şubat 2016 - Katı Dergi

Transkript

şubat 2016 - Katı Dergi
OKUMLAMANIN
NEOLOJİK ANALİZİ
MATBU VE
DİJİTAL
ARASINDA
BİR GENÇLİK
YAŞAYAN
ADAM:
OKUyanUS
"MALZEME"
DEĞİL
KİTAP OKUYALIM
BURÇİN AYDOĞDU . CEM SÖKMEN . ADALET CANLI AKBAŞ . KADİR METİN AKBAŞ
YASİN ÇAKIREL . MUHAMMET ATALAY . MUSTAFA ASLAN . ŞEVKİ IŞIKLI . SERHAT DALGALIDERE
HALİL KÖKCÜ . RAMAZAN ÇELİK . SERTAÇ DALGALIDERE . UFUK ÖZER
İSKENDER GÜMÜŞ . AYBÜKE EKİCİ . NECMİ GÜRSAKAL . TACETTİN TURGAY
3
SAYI: 2 / ŞUBAT 2016
Ayda bir yayınlanır
İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu
Recep Çakırel
Genel Yayın Yönetmeni
Kadir Metin Akbaş
Yayın Danışmanları
Necmi Gürsakal
İskender Gümüş
Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen
Sertaç Dalgalıdere
Kapak Fotoğrafı
Antony Ruggiero / freeimages.com
Yayın Kurulu
Ramazan Çelik
Muhammet Atalay
Burçin Aydoğdu
Yasin Çakırel
Adalet Canlı Akbaş
Cem Sökmen
Mustafa Aslan
Ufuk Özer
Tacettin Turgay
Hukuk Danışmanı
Av. Ayşegül Dalgalıdere
İstanbul Temsilcisi
Av. Aybüke Ekici
Yönetim Yeri
Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17
Kırklareli Merkez.
Basım Yeri
İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic.
Ltd. Şti. Ofset Tesisleri.
Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B
Lüleburgaz / Kırklareli
Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57
Fax: 0288 417 44 47
İletişim
[email protected]
twitter: @katidergi
Dergideki yazılar yazarlarını bağlar
İ
kinci sayımızla bir kez daha huzurlarınızdayız, şükür kavuşturana. Ocak
ayında ilk sayımızla merhaba demiştik. İlk sayımıza gösterdiğiniz teveccühe
teşekkür ederiz. Dergimizi sahiplenen,
büyük bir heyecanla alıp inceleyen, eşine
dostuna hediye eden, “ben de bu dergide
olmalıyım” diyerek hemen kaleme sarılan, sosyal medyada dergimizin heyecanını paylaşan tüm dostlarımıza gönül dolusu teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Dergi çıkarmak, uzun yola çıkmaya benzer derler; bizler de uzun bir yola çıkmış bulunuyoruz, bu ikinci adımımız.
Acemiliğimiz paçamızdan akıyor ama
aşkımızdan da gözümüz kör. İyi metinler yazmak, ortaya güzel işler koymak,
geride hoş bir seda bırakmak içindir tüm
çabamız. Her şeyin buharlaştığı, dünyevileştiği bu çağda, katı olarak kalmaktır
niyetimiz. Sahici dostluklar kurup, bereketli sohbet halkaları oluşturmaktır gayemiz. Bu düşüncelerle çıkarıyoruz Katı
Dergi’yi. Bu sayfalarda yer alan isimlerin
de bundan dolayı burada olduklarına inanıyoruz. İçimizden bir ses, sizin de aynı
niyetlerle burada olduğunuzu fısıldıyor
bize.
Dostlar; dergimizin ilk sayısı özellikle
sınırları içerisinde ikamet etmekten mutlu olduğumuz Kırklareli’nde büyük bir
heyecan ve takdirle karşılandı. Bu güzel
şehrin kültür ve düşünce hayatına böyle
bir dergi armağan etmekten dolayı gururluyuz. Bu şehrin dışına çıkmayı pek
düşünmüyorduk ama yurdun farklı noktalarındaki dostlarımızın ısrarı ile dergimiz Kırklareli sınırlarını aştı ve başta
İstanbul olmak üzere; Ankara, Trabzon,
Konya, Maraş ve Rize’ye ulaştı. Bu şehirlerde gönüllü temsilcilerimiz vasıtasıyla
kitapçılarda yerimizi aldık. Hangi şehirde
hangi kitapçıda olduğumuzu dergimizin twitter hesabından öğrenebilirsiniz.
Başta temsilcilerimiz olmak üzere, tüm
okurlarımıza, dostlarımıza şükranlarımızı
sunuyoruz.
Gelelim ikinci sayımıza... Bu sayımızda
ikili fiyat politikasından mecburen vazgeçtik. Bunsan sonra fiyatımız tek olacak:
3 Lira! Sayfa sayımızı da artırmış bulunmaktayız. Bu sayıdan itibaren 20 sayfa
çıkmaya gayret edeceğiz.
Kapak dosyamız en genel anlamıyla
“okumak…” Okur-yazarlıktan dijital
okumaya, akademik okumadan okuma
mekânlarına kadar okumaya dair farklı
konularda birbirinden ilginç ve güzel yazılara yer verdik. Yazarlarımız; ilgi ve mesleki alanlarına göre okumaya dair farklı
pencerelerden bakarak yazdılar. Ortaya
arşivlik bir sayı çıktı. Temennimiz; esaslı
okumalar yapan insanların daha da çok
olduğu, okumanın önemsendiği, kitap,
dergi, gazeteye gereken önemin verildiği
bir ülke olmamızdır.
Üçüncü sayımızın kapak konusunu da
“Televizyon” olarak belirledik. Soyut ve
somut anlamlarıyla televizyon. Televizyonun bireye, aileye, topluma, kültüre,
hayata etkilerine dair yazıların yer alacağı üçüncü sayımıza dilerseniz sizler
de katkıda bulunabilirsiniz. Mail adresimiz: [email protected], bizi sosyal
medyada da takip edebilirisiniz. Twitter
adresimiz @katidergi
Üçüncü sayımızda buluşmak dileğiyle…
Hoşça kalın…
Kadir Metin Akbaş
OKUMLAMANIN
NEOLOJİK
ANALİZİ
O
kumlamak diye bir fiil Türkçeye
girmiş midir, girmeye mi çalışmaktadır, kuyrukta mı bekletilmektedir
yoksa bir arkadaşına bakıp çıkacak mıdır?
Dil konvansiyoneldir yani herkesin üstünde
mutabık olduğu ilkeler üzerinden yürür. Aksi
takdirde toplumsal iletişim vazifesi göremez.
Bir ya da birkaç kişi yeni kelimeler icat etmeyi deneyebilir ama o dili konuşanlardan
genel kabul gelene kadar o kelime o dilde var
denemez. Olur da Nasrettin Hoca’nın göle
çaldığı maya misali o kelime bir tutarsa sadece o kelimeyi kabullenmiş olanlar değil, dili
konuşan herkes o kelimeyi bilmekle adeta
mükellef hale gelebilir. Mesela derste kolay
bir soru için "kek soru" dediğimde herkesin
bunu anlayacağını farz edebilirim. Kelimeyi
türeten ben değilim. Onay makamı da ben
değilim ama bu ifadenin toplumda genel
kabul gördüğünün farkındayım. İşte bu dile
maya çalma sürecine neolojizm diyoruz.
Mesela kalite kelimesini bundan 2000 yıl
önce yaşamış Romalı hukukçu Cicero’ya
borçluyuz.1 Benzer şekilde Shakespeare’in,
James Joyce’un İngiliz diline kattığı bilinen
kelimeler mevcuttur.2 Türkçede de buhran
kelimesi, Fransızca crisis kelimesine karşılık
olarak 1851 yılında Maliye Bakanlığı’ndan
bir yetkilinin ricası üzerine Ahmet Cevdet
Paşa tarafından türetilmiştir.3
Cumhuriyetten sonra da Nurullah Ataç’ın
“ayakkabı”sından4 Aydın Köksal’ın “bilgisayar”ına5 kadar pek çok kelime geniş kesimlerce kabul görüp yerleşmiştir. Yakın zamanda çalıştay kelimesi kendini kabul ettirmişti.
Açılım kelimesi de benzer şekilde, siyaset diline girdi ve oturdu. Peki ya okumlamak? Bu
kelimenin mayası dile çalındı mı? Çalındıysa
tutu mu? Tuttuysa bunu nereden anlarız? Bu
sorulara naçizane cevap bulmaya çalışacağız.
Öncelikle kelimeyi morfolojik olarak ele alalım. Türkçede böyle bir kelime türetilebilir
mi?6 Okumak fiiline fiilden isim türetme eki
-m’in getirilmiş. Türetilen ama kullanımı
olmayan7 okum kelimesi üzerinden bir kez
daha türetme yaparak isimden fiil türetme
eki -le getirilmiş. İki türetme de teorik açıdan doğru. Morfolojide hata yok.
Gelelim kelimenin mevcudiyetine. Bu kelime en azından 2014 yılından beri vardır.8
Anlamı okumakla aynı gibi görünüyor ama
internet sözlüklerinde ve Twitter’daki bazı
‘otorite’ler9 okumak fiilinden ayrı bir anlamı
olduğunu, okumakla yorumlamak arası bir
anlamı olduğunu savunuyor. Hatta yapısal
olarak okumak ile yorumlamak fiillerinin
bileşkesi sayanlar var. Kelimenin kökü değil
ama türetiliş biçimi yorumlamak fiili ile aynı:
Yormak+m+le=yorumlamak;oku+m+le=okumlamak. Belki bu iki fiil arasındaki
farktan yola çıkarak okumak ile okumlamak arasındaki farka ulaşmak, en azından
okumlamak fiilinin sahip olması gereken
anlamı tespit etmek mümkündür. Yormak,
eski tabirle tevil etmek, TDK’nın tanımıyla
bir söze ya da duruma bir anlam vermek
demek. “Rüyayı hayra yormak” derkenki
gibi. Yorumlamak ise daha çok tefsir etmek
karşılığı. TDK’nın tanımıyla “bir metnin
karanlık görülen anlamının ne olabileceğini
belirtmek”.
İşte “yorumlama”nın “yorma”dan farkını,
moda tabirle “satır aralarını okumak” anlamını okumlamak kelimesinde de buluyoruz.
Bu anlam okumak fiilinin kendinde zaten
mevcuttur.
Okumak kelimesinin en eski anlamı çağırmak. Günümüzdeki ilk anlamı ise bir metni
seslendirmek ya da metindeki düşünceleri
anlamaktır. Bir diğer anlamı tahsil görmek.
Tıpkı “Durumumuz yoktu okuyamadım”
derkenki gibi. Okumak fiilinin kendinde var
olan bir diğer anlamı ise, TDK’nın tanımıyla
“Bazı belirtilerle bir anlamı, gizli bir duyguyu anlamak, kavramak”. Tıpkı “gözlerinden
okunuyor” derkenki gibi. TDK’nın Ömer
Seyfettin’den yaptığı alıntıdan örnek verelim:
“Yüzünü benden saklıyor. Niçin? Çehresinde, melalinde aşkının matemini okumayayım
diye mi?”
İşte okumlamak fiili, okumak kelimesinin
belirttiğimiz son anlamını yansıtmaktadır.
Nitekim okumlamanın değerlendirmek anlamına geldiği de öne sürülmektedir10, ki bu
yorum o anlamı da karşılamaktadır. “Yazarın
son kitabını okudum” dediğimizde yazıların
anlamını zihnimize aktardığımızı ifade ederiz. Okumak kelimesinin son anlamını yani
‘satır arasını okuyup değerlendirmek’ anlamını vermek için ise cümleyi “Yazarın ideolojik amacını son kitabından okumak mümkün” gibi farklı bir çatıyla kurmak gerekir.
Burada sadece yazıyı zihnimize aktardığımızı
değil yazıdan bir çıkarım yaptığımızı da ifade etmiş oluruz. İşte okumlamak, cümleyi
bu çatıda kurmaya gerek bırakmadan aynı
anlamı vermektedir: “Yazarın son kitabını
okumladım” dediğimizde kitabı gözümüzle
okumakla kalmayıp kitaptan hatta satır aralarından anlamlar çıkardığımızı da ifade etmiş
oluyoruz.
İlk soruyu en sonda cevaplayalım. Bir kelimenin dilde kabul edilmesinin ölçüsü nedir?
TDK bir kelimenin kullanımına örnek olarak tanınan bir yazarın basılı eserinden alıntı
Burçin Aydoğdu
[email protected]
yapmaktadır. Okumlamak ise henüz sadece sosyal medyada ve internet sözlüklerinde kullanılmaktadır. Köşe yazarı olan Oray
Eğin’in de kelimeyi Twitter’da kullanmışlığı
var ama bu kelime tam anlamıyla ne zaman
literatüre girmiş olur? Mesela Katı diye bir
düşünce dergisinde basılıp sanal mecralardan basılı literature geçince olabilir mi? Biraz da bu yazının nasıl okumlandığına bağlı...
DİPNOTLAR
1. Antik Helen felsefesine hayran olan ve onu Romalılara
tanıtmaya kararlı olan Cicero o zamanki Latincede karşılığı olmayan pek çok kelimenin karşılığını bizzat kendisi
yaratmıştır ve pek çoğu tutmuş, hatta Latinceyle birlikte
Avrupa dillerine de yayılmıştır.
2. Çoğu isimlerin sıfata ya da fiile dönüştürülmesiyle bazıları ise birleştirme gibi yollardan türetilmiş 1700 kadar kelimenin Shakespeare tarafından İngiliz diline kazandırıldığı
kabul edilmektedir.
3. 1851’de maliye nazırı, aylıkların ödenemeyeceğini,
ödemeleri bir hafta ertelemek zorunda olduklarını bildirir. Fakat o dönemde bu tür bir ödeme aczini ifade eden
tek kelime iflas kelimesidir. İflas demek de hem siyaseten
tehlikeli hem teknik açıdan hatalı olacağından Fransızca
`crise` için uygun bir karşılık aranır. Arz tezkeresinin yani
“ödememe mazereti”nin yazılması çok iyi Fransızca bilen
Fuat Efendi’den rica edilir. O da akşam yalısına götürdüğü
Ahmet Cevdet Paşa’ya danışır. Fransızca pratiği güçlü olmayan ama Fransızca teorik bilgisi, Arapça, Farsça bilgisi
ve mukayese kabiliyeti yüksek olan Ahmet Cevdet Paşa
`crise` kelimesinin karşılığı olarak derhal `buhran` kelimesini bulur.
4. Nurullah Ataç’ın çeviri, anı gibi başarılı olmuş pek çok
neolojik denemesinin yanında bilimtay (akademi), güdek
(dava) gibi başarısız denemeleri de olmuştur.
5. Aydın Köksal’ın Türkçeye kazandırdıkları arasında
donanım, yazılım, bilişim gibi daha pek çok terim vardır.
Neolojik denemelerinin dilde tutma oranının TDK genelinden yüksek olduğu söylenebilir.
6 Kelimenin morfolojik sağlamasını yapmak faydalı olmakla birlikte bazı hallerde zorunlu olmayabilir. Örneğin
bağımsızlık kelimesi fiilden isim türetme eki olan -im ekinin bir fiil yerine isim olan bağ kelimesine getirilmesiyle
yani morfolojik açıdan hatalı biçimde oluşturulmuştur
ama başta da değindiğimiz gibi dlin konvansiyonel yapısı
içinde bir kez kabul gören bir kelimenin morfolojik nedenle gözden çıkarılması da dilin sosyal yapısına pek uygun, Türkçe ifade edersek “olacak iş” değildir.
7. Bir kelimenin kullanımının olmaması ondan yeni kelime
türetilemeyeceğini gösterir mi? Mesela alışkın kelimesi vardır ama alışkan kelimesi olmadığı halde alışkanlık kelimesi
dilde mevcuttur. Okunak kelimesinin de kullanımı yoktur
ama okunaklı ve okunaksız kelimeleri vardır.
8. Twitter’da syr rumuzlı bir yazarın 22 Şubat 2014 tarihine
ait Tweet’inde kelimenin kullanımı görülmektedir.
9. Otorite kelimesini tırnak içine almamın nedeni bunların resmi otorite olmamasıdır; amacım sarkazm değildir.
Zira internetin gayriresmi otoritelerinin, resmi otorite olan
Türk Dil Kurumu’ndan daha işlevsel olduğu pek çok vaka
vardır.
10. Bir Ekşi Sözlük ve Twitter ‘otorite’si olan otisabi adlı
yazar tarafından kelime böyle değerlendirilmektedir.
ŞUBAT2016
KATI
3
"MALZEME" DEĞİL
KİTAP OKUYALIM!
“Okuma, bir ‘düşünce, seçme, süzme, kıyas, temyiz, terkip…’ alışkanlığının kazanılması eylemidir. Kelimeleri ve cümleleri telaffuz edebilmek değildir; tek yönlü
şartlandırma kalıbına dökülmek de değildir. Düşünmekle okunulur, okuyarak düşünülür ve bu meleke yıllar içinde kazanılır.”
- Ahmet Selim
"Benim neslim kütüphanelere ders çalışmak için değil, kitap okumak için giderdi."
- Ahmet Yaşar Ocak
“Günümüzde bilgisel eğitim veriliyor. Oysa bu yeterli değil. İnsan üniversal bir varlık.
Aynı zamanda bir değerler dünyasıyla da ilgi içindedir; beğeni, gusto bakımından da
bir formasyona ulaşmak durumundadır.”
Cem Sökmen
- İsmail Tunalı
[email protected]
ŞUBAT2016
KATI
4
İ
letişimci Filiz Aydoğan, 1994-2004
arasında yazdığı makaleleri topladığı kitabının önsözüne şu cümlelerle
başlar: “Pierre Bourdieu, bilimadamlarının, araştırmacıların yaptıkları araştırmaların topluma iletilmesinin çok
önemli bir görev olduğunu söylemişti. Hatta Bourdieu, bilimadamlarının
doğal dünyaya ve toplumsal dünyaya
ilişkin şeyleri keşfetmek için devlet tarafından maaşa bağlanan ve elde ettiklerini halka geri vermek zorunda olan
‘insanlık memurları’ olduğunu belirtmişti.”
Buradaki “insanlık memurları” ifadesine bir mim koyarak bir başka iletişimci
Beybin Kejanlıoğlu’nun, hocası Ünsal
Oskay için söylediklerine kulak verelim: "1987 olmalı. Ünsal Oskay, kendisinin peşinden İstanbul’a gelip sınava
girdiğim üniversitede ortamı beğenmediğimi ve Ankara’dan taşınıp gelmeyi
düşünmediğimi söylediğimde, “okuyacak, yazacak, çizeceksen, bu işi yapacaksan, başka yolu yok, bir üniversiteye
gireceksin, işte sen de buraya gel, ben
buradayım” demişti. O dönem tuttuğum günlüğe yazdıklarım gülünç ama
anlamlı. Hocalarımı karşılaştırmışım
ve “Ünsal Hoca sadece akademisyen
değil, edebiyatla, sinemayla, popüler
kültürle ilgili okuyor, yazıyor. Onunla çalışmalıyım,” diye kendimce tercih
yapmışım. Bu aslında, çok naif düzeyde de olsa, entelektüel ile akademisyen
arasında açılan gediği gösteriyor bence.
Tercih, aslında bir yaşam biçimi tercihi:
Eleştirel bir entelektüel etkinliğe adanan bir yaşam… Günümüzdeki “kariyerist akademi kuşları”nı tanıdıkça, bu
gediğin artık kapanamaz hale geldiği
düşüncesindeyim.”
Ünsal Oskay, ders anlatışıyla, çevirileriyle, kitaplarıyla ve yazı konularındaki
çeşitlilikle Bourdieu’nun işaret ettiği
“insanlık memurluğu”nun gereğini
yapmış bir isim olarak öğrencilerinin
ve okuyucularının zihninde yaşayacak
ve yarına kalacak. Ünsal Oskay’ın şahsında etkileyici bir entelektüel-eğitimci
tipi görünürken öte yanda özellikle yeni
kuşaklarda evinde kitap bulunmayan ya
da kültür kitabından çok YDS, ALES,
KPSS ve görevde yükselme sınavı kitabı bulunan eğitimli/statülü ve eğitimci
insan tipinin örnekleri çoğalıyor. Bu insan tipinin, bilgiye, düşünceye, yazıya,
araştırmaya, makaleye, habere, gazeteye, dergiye bakış ve yaklaşımında sorun
var. Hatta yaklaşımdan çok uzaklaşım
var! “Evden uzakta eleştiri”yi seviyor,
“sorunları sorun olarak kavramaktan
uzak” duruyor. Kazârâ kitaba ve dergiye para verince üzülüyor. Bazı resmi
gereklilikleri aştıktan sonra yerleşen
“yeterlilik duygusu” aslında öğrenmesi
gereken çok şey olan insanların kendilerini sadece “öğreten” konumuna
kilitlemesiyle sonuçlanıyor. Bu tür insanlarla sohbet edilemiyor, yenilenme
yaşanamıyor, birlikte düşünerek yeni
terkiplere varılamıyor, ancak hafızadaki
bilgilerin “sunumu” gerçekleşiyor.
Kitapla kurulan “resmi” ilişkinin ilginç
bir örneğini Erol Güngör şöyle anlatır:
“27 Mayıs 1960’da hükümeti devirerek
bir askerî idare kuran kırk kişilik subay
heyetinde üyelerin yüzde doksanı en
beğendikleri eserin ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ olduğunu söylemişlerdi.
Sonradan anlaşıldı ki bu kitap onlara
vaktiyle resmen tavsiye edilmiş ve birer nüshası birlik kitaplıklarına alınmıştı. Sivil çevrelerde görülen durum
bundan daha iç açıcı değildir.” Ara sokaklara girmeyen, düz çizgiden devam
eden zihin dünyasının varacağı nokta
“steril orta sınıf hayat tarzını/kültürünü” paylaşmaktır.
Hâlbuki eğitimci, karşısına bilgi, fikir,
düşünce, yorum geldiğinde “bunun
bana somut getirisi ne olacak?” sorusunu refleks hâline getiren kişi değildir. Eğitimci toptan reddedişlerin sığ
sularında yüzemez. Eğitimci kişisel/
resmi hedefi için elde ettiği zorunlu
birikime yaslanarak değil, öğrenmeyi,
anlama çabasını hayatın bütününe yayarak oluşturduğu düşünceler, örnekler
ve önermelerle öğrencisinde ve okuyucusunda iz b ırakabilir. “Ben sadece
sahamla ilgilenebiliyorum” diyenlere
İlber Ortaylı’nın “zihinde genel bir
birikim ve çeşitli sorun alanları oluşturduktan sonra uzmanlaşmaya gitmeye” yaptığı vurguyu ve 1978’de dünya
kupasını kazanan Arjantin’in teknik
direktörü Cesar Menotti’nin meşhur
sözünü hatırlatalım: “Sadece futboldan
anlayan, futboldan da anlamaz.”
DİPNOTLAR
1.Filiz Aydoğan, Medya ve Popüler Kültür
Üzerine Yazılar, İstanbul, Mediacat Yayınları, 2004, s.7
2.Hüseyin Etil-Buket Teneke, “Homo
Academicus”, Dergah Dergisi, Ocak 2009,
sayı:227, s.22
3.Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, 7.baskı, İstanbul, Ötüken Neşriyat,
2011, s.228.
KAPILARI AÇMANIN
ADI: NÜKTE KİTABEVİ
Adalet Canlı Akbaş
O
kuma eğilimime dair düşünürken, geçmişisin pek çok coğrafyasında gezinirim. Çocukluğumda boyama, rakam birleştirerek
şekil ortaya çıkarma, tavşanı labirentten
kurtarma gibi etkinliklerle dolu olan ve
bol bol çizgi öyküler, kısa masallar, kısa
kısa çocuk öyküleri, menkıbeler olan
dergileri babamın eve kucak kucak taşıdığı zamanlardan, Aksaray il halk kütüphanesinde arkadaşlarımla yaptığım
çalışmalara; ilkokulda öğretmenimin
okuttuğu altın yumurtlayan tavuk, eşek
kulaklı Midas’tan, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e yazdığım bir
mektup sonrası adıma gönderilen sekiz
cilt kitabın elime ulaştığı orta okul yıllarıma giderim.
Hatta bizi evinde misafir eden, Aksaray
Anadolu Öğretmen Lisesinden edebiyat
öğretmenim Tülay hanımla yaptığımız
edebiyat sohbetlerine, Sthendal, Dostoyevski, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri,
Ziya Osman Saba, Victor Hugo okumalarına… Alperen Dergisi, Zafer Dergisi,
Mektup Dergisi, Lütfü Şahsuvaroğlu,
Dündar Taşer, Erol Güngör, Nurettin
Topçu kitapları, Kuran-ı Kerimler, Yasinlerin dolup taştığı evimizde babamın
dostlarıyla buluşup gece boyunca süren
sohbetlerine giderim.
Ama zihnimin dar koridorlarında ne
kadar dolaşırsam dolaşayım son olarak
üniversite yıllarımın geçtiği Konya’da,
beni ve pek çok arkadaşımı çekip çeviren Nükte Kitabevi’ne uğrarım ve orada
kalırım. Oradan çıkamam. Tohum saçılmış ruhumun zenginliğini, coşkusunu,
bitmez heyecanını hep orada yakalarım.
Nükte Kitabevi, kitap ortak paydasında
buluşan pek çok insanın uğrak yeriydi.
Mekânımızdı. Kitabevi sahipleri Halis
Nükte babamız, Tacettin Nükte ağabeyimiz, Abdullah, Rıza ve Kerem Nükte
kardeşlerimizdi. Ekmek teknelerini biz
talebelere sınırsızca açmış, alt katına serpiştirdikleri küçük masalar ve taburelerle
de oranın müdavimi olmamızın yolunu
açmışlardı. Şuanda eşim olan Kadir Metin Akbaş’ınyayın yönetmenliğini yaptığı
[email protected]
Alfabe Dergisi’nin toplantıları bu minik masalarda yapılmıştı sıklıkla. Hatta
öyle bir dergimizin olmasının yolunu
bile Tacettin ağabey açmıştı. Ömer’in,
Sertaç’ın, Ahmet Ceran’ın şiirleri dergimizde çıkmıştı. Beyza’nın, Gülşah’ın,
benim, Feyza’nın, Ali Tahir’in, Sümeyra’nın denemeleri, Ömer’in eleştirileri,
Sami’nin ülke gündemini değerlendiren
yazıları dergimizde yayınlanmış, kıymetli
hocamız Mustafa Tekin de makaleleri ile
bizi desteklemişti. Düşsokağı Sakini sevgili Murat Çelik’in Uyku Tulumundan
Seccade öyküsü ilk olarak bizim dergimizde yayımlanmıştı.
Nükte’nin inci gibi dizilmiş kitapları ile
dolu alt katı sığınağımız olmuştu. Erkan
Oğur, Düş Sokağı Sakinleri, Pink Floyd,
Ömer Karaoğlu, Eşref Ziya Terzi’nin
müzikleri eşliğinde karşılardı bizi muhakkak. Fakülteden çıkar çıkmaz uğradığımız ilk yerdi Nükte. Her gittiğimizde
orada arkadaşlarımızdan bir kaçını muhakkak görür, oturur muhabbet ederdik. Ahmet Ceranla uzun uzun filmler
hakkında konuştuğumuzu hatırlıyorum.
Otomatik Portakal en hararetli tartışmaları yaptığımız filmlerden biriydi mesela.
Ve Ahmet iyi bir sinema seyircisi, sıkı bir
eleştirmen, ciddi bir yorumcuydu. Ondan çok şey öğrendim.
Ömer iyi bir şair, hakkıyla bir okur, gördüğüm en iyi dergi takipçisiydi. Atlılar’ı,
Hakan Arslanbezer’i, Kitap-lık ve Hece
dergisini, Abdullah Harmancı’yı, İbrahim Demirci’yi onun sayesinde tanımıştım. Konuştukça mevzular derinleşir,
okunacak ne çok şey olduğunu söyler
ve muhakkak birkaç kitap alır çıkardık
Nükte’den. Hatta Abdullah hocayı bir
gün evinde ziyaret etmiş ve sohbetinden istifade etmiştik. Mehmet Harmancı
hocamızla da böyle bir ortamın bereketi
neticesinde tanışmış ve haftalık sohbet –
muhabbet günlerimiz oluşmuştu. Çocuk
edebiyatı hakkında Sümeyra, Beyza ve
Aslı’dan çok şey dinlemiş ve onların bu
ilgisi beni de beslemişti. Cahit Zarifoğlu,
Mevlana İdris sıkça andığımız isimlerdi. Hatta Mevlana İdris’in Aslı’nın daveti üzerine Konya ziyareti de oldukça
bereketli geçmişti. Nükte zaman içerisinde saflarımızı sıklaştırmış, dostluklarımızı kavileştirmişti. “Bir Avuç Genç”
üst başlığında herkese açık seminerler
düzenlenmiş, sanat ve yazı dünyasından isimler bu küçük grubun davetlileri olarak Konya’ya gelmişlerdi. Bu işler
organize edilirken herkes bir ucundan
tutmuş, yapılan işin heyecanını yürekten
hissetmişti. Yazılan yazılar, şiirler, yeni
çıkan kitaplar, sıkı takipçisi olduğumuz
yazarlar, ümmet meseleleri, ülke gündemi, sinema konuşur olmuştuk. İyi ve
gayretli insanlar olmak istikametinde hepimizi hizaya çekmişti Nükte.
Sonra herkes mezun oldu. Evlendi çoluk
çocuğa karıştı. Çocuklarımız dostluk mirasını bizden devraldı. Ömer’in yayınlanmış üç kitabı oldu. Pek çok arkadaşımız
akademide varlıklarını devam ettirmeye
başladı. Beyza masal anlatıcılığı gibi bir
serüvenin yürütücüsü oldu [Şifahen Masallar]. Ve bir de çocuk kitabı yayımlamayı ekledi buna. Sümeyra ve Aslı çocuk
edebiyatına dair güzel dergilerin çıkmasında büyük emekler veriyorlar. Ali
Tahir ney üfleyip Konya’nın güzel bir
camisinde imamlık yapıyor. Sami televizyon yayıncılığı… Liste uzar gider böyle.
Kimileriyle sıklıkla görüşüyor, kimilerini
yaptığı işler dolayısı ile takip etmeye devam ediyoruz. Elbette kopup gittiklerimiz de oldu, ebedi yolculuğuna uğurladıklarımız da.
Hayatın, o zamanlarda bize bahşettiği
Nükte Kitabevi birlikteliğini şimdi pek
çok gençten esirgediğini düşünüyorum.
Kimsenin mekânı kalmadı. Kitapların
içinde kendiliğinden ve bir manifestoya
gerek bile duyulmadan gelişen dostluklar yok. Kimse kimseye kapılarını açmayı
denemiyor. Okuyacak, dost olacak, vakit
ayıracak zamanımız da böyle bir çapımız
da kalmadı. Kitabevleri ticarethane olmanın bir adım ötesine geçemiyor. Hatta
çoğu, varlığını da sürdüremiyor. Nükte
de sürdüremedi. Ekonomik koşulların
ağırlığı Nükte’ye öğrencilerin mekânı olmasını çok gördü ve kapılarını o bir avuç
genç’e kapattırdı.
ŞUBAT2016
KATI
5
KAĞIDA BASKININ
İNTERNETLE
SAVAŞINDA SON DURUM
Kadir Metin Akbaş
[email protected]
B
ŞUBAT2016
KATI
6
iz iletişimciler gelecek hakkında
konuşmaya pek bir ilgi duyarız.
Özellikle gelecekte nelerin ortadan kalkacağı, yeni nelerin hayatımıza
dâhil olacağı konusunda çok sayıda tahminimiz vardır. 20 yıl öncesine dönüp
baktığımızda internet denen heyula kâğıda baskıyı bitirecek, bugün ellerimizi
mürekkep siyahına boyayan gazetelerin
nesli tükenecek, herkes internetten gazetesini okuyacak, kitaplar matbaalarda basılmayacak, kitap otomasyonları
olacak oralardan tedarik edilecek -ki
kitap okuyan kalırsa tabi- kâğıda basılı
dergi devri kapanacak, siteler, bloglar
revaçta olacak, televizyonun pabucu
dama atılacak yüzüne bile bakılmayacak… Daha bir sürü öngörü… İnternet yaygınlaştı, hayatımızın orta yerine
kuruldu hatta onsuz bir dünya tasavvuru dahi geliştiremez olduk ama bir
şeylerin de ters gittiğini fark ettik; sanal
dünyanın kara delik misali yutacağına
inandığımız kâğıda basılı gazete ve dergicilik ölmedi. Evet, ölmesi bekleniyordu ama ölmedi, aksine sanki yeniden
hortladı! Acaba neden?
İnternetin ilk zamanları insanlar, ekrandan bir şeyler okumanın daha efektif,
daha cool, daha cancanlı, daha besleyici olduğunu düşünüyordu. Kendilerine has domain alan bir grup okuma/
yazma sevdalısı hemen kolları sıvıyor,
ortaya yeni ürünler çıkarıp bunları zaman ve mekân sınırı olmadan herkesle
paylaşabiliyordu. Matbaa parası, mekân
sıkıntısı, yer darlığı, dağıtım problemi
ve benzeri olumsuz koşullar olmadan
halloluyordu işler. Ama bir şey eksikti
sanki… Ekrandan okumanın insana
veremediği bir şey vardı. Kâğıda baskıda olan bir şey eksik geçiyordu okuyana. Basılı materyali ele almanın, dokunmanın, yanında taşımanın, eşe dosta
açıp göstermenin, kesip saklamanın,
arşivlemenin, yıllar sonra sakladığımız
yerden çıkarıp tekrar okumanın verdiği hazdan eser yoktu ekranda. İnternet
hayatımıza dâhil oldukça, bunu daha
derinden fark eder olduk.
“Dijital çağda, gazetelerin bile ölmesi beklenirken dergiler atağa kalktı...
Her ay yeni bir dergi çıkıyor piyasaya.
Dergilerin, gazetelere göre dönemsel
özellikleri daha baskın. Türkiye olarak
dergi ve gazetelerle tanışmamız 19.
yüzyılda gerçekleşiyor. Günümüzdeki
dergi çeşitliliğinin ilk örneğine Meşrutiyet döneminde rastlıyoruz. Son bir
kaç yıldır dergi ortamı tıpkı Meşrutiyet
Dönemi'nde olduğu gibi hareketlendi.
Sosyal değişmelerin hızlı olduğu dönemlerde, kişiler birlikte olmak için
ocak başı sıcaklığı olarak bir derginin
etrafında toplaşıyor. Gazete sokaktır,
dergi ev, kitap ocaktır. Gazete olaylardan beslenir, dergi fikirlerden. Onun
için dergi ve kitap birlikte yol alır. Daha
doğrusu kitaplar, özellikle edebi, felsefi kitaplar dergi muhitlerinden çıkar.
Ocağın başında birlikte oturursunuz.
Birlikte otururken hem aynı zamanı paylaşırsınız ocağın başındakilerle,
hem aynı mekânı. Ocağın başında birisi
kitap okumaktadır, birisi dantel örmektedir, birisi oyun oynamaktadır. Ocağın
bulunduğu alan, aile bireylerini kendi
sıcaklığında bütünleyivermiştir.” Sosyolog/ yazar Fatma Barbarosoğlu’nun
sıcacık üslubundan okuduğumuz bu
satırlar da bize gösteriyor ki son yıllarda kitapçıların dergi rafları olabildiğine
hareketli ve renkli. Peki, nasıl oldu da
böyle bir durum hâsıl oldu?
Sosyal medyanın keşfi ile birlikte yeni
bir döneme girildi. Sosyal medyada
yazı ve yazı yazanlar daha bir belirginleşti. Aynı duyguyu, aynı düşünceyi,
aynı idealleri paylaşanlar sanal âlemde
bir araya geldikçe, bunun gerçek dünyaya yansımasının yollarını aramaya
başladılar. Sadece bu da değil. İnternet,
dergiler için içerik oluşturmada da çok
büyük kolaylıklar sağladı. İnternet sayesinde çok farklı konularda yazı yazmak mümkün oldu. Yazılar daha dolu
içerikle yazılmaya başlandı. Dergilerin
içeriği internet ile daha bir doldu. Ve en
önemlisi ise internet sayesinde dergiler
çok uzaklardan duyulmaya başlandı. Bir
anlamda “kâğıda baskıyı” öldürmeyen
internet, onu fazlasıyla güçlendirmiş
oldu. Gazeteci yazar Serdar Turgut’un
“Yeni Medya” kitabında altını çize çize
vurguladığı gibi “içeriği güçlü olanlar”
ayakta kalmasını bildi. Özgün çalışmaların yer aldığı dergiler, internet sayesinde popülerliklerini artırdılar. İçeriği
zayıf olanlar ise sıradan bir dergi olarak
kalmakla, kapanıp gitmek arasında tercih yapmanın zorluğunu yaşıyorlar.
Bilgisayar ekranından uzun yazıların
okunmayacağının keşfi sonrası, dergiler daha bir gözde oldu. Üniversite
gençliği, genç memurlar, akademisyenler, okumayı seven serbest meslek
erbabı, sosyal medya kullanan ve okumayı yeni keşfetmiş ev kadınları dergi
okumanın kolaylığını ve güzelliğini fark
etti. Gündelik hayat, bu dergilerin ana
meşgalesi oldu. Hiç söz edilmeyen,
gündeme girmeyen, üzerinde kalem
oynatılmayan ne kadar farklı alan varsa internet sayesinde kendi başına bir
“dergi” oldu. Lacivert’ten Nihayet’e,
Cins’ten Gerçek Hayat’a kadar yeni
dergiler dolu içerikleri, özgün tasarımları ve kendilerine ait ama okurlarına
da sirayet eden özgüvenleri ile dijital/
sanal dünyanın uzağında ama ondan
beslenerek yollarına devam ediyorlar.
Biraz iddialı olacak ama internet daim
oldukça, insanlar okumanın tadını aldıkça, sevdiğimiz dergiyi elimize alıp,
bol köpüklü kahve eşliğinde okumanın
keyfini çıkarmaya daha uzun yıllar devam edeceğiz…
YAŞAYAN ADAM:
OKUyanUS
Yasin Çakırel
İ
ster büyük insan deyin, ister entelektüel, ister önemli insan ya da aydın,
sıfat önemli değil. Ben “önemli insan”
diye tabir edeceğim. Hayatım boyunca
gördüğüm, duyduğum, hayran olduğum,
boş konuşmayan, sözü dinlenesi, fikirlerine saygı duyduğumuz, hatta son dönemde
sosyal medyada sözlerini bolca paylaşıp
gördüğümüz, bazen uçuk fikirleri de olabilen insanların tamamı, çok okuyan tayfasından. Asker kahramanları bir kenara
bırakacak olursak, aydın kahramanların
hepsi okumayı âdet ve hatta yaşam biçimi edinmiş kişiler. Kaldı ki hem komutan
hem entelektüel olanları da var. Son 50 yıla
bu anlamda damga vuran isimlerinden birisi Aliya İzzetbegoviç… Bilge Kral Aliya
ile ilgili onlarca kitap yazıldığından dolayı
ondan bahsetmeyeceğim, zaten kametim
de buna yetmez.* Sadece, benim hayatıma
dokunan çok okuyanlardan bahsetmek istiyorum.
Okumaya nasıl başlar insan? Neden okur?
Neden okumaktan nefret eder? Sanırım
illa ki çocukluğa inmemiz lazım. Bazen
öğrencilerimize “sınavda soracağım ha!”
korkusuyla kitap okutuyoruz. O da, hayatlarında ilk okudukları kitap olabiliyor.
Birkaç yıl önce başka bir uygulama denedim. Üniversitedeki odama küçük bir kitaplık aldım, keyifle okunabilecek, önemli
gördüğüm, bunu illa ki okumalılar dediğim
eserlerden bir buket yaptım. Sonra başladım kütüphaneciliğe, gel, al, oku, getir. Yılsonunda baktım 200 civarı el değiştirmiş
bizim kitaplar. E bu da ufak bir kazanç. Bir
büyüğümden de şunu işitmiştim “derslerinize girerken elinizde ders kitabı haricinde
bir kitap olsun, belki merak edip okumaya niyetlenen bir öğrenci olur, verirsiniz”.
Hoş değil mi?
Peki, “neden okumaz insanlar?” sorusuna
Reşat Nuri Güntekin’den cevap arayalım,
bakalım ne diyecek: “Neye kitap okumuyorlar?’ demek ‘neye piyano çalmıyorlar?’
demek gibi bir şeydir. Kafayı kitap okumağa alıştırmak, parmakları piyano çalmağa alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre
yetişmek, hazırlanmak lazım gelirdi. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine bir manevi dünya yapmak, onun içinde
tek başına yaşayabilmek demektir. Bu ta
[email protected]
çocukluktan başlamış uzun itiyatlar ve egzersizler neticesidir.” (Reşat Nuri Güntekin,
Anadolu Notları, Cilt 1)
Çocukluğa inelim diye boşuna demedim.
İlkokul öğretmenimiz henüz ikinci sınıfta
iken okuma yarışmaları yapmasaydı; ortaokulda okurken, o zamanlar bir üniversite öğrencisi, şimdi bir öğretmen olan
Bilal Abır ile tanışmasam, Sefiller’i ondan
ödünç almasam, sorduğum sorulara kitapları açarak yerinden okuyarak cevap vermese, keyifli Necip Fazıl sohbetlerimizi
falan kitaba atfetmese herhalde benim de
kafam kitap okumaya alışmamış olacaktı.
Yine ilkokul yıllarında Kırklareli İl Halk
Kütüphanesi’nin resimli duvarları ilgimizi
çekmeseydi belki kütüphane kültürümüz
de olmayacaktı. Şimdilerde sınavlara hazırlanmak için etüt salonu olarak kullanılan
kütüphaneler, eskiden kitap alışverişi ve
okuma salonu olarak kullanılırdı. Yani artık kütüphaneye gitmenin de sosyolojisini
tahlil etmek gerek. Neyse, bu ayrı bir yazı
konusu. Sonuç olarak çocukluk önemli.
Çok okuyan arkadaşlarımın çocuklarının
ilk oyuncağı dergi ve kitaplar. Eminim onlar da büyüdüklerinde en azından tablet
kadar kitap ve dergileri de tanıyacaklar.
Dönelim okuyan uslara! Tek tek, isim isim
saymaya kalksak çok okuyanlar bitmez.
Ama Cemil Meriç’e de değinmesek olmaz
sanırım. Çünkü okudukça gözlerindeki rahatsızlığı artan, artsa da okumaya devam
eden ve otuzlu yaşlarında gözerini kaybeden adam Cemil Meriç. Okumaktan gözlerini kaybeden! Peki sonra? Sonrasını kızı
Ümit Meriç’in şu ifadelerinden anlamaya
çalışalım:
“Biz babamla birlikte yay burcuyuz. Babam 12 Aralık 1916 doğumlu. Ben 16
Aralık 1946. Tam otuz yaş var aramda
babamla. 8 yaşında babama kitap okumaya başladım. Babam öldüğünde 41 yaşındaydım, yani 8 yaşından 41 yaşına kadar
okulda olduğum günler hariç ben babama
her gün kitap okurdum. Üniversitelerde
amfilerde 30 sene ders verdim. Benim
ses tellerim büyük ölçüde şehit olmuştur,
aralarında gazi olanlar da vardır; onlar da
teker teker düşüyorlar. Ses tellerimi Cemil
Meriç için şehit etmiş bir evladım. Hepsi
helal olsun babacığıma” (İstanbul Dergisi,
Haziran 2015-Sayı 11).
İlahi Cemil baba! Kendini gözlerinden,
kızını ses tellerinden ettin, değer miydi bu
kadar okumaya(?)
Son dönemde Cemil Meriç’e benzettiğim
çok okuyanlardan birisi Yusuf Kaplan. Rivayet o ki; Yusuf Kaplan gece 11’den sonra bir başlarmış okumaya, sabahı edermiş.
Sosyal medyada her tarafı kitaplarla dolu
odasının fotoğrafı da vardı. Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, zarif şair Zarifoğlu ve
niceleri… Mesela İmam Cahız isimli bir
zat var tarihte. “Cahız” pörtlek demek; çok
kitap okuduğu için gözleri pörtlediğinden
bu lakap. Karısı ona “senin eşin olacağıma,
kitabın olsaydım” dermiş. Bu zatın vefatı
da kütüphane raflarının üzerine devrilmesiyle olmuş. Ali Emiri Efendi, Millet Kütüphanesinin kurucusu; kitap okuyamam
diye evlenmemiş. Yüz bin beyiti ezberden
okuyabilirmiş. Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat’it Türk’ünü Türk dünyasına
kazandıran da kendisidir. Kitaplarını Milleti için biriktirdiğinden, müdürlüğünü yaptığı ve kitaplarını bağışladığı kütüphaneye
“Millet Kütüphanesi” adını vermiş. Okuma sevdası henüz 9 yaşında başlamış, arkadaşları oyun oynarken o kitapların kendisine açtığı yeni ufuklarda yolculuk edermiş
(Furkan Çimen, dunyabizim.com). İsmail Saib
Sencer, Beyazıt Kütüphanesi’nin müdürü;
kütüphaneden çıkmadan vefat etmiş. Kitapları farelerden korumak için büyüttüğü
kedileriyle (Beşir Ayvazoğlu, Ateş Denizi),
sohbetini dinlemeye gelenlere kim bilir neler anlatmıştır? Kısacası ne kadar lafı sözü
dinlenebilecek adam varsa, etrafımızda
hepsi okyanus, hepsi okuyan us.
Gözlerimiz okumaktan kör olana, ses tellerimiz şehit olana, kitap altında kalıp vefat
edene, eşimizi ihmal edecek kadar değil
ama çocuklarımız bizi okurken görüp okumaya alışana, kendi hayatımıza değerli şeyler katana, iki çift laf ederken araya bir dize
şiir sıkıştırana kadar, okuyalım, ne olur…
* Hece Dergisi geçtiğimiz ay, özel sayılarından
31.sini Aliya İzzetbegoviç’e ayırdı. 800 sayfalık
bir başucu eseri olmuş. Her eve lazım…
ŞUBAT2016
KATI
7
MATEMATİK
OKUMAK
Muhammet Atalay
[email protected]
G
ŞUBAT2016
KATI
8
ündelik hayatımızda bir araç
olarak kullanılması yanında
pek çok bilime de destek sağlayan matematik, ülkemiz insanı için
üzerinde ittifak edilen meselelerden
birine de konu olmayı başarmıştır.
Özellikle ilk ve ortaöğretim dönemlerinde en çok korkulan hatta nefret
edilen dersler sorulduğunda, maalesef
ki matematik derslerinin ilk üçteki yeri
garanti edilebilir, liderliğe oynayacağına
da kesin gözüyle bakılabilir. Öte yandan matematik öğretimi ve eğitiminin
hayatın sonraki safhalarında ne kadar
gerekli ve kıymetli olduğu da tartışılmaz bir gerçektir. Yükseköğretime
devam edecek ve matematiği farklı
disiplinlerde kullanacak olanları kastetmiyoruz sadece, işin o tarafı gayet
açık. Sonrasında sahip olunan pek çok
meslek de esasında matematiğin uygulamalarını kapsar ama örneğin bir anne
veya baba da ailesinin bütçesini denk
tutmaya çalışırken, kredi kullanırken
veya evladının düğününe yatırım yaparken matematikle hemhal durumdadır.
Bu halkayı o kadar genişletebiliriz ki
hemen hemen dışarıda kimse kalmaz.
O halde matematikten nefret eden o
kadar insan nereye kaybolmuştur? Bu
durumda matematik öğretiminde bir
yerlerde yanlış mı yapıyoruz?
Matematiğin tarihi, Mısır ve Mezopotamyalılardan başlatılarak Yunan ve
İslam uygarlıklarını kat ederek günümüze kadar ulaştırılır. Çinliler kadar
Rusların, Almanlar kadar Amerikalıların, Türkler kadar Fransızların, Araplar
kadar İtalyanların adına rastladığınız
bu tarih, esasen bilim ve teknolojinin
de tarihine eşlik eder. Üstelik yalnızca
matematiğe dayalı bilimler değil görünüşte matematikle doğrudan alakası
kurulamayan örneğin teoloji gibi alanlar da matematikle birlikte gelişmekte
ve genişlemektedir. Dünyanın kaliteli
kabul edilen pek çok üniversitesi, hangi
bölüme olursa olsun, matematik sınavı
da yaparak öğrenci kabul etmektedir.
İnsanlığın ortak alanı olan bir bilimin,
ülkemiz insanına sunulurken “çözül-
mesi gereken bir problem”e indirgenmesi ve sıkıştırılması büyük bir hatadır.
Buna göre, ortada çözülmesi gereken
ama çözüldüğünde ne işe yarayacağı
meçhul bir takım sorular mevcuttur
ve matematik, bunları çözüp durmakta, bizi de çözmeye zorlamaktadır.
Yaşanan pek çok sorunun altında da
bu yaklaşım yatmaktadır. Bu şekilde
sunulan bilgiden alınabilecek tek haz
olarak ise -hangi yaşta verilirse verilsin- o problemi çözmek kalmaktadır.
Problemler çözülemedikçe o haz da
avucumuzun içinden kayıp gidecek,
geriye matematiği sevecek bir şey de
kalmayacaktır. Evet matematik çözülemeyen problemlere çözüm arar elbette
fakat matematik bunu yaparken yalnızca o problemin çözümünü bulmaya
odaklanmaz esasında. Dolayısıyla matematiksel bilgiyi öğrenecek kişiye de o
çözümü ya da çözüme götürecek formülleri, yolları, kuramları ezberletmek
niyetinde de değildir. Matematik, bir
takım apaçık önermelerden türeyerek,
kusursuz istidlaller zinciriyle hakikatler
üretir ve hakikatler bize kendilerini kabul ettirirler.
Matematiği sunarken, onun hakikati
arama ve arkasından koşma gibi yüce
bir eylem olduğunu da anlatmak zorundayız. Bu yolda ilerlerken karşımıza pek çok yol ayrımı çıkacak, herkes
istidat ve ilgi alanına göre bu ayrımlara
sapacaktır. O halde ilk yapılması gereken budur, yani matematiksel düşünmeyi ve matematiğin izlediği bu gayet
sarih metodolojiyi kazandırmayı amaçlamak. Bunun yolu ise öncelikle eğitim
ve öğretim kavramlarını birbirinden
ayırmaktan geçiyor. Sözlükte öğretim
kavramı “belli bir amaca göre gereken
bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim” olarak, eğitim ise “çocukların ve
gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve
anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini
geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme,
terbiye” şeklinde (TDK Büyük Türkçe
Sözlük) tanımlanmaktadır. Matematik
ile tanıştırılacak bireylerin de bu her iki
kavramı da ihtiva edecek şekilde matematiği okumasının sağlanması gerekir.
Yani bir yandan matematiğin kavramları, işlemleri, teoremleri öğrenilmeli,
bir yandan da tüm bunlardan öte matematiksel yöntemin özüne sirayet etmiş olan özen, ahenk, şüphe götürmeyen sonuçlar, gerçeğe ulaşan kusursuz
adımlar düşünceye işlenmelidir.
Matematiğin bir diğer özelliği ise bu biliminin iki yönünün bulunmasıdır: İlki
matematiğin içe yani yine matematiğe
bakan yönü; diğeri ise matematiğin dışa
yani diğer disiplinlere ve hayata bakan
yönü. Matematikçiler, yaptıkları araştırmalarla derin sonuçları olan teoremleri ispatlarlar ve elde ettikleri sonuçları
matematiğin gelişiminde bir basamak
olarak kullanırlar. Bu sonuçlar yeni bir
teoreme açılan bir kapı veya bir diğer
bilimin ihtiyacı olan bir bilgiye dönüşür. Fakat matematikçiler daha çok bu
sonuca ulaşmak ve bu sonuca ulaştıracak adımlarla ilgilenirler. Burası matematikçilerin etraflarına bir duvar örerek
matematikçi olmayanlardan sakladıkları bir gizemli bahçe gibidir. Bu arada
matematiğin elde ettiği bu sonuçlar ve
getirdiği çözümler, matematikten yararlanan örneğin mühendislikler gibi
diğer bilimler için salt bir araç olarak
görülür. Hele sanatçılar için matematik, kendi dünyalarının çok uzağında,
soğuk ve karanlık bir nesnedir. Oysa
son yüzyılın önemli düşünürlerinden filozof, tarihçi ve matematikçi olan Bertrand Russell (1872-1970), matematiğin
“yalnızca bir gerçeklik değil en yüksek
sanatın gösterilebileceği kusursuzluğa
muktedir, yüce bir güzellik, şahane ve
son derece sade bir güzellik” olduğunu yazmıştır. Yine büyük matematikçi
Godfrey Harold Hardy (1877-1947)
“matematikçinin yarattığı teori, ressam
ya da şairin eserleri gibi güzel ise değerlidir” demiştir. O halde yapılması
gereken, matematiği çevreleyen yüksek
duvarlardan aşarak, güzelliklerle bezeli
o bahçeye gezintiye çıkarmaktır.
BİLGİ ÇAĞINDA: BİLGİ
OKURYAZARLIĞINI
DÜŞÜNMEK
Mustafa Aslan
D
eğişim an be an devam ediyor.
Mevlana'nın ifade ettiği gibi;
"Şu akıp giden kum seline bak;
ne durması var, ne dinlenmesi. Bak birdenbire nasıl bozuluyor dünya, nasıl atıyor bir başka dünyanın temelini." Her
sabah aynı güneş doğuyor diyorsanız;
Hayır! Her sabah güneş başka doğuyor,
her akşam başka batıyor. İşte bunu fark
edebildiğimiz anda, tıpkı bilim insanlarının en hızlı sandığımız ışıktan da daha
hızlı bir şeyin varlığı keşfetmeleri gibi,
biz de kendimizde yeni bir beni, içimizde yatan hazinenin yeni bir köşesini keşfedebileceğiz.
Özellikle son yüzyılda değişime neden
olan teknolojilerin bile kısa sürede geçerliğini yitirdiği bu dönemde toplumsal, kültürel, siyasî ve ekonomik alanlarda devrim niteliğinde yenilikler vuku
bulmakta. Hiç şüphesiz günümüzde yaşanan değişimin temel faktörü üretilen,
paylaşılan ve kullanılan bilginin nicelik
ve niteliğidir. Bu nedenle yaşadığımız
yüzyıla bilgi çağı, bu çağın gereklerini
yerine getiren toplumlara da bilgi toplumu demek yanlış olmayacaktır. Bilginin hızlı akışı gereksinim duyanlara
daha kolay, hızlı ve ekonomik olarak
ulaşmasına, bunun sonucunda yeni düşüncelerin, yeni buluşların daha hızlı
yapılmasına ve yayılmasına olanak sağlamaktadır. Böylece bilgi toplumunda
yaşayan bireyler, öğrendiklerini yaşama
uygulama yanında, öğrenmeyi öğrenme
becerisi ile yaşam boyu devam eden bir
öğrenme süreci içindedirler. Bilgi toplumunu nitelemek için “öğrenen toplum”
kavramı da bu gerçeğin bir yansımasıdır. Bilgi çağının öğrenen toplumunda,
yaşam boyu öğrenme yaşamın belli bir
dönemine sıkıştırılmış eğitim ve öğrenme becerilerinin aksine, sürekli değişen
koşullara uyum sağlama amacıyla yaşamın her anında-yerinde devam edecek
öğrenme süreci vardır. İşte bu noktadan
[email protected]
hareketle bilgi çağında yaşam boyu öğrenme için bilgi okuryazarlığı hayatın
mihenk taşını oluşturmaktadır. Yaşam
boyu öğrenme ise tüm disiplinler, eğitim
çevreleri ve eğitim düzeyleri için ortak
bir kavramdır. Bilgi okuryazarı olmak
için kişi, bilgiye gereksinim duyduğunu
bilmeli ve bu bilgiyi elde etmeli, değerlendirmeli ve etkin bir biçimde kullanmalıdır. Bilgi okuryazarı kişiler bilginin
nasıl düzenlendiğini, nasıl bulunacağını, nasıl kullanılacağını bilmeli ve nasıl
öğreneceğini bilen kişiler olmalıdır. Bu
kişiler herhangi bir görevi yerine getirmede ya da herhangi bir karar vermede
gereksinim duyduğu bilgiyi bulabildikleri için yaşam boyu öğrenmeye hazır kişiler hale gelmeleri gerekir. Bilgi gereksinimini fark eden, bilgiyi değerlendiren,
mevcut bilgi yapısı içerisinde yeni bilgiyi
birleştiren, bilgiyi eleştirel düşünme ve
sorun çözmede kullanan, bilgisayar ve
diğer teknolojileri kullanarak bilgi kaynaklarına erişen, bilginin potansiyel kaynaklarını belirleyen: Bilgi okuryazarıdır.
Bilginin üretildiği ve paylaşıldığı ortamın çeşitlendiği ve karmaşıklaştığı bir
dönemde, bilgiye erişimde teknoloji kullanımı bilgi okuryazarlığının vazgeçilmez bir unsurudur. Bunun yanında aynı
koşullarda aldatıcı ya da yanlı bilgilerin
de kolayca sunulduğu dikkate alınarak
eleştirel düşünme ve sentez yeteneği ile
yararlı bilginin ayrılması becerileri de
bilgi okuryazarlığının vazgeçilmezlerindendir. Ayrıca yeni bilgi üretimi ve bu
bilgiyi başkalarının yararına sunulmasında geleneksel beceriler ile teknolojik olanakların birleştirilmesi de yaşam boyu
öğrenen bireyin sahip olması gereken
temel becerilerdendir. Bilgi okuryazarlığı becerileri ait olduğu disipline göre
farklılık gösterebilse de, özünde bilginin
güç olduğunun farkındalığı ile bilgiye
dayalı sorun çözme ve karar verme becerileri düşüncesi yatmaktadır. Teknolo-
jik gelişmelerin özellikle bilginin üretim
ve paylaşımında gelenekselin ötesinde
olanaklar sunması nedeniyle bilgi erişimi ve kullanımı sürecinde teknolojinin
etkin kullanımı becerisi de bilgi okuryazarlığının önemli unsurlarından biri
haline gelmiştir. Bu nedenledir ki bilgi
okuryazarlığı teknolojiye bağlı olarak
ortaya çıkan ağ okuryazarlığı, bilgisayar
okuryazarlığı, teknoloji okuryazarlığı,
çoklu ortam okuryazarlığı, web okuryazarlığı, medya okuryazarlığı, eleştirel
okuryazarlık gibi becerilerin tümünü
kapsayan bir şemsiye olarak görebiliriz.
Netice itibariyle bilgi okuryazarlığı da
kişilerin kendi kendilerine öğrenebilmelerini, öğrendiklerini kontrol altında
tutabilmelerini ve sürekli kendilerini
yenileyebilmelerini sağlayarak onların
başarılı olmalarında yardımcı olur. Bu
bağlamda bilgi okuryazarlığı becerilerinin bireylere kazandırılmasında öncelikli sorumluluk eğitim kurumlarındadır.
Eğitim kurumlarına değinmişken bahsetmeden geçemeyeceğim; medya okuryazarlığı dersine Eğitim Fakültesi’ni
tamamlayıp Sosyal Bilgiler öğretmenliğinden mezun olanların değil; işin asıl
sahibi ve ehli olan İletişim Fakültesi’nden mezun olan ve medya okuryazarlığı
eğitim-öğrenimini alan kişilerin girmesi
gerekmektedir. Eğitim zincirinin son
halkası ve bireylerin mesleki yaşamında
önemli ölçüde belirleyici olan üniversitelere de, bu anlamda büyük sorumluluklar düşmektedir. Ön lisans, lisans
ve lisansüstü eğitim-öğretimler bilginin
öğretilmesinin yanı sıra, geleceğin toplumunun şekillenmesinde gerekli olan
beyin gücünü yetiştirmek gibi bir göreve
sahip olmalıdır. Bu görevi yerine getirirken unutulmaması gereken düstur; nitelik, nicelikten daha önemlidir. (quality is
more important than quantity)
ŞUBAT2016
KATI
9
ETİK İLE AHLÂK
ARASINDAKİ YEDİ FARK
Şevki Işıklı
[email protected]
E
ŞUBAT2016
KATI
10
tik ve ahlâk, özensiz kullanımlarında birbirinin yerine tutar
fakat aralarında felsefi ve terminolojik farklar vardır ve bunlar, iki
sözcüğün birbiri yerine serbestçe kullanımını sınırlandırır. Sözcükler, köken
itibariyle farklı alanlara gönderme yaptıkları gibi, başta profan ve dinsel olmak
üzere başka başlangıçlara da sahiptirler.
Her ikisi de normatif-buyurgan olmakla birlikte, ilkeler ve normlar farklı ontolojik zeminlere temellenir. Örneğin
bir Hıristiyan, Musevi veya Müslüman
ahlâkından, protesten ya da Budist ahlâktan bahsedilebilir fakat herhangi bir
dinin etiğinden bahsetmek anlamsızdır.
Örneğin “Müslümanlık etiği” boş sözdür; bu bağlamda olsa olsa Müslümanın
takvasından bahsedilebilir. Buna karşın
meslek etiği, çevre etiği veya enformasyon etiği kullanımları terminolojik açıdan uygundur.
i.Etik, ahlâki, siyasi, ideolojik veya
dini eylemler
Eylemlerimiz; siyasi, dini, ideolojik,
etik veya ahlâki olarak sınıflandırabilir. Görünen o ki her eylem (davranış),
etik kategorisine dâhil edilemez. Örneğin vergi kaçırmak ya da kırmızı ışıkta
geçmek siyasi bir eylemdir. Vergi vermeyenin veya kırmızı ışıkta geçenin ne
ahlâksız ne de etik olmayan bir eylemde
bulunduğunu söyleyemeyiz. Çünkü siyasi eylemler, birey-devlet ilişkisindeni
yazılı yasal-hukuksal yolla düzenler ve
bu iki davranışı yargılayacak yasal bir
mekanizma (normlar, memurlar, hapishaneler, ceza tutanakları vs.) zaten
hazırdır. Benzer şekilde ahlâki eylemi
değerlendiren mekanizma ile etik eylemi yargılayan mekanizma da farklıdır.
Biraz daha genelleştirerek söyleyelim:
Bir davranışın etik kategorisine dâhil
edilmesi, onun suç, günah, kötü, çirkin
veya ayıp olmadığını gösterir; yalnızca
“etik-olan” ve “etik-olmayan” davranışlar etikle ilgilidir.
ii.İyiye yönelme olarak ahlâk, kendi
başına bir değer olarak etik
Doğrusu “meslek etiği” olsa da dilimiz-
deki “iş ahlâkı” ibaresi, sanki ahlâk ile
etik aynı anlama geliyormuş gibi bir galat-ı meşhura yol açmış olabilir. Örneğin toplumsal yaşamda, dostlar arasında
“yalancılık” ayıplanan, dışlanan böylece
düzeltilmesi talep edilen bir ahlâki zaafiyet olarak kabul edilirken, bir esnafın
yalan söylemesi, mesleğin inceliklerinden bile sayılabilir. Hatta ürünü gerçekçi olmayan övgülerle tanıtma ve ayıplı
mal satışında yükümlülüğü tek başına
üsteleniyor gibi yapma, bazı açılardan
etkili satış teknikleri kapsamına bile
alınabilir. “Abarttı ya da yalan söyledi”
diye hiçkimse bir esnafı “ahlâksız” diye
nitelendirmez, belki mesleki kurnazlık
yapmakla tarif eder. Öte yandan bir
kıza laf atmak, sözle ya da başka şekilde
taciz etmek, çoğu zaman kesin bir ahlâksızlık örneği olarak değerlendirilir.
Ancak laf atma veya taciz etme, etik
boyutta ele alınmaz. Etik-dışıdır yani
etikle ilişkilendirilemez; ne etiktir ne de
etik değildir.
iii.Ahlâkın “öteki”sine karşı, etiğin
“başka”sı
Toplumsallık, inançlar ve ideolojiler yaratır; bunlar ise insanlara değer yargıları
sunarlar. Böylece insanlar karşılaştıkları
şeyleri iyi, güzel, yüce, kötü, çirkin veya
günah gibi değerlerle yargılayabilirler. Toplumsallıktan türemiş değerlere
uygun eylemler iyi, uygun olmayanlar
kötü, bu eylemleri gerçekleştiren kişiler
değerli, gerçekleştirmeyenler değersiz
oluverir. Fakat değerlerin zayıf bir tarafları vardır: Her zaman yereldirler ve
sınırlı gruplar tarafından benimsenirler.
Grubun değerlerini aktif hale getirip
temsil eden kişi, grubun has elemanıdır; değerin yaşamasını engelleyen
veya değerleri eleştiren kişi ise grup
dışı yani ötekidir. Gruptan olan iyi ve
değerli, grup dışındaki öteki ise kötü ve
değersizdir. Benim değerlerime uygun
eyleyen kişiye, örneğin hemşeri, yoldaş,
kardeş, partizan hatta vatandaşa insanüstü anlam yüklemek, “öteki”ne rakip
veya düşman olarak hiç değer vermemek hatta değersizleştirmek, potansiyel suçlu muamelesi yapmak… Kişiler
ötekileştirilebilir ve ötelenirler. Ahlâki
özne ile nesne arasında uzay-zamansal bir mesafe girer. Mantık zemininde
“Ben”, “ben-olmayan”a karşı kendi
özdeşliğinin mücadelesini verir. Bu da
ahlâkın çelişki ilkesiyle akrabalık boyutudur. İşte etik tutumda insan, tam da
bu noktada çoğu zaman yerel gerekçesi
(belki de kılıf demeliyiz) bulunan ahlâki
ötekileştirmeyi terk eder, eşit insanlık
tasavvurunun bütünlüğü içinde ötekini, “başkası” olarak görmeye hazırlanır.
“Başka”, başkalaşır, “aynı ben”, başka
bir hâl alır. “Başka” ile “Ben”in ilişkisi, tözsel farklılık değil, zahiri ayrımdır.
Ben, özsel bir süreçte kendini “başka”
olarak bulur. Böylece etikteki özsel empati, ahlâktaki gruba beslenen sempatiden ayrılır. Empatide “ben” ile “başka”
arasındaki ayrım, bu yüzden “ben”i,
“başka’nın yerine koyma” teşebbüsüyle uzay-zamansal bir ayrım olmaktan
çıkar.
Ötekine dair değer-merkezli yaklaşım,
etik-ahlâk çatışmasını dinamik tutar.
Ben-öteki, bizler-onlar gibi, biri merkezde diğeri çevrede olan iki değerli
kutuplanmış bir dünya inşa eder. Grup
dışındaki insanlar “öteki” olarak tasvir
edildiğinde, ötekine “ben olan insan”
olarak algılama imkânı her an buharlaşabilir. Seküler etik temelli insan hakları, bu patolojik durumun sorgulanması
gerektiğini telkin edip onu sorgulamaya
davet eder. Öyle ki etik ilkeler insanı,
“salt insan” olarak muhatap alır. Başka
bir deyişle etik eylemin öznesi, “sadece
insan”dır: salt insan. Diğer değerler ise
insanı vatandaş, yükümlü, eş, akraba,
yoldaş, kul vb. bir özne olarak muhatap
alır.
iv.Törel pratikler olarak ahlâk, tüzel
boşluğun ürünü olarak etik
Ahlâkın zemini töre ve gelenek iken
etiğin zemini tüze ile töre arasındaki
boşluktur. Bu yazınsal ve törel boşluk,
insanı ikilemde bırakır. Yazılı yasayla
belirlenen alanlarda ahlâki kararlar verebilmek mümkündür. Fakat etik karar,
ahlâk ve yasanın yoksul boşluğunda ya
da yasanın muhayyer-belirsiz bıraktığı
durumlarda, kişinin başkasının çıkarını
“gözetmek ya da gözetmemek” ikileminde özgürce kaldığı durumlarda verilebilir.
Etik, bu tür ikilemlerin emprik varlığı yoluyla, irade özgürlüğünü varsayar. Eğer
özgür irade yoksa bile onu bu ikilemler
sayesinde yaratır. Ahlâki normlar her zaman insanın önünde yol gösterici olduklarından ahlâki kararda bir ikilem de söz
konusu değildir. Kişi, yalnızca açık seçik
sunulmuş olan iyiyi yerine getirmekle yükümlüdür. İyi ve kötü önceden bellidir.
İkisinden birini seçmekle kişi, ahlâklı ya
da ahlâksız bir eylemde bulunmuş olur.
İyi ile kötü arasında, gri-bulanık alanlar
da vardır. Etik tercih, bulanıklığı netleştirir; iyiyi veya kötüyü edimselleştirmez.
v.Ahlâkın yerelliğine karşı, etiğin evrenselliği
Etik, her zaman evrensel değerleri gündeme getirir. Siyasi, hukuki, ahlâki veya
dini davranışlar çoğu zaman yerel değerlere uygun olur. Kabile, aşiret, klan ahlâkından; Türk, Arap, İngiliz ahlâkından
bahsedebiliyor oluşumuz, onun toplumdan topluma, çağdan çağa farklılık gösterdiğinin delilidir. Ahlâkın somut toplumsal, uzay-zamansal koşullarına karşın
etik, “eşit insanlık onuru” gibi bir soyutlamaya dayanır. Bu yüzden dünyanın
her yanında aynı olmasını bekleriz. Tıp
etiğinindeki Hipokrat yemini gibi, çevre
etiğindeki “herkese ait dünya” tasavvuru
gibi, evrenselliğe yönelmişlik söz konusudur. Dünyanın her yanında doktorların, siyasetçilerin, din adamlarının, bilim
insanlarının yazılı olmasa da belli ilkelere
göre mesleklerini icra etmeleri beklenir.
Bu evrensel beklentiden türeyen etik,
evrenselliği de özgür iradenin yönelimi
ilkelerini, bir mesleği icra edenler için tümellik olarak konumlandırır.
kalarak kendini “konumlandırılmamış”
olarak sunar. Bu duyarsızlık ve konumlandırılmamışlığına, “vicdan otonomisi”
diyelim. Vicdani otonomi, ikilemde bırakan durumların gerekçelerden ari bağlamsızlığında hareket geçer. Etik dışındaki normların yaptırım kaynağı, bireyin
iradesine bağlı olmakla birlikte, bu kaynağın mevcudiyeti iradeye dışsaldır.
vi.Ahlâkın iradeye bağlılığına karşı,
etiğin vicdana bağlı çıkarsızlığı
Ahlâki eylem (davranış) toplum tarafından, dini eylem tanrı tarafından, siyasi
eylem devlet tarafından desteklenir ve cesaretlendirilir. Ahlâk iyi, toplumsal itibar
ve saygınlık, hukuki iyi serbestlik ve kredi,
dini iyi sevap ve cennet, estetik iyi ise güzel ve haz odaklı övgüyü beraberinde getirir. Övgüler eylemlerin ereğindeki ödüller, çıkarlar ve avantajlardır. Etik davranış
yönlendiren bu tür dışsal ve amaçsal bir
motivamotivasyon yoktur; o doğrudan
çıkarısızlıkla ilişkilendirilir. Etik ilke, bireye hiçbir çıkar vaat etmez, sadece insan
olduğu için böyle davranmasını ister. Bu
yüzden etik ilkelerin normatif yanı zayıf
olur. İradeden ziyade vicdanın belli bir
yöne eğilim göstermesiyle ilgilidir. Ahlâkın dayanağı irade güçlendirilebilir veya
zayıflatılabilir fakat vicdan, müdahaleye
kapalıdır. Geçmişin bir ürünü olsa da
vicdan, kararlarında mevcut koşullardan
bağımsız hareket eder. Toplumsal, ideolojik, dinsel değerlere karşı duyarsızlık
vii.Ahlâkın ertelenmiş erekselliğine
karşı, etiğin şimdi-buradalığı
Değerlere bağlı ahlâki davranışın sorumluluğu ve ödülü ertelenmiş bir ereğe sahiptir. Erek, sahip olunacak bir ödül barındırır. İnsanın kendisi, ahlâki eylem için
yeterli motivasyonu sağlamaz. İnsani varoluşun veya dışsal gerçekliğin yalın mevcudiyeti etiğin temelidir. Etik eylemin
öznesi, gözünü geleceğe ve uzak ereğe
dikmez. Bu da etiği, ahlâktan ayırır. Buraya kadar ki tartışmanın “etiğe methiye”
gibi anlaşılmaması için insani yaşamın
etikle yetinmesini önermenin yetersizliğini de konuşmalıyız. “Salt insan” ideali,
gerçek koşullar tarafından kuşatılan, arzu,
beklenti, ödül veya onaya ihtiyaç duyan
insanın “iyiyi istemesi ve iyiyi gerçekleştirmesi” için yeterli görünmüyor. Ne de
olsa etik, ahlâksal yaptırımlar gibi müşahhas neticelerden yoksundur.
BİLGİ HAVUZUNDA BOĞULMAK
G
ünümüzün en büyük sorunlardan biri herkes için sabır. Sabırsızlık nedeniyle bilgi havuzları
içinde boğuluyoruz. Dünyanın bilgisinin
elimizin altında olmasının hiçbir anlam
ifade etmediği durumlar yaşıyoruz. Tam
olarak ifade etmek istediğim şey şu; Google, Youtube, Yandex, Ekşi Sözlük, Uludağ Sözlük, vb. bilgi hazineleri hepimizin
sıklıkla başvurduğu kaynaklar. Peki, bu
kaynaklar içerisinde ne tür bilgiler var?
Gökyüzündeki meteorlardan, yerin altındaki magma tabakalarına kadar sayısal
anlamda belki de ifade etmesi zor olan
bir yığın bilgi var. Bu bilgiler ile sabırlı ve
disiplinli bir insan yeni bir model araba
üretebilir. Hiçbir bilgisi olmayan bir yazılımcı adayı Youtube kanallarından birine üye olarak sabır ve disiplin ile sıkı bir
program yazılımcısı olabilir. Peki, bize
engel olan şey ne? En büyük problem
bilgi yığını içerisinde boğulmaktır. En büyük düşman ise hızdır. Her anlamda hızlı
olmayı düşünmek veya her durumun hızlıca sonuçlanıp yeni bir olaya geçilmesi
düşüncesi bizim yeni nesil hastalığımızdır. Bu hastalıktan kurtulmanın reçetesi
yine sorunun içerisindeki cevapta gizli; sabır ve disiplin… Eğer hayatta yeni
başlangıçlara adım atmak isteniyorsa,
mutlaka eski nesil bir tahta kalem ve bulunabiliyorsa bir saman kâğıt alınıp küçük
bir algoritma diyagramı oluşturulmalıdır.
Serhat Dalgalıdere
[email protected]
Basit olanları sağ tarafa zor olanları sol
tarafa yazıp, önceliklerimizi belirlememiz gerekir. Önceliklerimiz ve kaderimiz
bazı noktalarda bize açık kapı bırakıyorsa
şayet sabır ve disiplin isimli iki anahtar
ile kapıları ikişer ikişer değil, birer birer
açmaya yavaşça başlamalıyız. Kendi kendimize öğrenmeyi öğrendiğimiz zaman,
bilgi okyanusunda boğulmak yerine sadece ihtiyacımız olan bilgileri cımbızla bir
sarraf titizliğinde çekeriz. İşin sırrı basit
ve emin adımlar ile sakince ilerlemeyi
bilmekte. İşin sırrı teknolojiyi, dev bilgi
kuyularını doğru kullanmayı öğrenmekte yatıyor. İhtiyacımız olanı ihtiyacımız
kadar ayıklamayı öğrendiğimiz zaman
başarı yollarını tırmanmaya başlayacağız.
Büyük bilgi yığınları içerisinden doğru
bilgiye ulaşmak gerçekten zor bir iştir.
Büyük veri teknolojileri gıda şirketlerinden, inşaat şirketlerine kadar uzanan bü-
yük bir alanda kullanılmakta. Büyük veri,
biriken (Text dosyası, fotoğraf dosyası,
video dosyası) datalar arasında amacımıza uygun sonuçları çıkarmak için kimi
zaman özel yazılmış programlar aracılığı ile kimi zaman insan beyni ile yapılan
araştırmaların ve madenciliğin bir sonucu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bazı gıda
şirketleri özel olarak elde ettikleri sosyal
medya verileriyle çalışma yaparak satışa
sundukları ürünlerin beğeni ölçülerini
elde etmekteler. Böylelikle hangi ülkenin hatta hangi beldenin nasıl bir damak
zevkine sahip olduğu sonucuna ulaşabilmekteler. Akla bile gelmeyecek analizler
yapılarak büyük verilerin içerisinden inanılmaz sonuçlar çıkarılmakta. Bu sistem,
savaş stratejilerinde ve büyük pazarlama
sistemlerinde kullanılmakta. Elbette hepimizin elinde devasa yatırımlar ile yapılmış analiz programları yok. Fakat büyük
verinin ne olduğu ve ne amaçla bu sistemlerin kullanıldığı bilgisi var. Sadece
bu bilgi bile bize bazı şeyleri anlatmakta.
İhtiyacımız olan bilgiyi ihtiyacımız kadar
analiz edip hayatımıza sabır ve disiplin ile
uygulamak… Eğer büyük veri analizlerinin amaçlarını öğrenebildiysek bunu hiç
durmadan kendi hayatımıza sabır ve disiplin ile uygulama vakti gelmiştir. Tabi ki
tahta kalem ve saman kâğıt üzerine önceliklerimizi belirledikten sonra...
ŞUBAT2016
KATI
11
BİRAZ KONUŞSAK
ANLAŞABİLİRİZ
Halil Kökcü
[email protected]
P
ŞUBAT2016
KATI
12
sikolog değilim. Sadece insan
davranışlarına biraz ilgim var.
İnsanların konuşma, anlatma
iletişim kurma ihtiyaçlarına dair bilimsel sistemli bilgiye sahip değilim.
Anlatacaklarım sadece gördüklerim
ve tecrübe ettiklerim. Bulduğu hemen
hemen her duvara (tuvalet, okul, facebook, twitter, youtube vesaire…) yazı
yazmaktan zevk alan, bunu bir yaşam
biçimi haline getiren Türk insanı, yazmaktan hoşlanıyor ve bence bu alanda
da istidadı var ama imkân verilmemiş.
Yazdıklarıyla ben de varım, benim de
söyleyeceklerim var beni de bir dinleyin, diyerek hem varlığını ortaya koymaya hem de sesine bir karşılık bulmayı umuyor.
I
Trabzon Polis MYO’da verdiğim “insan hakları” dersinde rutin olarak her
hafta çoğunlukla insan haklarına ilişkin
bir başlıkta öğrencilerime en az 130 kelimelik yazılar yazdırıyordum. Mühim
olan 130 kelimeyi doldurmasıydı, anlatımdan ya da imladan puan kırmıyordum. Çoğu zaman beni şaşırtan, üzen,
bazı konuları anlamamı sağlayan, güldüren yazılar çıkıyordu. Bazı öğrencilerin yazmaya yetenekleri çok yüksekti.
Cümle kurguları ve kelime seçimleri
şaşırtıyordu.
Bir hafta rutinin dışına çıkarak konuyu
serbest bıraktım. Kimileri ne yapacağını bilemedi, hatta birisi kolluğun güvenlik uygulamalarına ilişkin bir konuyu kitaptan yardım alarak yazdı. Ancak
pek çoğu içinde Galatasaray’ın UEFA
kupasını almasından, league of legend
oyununa, kadınlardan, memleketi Hatay’a, hatta ölüme kadar pek çok başlıkta oldukça güzel yazılar yazmışlardı.
Ben o yazılanlarda ne kadar önyargılı
olduğumu gördüm. Bir hukukçu olarak, polisleri çok daha mekanik algıladığımı fark ettim. Hâlbuki onlarda insan
olmanın getirdiği tüm kusurları herkes
gibi içeriyordu ve mesleğe başlama nedenleri, mesleğe yükledikleri anlamlar
sınıflandırıldığında verilen eğitimin
içeriğinin ve biçiminin değişmediği
müddetçe iyileşmenin beklenmemesi
gerektiğini fark ettim. Konumuz bu
olmadığı için bu kadarla yetineceğim.
Anlatmaya çalıştığım şey şu; normalde
bir örgüt gibi yapılanmış sınıfta, farklı görüşlerini, hayallerini, bakış açısını
ifade edemeyen, ettiği takdirde arkadaşları tarafından hemen alay konusu
haline gelip etkisiz hale getirilen öğrenciler yazıları ile anlatmak istediklerini
rahat bir şekilde, kimileri oldukça özgüvenli bir biçimde ki sınıfta ö'sü bile
yoktu, çok güzel ifade etmişlerdi. Yani
yazmak insanı özgürleştiriyor, hareket
alanı sağlıyor ve kısıtlamıyor. Keşke
milli eğitimde yazma ile ilgili daha çok
dersler olsa da şu İngilizce öğrenirken
yazdığımız "essay"ler gibi bol bol yazsak. Yazmadan önce de işin giriş gelişme ve sonuç ile sınırlı olmadığını, bunun başkaca yazım biçimleri olduğunu
öğretseler, bu sayede de düşünme usulümüzü bir nebze olsun geliştirsek güzel olmaz mı? Günlükler tutsak mesela,
nenemizin dedemizle tanışma hikâyesini oradan okusak, bence güzel olur.
II
Hukuk öğrencilerine yönelik bir anket
yapıyorum. 150 kadar yanıt geldi, gelmeye devam ediyor. Ankette bir insan
neden hukuk okur, üniversitesini nasıl seçer ve fakültesi, hocaları, dersleri
hakkında ne düşünmekte gibi sorulara
cevap arıyorum. Soruların hepsi açık
uçlu. Bu sayede “hiç katılmıyorum”
“tamamıyla katılıyorum” gibi derecelendirilmiş seçenekler yerine gerçekten
neler düşündüklerini, hissettiklerini
öğrenmeye çalışıyorum. Hisleri özellikle merak ediyorum, zira yazılımcı değiliz program kodlamıyoruz bir
alanda insan yetiştirmeyi amaçlıyoruz.
Onları tanımalıyız. Yaptıklarımız nasıl
karşılık buluyor, yapmadıklarımız neyi
eksik bırakıyor? Günden güne unuttu-
ğumuz öğrenciliğin gündeminde neler
var, dertleri, umutları hayalleri ne? Şu
ana kadar gelen cevaplarda dikkatimi
çeken şu; öğrencilere eğitim veriyoruz ama onları dinlemiyoruz. Farklı
evrenlerden iletişim kuruyoruz. Onlar
da içinde bulundukları ülkeye, aldıkları
eğitime dertlenip bir şeyler söylemek
istiyorlar; bir süre sonra bu dert azalmasa da karşılık bulamayacağını bildiği
için görünür olmuyor. Aşağıda anketten birkaç yanıtı buraya ekliyorum.
Yazmak bir konuşma biçimi. Yazılarla
konuştuğumda bana söylediklerini yazdım. Evet, biraz konuşsak iyi anlaşabileceğiz belki de.
“bizlere bu konuda bir şeyler söyleme imkânı sağladığınız için teşekkür ederim.”
“…içimi bir nebze olsun döktüm”, “…
içimi de dökmüş oldum”.
“Anketleri değerlendirip nasıl değişiklikler
yapacaksınız merak ediyorum ancak bunları yazarken bile bana faydası oldu diyebilirim. İnsan zaman zaman bunalabiliyor.
Amaçlarını, düşüncelerini dile getirmek
bile yeniden umut veriyor.” “Bize kendimizi ifade etme hakkı tanıdığınız için çok
teşekkür ederim :)”
“anonim olayı var ya bu harika ya! Yani
tüm düşüncelerimi rahat ama uygun bir
dille açıklama fikri insan kendi kimliği ile
de bunu yapmak istiyor lakin gördüğümüz
üzere bu mümkün olmuyor.”
“Bize kendimizi ifade etme hakkı tanıdığınız için çok teşekkür ederim :)”
“Ne kadar katkıda bulundum bilemiyorum fakat hukuk öğrencilerinin; hedefleri
hukuk olup geleceklerini hukuka bağlayan
öğrencilerin, bir şeyleri değiştirmeye niyetli idealist öğrencilerin çok büyük katkılar
sağlayabilecekleri bir anket olmuş”
MEDYA OKURYAZARLIĞI
NEDEN ÖNEMLİ?
Ramazan Çelik
O
kumak; bir eylem olarak, edebiyatta, felsefede, sosyolojide ve
hatta teolojide önemini yitirmeden geçmişten günümüze karşımızda duruyor. Bu eylem, bazen kutsal bir
kitabın satırlarında, bazen bir romanın
sürükleyici akışında, bazen bir bilimsel
çalışmanın ayrıntılarında bazen de bir
şiirin mısralarında göz, kalp ve zihin
üçgeninde metronomunu yitirmeden,
bir med-cezir misali hayatımızın
akışında gidip geliyor.
Bir de medyayı okumak için medya okuryazarlığı var. Medya okuryazarlığı terimi İngilizce “media literacy” sözcüğünden dilimize çevrilmiş,
yazılı ve yazılı olmayan, büyük çeşitlilik gösteren formatlardaki mesajlara
ulaşma, bunları çözümleme, değerlendirme ve iletme yeteneği olarak
tanımlanmaktadır. Medya aracılığı ile
enformasyonu alan birey tarafından,
enformasyonun çözümlenmesi, değerlendirilmesi ve iletilmesi (geribildirim)
medya okuryazarlığının önemini ortaya koymaktadır. Birden çok fonksiyonu içeren medya okuryazarlığına
bu açıdan bakıldığında kavramın; bir
yandan medya oluşturarak iletme,
diğer yandan da iletilen medya unsurlarını alırken çözümleyebilme becerisini içerdiği görülmektedir. Bu iki unsur ekseninde meseleye bakıldığında
aslında ikinci unsur olan, “iletilen medya unsurlarının kullanıcı tarafından
çözümlenebilmesi becerisi”dir medya
okuryazarlığı.
Medya okuryazarlığı denildiğinde;
bu iki içerikten daha çok medyayı
çözümleyebilme becerisi üzerinde
durulmalıdır. Zira medya; gazete, kitap, dergi, televizyon, video, sinema,
internet gibi birçok aracı içeriyor ve
adını multimedya koyduğumuz “çoklu
ortam” ile de bütünlüklü bir hal almış
bulunuyor. Özellikle ekmek, su gibi
ihtiyaçlar ile aynı anlamı taşıyan bu
araçların bireyin bilgiye duyduğu açlığı
gidermesi açısından önemli olması, bireylerin alınan enformasyonla ne kadar etkilendiği sorunsalı ile baş başa
bırakıyor bizleri.
Burada esas sorun, medyada verilen
mesajların birey ve toplumları hangi
ölçüde etkilediği, mesajların alıcılar
tarafından hangi düzeyde algılandığı
ve çözümlemeye ya da eleştirel bir
bakışa tabi tutulup tutulmadığı sorunudur. Medya okuryazarlığındaki
asıl amaç, medya mesajlarının doğru
algılanması, eleştirel bir bakış açısıyla alınabilmesi, gerçeklik-kurgusallık
ayrımının yapılabilmesi, medyanın
sunduğu dünyanın gerçeğin kendisi olmayabileceğinin anlaşılması,
medyanın yönlendirme ve yönetme
fonksiyonlarının olduğunun farkına
varılabilmesi, mesajı gönderenlerin
kendi düşüncelerini dayatma gayreti
içinde olabileceklerinin değerlendirilmesi gibi hedefleri içermektedir. Yani
medya okuryazarlığı, kaynağı her ne
olursa olsun, bilgiyi değerlendirip onu
yerinde kullanabilen bireyler olmayı,
böyle bireyler yetiştirmeyi hedeflemektedir.
Bu amaçlar doğrultusunda, medya
mesajlarının doğru algılanabilmesi
için belirli bir bilinçlilik düzeyine ihtiyaç var. Zira eleştirel bir bakış açısı ile
gerçeğin ya da kurgunun birbirinden
ayırt edilmesi medyayı iyi okumaktan
geçiyor. Çünkü birilerinin ak dediğine,
bireyin kara deme özgürlüğü medyaya
bilinçli yaklaşma ile elde edilebilecek
bir durumdur. Özellikle meseleye bu
bakış açısından yaklaşmanın nedeni,
medyanın yönlendirme ve yönetme
fonksiyonları ile mesajı gönderenlerin
kendi düşüncelerini dayatma gayreti
içinde olabileceklerinin unutulmaması
gerektiğidir.
Medya okuryazarlığı sadece medyadan
gelen enformasyonun kitleler üzerinde-
[email protected]
ki etkisi ile açıklanmamalı. Son dönemde “sosyal” ön takısını alan medyanın
ya da sosyal paylaşım ağlarının etkinliğinin her geçen artarak devam etmesi, bireyin gazeteciliğe soyunmasını da
beraberinde getirmiştir. Burada medyadan gelen bilinçli bir yönlendirmenin
etkisinin olmadığı gerçektir, lakin enformasyona dönüşmeyen bilginin de
daha kirli bir ortam yarattığı çok daha
önemli bir gerçektir. Çünkü medyayı
iyi okuyamayan bir kitlenin varlığı ortada iken, bu bilinçsizlik üzerine kurulacak olan her şey belki bir saman alevi
etkisi yapacaktır.
Özellikle medya okuryazarlığı üzerine yapılan çalışmalara bakıldığında,
hedef kitleyi çocuklar oluşturmaktadır. Çocukların gerçek ile kurguyu
ayırt edememesi, bu konuda resmi kurumları da harekete geçirmiş ve belirli
adımlar atılmıştır. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı medya okuryazarlığının
etkin olabilmesi için belli çalışmalar
yapmış ve bu kavramı okullarda müfredata koymuştur. Resmi kurumların
tasarrufunun dışında, özel teşebbüslerin de bu konuya hassasiyetle yaklaşması
son derece önemlidir.
Medya okuryazarlığı üzerine bilinçlilik düzeyinin daha da artması için bu
konuda yapılacak olan çalışmaların
sadece çocuklar değil, yetişkinler için
de olması gerekiyor. Zira topyekûn bir
talimden geçmek herkesin yararına
olacaktır. Yukarıda bahsedilen bilgiler
ışığında medya okuryazarlığı; öncelikle kullanıcının medyayı bilinçli okumasına katkı yapacak, medya iletilerini
doğru algılayabilecek donanıma sahip
olan ve zamanla iletiler üretebilme
becerisi kazanan birey, sünger gibi her
şeyi zihnine çekmeyecek, düşünecek ve
“ben de varım” diyebilecektir.
ŞUBAT2016
KATI
13
MATBU VE DİJİTAL
ARASINDA BİR
GENÇLİK
Sertaç Dalgalıdere
[email protected]
D
ŞUBAT2016
KATI
14
ergimizin kapak konusunun
“dijital ve matbu okumak”
olduğuna karar verildiğinde
kitap okuma geçmişimi düşündüm. İlk
ciddi kitap okuma deneyimim babama
ait olan Maksim Gorki’nin “Ana” adlı
eseriydi ve henüz 10 yaşındaydım. Rus
işçilerin devrim öncesi sıkıntılarını anlatan romanın beni ağlattığını çok iyi
hatırlıyorum. Duygulanmama sebep
olan şey, anne ve oğlun fakirlikle mücadeleleriydi. O kadar güzel kokuyordu ki kitap, sayfalarını hızlıca çevirip
kokluyordum. Uzunca bir süre kitabı
evimizdeki tahta vitrinin bana ayrılan
çekmecesinde sakladım. Sonraki yıllarda hiç kimse bana daha fazla kitap okumam konusunda herhangi bir telkinde
bulunmadı.
Üniversiteye başlayana kadar da bir
daha kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Neden kitap okumadım? Neden
Maksim Gorki’den sonra neredeyse
7-8 yıl elime hiç kitap almadım? Bu sorulara cevap ararken, dijital dünyaya ait
ilk ürünün evimize ne zaman geldiğini
anımsamaya çalıştım. Sanırım 1992 yılıydı ve dünyanın en çok satan kişisel
bilgisayarı olarak tarihe geçen efsanevi
makine Commodore 64’le tanışmıştık.
Dijital dünya yavaş yavaş kanımıza işlemeye başlamıştı. Yanılmıyorsam birkaç
sene sonra da Amiga 500’lerle tanıştık.
Kitap okumadık, dijital oyunlar oynadık, kafa ayarı yapıp oyun yükledik.
Kitap okuma konusunda herhangi
bir çabamız olmadı. 1990’larda bahsettiğim bilgisayar teknolojisinin bize
sunduklarıyla bugünün gençlerine ve
çocuklarına sundukları arasında uçurumlar bulunuyor. Tabletler, akıllı cep
telefonları, PlayStaion, Xbox 360 daha
neler neler... O günlerde bizi kitap oku-
maktan caydıran bilgisayarların yanında
bugünün teknolojisi kıyaslanamaz bile,
bu yüzden bugün gençlere ve çocuklara, gazete oku, dergi takip et, matbu
kitap oku gibi telkinlerde bulunmanın
boş olduğunu düşünüyorum. Onlar artık dijital dünyanın çocukları ve onlar
için çoğu şey sanalizasyon. Şimdi derdimiz şu olmalı; bunca sanallık içinde
gençleri ve çocukları dijital dünyada
okumaya, araştırmaya nasıl yönlendirebiliriz… Yoksa onlar için artık matbu
bir kitabı ele alıp okumak çok uzak bir
mesele... Hele hele dergi aboneliği, gazete takibi gibi şeyler onlar için hayal
dahi edemeyeceğimiz birer ütopya.
Bilgi ve enformasyon birbirleri yerine
kullanılmış ve karıştırılmış iki kavram.
Günümüzde de geçmişte olduğu gibi
aynı sorun devam ediyor. Bilgi kelimesi “insan zekâsının çalışması sonucu
ortaya çıkan düşünce ürünü” şeklinde
tanımlanıyor. Enformasyon ise etimolojik kökeni açısından “şekil- plan” anlamına geliyor. O halde bilgi olmadan
enformasyon içi boş bir şekil ya da
taslaktan ibaret. Sosyal paylaşım ağlarında dolaşan ve bilgi diye ifade edilen
şeyler aslında çoğu zaman birer enformasyondan ibaret. Enformasyondan
öteye geçemeyen ve çoğu manipüle
edilmiş bilgilerle dolu sosyal paylaşım
ağlarının oluşturduğu dijital dünyada
savrulan gençlere, birikimli ve nitelikli
dijital okuma yapabilecekleri kaynakları
ve alanları sevdirmenin, onlara bunlar
hakkında bilgi vermenin daha fazla işe
yarayacak bir yol olduğunu düşünüyorum. Böyle bir niyetiniz olursa, dijital
okuma yapabileceğiniz ve gençlere de
tavsiye edebileceğiniz bazı adresleri
sizlerle paylaşmak istiyorum. Umarım
faydalı olur.
www.dunyabizim.com
Ekim 2008’den beri faaliyette olan ve
kültür haberciliği yapan bir site. Yayıncılıkta sekizinci senesine giren dünya
bizim, ülkemizde yayın yapan, kendine
özel nitelikleriyle ilk ve tek uzun soluklu kültür sitesi.
www.biyografi.net
İnternet ortamında Türkçe içerik sunan web sitelerinden biri olmak düşüncesiyle kurulmuş. Sitede durağan bir
bilgi sunumu değil, gündemi sorgulayan ve geçmiş bilgi birikimini sunmayı
hedefleyen bir bakış açısı bulunmakta.
www.islamansiklopedisi.info
İlk cildi 1988 yılında neşredilen TDV
İslâm Ansiklopedisi (DİA) İslâmî ilimler, İslâm ülkelerinin tarihi, coğrafyası,
kültür ve medeniyeti gibi alanları kapsayan madde listesi orijinaldir. İlgili
ilim kurulları tarafından yaklaşık 500
temel kaynaktan taranarak tespit edilen
bu liste 15.226 maddeden oluşmakta,
bazı maddelerin farklı ilim dallarınca
yazılan alt bölümleri de eklenince rakam 16.855’e ulaşmakta.
www.kubbealtilugati.com
Toplam 93.000 söz varlığı barındırmakta. Sözlük, sâdece yaşayan Türkçemizi değil târihî seyri içinde Türk
dilinin kazanmış olduğu zenginlikleri
de gözler önüne sermeyi amaçlamakta.
http://gazetearsivi.milliyet.com.
tr/ Milliyet Gazete Arşivi, 3 Mayıs
1950 ile 31 Aralık 2007 tarihleri arasında yayımlanmış Milliyet gazetelerini
içermekte. Aradığınız haberleri sözcük
belirterek bulabilirsiniz. Arşivdeki içerikleri okumak için herhangi bir ücret
talep edilmemektedir.
UŞAK
PETRUŞKA'NIN
SERENCAMI
U
şak Petruşka... Pek konuşkan
bir adam değildi. Sessiz sedasızdı. Kültüre, yani kitap okumaya
karşı soylu bir ilgi duyardı. Bu kitapların
içinde de ne olup bittiğine pek kulak asmazdı. Okuduğu şey bir sevdalının serüvenleri olmuş, bir alfabe ya da dua kitabı
olmuş onun için birdi. Tümünü eşit ilgiyle okurdu. Eline bir kimya kitabı geçse
onu bile geri çevirmezdi. Hoşuna giden
okuduğu şey değil; okumanın, okuma
işinin kendisiydi. Harflerin bir araya gelmesinden ortaya yüzde yüz bir sözcük,
ama çok kez ne anlama geldiğini ancak
Tanrı'nın bileceği bir sözcük çıkması onu
çok sarıyordu."
“Okumak” farklı kültür ağlarından insanlar için farklı amaçlarla yapılan bir
eylemdir. Bazıları için hayatın can sıkıcı
gerçekliğinden bir kaçış, metafizik boyuta bir giriş anahtarı; bazıları için ise
alabildiğine rasyonel bir bilgi edinme
vasıtasıdır. “Neden okuruz?” sorusuna
verilecek cevap, soruyu cevaplayan kişiye
göre değişir. Öte yandan ne kadar okuma heveslisi olduğumuz da tam bir muammadır. Kimine göre okumaktan neredeyse gözlerimiz eriyip akacak, kimine
göreyse okuduğumuz son kitabın adını
hatırlamak bile büyük zahmettir. Her
ne kadar gelişmiş ülkelerdeki kütüphane
imkânlarına sahip olmaktan çok uzak olsak da, ülkemizde yayınlanan kitap sayısı son zamanlarda gözle görülür şekilde
artıyor. İster basılı, ister e-kitap olsun
kitaba erişim imkânları da çoğalıyor. Yayınlanan eserlerin edebi veya akademik
kalitesi bir yana, Avrupa ve ABD’deki kitap fiyatlarıyla kıyas götürmez biçimde “ucuza” okuma şansına sahibiz.
Türkiye’de 2015 yılında basılan üç yüz
seksen dört bin kitap, ya okurların kitaplıklarına istiflenmiş ya da depolarda satın
alınmayı bekliyor. Buradan “satılıyor ki
Ufuk Özer
[email protected]
basılıyor; okunuyor ki satılıyor” diyerek
bir kestirme sonuca ulaşmak mümkün.
Ancak toplumsal okuma alışkanlığımız
ne derece artıyor kesin bir cevap vermemiz zor. Yapılan bazı araştırmalara göre
okuma alışkanlığı daha okumayı bilmediğimiz yaşlardan başlayarak kazanılan bir
özellik. Çocukluk çağlarımızın başında,
yaşadığımız evde kaç kitap bulunduğu
(ebeveynlerin kültürel sermayesinin bir
göstergesi olarak) ilerleyen yaşlardaki
eğitim ve kültür çıtamızın seviyesini gösteren bir ipucu. Kitaplığında bolca kitap
bulunan, ebeveynlerin veya aile bireylerinin kitap okuma alışkanlığına sahip
olduğu hanelerde çocuklar farkında olmaksızın bu kültürü miras alıyor. Hayatının geri kalanını bu kültür üzerine inşa
ediyor. Eğitim hayatındaki başarısı buna
bağlı olarak değişiyor. Kitap okuma-okumama şeklindeki ayrım en temel olarak
bu sonucu doğuruyor. Kısacası okuma
alışkanlığı toplumsal eşitsizlikleri yaratma/ortadan kaldırma açısından önemli
bir belirleyici etken.
Gelelim diğer bir yönüne; yani okuma
eyleminin niteliğine. Okuma alışkanlığını edinmiş, az veya çok, ama düzenli
şekilde kitap okuyan bireyler okudukları kitapları neye göre seçiyor? Öyle ya,
sadece tek bir dilde dahi olsa her yıl on
binlerce kitap basılıyor ve bu kitapların
hepsini okumak imkânsız. Tam bu noktada kitapçıların “çok satanlar” rafları
(yahut kitap satış sitelerinin listeleri) imdadımıza yetişiyor. Raflara şöyle bir göz
atıp kapağı hoşumuza giden, kalınlığı
bizi ürkütmeyen, yazar ismi bir yerlerden tanıdık gelen ve genellikle “roman”
türünde eserlerden ediniyoruz. Eğer bu
zahmete katlanacak kadar “mazoşist!”
değilsek, kapının hemen karşısına yerleştirilmiş sepetten bir kişisel gelişim kitabını çantaya atıp hızlıca yolumuza, işimize
gücümüze devam ediyoruz. Olması gereken bu mudur şüpheliyim. Bana göre
bir okurun üzerinde durması gereken en
önemli nokta; kitap seçmeyi bilmektir.
Aksi halde halimiz sırtında kitap dolu
bir küfeyle amaçsızca dolaşan bir âdeme benzer. Bu ihtimalden kurtulmak
için; ilgimizi çeken türleri tespit etmek,
beğendiğimiz yazarları ve favori çevirmenleri listelemek, çeşitli yayınevlerinin
dizilerini takip etmek, kitap eleştirilerine
sıkça başvurmak ve okuduğumuz kitaplar hakkında notlar yazmak kendi kişisel
okuma geleneğimizi oluşturmak adına
çok yararlı olacaktır. Ama bundan daha
da önemlisi, okumalarımızı bir “proje”
çerçevesinde gerçekleştirmektir. İlgi çeken bir kavram, bir olay, bir şahsiyet vs.
ne olursa olsun, konu etrafında iyi seçilmiş akademik kitaplar, araştırmalar belki birkaç edebi eserle desteklenerek çok
da uzun olmayan bir zaman aralığında
okunmalıdır. Okuma sürecinin sonunda iyi bir okur, ilgili alanda bir seminer
verebilecek veyahut bir eleştiri yazısı
yazabilecek ölçüde bilgi ve ilhama gark
olmamışsa okuma eyleminden bir yarar
elde edilip edilmediği şüphelidir.
“Boş zamanlarınızda ne yaparsınız?”
sorusuna genellikle “kitap okurum” cevabının verildiğini duymuşuzdur. Oysa
“okuma” eylemi bir tür “boş zaman etkinliği” değildir. Yüksek bir kültür içinde
yetişen/yetişmiş bireyler için okumak
vazgeçilemez bir asli hayat uğraşıdır.
Okumak boş zamanları değerlendirmek
için yapılan bir uğraş olsaydı her kitabın
yalnızca ilk yirmi sayfasının basılması
yeterli olurdu. Hem yayıncılar daha az
maliyetle üretim yapar, kâğıt israfı engellenir; hem de tatil bavullarımızda akrabalara, eşe dosta getireceğimiz hediyelikler
için daha fazla yer kalırdı.
ŞUBAT2016
KATI
15
YAYINEVLERİNİN
TEKNOLOJİYLE
İMTİHANI
İskender Gümüş
[email protected]
T
ŞUBAT2016
KATI
16
ürkiye’de kitap okuma oranlarının
düşüklüğü, kütüphaneye gitme
alışkanlığımızın oldukça az olması
ve okur kıtlığı ile ilgili eleştiriler her
zaman dillendiriliyor. Her yıl buna ilişkin
istatistiki veriler yayınlanıyor, okumayan
bir toplum olduğumuzun üzeri bir kez
daha çiziliyor. Okuma-yazma oranımız
son yirmi yılda hızlı bir şekilde arttı aslında, son on yılda açılan üniversitelerle iki
yüze yakın yükseköğretim kurumumuz
oldu. Ancak yine de “okuma” eylemiyle arası nedense bir türlü barışmayan ya
da barışmadığı iddia edilen bir toplum
olduk.
Kitap okumanın bir alışkanlıktan çok,
marifet olduğunu düşünüyorum. Bu
konuda oldukça talihli olduğumu da
söyleyebilirim. Annem, okuma yazma
bilmeyen bir kadındı, babam ise ilkokul mezunuydu ve ortaokul diplomasını
kırkına merdiven dayamışken aldı. Ama
babam okumayı çok sevdiğinden, bizim
için iyi bir kütüphane oluşturmuştu. Ansiklopedilerin, kitapların, dergilerin içinde büyüdük. Çocukken kâğıt kokusuyla
büyüyenlerin kitapla ilişkisinin uzun yıllar devam edeceğini iddia etsem herhalde
abartmış olmam.
Üniversite yıllarında kısmi süreli olarak
çalıştığım kütüphanede kitaplarla her zaman iç içe oldum, hafta sonu geldiğinde
şehir merkezindeki kitabevlerinin yeni çıkanlar bölümünü uzun uzun incelerdim.
Kitaplara olan ilgim çocukluktan kalma
bir alışkanlık olarak hala devam ediyor.
Fırsat buldukça Cağaloğlu’na yayınevlerine gidiyorum. Yeni çıkan eserleri inceliyorum. Hemen her gün yeni bir kitaba
dokunuyorum. Yeni yayınlanmış bir kitabı görünce heyecanlanıyorum. Çocukluk
günlerim aklıma geliyor, kardeşlerimle
ansiklopedideki resimlere baktığımız
günler…
Kitaplara ve özellikle yeni yayınlanan ki-
taplara olan bu düşkünlük birkaç yıldır
düzenli olarak internet üzerinden satış
yapan bazı kitap satış sitelerinin yeni çıkanlar bölümünü kontrol etmeme de neden oldu. Sabah bilgisayarı açar açmaz;
“acaba hangi kitaplar çıkmış, ilgi alanıma
giren yeni bir kitap yayınlanmış mı” diye
iflah olmaz bir şekilde takip ediyorum bu
siteleri. Her ne kadar Cağaloğlu’na sık
sık gitsem de tüm yayınevlerinin yeni çıkanlarını inceleme açısından internet bir
derya… Kitap satış siteleri, kültür sanat
siteleri bu konuda önemli bir imkân sunuyor bize.
İlgi alanıma giren yeni bir kitap yayınlanmışsa not alıyorum hemen. İçeriğine
ilişkin bir bilgi bulabilmek ümidiyle yayınevlerinin internet sitelerini inceliyorum.
Birkaç yıldır özellikle akademik çalışma
alanımla ilgili hastalık derecesinde yeni
çıkan kitapları inceleme tutkusu yayınevleriyle ilgili önemli bir eksikliği görmeme
neden oldu: Yayınevlerinin internet siteleri çok yetersiz! Sosyal medyayla ilişkileri çok zayıf! Matbu yayıncılık alanında
ödül almış bir yayınevinin internet sayfası güncellenmiyor bile…
Türkiye’nin matbuat hayatının son elli
yılına damgasını vurmuş pek çok yayınevinin internet sitesi güncellenmiyor. Yeni
çıkan eserlerine ilişkin bilgi yok. Oysa
yayınevlerinin internet sayfaları yayınevinin kurumsal kimliğinin oluşumunda
oldukça önemli. Ancak yayınevlerinin
birçoğunun bu konuda bir gayreti maalesef görünmüyor. Çoğu yayınevinin kurumsal iletişim koordinatörlüğü bile yok.
Okurla iletişim kurabilecekleri bir ortam
oluşturmuyorlar. Belki de birçok yayınevi
fuardan fuara okuruyla iletişime geçiyor.
Görebildiğim kadarıyla Klasik, Ayrıntı,
Ötüken, İletişim ve Heretik yayınlarının
internet siteleri ise bir okurun aradığını
bulabileceği şekilde tasarlanmış. Bu yayınevlerinin internet siteleri, kitapların
içindekiler bölümüne ve sınırlı bir sayfasına kadar okuma imkânı sağlaması
gibi önemli özellikleri içinde barındırıyor. Velhasıl okurlarını önemsiyorlar.
Bu yayınevlerinin bir diğer özelliği ise
sosyal medyayı oldukça aktif bir şekilde
kullanmaları. Yeni çıkacak olan eserleri, yazarları hakkında haberleri, kitaplar
üzerine yazılan değerlendirme yazılarını,
kampanyaları sosyal medya hesaplarından sık sık duyuruyorlar. Bu da okurla
iletişimlerini koparmamalarını sağlıyor.
İletişimi koparmamak bir yana, okurla
sıcak bir diyalog kurmalarını da sağlıyor
sosyal medya.
Bir yayınevi için internet sayfası oluşturmak ve sosyal medya hesabı kullanmak
reklam ve tanıtım için oldukça önemli.
İnternet dünyası yayınevleri için oldukça
iyi bir reklam mecrası. Hem de maliyeti
oldukça düşük. Ancak çoğu yayınevi internet dünyasının bu imkânlarını kullanmıyor. İnternet sayfaları güncellenmiyor,
yeterli içerikten yoksun. Sosyal medya
hesapları ise etkin bir şekilde kullanılmıyor.
Hal böyle olunca, zaten okuma ile ilişkisi iyi olmayan toplumun kitaba erişe
bilirliği de oldukça netameli bir sürece
doğru gidiyor. Özellikle, internet üzerinden alışverişin arttığı günümüzde, satın
alınacak bir kitabın en azından içindekiler bölümünü okurun görmesi önemli.
Dünyada özellikle e-kitapların yaygınlaştığını bir veri olarak önümüze aldığımızda, matbu yayınların içindekiler bölümünün yayınevlerinin internet sayfalarına
aktarılmamasına anlam vermekte güçlük
çekiyorum. Teknolojinin baş döndürücü
bir şekilde geliştiği bu çağda, yayınevlerinin teknolojiyle imtihanında başarılı olduklarını söylemek ne yazık ki çok zor…
ESASLI OKUMALARA
İHTİYACIMIZ VAR
Aybüke Ekici
[email protected]
“M
üvekkilem ile davalı 10-12
yıl önce evlenmişler. Davalı
müvekkilime şiddet uygulamıştır. Dövmüştür, sövmüştür, küfür
etmiştir. Başından beri yani 10-12 yıldır
hep şiddet vardır. Boşanma tehdidi vardır.(!)
…
Davalı EMLAKÇILIK işi ile iştigal
etmektedir. Aylık geliri en az 10.000
TL’dir. Geliri ve maddi durumu orta iyi
çok iyi tabirlerinden çok iyi grubuna girmektedir. İstanbul Avcılar’daki müşterek
hane adınadır. Adına 2015 model Volkswagen GOLF DİZEL marka ve model
aracı vardır.”
(Bir avukatın(!) hazırlamış olduğu boşanma
davası dilekçesi!)
Bugüne kadar eğitim hakkında kütüphaneleri dolduracak yazı ve çalışmalardan
“eğitim şart” klişesine kadar binlerce
fikir tecrübe edildi, endişe, korku ve
ümitler paylaşıldı. Ama Moğol istilası
ile nehirlerin mürekkep akar hale geldiği kültür kıyımında bile günümüzdeki
kadar insanı dehşete düşüren cehalet ve
“Oku” emrinden uzaklık görülmedi.
Öyle ki Moğollar bile, kütüphaneleri ve
kitapları yok ederken, düşmanlarını ilimden uzaklaştırıp karanlığa gömmek amacına ilimle sahipti. Şimdi ise bilmekten
ve bilimden uzak koskoca bir nesil ve
hatta dünya ile karşı karşıyayız.
Dört yıllık hukuk eğitiminden ayrı yıllarca -Türkiye ortalamasının üzerinde bir
derece yapması gereken sınav hazırlığı
da dâhil- eğitim- öğretim(!) almış avukat
namzetlerimiz, yukarıdaki fecaati ortaya
çıkarabiliyorlar. Dilbilgisi kurallarını, yazım hatalarını ve dahi dalgınlık diyebileceğimiz hataları dahi görmezden gelsek,
derdini anlatmaktan aciz bir dilekçeyi en
ufak bir rahatsızlık göstermeden mahkemeye ve karşı tarafa sunabilen yukarıdaki
avukat bu fecaatin ne ilk ne de tek örneği.
Hz. Âdem’in öğretilen kelimeler ile Şeytana galebe çaldığı ve melekleri secde ettirdiği ilmi idi. Hz Süleyman’ı hükümran
kılan cinleri emrine amade kılacak ilmi
idi. Ümmi Peygamber, Hatem-ül Enbiya’ya ilk emir Oku ile geldi ve ilim öğrenmek kadın erkek bütün Müslümanlara
farz kılındı. Bununladır ki ilmin farz olduğu İslam dininin temsilcileri dünyaya
Endülüs ve Osmanlı gibi iki eşsiz medeniyet miras bıraktı. Modern tıbbın, astronominin, matematik ve diğer pek çok bilim dalının gelişmesini, bugün insanlığa
yön veren icatları ve eserleri Müslüman
ilim adamları ortaya koydu. Ne zaman ki
vahiy temelli ilmin kitabı Kur’an terkedildi, farz olan öğrenme kazaya bırakıldı
önderlik ve ilerleme bu sefer Batıya ve
Batılılara, vahiyden yoksun salt akla teslim oldu.
O gün bugündür maddeci Batı ilmi, kaynak noktası İslam’ı reddetse de İslam
medeniyetinin kazandırdıklarını referans
olarak kullanmakta ve dünyaya yön vermekte iken Batının sadece materyalizmini örnek alan günümüz Müslümanları ve
toplumumuz ne yazık ki ilimden ve okumaktan uzak yaşamaya devam ediyor.
İlmi-teknolojik gelişmeler, yeni çıkan telefonlar ve bunların güncellemelerinden
ibaret olmaya devam edilirse bu uzaklık
artacak, karanlık göz gözü görmez hale
gelecek.
Hz. Âdem ile başlayan ve Hz. Muhammed Mustafa (SAV) ile devam eden ilim
yolculuğunun nuru ile bizi aydınlatması
için ilki Kuran olmak üzere esaslı okumalara ihtiyacımız var. Üniversitelerde
istihdam edilen binlerce “okutmanın”
ismiyle müsemma görevlerini yerine
getirmeleri, 5 yaşından başlayan öğretim hayatının “Boşanma tehdidi vardır.”
ucubesini yazdırmayacak hale getirmesi
için “eğitime” ve illa ki kitaba öncelik ve
önem verilmesi için bir an önce harekete
geçmeliyiz.
O zaman ezcümle bu harekete başlamak
için ilk adımı hatırlayalım:
“Bismillâhirrahmânirrahîm…
Yaratan Rabbinin İsmi ile oku. İnsanı
bir alaktan (embriyodan) yarattı. Oku ve
senin Rabbin, sonsuz kerem sahibidir.
Ki O, kalem ile öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. Hayır, muhakkak ki
insan gerçekten azgınlık yapar. Kendini
müstağni görmesi (Allah'a ve hiçbir şeye
ihtiyacı olmadığını sanması) sebebiyle.
Muhakkak ki dönüş Rabbinedir.” (96/
ALAK, 1-8)
Avukatın özde hukuk insanı olduğunu
da hatırlatarak naçizane çoğu hukuk ve
edebiyat denilince herkesçe malum olan
şu kitapları da tavsiye edelim:
-Türkçe Sözlük (TDK)
-Yazım Kılavuzu
-Reis Bey - Necip Fazıl Kısakürek
-Tutunamayanlar - Oğuz Atay
-Suç ve Ceza - F.M. Dostoyevski
-Bülbülü Öldürmek - Harper Lee
-Dava - Franz Kafka
ŞUBAT2016
KATI
17
DATUM RECORDİS
İLE RECORDİA'NIN
HİKAYESİ
Necmi Gürsakal
[email protected]
B
ŞUBAT2016
KATI
18
oşlukta şekillenen renkler, şekiller, kodlar ve onları izleyen
simgeler Datum’un bir bakışı
ile hızla ortadan kayboldu. Datum,
asistanı Recordia’nın yaklaştığını hissedip çalışmayı bıraktı ve önünde uzanan
geniş, yeşil çimenliğe bakmaya başladı.
Bugün yaptıklarının önüne yeni kapılar
açacağına inanıyordu Datum. Recordia
hiç zaman kaybetmeden konuya girdi,
“Veri demokrasisinin tartışıldığı döneme geldiniz galiba”. Datum uzaklara
bakarak yanıtladı onu, “Evet tam da
oradaydım bugün. Veri merkezli her
şeyin tartışıldığı bir dönemle uğraştım.
Veri demokrasisi, datakrasi de diyorlar
galiba, veri enflasyonu filan…”
Dijital dönem arkeoloğu Datum Recordis, dijital dönem kapsamı içinde
olan 2000’li yılların ortalarına doğru
bir “proxy” (vekil) furyasının başladığını ve bunun önemli olduğunu görebiliyordu artık. Örneğin o dönemde
“proxynews” (vekilhaber) türü ortaya
çıkmış ve bunlar “haberimsi” diye adlandırılmış; insanlar da gerçek haberlerden daha çok bunları izler olmuştu.
“O dönemde haberimsileri kim üretiyordu ki?” diye sordu Recordia. Datum, “Çok güzel soru ama sorunun
asıl can alıcı noktası şu: Sadece bu
konu ile ilgili değil ama her şeyle ilgili
olarak bir belirlenemez kimlik sorunu
var o dönemde” diye cevapladı onu.
Recordia mekanda civa gibi kayarak,
ekranda Datum’un aldığı bazı notları
inceledi: “Her hareket eden canlı ürettiği verilerin yasal sahibidir.”
“Yetki ve sorumluluklar üretilen veri-
lere göre belirlenir.”
“Kullanılan kişi başına veri üretimi ile
stoktaki kişi başına veri üretimi arasındaki fark açılmaktadır.”
dar sorun olmayacak ama onun verileri
yerine proxy veriler koymuşlar.”
“Neden?”
“Veri bankalarına yatırılan veri miktarındaki artış hızlanmıştır.”
“Herhalde adama kötülük yapmak için
veya ‘Al sana savunduğun verilerin
hayrını gör’ demek için…”
Haberimsi…
“İyi de bunun nesi ilginç?”
Datakrasi…
“Adamın önemli bir alerji sorunu var
ve bir kaza sonucu adamın acil tedavi edilmesi gerekiyor. Değişen veriler
nedeniyle bu sorun yokmuş gibi tedavi
edilen adama ne olacağı ise açık. Kaçınılmaz son…”
“Gerçek ve sanal ayırımı ortadan kaldırılmıştır.”
“Makine ile canlı varlık arasındaki ayırımcılık lanetlenmiş ve makinelerin
canlı varlıklar tarafından aşağılanmaması için en ağır cezalar getirilmiştir.”
“Yazdığın kodla birini vezir de edebilirsin rezil de…”
“Kodun içinde kullanılan eşik değerlerle oynanmış.”
Recordia konuya gerçekten ilgi duyuyordu, Datum’a yaklaşarak onu sorgulamaya başladı: “Bu notlar hep aynı
dönem için mi alındı?”
“Yok, makine-canlı ayırımı konusu
çok daha sonraları.”
“Dönemin sence en ilginç olayı ne?”
“Datakrasiyi savunan bir parti liderinin başına gelenler. Adamın kişisel
sağlık verileri hack’leniyor ve onun
verilerinin yerine başka bir kişinin verileri konuluyor. Aslında sadece parti
liderinin verilerini silseler, belki o ka-
“Haberimsi olmasın bu…”
“Sanmam, çok farklı kaynaklarda geçiyor aynı konu. Galiba insanlar asıl sorunlarının veri ile de çözülemeyeceğini
o noktada anlamışlar. Bir tür dönüm
noktası bu.”
Datum Recordis’in gözlerinin içine
baktı Recordia, sonra da, “Umutsuzluk dönemeci de dediler buna sonra
galiba” dedi. Datum dışarıya yeniden
çimenliğe bakarken, Recordia onun
son çalıştığı notları önündeki boşluğa
hızla çağırıp, bir iki hareketle onları değiştirip Datum için yeniden saklamıştı
bile.
“Olağanüstü bir çalışma bu. Birlikte
daha çok iş yapmalıyız biz” dedi ve
sonra çıktı Recordia. O sırada Datum
sessiz ve kımıltısız, çimenlikteki boşluğa bakıyordu. Recordia’nın çıkarken
aklından geçen, “Al sana veri işte…”
cümlesini de duyamazdı zaten.
Aliya İzzetbegoviç diyor ki!
“Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün
öğrencisi olmak lazım.”
VİTRİNDEKİLER
İbrahim Tenekeci
Sürekli Kayıp
Gottfried Hagen
Bir Osmanlı
Coğrafyacısı İş
Başında
İskender Gümüş
SAHAFİYE
YENİ KİTAPLAR YENİ BASKILAR: Said Halim Paşa kitaplığı genişliyor
Son dönem Osmanlı sadrazamlarından
bilge ve mütefekkir Said Halim Paşa ile
ilgili son zamanlarda birbiri ardına kitaplar yayınlanmaya başladı. Bunlardan biri,
Halit Bekiroğlu’nun “Said Halim Paşa’da
Siyaset Ahlakı” kitabı. Halit Bekiroğlu,
İslam dünyasının içinden geçtiği sosyal
ve siyasi sorunlar karşısında Said Halim
Paşa’nın görüşlerinin referans alınması
gerektiğini vurguluyor. Bekiroğlu’nun kitabı, Said Halim Paşa’nın ahlâk ve siyaset
alanına dair düşüncelerinin bir analizi
niteliğinde. Said Halim Paşa ile ilgili yayınlanan bir diğer kitap, daha önce Kadim Yayınları tarafından yayınlanan yeni
baskısını ise Tezkire Yayınları’ndan yapan
Kudret Bülbül’ün Siyasal Bir Düşünür ve
Devlet Adamı Said Halim Paşa adlı çalışması. Bülbül, Said Halim Paşa’nın “siyasal
düşünceleri”ni devrin diğer önemli fikir adamlarıyla karşılaştırarak açıklıyor.
Özellikle, son dönemde dünyada yaşanan
gelişmeleri anlamak ve anlamlandırmak
için Said Halim Paşa’nın eserlerine yeniden göz atmak gerekiyor.
ŞUBAT2016
KATI
19
Akif Emre
İz’ler
Jonathan Crary
7/24 Geç Kapitalizm
ve Uykuların Sonu
Graeme Turner
İngiliz Kültürel
Çalışmaları
Heretik Yayıncılık’tan Pierre
Bourdieu kitapları
Mustafa Özel kitapları
yeniden
Cihad Meriç’e başucu
eserlerini sorduk
Cihad Meriç kimdir?
Ankara’da yayın hayatına başlayan ve sosyal
bilimler alanında önemli tercüme eserleri
düşünce dünyamıza kazandıran Heretik
Yayıncılık birbiri ardına Pierre Bourdieu
kitapları yayınlıyor. Ayrım, Dünyanın Sefaleti, Akademik Aklın Eleştirisi, Bilimin
Toplumsal Kullanımları, Yeniden Üretim;
Bourdieu’nun Heretik Yayıncılık’tan çıkan
bazı kitapları.
1- M. Fatih Köksal – Ana Kaynaklarıyla Türk
Ahiliği
2- El Cezeri – El-Câmi’ Beyne’l İlm ve’l
Amel En-Nâfi’ Fi Eş-Şinaâti’l Hiyel
3- Fethi Gemuhluoğlu: Dostluk Üzerine
4- Necip Fazıl Kısakürek – O ve Ben
5- Cemil Meriç – Bu Ülke
1990’lı yıllarda birbiri ardına eserler
veren Mustafa Özel, yaklaşık 15 yıldır
eser vermiyordu. 1990’lı yıllarda verdiği
eserlerin de baskısını bulmak oldukça
zordu. Nihayet, Mustafa Özel’in yeniden
kitap yayınlamaya başlayacağı haberi
gündeme düştü. Eski eserleri de yeniden basılmaya başladı bile. “Yöneticilik
Dersleri”, Küre Yayınları’ndan çıktı!
1974 yılında Çanakkale’de doğdu. Selçuk
Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nden
mezun oldu. Halen İstanbul’da öğretmen
olarak görev yapıyor. Muhabbet işçisi.
Külliye eğitim modeli ve Ahilik üzerine
araştırmalar yapıyor. Mesleki eğitim ve
rehberlik alanlarında çalışmalarını sürdürüyor.
02
ŞUBAT/ 2016
BAZI YAZIM HATALARININ
BİLİMSEL NEDENLERİ
Tacettin Turgay
[email protected]
Y
azım kuralları bir dilin
söz varlığını o dilin sesbilim (phonology) biçimbilim (morphology), ve anlambilim (semantics) kurallarına uygun
olarak yazmamızı sağlayan kurallar bütünüdür. Bu anlamda yazım
kuralları, yazarken bir dilin ruhuna uygun olarak davranmak suretiyle yanlış anlatım ve muğlaklığın
önüne geçilmesi amacını taşır. Bu
yazıda, ısrarla tekrar eden bazı yazım hatalarının olası bilimsel nedenleri üzerinde duracağız.
Türkçe yazım kuralları öğretilirken defaatle anlatılan ancak bir
türlü benimsetilemeyen iki yazım
kuralını ele alalım: soru eki olan
-mi ile bağlaç olarak kullanılan
-de sözlerinin ayrı yazılması gerektiği. Sormamız gereken soru
şudur: Neden bazı yazım hatalarını insanlar asla yapmazken bazılarını da sürekli yapmaktadır?
Örneğin neden kimse geçmiş
zamanda kurulmuş bir cümleyi
“Gökmen gel di” şeklinde yazma
hatasına düşmediği halde bunun
sorusunu sorarken “Gökmen
geldimi” şeklinde yazma eğilimindedir. Öyle ki, geçmiş zaman
ekini ayrı yazmaya karar verip öğrencilere böyle yazmaları gerektiğini öğretsek, bu konuda başarılı
olamayacağımız açıktır.
Söz konusu dil kuralları olunca akla gelen ilk soru kuralın ne
olduğu ve kim tarafından hangi
yöntemle tespit edildiğidir. -mi ile
-de’nin ayrı yazılması gerektiğin-
den bahsedilirken sıkça belirtilen
bazı gerekçeler, bu ifadelerin ayrı
yazılmasının
gelenekselleşmiş
olduğu ve bu ifadelerin vurgu
almadığıdır. Gelenekten kasıt sanırım bunların Osmanlıcada da
ayrı yazıldığıdır. Vurgudan kasıt
ise konuşmada bu ifadelerin tonlu söylenememesidir (örn. Ben de
geleceğim doğru, Ben de geleceğim yanlış). Öncelikle belirtmek
isterim ki bir yazım biçiminin gelenekselleşmiş olması söz konusu
yöntemin dilin ruhuna uygun olduğunu göstermez. Vurgu ise pek
de temellendirilmiş bir argüman
değildir. Vurgu almadığı halde bitişik yazılan pek çok ifade vardır
(gelince’deki ce, gelirken’deki ken
vs.). Elbette bu kuralı koyanların
dillendirebileceği başka argümanlar da vardır; ancak başlangıçtaki
sorumuz geçerliliğini korumaktadır: Neden Türkçe’nin anadil
konuşurları bu yazım hatalarında
ısrar etmektedir? Ya konuşurlar
yazım esnasında dilin ruhuna
uygun davranmamaktadır ya da
konulan kural dilin içsel yapısına
uygun değildir.
Bu sorunun olası yanıtlarına geçmeden önce hemen belirteyim.
Modern dilbilim çalışmaları, insan türünün dil yetisiyle birlikte
doğduğunu, yani dili yöneten
kuralları doğuştan bildiğini varsaymaktadır. Gelişmeyle birlikte
diğer biyolojik süreçler gibi dil
yetisi de tetiklenir ve bilinçaltı bir
süreç olarak çocuk etrafta konuşulan dili edinir. Dilbilim çalışmalarının amacı bu yetiyi etraflıca
tanımlamak ve deşifre etmektir.
Bu açıdan bakıldığında anadil
konuşurlarının dilin ruhuna aykırı davrandıkları savı dayanaksız
kalmaktadır, çünkü bu bir insanın
nasıl ağlayacağını, nasıl ergenliğe
gireceğini bilmediğini iddia etmek gibi olur. Öyleyse üzerinde
durmamız gereken konu ikinci
olasılıktır.
Peki, bunun -mi ve -de’nin doğru
yazımıyla ilgisi nedir? Bizi yanıta
götürecek asıl soru şudur: Acaba
insanda bulunan dil yetisi -mi ve
-de gibi “şey”leri nasıl görmektedir. Konu bir dilbilgisel öğenin
ayrı ya da bitişik yazılması olunca
iki konu önem kazanmaktadır:
(i) bunun bir ek olup olmadığı
(biçimbilim), ve (ii) baskın bir
anlama sahip olup olmadığı (anlambilim). Türkçe ve diğer dünya
dillerinde bazı biçimbirimsel ifadeler “bağımlı” olarak değerlendirilir ve başka bir sözcüğe önek
ya da sonek olarak eklemlenir.
Bu tür ifadeler genellikle baskın
bir anlama sahip olmaz, sadece
bazı işlevler yerine getirir. Sözgelimi araba biçimbilimsel olarak bağımsızdır, anlambilimsel
olarak da baskın bir anlamı vardır. Bu nedenle konuşurlar araba
sözcüğünü hiçbir zaman ek gibi
değerlendirip önceki sözcüğe bitiştirmez. Ayrıca bu tür ifadeler
asla ünlü uyumu gibi sesbilimsel
süreçlere tabi olmazlar. Öte yandan -miş biçimbilimsel olarak
bağımlıdır, anlambilimsel olarak
da ikincil düzeydedir (mesela
sözlükte -miş’in anlamını tanımlamakta zorlanırsınız, çünkü bir
anlamı yoktur, sadece eklendiği
sözcüğün anlamını etkiler). Bu
tür ifadeler ek olma eğilimindedir
ve bir dizi sesbilimsel süreçlere
tabidir. Türkçe gibi ünlü uyumu
kuralına sahip olan dillerde bu tip
sözcükler genellikle ünlü uyumuna uyarlar.
Tüm bunları dikkate aldığımızda,
-mi ile -de sözcüklerinin insan dil
yetisince ikincil düzey anlambirimler olarak değerlendirildiğini
görmekteyiz. Beklendiği gibi bu
ifadelerin belirgin bir anlamı yoktur, ünlü uyumuna uyarlar ve vurgu taşımazlar. Dolayısıyla anadil
konuşurları ses- ve biçim-bilimsel olarak bunları ek gibi gördüğünden yazım esnasında bağımlı
addedip önceki sözcüğe bitiştirir.
Bu bilimsel gerçeğin yansımalarını başka yerlerde de görmek
mümkündür. Mesela zaman ifadelerine kısaca bakalım. Bu hafta,
bu ay, bu yıl gibi ifadeleri ayrı yazma eğilimindeyiz; ancak bugün
ifadesi çoğunlukla bitişik yazılır.
Bununla ilgili değişik gerekçeler
öne sürülse de gerçek ortadadır:
insanlar içinde bulunduğumuz
günü bugün, ayı ise bu ay, yılı da
bu yıl şeklinde yazma eğiliminde.
Bunun nedeni de insanların bugün ifadesini tek bir kavram olarak görmesidir. Örneğin İngilizce
ve Almanca gibi Türkçeyle ilgisiz
dillerde de bu ay/yıl ifadeleri bu
ve ay/yıl kelimelerinin birleşmesinden oluşmaktayken bugün
ifadesi ayrı bir sözcükle karşılanmaktadır (İng. today, Alm. Heute).
Özetle, Türkçe yazım kuralları
öğretilirken sıkça karşılaşılan bazı
hataların olası nedenlerinden biri
de bu kurallar konulurken bilimsel çalışmalardan yeterince yararlanılmaması olabilir. -Mi ve -de
örneklerinde yazım kuralları konurken insan dilinde tam olarak
neyin “ek” gibi değerlendirildiğinin dikkate alınmadığını, bugün
gibi bileşik sözcüklerin yazımı
konusunda da anlambilim ve kavramsallaştırma çalışmalarından
yeterince yararlanılmadığını görmekteyiz. Sonuçta ortaya kafa karışıklığı ve yazım hataları çıkmakta; hem öğretmenlerin hem de
öğrencilerin işi gereksiz yere zorlaşmaktadır. Öğretilmeye çalışılan
kural dilin ruhuna aykırı olunca
genel kaideler bilimsel olarak
temellendirilememekte,
ancak
hangi sözcüğün nasıl yazılacağına
dair listeler verilmektedir. Bunun
kural koyanlar açısından da bir
sorun olduğu gerçeği, sık sık değişen İmla Kılavuzu örneklerinde
de kendisini göstermektedir.