara kavuşmuş bir Arap
dünyası İran’ı düşman olarak görmeyecektir.
İşte Arap zirvesinin bu meydan okumayı
cevaplandırması umudu. Cevaplandırmadı
mı! Madem ki öyle, gelsin Osmanlı, ne var
ne yoksa, handiyse hepsi de bağışlanmak
üzere.
Ekonomik büyümeye gelince, Türkiye ve
Mısır'ın nüfusları kabaca birbirine çok yakın
(birinin 71 milyon diğerinin 81 milyon).
Benzerliğin bittiği nokta yine burası.
Türkiye'nin GSYH'ı 930 milyar dolar yani
Mısır'ın 453 milyar dolarlık GSYH'nın iki katı.
Türkiye'nin çektiği (125 milyar dolar)
doğrudan yabancı yatırım da yine iki kat
fazla (Mısırın payı 59 milyar dolar).
28 Mart 2009
Çeviren: Ertuğrul Aydın
Câri iç üretimi emecek nüfus büyüklüğüne
Arap ülkelerinin ancak çok azı sahip. Arap
zirvelerinde defalarca söz verildi ama yine
de Araplar arası ticaret, 1950'lerden beri
toplam dış ticaretlerinin sadece yüzde 10'nu
civarlarında seyrediyor. Aynı kalkınma
düzeyindeki Asya ülkeleri ise Asya içi
ticareti, toplam ticaretlerinin yüzde 35'ine
yükseltebilmeyi başardılar.
Yapılacak zirvede bu gerçekler ele alınabilir,
ki şu esaslar çerçevesinde alınmalıdır da:
İsrail'in kendi eliyle yaptığı Gazze saldırısının
serpintilerine mâruz kaldığına ve müstakbel
sağcı hükümetinin şekline bakınca, Arap
Barış İnisiyatifi'nin halen güçlü bir
diplomatik yumruk olduğu söylenebilir.
Madem ki bölge insanlarının serbest
dolaşımına henüz hazırlıklı değiller o halde
hükümetler mal ve hizmetlerin serbest
dolaşımı için ellerini hızlı tutmalılar.
Konuşma özgürlüğü ve bilgiye erişim arttı
fakat demokratik süreçlere artık daha fazla
direnç gösterilemez (sadece seçimler
yetmez, bütçeyle ilgili süreçler de şeffaf
yürütülmelidir). Devlet ve vatandaşları
arasında muhkem ilişkilerin tesis edilmesi,
etnik ve dini çeşitliliği de ihtiva edecek ve
136
O halde İsrail'in dostu kim?
İpucu: Amerika değil - Tony
Karon
1948'de topraklarını kaybetmiş olmaları,
1967'de Batı Şeria ve Gazze'nin işgaliyle
özgürlüklerini
kaybetmiş
olmalarından
dolayı idi. Filistinliler benzer şartlarda şerefli
her halkın vereceği tepkiyi veriyorlardı ve
İsrailliler de bunu biliyorlardı.
Dostlar, dostun içkili araba kullanmasına izin
vermez diye eski bir Amerikan sözü vardır.
Bunu ölçü olarak aldığımızda, Amerika son
on yıldır İsrail'in gerçek bir dostu değildir.
Zira Amerika İsrail'in öylesine pervasız bir
davranış modeli geliştirmesine izin verdi ki
İsrail'in çevresindeki devletler ve halklarla
barış içinde bir arada yaşama ihtimalini
tehlikeye
soktu.
Saldırgan bir sarhoş, en fena küfürlerini ona
hakikati söyleyen, davranışının tahammül
edilebilir gibi olmadığını, hem kendisini hem
de başkalarını tehlikeye attığını ve devam
etmesine izin verilemeyeceğini söyleyen
dostlarına saklar.
Rabin, Filistinlilere kaybettikleri toprakların,
hiç değilse bir kısmının verilmesiyle ve acıklı
durumlarına adil bir çözüm sunulmasıyla
barışın
sağlanabileceğine
inanıyordu.
Clinton, iki devletli bir çözümle komşularıyla
arasındaki çatışmayı gidermesine yardım
ederek İsrail'e karşı dostluğunu ifade etti.
Fakat Camp David iflas etti ve arkasından
İkinci İntifada başladı; Clinton'ın yerini
George Bush aldı; İsrail'de ise "barış için
toprak" ilkesinin sert muhalifi Ariel Şaron da
iktidara geldi. Barış sürecinin öldüğünü ilan
etti ve ezici bir askeri güçle İkinci İntifada'yı
bastırmaya koyuldu.
Dolayısıyla İsrail'in en kavgacı liderlerinin
yumruklarını Türkiye'ye savurmasında, en
son da dışişleri bakan yardımcısının Türk
büyükelçisini kasıtlı olarak aşağılamasında
şaşılacak bir şey yoktur. Dile getirilen
şikâyet, İsraillilerin bir Türk dizisinde
olumsuz şekilde tasvir edilmeleriydi. Daha
derindeki şikâyet ise Türkiye'nin, eski dostu
Türkiye'nin artık ABD veya Avrupa'nın
işitmediği bir mesaj iletmeye başlaması:
İsrail'le normal ilişkilerin sürdürülmesi,
İsrail'in barış politikası izlemesine bağlıdır.
Amerika'nın Ortadoğu politikasının kesinlikle
İsrail'in tarafını tuttuğu Clinton yıllarında,
İsrail'in belirli sınırlara sahip olmamasından
kaynaklanan bir çatışma durumu içinde
olduğu kabulüne bağlıydı yine de. İsrail'in
nerede başladığı ve nerede bittiği, o sınırlar
içerisinde kimin yeri olduğu, 1948'den beri
bir çatışma meselesidir.
11 Eylül saldırıları, Amerikan politikasındaki
değişime mührünü vurdu. Bush yönetimi,
küresel "terörle savaşında" önemli bir cephe
olarak, İsrail'in kendisini İkiz Kulelere
saldıranlarda olduğu gibi aynı nihilist
ideolojinin teşvik ettiği teröristlerin saldırısı
altındaki bir diğer batılı ülke olarak tasvir
edişini memnuniyetle kabul etti. Hamas ve
el Aksa Şehitleri'nin intihar saldırıları bu
anlatının ekmeğine yağ sürdü, barış için
taviz versin diye İsrail'e baskı yapılması
fikrini sona erdirdi; İsrail-Filistin ilişkisinde
kilit mesele artık İsrail'in güvenliğiydi.
Terörle savaş adına İsrail'e Filistinlileri
bombalama ve ablukaya alma serbestiyeti
tanındı.
George Bush, İsrail'i dizginlemekten
vazgeçmenin yanı sıra, aynı şeyi yapsınlar
diye Avrupalılara da kabadayılık yaptı.
İsrail'in "terörle savaşını" desteklemek,
Washington'ın Filistinlilerle toprak karşılığı
barış yapması için İsrail'e bastırmasına yol
Clinton ve İsrail'li mevkidaşı İzak Rabin,
Filistinlilerin niçin silaha sarıldığını tam
olarak anlamışlardı: Fanatik dini bir ideoloji
veya Yahudi nefretinden dolayı değil de
137
açabilir şeklinde boş bir ümit taşıdılar belki
de.
Erdoğan, İran ve Hamas gibilerle yakınlaşma
kabiliyetine
Washington'ın
dayattığı
kısıtlamalara kulak asmıyor ve Gazze'den
Afganistan'a kadar uzanan bir coğrafyadaki
çatışmalarda en etkili arabulucu olarak hızla
yükseliyor.
Tam tersine yol açtı. İsrail, savunmadaki
Filistinlileri
dövmekte
ve
intihar
bombacılarını dışarıda tutmak için güvenlik
duvarı inşa etmekte serbestti; ve aynı
zamanda İsrail'in işgal altındaki Batı Şeria ve
Doğu Kudüs topraklarındaki kontrolünü
pekiştirdi.
Filistinlilerin
gözden
ırak
olmasıyla, duvarın arkasındaki İsrail toplumu
basitçe
yoluna
devam
etti.
İsrailliler, kendi toplumlarının bekası için
barışa
ihtiyaçları
olduğuna
artık
inanmıyorlar. Kamuoyu yoklamalarına göre
İsraillilerin yüzde 40'ı, Filistinlilerle barış
görüşmelerinin yeniden başlamasını ümit
ediyor ancak bu yolla bir şey elde
edilebileceğine inananların oranı bu
yüzdenin ancak yarısı kadar. İsrail liderleri
demografik değişimin iki devletli çözümü
şart koştuğunu artık kabul etseler de, bu
soyut bir ilke; İsrail toplumu şu an
statüskodan memnun. Ama ne ki Filistinliler
için tahammül edilebilir gibi değil.
Söz konusu olan ister İsrail'in Doğu Kudüs'te
kontrolü
artırması
isterse
Gazze
ekonomisinin boğulması veya Gazze'nin
bombalanarak enkaza çevrilmesi olsun,
Amerika'nın muvafakatı, İsraillilerin hiçbir
eleştiriye veya kısıtlamaya dayanamayan bir
küstahlık geliştirmelerine katkı sağladı.
Barack Obama, yerleşim birimleri inşasını
durdurmanın İsrail'in çıkarlarına olduğunu
söylemesine rağmen, İsrail'e gerekli baskıyı
uygulamanın siyasi bedelini hiç bir Amerikan
başkanının ödeyemeyeceğini bilen İsrailli
liderler onun bu talebini göz ardı ettiler.
Eğer İsrail ileriyi görebilseydi, bu gelişmeleri
olumlu karşılayabilirdi. Şimdiye değin
İsrail'in davranışına aleni olarak meydan
okumayı dileyen bölgedeki tek lider, İran
Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejat'tı, ki
İsrail'in bu eylemlerinin ve bir de diğerlerinin
bu eylemlere meydan okumada düştüğü
acziyet neticesinde bölgesel nüfuzu kayda
değer bir şekilde artmıştır.
Batılı güçlerin artık söyleme iradesi
göstermediği şeylerde Türkiye başı çekerse
İsrail için -samimi söylemek gerekirse ABD
için de – hayırlı olacak bu. Çünkü Türkiye'nin
mesajı çok basit. İsrail'in ayılması gerekiyor.
19 Ocak 2010
Kaynak:
(BAE)
The
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
Bugün İsrailli liderler Türkiye'nin "İslamcı
kampa" kaydığından sızlanıyorlar. Gerçek şu
ki Türkiye - geçen yıl İsrail'in Gazze'de
orantısız güç kullanmasını kınamakla
başlayan - acı gerçekleri anlatan yakın bir
müttefiktir. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip
138
National
Türkiye'nin arabuluculuğu ve İran'ın nüfuzu
tastamam Obama'nın omuzlarında değil.
Aksine inanmak, Türkiye'nin Adalet ve
Kalkınma Partisini ve Amerikan karşıtlığını
körükleyen medyasını mazur gösterir. AKP
yönetimi döneminde Birleşik Devletlere
şamar atmak ulusal spor haline geldi. En
berbat fitne / tahrik örneği, Başbakan Tayyip
Erdoğan’a yakın İslamcı bir gazetenin,Yeni
Şafak gazetesinin Amerikan askerlerinin
binlerce Iraklı kadına tecavüz ettiği
hikayesini yayınladığı 2003 Ekim ayında
yaşandı. Ağzı bozuk suçlamalar, bir sonraki
ay 11 kişinin öldüğü, HSBC Bankası Türkiye
merkezinin tahrip edildiği intihar saldırısına
motivasyon sağladı.
Türk İkilemi - Jeffrey Azarva
Kasım ayında Türkiye'yi ziyaret ettiğimde
havaya Barak Obama'nın seçim zaferi
hâkimdi. Bazı köylülerin 44'ncü başkanın
seçilmesi şerefine 44 kurban kestiklerini
duydum. Şenlikte yalnız değillerdi: Doğrusu,
karşılaştığım pek çok kişi, seçilmiş Başkan
Obama'nın, ABD'nin mânevi saflığını
onaracağına ve hasar görmüş ABD-Türkiye
ilişkilerini düzeltebileceğine inanıyorlar.
Böylesi bir iyimserlik şaşırtıcı değil. Başkanlık
töreni yaklaşıyor ve hiç değilse kısa bir
süreliğine olsun ABD kamuoyunda iyi niyet
artışı söz konusu olacak, ki bunun nedeni
Obama'nın George W. Bush olmaması
gerçeğinden başka bir şey olmasa gerek.
AKP'ye yakın İslamcı medyanın dizginleri
yine de gevşemeye devam etti. Temmuz
2008'de İstanbul'daki ABD konsolosluğuna
saldırı düzenlendiğinde, AKP taraftarı basın
organları yine çok öfkelendi. Vakit gazetesi,
üçü polis altı kişinin öldüğü saldırının,
Ankara'yı Washington'ın kucağına itmek
isteyen Amerikan, İngiliz ve İsrail
istihbaratlarının işi olduğunu yazdı. AKP'nin
müteakip sessizliği, Türklerin bu fikirden
kurtulması yönünde pek bir iş görmedi.
Böyle bir sıçrayışa Türkiye'den başka hiçbir
yerde bu denli ihtiyaç hissedilmiyor.
Washington ve Ankara arasındaki ilişkiler
son yıllarda yıprandı. Türkiye'nin II. Körfez
Savaşında ikinci bir cephe açılmasını
reddettiği Mart 2003'den Kongre'de Ermeni
soykırımının tartışıldığı 2007 Ekimine kadar
yaşanan olaylar karşılıklı güvensizliği ve
suçlamaları besledi. Yapılan kamuoyu
araştırmaları, Türklerin yeryüzündeki en
Amerikan karşıtı ulus olduğuna işaret ediyor.
Adana
şehrinde
lise
öğrencileriyle
karşılaştığımda böylesi bir karalamanın
toplam etkisini gözlemlemiş oldum. Dışişleri
Bakanlığının
desteklediği,
ABD-Türkiye
ilişkilerindeki boşluğu kapatmak için
düzenlenen değişim programının bir parçası
da olan toplantı, ABD hakkında Türk
medyasındaki çarpıtılmış görüşleri ifşa etti.
Örneğin, 2004 yılında meydana gelen
tsunami felâketinden sonra ABD'nin yaptığı
yardım ve kurtarma çalışmaları hakkında
öğrencilerin hiçbirisi bir şey bilmiyordu hatta
ki çeşitli Türk gazeteleri doğal felâketin
sorumlusu olarak ABD'yi görüyorlardı. Daha
kötüsü, hepsi de PKK teröristlerinin Irak'taki
ABD kuvvetlerinden silah yardımı aldıklarına
inanıyorlardı.
Türkiye'deki yaygın kanaat, güven krizinde
hissenin büyüğünü Bush'un Beyaz Sarayının
kapısına bırakıyor. Buna göre, şayet ABD
politika yapımcıları, Irak savaşına doğru hızla
seyredilirken Türklerin endişelerine hakkını
teslim etmiş ve PKK teröristlerine karşı
mücadelede Ankara'ya yardım etmede
zorluk çıkarmamış olsalardı, Türklerin ABD'yi
şiddetle eleştirme nedenleri olmayacaktı.
Bununla birlikte Bush yönetimi politikasının
tersine seyretmesinin, tek başına Türkiye
kamuoyunda büyük bir değişimi harekete
geçireceğine inanmak saflık olur. ABDTürkiye ilişkilerinin iyileştirilmesi yükü
139
Medyanın bu son efsânenin işportacılığını
yapıyor olması çarpıcıdır. ABD'nin Kürt
politikası 2007'den beri tam tersi bir seyir
izliyor. Kızgınlık kolay kolay geçip
gitmeyebilir ama ABD, bir aralar kuzey
Irak'taki
mevcudiyetine
müsamaha
gösterdiği PKK'ya karşı artık azimle hareket
ediyor. Türk savaş uçakları bugün ABD
istihbaratı ve onun zımni muvafakatıyla, PKK
hedeflerini vurmak üzere düzenli bir şekilde
Irak
hava
sahasına
giriyor.
Türk medyası yan çizmeye hâlâ devam
ediyor. 4 Ekim 2008 tarihinde 15 Türk
askerinin
hayatını
kaybettiği
PKK
saldırısından sonra yaygın bir basın organı
olan Milliyet gazetesi, saldırıda kullanılan
"ağır silahların ABD otoritelerinin bilgisi
olmaksızın naklinin, konuşlandırılmasının ve
de kullanılmasının" söz konusu olamayacağı
fikrini yürüttü. Milliyet seküler olabilir fakat
oradaki gazeteciler AKP çizgisine uygun
hareket etmek için gittikçe artan bir baskı
altında buluyorlar kendilerini.
olduğu gibi anlatmaya başlamalı ve
Amerikan karşıtlığını dizginlemelidir. Olmadı
mı da "Türkiye'yi kim kaybetti?" sorusuna
verilecek
cevap,
mevcut
anlatının
inanmamızı istediğinden çok daha farklı
sonuçlanacaktır. ,
19 Ocak 2009
Çeviren: Ertuğrul Aydın
AKP'nin medya aygıtı da benzer komplo
teorileri aktardı. Ancak fitne / tahrik, amelî
günahtan ibaret değil. AKP liderliği
Amerikan karşıtı söyleme göz yumarak, sık
sık gerçek olarak kabul gören Amerikan
karşıtı söylemi reddetme hususunda başka
yerlerde defalarca başarısız oldu *Çen. Notu:
Yani amelî günahın yanısıra itikadi günah da
işlemektedir.+
AKP, fesatçı her yorumun hesabını vermeye
davet edilemez ama Amerikan karşıtı
duygular onların döneminde yaygınlaştı.
Eyvahlar olsun ki Türkler duyduklarına göre
hareket etmeye istekli görünüyorlar.
Washington bu duruma artık daha fazla göz
yumamaz. Obama meseleleri hal yoluna
koymak için yardıma koşabilir – PKK'ya karşı
Irak Bölgesel Kürt yönetiminin desteğini
sağlamak iyi bir başlangıç olacaktır - ama
meseleleri tek başına çözemez. AKP, her şeyi
140
Türk Tavsiyeleri - Ghassan
Charbel
tekliflerine dayanan görüşmeleri tercih
etmesini tavsiye etti. Zira gelişmeler bu açık
pencereyi çok geçmeden kapatabilir.
Ahmedinejat'ın
ziyareti
Türkiye'nin
korkularını gidermedi. Daha da kötüleştirmiş
bile olabilir. Ziyaret süresince İran
Cumhurbaşkanı'nın
ilave
uluslararası
müeyyidelerden kaçınmak adına bir Türk
penceresi arayışında olduğuna dair hiçbir
telkini olmadı bu ziyaretin. Duruşunu
yeniden vurgulayacağı bir Türk/NATO
platformu arayışı içindeydi açıkça.
Misafir, tavsiyeden nasiplenmedi. Tarihe
yönelerek, İran'ın köklü bir ulus olduğunu,
ne uyarıları kabul edeceğini ne de baskılara
boyun
eğeceğini
söyledi.
Uranyum
zenginleştirme programını askıya almayı ve
askıya alma karşılığında herhangi bir takası
reddetti.
Ahmedinejat'ın
durum
değerlendirmesi, tepkisinden çok daha
ciddiydi. Amerika'nın mağlup edildiğini,
bölgedeki mevcudiyetinin küçüldüğünü
dolayısıyla dünyanın bu bölgesindeki
nüfuzunun da azaldığını söyledi. İsrail'in de
sona doğru gittiğini ifade etti. Gül,
misafirinin güçlü bir şekilde ifade ettiği
kanaatlerini
paylaşmadı
ve
bunları
kabullenmenin tehlikeleri hakkında onu
uyardı.
Türkiye'nin, İran'ın nükleer krizle ilgili
tutumunu ciddi bir şekilde değiştireceğini
umduğuna inanmak çok güç. Ancak Türkiye,
Tahran'ın, uluslararası iradeyi hiçe saymayı
sürdürdüğü takdirde, krizin yol açacağı
tehlikelerin ve hüner numaralarının
sonuçlarının daha bir farkında olduğunu
gösteren işaretler arıyordu. Ahmedinejat'ın
İstanbul’a böylesi işaretler göndermek için
gelmediği, ziyaretin sonuna doğru belli
olmuştu. Dahası, Türk kaynaklar, zor
misafirin konuşmalarının sonuçları hakkında
yaşadığı hayal kırıklılığını sakladılar.
Türkiye'nin, İran'ın komşusu olduğundan
dolayı sorumlulukları çerçevesinde ve askeri
karşılaşma durumunda İran'a ve bölgeye acı
verecek hasarın büyüklüğünün farkında
olarak hareket ettiğini söylediler. Kaynaklar,
Türkiye'nin yapması gereken ne ise onu
yaptığını ve krizin gelecekteki seyriyle ilgili
olarak topun artık Tahran'da olduğunu
söyler gibiydiler.
Misafirin tepkisi Türk tarafını hayrete
düşürdü ve bir dizi soruya yöneltti: İran,
başkanlık seçimini Barack Obama'nın
kazanacağına ve onun görüşmeden başka
seçeneği olmadığına dair bahse mi giriyor?
İran, nükleer program hakkında daha sert
bir duruş benimseyen, hiçbir devlet
yetkilisine kımıldama şansı bile vermeyen
ulusal fikir birliğinin tutsağı mı oldu?
Esneklik gösterebilecek tek şahsiyet dini
lider Ali Hameney midir? Şayet öyleyse, o
halde bölge ve dünya gerçekleri hakkında
onun değerlendirmelerinin Ahmedinejat'ın
değerlendirmelerinden
daha
gerçekçi
olduğuna kim teminat verecek? İran,
içerideki güç merkezlerinin gelecek yıl ki
başkanlık
seçimleri
hattı
boyunca
sürdürdükleri çatışmanın tutsağı mı oldu? En
ciddisi de, İran'ın sarp kayalıklardaki oyunu
er
geç
aşağıya
yuvarlanmasıyla
neticelenmesin?
Türk kaynaklar, Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül'ün bölgede yaşanan bir önceki
tecrübeye yani Saddam Hüseyin ve Rejimi
tecrübesine işaret edecek denli misafirine
karşı açık ve şeffaf olduğunun altını çizdiler.
İşte bundan dolayı, elindeki fırsatı gelecek
haftalarda kullanmasını ve altı devletin
141
Türk ve İran lügatleri arasındaki fark, fark-ı
azimdir. İki proje arasındaki mesafe hayli
geniş. Tahran, kendi gücünü tesis etmek için
Amerikan gücünü bölgeden defetmenin
rüyasını görüyor. Diğer yandan Ankara, çok
sayıda oyuncuyu dâhil eden ve büyük
güçlerle
askeri
karşılaşmaya
mahal
vermeksizin veya onların çıkarlarını tehdit
etmeksizin krizleri yatıştıran bir çerçeve
içerisinde meselelerini halletmeleri adına
bölge devletleriyle yakınlaşmayı, daha büyük
bir role soyunarak yakınlaşmayı istiyor.
Tahran, füze ve direniş kültürüne yaslanarak
ittifaklar şekillendirmek suretiyle liderlik
hazırlığı yapıyor. Ankara ise ekonomik
işbirliğine dayalı bağlar tesis ederek,
çatışmaları sona erdirerek ve bölgesel ve
uluslararası gerçeklere saygı duyarak dikkat
çekici bir role soyunuyor.
İstanbul'da, Türk diplomasisinin, Sovyet ve
Saddam sonrası döneme dair realist
tecrübeler
ve
okumalar
biriktirdiği
hissediliyor. Türkiye'nin mutedil tavsiye
verirken faal olması bu yüzden. Bölge
devletlerine, güçlü ve müreffeh bir Arap
Irak'ına destek tavsiyesi veriyor. Suriye'ye
İsrail ile barış yolunu tâkip etmesi tavsiyesini
veriyor. İsrail'e barışı ve barışın bedelini
kabul etmesi tavsiyesini veriyor; Lübnan'a
ise 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararına
bağlı kalmasını tavsiye ediyor. Bu tavsiyeleri,
tehlikeli maceralara ve aceleci kararlara
karşı uyarmak için yapıyor ve buna
Gürcistan'daki krizle birlikte bölgedeki
birkaç
devlete,
geçmişte
Sovyetler
Birliğinden yana olmaları gibi, Rusya'dan
yana bahse girmelerine imkân veren
“ABD'nin gücünü kaybettiği bir safhada
olduğu” kararı dâhil.
Ağustos 2008
Çeviren: Ertuğrul Aydın
142
Türkiye'nin Kafkasya'daki
Sıkıntısı - Michael Reynolds
eden bir ülke olarak diğer etnik ayrılıkçılık
örnekleri ve sınır değişiklikleri bilhassa
Ankara'nın dikkatini çekmelidir hani. Kısaca
hem Rusya hem de Gürcistan, stratejik,
ekonomik ve tarihi bakımdan Türkiye için
muazzam denecek ölçüde önemlidir ve
Rusya ve Gürcülerin (nominal olarak) uğruna
savaş yaptıkları toprak bütünlüğü ve hür
irade/self-determinasyon ilkesi, Türkiye'nin
en hassas güvenlik kaygılarıyla doğrudan
ilgilidir.
Rusya ve Gürcistan arasında bu ayın
başlarında patlak veren savaş, Washington'u
nasıl hazırlıksız yakaladıysa Ankara'yı da öyle
hazırlıksız
yakaladı.
Türk
Dışişleri
Bakanlığının Kafkasya masası haberlere
bakılırsa fiilen kadrosuz. Bölümün müdürü
geçici olarak Musul’a tayin edilmiş; iki
numaralı ismin oturacağı koltuk ise son altı
aydır boş. Üç numaralı isim ise yine aynı
şekilde geçici olarak Nahçıvan’a atanmış;
masaya atanan diğer isimler ise tatilde;
dolayısıyla koşuşturma içine girenler diğer
masalardaki görevi başında bulunan
diplomatlar.
Türkiye'nin Rus-Gürcü savaşına hazırlıksızlığı
rastlantı değildir; bu durum, daha ziyade
Kemalizm mirâsını yansıtmaktadır. Mustafa
Kemal Atatürk'ün dış politikadaki temel
kaidesi onun meşhur bir ifadesinde
özetlenmiştir: “Yurtta Sulh Cihanda Sulh.”
Buna göre Türkiye, emperyal geçmişini
unutmalı,
yabancılarla
başını
derde
sokmamalı ve iç kalkınmaya odaklanmalıdır.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti, kendisini
komşularından
kasıtlı
olarak
tecrit
etmektedir bilhassa da doğusunda ve
güneyinde bulunan komşularından. Kültürel
ve diğer aidiyetlerini koparmış, yakın alâka
ve etkileşim yerine kâlbi ama mesafeli
ilişkileri tercih etmiştir. Sonuç itibariyle
Türkiye bugün akıcı İngilizce konuşan, ABD
ve Batı Avrupa’yı bilen güçlü bir diplomat,
profesör, analist vb kadrolara sahiptir ancak
ne var ki emperyal geçmişine bakıldığında
komşuları hakkında tabiî bir şekilde sahip
olması gereken uzmanlıktan yoksundur. Bu
tecrit politikası yeri geldiğinde tehlike
(1950'lerde ve 1990'ların başlarında)
yaratmış da olsa soğukkanlı bir kopuş ve içe
odaklanma, Türk bürokrasisinin başat
tercihi olmayı sürdürmüştür.
Sürpriz olabilir bu. Türkiye'nin Gürcistan ve
Kafkaslardaki olayları özenle takip ediyor
olduğunu ummak için mebzul miktarda
sebep var. Her iki ülke ortak sınırları ve
birbirine örülü bir tarihi paylaşıyor.
Gürcistan'ın bir kısmı dâhil Kafkasların büyük
bir kesimi asırlar boyunca İstanbul
tarafından idâre edilmişti ve bugün küçük
ama ateşli bir Abhaz grubu ve başka Kafkas
halkları Türkiye'de yaşıyor. Rusya, her ne
kadar İstiklal Savaşı (1919-22) gibi kritik
zamanlarda Türkiye'nin müttefiki idiyse de
son üç asır boyunca Türkiye'yi en büyük
rakibi ve en büyük tehlike olarak gördü.
Rusya bugün Türkiye'nin kullandığı doğal
gazın yüzde 70'ni tedarik ediyor ve
Türkiye'nin ikinci büyük ticari ortağı
durumunda.
Gürcistan, Hazar ve Orta Asya petrol ve
doğal gazının geçiş noktasıdır ve Türkiye'nin
enerji merkezi olma ve enerji kaynaklarını
çeşitlendirme emeli için hayâti bir anlamı
vardır. Bir NATO üyesi olarak Gürcistan
ordusunun eğitilmesine iştirak etmişti. Ve
nihayette Kürt ayrılıkçılığına karşı mücadele
Yabancılarla başını derde sokmamasıyla ilgili
olarak söylenecek çok şey var ve doğrusu
“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi manasız
değildir. Ama yine de gönüllü olarak
kendisine yüklediği tecrit politikasının bir
143
mâliyeti var. Bu mâliyetler, Soğuk Savaş
sonrasında komşuları devâsa siyasi ve
iktisâdi dönüşümler yaşarken apar topar
Türkiye'nin yakasına yapıştı. Etrafında olan
bitenlerden kendisini tecrit etmesi çözüm
değildi. Bu kez Türkiye'nin kendisine olan
güveni arttı ve daha çok sayıda Türk,
ülkelerinin bölgede daha faal bir rol
oynaması gerektiğini savunmaya başladılar.
Bu arada olumlu bir gelişme, iç ve dış
politika meselelerine adanmış hem resmi
hem de özel Türk düşünce kuruluşlarının
ortaya çıkmış olmasıdır.
bildiğimiz bir şey varsa o da Kafkasya'da
istikrar sağlanması hususunda fikri birliğin
olmadığıdır. Rusya, paktın bir diğer sözde
üyesi yani Gürcistan pahasına Kafkasya'daki
statükoyu yere çalmada hâlihazırda hesaplı
ve başarılı bir çaba sergiledi. Dahası,
Rusya'nın savaş gâyesi, Kafkaslardaki güç
dengesini
değiştirmenin
ötesine
geçmektedir yani Avrasya'daki başat
konumunu onarmayı ve ABD ve AB ile olan
ilişkilerini
yeniden
yapılandırmayı
istemektedir. Abhazya ve Güney Osetya,
Kafkaslardan daha büyük bir oyunda yer
alan piyonlardır. Karşılıklı olarak tatminkâr
bir anlaşmaya varabilmeleri için Rusya ve
Gürcistan'ın
ihtiyaç
duyduğu
şey,
diplomatların -gerçeküstü olanın sınırlarında
- buluşacağı yakın mesafedeki tarafsız bir
mahaldir. Belki de bu yüzden Erdoğan'ın
istikrar paktı çağrısına kısa bir günah
çıkarmayla yanıt verdi Rusya basını ve onun
ziyaretini Güney Osetya meselesinde
Rusya'ya verilmiş bir destek olarak
yorumladı. Türk diplomasisinin en parlak ânı
değildi.
Eski alışkanlıklar ve kurumsal pratikler dokuz
canlıdır ve böylesi karmaşık bir bölgede faal
bir rol üstlenmek basit bir iş değildir. Eski
zihniyeti kaldırıp atmak ve bölgesel
meselelerde risksiz bir şekilde tecrübe
kazanmak amacıyla bölgesel çatışmalarda
arabulucu rolü oynamaya çalışıyor Türkiye.
Bu yaklaşımın mimarı, eski profesör ve
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın yakın danışmanı
ve aynı zamanda Büyükelçi sıfatını haiz
Ahmet Davutoğlu'dur. Türkiye böylelikle
Suriye ve İsrail arasındaki görüşmelere
iştirak etti. Benzer şekilde, Dışişleri Bakanı
Ali Babacan, Batı ve İran arasına yer yer
aracı olarak girmeye çalıştı.
Azerbaycan bir diğer Kafkasya devletidir ve
bir süredir statüskodan yoğun olarak
şikayetçidir. Bakü, geçen aylarda, statüskoyu
gözden geçirebileceğine dair inceden inceye
gözdağı
veriyordu.
Azerbaycan
Cumhuriyeti'nin içindeki Ermeni yerleşim
bölgesi
Dağlık
Karabağ
üzerinde
Ermenistan'la yaptığı savaşın sonucundan
hoşnutsuz Azerbaycan. Karabağ savaşı 1988
yılında başladı ki Sovyetler Birliği halen
mevcuttu ve yaklaşık altı yıl sonra 1994
yılında ateşkesle sona erdi. Savaşın
sonucunda Bakü'nün elinden sadece
Karabağ bölgesi çıkmakla kalmadı; Ermeni
kuvvetleri Azerbeycan topraklarının kabaca
yüzde 15'lik bir kesimini işgal etti ve de
buralarda yaşayan yaklaşık 800.000 kişiyi
sürgün etti.
Erdoğan Rus-Gürcü savaşının ortasında
Moskova, Tiflis ve Bakü'ye uçarak ve
“Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu”
önerisi getirerek bu formülün biraz daha
ileri başka bir şeklini tatbikata koymaya
çalıştı. Bazen pakt olarak da adlandırılan
platformun ana fikri, üç Güney Kafkasya
devletini,
Gürcistan,
Ermenistan
ve
Azerbaycan’ı, Türkiye ve Rusya ile bir araya
getirmek ve çatışmaları kendi içlerinde
çözme imkanı bulmaktır.
Fikir çekici duruyor ancak başarılı
olmayacaktır. Bu tür paktlar ancak tüm
üyeler istikrarı ve iyi ilişkileri, çıkarlarının
üzerine koyduğu takdirde işe yarar. Eğer
144
Bakü, diplomatik tedbirlerle eski durumu
bugüne iade etmeyi o zamandan beri
başaramadı. Ancak petrol sanayisindeki
yabancı yatırımlara şükretmeli; böylece bir
miktar servet biriktirebildi ve bu serveti
ordusunu güçlendirmek için kullandı.
Azerbeycan ordusunun Ermeni kuvvetlerini
mağlup etme, dışarı sürme ve Karabağ ve
işgal edilmiş toprakları tekrar Bakü'ye
bağlamaya muktedir olup olmadığı hiçbir
şekilde açık değil ancak Azeriler arasında
engellendikleri hissinin hâkim kılınması,
şanslarını denemeye sevkedebilir.
için sağlıksız bir durumdur (doğrusu,
Ermenistanı arka cebine çoktan koymuş olan
Rusya'nın
Ermenileri
Karabağ'dan
vazgeçmeye zorlayarak Azerbeycanı kendi
tarafına çekmeye çalışacağı tahayyül
edilebilir).
Türkiye, Soğuk Savaş'ın bitişinden bu yana
Rus gücünün geri çekilmesinden çeşitli
şekillerde menfaatlendi ve savaş öncesinde
Kafkasya'daki gidişattan tatminkâr olması
için çeşitli sebepleri vardı. Tek istisnası
Ermenistan'la olan ilişkileriydi. 1991 'de
Ermenistan'ın bağımsızlığını tanıyan ilk
birkaç ülkeden biri olmasına rağmen iki ülke
arasında ilişki kurulmadı. Çekişmelerden
birisi Ermenistan'ın Türkiye Cumhuriyeti
topraklarında hak iddia etmediğini kesin bir
şekilde açıklaması yönünde Türkiye'nin
ısrarıydı. Bir diğeri ise Ermenistan'ın,
Osmanlı Ermenilerinin I.Dünya Savaşı sırası
ve
sonrasında
soykırım
şeklinde
katledildiklerini ve Anadolu'dan sürgün
edildiklerini Türkiye'nin tanımasında ısrar
etmesiydi. Bir üçüncüsü ise Türkiye'nin,
Ermenistan'dan işgal ettiği Azerbeycan
topraklarını terk etmesi talebiydi.
Türkiye ve Ermenistan, statüskonun
korunmasında çıkarı olan iki Kafkasya
devletidir. Ermeniler - tanınmamış NagarnoKarabağ Cumhuriyeti ve Ermenistan
Cumhuriyeti - Karabağ savaşını kazandılar ve
kazanımlarını ellerinde tutmak istiyorlar.
Nagarno-Karabağ
Cumhuriyeti'nin
fiili
bağımsızlığını Azerbeycan'ın ve de dünya'nın
tanımasını istiyorlar (ya Ermenistan
Cumhuriyeti'nin parçası olarak ya da ayrı bir
cumhuriyet olarak).
Ermenistan, ilave olarak, Ermenilerin işgal
ettiği Azerbeycan topraklarından çekilmesi
karşılığında
Türkiye'nin 1993 yılında
uygulamaya koyduğu ablukayı kaldırmasını
istiyor. Abluka, kara ile çevrili Ermenistan'ın
ekonomik kalkınmasının sarsıntı geçirmesine
ve dış dünya'yla bağlantı kurması için
Gürcistan ve İran güzergâhlarına bağımlı
kalmasına yol açtı. Rus işgalinin Gürcistan
limanlarında, demiryolları ve karayollarında
yarattığı kesinti, Ermenistan ekonomisini
zora soktu ( İronik olan, Türk malları en çok
ithal edilen emtiaydı ve bu yollardan ithal
ediliyordu) ve Ermenistan'ın tecrit ve
savunmasızlığının altını çizdi. Aslında Türkiye
ile
ilişkisinin
olmaması
sebebiyle
Ermenistan'ın Rusya'ya aşırı şekilde bağımlı
kaldığı son savaştan önce bile son derece
açıktı ki egemenlik iddiasındaki bir devlet
Dördüncü bir başka mesele elbette ki
ablukaydı. Ermeni saldırganlığının kurbanı
olduğunu düşünen Azerbeycan ablukaya
minnettarlık duysa da, kabadayılık eden
“Korkunç Türk” klişesini güçlendirerek
Türkiye'nin dünyadaki imajına zarar verdi.
Bu, Türklerin hassaten usandırıcı buldukları
bir şey – Azeriler için sakıncası yok- hele ki
Ermeniler savaşta zaptettikleri toprakları
işgal
altında
tutarken.
Türkiye'nin
Azerbeycana verdiği destek, Osmanlı
Ermenilerinin 1915'deki kitlesel ölümlerini
soykırım olarak tanımaları için diaspora'daki
Ermeni
grupların,
yasama
organları
nezdinde dünya çapındaki lobi faaliyetlerine
karşı koyan Türk çabalarını zayıflattı. Bazı
Türk yetkililer, Ermenistan sınırlarını
145
açmanın bu tür çabaları etkin bir şekilde
engelleyeceğine inanıyorlar.
dahli olduğunu hatırlamak faydalı olacaktır.
Bu çatışmaları Rusya'nın icat ettiğini
söylemek değil bu. Bunu söylemesi çok
zordur. Rusya bu çatışmaları çevrelemek ve
çözüme kavuşturmak için zaman zaman
hatırı sayılır derecede çaba sarfetti. Fakat
Rusya bu çatışmaların uzağındaki bir güç
değildir ve mahrem bir âşinalığı vardır- öyle
bir âşinalık ki kendi avantajına kullanabilir;
kullanmıştır ve kullanacaktır.
Türkiye'nin sınırlarını açması yönünde bir
başka teşvik de ekonomi. Türkiye'nin doğusu
tecrit halinde; pazarlardan uzak ve az
gelişmişlik hâkim. Ermenistan sınırlarının
açılması, sınır ticaretini başlatacak ve yerel
ekonominin canlanmasına neden olacaktır.
Hazar'dan uzanan petrol ve doğal gaz boru
hatları için daha iyi güzergâh seçenekleri
yaratacağı gibi Hazara ve ötesine ihracat
koridorları da açacak yani Türkiye ekonomisi
için de nimet olacaktır.
Kuvvet, izafidir. Rakibin üstesinden gelme
yöntemi olarak potansiyel rakibin iç
bütünlüğünü ve gücünü tüketmek, kendi
kuvvetini artırmaktan daha etkin ve çoğu
kez daha kullanışlıdır. Rusya'nın Kafkaslarda
istismar edebileceği daha bir çok çatlaklar
var. Türk-Ermeni-Azerbeycan arasındaki
çatlak kolayca istismar edilebilecektir. Tarih,
hafıza ve kültür gibi nedenlerden dolayı bu
toplumların tümü birbirleriyle derin çatışma
halinde. Havayı zehirlemek için düğmeyi
bulmak ve basmak ve uzlaşmaya giden
herhangi bir hamleyi akamete uğratmak zor
değildir.
Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan,
belki de Türkiye-Ermenistan ilişkileri
arasındaki kilidi açma niyetiyle jest yaparak,
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü TürkiyeErmenistan arasındaki maçı izlemek üzere 6
Eylül'de Yerevan'a davet etti. Bazı Türkler
Abdullah Gül'ün bölge diplomasisinde büyük
bir eksen kaymasını başlatmak için bu fırsatı
kullanacağı ümidini taşıyorlar. Gül henüz söz
vermedi. Şayet giderse yalnız TürkiyeErmenistan ilişkilerinde değil ağır ve aşırı
derecede ihtiyatlı ilerleme geleneğine sahip
ve fırsatların kayıp gitmesine neden olan
Türk diplomasisinde genel mânâda büyük
bir değişimin nişânesi olacaktır
Rusya, Ermenistan üzerinde muazzam bir
nüfuz sahibidir; Azerbeycan üzerinde de
hatırı sayılır derecede nüfuzu var. Türkiye de
Rus baskısına mâruz kalabilir. Türk
işadamları, Rus gümrüklerinde artan
kontrollerden dolayı şimdiden sıkıntı
çekmeye başladılar ki bu durum Türk
ihracatına zarar veriyor; böylesi sıkı
kontrollerin Rusya'ya karşı ABD ile yakın
işbirliği yapmaktan sakınması mesajını
verme amacını taşıyıp taşımadığı merak
ediliyor.
Rus kuvvetleri şimdi Gürcistan'da..,hem
Türkiye hem de Ermenistan (ve de
Azerbeycan)
farklılıklarının
üstesinden
gelebilecekleri ve toplumları için daha
güvenli ve daha müreffeh bir geleceği
hedefleyen bir yol haritası fırsatını herhalde
ıskaladılar. Rus devleti, ister Çar ister Sovyet
isterse de çağdaş formları olsun, rakiplerini
zayıf düşürmek için sınırlarındaki etnik ve
diğer fay hatlarını manipüle etmede hatırı
sayılır bir yeteneği olduğunu ispatladı.
Diğerlerinin yanısıra yukarıda andığımız tüm
çatışmaların (Türkiye-Ermenistan; AzeriErmeni; Osetya-Gürcistan ve AbhazyaGürcistan) ortaya çıkmasında Rusya'nın
Türkiye, Ermenistan ve Azerbeycanı sürüp
giden bir anlaşmazlık içinde tutmak - Kafkas
komşularının
güç
ve
seçeneklerini
etkisizleştirerek, onları bağımlı kılarak ve
Kafkasya'nın alternatif bir enerji ve ticaret
koridoru olmasını engelleyerek - Rusya'ya
hizmet eder. Bu ülkelerin herbirinde çeşitli
146
yurt içi çıkarlara da hizmet eder. Fakat
ilerideki kalkınma seçeneklerinden yoksun
bırakma hali müstesna.bu toplumlar adına
bir çivi çakmaz.
Rusya'nın Gürcistanı mağlup etmesi,
Kafkaslar'daki hegemonyasını yeniden tesis
etmesini sağlayacak mı belli değil ancak
Moskova'nın bölgesel yağmacı rolünü
oynama kabiliyetini artıracaktır. Bir çok Türk
ve Ermeni, ülkelerinin yakın ilişkiler tesis
etmesinin yerindeliği hakkında şüphe
beslemekle beraber her iki ulusun devlet ve
toplumlarında önemli seçmenler var ki
bağların iyileşmesinin çok çeşitli faydalar
getireceğine
inanıyorlar.
Karşılaştıkları
güçlük, ilişkilerin iyileştirilmesinin aslında
tasavvur edilebilir olduğuna diğerlerini de
ikna etmek. Gül ve Sarkisyan bu Eylül'de
görüşseler ve devletlerinin, Azerbeycanla
birlikte, farklılıkların üstesinden gelme niyeti
taşıdıklarını ilan etseler, sözlerinin hakiki bir
etkisi olacaktır.
Türkiye, daha büyük, daha kıdemli, daha
müesses ve daha güçlü devlettir ve uzlaşma
seyrine öncülük etmeye daha uygun
adaydır. Ancak muhtemel değil. Rusya'nın
Gürcistan içlerine girmesi ve Kafkasya'nın bir
kez daha Büyük Güçlerin yüzleştikleri
harekât sahasına dönmesiyle birlikte zaman
gitgide tükeniyor. Cüretkâr olmak lazım.
Moskova, emperyal çöküşten bahtın
cüretkâr olandan yana olduğu dersini alırken
Ankara, Osmanlı tecrübesinden “aşırı tedbir
cesaretten evlâdır” dersini aldı.
01 Eylül 2008
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
147
Arap-İsrail çatışması, dış müdahale, doğal
kaynak dengesizlikleri, etnik didişme,
ekonominin kötü yönetilmesi ve yolsuzluk
dâhil Ortadoğu boyunca ulusal gerilimlere
ve çarpıklıklara yol açan çeşitli kaynakları
kurutacaksak eğer yönetimin askerlerin
değil sivillerin elinde olması hayâtidir.
Ülkelerimizi güvenlik kurumları ve generaller
yönettiği müddetçe temsil, çoğulculuk ve
hesap verilebilirlik esaslarına dayanan
istikrarlı yönetim sistemlerine asla sahip
olamayacağız
Türkiye'nin yürekli sivil
liderliğine alkış - Rami G. Huri
Ortadoğu yaşanan en önemli gelişme nedir?
İpucu: İran'daki olaylar değil, Amerikan
askerlerinin Irak şehirlerinden çekilmesi
değil, Arap-İsrail barış görüşmeleri için
yeniden çaba sarfedilmesi de değil. Evet,
önemli bunlar ama modern Ortadoğu'yu
tanımlayan siyasi gerçekliklere ve yaygın ve
kronik otokrasinin yıkıcı mirâsına, siyasi
şiddet ve güvensizliğe bakınca, bölge tarihini
daha iyi yönde değiştirebilecek bir gelişme
Türkiye'de yaşanıyor, sessizce ve yavaşça.
Türklerin son oniki yıldır istikrarlı bir
demokrasiye geçişleri pek çok bakımdan
büyüleyici ve önemlidir. Tek ve en önemli
sebebi, gücün tedricen sivillerin eline
geçmesi ve silahlı kuvvetlerin ülkeyi
yönetmek yerine onu korumak gibi çok
önemli bir rolü oynamak üzere yavaş yavaş
kışlaya çekilmesidir.
Genel bir ifadeyle söylemek gerekirse,
görmekte
olduğumuz,
seçilmiş
sivil
hükümetin askeriyeyi tedricen denetim
altına almasıdır. Daha muayyen bir ifadeyle,
yakın geçmişte sivil hükümetlere karşı darbe
yürüten subayların yargılanmasının önünü
açmak üzere siyasi parti liderlerinin anayasa
değişikliği için Meclis'te görüşmeler yapıyor
olmasıdır.
Şimdi çok daha önemli bir adım atılmak
üzere; TBMM, seçilmiş hükümete karşı 12
Eylül darbesini gerçekleştiren generallerin
yargılanmasının önünü açacak şekilde
anayasa değişikliği üzerinde kafa yoruyor.
Bu çok önemli çünkü silahlı kuvvetlere sivil
ve adli cenaha hesap verme yükümlülüğü
sunacaktır ve bu, ülkenin kendi iç
dinamikleri sayesinde olmaktadır.
Türk ordusu üzerindeki sivil denetimin
tedricen artış kaydetmesinin tarihi sonuçları
beni etkiliyor çünkü ordu, polis ve istihbarat
kurumlarının demokratik bir seçimle başa
geçmiş sivil otoriteler tarafından denetim
altına alındığı tek örneği temsil ediyor. Bu
çok önemlidir çünkü bölgemizde barışçıl,
müreffeh ve güvenli toplumların gelişmesini
zaafa uğratan ve aksatan tek ve en büyük
engel, hesap sormaya imkan veren, etkili
yönetim sistemlerinin yokluğudur. Esasen,
asker ve güvenlik kurumlarıyla bağları olan
otokratik liderlerin hâkimiyeti yüzünden
böyle. Toplumlarımız normal bir hayat
sürecekse bu kısır döngü kırılmalıdır.
Ortadoğu ülkelerinin kendi ordularını ve
güvenlik kurumlarını nasıl denetim altına
alabileceklerinin, kendi ülkelerinin sınırları
dâhilinde kısıtlama veya hesap vermek söz
konusu olmaksızın şu an fiilen diledikleri
herşeyi yapan silahlı kuvvetlerin, polis
gücünün ve istihbarat kurumlarının cezadan
muaf olmalarına nasıl son verilebileceğinin
örneğini sunmaktadır.
Sivil hükümetleri deviren subayların bundan
mesul tutulması tazeleyici ve önemli bir
148
emsaldir. Bölgede rasyonel, istikrarlı ve
insâni yönetim sistemlerinin uzun vadeli
gelişimini
besleyebilecek
türde
tek
caydırıcılıktır. Yabancı işgaller ve sokak
karışıklıkları, yönetimleri ve yöneticileri
fırsat düştükçe değiştirecektir ancak güç
ihlallerine karşı etkin ve meşru olan tabii
kısıtlamalar üretmezler genelde. Seçilmiş bir
hükümeti devirmekten dolayı generallerin
yargılanması
bunu
sağlayacaktır
ve
muhtemeldir ki anayasaya aykırı bir şekilde
gücü gaspetmeye çalışan güce susamış diğer
otokratların şansını da azaltacak veya yok
edecektir.
Anayasa değişikliği meselesi, bugünlerde
Türkiye'de sahnelenen dramalardan biridir,
sivil hükümet ve silahlı kuvvetler
arasındadır. Bir diğer mesele, ordudan
bazılarının darbe veya seçilmiş hükümete
karşı istikrarsızlaştırma planları yapmaya
devam ettiği suçlamalarına ilişkindir. Bu iki
meselenin nasıl gelişeceği Ortadoğu için
tarihi önemdedir. Bölgedeki modern
devletlere uzun zamandır hâkim olmuş,
insan hakları, anayasacılık, insanın haysiyeti
ve vatandaşlık hakları mezarlığına dönen
devletlerin doğasının tahribiyle sonuçlanmış,
ordunun, polisin ve güvenlik kurumlarının
denetim dışı kalması gibi bir mirâsın
terkedilmesine yardımcı olabilecektir.
Arap dünyasının Türkiye'yle sürekli olarak
mutlu bir tarihi olmadı ama bu Arap,
Türkleri
alkışlıyor,
geri
kalanımızın
yapamadığını yapmaları için onlara güç ve
başarı
diliyor:
Toplumlarımızı
yönetmelerine, vatandaşların ne yapacağına
ve düşüneceğine sınırlar çizmelerine izin
vermek yerine polis, istihbarat ve askeri
kurumlar üzerinde sivil denetimi savunun.
2009 Haziran; Kaynak: The Daily Star
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
149
Meclisi'nin Irak işgali için topraklarının
kullanılmasına izin vermeyen kararı, ABD'yle
ilişkilerde önemli bir dönemeçtir fakat yine
biraz da Türkiye'nin bakış açısından
bakmalısınız buna. Türkiye, Saddam
Hüseyin'i hiç de sevmezdi. ABD gibi Türkiye
nazarında da bir diktatördü. Fakat Saddam,
Türkiye'de isyankâr bir azınlığı bulunan
Kürtleri denetim altında tutuyordu ve
istikrarı temsil ediyordu. Amerikan işgalini
kendi güvenliklerine zararlı bulmuşlardı.
Yani Türkler, Kürtlerin Irak'tan daha fazla
bağımsızlık almalarından endişe ettiler ve
Kürt bağımsızlığını dert edindiler?
Evet, ama üç şeyden korkuyorlardı. Birincisi,
işgalin Irak'ın istikrarsızlaşmasına ve
parçalanmasına
yol
açacağından
korkuyorlardı ki öyle oldu. İran nüfuzunun
artacağından korkuyorlardı ki yine öyle oldu.
Bizzat
Türk
devletinin
bütünlüğünü
etkileyecek Kürt ulusçuluğunu ve bağımsızlık
itkisini artırmasından da korktular Başka bir
ifadeyle, Türklerin büyük çekinceleri olduğu
ve dizginlemeye çalıştıkları işgal, kendi
büyük Kürt azınlığını yaratarak, Türk
politikasının dayandığı stratejik çerçevenin
altını oydu ve onu yok etti.
Türkiye’nin küçük ortak olduğu
dönem bitti - F.Stephen Larrabee
ABD Dış İlişkiler Konseyi’den Bernard
Gwertzman’ın RAND Corp. Avrupa Güvenliği
uzmanı F.Stephen Larrabee ile yaptığı
röportaj.
Türkiye ve ABD-İsrail arasındaki bu
genişleyen çatlağa yol açan neydi?
Son onsekiz ay içerisinde ilişkilerin sarmal
olarak aşağıya doğru düşüşü, İsrail'in 2008
Aralık ayında düzenlediği, önemli bir
dönemeci imleyen Gazze saldırısına gider.
İlişkiler o tarihten beri hakikaten yokuş aşağı
gitmeye başladı. Türkiye, güçlü bir İsrail
karşıtı seyir içerisinde görünüyor fakat bunu
tarihi bakış açısından görmelidir çünkü
Türkiye'nin kendisini Soğuk Savaş sonrasına
ayarlamasını temsil etmektedir. Türkiye,
güvenlik bakımından ABD'ye daha az bağımlı
hale geldi. Soğuk Savaş'ın sona erişi,
Türkiye'nin tarihsel olarak siyasi ve
ekonomik çıkarlarının olduğu alanlarda özellikle de Ortadoğu ve Orta Asya'da- yeni
fırsatlar oluşturdu. Türkiye, asırlarca dâhil
olduğu
Ortadoğu'da
Osmanlı
İmparatorluğuna uzanan geleneksel rolüne
dönüyor.
Türkiye'nin tepkisinin iç ve dış sonuçları var.
İçeride, çok popüler oldu. Güçlü bir lider
olmak istediğini herkese gösterdi. Dışarıda
ise, Arap ülkelerinde popüler ve Arap
dünyasındaki itibarını artırdı. Türkiye
nihayetinde Ortadoğu'da önemli bir oyuncu
olmak istiyor. Orada bir boşluk var ve bu
boşluğu doldurmaya çalışıyor.
Ben ABD'nin Türkiye ile sorunlarının
başlangıcı olarak, Amerika, 2003 Irak
Savaş'ının başında askerlerinin Türkiye
üzerinden Irak'a girmesini istediğinde, Türk
Meclisi'nin bu isteği reddetmesini esas
aldım hep.
Açıkçası önemli bir katalizördü o. Türk
Kısa bir süre önce, Türkiye ve Brezilya,
İran'la ABD ve diğer güçlerin geçen Ekim
ayında
teklif
ettiği
düşük
düzey
zenginleştirilmiş
uranyumu
Tahran
araştırma reaktöründe kullanılmak üzere
daha yüksek düzey zenginleştirilmiş yakıt
çubuklarıyla
takas
etmeyi
öngören
anlaşmayı müzakere ettiler. ABD şimdi bu
anlaşmaya hasım çünkü BM Güvenlik
Konseyi'nde yeni müeyyidelerin önüne
çıkıyor. Türkiye'yi bu müzakerelerde liderlik
rolünü üstlenmeye teşvik eden neydi?
Ortadoğu'da büyük bir oyuncu olma
isteğinin, genel hissiyatlarının parçası bu.
İsrail-Suriye arasındaki ihtilafta aracı olarak
hareket etme istekliliğiyle gösterdiler bunu
150
ve ABD-İran arasında da aracı rolünü
sürdürmekteler.
Takas
anlaşmasıyla
yaptıkları yine aracılıktı fakat Türk
politikasının o daha geniş boyutunun bir
parçasıdır. Bu, Türkiye'ye yeni fırsatlar açan
Soğuk Savaş'ın sona erişinden beri yaşanan
değişimlerin cüz'üdür.
yüzden de siyasi avantaj olarak güçleri
yettiğince kullanmak istiyorlar.
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı'nın İsrail'e
öfkesi gerçekten de Gazze saldırısından mı
kaynaklanıyor sizce?
Gazze saldırısı dönemeçtir ama yıllar
içerisinde biriken bir şeyler vardı. Türk
dışişleri yetkililerinin İsrail eylemlerini
“devlet terörizmi” olarak niteledikleri bir ilk
değil bu. Türkiye'nin ve bizâtihi Erdoğan'ın
İsrail karşıtı bir yönelime girdiği, evrilen bir
sürecin parçasıdır. Gazze saldırısı dönemeçtir
fakat başlangıç değildir. Bir ilişkide bir
süredir devam eden kötüleşmenin doruk
noktasıdır.
Esasta, İslam'la bir ilgisi yoktur. Türk
güvenlik çevresinin değişimiyle ilgisi vardır.
Sovyetlerin çöküşüyle birlikte, Türkiye'nin
güvenlik sorunlarının büyük bir kısmı şu an
güneyinde, sınırlarının içinde ve çevresinde
bulunuyor. Irak'ın parçalanması, İran'ın
nükleer silahlara sahip olması, Başbakan
Tayyip Erdoğan'ın büyük bir rol oynadığı ve
Filistinlilerin açıkça yanında yer aldığı Filistin
problemi de bunun içinde. Önceki Türk dış
politikasından önemli bir kopuştur bu.
İlginçtir, önceki İsrail hükümeti başbakanı
Ehud
Olmert
iktidardayken,
İsrail,
Türkiye'nin Suriye'yle aracılık etmesine razı
olmuştu. Dolayısıyla ilişkiler o noktada
hayli iyi olmuş olmalı.
İran anlaşması üzerindeki ihtilafta birinci
gelecek olan sizce nedir? - Güvenlik
Konseyi'nde müeyyide oylaması mı yoksa
bu anlaşmayı UAEK ve Viyana Grubu'na
gönderen İranlılar mı?
Daha iyiydi. Ama görünenin altında pek çok
korkunç zorluklar yine de vardı. Fakat Gazze
saldırısından sonra olduğu gibi duygusal bir
şekilde patlamamıştı. Ve pek çok kişinin
hissettiği bir sıçrama tahtasıydı, Olmert'in
Gazze saldırısı öncesinde Erdoğan'la üç-dört
günlük bir toplantı yaptığı ve Erdoğan'a tek
kelime bile etmediği gerçeğiydi; Erdoğan
kendisini ihanete uğramış gibi hissetti. Pek
çok Türk'ün söylediği şeydir bu.
Söylemesi zor ama samimi olmak gerekirse,
İsrail üzerindeki durum gerçekten de ABD
için birçok bakımdan çok daha zor olacaktır
çünkü Türkler kararlılar.
Türkiye neyin arayışında? İsrail'e Gazze
ablukasını kaldırtmanın mı?
Sadece o değil. Bir dizi kriter hazırladılar.
Resmi özür istiyorlar; ölenlerin cenazelerini
istiyorlar;
protestocuların
dönmesini
istiyorlar. Sert politik taktikler izliyorlar
çünkü epey destekleri olduğunu biliyorlar.
Bazıları, tüm problemin Erdoğan'ın Ocak
2009'da Davos'ta İsrail cumhurbaşkanı
Şimon
Peres'le
aleni
yüzleşmesiyle
başladığını düşünüyorlar.
Bu vakayı BM'de daha büyük bir şey yaparak
İsrail'i siyasi ve uluslararası bakımdan
savunmada bırakmakla tehdit ediyorlar.
Türkler, bunu Ortadoğu'daki rollerini
ziyadeleştirme fırsatı olarak görüyorlar,
özellikle de Araplarla ilişkilerinde. İsrail'in
zayıf durumda olduğunu biliyor ve bu
Fakat o zaman başlamadı. Yıllarca saklı
tutulmuş artan hüsranın doruk noktasıdır
sadece. Davos, Gazze saldırısından hemen
sonra geldi ve Erdoğan düpedüz patladı.
Saldırıdan sadece birkaç hafta sonrasıydı.
Duygular henüz çok, çok tazeydi.
Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu
151
muhtemelen İran'la takas anlaşmasını
görüşmek için bu hafta Washington'da ABD
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'la buluştu
ama tüm bir Gazze ablukası gündeme geldi.
ablukasıyla ilgili olarak nazik bir iç problemle
karşı karşıyadır. İsrail’in o hareketi hakkında
güçlü bir açıklama yapmadığı takdirde
kendisini çok zayıf bir konumda bulma
tehlikesiyle yüzyüze. Türkiye’den başka daha
pek çok müttefikimizden ayrı bir yerdeyiz.
Türkler, İran’a üzerindeki etkilerini aşırı
vurguladılar diye düşünüyorum. Ancak
caymaları muhtemel değil ama Güvenlik
Konseyi’nde çekimser oy kullanmaları
muhtemeldir - ki Türkiye-ABD ilişkilerini
daha da kızıştıracaktır. Ancak bu, sadece
Türkiye ve ABD arasında değil Türkiye ve
batılı müttefikleri arasındadır.
Ortak basın toplantısı düzenlenmedi fakat
Davutoğlu toplantı sonrasında gazetecilere
yaptığı açıklamada İsrail'in Türk gemisine
düzenlediği baskına Amerika'nın çok fazla
aldırışsız bulduğu tepkisinden dolayı hayal
kırıklığına uğradığını belirtti.
Aslında,
soruşturma
çağrısı
yapan
Amerika'nın ablukaya tepkisi dengeliydi
İsraillilerin hareketlerini eleştirdi ama
nispeten
yumuşak
ifadelerle.
“Tüm
gerçekleri
öğrenmemiz
gerektiğini”
söyleyerek denge gözeten bir duruş
sergilemeye çalıştı ve Davutoğlu bunu
tatmin edici bulmadı.
11 Haziran 2010
Kaynak: Amerikan Dış ilişkiler Konseyi
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Dışişleri Bakanlığına veya Beyaz Saray’a
Türkiye’yle ilgili ne yapması gerektiği
hakkında tavsiye veriyor olsaydınız ne
söylerdiniz?
Genel olarak, daha iddialı ve özgüvenli yeni
bir Türkiye’yle iş yaptığımızı kabul etme
noktasından başlamalılar; Türkiye’nin küçük
ortak olduğu Soğuk Savaş yıllarındaki gibi
hareket etmesini beklememeliyiz. Bazı
alanlarda
çıkarlarımızın
örtüşmediği
anlamına gelmez bu fakat söz konusu olan
Ortadoğu olduğunda, ABD ve Türkiye
çıkarları ancak kısmen örtüşmektedir. Genel
mesele, bu farklılıkların nasıl yönetileceğidir.
Türkiye’nin Amerika’ya veya batıya sırtını
dönmesi demek değildir bu. Politikalarının
İslamileştiği anlamına da gelmez; Soğuk
Savaş’ın sona ermesinden bu yana yapısal
olarak gerçekleşen değişimleri tanımalı ve
farklılıkları gücümüz yettiğince en iyi şekilde
yönetmeye çalışmalıyız.
Peki İran ve Gazze ablukasında?
Ayrı
meseleler
bunlar.
ABD,
Gazze
152
Türkiye’nin yeni küresel rolü Henry J. Barkey
sonraki adım, anayasayı değiştirmektir ve AK
Partinin bunda başarılı olup olmayacağını
bekleyip görmek gerekiyor. Başarılı olmazsa,
Kemalistlerin geri çekilmesiyle oluşan
otoriteryan boşluğu AK Partinin doldurması
muhtemeldir. Erdoğan, çok popüler olduğu
için şu an büyük bir güce sahip. Câri siyasi
sistemde mündemiç otoriteryan eğilimler, ki
parti liderlerine imtiyaz tanımakta ve onları
yarı-ilahlar haline getirmektedir, demokratik
kurumsallaşmaya yardımcı değildir.
Türkiye’de, laik müesses nizam ve dine
meyilli hükümet arasında bir bölünme var
mı?
Bir kimsenin Türkiye’de laikler ve İslamcılar
arasındaki bölünme hakkında edindiği
izlenim yanlış sonuca götürür. Kavga bugün
Kemalizm üzerinde yürümektedir yani ismini
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa
Kemal Atatürk’ün ardından alan devletin
resmi ideolojisi üzerinde. Türkiye’ye
1930’lardan beri hâkim olan bu ideoloji
ulusçu, kendine güvenen, yabancı düşmanı
ve katı laiktir. Ondaki problemler ekseriya
dar ve cebri tarzda takdim edilmesi ve icra
edilmesiyle ilişkilendirilmektedir. Kusurları
bir
yana,
kadınlara
eşit
haklar
vermiş/kadınları hızla azad etmiş ve dolaylı
da olsa Türkiye’yi Batıyla başgöz etmiştir.
Kemalizm’in katı destekçileri orduda,
yargıda, üniversitelerde, medyada ve üstorta sınıfta yer tutmaktadırlar.
AK Parti ve Erdoğan yeni bir anayasa
üzerinde düşünürlerken, bu esnada,
hemfikir olmadıkları taraflar adına hakları
genişletme karar vermeleri gereken şeyler
var. Bu ise mevcut sistemin marjinalleştirdiği
tarafların haklarını genişletmekten AK
Partinin öncelikleriyle anlaşmazlığı olan
kişilerin – mesela hayat tarzlarının saldırı
altında olduğundan korkan geleneksel laikler
– haklarını korumaya kadar geniş bir
yelpazeye yayılmaktadır ve sahiplerinin
hükümetin nazarında sevimsiz olmasına hiç
bakmaksızın basın özgürlüğünü garanti
etmeyi de ihtiva etmektedir.
Kemalizm’in problemi ille de ideolojik
bileşenlerinde değil destekçilerinin onu gün
be gün nasıl uygulamaya koyduklarıyla
ilgilidir. 1930’ların ideolojisi, eğilmez, gayri
demokratik ve ötekilere karşı hoşgörüsüz
destekçileri tarafından şaşılacak derecede
kaskatı
kılınmıştı.
Kemal’in
mirâsını
yorumlamada başı çeken ordu, herşeye
herkesin potansiyel şüpheli ve hain olduğu
iç
güvenlik
prizmasından
baktı.
Nüfusuna/halkına güven duymayışı, liberal,
Batılı anayasaların tam zıddıdır. Bu mirâs
etrafında inşa edilen müteakip anayasalar
ve siyasi sistem, Türkiye’deki demokratik
gelişimin bodur kalmasını sağlamıştır.
Türkiye’nin artan bölgesel nüfuzu, dış
politikasının ve uluslararası çıkarlarının
eksenini nasıl kaydırıyor?
Türkiye’nin iddialı dış politikası ve batı dışı
yönetimlere ve - son olarak ABD’nin
BMGK’da daha sert müeyyideler için
bastırmasına karşı Türkiye’nin Tahran’la
taraf tutmasında görüldüğü üzere - bilhassa
da İran’a kur yapması, tutkunun ve
ekonomik arzuların sonucudur.
Türkiye, jeopolitik avantajlarını, ekonomik
gücünü, İslam dünyası ile olan tarihi ve
kültürel bağlarını kullanarak bölgesel bir güç
Eylül referandumu, Türk devletinin ideolojik
altyapısını dağıtmanın başlangıcıdır. Bir
153
ve küresel bir oyuncu olmak istiyor. Bugün
dünyanın onaltıncı büyük ekonomisidir ve
2023’e kadar ilk 10’da yer almayı amaçlıyor.
Türkiye’nin dinamizmi ve uluslararası
sahada devrede olma istekliliği ona büyük
bir güç kattı. Erdoğan hükümeti, küresel
ağırlığı hakkında abartılı bir hissiyata sahip
ve sağlığa zararlı dozda olan bu gurur
Ankara’nın yer yer çok ileri gitmesine yol
açıyor. Türkiye uzun süre kilosunun epey
altında enerji harcadı ama şimdi kilosunun
epey üstünde enerji harcıyor.
karşı çalışmasından endişe ediyorlar.
Gerçekte ise Türkiye hiçbir yere gitmiyor.
Türkiye’nin Washington’la ilişkileri kopmuş
gibi algılandığında, Türkiye’nin bölgede
sahip olduğu şu anki itibar büyük sıkıntı
çekecektir. Her iki ülkenin de birbirine
ihtiyacı var.
Problem şu ki birbirleriyle iletişim kurma ve
birbirlerini anlama sıkıntısı çekiyorlar. ABD
kendisini AK Parti yönetimideki Türkiye
gerçekliğine ayarlamak zorundayken Ankara
da küresel bir güç olarak ücra köşelerde çok
sayıda çıkarı bulunan ve sadece Türkiye’nin
bölgesine odaklanmakla kalmayan ABD’yi
nasıl idare edeceğini öğrenmek zorundadır.
ABD, Türkiye’nin iç dönüşümünü ve bunun
iki ilişkilerdeki yansımasını kabul etmelidir –
ABD’nin alışkın olduğu seçkinlerin yani
İstanbul merkezli iş çevresinin ve askerlerin
artık borusu ötmüyor. Kumanda kolları daha
muhafazakar, dindar ve fakat pazar
yönelimli Anadolulu seçkinlerin elinde artık.
Yeni pazarlara açılmak, mevcut pazarlarda
derinleşmek ve ticari fırsatların pek çoğunu
değerlendirmek, tüm bunlar, Türk dış
politikasına yön veriyor. Türkiye’nin
ekonomisi ihracata bağımlıdır ve Türk
şirketleri, yeni pazarlarda kendilerine yardım
etmesi için hükümetin gözüne bakıyorlar.
İran vakasında bile görülebilir bu.
Türkiye’nin istediği son şey, Irak’tan sonra
sınırlarında yaşanacak bir başka çatışmadır
zira istikrarsızlık, ticari ilişkileri sekteye
uğratır. Dahası Türkiye, İran dâhil
Ortadoğu’daki herkesle ticari ilişkileri
artırmak için bu yeni gücünden yararlandı.
Uluslararası müeyyidelere rağmen Erdoğan,
karşılıklı ticari hacmi gelecek beş yıl zarfında
üç katına çıkarma çağrısı yaparak, BM
Güvenlik Konseyi’nde İran’a verdiği desteği
karşılıklı ticari hacmi iyileştirmek için
kullandı.
Türkler ise Washington’a karşı her daim ilkel
ve komplocu bir yaklaşım sergilediler, ki
Amerikan çıkarlarını yanlış anlayıp yanlış
yorumlamalarına yol açmıştır. Bunun en iyi
örneği, Türkiye ve Brezilya’nın İran nükleer
programı için aracılık çabaları sırasında
görülmüştür; Ankara, Obama yönetiminin
nükleer
silahların
yayılmasıyla
ilgili
endişelerini, nükleer silahların sayısını
azaltma arzusunu ve Rusya’yla START
anlaşmasını imzalamasını büsbütün yanlış
okumuştu.
ABD-Türkiye ilişkilerinin mevcut durumu
nedir?
Erdoğan’ın ve AK Parti’nin ülke içindeki
mevcut güçleri sayesinde Ankara’nın
uluslararası sahada daha saldırgan olacağı
endişeleri var. Ancak bu her iki yönde de
olabilir. Kendisini daha güvende hisseden bir
Erdoğan seçimlere daha rahat ve daha
dingin gidecek ve böylece popülist, ulusçu
Türkiye’yle ilişkileri bakımından, ABD’ye
daraltı ve derin düşünce hâkim. Türkiye’nin
küresel meselelerde oynadığı daha güçlü
role bakınca, Washington’da biraz ters tepki
var. Politikacılar, Türkiye’nin Doğuya
meyletmesinden ve Amerikan çıkarlarına
154
ve tantanalı politikalara eğilim göstermek
azalacaktır.
Washington’la
ilişkilerin
kızışmasının ona bir hayrı dokunmayacaktır
zira Türk seçmenlerinin daha az savaşçı,
daha olgun ve daha yapıcı bir liderlik
gözleyeceği vakit hızla yaklaşıyor. ABDTürkiye ilişkileri için hayra alamettir bu.
ABD ve Türkiye’nin her meseleye aynı gözle
bakmalarının bir garantisi gene de yok.
Türkiye-Amerika ilişkileri en iyi zamanlarda
bile zorlu ve acılıydı ve ABD Dışişleri
Bakanlığı, Türkiye’de nüfuz tasarrufu için
Pentagon’a bel bağlamaya alışkındır. Şu an
farklı olan, Türkiye ve Amerika’nın ters
düştükleri meselelerin geçmişe nazaran çok
daha fazla sayıda ve daha karmaşık
olmasıdır.
23 Aralık 2010
Kaynak: Carnegie Vakfı
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
155

Benzer belgeler