İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ – EVRENSEL BİR HAK

Transkript

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ – EVRENSEL BİR HAK
2009 Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı
16 Ocak 2009
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ – EVRENSEL BİR HAK
Sir Geoffrey Bindman
Buraya, olağanüstü cesur, olağanüstü önemli bir adamın anısına konuşma yapmaya
davet edilmek benim için bir onur ve ayrıcalık. Bugün anısını yaşatmak için bir araya
geldiğimiz bu adam bir gazetecinin en önemli görevini yerine getirebilmek, yani kendi
gördüğü biçimiyle hakikati söyleyebilmek için canını verdi.
Bu konuşma dizisinin geçen seneki başlangıç konuşmasını veren çok seçkin
yazar Arundhati Roy’un ardından geliyor olmak da onurlandırıcı. Kendi konuşmamı
hazırlamadan önce onun soykırım konusunu, 1915 ilkbaharında Anadolu’da
meydana gelen trajediden yola çıkarak araştırdığı parlak ve etkileyici konuşmasını da
okudum.
Her ne kadar Hrant Dink’in, tarihte yaşananları cesaret ve dirençle kamuoyuna
taşıması ölümüne yol açtıysa da, ben bugün bu konunun ayrıntılarına eğilme
niyetinde değilim. Burada Hrant’ın yazdıklarıyla değil, onun herhangi bir konudaki
kanaatini ifade edebilme özgürlüğüyle, onun ifade özgürlüğü hakkıyla ilgileneceğim.
Şunu iddia edeceğim: Bu hak belirli bir zaman ve mekânla sınırlanmamış, tüm
insanlığı kapsayan temel ve evrensel bir haktır.
İfade özgürlüğünün üzerine titrenmesi ve korunması, gerektiğinde yasalarla
güvence altına alınması, gerekir. Bu konuda, dünya ulusları arasında yüzyıllar
süresinde oluşmuş bir konsensus mevcuttur. Büyük İngiliz şairi John Milton 1644’te
şöyle demişti: “Tüm özgürlüklerden önce bana vicdanıma kulak vererek bilme, ifade
etme ve tartışma özgürlüğünü verin.”
Hrant Dink cinayetinden bu yana iki yıl geçti. Sanıkların yargılanması henüz
tamamlanmadı. Bir uygulayıcı ve hoca olarak neredeyse 50 yıldır hukukla –ve
özellikle ceza hukukuyla- iştigal etmiş olmama rağmen, Türk mahkemelerinde hâlâ
devam etmekte olan bir davaya yönelik yorumda bulunmak niyetinde değilim. Zaten
bu, buradaki konumla tam olarak bağlantılı da olmaz. Fakat şunu konuşmak yerinde
1
olabilir: Türkiye’deki hukuk uluslararası standartlara ne kadar uymaktadır? Cinayet,
ifade özgürlüğü hakkına yönelik özellikle acımasız bir saldırıdır ama ben bugün
özellikle devletin ve hukukun, bireyin ifade özgürlüğü hakkını kullanma özgürlüğünü
korumaktaki rolüne yoğunlaşacağım.
Bununla birlikte, Hrant Dink’in kanaatlerini ifade etme özgürlüğü hukukun ta
kendisinden kaynaklanan sınırlamalara tabiydi. Orhan Pamuk ve daha pek çokları
gibi o da, ceza hukukunun 301. maddesi doğrultusunda Türk kimliğine hakaret
suçlamasıyla mahkemeye verilmişti. İleride bu konu üzerinde daha ayrıntılı olarak
duracağım.
İfade özgürlüğü hakkını burada tartışmak, daha bundan birkaç hafta önce 60.
yılı kutlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi nedeniyle de yerinde olacak. Bu
beyanname, Birleşmiş Milletler’in dünyada İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yeniden
barış ve adaleti sağlama arayışının vazgeçilmez bir unsuruydu. Ne var ki, ifade
özgürlüğü mücadelesinin tarihi çok daha önceye uzanmaktadır.
Ben bu mücadelenin İngiltere’deki tarihine bakacağım. Birleşmiş Milletler
üzerinden gelişen uluslararası insan hakları hareketi İngiltere’deki sivil özgürlükler ve
insan hakları tarihine çok şey borçlu olduğu için bu tarihin evrensel düzeyde önemli
olduğunu belirtmekte fayda var. Bu noktada, cumhuriyetçi şair John Milton’ı bir kez
daha analım. Milton 1644’te “Areopagitica” başlıklı ünlü nutkunu yayınlamıştı. Sözcük
Yunancadan gelmekteydi. Areopagus, Antik Atina’daki parlamentoydu. Atina’da ifade
özgürlüğü vazgeçilmez bir yurttaş hakkı olarak kabul edilmekteydi. Milton’a bu
muazzam nutkun ilhamını veren şey ise, Kral I. Charles hükümetinin ilan ettiği ve
kitaplara yönelik sansürü genişleten yeni bir kanundu. Milton bu kanunla vücut bulan
sansüre yönelik saldırısını, Yunanlı hatip Isokrates’in M.Ö. 400’de Areopagus’ta
vermiş olduğu bir nutku model alarak hazırlamayı tercih etmişti.
Milton’un nutku İngiliz Parlamentosu’na sesleniyordu. Parlamento, matbaacılar
ve kitap satıcılarını kontrol altında tutmayı hedefleyen bir karar almıştı. Bu karara
göre, bütün yazılı malzemelerin basımı, yayımı, satışı ya da ithali öncesinde
hükümetin iznini almak gerekiyordu. Aslında bu karar, Kraliçe I. Elizabeth ve bütün
önceki Britanya monarklarının takip ettiği geleneği, yani İngiliz hükümetine muhalif
matbuat ve kanaat ifadelerinin sansürlenmesi geleneğini daha da güçlendirmekteydi.
2
Koruyucu Lord Oliver Cromwell’in sekreteri olarak etkili bir görevde bulunan
Milton’un şiddetli şikâyetlerine rağmen, yayıncılık alanında bu ruhsat alma
zorunluluğunun sona ermesi 50 yıl aldı ve ancak “İngiliz Devrimi” denen özgürleşme
döneminde ortadan kalkabildi. Bu uygulama boyunca, siyasetin kaderinde bir dizi
değişiklik gerçekleşmiş, ruhsat kanununun baskı altında tuttuğu azınlık görüşünün
çoğunluk görüşü haline geldiği görülmüştü. [Milton’ın “Areopagitica”sına göre] Bir
hükümetin iktidara geldiğinde sansür uygulaması, muhalefetteyken yapacağı
yayınlara da sansür uygulanmasına yol hazırlayacaktır. Muhalefeti susturmak adına
hukuku kullanan hükümetler, görevden uzaklaştıklarında aynı muameleyle
karşılaşabileceklerini unuturlar. Ayrıca, sakıncalı yayınlarla başa çıkmayı sağlayacak,
yayın yoluyla hakaret ve değerlere hakaret kovuşturmaları gibi başka yasal önlemler
de vardır. Siyasal hedeflere yönelik şiddet tehditleri ise, vatana ihanet ve isyana karşı
kanunlarla çoktan beri yasaklanmış – ve düzenli olarak ölümle cezalandırılmıştı.
Milton bile ifade özgürlüğüne yönelik etkileyici savunmasında bazı
sınırlamaların gerekliliğini kabul etmişti. Bu sınırlamaların antik Yunan’da da mevcut
olduğuna işaret ediyordu. Ancak konuşma özgürlüğü lehindeki temel argümanı, bu
özgürlüğün bütün uygulama ve meselelerin en kapsamlı biçimde tartışılabilmesini
sağlayarak toplumun bilgeliğini arttırdığıydı. Serbest, sınırlanmamış tartışma
sayesinde, tüm argüman ve bakış açıları bir barış ve akıl atmosferinde sunulabiliyor
ve değerlendirilebiliyordu. İfade özgürlüğü toplumun yararınaydı. Her ne kadar Milton
“demokrasi” sözcüğünü kullanmazsa da, argümanının ilerleyişi konuşma özgürlüğü
ile demokrasinin el ele gittiği yönündedir. Serbest konuşmanın bastırıldığı yerde
demokrasi ortaya çıkamaz.
Britanya’da yayıncılık ruhsatı uygulaması bir daha asla uygulanmadıysa da,
hükümetlere muhalif yayınlara yönelik baskı uygulamaları ara sıra kendini
göstermiştir. Yurttaşlarını kontrol altında tutmayı her zaman bir avantaj olarak
değerlendiren hükümetler, muhalefetin cesaretini kırmak ve muhalifleri
cezalandırmak için yeni hukuki uygulamalar icat ettiler ya da geliştirdiler. 19. yüzyıla
kadarki muhaliflerin pek çoğu vatan haini olarak idam edildiler. Her ne kadar vatana
ihanet ve isyana karşı kanunların kökenindeki vurgu fiziksel şiddet ve şiddet içeren
devrim tehdidi idiyse de, hükümetler baskı altına almak istediklerine yönelik
kovuşturmalarda kanıt olarak sıklıkla siyasal kanaat ifadelerine başvuruyorlardı.
3
Savaş zamanlarında ve yabancı saldırısı ya da işgalinden korkulan
durumlarda iktidarlar, kaçınılmaz olarak, düşmanı destekleyeceğinden
kuşkulandıkları, kendilerine muhalif yurttaşlarını baskı altına almanın yollarını ararlar.
1789 Fransız Devrimi Britanya’da da halkın bir bölümünün monarşiyi sona erdirme
fikrini desteklemesine yol açmıştı. Fransa’daki olaylardan etkilenen daha ılımlı bir
başka grup da, aralarında parlamento seçimlerinin sıklaştırılması ve seçme hakkının
daha yaygın bir hale getirilmesi (o zamanlar parlamento üyelerini seçme hakkı
sadece az sayıdaki zengin toprak sahibine aitti) gibi daha sınırlı reformların
peşindeydi. Bütün iktidarlar gibi William Pitt’in 1790’lardaki iktidarı da muhalefetin
kamusal düzene tehdit oluşturması konusunu abartmıştı. Kamusal endişe
zamanlarında iktidarlar hakları daha kolay sınırlarlar. Örneğin ABD’de, Guantanamo
Körfezi’nde “teröre karşı savaş” denen şeye dayanarak insan hakları ihlallerinin nasıl
meşrulaştırıldığını hep beraber gördük.
18. yüzyıl İngilteresi’nde yayın ruhsatı sınırlaması çoktan sona ermiş
olduğundan, vatana ihanet ve isyana karşı kanunlar hükümetin başlıca silahları
haline gelmişti. 1794’te, parlamentonun her yıl ve herkese açık oylamayla
yenilenmesini talep eden hareketin liderleri vatana ihanetle yargılanmışlardı. Onları
bu suçlamadan, Britanya hukuk sistemindeki demokratik unsurun ta kendisi, sıradan
halktan seçilen jüri kurtarmıştı. Ciddi suç isnatlarında kararı hükümetin atadığı
yargıçlar değil, bütün hane reisleri arasından rastlantısal olarak seçilen 12 yurttaştan
oluşan bir jüri veriyordu. Sonuçta bu önemli davada suçlama, jüri sanıkların tümünü
ihanet suçundan suçsuz bulduğu için düşmüştü.
Buradaki can alıcı nokta şuydu: Bu davada yargılananlar, ülkenin o sıradaki
hükümetini güç kullanarak değiştirmeyi değil, sadece barışçı yollardan giderek
demokrasiyi genişletmeyi deniyorlardı. Şiddeti bastırmak meşrudur ama barışçıl
muhalefeti bastırmak değil.
Britanya’da 2000 yılına kadar ifade özgürlüğü hakkını beyan eden genel bir
kanun asla olmadı. Zaten Britanya’nın hiçbir zaman yazılı bir anayasası ya da kanun
külliyatı da olmadı. Hukuk parçalı bir biçimde, Parlamento’dan geçen kanunlar ve
yargıçların kararlarıyla zaman içinde oluşan bir medeni kanun üzerinden ortaya çıktı.
Eskiden dendiği gibi, Britanya’da bir yurttaş kanun tarafından açıkça yasaklanmayan
her şeyi yapabilir.
4
Dolayısıyla kanun müdahale edip sınırlamadığı sürece ifade özgürlüğü
mevcuttu.
20. yüzyıl başına gelindiğinde, kanun ifade özgürlüğünü sadece şimdiye kadar
saydığım biçimlerde sınırlamaktaydı: Fiziksel güç kullanarak monarkı tahttan
indirmeye ya da hükümeti düşürmeye niyetlenen ihanet ve isyan suçtu. Bunlara
ilaveten bir de, bugün artık tamamıyla kullanımdan düşmüş kutsal değerlere hakaret
suçu mevcuttu. Bu suç, sadece İngiltere Kilisesi tarafından temsil edildiği biçimiyle
Hıristiyanlığa hakaret edildiğinde işlenmiş oluyordu. Yazar Salman Rushdie 1988’de
Şeytan Ayetleri romanını yayınlayınca, kutsal değerlere hakaretten kovuşturulması
için girişimlerde bulunuldu ama mahkeme bu kanunun İslam dinine
uygulanamayacağına karar verdi. Kuşkusuz bu kitap pek çok Müslümanı incitmişti ve
bazı Britanyalı Müslümanların bu kitabın yasaklanması için kanuna başvurması da
şaşırtıcı değildi. Hükümete bu doğrultuda başvurular olduysa da, hükümet müdahale
etmeyi reddetti ve yazarın yayımlama hakkını korudu. Dışişleri Bakanı Sir Geoffrey
Howe bunun nedenini açık seçik ortaya koymuştu: “Britanya hükümeti ve Britanya
halkının, bu kitabı özellikle sevdiğini söyleyemeyiz. Kitap Britanya’yı Hitler Almanyası
ile karşılaştırıyor. Nasıl Müslümanlar bu kitapta kendi inançlarına yönelik saldırıları
sevmedilerse, biz de Hitler Almanyasıyla karşılaştırılmayı sevmedik. Dolayısıyla bu
kitabın arkasında değiliz. Arkasında durduğumuz şey, insanların serbestçe konuşma
ve serbestçe yayımlama hakkıdır.” Bu sözleri Milton söylüyor da olabilirdi. Britanya’da
20. yüzyılda kutsal değerlere hakaretten ancak iki ya da üç kovuşturma açılmıştı ve
bundan sonra bir yenisinin olacağı da ihtimal dâhilinde değil.
Britanya hukukundaki ifade özgürlüğü ilkesi ve buna yönelik kısıtlamalar bazı
değişikliklerle Amerikan hukukuna da geçmiştir. ABD’de konuşma özgürlüğü
anayasanın birinci ek maddesi tarafından korunur.
Birleşmiş Milletler Örgütü, İkinci Dünya Savaşı’nın 1945’te sona ermesinin
hemen ardından, aralarında Türkiye’nin de yer aldığı dünya ulusları camiası
tarafından, temelde ülkeler arasındaki anlaşmazlıklara barışçıl çözümler
bulunmasına aracı olması için kuruldu. Örneğin örgüt tüzüğünde de belirtildiği üzere,
hiçbir ülke, kendini savunma amacı ya da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin
açıkça onayladığı durumlar dışında savaşa girmemeliydi. Birleşmiş Milletler, ulusdevletlerin davranış standartlarını belirlemek için de İnsan Hakları Komisyonu’nu
oluşturmuştu. Komisyonun ilk görevi bir Uluslararası Haklar Bildirgesi hazırlamaktı.
5
Bu bildirge, bütün ülke ve ulusların saygı göstermesi, dikkatle izlemesi ve
gerektiğinde uygulanmasını hukuki yollar aracılığıyla sağlaması gerekli insani ve
medeni davranışı temsil eden hakları belirliyordu. Bu ilkelerin belirlenmesinde önemli
rol oynayanlardan biri de, o dönemdeki ABD başkanının eşi Eleanor Roosevelt idi.
Bu ilkeler, her ne kadar ilk olarak Britanya’da gelişmiş ve ardından Amerika Birleşik
Devletler Anayasası’nca içerilmiş olsalar da, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ne
girerek ve Genel Kurul’ca onaylanarak evrensel biçimde kabul edildiler ve
uluslararası bir adalet sistemi oluşturma sürecinde birinci adımı oluşturdular.
Bildirgede yer alan belirleyici haklardan biri ifade özgürlüğüdür. 19. Madde
şöyle der: “Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak
fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın
malumat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir.”
Bu bildirgeyi izlemesi gereken bir sonraki adım, yani bu ve bunun dışındaki
hakları birbirine yakın uzunluktaki 30 maddede özetleyen bu belgeyi fiilen
uygulanabilir bir hukuki külliyata tercüme etme işi, 20 yıl beklemek zorunda kaldı.
ABD ile Sovyetler Birliği ve bu iki ülkenin müttefikleri arasındaki “soğuk savaş”
süresince çok az mesafe katedilebildi. Bununla birlikte, 1966’da Uluslararası Medeni
ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile İktisadi ve Toplumsal Haklar Sözleşmesi kabul edildi.
Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nde, düşünce ve ifade özgürlüğü Evrensel İnsan
Hakları Bildirgesi’ne göre daha ayrıntılı tanımlanmıştı. Buna göre, herkes ifade
özgürlüğü hakkına sahip olmanın ötesinde, “bu hak bir kimsenin ülke hudutlarıyla
sınırlanmaksızın sözlü, yazılı veya basılı veya sanatsal ürün şeklinde veya kendi
tercih ettiği başka bir iletişim vasıtasıyla her türlü bilgi ve düşünceyi arama, edinme
ve ulaştırma özgürlüğünü de içermekteydi. Ancak burada önemli bir ekleme vardı.
Hukuki bir sürecin temelini oluşturması hedeflenen bir belgenin kendini mutlak bir
özgürlüğe adaması sonuç veremezdi. Dolayısıyla işin içinde meşru istisnalar da
olacaktı. Maddenin ekinde, bu özgürlüğün kullanımının ödev ve sorumlulukları da
beraberinde getirdiğini belirterek bir sınırlamadan ve bu sınırlamanın kapsamından
bahsediyordu: “Bu nedenle bu hak, sadece hukuken öngörülen ve aşağıdaki
sebeplerle gerekli olan sınırlamalara tabi tutulabilir: (a) Başkalarının haklarına ve
itibarına saygı; (b) Ulusal güvenliği veya kamu düzenini veya sağlık ve ahlakı
koruma.”
6
Her ne kadar bu belirlemeler biraz fazla temkinli davranıyor ve bir elle verdiğini
diğer elle alıyor gibi görünse de, bunların da önemli bir sınırlamaya tabi olduğunu
unutmamak lâzım: ancak sıralanan sebeplere göre “gereklilik” sınavını geçen
sınırlamalar uygulanacaktı. İfade özgürlüğü otoriter bir hükümetin keyfiyle
bastırılamayacak ya da bu sınırlamalar bilgiye erişimi ve kamu görevlilerinin
davranışları üzerine serbest tartışmayı önleme gibi demokratik olmayan ya da
demokrasi karşıtı amaçlara hizmet edemeyecekti.
Evrensel Bildirge’yle başlayan sürecin bir sonraki adımı, ilkelerin ne zaman
ihlâl edildiğine karar verecek gerçek hukuki süreçler ile kararları uygulatacak, ihlal
kurbanlarının gördüğü zararın tazminini garanti altına aldıracak mekanizmanın
yaratılması olacaktı. 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Konseyi
üyesi devletler adına bu mekanizmayı kurdu. Elbette Türkiye de bu devletler arasında
yer alıyordu: hem Sözleşme’nin taraflarından biri olarak hem de isteğe bağlı bireysel
başvuru hakkını tanıyarak. Bilindiği gibi, bireysel başvuru hakkı sayesinde,
Sözleşme’ye taraf devletlerden herhangi biri tarafından ihlale kurban edildiğini iddia
eden bireyler Strasbourg’daki İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurabilmektedirler.
İfade özgürlüğü hakkı Sözleşme’nin 10. maddesinde yer alır. Büyük oranda
Uluslararası Sözleşme’deki formülü izler ama maddede yine idari ve bürokratik
çıkarları koruyan diplomatların etkisi açıkça görülmektedir. İstisnalar mevcuttur. Hatta
yayınların denetlenmesine bile izin verilmiştir. Bir yandan ifade özgürlüğü hakkının,
kanaat özgürlüğü ve enformasyon ile düşüncelerin kamu otoritelerinin müdahalesine
uğramaksızın ve sınır tanımadan alınıp verilmesini kapsadığı açıkça belirtilir. Oysa
maddenin devamında istisnalar sıralanmaktadır: “Kullanılması görev ve sorumluluk
yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak,
ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu
düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın,
başkalarının şöhret ve haklarının korunması, veya yargı gücünün otorite ve
tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına,
sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.”
Bu istisnaların ilk bakışta, gerçek bir ifade özgürlüğünün ihlaline yol hazırladığı
düşünülebilirse de, istisnaların “demokratik bir toplumda zorunlu” olanlarla
sınırlanmış olması, bu istisnaların ihtiyatla kullanılması gerektiğini ortaya koyar. Bu
7
istisnalar, ancak kamu yararının ağır bastığı bir durumda ifade özgürlüğünü
kısıtlamaya yönelen hükümetlerin kullanımına açıktır.
Britanya Parlamentosu 2000 yılında bir insan Hakları Kanunu’nu yürürlüğe
soktu. Bu kanunun hedefi, Britanya mahkemelerinin Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin ihlal edilip edilmediği konusunda karar verebilmelerini sağlamaktı.
Britanya hukuku her ne kadar Britanya’nın Sözleşme dolayısıyla üstlendiği
yükümlülüklerle büyük oranda uyumlu idiyse de, mahkemeler bu kanundan önce ihlal
kurbanı olduğunu iddia edenlerin derdine çare olamıyorlardı. Bu durumdaki kişiler,
uzun ve pahalı bir süreci göze alarak, şikâyetlerini Strasbourg’daki İnsan Hakları
Mahkemesi’ne taşımak zorundaydılar. Oysa bu yeni kanunla, 10. maddenin kapsamı
ile ifade özgürlüğü hakkı ulusal mahkemelerde tartışılabilir hale gelmekteydi. Bunun
sonucunda, mahremiyet hakkının doğuşu gibi bir dizi önemli gelişme ortaya çıktı.
Basın özgürlüğüyle bağlantılı olarak, yeni kanun mahkemelere, ifade özgürlüğü
hakkının Sözleşme’de yer alan biçimiyle önemini tanıma görevini yüklemiş oldu.
Mahremiyetle ilgili olarak, Avrupa Sözleşmesi’nin 8. Madde’sinin mahremiyet
ve aile yaşamına, ev ve mektuplaşmaya saygı gösterilmesi hakkını koruma altına
aldığını belirtmek gerekir. İfade özgürlüğü ile bu mahremiyet hakkı arasında hiç
kuşkusuz bir çatışma olasılığı mevcuttur ve ikisi arasında bir denge kurulması
elzemdir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunu yapmış, basının kamu çıkarı söz
konusu olmadığı sürece bireylerin özel yaşamıyla ilgili bilgi yayınlamaması gerektiği
ilkesini ortaya koymuştur. Britanya’da yakınlarda görülen, tam da bu ilkeyle bağlantılı
bir davadan söz edebiliriz. The News of the World (Dünya Haberleri) gazetesi
otomobil yarışları dünyasının önde gelenlerinden birine atfedilen tuhaf cinsel
etkinlikler hakkında bir haber yayınladı. Söz konusu kişi aynı zamanda Britanya
faşistlerinin önderi Sir Oswald Mosley’in oğluydu. Gazete bu etkinliklerde Nazi
üniformalı kadınların yer aldığını iddia ediyor, ama bu iddiasını kanıtlayamıyor ve Bay
Mosley de olup bitenlerde herhangi bir Nazi unsurunun varlığını inkâr ediyordu.
Mahkeme bu şahsın aslında yasadışı olmayan etkinliklerinin mahremiyetine saygı
gösterilmesi gerektiğine karar verdi ve gazeteyi tazminata mahkûm etti. Bu karar çok
eleştirildiyse de, bence kanunu doğru bir biçimde yorumlamıştı.
Bugün Avrupa tarihinin hassas bir aşamasındayız. Avrupa Birliği bir genişleme
siyaseti güdüyor ve yakın zamanda birkaç devlet daha üyeliğe kabul edildi. Avrupa
Birliği’nin insan haklarına riayette standart olarak belirlediği Avrupa İnsan Hakları
8
Sözleşmesi’ne üye devletlerin uyması bir üyelik koşuludur. Türkiye’nin, son derece
değerli bir üyesi olacağı Avrupa Birliği’ne katılabilmek için, ifade özgürlüğü ve diğer
haklara yönelik Türk kanunlarının Sözleşme ve İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıyla
gelişen Sözleşme hukukuyla uyumlu olmaları gerekir.
Türkiye hâlihazırda İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı alanına dâhil
olduğundan, ifade özgürlüğünü kısıtlayan Türk kanunları ve bunlarla Sözleşme
yükümlülüklerinin çatışma alanları kolayca tespit edilebilir haldedir.
2000 yılında Mahkeme, Özgür Gündem gazetesi davasında, Türk devletinin
ifade özgürlüğünü korumakla hukuki olarak yükümlü olduğunu belirtmişti. Mahkeme
bu gazetenin hükümet kovuşturmalarının ve hükümetin engellemek için hiçbir önlem
almadığı bireysel tacizlerin hedefi haline geldiği sonucuna ulaşmıştı. Mahkeme söz
konusu kovuşturmaların ifade özgürlüğünü gemleyerek 10. maddeyi ihlâl ettiğini ve
“demokratik bir toplumda gerekli” olduğu gerekçesiyle savunulamayacağını da
belirtiyordu.
Mahkeme 2003’teki “Gündüz Türkiye’ye karşı” davasında, nefreti tahrikten
kaynaklanan bir mahkûmiyetin 10. Maddeyi ihlâl ettiği iddiasını kabul etti. Davacı, laik
ve demokratik ilkeleri eleştirmiş ve şeriat kanunlarının uygulamaya konulmasını talep
etmişti. Yorumlarını, başka katılımcıların buna tamamıyla zıt görüşler bildirdiği bir
televizyon panelinde dile getirmişti. Bu davada da Mahkeme, Türk Ceza Kanunu’nun
ilgili hükümlerinin (312. Madde, 1. ve 2. Bölümler) “demokratik bir toplumda gerekli”
olmadıklarından yola çıkarak, ifade özgürlüğünün kısıtlandığı sonucuna ulaşmıştır.
Bu dava, ifade özgürlüğünün tüm görüşleri, hatta özgürlüğü kısıtlama yanlısı
görüşleri bile koruduğunu vurgulamaktaydı.
2004’teki “Gerger Türkiye’ye karşı” davasında, Evrensel gazetesinin bir
muhabiri ve yayın yönetmeninin aynı maddenin (312) ihlâlinden aldıkları
mahkûmiyete bakılıyordu. Bu karar da İnsan Hakları Mahkemesi tarafından benzer
bir biçimde sorgulanacaktı. Hükümet bu davada, mahkûm olmadan bir tazminat
ödemesi yapmayı teklif etti ve teklifi kabul edildi. Hükümet ayrıca, Türk kanunları ve
uygulanmalarını Sözleşme’nin 10. Madde’sinin yükümlülükleriyle uyumlu hale
getirme konusundaki kararlılığını ifade eden bir açıklama yaptı. Bu açıklama, Avrupa
Birliği’ye üyelik kriterlerini yerine getirebilmek için Türkiye’nin ifade özgürlüğüne
yönelik kısıtlamaları gevşetmesi gerekliliğini teyit etmekteydi. Öte yandan, AB’ye
9
üyelik yolunda çok önemli değişiklikler yapıldığının da farkındayım. Bunlardan biri bir
anayasa değişikliğiydi ve bu değişiklikle anayasanın 28. Maddesi şu hale
gelmekteydi: “Basın hürdür, sansür edilemez. . . . Devlet basın ve haber alma
hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.”
Şimdi Türk Ceza Kanunu’nun Hrant Dink’i de mahkûm eden ilgili hükmüne
geliyorum. Ceza Kanunu’nun 2005 tarihli 301. Maddesi bir Türklüğü ― “ Türkiye
Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını
alenen” ― aşağılama suçu yarattı. Eğer bu hüküm Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
üzerinden sorgulansaydı, Türk hükümeti bunun, ulusal güvenliği korumak açısından
gerekli olduğunu savunacaktı. Bu hükmün genişliği, şiddet tehditi oluşturmayan
konuşmayı gemlemek için kullanılabilecek olması ve serbest tartışmayı açıkça
engellediği göz önüne alındığında, bu kanunun Sözleşme’yle uyumlu olup olmadığı
tartışmalıdır. Cumhurbaşkanı Gül de seçildikten sonra Avrupa Konseyi’ne hitap
ederken bunun farkındaymış gibi konuşmuş ve bir değişiklikten yana olduğunu
söylemişti. Nitekim 30 Nisan 2008’de bu değişiklik gerçekleşti.
Bununla birlikte, “Türklüğü aşağılama” ifadesinin “Türk milletini aşağılama” ile
değiştirilmesiyle meydana gelen değişikliğin bu kanunu İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
10. Madde’sine daha uyumlu kılıp kılmadığı belirsizdir. Kanunun diğer bölümlerinin
yumuşatıldığı da doğrudur: kanunun ihlâli durumunda öngörülen hapis cezası üç
yıldan iki yıla inmiş, duruşmalar asliye ceza mahkemelerinden sulh ceza
mahkemelerine alınmıştır. Avrupa Parlamentosu bu yeni hükmü de eleştirmiş ve
iptalini istemiştir. Daha önce de belirttiğim üzere, Britanya’da ırksal ve dinsel nefret
aşılamaya karşı kanunlar mevcutsa da, yönetimi sadece eleştirmek değil, saldırgan
ve aşağılayıcı bir dille eleştirmek bile kanuna uygundur ve bence bir hak olarak
korunmaya devam edilecektir. Şiddete eğilimi olmayan muhalefeti ya da yönetime
yönelik eleştirileri bastıran hiçbir kanun, bence dünya topluluğunun İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi’nde benimsediği ilkelerle uyumlu olamaz. Bu türden kanunları
savunmak ya da mazur göstermek mümkün değildir.
Bu kanun hakkındaki yorumlarımı yaparken, İngilizce çeviriye ve Türk hukuku
ile siyasal sistemi hakkındaki sınırlı bilgime dayandığımı özellikle belirtmeliyim. Öte
yandan, çeşitli raporlardan anlaşıldığı kadarıyla, Ceza Kanunu’nda yer alan başka
maddeler de Türkiye’deki ifade özgürlüğünü en az 301 kadar kısıtlayabilmektedir.
Eğer Türkiye, benim de şahsen memnuniyetle karşılayacağım bir biçimde, Avrupa
10
Birliği’ne katılacaksa, ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunların esaslı bir gözden
geçirilmeye gereksinim duydukları açıktır.
Uluslararası insan hakları standartlarının oluşturulmasına yönelik hareket
bugüne gelene kadar tüm dünyadan destek almıştır ve bu destekçilere Türkiye de
dâhildir. Türkiye neredeyse hiç istisnasız Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ni ve
betimlediğim diğer sözleşme ve anlaşmaları onaylamıştır. İfade özgürlüğü insan
hakları hareketinin temel unsurlarındandır. Ne var ki, İngiliz hükümeti de dâhil olmak
üzere pek çok hükümet, kuşkusuz kendi yurttaşlarının çıkarına olduğuna
inandıklarından, ifade özgürlüğünü kısıtlamak üzere yoğun çaba göstermiştir. Irksal
ve dinsel nefreti tahrik alanından bir örneğe bakabiliriz. Irksal nefreti tahrik
Britanya’da 1965’ten bu yana cürüm olarak kabul edilmiştir ama bu konuda çok az
sayıda kovuşturma açılmıştır. Bu cürüm her ne kadar şiddet tehditi (ki bu, kendi
başına bir cürümdür) içeren vakalarla sınırlı olmasa da, bu suçlama son zamanlarda
aşırı sağdaki bir partinin, Britanya Ulusal Partisi’nin üyelerine karşı kullanıldı. Bu parti
göçe şiddetle karşıdır ve parti üyeleri sık sık siyahlara yönelik saldırılara
bulaşmaktadırlar. Ancak bu partinin önderlerine yönelik yakınlardaki bir kovuşturma,
jüri, sanıkların yaptığı kışkırtıcı konuşmaların kanunca belirlenen sınırı açıkça
aştığına ikna olamadığı için düştü. Kanun dine dayalı ayrımcılığı, ırka dayalı
ayrımcılık gibi yasaklamadığı için ortaya bazı anormallikler çıkmaktadır. Örneğin,
siyahlara ya da Çingenelere yönelik nefret aşılamak bir cürüm ise de, Müslümanlara
yönelik nefret aşılamak, burada söz konusu olan bir ırk değil de bir din olduğu için,
cürüm olarak kabul edilmemektedir. Bu yüzden hükümet 2006’da kanunu ırksal
nefretin yanı sıra dinsel nefreti de kapsayacak biçimde genişletti. Bu yeni kanuna,
dini doktrine ya da dindarlığa yönelik eleştiriyi sınırladığı düşüncesiyle çok muhalefet
edilmiştir. Bu eleştiriyi karşılamak amacıyla, kanuna dinsel inanç ve uygulamaları
eleştirme hakkını koruyan bir madde de eklenmiştir.
Terörizm tehdidi, hükümetleri sivil özgürlüklere yönelik kısıtlamalara artık o
kadar da şiddetli bir biçimde karşı çıkılmayacağına inanmaya teşvik etmiş gibi
görünüyor. Oysa bu inanç sahipleri, Britanya hükümeti yakın bir zamanda savcılık
makamının, zanlıları, suçlamada bulunmaksızın gözaltında tutma hakkını parlamento
aracılığıyla genişletmeyi denediğinde tam bir hayal kırıklığına uğradılar. Zaten
hâlihazırda, polise kanıt bulma konusunda yeterince zaman tanımak için, terör
zanlılarının suçlama olmadan 28 gün gözaltında tutulması kararlaştırılmıştı. Ne var ki
11
Lordlar Kamarası, bu süreyi 42 güne uzatma denemesini boşa çıkartacaktı. Hükümet
bu önlemi yeniden sunma hakkına sahip olduğu halde, kamuoyunun bu uzatmaya
karşı olduğunu anladı ve öneriyi yeniden sunmamaya karar verdi.
Bu örnek, sivil hakların erozyona uğratılmasını durdurma mücadelesinin
başarılı olabileceğini gösterir. Ben hep birlikte paylaştığımız demokratik bir görevin
varlığına inanıyorum: Hükümetlerin eylemlerinin özellikle gerçeği söyleme
özgürlüğünü, kanaatleri ifade etmeyi ve barışçıl yollardan yapılan eleştiriyi tehdit eder
hale geldiklerinde daima dikkatle incelenmesini garantilemeliyiz.
Hrant Dink, uğrunda kendisi ve başkalarının yüzyıllardır mücadele verdiği bu
özgürlüğü sürdürmeye yönelik yürekli kararlılığıyla muhteşem bir örnekti. Bu
konuşma vesilesiyle, evrensel insan hakları mücadelesine onun yaptığı katkıya
duyduğum hayranlığı ifade etmemi sağladığınız için müteşekkirim.
Çeviri: Erol Köroğlu
Redaksiyon: Tuncay Birkan
12