Türk dış politikası hakkında yayınlanan makaleler
Transkript
Türk dış politikası hakkında yayınlanan makaleler
DÜBAM Elin Aynasında Yeni Türk Dış Politikası Hazırlayan: Ertuğrul Aydın DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM 1 Genel Yayın Yönetmeni Akif Emre Genel Yayın Koordinatörü Ertuğrul Aydın Mart 2011 DÜBAM Yayınları Küresel İletişim Merkezi Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22 www.dunyabulteni.net 2 İçindekiler Mumyalar ve Ortadoğu’ya yeni modeller - Pepe Escobar ............................................................... 6 İran’la müzakerelerde Türkiye’nin rolü - George Friedman .......................................................... 12 Washington Türkiye’yi yanlış okuyor - Michael Goldfarb ............................................................ 17 Türkiye-Arap ekonomik ve askeri işbirliği nereye kadar ileri gidebilir? - Aram Nergizyan ......... 20 Pax Ottomana? Türkiye’nin yeni dış politikasının karma başarısı - Hugh Pope ........................... 23 Türkiye, Araplara parlak bir geleceğin yolunu gösterebilir mi? - Marco Vicenzino ..................... 27 Türkiye’ye kara çalanların tarihi körlüğü - Aliza Marcus .............................................................. 29 Yeni kurallar: ABD, faal ve bağımsız bir Türkiye’ye muhtaç - Thomas P.M. Barnett ................. 32 Türkiye bunu başında fes olmadan yapıyor - Michael C. Desch ................................................... 35 Türkiye kavşakta - Couloumbis,Ahlstrom & Weaver .................................................................... 38 Türkiye: Modernleşmenin doğası – I -Aleхander Sotnichenko ..................................................... 40 Yeni Türkiye-Rusya ekseni - Eric Walberg ................................................................................... 43 Türkiye ve Japonya dönüm noktasında - Michael Auslin .............................................................. 46 Çin Hava Kuvvetleri Türkiye’ye niçin gitti? -Gavin M. Greenwood ............................................ 48 Ankara ve Brüksel karşı karşıya - Amani Maged .......................................................................... 50 Türkiye Doğuya mı kayıyor? - Joshua Kucera............................................................................... 52 Son sultana modern bir görünüm - Sami Mubayed ........................................................................ 55 Türkiye’nin ASEAN çıkarması - Kavi Chongkittavorn ................................................................. 57 Türkiye anahtardır - İsrael Şamir ................................................................................................... 59 Türkiye'yle konuşmak - Arnaud de Borchgrave ............................................................................ 62 Türkiye, ABD ve imparatorluğun alacakaranlığı - Conn Hallinan ................................................ 64 Atatürk ve Türk dış politikası - Daniel Larison ............................................................................. 67 Türkiye’nin dünya diplomasisi’ndeki yeni yeri - Couloumbis, Ahlstrom, Weaver ....................... 69 Türkiye ve neoconlar - Stephen M. Walt ....................................................................................... 71 Türkiye ve Brezilya Gazze ablukasını “bağlantı kurarak” kaldırabilirler - Robert Naiman .......... 73 Türkiye-Brezilya ortaya atıldı - Doug Saunders ............................................................................ 76 Türkiye ve Rusya “ötekiler ekseni” kuruyor - Adrian Pabst .......................................................... 78 ABD ve Türkiye'nin arası açılıyor - Ted Galen Carpenter............................................................. 80 Türkiye’de darbecileri mat etmek - Maksud Javadov .................................................................... 83 Türkiye yükseliyor, Araplar batıyor - Halid Amayreh .................................................................. 86 Türkiye-İsrail ilişkilerinin yeni doğasına bir bakış - Elias Vahedi ................................................ 89 Yeni Türkiye değil, doğru zaman - Remzi Barud .......................................................................... 92 Türkiye'nin büyüsü - Selam A. Selam ............................................................................................ 94 Türkiye Arapların abisi rolünü benimsedi - Sami Mubayed .......................................................... 96 Türkiye-İsrail ilişkileri - Mustafa Abdulaziz Mursi ..................................................................... 100 Türkiye-Ermenistan arasındaki yumuşama ABD adına niçin iyidir? - Ian O. Lesser .................. 103 Eski Amerikan müttefikleri stratejik kuşakları çevreliyor - Leon Hadar ..................................... 105 Ortadoğu'nun gerçek tek ülkesi Türkiye - Rami G. Huri ............................................................. 108 Araplara yeni bir vizyon gerekli - Emin Huveydi ........................................................................ 110 Türkler, Kürtler ve İsrail - Patrick Seale ...................................................................................... 112 Ortadoğu'da güç Türkiye ve İran'a doğru kayıyor - Alastair Crooke ........................................... 114 İran, Türkiye ve bölgesel istikrar - Muhammed Khajouei ........................................................... 116 Bir Stratejik İttifak: Türkiye ve İsrail - Alon Ben-Meir ............................................................... 118 3 İran Türkiye için Rusya'dan vaz mı geçiyor? - MeIr CavIdanfer ................................................ 121 Türkiye'nin dış politika çalımı - Michael A Reynolds ................................................................. 123 Türkiye ve İran; bölge üzerinde hakimiyet için rekabet mi? - Muhammed Selman el-Abudi ..... 127 Türkiye ve İsrail'in zıt güzergâhları - Murhaf Jouejati ................................................................. 129 Ortadoğu barış diplomasisinde Türkiye'nin artan rolü - Steven A. Cook .................................... 131 Osmanlıya Duyulan Özlem - Nadya Hicab .................................................................................. 135 O halde İsrail'in dostu kim? İpucu: Amerika değil - Tony Karon ................................................ 137 Türk İkilemi - Jeffrey Azarva...................................................................................................... 139 Türk Tavsiyeleri - Ghassan Charbel ............................................................................................. 141 Türkiye'nin Kafkasya'daki Sıkıntısı - Michael Reynolds ............................................................. 143 Türkiye'nin yürekli sivil liderliğine alkış - Rami G. Huri ............................................................ 148 Türkiye’nin küçük ortak olduğu dönem bitti - F.Stephen Larrabee ............................................. 150 Türkiye’nin yeni küresel rolü - Henry J. Barkey ......................................................................... 153 4 Sunuş 2008’den 2011 Mart ayına kadar Türk dış politikası hakkında Dünya Bülteni’nin tercüme ettiği dış basında ve elektronik medyada yayınlanmış makaleleri arşivlik değerinden dolayı tarihi sırasına göre bir dosya olarak ilgilisine sunuyoruz. Sadece arşivlik değerinden dolayı mı? İster dost isterse düşman olsun, ayna tutanların önemini takdir ettiğimiz için de. Faydalanmasını bilenler için. DÜBAM 5 arasında bölünme çözüldüğünden dolayı hukukçular, doktorlar, tekstil işçileri – yani sivil toplum yelpazesi – bir hususta mutabık: Bir teokrasiye veya askeri diktatörlüğe razı olmayacaklar. Tam demokrasi istiyorlar. Mumyalar ve Ortadoğu’ya yeni modeller - Pepe Escobar Mısır’da Luksor’daki bir yeraltı tapınağında üç mumya bulundu. Tercüme edilen hiyerogliflerde mumyaların Medeniyetler Çatışması, Tarihin Sonu ve İslamofobi oldukları tespit edildi. Mumyalanmadan evvel 20. Yüzyılın ikinci on yılına kadar Batı bölgelerine hâkim olmuşlardı. Bunun zımnen ifade ettiği şeylerin Batılı diplomatik çevreleri titretmesine şaşırmayın. Seçilmiş sivil bir hükümete karşı az da olsa hesap veren bir Mısır ordusu İsrail’in Gazzeli Filistinlileri kuşatmasına veya CIA’nin terör zanlılarını Mısır hapishanelerine atmasına yahut da İsrailFilistin barış süreci denilen ucube maskaralığa körü körüne iştirak etmeyecektir. İşin bu kısmı halledildi. Ortadoğu, onlar olmaksızın, yeni bir şekilde anlaşılması gereken yepyeni bir dünya. Evvelce can çekişen istikrar ülkesi Mısır, ki Washington’da her kim olursa olsun can ciğer kuzu sarması olmuştur, Ortadoğu’nun yeni Büyük Oyunu’na savruldu. Soru şu: Mısırın ve Ocak-Şubat aylarında sarsıcı, şiddet dışı gösteriler için sokaklara dökülen milyonlarca Mısırlıların kaderi ne olacak? Ayrıca, halledilmesi gereken pek çok sıkıcı mesele var. Mesela Eylül seçimlerine doğru Ordu yönetiminde ilerleyen geçiş süreci, ekonomik göstergeleri nasıl etkileyecek? Mısır’ın ithalat faturası 2009 yılında 56 milyar dolar iken ihracatı sadece 29 milyar dolardı. Turizm, dış yardım ve borçlanma yoluyla aradaki boşluk kapandı. Ayaklanma, turizmi bunalıma soktu ve gelecek aylarda kimin, ne tür borç ve yardım vereceğini bilen yok. Söylemesi zor tabi zira gölge oyunu bir kural; ve kuralın gerçeklerini ayırt etmek zor. “Siyasetin” onlarca yıl “ordu” anlamına geldiği bir ülkede “demokrasiye geçişi” güya koordine eden kilit şahsiyetin Firavun Hüsnü Mübarek’in atadığı Yüksek Askeri Konsey üyesi Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi olduğunu kaydedelim. Halk baskısı hiç değilse Tantavi’nin askeri cuntasını geçiş dönemi başbakanı olarak Tahrir Meydanı dostu eski ulaştırma bakanı Essam Şeref’i atamaya mecbur etti. Bu arada, ülke, halkı yarı aç yarı tok da olsa beslemek için 2011 yılında en az 10 milyon ton (eğer fiyatlar yükselmeye devam etmezse 3,3 milyar dolarlık) tahıl ithal etmek zorunda. Mübarek’in bayağı mirâsının küçük bir parçasıdır bu; günde 2 dolardan daha az bir gelirle yaşayan 40 milyon Mısırlının yani nüfusun yarısının da içinde bulunduğu bu mirâstan bir gecede kurtulunmaz. Unutmayın, Mübarek döneminin nefret edilen olağanüstü hal kanunları – Mısır’daki ayaklanmayı teşvik eden unsurlardan biridir – halen yürürlükte ve ülke aydınları, siyasi partiler, sendikalar ve medya, hepsi de bir karşı devrimden korkuyorlar. Aynı zamanda, fırsatçıların Tahrir Meydanı devrimini ele geçirmeyeceklerinde veya isim değişikliğine gidemeyeceklerinde ısrar ediyorlar. Ülkedeki psikolojik Korku Duvarı çöktüğünde Liberalizm, sekülerizm ve İslamcılık Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki (kısaltması: ORKA) barışçıl devrimlerin silindir gibi üzerinden geçtiği Washington ve yaşlanan Avrupa Kalesi, korku dolu ve kafa bulanıklığı içerisinde debeleniyor. Ortadoğu’yu açıklamak için onlarca senedir kullanılagelen kültürel şablonların nasıl olup da kayıplara karışmayı başardığını Kuzey 6 Afrika’daki toz duman durulduktan sonra bile anlayacakları şüphelidir. Türkiye’de 1950’lerde başlayan gerçek demokratikleşme süreci, uzun bir yol olduğunu ispatladı. Ama dönemsel askeri darbelere ve Türk ordusunun devam eden siyasi gücüne rağmen, seçimler serbestçe yapılmayı sürdürdü. Şu an iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi 2001 yılı Ağustos ayında Müslüman Kardeşlerinkine benzer daha muhafazakâr İslamcı bir grup olan Refah Partisi’nin eski üyelerince kuruldu. 20111 Büyük Arap Devrimi’yle ilgili en sevdiğim sözler Tunuslu Sarhan Duib’e aittir: “Bu devrimler, Bush’un Arap dünyasını şiddet kullanarak demokratikleştirme niyetine bir cevaptır.” Kiralık veya satılık modeller TESEV yedi Arap ülkesi ve İran’da yapılmış bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarını 3 Şubat’ta açıkladı. Katılımcıların yüzde 66’sı Ortadoğu için ideal model olarak İran’ı değil Türkiye’yi görüyor. Le Monde’dan Financial Times’a kadar medya kalabalığı hemfikir şimdi. Neticede Türkiye câmi ve devlet ayrımının hüküm sürdüğü, çoğunluğu Müslüman bir ülke, işleyen bir demokrasidir. AK Parti yumuşadıkça, İslamcıların iş dünyası ve Avrupa Birliği yanlısı kanadı merkez siyasetçilerle karıştı ve en nihayet 2002’de iktidara geldi. 1920’lerden beri gücü elinde bulunduran ordunun ve İstanbul merkezli geleneksel laik seçkinlerin boğucu elleri işte ancak bundan sonra yavaşça gevşetilmeye başlandı. AK Parti, 1924’te Mustafa Kemal Atatürk’ün getirdiği laik sistemi parçalama rüyası görmedi. Atatürk’ün yerleştirdiği medeni hukuk İsviçre’den alınmıştı. Ülke ağırlıklı olarak Müslüman ama halkı Humeyni İran’ı gibi dinin kılavuzluk ettiği bir sistemden hazzetmeyecektir. Oxford’daki yıldız âlim Tarık Ramazan, Müslüman Kardeşlerin kurucusu Hasan el Benna’nın torunudur, “Türk tarzını” “bir ilham kaynağı” olarak gördüğünü söyledi. Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Şubat ayı sonlarında yeni Türkiye’nin emellerini güç bela gizleyen aşırı bir tevazûyla, ülkesinin Ortadoğu için bir model olmak istemediğinde ısrar edip “ama ilham kaynağı olabiliriz” diyerek Tarık Ramazan’a katıldı. AK Parti, Avrupa’daki 1950 sonrası Hıristiyan Demokratların muadili olarak görülmelidir –dinamik, iş-ticaret odaklı, dini kökenli muhafazakârlar. Mısır’da, Müslüman Kardeşlerin ılımlı kanadı ile AK Parti arasında pek çok benzerlikler var ve ilham için AK Partiye bakmaktadırlar. Yeni Mısır’da, en nihayet meşru bir siyasi parti olacaklar ve çoğu uzman, yeni dönemin ilk seçimlerinde yüzde 25-30 arası oy alacaklarına inanıyor. Mısırlı Marksist ekonomist Samir Amin – gelişmekte olan dünyada saygı duyulan bir isimdir – Türklerin, Mısırlıların ve diğerlerinin ümidi her ne olursa olsun, Mısır’ın kaderi hakkında Washington’ın başka bir fikri olduğundan şüphelendiğini söyledi. Samir Amin, Washington’ın Türk modeli değil Pakistan modeli yani İslami iktidar ve askeri diktatörlük karması bir model istediğine inanıyor. Amin, “Mısır halkı artık iyice politize olduğundan dolayı” bu modelin tutmayacağına kani. Her yol Tahrir’e çıkar Türk eleştirmenler – genelde Batı yönelimli teknik ve idâri bir kasttır – İslam ve demokrasinin örtüştüğü modelin başarılı bir pazarlama dalaveresi olduğu, daha kötüsü, 7 Rusya’nın Ortadoğulu versiyonu olduğu suçlamasını yapıyorlar. Her şeyden evvel ordu, devletin laik vasfının garantörü olarak perde gerisinde orantısız bir güç kullanmaktadır. Ülkedeki Kürt azınlık ise (Hıristiyanlara ve Kürtlere daha fazla haklar veren anayasa değişikliklerine Eylül 2010’da yapılan referandumda evet dediler ama) sisteme gerçekte entegre edilmiş değillerdir. Mübarek’in ahbap çavuşlarının (aynı zamanda müesses askeri nizâmın) kendilerini zenginleştirmelerine fırsat veren bir - yoksullaşmayı birbirine bağlayarak meselenin özüne varmıştır. Er ya da geç kağıtlar açıldığında, ordunun ekonomiyi bu şekilde ve bu denli denetim altında tutuyor olması kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir; mesela orduya ait şirketler su, zeytin yağı, çimento, inşaat, otelcilik sektöründe ve petrol sanayisinde voliyi vurmaya devam ediyor; Nil Deltası’nda ve Kızıl Deniz’de büyük arazi parçaları rejimin istikrarını garanti altına alan “hediyeler” - yine ordunun elindedir. 2006’da Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan Pamuk, muhteşem Osmanlı geçmişi olan Türkiye’nin hiçbir dünya gücü tarafından sömürgeleştirilemediğini, dolayısıyla da Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bir kısmında “Batıyı yüceltmenin” veya “Batıyı taklit etmenin” Frantz Fanon veya Edward Said’in tanımladığı küçümseyici çağrışımlarının bulunmadığını kaydediyor. Batı’daki kilit sektörlerin Mısır’da “güvenli” bir Türk modeli için bastırmalarında şaşılacak bir yön yoktur. Ancak ülkedeki sefâlete bakınca, genç göstericilerin ve onlara destek veren işçi sınıfının Türk tarzı neoliberal, İslamo-demokratik sistem ihtimaliyle yatıştırılmaları bile olası değil. Bu solcu/İslamcı koalisyonu işçi dostu, bağımsız, bihhakın egemen bir demokrasi uğruna çarpışmaktadır. Bu yeni bağımsız manzaranın mevcut statüsko adına nasıl da sarsıcı olabileceğini görmek için Seyfül İslam’ın satın aldığı gibi London School of Economics’ten doktora almaya ihtiyaç yoktur. 2002’de Türkiye’nin askerden arındırılmış demokrasi yolu ile Mısır’ın genç göstericilerinin ve yeni doğan siyasi partilerinin önündeki yol arasında büyük farklılıklar var. Türkiye’deki kilit aktörler iş dünyasındaki İslamcılar, muhafazakârlar, yeni-liberaller ve sağcı ulusçulardır. Mısır’da ise İşçi yanlısı İslamcılar, solcular, liberaller ve sol ulusalcılardır. Tahrir Meydanı devrimi esasen iki gençlik grubu tarafından başlatıldı: 6 Nisan Gençlik Hareketi (grevlerde işçilerle dayanışma içine girmişlerdir) ve Hepimiz Halid Saidiz (polisin gaddarlığına karşı seferber etmiştir). Daha sonra Müslüman Kardeşler eylemcileri – ve çok önemlidir – örgütlü emek, IMF’nin “yapısal ayarlamalar” zehrinden çok çekmiş işçi (ve işsiz) kitleler de onlara katıldı (Bir IMF heyeti Nisan 2010’da Kahire’yi ziyaret etmiş ve Mübarek’in kaydettiği ilerlemeleri övmüştü). Ayna, ayna söyle bana Yanlış anlamayın: Tahrir Meydanı’ndaki eylemciler Türk sistemini Mısır’da üretmeyi istesinler veya istemesinler, Türkiye Mısır’da ve Arap dünyasında müthiş popüler bir ülkedir. George W. Bush’un Irak’ı işgal için Türk topraklarını kullanma talebini geri çevirerek bağımsızlıklarını tesis ettiklerinden dolayı ülkenin 2003 yılından beri yükselişte olan bölgesel liderliğini pekiştirmek için Ankara siyasetçilerine mükemmel bir tablo sunmaktadır. İsrail komandolarının Özgür Gazze Filosu fiyaskosunda öldürdüğü dokuz kurbandan sekizi Türk çıktığında bu Tahrir Meydanı’ndaki devrim, gayet anlaşılabilir bir şekilde gerekli tüm bağlantıları kurmuştur. Acınası derecede düşük ücretleri, kitlesel işsizliği ve 8 popülarite daha da arttı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “kanlı katliamdan” dolayı İsrail’i şiddetle kınadığı anda artık Gazze Kralı’ydı. Mübarek, 2011 cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayacağını ilan ederek Tahrir Meydanı gösterilerine karşılık verdiğinde Başkan Obama pek bir şey söylemedi; İngiltere eski başbakanı Tony Blair Mısır’ı “aceleyle seçime koşturmama” yönünde zorladı. Erdoğan’a gelince, El Cezire’deki canlı yayında tüm İslam dünyasının gözü önünde Mübarek’e cumhurbaşkanlığından çekilmesini âdeta emretti. Karadeniz, Kafkaslar, Hazar, Orta Asya, Basra Körfezi, Ortadoğu ve Akdeniz. Türkiye bugün kilit bir oyuncu ve bu bölgelerin büyük bir çoğunluğunda halklar gözünü gerçekten de Türkiye’ye çevirmiş bir haldeler. Ankara’nın Ortadoğu’da dikkate alınacak bir güç olacağına kâni olan Davutoğlu için fekalâde bir andır bu. Yeterince basit ifade ettiği üzere “burası bizim evimizdir.” Türkiye’nin “stratejik derinlik” fikrini alın ve 2011 Büyük Arap Devrimiyle birleştirin; Erdoğan’ın sadece Türk modelini Mısır’ın hatta Ortadoğu’nun modeli yapmaya değil aynı zamanda bölge ve Batı arasında müstakbel aracı olarak Mısır’ı sahne gerisine atmaya niçin teşebbüs ettiğini anlayacaksınız. Erdoğan ve Davutoğlu’nun bu yönde ilerledikleri kendilerini Suriye ve İsrail arasında aracı olarak yerleştirmeye çalışmalarından ve İran’a yönelik karmaşık bir siyasi, diplomatik ve ekonomik açılım başlatmalarından bellidir. Washington, gönülsüzce ve karmakarışık şekilde de olsa, Mübarek’in sağlam savunucuları İsrail ve S. Arabistan’ın yanında, tarihin yanlış tarafında oyalanırken, bölge siyasetinin akıllıca bir değerlendirmesini yapan Erdoğan kendi kaderlerini çizmek isteyen Mısırlıları desteklemeyi tercih etti. Ve amorti etti. Mesele Amerika’nın Türkiye’yi “kaybetme” meselesi değildir; bazı eleştirmenlerin itham ettiği gibi Erdoğan yeni-Osmanlı halifesi (o da ne demekse) olma rüyası görüyor da değildir. Burada anlaşılması gereken, yeni bir Türk kavramıdır: Stratejik derinlik. Bunun için bir kitabın kapağını çevirmemiz lazım: “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu.” 2001 yılında İstanbul’da yayınlanan kitabı şu an Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu Marmara Üniversitesi uluslararası ilişkiler bölümünde hocalık yaptığı zamanda kaleme almıştı. Tarihi ironilerden bahsedersek, İran’ın köktenci liderleri kendilerine derin bir husûmet besleyen Mısır rejiminin yok olup gitmesini izlerken, İran’ın Yeşil Hareketi protesto gösterileriyle Tahran’ı aniden sarmaya başladı - tam da Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ülkeyi ziyareti sırasında. Gösterilere (Tahran standartlarına göre) kadife eldivenle muamele edildi zira molla diktatörlüğü, Arap kitle hareketleri için bir numaralı ilham kaynağı olma hususunda kendisini Türk müttefiki karşısında kaybedebileceği bir rekabette buldu. Davutoğlu bu kitapta – artık iyice yaklaşan – bir geleceğe bakmış ve Türkiye’yi eşmerkezli üç halkanın merkezine yerleştirmişti: 1) Balkanlar, Karadeniz havzası ve Kafkaslar; 2) Ortadoğu ve Doğu Akdeniz; 3) Basra Körfezi, Afrika ve Orta Asya. Türkiye’nin gelecekteki nüfuz alanlarının en az sekiz tane olduğuna henüz 2001 yılında bile inanıyordu: Balkanlar, Java: Kahvenizin yanında Demokrasi ister misiniz? Şayet Mısırlılar demokrasinin tesisi hakkında ders çıkarmak istiyorsa, Türkiye hiç de tek ilham kaynağı değildir. Örneğin, Latin Amerika’ya bakabilirler. Güney 9 Amerika 500 yıldır ilk kez tam demokratik. Soğuk savaş döneminde Mısır’da olduğu gibi Latin Amerika’da da diktatörler ve askeri düzen hâkimdi. Mesela Brezilya’da askeri diktatörlüğü geride bırakan “yavaş, tedrici ve güvenli” siyasi açılım uygulamada bir on yıl aldı. büyük bir sorun; zenginlik ve hak (bazılarının da dediği gibi, benzer şey ABD için de geçerlidir) konusunda daha kırk fırın ekmek yemek lazım. Ama bugün hukukun üstünlüğü hâkimdir. Bir İslam devletinin hiç şansı olmadı. Bugün Endonezyalıların sadece yüzde 25’i oylarını İslamcı partilere veriyor; Müslüman Kardeşlerin ideolojisinden olan ama resmi olarak gayri Müslimlere de açık tutulan Refah ve Adalet Partisi, Başkan Yudhoyono’nun kabinesindeki 37 sandalyeden sadece dördünü elinde bulunduruyor ve 2014 yılında yapılacak seçimlerde oyların yüzde 10’nundan fazlasını da ummuyor. Yani sabır gerekir. Aynı şey bir başka model için de geçerlidir: Endonezya. 32 yıl iktidar süren Amerika destekli yaşlı bir diktatör, Şuharto, Kahire’ye yaptığı ziyaretten döndükten sadece birkaç gün sonra istifa etti. Endonezya o vakitler 2011’in Mısır’ına benziyordu: Batı dostu, ağırlıklı olarak müslüman, solcu entelektüelleri ve siyasi İslam’ı ezmiş mega-yolsuz bir askeri diktatörün fakirleştirdiği ve ondan yaka silken bir ulus. Endonezyalılar ABD’ye yakın duruyor ve Washington, Çin’e karşı ağırlık olması için Endonezya’ya kur yapıyorsa da, Brezilya büyük bir popülaritesi olan Lula da Silva döneminde daha bağımsız bir yol tutturdu (Latin Amerika’nın büyük bir kesimi için de doğrudur bu). Bu süreç yaklaşık 10 yıl aldı ve gelecekteki tarihçiler tarafından Berlin Duvarı’nın yıkılışı kadar önemli görülebilecek bir olaydır. Aradan geçen 13 yıl sonra, Endonezya bugün dünyanın üçüncü büyük demokrasisi ve Güneydoğu Asya’nın en özgürü; seküler bir hükümeti, hızla büyüyen bir ekonomisi var ve ordusu siyaset dışında duruyor. Hâlâ canlı anılarım var; 1998 Mayıs’ında bir gün başkent Jakarta kelimenin tam anlamıyla yanıyorken, yükselen duman sütunlarında öfke patlaması yaşanırken bisiklete biniyordum. Washington o vakitler müdahale etmemişti; Çin veya ASEAN’ın 10 üyesi de. Endonezyalılar kendi başlarının çaresine baktılar. Geçiş süreci daha önce büyük ölçüde gözardı edilen anayasayı takip etti. (Mısır’da ise anayasanın referandumla değiştirilmesi gerekiyor.) Doğru, Endonezyalılar bir süre Şuharto’nun kendi elleriyle seçtiği başkan yardımcısı B.J.Habib ile birlikte yaşamak zorunda kaldılar (Mübarek’in kendi elleriyle seçtiği “İşkence Şeyhi” meymenetsiz Ömer Süleyman’ın tam aksine cana yakındı o.) Seçim çalışmaları, seçim kanunlarının değiştirilmesi, meclisteki atanmış vekillerden kurtulmak bir yılı aldı. İlk başkanlık seçiminin yapılması için altı yıl geçmesi gerekti. Ve evet, yolsuzluk halen 1989, Doğu Avrupa’da, küresel pazara erişmek isteyen insanların ayaklanma zinciri olarak görülebilir kısmen de olsa. Büyük Arap Devrimine gelince, o daha ziyâde aynı pazarın diktatörlüğüne karşı bir ayaklanmadır. Tunus’tan Bahreyn’e kadar tüm göstericiler sosyal katılım, yeni daha iyi sosyal ve ekonomik sözleşmeler lehine yola düştüler. Latin Amerika’da bu sarsıcı ayaklanmalara müthiş bir sempatiyle ve “biz yaptık, şimdi de onlar yapıyor” hissiyle bakılmasına şaşmamalıdır. Gelecek elbette ki bilinmiyor fakat on veya yirmi yıl sonra Mısırlıların ve diğer Arap halkların Türk modeline veya Brezilya yahut Endonezya modeline değil de yepyeni bir yola koyulduklarını söyleyebiliriz. Gelecek, 10 Kahire’den Tunus’a, Bingazi’den Manama’ya, Cezayir’den (Allah’ın izniyle) Suud hanedanı sonrası bir Arabistan’a kadar, yeni bir siyasi kültürün icâdına ve yerli ve ümit o ki, yeni ve şaşırtıcı şekillerde demokratik yeni ekonomik sözleşmelere gebe olabilir. Bu bizi tekrar Türkiye’ye getiriyor. İslam’ın yepyeni, bugünden hiç kimsenin bir ipucuna bile sahip olmadığı, Avrupa’daki din ve siyaset ayrımına benzeyecek şeyin yapıtaşı olması pekâla mümkündür. 1968 ruhuyla, bir Arap Banksy [Banksy, duvar resimleriyle ünlü bir sanatçıdır] bile resmedebiliriz. Boydan boya Arap başkentlerine nakşediyor: “İktidarda Muhayyile” 18 Mart 2011 Kaynak: Tomdispatch Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 11 sık sık tatlı dil dökülen taraf olmalarını sağlayacak bir dinamik yarattılar. Diğerlerinin de açık rızasıyla yedinci bir ülke, Türkiye, kendisini iki taraf arasında kolaylaştırıcı ve belki de aracı olarak yerleştirdi: Bir yanda ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya, diğer yanda İran. Bu öyle bir dizi ki tekrarlamaktan kendimi alamıyorum. İran’la müzakerelerde Türkiye’nin rolü - George Friedman P5+1’in İran’la müzakereleri 21-22 Ocak‘ta başlayacak. Diplomasi dünyasının anlaşılmaz jargonuna âşina olmayanlar için söyleyelim: BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi (ABD, İngiltere, Fransa, Çin, Rusya) artı Almanya arasındaki müzakerelere P5+1 deniliyor. Bu altı ülke, bir ülkeyle, İran’la müzakere yapıyor olacak. Toplantılar bir diğer ülkenin, Türkiye’nin himâyesinde İstanbul’da gerçekleşecek. Türkiye aracılık yapmayacağını sadece toplantıya ev sahipliği yapacağını söyledi. Bu rolde kalmak Türkiye için zor olacaktır. Kuzey Kore’ye askeri bakımdan hiç kimse bir şey yapmıyor çünkü menzili Seul olan topçusuyla bile bir tehditten çok bir nüans meselesidir (sabit topçu bataryaları Amerikan hava gücü için mükemmel hedeflerdir). Müzakereler ve yer yer yapılan yardımlar sorunu çözüyor. İran’ın durumu ise çok daha önemli ve potansiyel nükleer silahların da ötesine geçiyor. Eğer ABD bölgeden çekilse, İran, nükleer silahı olsun olmasın, Basra Körfezi’ndeki en kuvvetli konvansiyonel silah gücü olur. ABD’nin bu yılın sonuna kadar Irak’tan çekilmesinin resmi zaruret olmasına bakınca, İran kayda değer ölçüde daha da kuvvetlenmiş oluyor. İranlılar, beş ülkenin (ABD, Çin, Japonya, Rusya ve G. Kore) kendisine diplomatik emsalleri gibi muamele etmeleri için nükleer programını bir çerçeveye dönüştüren Kuzey Kore’den görüp öğrendiler. Sovyetlerin çöküşünden ve Çin’in kendisini uluslararası ticarete vermesinden beri rejim bekasını dert edinen Kuzey Kore’nin ciddi bir güç gibi muamele görmesi onun nezdinde esaslı bir diplomatik vuruştur. Bunu sırf nükleer silah geliştirme tehdidi başarmıştır. Biraz geriye çekilir ve Kuzey Kore ekonomisinin Üçüncü Dünya ülkeleri arasındaki en sefil ekonomilerden biri olduğunu, nükleer yeteneklerinin ispatlanmamış olduğunu göz önüne alırsanız, beş büyük güçle müzakere için ikna edilen taraf olması (sık sık reddetmesi ve sonra tatlı dil dökerek ikna edilmesi) tam bir kazanımdır. Kuzey Kore’nin amacı rejim bekasıdır. Bunun ötesinde bir amacı yok. İran’ın emelleri arasında rejim bekası var ama ötesi de var. Doğrusu, rejime karşı bazı tehditler varsa onlar da dışarından değil İran içerisinden gelmektedir ve hiçbiri de rejim değişikliğine yol açacak denli güçlü değiller. Dolayısıyla İran, gücünü korumaktan ziyade onu pekiştirme istikametindedir. Tarihi bir fırsatla karşı karşıya ve bir kara savaşına bulaşmadan onu kullanmak istiyor. İran bir fırsatı kullanıyor Irak’taki Amerikan askeri varlığının azalması ilk adımdır. Irak’taki Amerikan gücü azalırken, İran’ın gücü artıyor. Muktada Sadr geçen hafta İran’dan Irak’a döndü. Sadr, Irak’taki İran yanlısı, Amerikan karşıtı güçlü bir milis grubunun ideriydi ve Amerikan İranlılar da benzer bir mevki edindiler. Müzakerecilerin en zayıfı olmalarına nazaran, dünyanın en güçlü altı ülkesiyle masaya oturmalarını ve Kuzey Koreliler gibi 12 kuvvetlerinden gördüğü ağır baskı yüzünden dört yıl evvel Irak’tan ayrılmıştı. Dönme kararı sırf ona ait değil. Aynı zamanda bir İran kararıdır bu ve zamanlaması mükemmeldir. İran yanlısı Nuri el Maliki başbakanlığında şu an hükmi bağımsızlığı olan bir Irak hükümeti var ve Amerikan askerleri çekilmek üzere iken Sadr’ın ileri sürülmesi, ABD’nin direncinin, Irak’taki mütefiklerinin ise güvenlerinin azaldığı bir sırada Irak hükümeti üzerindeki İran baskısını artırmaktadır. diplomatlarına ve küçük gruplar halinde ülkeye yayılmış yardım işçilerine saldırdıklarından dolayı nedâmet getirmeyeceklerdir şüphesiz. ABD yaklaşık 170.000 askerle Irak’ı kontrol edememişti ki İranlılar öteki yolu tercih ettikleri takdirde, 50.000 yahut daha az sayıda asker, Amerika’nın kayıplar vermesiyle sonuçlanacaktır. Ve bu kayıplara askeri veya siyasi bir başarı ümidi eşlik etmeyecek. Amerika’nın Irak’taki askeri kuvvetlerini çarpıcı biçimde artırmaya hazırlanmadığı varsayıldığında, İranlılar şu an tarihi bir fırsatla karşı karşıya. ABD’nin seçenekleri ABD şu an can alıcı bir seçimle yüz yüze gelmiştir. Irak’taki kuvvetlerini çekmeyi sürdürürse, Irak bir İran uydusuna dönüşecektir. Şiiler arasında bile İran karşıtı olanlar var elbette ama İran’ın örtülü yetenekleri ve açık nüfuzu, yanı sıra sınırdaki askeri mevcudiyeti, Irak’ın direnç kabiliyetini köreltecektir. Eğer Irak, İran’ın müttefiki veya uydusu haline gelirse, Irak-S. Arabistan ve Irak-Kuveyt sınırları da İran sınırlarına dönecek. Bölgede, ABD’nin İran’a karşı direnme iştahı olmadığı hissi hâkim olacak. Amerikalılara İranlılarla baş etmelerini söyleyen ama başarısız olan Suudiler İran’la bir uzlaşmaya varmak zorunda kalacaklardır. Başka bir ifadeyle, Ortadoğu’da –Irak’ta - en stratejik konumda olan İran, artık Ortadoğu’da hâkim güç olma ve aynı zamanda Arap Yarımadasının siyasetini şekillendirme kabiliyetine sahiptir. Nükleer mesele o kadar da önemli değil. İsrailliler, İranlıların nükleer silah üretmelerine üç ila beş yıl uzaklıkta olduklarını söylüyorlar şimdi de. Bu ister ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın isterse başka bir teknik istihbarat ajansının İran santrifujlarına yerleştirdiği bilgisayar solucanları sayesinde olsun, yahut da daha önce de dile getirdiğimiz gibi nükleer silah üretiminin gerçekten çok zor oluşu ve uzun zaman alması yüzünden olsun, İsrailliler kamuya açık baskıyı azalttılar. Baskı, Suudilerden geliyor. Stratfor’un dediği ve Wikileaks’in teyid ettiği üzere, ABD’ye İran hakkında bir şeyler yapılmasını söyleyen Suudilerdir ve bunu sadece nükleer silahlardan dolayı değil konvansiyonel güç dengesindeki değişimden dolayı da yapıyorlar. İran, sahip olmadığı silahların imhasına kolaylıkla karşı koyabilirken, onun gerçek korkusu İran’ın konvansiyonel kuvvetlerine özellikle de donanma ve zırhlı kuvvetlerine ABD’nin konvansiyonel bir hava saldırısı düzenlemesidir. İran donanma kuvvetlerinin yok edilmesi çok önemlidir zira bir savaşta İran’ın en güçlü karşıt hamlesi, mayınlarla, gemisavar füzelerle ve teknelerle yapılacak ABD’nin Irak’taki kuvvetleri çekmeme veya az sayıda asker çekmekle yetinme şıkkına sahiptir elbet ama burada sembollerden değil savaştan bahsediyoruz. Çekilme sürerken, eğitim ve destekleme rolü ve İran yanlısı Milis gücüne direniş için konuşlandırılan yirmi bin asker azdır. Çeşitli milis güçler, Amerikan askerlerine, 13 intihar saldırılarıyla Hürmüz Boğazını kapatmak ve boğazdan geçen petrol akışını kesmek olacaktır. Böylesi bir kesinti, küresel ekonomik toparlanmayı allak bullak eder. İran’ın gerçek “nükleer” seçeneği budur. İranlılar, isyan bastırmanın aksine, hava harbinde Amerika’nın güçlü olduğunu biliyorlar. ABD’nin uzun süreli bir hava harbinde İran’ın konvansiyonel yeteneklerini yok etme kudretini ve o konvansiyonel kuvvet olmaksızın İran’ın ciddi ölçüde önemsizleşeceğini yabana atmıyor. Dolayısıyla da İran masaya iki kartla geliyor. Birincisi, nükleer karta oynayarak sahip olduğu güçlü müzakere elini muhafaza etmek. İkincisi, ABD’nin İran konvasiyonel kuvvetlerine hava saldırısı düzenlemesinden sakınmak. teşebbüs etmek ve bu esnada Basra Körfezi’nden petrol akışının kesilmesini önlemek arasındadır. ABD nokta-i nazarından, bu seçeneklerden hiçbiri de iştah uyandırıcı değildir. İran gücüyle birlikte yaşamak, gelecekteki tehditlere kapıyı açmak olur. Irak’a iyice yerleşmek ise Afganistan’a askeri kuvvet tahsisinden dolayı mümkün olmayabilir. Her hâlükarda, Irak’tan çekilmeye son vermek bir tıkama kuvveti oluşturacaktır ama bu kuvvet Irak veya İran’a iradesini dayatabilecek kadar büyük olmayacaktır. Müeyyideleri sürdürme veya yoğunlaştırma şıkkı da var elbet. Sorun şu ki Amerikalılar bile bu müeyyidelerde büyük gedikler açtılar ve Çinliler, Ruslar, Avrupalılar da canları istedikleri vakit memnuniyetle gedik açıyorlar. ABD İran’ı abluka altına alabilirdi ama Rusya’dan gelen benzin dâhil ithalatının büyük bir kısmı kuzeyden kara yolu ile geliyor ve ABD donanmasının etkin bir deniz ablukası uygulaması için Çin, Rusya ve diğer ülkelere ait ticari gemileri durdurması ve gemilere çıkması lazımdır. Bu tartışmada bahis masasında yatan, Arap Yarımadası’nın geleceğinden daha azı değildir. İranlılar bölgeyi şekillendirmek için onu işgal etmek zorunda kalmayacaklar. Potansiyel bir İran işgalinin söz konusu olması kâfidir. Rejim bekâsı sorununu İran’dan S. Arabistan’a havale edecektir. Kuveyt’teki Amerikan askerleri işe yarar ama ana eşitliği değiştirmeyecektir. Suudiler, Irak’tan çekilmeyi ABD’nin Kuveyt’ten de çekilebileceği anlamına yoracaklardır. Suudilerin hissedecekleri İran’la uzlaşma baskısı müthiş olacaktır zira ellerindekinin hepsini ABD’ye yatırmayıp yumurtaları ayrı sepetlere koymak zorunda kalacaklar. Askerleri S. Arabistan’a mevzilendirmeye gelince, değişen derecelerde riskler zira Çöl Kalkanı ve Çöl Fırtınası sırasında Amerika’nın S. Arabistan’daki varlığı, el Kaide’nin yükselişini tetiklemişti. ABD, İran rafinerilerini bombalayabilir fakat bu yalnızca benzin ithalatına kapı aralayacaktır. Müeyyidelere genel olarak itibar etmiyorum; şimdiki müeyyideler İran’ın canını acıtsa bile rejim değişikliğine zorlamayacak veya İranlıların şu an sahip oldukları türden fırsatları tepmelerine yol açmayacaktır. Kendilerini Irak’ta tahkm ederek müeyyidelerin yarattığı pek çok problemi çözebilirler. Suudiler istedikleri barış için ödemeleri gereken bedeli ödeyeceklerdir. Dolayısıyla da seçenekler, bölgesel dengenin İran lehine dönmesini kabullenmek, ABD’nin Irak’tan çekilmesini durdurmak veya İran konvansiyonel kuvvetlerini yok etmeye Avrupalılar tek bir şey hâriç hiçbir şey de ortak fikirde değiller: Basra Körfezi’nden akan petrolün kesildiğini görmek istemiyorlar. Eğer ABD bir hava saldırısının 14 başarılı bir sonuç getireceğini garantileyebilse, Almanlar ve Fransızlar halka açık yerde Amerikan tektaraflılığını kınarken halka kapalı yerde destek vereceklerdir. Çinliler, bir Amerkan saldırısının kendileri için yaratacağı riskler karşısında dehşete düşüyorlar. Başka yerlerde Amerikan rekabetiyle karşılaşmamak için ABD’nin Ortadoğu’da bataklığa saplandığını görmekten mutlu olsalar da Ortadoğu petrolüne ihtiyaçları var. Son olarak da Ruslar yükselen enerji fiyatlarından ve ABD’nin bir diğer savaşa batmasından kazanç elde edecekler. Bir askeri saldırı, Avrupalılar ve Çinliler aksine Ruslar nezdinde kabul edilebilir duruyor. için de çabaladılar. Aynı zamanda, Türkiye kendisini İslam dünyasının lider gücü ve İslam dünyası ve Batı özellikle de Amerika arasında köprü olarak konumlandırıyor. Türkler P5+1 ve İran arasındaki müzakereleri yönetme rolünü üstlendiler. Bilhassa ABD, Türkiye’nin P5+1’in müeyyide uygulamasına denk gelen son gayreti karşısında altüst oldu. Türkler, Brezilya ile birlikte, nükleer materyallerin takasını müzakere ettiler ki takas Batı tarafından yetersiz görüldü. Gerçek şu ki Amerika, Türkiye ve Brezilya’nın o vakit oynadıkları tektaraflı role hazırlıksız yakalandı. O tarihten beri nükleer korkular dibe çöktü, müeyyideler en fazla sınırlı bir başarı kaydetti; ABD’nin Irak’tan çekilmesine bir yıl kaldı ve muharip rolden daha yeni çekildi. ABD şimdi bir Türk rolünü memnuniyetle karşılıyor. İranlılar da. Diğerleri mesele değil şu an. Gelecek hafta masada bu kampanyaların başta vaatkâr durduğunun ama hep başarısız olduğunun farkında olan Amerikalılar; uzun vadeli bir probleme düşük riskli bir çözüm isteyen Avrupalılar ve Çinliler; Amerika’nın bir kez daha müdahalesini ümit ettiği halde ve yüksek enerji fiyatlarıyla yaşamaya hazır olmasına ğmen yardımcı olur gibi görülmek isteyen Ruslar; ve konvansiyonel bir savaştan sakınmak isteyen ama İslam Cumhuriyeti’nden önce de yolunu gözledikleri Basra Körfezi üzerinde hâkimiyet kurma fırsatını da tepmek istemeyen İranlılar olacak. Türkler şimdi bir ikilemle karşı karşıyalar. Tarafsız kalarak müzakere etmeyi istemek çok iyi tabi ama en önemli taraf masada yok: S. Arabistan. Türkiye askeri kuvvet bakımından pek bir riske girmeden İslam dünyasında hâkim bir rol oynamak istiyor. Türkiye’nin problemi bu durumda ABD ve İran’ı yakınlaştırmak değil Suudiler ile İranlıları yakınlaştırmaktır ve bu çok büyük bir sorundur zira işin içinde dini meseleler olduğu gibi İran’ın, Suudilerin en çok karşı çıktığı şeyi istemesi de var: Bölgede hâkim güç olmak. Türkiye’nin problemi, bölgedeki esaslı meseleyi yani Acemler ile Arapları bağdaştırmaktır. Türklerin hissesi Ve Türkler var. Türkler, Bağdat’ta istikrarlı ve kalıcı bir hükümet kurmakta başarısız olunacağını böylelikle de İran-Irak arasındaki güç dengesinin bozulacağını düşündükleri için Amerika’nın Irak işgaline karşı çıktılar. Türkler, faaliyetlerini Irak üzerinden yürüten Türkiyeli Kürtlerden kaynaklı tehditlerin üstesinden gelmenin ötesine geçecek şekilde güneye sürüklenmekten kaçınmak Nükleer mesele kolay çünkü şimdilik zaman hassasiyeti yok. Irak’ın geleceği ise zaman hassasiyeti olan ve belirsizlik taşıyan bir mesele. ABD Irak’tan ayrılmak istiyor ve bu durum geride İran yanlısı bir müttefik bırakıyor. İran yanlısı bir Irak, sırf varlığıyla, 15 S. Arabistan’ın gerçekliğini değiştirmektedir. Türkiye yapıcı bir rol oynamak istiyorsa, üç ihtiyacı karşılayan bir formül bulmak zorundadır. Birincisi, Amerikan kuvvetlerinin çekilmesini kolaylaştırmaktır zira kalmayı sürdürüp kayıplar vermek bir seçenek değildir ve çok az kişinin istediği bir konvansiyonel hava harbiyle sonuçlanacaktır. İkincisi, İran’ın Irak üzerindeki kontrol derecesini sınırlamak, mutlak kontrol sağlamasına izin vermeksizin İran’ın Irak’taki çıkarlarını garantilemek. Üçüncüsü, S. Arabistan’ı, İran’a verilen kontrol derecesinin Suudi çıkarlarını tehdit etmeyeceğine ikna etmek. Eğer Amerika bölgeyi terk ederse, tüm taraflara bu garantileri sağlamanın tek yolu Türk silahlı kuvvetlerinin İran nüfuzunu dengeleyerek Irak’ta açık ve örtük faal bir rol oynamasıdır. Türkiye bölgede yükselen bir güç ve şimdi gücün bedeliyle yüz yüze gelmek üzeredir. Türkler İranlıların veya Suudilerin tarafını seçmeyi tercih edebilirler ama her iki strateji de uzun vadede Türk güvenliğini artırmayacaktır. dengelendiği karmaşık ve nahoş bir süreçtir. Kendisini ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya ile İran arasındaki müzakerelere ev sahibi olarak konumlandıran Türkiye’nin alması gereken temel bir karar var: Ya görüşmeler için bir masa tedarik etmekle yetinir ya da görüşmeleri şekillendirir ve neticeyi garantiler. Amerikalıların öğrendiği üzere, hiç kimse onlara teşekkür etmeyecek, hiç kimse bunları yaptı diye onlar hakkında daha iyi düşünmeyecek. P5+1 görüşmelerine daha derin dahlin tek nedeni, bölgeyi istikrara kavuşturmanın ve İran-Arap dengesini korumanın Türkiye’nin ulusal çıkarlarına olmasıdır. Fakat Türkiye’nin iç siyasi kültürünü burkan bir kayma olacaktır. Kaçınılmaz bir kaymadır. Bugün olmazsa yarın. 13 Ocak 2011 Kaynak: Stratfor Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın Türkler İran’la hava harbi istemiyorlar. Irak’ta kargaşa istemiyorlar. Acemler ve Araplar arasında tercih yapmak istemiyorlar. İranlı bölgesel bir hegemon da istemiyorlar. Türklerin istemediği çok şey var. Soru şu: Ne istiyorlar? İstediklerini almak için ödemeyi göze aldıkları bedel nedir? Irak’ta üstlenmeleri gereken başlıca risk, İran gücünü sınırlamak, engellemek ve Arap Yarımadası’nda çok fazla ileri gittiği takdirde İran’a tehdit oluşturmaktır. Bu yapılabilir fakat Türklerin son yüzyılda davrandıkları gibi değil. Gerçekler değişti. Bölgesel güç olmak soyut bir kavram değildir. Bir ülkenin çıkarlarına karşı uzun vadede yükselen daha büyük tehditleri engellemek amacıyla, çatışan çıkarların 16 dünyasına ve dış politikasında müslüman geleneğine daha çok yoğunlaşmaya başladığı anlamına gelir mi?” diye sorup “kesinlikle” diye cevap verdiği bir rapor göndermişti. Washington Türkiye’yi yanlış okuyor - Michael Goldfarb Bir kelime yazacağım. İslamcı. Kuzum, diplomatlarımız hafta sonları Ankara’dan uzaklaşmıyor mu? Fiilen herkes uzaklaşıyor ve İstanbul’a gidiyor. Aklınıza ne geliyor? Şimdi de bir ifade yazacağım. İstanbul, Avrupa’nın 24 saat yaşayan bir başkentidir – evet Avrupa başkenti. Şehir, Avrupa Birliği’nin yıllık olarak fonladığı gereksiz bir işi, Avrupa’nın bölgesel şehirlerinin zengin kültürel hayatına ve gece hayatına ışık tutan bir görevi Avrupa Kültür Başkenti olarak daha yeni bitirdi. Önceki Kültür Başkentleri arasında içkicilerin cenneti Dublin, Glasgow ve Liverpool vardı. 2011’deki başkent ise eğlence tutkunlarının şişelerin kapağını açmaya başladıkları Estonya’nın başkenti Tallinn. İstanbul, biraz düşündüğünüzde -ki açıkçası Washington’dakileri üzerinde düşünmüş değiller - pek de İslamcı olmayan bir gelenekten daha fazlasını barındırmaktadır. Dünya’nın en dinamik şehri. Aklınıza ne geliyor? Bu ikisini bir arada düşünebilir misiniz? İslamcı denilince büyük bir ihtimalle durgun, çürümüş bir ekonomisi olan, kadınların baştan ayağa siyahlarla kapandığı gayri demokratik bir yer hayal etmişsinizdir. Kederli bir yerdir ve yerici anlamda püritendir; Amerika’ya ve Batıya hasımdır. Dinamizm denilince aklınıza New York, Hong Kong, Şangay, Rio ve Mumbai gibi herşeyin mübah olduğu bir kapitalizmin durgunluk döneminden sonra yeniden canlandığı yerler gelir. Brookings Enstitüsü’nün yayınladığı bir son bir rapora göre dünyanın en dinamik şehri, İslamcı eski belediye başkanı’nın şu an Türkiye başbakanı olduğu İstanbul’dur. İkisini bir arada düşünün. Şu AB fonu da nedir? Türkiye’nin AB üyeliği başvurusunun reddedildiğini mi düşünmüştünüz? Çok yabancı çok İslamcı çünkü öyle mi? Hayır, üyelik müzakereleri devam ediyor, uzun ve belirli bir süreç izliyor. Resmi Washington’ın hatırı sayılır bir bölümü Erdoğan’ı kelimenin en kötü manasıyla İslamcı olarak görüyor. Dışişleri Bakanlığı’nın Wikileaks tarafından sızdırılan yazışmalarına göre Erdoğan, Türkiye’yi Osmanlı’nın ihtişamlı günlerine geri götürmek isteyen bir dışişleri bakanı dâhil sosyopatlarla çevrili bir hasım güçtür. Amerikalı bir diplomat 2009 yılında Washington’a “tüm bunlar, ülkenin İslam Son tahlilde, Türkiye’nin dünyanın en zengin ekonomik birliği olan AB üyeliğine girişi – AB’nin GSYH’sı ABD’ninkinden büyüktür – ikincil bir öneme sahiptir artık çünkü Avrupa ile mevcut ticari bağları muazzam düzeydedir. 2010 yılına ait sayılar henüz belli değil ama Türkiye ekonomisi geçen yılın ortalarında yüzde 11 oranında büyüdü. Seneyi bu hızla kapatmayacaktır ama galiba 2010 yılında Avrasya kara parçasının Batı 17 ucundaki en hızlı büyüyen ekonomisine sahip olacaktır. arasında başgösteren gerilim ve İsrail komandolarının Gazze ablukasını yarmak isteyen Türk gemisine hücum edip dokuz Türk’ü öldürdüğü olay yüzündendir. İsrail’in Kongre’deki pek çok dostu ve dost yorumcuları İsrail saldırısını haklı kılarken İslam kelimesini tüm olumsuz çağrışımlarla birlikte kullandı. Fakat Washington’daki tipler yaptıkları en iyi şeyi yaparken – yüksek sesle konuşurken – İsrail’in Türkiye’yle ticareti sessizce devam etmektedir. Yahudi devleti, İslamcı Türkiye’ye insansız uçaklar dâhil savunma teçhizatı bile satmaktadır. Büyümenin büyük bir kısmı AB ile ticaretinden geliyor. Türkiye ticaretinin yüzde 44’ü AB iledir. Kesin sayıların elde olduğu 2007 yılında, AB ülkeleri Türkiye’ye 16.4 milyar dolar yatırım yaptı. Bu miktarda paralar İslamcı ülkelere akmaz özellikle de çıkaracak petrolü olmayanlara. İstanbul’un elinde tuttuğu statünün nedenlerinden biri de Avrupa ile ticarettir. Genç işadamları Türkiye’nin en büyük şehrini ziyaret ediyor ve gece boyunca yatmayıp oynuyorlar. San Francisco benzeri denize nâzır diğer şehirler gibi Tepeleri Câmilerle taçlanmış Boğaziçi’nin şehri de dinine düşkün - belki daha fazla. İnsansız uçaklar öncelikle güneydoğu’daki Kürt âsilere karşı kullanılmaktadır. Türkiye’nin olumsuz resminin bir diğer nedeni de bu olabilir. Kürtlerin ABD Kongresi ve yorumcular çevresinde Türkler’den daha çok sayıda dostu vardır. Türkiye 2003 yılında ABD ordusunun Irak’ı işgali için bir alan açmaması yüzünden Washington’da Erdoğan’ın AK Partisine karşı halen geçmemiş bir kırgınlık var sanırım. (Üstelik Türklerin ezici çoğunluğu da meclisin bu şekilde davranmasını istemişti.) 2003 Şubat ayında büyük bir hüsran duygusu yaşayan eski askeri yetkililer ve Bush yönetimindekiler bile kabul etmelidirler ki Irak’ın bazı kesimlerinde özellikle Kürt bölgesinde normal bir ekonomi görüntüsü Türkiye sayesindedir. Resmi Washington’ın Türkiye’yle ilgili kör noktasını anlamak zordur. Ortadoğu’daki en demokratik devlettir, dinamik ekonomisi vardır, NATO’daki ikinci büyük ordudur ve ordusunu mevzilendirme konusunda diğer NATO ortaklarında olmayan bir iradesi vardır. Fakat Erdoğan iktidara geldiğinden beri Türkiye’nin - anayasa değişikliklerinden bahsetmeye bile gerek yok - yaşadığı ekonomik ve sosyal dinamizm, dışişleri bakanlığından düşünce kuruluşlarına ve oped makalelere kadar göz ardı ediliyor. Türk eknomomisi büyürken bile vergilerin aşağı çekilmesi dolayısıyla American Enterprise Institute ve Heritage Foundation seminerlerinde ve Cumhuriyetçi Parti’nin etkinliklerinde Erdoğan ve birlikte çalıştığı kişiler özel misafir olarak hoşça karşılanıyorlardır diye düşünmüş olabilirsiniz. Bir de Erdoğan hükümetinin İran ve Suriye ile ilişkileri var. Dış politikamızı şekillendiren ve yönlendirenler nezdinde fazla sıkıfıkı bir ilişkidir bu; gerçi haritayı açma zahmetine katlansalar daha anlayışlı olabilecekler. Türkiye’nin Suriye ile 526 km, İran’la 310 km uzunluğunda sınırı var. Washington, Ankara’nın ne yapmasını istiyor? Komşularıyla konuşmamasını, onlarla ticaret yapmamasını mı? Birgün ABD’ye de lazım Halbuki tüm tartışmaya genel çerçevesini veren haşmetli İslam kelimesidir. Bunun birazı da Gazze saldırısı nedeniyle İsrail’le 18 olabilecek diplomatik arka kapıları açık tutmamasını mı? Washington’ın Türkiye’yi olduğu gibi görmek yerine ona İslamcılık hakkındaki tüm Beltway korkularının özüymüş gibi bakması Amerikan çıkarları için tam bir tehlikedir. ABD’nin uluslararası ticaret politikası, Türk ekonomisinin dinamizmini benimsemelidir. Türkiye, BRIC sohbetinin bir parçası olmalıdır. Evet, söz konusu olan Kürtler ve Ermeni jenositi ile yüzleşmeye isteksizlik olduğunda Türkiye’de halen ciddi insan hakları meseleleri var. Fakat insan hakları, basın özgürlüğü, yönetim şeffaflığı gibi konularda zaten tüm BRIC ülkelerinin sorunları var ve bunların hiçbirisi bu ülkelerin artan ekonomik güçleri hakkında Washington’ın politika tartışmalarına realpolitiğin ve ekonominin hâkim olmasını engellemiyor . Yeni Kongrenin, sağlık sistemi üzerinde yeniden savaş başlatmaya ve Amerikan ekonomisinin nasıl büyüyeceği konusunda genel bir tartışmaya kararlı olması öylesine utanç verici ki aksi takdirde, hakkıyla dinamik bir şehrin neye benzediğini ve ne hissettirdiğini öğrenebilmeleri – bunu yaparken de arada iyi vakit geçirmeleri - için bir gezi düzenleyip Kongre üyelerini İstanbul’a götürmeli. 10 Ocak 2011 Kaynak: Globalpost Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 19 Türkiye-Arap ekonomik ve askeri işbirliği nereye kadar ileri gidebilir? Aram Nergizyan koymaya ve Suriye’nin İran’la ittifakını dengelemeye yardım etti, ki Akdeniz’de İran nüfuzunu kontrol aracı olarak Türkiye’nin teşvik ettiği bir temayüldür. Arap devletleriyle artan ekonomik ve güvenlik ilişkileri, Türkiye’nin 2002 yılında AK Parti’nin iktidara gelmesinden bu yana Arap Ortadoğusu’yla yakınlaşma çabalarının tamamlayıcı hayati unsurlarıdır. Bu çabalar, kendisini bölgeye adayan ve bölgedeki artan rolünden emin bir Türkiye’ye işaret eder ancak Ankara’nın Araplara karşı yaklaşımı bölgesel engellerle karşı karşıyadır ve evvelce var olan egemen dış politika imtiyazlarının kısıtlamalarına mâruzdur. Aynı zamanda, Lübnan ve Suriye güçlü Türk ekonomisiyle bağları geliştirme noktasında bazı çekincelerini koruyorlar. Körfez ülkelerinin aksine, Lübnan ve Suriye rantçı devletler değiller ve rekabetçi üstünlüklerinin olmayışından kaygılansalar yeridir. Suriye’nin Türkiye’yle ilişkilerinin gerçek değeri uluslararası tecridi kırmasında yatarken, Lübnan’ın böyle bir zorunluluğu yok ve bu ilişkileri ekonomik meziyetleri bakımından değerlendirmelidir. Lübnan son on yılda mal ihracından ziyâde hizmet ihracında başarı kaydetti ve gümrük târifelerini kaldırmanın gelecekte Lübnanlı üreticiler üzerinde nasıl bir etkisinin olacağı belli değil. İktisâdi ve ticari bağlar Türkiye, Arap dünyasıyla serbest ticaret anlaşmalarına varmak için bastırdı; Suriye, Fas ve Filistin Otoritesiyle 2004’te; Tunus ve Mısır’la 2005’te; Ürdün’le 2009’da; Lübnan’la 2010’da serbest ticaret anlaşmaları imzaladı. Lübnan’la imzalanan anlaşma – ülke meclisince henüz onaylanmadı – iki ülke arasındaki ticarete tedricen serbestlik getirecek, Lübnan’ın savunmasız tarım sektörünü koruyacak. Lübnan Ekonomi ve Ticaret bakanlığının verilerine göre Lübnan Türkiye’den (çoğu petrol ürünleri ve hammadde olmak üzere) 698 milyon dolarlık ithalat ve (başta hurda demir ve hammadde olmak üzere) 206 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirdi. S. Arabistan’ın liderlik ettiği Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) İran’ın Akdeniz ve Körfez bölgesindeki nüfuzunu dengelemek amacıyla Türkiye’nin daha iddialı bir ekonomik ve güvenlik rolü oynamasına destek vermektedir. KİK yatırımcıları Türkiye’nin gayrimenkul piyasasına, bankacılık, sağlık, eğitim ve iletişim sektörüne milyarlarca dolarlık yatırım yaptılar. Türkiye’deki Körfez yatırımları 2003’teki önemsemeye bile değmez bir düzeyden yükselişe geçerek 2008’de 2 milyar dolara çıktı; ticaret ise 1998’de yaklaşık 2 milyar dolarken 2009’da 8 milyar dolara tırmandı. Suriye 2004 yılında imzaladığı anlaşmadan bu yana Türkiye ile arasındaki hassaten güçlü bağlardan yarar gördü. Husûmet ve su kaynakları üzerindeki ihtilaflarla geçen onca yıllara rağmen, Ankara’yla gelişen ilişkileri Şam’a daha rahat bir bölgesel rol oynama imkânı verdi. Bu ilişkiler, Amerika’nın Suriye’ye uyguladığı siyasi tecride karşı Türkiye-KİK ticaret ve yatırımı daha yerleşik modellerle kıyaslandığında sınırlı kalmıştır. AB’nin Türkiye’yle ticareti 2009 itibariyle KİK ile olan ticaret hacminden tam 14 kat daha büyük ki Türkiye’nin 2009 yılı toplam ticari hacminin yüzde 40’ına tekabül etmektedir. 20 KİK, ABD’yi başlıca ticari ortak olarak tanıdığını ifade ediyor. ABD Ticaret Bakanlığı’nın verilerine göre ABD’nin 2009 yılında Körfez ülkelerine gerçekleştirdiği ihracat 29 milyar doları buldu (2003’e göre üç kat bir artış söz konusudur); KİK’nin ABD’ye ihracatı ise 29 milyar oldu. savaş uçağının yenilenmesi işini TAI adlı Türk şirketine verdi. Türkiye’nin bölgedeki güvenlik rolü üzerinde özellikle de önceden yapılmış hâkim Amerikan güvenlik anlaşmalarından mütevellit kayda değer sınırlar bulunuyor. Amerika’nın sağladığı sistemleri ülkelerin nasıl kullanacağı ve modernize edeceği hususundaki kısıtlamalar göstermektedir ki Türkiye’nin Ürdün ve S. Arabistan’a ait askeri araçları modernize etme çabaları, Washington’ın onayı ve zımni muvafakatı olmaksızın mümkün olamazdı. Ankara’nın Arap devletleriyle düzenlediği ortak askeri tatbikatlar da Amerika’yı pek fazla rahatsız etmeyecek şekilde dikkat çekmeme siyasetine uygun ölçekte icra ediliyor; örneğin Suriye’yle ortak operasyonların sınırlı bir kapsamı olmuş ve anlamlı askeri varlıklar veya seçkin birlikler seferber edilmemiştir. Dahası, yıllarca süren görüşmelere rağmen Türkiye ve KİK, ticaret anlaşmasına varamadılar. 2009 yılında Körfez’de gayrimenkul piyasalarındaki krizin ardından KİK ülkeleri, bölgesel ekonomik korumacılığa yaslandılar; mevcut durumda, Türkiye’nin ucuz hammaddelerine (özellikle demir ve çeliğe) ve diğer mallara karşı koruma uyguluyorlar. Askeri ilişkiler Türkiye ve Arap dünyası arasında askeri işbirliği de arttı fakat şimdiye değin sınırlı sayıda somut sonuçlar alınmıştır. Türkiye ve Kuveyt, askeri işbirliğinin artışına hukuki bir çerçeve kazandırmak amacıyla 2009 ortasında askeri işbirliği anlaşması imzaladı. S. Arabistan ve Türkiye 2010 Mayıs ayında eğitim, bilimsel araştırma ve teknolojik gelişim başlıkları altında bir askeri işbirliği anlaşması imzaladı. S. Arabistan ve Türkiye arasındaki bir diğer işbirliği alanı, Amerikan malı yüzlerce M113 zırhlı personel taşıyıcısının FNSS adlı Türk şirketi tarafından modernizasyonunu kapsıyor. Türkiye’nin evvelce yaptığı taahhütler ve egemen imtiyazlar da Arap dünyasındaki güvenlik rolünü artırma çabasıyla anlaşmazlık halindedir. Ankara bugün ve gelecekte milyarlarca dolarlık askeri satış anlaşmalarını göz ardı edemez ve nitekim Tel Aviv’le ilişkilerine hâkim olan gerilimi yatıştırma niyetinde olduğunun işaretlerini hâlihazırda vermiştir. Ankara’nın Tahran’la sıcak ilişkileri, Körfez ülkelerinin İran nükleer programını ve hegemonik emellerini bölgedeki Arap ülkelerine açık bir tehdit olarak değerlendiren hâkim görüşleriyle de bağdaşmaz. Akdeniz’de, Türkiye’yle artan askeri işbirliğinden Suriye de yararlandı; kuzeydeki komşusuyla 2010 sonlarında ortak askeri tatbikat düzenledi ki Suriye’nin tahkim ettiği bölgesel konumuna ve stratejik derinliğine işaret eden bir araç olarak havasını attığı bir işbirliği gösterisiydi. Ürdün, 17 adet Amerikan malı F-16/AM/BM çok-amaçlı Kısacası Türkiye, Ortadoğu dengesine dâhil olan en son ve belki de en önemli ilavedir fakat bölgede kesin bir mevkiyi henüz teminat altına almış değil ve gerçek gücü testten geçmedi. Arap devletleri şimdilik Türkiye’yle ekonomik ve askeri ilişkilerini 21 İran, İsrail ve ABD’yi dengelemek için kullanıyorlar ama gene de Türkiye’nin “yeniOsmanlı” temayülleri hakkında endişe beslemeyi de sürdürüyorlar. 29 Aralık 2010 Yazar hakkında: CSIS araştırmacısı. Kaynak: Carnegie Vakfı – Arab Reform Bulletin Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın 22 sularda sürpriz düzenleyen o’dur. Pax Ottomana? Türkiye’nin yeni dış politikasının karma başarısı - Hugh Pope bir ölümcül saldırı AK Parti, daha fazla övgüyü hak etmektedir. AK Parti, İsrail’in 2008-2009 Gazze taarruzuna değin İsrail’le iyi ilişkiler inşa etme yolunda ilerliyordu. AK Parti liderleri, iktidarın ilk döneminde pek çok kez İsrail’i ziyaret ettiler ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Holokost anısına inşa edilen Jerusalem’deki Yad Vashem’e saygısını gösterdi. AK Partiye yakın şirketler İsrail’de iyi iş yaptılar ve AK Parti hükümeti kendisinden önceki hükümetlerden çok daha fazla sayıda resmi anlaşmaya imza attı. Ankara, yıllarca İsrail ve Suriye arasında dolaylı görüşmeleri kolaylaştırmayı denedi ve 2008’de toplantılar yoğunlaştıktan sonra taraflar beklenmedik şekilde tafsilatlı çakışma noktaları buldular. Fakat Erdoğan’ın Olmert ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad arasındaki barış planı görüşmeleri için beş saat harcamasından günler sonra İsrail yıkıcı Gazze taarruzuna başladı. İsrail’in tahminen 1,430 Filistinliyi öldürmesi karşısında sarsılan pek çok Türk gibi Erdoğan da sarsıldı; günler sonra, Davos’ta, İsrail devlet başkanı Şimon Peres’e patladı. Katliam işleyen İsrailliler hakkında kurgusal bir dizi yayına başladıktan sonra – ki hazırlayanlar özel kişilerdi - İsrail dışişleri bakan yardımcısı Türk büyükelçisini aşağıladı ve olayın bir grup kameraman tarafından çekilmesini sağladı. Sıfır sorun politikası izlemek, kimi zaman acılı, cesur bir hareketti hele ki bu yaklaşım henüz testten geçmeyi sürdürürken. Kıbrıs’ın statüsüyle ilgili müzakerelere, AB üyeliği ve Ermenistan’la yapılan protokollere ilaveten, Türkiye ve ABD arasında, Türkiye ve diğer geleneksel müttefikler arasında bu yıl iki fırsatla yeni gerilimler su üstüne çıktı: AK Parti İsrail’in Gazze ablukasına meydan okuyan uluslararası filoya Türk gemilerinin katılmalarına engel olmayı reddettikten sonra, Türkiye İran’a karşı ilave BM müeyyidelerine muhalefet ettikten ve nükleer takas anlaşmasına hayatiyet kazandırmak için Brezilya ile birlikte çalıştıktan sonra. Bu iki olayın, Türkiye’nin yönünü Batıdan İslamcılığa doğru çevirdiğinin delili olduğunu iddia ediyorlar. Bunu söyleyenler, İran nükleer programının en çok tehdit ettiği İsrail’dekilerden ibaret değil. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu Türkiye’nin, filodan sadece birkaç gün önce uranyum takas anlaşmasıyla tarafını belli etiğini, İran’la işbirliğini güçlendirdiğini söylemişti. Türk hükümeti nokta-i nazarından ise İsrail ve İran meseleleri ayrı iki meseledir. Ankara’da bu iki ülkeyle ilgili politika değişikliklerinin, İslamcı dürtüler şurda dursun, ideolojik bir eksen kaymasını temsil ettiğinin somut delilleri yoktur. Aslında, İran’la yakınlaşmasına Amerikan yönetiminin destek vereceğine inanması için Türkiye’nin iyi nedenleri var. Başta Mavi Marmara olmak üzere İsrail’in Gazze ablukasına meydan okuyan filoya düzenlediği baskın hakkında bir açıklama yapma sorumluluğu Türkiye’ye değil İsrail’e aittir zira uluslararası Sonra Mavi Marmara olayı patlak verdi; İsrail komandoları, uluslararası sularda seyretmekte olan gemiye gece vakti sürpriz bir saldırı düzenlediler. İsrail komandoları, yolcuların bıçak, demir çubuk ve süpürge sopası gibi uyduruk silahlarla direnmeleri karşısında sekiz Türk vatandaşını ve bir Türk kökenli Amerikalıyı vurarak öldürdü. İsrail hükümeti önce askerlerinden birinin 23 karnından vurulduğunu iddia ediyor; Türk hükümeti ise İsrail askerlerinin Mavi Marmara’ya çıkmadan evvel ateş açmaya başladıklarını ve Türk eylemcilerin asla silah kullanmadığını iddia ediyor. Ankara, filonun doğrudan Gazze’ye seyretmemesi için elinden geleni yaptığını ayrıca Türk milletvekillerinin ve bazı Türk yetkililerin eylemcilere katılmasını engellediklerini ve geminin, yolcuların kapsamlı bir güvenlik kontrolünden geçirildiğini söylemektedir. Türkiye’nin hareketleri bir kez daha yanlış anlaşılmıştı. Türkiye’nin BM’deki oyu, müeyyideleri destekleyen ABD’yi azarlama anlamı taşımıyordu; bir tedbir olarak Tahran’la güven inşasını amaçlıyordu, ki Türk hükümetinin ABD’nin destek verdiğini düşündüğü bir hareketti bu. İran’la müslüman bir blok oluşturma yönünde Türkiye’nin payına düşen bir teşebbüs de değildi. İki ülke, her ne kadar üç yüzyıldan beri savaşmamayı başarmışlarsa da, tarih boyunca dalaşıp durmuşlardır. Söz konusu olan Irak ve Ortadoğu olduğunda, Sünni ve Şii gelenekleri, onları açık rakipler haline getirmektedir. Türkiye ve İran (ve de Mısır) bölgede liderlik için uzun zamandır mücadele etmektedirler – ki her iki ülkenin, Suriye’nin ve Filistinlilerin başlıca ortağı olarak görülmek için öyle fazla kıvrak da sayılmayacak teşebbüslere girmelerinin bir sebebi de işte budur. Türkiye’nin İran’la ve diğer sertlik yanlısı ülkelerle yakınlaşması, onlarla müttefik olma arzusuna değil bu devletlerin davranışını değiştirme arzuna dayanmaktadır. Türkiye’nin yakınlaşmasını AK Parti’nin Amerikan karşıtı İslamcılığının delili sayan Amerikalı muhafazakar yorumcularla İsrailli sağcı yorumcular, amaç ve taktikleri birbirleriyle karıştırıyorlar. Türkiye ve İsrail, iki ülkede yapılan soruşturmaları değerlendirecek bir BM paneliyle işbirliği yapmayı kabul ettiler. Ümit o ki bulgular üzerinde mutabakat sağlanması, Türkiye’nin İsrail’in özür dilemesi ve mağdurlara tazminat ödemesi ile İsrail’in bunu yapmayı reddetmesi arasında bir orta yol bulunmasına imkân tanıyacaktır. Ancak Türkiye ve İsrail arasında yaşanan güven kırılması, Türkiye’nin İsrail ve Ortadoğu ülkeleri arasında emin bir kolaylaştırıcı gibi hareket etmesine imkân bırakmıyor. Türkiye her ne kadar incitilen taraf ise de bir ihtilafın doğrudan tarafı olduğu hissi, sıfır sorun politikasına darbe indirmiştir. Türkiye’nin yeni yaklaşımına duyulan inanç, özellikle de Washington’dakiler nazarında, Türkiye’nin İran’la ilişkileri üzerinde yaşanan krizle zedelenmiştir. AK Parti liderleri, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın 2009 Haziran’ında yapılan tartışmalı seçimde yeniden seçilmesini memnuniyetle karşıladıklarında kaşlar kalkmıştı. Eleştirmenler, bu onayı, AK Parti’nin Hamas, Sudan ve Suriye hükümetleri gibi Batının en çok kınadığı gruplara açık-kol yaklaşımıyla ilişkilendirdiler. Türkiye Tahran’a karşı ilave müeyyidelere BM Güvenlik Konseyi’nde muhalefet ettiğinde işler daha da kötüleşti. İran’ın nükleer silah edinmesine Türkiye’nin tereddütsüz bir şekilde karşı çıktığına Ankara’daki yabancı yetkililerin şüphesi yok. Ankara için mesele, bunun nasıl önleneceği ve Türkiye’nin diğer ulusal amaçları arasında bu gâyeye ne gibi bir öncelik verileceğidir. Ayrıca Türk hükümeti, İran’a karşı askeri bir harekatın İran’ın nükleerleşmesini durdurmaktan ziyâde onu sadece geciktireceğine ve İran’ı güvenlikte olmanın tek yolunun nükleer caydırıcılıkta yattığına ikna edeceğine inanıyor. Yine, Türk hükümeti İran’a daha fazla müeyyide uygulamanın sadece sertlik yanlısı rejimini 24 güçlendireceğine, ticareti azaltıp bölgedeki gerilimleri yükselterek Türkiye dâhil İran’ın komşularına zarar vereceğine inanıyor - tıpkı Saddam Hüseyin Irak’ına uygulanan müeyyidelerin benzer şeylere yol açması gibi. askıya almaktan esirgemenin bir yolu olarak sunduğu gerçeğine gene de kızıyorlar. Türkiye, Brezilya ile birlikte şekil verdiği diplomatik güzergâhı korumak amacında olduğu iddiasıyla BM Güvenlik Konseyi’nde yeni müeyyide paketine karşı çıktığında da canları sıkılmıştı. Türkiye’nin itirazı, müeyyideleri engellemedi ve Türkiye şu an bu müeyyidelerin icrasına yardımcı oluyor (ancak ABD ve AB’nin uyguladığı, Türkiye’nin İran’la ticaretine zarar verebilecek daha ağır müeyyidelere iştirak etmiyor). Sürecin karışıklığına ve Brezilya’nın bu mesele ile kendisi arasına bir şekilde mesafe koyduğu gerçeğine rağmen, Türkiye ve Brezilya’nın baharda kotardığı anlaşmanın gelecekte güven inşası için bir kapı açtığını Amerikalı yetkililer bile kabul ediyor. Türk yetkililer, Tahran nükleer programı İran’da da geniş tabanlı bir desteğe sahip olduğundan dolayı mâkul tek politika, İran yönetimiyle yakınlaşmak ve ülkelerinin güvenliği için nükleer silahların gerekmediğine bir bütün olarak İran’ı ikna etmektir diye savunuyorlar. Türk yetkililer, Amerikan yönetiminin otuz yıldan daha fazla bir süredir Tahran’a mesafeli durduğuna işaret ediyorlar. Mübadelelere izin vermenin – mesela her yıl Türkiye’yi bir milyon İranlı’nın ziyaret etmesi – daha fazla müeyyide dayatmaktan daha hayırlı olduğunu telkin ediyorlar. Başka bir ifadeyle, İran konusundaki kavgada Türkiye’nin kabahati yoktur – yani Mavi Marmara vakasından sonra İsrail’le arasında çıkan krizde ne kadar kabahati varsa bunda da ancak o kadar kabahati vardır. Türkiye’nin politikaları, uluslararası câmianın genel amaçlarına kastediyor değildir. Ayrıca her iki olay, AK Parti’nin sıfır sorun politikasının İslamcı bir politika olduğuna delil teşkil etmez. Türk hükümetinin, Amerikan yönetiminin Tahran’la nükleer takas anlaşmasını teşvik ettiği iddiası zeminsiz değildir. ABD Başkanı Barack Obama Nisan ayında Türk ve Brezilya hükümetlerine birer mektup gönderdi ve Washington’ın İran’la nükleer takasa girebilmesi için gerekli olan şartları izah etti. Çetin geçen ve neredeyse kopma noktasına gelen müzakerelerden sonra Türkiye ve Brezilya Tahran’dan yazılı bir taahhüt kopardılar ki Amerikan yönetiminin ileri sürdüğü pek çok şartı karşılıyordu. Bazı Amerikalı yetkililer, iki hükümetin İran’ı müzakere masasına getitmenin bir yolunu bulmak için samimi bir şekilde çabaladıklarına ve İran’ın onlara ayak uyduracağını öngöremediklerine inandıklarını söylüyorlar. Türkiye’nin dış politikası hakkında daha umutlu olmak için bir başka neden de ABD ve AB ile arasındaki şu son gerginliklere rağmen, Türkiye’nin Batıyla ittifakının temellerinin değişmemiş olmasıdır. Türkiye’deki dış yatırımın dörtte üçünden fazlası AB devletlerinden geliyor ve Türkiye ihracatının yarıdan fazlası AB’ne yapılıyor. Avrupa Birliği, Türkiye’den gelen 2.7 milyonluk göçmenlerin evidir; Türkiye’yi ziyaret eden turistlerin yarıdan fazlası AB ülkelerindendir. Ortadoğu, Türk iş dünyası için iyi fırsatlar sunmaktaysa da Türkiye en başta Batıya bağlıdır. Türkiye ihracatının Ama Amerikalı yetkililer, Türk hükümetinin takas anlaşmasını İran’ı müeyyidelerden veya uranyum zenginleştirme programını 25 üçte birinden azı Ortadoğu’ya yapılmaktadır. Ortadoğu sadece 110.000 Türk’ün evidir ve Türkiye’ye giden turistlerin sadece yüzde 10’u Ortadoğu’dandır. İran’la ve İsrail ile Suriye arasındaki dolaylı görüşmelerde yaptığı gibi Ortadoğu’da yine aracı rolüne teşvik etmelidir. Örneğin Türkiye, el Fetih ve Hamas arasında müzakereleri kolaylaştırabilir. AK Parti liderleri, kendi üstlerine düşen kadarıyla, Türkiye ve İsrail ilişkilerini onarmanın bir yolunu bulmalılar. Bu, Türkiye’nin batılı müttefikleriyle bağlarını iyileşmekle kalmayıp onların Ortadoğu’da herkesle güvenle konuşabilen karizmatik arabulucu nâmını da ihya edecektir. Türkiye’nin AB’ne yakınlığı, iç reform sürecinin güçlü motorudur. AK Parti liderleri İsrail’e karşı durduklarında Ortadoğu’daki halkların güvenoyunu geçici olarak kazanabilirler ama Batılı ortaklarıyla yaptığı ittifakı bu süreç içerisinde feda etmemelidir. Bir de şu var: Türkiye’yi Ortadoğu’daki diğer ülkelerden hakkıyla ayıran, onun hem ABD’nin hem de AB’nin saygın ortağı olabilme kabiliyetidir ve bölgenin geri kalanının gıpta ettiği refah ve meşruiyetin temelini teşkil etmektedir bu. Türkiye’nin ABD yönetimiyle devam eden işbirliği mesela Türkiye’nin PKK’ya karşı mücadelesinde istihbarat paylaşımı, Amerikan askerlerinin Irak ve Afganistan’dan pürüzsüzce çekilmesini temin etmek, el Kaide hiziplerine karşı beraber çalışması veya İsrailliler ve Filistinliler arasında bir çözüme varılmasına yardım etmesi – esas olmayı sürdürmektedir. 23 Aralık 2010 Kaynak: Foreign Affairs Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Türkiye, olsa olsa sıfır sorun merkezli dış politikasının kimi aksiliklerden dolayı suçlanabilir. O da kısmen. Türkiye yanılgıya düştüğünde bile – aceleden, zayıf iletişimden veya ateşli retorikten dolayı – Türk hükümeti, Gazze’deki ıstırabı dindirmek ve İran’ın nükleer silah edinmesinin önüne geçmenin bir yolunu bulmak dâhil, Batılı ortaklarının pek çok amacını terk etmedi. Türkiye’nin güvenliği ve ekonomisi, Ortadoğu’daki problemlerin etkilerine Batılı ortaklarınkine nispetle daha fazla açıktır. Ankara bu yüzden zorunlu olarak farklı taktikler izlemektedir. Batı, bunu anlamalı ve bu farklılıkları fırsat olarak görmelidir. Batı, Türk hükümetini, tıpkı Ankara’nın 26 ederek onun üstüne çıkmayı şimdiye değin başardı. Türkiye, Araplara parlak bir geleceğin yolunu gösterebilir mi? Marco Vicenzino Arap halkları, başta umutlu oldukları ama sonra hayal kırıklığı yaşatan birkaç tecrübeden sonra kuşkulu ve hüsranda olmayı sürdürüyor. Atalarının kazanımlarından duydukları gurur biraz rahatlamalarını sağlıyorsa da câri gerçekler bunu bastırıyor. İlham verici liderler neredeyse hiç yok. Irak’taki ağır aksak ilerleme daha da yavaşlayacak gibi duruyor. Şeffaf seçimlere rağmen Filisitinliler arasındaki kavga gerçek ümitleri söndürüyor. Onlarca yıl sürmüş olağanüstü halden sonra Mısır’ı çepeçevre kuşatmayı sürdüren belirsizlik, geleceğine kasteden bir hançer gibi havada asılı duruyor. Esad’ın dalavereyle serbest pazara ayar vermesi ve Suriye’yi avuçlarında sıkıca tutması gelecek nesillere bir vizyon ve emniyet hissi sunmuyor. Ürdün’deki kayda değer ilerlemenin kendi sınırları dışında tekrarlanması zor duruyor çünkü iç zorluklar ve bölgesel gerçekler, diğerleri üzerinde nüfuz tasarrufunu sınırlıyor. Bâriz ilerlemeye rağmen Lübnan her an patlamaya hazır barut fıçısı gibi. Doğal kaynak zengini Libya, tutarlılığı ülke içinde ve dışında gizli gizli sorgulanan yaşlı bir otokratın kaprislerine mâruz. Filistin’in hayatını idame ettirmesi büyük ölçüde Arap ülkeleri tarafından sağlanmışsa da Filsitinlilerin en metin sözcüsü, Recep Tayyip Erdoğan hükümeti oldu. Söylemini diplomatik güçle takviye eden Türkiye, bağımsız bir Filisitin’i tanımaları için Brezilya ve Arjantin’i de etkiledi. Peşlerinden diğer Latin Amerika ülkeleri de gelecektir. Ayrıca Türkiye, İsrail’in Gazze ablukasına son vermek için uluslararası desteği de seferber ediyor. Filistin’in içinde bulunduğu vahim duruma karşı sempati duyulmasına rağmen Türkler bu desteğin nasıl sergileneceği nokrasında ortak bir yol takip etmiyorlar. Laik Türkler, hükümetin teşvik ettiği (dinden ilham alan) sivil toplum örgütlerinin yurtiçinde ve yurtdışında kendilerini tanıtmak ve güçlendirmek için Filistin davasını istismar ettiklerini iddia ediyorlar; Gazze filosu fiyaskosu bunun son örneğidir. Arapların bedbahtlığını batı sömürgeciliğine ve dört asırlık Osmalı hâkimiyetine hamletmek Ortadoğu’da yaygın bir tutumdur. Batıya karşı ciddi bir antipati halen mevcutken, son yıllarda Türkiye’ye karşı Arap kamuoyu kanaatinde bahse değer bir değişim söz konusu. Araplar Türkiye’ye gitgide “bizim olmamız gereken bu” diyerek bakıyorlar. Türkiye’nin Arap devletleri için model olarak hizmet edip edemeyeceği Batı siyasi çevrelerinde sürekli sorulan bir sorudur. Türkiye ilham verebilir, faydalı dersler sunabilir ama model olamaz. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde yeşerdiği dinamikler ve tarihi bağlam tekrarlanamaz. Çağdaş Türkiye, demokratikleşme yolunda halen evriliyor. İç mücadeleler, Kürt meselesi ve yapılması gereken reformlar önündeki çetin yolun sadece birkaç Türkiye, kazanımları ve bölgede artan nüfuzu sayesinde büyük saygı görüyor. Çoğunluğu Sünni bir devlet olmasına rağmeni Türkiye, pek çok Arap ve müslüman ülkesinde ortada olan Sünni-Şii ayrımını zekice siyasi ve diplomatik sermayeye tahvil 27 hatırlatıcısıdır. Hükümet bir denge tutturmak zorunda. Ülke içerisinde muazzam meydan okumalar varken ülke dışına uzanmaktan sakınmalıdır. Arap nüfusunun ezici çoğunluğu, kasvetli bir gelecekle yüzyüze olan 30 yaş altındaki gençlerden oluştuğu için bölgede demografik bir saatli bomba geriye doğru sayıyor. Bu ise Türkiye liderliğinin Ortadoğu’da inisiyatifi ele almaları ve potansiyellerini açığa çıkarmaları için özel sektörü teşvik etmesi gerektiğinin altını çizer. Türkiye’nin siyasi liderliği, fırsatlar yaratmak sûretiyle, bölgesel basıncı azaltabilir ve yumuşak bir inişe katkıda bulunabilir. Daha geniş Ortadoğu’daki değişim, ekonomik büyümenin mührünü vurduğu evrimci bir süreç içerisinde cereyan edecektir yoksa dış tasarımların dayatılmasıyla değil. Zaman içerisinde daha fazla reform potansiyeli de olacaktır. İhtiyaç duyulduğunda, Türkiye’nin siyasetçileri duruma kibarca el atmalı fakat sonuçların ortaya çıkmasını işadamlarına terk etmelidirler. Herşeyden evvel, Türkiye’nin en etkili büyükelçileri özel sektörden çıkmaktadır. Arap tarihinin seyri I. Dünya Savaşı ile sona eren dört asır boyunca İstanbul tarafından belirlendi. Tarih tekerrür etmeyecektir. Ancak bir asırlık yokluktan sonra, gerçek Türk nüfuzunun daha mülayim bir formda Arap başkentlerine ulaşması memnuniyetle karşılanmalıdır. Hem, istikrarı küresel düzene sürekli tehdit teşkil eden bir bölgenin tedrici dönüşümü için bir esastır bu 23 Aralık 2010. Kaynak: Guardian Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın 28 Türkiye’ye kara çalanların tarihi körlüğü - Aliza Marcus Anayasa reformları, şu an sekizinci yılında olan Erdoğan hükümetinin insan haklarını ve hukukun hâkimiyetini güçlendirmeye çalıştığı pek çok yoldan sadece bir tanesidir. Başbakan, AB üyeliği için gerekli yasal ve ekonomik reformları başarıyla yürüttü. Türkiye’deki Kürt nüfusa sınırlı da olsa daha fazla kültürel haklar veren değişiklikleri onayladı. Sivil ve askeri hâkimlerin devlete karşı işlenen sözde suçlara baktığı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin defterini dürdü. (Tam ifşaat: 1995 yılında Reuters muhabiriyken Kürt köylerine askeri saldırıları konu edinen bir makale yazdığımdan dolayı bu mahkemelerden birinde ben de yargılanmıştım.) İlhan Erdost, solcu bir yayıncı, otuz yıl önce bu ay Ankara Mamak cezaevinde askerler tarafından vurularak öldürülmüştü. Bir darbeyle iktidarı eline geçiren askeri rejim tarafından tutuklanmıştı. Suçu ise Komünist teorisyen Friedrich Engels’ın bir kitabını yayınlamış olmasıydı. 35 yaşındaydı. İlhan’ın dul eşi Gül Erdost, eşinin ölümünden sorumlu tuttuğu kişilere, 12 Eylül 1980 darbesini düzenleyen generallere, dava açmaya hazırlandığını açıklayarak eşinin ölümünün otuzuncu yıldönümüne damgasını vurdu. Türkler açıktır ki Erdoğan’ın gayretlerinden memnundurlar. Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldikten beş yıl sonra 2007 yılında ona yeniden iktidar yetkisi verdiler. Anayasa değişikliği için yapılan referandum, Erdoğan’ın desteğiyle yaklaşık yüzde 15’lik bir farkla geçti. Gül Erdost, orduya nihayet meydan okuma şansına Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan sayesinde sahip oldu. Türk şehirlerinde tankların dolaşması üzerinden geçen otuz yıl sonra, ki ülke tarihinin en gaddar ve en demokrasi karşıtı dönemidir, seçmenler eski askeri yöneticilerin hazırladığı anayasaya üzerindeki değişiklik paketini onayladı. Bu değişiklikler arasında askeri yöneticilere yargı dokunulmazlığı veren maddenin kaldırılması da var. AK Parti karşıtı eleştirmenler ikna olmadılar. Erdoğan’ı Türkiye’yi otoriteryan ve köktenci bir devlete çevirmeye niyetli iktidar açlığı çeken bir İslamcı radikalmiş gibi tasvir ediyorlar. Erdoğan hükümeti, silahlı kuvvetlerin Ergenekon ünvanlı bir tezgahta darbe planı yapması gibi “özenle hazırlanmış bir politik kurgu” hazırladı; 60 civarında subayın ve sivil darbe destekçisinin sözde darbe planından dolayı tutuklanması, sırf Erdoğan muhaliflerini taciz ve boğma amaçlıdır diyorlar. İddialarına göre, subayların ve sivil destekçilerinin aleyhine getirilen deliller uydurmadır ve laik Türkler için “bir korku iklimi” yaratmıştır. Fakat Amerika merkezli birçok analiste kulak verilecek olunursa, Erdoğan, Türk demokrasisini inşa etmeyip onu alaşağı ediyormuş. Bu eleştirmenler – ya bile isteye aldırmadıklarından yahut da katıksız cehaletlerinden dolayı – Erdoğan’ın neyi başardığını ve seçmenlerin onu desteklemeye niçin devam ettiğini gerçekleri saptırarak sunmaktadırlar. Erdoğan hükümetini – önceki hükümetler döneminde yaşanan ihlalleri nazar-ı itibara almadan - Türkiye’nin geçmişinden uğursuz bir ayrılış olarak tasvir ediyorlar. AK Parti eleştirmenlerinin pazarladığı bu yanlış hikayelerde, insan hakları ihlalleri alıp başını yürümüş ve Türkiye mahkemeleri 29 hükümetin baskıcı politikacılarının piyonları haline gelmiştir. Bu analistlere göre, ılımlı İslami bir devlet görme ümidi taşıyan Amerikalı politikacılar, başbakanın gerçek gündeminden bihaberdir. Olup bitenlerin farkında olanların sayısı çok azdır çünkü hikayeye göre dava tehdidiyle yıldırılmış veya İslamcıların kontrolünde bulunan Türk medyasındaki ordu düşmanlığı onun gözünü kör etmiş, Erdoğan’ın ihlallerini soruşturamaz hale gelmiştir. olduğundan şüphelenilen kişilere karşı ordunun acımasız taktikleri veya genel insan hakları ihlalleri gibi konular hakkında yazı yazan gazetecilere karşı binlerce dava açıldı. Merkez Türk medyası genel olarak baskıdan şikayetçiydi meğer ki desteği açıktan vermiyor olsun. Tanınmış köşe yazarlarından Oktay Ekşi, sırf bu yargılama beni meşhur ediyor diye hükümetin yargılamanın devamına asla izin vermemiş olması gerekirdi diye hayıflanıyordu. Diğer yazarlar benim muhtemel bir gizli gündem sahibi olduğumu yazıyor veya Kürt eylemcilerin oyununa geldiğimi iddia ediyorlardı. Şanslıydım. Her ne kadar ülkeyi terke zorlandımsa da beraat ettim. Türk ve Kürt muhabirlerin başından daha kötüleri geçti. Fakat aslında Türkiye daha önce hiç olmadığı kadar daha demokratiktir ve insan haklarına daha saygılıdır. İlerleme yavaş; ve mükemmel değil. Bazıları ciddi olmak üzere gücün kötüye kullanılması söz konusu ama durum çok, çok daha iyi. 1980 darbesinden sonra, askeri cunta tüm sivil hakları askıya aldı ve orduyu Türk siyasetinin nihâi hakemi olarak kutsayan yeni bir anayasayı hazırladığında bu kez sivil hakları iyice budamıştı. Askeri yönetim sırasında 650.000’den fazla kişi tutuklanmış, içlerinden pek çoğu işkenceden geçirilmiş ve öldürülmüştü. Kürtlerin başına en kötüsü gelmişti: O vakitler askerin idâresinde bulunan Diyarbakır Hapishanesi’ndeki tutuklulara cop sokulmuş, dışkı yedirilmiştir; farelerin istila ettiği hücrelerde tutulmuşlar ve içme suyu olarak içine deterjan katılan su verilmiştir. Ancak şu anki AK Parti karşıtı dalga geriye dönüp bakmaktan sakınıyor ve Türkiye’nin bugününü işte bu yüzden böylesine yanlış anlıyor. Mesela PKK’lılara çalışmakla suçlanan 152 Kürt politikacının sözümona kitlesel yargılanması ile Ergenekon davasını ele alın. Güya bu tür kitlesel yargılamalar “kural haline geliyor” – ama ne ki Türkiye’de sessizce hareket eden bir otoriteryanizm olduğunun işaretidir. Fakat 1980 darbesinin ardından solculara, Kürtlere, sendikacılara ve diğerlerine karşı açılan davaların yanında bunlar mütevazı kalır. Solcu Dev-Yol’un üyelerine karşı 1982’de açılan bir davada 700 sanık vardı. Onsekiz yıl sonra dava halen devam ediyor. Diğer iki Dev-Yol davalarının her birinde 900 zanlı vardı. DİSK’e karşı açılan davada 1.400’den fazla sanık vardı. Türkiye kanunlarının kitlesel yargılamaya izin verdiği gerçeğinin – duruşma takviminin davaların yıllarca süreceği şekilde düzenlemesinin – Erdoğan’la hiçbir alâkası yoktur ve eski cuntanın bugünkü Türk liderliğine mirâs 1990’lar ortalama bir Türk için az da olsa daha iyiydi fakat durum Kürtler için öyle değildi. 1990-1995 arasında bir düzineden fazla Kürt gazeteci, Kürt siyasi partisinden en az 62 partili ve yüzlerce Kürt eylemci gizemli bir şekilde öldürüldü. Suçu işleyenlerin güvenlik kuvvetlerinin veya müttefik grupların üyesi olduğu pek çok vakada iddia edildi ki eldeki delillere göre akla yatkındır. Kürt meselesi, örgüt sempatizanı 30 bıraktığı, kasıtlı olarak kusurlu bırakılmış sistemle alâkası vardır. bilemeyecek olsanız da tüm bunlar olumlu değişimlerdir. Bu eleştirmenler, Ergenekon davasının sıhhatine inanan kişileri görünce sarsıldıklarını itiraf ediyorlar. Ancak gerçek sürpriz, silahlı kuvvetlerin bazı üyelerinin bir darbe planlaması değil Erdoğan’ın orduya meydan okuyacak denli cesur oluşudur. Ordu, darbe planlama ve düzenlemeyi herşeyden evvel alışkanlık haline getirmiştir. Nitekim 1960, 1971 ve 1980’de iktidarı eline geçirmiş, 1997’de yumuşak darbe düzenleyerek Başbakan Necmettin Erbakan’ı istifaya zorlamıştır. Yargılanmakta olan kişilerin hepsinin suçlu olup olmadığını bilmek imkânsızdır. Fakat *Pınar Doğan ve Dani Rodrik’in yaptığı üzere+ davanın “ülke demokrasisi adına uğursuz bir geleceğin” alâmeti olduğu iddiası, Türkiye tarihinde demokrasi ihlallerinin en kötüsünden bizatihi ordunun sorumlu olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Türkiye’deki durum değişebilir elbet. Reformlar hız kesebilir. Erdoğan gücü fazla seven bir kişi haline gelebilir. Fakat bir şey kesin. O da şu: Buradaki tek gerçek kurgu, Erdoğan iktidarı öncesinde Türkiye’nin daha özgür ve daha demokratik olduğudur. 27 Kasım 2010 Kaynak: Foreign Policy Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın Türk yargısında ve siyasi kurumlarında halen noksanlıklar bulmak için iyi nedenler var. Erdoğan, mirâs olarak devraldığı, kusurlu ve kolayca ihlal edilebilen adli, siyasi ve sivil sistemi şöyle iyicene altüst etmiş değil. Ve Türkiye henüz Batılı, liberal bir demokrasi değil. Fakat doğru yolda ilerliyor. Türkiye son sekiz yılda sivil hakların korunmasında mesafeler kaydetti, serbest Pazar ekonomisini tahkim etti ve AB üyeliğinin taleplerini karşılamaya daha bir yaklaştı. Erdoğan, Türk ordusunu siyasi karar alma süreçlerinin dışına itti ve 1990’larda Kürtlerin yargısız infazına bulaşan askerler hakkında soruşturma yürütmesi için yargıya tazyikte bulundu. *Pek çoğu Soner Çağatay gibi+ Türkiye’yi tekrar doğru yola koymak için bir askeri darbe daha yapılması gerektiğini düşünen AK Parti karşıtı yorumcuları okumakla hiçbir zaman 31 Nükleer program hakkında İran’la diplomatik temas kurarken Tahran’ın Ortadoğu’daki kemirici nüfuzunu zarif bir biçimde dengelemesi. Yeni kurallar: ABD, faal ve bağımsız bir Türkiye’ye muhtaç Thomas P.M. Barnett Eğer Amerika’ya ideal Müslüman stratejik ortağı sihirli değnekle sunulacak olsaydı, nasıl bir ortak dilerdi? Amerika’nın her politikasıyla aynı çizgide duran bir ülke mi dilerdik? Eğer rejim, İslam dünyasında itibara sahip olacaksa cevap hayır. İdeal olarak, yönetim, ulusun dini ve kültürel kimliğini koruyor görünmeye yetecek kadar İslamcı olacaktır hatta ki toplumunu atılgan bir şekilde modernize ederken ve ekonomisini dünyaya bağlarken bile. Diplomasiye, çok-taraflılığa ve bölgesel istikrara vurgu yapan, bu esnada, Washington’ın bağımlısı olmadığını, tarihi seyri içinde yol alan kendinden emin bir büyük güç olduğunu göstermeye yeterli bir bağımsızlığı muhafaza eden bir ülke olacaktır. Özetle dindaşlarına, Müslüman bir devletin, Müslüman devlet olarak kalmayı sürdürürken, küreselleşmenin ortasında kendisini nasıl iyileştirebileceğinin örneği olacaktır. - Suriye’yi sistemin bir parçası yapmak için ekonomik fırsat savuşturucusuyla/yumuşak öldürücüyle (soft kill) elinden gelenin en iyisini yapması. - Bağlayıcı bir kordun olarak bahse değer bir yatırım akışı sağlayarak Irak istikrarının sorumlu bir kahyası olması. Rusya’yla ilişkilerimizi yeniden başlatması ve Balkanlar’da artakalan operasyonlarımızı sessizce perçinlemesi. Güney Lübnan ve Afganistan’a barışı koruma askerleri göndermesi, Afganistan’da uzlaşmayı teşvik için Taliban’a erişmesi. - Huzursuz Kafkasya’da ve Orta Asya’da altyapı geliştirme çalışmalarına katkı sunarak gelişmekte olan bu ekonomileri Batı’ya bağlaması. - Ve tüm bunları, komşularla arasındaki tarihi ihtilafları bastırıp sıkıştırarak dolayısıyla da emperyal niyetler taşımadan, sıfır toplamlı oyuna başvurmadan, hüsn-ü niyet şartıyla yapacak. Ancak burada durmayalım. Kendimize karşı dürüst olacaksak, ideal Müslüman stratejik ortağımızın Amerikan çıkarlarına bizim yapamadığımız şekillerde faydalı olmasını da isteriz. Örneğin: Baştan beri Türkiye hakkında konuştuğumu fark etmediyseniz, imkânsız bir paket bu diye düşünmüş olabilirsiniz. Türkiye’nin iktidardaki İslamcı partisi, 2003 yılından beri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından ustalıkla yönetilen Ak Parti, tüm bunları gerçekleştirdi ve aynı anda da kendi evinin ekonomisini derleyip toparladı, hızla genişleyen orta sınıfın reform beklentilerini karşıladı, inatçı Kürt ayaklanmasını ele aldı, geçmişte demokrasisini defalarca kesintiye Kuran’ın yeniden yorumlanmasına, Peygamber Muhammed’in mesajının modern çağ için güncellenmesine cesurca önayak olması. - Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilere sefil muamelesinden dolayı İsraillilere doğrulukla karşı çıkması, işgal altındaki topraklarda istihdam yaratacak projeleri teşvik etmek sûretiyle maddi destek de sunması. 32 uğratan (mesela 1960-1961, 1971-1973, 1980-1982) askeri diktatörlüğe batıp zevale uğramaktan uzak durdu. olduğunu uzun zamandır savunuyorum. Niçin? Basitçe söylemek gerekirse, Amerika’nın – yahut Amerika dolayısıyla dünyanın - şu anki İran rejimini bu amaçtan çevirmelerine yol yok ki bu, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın İran teokrasisini cumhurbaşkanı merkezli, Devrim Muhafızlarının ekonomi üzerindeki mafyavâri pençesi etrafında inşa edilmiş tek parti diktatörlüğüyle değiştirme stratejine de uymaktadır. Daha fazlasını kim isteyebilir? Öyle değil mi? Ama ne ki bu askeri ittifakın her iki yakasındaki yetkililer ve uzmanlar, Amerika’nın Türkiye’yle bugünkü ilişkilerini ciddi bir çöküşten hatta bastırılmış düşmanlıktan muzdarip diye tanımlıyorlar. Obama yönetimi, Türkiye’nin BM’de İran’a karşı son ekonomik müeyyide paketine karşı oy kullanmasından dolayı açıkça öfkelenmişti. Ancak geçen Mayıs ayında Türkiye ve Brezilya’nın tasarladığı nükleer takas anlaşmasını - Obama ekibi başlangıçta bu çabayı desteklemiş olmasına rağmen Washington’ın daha sonra kibirle reddettiğini kaydetmeye değer. Eğer bu terminoloji size son dönem Sovyetleri hatırlatıyorsa tesadüf değildir: Sağ çıkan büyük felaketzedeler benzer şekilde düşünür. Sovyet lideri Leonid Brejnev ve avanesi, Josef Stalin’in kaçık tasfiye hareketi ve II. Dünya Savaşı gibi çifte kabustan nihayet kurtulduklarında, nükleer cephaneliği saçmalığın zirvesine taşıyıp Batı “hücumundan” insiyâki olarak kurtulmaya baktılar. Ancak yıllar içerisinde kıdemleri ilerledikçe, gerçekte Batı’dan istedikleri şey, büyük kazanımlarını Batı’nın tanıdığına işaret eden, emperyal müesseselerinin stratejik bekasını garanti eden – yahut garanti edeceğini düşündükleri - kağıt parçalarıydı. Richard Nixon ve müteakip başkanlar, o kağıt parçalarına imza attılar ve bunun beraberinde ikili ilişkilerin rahatlaması, Sovyetleri zamanın kendilerinden yana olduğuna inandırarak onları zor duruma düşürdü. Daha bir nesil geçmeden, tarih aksini ispatlayacak, Sovyetler gözden kaybolacaktır. Beyaz Saray, İsraille “Gazze Özgürlük Filosu” kıyametinden ve gürültünün hala bitmemesinden dolayı tarihi olarak güçlü ikili askeri bağlarımızı azaltıp, hassaten de taahhüt edilmiş silah satışlarını torpidolayıp Türkiye’nin en büyük yıllık askeri tatbikatını boykot ederek Ankara’yı cezalandırmakla tehdit ediyor. Yeterince şaşkına çevirici: İkiyüzlü Pakistan, Pentagon’ın verdiği açık çeklerle ödüllendirilirken, Türkiye tavan arasına atılıyor. Eğer bu ikilik size mantıksız göründüyse o halde dış politika realisti olmalısınız. Mesele Türkiye’nin rakibi İran’ın nükleer emellerine meşru tepkisi olunca işler karışır ama halen Amerika’nın stratejik davası lehinedir. Ahmedinejad ve avanesi, Brejnev’den daha genç yaşta siyasi üstünlüklerinin zirvesindeyseler de, kirli bir düşkünlük içindeler: Nükleer salahiyetin kendisine yaraşır şekilde korkuttuğu Amerikan süpergücü’nün büyük devrimlerini sonunda İran’ın nükleer silah edinmesinin bir “eğer” meselesi olmayıp bir “ne zaman?” meselesi 33 tanıması istiyorlar ve bu amaçla imzalayacağımız kağıt parçalarını memnuniyetle karşılayacaklar. Ancak tıpkı Sovyet vakasında olduğu gibi, devrimci güç bu nevi anlaşmalara vardığında, böylesi bir radikal hareket, amansız bir düşman yokluğundan dolayı sararıp solar ki sinsice başarılan bir savuşturulma/yumuşak ölümdür bu. zorunda kalacak ki bunlardan bazıları İsrail ve ABD gibi eski dostlar için acılı olacak ama en sonunda tüm bunlara değecektir. Doğrudur, Batı’nın duymak istediği stratejik anlatı bu değil ama iş bitirici “nokta saldırıları” gibi sihirli kurgular ve “nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya”, “küresel sıfır” gibi gerçeklerden kaçışla kıyas edildiğinde güvence veren bir yoldur. Bu yoldan daha önce başarıyla geçmiştik ve tekrar yapabiliriz zira tarihin yürüyüşünün bize tatminkâr başka bir fırsat sunabilmesi ihtimal dâhilinde değildir. İran askeri diktatörlüğü bu tuzağa niçin düşsün ki? Kendi halkından korku duyarak yaşamaktan başka seçeneği yok. İran nükleer programı hakkında “tüm seçeneklerin masada olması” gibi cesur laflara rağmen – yanı sıra muhtemel bir İsrail saldırısını analım – sorulmaya değer tek bir soru var: ABD, nükleer bir İran karşılığında ne alacak? Bu yola girme vakti geldiğinde, Türkiye, her ne kadar şu an zahiren içimizdeki diken gibi görünse de, hakikaten ihtiyaç duyduğumuz müttefik olduğunu gösterecektir. 15 Eylül 2010 Tahran ve Tel Aviv’in gayeleri uğruna yüksek risk almalarından kaynaklanan tedirgin edici müsabakalardan sonra bizim alacağımız şey, Ortadoğu için tepeden tırnağa yeni bir güvenlik mimarisidir ve bu, İsrail’in Filistin’le kalıcı bir barış yapmasına imkân tanımaktadır. Bunun olması için on yıllarca çabalayıp sonra da böylesi çabaların daha büyük bölgesel çekişmelere, bölgede zuhur eden nükleer çekişmelere yenik düştüğünü görüvermek – önce İsrail-İran sonra İranTürkiye ve muhtemelen de İran-S.Arabistan arasında – bölge başkentlerini diplomatik uzlaşmaya mecbur etmek için dünyanın enerji bağımlısı büyük güçlerini harekete geçirecektir. Kaynak: WPR Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın Bu müzakereler – ki çok yoğun geçecektir – nihayet sadede davet edildiğinde, Amerika masada oturan, İran’ın hülyalarını ve İsrail’in korkularını dengeleyen bir Türkiye’yi görmekten memnuniyet duyacaktır. Türkiye, buradan oraya varmak için, her çeşit stratejik yeniden yönelimi çekip çevirmek 34 Türkiye bunu başında fes olmadan yapıyor - Michael C. Desch kazandıran militan sonucuydu. Türkiye kavşakta: Ekonomi gürleyerek büyüyor; Türk ekonomi mûcizesi, şu anki hükümetin yurtiçinde girişimciliği teşvik etme ve ülkeyi 21. yüzyılın küresel ekonomisiyle bütünleştirmek için gerekli her şeyi yapma iradesinin doğrudan bir sonucudur. Vahamet ortada. Siyasal İslam’ın Türkiye’de sürgit büyümesi, Türk toplumunu kutuplaştırıyor ( bu arada, siyasal İslamın büyümesi, AK Parti’den önceye gider). Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’un cadde ve sokaklarında gezince, Türkiye’deki siyasi yelpazeyi caddelerdeki çok farklı kostümlerde ve giyinip kuşanmış bakımlı insanlar üzerinde tastamam görürsünüz: Başörtülü ve tesettürlü dindar kadınlar, “İslami” olduğu hemen belli olan bıyık bırakmış erkekler (mesela Tayyip Erdoğan’ın bir fotoğrafına bakın), sanki Berlin ya da Paris’te yaşıyormuş gibi giyinen laikler, Avrupa’nın daha da Kuzey’inden gelmiş gibi görünen sarı saçlı “beyaz Türkler.” Ayrıca, artan sert ve yumuşak gücünün bir sonucu olarak da Ortadoğu’da bir kez daha hâkim güçlerden biri haline geliyor. Türkiye’nin sert gücü, onun Soğuk Savaş sırasında NATO’nun güney kanadında oynadığı çapa rolünden mirastır. Türkiye, İslam ve Modernitenin – husûsan, demokrasi ve küresel ekonomiye katılımın – pek çok bakımdan bağdaşır şeyler olduğunu ispatlıyor görünmektedir, ki Türkiye’nin en azından Ortadoğu’daki yumuşak gücü, bu gerçeğin bir fonksiyonudur. Eğer Türkler bu işi becerirlerse, İslam dünyasını 21. yüzyıla taşımaya hazır olacaklardır. Ancak radikal her bir deney ve tecrübede olduğu üzere, bunun başarılı olup olmayacağı henüz belli değil. Çağdaş Türkiye’nin ABD için sunduğu tehdit/tehlike ve fırsat/vaatler işte burada yatmaktadır. laikliği reddedişinin Çağdaş Türkiye’deki çatışmanın odağında başörtüsü var (Atatürk’ün 1925’te fesi yasaklamasını hatırlatıyor); laikler, bugün Türkiye’yi yarıp parçalayan laik kültür-İslam kültürü savaşında bunu merkez cephe olarak nitelendiriyorlar. Türkiye’nin laik seçkinlerinden olan bazı akademisyen meslektaşlarla konuştuğumda, sorumluluklarının bir parçası olarak üniversitedeki İslamcı öğrencilere başörtüsü aleyhine *ikna odalarında+ “nasihat vermekle” görevlendirildiklerini, bunun destekledikleri bir ilke olduğunu ama gene de rahatsız edici bir görev olarak gördüklerini söylediler. Türkiye’nin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminde İslami yönelimli bir hükümeti var. AK Parti’nin 2003’deki zaferi (ve 2007 seçimlerini yeniden kazanması, ki emsalsizdir) Türkiye’nin şimdiye değin hâkim siyasi partisi olan, Mustafa Kemal Atatürk’ün merkez soldaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yozlaşması ve fikrî tükenişinin ve de Türk seçmenlerinin büyük çoğunluğunun Türkiye Cumhuriyetine 1923’ten beri vasfını Bir Türk üniversitesinde ders verdiğimden dolayı Türk kanaati hakkındaki “örneklemim” laiklere meyillidir. Türkiye’deki entelektüel ve siyasi seçkinlerin kayda değer bir kesimini oluşturan bu grup, İslam’ın Türk siyasetinde artan rolüne karşı tetikteler. Eski Dışişleri Bakanı Emre Gönensay, Obama yönetiminin Erdoğan 35 rejimiyle sarmaş dolaş olması - ki ona göre bu, Türkiye’yi İslami Truva Atına çevirme senaryosunun doruğa ulaşmasıdır- aleyhine olacaktır diye uyarmıştı beni. aşağılama gayreti ve Gazze ablukasını yarmak için seyirde olan Türk gemisi Mavi Marmara’ya İsrail ordusunun el koyması sırasında dokuz kişinin ölmesi) iki ülkenin evvelden samimi olan diplomatik ilişkilerini sarstı ve derin stratejik işbirliğini tehdit etti. Türkiye, İslam dünyasının öncü sesi olmayı arzuladığından dolayı Yahudi devletiyle ilişkilerinin öncelikle de çözümsüz kalmış İsrail-Filistin meselesi üzerinden soğuması belki de kaçınılmaz bir şeydi. Gönensay gibi laikler Türkiye’nin İran gibi olmasından korkuyorlar açıkçası. Fakat hemen göze çarpmayan başka bir korkuyu saptadığımı düşünüyorum: AK Parti’nin yükselişi, Türklerin seçeneğinin bir yanda modernite, demokrasi ve ekonomik büyüme, diğer yanda ise İslam ve gerilik olmadığını ispatlamaktadır. Başka bir ifadeyle, çağdaş Türkiye’deki gelişmeler, Atatürk Devrimi’nin ana önermesinin yani başarılı modernleşmenin ancak laiklikle olabileceği önermesini çürütme niteliği kazanmaktadır. Bugünün Türkiyesi’nin önceki Türkiye hatta birkaç yıl öncesinin Türkiyesi olmadığına şüphe yok ve bu durum hem iç gerilimlere hem de uluslararası komplikasyonlara yol açıyor. Fakat bu gerçek mâliyetlerin, Türkiye’deki değişimin hem bölgeye hem de ABD’ye sunacağı potansiyel kazançları gölgelemesine izin vermemeliyiz. İslam’a daha meyilli bir Türkiye’den hâsıl olan uluslararası komplikasyonlar da âşikar hale geliyor. AK Parti’nin İslam ve moderniteyi uzlaştırma projesi, Avrupa’nın militan laikliğine ve artan İslam fobisine bakınca, Türkiye’nin zaten düşük olduğu kabul edilen AB’ne katılım şansını artırmaya yardımcı değil galiba. AK Parti’nin yükselişi kısmen de diğer siyasi şıkların, buna Kemalizm de dâhildir, iflasını yansıtmaktadır. Bu yükseliş, Türkiye’nin devam etmekte olan demokratikleşmesiyle ille de bağdaşmaz gibi de görünmüyor. Hakikat, Erdoğan hükümetinin, ihtiyaç duyulan adli reformlarla, anayasa reformlarıyla demokratikleşme sürecini derinleştirdiği savunulabilir. AK Parti, otonomi mücadelesi son yirmibeş yılda yaklaşık kırkbin cana mâl olan huzursuz azınlığa verdiği küçük ama sembolik tavizlerle, Kürt çatışmasını çözme yolunda önceki hükümetlere nispetle en cüretkâr adımları da attı. Türkiye’nin İran ve Suriye gibi diğer bölgesel güçlere uzanma çabaları da ABD’de iyi takdim edilmiyor, ki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” diplomasisini, Türkiye’nin, sert ve yumuşak gücün bir bileşimiyle, bölgeye liderlik çabasının bir parçası olarak görmek yerine Türkiye’nin o ülkeleri yatıştırması şeklinde yanlış anlıyoruz. Türkiye’nin İran ve Suriye’ye yaptığı teklifleri “Şer Eksenine” katılma arzusunun göstergesi olarak görmek yerine, biz, ABD’dekiler, bunu İslam Cumhuriyeti’nin sunduğuna alternatif olacak, İslami değerlere dayalı ama demokrasi ve serbest ticaret gibi modern dünyanın ilkelerine de bağlı bir model Ancak en çarpıcı diplomatik değişim, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde yaşandı, hem incir çekirdeğini doldurmayan hem de ölümcül olaylar (İsrail Dışişleri Bakan yardımcısının diplomatik hareket sırasında Türk büyükelçisini alçak koltuğa oturtarak 36 sunarak İran’ın bölgedeki nüfuzunu etkisizleştirme çabası olarak görürsek daha iyi yaparız. elbet. Ancak sadece komplikasyonlara odaklanıp Amerika’nın Türk tecrübesinin başarısında yatan menfaatlerini gözardı etmek daha büyük bir hata olur. Türkiye’nin ABD’deki imajının, onun bölgedeki diğer Amerikan müttefiki İsrail’le ilişkileri üzerinden şekillenmesi kaçınılmazdır. Washington’daki İsrail yanlısı lobinin - Ermeni soykırımı gibi hassas meselelerde Türkiye adına işe karışırdı - bir zamanlar sevgilisi olan Türkiye, bölgesel diplomasisindeki değişim onu geçmişe nazaran daha iddialı bir Filistin yanlısı duruşa sevkettiğinden dolayı Yahudi devletinin destekçilerince artık yeriliyor. Oysa vaadi gerçektir: Eğer Türkiye, İslam ile siyasi ve ekonomik moderniteyi telif etmeyi başarır ve sonra İslam dünyasının geri kalanının da bu sentezi yapmasına yardım ederse, Bush yönetiminin ve onun YeniMuhafazakar (neocon) müttefiklerinin saptırıcı Irak savaşında uğruna çabaladıkları ama başaramadıkları bölgesel çaplı dönüştürücü etkiye sahip olacaktır. Başkan Obama’nın geçen yıl kaydettiği gibi, “Türkiye’nin hukukun üstünlüğüne saygı duyan - ama aynı zamanda çoğunluğu müslüman bir ulus olan - seküler demokratik devlet tarihine bakınca, sadece kendi civarında değil dünyada da karşılıklı anlayışın, istikrarın ve barışın şekillenmesine yardımda kritik bir rol oynadığını düşünüyorum.” Ancak her ne yaparsa yapsın, Türkiye’yi Amerika’nın Yahudi devletine sorgusuz sualsiz destek standardıyla yargılamamız hata olacaktır. Evvela, Türkiye’de ve bölgede (dünyanın geri kalanını söylemeye bile gerek yok) kamuoyu kanaatine ayak uydurmayan, tarafsızlık değil, aslında bu standarttır. Amerika’nın İsrail’e verdiği tarafgir desteğin barış sürecine öyle pek katkı sağlayıp sağlamadığı da belli değildir, ki barış süreci en nihayetinde Türkiye’nin, bölgenin, ABD’nin ve de bizzat İsrail’in çıkarınadır. Modern Türkiye’nin gerçeği, İstanbul’da gördüğüm sokak tablosu kadar girifttir. Hem başörtüsü hem de mini etekleri var; hem İran ve Suriye’ye uzanıyor hem de AB’ne yakınlaşıyor; İslami mirâsını yeniden talep ederken modern küresel ekonomiyle bütünleşiyor. Demokratik, küreselleşmiş ve ılımlı İslamcı bir Türkiye, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarına bizim doğrudan yapabileceğimiz başka herşeyden daha çok katkıda bulunmaktadır. Türkiye’nin tecrübesinde yatan menfaatimiz işte budur. Eğer bir kimse Obama yönetimi gibi İsrailFilistin çatışmasının çözümünün, bölgedeki Amerikan çıkarları adına atılacak en önemli adımlardan biri olduğuna inanıyorsa bilsin ki Türkiye’nin Filistin self-determinasyonu adına ve lehine sergilediği daha iddialı duruş, iki devletli çözümde ilerleme kaydedilmesine Aaron David Miller’in yerinde ifadesiyle “İsrail’in avukatı” olarak çalışan şu bildik stratejimizden daha fazla katkı sunmaktadır. 14 Kasım 2010 Kaynak: National Interest Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın Bu yeni gerçekliğin hem yurtiçinde hem de yurtdışında Türkiye için durumu karmaşıklaştıracağını inkar etmek saflık olur 37 Türkiye kavşakta Couloumbis,Ahlstrom & Weaver ulus devleti, Osmanlıların çok-kültürlü ve çok-dilli imparatorluğunun yerini almıştır. Türkiye, II. Dünya Savaşı sırasında tarafsız kalmayı başardı ve müttefik kuvvetlere ancak 1945 Şubat’ında katıldı; fakat 1940’ların ortalarında ve sonlarında Soğuk Savaş hattı çizilirken Sovyetlerin ileri sürdüğü toprak iddiaları, Türkiye’yi taraf seçmeye zorladı. Soğuk Savaş süresince Türkiye’nin yönelimi belliydi: Batılı bir ülkeydi; Sovyetleri ve onun uydularını kuşatmak üzere tasarlanmış müttefik zincirinin hayati bir halkasıydı. Avrupa ve Amerika’daki pek çok kişi Türkiye’yi yanlış anlıyor. Bunun nedeni sadece Türklerin kendilerini rahatça Avrupalı, Avrasyalı, Balkan, Akdenizli ve Yakındoğulu olarak anmaları ve bu son derece mondern, ticari bakımdan faal NATO üyesinin aynı zamanda İslam Konferansı Teşkilatı’nın öncü sesi olması değildir. Nüfusu, Almanya’nın nüfusundan yalnızca yüzde 10 daha düşüktür; ulusal zenginlik bakımından G-20 arasında 15’nci sıradadır; 2009’da yaklaşık yüzde 5 daralmanın ardından 2010’da yüzde 10 civarında büyüme kaydediyor ki küresel mâli krizi müteakip en hızlı toparlanmalardan biridir. 1952’de NATO’ya katıldıktan sonra Anadolu’da büyük bir Amerikan üssüne evsahipliği yaptı ve savaş zamanında Sovyetlerin Karadeniz filosunun Akdenize çıkışını engelleyecek olan kapıları (İstanbul ve Çanakkale boğazları) tuttu. Ayrıca Sovyetlerin Ortadoğu petrolüne erişimini engellemek amacıyla kurulan Bağdat Paktı’nın bir üyesiydi. Yaklaşık ikibin yıldır imparatorlukların, dinlerin, ticaret yolları ve bölgesel çatışmaların kavşağında olan Türkiye bir kez daha kavşakta. 29 Ekim’de Türkiye Cumhurbaşkanı ve başörtülü eşinin ayrı, askeri liderlerin yani “laik devletin bekçilerinin” ayrı bir resepsiyona evsahipliği yapmaları bunun sembolüdür. Ancak 1980’lerin sonlarında Sovyet komünizminin çöküşü yeniden saflaşma sürecini başlattı. Boris Yeltsin’in yönetimindeki Sovyet sonrası dönemin Rusyası içe döndü ve Türkiye’nin stratejik planlamacılarının başlıca kaygısı sona erdi. Sovyet tehdidinin yok oluşu üzerine Türkiye, yeni jeopolitik gerçekliği tanıyan yeni bir stratejik doktrine ihtiyaç duydu. Tüm bunlar nasıl oldu? Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı’nda mağlup olmasının ardından karizmatik lideri ve ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk, Türkiye’ye laik cumhuriyet şekli kazandırdı. Türkiye, Atatürk 1938’de ölene dek köklü dönüşümler yaşadı. En bâriz değişimler şapka ve kıyafet devrimi, harf devrimi, din ve devlet işlerinin katı bir şekilde ayrılması ve orduya laik düzenin bekçiliği rolünün tahsis edilmesidir. Bu rol, laikliğin tehlikede olduğunu düşündüğü takdirde ordunun dönem dönem siyasete müdahale gerekçesi olmuştur. Yeni Türk Türkiye’nin uzun süre Washington büyükelçiliğini de yapmış tecrübeli diplomat Şükrü Elekdağ, Türkiye’nin bazı komşularından kaynaklanan potansiyel tehditlerle yüzyüze olduğunu, Suriye ve Yunanistan’la aynı anda savaşa hazırlıklı olması gerektiğini ve PKK kaynaklı terör tehdidini etkisizleştirmesi gerektiğini savunmuştu. Bu yeni strateji mantıken 38 Washington’la geleneksel ortaklığın devamını öngörüyor ama aynı zamanda yeni bir stratejik ortak ilave ediyordu. Tel Aviv. Erdoğan ve Davutoğlu, yıllar içerisinde iltihap toplamış tehlikeli durumları istikrara kavuşturmada esasen hem batı çıkarlarını hem de bölgesel çıkarları destekleyen Türkiye’yi Ortadoğu meselelerinde barışçıl çözümlere vesile olabilecek bir aracı olarak konumlandırmaya çalışmaktadırlar. Türkiye 1990’ların sonuna doğru yeni bir rol imkanı elde etmiş ve Avrupa Konseyi, OECD ve AGİT üyelikleri, Avrupa Birliği üyeliğini birinci öncelik haline getirmişti. Bu ise Ege konusunda Yunanistan’la yumuşamayı, Kıbrıs’la ilgili daha esnek bir politikayı ve Suriye’yle ilişkileri iyileştirmeyi talep ediyordu. 2002’de yapılan genel seçimlerde AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ın iktidara yürüyüşü üzerine Türkiye, Elekdağ’ın karşılaşmacı stratejik dokrinlerini terk edip farklı bir rol tanımladı. Üst düzey subaylar ülke demokrasisine darbe planlamaktan dolayı yargılanmayı beklerken, Erdoğan hükümeti genel seçimlere hazırlanıyor ve muhtemelen yeni bir anayasa hazırlıyor. Sırf Atatürk’ün laik ilkelerine adanmış subaylar Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başörtülü eşiyle tokalaşmayı istemiyorlar diye iki ayrı cumhuriyet resepsiyonu düzenlenmiş olması Türk kamuoyunu etkilememiştir ve dış gözlemcileri de etkilememelidir. ABD’nin 2003 yılında Irak’a yapacağı müdahaleden şüphe duyan, İsrail’le arasına mesafe koymak isteyen ve Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin ekonomik performansına eş bir performans sergileyen Erdoğan hükümeti, 2007 yılında yapılan seçimlerde kesin bir zafer elde ettikten sonra Türkiye’nin dünyadaki yerini yeniden tanımlamaya artık hazırdı. 15 Kasım 2010 Yazarlar hakkında: Theodore Couloumbis, Hellenic Foundation for European and Foreign Policy başkan yardımcısı ve Atina Üniversitesi Emeritus Profesörü; Bill Ahlstrom, bir çok-uluslu Amerikan şirketinde yönetici; Gary Weaver, American Üniversitesi School of International Service Profesörü. Erdoğan’ın dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, geniş bir stratejik bakış açısı üzerinde durmakta ve Türkiye’nin komşularıyla “sıfır sorun” istemektedirler. AB üyeliği halen birinci öncelik ama genişleme yorgunluğu ve Fransa-Almanya muhalefeti, üyelik ümitlerini azaltmaktadır. Türkiye ve Brezilya, İran’ın farazi nükleer planlarına yönelik alternatif bir yöntem sundular ve BM müeyyidelerine destek vermediler. İsrail’in Gazze’yi işgali ve İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria topraklarında uyguladığı yerleşim politikalarını Erdoğan’ın yüksek sesle eleştirmesi üzerine Türkiyeİsrail ilişkileri kötüleşti. Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 39 Türkiye: Modernleşmenin doğası – I -Aleхander Sotnichenko gerilla savaşı hüküm sürüyordu. Rusya’yla ilişkiler halen hasım bir ilişkiydi (Soğuk Savaş’tan dolayı). Türkiye, Çeçenya’daki savaşa adam sağlayan başlıca kaynaklardan biriydi; silah, cephane, para ve teçhizat Türkiye topraklardan geçiyordu. Sovyetlerin çökmesinden sonra, devlet liderleri birleşik bir Türk Avrasyası oluşturmaya karar verdiler. Ancak yeni yüzyıl dönemecinde, kuvvetten çok problem olduğu ortaya çıkmıştı. Yeni talepleri karşılamak için devlet politikası değişmeye başladı. Joseph Stalin, Sun Yat-sen Üniversitesi öğrencileriyle görüşmesinde şöyle demişti: 10-12 milyon nüfuslu Türkiye artık küçük bir devlet kümesine düştü. Emperyalizm için ne heybetli bir pazar ne de belirleyici bir meseledir. (Т. 9. P. 256-258) Büyük Sovyet Ansiklopedisi “Türkiye” maddesinde şöyle kaydedilmiştir: Türkiye, özellikle de tarımda feodalist kalıntıların görüldüğü bir tarım-sanayi ülkesidir. Türkiye, uluslararası kapitalist işgücü farklılaşmasında, tarım-hammadde bölgesi rolünü oynamaktadır ve ekonomik bakımdan Batı Avrupa ve ABD’nin emperyalist tekellerine bağımlıdır…Kişi başı ulusal geliri 600 dolardır - kapitalist dünyadaki en düşük ulusal gelirdir. Bugün Türkiye, dünyanın en dinamik kalkınan ekonomilerinden biridir. Az gelişmiş tarım devleti, dünyanın en büyük ekonomileri arasında 15’nci sırayı aldı ve G20 üyesi oldu. GSMH’sı 2002-2009 arasında yüzde 6-9 arasında büyüdü; sayılar beş yıl zarfında iki katına çıktı: Şu an 880 milyar dolar. En yakın rakibi, Güney Kore, Meksika ve Avustralya. Türkiye, uluslararası nüfuzunu genişletiyor, Ortadoğu ve Balkanların gayri resmi lideri rolünü almaya bakıyor ki Osmanlı İmparatorluğunun dirilişine ön ayak olabilecektir. Peki, fakir bir devlet, siyasi ve iktisâdi bir kudrete nasıl dönüştü? Türkiye’nin hızla değişen imajı Bir Rus Türkiye’yi popüler filmlerin, edebiyatın ve kural olarak, biraz da tatil seyahatleri sırasında edindiği kişisel izlenimlerin şekillendirdiği şablonlardan görür. Çiçek dürbünü/kaleydoskop, Tolstoy ve Leonid Gaidai ve bir de Rus turistlerin ebedileştirdiği Antalya’dan oluşuyor. Suvorov’un Türkleri mağlup etmesiyle ilgili anılarla, Almanya’ya göç ve Rus kadınlarını toptan ve perakende satın alan genelevlerle bu resim tamamlanıyor. Ve bu resim, yoksulluk develer, haremler ve yoksul semtlerden oluşan bir arka zemin üzerinde çizilmektedir. Ulusal politikanın muayyen nitelikleri 2002 seçimleri hem Türkiye’yi hem de uluslar arası câmiayı sarsmıştı. Enflasyon, yoksulluk ve işsizlik popüler siyasi partilerin yüzde 10 barajını geçmelerine izin vermemişti. Hükümet, yıllardır ilk kez tek bir partiden, yeni bir siyasi güçten oluşuyordu yani ordunun yasakladığı Fazilet Partisi üyelerince kurulan AK Parti’den. Bu imaj uzun bir süre –kısmen de olsa – hakikate yakındı. Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul 10 yıl evvel gecekondulardan ibaret bir şehirdi. Yıllık enflasyon yüzde 60 düzeyindeydi ve ülkenin güney kesimlerinde Küresel haber ajansları olayı önce şöyle duyurmuştu: İslamcılar Türkiye’de iktidara geldiler! Batı, Usame bin Ladin’i, Rusya ise Emir Hattab’ı görmüşlerdi ama yeni siyasi 40 liderler daha zeki çıktılar. AB üyeliği azmi ve AB standartlarını karşılamak için çıkarılan reform yasaları, siyasi programın ana yönelimlerinden biri haline geldi. Bu adım çok başarılıydı ve Ak Parti attığı bu adımlardan hissesine düşeni hala almaktadır. Yeni Türk lider, Recep Tayyip Erdoğan, partisine yönelik tehlikenin yurtdışından değil ülke içerisinden yani Anayasa Mahkemesi, MGK gibi kurumların başındaki geleneksel laik askeri ve sivil bürokratlardan geldiğini hemen keşfetti. Yürürlükteki 1982 Anayasasına göre bu kurumlar, devletin laik temellerini çiğneme teşebbüsüyle suçlanabilecek her hangi bir siyasi gücü feshetme hakkına sahipti. Avrupalılaşma doğrultusunda yapılan yasa değişikliği, bu hakkı ordunun elinden alacaktır. Demokratikleşme ve Avrupalılaşma sloganı yurtdışından güçlü destek gördü. sosyal programından ödünç alınmaydı. Aslında, bugün çeşitli sosyal ihtiyaçlar için büyük fonlar ayrılmış durumda: Okullar, hastahaneler, kamuya ait spor tesisleri, halk eğitimi/beceri geliştirme dersleri vb. Tüm bunlar, en büyük şehirde (AK Parti’nin bugünkü lideri 1994-98 arasında İstanbul Belediye Başkanıydı) test edilmiş adımlardı ve toplumun en fakir katmanlarından partiye destek devşirmişti. Recep Tayyip Erdoğan’ın biyografisi dahi bir sol liderinkine daha uygundur: İstanbul’un fakir bir semtinde doğmuştu; babası, ailenin maişetini kazanmak için Karadeniz’den kalkıp bu semte taşınmıştı. Dini rönesans ve iş/letme Ancak yeni Türk sosyalizmi kızıl değil, yeşil. Türk toplumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün reformlarından sonra laik seçkinler ile gelenekçi fakir arasında bölünmüştü. İslami olan herşey 1950’lere kadar yasaklanmıştı. Fakat gelenek tedricen geri döndü. İlk önce, İslam dünyasında her zaman olduğu gibi minarelerden Arapça ezan okunmasına izin verildi (izinden önce yalnızca Türkçe okunuyordu); sonra, okullarda temel İslami derslerin verilmesine ve imam-hatip okullarının açılmasına izin çıktı. Söylemeden geçmeyelim, şu anki başbakan, bu okullardan birinden mezun oldu. Devlet makamlarının yasaklandığı dindar müslümanlar kendilerini, laik hukukun yasakladığı Sufi tarikatlar etrafında holdingleşecek küçük işletmelerde buldular. 1980’lerdeki özelleştirmelerden ve hidrokarbon ihracından elde edilen gelirin ani yükselişiyle zenginleşen Körfez bölgesindeki Arap ülkeleriyle bağlantı tesisinden sonra İslami sermaye ekonomiye yerleşti; 1990’lara gelindiğinde, Koç, Sabancı ve OYAK gibi geleneksel laik holdinglerle İktidarda tek partinin olması sayesinde, bir koalisyonda olabilecek muhalefet mücadelesinin dikkat dağıtıcı etkisine maruz kalmaksızın vahim ekonomik ve sosyal sorunlara eğilebildi. Artık iktidarda olan geleneksel çevrelerin reformları, sağ-sol şeklindeki geleneksel siyasi bilim ayrımından alınacak bir yardımla tanımlanamaz. Öte yandan, reformlar elbette ki liberal reformlardır. Son sekiz yıl zarfında kamu teşebbüsleri özelleştirmeye tabi tutuldu, ekonominin pek çok sahasında özel sermaye egemen hale geldi. Bankacılık sistemi, devletin mali sistemi düzenleme mekanizması, AB yönergelerine göre elden geçirildi, çok sayıda sınır ötesi engeller kaldırıldı. Bununla birlikte, K.K.T.C Cumhuriyetçi Sol Parti başkanı Ferdi Sabit Soyer’in bu metnin yazarına anlattığına göre (bu parti 1970-80’lerde Sovyet yönelimliydi) Recep Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı sosyal program, Türkiye İşçi Partisi’nin 1970’deki 41 yarışmaya başladı. “Yeşil sermaye” dinamik bir şekilde gelişti ve turizm, ihracat odaklı sanayi grupları, BDT pazarlarında iş geliştirme gibi yeni yönelimlere girdi (eski piyasa oyuncularının iyice keşfetmediği pazarlardı bunlar) ve artık laik piyasa oyuncularına eşit veya hatta onları gölgede bırakacak bir nüfuza kavuşmuşlardı. İslami güçler siyasete etkide bulunmak için umutlarını demokrasinin gelişimine bağlamışlardı elbette. Laik çevrelerin sülbünden gelmeyen siyasetçiler ancak ve ancak 1980’lerin sonunda ortaya çıkmışlardı. Belirli bazı iş çevrelerinin desteğini kazandılar. Bununla beraber, zirveye söz geçiremiyorlardı. Öte yandan, köylerdeki geleneksel nüfus ve pozitif demografik dinamiklerden dolayı tam bu dönemde sayıları yıldan yıla artan şehirdeki fakirler, seçmen desteği sağlayabilirlerdi. İslami siyasi güçler 1980-90’larda kitlelerin ilgisinin hedefi haline geldiler tıpkı bu ilgi odağının geçmişte Komünist ve Sosyal Demokrat hareketler olması gibi. Geleneksel seçkinler baskıyla cevap veriyorlardı ama kendi lehlerine bir sonuç çıkmıyordu. Avrupalılar ve Amerikalılar iktidarda sâbık ulusçuları görmeyi tercih ederlerdi muhtemelen ancak iktidardaki partinin aldığı halk desteği ve ekonomik büyümeye bakınca bir askeri darbeyi desteklemediler. 1 Ekim 2010 Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 42 Yeni Türkiye-Rusya ekseni - Eric Walberg Nefis bir ironidir, ABD ve İsrail’in Ortadoğu ve Avrasya’daki işgalleri, etkilenen ülkeleri yıldırmadı. Bilakis, Rusya, Türkiye, Suriye ve İran dâhil, yeni bir saflaşmanın temelini oluşturarak onları birlikte çalışmaya sevketti. Neoconların Ortadoğu ve Orta Asya’yı Amerikan imparatorluğunun uysal uydularına dönüştürme planı ve ABD’nin Ortadoğu’daki tek demokrasisi *İsrail+ artık çok farklı bir oyun sahasıyla karşı karşıya. Filistinlilere, Afganlara ve Iraklılara karşı yürütülen savaşlar ancak bata çıka ilerlemekle kalmayıp bölgesel tüm oyuncuların öngörülmemiş hamleler yapmasına da yol açtı. Suriye, Türkiye ve İran sadece gelenekle, inanç ve ABD-İsrail planlarına direnişle değil aynı zamanda ABD ve İsrail’in desteklediği Kürt ayrılıkçılara karşı savaşta da birleştiler. Ekonomik işbirlikleri şaşırtıcı bir süratle artıyor. Bu karmaya Rusya’nın da eklenmesi, hemfikir, Sünni ve Şia Müslümanların, Hıristiyanların hatta Yahudilerin ve laik geleneklerin olduğu sosyo-politik bir tayfı kapsayan güçlü bir bölgesel kuvvet demektir. İmparatorluk, dirilen bir Türkiye’yle, binyılın yarısına yayılan bir zaman süresince büyük ölçüde barışçıl bir Ortadoğu yönetmiş Osmanlının vârisleriyle karşı karşıya. Türkiye, AK Parti döneminde yürütülen dinamik bir diplomatik açılımın bir parçası olarak, Halifeliğin Arnavutluk, Ürdün, Lübnan, Libya ve Suriye’ye vize muafiyeti geleneğini geçen yıl yeniden tesis etti. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, geçen Şubat ayında vize muafiyetini Mısır’a da teklif etti. İsrail Şamir şöyle demişti: Türkiye’yle “Avrupa Birliği’nin bölgesel muadili yeni, muazzam bir Ortadoğu Birliği kurma planı var.” İşte bu, önce İngiliz sonra da Amerikan imparatorluğunun dayattığı, 150 yıldır süren sûni mantık değil tabiî bölgesel jeopolitik mantıktır. Bin yıl önce Haçlıların ortalığı darma duman etmek için gelip de bölge yerlilerini istilacıları püskürtmek üzere birleşmeye mecbur etmeleri gibi bugünün Haçlıları da fişlerini çekecek güçleri harekete geçirdiler. Türkiye’nin, Batı’nın İran karşıtlığını etkisizleştirmek için Mayıs ayında Brezilya’yla birlikte yürüttüğü cesur hamlesi dünyayı meraklandırıp dikkatleri üzerine çekti. Türkiye, Haziran ayında Gazze ablukasını yarmaya çalışan Ögürlük Filosuna İsrail saldırısından sonra İsrail’e gösterdiği mukavemetle Arap dünyasının sevgilisi haline geldi. Türkiye son iki yıl zarfında Rusya’yla stratejik ortaklık ve vize muafiyeti rejimi kurdu, yeni boru hatları ve nükleer enerji tesisleri inşası dâhil ruble ve liranın kullanıldığı hırslı bir ticari ve yatırım planına girişti. Türkiye’nin Osmanlı’nın vârisi olması gibi, Rusya da büyük ölçüde barışçıl bir Ortadoğu’yu Türklerden evvel yaklaşık binyıl yönetmiş Bizanslıların vârisidir. Rusya ve Türkiye’nin, Ortadoğu “hegemonları” olarak 20. yüzyılın İngiliz-Amerikan gâsıplarından çok daha fazla haklı gerekçeleri vardır ve sahip de çıkmaktadırlar. Rusya, Ortadoğu’nun bugün için en yanıcı meselesine daha az göz alıcı kendi katkılarını sundu. Rusya’nın problemleri var. Felç olmuş ekonomisi ve zayıf düşmüş ordusu, süpergücü kışkırtacak her şeye mola 43 vermesine yol açtı. Rus seçkinleri, ABD’yle nasıl bağdaşacakları hususunda bölündüler. Afganistan ve Çeçenya’daki trajediler, Orta Asya’daki kördüğümlerden kaynaklanan korkular, Rusya’nın Müslüman Ortadoğu ile ilişkilerine musallat olmayı sürdürüyor. üzerinde yürütülen müzakerelere Türkiye ve Brezilya’nın dahlini reddederek ABD ve AB tarafını tutuyor. Voltairnet’te yazan Thierry Meyssan “genelde bağlantısız ülkeler özelde İran, BMGK’daki Rus oyu’nu, büyük bir gücün, yükselen güçlerin ekonomik kalkınmaları için elzem olan enerji bağımsızlığını engelleme iradesi olarak yorumladılar. Rusya’nın bu uygunsuz hareketini unutmaları çok güç” diyor. Sovyetlerin 1972’de Mısır’dan çekilmesinin ardından Rusya’nın Ortadoğu’da güçlü bir mevcudiyeti bir daha asla olmadı 1980’lerin ortalarından itibaren, bir milyon küsür Rus’un İsrail’e göçüne tanık oldu; diğer yerlerden İsrail’e gelen göçmenler gibi onlar da sadakatlerini ispatlama kaygısı güden, Filistin’de iki devletli bir çözüm için toprak vermeye gönülsüz göçmenlerdi. İsrail’e göç eden Anatol Sharansky Bill Clinton’ı şöyle iğnelemişti: “Dünyanın en büyük ülkelerinden birinden kalkıp en küçüğüne geldim. Yarısını bölmemi istiyorsun. Hayır, teşekkür ederim.” Rusya kendi İsrail lobisine sahip; pek çok Rus aynı zamanda İsrail vatandaşı yani çifte vatandaş ve İsrail’in vize muafiyeti kapsamındalar. Bu noktada hakikat her ne olursa olsun, Rusya’nın İran’la, Suriye ve Mısır’la ve artık Türkiye ile barışçıl nükleer enerji alanında işbirliği yapıyor olması, Suriye’ye P-800 cruise füzeleri satma anlaşması, Ortadoğu meselelerinde ABD ve İsrail’in oyuncağı olmadığını gösterir. İsrail, Suriye’ye füze satışından dolayı küplere biniyor; geçen hafta “stratejik önemdeki bölgelere” intikam amacıyla silah satmakla tehdit etti Rusya’yı. Rus hamleleri, İran ve Suriye konularında, patlamaya hazır durumları yatıştırmaya çalıştığı intibaını veriyor. Ayrıca Rusya, Batı ve İran arasındaki çekişmede muğlak bir duruş sergiliyor. Nükleer enerji konusunda İran’la işbirliği yapıyor ama İran’ın nükleer emelleri hakkında endişeleri de var; BMGK müeyyidelerini destekledi ve 2005 yılında İran’la yaptığı S-300 füzeleri satış anlaşmasını iptal etti. Afganistan’da Amerikan çabalarına da destek veriyor. Pek çok yorumcu tüm bunları, Medvedev liderliğindeki Rusya’nın Washington’a teslim olmasının, Putin’in anti-emperyal politikalarından ricat edildiğinin işaretleri olarak yorumluyor. İran Savunma Bakanı Ahmed Vahidi “güvenilir olmadıklarını gösterdiler” dedi. Rusya’yı muhtemel bir Ortadoğu gücü olarak görmek için başka nedenler de var. İsrail’e göçen Rusya kökenli milyonlarcaYahudi, Rusya adına ille de Lieberman benzeri Aşil topuğu hükmünde değiller. Bu göçmenlerin üçte biri, yeterince koşer olmadıkları için hor görülerek gözden çıkarılıyorlar ve yalnızca arı bir ırk adına kurulmuş bir devlet için ciddi problem teşkil edebilirler. Birçoğu Rusya’ya döndü veya mezralara yerleşmeye bakıyorlar. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun siyasi hamisi Moşe Arens gibi sağcı politikacılar tek devletli çözüm üzerinde düşünüyorlar. Bu Rus göçmenler muhtemelen Güney Afrika ırkçılığını bitiren Frederik de Klerk gibi bir şahsiyet çıkaracaktır. Rusya, bu nazik ikilemde tarafsız duruyor. Aynı zamanda, İran nükleer programı 44 Rusya, Ortadoğu barışının şaşırtıcı bir diğer anahtarına da sahip. Siyonizm baştan beri laik sosyalist bir hareketti; muhafazakar Yahudiler Siyonizme güçlü bir şekilde karşı çıkıyorlardı ki durum bugün de böyledir her ne kadar Ben Gurion ve Netanyahu gibilerin yağcılığıyla taraf değiştiren pek çok kişi varsa da. Filistinliler gibi Gerçek Tevrat Yahudileri de “Yahudi devletini” tanımazlar. Amerikalı ve İsrailli stratejistler İran’ı işgale yoğunlaşmışlarken, Rus ve Türk liderler nükleer enerji dâhil Ortadoğu’da ticaret ve kalkınmayı artırma planları yapıyorlar. Ortadoğu nokta-i nazarından, Rusya’nın İran, Türkiye, Suriye ve Mısır’da nükleer santral inşa etmeye gösterdiği şevk, Batılıların - İsrail hâriç - uzun zamandır Ortadoğu’dan esirgedikleri ekonomik kalkınmanın hızlanmasına yardım etme arzusunu göstermektedir. Buna Lübnan da dâhildir; Stroitransgaz ve Gazprom, Beyrut’un, kendi kıyılarındaki geniş doğalgaz rezervlerini çıkarması önündeki İsrail engellerini aşana dek Suriye doğalgazını Lübnan’a nakledecek. Ancak bekleyin! 1928’de Sovyetlerin laik tabiiyet politikaları uyarınca Rusya’nın Brobican bölgesinde kurulmuş meşru bir Yahudi devleti mevcut. İster Ortodoks isterse laik olsun, İsrail Yahudilerini bol miktarda hammadde’nin bulunduğu bu Yahudi vatanına, Golda Meir’in “topraksız bir halk için halksız bir toprağına” kaçmaktan beri tutacak hiçbir engel yok. Burası, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra yeniden doğdu. Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev bu yaz eşsiz bir ziyaret düzenleyerek (bölgeyi ziyaret eden ilk Rus veya Sovyet lideri oldu) Eşkanazi dilinin, Avrupalı Yahudilerin seküler dilinin (yani sadece kutsal İbranice’nin değil) resmi dil olduğu Yahudi toprağına güçlü bir destek verdiğine işaret etti. Rusya, müttefiki Türkiye gibi, kendisini Ortadoğu’daki en acil problemler arasında (Filistin ve İran) bir köprü olarak konumlandırdı. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Bin Yıllık Kalkınma Hedefleri Zirvesi’nde “Ortadoğu’da barış, dünyada barışçıl ve istikrarlı bir geleceğin anahtarıdır” demişti. Şimdi dünya, çabalarının meyve verip vermeyeceğini görmek için izlemede. 3 Ekim 2010 Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Yeni bir siyasi oluşum içine giren Türkiye ve Rusya’ya rehberlik eden sihirli bir el yok. Bilakis, bu el, Batı hücumu karşısında İslamın esnekliği ve ayrıca – şaşırtıcıdır – Sovyetlerin laik ulusal self determinasyon tarihinden bir sayfadır. Türkiye, bir zamanlar Avrupa’nın hasta adamı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün BM Bin Yıllık Kalkınma Hedefleri Zirvesi’nde dediği gibi “artık Avrupa’nın sağlıklı tek adamı”, İngiliz imparatorluğu ve onun demokratik dölü ABD ve İsrail’in yarattığı karmaşayı toplamak için kendisini Rusya ile, İranlı ve Suriyeli dostlarla konumlandırmaktadır. 45 Türkiye ve Japonya dönüm noktasında - Michael Auslin Türkiye’nin karşı çıkması ve Hamas ablukasını geçmeye kalkışan Türk sponsorluğundaki bir gemiye İsrail’in mani olması üzerine İsrail’le ilişkileri dondurması yüzünden daha da arttı ki bunların hepsi de bu yıl yaşandı. Türk diplomatlar, NATO’nun ikinci büyük askeri gücünün anti-liberal, batı karşıtı rejimlere doğru eğilim gösterdiği şeklindeki iddiaları reddederek savunma halindeler. Asya’nın diğer ucunda, Japonya’da, iktidardaki Demokrat Parti, kurucuları Ozawa Ichiro ve Kan Naoto arasında bir iç çatışmaya sahne oluyor (Kan Naoto şu an başbakan). Sayın Kan Naoto rakibine karşı zafer kazandıysa da partinin birliği zarar gördü ve DPJ’nin berrak bir siyasi gündemi başarıyla oluşturup oluşturmayacağı henüz belli değil. Japonya’da gelecek beş yıl zarfında yapacağı ekonomik reformlar ve Japonya’nın ABD’yle ittifakının yakın vadedeki durumu risk altında. DPJ, geçen yıl iktidara geldiğinden bu yana reform gündemi hız kesti ve Yukio Hatoyama’nın Amerikan donanmasını Okinawa’nın güneyindeki tartışmalı askeri üsten taşımakla ilgili bir anlaşma kotaramamasından dolayı Washington’la ilişkileri sıkıntı çekiyor. Japonya hem ekonomik gerileme hem de deflasyonla kol kola olmayı sürdürürken bu esnada Çin’le – bir başka deniz hadisesi yüzünden - yaşadığı gerilimler kriz seviyesine yükseldi. Türkiye gözlemcileri gibi Japonya gözlemcileri de ülkenin iç ve dış politikasını korkuyla izliyorlar. Fakat iki ülke arasındaki iç benzerlikler buraya kadar. Türkiye’de enerjik ve canlı bir lider, ülkesinin sosyal yapısını ve dış politikasını hızla yeniden tariflendirmekte ve yapıp ettiklerinin sadece ülkesini uluslararası normlarla aynı hizaya daha bir yaklaştırmak olduğunu iddia etmektedir. Öte yanda, Japonya’da, ömür boyu siyasette olan cansız Amerikalı siyaset bilimcileri 1960’larda Türkiye ve Japonya’nın siyasi modernleşmesi konusuna eğilirlerdi. Birbirinden çok farklı iki toplumun – biri, asırlarca çok-uluslu imparatorluktu; diğeri ise feodal, tecrit içindeki adalar grubuydu – 19 yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında geleneğin prangalarını kırıp siyasi, iktisâdi ve içtimâi sistemlerini yeniden şekillendirmelerine izin veren emsalleri keşfetmeyi hassaten istiyorlardı. Türk ve Japon vatandaşların, ülkelerinin geleceğini belirlemeye yardım etmek üzere oy sandığına gittikleri bu ay, siyasi analistler dünyanın en önemli iki ulusunda demokrasinin nereye doğru seyrettiğini görmek için Asya’nın iki kutbuna bir kez daha bakmalılar. Türkiye’deki seçmenler, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın teklif ettiği, sivil hakların korunmasını zahiren artıracak ama İslamcı parti liderine Türkiye’nin en önemli mahkemelerindeki hâkim sayısını artırma ve orduyu kontrol etme imkânı da verecek olan anayasa değişikliği referandumuna güçlü bir onay verdiler. Bu durum AK Parti’nin laik muhaliflerini, Erdoğan’ın 1920’lerdeki Kemalist devrimin temellerini sarsacak anayasal araçları kullandığı ve ülkeyi İslami örf ve âdetlere yakınlaştırdığı iddiasını dillendirmelerine yol açtı. Türk toplumunu izleyenler, Erdoğan’ın son sekiz yıl zarfında orduya göz dağı verme, iddia olunan darbe tertipçilerini yargılama ve medyadaki rejim muhaliflerine zor kullanma teşebbüsleri hakkında tehlike çanları çaldılar. Sayın Erdoğan’ın politikaları sadece iç gözlemcileri değil dış gözlemcileri de endişelendiriyor. Ankara ve Washington arasındaki gerilimler, İran nükleer programına karşı BM müeyyidelerine 46 ve neşesiz bir siyasetçiler grubu, ülkelerinin ekonomisini ve ana müttefikleriyle ilişkilerini reformdan geçirmenin mücadelesini veriyor, dizginsiz kapitalizmden bir çıkış yolu aradıklarını dile getiriyorlar. Türkiye’deki bazı seçmenlere göre Erdoğan çok hızlı ilerliyor ve ülkeyi nereye kadar dönüştüreceği henüz belli değil. Sayın Kan’a şans tanıyanlar ise hiçbir siyasetçinin Japonya’yı bir on yılı – 20 yıl zarfında kaybedilecek ikinci bir on yıl – kaybetmekten korumak için onu yeterince uzağa - veya yeterince hızlı - taşıyamayacağı korkusuyla muhataplar. Türkiye ve Japonya’da sahnelenen demokratik dramalar, liberalizmin dünyadaki gel-gitlerini izleyenler için önemlidir. Asya’nın bir ucundaki dayanak liberal kaidelerden başka taraf yönelirken diğer ucundaki dayanak durgun ekonomisini reformdan geçiremediğinde, demokratik model bunun acısını çekecektir. Dünya Çin’de, İran ve Rusya’da otoriteryan rejimlerin dirilişini izlerken haydi haydi kaygı vericidir bu. Türkiye’nin AB üyelik başvurusunu Fransa ve İngiltere’nin aşağılayıcı bir şekilde reddetmesi, “ileri” uluslar klübünün ne kadar kaprisli olabileceğini göstermektedir. Aynı zamanda, Avro bölgesindeki kriz ve Çin’in Japonya’yı ekonomik çembere alması, temsili rejimlerin ekonomik büyümeyi muhafaza kabiliyetlerine soru işareti koymaktadır. Sonuç, demokrasi ve liberalizm hakkında şüphe doğmasıdır, üstelik demokratik ulusların, sistemlerine ve 1940’lardan beri uluslararası kalkınmaya rehberlik eden dünya düzenine yönelik meydan okumaları püskürtmek üzere birleşmesi gereken bir zamanda. Liberalizmin küresel şöhretinin birkaç ülkedeki olaylara bağlı olması rahatsız edicidir; hatta adil de değil. Ancak Japonya ve Türkiye hiçbir zaman sıradan uluslardan biri olmadılar. Amerikan siyaset bilimcilerinin yarım asır önce kavradıkları üzere, her iki ülke de bölgesel ve küresel düzeyde çaplı bir nüfuz sahibi olmuşlardır. Hassaten Japonya ve de Türkiye, çevrelerindeki ülkelere istikamet göstermiş ve Amerika’nın savaş sonrası küresel ittifak sisteminin hayati çapaları olmuşlardır. Dolayısıyla bugün ve gelecekte seçecekleri yol, Ankara ve Tokyo varoşlarının dışında da anlamlı olmayı sürdürecektir. Yapacakları seçimler, bu iki ülkeyle yakın işbirliği olmaksızın Ortadoğu ve Uzakdoğu’da nüfuzunu koruma noktasında büyük sorunlarla karşılaşacak olan Amerika için de çok önemlidir - ki bu esnada, dünyadaki demokratlar Boğaziçi ve Japon Denizi’nde rüzgârların hangi yönde eseceğini görmek için olayları yakından izleyeceklerdir. Japonya ve Türkiye pek çok bakımdan beklegör politikası izliyor: Türkler, toplumun hukuki temelini kökten değiştirmesi için Erdoğan’a iktidarı verdiler ve ülkeyi İslamcı yola sokmayacağına yahut otoriteryan ortakların kollarına atmayacağına güveniyorlar. Japonlar ise partisinin başka bir şans tanıdığı Kan’ın ekonomik büyümeyi canlandıracak planlar hazırlayıp dünyada anlamlı bir rol bulup bulamayacağını bekleyip görmek durumundalar. Her iki ülkeye de şüphe hâkim ama seçmenler şimdilik her iki adama da işe devam etmeleri için demokratik meşruiyeti tanıdılar. Onlarla birlikte dünyanın geri kalanı da beklemektedir. Japonya ve Türkiye, 20. yüzyılın şekillenmesine yardım etmişlerdi; 21. yüzyılı da şekillendirebilirler. 6 Ekim 2010 Yazar hakkında: American Enterprise Institute Japonya Çalışmaları müdürü. Kaynak: National Review Online Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 47 Çin ve Türkiye, şüpheleri bir şekilde yatıştırmaya ve üstü güç bela örtülen husûmetleri dindirmeye ayarlı yapmacık sosyal etkinlikler ve yavan kurumsal işlevlerin ötesinde herhangi bir askeri işbirliği şekli için tutuk bir ikili görünümündeler elbet. Hassaten, her iki ülke Uygur câmiasına, Çin’in Batısı’nda meskun Türkçe konuşan bu Müslüman azınlığa muamele konusunda kısa süre önce ciddi farklılıklar tecrübe ettiler. Pekin ve Uygurlar arasında yaşamakta olan pek çok Han Çinlisi Uygurlara şüpheyle bakıyor ve onları ayrılıkçı fitnenin ve potansiyel İslamcı aşırılığın kaynağı olarak görüyorlar. Aynı şekilde, pek çok Türk, Uygurları Çin zulmünün kurbanları olarak görmekte ve pan-Türkçü dayanışma adına seve seve destek vermektedirler. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 2009 Temmuz’unda Sincan’da/Doğu Türkistan’daki Uygurlar ve Han Çinlileri arasındaki çatışmaların ardından durumu “âdeta soykırım” olarak nitelendirmişti ki meselenin yaratacağı duygulanımın kuvveti işte burada açıktır. Can kayıplarının ve yaralıların – 200 civarında insan öldü ve binlercesi yaralandı - büyük bir kısmının Han Çinlisi olduğu ortaya çıktığında, Türk hükümeti kullandığı dili yumuşattı - ki Türklere hâkim olan halet-i ruhiye Çin karşıtı değilse bile Uygur yanlısıydı. Erdoğan’ın görünüşe göre insiyaki ama abartılı tepkisi ve sonraları Çin’e karşı daha yumuşak bir tonda konuşması – Pekin’in Uygurlara karşı durumunun Türkiye’nin Kürt ayrılıkçılar karşısındaki durumuna benzediğini Ankara’nın isteksiz de olsa tanıması olabilir bu – Çin Dışişleri Bakanlığında bağları güçlendirme fırsatı olarak telakki edilmiş olsa gerek. Dolaylı da olsa güçlü tepki gerektiren bir dizi diplomatik fikri değişimi müteakip Çin Hava Kuvvetleri Türkiye’ye niçin gitti? -Gavin M. Greenwood Çin Hava Kuvvetlerine bağlı sayısı bilinmeyen Rus yapımı Su-27 ve Mig-29 savaş uçakları Eylül ayı içerisinde Orta Anadolu’daki dev Konya hava üssüne indi. Birkaç gün içerisinde, bir NATO ülkesi ve Çin arasında türünün ilk örneği bir askeri tatbikatta Amerikan yapımı Türk F-16’larıyla eğitime başlamışlardı. NATO ve diğer dost ülkelerle yapılan ortak askeri manevraların yapıldığı Anadolu Kartalı himayesindeki bu kısa süreli tatbikat, Türkiye müttefiklerinin anlamını çözmeleri vakit alacak çok sayıda etkeni yansıtmaktadır. Batı nokta-i nazarından, Çin’in aniden NATO’nun güney cenahında görünmesi ve hemen hemen aynı vakitlerde Orta Asya’daki diğer askeri maceraları, Pekin ile Washington ve pek çok Avrupa ülkesi arasındaki ilişkilerin bir dizi iktisâdi ve askeri gerilimden muzdarip olduğu bir zamanda kışkırtıcıdır. Çin uçaklarının Türkiye’ye intikalinin/konuşlanmasının Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun 6 Ekim’de Brüksel’de AB komisyonu ile yapacağı, gergin ve verimsiz geçmesi beklenen zirve öncesine rastlamasının birincil –ve galiba fırsatçı – niyeti bu olabilir. Anadolu semalarındaki it dalaşına gömülü daha stratejik bir diğer mesaj ise Çin’in ana kaygılarına daha yakın. Çin savaş uçaklarının Türkiye’ye intikali, Çin yönetimi ve ordusunda Pekin’in erişim ve sürpriz kabiliyetini ispatlama azminde olanların gündemini pekiştirecektir. Bazıları, tatbikatın gerçekte yapılıp yapılmadığı hakkında kararsız olsalar da, pek çokları bu hadisenin Türkiye’nin amaçlarını, NATO’yla ve AB’yle gelecekteki ilişkilerini ortaya koyabileceğini düşünüyorlar. 48 Ankara’nın yaptığı hesaplar, bu hüner gerektiren işte Çinli diplomatlara yardımcı oldu. Türkiye’nin AB ile gitgide endişe verici ilişkisi- ki Ankara’nın atalardan kalma Müslüman yayılması anılarını çalmaya devam ederken Avrupa kalpgâhına yakınlaşma yönündeki herhangi bir çabasını elekten geçiren güçlü bir “Viyana Kapısı” var – Çin pilotlarını NATO hava sahasında eğitme kararına katkıda bulunduğu kesindir. Benzer şekilde, 2010 Mart ayında, Amerikalı yasa koyucuların 1915’te Osmanlı kuvvetlerinin Ermenileri öldürülmesini soykırım olarak tanıyan bir oylamada evet demeleri ve bunun yanısıra 2010 Mayıs ayında, İsrail’in Gazze yardım filosundaki dokuz etnik Türk’ü öldürmesi üzerine Washington’ın İsrail’i ciddi bir sansürden geçirememesi, Türkiye’nin ABD müttefikleri tapınağında mevkice aşağıda bir yer işgal ettiğine pek çok Türkü ikna etti. Çin Hava Kuvvetleri’nin davet edilmesinde etkin olan bir diğer – ve karşı konulamazsaik, Türkiye ve Yunanistan arasındaki farkı vurgulamak olabilir. Yunanistan ekonomisinin müşkül durumu, bu ülkeyi daimi dilenciliğe ve kilit nakliyat sektörünü finanse etmek için Çin’den borçlanmaya ve Çin’e bel bağlamaya itti. Türkiye’nin bu hareketi – hitap edilen ana kitle yurtiçinde olsa da – Yunanistan’ın tam aksine, ülkenin bağımsızlık ve egemenlik bakımından büyük bir güçle denk olduğunu gösterdi. Çin’in Türk davetini kabul edip Konya’ya savaş uçakları göndermesinin ardında yatan dürtüler de ev sahibi ülkenin konum ve öneminden bağımsız bazı çıkarları yansıtmaktadır. Pekin, ülke askerinin ana çıkar alanlarının çok ötesine intikalini içleri daha bir rahat izlerken, Çin’in genelde ihtiyatlı diplomatları, ulusçu yurtiçi kitle nâmına bu nevi gösterilerin faydalarına kıymet veren siyasi ve askeri hizipler tarafından hükümsüz kılınıyor veya göz ardı ediliyor gibiler. 2009 Ocak ayında korsanlıkla mücadele kapsamında Aden Körfezine savaş gemileri gönderilirken de bu halet-i ruhiye göze çarpıyordu; resmi ağızlar, 15. Yüzyılda Amiral Zheng He’nin Ortadoğu ve Afrika’ya gerçekleştirdiği yedi deniz seyahati ile bu misyon arasında kıyas yapmışlardı. Çin Halk Kurtuluş Ordusu ve Hava Kuvvetleri 2010 Eylül ayında Kazakistan’da yapılan, Şangay İşbirliği Örgütü’nün Kırgızistan, Tacikistan ve Rusya gibi üyelerinin de katıldığı “Barış Misyonu 2010” adındaki bir dizi askeri tatbikata da katılmıştı. Tatbikatın görünüşteki gayesi, terörle mücadele operasyonlarını test etmek ve eşgüdümlemek olsa da “Barış Misyonu” gerçekte Çin’e kara ve hava gücünü sınırları ötesine konuşlandırmak gibi eşsiz bir fırsat sundu. Resmi Xinhua haber ajansına göre en az sekiz adet Çin savaş uçağı, bombardıman uçakları, erken uyarı ve tanker uçakları Urumçi’den havalanıp Kazakistan’da adı belirtilmeyen bir mahalde tatbikat yaptılar. Türkiye’ye giden ekip ve teçhizat, İran hava sahası üzerinden Konya’ya varmadan evvel benzer bir güzergâh izlemiş olmalıdır. ABD ve Çin arasında Güney Çin Denizi’nde süren gerilimlere bakınca, Çin savaş uçaklarının bir NATO ülkesinde manevra yaparken görünmesi, 12 Ekim’de Hanoi’de yapılacak ASEAN konferansında buluştuklarında ABD Savunma Bakanı Robert Gates ve Çinli mevkidaşı General Liang Guangle arasındaki sohbete renk katacaktır. 9 Ekim 2010 Yazar hakkında: Hong Kong merkezli bir risk yönetimi şirketi Allan & Associates’te güvenlik danışmadıdır. Kaynak: Asia Sentinel Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 49 Ankara ve Brüksel karşı karşıya Amani Maged bir dönemeç olduğu kanaatini pek çok analist paylaşıyor. Sivil hayat üzerinde askeri hâkimiyetin gevşemesi, Türkiye’yi tam üyelikten uzak tutmak ve “imtiyazlı ortaklıkta” oyalamak için AB’nin ileri sürdüğü bahaneleri yıkacağa benziyor. Osmanlı tarihi, Türk lügatında taviz kelimesine yer olmadığını göstermektedir. Ancak Türkiye, AB’nin üyelik için ileri sürdüğü pek çok reformu yerine getirme sözünü tutma azminde görünüyor. “Bizi bekletmeyin” ifadesi, Türk siyaset lügatında AB üyeliği talebinde kullanılan yeni bir ifade. Ankara, AB üyesi olmak için yıllardır elinden geleni yapıyor. Türkiye, daha büyük bir uluslararası saygınlık ve ekonomik üstünlük getirmesini ümit ettiği bu rüyanın peşinden giderken diplomasi mücadeleleri veriyor, siyasi reformlar yapıyor ve ekonomik kalkınmada muazzam sıçrayışlar gerçekleştiriyor. Ankara’nın AB ile 2005 yılında başlayan üyelik müzakereleri ağır ilerliyor, öylesine ağır ki gecikme olarak da tanımlanabilir. Bunun birçok nedeni var ve bunların en başında 73 milyon nüfuslu bir ülkenin AB’ye katılmasıyla Avrupa örgütünde kendi ağırlıklarını kaybetmekten korkan Fransa ve Almanya’nın muhalefeti var. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “sabrımız azalıyor” diyor ve AB’nin, Türkiye’nin üyeliği konusundaki duruşunu açık ve kesin bir dille ifade etmesini istiyor. Türkiye ehliyet ve sicilini AB’ye ispatlamak için pek çok yol denedi. AK Parti iktidara geldiğinden bu yana Türk ekonomisini dünyanın en gürbüz ekonomilerinden biri haline getirdi. Türk mâmülleri ve tarım ürünleri Arap pazarlarına bilhassa da Körfez pazarına akın etti ve Türk şirketleri bölgede çeşitli inşaat projelerine girişti. Diğer analistler, Avrupa muhalefetinin dini/kültürel tarafgirlikten de kaynaklandığını söylüyorlar. Avrupalıların geniş bir kesimi, halkının yüzde 99’u müslüman olan bir ülkeye AB kapılarının açılmasına itiraz ediyor ki AK Parti’nin iktidara gelmiş olması ve akabinde, İslamcı nüfuzun arttığı korkularının azdırdığı geçmişten gelen bir tutumdur. Öte yandan, Kürt meselesi Türkiye’nin üyeliği yönünde tökezlemesine katkıda bulunuyor. Siyasi olarak, Ankara kendisini üst bir stratejik konuma yükseltti. Tahran ve Batı arasında aracılık yaparak hatta nükleer takas anlaşması taslağının ortaya çıkmasına yardım ederek İran nükleer meselesinde kilit bir oyuncu oldu. Şam ve Tel Aviv arasında müzakerelere aracılık etti ve bu esnada Filistin davasının müdaafi olduğunu ispat etti. Ankara’nın aracılık kabiliyeti - ki hiçbir Avrupalı gücün gidemediği yerlere kendi başına gidebilmesi bu kabiliyetine bir takviyedir – AB üyelik başvurusunda mantıken Ankara’nın lehine çalışacaktır. Keza, Anayasa referandumunun sonuçları da aynı doğrultuda iş görecektir. Anayasa değişikliklerinin Türkiye-AB müzakerelerinde Problemler arasında Türkiye’nin Kıbrıs Rum kesimi bayraklı uçak ve gemilere hava ve deniz limanlarını kapalı tutmayı sürdürmesi de var. Kıbrıs, AB ve Türkiye arasındaki çetrefilli sorunlardan biridir. Ankara bu meselenin müzakere sürecinden çıkarılmasında ısrarlı. AB de bu meselenin ve yanısıra Türkiye’nin KKTC’yi tanımasının müzakere gündeminde yer almasında ısrarlı. 50 Türkiye’deki siyasi hayat, Yunanistan gibi hem askeri hem de sivil hâkimiyet görmüş AB ülkelerinin siyasi hayatına epey benziyor. Fakat Yunanistan’ın aksine Türkiye ağırlıklı olarak müslüman ki Almanya ve Fransa gibi AB üyesi ülkeler, Türkiye’nin AB üyesi olmasına izin verildiği takdirde Avrupa’nın Hıristiyan kimliğinin ve sosyal dokusunun parçalanacağından korkuyorlar. Türkiye’nin insan haklarına, demokrasiye, sosyal ve ekonomik modernleşmeye olan bağlılığını ispatlamak için aldığı çok sayıda tedbir, Avrupa tutumunda kayda değer bir gedik açmadı. ilgili olanında anlaşma sağlandı. Başlıkların sekizi donduruldu. AB müzakerecilerine göre Kopenhag’da formüle edilen şartları karşılaması için Türkiye’nin alması gereken mesafeler var. Bunlar arasında hukukun egemenliği, insan haklarına saygı, ekonomik istikrar ve tarımdan eğitime kadar farklı alanlarda performansın iyileştirilmesi yer alıyor. Mesela Türkiye idam cezasını kaldırdı ancak halen siyasi suçluların serbest bırakılması çağrıları alıyor. Eğitim reformunda müthiş sıçramalar yaptı ama üniversitelere kayıt oranı AB ülkelerindeki oranın halen gerisinde. Avrupalı güçleri telaşa düşüren bir diğer etken, Türkiye’nin nufüsunun 2015 yılında Almanya nüfusunu aşacak olması. AB’ye girmesine izin verildiği takdirde, AB Parlamentosu’ndaki Türk vekil sayısı Almanya’nın vekil sayısından fazla olacak dolayısıyla da daha büyük bir oy gücü olacak. Bu gerçeğe bir de AB’nin, parasının çoğunu üye ülkelerdeki tarıma ve yoksul bölgelere yardıma tahsis ettiğini ekleyin. Türkiye her ikisine de ihtiyaç duyuyor ve bu masraflar, hâlihazırda mali problemler yaşayan ve ciddi reform isteyen AB bütçesine külfet ekleyecek. Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmak için olduğu kadar Ankara’ya AB’de koltuk sunmak için de iyi ve güçlü nedenler var. Avrupa’daki bazı yetkililer, Türkiye’nin üyelik başvurusunun sürekli reddedilmesinin Ankara’yı Arapların kollarına iteceği kaygısını dile getiriyorlar. Türkiye, İran ve Arap dünyasının kilidini elinde tuttuğunu defalarca göstererek bunu ustalıkla kendi avantajına çevirdi. Muhtemelen Türkiye AB üyeliğinin peşinden gitmeyi, AB ise Yeni-Osmanlıların ısrarına direnmeyi sürdürecek. Ama nihayetinde AB sırf ırkçılığı ve aşırılığı reddettiğini ispatlamak için gene de Türkiye’ye kollarını açabilir. Bu arada, Ankara’nın Brüksel’e giden trene binmek için istasyonda beklemek zorunda olduğu zamanın uzunluğu, Fransa ve Almanya’nın tutumlarındaki değişime bağlı olduğu kadar Türkiye’nin ve destekçilerinin çabalarına da bağlıdır. Fakat AB üyeliği sorusu büsbütün tek taraflı değil. AB üyeliğinin kültürel ve lisâni çeşitlilik demek olduğunu fark eden pek çok Türk’ün peşinde psikolojik, sosyal ve kültürel hayaletler olarak dolanıyor. Türkiye’de yapılan son bir kamuoyu araştırmasına göre AB üyeliğine verilen destek yüzde 75’ten yüzde 50’ye geriledi. Şevk kaybının nedeni daha ziyade, yüreklendirici hiçbir işaret vermeden 5 yıl boyunca ayak sürüyen müzakere sürecindeki hayal kırıklıklarından kaynaklanıyor elbette. 35 müzakere başlığından/faslından sadece 13’ü açıldı ve yalnızca bir tanesinde, bilim ve araştırmayla 20 Ekim 2010; Kaynak: El Ahram ; Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 51 daim gerilimler mevcut idiyse de bu gerilimler daha da kötüleşti. Tartışma daha da sertleşti” dedi. “Bunun nedenlerinden biri de ikili ilişkilerimizle ilgili olarak önümüzde bulunan en tartışmalı meselelerin ana dış politika çıkarlarına dokunan, sadece mevcut Amerikan yönetimin değil Amerikan ulusal güvenlik çıkarlarını da ilgilendiren meseleler olmasıdır. “ Tüm sorun alanlarına ve bazı uzmanların meşum tahminlerine rağmen, Türk ve Amerikalı yetkililer iki ülkenin temel stratejik çıkarlarının aynı çizgide bulunduğunda ve mevcut problemlerin geçici olduğunda ısrar ediyorlar. Türkiye’nin Ortadoğu’yla iyileşen ilişkileri, ABD’nin Türkiye’yi bir köprü olarak kullanılma fırsatı olarak görülmelidir diyorlar. Türk Dışişleri Bakanı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu “Türkiye’nin kendi civarındaki nüfuzu müttefiklerimiz için bir kazanımdır” diye belirtti. Eski bir Kongre üyesi olan ve şu an Ortadoğu Barışı ve Ekonomik İşbirliği Merkezi Başkanlığı yapan Robert Wexler ise şöyle konuştu: “Türkiye doğuya doğru gitmiyor. Türkiye’nin yaptığı şey…yeni keşfettiği nüfuzunu tasarruf etmektir: Ticari ilişkilerini genişletiyor. Burada, Washington’da bu yeni gelişmeden korkmak yerine, bunu alkışlamalıyız, Tanrı biliyor, Amerikalı diplomatlar liyâkatli oldukları kadar, farklı erişimleri, farklı bakış açıları, dünyanın bazı kesimlerinde başka meşruiyetleri olan dostane ellerden de istifade edebilirler.” Hem Türkler hem de Amerikalılar, yaşanan son olayların iyice kızıştırdığı kendi ülkelerindeki olumsuz kamuoyu kanaatinin, stratejik ortaklığa ciddi zarar verebilecek bir problem alanı olduğunda mutabıklar. Avrupa ve Avrasya İşlerinden sorumlu Dışişleri Bakanı Yardımcısı Philip Gordon “kendi kendimize ortak çıkarlarımız var diyebilir ve söz konusu çetrefilli meseleleri Türkiye Doğuya mı kayıyor? Joshua Kucera Türk ve Amerikalı askeri-siyasi yetkililer ve iş dünyasının önde gelen isimleri, ikili ilişkileri konuşmak üzere 29 yıldır her yıl Washington DC’de bir araya gelirler. Bu yılki toplantı, bu zamana kadar gerçekleşenlerin en gergin olanıydı; bazı katılımcılar, Türkiye’nin Batıyla arasındaki sağlam ilişkilerin aşınması ve Ankara’nın Doğu yönelimli bir jeopolitik seyri benimsemesiyle ilgili kaygılarını dile getirdiler. Amerikan-Türk Konseyi’nin ev sahipliğindeki etkinlik genelde bahar ayında düzenlenmesine rağmen Amerikan Kongresi’ndeki bir komitenin Ermeni soykırımını tanıyan bir kararı geçirmesinden dolayı ertelenmişti. Takvimi değiştirilen ve 17-20 Ekim tarihleri arasında düzenlenen konferans, bir dizi politika farklılıkları üzerine odaklıydı. Konsey’in Amerikan-Türk Konseyi başkanı, ve Dışişleri Bakanı eski yardımcılarından Richard Armitage açılışta yaptığı konuşmada “ilişkilerimizde bazı zorlukların olduğu öyle pek sır değil” değil dedi. Bir yıl zarfında Türkiye, İran’a karşı ABD sponsorluğunda BM’de yapılan müeyyide oylamasında “hayır” dedi ve İran nükleer programını halletmek için Brezilya ile birlikte bir plan tasarladı. Ankara, Çin’le hava tatbikatı düzenleyerek de Washington’ı tedirgin etti. Bu arada, Amerika’nın yakın müttefiki İsrail, Türk eylemcilerin örgütlediği ve Gazze’ye seyretmekte olan bir gemiye saldırdı ve Türkiye’nin gürültülü itirazlarına neden oldu. Türkiye-Ermenistan uzlaşma sürecinin kesintiye uğraması Washington’da ilave hayal kırıklığına yol açtı. German Marshall Vakfı Türkiye uzmanı Ian Lesser, “Türkiye-Amerika ilişkilerinde her 52 halletmeye odaklanabiliriz fakat Türk kamuoyu kanaatinin Amerikan dış politikası hakkında derin şüpheler beslediği gerçeğini gözden kaçırırsak yahut Kongre’deki Amerikan kamuoyu kanaatinin Türkiye hakkında gitgide sorular sormaya başladığı gerçeğini gözden kaçırırsak işimizi yapmış sayılmayacağız” dedi. Uluslar arası Güvenlik Meselelerinden sorumlu Savunma Bakan yardımcısı Alexander Vershbow şöyle söyledi: “Maalesef, Türkiye’nin geçen baharda İsrail ve İran’la ilgili sözleri ve eylemleri, en azından kısa vadede öyle bir muhit yarattı ki Amerikan yönetiminin desteklediği önemli bazı projelerde mesafe kaydetmek bu muhitte güç olabilir.” Konferansın dostane ortamında bile ciddi farklılıklar bariz bir şekilde görülebiliyordu. Mesela ABD, Türkiye’nin NATO hava savunma kalkanına katılmasını istiyor fakat Ankara sistemin İran’ı hedef alıyor olmasından rahatsız. “Basında çıkan bazı haberlerin aksine, Türkiye’ye baskı yapmıyoruz” diyen Savunma Bakanı Robert Gates cümlesini “ancak Türkiye’den Lizbon zirvesinde NATO’nun kara savunma yeteneği benimsemesine destek vermesini bekliyoruz” diyerek tamamladı. Türkiye, şu an ABD Kongresi’nde görüşülen müeyyidelerin Türk şirketlerin İran’la ticaretlerine zarar verecek olmasından rahatsızlık duyuyor. TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu iki ülke arasındaki ticaretin geçen yıl 8 milyar doları bulduğu kaydetti ve “nükleer silahlı bir İran kabul edilemezdir ancak Amerika’nın İran’a müeyyide kararının Türk şirketlerinin zarar etmesine yol açma tehlikesi var” dedi. Bu arada, Washington’da pek çokları, ABD’nin İsrail-Filistin barış vizyonuna Ankara’nın bağlılığına güven duymuyorlar. Wexler “Hizbullah hususunda, Hamas ve İran hususunda Türk söyleminde olması gerektiği yerde görünmeyen, inkar edilemez bazı gerçekleri aklamak veya ballandırmak işe yaramaz. İroniktir, biz Amerika’da, siz Ankara’da Ortadoğu sürecine desteğimizi itiraf ediyoruz. Hamas bu süreci desteklemiyor. Hizbullah Ortadoğu barış sürecini reddediyor. Ortadoğu barış süreci hakkında İran da farklı bir görüşe sahip değil. Tümden reddediyorlar” dedi. İronik olan şu ki Türkiye’nin Batıdan sürüklenişi – ister algısal isterse gerçek olsun – ülken demokratikleşme sürecine hamledilebilir diyen analistler var. AK Parti’nin yükselişi, Batı yanlısı askeri müesses nizamın Türkiye üzerindeki liderliğini kırdı. Sonuç olarak da Türk liderleri şu an kamuoyuna karşı çok daha hassaslar. Ulusal Harp Akademisi’nde Türkiye uzmanı olarak çalışan Ömer Taşpınar’a göre Türkiye’nin yükselen dış politikası için doğru kelime, Doğuya doğru veya İslamcılığa doğru kaymasından ziyâde ‘popülist’ olmasıdır – gerçekten de Türk kamuoyu anketlerinin bilincindeler. “Ve ABD’de Türkiye’ye karşı böylesine üst düzeyde bir içerlemenin söz konusu olması, Türk hükümeti için sorun yaratacaktır. Türkiye daha demokratik ve kendine güvenen bir ülke haline geliyor ama kamuoyunun öyle pek ABD lehinde bir kanaate sahip olmadığı gerçeği iktidar için sorun yaratıyor.” Taşpınar, Türkiye ve Ermenistan arasında ABD’nin aracılık ettiği protokolleri Ankara’nın onaylamamış olmasını, Amerikalı politikacıların Türkiye hakkında hayalden uyanıp gözlerinin açılma nedenlerinden biri olduğunu belirtti. “ABD Başkanı Türkiye’ye siyasi sermaye yatırırken ve bir yakınlaşma süreci varken bunun karşılığında Türkiye Ermenistan konusunda olumlu dönüş yapmadığında, sonra İran konusunda olumlu bir dönüş yapmadığında Washington’da büyük soru işaretleri doğuyor.” Fakat aynı soru işaretleri 53 Ankara’da da doğuyor diye eklemede bulundu. “Amerikan dış politikası büyük başarısızlıklar kaydederken Türkiye, her daim niçin ABD’yle birlikte olsun?” 25 Ekim 2010 Kaynak: EurasiaNet Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 54 Son sultana modern bir görünüm Sami Mubayed emânete ihanet suçunu yüklenmeyeceğimi söyle” demiştir. Bir zamanlar tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülen Abdulhamid artık uzak görüşlü ve Siyonistlerin Filistin’deki emellerine karşı koyduğu için tahtını kaybetmiş bir yönetici olarak gözler önüne seriliyor. Geçip giden zaman, bu uzmanların kendi tarihlerine Arap ulusçuluğunun duygusal engellerine takılmadan bakabilmelerini sağladı. Osmanlı geçmişiyle apaçık bir şekilde gurur duyan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan döneminde Araplarla ilişkilerin samimiyet kazanması da bu revizyonist tarihe katkıda bulunmuştur. Tahta çıktığı 1876’dan tahttan indirildiği 1909 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu yöneten II. Abdulhamid’in, imparatorluğun son mutlak monarkı’nın hayat ve siyaseti hakkında geçen yıl Arap basınında yer yer makaleler yayınlandı. İmparatorluğun çöküşünden onlarca yıl sonra, bilhassa da Arap cumhuriyetleri emekleme dönemindeyken, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap vilâyetlerinin ama özellikle de Osmanlı Suriyesi’nin belini büken zorlukların büyük bir bölümünden mes’ul tutulan kişi II. Abdulhamid idi. II. Abdulhamid, televizyon dizilerinde veya romanlarda bir dizi yoz Arap memuru ve de İstanbul’daki Yıldız Sarayı’nın yüksek duvarları ardındaki şahsına doğrudan bilgi veren dev casus şebekesini yönetmekte olan otokrat bir müstebit olarak tasvir edildi. Fakat Arap uzmanlar, modern tarihin o dönemini yeniden ziyaret ederken Abdulhamid hakkında daha dengeli bir kıymet takdiri ortaya çıkıyor. 11 Ağustos 2010’da Arap uydu kanallarında Adulhamid’in hayat ve kariyerini anlatan bir Arap dizisi yayınlanmaya başladı. Halife’nin Düşüşü (Suqut al-Khilafa ) adlı dizi, Sultan hakkında pembe bir tablo çizmekte ve 1994 yılında gösterime giren, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki zorlukları, yokluğu, işkence ve tutuklamaları konu edinen Bu Toprakların Çocukları (Ukhwat al-Turab) adlı filmden apaçık ayrılmaktadır. Yayınlanan son makalelerde, I. Dünya Savaşı öncesinde Sultan’ın Siyonistlere Filistin’de toprak satışını reddedişi epey aydınlatıldı. Abdulhamid, bu teklifi geri çevirdikten sonra, Filistin’de toprak satın alma hakkı karşılığında imparatorluğun borçlarını ödemeyi ve bir donanma inşa etmeyi teklif eden Yahudi banker Mizray Kursow’la görüşmeyi de reddetmişti. Vakanın Arap ve Türk anlatımlarına göre Abdulhamid, yaverlerinden birine “o nezâketsiz Yahudilere, kutsal toprakları Yahudilere satmak gibi bir tarihi kara lekeyi ve milletimin bana tevdi ettiği sorumluluk ve Olumlu muamele birkaç yıldır geliyorum demekteydi zaten. Suriye lehçesinde seslendirilmiş, yakışıklı erkeklerin ve çekici kadınların yer aldığı popüler Türk dizileri iki yıl önce ansızın Arap kanallarında boy göstermeye başladı ve Arapların Türkler hakkındaki klişelerini yıktı. Şimdi de başrolde Suriyeli ünlü aktör Abbas Nuri’nin II. Abdulhamid’i canlandırdığı Mısır yapımı (yapımcıları Iraklıdır) Halife’nin Düşüşü yayınlanmaya başladı. Osmanlı Sultanı, samimi, metin, çekici ve ister Osmanlı Türkü isterse Osmanlı Arap’ı olsun, tüm tebâsının 55 üzerine titreyen adanmış bir Müslüman ulusçu olarak tasvir ediliyor. Bu arada, Arap ve Türk uzmanlar, forumlarda ve özel sohbetlerde Osmanlı’nın son 10 yılını tartışıyor, I. Dünya Savaşı sırasında Arapları ele alırken ne Osmanlı’nın ne de Arapların yüzde 100 doğru olmadığını düşünüyorlar. Osmanlı’dan kalma pek çok kanun, ticaret kanunları, kamu yönetimi kuralları 20 yüzyıla kadar sarkmıştır. Arap kültürüne zararlı diyerek yıllarca her hangi bir Osmanlı etkisini silme gayretine rağmen Arap dili, mirâsı, müziği ve mutfağı üzerinde varlığını koruyan Osmanlı etkisi görmezden gelinemez. Arap dünyası ve Türkiye arasındaki sıcak ilişkiler semeresini ciddi kültürel yakınlaşma olarak vermeye başladı gerçekten de. Arap dünyasıyla artan ticarete ve Filistin konusunda siyasi eşgüdüme ilave olarak, Türkiye tam altı Arap ülkesiyle – Suriye, Lübnan, Libya, Fas, Tunus ve Ürdün - vize uygulamasını kaldırdı. Erdoğan, Avrupa ülkelerinin 1985’te Lüksemburg’da imzaladıkları anlaşmaya benzer “bölgesel Şengen” sisteminin işlediğini söyleyerek bunu en iyi şekilde tanımladı. II. Abdulhamid dönemini yaşayanlar birkaç istisnayla bu dünyadan göçüp gittiler. Fakat hükmedici kişiliği sayesinde pek çok şey halen biliniyor. Sultan’ın damadı 1920’lerin ortasında Suriye Başbakanı olarak kısa bir süre görev aldı. Birinci dereceden yakınları 1960’lara kadar Şam’a gidip gelmeyi sürdürdüler. Sultan’ın maiyetinde bulunanların aile fertleri, Âbidler, Azm’lar, Yusuflar, 1963’e kadar Suriye siyasetine hâkimdiler. Sultanı televizyon ekranında görmek, II. Abdulhamid’i Arap ve Müslüman tarihinin neresine koyabileceğimiz hakkında sağlıklı bir tarihi tartışmanın kıvılcımını çaktı. Abdulhamid’in görüntüsü, hem hayranlarına hem de eleştirmenlerine, hoşlansalar da hoşlanmasalar da, Arap ülkeleri ve Türkiye’nin ayrılamaz olduğunu hatırlatmaktadır. Bu sistem Türkiye ve Arap ülkelerini Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918’de çöküşünden beri hiç olmadığı kadar tıpkı Osmanlı’da oldukları gibi birbirlerine yakınlaştırmaktadır. Erdoğan, Osmanlı’nın son on yılı ve sonrasındaki pürüzlü tarihe rağmen Türk hâkimiyetinin ve bir bütün olarak Osmanlı mirâsının Arap tarihinde yaftalandığı kadar kötü olmadığını son sekiz yıl boyunca Araplara hatırlattı. 24 Ağustos 2010 Erdoğan, Türk ulusal çıkarlarını savunmanın coğrafi, tarihi, siyasi ve kültürel yakınlığa bakınca Suriye, Lübnan ve Filistin çıkarlarını savunmaktan farksız olduğunu defalarca söylemiştir. Şam ve Beyrut’ta bulunan en güzel binalar her şeyden evvel Osmanlı döneminde inşa edilmiştir ve Suriye’nin başkentindeki Hamidiye çarşısı, II. Abdulhamid’in selefi I. Abdulhamid’in ismini taşımaktadır. Kaynak: Asia Times Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın 56 Türkiye’nin ASEAN çıkarması Kavi Chongkittavorn Endonezyalı ve Malezyalı eylemcilere İsrail’e karşı durdukları ve müslümanlara yardım ettikleri için milli kahraman gibi davranıldı. Liderler ve politikacılar, bu eylemcileri tebrik edip rol modeli olarak övdüler. Millet bu konuyu konuştu. Yerel medya, Siyonist rejime tam gaz yüklendi. Türkiye, artan güvenini ve diplomatik saygınlığını inkar eden Avrupa karşısında duyduğu hayal kırıklığıyla yönünü Asya’ya döndü. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Güneydoğu Asya ve Asya geneliyle yakınlaşmak ve yeni bir stratejik bağlantı kurmak amacıyla ASEAN Dostluk ve İşbirliği Anlaşmasını (DİA) imzalamak üzere bu hafta Hanoi’ye uçuyor. Türkiye’nin başlıca takıntısının batıya bakmak ve en önemlisi de Avrupa Birliği ile bütünleşmek olduğu geçmiş zamanlardan bambaşka bir şey bu. Türkiye’nin yükselişi Güneydoğu Asya’da işte böylesi elverişli bir siyasi muhitte keşfedildi. Hakikat, Türkiye’nin Güneydoğu Asya’ya ilgisi yeni değildi. Bu ilgi, Ankara’nın DoğuBatı arasındaki stratejik konumunu geliştirmek istediği on yıl önce başlamıştı. Ondan da önce, 20.yy başlarında, Tayland’daki ayrılıkçı Patani müslümanları, Osmanlı İmparatorluğuna bağlılık yemini etmek istemişlerdi. Kısa bir süre önce, Türkiye’nin İsrail ve batıya karşı dik duruşu, dünyanın bu tarafındaki müslümanların özellikle de ASEAN’ın iki ana üyesi Malezya ve Endonezya’daki müslümanların hayranlığını kazandı. Buradaki müslümanlar, Türkiye ve Brezilya’nın, önde gelen batılı güçleri hüsrana uğratarak İran nükleer programında varılan çıkmazı aşma çabalarını alkışladılar. Bugüne gelecek olursak, Başkan Tayyip Erdoğan hükümeti döneminde Türkiye, Avrupa Birliğine katılma hususunda azimli. Üyeliğe hazırlık için AB’nin şart koştuğu kapsamlı reformlara gitti. 2005 yılında müzakereler başladı ve şiddetini azaltmadan devam etti fakat Türkiye’nin AB’de görmeyi umduğu şevk olmasızın. Aslında, müzakereler iki taraf ve AB üyesi ülkeler arasındaki bölünmeleri derinleştirdi. Fransa ve Almanya, Türkiye’nin AB ailesinde bir değer olacağına henüz ikna olmuş değiller. Mavi Marmara vakasında yirmiden fazla eylemci, Gazze’deki Filistinlilere yardım götüren ve İsrail güvenlik güçlerinin Mayıs ayı sonlarında hücum ettiği ve dokuz eylemciyi öldürdüğü Türk gemisinde bulunuyordu. Bereket versin ki vatandaşları hayatlarını kaybetmedi. Türkiye, kabaca aynı zaman zarfında, ASEAN diyalog ortağı olmak ve bölgesel güvenlik grubu olan ASEAN Bölgesel Forumu’na katılmak için başvurmuştu. Asya ile mevcut bölgesel örgütlere üyelik yoluyla daha somut şekilde bağlantı kurma arzusu, Avrupa’dan gelen küçümseyici görüşler arasında daha âcil ve daha büyük bir hâle geldi. Malezya ve Endonezya bu harekete karşı öfkelendi ve İsrail’in hareketlerini kınadı. İsrail’i davranışından mes’ul tutumak için BM’de ortak çalışma sözü verdiler. Malezya’da toplumun her kesiminden güçlü tepkiler geldi. Meclis, İsrail’i kınayan özel bir karar çıkardı ve baskın sırasında meydana gelen kayıpların tazmin edilmesi istendi. Batıyla çeşitli bağları olan grup, güçlü bir başka seküler müslüman ulusun dost ve 57 müttefiklerine karşı oynadığı satranca sürüklenme korkusuyla, Türkiye’nin şevkine yanıt vermemişti. Ekonomik bakımdan ise diğer diyalog ortakları gibi Türkiye de kendi ekonomik performansının ve teknik uzmanlığının bölge ekonomisine fayda sunacağına ASEAN’ı henüz ikna etmiş değil. ülkelerle sıfır sorun politikası, ASEAN zihniyetine ve DAİ felsefesine tamıtamına uymaktadır. Türkiye’nin proaktif diplomasisinin ASEAN üyesi pek çok ülkede iyi yankıları olduğunu kaydetmek önemlidir. Nihayetinde, ASEAN var olduğu 43 yıl boyunca Batıyla dengeleme oyunlarını mahirce oynamıştır ki Batı hem destekçi hem de provakatördü. ASEAN’ın, Türkiye’yi Dostluk ve İşbirliği topluluğuna dâhil etmeye rıza gösterdikten sonra geçen Temmuz ayında aniden U dönüşü yapması, Türkiye’ye karşı böylesi müphem bir duruşu sergilemiştir. Seküler bir diğer ulus, Endonezya, daha önce onaylamış olmasına rağmen Ankara’nın ortaklığa yükselişine hararetle karşı çıkmıştı. O zamanlar bu sav, Türkiye’nin art niyetlerine bağlanmıştı. Daha önceleri, bazı ASEAN üyeleri Türkiye’nin Dostluk ve İşbirliği grubuna katılma arzusunu, AB’nin bölgedeki nüfuzunu karşılamaya yönelik daha geniş bir taktiğin parçası olarak görmekteydiler. İşler bu yıl planlandığı üzere devam ederse, DİA’nin imzalanması bu NATO ülkesine, AB’nin Üçüncü Protokol’e katılacak yeni bir taraf olarak DİA’ya katılımını engelleme hakkı verecek. ASEAN, iklim değişikliği veya Güney Çin Denizi gibi konularda farklı görüşlere sahip olabilir ama bu grup, İsrail-Filistin çatışmasında ortak bir zeminde güçlü bir şekilde birleşmiştir. ASEAN liderlerinin geçmişte yayınladıkları ortak bildiriler, Filistinlilerin self-determinasyon haklarına sarsılmaz bir destek ifade etmiştir. Gelecek hafta yapılacak olan ASEAN bakanlar toplantısından, Gazze ablukasını kınayan bir bildiri çıkması şaşırtıcı olmaz. Kaçınılmaz olarak, Türkiye, DAİ imzacısı olduktan sonra ASEAN’la kurduğu yeni bağları hızla pekiştirmeye bakacaktır. Bölgesel davranış kurallarını kabul etmek, ASEAN ve ötesine akın etmenin kısa ve etkili yoludur. Bu belge, AB ve Afrika Birliği gibi bölgesel örgütlerin DİA’ya katılımına imkan tanımaktadır; ve 27 ülkeden Yüksek Akit Tarafların oybirliğine ihtiyaç duyuluyor. 1998’de tamamlanan İkinci Protokol, Güneydoğu Asya dışındaki ülkeleri de buna dâhil etmiştir. DAİ anlaşmasına ek Birinci Protokol (1986) çerçevesinde DAİ imzacısı ilk ülke, Papua Yeni Gine’ydi ; bu ülke, ASEAN gözlemcisidir. 1 Ağustos 2010 Kaynak: The Nation (Bangkok) Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Geçen Mayıs ayında Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturan Davutoğlu, İKÖ’nün Tacikistan’da yapılan son toplantısı dâhil düzenlenen çeşitli toplantılarda ASEAN’daki mevkidaşlarını hayran bıraktı. Komşu 58 Türkiye anahtardır - İsrael Şamir sevkederek itaat ettirmeyi amaçladı; Mavi Marmara'da kan banyosu emrini vermeleri bu yüzdendi. Artık bildiğimiz üzere, İsrailli komanadılar direnişle karşılaşmadan evvel ateş etmeye başlamışlardı. Beyzbol için değil boyun eğdirmek için oradaydılar. Cinayet, bir sürpriz veya yanlış hesabın sonucunda işlenmedi. Türkiye'ye karşı açık bir saldırydı. Türkiye'de bombalar patlamaya başladı, terörist bombalamalar ve saldırılar düzenleniyor. Neredeyse her gün Türk askerleri ve siviller öldürülüyor. Cinayetler, zahirde Kürt teröristleri PKK tarafından işleniyor ama aslında İsrail'in Türk bağımsızlığına karşı yeni bir adımıdır bu. İsrail'in yüreklendirdiği PKK, terörist faaliyetlerini İzmir'e, Ege ve Karadeniz sahillerine kadar genişletti. İsrail'in Türkiye'yle çatışması, câni bir baskının talihsiz sonucu değildir. İkisi arasındaki cepheleşme, katliamdan iki hafta önce 17 Mayıs 2010'da artmıştı. Türkiye, Brezilya ile birlikte, etrafı sarılı İran'la nükleer yakıt takas anlaşmasını imzalayarak Tahran Bildirgesini yayınladılar. Bu bildirge, ABD-İsrail'in İran'ı bombalamazdan evvel İran'a ölümüne müeyyide uygulama planlarını raydan çıkarabilecektir. İsrail'in Kürt teröristleri yıllardır eğitiyor, silahlandırıp teçhizatlandırıyor; İsrailliler, Irak Kürdistanı'nı kendi toprakları haline getirdiler; İsrailli işadamları Kerkük petrolünün İngiliz hâkimiyeti döneminde olduğu gibi Hayfa'ya akması için beklerken kendi işlerini çeviriyorlar. Kürtler, yıllardır İsrail'in gizli saklı bir aletiydi; şimdi faaliyet geçmiş olmaları, İsrail'in Türklere bir ders vermek istediğini gösterir. İsrail, İran'ın mahvolduğunu görmek istiyor; Irak'ın yıkılışını istediği kadar Gazze'nin açlıktan kırılmasını ve geri kalanların da gözlerinin korkutmayı istedi. Nükleer takas anlaşması, müeyyidelerin altında yatan mantığı baltaladı. İsrail lobicilerinin ABD ve Avrupa'daki tüm fesat planları bir anda silindi. Hakikat, müslümanların dediği gibi: “Onlar tuzak kurarlar ama Allah daha iyi tuzak kurar.” ABD'de önde gelen neocon dergisi “frontpagemag”, Türkiye'nin Filistine verdiği desteğe misilleme olarak Kürtlere destek verilmesi için açıkça çağrıda blundu. Bir başka Yahudi düşünce kuruluşu, Türkiye'ye zarar vermek amacıyla yüzyıllık Ermeni trajedisini kınamak için ABD Kongresini seferber etmekten bahsetti. Yahudi lobisi, yıllarca Türkiye'nin tarafını tuttuktan sonrataraf değiştirmeye ve Ermeni iddialarını desteklemeye karar verdi. Bu yüzden de Türkiye her yönden saldırı altında. Popüler İsrail sloganında denildiği gibi “kuvvet işe yaramıyorsa, daha fazla kuvvet kullanılması” beklenebilir. İsrail, Türkiye-Brezilya-İran anlaşması haberlerini büyük bir darbe olarak kabul etti. İsrail'de yayınlanan gazeteler “kurnaz Türkler ve İranlılar bizi mağlup etti” diye manşetler attılar. O kadar da çabuk değil. ABD Dışişleri Bakanlığı “bu ayaktakımının neyde mutâbık kaldıklarını umursayan da kim? Birisini bombalamaya karar vermişsek, bombaayacağız. Gerçeklerin kafamızı karıştırmasına müsaade etmeyeceğiz” diyerek hasarı asgariye indirdi. New York Times'dan Thomas Friedman “Holokost inkarcısı bir hayduta” hayat hakkı 31 Mayıs 2010 tarihindeki Filo katliamının açıklamasıdır bu. Mavi Marmara saldırısı, gitgide bağımsızlaşan Türklere kısa ve keskin bir şok olması amacıyla düzenlenmişti. İsrailliler, Türkleri korku ve dehşete 59 tanınmasından” duyduğu hayal kırıklığını ifade ediyordu. Yahut da bir yıl önce Ocak 2009 tarihinde, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Davos'ta yapılan Dünya Ekonomi Forumu'ndan kalkıp gittiğinde başladı. Erdoğan, Gazze'deki kitlesel katliamı haklı gören Şimon Peres'e cevap verirken batılı moderatörün sözünü kesme teşebbüsü üzerine canı sıkılmıştı. Takas anlaşmasını pişkinlikle göz ardı eden BM Güvenlik Konseyi 9 Haziran'da müeyyideleri onayladı. Müeyyide kararını desteklemeleri için Moskova ve Pekin'e rüşvet verildi ya da şantaj yapıldı. Pekin, Kuzey Kore üzerinde bir karşılaşmadan sakınmak için top oynamayı tercih etti. Batırılan Güney Kore gemisi hikâyesi, Kuzey Kore'ye saldırı bahanesi yarattı ve böylesi bir saldırı, Çin'e zarar vermekle neticelebilecekti. Çinliler, batılıların Sincan ve Tibet'e karışmalarından dolayı da savunmasız. Veyahut da 2007 Eylül'ünde, İsrail uçakları Türkiye üzerinden uçup “müsaadenizle” bile demeksizin Suriye'yi bombaladığında başladı. Hatta daha önce bile olabilir; Türkiye, asırlık köhne (...) ideolojisini bertaraf ederek bağımsızlığını ileri sürdüğünde başlamıştı. Mustafa Kemal Atatürk'ün laik ulusçuluğu, Osmanlı için bir tuzak olmuştu. Kaba Kemalist Türkiye, zorunlu olarak NATO üyesi oldu, Arapların, İranlıların düşmanı, Amerika'nın uysal uydusu, İsrail'in sâdık müttefiki ve Kürtlerin ezeni. Ruslar ise kıymetli hediyeler aldılar: Ukrayna, Rusya'nın kollarına geri döndü; Gürcistan marjinalleştirildi; yeni nükleer anlaşma, Rusların bekleyeceği başka herşeyden çok daha iyiydi. Aynı zamanda, Moskova, Ruslara düşmanlarının bela tohumları ekme kabiliyetlerini hatırlatan bir terörist saldırının acısını çekmişti.Ancak Türkiye, müeyyidelere karşı oy kullandı, Ortadoğu için güvenilir bir eksen olarak yeni bölgesel rolünü ispatladı. Türkiye'yi reformdan geçmesi için elinden geleni yapan Avrupalılara artık teşekkür etme vakti geldi. Türkiye'yle nihayeti olmayan müzakereler yürüten Avrupa, ordunun iktidar üzerindeki demir bileğini serbest bırakmasını talep etti. Avrupa'nın bu nazik teşviki olmasaydı, Türkiye halen siyonist bir general veya siyonist generalin atadığı bir kişi tarafından yönetiliyor olurdu. Türkiye ve İsrail arasındaki çatışma, İran'la yapılan nükleer takas anlaşmasıyla başlamadı: Ocak 2010'da, İsrail dışişleri bakan yardımcısı Dani Ayalon, Türk büyükelçisini davet etti ve kameralar önünde aşağıladı. Şark usûlüne göre, Büyükelçi Çelikkol'a Ayalon'un koltuğundan daha alçakta duran bir koltuk gösterildi. Ayalon, büyükelçiyle tokalaşmadı ve kameralar çekim yaparken yanında hazır bulunan gazetecilere ibrânice konuşarak şöyle dedi: “Daha alçakta duran bir koltuğa oturduğunu ve masada yalnızca İsrail bayrağının olduğunu göstermek istiyoruz.” Geçen Noel'de Türkiye'yi ziyaret etmiş ve Gazze için yola çıkmaya hazırlanan eylemcilerle görüşmüştüm. Türkiye iyi iş çıkarıyor: Ekonomik kriz yok, ekonomik büyüme istikrarlı bir şekilde devam ediyor, Kürtlerle barış yapıyor, Ermenilerle barış yapmak için cesur atılımlar gerçekleştiriyor ve din ile özgürlük arasında mükemmel bir denge var. Dileyen hârika bir şekilde restore edilmiş Osmanlı câmisinde ibadetini 60 yapabilir; dileyen bir kafeye giderek nefis Türk şarabını içebilir. Kızlar ne başörtülerini çıkarmaya zorlanıyorlar ne de kollarını örtmeye. (Doğu'da) Uluslararası Mahkeme'nin kurulması, bölgenin kolonizasyondan kurtuluşu ve istikbalde Ortadoğu Birliği olarak birleşmesi yöninde atılmış ciddi ve gerçekçi bir adımdır. ABD Savunma Bakanı Robert Gates, “Türkiye'yi kaybettik” dedi ve Türkiye'yi kabul etmeyi reddeden Avrupa Birliğini suçladı. Fakat bu ret için Avrupalılara teşekkür etmeliyiz. Türkiye'nin AB'de olmasını istemiyoruz; Türkiye'ye kendimiz için, bölge için ihtiyaç duyuyoruz. Kaynak:ZNet Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Avrupa Birliği'nin bölgesel emsali bir Ortadoğu Birliği kurmak gibi büyük bir plan var. Bu yeni oluşumun başında olmak, Türkiye için doğru yerdir. Avrupa Birliği'nin bir yere kadar Şarlman İmparatorluğu'nun restorasyonu olması gibi, bir bakıma, Osmanlı İmparatorluğunun restorasyonu olacaktır bu. Fark şu ki Avrupa asırlarca parçalı bir haldeyken, bizim bölgemiz 1917'e kadar birleşikti. Tam siyasi birlik ötelerde olsa bile, bu amaç doğrultusunda iyi bir başlangıçtır. Türkiye ve Arap komşuları arasında serbest ticaret anlaşmaları hâlihazırda var; mânevi boyut hazır zira İstanbul, Hilâfetin son pâyitahtıydı. Türkiye, şimdi de Siyonist aşırılıklar dâhil bölgesel sorunlarla ilgilenecek bölgesel bir Uluslararası Mahkeme kurabilir. Avrupa halen Siyonist kontrolün kıskacında ve Uluslararası Adalet Divânı ve Hague'daki Uluslararası Ceza Mahkemesi Siyonist suçluları yargılamak için uygun yerler değildir. Dahası, bulundukları coğrafi mekan, geçmişin Avrupa merkezci dünyasını anımsatmaktadır. Bölgesel bir mahkeme,işgal altındaki Irak'ta ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki savaş suçlularının hesabını inandırıcı bir şekilde görebilir. Richard Falk ve hâkim Goldstone gibi büyük hukukçular hâkim kürsüsüne davet edilebilir. 61 müslüman ülke oldu. Yakın bir askeri ittifak, bu ilişkinin bir parçasıydı. İsrail hava kuvvetleri, eğitim amaçlı olarak Türk hava sahasını kullanabiliyordu. İran nükleer tesislerine düzenlenecek bir İsrail saldırısı için de değerli bir hava sahasıydı. Türkiye'yle konuşmak - Arnaud de Borchgrave Jeopolitik tektonik plakalar beş yıl önce Türkiye, AB üyeliği müzakerelerine başladığında göz korkutucu şekilde gıcırdamaya başlamıştı. Fakat Ankara'nın, AB'nin rol yaptığı hükmüne varması çok uzun sürmedi. AB'nin 20 milyon müslümanına (Pakistan asıllı İngilizler, Kuzey Afrika asıllı Fransızlar, Türk asıllı Almanlar) 70 milyon Türk müslümanı (10 yıl sürmesi beklenen müzakere süreci zarfında nüfusu 80 milyona çıkacak) eklemek için pek iştah yoktu. Avrupa'da kiliseye devamlılık sürekli azalırken, binlerce câmi dolup taşıyor. Türkiye'nin harekete geçme vaktiydi. Ancak herşey bir gecede değişti. Türkiye ve İsrail, yakın dost olmaktan çıkıp düşmanlığın eşiğine yol alan muhasımlar oluverdiler. İsrail'in 2009 Ocak ayında 1.400 Filistinlinin ve 13 İsrailli'nin hayatını kaybettiği Gazze işgali, ateşleyici fünyeydi. Türk-İsrail ilişkilerinin kopuşu, İsrail komandolarının Gazze'ye doğru seyreden yardım yüklü Türk gemilerinden oluşan bir filoya borda etmeleriyle gerçekleşti. İsrail, gemideki sivilleri, el Kaide'yle eşit, İslami grup İnsâni Yardım Vakfının (IHH) eylemcileri olarak damgaladı. Fakat IHH, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidardaki partisinin bir destekçisi de. Türkiye, özelde ABD'yle genelde NATO'yla ittifakının çantada keklik görülemeyeceğini 2003 yılında ispatlamıştı. Dördüncü Piyade Tümeni, Saddam Hüseyin rejimine karşı kıskaç harekâtının parçası olmak üzere Türkiye'de karaya ayak basıp Irak'a geçmeye hazırken Ankara hayır dedi ve kıskaç harekâtı çöktü. Masraflar arttı, yeniden planlama yapıldı ve Dördüncü Piyade Tümeni Arap Yarımadası çevresinden dolanarak Kuveyt'e doğru yol aldı. O zamanın Savunma Bakanı yardımcısı Paul Wolfowitz, Türk liderlerle birlikte olduğu bir hazırlık konferansında işaretleri yanlış okudu. Sayın Erdoğan'ın İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ı İstanbul'da “aziz bir dostu” gibi sıcak karşılaması ve 9 Haziran'da BM Güvenlik Konseyin'de oylamaya sunulan müeyyidelere muhalefeti, konvansiyonel diplomasiden kopuşun, Türkiye'nin yeni BlackBerry / ileri diplomasisi'nin nişânıdır – ki dış politika yetkililerin ve diplomatların yanı başlarında gerçek zamanlı olarak büyük değişimler olurken. Türk liderleri, dünyadaki pek çokları gibi, Başkan George W. Bush'un Irak'ı işgal kararının ardında yatan saikleri anlamak için zor anlar yaşamışlardı. Diplomasinin bir âlem dilinden mahrum olan Saddam, Mollalar İran'ına karşı batının en iyi savunma hattıydı. Her iki tarafın bir milyon kayıp verdiği, açık bir kazananın olmadığı sekiz yıl süren (19801988) bir savaş yapmışlardı. Türkiye, 1949'da İsrail'i tanıyan Sayın Erdoğan, Hamas'ı terör örgütü olarak nitelendirmeyi kabul etmiyor ve Türkiye'nin NATO'daki rolünü artık öncelikli bulmuyor. Ordunun 1960'dan beri sivil hükümetin devrildiği beşinci bir darbe düzenleme ihtimalini ortadan kaldırmak için Kasım ayında 52 subayın tutulanması emrini verdi. Balyoz Operasyonu, câmilerin ve müzelerin havaya uçurulmasını içerdiği iddia edilen plan, ordunun İslami yönelimli hükümeti ilk 62 devirecek olmasının işaretiydi. Vietnam'ı askeri yardımdan mahrum bırakarak aslında Kuzey Vietnam'ın öldürücü darbesini davet etmişti) kıyaslanabilecek bir bozguna doğru seyrettiğini görüyorlar. Türkiye her ne kadar Afgan askerlerini eğitmek gibi geri hizmetlerde yer alıyorsa da halen 1.750 askeri Afganistan'da bulunuyor. Hükümetin yalanlamalarına karşın, savcılar içlerinde askerlerin, akademisyenlerin, politikacıların ve gazetecilerin bulunduğu 400 kişiyi hapsettiler. Hiç kimsenin Sayın Erdoğan'ı kayıt amacıyla eleştirmeye niçin istekli olmadığını açıklar bu. Afganistan savaşı hakkında speakülasyon yapan müstehzi eski bir Türk dışişleri bakanı “gidişâta bakılırsa, Kongreniz, ABD istihbaratının doğruladığı 3 trilyon dolar değerindeki mineralleri işletmek üzere Çin'in yeni Taliban rejimiyle anlaşma yapması için Afganistan'ı güvenli bir yer yapmış olacak” diye bir sır verdi. I. Dünya Savaşı'nda bir ordu subayı olan, 1924'te Osmanlı İmparatorluğunun hilafetini ilga eden, Arap alfabesinin yerine Roma alfabesini yerleştiren, kadınlara oy hakkı ve batılı kıyafetleri giyme izni veren, modern Türkiye'yi kurmuş Atatürk'ten bu yana, ordu, İslamcıların çizgiyi aşmasına karşı kendisini laik devletin koruyucusu olarak görmüştü. Küresel güç dengesinin doğuya doğru eğilim gösterdiğini düşünen Türk yetkililer, ufukta, Orta Asya'nın büyük kesimine yayılan büyük bir Türki ulus olduğunu da düşünecektir. Onlar nazarında, Afganistan'dan ağır bir NATO çekilişini görmekten daha heyecan verici bir manzaradır bu; veya Türkiye'nin acılı düşmanı Yunanistan'ın, Avrupa'nın hasta adamının, acıyla inşa edilmiş Avrupa Evi'ni neredeyse göçerttiği Avrupa Birliği'nden İşin esâsı, politikacıların, akademisyenlerin ve gazetecilerin bu hafta İstanbul'da kayda alınmamak şartıyla açıkladıkları üzere, Sayın Erdoğan ve ahbaplarının bu yüzyılın geçen yüzyıl gibi bir Amerikan yüzyılı olmayacağına, jeopolitik güç dengesinin doğuya kaydığına ve Sünni-Şii İslam arasında köprü kuracak şekilde dizayn edilecek Ortadoğu'da liderlik konumuna çıkmanın Türkiye'nin rolü olduğuna kendilerini inandırmış olmaları yatıyor. 25 Haziran 2010 Sayın Erdoğan, İran'ı gizli nükleer silah programını askıya almaya, bir bomba veya nükleer başlığı üretmekten uzak durmaya ikna edebileceğine de inanıyor. Aslında İran, altı ay zarfında nükleer silah üretebilecek araçlara sahip ülkeleri yani Japonya ve Brezilya örneğini takip edecektir. Kaynak: Washington Times Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Sayın Erdoğan, tıpkı diğer pek çok lider gibi, Başkan Obama'ya karşı yüksek umutlar besliyordu. Fakat şimdi Obama'nın işlev bozukluğu yaşayan yönetim sistemine baş eğdiremediğini, Kasım ayında Kongre'nin iki kanadından birinde veya ikisinde birden kaybedebileceğini ve Afganistan'ın takriben 1975'lerin Vietnam'ıyla (Kongre, Güney 63 Türkiye, ABD ve imparatorluğun alacakaranlığı - Conn Hallinan Ankara'nın bakış açısından, Türkiye, Irak'taki kargaşının, İsrail hükümetinin saldırgan politikalarının ve İran nükleer programı üzerinde artan gerilimlerin hesabını ödemektedir. USAK başkanı Sedat Laçiner'in New York Times'a söylediği gibi, “batılı ülkeler bir şeyler yapıyor, bedelini Türkiye ödüyor.” Amerikan kuvvetleri, Saddam Hüseyin'i hızla devirdikten sonra kendilerini Irak'ta güçlenen bir ayaklanmanın ortasında bulduklarında akla ilk gelen benzerlik ilişkisi Vietnam oldu: Bir işgal ordusu, evinden çok uzakta, karanlık bir düşman tarafından kuşatılmış. Fakat İndependet ve Counterpunch Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn, artan kargaşanın Güneydoğu Asya'daki o savaştan ziyâde Boer Savaşına benzediğini söylemişti. Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Soğuk Savaş bitti ama “yeni bir küresel” düzen ortaya çıkmadı diyor. O “mekanizmalar” ortaya çıkana dek, “küresel siyasi, iktisâdi ve kültürel kargaşayı karşılamak ve çözümler bulmak, büyük ölçüde ulus devletlere düşmektedir.” Çoğu Amerikalının hakkında hiçbir şey bilmediği, 18'nci yüzyıldan 19'ncu yüzyıla geçilen dönemeçte Hollandalı yerleşimcilerle İngiliz İmparatorluğu arasında Güney Afrika'da geçen bir savaştır bu. Fakat bu benzerlik, Türkiye gibi bir ülkenin artan nüfuzu ve Washington'ın bölgesel ve küresel siyasete artık niçin hâkim olamayacağı hakkında da çok şey anlatır. Türkiye-ABD ilişkilerinde İran ve çevresinde gelişen gerilimi ele alın. Davutoğlu'nun “yeni bir küresel” düzen gözlemi, ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin'den oluşan beş büyük gücün hâkim olduğu BM Güvenlik Konseyi'nin üstü örtük eleştirisidir. Türkiye, Brezilya ve Hindistan gibi ülkeler, mevcut kurulumdan gitgide daha fazla mutsuz oluyorlar ve masada yer istiyor yahut Konsey'in gücünün azaltılmasını talep ediyorlar. Son İran'a müeyyide kararı, Konsey'de 12 evet, 2 hayır bir de çekimser oyla geçti. Halbuki Genel Kurul'da geçirilemezdi. İsrail Türkiye-Brezilya'nın İran'la ortak barış planı ve Gazze Filosuna yapılan son saldırı dolayısıyla Ankara ve Tel Aviv'in bozuşması hakkında Amerika'da yapılan en yaygın yorum, Türkiye'nin “doğuya bakıyor” oluşu. Yükselen İslamcılıktan ABD Savunma Bakanı Robert Gates'in Batı'nın Ankara'nın AB'ye katılımını engelleyerek Türkiye'yi yabancılaştırdığı açıklamasına kadar çok çeşitli gerekçeler sunuluyor. Türkiye'nin yükselişi, bu ülkedeki iç gelişmeleri yansıtırken, artan nüfuzu, Amerikan gücünün çöküşünü yansıtmaktadır ki Washington'ın Ortadoğu ve Orta Asya'da izlediği yıkıcı politikaların bir sonucudur. Türkiye, iç siyasetinde, evi düzene sokmaya bakıyor. Dört darbe gerçekleştiren muktedir orduyu kışlasına gönderdi; gücü, İstanbul'daki seçkinlerden Türkiye'nin orta ve doğu kesimine kaydırdı; iç baskıyı gevşetti; ve hatta Kürt azınlığıyla anlaşmaya bakıyor. Meclis'in önündeki tasarı, Kürt azınlığın Kürtçe televizyon kanalları kurmasına izin verecek ve ayrımcılıkla mücadele komisyonu kuracak. Türkiye dışarıda ise Davuroğlu'nun “komşularla sıfır sorun” politikasını izliyor. 64 Böylelikle, Suriye'yle karşılıklı olarak baltalar toprağa gömüldü ve Türkiye, Irak Kürtlerine erişti. Kuzey Irak'ta faaliyet gösteren 1.200 şirketin yarısı Türk şirketi ve sınır ticaretinin bu yıl 20 milyar doları bulması bekleniyor. Kürtler de Ankara'nin istediği bir şey var: 45 milyar varil petrol rezervi ve bol miktarda doğalgaz. doğalgaz ve petrolünün yüzde 20'sini İran'dan alıyor ve Tahran, daha değerli bir ticari ortak halinen geldi. Esasen, Türkiye, İran ve Suriye, Irak'ı da ihtiva edecek bir ticari grup oluşturmayı düşünüyorlar. Ankara ve İsrail'in bozuşması, İslam'ın büyümesine atfediliyor ama Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Adâlet ve Kalkınma Partisi'nin İslamcı bir damarı varsa da Türkiye'nin İsrail'e kızgınlığı dini değil siyasidir. Şu anki İsrail hükümetinin Filistinlilerle çatışmayı çözüme kavuşturmada çıkarı bulunmuyor ve Netanyahu hükümetinin önde gelen üyeleri, İran, Suriye ve Lübnan'ı savaşla tehdit ettiler. Bu ülkelerden her hangi biriyle yapılacak bir savaş bölgesel çatışmaya dönüşebilir ve İsrailliler, konvansiyonel silahlarla muhaliflerinin üstesinden gelemeyeceklerini anladıklarında nükleer bir savaşa bile dönüşebilir bu. Türkiye, İran'la ilişkilerini genişletti; enerji ve ticaret konularında Rusya'yla yakın işbirliği yapıyor. Ermenistan'la ilişkilerde buzların çözülmesi için bile çalıştı. Şam ve Tel Aviv arasında, Irak'taki sünniler ve şiiler arasında, Balkanlar'da Boşnaklar ve Sırplar arasında aracılık yürüttü ve Kafkasya'daki gerilimi azaltmak için çabaladı. Afirka'da 15, Latin Amerika'da 2 büyükelçilik açtı. Ahmet Davutoğlu, Türk dış politikasının “çok büyutlu” olduğunu söylüyor yani “Rusya'yla iyi ilişkiler, AB ile ilişkilerin alternatifi değldir” ki Soğuk Savaş'ın vasfı olan sıfır toplamlı oyun diplomasisinin açıkça reddedilmesidir. Ankara'nın savaştan kaybedeceği çok şey varken bölgesel ticari anlaşmaları beslemekten ve siyasi istikrarı inşa etmekten kazanacağı çok şey var. Türkiye, dünyanın 16'ncı, Avrupa'nın ise yedinci büyük ekonomisidir. Türkiye, uluslararası gerilimin azalmasında çıkarı olan diğer uluslarla da yakından çalışmaya başladı. Ankara'nın Brezilya ile ortaklığı kaza değildir. Türkiye gibi Brezilya'nın da ekonomisi kıpır kıpır; Brezilya, Mercosur'la birlikte dünyadaki üçüncü en büyük ticari örgütü oluşturan kilit aktördür. Güney Amerika'nın dünyanın en barışçıl bölgelerinden biri olması için azımsanmayacak bir rol oynamaktadır. ABD ise Honduras hükümetine verdiği destekten dolayı, Kolombiya'daki askeri üslerini genişletmesi ve rağbet görmeyen uyuşturucuyla mücadelesi dolayısıyla kızgınlığa yol açıyor. Eğer dünyanın büyük bir kesimi, Türkiye ve Brezilya gibi bölgesel güçlerin istikrar merkezi olduğu hükmüne Türkiye'nin artan nüfuzu, kısmen de Ortadoğu'daki siyasi boşluğun yansımasıdır. ABD'nin Mısır, Ürdün, S. Arabistan gibi geleneksel müttefikleri gitgide tecrit içine düşüyorlar, ekonomik sıkıntılarla boğuşuyor, iç muhalefete karşı paranoyak davranıyor ve İran'a karşı öfkeleniyorlar. Türkiye'nin artan nüfuzu, ABD tarafından hoşça karşılanmadı özellikle de nükleer takas anlaşması. Ancak Türklerin bakış açısından, nükleer uzlaşma, istikrarsız bir muhitteki gerilimi azaltma çabasıydı. Türkiye, İran'ın nükleer silahlara sahip olması noktasında ABD'den daha hevesli değil fakat Laçiner'in de dediği gibi “bir diğer Irak istemiyor.” Burada bir özçıkar da var elbet. Türkiye, 65 varırsa, ABD gittikçe ağır elli ve etkisiz olurken, hiç kimse onları suçlayamaz. İngiltere en nihayet Boer Savaş'ında (18891902) zafer elde etti ama dünyanın en büyük ordusu için kolay bir iş gibi görülen şey İngiltere'nin en uzun ve en pahalı sömürge savaşına döndü. İngiltere, ancak ve ancak Boer kadınlarını ve çocuklarını temerküz kamplarına toplayarak işin sonunda kazandı; bu kamplarda 28.000 kişi açlık ve hastalıklardan dolayı hayatları kaybettiler. Tüm dünyada sömürge halkları bir şeyi fark etmişlerdi: Ayaktakımından bir gerilla kuvveti, Britanya'nın byük ordusunu açmaza itmişti. Boer Savaşı, İngiliz İmparatorluğunun temel bir zayıflığını ispatlamıştı tıpkı Irak ve Afganistan'ın, güçlü ülkelerin bir bölgeye ya da küreye hâkim olmak için kuvvet kullandığı dönemin sona erdiğini ispatlamış olması gibi. Bilgi Üniversitesi'nden Siyaset Bilimcisi Soli Özel'in Financial Times'a dediği gibi “dünya, son iki veya üç yüzyıldır onu yöneten güçlerin diktalarını kabul etmeyecek.” 24 Haziran 2010 Kaynak: Counterpunch Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 66 Atatürk ve Türk dış politikası Daniel Larison rehber kılınmamıştır ve Çin’i ziyaret fırsatıyla Urumçi’ye yaptığı ziyaret bir yana, Tayip Erdoğan Pan Türkçülüğe hiç ilgi göstermemiştir. Bilakis Atatürk, Türkiye’nin tüm komşularıyla barış içinde olması ve tam bir tarafsızlık sergilemesi gerektiğine inanmıştır. Walter Russel Mead, American Interest’te şöyle yazmış: “Atatürk’ün batı yönelimi, Türkiye’nin zengin ve teknolojik bakımdan ileri batıdaki yerini bir yere kadar sağlamlaştırmaktaydı; Türkiye’yi doğudaki bölücü çatışmalara da sımsıkı kapatıyordu. Batıya karşı duyulan hayal kırıklığı, anlaşılır bir şekilde bazı Türklerin doğuya doğru bakmasına yol açıyor; ortaya çıkacak sonuçların ise Atatürk’ün Türk ulusal stratejisini çürütmesi değil de haklı çıkarması daha muhtemeldir.” Açıktır ki Türkiye NATO’ya katıldığı anda tarafsızlıktan vazgeçmişti ama asıl önemlisi, bu adımın, Atatürk’ün mirâsından Erdoğan ve AK Parti’nin yapmayı teklif ettiği her şeyden çok daha önemli bir kopuş olduğunu anlamaktır. Sonraki Kemalistlerin yaptıklarıyla Atatürk’ün onlardan yapmasını istediği şeyleri kolayca birleştirmekten sakınmalıyız. AK Parti’nin “komşularla sıfır sorun” politikası, Sovyet karşıtı ve sonra da Hüseyin karşıtı Kemalist haleflerin politikalarına nazaran, Atatürk’ün ve başlarda İnönü’nün de izlediği dış politikayla aynı çizgide olmaya daha yakındır. Şimdi mademki Sovyet tehdidi ortadan kalkmıştır, Türkiye’nin orijinal dış politika duruşundan vazgeçmesinin pek bir anlamı da yoktur. Bu açıklama, Mead’ın şu anki Türk hükümetinin “Atatürk’ün görüşünden” uzaklaştığını abartmasına yardım eden önemli birkaç eksikle mâlûldür. Atatürk ülkenin başındayken, Türkiye, Irak’ın kurulmasından sonra yıllarca çözümsüz kalmış Musul Vilâyeti’nin kontrolü gibi “doğudaki” ihtilaflara müdahildi. Türkiye daha sonra, kısa ömürlü Hatay Cumhuriyetini ilhak etti. Çok yakın tarihte ise PKK ile mücadelesi, Türkiye’yi Öcalan’a barınak sağlayan Suriye’yle 1998’de savaşın eşiğine getirmişti. Karabağ, Ermenistan’ın desteğiyle Azerbaycan’dan koptuktan sonra, Türkiye Azerilerle aynı safta buluştu ve bugün de kapalı duran Ermenistan sınırını kapattı. Zaruri olarak, Türk siyasetinde bir “doğu” boyutu her daim olagelmiştir. Neticede, eski Sovyet tehdidi ortadan kalkmışken Türkiye, cephe ülke gibi işlev görmeye niçin devam etmek zorunda olsun? Türkiye, hem de Türklerin pek çoğu komşularını tehdit edici bulmazken, komşularına karşı Amerikan askeri operasyonları için harekât merkezi olmayı niçin sürdürsün? Son birkaç yıldır bahse değer olan bir şey varsa o da Türkiye’nin Washington’ın tehdit olarak gördüğü yönetimler dâhil komşularıyla ilişkilerini iyileştirmeye gayret etmesi değil Washington’ın, Türkiye’nin batı güvenliğine mensûbiyetini, Türkiye’nin ulusal çıkarları ve orjinal Türk dış politika geleneğine ters düşürmekte ısrar edip dururken Türkiye’nin batı güvenlik yapılarına bağlı kalmayı hâlâ sürdürmesidir. Eğer Türkiye katı tarafsızlık politikasına tekrar dönse, Atatürk’ün Atatürk’ün doğuda en çok sakınmak istediği şey, Türkiye’yi kendi kendine zarar verecek türde bir mâceraya itebilecek, Yunan Megalo İdea’sından kaynaklanan bir PanTürkçülüğün ayartıcılığıydı. Atatürk kesinlikle bir Türk ulusçusuydu fakat Anadolu’ya kök salmış ve orayla sınırlı bir Türk ulusu tasavvur etmiştir. Enver Paşa’yı sürgünde Orta Asya’daki Türkî halkları toparlamak gibi nâfile bir misyona soyunduran Pan-Türkçü yanılgılar, Türk dış politikasına hiçbir zaman 67 mirâsına daha uygun hareket etmiş olacaktır. Amerika, Türkiye’nin ittifakından istifade etmeyi sürdürürken, Amerikalılar da Türkiye’nin şu anki hükümetinin, Atatürk’ün ülkesi için istediği şeyle doğrudan çatışma içinde olmasına rağmen II. Dünya Savaşı sonrasında Türk dış politikasında yaşanan eksen değişimini koruma istekliliğinden hoşnut olmalıdırlar. Kaldı ki kurucuların siyasi tarafsızlık görüşünü benimsemiş olsak, hem Amerikalılar hem de Türkler bunun faydasını görecektir. 23 Haziran 2010 Kaynak: American Conservative Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 68 Türkiye’nin dünya diplomasisi’ndeki yeni yeri Couloumbis, Ahlstrom, Weaver Türkiye’yi teokratik bir otokrasiye çevirecek gizli bir gündem izliyor diyorlar. Savlarını desteklemek için, Türkiye’nin Amerika’ya 2003 yılında Saddam Hüseyin’i devirmeyi kolaylaştıracak stratejik bir mekanı kullanma izni vermeyişini, Erdoğan’ın - Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva ile birlikte – İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’la İran nükleer meselesini yönetmeye çalışmalarını, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a karşı müeyyidelerin ağırlaştırılmasına hayır oyu vermesini, Hamas ve Hizbullah gibi radikal örgütlerle Türk hükümeti arasındaki temasları ve muhalefet partilerinin laik devlete zarar verecek dedikleri anayasa değişikliğini referanduma sunma planlarını anıyorlar. Hatta bazıları, ablukasını test etmek için Türk bayraklı bir gemiyi Gazze’ye gönderen Türkiye’nin bile bile İsrail’i kışkırttığını bile savunuyorlar; bu olay, trajik ölümler ve Türk-İsrail ilişkilerinin kopma noktasına dayanmasıyla neticelenmişti. Realistler ise alarmist korkulara sert çıkarak – Ortadoğu’da başka yerlerde de gördüğümüz üzere – kendini gerçekleştiren kehanete döneceğini söylüyorlar. Batı dünyasına kurumsal olarak demirlenmiş Türkiye çok boyutlu dış politikasının tâli amaçlarını izlerken bu esnada AB üyeliği vizyonuna ulaşması için ona yardım edilmesi gerektiğini savunuyorlar. Realistler, AB’nin mevcut ekonomik sancılarına ve genişleme yorgunluğu denilen şeye bakarak, Türkiye’nin kısa bir zaman zarfında AB üyesi olmasının hayal olduğunun da tam olarak farkındalar. Fakat realistler, Amerikalı politikacıları Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeye ve batı yönelimini canlı tutmaya yüreklendiriyorlar. Erdoğan’ın bazı hareketlerinin 2011’de yapılması planlanan seçimlerin bir parçası olduğuna da inanıyorlar. AK Parti’nin mahalli 72 milyonluk nispeten fakir ve çoğunluğu müslüman nüfusu, Avrupa’nın ortak değerlerini yansıtmıyor diyerek Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Şansölye Merkel’in yaptıkları muhalefet yüzünden Türkiye’nin AB üyeliği umutları solarken, Türkiye, hem bölgesel hem de küresel meselelerde gitgide bağımsız bir hat üzerinde ilerliyor. Bölgesel tarihe ilgi duyan hiç kimseyi şaşırtmamalı bu ama yine de bir soru geliyor akla: “Qua Vadis Türkiye?” *Türkiye, nereye gidiyorsun?] Ortaya hızla iki ekol çıktı: Alarmistler / panik yaratanlar ve realistler. Temel şeylerde her iki ekol de mutabık. Osmanlı tarihi ve İslam geleneklerine rağmen, Kemal Atatürk ve halefleri, devlet otoritesi ve müslüman inancını birbirinden ayıran modern, laik Türk Cumhuriyetini kurdular. Batı ittifak sistemine Soğuk Savaş’ta çapa atarak fayda sağlayan Türkiye, ekonomik bakımdan canlı ve dünyanın en büyük ilk 15 ekonomisi arasında; ayrıca G-20 üyesi. Üç kıtanın birleştiği noktada bulunmasına, askeri gücüne, enerji zengini Ortadoğu ve Orta Asya’ya yakınlığına bakınca, Türkiye, dünyanın siyaseten en istikrarsız bölgesi olduğu söylenebilecek bir bölgede rakip büyük güçlerin hesapları için can alıcı önemdedir. Analistler bu noktadan sonra, birbirlerinden ciddi şekilde uzaklaşmaktadırlar. Alarmistler/panik yaratanlar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’nin Türkiye’yi II. Dünya Savaşı sonrası batı yöneliminden geri çevirdiğine dair tehlikeli işaretlere dikkat çekiyorlar; Türkiye’deki laik müesses nizâmı (ordu, yargı, bürokrasi ve büyük şirketler) tedricen etkisizleştirerek 69 seçimlerdeki zayıf durumu ışığı altında, Erdoğan ve Ak Parti’nin hesaplarında iç siyasi mülahazaların daha belirgin rol oynamasının muhtemel olduğunu savunuyorlar. Mevcut durumun ironisi şu ki, Türkiye’nin gitgide bağımsızlaşan bölgesel girişimleri, dengeleyici bir aracı rolün mümkün olduğunu ispatlayarak aslında ABD ve batı amaçlarını desteklemektedir. Ortadoğu’da tüm taraflara yakın olan ve tüm tarafların kendisinden emin olduğu bir aracının, herhangi bir çatışma durumunda uzlaşmaya yardım ettiği uzun bir arabuluculuk tarihi vardır. Amerikan piyonu olarak görülmediği takdirde, İsrail, Filistin, Hamas ve Hizbullah’la bağımsız bir şekilde yakınlaşacak Türkiye, aracı rolünü oynayabilir ve iki devletli çözüm için taze bir sürece rehberlik edebilir. Obama yönetimi, Amerika’da içeriden gelen baskılar yüzünden İsrail başbakanı Netanyahu’nun serkeşliğinin üstesinden gelebilecek gibi görünmediğinden dolayı daha doğrudan bir Türk rolü, etkin bir alternatif olabilecektir hatta ki çoktan etkin olmaya bile başlamış olabilir çünkü İsrail, Gazze ablukasını hafifletti ve barış görüşmelerinin yeniden başlamasına daha bir açık tutum sergiliyor gibidir. Ticaret ve kültür kavşağında bulunan Türkiye, bugün Rusya, Orta Asya ve Ortadoğu’dan gelen petrol ve doğalgaz boru hatları ağının tam ortasındadır. Eğiitmli ve serpilmekte olan orta sınıfı, askeri müdahaleler tarihine rağmen canlı bir parlamenter demokrasisi, (İsrail’in ordusunu saymazsak) bölgenin en büyük ve en eğitimli silahlı kuvvetleri, hem Orta Asya hem de Ortadoğu ile kültürel ve dilsel bağları olan Türkiye, tarihi rakibi İran dâhil bölgesel nüfuz tasarruf edecek varlığa ve kıymetlere sahiptir. 22 Haziran 2010 Yazarlar hakkında: Theodore Couloumbis, Hellenic Foundation for European and Foreign Policy başkan yardımcısı ve Atina Üniversitesi Emeritus Profesörü; Bill Ahlstrom, çokuluslu bir Amerikan şirketinde müdür; Gary Weaver, Amerikan Üniversitesi (Washington, D.C,) Uluslararası Hizmet Okulu Profesörü. Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 70 Türkiye ve neoconlar - Stephen M. Walt özgürlük ve demokrasi olduğu dolayısıyla da İsrail’i “Ortadoğu’daki tek demokrasi” olduğu için destekledikleri iddiasıyla yer yer perdelenmektedir. Zaten tahmin edilebilir bir şeydi. Önde gelen neoconlar, İsrail ve Türkiye’nin askeri bağlar üzerinden stratejik müttefik olduğu zamanlarda Türk hükümetinin sesi çok çıkan savunucularıydılar; Anti-Defamation League (ADL) ve AIPAC gibi gruplar, I. Dünya Savaşı sırasında Türklerin elinde Ermenilerin başına geleni Ermeni soykırımı olarak etiketleyen kararları onaylamaması için Kongre’yi yüreklendirirlerdi (Ermeni lobisi aylak değil ama AIPAC ve onun İsrail lobisindeki müttefiklerine denk değil). Fakat Türkiye iyi işleyen bir demokrasi, bir NATO üyesi ve ABD’nin güçlü bir müttefiki olmasına rağmen neoconların şimdi Türkiye’ye düşman olduklarını görüyoruz. Türkiye’nin demokrasisi elbette ki mükemmel değil ama hadi bana bir tane mükemmelini gösterin. Neoconların Türkiye’nin dostu olmaktan çıkıp hasmı olmalarının basit tek bir nedeni var: İsrail. Türk hükümeti, Gazze’nin abluka altına alınmasından itibaren İsrail’in Filistinlilere karşı muamelesinden dolayı açıkça eleştireldi; 2008-2009 Gazze saldırısında sonra eleştirileri arttı ve İsrail ordusunun Özgür Gazze Filosuna öldürücü saldırısından sonra doruğuna çıktı. Lobe’un gösterdiği üzere, önde gelen neocon sürüsü Türkiye’yi şeytanlaştırmakla meşgul ve bazı hallerde de Türkiye’nin NATO’dan atılması çağrısını yapıyorlar. ADL’nin soykırım suçlamasına karşı bir ülkeyi koruyor oluşu ironik olmaktan da ötedir ama siyasi örgütlerin etik tutarlılık sergilemesi gerektiğini söyleyen mi var ki? Türkiye-İsrail ilişkileri yıpranmaya başladığında – İsrail’in Filistinlilere muamelesi karşısında Türkiye’nin duyduğu öfke, bu yıpranışın üzerine benzin dökmüştür – ADL ve AIPAC koruma şemsiyelerini çektiler ve İsrail’in Kongre’deki savunucuları taraf değiştirdi. Jim Lobe geçen hafta InterPress’de dehşet bir makale yayınladı ve öncü neoconların Türk hükümetinin güçlü destekçileri (bazen de yüksek maaşlı danışmanları) olmaktan çıkıp ateşli eleştirmenlerine döndükleri gözler önüne serildi. O, hikayeyi benim yapabileceğimden çok daha iyi aktarmaktadır ama benim yapacağım birkaç ilave var. Demek ki bir devletin demokratik olup olmamasının neoconlar için bir önemi yok; onlar için önemli olan, bir devletin İsrail’i destekleyip desteklemediğidir. Dolayısıyla Usame bin Ladin Afganistan veya Pakistan’da olmasına rağmen bu kadar çok sayıda neocon’un ABD’nin Irak’ı işgal etmesi için niçin çalıştığını ve şimdi de İran’la savaş için niçin bastırdıklarını merak ediyorsanız cevabınız işte burada. Birincisi, eğer bu makale, fiilen tüm neoconların İsrail mezkezci olduklarına sizi ikna etmemişse başka hiçbir şey edemez. Bu yakınlık gizli saklı değil ve neocon bilge Max Boot’un ifadesiyle, Yeni-Muhafazakarlığın “kilit akidesidir.” Fakat İsrail’e bağlılıklarının gerçek boyutu, umursadıkları şeyin gerçekte Defalarca kaydettiğim gibi, bir Amerikalı’nın yabancı bir ülkeye derinden bağlılık hissetmesinde ve bunu politikada ifade etmesinde yanlış bir şey yok ama açık ve dürüst olmaları ve diğer insanları bir şekilde yobazlıkla suçlamaya tevessül etmemeleri şartıyla. Neoconların Türkiye’ye karşı çark 71 etmeleri önemlidir çünkü politik önceliklerini açık seçik ifşa etmektedir; ve Lobe, bize bunu belgelediği için tam notu hak edyor. yakın kılmaktadır çünkü böyle bir şey yapmak, özel ilişkilerin mârifetlerine gölge düşürmekte ve özel ilişkileri savunan çeşitli grupların gazabını üstüne çekme tehlikesi taşımaktadır. Son bir şey de şu: Neoconlar, Amerikan ve İsrail çıkarlarını özdeşmiş gibi tasvir ederler. Onların nazarında, İsrail için iyi olan ABD için de iyidir; ABD için iyi olan İsrail için de iyidir. Bu iddia, kayıtsız şartsız Amerikan desteğini iyi bir fikir gibi göstermektedir; ayrıca onları, İsrail’in çıkarlarını Amerikan çıkarlarının üzerine çıkarıyorlar suçlamasından da uzak tutuyor. her şeyden evvel, eğer her iki devletin çıkarları gerçekten bir ve aynı şeyler ise, o takdirde tanım gereği çıkar çatışması söz konusu olamaz ve “çifte sadâkat” (bu terimden hala hazzemiyorum) meselesi gündeme gelmez. ABD ve İsrail belirli bazı ortak çıkarlara sahiplerse de bu çıkarların özdeş olmadığı gitgide daha da belli oluyor. Bu durum, Amerika için iyi olanı desteklemekle İsrail için neyin iyi olacağını savunma (genelde yanlışı savunmuşlardır) arasında bir tecihte bulunmaya zorladığından dolayı inatçı neoconları gergin bir duruma itiyor. Madem ki önde gelen neoconlar savaş davulları çalmaya devam ediyor bize de berbat sicillerini ve altta yatan güdülerini hatırlamak düşer. 17 Haziran 2010 Ben ise tam aksini savunuyorum. “Özel ilişkilerin” her iki ülkeye de zarar vermeye başladığını, daha normal bir ilişkinin her iki taraf için de iyi olacağına inanıyorum. Özel ilişkiler, Ortadoğu’da Amerikan karşıtlığına benzin dökerek ve milyarlarca insanın – evet milyarlarca insanın - nazarında bizi ikiyüzlü duruma düşürerek tam şu an ABD’ye zarar veriyor. Nükleer silahların yayılmasını önleme gibi bir dizi meselede de siyasetimizin şeklini bozmakta ve Ortadoğu barışı davasında ilerleme sağlamak için nüfuzumuzu kullanmayı aşırı derecede güçleştirmektedir. Başkan Obama’nın bu cephelerde kaydettiği başarısızlık – daha iyisini yapacağına dair defalarca söz vermesine rağmen – bunu daha da âşikar kılmaktadır. Aynı zamanda, bu olağandışı ilişki, İsrail’in içinde bulunduğu tecridi artıran ve uzun vadeli geleceğini tehdit eden politikaları sigortalayarak İsrail'e de zarar veriyor. Hem İsrail budalaca hareket ettiğinde Amerikalı liderlerin en yumuşak bir eleştiriyi bile seslendirmesini imkansıza Kaynak: Foreign Policy Dünya Bülteni için çeviren:Ertuğrul Aydın 72 Türkiye ve Brezilya Gazze ablukasını “bağlantı kurarak” kaldırabilirler - Robert Naiman çoğunluğunun çıkarına mı değil mi orası ayrı bir konu ama şimdilik Obama yönetiminin bu politikaya şu an bağlı kaldığını farzedelim. ABD'nin yeni müeyyide kararına yönelik gayretlerini engelleyebilecek bir konumda olan herkes, uygulamada, ABD üzerinde şu an muazzam bir kaldıraç gücüne sahiptir. Hassaten Türkiye eğer İran'a yönelik BM müeyyide kararını engeller veya ertelerse, o takdirde Türkiye ablukayı da sona erdirebilir çünkü ABD desteği olmaksızın abluka da olmaz. Son birkaç hafta içerisinde, Türkiye ve Brezilya uluslararası diplomasinin Büyük Masası’nda dirsekleriyle kendilerine yer açtılar: Birincisi, ABD, İran'la çatışmayı diplomatik yollarla çözsün diye nükleer takas anlaşmasını müzakere etmeleriyle oldu. İkincisi – bu Türkiye ile ilgilidir – Türkiye, Gazze Özgürlük Filosu'nun Gazze'nin sivil nüfusu üzerindeki İsrail-Mısır-ABD ablukasını kırma çabasına destek verdi (...) Herkesin bildiği üzere, “hey millet, bundan böyle bu iki şeyi birbirine bağladım” diye basın toplantısı düzenlemeden veya basın açıklaması yapmadan iki şeyi birbirine bağlayabilirsiniz. Esasen, insanlar sizi iki şeyi birbirine bağlamakla suçladığında, bunu havalı bir şekilde inkar da edebilirsiniz. Tek yapmanız gereken, sanki bu iki şey birbirine bağlıymış gibi hareket etmek, muhataplarınızın gerekli sonucu çıkarmalarını sağlamaktır: Siz istediğinizi alana kadar başkaları da istediklerini alamayacaktır. Eğer Türkiye ve Brezilya Büyük Masa'da muteber bir pay sahibi olacaksa, ABD'ye karşı sert politik taktikler izlemeliler: ABD onların kaygılarını gözardı etmeyi sürdürdüğü takdirde, eğer dilerlerse, ABD'nin elde etmek istediği şeylere ulaşmasını engelleyecek güce sahip olduklarını göstermeye devam etmelidirler. Şimdiye kadar en kalın kafalıya bile mâlum olmuş olmalıdır ki Gazze ablukası ve ABD'nin İran'a yeni müeyyide isteği arasında pratikte bir bağ vardır. İsrail filoya saldırmamış ve can kayıpları yaşanmamış olsaydı, Amerika bu hafta Güvenlik Konseyi'nde İran'a karşı yeni müeyyideler için bastırıyor olacaktı. Güvenlik Konseyi bunun yerine İsrail'in Türklere saldırısını ve Gazze ablukasını konuştu ve Türkiye, her iki soruya da tatminkâr bir cevap alana dek Güvenlik Konseyi'ne tekrar geri geleceğini söyledi; ve Türkiye – Gazze ablukasının sona ermesi dâhil – şikayetlerinin giderilmesiyle ilgili olarak tatmin olana dek İran'a müeyyidelerle ilgilenmediğini güçlü bir şekilde ima etti. Amerikalı yetkililer, Güvenlik Konseyi'nin yeni müeyyide kararıyla ilgili olarak dün 21 Haziran'a kadar bir mühlet belirlediler. Güvenlik Konseyi eylemine mühlet belirleme işi elbette ki ABD'ye bağlı değil ama bu mühlet, Türkiye ve Brezilya'ya bir açılım sunuyor. Türk ve Brezilyalı diplomatların şunu söylediğini farzedin: Gazze ablukasının kaldırılması amacıyla Güvenlik Konseyi'nden 20 Hazirana kadar sonuç alıcı eylem bekliyoruz. Amerikalı diplomatların mesajı alacaklarını düşünüyor musunuz? Ben düşünüyorum. Amerika, yeni müeyyide kararının alabildiğince çabuk çıkmasına yüksek öncelik atfediyor. Bu politika, Amerikalıların 73 Ancak bu, Türkiye ve Brezilya'nın zımni tehdide arka çıkacak kapasitede olup olmadıkları sorusuna cevap bulmayı da zorunlu kılar: Türkiye ve Brezilya, müeyyide kararının çıkmasını geciktirebilir mi? Amerika, ABD'nin diplomasi yolunu takip etmesini istediklerinden dolayı ABD'nin yeni müeyyide kararına karşı çıkan Türkiye ve Brezilya'nın desteği olmaksızın müeyyide yolunda ilerlemeye hazır olduğuna işaret etti çünkü ABD, takas anlaşmasına ve TürkiyeBrezilya’nın çatışmadaki aracılık rolüne yüz vermiyor. doğrudan marifetlerine ilave olarak – yani ABD takas anlaşması temelinde diplomasi üzere hareket edene dek BM Güvenlik Konseyi yeni bir müeyyide kararını değerlendirmeye almamalıdır – Türkiye ve Brezilya her hâlükarda bir siyasi mesele olarak Güvenlik Konseyi'nin İran hakkında yeni bir karardan önce, evvela bir Gazze ablukası sorununu çözmesi gerektiğini savunmalıdır zira Gazze meselesi objektif olarak daha âcildir ve dünyanın dikkati bu meseleye odaklanmıştır; ayrıca Obama yönetimi, Güvenlik Konsey’inden İran hakkında yeni bir kararı geçirirse, uluslararası câmia'nın Obama yönetimi üzerindeki kaldıraç gücü bir hayli azalacaktır. Tarihi olarak ABD, oybirliğine yüksek prim verir. Fakat ABD bugün oybirliğini denize atmaya hazır, ki anlamlı bir durumdur, o halde ABD'nin bu istikamette ilerlemeye hazır olduğunu ve Güvenlik Konseyi'nin onbeş üyesinden asgari dokuzunun oyunu alarak Konsey’den geçecek bir kararla iktifa edeceğini farzedelim. Dünyanın ilgi ve dikkatinin Gazze'ye odaklandığı bir zamanda Güvenlik Konseyi'nin yedi üyesini bu sav etrafında örgütlemek, yedi üyeyi sırf takas anlaşması temelinde Amerika'ya karşı örgütlemekten daha kolay olmalıdır. Gazze meselesinin ileri sürülmesiyle, müttefik toplama şansı da artmalıdır. Bosna, çoğunluğu müslüman bir ülkedir; Nijerya'nın yarısı müslüman. İsrail'in Gazze politikaları hakkında bir referandumsa bu, Bosna ve Nijerya en azından çekimser oyla tehdit edebilirler. Meksika sağcı bir hükümete sahip fakat diğer Meksika hükümetleri gibi uluslararası sorunlarda o da ilerlemecidir. Meksika bu hafta ambargonun kalkmasını talep etti ve Brezilya ile iyi ilişkileri vardır. Bu yüzden Meksika da en azından çekimser oyla tehdit edebilir. Diğer dört üyeden üçü işte bunlar. Daimi beş üyenin desteklediği bir kararı geciktirmek için – bu arada, Rusya ve Çin'in destek vereceği öyle yüzde 100 belli değil– Türkiye ve Brezilya, hayır oyuyla tehdit etmeye veya çekimser oy kullanmaya istekli beş Güvenlik Konseyi üyesine ihtiyaç duyacaktır. Lübnan, bu hafta öncesinde bile “elde birdi” ve evet oyu vermeyecek görünüyordu. Bu durumda evet oyu vermemekle tehdit edecek tıkayıcı bir koalisyon oluşturmak için sayacağımız yedi ülkeden en az dördüne ihtiyaç duyulacaktır: Avusturya, Japonya, Bosna-Hersek, Uganda, Meksika, Gabon ve Nijerya. Buradaki amaç, oylamayı kazanmak değildir. ABD, dokuz oydan emin olmadığı takdirde oylama yapılması için büyük bir ihtimalle bastırmayacaktır. Buradaki amaç, ABD'yi Türkiye ve Brezilya ile müzakereye zorlayarak bir oylamayı bloke etmektir. Türkiye ve Brezilya, yeni müeyyidelere Pazartesi günü öncesinde de karşı çıkmışlardı ve şimdi desteklemeleri için de hiçbir neden yok velev ki Gazze ablukası hemen kaldırılsın. Fakat Amerikan çabasına karşı diğer ülkeleri toplamak, vakanın 74 Tüm bunların altında iğrenç ve kaçınılmaz bir gerçek de var. Muazzam güç dengesizliklerinden dolayı ABD, Güvenlik Konseyi'ndeki küçük ülkelere istediğini yaptırmaktadır. Amerikalı diplomatların İran’la ilgili kaygılarını, küçük ülkelerin diplomatlarıyla kapalı kapılar ardında konuşmak için çokça zaman harcamaları muhtemel mi? Hayır, kapalı kapılar ardında “bu bizim için çok önemli, bu meselede bize karşı çıkarsanız sizi böcek gibi ezeriz. İran'a karşı müeyyideler konusunda bize karşı gelirseniz, Amerikan yardımını unutun veya IMF yahut Dünya Bankası kredilerini, uluslararası pazarları, mallarınızın Amerikan pazarına girmesini unutun” anlamına gelen şeyler söylemeleri çok daha yüksek ihtimaldir. Konseyi’ndeki durum bugün Büyük Buhran Şikagosu’ndan çok da farklı değil. Eğer Türkiye ve Brezilya – ve dostları – ABD'nin tehditlerini dengeleyebilirse, işte o zaman savları adil bir şekilde dinlenebilecektir. Brezilya Başkanı Lula, South of the Border adlı filmde Oliver Stone'a Brezilya'nın eşit muamele görmek istediğini söylüyor. Eski bir sendika lideri olarak Lula bilir: Güç, talep olmaksızın hiçbir şeyi ihsan etmez. 11 Haziran 2010 Kaynak: Just Foreign Policy Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Yani eğer ki Türkiye ve Brezilya ciddiyseler, yangına karşı suyla mücadele etmeye hazır olmalıdırlar. Eğer Amerika oyları sağlama alacak gibi olursa, Türkiye ve Brezilya – ve onların dostları – tehditlere karşı koymaya hazır olmalılar. Latin Amerika ülkeleri yakın zamanlarda bu konuda tecrübe kazandılar. ABD ve IMF tehditlerine karşı birbirlerini korudular. Dedem, Büyük Buhran sırasında Şikago'nun fakir halkı için savunma avukatlığı yapıyordu. Ona bir kez şunu sormuştum: Hiç, bir hâkime rüşvet verdiğin oldu mu? Şöyle cevap verdi: Benim zamanında Şikago'da bir hâkime rüşvet vermeyen avukata iyi avukat denmezdi. Çünkü rüşveti devletin vereceği kesindi. Şayet sen rüşvet vermezsen, müvekkilinin adil bir yargılamadan geçme şansı esasen sıfırdı. Fakat hâkime sen rüşvet verirsen, devlet rüşvet verirse ve iki rüşvet kabaca birbirine eşit olursa, müvekkilin için adil bir yargılama şansın olurdu. Beğenin ya da beğenmeyin, Güvenlik 75 Türkiye-Brezilya ortaya atıldı Doug Saunders Her nesilde, dünyayı muntazam bölümlere, uluslar demetine ve güç bloklarına böldük. Winston Churcill 5 Mart 1946'da “Demir Perde” konuşmasını yaptığında olan buydu; ideolojik görüş ayrılığı fiziki bir engele dönüşmüştü. Altı yıl sonra da Fransız demografi uzmanı Alfred Sauvy, çok fakir ve çok kızgın ülkeler ile dünyanın geri kalanı arasında bir hat çizmek için “Üçüncü Dünya” terimini ortaya attığında olan yine buydu. Pazartesi günü Tahran'da yaşananlar bizim için öylesine yeniydi ve dünyayı kolayca hazmedilir lokmalara bölmek için kullandığımız kategorilere göre öylesine yabancıydı ki kafa karışıklığı ve yanlış anlamaya musait bir durum var. Brezilya Devlet Başkanı Lula DA Silva ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ile 18 saat oturup en sonunda bir anlaşmaya varmalarını, İran'ın, elindeki uranyumun bir kısmı karşılığında reaktör yakıtı almak üzere takas etmeyi kabul etmesini nasıl yorumlamalıyız? Soğuk Savaş ideolojileri ve önceki yüzyılın zenginlik farkı uçup gidince bu ayrım hatlarının her ikisi de bu yüzyılda çözüldü. Haritayı yeniden çizmeye çalışıyor, yeni sınırların taslakları üzerinde çalışıyoruz. Evet, halen çok fakir ülkeler var, alarm veren otoriteryan ülkeler var. iyi de her iki kategoriye de girmeyen Brezilya ve Türkiye'yi nereye koyacaksınız? Brezilya ve Türkiye tam da ABD ve müttefiklerinin geçen Ekim ayında denedikleri ama başaramadıkları şeyi yani nükleer silah yapımında kullanılabilecek uranyumu reaktör yakıtıyla takas etmeyi başardılar. İran'ın maksadına ulaştığına varsayacak olursak – biraz genişçe bir varsayımdır bu – anlaşmayı daha iyi şartlarla yaptıkları bile söylenebilir. Ancak büyük güçlerin korktuğu bir ülkeyle hasmane bir karşılaşmanın tam orta yerinde iyi niyete dayalı dostane müzakereler yürüterek ABD liderliğindeki müeyyide görüşmelerinden yan çizildi. Pazartesi günü haberler gelirken, bazıları bunu ABD, Avrupa, İsrail ve müttefiklerine muhalefette birlikte çalışan “haydut bir blokun” yükselişi olarak anladı. Herşeyden evvel Rusya, Hugo Chavez'in alarm verici rejimine ve İran'a silah satıyor. İran, Küba ve Venezüella'ya ziyaretler düzenliyor. Çin ve Rusya, müeyyideleri bertaraf etmesi için İran'a yardım ediyorlar. Bu okumaya göre, Pazartesi günü yapılan anlaşma, bu uluslar arasında bir paktın nişânıdır ve aralarına Brezilya'yı ve Türkiye'yi de almışlardır - Brezilya, Venezüella ve Küba hakkında hoş açıklamalar yaparken Türkiye, İslam dünyasında nüfuzunu artırmak için Suriye'yle yakınlaşmıştır. Her iki ülkenini vatandaşları, refleks olarak Amerikan karşıtıdır. Türkiye-Brezilya'nın yürüttüğü anlaşma, ABD'nin Çin ve Rusya dâhil BM Güvenlik Konseyini öyle pek cezalandırıcı olmayan ama sembolik müeyyide artışına ikna etmesi sonucunda küçümsenmiş gibi durdu. Ankara ve Brezilya'dan kızgın sesler yükseldi. Bu anlaşmayı yorumlama şekliniz, dünya uluslarını bölen kalın çizgileri nasıl gördüğünüze bağlıdır. Dünya'yı bu şekilde okursanız, o halde Pazartesi günü yeni bir dünya kuruldu, hain 76 ve de tehlikeli. Amerikalı sağcı yazar Ralph Peters buna “ittifaklar toplululuğunun birleşmesidir ve sıkıntının artması anlamına gelir” diyor. orta yerde barışı sağlamış, dünya haritasına yeni ve kalın bir çizgi çekmiş olacaklar. Bu görüşü sadece Soğuk Savaş'ın adamları söylemiyor. İngiliz İşçi Partisi'nden milletvekili Denis MacShane, Lula'ya açık bir mektup yazdı: “Sayfalarımı derin bir üzünütüyle açıyor ve insan haklarını, sosyal adaleti, özgür sendika hareketlerinin savunduğu ne vara hepsini inkar etmenin ete kemiğe bürünmüş canlı simgesini kucaklarken görüyorum sizi.” Kaynak: The Globe and Mail 23 Mayıs 2010 Dünya Bülteni için çeviren: M. Alplaslan Balcı Fakat dünyanın bu şekilde okunması, çok daha önemli bir boyutu gözardı etmektedir. Bazı yorumcular bunu dik kafalı Lula ve Erdoğan'ın haydut diplomasi hareketi olarak tanımlarken, ABD Dışişleri Bakanlığı düzenlediği bir basın toplantısında gazetecilere ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın takas anlaşmasını müzakere etmeleri için Türkiye ve Brezilya'yı yüreklendirdiğini açıkladı. Türk yetkililer, bu anlaşmanın yeni müeyyidelerle çatışmadığını, esasen, kötü polisin müeyyidelerinin, anlaşmanın hayat geçirilmesini hızlandırabileceğini usulca söylüyorlar. Bu hafta, Brezilya ve Türkiye, Kanada'nın çok uzun zamandır çabaladığı yere vardılar. Başarılı, orta çaplı güç olmak. Ottawa, 1960'larda o da birkaç yıl hâriç, bu mevkiye hiçbir zaman ulaşamadı çünkü ortada olmanın gereğini hiçbir zaman yapmadı. Pazartesi günü şahit olduğumuz olay, gerçek bir ortaydı. Tehlikeli bir yerdir. Şayet İran 30 gün içerisinde anlaşmanın gereğini yapmazsa, bu ülkeler zayıf ve samimiyetsiz görünecekler. Fakat eğer başarırlarsa, oyunun kuralını kalıcı olarak değiştirmiş, geçit vermeyen bir bölünmenin yaşandığı 77 Türkiye ve Rusya “ötekiler ekseni” kuruyor - Adrian Pabst sağlamak için mücadele eden bir ABD, öte yanda Kafkasya'da, Körfezi Afganistan ve Orta Asya'ya bağlayan stratejik koridordaki boşluğu dolduran Türk-Rus işbirliği. Moskova ve Ankara, Ortadoğu'nun ve Avrasya'nın jeopolitiğini yeniden şekillendiriyorlar. Yakın zamanların en unutlmaz meclis kavgasıydı. Ukrayna Yüksek Konseyi üyeleri yumruklar savurdular; yumurta ve sis bombası fırlatıldı; konuşmacı ise şemsiyeyi kendisine zırh yapmıştı. AB ve ABD'deki pek çokları, bu yakınlaşmayı derin bir hoşnutsuzluk yaşayan iki eski emperyal gücün değişen dünyada üstlenecek rol arayışıyla çâresizlik içinde atıldıkları bir hamle olarak göreceklerdir. Fakat Rusya ve Türkiye'nin Amerikan hegemonyasına ve AB'nin çevresine karşı sergilediği boşvermişliğe meydan okuyan bir “ötekiler ekseni” (axis of outsiders) kurduğuna hiç şüphe yok. Geçen hafta yaşanan hengame, Rusya'nın Karadeniz filosuna ev sahipliği yapan Sivastopol limanının Moskova'ya 25 yıl için kiralanması karşılığında Ukrayna'nın gelecek 10 yıl Rus gazına ödeyeceği fiyatı düşürecek bir anlaşmayı meclis üyeleri müzakere ederlerken patlak verdi. Bu gerilimler, bir bakıma Ukrayna'nın Rusça konuşan doğu ve güney kesimleri ile ülkenin merkez ve batı kesimi arasında bir asırdan beri süren mücadelenin son bölümüdür. İlk grup, Moskova'ya dönük; diğer grup ise batıya. Bu anlaşma, başkanlık seçimlerinde Rus yanlısı aday Victor Yanukoviç'in seçimleri az bir farkla kazanması üzerinden üç ay geçmeden Ukrayna'nın NATO'yla flörtünün sonunun ve Rus yörüngesine dönüşünün nişânesidir. Karşılıklı jeopolitik ve ekonomik çıkarlar bu yeni eksenin merkezinde bulunuyor. Jeopolitik olarak , Kafkasya'nın ve paylaştıkları muhitin diğer kesimlerinin istikrar kazanmasında Moskova ve Ankara'nın çıkarları var. Ermenistan ve Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ bölgesi üzerinde devam eden ihtilafta her ikisi de işte bu yüzden aracılık yaptılar. Dahası, NATO üyesi Türkiye, 2008 yılında Gürcistan-Rusya savaşından sonra Kafkasya güvenlik ve İstikrar Platformu'nu kurdu. İran ve Ermenistan dâhil bölgedeki tüm ülkelerin katılımını hedefleyen ve Rusya'ya özel statü bahşeden bu platform, Türkiye'nin geleneksel batılı müttefiklerinden bağımsız olarak kuruldu. Kaydetmeli, Kafkasya geneli için yeni-Osmanlıcılık kaygılarının alâmetidir ve emperyal bir teşhisin, büyük güç çatışmalarının tüm bölgelerde ortak güvenliği tehdit ettiğinin altını çizmektedir. Daha önemlisi, Ortadoğu ve Orta Avrasya'da daha geniş bir saflaşmanın işareti, Rusya, Ukrayna ve Türkiye gibi eski ötekilerin ön safa çıkmasının habercisidir. Avrupa Birliği'nin bürokratik diktasından dolayı hayal kırıklığına uğrayan/gözleri açılan, Orta Asya ve Kürt arka bahçelerinde Amerika'nın keyfi müdahalesi olarak gördükleri şeyden artık yaka silken Vladimir Putin ve Recep Tayyip Erdoğan, yakınlaşıyorlar. Geleneksel rakipler ortaklar haline geliyor. Bu teşhis, Ankara ve Moskova'nın Hamas'la ve diğer Filistinli gruplarla bağları muhafaza ederek İsrail'e karşı derin bir güvensizlik Bir yanda yokluğu belirgin bir AB, Afganistan'da veya İsrail-Filistin'de ilerleme 78 sergiledikleri Ortadoğu geneli için de geçerlidir. Bir barış anlaşması Amerikan aracılığına bağlı ise de Türkiye ve Rusya'nın artan dahli, yeni müzakerelere zemin hazırlanmasına yardım edebilecektir. ABD ve NATO, “Obama etkisine” rağmen Ortadoğu'da ve Afganistan'da gözden düşmüş bir haldeler, ki yolu aktörlere açmaktadır. Avrupa Birliği hem bütünleşme hem de genişleme yüzünden halsiz düştü ve komşularıyla ilişkileri için sağlam bir vizyondan yoksun; böylelikle de Avrupa'nın dış çevresindeki ülkelerin yaşadığı hüsranı ve sükût-u hayali derinleştiriyor. Türkiye ve Rusya, turizm ve ucuz tüketici mâmülleri ticaretinin ötesine geçen ortak çıkarlar saptadılar. İkisi birlikte, enerji güvenliği jeopolitiğiyle meşguller. Geçmişte her ikisi de muhalif taraflarda görünüyorlardı. Türkiye, Türkmenistan gazını Rusya'yı atlayarak Hazar Denizi üzerinden Avrupa'ya ulaştıracak Nabuko boru hattı projesinin parçasıydı. Bu arada Kremlin, Karadeniz altından geçip Türkiye'yi atlayarak Bulgaristan üzerinden Avrupa'ya gaz sevkedecek Güney Akım projesini savundu. Rusya ve Türkiye, Ukrayna gibi bölgesel bölgeler, sadece ABD hâkimiyetine karşı çıkmak veya anlamsız “stratejik ortaklık” için AB'ye bakmak yerine, birbirleriyle yakın bağlar tesis ediyor ve kendi ortak nüfuz kürelerine müdahale ediyorlar. Amerikan askerlerinin Irak ve Afganistan'dan.çekilmesi gibi geleceğin konuları veya İran'a yeni müeyyide dalgası, onların dahli veya desteği olmaksızın sonuca bağlanamayacak. Uzun süre devam eden fiyat ve hacim ihtilaflarına rağmen her ikisi de ABD ve AB'nin yatırım ve siyasi destek sunmaması yüzünden hayal kırıklığı yaşadılar. Buna cevap olarak, Moskova ve Ankara ikinci bir Mavi Akım doğalgaz boru hattı tasarlıyorlar. Birinci Mavi Akım projesi 2003 yılında açıldı ve yıllık 10 milyar metreküp doğalgaz sevkediyor. Alternatif olarak, Ankara, Türkiye'nin Karadeniz'deki özel ekonomik bölgesini kullanarak, Moskova'nın Güney Akım projesine katılma teklifini değerlendirebilir. Bu, Türkiye Cumhuriyetini her iki şekilde de Avrupa'nın gerçek bir enerji merkezine dönüştürecektir ve İsrail'e gaz sevkiyatı ve İran'ın dev enerji rezervleriyle bağ kurulması da muhtemeldir. Küresel ekonomik krizin ardından, jeopolitik ve jeo-ekonomik güç merkezi, batılı gelişmiş ülkelerden Körfez bölgesindeki yükselen pazarlara, Doğu Asya'ya ve güney yarımküresine kayıyor. Bu eksen değişiminin bir parçası olarak da Ortadoğu ve Orta Avrasya'da bir dizi saflaşmalar oluyor ki eski ötekilerin küresel meselelerin merkezine dönüşünün alâmetidir. 7 Mayıs 2010 Yazar hakkında: Kent Üniversitesi'nde (İngiltere) Siyaset Bilimi öğretim görevlisi Kaynak: The National (BAE) Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Türkiye ve Rusya, İran ve Afganistan'da ortak çıkarlara sahipler. İran'ın nükleer emelleriyle ilgili olarak gerilimler artar ve Afganistan'da güvenlik durumu kötüleşirken, “ötekiler ekseninden” daha fazla sayıda ortak inisiyatifler bekleyebilirsiniz. 79 ABD ve Türkiye'nin arası açılıyor - Ted Galen Carpenter yönetiminin kötü talihine, geleneksel Kemalist laik partilere 2002 Kasım'ında yaşattığı seçim hezimetinin ardından Adalet ve Kalkınma Partisi'nin liderliğinde İslamci bir hükümet iktidardaydı. Bu hükümet, müslüman bir ülkeye karşı bir diğer Amerikan savaşını destekleme eğiliminde değildi. Amerikalı yetkililer altmış yıldan fazla bir süre, Türkiye'ye sâdık bir Amerikan müttefiki nazarıyla baktılar. Washington, Soğuk Savaş boyunca Türkiye'yi vazgeçilmez bir “güneydoğu çıpası” olarak gördü. Soğuk Savaş sona erdiğinde, Amerikan dış politika câmiasının birçok üyesi, Türkiye'nin Amerikan güvenliği adına öneminin daha önce hiç olmadığı kadar arttığında ısrar ettiler. George W. Bush yönetiminde savunma bakanı yardımcılığı görevini yürüten Paul Wolfowitz, uluslararası sistemde bir avuç “kilit taşı güç” bulunduğunu, Türkiye'nin bu listede en başlarda yer aldığını savunan uzmanlar arasındaydı. Türkiye yanlısı analistler, Soğuk Savaş sonrası çevrede Türkiye'nin, NATO'nun güneydoğu çıpası olmakla kalmayıp bunun yanısıra Ortadoğu ve Avrupa arasında değerli bir köprü olduğunu, İslam dünyasına özellikle de Sovyet enkazından yükselen Orta Asya'ya batılı, seküler nüfuz için değerli bir kanal olduğunu savundular. Ancak son yedisekiz yıldır Türkiye'nin uluslararası davranışları, ABD yetkilileri ve dış politika câmiası arasında fark edilir bir rahatsızlığa yol açtı. ABD-Türkiye ilişkilerinde bir soğuma baş gösterdi ki daha da kötüleşmesi muhtemeldir. Washington, bu mâcera için laik Türk ordusundan da destek alamamıştı – Amerikan müttefikinin nankörlüğünden şikayet eden Amerikalı askeri liderlere acı duygular yaşatmış bir husustur. Fakat Saddam Hüseyin'in yerinden edilmesinin muhtemel etkilerinden Türk komutanlar da en az sivil politikacılar kadar endişe duyuyorlardı. Onların görüşüne göre, böyle bir adım, Birinci Körfez Savaşı ve kuzeyde uçuş yasağı dayatmasının Irak'ın Kürt bölgesinde 1990'ların başında çoktan yol açtığı problemleri daha da azdıracaktı. Saddam'ın devrilmesinin, Bağdat hükümetini ölümcül derecede zayıflatacağına ve Kuzey Irak'taki Kürt ayrılıkçısı güçlerin zıvanadan çıkmasına imkan tanıyacağına inanıyorlardı. Türkiye için küçük bir mesele değildir bu. Ortadoğu'daki Kürt nüfusun yaklaşık yüzde 20'si Irak'ta yaşamaktadır fakat yüzde ellisi de Marksist PKK eliyle düşük yoğunluklu isyanın sürdüğü Türkiye'nin güneydoğusundadır. Kuzey Irak'taki Kürt siyasi varlığı, Türk devletinin birliğine potansiyel bir tehdit olarak görülmüştür. İlişkilere ilk darbe, Amerikalı liderlerin Irak'a karşı eli kulağındaki çatışma için Türk topraklarından kuzey cephesi açma izni istedikleri 2003 yılı başlarından geldi. Türk liderler bu harekât için büyük miktarlar talep ettiler (denilene göre 30 milyar dolardan fazla). Washington öyle pek de örtülü olmayan bu haraca rıza göstermiş olsaydı bile Ankara'nın anlaşmaya uygun hareket edip etmeyeceği de açık değildi. Bush Irakla ilgili olarak Amerikan ve Türk bakışları arasındaki yarık, Saddam rejiminin devrilmesinden bu yana uçuruma dönüştü. Türk liderler, Tahran'ın Başbakan Nuri el Maliki yönetimindeki Şii hükümetle sıcak bağlarının özetlediği üzere, İran'ın Irak'ta nüfuzunun arttığını gördüler, ki Türkiye'de neredeyse hiç kimsenin hoşnut olmadığı bir 80 gelişmedir. Ankara nokta-i nazarından daha kötüsü, Irak Kürdistanı'nın bu aralar fiyakalı duran de facto bağımsızlığıdır. Bu istenmeyen gelişme, hem askeri hem de sivil Türk liderler nazarında, miyop Amerikan politikasının kaçınılmaz ürünüdür ve haliyle bu politikaya köpürüyorlar. kaza yetkisine girmesine müsamaha göstermeyeceğine dair defalarca yinelediği uyarı da gittikçe artan bir gerilim kaynağı. Washington nokta-i nazarından, Türkiye, söz konusu olan Irak politikası olduğunda, müttefik gibi hareket etmiyor. Ankara noktai nazarından ise ABD'nin Irak politikası sakar, at gözlüğünden bakıyor ve önemli Türk çıkarlarına zarar veriyor. Bu ihtilaf, ABDTürkiye ilişkilerinde farkedilir derecedeki kötüleşmenin katalizörü belki de birinci katalizörüdür. Irak Kürdistan'ı de facto bağımsızlığını pekiştirirken, örgüt lideri Abdullah Öcalan'ın yakalandığı 1999'dan beri hafifleyen PKK isyanı, işleri daha da kötüleştirmek üzere tekrar alevlendi. PKK'lılar Irak'taki Kürt topraklarını Türkiye'ye karşı saldırı düzenledikleri bir sığınak olarak kullandılar. Ankara'nın bu durum ve Bölgesel Kürt Yönetimi'nin PKK'lılara karşı harekete geçmede düştüğü zaafiyet hakkında Washington'a yaptığı şikayetler arttıkça arttı. Ancak, dış politikada gittikçe artan soğumanın kaynakları daha derinlerde yatıyor. Ankara, ABD dâhil geleneksel NATO müttefikleriyle olan bağlarının üzerindeki vurguyu kasıtlı olarak kaldırıyor ve müslüman dünya ile, özellikle de Arap uluslarıyla güçlenen bağlantılarına daha fazla vurgu yapıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan hükümeti kendisi ile Washington'ın fena halde gözden düşmüş Irak politikası arasına mesafe koymanın yanısıra İran'la ilgili olarak da kilit farklılıklar ortaya çıktı. Ankara, İran hükümetinin bâriz şekilde nükleer silah imâli arayışında olmasından dolayı bu ülkeye başını ABD'nin çektiği çok taraflı müeyyide stratejisine de karşı çıkıyor. Washington'ı hayal kırıklığına uğratan bu duruş, Türkiye'yi Çin ve Rusya ile aynı kampa yerleştiriyor. Ama ne ki Ankara'nın Moskova'yla genel yakınlaşma politikası ile de tutarlıdır bu. Türkiye, enerji konusunda Rusya ile yakın işbirliği içinde olmanın yanısıra diğer meselelerde de eski hasmına meylediyor. Dikkat çekicidir, Türk hükümeti, Rusya 2008'de Gürcistan'a savaş açtığında Amerika'nın Rusya'ya karşı kızgın tepkisine omuz vermedi. Türkiye, ABD'nin Gürcistan ve Ukrayna'yı NATO üyesi ülkeler listesine ekleme amacına - Moskova'nın kendi çıkarlarına aykırı bulduğu bir hamledir - pek Ordunun baskısı altında kalan Türk yönetimi nihayet 2007 yılı sonlarında PKK sığınaklarını temizlemek amacıyla Kuzey Irak'a saldırı düzenleneceğine dair Washington'ı uyardı. Kıdemli NATO müttefiki ve Irak'taki en Amerikan yanlısı hizbin savaşa düşme ihtimali karşısında, Amerikalı yetkililer Ankara ve Bölgesel Kürt Yönetimi arasında aracılık yapmaya çalıştılar. Washington en nihayet müdahalenin kapsamını daraltma konusunda Türk ordusuna hâkim olurken, Türk kuvvetleriyle doğrudan karşı karşıya gelmekten sakınması için Kürt rejimine baskı yaptı. Ancak taraflardan hiçbiri de bu düzenlemeden memnun olmadı ve Türkiye yeni saldırılar düzenlemekle tehdit ederek heyecan yaratmaya devam ediyor. Ankara'nın davranışı en azından Washington'ın Irak'taki sıkıntılı askeri misyonunu karmaşıklaştırdı ve Amerikalı yetkililer mutsuz, ki anlaşılır bir durumdur. Türk hükümetinin, Irak'ın petrol zengini Kerkük bölgesinin Bölgesel Kürt Yönetimi'nin 81 yardımcı olmuyor. güçle en iyi halde sallantılı bir ilişkisinin olması muhtemeldir. Eğer ki Washington, Türkiye ve Rusya arasında gittikçe artan dostane ilişkiler hakkında mutsuzsa, Türkiye ve İsrail arasında tırmanan husûmetten dolayı daha bir mutsuzdur. İsrail ordusunun Gazze saldırısı sırasında Ankara'nın lafını esirgemeyen eleştirisi, İsrail-Türkiye ilişkilerinin kötüye gittiğinin en somut göstergesidir. Başka göstergeler de var. İsrail dışişleri bakan yardımcısı, diğer davranışları bir yana, bu yılın başlarında Türk büyükelçisini ev sahibinin koltuğundan apaçık daha aşağıda duran bir koltuğa oturtup onu müdürden azar işitmek için bekleyen bir öğrenciye benzeterek aşağıladığında, ilişkiler dibe vurmuştu. Türkiye ve İsrail arasında buz kesen ilişkilerin ABD-Türkiye ilişkileri üzerinde daha olumsuz etkileri oldu. Amerika'nın bölgedeki en gözde müttefiki ile Ankara'nın arasının gözle görülür şekilde nahoş olması, Washington'ı derinden üzdü. 26 Nisan 2010 Kaynak: National Interest Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi'nin Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında cereyan eden Ermeni soykırımını kınayan bir yasa tasarısına onay verdiği geçen ay, Türkiye-ABD ilişkileri son bir darbe daha yedi. Bu başlıkla ilgili önceki kararlar daha önceleri her daim Komite'de takılmıştı. Son oylamaya Türkiye'de büyük bir tepki verildi ve Ankara, Washington büyükelçisini birkaç haftalığına geri çekti. Kongre liderleri ve hatta Türkiye'nin ABD ordusundaki dostları, Ankara ile siyasi ve güvenlik ortaklıklarının güvenilirliği hususunda düşünüp taşınırken, Obama yönetimi Türkiye ile yakın bağlar tesis etme amacından vazgeçmiş değil. Kolay bir iş olmayacak ama. Washington ve Ankara arasındaki dış politika farklılıkları hem çok hem de derin. ABD'nin ileride bu kilit taşı 82 Türkiye’de darbecileri mat etmek - Maksud Javadov hafta sonra seçim sandıklarında da ulaşılacak. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Türk anayasasına özgürlük maddeleri ilave edecek bir anayasal reform tasarısı üzerinde çalışıyor. Ergenekon olayı Türkiye'de ordunun gücüne indirilen bir darbeyse "Balyoz" kod adlı darbe planının ortaya çıkarılmış olması, bir nakavt darbesi değilse de, en azından yere serici bir darbedir. 23 Şubat'ta 50 yüksek rütbeli subayın darbe planlamaktan dolayı tutuklanması, mevcut Türk hükümetinin siyasi manzarayı kökten değiştirmeye koyulduğunu göstermektedir. Tutuklananların arasında eski Hava Kuvvetleri komutanı İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri komutanı Özden Örnek ve merkez karargâhı İstanbul'da bulunan I. Ordu komutanı Çetin Doğan gibi üst düzey generaller olması, askeri cunta'nın Türkiye'de caydırıcı yeteneklerini kaybettiğini gösterir. Tasarı, batı destekli laik aşırıların gücünü biraz daha budayacak. Yeni kanunlar, siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıracak ve bu gücü seçilmiş Meclis’e verecek. HSYK üyelerinin sayısını 7’den 21’e çıkaracak ve temsil tabanı genişletilecek. Askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanmasını mümkün kılacak ve daha şeffaf bir seçim sistemi getirecek değişiklikler de yolda. Tüm bu inisiyatifler, kokuşmuş Türk seçkinler arasında alarma yol açtı ve anayasa reform paketinin önüne geçmek için çalışıyorlar. AK Parti 550 sandalyeli mecliste şu an 337 sandalye sahibi ve gelecek seçimlerde 367 sandalye sahibi olmayı ummuyor. AK Parti, tasarıyı kilit destekçilerine, Türk halkına götürmeyi planlıyor. Başbakan Recep Tayip Erdoğan, anayasa değişikliği tasarısı meclis onayını almadığı takdirde referandumun daha kısa sürede yapılması konusunda 3 Mart’ta meclisi ikna etti. Meclisten geçen bu yeni kanun, tıkanıklığın ve siyasi popülizmin önüne geçiyor. Teklif edilen tasarı referandumla onaylandığında, batının dayattığı seküler seçkinler topyekûn gözden düşecek. Referandum, temsil iddiasında oldukları halkın desteğinden yoksun olduklarını açıkça gösterecek. Seküler muhalefet işte bu yüzden referandumdan uzak durmayı sağlayacak bir uzlaşma çözümü arayışında. Tasarı referanduma sunulmadığı takdirde, laik aşırılara siyasi popülizm fırsatı doğacak. Dolayısıyla AK Parti, kendi itibarını güçlendirmek ve stratejik bir düzlemde seküler mafyanın ayağını yerden kesmek için reform tasarısını AKP hükümeti, darbe planına katıldıkları gerekçesiyle tutuklanan tüm subayların yargılanması için yeterli siyasi güç tasarrufunda bulunamasa bile, askerin artık dokunulmazlıktan çıktığını gösteren bir psikolojik ve siyasi emsal tesis etmiştir. Ancak laik blok büsbütün hükümsüz değil, en azından taktik düzlemde. Seçilmiş hükümetin başına iş açabilecek mâli güce sahipler. Onlarca yıl süren laikleşme süreci sırasında servetlerini, IMF ve Dünya Bankası'nın dayattığı iktisâdi politikalara teşne olmayı tercih eden siyasi nizâma borçlu zengin bir şehirli sınıf ortaya çıktı. Şu anda laik şehirli sınıftan Anadolu'nun daha dindar orta sınıfına doğru bir eksen değişimi yaşanıyor. Ancak zenginliğin daha düzgün bir dağılım göstermesi bir on yılı alacaktır. Türkiye'de halkın gücünün bekâsı adına yapılan kavganın doruk noktasına yalnızca mahkeme salonlarında değil dört ila sekiz 83 halka götürmelidir. AK Parti biliyor ki gücü, serbest ve âdil seçimler yoluyla kazandığı meşrûiyetidir. Bu gücü, batının dayattığı seküler düzenden kopma sürecindeki Türk toplumunu güçlendirmek gibi meşru bir gâye uğruna kullanmalıdır. planının ifşasına desteğini ifade etti. Hürriyet gazetesinde köşesinde şöyle kaydetti: “...2010 Türkiye’sinde geçmişte ‘darbe planları’ yapmış olan veya ‘darbe girişimleri’nde bulunmuş olanların yakalarını hukuktan sıyırmasının imkânsızlığı ortaya çıkmıştır. Bunun bir anlamı da, olan-bitenin gelecekteki ‘darbe hesapları’, darbecilik ve cuntacılık bakımından müthiş bir ‘caydırıcılık’ sağladığıdır. Bu ‘darbecilik’ ve ‘cuntacılık’ illetinden muzdarip her ülke, Arjantin, Yunanistan, İspanya vs. ‘bağırsak temizliği’ni belirli tarihi şartlarda, kendi gerçekleri üzerinden yapabildiler. Türkiye’de bu 2010’da ve kendi gerçekleri üzerinden gerçekleşiyor. Konu, sadece geçmişin hesabının sorulması değildir.” AK Parti’nin halkın gücünü yeniden ileri sürmesini ideolojik muhalifleri bile desteklemektedir. Türk hükümetinin, ordunun yasadışı gücünü baskı altına alması, siyasi tayfın her kesiminden destek topladı. Ermeni kökenli Türk gazeteci Etyen Mahçupyan, darbe kışkırtıcılarına dolaylı olarak destek verdiğinden dolayı verdiği muhalefet lideri Deniz Baykal’ı açıkça kınadı. Mahçupyan şöyle kaydetti: “CHP lideri bir adım ileri giderek Balyoz planı için şöyle konuşuyor: “Resmî bir tatbikat uygulaması, gizli saklı bir şey yok.” Yani Balyoz’da sözü edilenlerin normal ve doğal olduğunu ima ediyor. Bunun anlamı darbenin tümden aklanmasıdır ve buradan hareketle de “böylesine bir operasyon hiçbir demokratik ülkede olmaz” denebiliyor. İronik olan şu ki, zaten Türkiye darbeciler nedeniyle demokratik bir ülke değil ve şu anda demokratik olmaya çalışıyor. Dolayısıyla Baykal’ın ‘ancak darbe dönemlerinde bu manzaralar ortaya çıkar’ sözü doğru... Çünkü Türkiye, hükümetin direndiği bir darbe girişimi döneminden geçmekte. CHP’nin tüm siyaseti varolan gerçekliği görmezden gelme ve eğer mümkünse tersine çevirme çabasından ibaret... Ancak mesele Baykal’ın taktik anlayışıyla sınırlı değil... Çünkü yürütülen strateji aslında bütün bir Cumhuriyet tarihinin ideolojik manipülasyonuyla da tutarlı.” Türkiye'deki son olaylar, batının dayattığı düzenin İslam dünyasında çalışmadığını göstermektedir. Batılı hükümetler, Türk toplumunda sekülerleşmeyi ve İslam kimliğinden soyunmayı ne kadar teşvik ederlerse etsinler stratejik düzeyde başarısız olmuşlardır. Türkiye dışarıdan dayatılan düzenden kurtulmaya başlıyor; ve eğer Türkiye yapabiliyorsa, Mısır, Pakistan, Cezayir ve geri kalan hepsi de yapabilir. Batı şu an Türkiye'de siyaseten köşeye sıkışmıştır ve mevcut çok az seçeneği var. Ya Türk halkının iradesine boyun eğecek veya Filistin ve Cezayir'de olduğu gibi çökertmeye teşebbüs edecektir. İkinci yolu seçerse, daha fazla gözden düşecek ve Türkiye'de batı karşıtı hissiyatı daha da besleyecektir. Batının her daim zafer aramadığının farkında olmalıdır zira zafer bazen elde edilemeyebilir. Batının amacı bazı hallerde, sosyal düzenin istikrarsızlaşması ve ayak takımı hâkimiyetidir. Türk hükümeti ve Türk toplumu böylesi bir senaryoya hazırlıklı olmalı, ajan provakatörleri düzenli bir şekilde ifşa etmeli ve menfur planlarını Geçmişte savaş muhabiri olan ve merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın danışmanlığını da yapmış bir isim, Cengiz Çandar, ki liberal laiklerdendir, askeri darbe 84 bozmak için yasal yollarla haklarından gelmelidir. 17 Nisan 2010 Kaynak: Crescent Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 85 Türkiye yükseliyor, Araplar batıyor - Halid Amayreh haklarının meşruiyetini tanıyarak sessizce çözmeye yahut en azından etkisiz hale getirmeye baktı. İç siyasetin istikrar kazanmasına, iç güvenliğin artmasına iktisadi refahın temel şartlarıdır - bir hayli yardım etti bu. Pek çok Arap devleti acziyetlerine gömülmüş kendi aralarında didişip dururken, Türkiye yavaşça ama emin adımlarla İsrail ve İran'ın yanı başında Ortadoğu'nun lider ülkesi olarak kendisini ileri sürüyor. Türkiye özellikle de AK Parti iktidarı döneminde nüfuzunu doğuya doğru genişletmek için kararlı adımlarla ilerlemeye devam ediyor, kendisini lider Sünni devlet ünvânına hazırlıyor. Türkiye, Erdoğan liderliğinde Ermenistan’la arasındaki eski problemleri çözme yolunda mesafe kaydetti ve böylelikle İsrail ve Amerikan Yahudi lobisini, Türkiye'yi İsrailAmerikan yörüngesinde tutmak için yine Türkiye'ye karşı tekrar tekrar kullandığı hassas bir baskı kartından mahrum etti. Türkler Ortadoğu'da bilhassa da Arap bölgesinde psikolojik-stratejik bir boşluğu dolduruyorlar şüphesiz. Bu boşluk, Amerika'ya körkütük itaat yüzünden durağan, şevksiz bir hal alan Mısır gibi geleneksel Arap devletlerinin nüfuzlarını kaybetmelerinin bir sonucudur. Ancak gene de AK Parti hakkında en bahse değer olanı, ABD ve İsrail'e karşı hür iradesini koruma azmidir. Yedi yıl önce Amerika Irak'ı işgal etmek üzereyken, Türk hükümeti Irak'a saldıracak uçakların İncirlik üssünden kalkmasını reddetmişti. Başbakan Erdoğan, Türk halkının toplu iradesini yansıttığını söylediği bu kararı savundu. Çoğu Arap devleti, on binlerce Iraklıyı katleden George W. Bush yönetimini hoşnut etmek ve yatıştırmak için birbirleriyle rekabet ederken oldu tüm bunlar. Türkiye'nin bölgesel konumunun yükselişi tam bir başarı hikayesidir, ki diğer ülkeler için rol model olarak görülebilir. Türkiye'nin yıldızı yükseliyor AK Parti 2002 yılında - çoğu Arap devletlerinde olduğu üzere politik haydutlukla değil de - seçim yoluyla iktidara geldiğinde Türkiye'nin yakasını bırakmayan bir dizi müzmin sorunu sessizce ve zekice hal yoluna koymak için çalıştı. En nihayet, çoğu iktisadi kökenli bu hastalıkları şaşırtıcı etkileri ve artetkileri olacak şekilde başarıyla tedavi etti ve Türkiye ekonomisi bir zamanların müzmin durgunluğundan çıktı ve aynı zamanda bilhassa da üretim ve ihracat sektörlerinde olağanüstü büyüme kaydedildi. Türkiye, bugün dünyanın 17'nci ekonomik gücü. İsrail ve Amerika'ya karşı gururla "Hayır" diyebilecek bir ülke aynı zamanda. Erdoğan, Amerikalılara hiçbir izahta bulunmak zorunda kalmadı. Sadece "Hayır" dedi. Hepsi bu. Vahşi hayata daha çok, medeni beşeri bir topluma daha az benzeyen bir dünyada ülkesinin haysiyetini koruyan Erdoğan, biçâre Filistinli halka karşı câni ve Nazilerinkine benzer türden saldırılar düzenleyen dünyanın dokunulmaz devleti İsrail’in üzerine gitmekten çekinmedi. Bazı pratik nedenlerden dolayı İsrail’le ilişkileri muhafaza eden Erdoğan, Türkiye'nin İsrail’le ilişkilerinin geleceğinin İsrail'in davranışlarına, özellikle de Filistinlilere karşı davranışlarına bağlı olacağını İsrail rejimi liderlerine bâriz şekilde gösterdi. İç siyasette, Türk hükümeti sürüncemede kalmış Kürt problemini Kürtlerin dertlerine kulak kabartarak, Kürtlerin dil ve kültürel 86 Bir zamanlar İsrail'in Ortadoğu'daki stratejik müttefikinin liderinden gelen ciddi sözlerdir bunlar. İsrail mesajı aldı ama içselleştirme ve kabullenme sıkıntısı içinde ne yapacağını bilemiyor. Arap olmayan Türkiye'nin öngörülür gelecekte Filistinlilerin proaktif bir müttefiki olmayacağı doğrudur. Bununla birlikte, İsrail Gazze halkına ve diğer Filistinlilere Naziler gibi soykırım serüveni yaşatmaya kalktığında, bugünden sonra Türkiye sağır ve dilsizleri oynamayacak, başka tarafa bakmayacaktır. En azından Türkiye, AK Parti öncesinde olduğu gibi İsrail için stratejik bir varlık artık olmayacak. halklarını denetim altında tutmak, kendilerinin ve oğullarının iktidarını kalıcı kılmak için var olmalarıdır. Örneğin Mısır 80 milyonluk nüfusuyla muazzam bir beşeri kaynağa sahip; tasarrufunda başka kaynakları da var. Bir zamanlar Afrika kaplanı olacağı düşünülen bu çok önemli ülke, rejimin despotik politikaları ve iç karartıcı siyasi idâre yüzünden hayatın tüm alanlarında gerisin geriye gidiyor. Bu vaziyetin Mısırlılarda toplu depresyonu, hissizliği ve çaresizliği beslediği ve derinleştirdiği kolayca tahmin edilebilir, ki binlerce profesyoneli haysiyet, saygı ve iş fırsatları için yurtdışına itelemiştir. Durağan Arap dünyası Körfez Ülkeleri Arap dünyası, Türk başarı hikayesinin aksine, kendi içinde bölünmüşlük hâlini sürdürüyor, pek çok Arap devleti ekonomik bakımdan ayakta kalma mücadelesi veriyor ve bu esnada egemenliklerini ve ulusal haysiyetlerini İsrail'in muhafızı Amerika’ya bâriz bir şekilde teslim ediyorlar. Toplu olarak Arapların durumu, I. Dünya Savaşını müteakip Osmanlı halifeliğinin çökmesinden bu yana belki de en kötü durumdur. Arapların Gazze Şeridi'ndeki ablukayı yarmak gibi nispeten kolay bir görevde toplu halde kaydettikleri başarısızlık, derin bir acziyeti ve tüm bünyenin felç geçirdiğini gösteriyor. Zengin Arap ülkeleri cahil, dekadan ve hanedan despotlarca yönetildiği için hüsran verici döngüye onlar da kapıldılar çünkü egemen şeyhlerin nihâi stratejisi, bedeli ne olursa olsun iktidarda kalmaktır ve yabancı güçlerin iradesine boyun eğmek buna dâhildir. Söylemeye gerek yok, bu despotlar pek çok örnekte apaçık cehalet sergilediler; tasarruflarındaki devasa mâli kaynakları somut ve uzun ömürlü iktisâdi gerçeklere tahvil etmede skandal denilecek şekilde başarısız oldular. Bazı Arap şeyhlikleri gerçekte o kadar aptallar ki milyarlarca doları şatafatlı ama iktisâdi bakımdan faydasız projelere, servetlerini gösterdikleri yüksek kulelere döktüler. Benzer şekilde, her bir Arap devletinin yahut Şeyhliğinin kendi iç meseleleriyle meşgul olması, Arapların iktisâdi ve siyasi bütünleşme çabalarına geçit vermiyor. Siyasi felcin - boğucu musibetin – ana nedeni, Arap dünyasına hâkim olan kabile zihniyeti ve hanedan despotizmidir. Bu kabile zihniyetinin en somut ifadelerinden biri de ister kraliyet isterse cumhuriyet siyaseti izliyor olsun, otokratik Arap yöneticilerinin uluslarına liderlik etmek ve onların çıkarlarını yürütmek için değil de kendi Ancak bu kabile şefleri, Dubai örneğinde gördüğümüz üzere ekonomilerini gerçek mâli krizlerden koruyacak başlıca araçlardan mahrumlar. Yıkıcı kabile zihniyeti, Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri gibi kültürel olarak homojen ülkelerin bile ortak pazar kurmalarına veya para birliğine geçmelerine izin vermedi. Muhtemel bir dış saldırıya karşı muteber bir askeri kuvvet inşa etmiş de değiller. 87 Şüphe yok ki Arapların hâli gitgide daha da kötüleşecek ta ki Arap evi büsbütün çökene dek. Arap kitleleri uyuşukluğa, yeise ve hissizliğe son verip kendilerini güçlendirmeye ve gasp edilen haysiyet ve hürriyetlerini yeniden kazanana dek bu böyle. Araplar aptal değil, Türklerden, din kardeşlerimizden bir şeyler öğrenmek istiyorlarsa, öğrenebilirler. Ama ne ki atı suya götürebilir ama içmeye zorlayamazsınız. Kur'an'ın Hz. Muhammed'e (s.a.v) vahyedildiği ülkedeki bilyonerler hayvani arzuların peşinden koşarken Şer-i hükümleri hâkim kıldıklarını iddia etmekteler. Madem öyle, milyonlarca müslüman çocuklarına yiyecek bulamazken, mesela dekandan bir prense ümmetin kaynaklarını kendi şehevi arzularına harcamasına hangi şer-i hüküm izin veriyor? Allah, böyle bir dekadan prensi Kur'an'da uyarmakta, cezasının an meselesi olduğunu bildirmektedir. “Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.” (Muhammed, 38. Ayet, Diyanet Meali) Bu arada Türk kardeşlerimize tekrar hoşgeldiniz diyoruz. Osmanlıları uzun zamandır özlüyorduk. 02 Şubat 2010 Kaynak: Palestine Think Thank Çeviren: M. Alpaslan Balcı 88 Türkiye-İsrail ilişkilerinin yeni doğasına bir bakış - Elias Vahedi çözmeye çalışıyor ve gayri askeri araçlara başvuruyor. Başka bir ifadeyle, Ankara'nın askeri güce karşı azalan bağımlılığı gitgide âşikar olmaktadır. Türkiye-İsrail ilişkileri son aylarda bazı gelişmelere şahit oldu, ki Ankara'nın bölgesel politikalarında bilhassa da Siyonist rejime yönelik olarak tashihler yapıldığına işaret etmektedir. Bazı analistlerin Türk hükümetinin siyasi değişimi veya strateji değişimi diye tanımladıkları yeni durumun çeşitli sebepleri olabilir. Yeni durumun en önemli sebepleri şunlardır: Stratfor başkanı George Friedman'a göre, Türkiye'nin gücünü artırmak için önünde çeşitli seçenekler varken İsrail'in seçenekleri son derece sınırlı. Friedman, Tel Aviv'le bağları geliştirmek için Ankara'nın dikkatini cezbetme niyeti olmayan İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman ve yardımcısı Danny Ayalon'un İsrail'in Türkiye'ye ihtiyacını hafife aldıklarına inanıyor. Friedman'ın kanaatine göre ABD, İsrail'in müttefiki olmasına rağmen onda bazı eksiklikler buluyor. Bu eksikliklerden biri, Suriye ve Irak'ı batıyla aynı hizaya getirmek ve böylelikle iki Arap ülkesinin İran'a kaymak gibi aşırı eğilimlerini önleme kabiliyeti. İsrail bu rolü asla oynayamaz. Türkiye ve İsrail pek çok müşterekte buluşurken, her ikisi de batı blokuna ait iken, her ikisinin de komşularıyla ciddi problemleri vardı, her ikisinin de çeşitli iç problemleri vardı ve hem içeride hem de dışarıda askeri politikalar uygulamaya çalışıyorlardı denilebilir. Fakat durum bugün çarpıcı şekilde değişti. Türkiye'nin İsrail’le arasındaki mesafe her geçen gün daha da artıyor. Her iki ülkenin birbirine duyduğu ihtiyaç geçmişte karşılıklıydı ama bugün İsrail, böylesi bir işbirliğine Türkiye'den daha fazla ihtiyaç duyuyor. Türkiye'nin İsrail'e ihtiyacı azalıyor Türkiye Cumhuriyeti 1990'ların başlarında batı nezdindeki statüsünü kaybetmenin kaygısını taşıyordu. Bu esnada, Ankara'nın aşağı yukarı tüm komşularıyla çeşitli problemleri ve ihtilafları vardı: Suriye, Yunanistan, Irak, İran ve Ermenistan. Türkiye'nin bu ülkelere karşı iktisâdi ve askeri yönden eksiklikleri vardı, bölgesel ve uluslararası nüfuzdan da yoksundu. PKK'nın terörist faaliyetlerinden dolayı Türkiye'nin iç güvenliği büyük bir tehdit altındaydı. Türkiye, bölgede Ankara'ya hasım olmayan tek ülke nazarıyla bakılan İsrail'e işte bu aynı nedenden dolayı yöneldi. İsrail’le geleneksel ilişkilerine bel bağlayan Ankara, Tel Aviv'le ilişkilerini hızla geliştirmeye başladı. Ama Türkiye'nin uluslararası, bölgesel ve yurtiçi durumu bugün öylesine farklı ki bölgesel bir güce dönüştü. Türkiye bugün 20 yıl öncesine kıyasla güçlü bir orduya sahip ve ileri teknoloji ürünü silahlara duyduğu ihtiyaç hayli azaldı. Türkiye dilediği ülkeden askeri teçhizat satın alabilir. Ankara, komşularından yana ciddi bir askeri tehdit hissetmiyor şu an. İç güvenliğinde de iyileşmeler kaydetti. Dahası, izlediği iç ve dış politikaları, “komşularla sıfır problem” doktrini ve Kürt meselesinde diplomatik atılım sayesinde iç ve dış meseleleri İsrail'in eski Ankara büyükelçisi Alon Liel, İsrail'in bu ihtiyacını açık açık dile getirdi. İsrail'in Ortadoğu'da tecrit içinde olduğunu, Türkiye'nin ise bölgede ilerlemeci bir güç ve oyuncu olduğunu kaydetti ve Türkiye'nin sadece tek bir ülkeyle sorunu varken (Ermenistan) İsrail'in bölgedeki 22 devletten 20'siyle sorunu var dedi. Türkiye'de alınıyor 89 kamuoyu kanaati dikkate Türk devlet adamları, iş bitirici siyasi araç olarak halkın oylarını görüyor; siyasi partilerin hayatları ve bekâları oylara bağlı. Şayet siyasi partiler kamuoyundan ret alırlarsa ülkenin siyasi sahnesinden uzun bir süre çekilirler veya külliyen silinir giderler. Şu an can çekişen sağ partilerin kaderi bu oldu. Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi, sağ kanat siyaseti iktidara taşımış ve uzun bir süre Türkiye'yi yönetmişlerdi ama aniden halk tabanını kaybederek mağlub oldular ve Mecliste azınlık bir grup oluşturmaya yetecek kadar bile sandalye kazanamadılar. Hesaplarını halkın oylarına göre yapmak zorunda olan iktidar ve muhalefet partilerinin siyasette halkın taleplerini dikkate almaktan başka seçenekleri yok. savunmasız koalisyon hükümetine atıf yapıyor. Netanyahu'nun, bu politikanın Türk vatandaşlar üzerinde yapacağı olumsuz etkinin farkında olmadığını, câri şartlar altında Türk vatandaşlarının İsrail için attıkları oyların, İsraillilerin kendileri için attıkları oylardan daha önemli olduğunu belirtiyor; zira Türkiye, İsrail'in düşmanlık edemeyeceği denli güçlü bir ülke. Friedman, İsrail’in Türk kamuoyu ile ilgili bir diğer probleminin Türk laikler arasındaki tabanını kaybetmesi olduğunu söylüyor. İsrail'e muhalefeti dillendirmede laikler gitgide İslamcılara katılıyorlar. Türkiye'nin faal bölgesel rolü Ankara, mevcut şartlar altında, bölgesel etkileşimlerde faal bir rol oynamaya bakıyor. Komşu ülkelerle ilişkileri geliştirmek, Türkiye-İran-Suriye ve Türkiye-İran-Pakistan eksenleri geliştirme yönündeki çabalar, Irak meselesiyle ilgili olarak Suriye ve İran’la bütünleşme çalışmaları, Türkiye'nin yeni bölgesel rolü çerçevesinde târiflendirilip değerlendiriliyor. İsrail bu şartlar altında bölgede istikrarsızlık unsuru olarak görülüyor ve Türkler İsrail'den hoşnutsuzluk duyuyorlar. Bölgenin ekonomik eksenleri (ticaret ve enerji) Avrupa'ya bağlandığı takdirde, İsrail dışında bölge ülkelerinin önemi Ankara için daha da artacak. Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü'nün Türk hükümetinin dış politikasıyla ilgili olarak önemli beş şehirde yaptığı bir kamuoyu araştırmasına göre katılımcılardan yüzde 40'ı İsrail'le herhangi bir ilişki kurulmasına muhalefet ederken sadece yüzde 7.5'luk bir kesim Tel Aviv'le her türlü ilişkiye destek verdi. İsrail’le ekonomik ilişkilere destek verenlerin oranı yüzde 39; askeri ilişkilere destek verenlerin oranı ise yüzde 6. Kültürel ilişkilere destek verenlerin oranı yüzde 8. Türk hükümetinin İsrail'e karşı yürüttüğü politikaların doğru olduğuna inanların oranı yüzde 71; yüzde 12'sine göre ise bu politikalar yanlış. Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin krize girmesinden sonra Türk halkı arasında İsrail’le iyi ilişkilere verilen destek daha da azalmış görünüyor. Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği Genel bir değerlendirme yapılacak olursa, İsrail-Türkiye ilişkilerindeki ana dinamiklerin şu an zayıflatıldığı söylenebilir. Açıktır ki hem Türkiye hem de İsrail kendi ulusal çıkarlarının peşinde; küresel ve bölgesel köklü değişimlerin ardından her iki ülke çıkarlarının (özellikle Türkiye çıkarlarının) yeniden tanımlanması, bu ilişkilerin doğasını dönüştürecektir. Batılı analistler Türk vatandaşların bölgesel denklemlerdeki tercihlerine büyük önem atfediyorlar. Friedman, İsrail dışişlerinin Türkiye'ye karşı yakışıksız diplomasisinin sebeplerini açıklıyor ve Benjamin Netanyahu'nun İsrail'de yanlış bir siyasi atmosfer yaratmaya ihtiyaç duyan zayıf ve Bundan başka, her iki ülke hükümetlerinin bakış açıları ve politikaları temelden farklılık 90 arz ediyor. Dolayısıyla ilişkileri onarma çabaları göz dolduran sonuçlar üretmeyecektir. Şayet Türkiye ulusal çıkarlarının komşu devletleri ve İslam dünyasını önemsemekle teminat altına alınacağı inancından ayrılmazsa, İsrail’le bir kez daha yakınlaşmaya kalkışmayacaktır ve her iki ülke arasındaki bölünme daha da derinleşecektir. Aksi takdirde, mevcut şartlar altında her iki tarafın yapabileceği şey en iyi halde ilişkileri normalleştirmektir. Fakat şimdiden açık olan bir şey var ki o da 1990'larda Ankara ve Tel Aviv arasındaki güçlü ilişkilerin düzeyine bir daha erişilemeyeceğidir. 31 Ocak 2010 Kaynak: İran Review Çeviren: M. Alpalsan Balcı 91 Yeni Türkiye değil, doğru zaman Remzi Barud daha nüfuzluydu; dolayısıyla da söz konusu olan dış politikasının tezahürü ve dış politik bakışı olduğunda, durum yine böyleydi. Fakat siyasi ve iktisâdi bir oyuncu olarak Türkiye'nin önemi, çekiştirme sırasında bile, arttı. Kat'i bir egemenlik hissi olan, gurur hissi olan ve bölgesel bir güç olarak kendisini ileri sürebilecek cesarette olan bir ulus haline geldi. Uri Avnery'nin İsrail-Türkiye arasındaki son diplomatik ve siyasi münakaşa hakkında yaptığı değerlendirme – İsrail ve Türkiye ilişkileri eski sıcaklığına kavuşmayacaksa da normale dönecektir demişti – akla yatkın ve cesur. Ama benim görüşüme göre aynı zamanda yanlış. Türkiye, siyasi İslam’ın bölge çapında yükselişe geçtiği 1970'lerde yeniden düşünmeye başladı ve çeşitli siyasetçiler ve gruplar, siyasi İslam’ı yeni bir düzleme taşıma fikrine tutundular. Her şeye batı gözlüğüyle bakmaya mahkum ikinci sınıf bir NATO üyesi Türkiye fikrine çullanan kişi, esasen, 1996-1997 arasında Türkiye Başbakanı olan Dr. Necmettin Erbakan’dı. Basitçe söylemek gerekirse, geri dönüş yok. Ak Parti Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı Suat Kınıklıoğlu, “İsrail Yeni Türkiye'ye Alışmalı” (Biraz Saygı Lütfen...) başlıklı yazısında şöyle dedi: “İsrail, bölgenin kendine özgü bir durumunun neticesi olan 1990'ları özlüyor görünüyor. O günler geride kaldı ve AK Parti iktidarı sona erse bile bir daha geri gelmeyecek gibi gözüküyor.” Erbakan'ın Refah Partisinin rüzgarı 1980'lerin sonlarında esmeye başladı. Refah Partisi, İslami kökeni ve tutumları hususunda hiç de özürcü değildi. 1995 yılı seçimleri sonucunda iktidara tırmanması, alarm zillerinin çalmasına yol açtı zira “batı yanlısı” Türkiye, ülkenin bölgesel rolünü “NATO'nun uşağı” olarak tâyin etmiş çok katı bir senaryodan sapmaktaydı. Selam A. Selam, El Ahram'da yayınlanan son makalesinde Türkiye'nin artık o “uşak” olmadığını kaydetti. Kınıklıoğlu'na göre de “İsrail'in alışması gerektiği bir şeydi” bu. İşte bu değerlendirme, gerçeklerle daha tutarlı görünüyor. Şayet son münakaşaya yol açan münferit birkaç hadise olsaydı - mesela Dünya Ekonomi Forum'unda Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres arasında geçen cesur atışma yahut Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol'un İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon tarafından önceden tasarlanarak aşağılanması gibi - Uri Avnery'nin olayları iyimser bir şekilde okumasına katılmak mümkün olurdu. Ama ne ki bu olaylar münferit değil. İsrail, Amerika ve bir bütün olarak Ortadoğu'ya yönelik Türk dış politikasında açık ve galiba tersine çevrilemez bir değişimi yansıtmaktadır. Erbakanlı günler geçeli çok oldu belki. Ama onun mirâsı, Türk milli şuurundan asla kopmayan bir şeyleri tescilledi. Sınırları zorladı, Filistin yanlısı politikaları yürekli bir şekilde müdaafa etti, batının tâlimatlarına karşı koydu ve hatta siyaseten en önemli Arap ve müslüman ülkelerini birleştiren D-8'i kurarak ülkesini iktisâdi bakımdan yeniden konumlandırmaya çalıştı. Erbakan, “postmodern” askeri darbeyle düşürüldüğünde, Türkiye'de siyasi İslam’ın mülayim bir formunun bile müsamaha Türkiye kayda değer bir zamandan beri bir yanda müslüman ve Arap ülkelerle tarihi bağları, öte yanda Batılılaşmaya doğru durdurulamaz sürüklenişi arasında yırtılmıştı. Batılılaşma, ferdi ve toplumsal yeni Türk kimliğinin şekillenmesinde çok 92 görmediğini ispatlayarak neticelenen kısa süreli siyasi tecrübenin sonu geldi diye düşünüldü. Ordu bir kez daha tek güçtü. aşağılamasından sonra “İsrail tarafından resmi bir özür gelmediği takdirde Çelikkol'un ilk uçakla Ankara'ya çağrılacağını” söyledi. İsrail tabii ki özür diledi, tevâzu ile. Fakat o tarihten sonra herşey değişmeye başladı. AK Parti 2002'de iktidara geldi. AK Parti liderliği değişimi amaçlayan ve hatta ülkelerinin bölgesel jeopolitik bakış açısında bir değişim amaçlayan tecrübeli ama ilkeli siyasetçilerden oluşuyordu. Ankara'nın bu güven düzeyine erişmesi yıllar aldı ve ülke, herhangi bir kişinin uşağı olmaya hevesli değil. Dahası, Türkiye'nin Gazze lehine tek cephe olması ve metin duruşu, Lübnan’a, İran ve Suriye'ye yapılan tehditlere karşı açıksözlülüğü eski “sıcak” günlerin hayli geride kaldığını açıkça göstermektedir. AK Parti, ne Avrupa'nın kabulünü ne de Amerika'nın ruhsatını istirham etmeyen iddialı Türkiye'ye liderlik etmeye başladı. 2003 yılında Amerika'nın Irak'a karşı askeri harekâtı Türkiye topraklarından başlatmasına karşı çıkarak, demokratik temsil ve artan halk desteğiyle, güçlü bir ses edindi. Türkiye, Arap ve tüm bir İslam dünyasında, davalarını müdaafa edecek güçlü ve akıllı bir liderliğe susamış kabullenici bir kitle bulacak elbette. Söylemeye gerek yok, Erdoğan Gazze'de muhasara altındaki Filistinliler için ev halkından biri, bir halk kahramanı, aslında yeni bir Nasır. Aynı hissiyatı tüm bölge paylaşıyor. Söz konusu temayül devam etti ve Türkiye son yıllarda siyasi gücünü ve maharetini eyleme tahvil etme cesaretini gösterdi, ki inşası yıllar almış siyasi ve askeri dengeleri şipşak bozmaksızın. Haliyle İsrail’le geçmişte yaptığı askeri anlaşmalara hürmeti sürdürdü, Suriye ve İran’a başarılı olmuş pek çok teklifte bulundu. Müslümanların ve Arapların ayrılık çağında birleştirici olarak görünme iradesi sergileyerek, “ılımlılar” ve “aşırılar” kampında yer almayı reddetti. Bunun yerine, tüm komşularıyla ve Arap müttefikleriyle iyi ilişkileri idame ettirdi. 31 Ocak 2010 Kaynak: Palestine Chronicle Çeviren: M. Alpaslan Balcı Amerika, 2007 itibariyle “Yeni Türkiye'nin” yükselişini görmeye başladı. ABD Başkanı Barack Obama'nın başkanlık töreninden kısa bir süre sonra bu ülkeyi ziyareti, Batı'nın, Türkiye'nin “özel” statüsünü dikkate aldığının pek çok işaretinden biriydi. Türkiye'ye kabadayılık edilmemeli, Türkiye tehdit edilmemeli veya ona gözdağı verilmemeliydi. Diplomasinin kaidelerine uzun zamandır kafa tutan İsrail bile Abdullah Gül sayesinde artık sınırlarının farkına varıyor. Abdullah Gül, İsrail'in Türk Büyükelçisini kavgacı bir şekilde 93 Türkiye'nin büyüsü - Selam A. Selam bağlarına güvenebilir artık. Kaydedilmelidir ki Türkiye, İsrail'le ilişkilerini geriletmedi. İsrail, büyükelçi olayında yapılan öfke takasından sonra, uçak satışı anlaşmasını görüşmek üzere dışişleri bakanını *Sic! Savunma bakanını+ Ankara'ya gönderdi. Türkiye halen İsrail'le görüşüyor ve Filistinlileri kaderlerine terk etmiyor. Arap dünyasının bir rol model için böylesine hevesli olduğunu görmek ve önayak olacak bir kurtarıcı için herşeyi göze aldığına şahit olmak üzücü. Türkiye, en çok da İsrail'e el pençe divan durmayı reddetmesinden dolayı, çoğu Arap için rol modeli haline geldi. Bunu, müstakbel cumhurbaşkanı ve onun Amerika ve İsrail'in onayına ihtiyaç duyup duymayacağı hakkında tartışma yaptığımız Mısır'ın durumuyla kıyaslayın. Mustafa el Feki'nin ateşlediği, Hasaneyn Heykel ve diğerlerinin yorumlarıyla katıldığı bu tartışma, ülkedeki siyasi kafa karışıklığını ileri götüren bir ilaveden başka bir şey değildir. İsrail dışişleri bakanı Avigdor Lieberman, *Sic! Dışişleri Bakan yardımcısı Danny Ayalon+ İsrailli ajanları çocuk kaçıran kimseler olarak resmeden bir Türk dizisine itiraz ettiğinde Türk büyükelçisini ofisine çağırdı, alçak koltuğa oturttu ve ülkesi İsraillileri yanlış tasvir ettiği için büyükelçiyi haşladı. Türkler İsrail'e ültimatom verip özür dilemeye zorlayarak bu hakarete tepki verdiler. Mısır, İsrail gibi olamaz ve Türkiye gibi olmaya da çalışmıyor. Barış sürecine ilişkin tüm meselelerde ABD'ye açık kapı bırakmış olabiliriz ama yine de bir şeyler elde etmenin çok uzağındayız. Amerika, tüm çabalarımıza rağmen, önceden olduğu gibi halen İsrail yanlısı. Amerika'nın İsrail üzerinde kaldıraç gücü yok gibi görünüyor ama gene de Mısır ve diğer Arap ülkelerinden her gün yeni tavizler isteniyor. Bugün için Arapların Ortadoğu barış sürecinde söyleyebilecekleri tek bir sözleri yok. Türkiye'yi Arapların gözünde kahraman yapmak için bu olay yeterliydi. Türkiye, Recep Tayyip Erdoğan iktidarında hem dostun hem de düşmanın saygı duyduğu bölgesel bir güç haline geldi. Türkiye'nin İsrail’le yakın askeri ilişkileri olabilir ama bu, Gazze saldırısı sırasında sağlam bir duruş sergilemekten de alıkoymadı onu. Türkiye'nin Suriye, Lübnan ve Ürdün'le de dost canlısı ilişkileri var. Suriye ve İsrail arasında arabuluculuk yaptı. ABD-İsrail'in İran'ı şeytanlaştırma kampanyasına da meyletmedi. Türkiye'nin, yalnızca Amerikalılarla, Avrupalılarla ve İsraillilerle değil, İran'la ve Körfez ülkeleriyle de yakın ilişkileri olan bir ülkenin, bizi bu şekilde savurmasına şaşmamak gerek. Türkiye bir zamanlar olduğu gibi NATO'nun uşağı da değil. Erdoğan döneminde kendi sesini buldu. Yeni keşfedilen bu bağımsızlık, Avrupa'nın Türkiye'nin AB üyeliği talebine ters yanıt vermesinin sonucu değil mi? Belki de öyledir ama mesele şu ki Türkiye bölgede büyük bir kaldıraç gücü olan bir ülke olarak kendini yeniden keşfetti. Mısır Türkiye'nin yaptığı gibi Ortadoğu çatışmasına müdahildir. Camp David anlaşmasından bu yana barışa karşı tarihi ve ahlaki sorumlulukları var. Arabuluculuk yapmaya çalıştı ve yanısıra, barış çabaları pek çok dostunu kaybetmesine vesile oldu ve Gazze'de görüldüğü üzere siyasetimize bir sakarlık bulaştırdı. Türkiye, uluslararası konumunu destelemek için Arap ve müslüman ülkelerle güçlü 94 Sivil toplum ve Avrupalı gruplar Gazze'ye sempati duymaya başladılar; Filistinlilerin uzlaşması ve İsrail'e baskı amaçlı kullanamadığımız bir sempati bu. İroniktir, Gazze'ye giden yardım konvoyuyla ilgili durumu yumuşatmak için araya giren yine Türkiye idi. 23 Ocak 2010 Kaynak: El Ahram Weekly Çeviren: M. Alpaslan Balcı 95 Türkiye Arapların abisi rolünü benimsedi - Sami Mubayed yeni yöneliminin doğası gereğince, Türkiye'yi Arap ve müslüman uluslar arasındaki haklı yerine iade etmek istiyor, ki Şam bunun bittiği yer değildir. Bu siyaset, Mısır'ı, Ürdün'ü, Filistin'i, Suriye'yi, Lübnan'ı ve Irak'ı da ihtiva etmektedir. ŞAM – Batıdaki pek çok kişi, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldikten sonra izlenen yeni Türk dış politikasını 92 yıl önce sahneden çekilen Osmanlı imparatorluğunun siyasi, sosyal ve de fikri nüfuzunun canlanışını telkin eden “yeni Osmanlıcılık” ifadesiyle tanımladılar. Türkiye son bir kaç yıl boyunca Suriye ve İsrail arasında dolaylı görüşmelere aracılık etti, Filistin'de el Fetih ve Hamas arasında bir çözüme şekil vermeye çalıştı ve geçen Ağustos'ta araları açılan Şam ve Bağdat arasındaki ilişkileri onarmak için çalıştı. Bu politika, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve onun eski danışmanı, bugünün dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'na hamledildi. Ancak Arapların doksan yıldır Osmanlı karşıtlığını aşılamaları nedeniyle, evvelden Osmanlı İmparatorluğunun idâresi altındaki ülkelere “Osmanlıcılığı” pazarlamanın zorluğuna bakınca, “Osmanlıcılık” ifadesi hızla güçten düşmeye başladı. Türkiye, İran ve Arap dünyası arasında kalıcı arabulucu rolüne girdi ve Lübnan'daki Hizbullah ve Amerika'da koparılan yaygaralara rağmen 2004 yılında liderlerini Ankara'da ağırladığı Hamas gibi devlet dışı aktörlere yardım etmek için çokça çalıştı. İlave olarak, Irak'ın karmaşık siyasi dünyasında da varlık göstermeye baktı ve Saddam Hüseyin'in 2003 yılında düşmesinden sonra ortaya çıkan siyasi sürece Sünni liderlerin de katılması çağrısını yaptı. Büyük abi Türkiye, 20. yüzyıla girerken yine benzer sularda aracılık etmişti ve belli ki bölgeyi, bölge halkını ve onların düştükleri zor durumu çok iyi bilmektedir ve oradaki çatışmaları çözecek en uygun tarafın kendisi olduğunu halen hissetmektedir. Ancak bazıları ifadeyi kullanmayı sürdürdü. Türkiye Başbakanı'nın danışmanlarından Cüneyt Zapsu “dünyada Türkiye için yeni, olumlu bir rol, geçmişiyle uzlaşmasından, sosyal tabuların üstesinden gelinmesinden ve olumlu yeni bir Türk kimliğinden geçer. Biz Osmanlının halefiyiz ve bundan utanmamalıyız” demişti. Türk karar vericiler, bir zamanlar, Osmanlı geçmişini örtmeye çalışıyor, Kemal Atatürk'ün parlak devrinde bundan utanıyorlardı çünkü geri ve Türkiye'de dikilen laik devlet için çok fazla İslami görünüyordu. Ancak Suriye ve en son Lübnan gibi ülkelere siyasi açılımlar getiren Ak Parti'nin istikrarlı politikaları sayesinde artık geçmişte kaldı bu. Türkiye Başbakanı Erdoğan bu hafta çığır açıcı bir ziyaret düzenleyen Lübnan Başbakanı Saad el-Hariri'yi ağırladı ve Erdoğan'ın Türkiye Cumhuriyeti için dikkatlice oluşturduğu uzun müttefik zincirine bir halka daha eklendi. İki ülke, diğer konuların yanısıra, askeri alanda teknik ve bilimsel işbirliğini artırma ve karşılıklı olarak vizeleri kaldırma konusunda mutabık kaldılar. Turizmi Erdoğan'ın yedinci yılına giren Arap politikasını Türkiye-Suriye ittifakı olarak yorumlayanlar var. Bu yanlıştır. Erdoğan, bu 96 artıracak, Türkiye ve Lübnan arasında halkların temasını artıracaktır bu. Resmi sayılara göre 2008 yılında Lübnan'dan 50.794 kişi Türkiye'yi ziyaret etti. 2007 yılına göre 18.000 kişilik bir artış söz konusu ve Beyrut'u ziyaret eden birkaç yüz kişilik Türk ziyaretçiye kıyasla hayli büyük bir sayı. 2002 yılında 225 milyon dolar civarında olan ve şu an 900 milyon dolara dayanan ikili ticaretin artışına da katkı sağlayacaktır. Ayrıca, Libya, Fas, Tunus, Ürdün ve Suriye'den sonra Türkiye'nin vizeleri kaldırdığı altıncı Arap ülkesidir Lübnan. Lübnan ve Türkiye, şimdi BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğinde mevkidaşlar ve gelecek aylarda gerçek siyasi işbirliği burada tecelli edecek. Lübnan, BM Güvenlik Konseyi'ni Suriye'yi Lübnan'dan çekilmeye ve Hizbullah dâhil çeşitli devlet dışı aktörlere silahsızlanmayı şart koşan 1559 sayılı kararından vazgeçirmeye çalışırken Türkiye'nin ağır nüfuzu işe yarayacaktır. Harriri ekibi 2005-2009'da 1559 sayılı kararın uygulanmasını talep ederken, bugün kararın kaldırılmasını tercih ediyor. Nitekim hasım olmaktan çok uzak olan Hizbullah, Harriri'nin müttefiki, Lübnan Meclisi'nde ve Harriri kabinesinde güçlü bir şekilde temsil ediliyor. Erdoğan “bölgesel Şengen” sistemi gibi birinci sınıf bir tanımlama getirerek, Avrupa ülkelerinin 1985'te Lüksemburg'da imzaladığına benzer bir sistemin bölgede yürürlükte olduğunu söyledi; bu ülkeler arasındaki sistematik sınır denetimi kalkıyor ve Osmanlı İmparatorluğundaki gibi birbirlerine yakınlaşıyorlar. Erdoğan, normalleştiği vakit Irak'ın da bölgesel “Şengen” sistemine katılabileceğini söyledi. Lübnan hükümeti kısa bir süre önce bu kararın yürürlükten kaldırılması gerektiğini, zira tüm şartların karşılandığını, Hizbullah'ın Lübnan devletinin ve savunma sisteminin bir parçası olduğunu, batıdaki çoklarının iddia ettiği gibi sadece devlet dışı bir oyuncu veya milis olmadığını kaydetti. Erdoğan'ın Hariri ziyareti hakkında duyduğu iyimserlikten açıktır ki Türkiye ve Lübnan arasındaki işbirliği bu noktada bitmeyecek. Herşeyden önce, Türkiye Başbakanı biri 2007'de diğeri 2008'de olmak üzere, Beyrut'u iki kez ziyaret etti ve Michel Süleyman'ın Lübnan Cumhurbaşkanlığı yemin törenine katılan en üst düzey misafirdi. Hizbullah ve Harriri'yi 1559 sayılı kararın külfetinden kurtaran sav, Hizbullah ekibinin Harriri kabinesine atadığı, Harriri'nin yeni Dışişleri Bakanı Ali el Şami tarafında ortaya konmuştu. Harriri, Erdoğan'la birlikte yapılan basın toplantısında İsrail ordusunun Lübnan sularını ve hava sahasını ihlal etmediği tek bir gün bile geçmediği kaydederek bunun, 2006 Lübnan Savaşı sonrasında yayınlanan BM'in 1701 sayılı kararının ihlal edilmesi olduğunu belirtti. Türkiye, 2006 yılında İsrail saldırısı sırasında metin bir şekilde Lübnan'ın yanında durdu ve savaş sonrasında Lübnan-İsrail sınırına gönderilen geçici BM Barış Gücü'ne 600 kişilik asker gönderdi. Erdoğan, 41 okul, beş park ve 20 milyon değerinde rehabilitasyon merkezinin yanısıra Güney Lübnan'ın yeniden inşası için 50 milyon dolar değerinde yardım sağladı. Erdoğan tasdik ederek İsrail'in son yıllarda “en az 100” kararı ihlal ettiğini söyledi ve “bu, BM'de ciddi bir reformu gerekli kılmaktadır. İsrail'in duruşunu 97 desteklemiyoruz ve sessiz kalmayacağız” dedi. Ehud Barak'ı Ocak ayı sonlarında Ankara'da ağırlamaya hazırlanıyor. Türkiye'nin Lübnan tarafında olması, İsrail'le bu yaz bir diğer karşılaşma turuna hazırlanan Hizbullah adına büyük bir destektir. Ankara'dan dönen Harriri Hizbullah'ı savunarak “bir kimsenin ülkesini savunması terörizm değildir - tam tersi doğrudur” dedi ve böylelikle Hizbullah'ın Şeba Çiftlikleri İsrail işgalinden kurtarılana dek İsrail'e karşı yürüteceği savaşı destekledi. Türkler, ancak ve ancak tüm taraflarla konuşabildikleri takdirde Ortadoğu'da güvenlik ve normalliğe dönülebilecektir. İsrail Erdoğan'ın yeni siyasetinden hoşnut değilken, Arap-İsrail çatışmasında taraf tuttuğunu iddia ederken, Araplar Türk devinin yükselişinden ve 1918'den beri yaşananların aksine, âşikar bir şekilde cephede onların yanında olmasından dolayı heyecana kapılıyorlar. Erdoğan'ın Gazze Savaşı sonrasında, 2009 Ocak ayında Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e konuşurken İsrail'e yönelttiği eleştirisine de çok uygundur bu. Şöyle demişti: “Sayın Peres, benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar yüksek çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak, bunu da böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum.” Erdoğan, Birinci Dünya Savaşı sırasında ikili ilişkilerde yaşanan pürüzlere rağmen, Arap dünyasındaki Osmanlı mirâsının hepten kötü ve pek de otokratik olmadığını hatırlatmış oldu. Niçin? Çünkü Suriye, Lübnan ve Filistin'i savunan Erdoğan aynı zamanda Türkiye'yi savunmakta olduğunu hissetmekte, dört ülkeyi de tek bir coğrafi, tarihi, dini, sosyal ve kültürel muhit olarak görmektedir. Şam ve Beyrut'taki pek çok güzel bina herşeyden evvel Osmanlı döneminde inşa edilmiştir. 20 yüzyıla uzanan pek çok tüzük, ticaret kanunları ve sivil idâri uygulamalar da o zamandan kalmıştır. Arap kültürü üzerinde yıkıcıdır diyerek Osmanlı olan herşeyin üzerinin çizildiği yıllara rağmen, Osmanlı'nın Arap dili, mirâsı, müziği ve mutfağı üzerindeki etkisi göz ardı edilemez. Erdoğan gelecek haftalarda Suriye-Lübnan ilişkilerinin daha da normalleşmesine yardım edecek: “Dostu” Beşşar Esad'a Beyrut'u ziyaret ederek, Harriri ziyaretine karşılık vermesini tavsiye etti. Hizbullah'ın bir diğer İsrail savaşından korunması için Suriye ve Lübnan'la çalışmayı ilerletecek ve Gazze kuşatmasını kaldırmak, Golan Tepelerini Suriye'ye geri vermek üzere müzakere masasına dönmesi için İsrail'e baskı uygulamaya çalışacak. Osmanlı, Büyük Savaş'ta kendilerine karşı İngiltere'yle çalışan Araplara demir yumruk indirmiş olmasına rağmen, II. Abdulhamid döneminde – çok semboliktir - Osmanlı Filistini'nde Siyonistlere toprak satmayı reddetmişlerdi. Erdoğan'ın, Arapların hatırlamasını istediği Osmanlı tarihi işte bu'dur yoksa Osmanlı vâlisi Cemal Paşa'nın 1915-16 arasında Beyrut ve Şam Araplarla yeni ve sağlam bir ilişkiye rağmen, İsrail'le tarihi ilişkilerini kesip atmaması Erdoğan'ın yeni siyasetini çok iyi yansıtır. Eleştirmesine rağmen, Tel Aviv'deki büyükelçiliği açık ve İsrail Savunma Bakanı 98 meydanlarına diktiği darağaçları değil. Lübnan, Türkiye ve Suriye'deki Cumhuriyetler gençken, Türk ve Arap ulusçuluğu tarihi takdir etmenin/kadirşinaslığın önünde bir engeldi, Araplar ve Türkler arasında düşmanlıktan başka hiçbir şeye yol vermedi. Harriri'nin Ankara ziyareti sırasında sembolik bir şekilde “abi” olarak andığı Erdoğan'ın çabaları sayesinde o dönem, umulur ki bir daha dönmemek üzere geçip gitmiştir. 14 Ocak 2010 Kaynak: Atimes Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 99 Türkiye-İsrail ilişkileri - Mustafa Abdulaziz Mursi dönüşmek ve AB üyesi olmak için didiniyor ve elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Bölgeyle ilişkilerini koparmasını ve batı kapısının anahtarı olarak görülen İsrail'le ilişkileri geliştirmesini talep ediyordu bu. Türk yönetici seçkinleri, büyük bir yalanın kurbanı olduklarını ancak şu yakın zamanlarda tespit edene dek bu duruşu ısrarla sürdürdüler ve cazip yeni ümitler için doğuya bakmaya başladılar. Türkiye-İsrail arasındaki gerilim geçici bir münakaşa mı yoksa stratejik bir değişim mi?' Herhangi bir ülkedeki iç gelişmeleri, onun dış politika yönelimlerinden ayırmak zordur. Bazı analistler, bir ülkenin dış politikasının, iç politikasının tezahürü olduğunu bile söylerler. Bu açıdan bakınca, Türkiye-İsrail ilişkilerini analiz etmek, evvela her iki tarafın motivasyonlarını teşhis etmeyi sonra da bölgesel ve uluslararası gelişmeler ışığında, karşılıklı çıkarların bir değerlendirmesini icâp ettirir. Türkiye'nin batıya tanıdığı tüm askeri ve siyasi iltimaslara rağmen, batı, Türkiye'ye hırpani davrandı ve Kıbrıs meselesinde olduğu üzere, onun düşmanlarının yanında durdu. Doğu grubu, AB üyeliği şartları karşılamasına rağmen Türkiye'nin AB üyeliği talebini geciktirmeye devam etti. Türkiye'ye bu şekilde muamelesi edilmesi ve AB'nin Türkiye'yi sürekli olarak reddetmesi, Türkiye'de bölgeyle ilişkileri yeniden kurma arayışındaki popüler bir hareketin doğmasına yardım etti. AK Parti'nin temsil etiği Türkiye'nin yönetici seçkinleri, politikalarına yeniden yön vermek ve yakın coğrafyaya, hassaten de Arap bölgesine odaklanmak üzere bu yola koyuldular ve bu yüzden de "yeni Osmanlılar" olarak adlandırıldılar. Batıyla pazarlık kozunu güçlendirmenın yanısıra uzun vadeli iktisâdi, siyâsi ve stratejik çıkarlar için yapılıyor bu. Tarihten bakıldığında, Türkiye, Şah dönemi İran'ı ve İsrail, ABD liderliğindeki bölgesel bir ekseni temsil etmişlerdir. Gâye, 1950'lerde ve 60'larda kaydadeğer bir güç kazanan Arap ulusçusu harekete karşı koymaktı. İşte bu, Türkiye'nin İsrail'i erken bir vakitte hemen tanımasını, İsrail'le stratejik bir ilişkiyi destekleyecek bir yönelim benimsemesini sağlamıştı ki Ankara, modern Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün kutsadığı batı eğiliminin bunu teyid ettiğini düşünüyordu. NATO ittifakına katılmak için bir giriş kapısı olarak da görmüştü ve Sovyetler Birliği'ni kuşatma politikası için bunun önemi vardı; İsrail, Irak ve Suriye'ye karşı dengeleyici bir güç olarak da algılanıyordu. Türkiye bu bakımdan iki önemli politikaya yatırım yapmakta. İlki, uluslararası düzlemde ve ifadesini mâli kriz dolayısıyla ABD'nin zayıf düşmesinde bulur. Amerika’nın dünyanın pek çok bölgesinde nüfuz kaybetmesine yol açtı ve Washington'ı "çatışmaları bölgeselleştirmeye" iten bir politikaya mecbur etti; bunun anlamı, çatışmaları çözmek, çatışmalara bölgesel çözüm üretmek üzere bölgesel taraflara daha fazla rol verilmesidir. İkincisi etken ise bölgesel düzlemdedir ve ifadesini "Arap sisteminin" zayıflığında ve "güç boşluğu" Türkiye-İsrail ilişkileri, askeri ve güvenlik stratejik işbirliği anlaşmasının imzalandığı 1997'de zirvesine ulaştı; Türk-İsrail ortaklığı kuruldu ve GAP'ın resmi açılışı yapıldı. Türk analizcilere göre artan bu ilişkiler, geçici bir istisnâi durumun ve her iki tarafın, kendi münferit çıkarlarını elde etme arzularının sonucuydu. Tel Aviv, bölgede izlediği politikalar ve sergilediği duruşlar için Türkiye'nin daimi ve şartsız desteğini almayı arzularken Ankara, batılı bir devlete 100 yahut bir yazarın dediği gibi "siyasi mânada, sahipsiz Arap toprağında" bulur - tüm tarafları cezbeden bir şeydir bu ve Türkiye'nin bölgesel tutkularını artırmıştır. İran'la yakınlaşarak (belki de İran'ın duruşunu ve Suriye'yi kuşatmak için Washington'la eşgüdüm halinde) yeni ittifaklar kurma cesaretini sergiliyor. Ankara, bu bağlamda, İsrail'le arasına hesaplı bir mesafe koyan ve Türkiye'nin Araplar ve İranlılarla muvazene içinde olacağı yeni yönelimin taşlarını döşeyen yeni adımlar attı ve yeni duruşlar sergiledi. jeopolitik değişiklerin yaşanması ihtimalinden kaygı duymasına yol açtı. Türkiye, bu bağlamda, Suriye'yle ilişkilerini geliştirme yönünde dikkat çekici bir sürece girdi ve Şam, bölgesel ve uluslararası baskılar karşısında umulmadık derecede bir siyasi esneklik kazandı. Suriye, Türkiye'yle ilişkilerini stratejik düzleme taşıyacak şekilde artırdı ki Tel Aviv'in hemfikir olmadığı bir gelişmedir. Bunu, Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerine etki eden bir başka gelişme tâkip etti. Ankara, İsrail'in en önemli yıllık askeri tatbikatlarından birini sırtından attı; Türkiye'nin "Anadolu Kartal'ı" adında NATO üyeleriyle birlikte dönemsel olarak yürüttüğü bir tatbikattı bu. Tel Aviv'de bu yüzden tam bir telaş doğdu ve bu adım arkasındaki niyet hakkında pek çok varsayım ortaya atıldı. Bu askeri tatbikatın önemi, pilotlarını eğitmesi için İsrail ordusuna daha geniş bir havası bahşetmesinde yatmaktadır zira İsrail'in sınırlı bir hava sahası var. Ayrıca, İsrail pilotlarının çeşitli hava rotalarını ve bölgeye giriş noktalarını öğrenmelerine imkan vermekteydi ki İsrail uçakları nükleer reaktör inşa edildiği iddiasıyla 2007 Eylül'ünde Suriye'nin Deyr el Zor şehrindeki bir hedefe saldırdığında kullanılmış bir bilgidir bu. Der Spiegel dergisi, İsrail uçaklarının Türkiye havası sahasına sızarak buradan Suriye' semâlarına giriş yaptığını ve hedefi yok ettiklerini ifşa etmişti. Yeni Türk dış politikasının mimârı da olan Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu sözde "yeni Osmanlıların" üç ilkesini tanımladı. İlki, özgürlük ve güvenlik arasında denge ilkesi; ikincisi, ileriye yönelik barış politikası; üçüncüsü, Türk nüfuz sahasına faal katılım. Türkiye, yeni politikasını başlatmak için, bu son önermeye dayalı olarak, Arap bölgesini en iyi nüfuz sahası olarak belirledi. Bu doğrultuda, İsrail'le stratejik ilişkilerinin olduğu karanlık tarihi, Arap halkının aklından ve hafızasından silip yok etmeye çalışıyor. İsrail'in Gazze'deki saldırganlığı (Ocak 2009) (İsrail, yasak kitle imha silahlarını serbestçe kullanmıştı) planlı bu dönüşüm için mükemmel bir fırsat verdi. Türkiye bu saldırganlığı karşı sağlam bir duruş sergiledi; Türkiye'nin muhalefeti, 30 Ocak 2009 tarihinde Davos'ta yapılan Dünya Ekonomi Forumu'nda Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasındaki açık bir yüzleşmeyle zirvesine ulaştı. Türkiye Başbakanı, İsrail'i Gazze'de çocuklar öldürmekle suçlayıp Forum'dan çekilmişti. Erdoğan, İngiltere'de yayınlanan Guardian gazetesine yaptığı açıklamada İran nükleer dosyası hakkında İsrail'in ortaya attığı iddialara da karşı çıktı ve "Batı'nın Tahran'ın nükleer bomba istediği yolundaki korkuları dedikodudan ibarettir" dedi. Erdoğan hükümetinin Arap ve İslami çevrelerdeki popülaritesini artırdı bu. Erdoğan, Goldstone raporuna sonuna kadar destek vereceğini de ilan etti. Bu ise İsrail'i kızdırdı ve Türkiye'yle yakın güvenlik bağlarının temelini tehdit edebilecek Burada ortaya çıkan soru şu: Türkiye'nin İsrail konusunda sergilediği duruşun sonucu ne olacak? Stratejik bir değişime eşdeğer midir? Yoksa geçici, taktik bir pozisyon 101 mudur? Gerçekte, Erdoğan bu ilk pozisyonlarla, Türk diplomasisine Arap ve bölge düzleminde hayâti bir rol biçmeyi başardı. İç (özellikle ordu tarafından) ve (ABD ve İsrail'in hayâti çıkarlarını koruma amaçlı) dış baskıya rağmen Türk hükümetinin aldığı pozisyonlar, bağımsız karar alma yeteneğini geçmişte teyid etmiştir; ABD kuvvetlerinin 2003 yılındaki Irak savaşında Türk toprakları üzerinden geçişini reddetmesinden bellidir. Şu an ki Türk hamlelerinin, Arapların duyarlılık seviyesini teşhis etmek, mâliyet ve kazanç değerlendirmesi yapmak maksadıyla keşif aşamasında olduğu söylenebilir. İsrail'e yönelik ilkeli bir Türk pozisyonunun başarılı olması için, bu Türk değişimini Arap-Türk stratejik ittifakına tahvil edecek mütekabil Arap boyutunun da olması gerekir. Bu ittifak, bölgesel formülleri ve bölgedeki güç dengelerini, Türk-İsrail stratejik ittifakına nüfuz edip onu kıracak bir seviyede yeniden yapılandıracaktır. Arapların bu yeni fırsattan faydalanmayacağı korkusu her daim mevcut. Nitekim Arap bölgesi halen kayıp fırsatlar bölgesi olmayı sürdürüyor. Arapların zıt pozisyonu varlığını sürdürdüğü takdirde, İsrail'le ilgili câri Türk pozisyonundan tedricen ricât edilmesi muhtemeldir. Yazar Hakkında: Eski Mısır Dışişleri Bakanı yardımcısı. Mısır Dış İlişkiler Konseyi üyesidir ve El Ahram Stratejik Araştırmalar Merkezi kurucularındandır. 10 Aralık 2009 Kaynak: Middle East Online Çeviren: M. Alpaslan Balcı 102 Türkiye-Ermenistan arasındaki yumuşama ABD adına niçin iyidir? - Ian O. Lesser dengeleyecektir. Rusya destekli Ermenistan'ı Türkiye destekli Azerbaycan'la kapıştıran ve 1993'te Türkiye'nin Ermenistan sınırının kapanmasına yol açan Dağlık Karabağ ihtilafı yüzünden Sovyetler Birliği'nin çöküşünden bu yana Erivan'ın Batı'yla ilişkileri güdük kaldı. Türkiye bağlantısının açık olması, Ermenistan'a uluslararası sahnede yeni seçenekler sunacak, kalkınmasına ve istikrarına katkıda bulunacaktır (Ermenilerin hatırı sayılır bir kesimi gayri resmi yollardan hâlihazırda zaten Türkiye'de çalışmakta ve Türkiye'yle ticaret yapmaktadır). Bu hafta, Türkiye ve Ermenistan diplomatik ilişkiler tesis etmeyi, iki ülke arasındaki kapalı sınırları açmayı ve uzun zamandır var olan ihtilafları çözmeyi ve yakın işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan bir dizi müzakereler başlatma ve güven artırıcı önlemler alma niyetinde olduklarını açıkladılar. Bu protokollerin Ankara ve Erivan tarafından onaylanması gerekiyor elbette ve bazı önemli siyasi engeller de yok değil. Fakat İsviçre aracılığıyla varılan bu yeni mutabakatlar, Karadeniz'deki bölgesel istikrarı dönüştürebilir. Avrupa ve ABD çıkarları adına da iyi haberlerdir bunlar. İkincisi, Türkiye ve Ermenistan ilişkilerinin iyileşmesi, ispat hükmünde önemli bir etkiye sahip olabilecektir. Karadeniz çevresindeki çeşitli parlama noktaları ve "dondurulmuş ihtilaflar", ekonomik sıkıntıların olduğu bir zeminde güç kazanan ulusçuluğun tehlikelerine işaret etmektedir. RusyaGürcistan arasındaki çatışma, RusyaUkrayna arasında artan gerilim, bu riske ışık tutmakta. Açık sınırlar ve güven artırıcı önlemler, içe dönmek, ulusçu duruşa kaçmak yerine, daha bütünleşik bir Karadeniz'in ortaya çıkışını teşvik edebilir. Eğer Ankara ve Erivan gidişatı değiştirebilir ve öteden beri yola gelmez nazarıyla bakılan ihtilafı çözebilirlerse, kriz yönetimi ve çatışma çözümünde Balkanlardan Hazara ve ötesine uzanan olumlu bir emsal teşkil edecektir. Bir sonraki "yola gelmez" ihtilaf Kıbrıs olabilir mi? Bu olumlu gelişmeler, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sargisyan'ın daveti üzerine geçen Eylül ayında TürkiyeErmenistan futbol karşılaşmasını izlemek için Erivan'a gittiğinde yapılan açılımın doğrudan sonucudur. Benzeri görülmemiş ve çığır açıcı bir ziyaretti bu. Daha esaslı olanı, her iki taraftaki kıdemli entelektüeller ve kanaat önderlerinin yıllardır sürdürdüğü sessiz, gayri resmi diyaloglardan neşet eden bu haftaki beyânatlardır. Değişen hava, ikili ticaretin faydalarını ele geçirmeye istekli iş dünyası liderlerinin nüfuzunu ve açık fikirli siyasi şahsiyetlerin, sürüncemede kalan problemleri masadan kaldırma kaygısında olduklarını göstermektedir. Üçüncüsü, Ermenistan'a sahih bir açılım, Türkiye'nin yeni dış politika yaklaşımını tahkim edecektir. Türk liderler son yıllarda, Balkanlar'da, Ege'de, Karadeniz'de ve Ortadoğu'da "sıfır sorun" yaklaşımını takip ettiler. Genel olarak, Ankara Yunanistan, Bulgaristan ve Suriye gibi çok çeşitli komşularıyla olan sorunlu ilişkilerini dönüştürmeyi başardı. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi, hem bölge için hem de transatlantik güvenlik çıkarları için faydalı sonuçlar doğuracaktır. İlk olarak, açık sınırlar Ermenistan'ın kalkınmasına katkıda bulunacak ve ülkenin Doğu-Batı arasındaki konumunu yeniden 103 Batılı gözlemciler, Türk stratejisinin bazı yönleri hakkında, bilhassa da Ankara'nın İran ve Rusya'yla ilişkilerinin iyileşmesi hakkında karışık duygulara sahip olabilirler Fakat Türkiye-Ermenistan arasındaki yumuşama / detente, ayrı bir meseledir. Son on yıl içerisinde Türkiye-Yunanistan arasında başlayan yumuşama gibi, Erivan'la normalleşen ilişkiler de Türkiye'nin transatlantik ortaklarının saf çıkarınadır. Türkiye'nin AB üyeliğinin ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu bir zamanda, Ermenistan açılımı Türkiye'nin, Avrupalı komşuları için güvenlik tüketicisi değil bir güvenlik üreticisi olduğunu da hatırlatabilir. Süreç, Washington'ın sürekli ve şartsız desteğini hak etmektedir. 07 Eylül 2009 Yazar hakkında: German Marshall Vakfı, TAF programı üyesi Çeviren: Ertuğrul Aydın Son olarak, tarafların belirlediği yol haritası, Türk-Ermeni ilişkilerinin başına yüz yıldır bela olan tartışmalı 1915 tarihini ve sonrasını incelemesi için uluslararası bir komisyon kurulmasını da gözönünde bulunduruyor. Şayet bu grup, güçlü bir şekilde savunulan rakip tarihi anlatıların arasını bulurlarsa şaşırtıcı olacaktır. Şayet Erivan ve Ankara arasındaki yumuşama, ABD Kongresi'ndeki Ermeni Soykırımı kararı üzerinde yıllardır süren tartışmayı nihayete erdirirse daha da şaşırtıcı olacaktır – özellikle de Ermeni diasporası arasında bu duygu hâkim. Yine de, trajik 1915 olayları hakkında kurulacak resmi bir diyalog, her iki toplumun Türk-Ermeni ilişkilerini, geçmişi ve bugünü samimi bir şekilde müzakere ederken daha bir rahat oldukları son yılların bu temayülünü uzatacaktır. Amerika'nın bölgesel çıkarları açısından, Ankara ve Erivan ilişkilerinde İran, Rusya ve enerji güvenliği dâhil acil ikili meselelerin ilgi odağı olabileceği bir iklimden kazanacağı çok şey vardır. Sahih bir Türk-Ermeni detente ihtimali, bunu hakikate dönüştürmeye yardım edebilir. 104 Eski Amerikan müttefikleri stratejik kuşakları çevreliyor Leon Hadar gerçekleşmeyecek bu. Ve ABD'nin çöküşü her hâlükarda kaçınılmaz da değildir. Çöküşçülerin geçmişte pek çok defa yaygara kopardıkları, yalancı çoban durumuna düştükleri doğru olabilir. Fakat hikayenin sonunu hatırlayın. Ve musallat olan çöküşçüler, tıpkı şu can sıkıcı hastalık hastaları gibi er ya da geç haklı olduklarını ispatlayabilirler - Florida Key West'teki bir mezar taşında kayıtlı trajik-komik yazıda olduğu gibi "Sana Hasta Olduğumu Söylemiştim." Washington'daki çalışkan dış politika ineklerinin son meşguliyetleri, ABD'nin rakipsiz jeostratejik konumuna Çin, Hindistan ve diğer yükselen ekonomilerce ve Rusya, İran gibi hasım bölgesel güçlerce meydan okunup okunmayacağı idi. Üstatlar ve uzmanlar arasındaki yaygın inanışa göre uluslararası sistem, Amerika'yı yükselen ve saldırgan güçlerle çetin bir askeri ve ekonomik mücadeleye itecek şekilde Soğuk Savaş sonrası tekkutuplu "lahzanın" ötesine doğru yol alıyor. Ancak aynı yaygın inanışa göre, bu güçler bilhassa da Çin, Amerika'nın hegemonik konumunu baltalama irade ve kapasitesine sahip olana dek küresel güç dengesinde çarpıcı hiçbir değişim yaşanmayacak. Ancak Amerika, Sovyetler Birliği gibi gürültüyle çökmeyecek ise de, bir süreden beri Amerikan gücünün tedrîcen azalması ve uluslararası sistemde Amerikan tekelinin yerini "büyük güç oligopolü'nün" alması söz konusu. ABD, ilerleyen yıllarda 1 Numara olmayacak ve primus inter pares yahut eşitler arasında birinci rolünü oynayacak. Esasen bu süreç çoktan başlamıştır ve Amerika'nın güçten düştüğünü hisseden bazı hükümetler arasında ABD'nin iki sağlam müttefiği, Japonya ve Türkiye de var; bu ülke liderleri, değişen güçler dengesi gerçeklerine göre politikalarına ayar vermeye çalışıyor ve Pax Amerikana'nın güçten düşmesine yanıt olarak stratejik kuşakları çevreleyip küresel portföylerini çeşitlendiriyorlar. Herşeyden evvel, ABD savunma harcaması şu an dünya toplamının neredeyse yarısına tekabül ediyor ki küresel güçlerden kurulu bir koalisyon bile Amerika'nın hâkim askeri üstünlüğüne karşıt bir denge kuracak durumda değil. Aynı zamanda, son mâli kriz Amerika'nın ekonomik gücünü aşındırırken, ABD halen dünyanın en büyük ve en ileri ekonomisine sahip. Bu bakış açısına göre, Amerika'nın küresel çöküşünü haber veren analistler, nâm-ı diğer "çöküşçüler", "Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana Amerika'nın askeri ve ekonomik gücü aşınıyor, Irak Savaşı ve Wall Street'teki mâli erimeyle birlikte şimdi de dibe vuruyor olabilir" fikrini, bir "fikr-i sabit'i", dallandırıp budaklandırdıkları gerekçesiyle eleştiriliyorlar. Çöküşçü karşıtlarına göre, diğer güçler Amerika'nın ekonomik büyümesine 1950'lerden beri yetişecekler; Amerika'nın çöküş ve düşüşü hakkındaki haberler ise her daim abartılmaktadır. Kısa bir süre zarfında Japonya'da yaklaşık kırk yıl ülkeyi yöneten Liberal Demokrat Parti'nin seçimlerde yaşadığı mağlubiyet ve Yukoi Hatoyama'nın liderliğindeki Japonya Demokratik Partisi'nin ezici seçim zaferi, Japonya politikasında hem barışçıl bir devrimin hem de TokyoWashington ilişkilerinde ve Soğuk Savaş'ın başlarında tesis edilen 50 yıllık ikili güvenlik ittifakında bir dönüşümün nişânesidir. Hem LDP'nin seçimlerdeki hâkimiyeti hem de Japonya'nın ABD ile güvenlik anlaşması, II.Dünya Savaşı sonrasında yaratılan aynı anakronik düzenin ayrılmaz bir parçası 105 olarak görülüyordu; bu düzende, Japonya'nın iktisâdi ve siyasi sistemi LDP, bürokrasi ve büyük şirketlerinden oluşan demir üçgen tarafından kontrol edilirken dış politikası da Amerikan nükleer şemsiyesi karşılığında Japonları Amerika'nın stratejik tâlimatlarına riayet etmeye zorlayan “Amerikayla ittifaka” dayanmaktaydı. Japonya gibi Türkiye de ABD'nin Soğuk Savaş boyunca stratejik bir müttefikiydi. Türkiye NATO'nun önemli bir üyesi olmanın yanısıra Sovyetler Birliği ve onun müttefiklerden neşet eden tehdidi kuşatmada Amerikalılara yardım etmiş ve İsrail'le yakın bağlar kurmuştu. ABD-Japonya vakasında olduğu gibi, Ankara ve Washington, Soğuk Savaş sona erdikten sonra ittifaklarını muhafaza etmeye ilgi gösterdiler. Amerikalılar, AB üyeliği sürecinde Türkiye'ye yardım vaad ederlerken, Türkiye de İran İslam Cumhuriyeti'ni ve Ortadoğu'daki diğer İslami güçleri kuşatmada ABD'yle işbirliğine istekli olduğunu ifade etti. Sovyetlerin çöküşüne rağmen ABD-Japonya ittifakı - energizer tavşanına da benzemez değil hani – sürmeye devam etti, etti..etti ve bu esnada her iki taraf yeni tehditlere, Çin ve Kuzey Kore'ye odaklanmaya başladı; statüsko, Washington'ın askeri mevcudiyetini muhafaza ederek Kuzeydoğu Asya'daki hegemonyasını kalıcı kılmasına yardım ederken Japonya'nın da Çin'in güçlenen askeri gücüne ve Kuzey Kore'nin nükleer silahlarına karşı Amerikan askeri korumasından kolayca "geçinmesine" izin verdi. Ancak Türkiye'de geleneksel laik ve batı yanlısı yönelime kafa tutan siyasi İslam hareketinin artan nüfuzu şeklinde tezahür eden çarpıcı siyasi değişimler, bilhassa da İslamcı ideolojiye bağlı AK Parti'nin 2002 yılındaki seçim zaferi, ABD-Türkiye ittifakının yaşayabilirliği hakkında süphelere yol açmış gibiydi; halbuki Washington'ın AB üyeliğinde Türkiye'ye yardım etmede acze düşmüş olması, batıyla ilişkileri sorgulayan Türklerin ekmeğine yağ sürmüştü. Fakat Çin'in ekonomik ve askeri yükselişi, Amerika'nın dikkat ve ilgisini Kuzeydoğu Asya'dan kaydırdığı bir sırada, ki buna Ortadoğu'da çamlar devirip askeri hatalar yapması ve ABD kaynaklı bir mâli kriz de eşlik etmiştir, Japonya'da bir tartşma alevlendirdi; Japonya'nın Washington'a geleneksel bağımlılığı yerine Asya yönelimli, Çin'le ve Asya'nın geri kalanıyla ilişkilere yeni bir vurgu yerleştirecek ve AB tarzı bölgesel bir sistemin (üye olarak ABD'yi kapsamayabilir) temellerini atmaya yardım edecek bir strateji koyma vakti gelip gelmediğine dair bir tartışma bu; Pentagon'u öfkelendirip Washington ve Tokyo arasındaki özel ilişkilerin artık sona erdiği hissini yaratan bir hamleyle Okinawa adasındaki Amerikan donanması üsleriyle ilgili yeni bir anlaşmayı askıya alma kararı veren Hotoyama ve onun bazı danışmanlarının paylaştığı bir görüşe benziyor. Fakat Amerika'nın 2003 Irak işgalini desteklememe kararı ve Amerikan kuvvetlerinin Türk topraklarından geçerek Irak'a girmesine izin vermemesi, iki ülke ilişkilerinde bir dönemece girildiğini imlemiştir. Başbakan Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümeti, Saddam Hüseyin'in devrilmesi ve Ortadoğu'yu "yeniden şekillendirme" teşebbüslerinin siyasi istikrarsızlık yaratarak, Basra Körfezi ve Akdeniz'de yeni askeri ihtilaflara yol açarak Türk çıkarlarına karşıt koştuğunda ısrar etti (bu tahmin doğru olduğunu ispatlamıştır). Esasen ABD'nin Ortadoğu'daki hegemonik projesinin çöküşü ve İran'ın yeni bölgesel güç olarak yükselişi, Türkiye'de S.Arabistan, 106 Suriye, Irak ve diğer Arap hükümetleriyle, İran'la, Kürtlerle ve geçmişin düşmanı Ermenilerle bile siyasi ve iktisâdi bağları kuvvetlendirerek, İsrail'le arasına mesafe koyarak, stratejik boşluğu doldurma güdüsü uyandırdı (Erdoğan İran'ın nükleer programını savundu). Türkiye, Japonya'ya benzemez de değildir, Amerika merkezli ilişkilerine yeniden yön verme sürecinde gibi görünüyor zira kendisini bölgesel bir güç olarak yeniden konumlandırıyor. Dolayısıyla, Washington bu adımları müttefiklerinin izlediği stratejik ayarlamalar olarak memnuniyetle karşılamalı ve ABD'ye karşı eski uşakvâri yaklaşımı benimsemeleri için onları zorlamaya teşebbüs etmekten sakınmalıdır. Amerika, müttefiklerine kendi gündemini dayatacağı güçten mahrumdur. Ve eğer öyle yapmakta ısrar ederse, ortaklarını rakiplere çevirebilir. 15 Aralık 2009 Yazar hakkında: Cato Enstitüsü'nde dış politika araştırmaları yapmaktadır. Türkiye ve Japonya'nın benimsemiş göründükleri yeni dış politika yönelimi, bu iki hükümetin Amerikan karşıtı bir gündem izlediğinin yahut Amerika’yla medeniyet karşılaşmasına soyunduklarının işareti değildir. Türkiye, Amerika'yı Ortadoğu'dan çıkmaya zorlamak için İran'a yahut Amerikan karşıtı hükümet ve gruplara katılmak üzere filan da değil. Aslında bölgeye istikrar kazandırmaya yardım edecek yeni ortaklıklar tesis etmek sûretiyle Amerikan gücünün orada aşınmasına yanıt veriyor: Şii İran'ın yükselen gücüne karşıt bir denge oluşturmada diğer Sünni hükümetlere yardım ediyor; barış arabulucusu olarak hizmet vermeye çalışıyor (mesela Suriye ve İsrail arasında); Kürtlerle bağları kuvvetlendirerek Irak'ın çözülmesini önlemeye bakıyor; ticaret ve yatırımı kolaylaştırıyor. Kaynak: Cato Çeviren: M. Alpaslan Balcı Benzer şekilde, Çin hâkimiyetindeki bölgesel bir sistemin parçası olmaya veya Amerika'yı Doğu Asya'dan atmaya açıktır ki hiç destek verilmiyor Japonya'da. Türkiye gibi Japonya da tüm stratejik ve ekonomik yumurtaları her yanı delik deliş Amerikan sepetine koymak istemiyor. Çin'i kuşatma niyetli bir Amerikan uydusu olarak algılanmada bir çıkarı yok. Ve Çin'in iktisâdi yükselişinden, bölgesel bütünleşmeden, ticaret ve yatırım faydaları elde etmek istiyor. 107 Ortadoğu'nun gerçek tek ülkesi Türkiye - Rami G. Huri Yurtiçine gelince, siyasi manzara ve onun etnik çoğulculukla bağı canlı, öyle ki, Türkiye'yi bir sonraki seçimlerin sonuçlarını tahmin etmenin imkansız olduğu bölgedeki nâdir yerlerden biri kılıyor. Yalnızca laik ve ulusçu Türk kimliğinin kendisini ifade etmesine izin verilen yakın geçmişin aksine, ülke bugün Türk Kürtleri'nin, Alevilerin ve diğerlerinin gerçekliğine, eşit hak ve fırsat taleplerine çok daha dürüst tavır sergiliyor. Türkiye'yi her ziyaret edişimde, daha büyük Ortadoğu'da en etkileyici ülke olmasını sağlayan pek çok siyasi ve iktisâdi gelişmeye hayret etmemi sağlayan şeyin ne olduğunu kendi kendime sorarım. Bugünlerde Türkiye'nin komşularıyla iyi ilişkileri güçlendirmek için giriştiği açılımları izleyince bunun nedenini anlıyorum: Ortadoğu bölgesinde normal, olgun bir ülke olarak hareket eden tek ülke bu. İktidardaki AK Parti'nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Kürt azınlığa kaydadeğer teklifler götürdü. Bu yaklaşımın işe yarayıp yaramayacağı en nihayet bu yıl yapılan yerel seçimlerde tam olarak tatmin olmadıkları mesajını gönderen vatandaşlar tarafından kararlaştırılacak. AK Parti'nin oylarında ve kazandığı belediyelerin sayısında bir azalma oldu, ki bihakkın demokratik bir sistemde iktidardaki partinin vatandaşların ihtiyaç ve beklentilerine sürekli olarak yanıt vermesi gerektiğini – yoksa kaybedeceğini hatırlatmaktadır bize. Türkiye'nin cıvıl cıvıl iç politikası, dinamik sosyal ve kültürel hayatı, güçlü ve genişleyen bir ekonomisi, hepsi de ön ayak olup fiilen liderlik eden Türk hükümeti eliyle bir araya getiriliyor fakat hükümet düzenli seçimlerle vatandaşlar karşısında hesap vermekle yükümlü de tutuluyor. Türkiye, hem demokratik bir sistemi hem de faal bir dış politikası olan tek ülke Ortadoğu'da. Bölgedeki pasif ve bozuk işleyen diğer ülkelerin aksine, bu olguya şahitlik etmek ferahlatıcı bir şey. Türkiye, Arap yönetici seçkinlerin çok sık denediği ve vatandaş haklarına yanıt vermekten ziyâde rejimin tâlimatlarına zorâki riayeti içeren, tüm vatandaşları tek bir ifadeyle tasvir ettikleri çocukça sloganlara artık yüz vermiyor. Türkiye'nin tepedeki küçük bir yönetici çetesinden ziyâde halk iradesiyle yönetildiği AK Parti'nin seçimlerde tecrübe ettiği sağlıklı patinajın teyidindedir. Erdoğan ve AK Parti bu kez ulusalcıları, Kürtleri ve AK Parti'nin tabanını teşkil eden ılımlı İslamcıları cezbetmede başarısız olmuş stratejiler üzerinde yeniden düşünmek durumunda. Başkalarının da ders alabileceği Türkiye'nin başarısındaki hayâti unsurlardan bilhassa üçü beni çok etkiliyor: iç politikanın vatandaşların çoğunluğu tarafından tanımlanmış bir yönde ilerlemesine imkan veren ifade ve örgütlenme özgürlüğü; silahlı kuvvetler ve güvenlik güçleri üzerindeki sivil otorite; çoğunluğun azınlık haklarını kabul etmek durumunda olduğu çoğulcu bir toplumun gerçeklerine uyum sağlayan pragmatik ve mütevazı bir realizm. Mesela bu ay yaşanan olaylara bir bakın. Üst düzey bir grup silahlı kuvvetler mensûbunun sivil toplumda kargaşa çıkararak iktidarı devirmeyi tezgahladıkları suçlamasıyla ilgili olarak tahkikat yürütülüyor. Medya, eski subayların sorgulanmasıyla ilgili haberleri günlük olarak yayınlıyor. Büyük bir Ortadoğu ülkesinde politikalarını ve söylemini vatandaşların oylarına göre ayarlamak zorunda olan bir iktidar partisi görmek ne de ferahlatıcı! Bölgesel düzleme gelince, Türkiye bölgedeki herkese gerçekleri kabul ederek (örneğin, 108 Kuzey Irak'taki Kürt özerkliği) ve büyüyen ekonomik bağların sırt verdiği istikrarlı siyasi ilişkileri teşvik etmek sûretiyle akl-ı selime uygun bir dış politikanın nasıl izleneceğini gösteriyor. Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü ve Habertürk yazarı Soli Özel'in bana izah ettiği üzere, Türkiye kendisini bölgede yeniden konumlandırmak için geçen on yıl zarfında diğerlerinin başlattığı gelişmelerden istifade etti (Irak savaşı, Arapİsrail çatışmasının çıkmaza girmesi) ve bu esnada, eşzamanlı olarak, Avrupa Birliği ile daha güçlü bağlar tesis etme arayışını sürdürdü. Suriye, Irak, Yunanistan, Ermenistan, İran ve diğerleriyle sıkıntılı ilişkileri gitgide iyileşmeye başladı ve bu iyileşme ticaret, su, enerji ve güvenlik alanlarındaki karşılıklı çıkarlarla hızlandırıldı. Soli Özel "komşularla sıfır problem ilkesine dayalı, ülkenin çevresinde istikrar kuşakları yaratmak ve karşılaşmadan sakınmak, ekonomik genişlemenin şartlarını hazırlamak için tasarlanmış" bir politika bu diye kaydetmişti. Türkiye'nin yapabildiği yerde aracılık yaparak ve yakınlaşarak yürütmeye baktığı kapsamlı bir barış gerektiriyordu bu. Bu esnada, "İsrail yol ve yöntemlerini değiştirmekten ve Filistinlilerle arasındaki çatışmaya barışçıl bir çözüm bulmak uğruna ciddi şekilde çaba sarfetmekten aciz göründü" diye de ekledi Özel. Türkiye ve İsrail arasında soğuyan ilişkiler kısa bir süre sonra normale dönecektir fakat Türkiye'nin bölgedeki diğer aktörlerle güçlü, yapıcı bağlarının olduğu bir bağlamda – başka hiçbir büyük gücün teşebbüs eder görünmediği sağlam bir strateji bu. 06 Aralık 2009 Kaynak: Daily Star Çeviren: M. Alpaslan Balcı 109 gündemi var ve bu gündemleri uzlaştırmak kolay bir iş değildir. Napolyon, bir koalisyona karşı savaş vermenin bir koalisyonun parçası olmaktan daha kolay olduğunu söylemişti. Tarafların tümü egemen karar verme haklarından bir parça ferâgat etmedikleri takdirde ulusal gündemleri uzlaştırmak güç bir iş olacaktır. Herşeyi hesaba katarak düşündüğümüzde, herhangi bir bölgenin mukavemetinin, o bölge mensuplarının birlikte çalışma kabiliyetine bağlı olduğu görülür. Araplara yeni bir vizyon gerekli Emin Huveydi Uluslararası düzende meydana gelen değişimlerle birlikte bölgesel sistemimize bir başka yönden bakmanın ve sağını solunu biraz kurcalamanın zamanı gelmiş olsa gerektir. Size bir vizyon sunmak istiyorum: Arap ülkeleri (Arap liginin 22 üyesi) artı (+) Türkiye ve İran eksi (-) İsrail. İsrail, bölgede pek çok gedikler açtı, hem de hayal ettiğinden çok daha fazlasını. Ve Arap barış inisiyatifini kabule ancak şu yakın zamanlarda zahmet edip tenezzül gösterdi. Bu yüzden, bölgenin coğrafi sınıflarına, bizimle alâkası olan noktaya odaklanalım. Kuralları kaideleri bilinen olgun bir siyasi sistem benzeri bir şeye sahip değiliz bölgede. Bizimkisi komşuluk gerçeklerine ve birbirine bağlı çıkarların dayattığı zaruretlere göre işleyen bir sistemdir. Ayrıca dünyanın dikkatini her zaman çeken bir bölgedir burası. Bu rejimin değişme potansiyeli taşıdığına inanıyorum. Öyle bir potansiyel ki bölgeyi, uzanıp giden bir kara parçası olmaktan sıhhatli bir şekilde bütünleşmiş bir siyasi sisteme tahvil edebilecektir.. Gelecek bambaşka olabileceği gibi heyecan verici de olabilir. Daha önceleri pek çok kez ifade ettiğim gibi politikada kalıcı dost ya da düşman yoktur. Muhabetten hasımlığa kadar farklı halet-i ruhiyeler hâkim olacak ve tarihin yazılış tarzını bile şekillendirecektir; ancak coğrafya tüm bunlardan sağ çıkacaktır. Ülkeler komşularını seçme durumunda değiller; ne kadar tatsız olurlarsa olsunlar – eldeki vakada İsrail - onlarla başa çıkmak, uğraşmak zorundadırlar. Genelin düşündüğünün aksine, bu bölgenin ileriye doğru hamle yapmasına imkan verecek bahse değer bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Örneğin Lübnan’a bakın. Meclis'le birlikte çalışan seçilmiş cumhurbaşkanı ve ulusal hükümet, Hizbullah yenilgisini halletmiş görünüyor, ki böylelikle ülke yeni bir kavga devresinde harcanmayacaktır. Lübnan ve Suriye karşılıklı olarak büyükelçi gönderdiler ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açıldı. İran da iyi gidiyor. Uranyum zenginleştirme hakkını muhafaza ederken ilhamını İsrail'den alan cezalandırıcı bir Amerikan saldırısından uzakta kalmayı bildi. Tahran'ın kışkırtıcı beyanlarına ve eriştiği santrifüj sayısıyla övünmesine rağmen hakikat şu ki nükleer başlık üreteceği – bölgenin nihayet bir nebze olsun İsrail'le denklik kuracağı -- noktaya gittikçe yaklaşıyor. Türkiye daha önce hiç olmadığı kadar daha bir dostça yaklaşıyor. Suriye-İsrail görüşmelerine sponsor oluyor ve böylelikle mahcubiyet duymadan konumlarını değiştirmeleri için Suriyelilere yardım ediyor. Ankara'nın Arap komşularına karşı kışkırtıcı tavır aldığı zamanlar vardı. Artık öyle değil gibi. Ve Türkiye'nin İsrail'i tanıyor olması, Arapların sinirine geçmişteki gibi dokunmuyor. Bölgemiz, tıpkı dünyanın diğer bölgeleri gibi karmaşıklıklarla dolu. Her ülkenin kendi 110 Türkiye, Mısır tekstil ürünlerine vergiden muafiyet tanıdı, Arap ülkelerinde ortak girişimlere yatırım yaptı ve Körfez ülkeleriyle mutabakat zaptı imzaladı. Daha önemlisi, K.Irak'ta bir Kürt devletinin kurulmasına muhalefet etti. Ankara'nın kendi çıkarları dairesindeki politikalarıdır bunlar ama bizim çıkarlarımızı yeteri kadar iyi bir şekilde ikmal etmektedir. Türkiye'nin, Fırat suları üzerindeki ihtilafını halletmeye ihtiyacı var ancak diplomatların bu işi çözmemesi için hiçbir neden yok. İran, genel olarak Arap haklarına destek veriyor. Ancak Tahran'ın üç Arap adasını, Ebu Musa, Büyük ve Küçük Tunb adalarını işgal ettiğini unutmamalıyız. Bu sorun diplomatik görüşmelerle çözülmelidir. İran'ın İsrail'in nükleer tekeline meydan okuması bizim için can alıcı bir öneme sahiptir. Doğru, savunma için bir başka ülkenin kapasitesine bağımlı olamayız ancak İsrail'in nükleer gücüne karşı bir caydırıcılığın doğduğunu görmek hiç de fena değil. Mısır, Filistinliler ve İsrail arasında sessizliği sağlamada iyi iş çıkartıyor gibi öyle ki ABD Dış İşleri Bakanı yıl sonuna kadar bir anlaşmaya varılmasının muhtemel olduğunu düşündü. Kısacası vaziyet göründüğü kadar kötü değil. Benim görüşüme göre önümüzde iki şık var. Ya sadece Arap ülkeleri üzerinde odaklanmayı sürdüreceğiz yahut da bölgesel sistemi (Kürt ayrılıkçıları kapıda tutan) Türkiye ve (İsrail'in nükleer tekeline meydan okuyan) İran'ı da kapsayacak şekilde genişleteceğiz. Ben ikinci şıkkı tavsiye ediyorum. 26 Kasım 2008 Çeviren: Ertuğrul Aydın 111 Türkler, Kürtler ve İsrail - Patrick Seale olay olarak selamlandı. Pek çok Kürt uzlaşmacı yaklaşımı memnuniyetle karşıladı fakat aralarında daha militan olanları, kendilerine verilen tâvizlerin çok ürkek olduğu hissine kapıldılar. Erdoğan'ın ikilemi bu: Kürt açılımı pek çok seçmeni kızdırmaya aday ama ne ki silahlarını bırakmaları ve yaklaşık 25 yıldır 40.000'den fazla kişinin hayatını kaybettiği çatışmayı sona erdirmek için PKK'lıları ikna edecek derecede yeterli de olmayabilir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu ayın başlarında 15 milyonluk Kürtler için "Demokratik Açılımları" başlatarak siyasi kariyerinin herhalde en tehlikeli safhasına girdi. Kürt açılımı inisiyatifi bir sonraki seçimde ziyâdesiyle oy kaybetmesine neden olabilir. Hedefe isabet kaydetmediği takdirde AKP'nin 2002 yılındaki ilk seçim zaferiyle başlayan Türk siyasi hayatı üzerindeki hâkimiyetine bir son bile verebilir. Bu inisiyatif, onu ülkeyi parçalamak için hazırlanmış bir tezgah olarak gören ve kınayan bağnaz Türk ulusçuların keskin husûmetini çoktan kabarttı. Türkiye'nin toprak bütünlüğü ulusal takıntı haline gelmiş bir şey olduğundan dolayı sert yumruk hükmündeki bir suçlamadır bu. Bir grup PKK'lı geçen ay teslim oldu ve Kuzey Irak dağlarından eve dönmelerine izin verildi. Dönenleri karşılamak için Güneydoğu'da yapılan gürültülü kutlamalar ülke çapında protestolara neden oldu. Ana muhalefet partisi CHP, PKK ile yapılan görüşmelerin yasadışı olduğunu ve PKK militanlarının dönüşünün "son hakaret" olduğunu ilan etti. Militanlar için tam bir af çıkarılmasına daha uzun bir yol var. Erdoğan ise biliyor ki Kürtlerle uzlaşmak, zor olsa da kaçınılmaz bir gerekliliktir ve çatışmalarda aracılık yaparak, Suriye, Irak ve İran gibi komşu ülkelerle iktisâdi ve ticâri bağları geliştirerek, barış ve istikrarı bölge çapına yayarak Türkiye'yi Ortadoğu'da, Balkanlar ve Kafkasya'da kilit bir oyuncu yapmayı hedefleyen – Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun öncülüğündeki tutkulu diplomatik kampanyanın esas unsurudur. Erdoğan hükümetinin duyurduğu reform tedbirleri siyasi olmaktan ziyâde kültürel: Radyo ve televizyonlarda Kürtçe programlar yapılabilmesi; DTP gibi siyasi partilere Kürtçe kampanya düzenleme izni; bazı belirli Kürt beldelerine Kürtçe isim verilebilmesi; gösterilerde taş fırlatan Kürt gençlere verilen cezalarda indirime gidilmesi; Kürt mahkumlara, ziyaretlerine gelen yakınlarıyla Kürtçe görüşme yapabilme izni; ve işkence iddialarıyla ilgili bağımsız bir komite kurulması. Birlikte değerlendirildiklerinde, Türkiye'nin huzursuz Kürt azınlığa karşı yaklaşımında devrimci bir değişimdir. Ak Parti, Atatürk'ün "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" sözünü benimsedi. Yurtta sulh olmadan yurtdışında uzun vadeli barış olamazdı. Yurtdışında çarpıcı ilerlemeler sağlayan Erdoğan hükümeti, ülke içindeki eleştirmenlerle yaralayıcı bir çatışmaya girme anlamına gelse bile, şimdi de eşitliğin ilk tarafına yönelmeye azimli. Yaklaşımı mümkün kılan, Türkiye'nin uluslararası imajının yeniden şekillendirilmesine ve yeni dinamik dış politikasına münasip oluşudur – ve aslında her iki alanda da başarı kaydedilmesi için esastır. Mümkün olmasının bir diğer nedeni de PKK'nın artık tehditkâr bir kuvvet olmaktan çıkmış olmasıdır. Türkiye'nin Şam, Erdoğan'ın 13 Kasım'da Meclis'te yaptığı Kürt açılımını başlatan uzun ve duygusal konuşma, destekçileri tarafından tarihi bir 112 Bağdat ve Tahran'la başlattığı yeni güvenlik işbirliği ve hassaten de Ankara'nın Kuzey Irak'taki Bölgesel Kürt Yönetimiyle geliştirdiği bağlar sayesinde PKK zayıflatıldı ve tecrit edildi. Türkiye ve Bölgesel Kürt Yönetimi arasında ticaret patlaması yaşanıyor. 2008 yılında 5 milyar dolar olan ticaret hacminin 2010 yılında 20 milyar dolara yükselmesi bekleniyor. "İslamcı dünya görüşünün, Türkiye'nin batı dış politikasını desteklemesini gün be gün imkansızlaştıracağını" yazdı. Bu görüş alabildiğince yanlıştır. Tam da aksine, Ortadoğu'da barış ve uzlaşma arayışında olan Türkiye, Başkan Barack Obama'nın vizyonuna İsrail'in aşırı sağcı Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun saldırgan ve genişlemeci duruşundan çok daha yakındır. Bir de son on yılı aşağı yukarı tecrit halde geçiren ve ada hapishanesinde çürüyen PKK lideri Abdullah Öcalan'ın akıbeti meselesi var. Öcalan birçok Kürt için onların Atatürk'ü ve uluslarının babası. Özgür kalıp siyasi rol oynamasını istiyorlar. Ancak Türklerin kahir ekseriyeti nazarında câni bir terörist ve serbest bırakılması düşünülemez bir şey. İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, İsrail ve Suriye arasında Türk aracılığını "Türkiye'nin İsrail'i aşağılaması ve diliyle azarlaması" yüzünden geçen hafta reddetmişti. Bu da yanlıştır. Bölgesel tecritten kurtulacaksa şayet, İsrail'in Türkiye'ye ihtiyacı vardır. İsrail Sanayi ve Ticaret Bakanı Benjamin Ben Eliezer ise bu durumu anlamış görünüyor. Ciddi şekilde gerilen ilişkileri onarmak için hafta sonu Türkiye'yi ziyaret etti. Türkiye'nin Suriye, Irak ve İran'la gelişen ekonomik bağları ve buna paralel olarak geçen Aralık-Ocak ayında Gazze'ye düzenlediği saldırıdan dolayı - İsrail'le ilişkilerin soğuması, ABD ve diğer yerlerdeki İsrail yandaşları arasında protesto fırtınası estirdi. Erdoğan'ın İsrail'in Filistinlilere zalim muamelesini "terörizm" ve "soykırım" gibi terimlerle ifade etmiş olmasına kızgınlar. Bu gelişmelerden kalkışla varılacak kaçınılmaz sonuç, Türkiye iç problemlerini çözmek ve dış ilişkilerini iyileştirmek için yaratıcı ve faal bir şekilde düşünürken İsrail steril/cansız ve modası geçmiş bir zihniyete çakılıp kalmıştır. Geçen pazartesi günü, 23 Kasım 2009 tarihinde, Washington Post gazetesi Türkiye'nin "İsrail'i tiz sesle itham etmesini, İran, Suriye ve Sudan'ın mücrim yöneticileriyle artan samimiyetini" alenen suçladı. Bu tür bir dilin kullanılmış olması, İsrail'in başlıca bölgesel müttefikini kaybetme ihtimali karşısında tedirgin olduğunun göstergesidir. Washington Institute – Amerika'daki İsrail lobisinin bir parçasıdır – İsrail'i Türkiye'deki hava tatbikatından dışlamaya cüret ettiğinden dolayı Türkiye'nin NATO'dan atılması çağrısını bile yaptı. 28 Kasım 2009 Kaynak: Agence Global Çeviren: M. Alpaslan Balcı Washington Institute Türkiye programı direktörü Soner Çağaptay "Türkiye Batı'dan Kopuyor mu?" başlıklı yazısında AKP'nin 113 Ortadoğu'da güç Türkiye ve İran'a doğru kayıyor - Alastair Crooke rolünü almakla kalmayıp petrol rezervlerinden dolayı jeostratejik ana çivi hükmündeki S. Arabistan'ın da üstünlüğünü tedricen çembere alıyor. ABD ve Avrupa, İsrail-Filistin çatışmasında, Afganistan ve Irak'ta bir yol bulmak için mücadele ederken, bölge hakkında varsayımlarının dayandığı stratejik zemin çarpıcı bir şekilde eksen değiştiriyor. Ekonomik durgunluk ve Mısır'ı aciz duruma düşüren kriz silsilesiyle birlikte ele alındığında, Ortadoğu devletlerinin ılımlı denilen ve Amerikan politikaları için merkezi önemdeki "güney kuşağının" giderek zayıfladığı ve zayıf halkaya döndüğü açıktır. En bahse değer olanı, Türkiye'nin kendisine dar gelen Amerikan ittifak ceketini nihayet çıkarması, AB üyeliğine fiilen kayıtsız kalması ve ilgisini Asya ve Ortadoğu'daki Osmanlı komşularına odaklaması oldu. Gücün sabık Amerikan müttefiki Mısır ve S. Arabistan'dan kuzey kuşağı ülkelerine doğru sürüklendiğini bölgedeki siyasi oyuncuların farketmemesi mümkün değil ve Ortadoğu'da mutad olduğu üzere, kendilerini yeni güç gerçekliğine göre yeniden ayarlıyorlar. Bu en iyi şekilde Lübnan'da görülebilir: eski Amerikan müttefikleri ve Suriye hükümeti eleştirmenleri Başbakan Saad Hariri, Velid Canbolat ve haberlere göre 14 Mart Hareketinin Hıristiyan liderleri, hac ziyaretini Şam'da yapıyorlar. Bu mesajı bölgedeki diğerleri ıskalamadı. Esasen Batı'ya burun kıvırmak olmasa da, bu eksen değişimi, İsrail'in Gazze'deki harekâtından İran ve Avrupa Birliği üyeliği sürecinin çıkmazda olmasına kadar tüm ABD ve AB politikalarından gittikçe rahatsız olduğunu ve hayal kırıklığına uğradığını yansıtmaktadır. Türkiye'de gerçekleşmekte olan İslam rönesansıyla da çınlamaktadır. Şayet Türkiye bu yol üzerinde başarıyla ilerlerse, bölgedeki güçler dengesi adına, Sovyetler Birliği'nin çökmesi ve daha sonra Amerikan işgali yüzünden Irak'ta Sünni hâkimiyetinin imhası sayesinde İran'ın başat güç olarak yükselişi kadar stratejik önem-i haiz olacaktır. Şayet Obama yönetimi bu gelişmelerden tam olarak haberdâr değilse, İran'a karşı yeni bir cezâi müeyyide turu için dünyayı seferber etme teşebbüsüne girdiğinde muhakkak ki haberdâr olacaktır. Son aylarda Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında pek çok yeni anlaşma imzalandı, ki müşterek bir siyasi vizyonun doğuşunu telkin ediyor. Ermenistan’la imzalanan yeni bir anlaşma, Ankara'nın "sıfır problemli" komşuluk politikasını ne kadar ciddiye aldığının işaretini vermektedir. Bu müeyyidelerin başarısız olması muhtemel zira aynı görüşte olmayanlar sadece Rusya ve Çin değil; müşteri çekmeye çalışılan "ılımlı, batı yanlısı Arap devletleri ittifakı" da kağıttan kaplana dönmeye başladı. Konuyu ele aldığımda zamanda değişen güç dengesine bakınca, "ılımlılar" İran ve onun müttefikleriyle ciddi ciddi yüzyüze gelecek bir duruş sergilemiyorlar. Yemen'deki Husi isyancıların S.Arabistan tarafından bombalanması sonucunda Şii İran'a karşı hizipçi Sünni husûmetinin tetikleneceği ümidi boşa çıktı. Aksine, Suudi tepkisi bir Bununla birlikte, daha önemli olanı Irak, İran ve Suriye ile imzalanan ve müşterek ekonomik çıkarlarını yansıtan anlaşmalarıdır. Ortadoğu devletlerinin "kuzey kuşağı", Nabuko boru hattı tamamlandığında Orta Avrupa'nın başlıca doğalgaz tedarikçisi olmaya hazırlanıyor, ki böylece Rusya'nın 114 diğer devletin iç çatışmasına tarafgir ve kabilevi bir müdahale olarak görüldü bölgede. Türkiye'de Recep Tayyip Erdoğan, Mahmud Ahmedinejad'ın seçilmesinin meşruiyetini benimsemekle kalmayıp egemen bir ulus olarak İran'ın uranyum zenginleştirme hakkı olduğunda da ısrar etti. Batılı liderlerin aksine, İran'ın gidişâtı hakkında aşırı kaygılı görünmüyor. ABD ve AB, güney kuşağı müttefiklerinin yerini, gücü artan kuzey kuşağının almasıyla cebelleşmek durumunda. Bu ayarı sonra yapmaktansa şimdi yapmak daha iyidir. Batı'nın kaydadeğer gördüğü meselelerin hiçbirisi (İran nükleer programı, İsrail'in güvenliği ve enerji arzının geleceği) yeni bir Ortadoğu'da yükselen gerçekliği görmezden gelerek çözümlenemez. 28 Kasım 2009 Yazar hakkında: Ortadoğu'da çalışmış eski bir MI6 ajanı. Kaynak: CS Monitor Çeviren: M. Alpaslan Balcı 115 İran, Türkiye ve bölgesel istikrar Muhammed Khajouei Her iki ülke bölgesel problemlerin yabancı güçlerin sunduğu mekanizmalarla değil de mahalli mekanizmalarla çözüme kavuşturulması çağrısı yaptıklarından dolayı bölgede ortak tedbirler almaları için zaman yeterince olgun. Türkiye Başbakanı'nın Tahran'a yaptığı ziyaretin en önemli yönü ekonomidir. "İran ve Türkiye, istikrar adaları olarak hayatlarına devam ediyorlar ve eğer bölge istikrar ve refahı kavuşmak istiyorsa, tüm bölge ülkeleri işbirliği yapmalıdır." Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın şu yakınlarda Tahran'ı ziyaret ettiği sırada Ankara-Tahran arasındaki yakınlığın işaretlerinin açıkça görülebileceği sözlerinden bir kesit bu. Erdoğan'a Türkiye özel sektörünü temsilen 100 kişinin eşlik etmesine bakınca, İran'a karşı müeyyidelerin sertleştirilmesi durumunda Türkiye işin büyük bir kısmını yapmaya hazır olacak. Türkiye ve İran ikili ticaret hacmini 2011 yılına kadar 20 milyar dolara yükseltmeyi hedefliyor. Rusya'dan sonra Türkiye'ye doğalgaz tedarik eden ikinci büyük tedarikçi, İran. Türkiye, İran doğalgazının Nabuko boru hattına pompalanabileceğini ilan etti; Nabuko Avrupa'ya ihtiyaç duyduğu doğalgazı tedarik etmeyi ve Avrupa ülkelerinin Rusya'ya bağımlılığını azaltmayı hedefliyor. Türkiye Başbakanı 26-28 Ekim tarihinde İran'ın özel misafiriydi ve beraberinde kültür ve sanayi bakanları Mehmet Aydın [sic] ve Zafer Çağlayan, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz, 20 Milletvekili ve Türk özel sektörünü temsilen 80 kişi vardı. İran ve Türkiye ilişkileri pek çok iniş çıkışa şahit oldu ve şimdi yeni bir safhaya girdi; bunun en önemli hususiyeti ise rekabetçi bir atmosferde yaşanan yakınlaşmadır. (..) İran Türkiye'nin ikinci büyük petrol tedarikçisi ve Türkiye, İran'ın batı enerji pazarlarına erişmesi için iyi bir giriş limanı. Dolayısıyla bu mesele gelecek yıllarda Tahran ve Ankara arasındaki stratejik ilişkilerde mihver rol oynayacak gibi duruyor. Türkleri İran'a daha fazla yatırım yapmaya da yüreklendirecektir. Son yıllarda ikili ilişkilerin seyrine bakıldığında hem İran'ın hem de Türkiye'nin bölgesel nüfuzlarını artırmaya çalışmalarına rağmen – elbette çeşitli stratejiler kullanılması sûretiyle - gerilimden azâde ve iktisâdi, siyasi ve güvenlik işbirliğine dayalı tarihi ilişkilerin, ikili ilişkileri daha bir pekiştirdiği görülür. Büyük dış yatırım gerçekleştirmek için yeterli para olmamasına rağmen, Türkiye'nin ümidi o ki yabancı finans kredileri sağlamak için dış sermaye piyasalarının ve bankacılığın normalleşmesi sonrasında Güney Fars doğalgaz yataklarını geliştirmek için gerekli 4 milyar dolar toplanabilecektir. Her iki ülkeyi yakınlaştıran en önemli etken, Tahran ve Ankara'nın bölgede benzer siyasi ve güvenlik düzenlemelerine gitmiş olmalarıdır. İki ülke, bölgeyi yöneten güvenlik düzenlemelerinde bölge ülkelerinin kendi ana rollerini oynamaları ve yabancı güçlerin bölgeye daha fazla müdahale etmesinin önünü alınması gerektiğini hem sözde hem de fiiliyatta sürekli olarak vurguluyor. Her hâlükarda Tahran ve Ankara arasındaki ilişkiler yükselişte özellikle de doğalgaz ve petrol alanlarında, ki yabancı müdahalelere karşı bölgeye koruyucu bir şemsiye sağlayacaktır bu. İlave olarak, İran 116 Türkiye'nin Avrupa'ya uzanan limanı olduğunun iyice farkında ve Ankara, TahranWashington arasında aracılık da yapabilir. Diğer yandan, Türkiye, İran'ın Orta Asya'ya uzanan iyi bir yol olduğunu, İran'ın müttefiki Suriye'nin ise kendisi için Arap dünyasına uzanan tek geçiş yolu olduğunu bilmektedir. İran'ın İslami yönelimleri şüphe yok ki Türkiye'dekinden farklıdır. Dolayısıyla, İran'ın İslam’a yaklaşımı başkadır. Ancak gözlemciler tutumdaki farklılıkların siyasi ilişkilerde derin farklılıklara yol açmayacağını savunuyorlar. İslam devletleri olarak – ki Ankara ve Tahran hükümetleri için ana müşterektir – kendi ulusal çıkarları uyarınca yine kendi hedeflerine ulaşmaya çalışabilirler. İran ve Türkiye arasındaki işbirliği, Irak, Suriye, Kafkasya Cumhuriyetleri ve Orta Asya dâhil diğer bölgesel devletlerin daha fazla işbirliğine gitmeleri için zemin de sağlayacak. Türkiye-İran stratejik işbirliği, büyük güçlerin nüfuzundan uzak güçlü bir Ortadoğu şekillendirmede çok önemlidir ve şüphe yok ki her iki ülkenin de ulusal çıkarlarına uygundur. İran'ın Türkiye ile ilişkileri diğer komşu ülkelerle olduğundan daha sağlam ama bu ilişkilerin devamı için her iki taraf da yek diğerinin ekonomik çıkarlarını ciddi bir şekilde gözetmeye çalışmalı ve bölgede kendi rollerini oynamak üzere tamamlayıcı politikalar benimsemelidirler. 23 Kasım 2009 Kaynak: Iran Review Çeviren: M. Alpaslan Balcı 117 Bir Stratejik İttifak: Türkiye ve İsrail - Alon Ben-Meir yüzyüze görüşebilir ve rejimin dış politika kaygılarının en başında yer alan güvenlik meselelerini ele alabilir. Türkiye, İsraillilerle, İranlılarla, Ruslarla, Avrupalılarla ve Amerikalılarla doğrudan ve özel olarak konuşup gayri resmi aracılık rolü de oynayabilir. Nükleer İran hakkında Türkiye'nin kendi korkuları, çatışmanın tüm taraflarınca tavassut edilebilme yeteneği sayesinde yatıştırılabilir. Türkiye'nin rolünü daha bir pekiştirmek maksadıyla, Ankara P5+1 müzakere takımına davet edilmeli ve görüşme masasında müslüman bir sima da bulunmalıdır. Dahası, Türkiye, düşük derecede zenginleştirilmiş uranyumun işlenmesi, tıp ve diğer barışçıl kullanımlara uygun hale getirilmesi için İran nezdinde Rusya'ya nazaran daha makbul bir yerdir. Tüm bu nedenlerden dolayı, Türkiye-İsrail ve Türkiye-İran ilişkileri ne kadar güçlüyse, İran nükleer programına bulunacak bir çözümün ayrılmaz bir parçası olmada Ankara'nın oynayacağı rol de o derece önemli ve olumlu olacaktır. Türkiye Ekim ayı başlarında İsrail'in askeri tatbikata katılmasını engellediğinde bu iki müttefik arasında bir çatlak olduğu hakkında büyük bir spekülasyon vardı. İki bölgesel süpergüç arasındaki stratejik ilişkiler her iki ulus için de çok önemli olmasına rağmen Türkiye ve İsrail'in münferiden elde ettiği faydaların ötesine de geçmektedir zira bu ikisinin ittifakı, bölgesel güç dengesi ve bölgesel istikrar için esastır. Türkiye'nin daha fazla kalkınma ve bölgede liderlik rolünü üstlenme arzusu, onun hem doğulu hem de bölgesel barış için merkezi önemde olmayı sürdüren İsrail dâhil batılı uluslarla yapıcı ilişkiler geliştirme yeteneğine doğrudan bağlıdır. Aşağıda ele alınan bölgesel dört mesele, Türk-İsrail ilişkilerinin önemini resmetmenin ayrılmaz bir parçasıdır: İran ve P5+1 (ABD, Çin, Rusya, İngiltere, Fransa + Almanya) arasındaki müzakereler çıkmaza girdi ve İran'ın nükleer meseleyi bu kanal üzerinden kabul etmesi muhtemel değildir. İran nükleer programı hakkında İsrail'in duyduğu derin korkuyu Türkiye de paylaşmaktadır ve İran'ın nükleer güç olmasının önüne geçmek maksadıyla sarfedilecek barışçıl gayretlere şüphesiz ki destek verecektir. Ancak Türkiye'nin İran'la yakın bağları bölge için muhakkak ki stratejik önemdedir. Tahran ve Ankara arasında iyileşen ilişkiler, İran'ı uluslararası câmia hilafına nükleer silah peşinde koşmaktan caydırmada Türkiye'nin aracı bir rol oynaması ihtimalini güçlendirecektir. Ağırlıklı olarak bir müslüman devleti olan Türkiye, batılı uluslara nazaran İran'da daha iyi karşılanacak ve İran'da daha fazla nüfuzu olacaktır. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, batılı yetkililerle görüşmeyi reddeden İran dini lideri Ali Hamaney ile Türkiye 2008 yılında İsrail ve Suriye arasında hayran bırakacak şekilde arabuluculuk yaptı ve her iki tarafı bir anlaşmanın yakınına getirdi, ki uluslararası diplomasi de hiç de küçük sayılmayacak bir beceridir. Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerini tehlikeye atması Batıyla ilişkilerinde çok önemli bir manivelayı ve bölgesel barışın sağlanmasındaki merkezi rolünü terk etmesi demektir. Türkiye-Suriye ve Türkiye-İsrail arasında aynı derecede iyi ilişkilerin olmasında hiçbir tutarsızlık veya çelişki asla yoktur. İsrail ve Suriye ile müttefik olması Ankara'yı, iki ulus arasında gelecekte yapılacak herhangi bir müzakerede belirleyici rol oynayacağı imrenilecek bir konuma yerleştirmektedir, ki Beşşar Esad'ın çok iyi bildiği gibi Golan Tepeleri üzerindeki ihtilaf ancak ve ancak müzakere yoluyla çözülebilecektir. Beşşar Esad geçenlerde kendisiyle yapılan bir 118 söyleşide aracılı müzakerelerde Şam'a yardımcı olmak istiyorsa, Türkiye'nin İsrail'le sağlam ilişkilere sahip olması gerektiğini söyledi. Şayet bölgede siyasi ağırlığının olmasını istiyorsa, Ankara'nın çabalarından vazgeçmesi veya İsrail'le ilişkilerin kötüleşmesine müsaade etmesi için bir neden yok. Tüm komşularıyla eşit derecede iyi ilişkiler içerisinde olması, Türkiye'nin Ortadoğu'yu da aşan ulusal özlemleri için önşarttır zira Türkiye AB üyeliğini de gözlüyor. Netanyahu hükümetinin Suriye'yle gelecekteki müzakerelerde Fransa'nın dahlini istediği gerçeği Türkiye'yi gelecekteki dahlinden alıkoymamalıdır çünkü Şam, Paris'le yan yana Ankara'nın en azından aracı rolünü sürdürmesinde ısrar ediyor. Gazze sınırlarında sükûneti sağlamaya ilgi duyuyor, ki benzer şekilde Hamas siyasi liderleri de bunu sağlamaya can atıyor gibiler. Türkiye, Hamas'ın müzakerenin bir tarafı olabilmesi için önce İsrail'i tanımasını, terörizmi reddetmesini ve evvelki anlaşmaları kabul etmesini icap ettiren Ortadoğu Dörtlüsü'nün resmi duruşundan sakınarak, usûlün değişmesine yardım edebilir. Türkiye şiddetin durulmasından istifade etmeli ve Hamas'a Arap devletlerinin geri kalanıyla aynı çizgide buluşma imkanı verecek Arap Barış İnisiyatifini kabul etmesi için onu ikna etmeye çalışmalıdır. Kısa süre önce İsrail, Ürdün ve Türkiye arasında yapılan ortak arama ve kurtarma eğitimi, Türkiye’nin İsrail'le ilişkilerin sıkıntılı olduğu izlenimini tasfiye etmeye çalıştığı bir zamanda çok ihtiyaç duyulan bir hamleydi. Uluslararası diplomaside askeri kapasite ve performans söz konusu olduğu müddetçe Türkiye'nin Ortadoğu'da İsrail'e bugün ve gelecekte rakip olabilecek bir askeri ortağı yoktur. Türkiye'nin askeri mahareti ve bu maharetin yaşayabilirliği, onu yalnızca bölgesel istikrar için değil NATO kuvvetlerinde merkezi bir rol için de vazgeçilmez kılmasına bağlıdır. Hamas ve Filistin Otoritesi arasındaki hasmane ilişkiler, Türkiye'nin emsalsiz denecek derecede yapıcı bir rol oynayacağı bir diğer çok önemli sahadır. İsrail ve Filistinliler arasında bahse değer bir ilerleme sağlanması ihtimali nihayette Hamas ve Filistin Otoritesi arasındaki ilişkileri şekillendirecek bir siyasi anlaşmaya bağlıdır. İsrail ve Filistin Otoritesi arasındaki hiçbir müzakere, Hamas'ın siyasi sürece doğrudan yahut dolaylı katılımı olmaksızın, sürdürülebilir bir anlaşmaya yol vermeyecektir. Türkiye yaklaşık üç yıl önce Halid Meşal'i Ankara'ya davet ederek Hamas'a resmi tanıma sunan ilk ülkeydi ve iki taraf arasındaki güvenilir ilişkiler varlığını bugün de muhafaza ediyor. Son olarak, Türkiye'nin AB üyeliği pek çok beklentinin karşılanmasına bağlıdır ve bunlardan biri de Türkiye'nin komşularıyla ilişkisidir. Türkiye'nin AB üyesi olması, İran, Irak ve Suriye'yi AB Sınır Devletleri haline getirecektir ve bu durumun ulusal güvenlik ve ticaret gibi konularda belli başlı neticeleri olacaktır. Türkiye şu ana kadar AB ile müzakerelerde açılan fasıllar gereği hayran bırakıcı kilit sosyal ve siyasi reformlar gerçekleştirdi, Ermenistan'la tarihi bir uzlaşmaya daha geçenlerde imza attı ve Kürt azınlığa Türk vatandaşlarla eşit siyasi ve kültürel haklar tanıyan yeni düzenlemeler Her ne kadar Mısır'ın Hamas ve Filistin Otoritesi arasında oynadığı aracı rolü önemliydiyse de yine bu noktada Türkiye, siyasi anlaşmaya varmaları için Hamas ve Filistin Otoritesine yardım ederek yahut gayri resmi müzakerelere katılarak Mısır'ın çabalarını pekiştirecek konumdadır. İsrail'in Hamas'ı terörist bir örgüt olarak görüp ondan tiksinmesine rağmen İsrail hükümeti 119 çıkarıyor. Bu çok önemli süreç, Türkiye'yi AB standartlarına daha bir yakınlaştırdı fakat Türkiye Ortadoğu'daki tüm komşularıyla mükemmel ilişkiler tesis etme yetenek ve azmini ispatlamadığı takdirde yetersiz olacaktır. Türkiye'nin İsrail'le stratejik ilişkileri AB ve ABD nokta-i nazarından olumlu görülmektedir. İsrail'le stratejik işbirliği pahasına diğer ülkelerle ilişkilerini iyileştirmeye Ankara’nın durumu el vermez. Askeri, istihbarat, ekonomi ve ulusal güvenlik alanlarında Türk-İsrail işbirliği, stratejik işbirliğinin özünü oluşturan uzun vadeli çıkarların karşılıklılığına dayalıdır. Bu ilişki, Türkiye'nin İsrail'i tanıdığı 1950'den beri çeşitli inişler ve çıkışlar yaşadı fakat sürekliliğini korudu zira geçici hiçbir siyasi ahenksizliğin değiştiremediği Türkler ve Yahudiler arasındaki geleneksel asırlık dostluk tarafından da korundu. 20 Kasım 2009 Yazar hakkında: New York Üniversitesi Center for Global Affairs'de görevli Uluslararası İlişkiler profesörü. Çeviren: M. Alpaslan Balcı 120 İran Türkiye için Rusya'dan vaz mı geçiyor? - MeIr CavIdanfer Erdoğan'ın ABD ve AB ile ilişkileri de onun lehine yazılmaktadır. Müslüman ve Arap komşularıyla son zamanlarda yakınlaşmasına rağmen, Batıyla ilişkileri koparmadı ve her iki tarafı ustaca idare ediyor. ABD ile ilişkileri bile Türkiye'nin zayıflığı üzerinden kurulu değil. Bir fırsatla, ABD baskısına direndi ve 6 milyar dolar bağış ve 20 milyar dolar kredi garantisi vaadine bile yüz vermedi çünkü anlaşmayı uygun bulmamıştı. Ve Gazze Savaşı'ndan sonra İsrail'e sözlü saldırıları şüphesiz ki bölgedeki imajını destekledi. Meşhur Çinli stratejist Sun Tzu, Savaş Sanatı adlı eserinde şöyle yazar: "Şayet bir düşmanın müttefikleri varsa, problem vahimdir ve düşmanın konumu güçlüdür; şayet hiçbir müttefiği yoksa, problem küçüktür ve düşmanın konumu zayıftır." İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, nükleer emellerinden dolayı düşmanı olarak gördüğü Amerika'nın Rusya dâhil ittifaklar inşa etmek için nasıl çalıştığını görüyor. Hamaney mutlu değil. Hamaney, Barack Obama'nın nükleer teklifini geri çevirdiğinden dolayı müeyyide beklentisi daha da arttı. Dolayısıyla ilerideki zorlu zamanların üstesinden geleceği bir strateji değişimine ihtiyacı var. stratejilerden biri, yeni bir Batı-İslam karşılaşması üzerinden Obama'ya karşı mücadele etmek. Geçenlerde Katar'da düzenlenen bir televizyon tartışmasında Ortadoğu'dan bir dinleyici kitlesi huzurunda İran nükleer programı ele alındı, ki Hamaney'in duruşuna karşı bir sempati mevcuttu. Söz konusu olan bölgedeki insanlar olduğunda, İran nükleer programı, İsrail lehine olan güçler dengesini değiştirmenin tek yoludur. Dolayısıyla yaşayabilir bir strateji bu. Ve Erdoğan'ın bölgede artan popülaritesi ve Tahran'ın Erdoğan yönetimiyle mesafe kaydeden ilişkileri, Hamaney'in ilerideki zor zamanlarda kendi duruşuna mesafe kazandırması için elverişli bir yol olacaktır. İsrail-Filistin barış sürecinde ilerlemenin olmayışı yine ona yardım edecektir. İran geçenlerde iletişim uydusu fırlatmak için Rusya'yla yaptığı bir anlaşmayı iptal etti ve işi İtalya'ya verdi. Rus yapımı S-300 füze savunma sistemlerinin teslimatında yaşanan gecikmeyle ilgili Tahran'ın mevcut şikayetlerine ilave bir gelişme bu. Tahran, şikayetlerini yakın zamanlara kadar kameralardan uzakta, kapalı kapılar ardında yapıyordu. Fakat Hamaney Rusya'yı vefasız olarak gördüğünden dolayı rejimi de eleştirileri açıktan yapma hususunda utangaç davranmıyor. İran hükümeti inisiyatif alma ve Rusya'nın yerine yeni bir ortak bulma kararı verdi. Kısa bir süre önce Tahran ve Ankara arasında yapılan heyecanlı ziyaretler üzerinden düşününce, Hamaney istekli bir ortak bulmuşa benziyor Türkiye'de. Rusya'nın aksine Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi'nde veto hakkı yok. Ancak Ortadoğu ve İslam dünyasındaki sermayesi hızla artıyor. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, İslam ve Arap meselelerinin her geçen gün daha muteber savunucusu olarak görülüyor. Gayri demokratik yollarla koltuğa oturan Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek veya S. Arabistan Kralı Abdullah için aynı şey geçerli değil. Bununla birlikte, İran dini lideri, Türkiye ile ilişkilerine nasıl yaklaştığı ve gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında bu ilişki için ödemeye razı olduğu bedel hususunda dikkatli olmalıdır. İran merkezli haber sitesi “Khabar online'a" göre Ahmedinejad 121 yönetimi İran meclisini bilgilendirmeksizin geçen Ekim ayında Türkiye ile gizli bir doğalgaz anlaşması yaptı. Konuyla ilgili haberler basına sızdıktan sonra meclis soruşturma başlattı. Şimdi ise meclis üyeleri ülkenin çıkarlarına aykırı buldukları takdirde, tüm bir anlaşmayı iptal tartışması yapılıyor. Pek çok kişi bu mahzurlu anlaşmayı sadâkatini satın alma aracı olarak Ankara'ya sunan kişinin, Ali Hamaney olduğundan şüphe ediyor. Sonuçlarına bakınca işe yaramış görünüyor. Ne ki içeriden gelen tepki rejimin meşruiyetine zarar verebilecektir. Bir de Buşehr nükleer santrali meselesi var. Türkiye bu santralin inşasını tamamlayamaz. Yalnızca Rusya yapabilir bunu. Moskova'ya sırtını dönen Hamaney bu önemli ve pahalı projeye çok daha fazla zarar verebilir. Belki de Hamaney Türklerden ders alıp sürekli olarak müttefik değiştirmek yerine ittifaklarını dengelemeyi öğrenebilir. 18 Kasım 2009 Kaynak: Guardian Çeviren: M. Alpaslan Balcı 122 Türkiye'nin dış politika çalımı Michael A Reynolds bakanlarının uzun ve titiz hazırlıklarına rağmen protokolün imzalanması, gerçekleştiği andan hemen öncesine kadar fantezi dünyasına atfediliyordu. Son günler, bölgede yankılanan Türk dış politikasında bir değil çok çarpıcı iki gelişmeye şahit oldu. Her ikisi de geçen yıl Türkiye Dışişleri Bakanı olan eski bir üniversite profesörü Ahmet Davutoğlu'nun eseri. Davutoğlu bundan önce Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın dış politika başdanışmanıydı. Davutoğlu, bir üniversite profesörüne her halde yakışır bir şekilde, Türk dış politikasına kapsamlı ve tutarlı bir kavramsal temel kazandırmayı amaç edinmişti. Vizyonunu Stratejik Derinlik: Türkiye'nin Uluslararası Konumu başlıklı eserinde sergiledi. Bu vizyona göre, Türkiye Cumhuriyeti geçmişte yarı tecrid politikası izlemiş ve komşularına karşı kendi kendini karantinaya almış ise de bugün, bölgedeki diğer ülkelerle paylaştığı tarihi ve kültürel bağlardan artık istifade etmelidir. Davutoğlu, Dışişleri Bakanı olarak hiç bıkıp usanmadan Türk dış politikasına damgasını vurmak için çalışıyor. Geçen hafta Türk dış politikasının yeni yöneliminin çarpıcı örneklerine şahit olduk. Her iki dışişleri bakanı, diğer tarafın planladığı beyânata son anda itiraz etti. Anlaşılan, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın önerisi üzerine, iki dışişleri bakanı hiçbir beyânatta bulunmama hususunda anlaşıp uzlaştılar ve böylece imza töreni kurtarıldı. Yakınlaşmanın kırılganlığı böyle bir şey. Dahası, anlaşmanın yürürlüğe girmesi için Türkiye ve Ermenistan Meclislerinin bu protokolleri onaylaması gerekiyor. İki ülkenin içerisinde (ve dışarısında) ilişkilerin normalleşmesine karşı çıkan çeşitli grupları var ki şüphecilerin ve itirazcıların haklı olduklarını ispatlayabilirler. Ama gene de katıksız gerçek şu ki Davutoğlu'nun iki ülkeyi bu denli yakınlaştırabilmiş olması Türk dış politikasında başlıbaşına köklü bir değişimi temsil etmektedir. Başarısızlığın ihtimal dâhilinde olduğu bu nevi hassas ve siyaseten itham altındaki girişimler genelde çoğu kişiyi caydırırken, Davutoğlu'nun yöntemi, bu gibi durumlarda cesaretin gücünü sermayeye eklemek ve önce ilk beklentileri sonra da gerçekliği değiştirmedeki ısrarıdır. Davutoğlu, görünüşe göre akla hayale sığmaz bir değişim uğruna çalışıp çabalayarak, değişimin mümkün olduğunun ispatlanabileceğini bu sûretle de tüm tarafların temel hesaplarının değiştirilebileceğini düşünüyor. Davutoğlu'nun Kafkas satrancında hem Amerikan hem de Rus desteğini eşgüdümlemiş olması, onun müstesna diplomasi yeteneğini ve normalleşme yolunda oluşturduğu kaydadeğer ivmeyi yansıtmaktadır. Türkiye'nin Ermenistan açılımı, Kafkasya ve Hazar bölgesinde Doğuya açılım. İlki, 10 Ekim tarihinde Türk ve Ermeni dışişleri bakanlarının bir protokol imzalayarak iki ülke arasındaki sınırların açılması ve diplomatik bağlar kurulması üzerinde mutabakat sağladıkları Zürih'te gerçekleşti. Şu son günlere kadar, gözlemciler -Ermeni, Türk ve diğer yabancı gözlemciler – Türk-Ermeni yakınlaşmasına katıksız fantezi nazarıyla bakarlardı. İçiçe örülü tarihleri yüzünden, Ermeni ve Türk halkları arasındaki anlaşmazlık derin ve çok boyutludur, kavgacı jeopolitikanın ötesine geçmekte ve Ermeni ve Türk kimliğinin kalbine, Türkiye ve Ermeni cumhuriyetlerinin kurucu mitlerine kadar uzanmaktadır. Her iki tarafın tutumları öylesine hassastır ki Ermeni ve Türk dışişleri 123 istikrardan dünya enerji arzına ve NATO'nun geleceğine kadar herşeyi etkileyecektir. oldu. Davutoğlu, Türkiye'nin İsrail'i dışarıda bırakmasıyla ilgili olarak yanlış anlaşılma olmasın diye 13 Ekim'de konuyu açıklığa kavuşturdu ve "Gazze'de insâni trajedinin" sona ermesini ve "müslümanlar için mukaddes olan el Aksa mescidine, Haremmüşşerif'e ve Doğu Kudüs'e" saygı gösterilmesini talep etti; Türk gazeteleri bunu İsrail'e "uyarı" olarak tanımladı. Türk Dışişleri Bakanlığı, Anadolu Kartalı ile ilgili olarak basında çıkan değerlendirmeleri ve İsrailli yetkililere atfedilen yorumları "kabul edilemez" addetti ve bu yetkilileri azarlayarak gelecekteki açıklamalarında ve tutumlarında "akl-ı selime" davet etti. Güneye açılım. Türkiye'nin Doğuya açılımı kadar köklü ve mühim bir başka değişiklik, Türkiye'nin Güneye açılımıdır ve bu açılım, bölgesel dinamikleri çok daha fazla değiştirecek bir potansiyele sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti var olduğu günden beri Suriye ile azami olsa olsa ılımlı ilişkilere sahip olmuştur. Türkiye-Suriye bağları 1980'ler ve 1990'larda düpedüz karşılaşmacıydı; iki devlet Türkiye'nin Fırat nehri sularının denetimi ve Suriye'nin Türkiye'deki PKK'ya verdiği destek gibi meselelerde ağız kavgası yapıyorlardı. Suriye'nin PKK'nın başı Abdullah Öcalan'a barınak sağlamaya devam etmesi halinde, Türkiye'nin bu ülkeyi işgal etmekle tehdit ettiği 1999'da ilişkiler en alt düzeye vurdu. Türkiye-Suriye ilişkilerinin gerilmesi ve bölgesel güç dengesinin kurucu unsurlarından biri olan İsrail'le güvenlik ortaklığının başlaması birbiriyle kesişti. Davutoğlu'nun "uyarısının" içeriğinden daha az önemli olmayan bir başka şey de uyarıyı nereden yaptığıdır: Yeni kurulan Türk-Suriye Yüksek Düzeyli İstişare Konseyi'nin ilk bakanlar toplantısı için gittiği Suriye'nin Halep şehrinden. On yıl önce Suriye'ye muhalefet, Türkiye'yi İsrail'e bağlayan tutkal iken, bugün Türk Dışişleri Bakanı müslümanların Kudüs'teki kutsal alanlarına gösterdikleri hassasiyeti dikkate alması için Suriye içerisinden İsrail'e çağrıda bulunuyor. Suriye ve Türkiye arasındaki ilişkiler 1999'dan sonra yavaşça iyileşmeye başladı; İsrail'le bağlar ise İsrail'in 2006 yılında Lübnan'da Hizbullah'a karşı düzenlediği askeri operasyonun ardından belirgin ölçüde gerildi. Fakat bu hafta, bölgesel ilişkilerin eski mimârisinden kalan ne varsa parçalanmaya başladı. İlkin, Türkiye sivri uçlu bir hareketle, İsrail'e Anadolu Kartalı olarak bilinen hava tatbikatına katılım davetini geri çekti. Türkiye bu hava tatbikatına 2001'den beri ev sahipliği yapıyor ve İsrail mutad bir şekilde katılıyordu. Ancak Türkiye İsrail'in Gazze politikalarını ve bilhassa da Kurşun Dökme Operasyonunu bir protesto şekli olarak bu yıl İsrail hava kuvvetlerine izin vermeyi reddetti. Davutoğlu, Suriye ziyareti sırasında Suriye açılımının ne bir taktik ne de geçici bir mesele olmadığının ve yeni Türk dış politikasının yapıtaşı olduğunun altını çizdi. Dolayısıyla, mesela, Suriye ve Türk vatandaşlarının vizesiz seyahat edeceklerini ilan ederken, bunu Türk ve Suriye vatandaşlarının, Ramazan ve Kurban bayramlarının yanısıra üçüncü müşterek tatil fırsatları olarak tanımladı. Davutoğlu, dokuz kabine üyesini Suriye'ye götürdü ve Suriyeli öğrencileri Türkiye'de eğitmekten TürkiyeSuriye sınırındaki mayınların kaldırılmasına ve Türkiye'nin Arap Ortadoğu'yla ticaretinde Halep'in nakliyat üssüne dönüşmesine kadar bir yığın projeyi ortaya koydu. Türkler, Türk Amerika ve İtalya protesto ederek Anadolu Kartalı'ndan çekildiler. Şayet bu hareket Türkiye'yi sindirmek için yapıldıysa, başarısız 124 malı gıdalara Arap talebini karşılamak için Halep'i kullanmayı ümit ediyorlar. İsrail'den Araplara doğru yöneldiği değişen bölgesel rolünü selamlamaya Arap dünyasında ve ötesindeki diğerlerinin de katılımlarıyla birlikte muhakkak ki daha fazla artacaktır. Türkiye'nin Arap dünyasıyla bu çapta yakınlaşması, Davutoğlu'nun tam da ümit ettiği gibi, ilgili herkes için bir nimet olabilir. Türkiye, nispi siyasi açıklığı ve ekonomik dinamizmiyle Arap dünyasına sunacak çok şeye sahip. Doğru bir şekilde icra edildiği takdirde, Türkiye'nin yakınlaşması, Arapların kendi toplumlarını dönüştürerek daha açık, rekabetçi ve demokratik hale getirecekleri yola işaret etmeye yardım edebilir. Türkiye'nin Suriye üzerinden Ortadoğu'ya gıda ihraç etme rüyasında şâirene bir ironi var. Şam, Osmanlı döneminde şekeriyle ünlüydü ve 1920'lerden yüzyılın sonuna dek Arap olan herşeye karşı resmi Türk tavrını gâyet yerinde özetleyen bir deyişte ifadesini bulmuştur: Ne Şam'ın şekeri ne de Arabın yüzü; yani Arapla hiçbir şey yapmak istemiyorum velev ki leziz şekerleri olsun. Davutoğlu ise Halep'te Türkiye-Suriye ilişkilerini tanımlarken bütünüyle farklı bir ifade kullandı: "Ortak kader, ortak tarih, ortak bir gelecek." Ancak kolay ve çabuk bir iş olmayacaktır. Öğrenci takasları gibi inisiyatifler ve artan ticari temaslar toplumların değişmesine yardım edebilir fakat meyveleri toplamak on yıllar gerektirir ve pek fazla hoşnut etmezler. İsrail'in kaygıları. Söylemeye ihtiyaç yok, son günlerde yaşanan hızlı gelişmeler İsrail'li politikacıları ve politika yapımcılarını şaşkınlığa ve hiç de ufak sayılmayacak bir kaygıya savurdu ki bazıları ihtarda bulunurken diğer bazıları İsrail'in Türkiye'ye silah satışlarını durdurmasından Amerika'daki Türk lobicilerine verilen desteği geri çekmeye kadar farklı bir yelpazede misilleme tavsiyesinde bulundular. Ancak bu noktada Ankara'yı ne bastırmak ne de benzer diplomatik girişimlerden sakındırmak ümidiyle verilecek hızlı tepkilerin hiçbir getirisi olmayacak gibi görünüyor. Türkiye-İsrail stratejik ilişkileri artık kriz içinde değil. ESASEN, ARTIK BİTMİŞ DURUMDA. Aslında, Suriye ve Türk medyasında yayınlanan teyid edilmemiş haberler, yakın gelecekte Türkiye-Suriye arasında resmi bir stratejik işbirliğinin ortaya çıkacağını vaad ediyor. Türkiye'nin yakınlaşması, nüfuz ters yönde estiği takdirde – örneğin Arap ülkelerinden Türkiye'ye doğru – ciddi riskler de taşımaktadır. Ortadoğulu herşeye mesafeli durmak ve kontrol altında tutmak şeklindeki geleneksel Kemalist arzunun ardında yatan muhakeme buydu. Türk yetkililer Ortadoğu'yu Türkiye'nin serpileceği ortak kültür sahası olarak değil de Türkiye'nin kaçması gereken kültürel bir batak olarak görmüşlerdi. Davutoğlu'nun da takdir etmesi gerektiği üzere, Arap dünyasındaki problemlerin ve sefâletin kaynakları, Arap-İsrail çatışmasından daha büyük ve daha derindir. Arap ülkeleri siyaseten işlev bozukluğu yaşamaktadırlar ve çoğu, iktisâdi bakımdan can çekişmektedir. Petrol, doğalgaz sunmak ve Türk tüketici ürünleri için pazar olmak dışında Türklere sunacak pek bir şeyleri yoktur. Geçmiş dönemlerde, Nasır ve Saddam Hüseyin gibiler, İsrail'e karşı Arap sempatisine müraacat ederek nüfuzlarını Şaşırtıcı değildir, Davutoğlu'nun İsrail'i eleştirisi ve dayanışma ifadeleri Suriye'de büyük bir şevkle karşılandı. Türklerin dik başlı ve baş belâsı olarak bildikleri bir ülkede tezahürat yapan kalabalıkların sesi şüphe yok ki Davutoğlu'nu derinden hoşnut etmelidir. Bu hoşnutluk, Türkiye'nin 125 30 Ekim 2009 bölge çapına yaymak için çalıştılar fakat gayretleri kendi toplumlarını enkaza çevirmekten ve Arapları bir bütün halde daha fena bir duruma sokmaktan başka bir şeye yaramadı. Bugün, Ahmedinejad Hizbullah'ı omuzlayarak ve düzenli bir şekilde İsrail'i itham ederek benzer şeye teşebbüs ediyor. Ne ki Ahmedinejad versiyonu devlet adamlığının kendisi ve yakın çevresi hâriç kimseye bir hayrı olup olmadığı sorusunun cevabı için İran'da yapılan son seçimlere bakmalıdır. Kaynak: Harvard MESH Özgün başlık: Turkey's foreign policy's flip Çeviren: M. Alpaslan Balcı İsrail politikaları eleştirinin üzerinde değildir fakat şayet Davutoğlu Türkiye'nin etkin bir bölgesel liderlik rolüne sahip olmasını hakikaten arzuluyorsa, eleştirilerinin bir kısmını da kendi toplumlarının kalkınmasından ziyâde İsrail'le şiddet yoluyla karşılaşmayı yücelten Hizbullah ve Hamas gibi teşekküllere yöneltmelidir. Ve çok fazla zaman geçmeden de yapmak durumundadır. Nükleer silah kapasitesinin peşinden gitmeye azimli bir İran, Ortadoğu'ya karmaşık sinyaller gönderen gizemli bir Obama yönetimi, şiddete yönelik romantik bağlılıklarını muhafaza eden Hamas ve Hizbullah, Suriye'ninkine yaklaşan bir Türkiye bakışı ve tınısı, İsrail'i geriye doğru adım atmaya ve komşularını teskin ve teselli eden "daha kibar ve daha nâzik" bir İsrail olmaya dürtüklemeyecektir. Bunun yerine, İsrailli'lerin ülkelerinin ancak gözükara bir hareketle çözebileceği emsalsiz bir varoluşsal tehditle karşı karşıya oldukları şeklindeki mevcut korkularını büyütecektir. Davutoğlu çoğu kişiden daha iyi anlamalıdır ki İsrail'in tam olarak yoksunu olduğu şey, Türkiye'nin sahip olduğu stratejik derinliktir ve bu yoksunluğun İsrail politika yapımında sonuçları vardır. Peki Davutoğlu bunu anlar mı? Göstergelere bakınca, tam şu an anlamış değil veya en azından umurunda değil. 126 Türkiye ve İran; bölge üzerinde hakimiyet için rekabet mi? Muhammed Selman el-Abudi karşı yıllardır sürdürülen kuşatmaya rağmen kendi ayakları üzerinde durabilen bir sanayiye sahip. Ayrıca alışılmışın ötesinde gelişme gösteren bir askeri gücü elinde tutuyor. ABD'yi Obama döneminde daha farklı bir şekilde ilişkiye geçme konusunda yeniden düşünmeye ve ona farklı davranmaya iten şey, belki de İran'ın kendine duyduğu bu özgüvendir. ABD, bölgede güçlü bir ortağa sahip olmak istiyor. Bütün rapor ve araştırmalar, sözbirliği etmişçesine Batı istesin ya da istemesin, önümüzdeki yıllarda İran'ın önemli rolü olacağını belirtiyor. Bazıları İran'ın bölgede giderek artan rolünden rahatsızken diğer başkaları da Türkiye'nin Batılı ülkeler düzeyindeki etkinliğinden rahatlama duyuyor. Belki de Türkiye'nin son dönemde gelişen diplomasisi, İran'ın beklenmedik ve oldukça hızlı hareketliliğine yönelik bir tür denge yaratma gayretidir. İran, bölgede dikkat çekici bir şekilde varlığını sürdürüyor. Dünya, İran'ın nükleer programından, İran'ın giderek gelişen rolünden, İran seçimlerinden, Ahmedinejat’ın'ın açıklamalarından, Tahran'daki sokak gösterilerinden, Devrim liderinin hutbelerinden başka bir şey konuşmuyor. Obama'nın dünyanın en güçlü devletinin liderliğini Bush'tan devralmasından bu yana bölgedeki rüzgârlar, onun geleneksel müttefiki olan İsrail yerine, İran'dan ve Türkiye'den yana esmeye başladı. Bugünlerdeki İsrail'le Amerika arasındaki ortak tatbikatlar, İran Devlet başkanı Ahmedinejat'ın oyun ve manevraları karşısında bir güç gösterisinden başka bir şey değil. Tatbikatı yapanlar, belki de çok ileri seviyelere gelmiş olan İran'ın nükleer programıyla ilgili görüşmelerde masanın etrafında oturan temsilcilerden başkası değil. Ayrıca İran'ın nükleer tesislerini Irak'a yapıldığı gibi tek ve hızlı bir darbeyle yok etmek de mümkün görünmüyor. Bu tür askeri tatbikatlar, bu iki devletin Arap Körfezi'nin doğu kıyısından gelmekte olan gulyabani tehlikesini çok iyi hesap ettiklerinin bir kanıtı. Niçin İran ve İran'a karşı neden Türkiye? İran artık Şah yıllarındaki İran değil. O dönemde, devrimin ilk yıllarında hatta Irak'la savaş döneminde dış politikada kendisine dayatılan talimatlara boyun eğmek zorundaydı. O yıllardaki krizleri atlattı, gücü yettiğince kendine çeki düzen verdi, bugün birçok devletin kıskandığı tutarlı ve istikrarlı düzeni olan bir ülke haline geldi. Hatta bugün çoğu Batılı devlet, barış amaçlı olduğu yönündeki iddialarına rağmen nükleer programından başka tutunacak bir dal bulamadıkları için İran'ı bu yönden sıkıştırmaya çalışıyorlar. Ancak onun bu iddiasıyla ilgili gerçekler ise belki de tamamen başka. Dünya tarihi bizlere, Roma İmparatorluğuyla Pers İmparatorluğu arasındaki mücadelelerden beri, reddin, taviz vermemenin, tavrına sahip çıkmanın, defansif konumda değil de ofansif olmanın, savaşları kazanma hususunda daha etkili olduğunu gösteriyor. Türkiye de AB rüyasından uyandıktan sonra bütün bu yaşananlardan ders almış görünüyor. Dış ve iç politikada, iki ülkenin yönetim biçimleri arasında herhangi ortak nokta bulunmamasına rağmen, Batı'ya karşı alttan almayan ve tepeden bakan bir tavır geliştirme noktasında aralarında zımni bir İran, bugün seçilmiş bir parlamentoya, seçilmiş bir cumhurbaşkanına, kendisine 127 anlaşma varmış gibi görünüyor, ki sonuç verecek olan yaklaşım belki de budur. Özellikle de yeni Amerikan siyasetinin zihin dünyasında İran, bölgenin doğu tarafında yıldızı parlayan ülkeyken Türkiye, bölgenin Batı tarafında yıldızı parlayan ülke olmayı, bütün ilginin sadece İran'ın üzerinde odaklanmasını istemiyor. Suriye ile ilişkiler de bu yönde seyrediyor. Bu, İsrail'in 60 yıldır süren savaşlar, despotizm, hegemonya ile dolu bir tarihin ardından komşularının sevgisini kazanma noktasında yaşadığı başarısızlık, Batılıların güvenini yitirmesi ve Davud'un yıldızının sönmesiyle birlikte Türkiye için eşsiz bir fırsattır. AB, Türkiye'nin birliğe katılma yönündeki ısrarlı taleplerine karşılık vermemekle büyük bir hata işlemiş durumda. Onların bu endişe ya da korkusu, bu büyüklükteki bir İslam ülkesinin AB'ye girmesinin zaman geçtikçe birlik içindeki dengeleri alt üst etme korkusundan ve Avrupa'da İslam'ın yayılmasını kolaylaştırmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle de İsrail, birçok nedenden dolayı Türkiye'nin AB'ye girmesine iyi gözle bakmamaktadır. Belki de AB'nin Türkiye'ye karşı olumsuz yaklaşımında İsrail'in önemli bir etkisi bulunmaktadır. Birçokları, Türkiye'nin geçmiş senelerde İsrail'e yakınlaşma politikasının AB'ye girme noktasında taktik manevradan başka bir şey olmadığını ileri sürmüştür. Ancak, bu yakınlaşma politikası bir sonuç vermeyince, Türkiye, İran'ın taktiğinin daha yararlı olduğuna kani olmuştur, öyle görünüyor ki başarılı olan da bu taktiktir. Söz konusu rekabetle birlikte bu iki ülke, Irak konusundaki ortak çıkarlarına rağmen, İsrail'in bölgedeki rolünün ortadan kalkmasıyla birlikte sadece Ortadoğu'da liderlik rolünü oynamak ya da yeniden güç sahibi olarak dış tehditleri bölgeden uzaklaştırmak istemiyor aynı zamanda öncelikle mümkün mertebe ve gücü yettiğince iç kalkınmasını sağlayacak projeleri desteklemeyi hedefliyor. Şayet iki ülke bunu gerçekleştirirse, bu durum onları bir sonraki aşamaya sıçratabilir, ki bu -bizim uzak görmediğimiz bir ihtimaldir- bölgedeki Hıristiyan vesayetini ortadan kaldıran Bir Türk-İran işbirliğinde temsil olunan yeni bir bölgesel düzene intikali mümkün kılacaktır. Bugünlerde Türkiye ile İsrail arasındaki gerginliği yatıştırmak ve sorunları gidermek üzere Türkiye'de bulunan Amerikan heyeti, bunun en önemli kanıtıdır. Ayrıca bu, Batı'nın hiçbir makul gerekçesi olmayan taktiksel bir hatasıdır. Acaba on yıl önce Türkiye'nin İsrail'le birlikte yapmayı planladıkları tatbikatı iptal edeceğini kim tahmin edebilirdi? Ancak bu durum, Müslüman kardeşliği temelinde bir ittifak olacak mıdır? Bilmiyoruz..Yol henüz uzun, oldukça uzak ve meşakkatli.. 27 Ekim 2009 Kaynak: BAE Merkezli el-Beyan gazetesi Çeviren: İslam Özkan Gerek İsrail'in bazı uçak siparişlerini teslimde gecikmesi ya da halkın Gazze savaşına gösterdiği tepki gerekse Filistin halkının İsrail askerlerinin zulmünden bahseden Türk dizisi Ayrılık, diğer başka sebeplerle birlikte iki ülke arasındaki krizin nedenini oluşturmuş durumda. Ancak şu an top, Batı'nın yarı alanında ve Türkiye saldırı konumunda olduğunun farkında. 128 Türkiye ve İsrail'in zıt güzergâhları - Murhaf Jouejati sergilediği vahşilik yeni bir şey değildir. Hoşnutsuzluğu izah eden diğer kısım, hem Türkiye'nin hem de İsrail'in dış politikalarında yaşanan bir değişimin ürünüdür. Türkiye'yle ilgili olarak iki dinamiğe işaret edilebilir: Bir yanda Türkiye'nin Soğuk Savaş sonrası dönem batı ittifakında bir sütun olma rolünün sona ermesi ve öte yanda Avrupa Birliği üyeliği önşartı olarak Avrupa'nın Türk siyasetinin demokratikleşmesi üzerindeki ısrarı var. Bu ikisi, Türk ordusunun Türk iç ve dış politikasındaki boğucu hâkimiyetini zayıflattı ve süreçteki merkez siyasi partileri kuvvetlendirdi. Suriye, Türkiye ve İsrail arasında geçenlerde yaşanan münakaşadan dolayı mest oldu. Bir zamanlar İsrail'in en güvenilir müttefiki olan Türkiye, İsrail'in ve İsrail'in Filistinlilere kötü muamelesinin üstesinden gelmede karşılaşılan zorluklar hakkında Suriye'yle hemfikir. Türkiye, İsrail ve Suriye arasında Türklerin aracılık yaptığı vaatkâr dört turluk dolaylı barış görüşmelerinin ardından İsrail'in Gazze'de yaptığı azgınlık sonrasında İsrail'den tedirginlik duymaya başladı. Çatışma halindeki iki taraf arasında, İsrail ve Suriye arasında bir barış anlaşmasına varmak için şahsen müdahil olan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, beşinci tur arefesinde, İsrail'in Suriye-İsrail barış görüşmelerinin de canına okuyan Gazze'deki câni savaşı başlatması karşısında kendisini arkadan hançerlenmiş hissettiği söyleniyor. İkinci dinamik ise Avrupa'nın, Türkiye'nin – Türk ulusal kimliği ve gururunu güçlendirmede katalizör rol oynayan AB üyeliğine ayak sürümesiyle ilgili. En Avrupalılaşmış Türkler bile Avrupa'nın onlara yaptığı küçümseyici muameleyi yermeye başladılar. Türkiye'nin zengin emperyal tarihine, 72 milyonluk nispeten büyük nüfusuna ve Ortadoğu'daki komşularını geride bırakan ekonomisine bakınca, Türkiye'nin Brüksel'in atayacağı marjinal bir rol yerine bölgede başat bir rolü tercih etmesi an meselesiydi. Ancak Erdoğan'ın, İsrail'in Gazze mâcerası öncesinde bile, 2006 Haziran ayında Gazze'deki bir plajda piknik yapan bir Filistin ailenin tüm fertlerinin İsrail ateşiyle biçildiği dehşet verici görüntü karşısında üzüntüye kapıldığı da söyleniyor. Bu katliam, İsrail'in Filistinlilere karşı uyguladığı şiddet, Ocak 2009'da Davos'taki Dünya Ekonomi Forum'unda alenen azarlarken bahsedecek denli derin iz bırakmış Erdoğan'da. Türk hükümeti, Türkiye'nin İsrail'den duyduğu hoşnutsuzluğu daha fazla göstermek için, Ekim ayında Türk semalarında düzenlenen ortak bir NATO hava tatbikatı "Anadolu Kartalına" İsrail'in katılımını iptal etti. İsrail'e gelince, bir zamanlar o aynı Sovyet karşıtı batı ittifakının parçası olan İsrail'in zaman içerisinde güç temerküzüne gitmesi, tektaraflı hareket etmesine ve cezadan muaf kalmasına imkan verdi öyle ki İsrail şimdi süpergüç patronuna, Amerika'ya, özellikle de işgal altındaki Arap toprakları üzerinde yerleşimlerin genişletilmesi meselesinde kafa tutuyor. Özetle, İsrail'in aşırı ulusçuluğu Ortadoğu'yu radikalleştiriyor ve Türkiye'nin "komşularla sıfır problem" politikasıyla teşvik ettiği bölgesel istikrarı tehlikeye atıyor. Komşularla sıfır problem politikası, bölgesel rakiplerin artık savaş baltalarını gömeceği İsrail'in icraatları Türkiye'nin hoşnutsuzluğunu izah etmektedir fakat kısmen. Herşeyden evvel, İsrail'in Arap toprakları üzerinde devam eden işgali, barışa ayak sürümesi ve Filistinlilere karşı 129 yeni bir bölgesel yaklaşım. Bu şartlar altında, Türkiye ve İsrail'in seyrettiği zıt güzergâhlar çarpışmaya mahkumdur. Türkiye'nin İsrail'e burun kıvırması Suriye'yi sevince boğduysa da, Türkiye ve İsrail'in ilişkilerindeki dalgayı biraz yatıştırmaları, Suriye dâhil herkesin çıkarınadır. Türkiye, Suriye ve İsrail arasında etkin bir aracı olduğunu ispatlamıştır ve kesintiye uğrayan görüşmeler yeniden başlarsa, beğenin ya da beğenmeyin, odada ve masada, Türkiye'den daha tarafsız bir aracı olmadığını ispatlamış olan Amerika'nın yanında Türkiye de bulunmalıdır. 26 Ekim 2009 Yazar hakkında: Washington'da bulunan National Defense University, NESA Stratejik Çalışmalar Merkezi profesörü. Çeviren: M. Alpalsan Balcı 130 Ortadoğu barış diplomasisinde Türkiye'nin artan rolü - Steven A. Cook programlarına muvazidir. Türkiye'nin hem Avrupa’ya hem de Ortadoğu’ya yakın olma çabası, AK Parti’deki dış politikanın normalleştirilmesi gerektiği inancını yansıtıyordu. Türkiye'nin Avrupa ve ABD'ye müstesna yönelimi Soğuk Savaş süresince yani NATO üyeliğinin devasa bir dış politika gerçeği olduğu zamanlarda uygun olmuş olabilir fakat Türkiye'nin çıkarları artık çok boyutlu bir dış politika gerektiriyor. Başkan Obama Ankara'ya vardığında Ortadoğu'da etkili bir rol oynamaya şevkli bir Türk hükümeti bulacak. Türkiye son yıllarda bölgeye önemli katkılar yapmasına rağmen etkinliği Washington'da tartışmalıydı. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Ocak ayında Davos'ta Gazze krizi hakkında düzenlenen bir panelde esip gürlediğinde Türkiye'nin diplomatik akınına ilave bir de tartışma zerk etmişti. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yaklaşımı Washington'da neredeyse derhal şüpheyle karşılanmıştı. Irak'ın planlanan işgali için Türk topraklarının kullanılması üzerinde Washington ve Ankara arasında 2002 yılı sonlarında ve 2003 başlarında süren asabi görüşmeler ve ABD kuvvetlerine Türk topraklarından saldırma izni için Meclisin tezkereyi geçirmede düştüğü müteakip acziyet Amerika'yı öfkelendirdi. Ne ki Irak, Ankara ve Washington'ın kendilerini karşı karşıya buldukları serüvenler dizisinin sadece ilkiydi. Örneğin 2005'de ABD, iddia edildiğine göre Refik Hariri suikastında Şam'ın sorumluluğu olduğu ve cihadçıların Irak'a sızmalarında oynadığı merkezi rol gerekçesiyle Suriye'yi tecrit etmenin yoluna bakarken, Türk hükümeti Suriyelilerle diplomatik ve ekonomik ilişkileri derinleştiren bir siyaset izledi. Hamas 2006 yılı Ocak ayında Filistin seçimlerini kazandığında zamanın dışişleri bakanı Abdullah Gül ve diğer dışişleri bakanlığı yetkilileri Hamas lideri Halid Meşali AK Partinin Ankara'daki merkezinde ağırladılar. Bu gelişmeler, Ankara ve Tahran arasındaki ilişkilerin iyileştiği ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, İsrail'in Gazze Şeridi ve Batı Şeria'daki askeri harekâtını düzenli bir şekilde "devlet terörizmiyle" bir tutan sert söyleminin olduğu bir zeminde yaşanıyordu. Olay, Davos'taki arbedeyi, kökü Türkiye'nin İslamcı hareketine giden Ak Parti yönetimindeki Türkiye'nin Ortadoğu'daki radikaller lehine batıdan yüz çevirdiğine delil sayan Amerikalı politikacıların, analist ve gazetecilerin eleştiri sağanağına yol açtı. Erdoğan'ın Davos'taki tavrı, İsrail'in Gazze saldırısı sırasında Hamas'ı kucaklaması ve yer yer İsraili anti-semitizme sapar tarzda eleştirmesi, Türkiye'nin Ortadoğu'da yapıcı bir rol oynayıp oynayamayacağı hususunda gözlemcilerin merak duymasına yol açtı. Ankara, Ak Parti'nin 2002'de iktidara gelmesinden bu yana bilinçli bir şekilde Türkiye'nin Osmanlı sahasıyla bağlarını yeniden kurma stratejisi gütmekte. Türkiye'nin uzun süreden beri Ortadoğu hattı boyunca diplomatik misyonları var fakat Batıyla ilişkileri ve cumhuriyetin resmi sekülerizmini önceleyen Ankara'nın dış politika yönelimlerine bakınca, Ortadoğu'da marjinal bir oyuncuydu. İlkini Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün kurduğu ve 2003 yılından beri de Tayyip Erdoğan yönetimindeki Ak Parti hükümetleri, Türkiye'nin AB üyeliği arzusunu güvenceye almaya bakarken aynı zamanda Kahire, Şam, Bağdat, Riyad ve Tahranla ilişkileri geliştiren tutkulu bir dış politika benimsediler; ki gözüpek iç siyasi programlara ve reform Bu gelişmelerden her biri ilk bakışta Türkiye'nin dış politika yönelimleri hakkında 131 ciddi sorulara yol açıyor. Ankara'nın batı konsensüsünden sûreta aniden sapması, Türkiye'nin artık güvenilir bir ortak olarak veya Ortadoğu ihtilaflarında Türk yetkililerin can attığı "dürüst aracı" rolünde görülemeyeceği hükmüne varan politika yapımcıları ve diğer gözlemciler nezdinde kafa karıştırıcıydı. Birçok İsrailli ve Filistinlinin ölümünden sorumlu Halid Meşal'in ağırlanması açıkça bir hataydı. Hamas lideri İsrail'i tanıması ve silahlı mücadeleyi terk etmesi yönündeki Türk ricalarına direnirken diğer taraftan da Tel Aviv ve Washington bu karşılaşmaya öfkelendi. Ancak kaydetmeli ki Türkiye'yi kim "kaybetti?" ve Türkiye "Doğuya mı meylediyor?" şeklinde sorular soruluyorsa da Ankara'nın yaklaşımında olağanüstü bir durum söz konusu değildir. Soğuk Savaşın sona erdiği bir zemin üzerinde değerlendirildiğinde, Türkiye'nin AB'yle işkence altındaki ilişkileri ve Irak savaşının yol açtığı güvenlik tehdidi karşısında başka herhangi bir Türk hükümetinin benzer bir dış politika izlemesi muhtemeldi. Hamas serüveni bir kenara, Türkiye'nin Ortadoğu politikalarının Türkiye'nin ulusal çıkarlarına uygun olduğu yeterince açıktır ve dahası, Washington Türkiye'nin bu politikalarını kendi bölgesel amaçları için kaldıraç olarak kullanabilir. Kürtler yakın bağlar tesis ettikçe Irak'ın son onsekiz aydır kaydettiği ilerlemeleri başa sardıracak Türk askeri müdahalesiyle ilgili en berbat senaryolardan bazılarının önü kesilerek bu problemlerin çapı küçültülmektedir. Celal Talabani, Türk ve Iraklı Kürtler arasında gelişen ilişkiler bağlamında, PKK teröristlerine silahları bırakma veya Irak’ı terk etme çağrısı yaptı. Türkiye, ABD için Irak'ın istikrara kavuşturulması oyununda ne yapacağı belli olmayan joker değildir artık. İran, Suriye ve İhtiras ABD nokta-i nazarından bakınca, Türkiye'nin en tartışmalı iki Ortadoğu ilişkisi İran ve Suriye'dir. Eleştirmenler bu iki bağı Ak Parti'nin İslamcı dünya görüşüne delil sayarlarken, aslında Ankara 1990'ların sonu ve 2000'lerin başları itibariyle Tahran ve Şam ilişkilerini beslemeye başlamıştı. Türk liderliği Obama yönetiminin Tahran'la diyalog kurma çabalarına destek veriyor. Türkiye'nin bakış açısından, İran'la iyi ikili ilişkiler ve bölgesel istikrar hayati önemdedir; ideolojik nedenlerden ötürü değil, ekonomik hesaplardan dolayı. İran, Rusya'dan sonra Türkiye'nin en büyük doğal gaz tedarikçisidir. Türkler, kaynaklarını çeşitlendirmek istemelerine ve yenilenebilir enerji kaynaklarına büyük yatırım planları yapmalarına rağmen, Ankara, kısa ve orta vade'de, hem Tahran'la hem de Moskova'yla dostâne ve işbirliğine dayalı ilişkileri ayakta tutmak için elinden geleni yapacaktır. Irak ve İran'dan Ortadoğu barışına kadar bir dizi önemli meselede Türkiye'nin izlediği politikalar geneli itibariyle Birleşik Devletlerin politikalarıyla tutarlıdır. Türkler uzun zamandır istikrarlı ve federal bir Irak arayışında oldular. Ankara ve Özerk Kürt Yönetim Bölgesi Erbil arasında çiçek açan ilişkiler ve Kuzey Irak'a yapılan hatırı sayılır miktardaki Türk yatırımı, Washington'ın Irak politikasını çetrefilleştiren bir etkeni yatıştırmaktadır. Kerkük'teki durum ve PKK terörünün devam etmesi, parlama noktası olmayı sürdürüyor fakat Türkler ve Iraklı Enerji tedariğinin icap ettirdiği zaruretler, Türkiye'nin Suriye'yle ilişkilerinde söz konusu değil ancak bu ilişkinin de güçlü ekonomik unsurları var. Türkiye'nin geri kalmış güney kesimi Şam'a, Kayseri, Ankara veya İstanbul'dan daha yakındır. Türkler, artan ikili ticaretin can alıcı iki amaca hizmet ettiğine inanıyor: Cizre, Gaziantep ve Diyarbakır gibi illerin kalkınmasını teşvik 132 etmekte ve Suriye ekonomisine destek vermektedir. AK Parti dış politikasının mimarları, Türkiye'nin komşuları kalkındıkça sulhperver olmalarının daha muhtemel olduğunu, bunun Türkiye'nin güvenliğine katkıda bulunacağını ve barışa meyilli bir bölgesel çevre sağlayacağını savunuyorlar. Türkiye'nin Suriye'yle bağları bir diğer jeostratejik çıkara hizmet ediyor. 20062007'de, bazı dış politika analistleri Şam'ın İran'la stratejik ilişkiden koparılabileceği fikrine tutundular. Şam'ın kolayca Tahran'dan koparılması ihtimal dâhilinde olmamasına rağmen Beşşar Esad rejimine İran yerine cazip bir alternatif sunmada Türkler önemli bir rol oynayabilirler. Amerika nazarında Türklerin Suriyelilerle diyaloğa soyunması, Esad'ın Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve tecrit edilen İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejat'la konuşmasından tercihe daha şâyandır muhakkak ki. Ankara 2008 yılında Suriye ve İsrail arasında dolaylı görüşmelere ev sahipliği yaptığında, Türkiye'nin Suriye'yle bağlarının faydası, kendisini Ortadoğu’da çoktan göstermişti. O görüşmeler bir sonuca varmadı ve İsrail'in Aralık 2008'de Gazze'ye saldırması üzerine sona erdi ancak Suriyeliler ve İsrailliler Türkiye'nin aracılığı sayesinde herhâlükarda ilerleme kaydettiler. ve İran'la çatışma içindeki PJAK'la bağ kurduğuna dair gelen haberlerden kaygı duymaya başladılar. Kudüs Türk etkinliğiyle ilgili olarak S.Arabistan ve Mısır gibi geleneksel bölge güçlerinin çabalarını yine de baltalayacaktır şeklinde Ortadoğu’da âşikar bir his de var. Kahire ve Riyad, Filistin uzlaşmasının peşindeyken, Türk etkinliğinin, el Fetih'in şartlarını kabul etmesi için üzerindeki Arap baskısına Hamas'ın direnç göstereceği bir yol sağlayacağı şeklinde kaygı var. Ama yine de Türkiye'nin Ortadoğu’da yapıcı bir rol oynayabileceğine kuşku yok. Türkiye, çok önemli ana meselelerin birçoğunda bölgesel oyuncuların güvenini kazandı. Sonuç olarak, Türkiye, ABD'nin kaynaklarının azaldığı bir Ankara, İsrail'in Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki hareketlerinin Türklerin ve barış için gayret gösteren diğerlerinin çabalarını baltaladığını savundu. İki ülke arasındaki ilişkiler İsrail'in Gazze saldırısı sırasında kötüleşti ama İsraillilerin üst düzey bir dışişleri yetkilisini Ankara'ya gönderdiği haberleri iki ülke hükümetlerinin güveni yeniden tesis etmenin yollarını aradıkları şeklinde değerlendirilebilir. Şayet İsrail'in yeni Başbakanı Benjamin Netanyahu pek çoklarının umduğu şekilde Suriye'yle barış üzerinde durursa, Türkiye başlangıçta iki tarafı bir araya getirme ve görüşmelerine aracı olmada belirgin bir rol oynayacaktır Son olarak, Türkiye'nin karşısındaki sorunların birincisi diğer önceliklerini zedelemeden bölgede faal bir rol oynama kapasitesine sahip olup olmadığı; ikincisi Ankara'nın oynamaya niyetlendiği rolü diğer bölgesel güçlerin nereye kadar isteyecekleridir. Türkler şimdiye değin Ortadoğu’da nüfuzlu olma arzularıyla Kafkasya, Kıbrıs ve Avrupa'daki ulusal çıkarları arasındaki dengeyi gözetmiş duruyorlar. Türkiye'nin Ortadoğu’daki en karmaşık ilişkileri herhalde İsrail’le olanıdır. Bu iki ülke yakın askeri ve iktisâdi bağları muhafaza ederken ilişkiler kararlı bir şekilde sıkıntılı seyrediyor. Başlangıçta İsrailliler Türkiye'nin Ortadoğu yaklaşımında Filistin’e karşı bir meyil algıladılar ve Ankara'nın Tahran'la ilişkilerinden nem kaptılar. Aynı zamanda, İsrailliler dediklerine göre Başbakan Erdoğan'ın Suriye ve İsrail arasındaki aracılık çabasına tam bir güven duydular. Türkler, İsrail'in Iraklı Kürtler ve PKK'yla ilişkide olan 133 zaman diliminde, Ankara ve Washington çıkarlarının çakıştığı yerlerde can alıcı önemde bir müttefik olabilir. 7 Nisan 2009 Kaynak: Amerikan Dış İlişkiler Konseyi Çeviren: M. Alpaslan Balcı 134 Osmanlıya Duyulan Özlem Nadya Hicab dünya sahnesine güvenle ilerleyen bir ulusla, mukayese etmek moral bozucudur. Mesela İsrail'in Gazze saldırısına verilen tepki üzerinden kıyaslayın. Arap dünyası dağınıklık içinde bocalarken Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan insanlığa karşı suç olduğunu söyledi. Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in Davos'ta sarfettiği sözleri protesto etmek için azametle paneli terkedip giderken Arap liderleri oturma vaziyetindeydi. Arap devletleri, aralarındaki bağları onararak bu ay sonunda Katar'da düzenlenecek olağan zirve için hazırlanıyor. S. Arabistan, Suriye-Mısır ilişkilerini bir mini zirvede tamir etti; Mısır ise Filistinliler arası görüşmelere ev sahipliği yapıyor. Tüm bunlar memnuniyetle karşılanacak gelişmeler ama bağlar, diğer yandan da tamir edilebileceğinden daha hızlı bir süratle çözülüyor gibi. Çeşitli Arap devletleri İran'ın davet edildiğini duyunca içerlemiş. Ürdün basını, ülke tarihinin Katar merkezli el Cezire kanalında yapılan tasvirinden memnun değil. Bu şekilde konuşmanın bedelini ödememesi, Türkiye'nin gücünün alâmetidir. Bilakis İslamcı yönetimine arzulu bir şekilde kur yapılıyor. ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton Mart ayında Türkiye'yi ziyaret etti; Barack Obama ise Nisan'da ziyaret edecek. 22 Arap ülkesinin küresel ekonomik krizin daha da azdırdığı pek çok sorunları var (yerel ve bölgesel çatışmalar, sallantıdaki ekonomiler, hızla artan nüfus ve buna bağlı olarak artan okul ve iş ihtiyacı, su kıtlığı gibi) Ne ki beklenti çıtası düşük: Öyle ki makul düzeyde katılımın olduğu bir Arap zirvesi başarılı addedilecek. Türkiye, Arapların kazanamadığı bir şekilde dünyanın saygısını nasıl kazandı? Bunun sebepleri, Türk ve Arap tarihleri arasındaki farklılıkta yatmaktadır: Arap bölgesinin büyük bir kesimi, Osmanlı hâkimiyeti öncesi ve sonrasında ya işgale uğradı yahut da sömürgeci güçler - İngiltere, Fransa ve İtalya – tarafından kontrol edildi; Filistin üzerinde İsrail’le süren altmış yıllık çatışma Arapların enerjisini emdi; Arap petrolü, dış müdahaleyi çeken bir mıknatıs olmayı sürdürdü; Türkiye, NATO'ya katılarak ve AB'ne katılım için hazırlık yaparak Batının kaderine ortak oldu. Bir Arap ulusçunun geçmiş asırlara, bölgenin büyük bir kesiminin Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyetinde olduğu zamanlara özlemle bakmasında şaşılacak bir şey var mıdır? Doğru, genç erkekler mecburi askerilik hizmetinden kaçmak için dağlara tepelere gizlenirdi o zamanlar. Ağır vergiler vardı ve gayri müslimler *zımmiler] dini vecibelerini yerine getirmek için bir miktar ilave vergi *cizye+ ödemek zorundaydılar ama İspanyol Engizisyonundan çok daha iyi bir yaklaşımdı. Pek çok artıları vardı: Bir Arap’ın bölgede seyahat etmesi ve ticaret yapması bugüne nazaran çok daha kolaydı. Ama Türkiye de mücadelelerle karşılaştı: Kanlı *bir terör+, demokratik güçler ve ordu arasında zorlu bir mücadele ve laiklerle İslamcılar arasında keskin bir bölünme yaşadı. Ve Türkiye, vatandaşlarının gözetlediği modern bir devlet olmaya çok yakın: Demokrasi, dış müdahaleye karşı korunma ve ekonominin sıhhatli bir şekilde yönetimi. Araplar sanatta, bilimde ve yönetim alanında birçok başarının altına imza attılar ama yine de Arap devletlerini Türkiye'yle, Seçimler Arap devletlerinde değişen derecelerde meşruiyete sahip fakat iktisâdi 135 ve siyasi güç nihayetinde yöneticilerin elindedir. Liderler meşruiyetleri için halkın iradesine bağlı olmadıklarından dolayı içlerinden bazıları aslında yabancı müdahaleyi hoş karşılamaktadır, ki siyasi teşkilatı da zayıflatmaktadır bu. yabancıların böl-yönet stratejisine hizmet eden hizipçi ayrılıkların üstesinden gelecektir. Dâhili istikrara kavuşmuş bir Arap dünyası İran’ı düşman olarak görmeyecektir. İşte Arap zirvesinin bu meydan okumayı cevaplandırması umudu. Cevaplandırmadı mı! Madem ki öyle, gelsin Osmanlı, ne var ne yoksa, handiyse hepsi de bağışlanmak üzere. Ekonomik büyümeye gelince, Türkiye ve Mısır'ın nüfusları kabaca birbirine çok yakın (birinin 71 milyon diğerinin 81 milyon). Benzerliğin bittiği nokta yine burası. Türkiye'nin GSYH'ı 930 milyar dolar yani Mısır'ın 453 milyar dolarlık GSYH'nın iki katı. Türkiye'nin çektiği (125 milyar dolar) doğrudan yabancı yatırım da yine iki kat fazla (Mısırın payı 59 milyar dolar). 28 Mart 2009 Çeviren: Ertuğrul Aydın Câri iç üretimi emecek nüfus büyüklüğüne Arap ülkelerinin ancak çok azı sahip. Arap zirvelerinde defalarca söz verildi ama yine de Araplar arası ticaret, 1950'lerden beri toplam dış ticaretlerinin sadece yüzde 10'nu civarlarında seyrediyor. Aynı kalkınma düzeyindeki Asya ülkeleri ise Asya içi ticareti, toplam ticaretlerinin yüzde 35'ine yükseltebilmeyi başardılar. Yapılacak zirvede bu gerçekler ele alınabilir, ki şu esaslar çerçevesinde alınmalıdır da: İsrail'in kendi eliyle yaptığı Gazze saldırısının serpintilerine mâruz kaldığına ve müstakbel sağcı hükümetinin şekline bakınca, Arap Barış İnisiyatifi'nin halen güçlü bir diplomatik yumruk olduğu söylenebilir. Madem ki bölge insanlarının serbest dolaşımına henüz hazırlıklı değiller o halde hükümetler mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı için ellerini hızlı tutmalılar. Konuşma özgürlüğü ve bilgiye erişim arttı fakat demokratik süreçlere artık daha fazla direnç gösterilemez (sadece seçimler yetmez, bütçeyle ilgili süreçler de şeffaf yürütülmelidir). Devlet ve vatandaşları arasında muhkem ilişkilerin tesis edilmesi, etnik ve dini çeşitliliği de ihtiva edecek ve 136 O halde İsrail'in dostu kim? İpucu: Amerika değil - Tony Karon 1948'de topraklarını kaybetmiş olmaları, 1967'de Batı Şeria ve Gazze'nin işgaliyle özgürlüklerini kaybetmiş olmalarından dolayı idi. Filistinliler benzer şartlarda şerefli her halkın vereceği tepkiyi veriyorlardı ve İsrailliler de bunu biliyorlardı. Dostlar, dostun içkili araba kullanmasına izin vermez diye eski bir Amerikan sözü vardır. Bunu ölçü olarak aldığımızda, Amerika son on yıldır İsrail'in gerçek bir dostu değildir. Zira Amerika İsrail'in öylesine pervasız bir davranış modeli geliştirmesine izin verdi ki İsrail'in çevresindeki devletler ve halklarla barış içinde bir arada yaşama ihtimalini tehlikeye soktu. Saldırgan bir sarhoş, en fena küfürlerini ona hakikati söyleyen, davranışının tahammül edilebilir gibi olmadığını, hem kendisini hem de başkalarını tehlikeye attığını ve devam etmesine izin verilemeyeceğini söyleyen dostlarına saklar. Rabin, Filistinlilere kaybettikleri toprakların, hiç değilse bir kısmının verilmesiyle ve acıklı durumlarına adil bir çözüm sunulmasıyla barışın sağlanabileceğine inanıyordu. Clinton, iki devletli bir çözümle komşularıyla arasındaki çatışmayı gidermesine yardım ederek İsrail'e karşı dostluğunu ifade etti. Fakat Camp David iflas etti ve arkasından İkinci İntifada başladı; Clinton'ın yerini George Bush aldı; İsrail'de ise "barış için toprak" ilkesinin sert muhalifi Ariel Şaron da iktidara geldi. Barış sürecinin öldüğünü ilan etti ve ezici bir askeri güçle İkinci İntifada'yı bastırmaya koyuldu. Dolayısıyla İsrail'in en kavgacı liderlerinin yumruklarını Türkiye'ye savurmasında, en son da dışişleri bakan yardımcısının Türk büyükelçisini kasıtlı olarak aşağılamasında şaşılacak bir şey yoktur. Dile getirilen şikâyet, İsraillilerin bir Türk dizisinde olumsuz şekilde tasvir edilmeleriydi. Daha derindeki şikâyet ise Türkiye'nin, eski dostu Türkiye'nin artık ABD veya Avrupa'nın işitmediği bir mesaj iletmeye başlaması: İsrail'le normal ilişkilerin sürdürülmesi, İsrail'in barış politikası izlemesine bağlıdır. Amerika'nın Ortadoğu politikasının kesinlikle İsrail'in tarafını tuttuğu Clinton yıllarında, İsrail'in belirli sınırlara sahip olmamasından kaynaklanan bir çatışma durumu içinde olduğu kabulüne bağlıydı yine de. İsrail'in nerede başladığı ve nerede bittiği, o sınırlar içerisinde kimin yeri olduğu, 1948'den beri bir çatışma meselesidir. 11 Eylül saldırıları, Amerikan politikasındaki değişime mührünü vurdu. Bush yönetimi, küresel "terörle savaşında" önemli bir cephe olarak, İsrail'in kendisini İkiz Kulelere saldıranlarda olduğu gibi aynı nihilist ideolojinin teşvik ettiği teröristlerin saldırısı altındaki bir diğer batılı ülke olarak tasvir edişini memnuniyetle kabul etti. Hamas ve el Aksa Şehitleri'nin intihar saldırıları bu anlatının ekmeğine yağ sürdü, barış için taviz versin diye İsrail'e baskı yapılması fikrini sona erdirdi; İsrail-Filistin ilişkisinde kilit mesele artık İsrail'in güvenliğiydi. Terörle savaş adına İsrail'e Filistinlileri bombalama ve ablukaya alma serbestiyeti tanındı. George Bush, İsrail'i dizginlemekten vazgeçmenin yanı sıra, aynı şeyi yapsınlar diye Avrupalılara da kabadayılık yaptı. İsrail'in "terörle savaşını" desteklemek, Washington'ın Filistinlilerle toprak karşılığı barış yapması için İsrail'e bastırmasına yol Clinton ve İsrail'li mevkidaşı İzak Rabin, Filistinlilerin niçin silaha sarıldığını tam olarak anlamışlardı: Fanatik dini bir ideoloji veya Yahudi nefretinden dolayı değil de 137 açabilir şeklinde boş bir ümit taşıdılar belki de. Erdoğan, İran ve Hamas gibilerle yakınlaşma kabiliyetine Washington'ın dayattığı kısıtlamalara kulak asmıyor ve Gazze'den Afganistan'a kadar uzanan bir coğrafyadaki çatışmalarda en etkili arabulucu olarak hızla yükseliyor. Tam tersine yol açtı. İsrail, savunmadaki Filistinlileri dövmekte ve intihar bombacılarını dışarıda tutmak için güvenlik duvarı inşa etmekte serbestti; ve aynı zamanda İsrail'in işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs topraklarındaki kontrolünü pekiştirdi. Filistinlilerin gözden ırak olmasıyla, duvarın arkasındaki İsrail toplumu basitçe yoluna devam etti. İsrailliler, kendi toplumlarının bekası için barışa ihtiyaçları olduğuna artık inanmıyorlar. Kamuoyu yoklamalarına göre İsraillilerin yüzde 40'ı, Filistinlilerle barış görüşmelerinin yeniden başlamasını ümit ediyor ancak bu yolla bir şey elde edilebileceğine inananların oranı bu yüzdenin ancak yarısı kadar. İsrail liderleri demografik değişimin iki devletli çözümü şart koştuğunu artık kabul etseler de, bu soyut bir ilke; İsrail toplumu şu an statüskodan memnun. Ama ne ki Filistinliler için tahammül edilebilir gibi değil. Söz konusu olan ister İsrail'in Doğu Kudüs'te kontrolü artırması isterse Gazze ekonomisinin boğulması veya Gazze'nin bombalanarak enkaza çevrilmesi olsun, Amerika'nın muvafakatı, İsraillilerin hiçbir eleştiriye veya kısıtlamaya dayanamayan bir küstahlık geliştirmelerine katkı sağladı. Barack Obama, yerleşim birimleri inşasını durdurmanın İsrail'in çıkarlarına olduğunu söylemesine rağmen, İsrail'e gerekli baskıyı uygulamanın siyasi bedelini hiç bir Amerikan başkanının ödeyemeyeceğini bilen İsrailli liderler onun bu talebini göz ardı ettiler. Eğer İsrail ileriyi görebilseydi, bu gelişmeleri olumlu karşılayabilirdi. Şimdiye değin İsrail'in davranışına aleni olarak meydan okumayı dileyen bölgedeki tek lider, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejat'tı, ki İsrail'in bu eylemlerinin ve bir de diğerlerinin bu eylemlere meydan okumada düştüğü acziyet neticesinde bölgesel nüfuzu kayda değer bir şekilde artmıştır. Batılı güçlerin artık söyleme iradesi göstermediği şeylerde Türkiye başı çekerse İsrail için -samimi söylemek gerekirse ABD için de – hayırlı olacak bu. Çünkü Türkiye'nin mesajı çok basit. İsrail'in ayılması gerekiyor. 19 Ocak 2010 Kaynak: (BAE) The Çeviren: M. Alpaslan Balcı Bugün İsrailli liderler Türkiye'nin "İslamcı kampa" kaydığından sızlanıyorlar. Gerçek şu ki Türkiye - geçen yıl İsrail'in Gazze'de orantısız güç kullanmasını kınamakla başlayan - acı gerçekleri anlatan yakın bir müttefiktir. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip 138 National Türkiye'nin arabuluculuğu ve İran'ın nüfuzu tastamam Obama'nın omuzlarında değil. Aksine inanmak, Türkiye'nin Adalet ve Kalkınma Partisini ve Amerikan karşıtlığını körükleyen medyasını mazur gösterir. AKP yönetimi döneminde Birleşik Devletlere şamar atmak ulusal spor haline geldi. En berbat fitne / tahrik örneği, Başbakan Tayyip Erdoğan’a yakın İslamcı bir gazetenin,Yeni Şafak gazetesinin Amerikan askerlerinin binlerce Iraklı kadına tecavüz ettiği hikayesini yayınladığı 2003 Ekim ayında yaşandı. Ağzı bozuk suçlamalar, bir sonraki ay 11 kişinin öldüğü, HSBC Bankası Türkiye merkezinin tahrip edildiği intihar saldırısına motivasyon sağladı. Türk İkilemi - Jeffrey Azarva Kasım ayında Türkiye'yi ziyaret ettiğimde havaya Barak Obama'nın seçim zaferi hâkimdi. Bazı köylülerin 44'ncü başkanın seçilmesi şerefine 44 kurban kestiklerini duydum. Şenlikte yalnız değillerdi: Doğrusu, karşılaştığım pek çok kişi, seçilmiş Başkan Obama'nın, ABD'nin mânevi saflığını onaracağına ve hasar görmüş ABD-Türkiye ilişkilerini düzeltebileceğine inanıyorlar. Böylesi bir iyimserlik şaşırtıcı değil. Başkanlık töreni yaklaşıyor ve hiç değilse kısa bir süreliğine olsun ABD kamuoyunda iyi niyet artışı söz konusu olacak, ki bunun nedeni Obama'nın George W. Bush olmaması gerçeğinden başka bir şey olmasa gerek. AKP'ye yakın İslamcı medyanın dizginleri yine de gevşemeye devam etti. Temmuz 2008'de İstanbul'daki ABD konsolosluğuna saldırı düzenlendiğinde, AKP taraftarı basın organları yine çok öfkelendi. Vakit gazetesi, üçü polis altı kişinin öldüğü saldırının, Ankara'yı Washington'ın kucağına itmek isteyen Amerikan, İngiliz ve İsrail istihbaratlarının işi olduğunu yazdı. AKP'nin müteakip sessizliği, Türklerin bu fikirden kurtulması yönünde pek bir iş görmedi. Böyle bir sıçrayışa Türkiye'den başka hiçbir yerde bu denli ihtiyaç hissedilmiyor. Washington ve Ankara arasındaki ilişkiler son yıllarda yıprandı. Türkiye'nin II. Körfez Savaşında ikinci bir cephe açılmasını reddettiği Mart 2003'den Kongre'de Ermeni soykırımının tartışıldığı 2007 Ekimine kadar yaşanan olaylar karşılıklı güvensizliği ve suçlamaları besledi. Yapılan kamuoyu araştırmaları, Türklerin yeryüzündeki en Amerikan karşıtı ulus olduğuna işaret ediyor. Adana şehrinde lise öğrencileriyle karşılaştığımda böylesi bir karalamanın toplam etkisini gözlemlemiş oldum. Dışişleri Bakanlığının desteklediği, ABD-Türkiye ilişkilerindeki boşluğu kapatmak için düzenlenen değişim programının bir parçası da olan toplantı, ABD hakkında Türk medyasındaki çarpıtılmış görüşleri ifşa etti. Örneğin, 2004 yılında meydana gelen tsunami felâketinden sonra ABD'nin yaptığı yardım ve kurtarma çalışmaları hakkında öğrencilerin hiçbirisi bir şey bilmiyordu hatta ki çeşitli Türk gazeteleri doğal felâketin sorumlusu olarak ABD'yi görüyorlardı. Daha kötüsü, hepsi de PKK teröristlerinin Irak'taki ABD kuvvetlerinden silah yardımı aldıklarına inanıyorlardı. Türkiye'deki yaygın kanaat, güven krizinde hissenin büyüğünü Bush'un Beyaz Sarayının kapısına bırakıyor. Buna göre, şayet ABD politika yapımcıları, Irak savaşına doğru hızla seyredilirken Türklerin endişelerine hakkını teslim etmiş ve PKK teröristlerine karşı mücadelede Ankara'ya yardım etmede zorluk çıkarmamış olsalardı, Türklerin ABD'yi şiddetle eleştirme nedenleri olmayacaktı. Bununla birlikte Bush yönetimi politikasının tersine seyretmesinin, tek başına Türkiye kamuoyunda büyük bir değişimi harekete geçireceğine inanmak saflık olur. ABDTürkiye ilişkilerinin iyileştirilmesi yükü 139 Medyanın bu son efsânenin işportacılığını yapıyor olması çarpıcıdır. ABD'nin Kürt politikası 2007'den beri tam tersi bir seyir izliyor. Kızgınlık kolay kolay geçip gitmeyebilir ama ABD, bir aralar kuzey Irak'taki mevcudiyetine müsamaha gösterdiği PKK'ya karşı artık azimle hareket ediyor. Türk savaş uçakları bugün ABD istihbaratı ve onun zımni muvafakatıyla, PKK hedeflerini vurmak üzere düzenli bir şekilde Irak hava sahasına giriyor. Türk medyası yan çizmeye hâlâ devam ediyor. 4 Ekim 2008 tarihinde 15 Türk askerinin hayatını kaybettiği PKK saldırısından sonra yaygın bir basın organı olan Milliyet gazetesi, saldırıda kullanılan "ağır silahların ABD otoritelerinin bilgisi olmaksızın naklinin, konuşlandırılmasının ve de kullanılmasının" söz konusu olamayacağı fikrini yürüttü. Milliyet seküler olabilir fakat oradaki gazeteciler AKP çizgisine uygun hareket etmek için gittikçe artan bir baskı altında buluyorlar kendilerini. olduğu gibi anlatmaya başlamalı ve Amerikan karşıtlığını dizginlemelidir. Olmadı mı da "Türkiye'yi kim kaybetti?" sorusuna verilecek cevap, mevcut anlatının inanmamızı istediğinden çok daha farklı sonuçlanacaktır. , 19 Ocak 2009 Çeviren: Ertuğrul Aydın AKP'nin medya aygıtı da benzer komplo teorileri aktardı. Ancak fitne / tahrik, amelî günahtan ibaret değil. AKP liderliği Amerikan karşıtı söyleme göz yumarak, sık sık gerçek olarak kabul gören Amerikan karşıtı söylemi reddetme hususunda başka yerlerde defalarca başarısız oldu *Çen. Notu: Yani amelî günahın yanısıra itikadi günah da işlemektedir.+ AKP, fesatçı her yorumun hesabını vermeye davet edilemez ama Amerikan karşıtı duygular onların döneminde yaygınlaştı. Eyvahlar olsun ki Türkler duyduklarına göre hareket etmeye istekli görünüyorlar. Washington bu duruma artık daha fazla göz yumamaz. Obama meseleleri hal yoluna koymak için yardıma koşabilir – PKK'ya karşı Irak Bölgesel Kürt yönetiminin desteğini sağlamak iyi bir başlangıç olacaktır - ama meseleleri tek başına çözemez. AKP, her şeyi 140 Türk Tavsiyeleri - Ghassan Charbel tekliflerine dayanan görüşmeleri tercih etmesini tavsiye etti. Zira gelişmeler bu açık pencereyi çok geçmeden kapatabilir. Ahmedinejat'ın ziyareti Türkiye'nin korkularını gidermedi. Daha da kötüleştirmiş bile olabilir. Ziyaret süresince İran Cumhurbaşkanı'nın ilave uluslararası müeyyidelerden kaçınmak adına bir Türk penceresi arayışında olduğuna dair hiçbir telkini olmadı bu ziyaretin. Duruşunu yeniden vurgulayacağı bir Türk/NATO platformu arayışı içindeydi açıkça. Misafir, tavsiyeden nasiplenmedi. Tarihe yönelerek, İran'ın köklü bir ulus olduğunu, ne uyarıları kabul edeceğini ne de baskılara boyun eğeceğini söyledi. Uranyum zenginleştirme programını askıya almayı ve askıya alma karşılığında herhangi bir takası reddetti. Ahmedinejat'ın durum değerlendirmesi, tepkisinden çok daha ciddiydi. Amerika'nın mağlup edildiğini, bölgedeki mevcudiyetinin küçüldüğünü dolayısıyla dünyanın bu bölgesindeki nüfuzunun da azaldığını söyledi. İsrail'in de sona doğru gittiğini ifade etti. Gül, misafirinin güçlü bir şekilde ifade ettiği kanaatlerini paylaşmadı ve bunları kabullenmenin tehlikeleri hakkında onu uyardı. Türkiye'nin, İran'ın nükleer krizle ilgili tutumunu ciddi bir şekilde değiştireceğini umduğuna inanmak çok güç. Ancak Türkiye, Tahran'ın, uluslararası iradeyi hiçe saymayı sürdürdüğü takdirde, krizin yol açacağı tehlikelerin ve hüner numaralarının sonuçlarının daha bir farkında olduğunu gösteren işaretler arıyordu. Ahmedinejat'ın İstanbul’a böylesi işaretler göndermek için gelmediği, ziyaretin sonuna doğru belli olmuştu. Dahası, Türk kaynaklar, zor misafirin konuşmalarının sonuçları hakkında yaşadığı hayal kırıklılığını sakladılar. Türkiye'nin, İran'ın komşusu olduğundan dolayı sorumlulukları çerçevesinde ve askeri karşılaşma durumunda İran'a ve bölgeye acı verecek hasarın büyüklüğünün farkında olarak hareket ettiğini söylediler. Kaynaklar, Türkiye'nin yapması gereken ne ise onu yaptığını ve krizin gelecekteki seyriyle ilgili olarak topun artık Tahran'da olduğunu söyler gibiydiler. Misafirin tepkisi Türk tarafını hayrete düşürdü ve bir dizi soruya yöneltti: İran, başkanlık seçimini Barack Obama'nın kazanacağına ve onun görüşmeden başka seçeneği olmadığına dair bahse mi giriyor? İran, nükleer program hakkında daha sert bir duruş benimseyen, hiçbir devlet yetkilisine kımıldama şansı bile vermeyen ulusal fikir birliğinin tutsağı mı oldu? Esneklik gösterebilecek tek şahsiyet dini lider Ali Hameney midir? Şayet öyleyse, o halde bölge ve dünya gerçekleri hakkında onun değerlendirmelerinin Ahmedinejat'ın değerlendirmelerinden daha gerçekçi olduğuna kim teminat verecek? İran, içerideki güç merkezlerinin gelecek yıl ki başkanlık seçimleri hattı boyunca sürdürdükleri çatışmanın tutsağı mı oldu? En ciddisi de, İran'ın sarp kayalıklardaki oyunu er geç aşağıya yuvarlanmasıyla neticelenmesin? Türk kaynaklar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün bölgede yaşanan bir önceki tecrübeye yani Saddam Hüseyin ve Rejimi tecrübesine işaret edecek denli misafirine karşı açık ve şeffaf olduğunun altını çizdiler. İşte bundan dolayı, elindeki fırsatı gelecek haftalarda kullanmasını ve altı devletin 141 Türk ve İran lügatleri arasındaki fark, fark-ı azimdir. İki proje arasındaki mesafe hayli geniş. Tahran, kendi gücünü tesis etmek için Amerikan gücünü bölgeden defetmenin rüyasını görüyor. Diğer yandan Ankara, çok sayıda oyuncuyu dâhil eden ve büyük güçlerle askeri karşılaşmaya mahal vermeksizin veya onların çıkarlarını tehdit etmeksizin krizleri yatıştıran bir çerçeve içerisinde meselelerini halletmeleri adına bölge devletleriyle yakınlaşmayı, daha büyük bir role soyunarak yakınlaşmayı istiyor. Tahran, füze ve direniş kültürüne yaslanarak ittifaklar şekillendirmek suretiyle liderlik hazırlığı yapıyor. Ankara ise ekonomik işbirliğine dayalı bağlar tesis ederek, çatışmaları sona erdirerek ve bölgesel ve uluslararası gerçeklere saygı duyarak dikkat çekici bir role soyunuyor. İstanbul'da, Türk diplomasisinin, Sovyet ve Saddam sonrası döneme dair realist tecrübeler ve okumalar biriktirdiği hissediliyor. Türkiye'nin mutedil tavsiye verirken faal olması bu yüzden. Bölge devletlerine, güçlü ve müreffeh bir Arap Irak'ına destek tavsiyesi veriyor. Suriye'ye İsrail ile barış yolunu tâkip etmesi tavsiyesini veriyor. İsrail'e barışı ve barışın bedelini kabul etmesi tavsiyesini veriyor; Lübnan'a ise 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararına bağlı kalmasını tavsiye ediyor. Bu tavsiyeleri, tehlikeli maceralara ve aceleci kararlara karşı uyarmak için yapıyor ve buna Gürcistan'daki krizle birlikte bölgedeki birkaç devlete, geçmişte Sovyetler Birliğinden yana olmaları gibi, Rusya'dan yana bahse girmelerine imkân veren “ABD'nin gücünü kaybettiği bir safhada olduğu” kararı dâhil. Ağustos 2008 Çeviren: Ertuğrul Aydın 142 Türkiye'nin Kafkasya'daki Sıkıntısı - Michael Reynolds eden bir ülke olarak diğer etnik ayrılıkçılık örnekleri ve sınır değişiklikleri bilhassa Ankara'nın dikkatini çekmelidir hani. Kısaca hem Rusya hem de Gürcistan, stratejik, ekonomik ve tarihi bakımdan Türkiye için muazzam denecek ölçüde önemlidir ve Rusya ve Gürcülerin (nominal olarak) uğruna savaş yaptıkları toprak bütünlüğü ve hür irade/self-determinasyon ilkesi, Türkiye'nin en hassas güvenlik kaygılarıyla doğrudan ilgilidir. Rusya ve Gürcistan arasında bu ayın başlarında patlak veren savaş, Washington'u nasıl hazırlıksız yakaladıysa Ankara'yı da öyle hazırlıksız yakaladı. Türk Dışişleri Bakanlığının Kafkasya masası haberlere bakılırsa fiilen kadrosuz. Bölümün müdürü geçici olarak Musul’a tayin edilmiş; iki numaralı ismin oturacağı koltuk ise son altı aydır boş. Üç numaralı isim ise yine aynı şekilde geçici olarak Nahçıvan’a atanmış; masaya atanan diğer isimler ise tatilde; dolayısıyla koşuşturma içine girenler diğer masalardaki görevi başında bulunan diplomatlar. Türkiye'nin Rus-Gürcü savaşına hazırlıksızlığı rastlantı değildir; bu durum, daha ziyade Kemalizm mirâsını yansıtmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk'ün dış politikadaki temel kaidesi onun meşhur bir ifadesinde özetlenmiştir: “Yurtta Sulh Cihanda Sulh.” Buna göre Türkiye, emperyal geçmişini unutmalı, yabancılarla başını derde sokmamalı ve iç kalkınmaya odaklanmalıdır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti, kendisini komşularından kasıtlı olarak tecrit etmektedir bilhassa da doğusunda ve güneyinde bulunan komşularından. Kültürel ve diğer aidiyetlerini koparmış, yakın alâka ve etkileşim yerine kâlbi ama mesafeli ilişkileri tercih etmiştir. Sonuç itibariyle Türkiye bugün akıcı İngilizce konuşan, ABD ve Batı Avrupa’yı bilen güçlü bir diplomat, profesör, analist vb kadrolara sahiptir ancak ne var ki emperyal geçmişine bakıldığında komşuları hakkında tabiî bir şekilde sahip olması gereken uzmanlıktan yoksundur. Bu tecrit politikası yeri geldiğinde tehlike (1950'lerde ve 1990'ların başlarında) yaratmış da olsa soğukkanlı bir kopuş ve içe odaklanma, Türk bürokrasisinin başat tercihi olmayı sürdürmüştür. Sürpriz olabilir bu. Türkiye'nin Gürcistan ve Kafkaslardaki olayları özenle takip ediyor olduğunu ummak için mebzul miktarda sebep var. Her iki ülke ortak sınırları ve birbirine örülü bir tarihi paylaşıyor. Gürcistan'ın bir kısmı dâhil Kafkasların büyük bir kesimi asırlar boyunca İstanbul tarafından idâre edilmişti ve bugün küçük ama ateşli bir Abhaz grubu ve başka Kafkas halkları Türkiye'de yaşıyor. Rusya, her ne kadar İstiklal Savaşı (1919-22) gibi kritik zamanlarda Türkiye'nin müttefiki idiyse de son üç asır boyunca Türkiye'yi en büyük rakibi ve en büyük tehlike olarak gördü. Rusya bugün Türkiye'nin kullandığı doğal gazın yüzde 70'ni tedarik ediyor ve Türkiye'nin ikinci büyük ticari ortağı durumunda. Gürcistan, Hazar ve Orta Asya petrol ve doğal gazının geçiş noktasıdır ve Türkiye'nin enerji merkezi olma ve enerji kaynaklarını çeşitlendirme emeli için hayâti bir anlamı vardır. Bir NATO üyesi olarak Gürcistan ordusunun eğitilmesine iştirak etmişti. Ve nihayette Kürt ayrılıkçılığına karşı mücadele Yabancılarla başını derde sokmamasıyla ilgili olarak söylenecek çok şey var ve doğrusu “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi manasız değildir. Ama yine de gönüllü olarak kendisine yüklediği tecrit politikasının bir 143 mâliyeti var. Bu mâliyetler, Soğuk Savaş sonrasında komşuları devâsa siyasi ve iktisâdi dönüşümler yaşarken apar topar Türkiye'nin yakasına yapıştı. Etrafında olan bitenlerden kendisini tecrit etmesi çözüm değildi. Bu kez Türkiye'nin kendisine olan güveni arttı ve daha çok sayıda Türk, ülkelerinin bölgede daha faal bir rol oynaması gerektiğini savunmaya başladılar. Bu arada olumlu bir gelişme, iç ve dış politika meselelerine adanmış hem resmi hem de özel Türk düşünce kuruluşlarının ortaya çıkmış olmasıdır. bildiğimiz bir şey varsa o da Kafkasya'da istikrar sağlanması hususunda fikri birliğin olmadığıdır. Rusya, paktın bir diğer sözde üyesi yani Gürcistan pahasına Kafkasya'daki statükoyu yere çalmada hâlihazırda hesaplı ve başarılı bir çaba sergiledi. Dahası, Rusya'nın savaş gâyesi, Kafkaslardaki güç dengesini değiştirmenin ötesine geçmektedir yani Avrasya'daki başat konumunu onarmayı ve ABD ve AB ile olan ilişkilerini yeniden yapılandırmayı istemektedir. Abhazya ve Güney Osetya, Kafkaslardan daha büyük bir oyunda yer alan piyonlardır. Karşılıklı olarak tatminkâr bir anlaşmaya varabilmeleri için Rusya ve Gürcistan'ın ihtiyaç duyduğu şey, diplomatların -gerçeküstü olanın sınırlarında - buluşacağı yakın mesafedeki tarafsız bir mahaldir. Belki de bu yüzden Erdoğan'ın istikrar paktı çağrısına kısa bir günah çıkarmayla yanıt verdi Rusya basını ve onun ziyaretini Güney Osetya meselesinde Rusya'ya verilmiş bir destek olarak yorumladı. Türk diplomasisinin en parlak ânı değildi. Eski alışkanlıklar ve kurumsal pratikler dokuz canlıdır ve böylesi karmaşık bir bölgede faal bir rol üstlenmek basit bir iş değildir. Eski zihniyeti kaldırıp atmak ve bölgesel meselelerde risksiz bir şekilde tecrübe kazanmak amacıyla bölgesel çatışmalarda arabulucu rolü oynamaya çalışıyor Türkiye. Bu yaklaşımın mimarı, eski profesör ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ın yakın danışmanı ve aynı zamanda Büyükelçi sıfatını haiz Ahmet Davutoğlu'dur. Türkiye böylelikle Suriye ve İsrail arasındaki görüşmelere iştirak etti. Benzer şekilde, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Batı ve İran arasına yer yer aracı olarak girmeye çalıştı. Azerbaycan bir diğer Kafkasya devletidir ve bir süredir statüskodan yoğun olarak şikayetçidir. Bakü, geçen aylarda, statüskoyu gözden geçirebileceğine dair inceden inceye gözdağı veriyordu. Azerbaycan Cumhuriyeti'nin içindeki Ermeni yerleşim bölgesi Dağlık Karabağ üzerinde Ermenistan'la yaptığı savaşın sonucundan hoşnutsuz Azerbaycan. Karabağ savaşı 1988 yılında başladı ki Sovyetler Birliği halen mevcuttu ve yaklaşık altı yıl sonra 1994 yılında ateşkesle sona erdi. Savaşın sonucunda Bakü'nün elinden sadece Karabağ bölgesi çıkmakla kalmadı; Ermeni kuvvetleri Azerbeycan topraklarının kabaca yüzde 15'lik bir kesimini işgal etti ve de buralarda yaşayan yaklaşık 800.000 kişiyi sürgün etti. Erdoğan Rus-Gürcü savaşının ortasında Moskova, Tiflis ve Bakü'ye uçarak ve “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu” önerisi getirerek bu formülün biraz daha ileri başka bir şeklini tatbikata koymaya çalıştı. Bazen pakt olarak da adlandırılan platformun ana fikri, üç Güney Kafkasya devletini, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ı, Türkiye ve Rusya ile bir araya getirmek ve çatışmaları kendi içlerinde çözme imkanı bulmaktır. Fikir çekici duruyor ancak başarılı olmayacaktır. Bu tür paktlar ancak tüm üyeler istikrarı ve iyi ilişkileri, çıkarlarının üzerine koyduğu takdirde işe yarar. Eğer 144 Bakü, diplomatik tedbirlerle eski durumu bugüne iade etmeyi o zamandan beri başaramadı. Ancak petrol sanayisindeki yabancı yatırımlara şükretmeli; böylece bir miktar servet biriktirebildi ve bu serveti ordusunu güçlendirmek için kullandı. Azerbeycan ordusunun Ermeni kuvvetlerini mağlup etme, dışarı sürme ve Karabağ ve işgal edilmiş toprakları tekrar Bakü'ye bağlamaya muktedir olup olmadığı hiçbir şekilde açık değil ancak Azeriler arasında engellendikleri hissinin hâkim kılınması, şanslarını denemeye sevkedebilir. için sağlıksız bir durumdur (doğrusu, Ermenistanı arka cebine çoktan koymuş olan Rusya'nın Ermenileri Karabağ'dan vazgeçmeye zorlayarak Azerbeycanı kendi tarafına çekmeye çalışacağı tahayyül edilebilir). Türkiye, Soğuk Savaş'ın bitişinden bu yana Rus gücünün geri çekilmesinden çeşitli şekillerde menfaatlendi ve savaş öncesinde Kafkasya'daki gidişattan tatminkâr olması için çeşitli sebepleri vardı. Tek istisnası Ermenistan'la olan ilişkileriydi. 1991 'de Ermenistan'ın bağımsızlığını tanıyan ilk birkaç ülkeden biri olmasına rağmen iki ülke arasında ilişki kurulmadı. Çekişmelerden birisi Ermenistan'ın Türkiye Cumhuriyeti topraklarında hak iddia etmediğini kesin bir şekilde açıklaması yönünde Türkiye'nin ısrarıydı. Bir diğeri ise Ermenistan'ın, Osmanlı Ermenilerinin I.Dünya Savaşı sırası ve sonrasında soykırım şeklinde katledildiklerini ve Anadolu'dan sürgün edildiklerini Türkiye'nin tanımasında ısrar etmesiydi. Bir üçüncüsü ise Türkiye'nin, Ermenistan'dan işgal ettiği Azerbeycan topraklarını terk etmesi talebiydi. Türkiye ve Ermenistan, statüskonun korunmasında çıkarı olan iki Kafkasya devletidir. Ermeniler - tanınmamış NagarnoKarabağ Cumhuriyeti ve Ermenistan Cumhuriyeti - Karabağ savaşını kazandılar ve kazanımlarını ellerinde tutmak istiyorlar. Nagarno-Karabağ Cumhuriyeti'nin fiili bağımsızlığını Azerbeycan'ın ve de dünya'nın tanımasını istiyorlar (ya Ermenistan Cumhuriyeti'nin parçası olarak ya da ayrı bir cumhuriyet olarak). Ermenistan, ilave olarak, Ermenilerin işgal ettiği Azerbeycan topraklarından çekilmesi karşılığında Türkiye'nin 1993 yılında uygulamaya koyduğu ablukayı kaldırmasını istiyor. Abluka, kara ile çevrili Ermenistan'ın ekonomik kalkınmasının sarsıntı geçirmesine ve dış dünya'yla bağlantı kurması için Gürcistan ve İran güzergâhlarına bağımlı kalmasına yol açtı. Rus işgalinin Gürcistan limanlarında, demiryolları ve karayollarında yarattığı kesinti, Ermenistan ekonomisini zora soktu ( İronik olan, Türk malları en çok ithal edilen emtiaydı ve bu yollardan ithal ediliyordu) ve Ermenistan'ın tecrit ve savunmasızlığının altını çizdi. Aslında Türkiye ile ilişkisinin olmaması sebebiyle Ermenistan'ın Rusya'ya aşırı şekilde bağımlı kaldığı son savaştan önce bile son derece açıktı ki egemenlik iddiasındaki bir devlet Dördüncü bir başka mesele elbette ki ablukaydı. Ermeni saldırganlığının kurbanı olduğunu düşünen Azerbeycan ablukaya minnettarlık duysa da, kabadayılık eden “Korkunç Türk” klişesini güçlendirerek Türkiye'nin dünyadaki imajına zarar verdi. Bu, Türklerin hassaten usandırıcı buldukları bir şey – Azeriler için sakıncası yok- hele ki Ermeniler savaşta zaptettikleri toprakları işgal altında tutarken. Türkiye'nin Azerbeycana verdiği destek, Osmanlı Ermenilerinin 1915'deki kitlesel ölümlerini soykırım olarak tanımaları için diaspora'daki Ermeni grupların, yasama organları nezdinde dünya çapındaki lobi faaliyetlerine karşı koyan Türk çabalarını zayıflattı. Bazı Türk yetkililer, Ermenistan sınırlarını 145 açmanın bu tür çabaları etkin bir şekilde engelleyeceğine inanıyorlar. dahli olduğunu hatırlamak faydalı olacaktır. Bu çatışmaları Rusya'nın icat ettiğini söylemek değil bu. Bunu söylemesi çok zordur. Rusya bu çatışmaları çevrelemek ve çözüme kavuşturmak için zaman zaman hatırı sayılır derecede çaba sarfetti. Fakat Rusya bu çatışmaların uzağındaki bir güç değildir ve mahrem bir âşinalığı vardır- öyle bir âşinalık ki kendi avantajına kullanabilir; kullanmıştır ve kullanacaktır. Türkiye'nin sınırlarını açması yönünde bir başka teşvik de ekonomi. Türkiye'nin doğusu tecrit halinde; pazarlardan uzak ve az gelişmişlik hâkim. Ermenistan sınırlarının açılması, sınır ticaretini başlatacak ve yerel ekonominin canlanmasına neden olacaktır. Hazar'dan uzanan petrol ve doğal gaz boru hatları için daha iyi güzergâh seçenekleri yaratacağı gibi Hazara ve ötesine ihracat koridorları da açacak yani Türkiye ekonomisi için de nimet olacaktır. Kuvvet, izafidir. Rakibin üstesinden gelme yöntemi olarak potansiyel rakibin iç bütünlüğünü ve gücünü tüketmek, kendi kuvvetini artırmaktan daha etkin ve çoğu kez daha kullanışlıdır. Rusya'nın Kafkaslarda istismar edebileceği daha bir çok çatlaklar var. Türk-Ermeni-Azerbeycan arasındaki çatlak kolayca istismar edilebilecektir. Tarih, hafıza ve kültür gibi nedenlerden dolayı bu toplumların tümü birbirleriyle derin çatışma halinde. Havayı zehirlemek için düğmeyi bulmak ve basmak ve uzlaşmaya giden herhangi bir hamleyi akamete uğratmak zor değildir. Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, belki de Türkiye-Ermenistan ilişkileri arasındaki kilidi açma niyetiyle jest yaparak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü TürkiyeErmenistan arasındaki maçı izlemek üzere 6 Eylül'de Yerevan'a davet etti. Bazı Türkler Abdullah Gül'ün bölge diplomasisinde büyük bir eksen kaymasını başlatmak için bu fırsatı kullanacağı ümidini taşıyorlar. Gül henüz söz vermedi. Şayet giderse yalnız TürkiyeErmenistan ilişkilerinde değil ağır ve aşırı derecede ihtiyatlı ilerleme geleneğine sahip ve fırsatların kayıp gitmesine neden olan Türk diplomasisinde genel mânâda büyük bir değişimin nişânesi olacaktır Rusya, Ermenistan üzerinde muazzam bir nüfuz sahibidir; Azerbeycan üzerinde de hatırı sayılır derecede nüfuzu var. Türkiye de Rus baskısına mâruz kalabilir. Türk işadamları, Rus gümrüklerinde artan kontrollerden dolayı şimdiden sıkıntı çekmeye başladılar ki bu durum Türk ihracatına zarar veriyor; böylesi sıkı kontrollerin Rusya'ya karşı ABD ile yakın işbirliği yapmaktan sakınması mesajını verme amacını taşıyıp taşımadığı merak ediliyor. Rus kuvvetleri şimdi Gürcistan'da..,hem Türkiye hem de Ermenistan (ve de Azerbeycan) farklılıklarının üstesinden gelebilecekleri ve toplumları için daha güvenli ve daha müreffeh bir geleceği hedefleyen bir yol haritası fırsatını herhalde ıskaladılar. Rus devleti, ister Çar ister Sovyet isterse de çağdaş formları olsun, rakiplerini zayıf düşürmek için sınırlarındaki etnik ve diğer fay hatlarını manipüle etmede hatırı sayılır bir yeteneği olduğunu ispatladı. Diğerlerinin yanısıra yukarıda andığımız tüm çatışmaların (Türkiye-Ermenistan; AzeriErmeni; Osetya-Gürcistan ve AbhazyaGürcistan) ortaya çıkmasında Rusya'nın Türkiye, Ermenistan ve Azerbeycanı sürüp giden bir anlaşmazlık içinde tutmak - Kafkas komşularının güç ve seçeneklerini etkisizleştirerek, onları bağımlı kılarak ve Kafkasya'nın alternatif bir enerji ve ticaret koridoru olmasını engelleyerek - Rusya'ya hizmet eder. Bu ülkelerin herbirinde çeşitli 146 yurt içi çıkarlara da hizmet eder. Fakat ilerideki kalkınma seçeneklerinden yoksun bırakma hali müstesna.bu toplumlar adına bir çivi çakmaz. Rusya'nın Gürcistanı mağlup etmesi, Kafkaslar'daki hegemonyasını yeniden tesis etmesini sağlayacak mı belli değil ancak Moskova'nın bölgesel yağmacı rolünü oynama kabiliyetini artıracaktır. Bir çok Türk ve Ermeni, ülkelerinin yakın ilişkiler tesis etmesinin yerindeliği hakkında şüphe beslemekle beraber her iki ulusun devlet ve toplumlarında önemli seçmenler var ki bağların iyileşmesinin çok çeşitli faydalar getireceğine inanıyorlar. Karşılaştıkları güçlük, ilişkilerin iyileştirilmesinin aslında tasavvur edilebilir olduğuna diğerlerini de ikna etmek. Gül ve Sarkisyan bu Eylül'de görüşseler ve devletlerinin, Azerbeycanla birlikte, farklılıkların üstesinden gelme niyeti taşıdıklarını ilan etseler, sözlerinin hakiki bir etkisi olacaktır. Türkiye, daha büyük, daha kıdemli, daha müesses ve daha güçlü devlettir ve uzlaşma seyrine öncülük etmeye daha uygun adaydır. Ancak muhtemel değil. Rusya'nın Gürcistan içlerine girmesi ve Kafkasya'nın bir kez daha Büyük Güçlerin yüzleştikleri harekât sahasına dönmesiyle birlikte zaman gitgide tükeniyor. Cüretkâr olmak lazım. Moskova, emperyal çöküşten bahtın cüretkâr olandan yana olduğu dersini alırken Ankara, Osmanlı tecrübesinden “aşırı tedbir cesaretten evlâdır” dersini aldı. 01 Eylül 2008 Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın 147 Arap-İsrail çatışması, dış müdahale, doğal kaynak dengesizlikleri, etnik didişme, ekonominin kötü yönetilmesi ve yolsuzluk dâhil Ortadoğu boyunca ulusal gerilimlere ve çarpıklıklara yol açan çeşitli kaynakları kurutacaksak eğer yönetimin askerlerin değil sivillerin elinde olması hayâtidir. Ülkelerimizi güvenlik kurumları ve generaller yönettiği müddetçe temsil, çoğulculuk ve hesap verilebilirlik esaslarına dayanan istikrarlı yönetim sistemlerine asla sahip olamayacağız Türkiye'nin yürekli sivil liderliğine alkış - Rami G. Huri Ortadoğu yaşanan en önemli gelişme nedir? İpucu: İran'daki olaylar değil, Amerikan askerlerinin Irak şehirlerinden çekilmesi değil, Arap-İsrail barış görüşmeleri için yeniden çaba sarfedilmesi de değil. Evet, önemli bunlar ama modern Ortadoğu'yu tanımlayan siyasi gerçekliklere ve yaygın ve kronik otokrasinin yıkıcı mirâsına, siyasi şiddet ve güvensizliğe bakınca, bölge tarihini daha iyi yönde değiştirebilecek bir gelişme Türkiye'de yaşanıyor, sessizce ve yavaşça. Türklerin son oniki yıldır istikrarlı bir demokrasiye geçişleri pek çok bakımdan büyüleyici ve önemlidir. Tek ve en önemli sebebi, gücün tedricen sivillerin eline geçmesi ve silahlı kuvvetlerin ülkeyi yönetmek yerine onu korumak gibi çok önemli bir rolü oynamak üzere yavaş yavaş kışlaya çekilmesidir. Genel bir ifadeyle söylemek gerekirse, görmekte olduğumuz, seçilmiş sivil hükümetin askeriyeyi tedricen denetim altına almasıdır. Daha muayyen bir ifadeyle, yakın geçmişte sivil hükümetlere karşı darbe yürüten subayların yargılanmasının önünü açmak üzere siyasi parti liderlerinin anayasa değişikliği için Meclis'te görüşmeler yapıyor olmasıdır. Şimdi çok daha önemli bir adım atılmak üzere; TBMM, seçilmiş hükümete karşı 12 Eylül darbesini gerçekleştiren generallerin yargılanmasının önünü açacak şekilde anayasa değişikliği üzerinde kafa yoruyor. Bu çok önemli çünkü silahlı kuvvetlere sivil ve adli cenaha hesap verme yükümlülüğü sunacaktır ve bu, ülkenin kendi iç dinamikleri sayesinde olmaktadır. Türk ordusu üzerindeki sivil denetimin tedricen artış kaydetmesinin tarihi sonuçları beni etkiliyor çünkü ordu, polis ve istihbarat kurumlarının demokratik bir seçimle başa geçmiş sivil otoriteler tarafından denetim altına alındığı tek örneği temsil ediyor. Bu çok önemlidir çünkü bölgemizde barışçıl, müreffeh ve güvenli toplumların gelişmesini zaafa uğratan ve aksatan tek ve en büyük engel, hesap sormaya imkan veren, etkili yönetim sistemlerinin yokluğudur. Esasen, asker ve güvenlik kurumlarıyla bağları olan otokratik liderlerin hâkimiyeti yüzünden böyle. Toplumlarımız normal bir hayat sürecekse bu kısır döngü kırılmalıdır. Ortadoğu ülkelerinin kendi ordularını ve güvenlik kurumlarını nasıl denetim altına alabileceklerinin, kendi ülkelerinin sınırları dâhilinde kısıtlama veya hesap vermek söz konusu olmaksızın şu an fiilen diledikleri herşeyi yapan silahlı kuvvetlerin, polis gücünün ve istihbarat kurumlarının cezadan muaf olmalarına nasıl son verilebileceğinin örneğini sunmaktadır. Sivil hükümetleri deviren subayların bundan mesul tutulması tazeleyici ve önemli bir 148 emsaldir. Bölgede rasyonel, istikrarlı ve insâni yönetim sistemlerinin uzun vadeli gelişimini besleyebilecek türde tek caydırıcılıktır. Yabancı işgaller ve sokak karışıklıkları, yönetimleri ve yöneticileri fırsat düştükçe değiştirecektir ancak güç ihlallerine karşı etkin ve meşru olan tabii kısıtlamalar üretmezler genelde. Seçilmiş bir hükümeti devirmekten dolayı generallerin yargılanması bunu sağlayacaktır ve muhtemeldir ki anayasaya aykırı bir şekilde gücü gaspetmeye çalışan güce susamış diğer otokratların şansını da azaltacak veya yok edecektir. Anayasa değişikliği meselesi, bugünlerde Türkiye'de sahnelenen dramalardan biridir, sivil hükümet ve silahlı kuvvetler arasındadır. Bir diğer mesele, ordudan bazılarının darbe veya seçilmiş hükümete karşı istikrarsızlaştırma planları yapmaya devam ettiği suçlamalarına ilişkindir. Bu iki meselenin nasıl gelişeceği Ortadoğu için tarihi önemdedir. Bölgedeki modern devletlere uzun zamandır hâkim olmuş, insan hakları, anayasacılık, insanın haysiyeti ve vatandaşlık hakları mezarlığına dönen devletlerin doğasının tahribiyle sonuçlanmış, ordunun, polisin ve güvenlik kurumlarının denetim dışı kalması gibi bir mirâsın terkedilmesine yardımcı olabilecektir. Arap dünyasının Türkiye'yle sürekli olarak mutlu bir tarihi olmadı ama bu Arap, Türkleri alkışlıyor, geri kalanımızın yapamadığını yapmaları için onlara güç ve başarı diliyor: Toplumlarımızı yönetmelerine, vatandaşların ne yapacağına ve düşüneceğine sınırlar çizmelerine izin vermek yerine polis, istihbarat ve askeri kurumlar üzerinde sivil denetimi savunun. 2009 Haziran; Kaynak: The Daily Star Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın 149 Meclisi'nin Irak işgali için topraklarının kullanılmasına izin vermeyen kararı, ABD'yle ilişkilerde önemli bir dönemeçtir fakat yine biraz da Türkiye'nin bakış açısından bakmalısınız buna. Türkiye, Saddam Hüseyin'i hiç de sevmezdi. ABD gibi Türkiye nazarında da bir diktatördü. Fakat Saddam, Türkiye'de isyankâr bir azınlığı bulunan Kürtleri denetim altında tutuyordu ve istikrarı temsil ediyordu. Amerikan işgalini kendi güvenliklerine zararlı bulmuşlardı. Yani Türkler, Kürtlerin Irak'tan daha fazla bağımsızlık almalarından endişe ettiler ve Kürt bağımsızlığını dert edindiler? Evet, ama üç şeyden korkuyorlardı. Birincisi, işgalin Irak'ın istikrarsızlaşmasına ve parçalanmasına yol açacağından korkuyorlardı ki öyle oldu. İran nüfuzunun artacağından korkuyorlardı ki yine öyle oldu. Bizzat Türk devletinin bütünlüğünü etkileyecek Kürt ulusçuluğunu ve bağımsızlık itkisini artırmasından da korktular Başka bir ifadeyle, Türklerin büyük çekinceleri olduğu ve dizginlemeye çalıştıkları işgal, kendi büyük Kürt azınlığını yaratarak, Türk politikasının dayandığı stratejik çerçevenin altını oydu ve onu yok etti. Türkiye’nin küçük ortak olduğu dönem bitti - F.Stephen Larrabee ABD Dış İlişkiler Konseyi’den Bernard Gwertzman’ın RAND Corp. Avrupa Güvenliği uzmanı F.Stephen Larrabee ile yaptığı röportaj. Türkiye ve ABD-İsrail arasındaki bu genişleyen çatlağa yol açan neydi? Son onsekiz ay içerisinde ilişkilerin sarmal olarak aşağıya doğru düşüşü, İsrail'in 2008 Aralık ayında düzenlediği, önemli bir dönemeci imleyen Gazze saldırısına gider. İlişkiler o tarihten beri hakikaten yokuş aşağı gitmeye başladı. Türkiye, güçlü bir İsrail karşıtı seyir içerisinde görünüyor fakat bunu tarihi bakış açısından görmelidir çünkü Türkiye'nin kendisini Soğuk Savaş sonrasına ayarlamasını temsil etmektedir. Türkiye, güvenlik bakımından ABD'ye daha az bağımlı hale geldi. Soğuk Savaş'ın sona erişi, Türkiye'nin tarihsel olarak siyasi ve ekonomik çıkarlarının olduğu alanlarda özellikle de Ortadoğu ve Orta Asya'da- yeni fırsatlar oluşturdu. Türkiye, asırlarca dâhil olduğu Ortadoğu'da Osmanlı İmparatorluğuna uzanan geleneksel rolüne dönüyor. Türkiye'nin tepkisinin iç ve dış sonuçları var. İçeride, çok popüler oldu. Güçlü bir lider olmak istediğini herkese gösterdi. Dışarıda ise, Arap ülkelerinde popüler ve Arap dünyasındaki itibarını artırdı. Türkiye nihayetinde Ortadoğu'da önemli bir oyuncu olmak istiyor. Orada bir boşluk var ve bu boşluğu doldurmaya çalışıyor. Ben ABD'nin Türkiye ile sorunlarının başlangıcı olarak, Amerika, 2003 Irak Savaş'ının başında askerlerinin Türkiye üzerinden Irak'a girmesini istediğinde, Türk Meclisi'nin bu isteği reddetmesini esas aldım hep. Açıkçası önemli bir katalizördü o. Türk Kısa bir süre önce, Türkiye ve Brezilya, İran'la ABD ve diğer güçlerin geçen Ekim ayında teklif ettiği düşük düzey zenginleştirilmiş uranyumu Tahran araştırma reaktöründe kullanılmak üzere daha yüksek düzey zenginleştirilmiş yakıt çubuklarıyla takas etmeyi öngören anlaşmayı müzakere ettiler. ABD şimdi bu anlaşmaya hasım çünkü BM Güvenlik Konseyi'nde yeni müeyyidelerin önüne çıkıyor. Türkiye'yi bu müzakerelerde liderlik rolünü üstlenmeye teşvik eden neydi? Ortadoğu'da büyük bir oyuncu olma isteğinin, genel hissiyatlarının parçası bu. İsrail-Suriye arasındaki ihtilafta aracı olarak hareket etme istekliliğiyle gösterdiler bunu 150 ve ABD-İran arasında da aracı rolünü sürdürmekteler. Takas anlaşmasıyla yaptıkları yine aracılıktı fakat Türk politikasının o daha geniş boyutunun bir parçasıdır. Bu, Türkiye'ye yeni fırsatlar açan Soğuk Savaş'ın sona erişinden beri yaşanan değişimlerin cüz'üdür. yüzden de siyasi avantaj olarak güçleri yettiğince kullanmak istiyorlar. Erdoğan ve Dışişleri Bakanı'nın İsrail'e öfkesi gerçekten de Gazze saldırısından mı kaynaklanıyor sizce? Gazze saldırısı dönemeçtir ama yıllar içerisinde biriken bir şeyler vardı. Türk dışişleri yetkililerinin İsrail eylemlerini “devlet terörizmi” olarak niteledikleri bir ilk değil bu. Türkiye'nin ve bizâtihi Erdoğan'ın İsrail karşıtı bir yönelime girdiği, evrilen bir sürecin parçasıdır. Gazze saldırısı dönemeçtir fakat başlangıç değildir. Bir ilişkide bir süredir devam eden kötüleşmenin doruk noktasıdır. Esasta, İslam'la bir ilgisi yoktur. Türk güvenlik çevresinin değişimiyle ilgisi vardır. Sovyetlerin çöküşüyle birlikte, Türkiye'nin güvenlik sorunlarının büyük bir kısmı şu an güneyinde, sınırlarının içinde ve çevresinde bulunuyor. Irak'ın parçalanması, İran'ın nükleer silahlara sahip olması, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın büyük bir rol oynadığı ve Filistinlilerin açıkça yanında yer aldığı Filistin problemi de bunun içinde. Önceki Türk dış politikasından önemli bir kopuştur bu. İlginçtir, önceki İsrail hükümeti başbakanı Ehud Olmert iktidardayken, İsrail, Türkiye'nin Suriye'yle aracılık etmesine razı olmuştu. Dolayısıyla ilişkiler o noktada hayli iyi olmuş olmalı. İran anlaşması üzerindeki ihtilafta birinci gelecek olan sizce nedir? - Güvenlik Konseyi'nde müeyyide oylaması mı yoksa bu anlaşmayı UAEK ve Viyana Grubu'na gönderen İranlılar mı? Daha iyiydi. Ama görünenin altında pek çok korkunç zorluklar yine de vardı. Fakat Gazze saldırısından sonra olduğu gibi duygusal bir şekilde patlamamıştı. Ve pek çok kişinin hissettiği bir sıçrama tahtasıydı, Olmert'in Gazze saldırısı öncesinde Erdoğan'la üç-dört günlük bir toplantı yaptığı ve Erdoğan'a tek kelime bile etmediği gerçeğiydi; Erdoğan kendisini ihanete uğramış gibi hissetti. Pek çok Türk'ün söylediği şeydir bu. Söylemesi zor ama samimi olmak gerekirse, İsrail üzerindeki durum gerçekten de ABD için birçok bakımdan çok daha zor olacaktır çünkü Türkler kararlılar. Türkiye neyin arayışında? İsrail'e Gazze ablukasını kaldırtmanın mı? Sadece o değil. Bir dizi kriter hazırladılar. Resmi özür istiyorlar; ölenlerin cenazelerini istiyorlar; protestocuların dönmesini istiyorlar. Sert politik taktikler izliyorlar çünkü epey destekleri olduğunu biliyorlar. Bazıları, tüm problemin Erdoğan'ın Ocak 2009'da Davos'ta İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres'le aleni yüzleşmesiyle başladığını düşünüyorlar. Bu vakayı BM'de daha büyük bir şey yaparak İsrail'i siyasi ve uluslararası bakımdan savunmada bırakmakla tehdit ediyorlar. Türkler, bunu Ortadoğu'daki rollerini ziyadeleştirme fırsatı olarak görüyorlar, özellikle de Araplarla ilişkilerinde. İsrail'in zayıf durumda olduğunu biliyor ve bu Fakat o zaman başlamadı. Yıllarca saklı tutulmuş artan hüsranın doruk noktasıdır sadece. Davos, Gazze saldırısından hemen sonra geldi ve Erdoğan düpedüz patladı. Saldırıdan sadece birkaç hafta sonrasıydı. Duygular henüz çok, çok tazeydi. Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 151 muhtemelen İran'la takas anlaşmasını görüşmek için bu hafta Washington'da ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'la buluştu ama tüm bir Gazze ablukası gündeme geldi. ablukasıyla ilgili olarak nazik bir iç problemle karşı karşıyadır. İsrail’in o hareketi hakkında güçlü bir açıklama yapmadığı takdirde kendisini çok zayıf bir konumda bulma tehlikesiyle yüzyüze. Türkiye’den başka daha pek çok müttefikimizden ayrı bir yerdeyiz. Türkler, İran’a üzerindeki etkilerini aşırı vurguladılar diye düşünüyorum. Ancak caymaları muhtemel değil ama Güvenlik Konseyi’nde çekimser oy kullanmaları muhtemeldir - ki Türkiye-ABD ilişkilerini daha da kızıştıracaktır. Ancak bu, sadece Türkiye ve ABD arasında değil Türkiye ve batılı müttefikleri arasındadır. Ortak basın toplantısı düzenlenmedi fakat Davutoğlu toplantı sonrasında gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail'in Türk gemisine düzenlediği baskına Amerika'nın çok fazla aldırışsız bulduğu tepkisinden dolayı hayal kırıklığına uğradığını belirtti. Aslında, soruşturma çağrısı yapan Amerika'nın ablukaya tepkisi dengeliydi İsraillilerin hareketlerini eleştirdi ama nispeten yumuşak ifadelerle. “Tüm gerçekleri öğrenmemiz gerektiğini” söyleyerek denge gözeten bir duruş sergilemeye çalıştı ve Davutoğlu bunu tatmin edici bulmadı. 11 Haziran 2010 Kaynak: Amerikan Dış ilişkiler Konseyi Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Dışişleri Bakanlığına veya Beyaz Saray’a Türkiye’yle ilgili ne yapması gerektiği hakkında tavsiye veriyor olsaydınız ne söylerdiniz? Genel olarak, daha iddialı ve özgüvenli yeni bir Türkiye’yle iş yaptığımızı kabul etme noktasından başlamalılar; Türkiye’nin küçük ortak olduğu Soğuk Savaş yıllarındaki gibi hareket etmesini beklememeliyiz. Bazı alanlarda çıkarlarımızın örtüşmediği anlamına gelmez bu fakat söz konusu olan Ortadoğu olduğunda, ABD ve Türkiye çıkarları ancak kısmen örtüşmektedir. Genel mesele, bu farklılıkların nasıl yönetileceğidir. Türkiye’nin Amerika’ya veya batıya sırtını dönmesi demek değildir bu. Politikalarının İslamileştiği anlamına da gelmez; Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana yapısal olarak gerçekleşen değişimleri tanımalı ve farklılıkları gücümüz yettiğince en iyi şekilde yönetmeye çalışmalıyız. Peki İran ve Gazze ablukasında? Ayrı meseleler bunlar. ABD, Gazze 152 Türkiye’nin yeni küresel rolü Henry J. Barkey sonraki adım, anayasayı değiştirmektir ve AK Partinin bunda başarılı olup olmayacağını bekleyip görmek gerekiyor. Başarılı olmazsa, Kemalistlerin geri çekilmesiyle oluşan otoriteryan boşluğu AK Partinin doldurması muhtemeldir. Erdoğan, çok popüler olduğu için şu an büyük bir güce sahip. Câri siyasi sistemde mündemiç otoriteryan eğilimler, ki parti liderlerine imtiyaz tanımakta ve onları yarı-ilahlar haline getirmektedir, demokratik kurumsallaşmaya yardımcı değildir. Türkiye’de, laik müesses nizam ve dine meyilli hükümet arasında bir bölünme var mı? Bir kimsenin Türkiye’de laikler ve İslamcılar arasındaki bölünme hakkında edindiği izlenim yanlış sonuca götürür. Kavga bugün Kemalizm üzerinde yürümektedir yani ismini Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ardından alan devletin resmi ideolojisi üzerinde. Türkiye’ye 1930’lardan beri hâkim olan bu ideoloji ulusçu, kendine güvenen, yabancı düşmanı ve katı laiktir. Ondaki problemler ekseriya dar ve cebri tarzda takdim edilmesi ve icra edilmesiyle ilişkilendirilmektedir. Kusurları bir yana, kadınlara eşit haklar vermiş/kadınları hızla azad etmiş ve dolaylı da olsa Türkiye’yi Batıyla başgöz etmiştir. Kemalizm’in katı destekçileri orduda, yargıda, üniversitelerde, medyada ve üstorta sınıfta yer tutmaktadırlar. AK Parti ve Erdoğan yeni bir anayasa üzerinde düşünürlerken, bu esnada, hemfikir olmadıkları taraflar adına hakları genişletme karar vermeleri gereken şeyler var. Bu ise mevcut sistemin marjinalleştirdiği tarafların haklarını genişletmekten AK Partinin öncelikleriyle anlaşmazlığı olan kişilerin – mesela hayat tarzlarının saldırı altında olduğundan korkan geleneksel laikler – haklarını korumaya kadar geniş bir yelpazeye yayılmaktadır ve sahiplerinin hükümetin nazarında sevimsiz olmasına hiç bakmaksızın basın özgürlüğünü garanti etmeyi de ihtiva etmektedir. Kemalizm’in problemi ille de ideolojik bileşenlerinde değil destekçilerinin onu gün be gün nasıl uygulamaya koyduklarıyla ilgilidir. 1930’ların ideolojisi, eğilmez, gayri demokratik ve ötekilere karşı hoşgörüsüz destekçileri tarafından şaşılacak derecede kaskatı kılınmıştı. Kemal’in mirâsını yorumlamada başı çeken ordu, herşeye herkesin potansiyel şüpheli ve hain olduğu iç güvenlik prizmasından baktı. Nüfusuna/halkına güven duymayışı, liberal, Batılı anayasaların tam zıddıdır. Bu mirâs etrafında inşa edilen müteakip anayasalar ve siyasi sistem, Türkiye’deki demokratik gelişimin bodur kalmasını sağlamıştır. Türkiye’nin artan bölgesel nüfuzu, dış politikasının ve uluslararası çıkarlarının eksenini nasıl kaydırıyor? Türkiye’nin iddialı dış politikası ve batı dışı yönetimlere ve - son olarak ABD’nin BMGK’da daha sert müeyyideler için bastırmasına karşı Türkiye’nin Tahran’la taraf tutmasında görüldüğü üzere - bilhassa da İran’a kur yapması, tutkunun ve ekonomik arzuların sonucudur. Türkiye, jeopolitik avantajlarını, ekonomik gücünü, İslam dünyası ile olan tarihi ve kültürel bağlarını kullanarak bölgesel bir güç Eylül referandumu, Türk devletinin ideolojik altyapısını dağıtmanın başlangıcıdır. Bir 153 ve küresel bir oyuncu olmak istiyor. Bugün dünyanın onaltıncı büyük ekonomisidir ve 2023’e kadar ilk 10’da yer almayı amaçlıyor. Türkiye’nin dinamizmi ve uluslararası sahada devrede olma istekliliği ona büyük bir güç kattı. Erdoğan hükümeti, küresel ağırlığı hakkında abartılı bir hissiyata sahip ve sağlığa zararlı dozda olan bu gurur Ankara’nın yer yer çok ileri gitmesine yol açıyor. Türkiye uzun süre kilosunun epey altında enerji harcadı ama şimdi kilosunun epey üstünde enerji harcıyor. karşı çalışmasından endişe ediyorlar. Gerçekte ise Türkiye hiçbir yere gitmiyor. Türkiye’nin Washington’la ilişkileri kopmuş gibi algılandığında, Türkiye’nin bölgede sahip olduğu şu anki itibar büyük sıkıntı çekecektir. Her iki ülkenin de birbirine ihtiyacı var. Problem şu ki birbirleriyle iletişim kurma ve birbirlerini anlama sıkıntısı çekiyorlar. ABD kendisini AK Parti yönetimideki Türkiye gerçekliğine ayarlamak zorundayken Ankara da küresel bir güç olarak ücra köşelerde çok sayıda çıkarı bulunan ve sadece Türkiye’nin bölgesine odaklanmakla kalmayan ABD’yi nasıl idare edeceğini öğrenmek zorundadır. ABD, Türkiye’nin iç dönüşümünü ve bunun iki ilişkilerdeki yansımasını kabul etmelidir – ABD’nin alışkın olduğu seçkinlerin yani İstanbul merkezli iş çevresinin ve askerlerin artık borusu ötmüyor. Kumanda kolları daha muhafazakar, dindar ve fakat pazar yönelimli Anadolulu seçkinlerin elinde artık. Yeni pazarlara açılmak, mevcut pazarlarda derinleşmek ve ticari fırsatların pek çoğunu değerlendirmek, tüm bunlar, Türk dış politikasına yön veriyor. Türkiye’nin ekonomisi ihracata bağımlıdır ve Türk şirketleri, yeni pazarlarda kendilerine yardım etmesi için hükümetin gözüne bakıyorlar. İran vakasında bile görülebilir bu. Türkiye’nin istediği son şey, Irak’tan sonra sınırlarında yaşanacak bir başka çatışmadır zira istikrarsızlık, ticari ilişkileri sekteye uğratır. Dahası Türkiye, İran dâhil Ortadoğu’daki herkesle ticari ilişkileri artırmak için bu yeni gücünden yararlandı. Uluslararası müeyyidelere rağmen Erdoğan, karşılıklı ticari hacmi gelecek beş yıl zarfında üç katına çıkarma çağrısı yaparak, BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a verdiği desteği karşılıklı ticari hacmi iyileştirmek için kullandı. Türkler ise Washington’a karşı her daim ilkel ve komplocu bir yaklaşım sergilediler, ki Amerikan çıkarlarını yanlış anlayıp yanlış yorumlamalarına yol açmıştır. Bunun en iyi örneği, Türkiye ve Brezilya’nın İran nükleer programı için aracılık çabaları sırasında görülmüştür; Ankara, Obama yönetiminin nükleer silahların yayılmasıyla ilgili endişelerini, nükleer silahların sayısını azaltma arzusunu ve Rusya’yla START anlaşmasını imzalamasını büsbütün yanlış okumuştu. ABD-Türkiye ilişkilerinin mevcut durumu nedir? Erdoğan’ın ve AK Parti’nin ülke içindeki mevcut güçleri sayesinde Ankara’nın uluslararası sahada daha saldırgan olacağı endişeleri var. Ancak bu her iki yönde de olabilir. Kendisini daha güvende hisseden bir Erdoğan seçimlere daha rahat ve daha dingin gidecek ve böylece popülist, ulusçu Türkiye’yle ilişkileri bakımından, ABD’ye daraltı ve derin düşünce hâkim. Türkiye’nin küresel meselelerde oynadığı daha güçlü role bakınca, Washington’da biraz ters tepki var. Politikacılar, Türkiye’nin Doğuya meyletmesinden ve Amerikan çıkarlarına 154 ve tantanalı politikalara eğilim göstermek azalacaktır. Washington’la ilişkilerin kızışmasının ona bir hayrı dokunmayacaktır zira Türk seçmenlerinin daha az savaşçı, daha olgun ve daha yapıcı bir liderlik gözleyeceği vakit hızla yaklaşıyor. ABDTürkiye ilişkileri için hayra alamettir bu. ABD ve Türkiye’nin her meseleye aynı gözle bakmalarının bir garantisi gene de yok. Türkiye-Amerika ilişkileri en iyi zamanlarda bile zorlu ve acılıydı ve ABD Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’de nüfuz tasarrufu için Pentagon’a bel bağlamaya alışkındır. Şu an farklı olan, Türkiye ve Amerika’nın ters düştükleri meselelerin geçmişe nazaran çok daha fazla sayıda ve daha karmaşık olmasıdır. 23 Aralık 2010 Kaynak: Carnegie Vakfı Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın 155