Kimlik - Bizim Külliye

Transkript

Kimlik - Bizim Külliye
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
S AY I
Yıl : 18/2016
3
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
Tashih
MAHMUT BAHAR
Röportaj
Yrd. Doç. Dr. TANER NAMLI
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Basın ve Medya
GIYASETTİN DAĞ
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Dağıtım
İzzetpaşa Vakfı
Danışma Kurulu
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN
Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR
Prof. Dr. Tarık ÖZCAN
Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL
Dr. M.NACİ ONUR
Necati KANTER
Yrd. Doç. Dr. A. Faruk GÜLER
KEMAL BATMAZ
Ömer KAZAZOĞLU
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 30 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 100 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı
anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
Nazım Payam
Deneme kimliği
6
Yahya Akengin
Şiir yârimdir
7
Mahmut Bahar
Sevda sözleri
8
İsmail Aykanat
Biricik sevgili-3
9
Mehmet Baş
Batı rüzgârlarının eteğinde
10
Seval Koçoğlu
Kuşlu ev
11
Belkıs Atuniş Gürsoy
röp. Duygu Dinçer
16
Erol Göka
röp. Bizim Külliye
19
Milay Köktürk
Kimliğin edebiyatı ve
edebiyatın kimliği
23
Vefa Taşdelen
Kimlik ve edebiyat
27
36
Mustafa Sever
Anlatım türlerinin
kimlik inşasındaki
işlevi
40
32
34
Köksal Alver
Edebiyat ve kimlik
87
Muhammed Hüküm
Türk kimliğinin bir yüzü:
"Gönül Hanım"
92
Senail Özkan
Şaban Sağlık Kadeh kaldırma hitabı, bir
"Kimlik" sorununun
su içicinin sorusu
edebiyattaki
izdüşümü olarak
minör edebiyat
Özgen Felek
Grove Sokağı Mezarlığı
94
47
Mustafa Özçelik
Yunus Emre'nin
derviş ve şair olarak
kimliği
50
İmdat Avşar
Kafa kâğıdı
54
Soruşturma
haz. Zeynep Tek
67
Ahmet Buran
Dil-insan-kimlik
ilişkisi
71
D. Mehmet Doğan
Dil hassasiyeti,
kimlik hassasiyeti
95
Davut Güner
Değirmen
95
Süleyman Bektaş
Yeter ki
96
Rasim Demirtaş
Mudanya iskelesinde caz
sever bir zenci
96
Tamer Abuşoğlu
Dönüş
97
Serhat Işık
Anılar hüzün kokar
98
74
Nevzat Ülger
röp. Gıyasettin Dağ
77
Hüseyin Ağca
Sadık Hoca'nın birikime,
deneyime dayalı kitabı
Muhsin İlyas Subaşı
Kimliksiz edebiyat
buhran edebiyatıdır
Taner Tatar
M. Fatih Kanter
Kimliğimi kaybettim
Millî edebiyat dönemi
hükümsüzdür
Türk şiirinde kimlik
inşası
Turgut Güler
Tarih, edebiyat ve millet
olma şuuru
67
82
Beyhan Kanter
Yeşil gece romanında
kimlik inşa araçları:
sarık ve fes
102
112
Osman Suroğlu
Karikatür
Muhterem Okurlar,
Çilingirliğimiz, bürokratlığımız, kamburluğumuz, körlüğümüz, topallığımız veya “bu dünyada, bu zamanda, mekânda,
bu kültürde, bu coğrafyada” bulunmamız kimliğimizin oluşmasına yeter mi? Ya siyasi kimlik? Ya folklor? Ya soy, din, dil?
Edebiyatın kimliğe, kimliğin edebiyata tesirini kim inkâr
edebilir ki! Bir destanın, bir şiirin, hikâyenin, romanın kimliğe
verdiği ağırlığı hafife almak mümkün mü? Mesela feminist bir
romandan yola çıkarak o çokbilmiş kadının erkeği barbarlıkla
suçlaması, buna karşılık erkeğin kadını acizlikle yargılaması
yerini yurdunu bulmamış bir kimlik arayışı değil mi?
Fazla uzaklaşmayalım: İstesek de istemesek de biz sokağımızın kedisi Maviş’ten, komşumuz Helvacı Hüsnü’den bile
kimlik ediniriz.
İnsan mutlu olmayı bilmeyegörsün kimlik kazanı kolay kolay
dolmaz; retleriyle, kabulleriyle kaynatadurur dünyayı.
Milay Köktürk, içten içe yakınmayla “Kimlik kavramı ve bu
kavram çerçevesinde barınan yahut ihdas ve inşa edilen problemler, zihinsel, sosyal ve kültürel karmaşa için çok elverişli
malzemelerdir. Ayrıca kimlik olgusu karşısında nesnel bir duruş
da söz konusu olmaz.” görüşünde.
Elbette insanın tercih halkalarından mülhem bir kimliği bir
kişiliği olacaktır. Ancak onun toplamı, önemi, yüceliği geride bıraktığı izden gelir.
Bizi ilgilendiren de bu.
Bundandır ki kimlik meselesinde Vefa Taşdelen’in istemine
katılıyoruz.
“Kişiliğimi, ahlakımı, huyumu, mizacımı, zihnimi, davranışlarımı; en çok insanlığımı geliştirmek istiyorum; kimliğimde en
derin izin böyle oluşmasını istiyorum. Kimliğimdeki en derin
nakış, insanlığa ait olsun, insanlığı anlatsın, insanlığın özünü
yansıtsın istiyorum.”
Gelecek sayımızın dosya konusu “Edebiyat ve Hayvanat”
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
Bizim Külliye
2
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Deneme kimliği
NAZIM PAYAM
“Kim açtı bilmiyorum kapısını dünyanın,
Kim gösterdi ormanımın yolunu kime;
Boyalar, makaslar, çakılarla geldiler,
Saklandım arkasına ipliklerimin,
Birdenbire yüzüm eskidi, kurudu saçlarım,
Dokumam kendi sıcaklığımdan yandı.
O günkü çığlığımı unutamam.”
(Ülkü Tamer/ Dokuma’dan)
Bir tesadüf
değil denemeyi
hemencecik
masaya çekmem.
Çünkü destan imiş,
mesnevi imiş uzun
soluklu koşu devri
bitti. Keşfetmek
bitti. Sabrın balonu
söndü. Gerçeklik,
yorgun, yılgın;
‘yarın’ isteğini
yitirdi. Sanalın gücü
atmosferi kuşattı.
Buna cehennem de
dâhil.
M
odern edebiyat, insansız tüzüklerin karalanacağını,
köksüz, hukuksuz girişimlerin söndürüleceğini, kayırmanın, kıyımın
metinlerarası bağlantılarla
durdurulacağını, kimlik çeşnisinin tercihe bırakılacağını ve edebiyat kanonlarına güvenirliğin artırılacağını ilan etmişti. Başlangıçta buyruk buydu. Böylece kurt, kuş, kuzu hemcinsini
bilecek, hiçbir unsur parçayı bütüne, bütünü
parçaya heba etmeyecekti. Hayâ, şeref ve asaletin cüzdanla ilişkisi kesilecek; konforun, hayatı
abluka altında tutması engellenecekti.
Niyete önlem sınırları çizmek, yapılacak iyilikten karşılık beklemek yok; hakikati gizlemek
yahut akla gem vurmak kör kuyulara atılacaktı. Kilitli kapılar açılacak, doğruluk üstüne ku3
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Çağımızın değerler ekseni, denemenin egoları üzerinden
belirlendi. Hercai kuşku, sözlükleri kabarttı, kelimeleri
keskinleştirdi. Üç nokta beşe çıktı. Virgül, varını yoğunu
ayrıştırmaya harcadı. Özne çoğaldı. İhtiraz manzumeleriyle
yoğrulan dil, her şeyi her yerde söylemeye yetkin görüldü.
Konular harcıâlem; perhiz kalktı, kefaret kalktı.
rulan aydınlatmaya serbestlik kazandırılacak,
kim karanlıktaysa ona ışık sızdırılacak, kim
özgünlüğe muhtaçsa ona doğallık bahşedilecekti. Sıradanlığın salgıladığı siliklik, uyuşukluk silinecek, kişiye fırsat eşitliği sağlanacaktı.
Defterde adı olmayanlar büyük adımlar atacak,
“kitlelerin bilinçsiz hareketleri, fertlerin bilinçli faaliyetlerinin yerine geçmesi”[1] önlenecekti.
İnsanların heyecan hışırtısı, yarım kalmış
düşlerin aceleciliği her yönden duyuluyordu.
Rüya durgunluğu, saklı hevesler pek kısa zamanda bin bir renge büründü.
Ancak nedense çark usul usul ifrata döndü.
Asırların telafi intikamını alırcasına bencillik, bu kez bir başka kılıfta ve daha sert, daha
acımasız aslına rücu etti. İhtiyaçlar çoğaltıldı,
tatminsizlik
kızıştırıldı,
müdahalecilik
tetiklendi, farklılıklar sivriltildi. “Ben” voltajı
başkalarının kusur ve eksiklerinden yükseltildi.
Bilimlik malzemeler günübirlik arzulara teşne
oldu. Kimilerinin ayrıcalığı ölüm dirim kıyısında tutuldu. Öyle ki haz alma, haz verme
duygusu sadece kişinin egosu lehine geliştirildi. Seçilmişlere, “Ben olmasaydım sen, kim bilir hangi şişirilmiş metnin ekilmişiydin!” fikri
işlendi.
Tabii, modern edebiyat bunları, doyumsuzluk, huzursuzluk, endişe ölçütlerine uyan edebî
türler üzerinden gerçekleştirdi. “Denemenin
eleştiri üstünde ağırlığı eski zamanlardan beri
öylesine belirgin oldu ki” diyor eleştirmen Semih Gümüş; “eleştiri, bu yüzden öznelliğini
her fırsatta vurgulamaya çalışmakla kalmadı,
yaratıcılık üstüne aşık atma yordamlarını da
1. Gustave Le Bon (1841-1931), Kitleler Psikolojisi,
ön sözden son cümle.
önemsedi.”[2]
Bir tesadüf değil denemeyi hemencecik
masaya çekmem. Çünkü destan imiş, mesnevi
imiş uzun soluklu koşu devri bitti. Keşfetmek
bitti. Sabrın balonu söndü. Gerçeklik, yorgun,
yılgın; ‘yarın’ isteğini yitirdi. Sanalın gücü atmosferi kuşattı. Buna cehennem de dâhil.
Evet, bundan böyle cendereden kurtulmak
hızlı yaşamayı denemekte!
Nitekim kanonlar üst kurulu, en son yayımladığı bildiride; denemeye, deneme adı her
şeyi sınamaya durduğundan verildiğini itiraf
etti.[3]
Sınamaya durmak
Modern edebiyatın masum görünüşlü denemesi dergi, gazete, kitap, kitapçık; hemen hemen yeni hayatın bütün evrakına sarıldı. Tecrübeli tavrıyla mevcut edebî türlerin sınırlarını
ihlal etme riskini de üstlendi. Lakin yapıp ettiklerinde bireyselliğe eğilimli kaldı. Gençlere
hırçınlık, vurdumduymazlara tedirginlik, saflara aldatmak yonttu. Pısırıklara kendisini aşıladı. Tamahkâr dürtüleri eşeledi. Elzem olanla
modayı aynı zihinde kaynattı, aynı şiddetle arzulattı. Yetimin, öksüzün kulağına menkul belgeler, saklı krokiler fısıldadı. Dünyadan sıkkın
bıkkın yamakların kaygılarını depreştirdi.
2. Semih Gümüş, Yazarın Yalnızlık Burcu, Can Yay.,
2012, s.13.
3. Kişike yanut kıl kişilik teñi
Yanutluğ üçün at urundı kişi
“İnsana insanlığı nispetinde mukabelede bulun;
böyle mukabelede bulunduğu için insana insan adı
verilmiştir.”
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, (çev. Reşit Rahmeti
Arat), 5893. beyit Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara
1988, s.421.
4
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Bu işgüzarlıkları herhangi bir market veya
şirket adına değil, ‘içtenlikli olmak’ adınaydı.
Bir de öğüdü vardı muhataplarına: “İnsanın
konuştuğu kimseyi iyice gözaltında tutması
gerekir, çünkü çoğu bilge kişinin yüreği gizli
kalsa bile yüzü her şeyi belli eder. Ama bunu
tıpkı Cizvitler gibi, gözlerinizi, sözümona utançtan, sık sık yere dikerek yapmanız
gerekir.”[4]
Deneme hep belli bir kariyere erişme anını
kolladı.
Belli bir kariyere eriştiğindeyse içtenlik
aşkınlığını nitelikli güce dönüştürdü. Töreyi
öteledi. Dinî olanla millî olanı ayırdı. Oturmuş ilkeleri durağanlığa, yerleşik anlayışı basiretsizliğe, sakinliği sünepeliğe yamadı. Yerel
özgünlüklerin hacmini derecelendirdi. Modern
edebiyatın ideoloji üzerinden edindirdiği kimliklere övgü nöbeti tuttu. Karşıtların hanesine
girdi, maksuresine çöktü, mahremliğini bozdu.
Sanki denek taşı; kiminde niceliğin günahını,
kiminde şuhluğun sevabını aradı.
Ama onun asıl ürkütücü yanı, kendisini
kahır meleği olduğuna inandırmasıydı. Hele
dostlarının davetiyle barışçıl öfkesi kabarmayagörsün, sokakları mevzie, meydanları mezarlığa, şehirleri harabeye, ülkeleri yangın yerine çevirir, çölleri kan yanığıyla kızartırdı. Yürüttüğü
tank, uçurttuğu füze, yağdırdığı bombaydı.
Hülasa, koruduğuna, fatura kesti. Vurduğuna, harcama pusulası gönderdi. Coşku boşluğunu kolladığı nice aymazlara, cesaret nişanı taktı, onları gelecek akarına kattı. Teamül
hukuku gereğince girişkenliğini gözetleyenleri,
makaleden ödünç aldığı dipnotlarla aşağıladı.
Deneme bu, elbette saati saatine, konusu
temasına uymaz. Öteki edebî türlerde bir telaş,
bir huzursuzluk, bir geç kalma korkusu! Artık
olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak
kimin haddine?
Bir teselli işte; köşesine çekildiğinde o naif,
o iddiasız sesiyle bahar güneşi gibi içini döktü. Yoksulun, elginin aşını sordu. Kardeşlikten,
sevgiden, fedakârlıktan bahsetti. Tökezleyene
müşkülünü gösterdi. Aile içi sorunlara eğildi.
Kurnazlık istilasından, anlayış kıtlığından ya-
kındı. Zaman zaman davranışları düğümleyen
güdülere değindi.
Denemeye göre çıplaklığı örten yegâne örtü
egonun imgeleridir. İnsanların bireysel ve sosyal psikolojisini dinmez sızılara yönlendiren de
o imgeler. Egonun imgeleri çözüldükçe dürüstlük, uzlaşma ve mutluluk artacak, hem içtenliğin dışa hem de dışın içtenliğe etkisi keyfince
çıkarılacaktı.
Fakat “anlamak” yetisini işkillenmekte kullandı. İhtiyat bu ya; baş yastığının rüyasını bile
cinsel taleplerin ipuçlarını çekerek yorumladı.
Çaptan düştüğündeyse sığındığı cümle şuydu:
“Her konudan çok kendimi incelerim. Benim
metafiziğim de budur, fiziğim de.”[5]
“Neticesi” mi dediniz?
Çağımızın değerler ekseni, denemenin
egoları üzerinden belirlendi. Hercai kuşku,
sözlükleri kabarttı, kelimeleri keskinleştirdi.
Üç nokta beşe çıktı. Virgül, varını yoğunu
ayrıştırmaya harcadı. Özne çoğaldı. İhtiraz
manzumeleriyle yoğrulan dil, her şeyi her yerde
söylemeye yetkin görüldü. Konular harcıâlem;
perhiz kalktı, kefaret kalktı.
Bu kadarla kalsa iyi!
Denemenin ardışık durum muhasebesini
yapmaktan mahrum politikacılar, nüfus cüzdanını cebinde unutan acizler dışlandı. Dar alanda azınlık adlandıranlar desteklendi. Büyük
balık zıpkınları ödüllendirildi. Has metnin
zeminine aksıra tıksıra mozaik döşemek, marifetin âlâsı sayıldı. Sığ “Ben” rakipsiz bırakıldı.
‘Fertlerin bilinçli faaliyetlere geçme’ teşebbüsü, havale, tahvil, döviz ve hisse senetli olgularla derinleşti. ‘Deneme meraklısı vatandaş
ihalesi’ açık artırmayla reklam ajansına verildi.
Sermayesiz maratonculara ne teşebbüs ne ortaklık hakkı tanındı. Onlar kantarsız, ilkesiz
hayal çuvalına konuldu, ışık geçirmez botlarla
etiketlendi. Bebeymiş, çocukmuş, kadınmış
demeden taraftarların suyuna salındı.
Şimdi herkes bir başkasının kimliğinde
yaşıyor.■
4. Francis Bacon, Denemeler, çev. Akşit Göktürk,
12.baskı, YKY, s. 99.
5. Montaigne, Denemeler, çev. Sabahattin Eyuboğlu,
10.basım, Cem yayınevi, s. 114.
5
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
ŞİİR YÂRİMDİR
Eski ve yeni yârimdir şiir,
Sadâbad köşklerine çıkar bazen,
Tanzimat sokaklarında dolaşır,
Cumhuriyet caddelerinden gelir
Uzaklara gittiği olur ara sıra,
Şiraz’ın bahçelerinde görünür
Altaylarda kar yağdırır dağlara
Hint elinde şallara bürünür
Yâd ellerden esince bir rüzgâr,
Seker kaldırımlarında Paris’in
Ben kulübeye çekilsem o uçar
Ama sallar beşiğini rüyaların
Çığlık çığlığa mısralar kursam,
İncinir sanırım kalemimden
Mendil sallasam gök kuşağından
Sorgular ki bu renkler kimden?
Aynı şarkıyı söyleriz uzaklardan,
“Ne o bensiz edebilir, ne temelli gidebilir”
Ne o yanaşır vuslata ne de ben,
Korkarız ki ilhamlar tükenir
Yoklar bütün çiçekleri bir bir,
Hem kıvancım, hem bitmez yolumdur
Batıda kaybolur, doğudan çıkar gelir
Çarşılarda gülüş, fitne pazarında çilemdir
Çukurova’da ırgattır biraz,
Hem köylü hem şehirli yârimdir
Yalı boylarındaki yakamoz,
Çöllerdeki ceylandır şiir
YAHYA AKENGİN
6
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
SEVDA SÖZLERİ
Çınar bir yanda servi bir yanda
Bir yanda sen
Hangi dalın yongasıyım varlık ormanında
Bir bilebilsem
Zahmetine uzak durursam
Rahmetine uzak olurum
Tam elli yıldır bu saksıda
Toprağını taşıyorum
Ne zaman eğilsem
Gözlerinde iki mum
Yüzünü çoktan unuttum
Ezberimde ruhun
Senli ya da sensiz
Hiç zehirlemedi beni zaman
Kolların akrepti oysa
Parmakların yelkovan
Aşk üzere doğmuşum dostlar âlem şahittir
Aşk üzere ölürsem
Tenim kefen
Naaşım şehittir
MAHMUT BAHAR
7
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
BİRİCİK SEVGİLİ 3
gasıbısın gönlümün ayrılışlar hastası
senin bakışlarını kalbime taşıyacağım
üzerime yalnızlıktan başka muska takmadan
yürüyeceğim seni saklayanlar üstüne kahramanı olacağım
haram bakışlarının devriyeler kesecek yolumuzu
içinden baban çıkacak devriyelerin. ona bu şiiri okuyacağım
belki bir sonbahar sabahı benim olma ihtimalin doğacak
inanamayacaksın ama öyle bebeğim onu aşan BİRi var
anladım yağmur kuşum o sözler senin değil
incir kuşu olmak istedin diye önüne geçti işte
belki annem de gelirdi söz kesimine
senin o öfken engel oldu ya nikahımıza
sonunda ayrılıklar konuştu bizi sensizliğime derman oldu
sessizliğim sana olan sevgidendir yağmur kuşum
susuyorsam içimin kan ağlamasındandır bu
zarif bir boyun eğmiş diyebilirsin bana işte haykırıyorum
nerelerdesin şimdi gidişinle rüzgârları ağlattın
unique darling ağlıyor bak doğu beyazlığı odasına kapanmış
ya hiç olmamalıydın ya sürekli olsaydı saçların da aksaydı yüzüne
“duydum ki gitmeye meyletmişsin bizden gitme” eprimiş sözlerle
demiştin ki inan bana seni seven birini yargılama böyle
gözlerini gözlerimden çekersen eğer
belki bir maktül gibi kucağına düşerim
ıhlamur ömrü gibi bir ömürden geç bir gazelin mahlasından
bir kuzunun melemesinden melemeyi aşk bil
zamanı satıyorum alan kalmadı istersen uyut dizinde
seni seven birisi kalmayınca aşkı görücüye çıkaracağım
bir urba uymayınca aşka alıcısı ben olduğum içindir
benim sert rüzgârlara alışkın bir bedenim vardır
ama dayanılmaz bir acı saklıdır içimde hüzünle birlik
gittin diye benden gelmemeye inatlaşıyorsun
mayhoştur aşk ey sevda pusularının turuncu akşamları
bir gün kızıl güneşim doğduğunda
yeni bir sevdayı kuşanacağım
pusulardan son sevdamın sükutuyla ayrılacağım
bir muştu salacağım özgürlüğüme
ellerim belki barut kokacak gözlerimde kan
oysa sevdam yüreğimde hep hapis kalacak
dahası mı unuttum kime âşıktım ki ben
İSMAİL AYKANAT
8
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
BATI RÜZGÂRLARININ
ETEĞİNDE
Beklesem gelmez biliyorum fakat kalbim
Delhi’de yıkılan bir dervişin türbesinde
Tren raylarının üstüne sere serpe uzanan
Bir iç ülkenin yemyeşil tespihini çekiyordu
Yıldızlar ummanında gark olmuş seyyareler
Leventlerin sırma kuşağından dökülürken
Okyanusun burnunda batmış Osmanlı gemileri
Mevsim yağmurlarıyla sır olup gitmişlerdi
Sözlerin tenhasına bir gül gibi düşerken
Yıkandıkça kirlenen ruhların galerisinde
Ganj nehrinde akıp duran bir çift gözün
Kül olacak heykelini sağıyordu zaman
Sen ey Babür Hindistan nerdedir şimdi
Taç Mahal’in gölgesi düşerken sularına
İncelikle işlenmiş dantel gibidir taşlar
Beyazlığın kalbine kar yağarken öylece
Bombay çarşılarında İngiliz kumaşları
Gandi’nin bıyıkları gibi titrerken misyonerlerin elleri
Ayaklarında tabut taşıyan adamlar geldi gemilerle
Niteliksiz ölümler atlasını sessizce yere serdiler
Güneş çılgın atların koşusunu seyrediyordu
Batı rüzgârlarının eteğinden bir söz düştü
Fakir bir Buda gibi kararlıydı Hintli
Gözünü açar açmaz onların kör olduğunu anladı
MEHMET BAŞ
9
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Kuşlu ev
SEVAL KOÇOĞLU
-Evin üst tarafından bir su akar, duyduğun ses odur. Pencereden göremezsin. Çıkar bakarız.
Yok, davranma, hemen demedim. Eve alışmışsındır. Bir hafta oldu. Alışacaksın tabii. Hem ha
babanın evi ha bu ev. Bütün evler aynı değil midir? Yemek yenir hepsinde, sofra toplanır. Sadece bazılarında ağlayan olur, bazılarında gülen. Ağlayanla gülen aynıdır aslında. İkisi de insana
ağlar, insana güler.
Bir iki kuş havalandı ıhlamur ağacından.
-Bu ev yapıldığında ben yeni yeni yürümeye başlamışım. Sonra çok koştum etrafında, çatısına tırmandım, yarıştım bu evle. Kim yendi dersin? Heh he... Geldim kırka. Çık sen de şöyle
bak suya. Buz gibidir. Daldır elini, tutamazsın. Böyle suyu, bu kadar ağacı görmedin değil mi?
Sıcaktı sizin oralar, düzlük, otsuz, ağaçsız, susuz. Güneş gibi, çöl gibi boz. Ama bak buralara…
İnsan kendisinin de yeşilleneceğini, meyveye duracağını sanıyor. Evi beyaza boyatırım her sene.
Nabi Usta var. O gelir, iki gün boyar. Gel bu taraftan bak, gördün mü duvardaki kuşu. Onu
da Nabi Usta yaptı. Tavus kuşudur. Kuyruğunu renk renk yaptı. Kimseye de yapmadı. Yalnızca
bu evde var. Sarı gövdesine bak. Küçük başlı bir kuş. Sen görmedin hiç değil mi? Görmedin.
Nerden göreceksin? Sizin oralarda kuş da olmaz. Bak bak… Kırmızı, mavi, yeşil… Nasıl, beğendin mi? Gülmenden anladım beğendiğini. Nasıl da nazlı nazlı geziyor değil mi? Ben bu
resme her gün bakarım. Her rengine ayrı ayrı bakarım. Beyaz duvara ne kadar yakışır bu kuş.
Gerçeği salınsa şu bahçede, bir gün bulup getirsem birini gezinse kuyruğunu açıp… Seversin
sen de değil mi? Belki o da su sesini dinlemek için yukarı çıkar. Su içerken etrafını dinler. Tekrar
çalımla iner düze. Güneş vurur. Işıldar tüyleri. Beğendin ama renkleri değil mi? Söyle şimd,i en
güzel renk hangisi?
-Sarı.■
10
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
BELKIS ALTUNİŞ GÜRSOY
ile edebiyat ve kimlik üzerine
Kişinin kimliğini, kişiliğini bulması, maddi ve
manevi anlamda sarılıp sarmalanması,
kendisini bir dayanak, bir tutanak içinde
hissetmesi açısından aile bir kale
hükmündedir. Bu ocak; toplumu ayakta ve
diri tutan büyük bir güç konumundadır.
DUYGU DİNÇER
PROF.DR. BELKIS ALTUNİŞ
GÜRSOY
1954 yılında Erzurum’da doğdu. İlk, orta ve yüksek tahsilini bu
şehirde yaptı. Nenehatun Kız Öğretmen Lisesi’nde bir ders yılı edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. Atatürk
Üniversitesi’nde Yeni Türk Edebiyatı
asistanı olarak göreve başladı. Aynı
üniversitede “Cenap Şahabeddin’in
Servet’i Fünun’da Çıkan Mensur
Eserleri” konulu çalışmasıyla yüksek
lisansını, “Abdülhak Hamit Tarhan’ın
Tiyatro Eserlerinde Kadın” adlı teziyle de doktorasını tamamladı. Gazi
Üniversitesi’nde yardımcı doçent,
doçent ve profesör olarak görev yaptı.
Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim
Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak
çalıştı. Belkıs Altuniş Gürsoy’un altmış kadar makalesi, yurt içi ve yurt
dışında sunulmuş çok sayıda tebliğ ve
konferansı bulunmaktadır. Türk Dünyası Yazarları Ansiklopedisi projesinde proje başkan yardımcısı, madde
yazarı ve redaktör olarak görev aldı.
Hâlen İstanbul Aydın Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi’nde öğretim
üyesi olarak görev yapmaktadır.
Çok kıymetli hocam, öncelikle Bizim Külliye dergisinin
‘Edebiyat ve Kimlik’ sayısında bizlerle olmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Bu sayımızda edebiyat ve
kimlik arasındaki ilişkileri mercek altına almayı amaçlıyoruz ve sizin gerek Türk dili ve edebiyatı alanı gerek eğitim
alanı gerekse yaşamsal gözlem ve tanıklıklarınız içinden
edebiyat ve kimlik konularına bakışınızla buluşmak bizler
için çok önemli. Röportajımızın ilerleyen bölümlerine bir
temel çerçeve oluşturması adına öncelikle edebiyat ve kimlik kavramları üzerinde durabilir miyiz? Bu iki kavram
nerede başlar, nerede biter -ya da biter mi- ve birbirleriyle
nerede buluşur, kavuşur, irdelenmesi gereken bir hâl alır?
İyi niyetiniz ve iltifatlarınız için teşekkür ederim. “Edebiyat hayatın aynasıdır.” tarifinden yola çıkarsak hayatta ne var
ise edebiyatta da o vardır diyebiliriz. Edebiyatın malzemesi
hayattır. Hayat denilen mamurenin asıl yapıcısı ise insandır.
İnsan, bir taraftan dünyayla anlam bulurken bir taraftan da
dünyaya anlam ve ruh katar. “Hiçbir tarih kitabı 19. yüzyıl
Fransa’sını Balzac’ın romanları kadar iyi anlatmaz.” cümlesi
hayatla edebiyatın kader ortaklığına işaret eder. O eserlerde o
dönemin Fransa’sını ve o devrin insanını meziyet ve noksanlarıyla, iniş ve çıkışlarıyla bulmamız mümkündür. Yani hayat
planında makes bulan her şey edebiyata da bire bir yansır. Bu
durum, başka edebiyatlar için de bizim edebiyatımız için de
böyledir. Hayat, kimliğin nefes alıp verdiği, Yunuslayın bir
11
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
ifadeyle “ete kemiğe büründüğü” bir varlık alanı
olduğundan edebiyatla ferdî ve millî kimlik arasında çok sıkı bir irtibat olduğu söylenebilir. 8. yüzyılda kaleme alınmış, bilinen ilk yazılı metinlerimiz
olan Kök-Türk Kitabeleri’nde, Kutadgu Bilig’de,
Atabetü’l- Hakayık’ta ve Divanü Lügati’t- Türk’te
millî kimliğimizin her türlü yansımasını bulabiliriz.
Ondan sonraki edebî eserlerimiz de bu kimliğe göre
şekillenerek seyir defterlerindeki yerlerini alırlar.
Bu durumda millî kimlik, toplumsal hafıza
ve edebiyat eserleri arasında sıkı bir ilişki var diyebiliriz değil mi?
Tabii ki. Toplumsal kimlik oluşumunda edebî
eserlerin tartışılmaz bir yeri vardır. Edebî eserler ait
oldukları dilin seçkin örnekleridir. Dil ile kimlik
arasında mutlak bir bağ vardır. Bu kabil ürünler;
bir milletin sesi ve soluğu olma, bir toprağın havası
ve suyu olma makamındadırlar. Edebiyatın yaşanmışlıkların iz düşümünü ferdî, sosyal, psikolojik ve
tarihî boyutlarıyla kayıt altına alma, nesiller arasında
köprü kurma, millî ve evrensel değerlerin yaşatıcısı ve aktarıcısı olma özelliği vardır. Her eser kendi
zamanının ruhunu taşır. Bir kahramanın üzerinden
anlatılan bir hikâyede her fert hangi coğrafya ve zamanın insanı olursa olsun biraz da kendini bulur.
Biraz da kendi kimliği ve kendi kişiliği ile yüzleşir.
Her yazar, kendi çağının koridorlarında elinde fenerle dolaşır. Bu şahit olma durumunu söze dökerek, kâğıda geçirerek dondurur. Bu itibarla edebî
eserler; toplumsal hafızayı oluşturmada, millet olma
şuurunu ayakta tutmada başat rol oynarlar. Diyelim
ki Manas Destanı’nı okuyorsunuz. Orada Kırgız
Türklerinin duygu ve düşünce atmosferlerini, hayat
tezahürlerini, kısacası kadim dünyalarını buluyorsunuz. O geçmiş çağların bir ansiklopedisi olmuş
oluyor. Bunu Dede Korkut Hikâyeleri için de söyleyebiliriz. Orada içinden süzülüp geldiğimiz tarihten
alınmış sayfalarla, eski aile fotoğraflarıyla karşılaşıyorsunuz. O hikâyeler; ötelerin perdelerini kaldırarak mazide nasıl yaşandığı, nasıl düşünüldüğü, nasıl
inanıldığı hususunda sizi bilgilendiriyor.
Bu bir anlamda edebiyat eserlerinin medeniyetteki sürekliliği sağlama noktasında da önemli
bir işlevi olduğunu ifade ediyor değil mi?
Doğrudur. Medeniyet bir sürekliliktir. Bunu
Yahya Kemal “imtidat” kavramı ile ifade eder. Yani
bir medeniyeti bir noktada kesip başka bir noktada başlatamazsınız. Medeniyet, bilinen en eski dönemlerinizden, bilinen ilk eserlerinizden yola çıkar.
Zaman içinde değişe değişe, dönüşe dönüşe ama
belli bir değişmeyeni de içinde barındıra barındıra
bugüne kadar çıkagelir. Özündeki asli cevheri, onu
kendisi yapan cevheri koruyarak zamandan zamana
atlar. Bunun için de edebî eserler belli bir insanlık
ufkunun aksi olan duygu, düşünce, hayal ürünleri
ile hayat pratiklerini yarınlara taşırlar. Geçmişi bugüne taşımada, nesilleri nesillere bağlamada görev
icra ederler. Bir anlamda eskiyi yeniyle dünü bugünle kaynaştırarak; geleceğin geçmişin referansları
üzerinden oluşturulmasına katkı sağlarlar.
Bununla beraber toplumların bazen kendi
kimlikleriyle ilgili kafa karışıklığı ya da bocalamalar yaşadığını da gözlemleyebilmekteyiz. Örneğin, ülkemizde kimi zaman siyasal ve toplumsal alanda Batılılaşma ve muasır medeniyetler
seviyesine erişme meselesinin sıkça karıştırıldığı
görülmektedir. Edebiyat alanında da buna benzer bir kafa karışıklığının yaşandığı dönemler
oldu mu?
Osmanlı İmparatorluğu Tanzimat’tan beri -hatta bunu III. Selim döneminden başlatabiliriz- siyasi
ve sosyal hayat planında, askerî alanda, eğitim alanında yüzünü Batı’ya çevirdi ve bir başka medeniyet
halkasına geçmeye karar verdi. Batılılaşmaktan beklenen ilim ve teknoloji anlamında yol almak, çağın
icaplarına göre yeniden yapılanmaktı. Bu zihniyet
değişimindeki hareket noktası; yeni kurumlar kurmak ve bu kurumları Batı dünyasındaki benzerlerine göre yeniden tanzim etmek yoluyla aradaki açığı
kapatmak idi. Ama bu çıkış noktası hayatımızın
pek çok basamağında bir ikilem doğurdu. Bu anlayış birçok kesimde -bilhassa romanda yansımalarını
gördüğümüz şekliyle, giyim, kuşam, yaşama tarzı,
yeme içme, adabı muaşeret babında- bir asrileşme
modası olarak algılandı ve uygulandı. Bu anlamdaki
yenileşmeye direnenler bile zaman içinde farkında olmadan aynı kulvarlarda yüzmek durumunda
kaldıklarını gördüler. Bu gidiş; edebiyatımızda yankılarını buldu. Bir edebiyat eleştirmeni olan Berna
Moran; “…onun için 1950’li yıllara kadarki Türk
romanının sorunsalını büyük ölçüde bu Batılılaşma
hareketi belirler.” der.
Bu romanlarda hem bir durum değerlendirmesi
12
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
yapmak hem de istenilenden farklı bir mecrada seyreden bir gidişi eleştirmek, alaya almak söz konusudur. Yanlış Batılılaşma konusu birçok romanda dile
gelir. Mesela, Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’sinin
genç kız kahramanı, Fatih semtinde oturmak istemez. Modernleşmenin sembol mekânlarından olan
Harbiye’de yaşamak ister. O devirde bir apartman
dairesinde yaşamak bile bir kabuk değiştirme işareti sayılır. Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey’le
Rakım Efendi’si, Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası, Hüseyin Rahmi’nin Şık’ı, Şıpsevdi’si ve
Tanpınar’ın romanları da dâhil olmak üzere birçok
eserde Batılılaşma meselesi önemli ölçüde Doğu-Batı çatışması üzerinden ele alınır. Bu manada diyebiliriz ki bir yanda kimliği ve kişiliği itibariyle kendisi
kalarak Batıdaki ilmi ve teknolojiyi almak isteyen
bir yaklaşım mevcuttur. Bir yandan da Batılılaşmayı
sadece hayat tarzını değiştirmek olarak algılayan bir
başka yaklaşım söz konusudur. Bu eserlerden bazılarında eğlenceye, gösterişe, süse ve israfa düşkün alafranga tiplerin gülünç duruma düşürüldüğü - demek
ki yazarlar da bu durumu onaylamadılar - görülür.
Bu bağlamda Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’i çarpıcı
bir örnek hükmündedir. Zira Efruz Bey, kendisinde olmayan hususları kendisinde var göstermeye
çalışan o dönemin kompleksli insanını karikatürize eder. O bir anlamda bizim Don Kişot’umuzdur.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, yazarlarımız bu mevzuya
geniş çapta yer vermişlerdir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “eşikte bir toplum” olduğumuza yönelik tespitleri de bu kapsamda değerlendirilebilir mi?
Elbette. Tanpınar insanımızın bu hâlini “eşikte
kalma”, “kıvam tutturamama”, “şirazesini kaybetme” gibi ifadelerle anlatır. “Kıvamı bozulan insan”;
“ölçüsünü, ölçeğini kaybetmiş insan” kendi medeniyetine ait kabul ve retlerle, Batı medeniyetine ait kabul ve retler arasında sıkışıp kalmış, kısacası Araf’ta
kalmış insandır. Bu iki arada bir derede kalmışlık
durumu sadece bize ait bir keyfiyet değildir. Bütün
Doğu toplumları için geçerlidir. İranlı Daryus Şayegan “Yaralı Bilinç” adlı eserinde bu durumu bir “bilinç yırtılması” yani bir “toplumsal şizofreni” olarak
değerlendirir. Son yüz elli, iki yüz yıldan, belki de
daha uzun bir dönemden beri Doğu toplumlarının
Batı toplumları karşısında başı eğiktir. Özne değil,
nesne; dayatan değil, kendisine dayatılan; etken
değil, edilgen; sözü geçen değil, söz geçirilen bir
konumda olmak kendisini küçük görme, kendisini
hor görme hâlini doğurmuştur. Bu durum, tabii ki
acı veren, yenilmişlik, ezilmişlik psikolojisi yaratan
bir tutumdur.
Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde edebiyatın felsefi ve fikrî muhitlerin oluşmasında ve gelişmesinde nasıl bir rolü olduğunu
söyleyebiliriz? Bu edebî muhitlere aynı zamanda
kimlik mekânları da diyebilir miyiz?
Gayet tabii. Bizde Orta Asya’dan itibaren getirdiğimiz bir sohbet geleneği var. Bu sohbet geleneği
bir çeşit yaygın eğitim kurumu işlevi görür. Köylerde köy odaları, kasabalarda eşraf evleri, şehirlerde
ileri gelenlerin evleri aynı zamanda bir toplantı mahalli hükmündedir. Bu meclislerin bir miri kelamı;
yani bir ileri geleni, bir büyüğü olur. Onun başlattığı bir sohbet bahsi, soru ve cevaplarla açılarak devam eder. Gönüllülük esasına dayanan bu öğrenme
şekli bir görevdeşlik ve enerji oluşturur. Bu meclisler; mensubiyet duygusu, öğrenme ihtiyaç ve zevki,
adap ve edep gibi pek çok değeri kazandırırlar. Bu
yolla her kademedeki insan kendi ölçeğinde bir şeyler öğrenir. O mahfillerin oluşturduğu görevdeşlik,
insandan insana geçer. Öyle bir muhitte bulunma
sizi besler, geliştirir. Onun için bu sohbet meclisleri
toplumumuzu mayalamakta, insanımızı şekillendirmekte idi. Bu demektir ki her tabakadan, her
yaş grubundan insan bir araya geliyor, kendi çapları
ve güçleri ölçüsünde bir şeyler kapmakla kalmıyor;
kendilerinden daha ileridekilere yetişebilmek adına
da bir iştiyak duyuyorlardı. Bu mahaller; bilgi ve
irfanı mektep sıraları ile sınırlamayarak toplumun
çeşitli katmanlarına taşıyan, farklı birikimler ve seviyeler arasında köprüler kuran meclislerdi. İlim ve
sanatın bir atmosfer işi, uygun muhitleri bulup da
yeşerme, dal budak salma işi olduğunu hatırlayalım
Tanzimat’tan öncesi de var tabii. Ama soru Tanzimat ve sonrasını kapsadığından o zaman diliminden bahsetmeye çalışıyorum: Evler, kahvehaneler,
tekkeler, bahçeler, açık alanlar bu anlamda sohbet
mekânları olarak kullanılırdı. Mesela, Tanzimat
döneminde Mustafa Reşit Paşa’nın ve diğer devlet
ricalinin konakları bu anlamda bir muhit oluşturmuş ve haftanın belli günleri misafir ağırlamışlardır. Yine Fatih-Çarşamba’daki Fethiye Kahvesi şiir
sohbetleri yapılan böyle bir toplanma mekânı idi.
13
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Şair Nigar Hanım’ın Şişli’deki konağında salı günleri devrin edebiyatçıları toplanırlardı. Daha yakın
zamanlarda İbnü’l- Emin Mahmut Kemal İnal’ın
Beyazıt’ta Mercan Yokuşu’ndaki konağı ve Yahya
Kemal’in Beyazıt’taki Küllük’ü (Çınaraltı Kahvesi)
birer mahfil oluştururlardı. İlgili dönemlerde Valide
Kıraathanesi, Meserret Kahvesi, İkbal Kahvesi, Çiçekçi Kahvesi, Nisuaz gibi yerlerin okuma ve sohbet
mahalli olarak varlığını sürdürdüklerini görürüz. Bu
topluluklar; hem edebiyat hayatını hem de kültür
hayatını beslemiş, zenginleştirmişlerdi.
Yani yaygın eğitim kurumları diye tanımlanabilecek bu tür gruplar üzerinden toplumsal
kimlik inşa ediliyordu. Toplumsal kimlikten söz
edilince sosyal psikoloji alanının önemli teorilerinden biri olan Sosyal Kimlik Teorisi’nden hareketle yeni bir soru daha yöneltmek istiyorum müsaadenizle. Bu teori, insanların bir sosyal grubun
üyesi olma gereksinimine işaret eder. Bu ihtiyaç,
bir gruba ait olmayı ve çevremizdeki insanları da
üyesi olduğumuz grubun penceresinden kategorize ederek algılamayı beraberinde getirebilir. Yine
bu algılar bir grubun üyelerinin diğer bir grubun
üyelerine yönelik bazı kalıp yargılar geliştirmesine yol açabilir. Edebiyatta da bu bahsetmiş olduğunuz muhitler, gerek toplumsal yaşamda gerekse
edebiyat camiasında bu tarz ayrışmalar yarattı
mı?
Gayet tabii. Tanzimat döneminde edebiyat sahasında uç veren yenileşme hamlelerine karşı eski
şiire taze bir nefes getirmek ve onu güçlü bir şekilde yaşatmak isteyen “Encümen-i Şuârâ” denilen bir
grup ortaya çıkar. Vaktiyle Galatasaray Lisesi’nde
öğrenciler; Recaizade Mahmut Ekremciler ve Muallim Naciciler olmak üzere ikiye bölünür. Her iki
isim de okulun edebiyat hocasıdır. Alafrangalığı
temsil eden Recaizade Mahmut Ekrem; kılık kıyafetiyle tamamen Avrupai bir tarzı sergiler. Muallim
Naci ise harabatidir. Her hâliyle eskiyi temsil eden
bir eski zaman adamıdır. “Eskiler–Yeniler, “Dünküler-Bugünküler”, “Hece-Aruz Tartışmaları”nın
yaşandığı dönemlerden geçilir. O devirde bu şekilde
kendi içinde farklılaşan gruplar ve bu grupların birbirlerine yönelttikleri eleştiriler mevcuttur. Bu tip
klikleşmeler; kemikleşmiş bir algıya veya bir kimseye, bir gruba körü körüne bağlanma noktasına dönüşmediği sürece bir zenginliktir. Dolayısıyla bu tür
oluşumların yapıcı bir yanı olduğunu söyleyebiliriz.
Vatikan’da bulunduğunuz dönemlerde Erzurumlunet ve Erzurumluhaber adlı internet gazetelerinde yazmış olduğunuz yazılardan oluşan
“Şimdi Mola Zamanı” adlı eserinizde, toplum
inşasında ailenin mühim bir rolü olduğuna değiniyorsunuz ve «Aile; insanlığın son kalesidir. Aileyi yıkmak; bir ülkeyi topsuz tüfeksiz yıkmakla
eşdeğerdedir. Zihnen, ruhen ve bedenen sağlıklı
fertler, ancak sağlıklı aileler içinde yetişir. Zira
insanın kendisini bulmasında ve dünya üzerindeki yerini belirlemesinde aile başat rol oynar.»
diyorsunuz. Aile mefhumunun edebî eserler içinden ve üzerinden kimlik inşasında nasıl bir rol
oynadığını düşünüyorsunuz?
Dede Korkut hikayelerinde pedagoji ilmine
altın anahtar uzatan şöyle bir cümle mevcuttur:
“Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan
görmeyince sofra çekmez.” Yani çocuk anne ve babasının bir uzantısı konumundadır. Her ne kadar
ergenlik çağında onlara biraz karşı çıksa ya da biraz
farklı eğilimler içinde olsa bile zaman içinde değişip
dönüşerek onlarla benzer bir yapıda yol alır. Ama
tabii ki nesil çatışmaları insanlık tarihi boyunca varlığını korumuştur ve bu bahis bizim edebiyatımızda
da yoğun bir biçimde işlenmiştir. Mesela, Yakup
Kadri’nin Kiralık Konak romanında, Necip Fazıl’ın
Ahşap Konak adlı tiyatrosunda bu çatışmayı görürüz. Çocuk nüveyi aileden alıyor ise - ki sonradan ne
alıyorsa onun üzerine inşa ediyor - bu kurum, tabii
ki önemlidir. Kişinin kimliğini, kişiliğini bulması,
maddi ve manevi anlamda sarılıp sarmalanması,
kendisini bir dayanak, bir tutanak içinde hissetmesi
açısından aile bir kale hükmündedir. Bu ocak; toplumu ayakta ve diri tutan büyük bir güç konumundadır. Eğer bir toplumda aile kurumu sağlam ise o
toplumda temeller sağlam demektir.
Günümüz edebiyatını edebiyat ve kimlik birlikteliğini yaşama, yaşatma ve takdim etme noktasında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk edebiyatı, Batı edebiyatını Tanzimat’tan
beri çok sıkı bir biçimde takip ediyor ve oradan
çok önemli ölçüde ilham alıyor. Son yüz yılda Batı
edebiyatlarındaki, Çehov tarzı hikâye, antiroman,
uyumsuz tiyatro dediğimiz türlere baktığınız zaman
orada hem bir kimlik hem de bir kişilik arayışı ile
14
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
karşılaşıyorsunuz. Bu eserlerde huzursuz ve tıkanıp
kalmış bir insan profilinin çeşitli yansımaları vardır.
Lisanı hâl ile bir ruh yangınından haber verirler.
Bu kalem mahsullerinde yeryüzündeki seferinde
“tek ü tenha” yani yapayalnız kalmış insanın çıkış
yolları arama çabasını görürsünüz. Yani 20. yüzyıl
Batı edebiyatının genel çizgileriyle bir S.O.S. çığlığı
olduğunu söyleyebiliriz. O; daralmış, bunalmış, insanın bir feryadı hükmündedir. Bu insan, feryadına
bir yankı bulamaz, sesi yine kendisine geri döner.
Albert Camus, Samuel Beckett, Virginia Woolf,
Jean Paul Sartre, Eugenie Ionesco, James Joyce gibi
yazarların çizdikleri tablo budur. Sartre’ın kitabının
adıyla söylersek bu dönemin eserlerinin kimyası
“bunaltı”dır. Çünkü bu dönemin insanı teknolojik anlamda devasa gelişmeleri gerçekleştirmiştir
ama o gelişmelere uyum sağlamakta; insan yanını
tatminde zora düşmüştür. Bizim yazarlarımız da bu
gidişten etkilenirler. Özellikle kadın yazarlar, kadın
kimliği, kadın hakları konularında ısrar ederler.
Yani protest bir tavır var ama somut bir çıkış
yolu önerisi yok mu?
Evet. Mesela, 1980 sonrası dönemde bilhassa
kadın yazarların eserlerine baktığımızda orada yalnız ve huzursuz kadın kahraman tipleriyle karşılaşıyoruz. Dediğiniz gibi protest bir tavır var, başkaldırı
var, kendisini ezilmiş kabul ederek mevcut kabullere isyan ve onlarla çatışma var. Fakat bu eserler var
olanın altını çizmekle kalarak bir çıkış kapısı göstermiyorlar. “Peki, ne yapalım? Çare nedir? Daha
mesut bir kadını ve onu etrafında şekillenen mesut
bir çerçeveyi nasıl inşa edelim, şartları iyi yolda nasıl
değiştirelim?” sorularını yeterince cevaplayamıyorlar. Bu soruları oldukları yerde bırakıyorlar. Belki
bir edebî eserden bir çözüm teklifi beklemek doğru
olmayabilir ama kendi bünyelerinde de bu meseleyi hallettiklerinin işaretini vermezler. Tabii ki bu
söylem edebiyatımızın yalnızca bir cephesi. Diğer
cephesiyle 1980 sonrası Türk edebiyatında kendi
çizgisini bulmuş, kendi gerçekleriyle buluşma noktasına gelmiş, kendi tarihiyle barışmış bir gidişat da
söz konusu.
Son dönem edebiyat eserlerinde postmodernizmin de etkisini hissettirdiği görülüyor. Bu
akımın edebiyattaki özne ve kimlik üzerinde ne
tür etkileri olduğunu düşünüyorsunuz?
Modernist sanat geleneği reddederken postmodern sanat geleneği hafife alıyor. Postmodern sanat
da modern sanat gibi romanda, hikâyede, şiirde
alıştığımız kurallarla barışık değil, gerçi kendisine
has yeni kuralları var. Burada bu sorulara da cevap
aramak gerek. Kendi içinde daralan, kendi kabuğuna çekilip kendi meseleleri içinde boğulan insan,
kendi çemberinde sıkışan insan, acaba “ortalama
insan” tiplemesini mi yansıtıyor? Yoksa bir aydın
arayışı ve bunalımı mı söz konusudur? Toplumun
geneline hâkim olan hava bu mudur? Bu eserlerin
bünyesindeki bu havanın toplumun farklı tabakaları içinde yukarıdan aşağıya doğru inceden inceye
yayıldığını görüyorsunuz. Modern ve postmodern
sanat akımları, daha çok, daralan insanın yeni arayışları olarak; bir bunaltı hâlinin yansıması olarak
değerlendirilebilir. Şahsen, âcizane, edebî eserlerin
ayakları yere daha sağlam basan bir bakış açısından
seslenmelerini, daha ümitvar ve yapıcı bir açıdan
şekillenmelerini bekliyorum. Daha oturmuş akılların, daha olgun ruhların pencerelerinden bakılarak
yazılmış bir edebiyat iklimine ihtiyacımız olduğunu
düşünüyorum.
Sizce sular durulacak, zaman içinde her şey
yerli yerine oturacak mıdır?
Bunu günümüz şartlarında söylemek zordur.
Dünya bugün topyekûn bir kaostan geçiyor ve bu
kaostan her toplum nasibini alıyor. Ama umulur ki
sular aka aka durulur. Her şartta iyilik ummak belki
de iyiliğe bir adım olsun yaklaşmaktır diyelim.
Bu durumda edebiyatın ve edebiyatçıların
gerek yerel gerekse evrensel kimlik oluşumunda
nasıl bir misyonu vardır?
Bir yazar, hem yerel hem millî hem de evrensel olmayı gerçekleştirdiği ölçüde başarılıdır. Bütün
büyük yazarlar evrenseli yakalayabilmiş olan, yani
“kendi beni”nden yola çıkarak bütün diğer benlere
dokunabilmiş olan kalem erbabıdır. Her insan bir
manada hem çok özel hem de çok geneldir. Bu itibarla özelden hareketle geneli yakalayabilen yazarlar
büyük ve kalıcı yazar olma hüviyetini kazanabilirler.
Bu sayımızda bizimle birlikte olduğunuz için
çok teşekkür ediyoruz.
Estağfurullah, ben teşekkür ederim.■
15
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
EROL GÖKA
ile kimlik üzerine
Klasik modernlik, postmodernlik arasındaki farkı anlamak
istiyorsanız, Avrupa ve ABD demokrasileri arasındaki
farklılıklara bakın. Postmodernler, farklılıkların
özgürleşince tıpkı Amerikan toplumundaki gibi
barış içinde bir arada yaşayacaklarını sandılar;
kimlik siyasetinin barış içinde, basit bir hak arama
mücadelesi olarak kalacağı zehabına kapıldılar.
BİZİM KÜLLİYE
Prof. Dr. Erol Göka
1959 yılında Denizli'de doğdu.
1983’te "Tıp Doktoru", 1989 yılında
“Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı”, İzmir'de tamamladığı askerlik görevinin ardından 1992 yılında “Doçent" olmaya hak kazandı.
1998’de Ankara Numune Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi oldu. 2010 yılı başında Konya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp
Fakültesi Psikiyatri Anabilimdalı’na
“Profesör” olarak atandı. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel
çalışmalarda yer almasına rağmen
ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal
bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır.
Göka, mesleki alanın yanı sıra
düşünce dünyasını da ilgilendiren
konular üzerinde 20 yakın kitap yazmış; “Türk Grup Davranışı” kitabı
nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliğince “2006 yılında “Yılın Fikir Adamı”
Ödülü”ne, 2008 yılında ise “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu
açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı”na layık
görülmüştür.
Bir psikiyatr olarak çağımızda grupların karşı karşıya gelmesinde kimlik mücadelesinin gün geçtikçe şiddetlenmesini
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Daha bunlar, iyi günlerimiz gibi geliyor bana. Zira sınıf siyasetinin yerini kimlik siyaseti alınca farklı kimlikleri bir arada
yaşatma konusunda pek tecrübeli olmayan modern Batı dünyası,
süreci nasıl idare edeceğini bilemedi, bilemiyor. Son çare olarak
kendi iç çatışmalarını dışarıya, Müslüman dünyaya ithal etme,
orada halletmeye çalışma ve İslamofobi üzerinden bir çözüme yöneldiler. Ama bu da çözüm falan değil, aslında adı konmamış bir
dünya savaşı idi... Şimdi yeni baştan kontrollü gerilimle ve karşılıklı ilişkiler ağıyla denetlenmeye çalışılan bir iki kutuplu dünyaya doğru yönelerek öfke ateşini hep küllü bırakmaya çalışıyorlar.
Başarılı olabileceklerini sanmıyorum. Kimlik meseleleriyle dolu
pandoranın kutusu açıldı bir kere... Bugün İslamofobi üzerinden halline çalıştıkları dertler aslında kendi dertleri... Ateizm, en
güçsüz olduğu Batı ülkesinde %35 oranında ikinci büyük inanç
sistemi... Eninde sonunda ateistlerle dinî inancı olanlar uzlaşmaz
çelişkileriyle nasıl yaşayacaklarını konuşmak ve büyük ihtimalle
didişmek zorunda kalacaklar diye düşünüyorum. Bizim içten
içe, üstü örtük biçimde yaşadığımız sekülerlik-dindarlık gerilimi
Batı’da çok daha güçlü biçimde ortaya çıkacaktır ve o Batı, mezhepler kavgasının inanç fanatizminin asıl yurdudur.
Postmodern toplum tartışmaları içinde “çoklu kimlikler”
nitelendirmesinin bununla bir ilişkisi var mıdır?
16
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Hem de çok... Modernlik 1980’lere, Berlin
Duvarı’nın yıkılmasına kadar ulus-devlet ve ulusal
kimlik merkezli olarak ilerledi. Tüm diğer kimlikler
bu çerçevede mas edildi, yok sayıldı. Bütün, total
kimlik, büyük anlatı, esas alındı, farklılık ve çeşitlilik önemsenmedi. Klasik modernlik, bir bakıma
Avrupa’nın resmî ideolojisiydi ve ABD merkezli
post-modernlik buna karşı bir tez olarak yükseldi.
Klasik modernlik, postmodernlik arasındaki farkı
anlamak istiyorsanız, Avrupa ve ABD demokrasileri
arasındaki farklılıklara bakın. Postmodernler, farklılıkların özgürleşince tıpkı Amerikan toplumundaki
gibi barış içinde bir arada yaşayacaklarını sandılar;
kimlik siyasetinin barış içinde, basit bir hak arama mücadelesi olarak kalacağı zehabına kapıldılar.
Amerikan gücünü abarttılar, her farklı kimliğin imparatorluk şemsiyesi altında yaşayabileceğini hayal
ettiler... Hayalleri kırıldıkça, birbirleriyle kavga etmek yerine, ilk soruya cevabımda anlatmaya çalıştığım gibi İslamı ve Müslümanları düşmanlaştırdılar,
kendi aralarındaki savaşın alanını Müslüman dünya
olarak belirlediler.
Kimlik bir inşa süreci olarak değerlendiriliyor. Bu düşünceye katılıyor musunuz?
Elbette, tamamen katılıyorum. Hem bireysel
kimliklerimiz hem toplumsal kimliklerimiz tamamen hayatın, güç mücadelesinin içinde inşa olurlar.
Kimliğin bir inşa süreci olduğunu bireysel kimliğimizin oluşumunu izlersek adım adım görebiliriz.
Hepimiz bir kimliğe mecburuz. Hep kim olduğumuzun, kendimizi nasıl sunacağımız cevabının peşindeyiz. Kimlik, uzun çabalar sonucu ulaşılabilen,
öznel bir süreklilik, bütünlük ve tutarlılık duygusu.
Öyle kolayca ele geçmiyor, bir arayış ve çaba gerekiyor. Hayatımızın ilk yıllarından itibaren kimlik
arayışına girişiyoruz. Kimlik arayışı, psikolojik gelişimimizin ana motivasyonlarından birisi…
Kimliğimizle ilgili soruya “Kimsin?” cevap çabalarımız, çocukluk yıllarına kadar gidiyor. Mesela
cinsiyet kimliğimiz, erkek mi, kız mı olduğumuz
sorusuna verdiğimiz cevap, ancak 4 yaş civarında
netleşiyor. Bebeklikten itibaren, yaşamımızdaki
önemli insanlarla çeşitli özdeşimler kurarak, onları
model alarak kimliğimizi inşa ediyoruz. Ergenlik
döneminde kimlik arayışımız, benliğimizin birinci ihtiyacı hâline geliyor. Bizi tanımlayan, mesleki
ve toplumsal bir kimliğimiz olmadan, tam olarak
yetişkinliğe geçmiş sayılmayacağımızdan, ergenlik
döneminde tüm imkânlarımızı kimlik kazanabilmek için seferber ediyoruz. Ergenlikte, bir yandan
fiziksel ve psikolojik olarak büyümeye bir yandan da
birçok seçenek arasından kendimize özgü bir kimlik
eldesine çalışıyoruz. Aidiyet, bağlılık, statü ve yüksek benlik ihtiyaçlarının zorlaması da kimlik sancısına eşlik ediyor. Gençlik döneminde arkadaş gruplarından sağlanan değerlerin de içselleştirilmesiyle
kimlik oluşumu için gerekli malzeme büyük ölçüde devşiriliyor. Mesleki ve toplumsal kimliklerimiz
şekillendikçe, kendimize ait bir dünya görüşümüz
ortaya çıktıkça, kimliğimiz de yerleşmeye başlıyor.
Kimlik duygusu, kimlik gelişiminin belli bir düzeye
geldiğinin, artık özdeşimlerde belli bir bütünleşme
yaşandığının işareti ve kendisini güven hissiyle gösteriyor. Kim olduğumuzu fark ettikçe, kendimize
güvenimiz artıyor, daha kendini bilen, kendinden
emin birisi oluyoruz.
Bireysel kimlikle toplumsal kimlik arasındaki
ilişki nedir?
İnsan, bir grup varlık yani hayatımızı, içine
doğduğumuz aileden başlayarak toplumsal bir ortamda icra ediyoruz. Bir geleneğin, kültürün içinde
doğuyoruz ama bebeğin ilk fark edişleri ve temel
öğrenmeleri dikkate alındığında asıl doğduğumuz
yer, anamızın dili. Etnisitenin ve etnik kimliğin belirleyicisi ana dil. Ana dilimizin aynı olduğu insanlarla, aynı etnik kimliğe sahibiz, istesek de istemesek
de aynı kaderi paylaşıyor, dolayısıyla onlardan yana
hissediyoruz. Dinî ve ulusal kimlikler, etnik kimlikten sonra ortaya çıkıyor. Ev, mahalle, akraba, okul
gibi ortamlar, ideolojik aygıtlar vasıtasıyla din, mezhep ve resmî (ulusal) kimlikleri biraz bilinçli biçimde içselleştiriyoruz.
Sağlam bir kimlik duygusu için, kişinin kendisini yaşadığı topluma, bir kesime, bir yere ait hissetmesi, yani aidiyet duygusu şart. Kimlik arayışının
doruğa vardığı ergenlikte, aidiyet duygusu en güçlü
biçimde tezahür ediyor. Aidiyet duygusu sayesinde
genç insan, kendisini belli bir topluluğun üyesi olarak tanımlıyor ve neye değer vereceğini bilememe
kaygısından kurtuluyor. Aidiyet ve mensubiyet unsurları olmazsa, bütünleşmiş bir kimliğin ayrılmaz
parçası olan tutunma çerçevesi sağlanamıyor; kimlik kırılganlaşıyor.
Kimlik, çok yönlü bir kavram; oluşumunda
17
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
psikolojik süreçlerle birlikte ve kısmen onlardan
bağımsız olarak, yaşadığımız toplumdaki sosyokültürel, politik ve ekonomik süreçlerin de rolü var.
Her toplumun tarihsel, kültürel ve toplumsal değerler sistemi tarafından kendiliğinden oluşturulmuş,
kendine özgü, nesnel diyebileceğimiz bir kimlik yapılanması bulunuyor. Bireyler, kendileri dışında gelişmiş nesnel süreçlerin sonucu olan bu kimlik yapılarını, doğup büyüdükleri toplumun içinde tecrübe
edinerek kazanıyor. Ergenlik döneminde kimliğini
inşa ederken birey, toplum organizmasına veya toplumsal dokuya, yeni ve sağlam bir hücre olarak katılırken, toplum da bu yeni hücreyi kültürü oluşturan
değerler, idealler, semboller ve normlarla besleyerek
canlı kalmasını sağlıyor. Kimlik duygusu ile birlikte,
kolektif toplumsal yapı içerisinde ortaklaşa kurulan
“birlik duygusu” da bireyi ortak toplumsal ideallerin
bir parçası hâline getiriyor. Kısacası, “ben” ile “biz”
arasındaki ayrım, gerçekte sandığımızdan çok daha
ince.
Bireyin doğuştan getirdiği özelliklerin kimlik
üzerindeki etkisi nedir?
Doğuştan getirdiğimiz özellikler ile kastınız, genetik olarak belirlenmiş ya da büyük ölçüde genetik
mirasımızın etkisiyle şekillenen fiziksel ve psikolojik
özelliklerimiz ise, bunların kimlik oluşumundaki etkileri, kişilik kadar belirgin değiller. Gündelik dilde
aralarındaki ayırma pek dikkat etmiyoruz ama kimlik ve kişilik bir ve aynı şey değiller. Kişilikte anne
babamızdan aldığımız genetik miras, nerdeyse yarı
yarıya belirleyici ileride nasıl bir kişiliğe sahip olacağımız kimin çocuğu olarak doğduğumuzla çok
ilişkili. Elbette hangi ailede dünyaya geldiğimiz,
ileride “kimsin” sorusuna vereceğimiz cevaba yani
toplumsal, kolektif kimliğimize hemen tamamen
tesir ediyor ama içine doğduğumuz ortamı, “doğuştan getirdiğimiz özellikler” bahsinde nitelemek doğru değil. Sanıyorum şu örnek, derdimizi
daha iyi anlatmamıza vesile olabilir. Bir çocuk,
hangi ortamda büyürse büyüsün, annesinden babasından aldığı genetik yani doğuştan getirdiği
özellikler onun nasıl bir kişilik sahibi olacağında etkisini gösterecektir. Ama diyelim Müslüman
Türk anne babadan doğan bir çocuk bambaşka bir
çevrede, başka bir etnisiteye ve inanca sahip olduğu
öğretilerek büyütülsün anne ve babasından aldığı
özelliklerin edineceği kimlikte hiç rolü olmayacak
tamamen öğrendiklerine göre bir kimlik inşa edecektir.
Yine “çağımızda” diyelim, bir kimlik parçalanması ya da kargaşası olduğu fikrine katılıyor
musunuz? Neden?
Katılıyorum, katılmaz olur muyum! Kimlik anlatmaya çalıştığım gibi inşa olan bir psikolojik süreç
ise ve inşa için kullandığımız malzemeleri yaşadığımız ortamdan, dış dünyadan, aileden, okuldan,
arkadaş çevresinden ve medyadan ediniyorsak, aynı
evde, aynı ailede dünyaya gelen çocukların bile kimlik inşasında kullanacakları malzemelerin çok değişik olacağı, zihin dünyalarına farklı veriler gireceği
açıktır. Psikiyatride ergenlik döneminde yaşanan
ağır kimlik karmaşası ve bazı kişiliklerin ömürleri
boyunca sabit bir değerler ağına ve kimliğe sahip olmayarak hep sınırda (borderline) yaşamaları, insanlığın şimdiki zamanlarında gördüğümüz olgulardır.
Bunlara bir de eğitim, resmî ideoloji ve kimlik siyasetleri nedeniyle bilinçlerimizin bambaşka veri yığınıyla baş etmek zorunda kaldığını eklersek... Düşünebiliyor musunuz, mütedeyyin bir ailede doğan
bir çocuk, resmî ideolojiyle doldurulduğu eğitime
maruz kalıyor, sonra ergenlik döneminde hiç bilmediği kolektif kimliklere sahip arkadaşlar ediniyor
veya sosyal medyada marjinal akımlarla karşılaşıyor,
onlarla aynı takımın veya müzik grubunun fanatiği
oluyor...
Birey hangi durumlarda kimliğini ifşa ederek
sembolik kimlik unsurlarına müracaat ediyor?
Hımmm, aslında her durumda kimliğimizle,
onu ifşa ederek yaşarız ama barış içinde kalmayı ve
insanların birbirlerine, değişik kimliklere saygılı olmayı başarmış bir toplumda herkesin kendi bireysel
kimliğini öne çıkarması, toplumsal kimlik olarak da
mesleğini ve siyasi görüşlerini belli etmesi yeterlidir.
Normalde buzdağının dibini, temelini oluşturan
etnik ve dinî kimliklerin, bu özgürlük ortamında
kendilerini ille de belli etmeye, vurgulamaya, altını
çizmeye gerek olmadan yaşanıp gitmesi beklenir.
(Yukarıda verdiğim Amerikan toplumu örneğini
hatırlayın) Ama kriz zamanlarında, bu normal
akış bozulur, kolektif kimlikler bireysel kimliklerin önüne geçer ve insanlar hangi kolektif kimlikten olduklarının sembollerini ifşa etmeye, benzerleriyle aynı safta yer almaya çalışırlar. ■
18
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Kimliğin edebiyatı
ve edebiyatın kimliği
MİLAY KÖKTÜRK
Gerçek anlamda
edebiyat, insanlığın
duyuş düşünüşüne
katkı, bir zenginlik
olarak kimliği kendi
içinde taşır. Rus
kimliği olmasaydı Rus
edebiyatı, Tolstoy
veya Dostoyevski
olmazdı. Acaba
onlar olmasaydı,
dünya edebiyatı
eksik kalmaz mıydı?
Onlar kendi kültür
dünyalarının kimliğini
işlediler, ama kimlik
militanlığı yapmadılar.
K
imlik konusu geçen yüzyılın başlarında itibaren sosyal, kültürel ve
siyasal tartışmaların merkezinde yer
aldı. Bunlardan bir kısmı akademik, bir kısmı
sosyal ve kültürel, büyük çoğunluğu siyasal nitelikte idi. Çok farklı tezler öne sürüldü. Gerçekten yaşanan kimlik sorunu ile bu sorunu maske
olarak kullanan siyasal kavgalar birbirine karıştı.
Gün geçtikçe, kimlik tartışmalarının, kimliği
anlamaktan ve kimlik bağlamındaki sorunları
çözmekten ziyade başka amaçlar için kullanım
aracı hâline geldiği gözlemlenmektedir. Neredeyse kronikleşen bir sorunla yüz yüzeyiz. Bu
konu üzerine âdeta söylenmedik söz kalmadı ve
söz tüketildi. Bu yazıda da aslında yeni bir şey
söylenmeyecek. Bakış açısını değiştirmedikten
sonra, kimlik üzerine söylenecek sözlerin hepsi
ya hamaset ya da bilinenin tekrarı olur.
Duygusal ve düşünsel temelli bir sorun ve
bilfiil mevcut bir olgu olarak kimlik vakıasının,
edebiyat dünyasında yer almaması mümkün olamazdı. Kimliğin damgasını vurduğu bir edebî
ürün bazen bir kimliğin edebiyatta dile gelişi
oldu bazen de edebiyatın kimliğini oluşturdu.
Bundan dolayı bazı edebî gelenekler bazı kim19
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
lik kavramlarıyla adlandırıldı. Örneğin, “Rus
edebiyatı” veya “Türk edebiyatı” dendi. Farklı
kaynaktan beslense de edebî olmak bakımından aynı kategoride yer alan bu ürünleri edebiyatın zenginliği olarak görmek lazımdır. Lakin
bu ürünleri, onların sosyal, kültürel ve zihinsel
etkilerini bir kenara bırakarak da değerlendiremeyiz. Bir ürün edebî söylemi bakımından kan
ve gözyaşı kaynağı olmuşsa, sırf sözdeki estetik
dolayısıyla aklanamaz. İşte bu tür ürünler siyasal
kavgalarla estetik kaygıların kesişme noktasıdır.
Doğru bir bakış açısı için de, kimliğin doğasına,
sorun olup olmadığına, sorunun nedenlerine ve
kimlik olgusu karşısında gerçek anlamda edebiyatın konumuna bakmak lazım gelir.
Doğal durum olarak kimlik
Nasıl varoluşumuz doğalsa, bir yerde, toplumda, bir kültür dünyasında var olmamız, bir
biyolojik kökene aitliğimiz de doğaldır. Bütün
bunlar kimliklerimizdir. Bir kimliğe sahip olmak, var olmanın gereğidir. Kimlik bu bakımdan reel bir şeydir. Klasik Mantık’ta şöyle söylenir: “Eğer gerçekliği olan bir kavramı, yani
bu kavramın delalet ettiği gerçekliklerden birisini belirtirsek, başka deyimle onu nitelikleri
ile ortaya koyup da diğerlerinden ayırırsak, bu
gerçekliğe kimlik denilir.” Daha basit bir ifadeyle, bir kavramın unsurlarına denk düşen zihin
dışındaki unsurlar, o kavramın nesnesinin varoluşsal özellikleri kimlik olarak gösterilir. Bu
gerçekliklerden/kimliklerden bazıları doğal/varoluşsal, bazıları edinilmiştir. Var olanın bildirimi de doğal bir durumdur. Kimliksizlik âdeta
yeri yurdu olmamak, olsa bile bunu bilememek
yahut bildirememektir.
Kendisi bizatihi doğal bir şey olan bu kimlik
neden problem olsun? Kimlik etrafında neden
âdeta fırtınalar kopsun?
İlk başta akla, ortada kavga konusu olacak
bir şey yokmuş gibi gelir. Lakin kimlik sorunu
tamamen yapay, sosyal ve psikolojik temeli ve
karşılığı olmayan, boş bir olgu değildir. Diğer
yandan, kopan fırtınalardan, ortaya çıkan problem demetinden dolayı kimlik aleyhine olmak
da, cilde zarar verdiği için güneşten hoşnutsuz
olmaya benzer. Neysek oyuz. Olduğumuz şey/
kişi olarak varoluşumuzu sürdürürüz. Elbette is-
tiyorsak ve başarabilirsek değişip dönüşürüz de!
Bu takdirde de, değişmiş ve dönüşmüş hâlimizle
varlığımızı sürdürürüz. Bir yanda bilfiil mevcut
durum var, diğer yanda ise niyetlerle ve amaçlarla belirginleşen, öne çıkan sorunlar demeti!
Sorun olarak kimlik
Kimlik tartışmaları önemlidir, çünkü içinde
haklı insani talepler de barındırmaktadır. Kimlik
tartışmaları hoş ve hoşnut edici olmaktan ziyade
tehlike içerir. Şayet kimlik doğal durum olarak
ele alınmaz ve sorunlar da çözüm amaçlı olarak
masaya yatırılmazsa, kimlik tartışmaları örtülü
niyetlerle yapılırsa, insanlar çok hassas oldukları aidiyet durumu üzerinden yönlendirilebilir.
Bundan da hem bireyler hem de toplum yara
alır. Kimlik kavramı ve bu kavram çerçevesinde
barınan yahut ihdas ve inşa edilen problemler,
zihinsel, sosyal ve kültürel karmaşa için çok elverişli malzemelerdir. Ayrıca kimlik olgusu karşısında nesnel bir duruş da söz konusu olmaz.
Bu olgu karşısındaki duruş değer içerir.
Kimlik konusu, sanki dıştan bakarak ve dıştan bakan açısından ele alınıyor gibidir. Oysa
kimlik içsel bir şeydir. Kişi hissettiği yahut olduğu yahut olduğunu düşündüğü kimliğe sahiptir.
Bu durumda da, onun hissettiği değil, hissettiği
şeye ilişkin biçtiği değer konusu işin içine girer.
Çünkü hissetme sadece algılama değil, bütün
varlığı ile bir anlam ve önem yüklemedir. İşte
sorun da burada çıkmaktadır.
Kimlik kişinin kendisini algılayışı, tanımlayışı ve tanıtımı olduğundan, doğal olarak bir
sahiplenmeyi, kendi nitelikler toplamına karşı
hassasiyet duymayı ve aitlik hissetmeyi gerektirir. Kimliklerden bazıları sırf bireysel, bazıları
genel ve yaygın olabilir. Sırf bireysel bir kimlik
etrafındaki her şey o bireyi bağlar yahut ilgilendirir. Ama yaygın kimlik için aynı şey söylenemez. Yaygın olan bir kimliğe mensup kişiler aynı
kimlikle aynı tanıma ve tanıtma eylemi sergiler.
Böyle bir kimlik artık özneler üzeri demektir.
İşte onun etrafındaki sorunlar, ona yönelen saldırılar o kitlenin aidiyet bilincini harekete geçirir. Bu da gerilim doğurur. Özellikle oluşturulmakta olan bir kimlik söz konusu ise… Ayrıca
kimlikte baz alınan temel ile kimliğin doğuracağı problemler de birbiriyle ilişkilidir. Örneğin,
20
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
etnik kimlik temele alınınca, söylem de etnik
ve romantik olunca, karşıt ve farklı olan söz
konusu olduğunda, büyük ölçekli gerilim ve çatışmaların yaşanması kaçınılmaz olur. Yani kimlik ve kimliğe ilişkin değer yargısı ile tutumlar
da ilişkilidir. Bazıları fanatik ve kıyıcı, bazıları
hoşgörülü, bazıları katı bir aidiyet dolu, bazıları
gevşek bir aidiyet içerebilir. Bunlar, dünya olayları karşısındaki tutumlar olabileceği gibi, öteki
kimliklere karşı sergilenen tutumlar olarak da
düşünülebilir.
Sadece kimliğe sahip olmak, bu minvaldeki bir tartışma yahut kaygı için yeterli değildir.
Kimlik ile ilgili kaygılar yahut tartışmalar, kimlik merkezli psikolojik bir duruma işaret eder.
Burada, yetkin görülmeyen ve kendisine güvenilemeyen bir kimlik mevcudiyeti var demektir. Kimliğine dayanan, onu yeterli gören, onu
doğru yerine yerleştiren kişi tartışmayı gereksiz
görür.
Kimlik tartışmalarının büyümesinde ve hatta kördüğüm olmasında, kimlik fanatizmi kadar, buna zemin hazırlayan yönetim biçimleri
ve kültür politikaları da etkilidir. İnsan kimlik
peşine düşmeden önce var olmayı ve varlığını
olabildiğince güvenli şekilde sürdürmeyi hedefler. Ancak devlet kişinin varoluşsal doğasını
yaralayıcı politikalar uygularsa, kişilerde siyasal
sistemin kendi varlıklarına yönelen bir tehdit
oluşturduğu kanaati güçlenirse, işte o zaman bireyler kendileri de yanma pahasına yakıcı sorunun tarafı olurlar. Yani kimlik sorununda ve bu
çerçevede tartışmaların büyümesinde, devletin
ve onun sosyal politikalarının yeri ve rolü görmezden gelinemez. Kişinin kendini kendisi olarak ve kendi kimliğiyle bildirmesi sosyal, siyasal
ya da sair nedenlerle imkânsız olduğunda, örneğin yasaklandığında, bu, o kimliği taşıyanlar
için gerçekten yaralayıcı olur. Artık sorun filizlenmeye hazırdır; hem gerçekten kimlik sorunu
olarak hem de kimlik etrafında oluşturulan bir
sorun olarak! Şayet iş ideolojik hâl alırsa, kimlik
sorunu gerçekten büyümeye aday demektir.
Çözüm ve güçlükleri
İnsan elinden çıkan sorunun çözümü de
yine insanın elindedir. Fakat çok bileşenli ve
çok değişkenli bu sorunun çözülmesi hiç de ko-
lay değildir. Elbette ilk önce, kimliğin doğasını,
kimlik tartışmalarının altında yatan etkenleri,
sonra da birincil ve ikincil sorunları teşhis etmek lazımdır. Kimlik tartışmalarının amacı “her
şeyi yerli yerine yerleştirmek” olursa, yerleşme
gerçekleştiğinde sorun da kalmaz. Ama her şey
bu kadar basit de değildir.
Kimlik tartışmalarının altında yatan etkenlerden bazıları kısaca şöyle sıralanabilir: Art niyetlilik, siyasal olarak tekâmül etmemişlik, kendi kimliğinden emin olamamak, kimliğin sindirilmişliği ve temsil etme/edilme arzusu, kamu
alanında kendisi olarak yer alma arzusu, kimliğini sindirememiş olma, onunla barışık olmama!
Kimlik kaygıları da fevkalade önemlidir. Kaygıların altında yatan da benzer etkenlerdir. Fakat
kimlik etrafında siyasal kavgalar yapılırken, asıl
sorun dikkatten kaçmaktadır. Asıl sorun, geçen
yüzyılın siyasal kavga aracı olarak kimliğin bu
yüzyılda karşı karşıya olduğu tehlike ve tehdittir. Bugün, diğer sorunların gölgesinde kalan
sorun, internet çağında ve ortamında gerçekleşmekte olan topyekûn kimliksizleşme sorunudur.
Bu, siyasal ihtirasların gölgelediği, ama gelecekte çok yoğun biçimde tartışılacak bir tablodur.
Yukarıda
“kimliği
doğru
yerine
yerleştirmek”ten söz edildi. Bu ne demektir?
Doğru yer ve kimliğin doğru yere yerleştirilmesi
nedir? Bu soruların cevabı bir bakış açısından
hareketle verilebilir. Farklı cevaplar farklı bakış
açıları anlamına gelir. Fakat her türden farklılık
bu noktada erdem olarak görülemez. Örneğin,
keskin ve kıyıcı bir tutumu teşvik eden bakış
açısı onaylanamaz. Nedeni, insanı iyi içermemesidir. Uygun bakış açısı ise, insanı tekâmül
ettirecek ve olduğundan daha iyi kılacak bir yön
çizimidir. Akıl terazisinde tartılmış olan, gerçekliğe aykırı olmayan bir kimlik algısı ve olgusu
gerekir.
Kimliği doğru yerine yerleştirmek, onu olduğundan farklı değil, ne ise o olarak kabullenmek,
onun anlam ve önemini dengeli biçimde belirlemektir. Kimlikleri tanımak ama kutsamamak,
kimliğin sadece tanımlama veya tanınma amaçlı
bir bildirim ve bir kendilik beyanı olduğunu, bu
kendiliğin de karakteristik belirti yahut öznitelik anlamına geldiğini bilmek… İşte doğru yer
budur. Kimliği yerleştirmek derken kastedilen
21
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
şey, onu kabulleniş tarzı, yani tutumlarımızı ve
eylemlerimizi oluşturacak olan anlam ve önemin tespitidir. Bu, insani ve toplumsal varoluşa
zarar vermeyecek şekilde ve çizgide olmalıdır.
“Doğru yer” budur. Bu arada, sahip olduğumuz kimlikler hiyerarşisini de gerçekliğe uygun
şekilde oluşturmak lazımdır. Bu cümleden olmak üzere, üst değeri ve insanlığı öne çıkarmak,
hiçbir kimliğin kimlik olmak bakımından diğerinden daha değerli olmadığını bilmek, kimliğe
değer katan şeyin bizatihi o kimlik olması değil,
o kimlik altında gerçekleştirilen eylem ve üretimler olduğu gerçeğini unutmamak gerekir.
Kimlik, olduğundan fazla bir şey değildir; o,
sadece bir kim olmaktır, o kadar! İnsan dünyası
bir kimler dünyasıdır ama bu dünyanın anlamı
ve değeri kimlik üzerine bina edilemez. Bu dünyanın mütekâmil biçimde inşası kimliği değerli
ve anlamlı kılar. Doğal dünya açısından bakınca
da söylenecek şey şudur: Dünya üzerinde doğası
gereği ayrıcalıklı olan bir kimlik yoktur. Hiçbir
kimlik diğerini kıyma hakkına sahip değildir.
Her kimlik, dünyanın paylaşımında eşit hakka
sahiptir. Burada sözü edilen paylaşım mülkiyet
paylaşımı değil var olma hakkının paylaşımı
olarak anlaşılmalıdır. Zaten en üst kimlik de
sessizce bunu haykırmaktadır. Bütün kimlikleri
bastıran, bütün kimliklerin üzerinde yer alan ve
hükmünü icra eden kimlik, ölümlülük kimliğidir. Bunun anlamı nedir? Kimlik algısı ve yargısı
hayatın anlamını değiştirir. Yaşama dünyasında
uç veren tüm olaylar kimlik algısıyla bir şekilde bağlantılıdır. Orada adı olan bir özne, eylemleriyle, işlevleriyle ve statüsüyle kendine bir
konum edinmiştir. Toplumsal fail, bu bireydir.
Lakin ölümlülük kimliği hükmünü icra edince,
artık öznel mevcudiyet ortadan kalkar. Orada
kişi artık diğer kimliklerin tümünden tecerrüt
etmiş hâldedir; orada sadece er kişi veya hatun
kişi kimliği vardır. Bu, diğer kimlikleri anlamsızlaştırmaz yahut itibarsızlaştırmaz. Çünkü er
kişi, henüz kendisine bu şekilde hitap edilmeden önce bir kişiliği, etkinliği, rolü ve statüsü
olan biri idi. Bu tablo bize, kimliklerin mutlaklaştırılmamasını, yok da sayılmaması, her kimliğin doğru yerine doğru biçimde yerleştirilmesi
gerektiğini söyler. Bunu algılayan bilinç kendi
sınırını ve haddini de bilir.
Edebiyatın yeri
Edebiyat kendi özniteliği olan estetik formu
içinde, etkili ve etkileyicidir. İnsan dünyasındaki bu kimlik sorununa yokmuş gibi davranamaz. Bu sorun döner dolaşır gelir ve edebî söylemi bulur ve biçimlendirir. Diğer yandan kimlik,
bir duygu durumu ve duyuş-düşünüş biçimi de
olduğu için, doğası gereği edebî inşaya uzak değildir.
Bu bağlamda makul olan nedir?
Kimliksiz edebiyat olmaz. Çünkü her konuşan, bir “kim”dir. Her edebî üretim bir kültürel kimliğin estetiğini dile getirir. Her edebî
üretimde bu estetiği arayıp bulmak mümkündür. Lakin sorun şu: O üründe kimlik coşku
uyandırmak, dolayısıyla başka kimliklerle araya
duvar örmek için mi dile gelmiş, yoksa sözde
o güne kadar dile gelmemiş bir estetiği mi ete
kemiğe büründürmüştür? cİşte kimliğin edebiyatı zenginleştirmesi ile âdeta sefalete mahkûm
etmesi arasındaki sınır buradadır. Edebiyat,
kendini kullanan zihnin bakışına göre, uzak ve
yabancı olmadığı bu unsuru keskinleştirebileceği gibi, daha makul bir düzeye de indirgeyebilir. Edebiyata entelektüel bakış kaynaklık teşkil
ederse, kimliklerin yahut kimlikler etrafındaki
kavganın zorunlu ve anlamlı olmadığı ortaya
çıkar. Bunun için de edebiyatı ideolojilerin ve
siyasallığın aracı olmaktan kurtarmak lazımdır.
Gerçek anlamda edebiyat, insanlığın duyuş
düşünüşüne katkı, bir zenginlik olarak kimliği
kendi içinde taşır. Rus kimliği olmasaydı Rus
edebiyatı, Tolstoy veya Dostoyevski olmazdı.
Acaba onlar olmasaydı, dünya edebiyatı eksik
kalmaz mıydı? Onlar kendi kültür dünyalarının
kimliğini işlediler, ama kimlik militanlığı yapmadılar. Yine onlar, kimlik üzerinden siyasal
veya etnik kavga çıkarıp cepheleşmeye yol açmadılar. Zaten öyle bir kaygıları da yoktu. Onların
kaleminden can bulan birey, gözü dönmüş bir
insan değil; duyan, düşünen, eyleyen, hisseden
bir insandır ve dünyalıdır. O kişi, dünyada, sadece bir soy kütüğünün doğal uzantısı bir birey
olarak yer almaktadır. Böyle bir kişinin duyuş
ve düşünüşü insani ve estetik deneyim hazinelerinden biridir. Bunu da bize ancak edebiyat
kazandırabilir.■
22
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Kimlik ve edebiyat
VEFA TAŞDELEN
V
aroluşum karmaşık ağlarla örülü. Kim
olduğumu, ne olduğumu, niçin bu
dünyada, bu zamanda, mekânda, bu
kültürde, bu coğrafyada bulunduğumu anlamak
istiyorum. Evren içine kendimi görebilmek, kendimle, insanlarla, Tanrı’yla ilişki kurabilmek, hayata doğru bir yön oluşturabilmek istiyorum: Ben diyorum, sen diyorum, o diyorum, biz, siz diyorum,
onlar diyorum. Benlik diyorum, toplum diyorum,
devlet diyorum, dünya diyorum, evren diyorum.
Bunları söylerken kendimi ayırıyor ve birleştiriyorum: Canlı, cansız diyorum. İnsan, bitki, hayvan
diyorum. Canlıyı cansızdan, insanı hayvandan
ayırıyorum. Canlı diyorum, birçok kategori beliriyor. İnsan diyorum, birçok kategori beliriyor.
Ayırmaya ve birleştirmeye devam ediyorum: Doğulu, batılı, güneyli, kuzeyli diyorum. Sarı diyorum, kırmızı diyorum, mavi diyorum, siyah diyorum. Aşağı yukarı diyorum, sağ sol diyorum, ileri
geri diyorum. Budist diyorum, Hindu diyorum,
pagan diyorum. Yahudi, Hıristiyan, Müslüman
diyorum. Ve devam ediyorum: Ortodoks, Katolik, Protestan.. Sünni Alevi diyorum. Arap, Rus,
İngiliz diyorum; ayırıyorum da ayırıyorum. Peki,
bu kötü bir şey mi? Değil elbet; anlayabilmek için,
tanıyabilmek için, kavrayabilmek için, iletişim kurabilmek için; yargılamak için değil, itham etmek
için değil, kötülemek ve ötekileştirmek için değil.
Boy boy, kabile kabile, yaratılış; tek renk, tek ses,
tek şekil değil; çeşit çeşit, desen desen; yeryüzünün bütün renkleri, bütün sesleri ve zenginlikleri
ile. Peki, niçin? “Tanışasınız diye!” Eş dost olasınız
diye, birbirinize gelip gidesiniz diye; birbirinize varasınız, birbirinize eresiniz, birbirinizde kendinizi
bulasınız diye. Yaratılış, bir yandan ayırıyor, bir
yandan birleştiriyor. Ayırmak, bazı durumda tehlikeli; bir felâket. Tarihin bütün acıları ayırmakla
başlıyor. Ayrıntıya indikçe ayrım çizgileri kanamaya, bir volkan ağzı gibi içerdeki cehennemi kusmaya başlıyor: Düşman diyor, zındık diyor, gentil
diyor, heretik diyor, kâfir diyor. Ayırma, merhameti yok ederse, durmuyor, yeryüzündeki en son
insanın kapısına varıp dayanıyor.
Ama sadece ayırmıyorum, birleştiriyorum da.
İnsan adı altında cümle âlemi, mü’min adı altında
Tanrı’ya yönelenleri aynı vadide toplanmış görüyorum. Her ayrım (differens) bir birleştirme, her
birleştirme (integration) bir ayrım. İşte bu ayırma
ve birleştirme seanslarında kimliğim oluşuyor.
Kimliğim hem ayırıyor, hem birleştiriyor beni.
Kimliğim beni başkalarına, başkalarını da bana
getiriyor. Kendimi başkasından, başkasını kendimden ayırıyorum; köprüleri atmak için değil,
kurmak için, gönüller yıkmak için değil gönüller
yapmak için. Kimliğim başkasını ne kadar davet
ediyor, kendi içinde başkasına ne kadar yer veriyor;
işte insanlığa açılma yolum! Kimlik sorunu yalnız
ekonomik, politik değil benim için, bundan önce
bir varolma sorunu, kendimi tanıma ve algılama
sorunu. Kendim olma sorunu. Ben olma sorunu.
Kendisiyle olabildiğim ve kendisiyle görünebildiğim bir sorun. Yalnız entelektüel merak değil beni
kimlik sorunuyla karşı karşıya getiren; bir de işin
varoluşsal boyutu var: Nasıl yaşamalıyım, hangi
23
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
değerlere tutunmalıyım, neye inanmalıyım, nasıl
davranmalıyım, hangi olaylar karşısında nasıl bir
tutum sergilemeliyim: yaşama ve düşünme tutumlarım neler olmalı? Kim olmalı, kime benzemeliyim? Havaya, suya, toprağa nasıl bir anlam vermeliyim? Bunlar da var, elbet.
Kimlik, bir kelime değil artık bu noktada. Bir
kelime, bir kavram, bir konu değil. Bir hayat, bir
ontoloji. Anlama ve bilme yöntemi. Perspektif,
bakma ve görme tarzı. Algılama ve anlama biçimi. Öğrenmem gereken bir bilgi değil, kuşanmam
gereken bir ruh. Başarmam ve kazanmam gereken
bir öznitelik. Üretmem gereken bir bilinç. Kendi
zamanımı, kendi coğrafyamı, kendi kültürümü
keşfediyorum; onlar bana verilmiş; bir müdahalem
söz konusu değil. İçinde bulunduğum topluma,
kültüre katılmam gerekir; bu da kimliğimle alakalı. Dilim, kültürüm, değerlerim beni çevreliyor.
Bir de olmam, kurmam, inşa etmem gereken bir
şey var. Bütün saydığım bu verilerden hareketle ve
onlarla birlikte, inşa ettiğim bir şey var: varoluşum,
özüm, kimliğim.
Bilmek için, anlamak için bir şey olmam, bir
nitelik ortaya koymam gerekir; aksi halde şeffaf bir
varlık haline gelirim: Bu durumda ne kendimle,
ne çevremle, ne varlıkla ilişki kurabilirim. Kendi
zamanımın ufku içindeyim. Varoluşum bu daire
içinde, daha fazla değil. Kimliğim “olmak”la alakalı. Alevim köze dönüşmeli. Hayatımım öznesi
olabilmeliyim. Taşı, toprağı, hayatı, suyu yoğurabilmeliyim. Kimlik olabilmek için zaman olabilmeliyim, coğrafya olabilmeliyim, tarih olabilmeliyim, özne olabilmeliyim. Derdim, “olmak”la,
“olabilmek”le. Özgürlüğüm olmak fiilinin damarlarında sıcak kan gibi dolaşıyor; bir hayat suyu gibi
yürüyor kuru, kupkuru dallara. Kimliğime bakıyorum, saat kaç olmuş: neredeyim ben, ne haldeyim?
Kimliğime göre kendimi anlıyorum, kimliğime
göre kendimi ölçüyorum, kimliğime göre kendimi konumlandırıyorum. Bu sayede evren içindeki
yerimi, varlıklar içindeki anlamımı, nesneler içindeki durumumu algılayabiliyorum: evet bir insanım ben. Daha iyi bir kimlik için daha iyi bir insan
olmam gerekir. Kimliğim giderek kişiliğim oluyor,
insanlığım oluyor. Hayat felsefem oluyor. Dünya
görüşüm oluyor. Varolma tarzım oluyor. Tarihim
ve geleneğim oluyor. Aile terbiyem oluyor. Ahlakım ve değerim oluyor. Bakma, görme ve algılama
tarzım oluyor. Ağıtlarım ve türkülerim oluyor.
***
Kimliğim, milliyet, din, kültür gibi verili temelleri gerektirir; onlar üzerinde kendimi inşa ederim. Ama her insanda bu temel vardır. Asıl olan
kim olduğum kadar kendimi nasıl ve ne şekilde
inşa edebildiğim, yani kimliğimin bana ait yanıdır.
Bu da gelip benim insanlarla birlikte nasıl ve ne
kadar birlikte var olduğuma dayanır. Başka deyişle “başkaları ile birlikte varlığım”, “başkaları için
varlığım”, “başkalarında varlığım” ne kadar açığa
çıkmıştır? Bu noktada kimliğim başkasını yok
eden değil, beni başkası ile birlikte var kılan, yaşamaya yönlendiren bir nitelik taşır. Bu benim kimliğimdir demek, bu benim ruhumdur, bu benim
özümdür demektir. Dahası, bu benim çabamdır,
bu benim ürünümdür, bu benim eserimdir demektir. Ben kendimi böyle gördüm, böyle yaptım
demektir. Kimliğim, özümü oluşturur. Bir özüm
varsa, onu kendi çabam oluşturur. Öz olan, özgü
olan, özge olan; onu kaybettiğim zaman, dünyada
kendim için ve kendi adıma inşa ettiğim kavramı
da yıkmış, yok etmiş olurum. Gerçek şu ki, kimliğime ait olan bazı unsurları doğuştan getiriyorum,
bazılarını ise ben kendim inşa ediyorum. Nerede
doğacağıma ben karar vermedim, ne zaman doğacağıma, kimden doğacağıma, hangi ortamda
doğacağıma, rengime, şeklime, ne zaman ve nasıl
öleceğime; bunlara ben karar vermedim. Benim
asıl derdim, elimde olanlar: Kimliğimi ne kadar
inşa edebiliyorum, kendimi ne kadar biçimlendirebiliyorum, ne kadar insan olabiliyorum? Kimliğim, ancak onu inşa edebildiğimde benim için bir
sorun haline, varoluşumla derin bağları olan bir
kavram haline gelmeye başlıyor.
Bir yerde doğsam, babam bana bir isim koysa, annem beni bir ninni ile büyütse de; iyi ya da
kötü, olumlu ya da olumsuz bir geleneğin, bir coğrafyanın kaderini sırtımda taşısam da, tahta atımın
üstünde dere tepe dörtnala giderken tutturduğum
türkü, çaldığım ıslık, bir kültürün ezgilerini taşısa da, bunlar olsa da, önümdeki ödev, bana verili
olanlarla kendimi inşa edebilmem, kendimi bir
kimlik haline getirebilmem. Bana verilenlerle kendimi bir insan haline getirebilmem. Bir kimlikle
doğmam, kimlik olmanın imkânları içinde doğarım ve yaşarım; şu ya da bu şekilde bir kimlik olurum. Bu deneyimler sonucu tekil varlığıma, hem
24
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
de içinde yaşadığım kültür ve topluma ilişkin bir
kimlik edinirim. Kimliğim bir yandan benim bireysel varoluş katmanlarımı, diğer yandan da içinde bulunduğum dini inanışın, geleneğin, törenin
izlerini taşır.
Böylece yaşarım önce; seçerim, eylerim. Anlarım, anlamlandırırım. Bakarım, görürüm. Yaşarım önce, varolurum; kimlik haline gelirim sonra.
Kimlikte hem doğuştan getirdiğim, hem de sonradan kazandığım nakışlar vardır. Bazı şeylere karar
verdim, bazılarına vermedim. Bazılarını seçtim,
bazılarını seçmedim. Seçtiğim ve seçmediğim, her
ikisi de kimliğimde duruyor. Kimlik derken daha
çok kendi nakışlarım, kendi motiflerim parlıyor.
Gelip gidip gözlerim ona takılıyor. En çok inşa ettiklerim üzerinde duruyorum; en çok onu önemsiyorum, en çok onu beğeniyorum, en çok onu
geliştirmek istiyorum: Kişiliğimi, ahlakımı, huyumu, mizacımı, zihnimi, davranışlarımı; en çok
insanlığımı geliştirmek istiyorum; kimliğimde en
derin izin böyle oluşmasını istiyorum. Kimliğimdeki en derin nakış, insanlığa ait olsun, insanlığı
anlatsın, insanlığın özünü yansıtsın istiyorum; giderek onunla diğerlerini tashih edeyim diye. Evet,
önce yaşamalıyım, bir şey olmalıyım, iyi ya da
kötü olmalıyım. Az ya da çok olmalıyım. Hızlı ya
da yavaş olmalıyım. Bir şeyler yapmalıyım. Yaşamalıyım ilkin. Böylece kimliğimdeki boş taraf dolmaya başlasın. Hani şöyle denilse yeridir: Varoluş
kimlikten önce gelir.
Göz kendini görmüyor. Başkalarının bakışlarında kendimi görüyorum. Başkalarının bakışlarında kedi bilincime varıyorum. Ben dediğim bu
şey, başkalarının bakışlarında. Başkalarının bakışlarından topluyorum biraz da kendimi. Başkası,
kimliğimin dışında değil, içinde. Başkası ile birlikte varım, kendimi başkası ile birlikte inşa ediyorum, başkası ile birlikte bütünlüyorum. Başkasının varlığı ile benim varlığım, biz oluyor ve bizden
yeni benler, yeni benlerden yeni bizler oluşuyor.
Kimliğimin iki ucu: Biri içe biri dışa yönelimli. İçe
doğru yürüsem dışa giden yolu, dışa doğru yürürsem kendime çıkan yolu kaybederim. Kimliğim
bir yana doğru gitmekte değil, başkasını kendime,
kendimi başkasına katabilmekte. Başkalarının gözbebeklerinde kendimi görebilmekte. Başkalarının
yüreğinde kendime bir yuva kurabilmekte. Kendi
içimde başkalarına yer ayırabilmekte. Kapılarımı
başkalarına açabilmekte. Kimliğim sadece ayırmaz beni, birleştirir de. Eğer sadece ayırırsa kendi
içime hapsolurum, başkasına eremem, başkasının
gerçekliğini tanıyamam, eş dost olamam, ahbap
olamam. Eğer kimliğim sadece birleştirirse o zaman da kendi karakterimi yitiririm, kendimi başkalarından ayıramam. Kimliğim ne sadece ayırmalı, ne sadece birleştirmeli. Her ikisini birden yapmalı. Hem kendim olabilmeliyim, hem başkası.
Hem kendimi inşa edebilmeliyim, hem başkasını.
Kendime kavuşurken aşama aşama tüm insanlığa
doğru evrilebilmeliyim.
***
Kimlik verili olan üzerine verili olmayanın inşa
edilmesidir. Bu nedenle, ancak insanlık özünün
parladığı zirvede ortaya çıkar. Büyük kimlikler,
emek, halas ve ermekle gerçekleşir. Ermeyen ruhlarda, kimlik neşet etmez. Kimliğin parladığı zirveye çıkabilmem için emek vermem ve kendi dar
çerçevemden kurtulabilmem gerekir. Ham duygularımı terbiye etmeden kurtuluşa eremem, bedenimi terbiye etmeden kurtuluşa eremem. Ruhumu
terbiye etmeden kurtuluşa eremem. Doğa halinde, hep söylenegeldiği gibi bencillik, hırs, öfke ve
kıskançlık vardır; bencillik duvarının ardından
başkaları gözükmez. Başkalarını algılayabilmek,
fark edebilmek, şiddet sarmalından kurtulup
“başkası-bilinci”ne ulaşabilmek, bu sayede gerçek bir “ben-bilinci” oluşturabilmek için kendimi
terbiye etmem gerekir. Kendimi terbiye etmeden
başkasına eremem. Ermemin, kültür içindeki derin anlamlardan biri de bu olmalı: Kendi kıskanç,
bencil, öfkeli, tamahkâr, yıkıcı benliğimi terbiye
edip başkalarını da hissedebilmem, onlar için de
isteyebilmem, onlar için de kaygı duyabilmem;
merhamet edebilmem, acılarını anlayabilmem.
Başkasına ulaşmadan eremem, başkasına ermeden kimlik olamam, başkalarıyla karşılaşmadan
kendim olamam, başkalarında kendimi görmeden
kendimi anlayamam, başkalarında kendimi algılamadan kendime ulaşamam, kimlik oluşturamam.
Ermede, kendi ham doğam ile başkaları arasında
derin vadiler, yüksek dağlar vardır, göklere doğru
yükselen sarp kayalıklar vardır. Ancak bu zorlu yolculuğu yapıp başkalarına ulaştığımda erebilirim.
Ermek, başkasına ulaşmaktır. Ermek başkasında
yurt edinmektir, ermek başkasında yaşamaktır. Er-
25
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
mek, başkasına açılmaktır. Ermek, kendine ermektir, kendini terbiye etmektir. Ancak bu terbiyeden
sonra kendi kimliğime ulaşabilirim; kendi kimliğimin nasıl başkalarının kimliği tarafından oluşturulduğunu, kendi bilincime nasıl başkalarında,
başkalarının bakışlarında varabildiğimi anlarım.
Bilincim, benlik-algım, başkalarında tecessüm
eder. Kendimi başkalarının bakışlarında tanırım,
kendimi başkalarının yüreklerinde bulurum, kendimi başkalarının ruhlarında büyütürüm. Başkası,
kendimi var kıldığım, kendi bilincimi edindiğim
gönül coğrafyası. Bu noktada asıl sorunum kendim değil, başkasıdır; başkalarıyla, başkalarının
kimliği ile kurduğum ilişkidir. Kimliğimi, ham
doğamı yansıtan bencilliğin, cahilliğin, kıskançlığın, öfkenin dar alanında değil, bir toplum, kültür
ve medeniyet ortamının yüksek değerler alanına
kurarım.
***
İnsanın kendine bakması, kendisini kavraması
zordur; çünkü bilincin kendi üzerine katlanması,
kendisi üzerine tefekkür etmesi, gözün kendini
görme yetkinlik ve olgunluğuna ermesi zordur.
Bunun için kendi dışına çıkabilmesi, kendini kendi bakışının nesnesi haline getirebilmesi gerekir.
İnsanın kendini bilebilmesi, muhteşem bir şey olmalı; zira kendini bilmek, kendini terbiye etmek,
zihnini terbiye etmek, ruhunu terbiye etmek, duyguları terbiye etmek, çağların karanlıkları içinden
geçerek bir yankı gibi bugüne ulaşır; hatta daha da
zorlaşarak. İşte kimliğim, “Kimim ben?” sorusunu
cevaplıyor. Ben kimim, diyorum; cevapta kimliğim yazıyor. “Kim-lik” bir sınav sorusu değil, bir
varoluş sorusu. Sahi ben kimim? Bu evren içinde,
bu dünya içinde, bu ülke içinde, bu toplum içinde, bu beden içinde; ben kimim? “Kim” olduğumu
bilmeden, “kim-lik” sorusunu cevaplayamam. Zamanın ve evrenin genişliği beni kuşatıyor. Zaman
milyonlarca yıl öteden geliyor, evren milyonlarca
ışık yılı öteden. Ben şimdi ve buradayım. Varlığım
zaman ve mekânla sınırlı. Ama yine de bilincim
hepsini kuşatabiliyor; zamanı ve mekânı düşünebiliyor, kendini algılayabiliyor. Ben kimim öyleyse? Bu soruyla bir kimlik elbisesi dikmek istiyorum
kendime: ben kimim; bir canlı olarak, bir insan
olarak, şimdi ve burada yaşayan, sonlu ve sınırlı bir
varlık olarak; ben kimim? İşte kimliğim bununla,
kim olduğum, ne olduğumla ilgili. Kimliğim za-
man ve mekânla nasıl ilişki kurduğumla ilgili. Ben
kimim sorusundan bağımsız değilim. Bazen şöyle
de sorabiliyorum: ben kim olmalıyım; nasıl bir insan olmalıyım? Bu içinde eriyip gittim geniş evren
ve geniş zaman çizgisi içinde, bu sonlu ve sınırlı
varlığımı nasıl algılamalı, ona nasıl bir anlam vermeliyim? Hislerim, duygularım, inançlarım, her
şeyim, kimlik dediğim bu “kendilik durumu”nda
birikiyor. Kim olmak istediğime karar da verebiliyorum; özgür iradem kimliğimi inşa ediyor. Bu
nedenle “ben kimim?” diye bir soru var ve bu nedenle “kim-lik” diye bir sorun var. Ve kimlik denilen bu bana ait öz, ben kendisini inşa edebildiğin,
yeryüzündeki iyi niyeti, özgür iradeyi, insanlığın
yüce değerlerini içine katabildiğim için değerli;
bizzat kendi özgür irademle oluşturabildiğim için
değerli. Kimliğim, içimdeki inci.
Peki, bu ayırma ve birleştirme seanslarında, bir
güzelleştirilmiş dil olarak edebiyat nerede duruyor?
Bir benlik, bir toplum, bir kültür, bir medeniyet tasarımı olarak nerede duruyor? Edebiyat beni alıyor
başkasına götürüyor, başkasını alıp bana getiriyor;
tanıklık ediyor. Başkasını aşina kılıyor; onu anlamam, ona yaklaşmam için empati gücü veriyor.
Acıma, merhamet, şefkat duyguları hissediyorum.
Dostça duygular beslememi sağlıyor. Ben ve başkası arasında bir iyi niyet mesajı, bir erme köprüsü
oluyor edebiyat; taştan topraktan değil, insanın
en ince, en zarif duygularından oluşmuş; güzellik,
zarafet duygusundan oluşmuş; elenmiş, incelmiş,
rafine olmuş duygulardan. Edebiyat, neyi anlatırsa
anlatsın, insani bir duyarlılıkla, estetik bir tutumla
anlatıyor. Beni en anlaşılır yüzümle dile getiriyor.
Bana, benim kimliğime tanıklık ediyor. En ince,
en zarif duygularla. İnsanlıkla, insanlığın özüyle.
İnsanlığın kimliği, edebiyatta ortaya çıkıyor, insanlığın yüzü edebiyatta gülüyor. Edebiyat insanlığın, sağduyunun, vicdanın ortak dilini konuşuyor.
Başkasıyla karşılaşmamı, kucaklaşmamı kolaylaştırıyor. Bana insanı anlatıyor, insanın öykülerini anlatıyor. Edebiyatla kendi bedenimin, kendi
mekânımın, kendi zamanımın üstüne çıkıyorum;
kendimi insanlık sahnesinde seyrediyorum. Kimliğim beni hem ayırıyor hem birleştiriyor. Ancak
ayırsa da birleştirse de bir kötülük yok bunda: bizi
dost ve aşina kılıyor. Bizi bize getiriyor. Bizi bize
tanıtıyor. O da erme yollarından, kavuşma yollarından biri…■
26
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Kimliğimi kaybettim, hükümsüzdür
TANER TATAR
Hep ben, ayna ve hayal; hep ben, pervane ve mum;
Ölü ve Münker-Nekir; baş dönmesi, uçurum…
Necip Fazıl Kısakürek
Efradını cami, ağyarını manidir kimlik.
Efrad, sineye nakşolunmuş sadıkane yâr; göz
hapsine tutulmuş ağyâr.
Efradını sineye sar,
Ağyarını uzaklardan say.
Sadıkane yâri ise özge canına kar.
İçimizdeki ağyârı ise Niyâzî-i Mısrî Yazar:
arasında sıkıştıklarımız! Eğer görünen, kimliğin bizatihi kendisi ise, ayrıca ifadeye ne gerek var? İfade
edilen kimliğin kendisi değilse, beyana itibar neden?
Beyana itibar var ise, yaşanmıyor olması neden?
Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmadı.
Kimlik, her bir özelliği bir tanım hâline gelmiş
paramparça bir kavram, parçalanmış yüreğimiz
gibi! Kimlik;
bir tercihin sonunda kişinin kendisini tanımlaması;
kaderin bahşettiği veya mahkûm ettiği doğumla
gelen belirlenmişlik;
kişinin kendi iradesi dışında aldıkları ile iradî
keşfetme yoluyla kendisini anlamlandırması;
bir bütün olan insanın sadece bir parçasını –
cinsiyet, meslek, mezhep, siyasi tercih, etnisite vs.bayraklaştırması;
ya da bütün bunların dışında dışarıdan yönlendirme ile bir “sanma”dan ibaret, sanal bir ortaya
çıkış.
Parçalanmış kimliklerimizden hangilerini sorulduğunda çıkarmak üzere iç cebimizde taşır, hangilerini daimî olarak yaka kartımızda ilan ederiz?
Zamanla, taşınan ile ilan edilen nasıl yer değiştirir?
Peki, ya sakladığımız kimlikler! Benzemeye çalıştıklarımız ve hep benzer kaldıklarımız! Olduğumuz
gibi görünme ile göründüğümüz gibi olma çabası
27
Ten üzerinde elbise,
Elbise üzerinde takı.
Tak takıştır,
Yap yapıştır!
Kat kat kimlik.
Gösteren ol,
Görünen ol!
Pazar pazar dolaş,
Sat sat kimlik.
Takılar çıkınca;
Elbise!
Ceket altında gömlek,
Çıkarınca köynek.
Üstte kalmayınca;
Ten!
Dokun hisset,
San san kimlik.
Deri yüzülünce;
Can!
Verilince ben,
Dirilince sen!
Üzerinde yok,
Altında yok!
Var var kimlik.
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Kimi yok,
Kimsesi yok!
Her şey çok,
Hiçbir şey yok!
Yok yok kimlik.
Kimlik sancılı bir doğumdur ve her dem doğmaktadır. Doğan da doğuran da feryattadır. Gizli, aşikâr olduğundan mustariptir. Zira aşikâr olan
ölümlüdür. Feryat, doğuma değil ölümedir. Doğuran feryattadır; kendisinde olan, kendisinden
kopmaktadır. Kopan candır; hasret vuslata, ümit
vahdetedir.
Kim o?
Kimlik isimle başlar. Kim o? sorusuna verilen
karşılık, isimledir. İsim benliğin bir ifadesi olmakla
birlikte, kendinden evvel de aynı nitelendirme ile
hayat sürdürmüş olan insanların varlığı, kişiye ismiyle geçmiş bulmasına sebep olur. Diğer taraftan
aynı isimle başka kişilerin de anılıyor olması, insanın kendisini yalnız hissetmesinin önüne geçmesine yardımcı olur. İsimler sıradanlaşıp geçmişle olan
bağı koptukça, kimliğin kendinde değil başkasında
ya da başkasına rağmen aranması artar.
Kim o? sorusuna verilen ikinci cevap sadece
“benim”dir. Bu cevap muhatapla tanışık olmaya
bağlıdır. Tanışıklık, sadece ses vermekle kimliğini
ifadeye yetmektedir. Kişi ayrıca kendisini anlatmasına gerek duymamakta, muhatap da bunu talep
etme lüzumu hissetmemektedir:
Kim o, deme boşuna Benim, ben.. Öyle bir ben ki gelen kapına Baştan başa sen! (Özdemir Asaf)
Sen-ben dedikodusu
Sen de kim oluyorsun? Bu soruda kimlikler arasında bir üst-ast hiyerarşisi dile getirilirken, soruyu
yönelten muhatabını küçümseyerek kendisini yüceltme çabasındadır. Bu soru “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” meydan okumasıyla devam etmektedir. Bu karşılaşmada kişilerden ziyade
kimlikler mücadele etmektedir.
“Sen kendini ne sanıyorsun?” imalı sorusunda ‘sen’, ‘kendi’, ‘ne’ ve ‘sanmak’ kelimelerinin her
birinde önemli anlamlar bulunmaktadır. Sondan
başlayarak tahlil ettiğimizde görmekteyiz ki gerçekle alakası bulunmayan ‘sanma’dan ibaret bir hüsnü
kuruntu var. Muhatabın nazarında, kişinin olduğu
ile hissettiği arasında önemli bir mesafe bulunmaktadır. İkinci kelime ‘ne’dir. ‘Ne’ bir nesne ifadesidir.
Nesne ‘ne ise ne’dir ama özne değildir. Öznenin
bulunmadığı bir yerde üçüncü kelime olan ‘kendi’
ifadesinin bir manası kalmamaktadır. Zira kendilik,
nesneleşmemiş özne olgunluğudur. Bütün bunlara
rağmen, sanal ve nesne olsa da, ima ve kızgınlıkla
hitap edilse de, karşımızda ‘sen’ diye muhatap alınan biri vardır. Elbette ki nihayetinde “sen kendini
bilmezsen ya nice okumaktır”.
Soruya muhatap olan kadar, soruyu yöneltenin
de durumu incelemeye değer görülmektedir. Evvela
‘sanma’ ifadesinde aşikâr hâle gelen küçümsemenin
‘ne’ nitelendirmesi ile ilişkisi dikkate alındığında
‘ne’ler arasında bir çatışmanın mevcudiyeti ile karşılaşılır. Soruya muhatap olan ‘sen’ nasıl nesneleşme
ile ortaya çıkıyorsa, soran ‘ben’ de ‘nesne’yi dikkate
alarak bir sorgulamaya girişmektedir. Sorgulama
‘kim’ üzerine odaklanmamaktadır. Aslında görünüşte bir ‘kimlik’ tartışması var gibi görünmekle
birlikte arzı endam eden ‘nesne-lik’tir. Karşı karşıya gelen ‘kişi’ler değil, ‘şey’lerdir; kimliğin kendisi
değil, onu oluşturan şeylerden biridir. Bu durumda konu ‘neyse’ denilerek kulak ardı edilecek veya
geçiştirmeye tabi tutulacak kadar önemsiz değildir.
Bir diğer soruya “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” ifadesiyle muhatap oluruz. Öncelikle
burada bir ‘bildirme’ söz konusudur. Muhatap bilmekle yükümlüdür ve bilmediği için kabahatlidir.
Bu öyle bir kabahattir ki, ‘bildiren’ende gözlediği
kusur ne olursa olsun, kendisi kişinin kim olduğunu
bilmemekle bizatihi suçlu konumundadır. Zaten
bilmiş olsa öyle önemli bir kabahati işlemeyecek
ve davranışları da bildiren makamın istediği tarzda
gerçekleşecektir. İkincisi burada muhatabın kimliği
sorgulanmakta ve soran ile bir üst-alt ilişkisine tabi
tutularak küçümsenmektedir. Belirleyici vasıf ‘kim’
olmakla ilgilidir.
Soran açısından değerlendirme yapıldığında görülmektedir ki, meydan okuyan, bunu ‘kim’liğine
binaen yapmaktadır. Kendisi ‘ol’muştur ve
‘ol’duğunu bilen olarak bunu bildirmektedir. Kimliğini bilmekle birlikte, kendini bilmeyen bir tavır
söz konusudur. ‘Olmak’tan ziyade tevarüs etmiş
veya verilmiş bir ‘kimesne’dir. Yani, zarfa indirgen-
28
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
miş, dolayısıyla da üzerine pul yapıştırılarak değer
atfedilmiş, mazrufsuz kimliktir.
Her ne kadar birey ‘kim’liğini bilmekle ve /veya
‘kim’liği bildirilmekle ‘kimlik’lenirse de, bildirilen
kimlik, insanı şeyleştirir. Elbette ki kimlik hem bilmek hem de bilinmekle alakalıdır. Bilinmek için
başkasının varlığı elzem iken, bilmek için kendisi
olmak gerekir. Kendini bilmeyen, haddi bildirilen
olur.
Nihayet “sen-ben” ayrılığının giderildiğinde ikilik son bulur, sen-ben dedikodusu zeval bulur ve
birlik oluşur. Artık biri, birinde (diğeri değil) yok
olur. Fuzuli, bunun için evvela kişinin kendi benliğinden vazgeçip, özüyle bilmesi gerektiğini söyler: “Menden geç ü cân ü tenden ayrıl/ Koy varlıgunı
özünle sen bil”. Bundan sonra artık her bedenin ayrı
bir canı yok olur ve ikilik son bulur: “Bizde ikilik
nişânı yohdur/ Her bir tenün özge cânı yohdur”. Ancak Fuzuli, Mecnun’un dilinden böyle seslense de
Leyla’nın imtihan için söylediği davete maruz kalır:
“Gel bezm-i visâle mahrem olgıl/ Bir lahza menümle
hem-dem olgıl” . Sen-ben ayrılığını reddeden Mecnun,
Leyla’nın şüphesini mısralarına gömer:
“Mende olan aşikâr sensen
Men hod yohem ol ki var sensen
disi de ondandır. Herkes ise “O”ndan (büyük harfle)
gelmektedir. Bu anlayış, “Yaratılanı Yaradan’dan dolayı hoş görme”ye götüren bir içselleştirmedir. Yine
Mevlana’nın bir rubaisinde bu şöyle dile gelir: “Gönlün, varlığından, benliğinden temizlenince, sen kendini,
eski sevgilinde görürsün. Aynasız kendi yüzünü görmenin
imkânı yoktur. Sevgilinin yüzüne bak, çünkü senin aynan onun yüzüdür”.
Kendini bilmeye çalışan kişi kalp aynasının sırrına
vakıf olarak, onu parlatmakla amacına ulaşabilir. Hilmi Dede Baba’nın bir nefesinde ifade ettiği gibi “ayna”
bizatihi kişinin kendisindedir ve orada yansıyan öteki
değil, hakikattir: “Tuttum aynayı yüzüme/ Ali göründü
gözüme/ Nazar eyledim özüme/ Ali göründü gözüme…”
Ayna her ne kadar yansıtıcı ise de ‘yansıtan’ın
sırrını taşır. Yansıyan her ne kadar ‘görünen’ ise
de görenin görüşünden süzülür. Nihayetinde biri
gösteren diğeri de görendir. Unutulmamalıdır ki
aynı anda gösteren gören, gören de gösterendir. Yani
karşı karşıya gelenlerin her ikisi birden aynadır. Başka
bir ifadeyle bakan da gösteren de öznedir. Diğerinin
aynasında, bakan mı, yoksa gösterenin bizatihi kendisi
mi yansımaktadır? Aynanın sırrı gösterene, yansıyanın
ışığı bakana aittir. Sır her ne kadar karanlık ise de, ışık
onsuz aksedemez.
Sende görüneni sanma ki sen,
Sen aynasın, sende görünen ben,
Ben aynayım sana, bende görünen sen
Sendeki ben, bendeki sen
Düşünce senlik benlik illetine
Ne sen sensin ne de ben ben.
Dâim sana mendedür tecelli
Men gayrden olmuşam tesellî
Ger men men isem nesen sen ey yâr
V’er sen sen isen neyem men-i zâr”
Esasında Ömer Hayyam’ın ifadesiyle sen-ben bir
dedikodudan ibarettir. Bunun sebebi ise arada bir perdenin olmasıdır: “Ezeli sırları ne sen bilirsin ne de ben/
Bu muammayı ne sen okuyabilirsin ne de ben/ Perde ardında sen ben dedikodusu var amma.../ Perde kalktı mı
ne sen kalırsın ne de ben.”
Aynada yansıyan ben
Batılı düşünce, ötekinin aynası olmadan kimlik
düşünülemez der. Hâlbuki “Ötekinin aynası” anlayışına karşın, “Mümin, müminin aynasıdır.” hadis-i
şerifinden hareketle, kişi karşısındakine göre ya da
karşısındakinin gösterdiğine göre değil, kendisini gördüğü, kendisinden olana bakmaktadır. Kendisinde
olanı, onda görmektedir. Zira o, kendisindendir, ken-
Sırrı dökülmüş aynadan kendini seyredenin yüzünde lekeler görünür. Ayna ışıldadıkça bakanın yüzü
aydınlanır ve parıldar. Mümin kendisini müminin
aynasında seyretmeli, paslı aynada hakikat aksetmez.
Yârin gözü, yaranın yüzüne ayna!
Çift taraflı aynadır canımız. İçimiz karardıkça
dünya parıldar aynada, güzellikler dışımızda kalır.
Dünyaya sırtını dönünce dışarıdan sırlanır can
aynamız. İç güzellikler akseder aynada, görebilmek
için zahire gözleri kapamak gerekir.
Güneş, bulut ile sırlandığında görülür.
Kimliğin görüntüsü
Kimliğin sureti görünmek ister, davası varlıktır.
Görünmek kadar göstermek de ister. Sembollerin
29
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
tılsımı ile aşikâr kılmak ister kendini. Takıp takıştırdıklarının hepsi kendisinin değildir. Ödünç aldıkları ya da apardıklarıyla zenginliğin şatafatlı görünümüne bürünür. Ayaklarının altına aldıklarıyla boy
vermek ister. Her takı bir gölge düşürür yüzüne.
Baştan ayağa maske takar. Yüz bin kere tekrar eder;
göremeyen gözlere söz ile ulaşmak, duyamayan kulaklara göz ile kavuşmak ve nihayet dokunmak! Kıyafet, slogan, şiddet! İçi boş zarftan kelimeler; tokat
gibi yüze vurulan kelimeler; kan döken, baş kesen
kelimeler!
Kimliği veya kişiliği oluşturup geliştirmek yerine, kimliğimizin ne olduğuna ilişkin başkalarını
inandırma gayreti içinde, görünüş inşasına yönelik,
bitmez tükenmez bir gayret! Önemli olan “kim” olduğumuz değil, başkalarını “ne” olduğumuza ikna
etmek! Kim olduğumuza yönelerek kimlerle birlikte yol alacağımız değil, ne olduğumuzu göstermek
için neleri üzerimizde ya da yanımızda taşıyacağımız önemli hâle geliyor. İç dünyamız değil, nasıl bir
dünyanın içinde olduğumuz görünmeli! Nihayet
dışımızdaki dünya iç dünyamız hâline gelinceye kadar serencam devam ediyor. Sonra mı? Elveda!
İndi öz kökünden üzülen menem.
Özge budaglara düzülen menem.
İndi ne sen, sensen, ne de men, menem.
Biz ki, biz değildik, bize elveda
(Bahtiyar Vahapzade).
Siret yok oldukça suret var olur. Sirette nazenin
kelimeler ise surete itibar etmez. Olmadan görünmek, ham meyveye al sürmektir. Görünüşte olgun, esasta ham; dile değince dilden düşer. Olmak
ise gizlenmektir.
Sık ve şiddetli gelen değişim dalgaları karşısında, kimlik zafiyeti içerisinde olan birey, henüz
“kendisi” olamadan sürekli değişime davet edilmektedir. Bu suretle gelenekle birey arasındaki bağ
kopmaktadır. Aradığı kimliği bir türlü bulamayan
ya da bulduğunu sandığı kimlikle tatmin olamayan birey, bunun sebebinin istikrarlı gidişatın
yokluğunda olduğunun farkına varamamakta ve
sürekli “yeni”nin geçici cazibesine kapılmakta, her
bir değişimin kendisine cevap verememesi sonunda da derhâl bir diğer “yeni”ye yönelmektedir.
Kimse olamadı gitti,
Mumlar eridi bitti.
Nice kimseler içinde öldü,
Bedenler mezarlığa döndü.
Cenazeler görülmedi,
Salası bile verilmedi.
Yürüyen ayakları takip eden soluk beniz,
İçinde hiç kimseyi büyütemedi.
Kimliğin sergilendiği ya da taşındığı kalıp olan
zarf, mazrufun okunmasına kadar olan süreçte –
bazen sonrasında da- ön cephede yer alır. Tanışık
olunmayan bir mecliste dış görünüşün baskın belirleyiciliği yeni değil; Nasrettin Hoca’dan beri yemek,
kürke yedirilir.
Dış görünüş ya da zarf, çoğunlukla kimliğin bir
ifadesidir. Görünmek istediği şekliyle bedenin altına gizlenmiş benliğin tanıtımıdır. Beklenti zarfın
mazrufa uygunluğudur. Ancak her kıyafet, onun
gereklerini yerine getirmeye yetmeyebilir. Tarihî
misalle, “kavuk” metni okutamaz.
Her ne kadar zarfa itibar eskiden beri mevcut
ise de, zarfın üzerine pul yapıştırılalı beri, kıymet
verilen puldur. Pul, albenisiyle her zaman zarfın üstünde durur. Zarf nerde, mazruf nerde? Üstünlük
zarfın üzerinde. İtibar, birer zarfa dönüşmekte olan
insanları taşıtan pulda!
Yeni olana yönelişte cezbedici rolünü markalar
üstlenirken, kimlik markalaşmaya yüz tutmaktadır. Birey kendini bilmeye bigâne kaldıkça, aşkın cezbediciliğinden mahrum olarak, ortamın
ayartıcılığına maruz kalmaktadır. Kimlik kaybına
uğramış birey, aradığını bir kola şişesinde, Mc
Donald’s’ın sarı ikonunda ya da bir parfümün kokusundan ziyade cezbedici takdiminde bulduğu
vehmine kapılabilmektedir.
Çokluk, yokluğun üstüne serilmiş albenisi
bol bir şaldır. Sergilenen ve teşhir edilen çokluk,
bolluk yanılsamasını doğurur. Marketlerde,
mağazalarda, cadde üstünde sıralanmış pırıltılı
vitrinlerde görülen bolluk, derinlerde yaşanan
yokluğu yok edemezse de yok sayar. Cezbedici
sunumlarıyla ürünler, göz merceğinin içine işler,
bireyler nesnelerin kör edici ışığında fenafimaj
olur. Gözü piyasaya arz olunmuş imajlardan başka
bir şey göremez hâle gelir. Çok sayıda ürün, kendisinin olmasa bile seyredebilme imkânı dolayısıyla
sanal bir mutluluk yaşar. Zaten mutluluk, nesne,
30
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
ürün ya da mala sahip olunca hızla sönüverir. Tekrar yeniden başlanarak, bir başka ürün, mal ya da
nesnenin büyüsüne kapılarak elde etme arzusuyla
coşkunluk hâli yaşanır. Her ne kadar “imaj hiç bir
şeydir, mutluluk her şey” sloganı ile sarmalansa da
pazarlanan imajdır. Pazarın gerçek nesnesi ise özne
olamayan insandır.
Piyasanın görünmez eli siyasi iktidarların elini
tutuyor. Görünmez el cebimizi karıştırırken özgürce harcama yaptığımızı sanıyoruz. Özgürlüğümüz
arttıkça cebimiz daha fazla boşalıyor. Görünmez
eli tutan siyasi iktidarlar ise gittikçe görünmez hâle
geliyor. Görünmezlik tılsımı edinenlerin göremediğimiz gözleri, sürekli bizi takip ediyor. Görünmez bir göz hapsinde, tüketerek ya da seçerek görünür olduğumuz vehmine kapılıyoruz. Ürün veya
lider seçme özgürlüğümüz, esaretimizin prangalarını gösterişli takılara dönüştürüyor. Biz bu gösterişle görünür olduğumuzu sandıkça piyasanın eli
ve iktidarın gözü, ziyadesiyle görünmez oluyor.
Özgürlüğümüz kendimize duyduğumuz aşka dönüşüyor. William Hazlitt’in dediği gibi «Özgürlük
aşkı, başkalarına duyulan aşktır; iktidar aşkı ise
kendi kendimize duyduğumuz aşktır.»
Gökyüzünde, rüzgârı sinesine sararak salınan
uçurtma kendini özgür sanıyor;
Bilmiyor ki ip bir çocuğun elinde.
Rüzgârı iliklerine kadar hissedip titreyen uçurtma,
Bilmez ki kendisi bir çocuğun mavi rüyalarında
dalgalanıyor. Çocuklar rüya görmeli,
Uçurtmalar titremeli.
Çocuk özgür,
Uçurtma özgür.
‹Öz› gürleşince;
Adı da özgür,
Sanı da özgür.
"Olmak" veya "ya nice okumak"
Batı tarihi ötekileştirme ile maluldür. Hâlbuki
Türk’ün zihniyet dünyasında ötekini belirlemek
değil, kendini bilmek düsturu önemli bir yere
sahiptir. Çünkü doğuştan gelen bir günahkârlık
olmadığı gibi, zübde-i âlem olan insan eşref-i
mahlûkat olarak tanımlanmıştır. Bu anlayışta
“Yaradan” merkezdedir ve yaratılana hoşgörü –
tolerans değil- Yaradan’dan ötürüdür. Fark kemalatla ifade edilmekte, kemalat için kendini bilmek
elzem görülmekte, kemalata erdikçe de hoşgörü
artmaktadır.
Kimlik bir inşa süreci olarak düşünüldüğünde
‘olma’nın şuurudur. Kimlik siyasi arenanın konusu hâline geldiğinde, ‘olma’nın değil, mensubiyette
önceliğin tek ya da bileşimli birkaç boyutunun ifadesidir. Hâlbuki olmak, Yunus’un ifadesiyle “kendini bilmek”tir.
Kimlik “olmak”tan uzaklaştıkça, kavram olarak günahkârlaşıyor. Günahkâr kavramlarla,
günahkârlık dini mücadele ediyor. Başka bir ifadeyle kavramların belirlediği sınırlar dâhilinde işlenen günah, sınırlar kaldırılmak suretiyle dinin
bizatihi kendisi hâline geliyor. İlahların ilahı Zeus
(la ilahe illallah), ilahlık makamını cömertçe dağıtıyor. Ama ilah olabilmenin yolu, ilahlardan birini
seçip, onun rolünü üstlenmekle mümkün: Afrodit
olmak için endam sergileniyor, Herkül olmak için
kas geliştiriliyor ve ilahlar Olympos’tan yere iniyor. İlahlar, kendileriyle insanlar arasındaki savaşta, her insanın içindeki ilahı canlandırarak zafere
koşuyor. Gücü dağıtarak güçsüzlüğü doğuruyor.
İçindeki ilahı büyüttükçe devleşen beden, ilahlık
girdabına sürükleniyor. Devleşmiş bedenler sürüsüne ‘Ben’ de denerek katılmak mümkün. Öyle ya
Ben-siz olur mu?! İllallah dedikçe ben, Siz olmaz;
ben ‘ol’dukça da girdap bensiz ‘ol’maz.
Bir tarafta “ol”madan görünmeye, diğer tarafta
görüntüyü “ol”durmaya çalışanlar; olana “sahip”
olmak isteyenler; sahip olduklarını bilemeyenler;
bütün olup bitenlere rağmen, kayıtsızca “olsun”
diyenler! Kalbindeki aynayı karartıp, ötekinin aynasında âmâ olanlar; kendilerinden öteledikleri
bütün “ben”leri bilimsellik ilkeleri çerçevesinde
gözlemlerken kendisini bilemeyip ya nice okuyanlar!
Davet bana değil, herkesin kendisinedir: “Sana
gel sen seni sende bulıgör/ Sana bak sendeki bil kimdür indi” (Yunus Emre). Davete icabet edenler
buldu kendini: “Bulan ol kendi oldu/ Sen seni bil
sen seni” (H. Bayram Veli)
Yazara gelince: “Âyinesi işdir kişinin, lâfa bakılmaz/ Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” (Ziya
Paşa).
31
Sonrası; ya nice okumaktır?■
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Tarih, edebiyat ve millet olma şuuru
TURGUT GÜLER
B
Türk çocuğuna
aktarılacak ve
öğretilecek
tarihî malumat,
muhakkak surette
sanat ürpertileri
ve endişeleri
ile metin hâline
getirilmelidir.
Bunun için
de, tarihimizle
edebiyatımız
buluşturulmalıdır.
ir ilim disiplini olarak “tarih”, değişik
muhitlerde farklı şekillerde tarif edilmiştir. Bunların ortak paydasını, “insan geçmişi” teşkil eder. Yine, anılan değişik tarih
tariflerini bir cümleye sığdırmak icap ederse, şöyle bir kelime dizisi elde edilebilir: “Tarih, insan
geçmişiyle ilgili gelişmeleri inceleyen, yer ve zaman
göstererek araştıran, mutlak doğrunun kendisini değil, doğruya en yakın olanı bulmaya çalışan sosyal
bir ilimdir.” Bu ifadedeki en nazik husus, mutlak
doğru ile tarih arasındaki bağdır. İnsan tavırlarının çok hızlı değişmesi, yer ve zaman tespitlerinde çıkan ihtilaf ve nihayet belge azlığı veya çokluğu yüzünden, tarihî araştırmalar, rafine bilgiye
ve mutlak doğruya, belki yaklaşabilirler, ama asla
ulaşamazlar. İnsan ömrünün yetersizliği ve kapasite azlığı da, bu neticede pay sahibidir.
Tarihi yaşamak ve yapmak kadar, yazmak da
önemlidir. Türk milleti, pek kıskanılacak bir tarihi yaşamış ve yapmış olmasına rağmen, yazma
işinde pek muvaffak olamamıştır. Bugün, millet
olarak eksikliğini şiddetle hissettiğimiz meselelerin başında, millî tarihimizi eksiksiz ve milletimize layık şekilde yazamayışımız gelmektedir.
32
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Türk tarihinin, arzu edilen kıvamda yazılamayışının pek çok sebebi vardır. Çok geniş tarihî Türk
coğrafyası, bu mazeretlerin başını çekmektedir.
“Eski Dünya” denilen Asya, Avrupa ve Afrika Kıta’larının, hemen her noktasına ulaşmış bir Türk
varlığı, bahsi geçen incelemeyi, daha işin başında
çetin hâle getirmektedir. Millî silkinişimizin ilk
ve ciddi adımı, muhakkak, en az hata ile yazılmış
tarihimiz olacaktır.
Tarih yazıcılığının bir başka sıkıntılı tarafı,
ifade ediş şekli, yani yazı dilidir. Akademik vadide kaleme alınan tarih metinlerinin, okuyucu
nezdinde karşılaştığı en mühim mânia, kullanılan dil olmaktadır. Hiçbir ahenk ve edebî endişe
gözetilmeden yazıya geçirilen tarihî bilgi yığını,
kuru bir isim ve rakam kalabalığına dönüşmektedir. Maalesef, bu kabil kaynaklardan yola çıkılarak yazılan tarih ders kitapları da, aynı şekilde,
akıcı ve kavrayıcı üsluptan uzak bir mesafede
durmaktadırlar. Meraklı öğrencinin dahi dersten
soğumasına sebep olan bu kitaplar, millî tarihimizle aramıza, farkında olmadan sun’î setler çekmektedir.
Türk çocuğuna aktarılacak ve öğretilecek
tarihî malumat, muhakkak surette sanat ürpertileri ve endişeleri ile metin hâline getirilmelidir.
Bunun için de, tarihimizle edebiyatımız buluşturulmalıdır. Türk tarihinin ve edebiyatının ilk
yazılı eserleri olan Orhun Abideleri, en yüksek
seviyede hazırlanmış tarihî metin olmalarının yanında, aynı zamanda fevkalâde bir edebî kıymete
sahiptirler. Bugün, elbette VIII. asır Kök-Türk
Türkçesi ile konuşup yazmıyoruz, ama abidelerdeki orijinal ifadeyi günümüz Türkçesine aktardığımız zaman, ne muazzam bir ifade heybeti
ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Kardeşi
Kül-Tigin’in vefatı karşısında, Bilge Kağan’ın hissettikleri, abide taşı üzerine gözyaşı hâlinde düşen
kelimelerle, bakın nasıl kazınmış:
“İnim Kül Tigin kergek boldı. Özüm sakındım.
Körür gözüm körmez teg, bilir biligim bilmez teg
boldı. Özüm sakındım. Öd Tengri yaşar. Kişi oglı
kop ölgeli törümiş. Ança sakındım. Közde yaş kelser
tıda köngülte sıgıt kelser yanduru sakındım. İki şad
ulayu ini yiginüm oglanım beglerim budunum közi
kaşı yablak boldaçı tip sakındım. / Küçük kardeşim Kül Tigin vefât etti. Kendim düşünceye daldım,
üzüldüm, mâteme gark oldum. Görür gözüm gör-
mez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu. Kendim düşünceye daldım. Zamânı Tanrı yaşar. İnsan oğlu,
hep ölmek için türemiş. Öyle düşünceye daldım.
Gözden yaş gelse mâni olarak, gönülden ağlamak
gelse geri çevirerek düşünceye daldım. Müthiş düşünceye daldım. İki şadın ve küçük kardeş yeğenimin, oğlumun, beylerimin, milletimin gözü, kaşı
kötü olacak deyip düşünceye daldım.”[1]
Bu muhteşem ifadenin, günümüzden 1200
sene önce yazıldığını ve çok işlek bir insan trafiğinin ortasına dikilen taş üstüne geçirildiğini düşünürsek, kıymeti hakkındaki kanaatimiz, daha
bir hayrete gark olarak ortaya çıkacaktır. Bu, bir
tarihî metindir, bir abide yazısıdır ve hitap ettiği kitle, her yaş ve cinsten Türk milletidir. Bilge
Kağan’ın, kardeşi Kül Tigin’in vefatı dolayısıyla
hissettikleri, çok samimî ve canlı bir üslupla dile
getirilmiş. El’ân sıkıntısını çekmekte olduğumuz
millî tarihî yetişen nesillere sevdirme işi, 1200
sene evvel, Türk hakanı tarafından, en ustaca bir
söz demeti ile halledilmiş. Öyle ise, tarih yazmada ve onu aktarmada, Bilge Kağan’dan alacağımız
pek çok hisse ve ders bulunmaktadır.
İlk devir Osmanlı tarihçilerinden başlayarak Ahmed Cevdet Paşa’ya kadar, adı belli veya
anonim nice tarih kitabı, nesirle nazmı harmanlayarak kaleme alınmışlardır. Âşıkpaşazâde,
Oruç Beğ, Neşrî, Enverî, Kemâlpaşazâde, Hoca
Sa’deddin Efendi, Gelibolulu Mustafa Âlî, Peçuylu İbrâhim (Peçevî), Kâtib Çelebî, Naîmâ ve daha
hayli tarihçi, eserlerinde, Bilge Kağan’ın yolunu
takip etmişlerdir. Onların yazı tarzını “hikâyeci,
destâncı” gibi ithamlarla küçük görmeden önce,
okuyucuları ile kurdukları üslup ve ifade bağını
incelemek gerekiyor. Tabii ki, bahsedilen tarihçilerin, modern akademik usullerle yazmalarını
bekleyemeyiz. Bu açıdan, tümenle eksiğini buluruz. Lakin yiğidi öldürmeden önce de hakkını
teslim etmek lâzımdır. Tarihle edebiyatı buluşturan ifade tarzı, millet olma cehdimizde, bize rehber olacak bir mevkide durmaktadır. Zira kendi
hikâyesini ve destanını bilmeyen cemiyetlere, asla
ve kat’â “millet” adını vermiyorlar.■
1. Muharrem Ergin, Orhun Âbideleri, M. E. B. 1000
Temel Eser serisi, İstanbul, 1970, s. 59 / 14-15.
33
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Edebiyat ve kimlik
KÖKSAL ALVER
Edebiyat
ile kimlik
arasındaki ilişki,
edebiyatın
bir yaşam
tarzı ve kimlik
önerdiğini
dikkatlere
sunmaktadır.
Edebiyat, her
hâliyle bir
kimlik sunma,
bir kimliği
yaşanılır kılma
girişimidir.
K
imlik, bir toplumun, bir halkın
ve bir kişinin kendisini sunma,
tanımlama, aidiyet hissetme, yer
etme, konumlandırma eylemleriyle birlikte geliştirdiği dinamik bir yapıdır. Kimlik,
kişinin, toplumun, halkın ve diğer toplumsal
ortamların ne ve nasıl olduğunu açıkladığı gibi
insan ve topluma ait belli nitelikleri de ifade etmektedir. Toplumun, halkın, ulusun doğrudan
yansıması, imgesi ve göstergesidir kimlik. Bir
ayna-kavram olarak kimlik, toplumsal ve bireysel hayatın tüm yönlerine ışık tutmaktadır.
Kimlik, tarihsel süreç içinde oluşan,
olgunlaşan, değişen ve dönüşen, dünden bugüne, bugünden yarına oluşumunu
gerçekleştiren dinamik bir olgudur. Donuk bir
yapıya işaret etmeyen kimlik, bir sürecin, bir
sürekliliğin vuku bulma durumudur. Söz konusu süreçte kimliği oluşturan değişik etmenler, dönemler, anlayışlar, kategoriler belirginlik
kazanır. Tarih, gelenek, siyaset, din, ekonomi,
sanat, kültür gibi temel alanlar kimliği belir-
34
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
leyen, oluşturan, sınırlayan faktörlerdir.
Kimliği oluşturan, belirleyen ve sunan
temel alanlar arasında bütün türleriyle
edebiyat dikkat çeker. Edebiyatın kimlik ve kültür oluşturma işlevi ve bu
süreçteki merkezi rolü gerek dünya
edebiyatı gerekse Türk edebiyatı
çerçevesinde
değerlendirilebilir.
Edebiyatın toplumsal ortam ve
tarihsel süreçle ilişkisi, doğrudan
kimlik sunumlarında kendini göstermektedir. Bu anlamda edebiyat kimlik
oluşumunda, kimliğin dönüşümünde ve
kimlik sunumlarında hayli etkili bir faktör
olarak öne çıkmaktadır.
Edebiyat, bir toplumun/halkın kimlik
edinme sürecinin en önemli yapı taşlarından
biridir. Bir milletin yaşantısının tüm boyutları
edebiyatta yer alır. Geçmişiyle kurduğu
iletişimden geleceğe ilişkin beklentilerine
ve bugün nasıl bir hayat tecrübesi ortaya
koyduğuna kadar bir millet, edebiyatta kendini görür, edebiyatta kendisini izler. Çünkü
edebiyat, bir günlük olması yönüyle milletin
yaşantısını an an izleyen bir ışıldak olur. Bu
yönüyle edebiyat ulusun kimliğinin aynası
olarak hizmet verir ve onun hikâyesini anlatır.
Edebî metinler belli bir kimliğin oluşumu
ve kimliklerin sunumu için temel kaynaklardır.
Edebî eserler kendileriyle okuma düzleminde
iletişime geçen okurlarına ister aşikâr ister
saklı kimlik unsurları telkin etmektedirler.
Edebiyatın sunduğu/telkin ettiği kimlikler
arasında özellikle ulusal/millî kimlik, siyasi
ve dinî kimlik, kültürel kimlik, cinsel kimlik
ilk başta yer almaktadır. Bu tür kimliklerin
yanında kimlik oluşumunun kaçınılmaz sonucu ideoloji, bilinç, bakış açısı, dünya görüşü
edebî eserlerin içeriğinde yer almaktadır.
Edebiyat ile kimlik arasındaki ilişki, edebiyatın bir yaşam tarzı ve kimlik önerdiğini
dikkatlere sunmaktadır. Edebiyat, her hâliyle
bir kimlik sunma, bir kimliği yaşanılır kılma
girişimidir. Okunan ve toplumsal kanallarda
dolaşan edebiyat, toplumsal ilişkilere sirayet
eder; insanların benliğini, tasavvurunu, muhayyilesini ve pratiklerini belirler. Bir kimlik
aşısı yapabildiği gibi kimi kimliklerin görülmesine sahne olur aynı
zamanda.
Edebiyat ile kimlik ilişkisi farklı şekillerde,
farklı
değişkenler
içinde
gerçekleşir.
Düşünceler, inançlar, ideolojiler, siyasetler, hayat algıları, zihniyetler bütünüyle
kimlik içinde yuvalanır. Kimi zaman açık,
kimi zaman gizli ve örtük bir şekilde bütün
değişkenler kimlik sunumlarında yer bulur.
Edebiyatın bizzat amacı bir kimliği sunmak,
bir kimlik oluşturmak yahut başka bir kimliği
olumsuzlamak olmayabilir. Ama bunun tersi
de olmayabilir ve edebiyat bir şekilde bizzat
kendisi olarak kimlik kategorilerinde yerini
alır. Bu yüzden edebiyat okuma eylemine tarih boyunca dikkat edilmiş ve farklı karşılıklar
verilmiştir.
Edebiyat kimlik sunumları bakımından
zengin bir kaynaktır. Toplumsal tipler, insan
figürleri, insan portreleri, insanlık durumları,
kimlikler, kimlik pratikleri, kimlik algıları ve
çatışmaları yoğun bir şekilde edebî metinlerde
yer tutmaktadır. Toplumun hemen bütün
kesimleri, inançlar, kültürler, yaşam biçimleri, ideolojiler, algılar kimlikler etrafında
canlanmakta, yaşama şekilleri ve duygular
bu kimlikler içinde anlam bulmaktadır. Roman, öykü, şiir ve diğer edebi türler, zengin bir
galeri sunmaktadır. ■
35
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Anlatım türlerinin
kimlik inşasındaki işlevi
MUSTAFA SEVER
İçtimai değerler
hususunda ortak
hareket eden,
ortak değerler
yönünde kalıp
davranışlar meydana
getiren fertlerde
ve dolayısıyla
toplumlarda kolektif
kimlik gelişip
güçlenir. Bu hâliyle
halk edebiyatı
türleri, milletin
kimliğinin ifadesidir;
bir yandan içinde
geliştiği içtimai
hayatı konu edinip
ondan etkilenirken
diğer yandan da onu
etkiler, ona yön verir.
Giriş
Kimlik, Türkçe Sözlük’te “Toplumsal bir varlık
olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan şartların bütünü; 2. [Kişinin] kim olduğunu tanıtlayan
belge, hüviyet. 3. Herhangi bir nesneyi belirlemeye
yarayan özelliklerin bütünü.” (1998:1324) şeklinde
tanımlanır. Tanımdan yola çıkarak “kimlik”in “ben”
ve “öteki”yi veya “biz” ve “”ötekiler”i işaret ettiğini,
dahası ayırt ettiğini söyleyebiliriz. Yaşanan ortak kültürel çevre içindeki “ben”i veya “biz”i “ötekiler”den
ayırt eden özellikler, millî kimliği oluşturur. Burada
“Ötekiler kimlerdir?” diye bir soru sorulabilir. Ötekiler, beni/bizi öteki olarak görenlerdir. Bizim algılamalarımızdan, adlandırmalarımızdan, inanmalarımızdan, vd. algılamaları, adlandırmaları ve inanmaları farklı olanlardır.
Millî kimlik, millî kültürün, yani mensup olunan
milletin yazı öncesi dönemlerinden bugüne kadar
nesilden nesile aktararak getirdiği kültürün kişide
veya milletteki yansıması, görüntüsüdür. Kişiyi diğer kişilerden, milleti diğer milletlerden farklı kılan
özelliklerin bütünüdür. İnsan veya millet, kendini,
çevresini (insanı, diğer varlıkları, dünyayı, evreni …)
algılayışıyla, anlamlandırışıyla, çevresinden etkilenişi veya çevresine etkileriyle, kısacası yaşama şekliyle
ortaya koyduğu özelliklerle diğer kişilerden veya milletlerden farklılaşır, ki bu farklılaşmayla da insan veya
millet, millî şahsiyet/millî kimlik kazanır.
Her milletin bir şahsiyeti vardır. Bu şahsiyet/kim36
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
lik, zamana ve zemine göre değişir ve gelişir; yani
durağan bir yapıda olmayıp gelişmeye açıktır.
Kimlikteki bu gelişme, kendi kültür kaynaklarından beslendiği ölçüde sağlıklıdır ve içtimai hayatta sorunlar asgari düzeydedir. Ancak, “öteki”ni
taklit etme ve benimseme şeklindeki bir gelişme,
daha doğrusu değişme ise, “kimlik”in yozlaşmasına, bozulmasına ve aslından uzaklaşmasına sebep
olur.
Bir kişinin veya milletin kimliğinin oluşmasında, o milletin yazı öncesi çağlarından başlayarak sözlü; yazının kullanılmaya başlamasıyla da
sözlü ve yazılı kültürünün en önemli yapı taşlarından biri olarak edebiyatı gelir. Tüm sanatların
olduğu gibi, edebiyatın işlevi de milletin ortak
hafızasını, milletin duyuşunu, düşünüşünü, bakışını, kısacası algıladığı her türlü varlık hakkındaki
maddi ve manevi gerçekliğini yansıtmasıdır. Bu
yönüyle “edebiyat, kolektif kimliğin aynası olarak hizmet verir ve aynı zamanda onun hikâyesini
anlatır.” (Jusdanis 1998:68).
Millî kimlik ve anlatım türleri
Anlatım türleri (destan, efsane, masal, fıkra,
hikâye, roman, vd.) anlattığı olay, durum ve tipler vasıtasıyla olması gerekeni, ideal olanı veya
bilakis, olmaması gerekeni, olumsuzu bir arada
sergileyerek kişinin/toplumun kimliğinin olumlu
yönde gelişimine katkı sağlar. Çünkü sözlü veya
yazılı anlatımı yapan özne (anlatıcı/yazar), var
olanı, yaşanmışı veya yaşanmakta olan gerçekliği, kendi bakış açısı ve içtimai değerler açısından yeniden üreterek sanatsal gerçeklik şeklinde
anlatımında sergiler. Sanatsal gerçeklik, taklitle
başlar. “[T]aklit, sanatın yaşam görüngülerini,
yontular, resimler, sahne gösterileri, şiirler ve anlatılar hâlinde yansıtma yetisi[dir]; yani sanatın,
yaşamdaki insanları, olayları ve doğayı ortaya getirme, gösterme, anlatma yeteneği[dir]” (Pospelov 1995:45). Edebiyat da -diğer sanatlarda olduğu gibi- gerçekliği taklit ederek sanatsal gerçeklik
hâline getirir; yani özeli genelleştirerek kamuya
sunar, ki bu da kamuda iyiye, güzele, olumluya,
doğruya vb. yönelik bir değişimin gelişmesini
sağlar.
Anlatıcı/yazar, yaşanmış veya yaşanması muhtemel olayları, gerçek veya muhtemel şahısları,
örnek olay tipleri, örnek kişilik tipleri şeklinde
sergileyerek gelecekte yaşanacak olaylar karşısında ideal tepkilerde bulunabilecek ideal insanı,
dolayısıyla ideal içtimai hayatı inşa etmede kullanır. Böylelikle anlatıcıyı dinleyen veya yazarın
eserini okuyan kişide bir kendi içine dönüş, bir
kendi muhasebesini yapmaya yöneliş başlar. Bu
da Aristo’nun, tragedyanın dramatik (oyun) biçiminin işlevi için söylediği “katharsis/arınma”
(Cömert 2013:67) sağlayıcılığına denk gelir.
İç arınması sağlayıcılığı ile halk edebiyatı anlatım türlerinin, “halkı toplumsal açıdan değer ve
normları edinmeye teşvik ettiği düşünülür.” (Jusdanis 1998:9).
İçtimai değerler hususunda ortak hareket
eden, ortak değerler yönünde kalıp davranışlar
meydana getiren fertlerde ve dolayısıyla toplumlarda kolektif kimlik gelişip güçlenir. Bu hâliyle
halk edebiyatı türleri, milletin kimliğinin ifadesidir; bir yandan içinde geliştiği içtimai hayatı
konu edinip ondan etkilenirken diğer yandan da
onu etkiler, ona yön verir. Çünkü sözlü veya yazılı her edebî eserde, toplumun yaşadığı olaylar,
durumlar, toplumda var olan şahıslar sergilenir.
Bu sebeple, dinleyici/okuyucu farkında olarak
veya olmayarak dinlediği/okuduğu anlatıma/
edebî esere tepki verir. Bu tepkinin en bariz şekli,
kişide gelişen özdeşleşmedir. Özdeşleşme, kişinin
anlatım içerisinde eyleyen rolündeki tiplerle etkileşime girerek düşünüşünü, davranışını geliştirmesi sürecidir. Bu süreçte kişi, toplum değerleriyle paralel olan ideali keşfeder ve çoklukla da ideal
olanın yerine kendisini koyar. Halk edebiyatı
türleri, sözgelimi efsane, destan, hikâye vd. bu
açıdan bakıldığında ferde ve dolayısıyla topluma
yeni bir hayatın, millet olmanın kapılarını açmaktadır. Sözlü ve yazılı bir bütün olarak edebiyat, Jusdanis’in (1998:82) işaret ettiği gibi, millî
kültürün meydana getirilmesinde vasıta rolü
oynar. Özellikle milletlerin sıkıntılı dönemlerinde dilin, ortak aklın yansıtıldığı bir ayna olması
hasebiyle edebiyat, fertleri ortak duygu, düşünce
ve eylemde birleştirmek yönünde bir vasıtadır.
“[M]illet inşasının başlangıç aşamasında milliyetçiliğin taşıyıcıları, bir millî bilinç belirleyip
kodlayacak kurumlar kurmak isterler. Edebiyat
bu tür kurumlardan biridir.” (Jusdanis 1998:68).
Dilin canlandırılması, hatta standartlaştırılması, edebî dilin zenginleştirilmesi, millî hafızanın
37
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
genç nesillere aktarılması, edebiyatın güncele taşınmasıyla mümkün olacaktır. Filozof, ilahiyatçı
ve edebiyatçı J. G. Herder (1744-1803), bir milletin ortak ruhunun en sağlam ve bozulmamış
şekilde onun halk edebiyatında bulunduğunu,
bu sebeple bir milletin hür ve bağımsız yaşaması
ve insanlığın ortak kültürüne katkıda bulunması
için öz kültürünü geliştirmesinin gerekliliği üzerinde durur. Herder, milletin bağımsız yaşaması
ve gelişmesi, herhangi bir sebeple kesintiye uğrar
veya tehlikeye düşerse, milleti ve dolayısıyla milletin kültürünü kurtarmak için gidilecek en doğru yolun halk türkülerini toplamak, onları millî
ruhu canlandırmak ve korumak için kullanmak
olduğunu söyler (Başgöz 1992:7-8). Millî ruhun
canlandırılması, millî kimliğin yeniden inşası,
milletin yeniden ortak duygu ve düşüncede toplanması, millî hedefe ulaşma yönünde harekete
geçirilmesidir. Bu açıdan bakıldığında, edebiyatın millet hayatında ve dolayısıyla milletin inşasındaki işlevi önemlidir.
Çeşitli edebî türlerde model olay ve kişi tiplerinin sergilenmesi yoluyla kimlik inşası, edebiyatta kullanılan en etkili yöntemlerden biridir. Halk
edebiyatı edebî türlerinde (efsane, masal, fıkra,
destan, hikâye vb.), iyi-kötü, olumlu-olumsuz,
güzel-çirkin vd. şekilde belirginleştirilmiş kişilik
özellikleriyle bir insan grubunu temsil eden “tip”,
içtimai normların âdeta somutlaştırıldığı varlıktır. Bu somutluk, örnek alınması gereken ile kendisinden kaçınılması gerekeni bir arada gösteren
bir somutluktur. Milletin ortak aklı gereği, üzerinde mutabık kaldığı değerleri somutlayan/örnekleyen tipler yoluyla anlatıcı/yazar, ideal olanı
sergiler. İster sözlü ortamda bir anlatım türünün
(masal, efsane, destan vb.) anlatımında isterse
okunmasında olsun, anlatıcının/yazarın fiziki ve
ruhi yönden tasvir ettiği “tipler, sosyal bakımdan
manalıdır. Onlar, muayyen bir devirde toplumun
inandığı temel kıymetleri temsil ederler.” (Kaplan
1985:5).
Anlatıcı/yazar tarafından çeşitli olaylarda veya
durumlar karşısında gösterdiği davranışlarıyla,
tepkileriyle sergilenen tipleri, dinleyici/okuyucu
kimi zaman benimseyerek örnek alır, onunla özdeşleşir; kimi zaman da onlara karşı cephe alır.
Bu tavrıyla dinleyici/okuyucu, hem tip vasıtasıyla
sergilenen iyi, olumlu özellikleri benimser, örnek
alırken hem de sergilenen kötü, olumsuz özelliklerden uzaklaşırken, yani içini bu kötü, olumsuz
özelliklerden arıtırken de kişiliğinde bir gelişme,
iyileşme sağlar. Bu özdeşleşme, örnek alma, çoklukla kişinin çocukluk veya gençlik çağlarında
daha yoğun olup farkında olunmadan bilinçaltında gerçekleşir. Anlatıcıyı dinleme veya okuma
yoluyla bu tiplerle karşılaşan çocuk veya genç, bir
yandan dış dünyayı tanırken bir yandan da aile,
millet, vatan gibi kavramların anlam ve önemine vâkıf olmaya, karşısındakiyle empati kurmaya
başlar ve bu, çocuk veya gençte kendine, ailesine,
milletine, vatanına sevgi, saygı ve bağlılık duyguları gelişir. Empati kurma ile çocuk veya gençte
örnek olanla özdeşleşme gerçekleşir. Özdeşleşme
ile de fertte içinde bulunduğu toplumun düşünüş
ve davranış şekliyle paralellik gelişecektir.
Fertte millî kimliğin inşasını bir eğitim süreci
olarak düşünürsek, bu süreçte kullanılabilecek en
uygun aracın ve malzemenin halk edebiyatı anlatım türleri olduğunu görebiliriz. Sözgelimi bir
masalda, destanda veya efsanede anlatılan olay
ve şahıs tipi, ferdin gündelik hayatta fark ettiği
değerlerin, ahlâki normların, içtimai yasa ve yasakların hangilerinin kendisine uyup uymadığını üzerinde denediği olay ve şahıslardır. Fert, bu
denemede kendisinin beğendiği, benimsediği ile
reddettiğini kıyaslayarak geliştirdiği davranış şekliyle toplumun beklentisi arasında bir uyum ve
denge kurması gerektiğinin idrakine varır.
Anlatım türlerinin temel özelliklerinden
biri, tek yanlı bir bakış açısına sahip oluşu, diğer bir söyleyişle zıtlık kuralıdır. Ak-kara, iyi-kötü, olumlu-olumsuz, güzel-çirkin vd. şeklinde
bir zıtlık, keskinlik içinde sunulan olay, durum
ve şahıslar yoluyla dinleyen veya okuyanda taraf
olma duygusu uyandırırlar. Bu durum, fertte içtimai hayatta iyiden, doğrudan, haklıdan vd. yana
olma dürtüsünü geliştirir. Dahası, fert bir bütün
olarak algılamakta güçlük çektiği insan ilişkilerini, içtimai yapıyı anlatım türlerinde hazır bulur. Efsanelerde, hikâyelerde, destanda vd. çeşitli
ferdî özelliklerinin abartılması, sivriltilmesiyle
belirginleştirilen tipler, çocukta veya gençte ferdî
özelliklerin gelişiminde ve yerleşmesinde oldukça etkilidir. Sözgelimi destanlarımızdaki alp tipi,
“[d]oğumundaki, ölümündeki olağanüstülükler;
kadın, aşk, aile, ahlâk, vefa, dostluk, arkadaşlık,
38
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
güvenilirlik kavramlarıyla ilişkisi, maddi acıya
dayanıklılığı, vatan, ata, baba, ana, kardeş kavramlarına bağlı algılayış, kavrayış ve yorumlayışı, insanları yönlendirip yönetme özelliği; bilgisi,
belleği, zekâ ve akıl yürütme özelliği; toplumdaki
bütünlüğü yaralayanlara karşı tavrı; yasa, töre,
kural saydıkları ve bunlara katkısı, esirgeyen yüce
varlık ile bedenî ve ruhi ilişkisi” (Tural 1999:17)
ile ferdin dinlediğinde veya okuduğunda hemen
özdeşlik kuracağı ideal insan tipidir. Efsanelerde
yaşanmış veya yaşanabilirliğiyle örnek olay, durum ve var olan insan tipleriyle toplumun ahlâki
normları, ödül-ceza mantığı içinde sergilenirken
masallarda miş’li geçmiş zamanda geçen fantastik
olay, durum ve tipler vasıtasıyla aslında yaşanılan
gerçeklik işaret edilir ve ideal şahsiyet ve içtimai
düzen ortaya konur. Diğer yandan fıkralar, yaşanılan çevrede “çarpıklıkları, gülünç durumları,
tezatları, eski/yeni çatışmaları ince bir mizah,
hikemî söyleyiş, keskin bir istihza ve güçlü bir
tenkit anlayışına sahip bir üslup içinde, dramatik
ögeleri ağır basan bir hikâye çatısı etrafında toplayarak genellikle bir tipe bağlı olarak anlata[rak]”
(Yıldırım 1992:333) dinleyicisini güldürürken
uyarıp düşündürür. Bir başka örnek ise, Türk
anlatım geleneği içinde apayrı bir yeri ve önemi olan Dede Korkut Oğuznâmeleri’dir ki, bu
Oğuznâmeler’in en tipik özelliklerinden biri “kadın-erkek ilişkilerinde ahlâkı gözetmesidir. Tek
kadınla evliliği esas alan, aileyi savunan ve kadını
bir şehvet aracı olarak görmeyen yapısıyla yüksek
bir ahlâk örneğidir.” (Gürel 1998:71).
Örnekler çoğaltılabilir; ancak genel olarak
söylersek destan, hikâye, fıkra, hikâye veya efsanede olay, durum ve fert tipleri, ferde içtimai
yapıyı, kültürel dokuyu, bu dokudaki süregelen
özellikleri gösterir bir ayna işleviyle onun ferdiyet kazanma/kimlik inşası sürecinde etkinlik gösterirler. Bu etkinlik ona, kimi zaman açık kimi
zaman da ima yoluyla örnek bir kimlik, belli bir
hayat tarzı sunmak şeklindedir.
Sonuç
Halk anlatım türleri, sözlü kültür ortamında
dilden dile, nesilden nesile aktarılagelen edebî
metinlerdir. Bu metinler, yaşanmış veya yaşanması muhtemel olaylar, durumlar ve bu olay ve
durumlar hakkındaki düşünce ve değerlendirme-
lerle yapılanmış, tarihî süreç içinde anlatanlarca
ve dinleyenlerce eklemelere, çıkarmalara, değiştirmelere maruz kalmıştır. Bu süreçte elbette
muhtevasına da millî özelliklerin/millî normların
damıtıldığı gerçeği unutulmamalıdır. Bunlar, tarihin derinliklerinden gelerek yaşanılan çağda da
geçerliliğini koruyan ve çağın ihtiyaçlarına cevap verme niteliğinde olan normlar/özelliklerdir.
Anlatım türlerinde bu özellikler, örnek olay, durum ve tipler vasıtasıyla sergilenir. İçtimai hayata
uyumlu, ona katkı sağlayıcı, her türlü olay ve durum karşısında yılmaz, başarı için azimli, akıl ve
izan sahibi, erdemli vb. özelliklerle teçhiz edilen
tipler, anlatı türlerinde dinleyene veya okuyana
ideal insanı işaret ederler.
Bağlamı içerisinde dinlenilen, okunan hatta
seyredilen bu eserler, içtimai kurumların, değer
normların tasdik edilmesi, dahası güncellenmesini sağlarlar. Mitik dönemden başlayarak günümüz elektronik kültür çağına kadar bu eserler,
insanın kültürlenmesinde, kimlik edinmesinde
araç olarak kullanılmıştır. İletişimin son derece
kolaylaştığı günümüzde bu eserler, millî kimliğin inşasında bir eğitim aracı, malzemesi olarak
işlev görebilir. Her millet, kendi durum ve şartları
içinde geliştirdiği plan ve programlarla vatandaşını ortak bir duygu, düşünce ve amaçta birleştirmek ister. Bu amacı gerçekleştirmede Türk halk
edebiyatı anlatım türleri, ferdin ana dilinin zenginliklerinin idrakine varmasında, içinde yaşadığı
toplumun inanç ve değerlerine uygun davranabilecek ve bu değerlere katkı sağlayabilecek bir fert
olmasında en pratik araçlardır. ■
Kaynaklar
BAŞGÖZ, İlhan 1992, “Avrupa Fikir Tarihinde Halkbilim”,
Sibirya’dan Bir Masal Anası-Mark Azadovski, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ank., s. 1-39.
CÖMERT, Bedrettin 2013, Estetik, De Ki Yay. (2.b), Ank.
GÜREL, Zeki 1998, “Dede Korkut’u Çocuklara Anlatmak”,
Türk Yurdu, c. XVIII, sayı 136, s. 66-71.
JUSDANİS, Gregory 1998, Gecikmiş Modernlik ve Estetik
Kültür, Metis Yay., İst.
KAPLAN, Mehmet 1985, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 3-Tip Tahlilleri, Dergâh Yay., İst.
POSPELOV, Gennadiy N. 1995, Edebiyat Bilimi, Evrensel
Yay., İst.
TURAL, Sadık 1999, Tarihten Destana Akan Duyarlık, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ank.
TÜRKÇE SÖZLÜK 2 K-Z 1998. Türk Dil Kurumu Yay.(9.b),
Ank.
YILDIRIM, Dursun 1992, “Fıkra”, Türk Dünyası El Kitabı,
C.III, TKAE Yay., Ank.
39
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
"Kimlik" sorununun edebiyattaki
izdüşümü olarak minör edebiyat
ŞABAN SAĞLIK
En güzel edebiyat yabancı bir dilde
yazılmış gibi duran edebiyattır.
Proust
Kimliklerin zemini olarak sosyoloji ve
“minör” kavramı
"...minör edebiyatın
temel özelliklerinden
biri “siyasi” içeriğidir.
Siyasi içeriğe sahip
olması, bu edebiyatı
aynı zamanda
“toplumsal” yapan
tarafıdır. Sosyolojik
açıdan bakıldığında
ise, kendini majör
yapı içinde küçük ve
yersiz yurtsuz gören
topluluk, sesini minör
edebiyat yoluyla
duyurur.
İnsanı tanımak ve anlamlandırmak kolay
bir iş değildir. Bunun en büyük sebebi ise, insan sabitesinin sürekli değişmesidir. İnsanı tek
başına mı ele alacağız? Bu sorunun bizi psikolojinin alanına çektiği muhakkaktır. Psikolojik
açıdan ele alsak dahi, yine salt “kendisi” olarak,
yani onu kuşatan ya da onunla bağlantılı olan diğer olgulardan bağımsız olarak insanı algılamak
mümkün görünmemektedir. Psikolojinin, insanı kendi kendisiyle çatışma (iç huzursuzluklar,
kişilik bölünmeleri vs.) alanında değerlendiren
yaklaşımları bile, onun yalnız olmadığını göstermektedir. Bütün bu gibi durumlar insanı belirli
bir “sabite” ile sınırlamamaktadır. Burada insanı sabite olmaktan çıkaran alanlardan biri olan
“sosyoloji”ye değinmek gerekiyor.
İnsan topluluklarından oluşan sosyal yapı, bir
takım sosyal gruplardan meydana gelir. “Grup,
belli bir zaman diliminde etkileşime giren ve bu
etkileşim esnasında ortak bir amacı paylaşan iki
40
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Minör edebiyat nedir?
veya daha fazla kişinin oluşturduğu bir birlik
şeklinde tanımlanabilir.”[1] Sosyolojinin akademik söylemini bir tarafa bırakırsak, günlük dilde insan topluluğu anlamında pek çok kavram
ve ifade kullanıldığını görürüz. Özellikle medya
dilinde çokça kullanılan ve popüler olguları yansıtan “kesim” kavramı sosyolojik bir kavramdır.
“Laik kesim”, “İslami kesim” gibi… Bunun yanında halk dilinde sıkça kullanılan “taife (tayfa)”, “millet” (kadın milleti, çocuk milleti, erkek milleti kavramlarındaki anlamıyla), “grup”,
“bizimkiler”, “kısım” (kadın kısmı, çocuk kısmı
vs.), “ekip”, gibi kavramların hepsi sosyolojik
manada insan topluluklarını ifade ederler. Ayrıca kültürel hayatın akışı içinde sıkça kullanılan
“herkes”, “bütün herkes”, “hepimiz”, “hiç kimse”, “bütün millet”, “cümbür cemaat”, “bütün
mahalleli”, “bütün şehirli” vs. gibi kavramlar da
sosyolojik değer taşırlar. Buradaki her toplumsal
grup kendisini “asıl” karşısındakini de “yabancı”
(öteki) görebilir. “Asıl”, yani “yerli”, bu bağlamda hemen her sosyolojik grubun kendinden söz
ederken dayandığı meşruiyeti de ifade eder. Dolayısıyla sosyolojik olanın temeli sayabileceğimiz
“yerlilik” kavramı bu bağlamda üzerinde durulacak asıl kavramlardan biridir.[2]
Yukarıda “asıl” ya da “yerli” kelimeleriyle
ifade ettiğimiz sosyolojik kesim için yerine göre
“majör” kavramı da kullanılabilir. Peki, asıl ya da
yerli olarak kendini belli eden “kesim”in bütün
unsurları yüzde yüz asıl ya da yerli midir? İçinde
“asıl” ve “yerlilik”in dışında konumlanan unsurlar yok mudur? Tabii olarak bu soruya da, “Asıl
ve yerli olan majör yapının dışında az da olsa
farklı unsurlar da vardır.” cevabını verebiliriz.
İşte asıl ve yerli unsurlar içindeki bu farklı ve unsurlar için de “minör” tabirini kullanabiliriz. Bu
durumda “majör”, ev sahibi olmak gibidir; minör ise kiracı olmakla eşdeğer bir konumu ifade
etmektedir.
Minör kavramı, bahsettiğimiz bu sosyolojik
bağlamı başta olmak üzere özellikle “edebiyat”
(sanat) bağlamında kullanılır ve “kimlik-edebiyat” ilişkisini ifade eden bir anlam alanını işgal
etmektedir. “Minör edebiyat” terimini ise Deleuze ve Guattari Kafka’nın bir metninden alarak türetmişlerdir. “Minör edebiyat” kavramı,
Kafka’nın Varşova’daki İbraniceyle karışık Alman
lehçesiyle yazılan Yid edebiyatı ve Prag’daki Çek
edebiyatıyla ilgili kapsamlı bir günlüğün girişinden alınmıştır.[3]
Minör kavramı, “majör” kavramının karşıtı
olarak ele alınır. Bu da şu anlama gelir. Minör
kavramını majör kavramı olmadan anlamak neredeyse imkansızdır. Şöyle de söylenebilir: Her
minör unsur kesinlikle bir “majör olanı” gerektirir. Mustafa Demirtaş, “Minör Edebiyat ve
Minör oluş” adlı yazısında bu konuyu ayrıntılı
olarak tartışır. Ona göre majör oluş, belirli bir
standart ve norm gerektirirken (yeri yurdu belli
oluş), minör oluşta sınırları belirli ne bir standart
ne de belirli bir norm söz konusudur. Minör olan
işte bu yüzden “yersiz yurtsuzluk” olarak tanımlanır.[4]
Deleuze ve Guattari, Kafka’dan yola çıkarak
belirli bir “minör edebiyat” retoriği geliştirmişlerdir. Hatta bu iki yazar, söz konusu minör edebiyat kavramı hakkında bir de kitap yazmıştır.
Şimdi “Kafka / Minör Bir Edebiyat İçin”[5] adını
taşıyan bu kitaptan hareketle, minör edebiyat
kavramını biraz daha açalım.
Ali Akay’ın ifadesiyle, minör edebiyatın dili,
yerini terk eden, kırdan şehre gelen ve ana dilini bırakan, bürokratik dili kullanan ve hepsini
içinden mayınlayan ve yersiz yurtsuzlaştıran bir
dildir (s. 15).
Minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, daha ziyade, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır. Ama temel özelliği, dilin güçlü
1. Francis E. Merrill, “Sosyolog Olarak Balzac: Bir
Edebiyat Sosyolojisi İncelemesi”, (çev. Köksal AlverMustafa Fişne), Edebiyat Sosyolojisi İncelemeleri;
(Editör: Köksal Alver), Hece Yay. Ank. 2004, s. 46.
2. Şaban Sağlık, “Edebiyatın Yerel Boyutu Olarak
Edebiyat Sosyolojisi”, Hece / Yerlilik Özel Sayısı,
Haziran-Temmuz-Ağustos 2010, Sayı: 162-163-164, s.
282-283.
3. Ronald Bogue, Deleuze ve Guattari, çev. İsmail
Öğretir-Ali Utku, Otonom Yayıncılık, İst. 2013, s. 171.
4. Göçebe Düşünmek / Deleuze Düşüncesinin
Sınırlarında, hz. Ahmet Murat Aytaç – Mustafa
Demirtaş, Metis Yay. İst. 2014, s. 340.
5. Gilles Deleuze-Felix Guattari, Kafka / Minör Bir
Edebiyat İçin, (çev. Işık Ergüden), Dedadus Kitap, İst.
2015. (Parantez içindeki sayfa numaraları bu kitaba
aittir.)
41
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
yersiz yurtsuzlaşma katsayısından her koşulda etkilenmiş olmasıdır. Kafka, Prag Yahudilerine yazı
yolunu tıkayan ve edebiyatlarını olanaksız kılan
çıkmazı şu şekilde tanımlar: Yazmama olanaksızlığı, Almanca yazma olanaksızlığı, başka türlü
yazma olanaksızlığı (s. 45).
Gilles Deleuze ve Felix Guattari, minör edebiyatın üç temel özelliğini şöyle sıralar: 1-Dilin
yersiz urtsuzlaşması; 2-Bireyselin dolaysız siyasala
bağlanması; 3- Sözcelemin kolektif düzenlenmesi
(s. 49). Minör edebiyatın bu üç temel özelliği dışında “her türlü edebiyatın devrimci koşullarını
nitelemek” gibi bir anlamı daha vardır (s. 49).
Minörden daha büyüğü daha devrimcisi yoktur.
Bütün usta yazınından nefret etmek… (s. 64).
Minör edebiyatta yazar kendi öz dilinin göçebesi,
göçmeni ve çingenesi gibidir (s. 51). Yersiz yurtsuzlaşmanın yolu “kaçış”tır. Kaçış ise çok çeşitli
biçimlerde görünür. Yabancılaşma, başkalaşma
vs. Mesela Kafka’nın “Değişim” romanında baş
karakter (Gregor Samsa) kendini böcek olarak
görür; Sevim Burak’ın “Ford Mach I” adlı romanında ise kadın kendini otomobil olarak hisseder. Yersiz yurtsuzlaşmanın bir hâlden başka hâle
geçme anlamını dikkate alırsak, adını andığımız
bu romanların neden minör edebiyata dâhil edildiklerini de anlamış oluruz.
Yersiz yurtsuzlaşma, minör edebiyatın en
belirgin göstergesidir ve bu gösterge yazarın psikolojik hâlini de işaret eder. Deleuze’un ifadesiyle söylersek, “kaçış” tavrını benimseyen yazar
esasında “şizofren yazar”dır. Şizofren yazar, yazarken kadın olur, bitki olur, algılanamaz olana
dek molekül olur. Şizofren yazar metni parçalar,
bozar ve yeniden kurar.[6] Kaçış yollarından biri
de “delilik”tir. Foucault Orta Çağ Avrupasında,
mesela Rönesans tiyatrosunda hakikati söyleme
görevinin her zaman delilerde olduğunu söyler.[7]
Minör edebiyatın göstergelerinden biri de
“küçük” kavramı ve küçük olanla yetinmedir.
Deleuze’a göre, küçük olan her şey Kafka’yı büyüler. Çocukları sevmiyorsa, bunun nedeni, geriye döndürülemez bir büyük oluşa yakalanmış olmalarıdır; aksine hayvansal egemenlik küçüklüğü
6. Mustafa Demirtaş, Postyapısalcı Edebiyat Kuramı,
Otonom Yayıncılık, İst. 2015, s. 38.
7. Mustafa Demirtaş, age., s. 50.
ve algılanamazlığı kapsar (s. 86).
Minör edebiyata sahip bir ulusta edebiyat,
edebiyat tarihinden çok halkın meselesidir.[8] Bu
yaklaşım “Türk şairi” namıyla tanınan Mehmet
Emin Yurdakul’un “Bırak Beni Haykırayım” adlı
şiirinde geçen “Unutma ki şairleri haykırmayan
bir millet / Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir” mısralarını hatırlatmaktadır. İmparatorluktan ulus-devlet sürecine geçişte, majör bir yapı
olan imparatorluğun karşısında, minör yapıyı
ifade eden “millet” (ulus) vardı. Mehmet Emin
Yurdakul tam da bunu işaret ediyor.
Minör edebiyat örnekleri, cesur ve şok edici
içerikleri ile ilgi çekerler. Hatta bu yüzden olmalı
minör edebiyat metinleri için genellikle “devrimci” nitelemesi de yapılır. Devrimciliğin çok da
uzak olmadığı “anarşi” kavramı da bu manada
minör edebiyatla irtibatlandırılır. Minör edebiyatın bir anlamda kuramını da içeren “postyapısalcılık” bu yüzden olmalı, genelde “anarşi” kavramı ile ilişkilendirilir.[9] Tabii buradaki anarşi,
terörle bir arada anılan ve şiddet içeren mevcut
anlamında değil, daha çok alışılagelen kuralları
ve gelenekleri yıkma, anlamındadır. Mustafa
Demirtaş, “minör” kavramını “göçebe” kavramıyla da eşdeğer görür: “Bize başka dünyalar ve
oluşlar açarak değişim için farklı olma gücünü
sağlayan göçebelerdir. Minör edebiyat tam anlamıyla bu göçebelerin edebiyatıdır.”[10]
Genel özellikleri hakkında daha pek çok şey
söylenebilecek olan minör edebiyatın kendine
özgü retoriği de oluşmuştur. Yani belirli bir minör edebiyat kuramından söz edilebilir. Şöyle de
ifade edebiliriz: Bir edebiyatı minör yapan ontolojik, tematik ve estetik özelliklerden bahsedilebilir. Mesela “bir şeylerin yinelenmesi” minör
edebiyat retoriğinde mevcuttur. Bir şeyin yinelenmesi aynı kalmayı reddetmek, farklı olmak
anlamına gelir.[11]
Modern Türk edebiyatında minör edebiyat
örnekleri veren bir yazar olarak bilinen Leyla
Erbil, bu edebiyat anlayışının retoriğini ortaya koyan görüşler ileri sürmüştür. Leyla Erbil,
8. Ronald Bogue, Deleuze ve Guattari, s. 172.
9. Mustafa Demirtaş, age., s. 30.
10. Göçebe Düşünmek / Deleuze Düşüncesinin
Sınırlarında, s. 354.
11. Mustafa Demirtaş, age., s. 73.
42
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
“şark kurnazlığı” adını verdiği bir tutumun “özgürlük” ve “özgünlük” önünde en büyük engel
olduğunu söyler. Ona göre, Allah’a yaranmaktan
başlayarak, ideolojiye, iktidara, hacıya, hocaya,
tarikata, efendiye, ağaya, başmüdüre, başhekime,
ödül jürisine, eleştirmene vb. yaranma çabasının
yaygın olduğu bir dünyada özgürlük kavramının yer alması mümkün görünmemektedir.[12]
Erbil’in burada özgürlüğün karşıtı olarak andığı
“ideoloji, iktidar, hacı, hoca, tarikat, efendi, ağa,
başmüdür, başhekim, ödül jürisi”, “eleştirmen”
gibi kelimelerin hepsi bir anlamda “majör” olanı
ifade ederler. Yazar bu görüşünü bütün eserlerinde yansıtmaya çalışır. Hatta “Mektup Aşkları”
romanında yer alan hastalıklı dindar bir babanın
oğlunun (Ziya’nın) ağzından söylediği şu aforizmatik cümle ile dile getirir: “Tanrı insanın riyasıdır / Riya insanın Tanrısıdır.” Leyla Erbil, yazarın
özgürlüğünü “yazarın kendi olması” biçiminde
anlar. Ona göre ancak kendisi olabilen yazar
edebî yaratıcılık tutumunu geliştirir. Aksi takdirde yazar bir hiçtir.[13] Leyla Erbil, özgün ve özgür
yazarın yeni bir şeyler söyleyecekse, bunu ancak
yeni bir biçimde söyleyebileceğini de vurgular.[14]
Minör yazarlar, hem gerçeği hem de kurmacayı yersizyurtsuzlaştırırlar. Süha Oğuzertem bu
tutuma örnek olarak verdiği Leyla Erbil’in konuları saf olarak kurmacalaştırmamasının, eserleri
gerçekçi kılmamasının ve en önemlisi okuru edilgenleştirmemesinin altını çizer. Yani Leyla Erbil,
hem kurmacayı hem gerçeği hem de okuru bilinen anlamları dışında görür; bir anlamda yapıbozuma uğratır. Süha Oğuzertem, Leyla Erbil’in
kurmacayı sadece edebiyatla sınırlamamasına da
dikkat çeker.[15]
Yukarıda da ifade edildiği gibi, minör edebiyatın temel özelliklerinden biri “siyasi” içeriğidir.
Siyasi içeriğe sahip olması, bu edebiyatı aynı zamanda “toplumsal” yapan tarafıdır. Sosyolojik
açıdan bakıldığında ise, kendini majör yapı içinde küçük ve yersiz yurtsuz gören topluluk, sesini
minör edebiyat yoluyla duyurur. Bu da minör
12. Leyla Erbil, Zihin Kuşları, Yapı-Kredi Yay. İst. 1998,
s. 111.
13. Leyla Erbil, age., s. 94.
14. Leyla Erbil’de Etik ve Estetik, yayına hz. Süha
Oğuzertem, Kanaat Kitap, İst. 2007, s. 45.
15. Age., s. 162, 164.
edebiyatı “kimlik” (sosyolojik sınıfın kimliği) sorunu ile yakın ilişki içinde görmemize sebep olur.
Minör edebiyat ve kimlik vurgusu
Minör edebiyat, iki açıdan güçlü bir kimlik
vurgusu taşır: Birincisi, bir dil sanatı olması hasebiyle edebiyat zaten başlı başına bir kimliktir.
İkincisi ise majör yapı içinde minör olanın konumu zaten kimlik sorunu olarak mevcuttur.
Bu iki boyut minör edebiyatı kimlik sorununun
odağına yerleştirmektedir. Velhasıl minör edebiyat “dil” bağlamında kimliğe doğrudan eklemlenmektedir. Deleuze ve Guattari bu konuda şu
örnekleri verirler: İngilizce konuşan İrlandalılar,
Rusça konuşan Özbek Yahudiler, Amerikalı siyahlar ya da Kızılderililer, Fransızca konuşan Afrikalı siyahlar ya da Cezayirliler… Bunların hepsi
majör bir dil içinde kalan azınlıklar olarak majör
dili kendilerinin kılmak için değiştirirler. Ayrıca
majör ve minör diller, iki ayrı çeşit dil değil, ancak aynı dilin iki mümkün uygulamasıdır.[16]
Amin Maalouf ’a göre, bir insan dinsiz yaşayabilir ama dilsiz asla.[17] Minör edebiyatın “dil”den
hareket etmesinin sebebi; insan ancak tek bir dine
inanabilir, ancak birden fazla dil bilebilir. Burada asıl olan “hikâye”nin nasıl ve kim tarafından
anlatıldığıdır. Hikâyeyi kim anlatmış / anlatıyor
/ anlatacak? Anlatan tabii olarak “kendi dilini”
kullandığı için, anlatılan hikaye ister istemez anlatana ait olacaktır; ya da şöyle diyelim: Anlatılan
hikâye anlatanın “kimliğini” (mührünü) taşır. Bu
durumda “hikâyesini anlatmak” bir kimlik sorunu olarak durmaktadır. Şayet kendi hikâyemizi
kendimiz değil de başkası anlatırsa, burada akla
şu atasözümüz geliyor: “El elin eşeğini türkü söyleyerek arar.” Minör edebiyat, dil bağlamında
işte bu yüzden insana “kendi hikâyesini anlatma”
imkânı sağladığı için önem arz eder. Bu bağlamda
minör edebiyat kimlik dolayımında bir “varoluş”
meselesi olarak da karşımızda durmaktadır: Kendi hikâyemi kendim anlatıyorum, öyleyse varım.
Minör edebiyat, bir kimlik (varoluş) meselesi olarak yaygınlık kazanmıştır. Bu edebiyatta
“özne” olarak kodlanan kişi, özneleşme süreciy16. Ronald Bogue, Deleuze ve Guattari, s. 173-174.
17. Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler; Yapı-Kredi Yay.
İst. 2014, s. 108.
43
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
le kendisini, sanat yapıtı olarak sürekli yeni oluş
tarzlarına açabilen, akan bir benliğe dönüşür.[18]
Bu durumu Metin Turan’ın tabiriyle söylersek,
kimlik, bir anlamda kültürel bir ortam içinde
edebiyatla var kılınan bir şey hâline gelir.[19] Bu
manada edebiyat, var eden, keşfeden, yerine göre
icat eden bir varoluş biçimi olarak da önem arz
etmektedir. Çünkü kimlik, çağıran / dönülen /
bağlayan ve bağlanılan bir şeydir.
Kimlik-edebiyat ilişkisinde dil bir anlamda
“din”leşir. Bu da şu anlama gelir: Çok dillilik ama
tek dinlilik. Burada Bozkurt Güvenç’in “Türk
Kimliği” kitabındaki tezi hatırlatalım.
Kimlik neden bu kadar önemlidir? Kimlik
ve kimlik arayışı Sokrat’ın “kendini tanı” sözüne
kadar götürülebilir.[20] Sokrat’ın bu sözünün bir
benzerini hem Yunus Emre hem de Hacı Bayram
Veli dile getirmiştir. Yunus’un meşhur “İlim ilim
bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini
bilmezsin / Bu nice okumaktır” dörtlüğü ile Hacı
Bayram Veli’nin “Sen seni bil sen seni” nakaratıyla biten şiiri bu konuda akla gelen ilk örnektir.
İnsan, “kendisi” olabilmek için belirli kimliğe sahip olmalıdır. Kısaca kimlik, insanı başka hiçbir
şeye benzemez yapan şeydir.[21]
Kimlik öyle bir çırpıda belirmez. O yaşam
boyu oluşan bir şeydir; bir süreçtir aynı zamanda.[22] Bu süreç içinde sosyolojik niteliği olan
kimlik, bazı “değerler” de üretir. Mesela neyin
“erdem” neyin “erdemsizlik” ya da “suç” (kötü)
olduğu gibi değerler, belirli bir kimlik çerçevesinde oluşur. Kimlik, bireysel bir olgu değil, sosyolojik (toplumsal) bir olgudur. Bu manada mesela
suçun bireyselliği ilkesi ile bir kimlik adına işlenen suçlarda paradoks oluşmaktadır. Yani birey
suçu bir kimlik adına işlerse, burada büyük bir
sorun oluşmaktadır.[23] Bu da söz konusu kimliğin asık suratlı mı yoksa barışçıl mı olması gerektiği sorusunu gündeme getirir. Adı ve hacmi
ne olursa olsun bir kimlik estetize edilmediği;
18. Mustafa Demirtaş, Postyapısalcı Edebiyat Kuramı,
s. 35.
19. Metin Turan, Kültür-Kimlik Ekseninde Türk
Edebiyatı, Ürün Yay. Ank. 2006, s. 74.
20. Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler; s. 15.
21. ____________, age., s. 16.
22. ____________, age., s. 25.
23. ____________, age., s. 43.
daha doğrusu sanatını üretmediği sürece “saldırgan” olmaktan kurtulamaz. Edebiyat bu manada
da gündeme gelmektedir. Estetikten (sanattan)
mahrum, yani bağnazlaşan kimlikler, herhangi
bir sorun karşısında “sebep” aramaktan çok “sorumlu” (suçlu) bulma eğilimini yansıtırlar.[24] Bu
da toplumsal barış açısından riskler içermektedir.
Modern Türk edebiyatından minör edebiyat
örnekleri
Deleuze ve Guattari’nin Kafka özelinde, daha
doğrusu Kafka’yı anlama ve yorumlama çabalarının bir sonucu olarak ürettikleri “minör edebiyat” kavramının modern Türk edebiyatında da
örnekleri vardır. Yaşar Kemal ve Ahmet Arif gibi
sanatçıların etnik çağrışımlı edebî metinlerini
bir tarafa bırakırsak, modern Türk edebiyatında
daha çok sosyolojik karşılığı olan ve “ezilmiş”,
“ötekileştirilmiş”, “horlanmış”, “aşağılanmış” insan gruplarını -ki bu grupların ülkemizde sosyolojik varlıkları söz konusudur- ele alan metinler
yazılmıştır.
Mesela, Cemal Süreya’nın “Onlar İçin Minibüs Şarkısı” adını taşıyan şiirinde bilhassa
arabesk müzik dinleyen ve gecekondu-varoş ekseninde yaşayan; köylü kalamadığı gibi şehirli
de olamayan taşralı insanlar hakkında çok ilginç
mısralar yer alır. Bu mısralardan bazıları şöyledir:
“Eşyanın konumunu biçimini rengini almışlardır
/ Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kaseyle
içerler / Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar / Dilenciler ve genelev kadınları üstüne
sayısız özdeyiş yatar kursaklarında / Öldürmemektir felsefeleri bir karıncayı bile, ama yaşatmayı bilmezler / Sorulardan korkarlar / Yine de yanıtları
hazırdır her şeye…”[25] Bu mısraları şiirin muhtelif yerlerinden seçtik. Mısralara yansıyan anlam
gösteriyor ki, bu şiirde kendilerinden “onlar”
diye söz edilen kişiler tipik bir “yersiz yurtsuzluk”
tavrı yansıtırlar.
Turgut Uyar ise “Büyük Saat” adını taşıyan
şiirinde minör edebiyat bağlamında yorumlanacak mısralara yer verir. Bu mısralardan bazıları
şöyledir: “….Çocukları sevdim yaşadım. Dünyaya
alışmadım / Kuru güller gibi yersiz ve inceydim bi-
24. Amin Maalouf, age., s. 69.
25. Cemal Süreya, Sevda Sözleri, Yapı-Kredi Yay. İst.
2002, s. 130-132.
44
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
raz…. / Ölmüş bütün babaları suçluyorum. Babalarla / ne zorum var aslında. Ben ki ölmüş biçimleri
kullanıyorum. / Biliyorum kafiyeyi bozduğumu. /
Başka şeyleri de bozduğumu…”[26] Bu mısralarda
“küçük minör, çocuk, yapıbozum, babaya isyan
vs… gibi minör edebiyat kavramları dikkat çekiyor.
Ece Ayhan’ın ise “İbraniceden Çizmek” adlı
şiirinde şu mısralar dikkat çekiyor: “bir ses çiziyorum /herkeste olsun herkeste bir ses olsun istiyorum / güvercinde bir ses ablamda orta çağda bir
ses”[27] Bu mısralarda “herkeste bir ses” olmasını
talep etmek, bütün minör seslere değer vermek
anlamına gelir.
Minör edebiyatta, alışılagelen ve bilinen “dil”
kullanımları yapıbozuma uğratılır. Bu, majör
dile teslim olmamak, majör olana karşı alternatif sunmak anlamına da gelir. Bu manada mesela
Sevim Burak, çok farklı biçim denemeleri yapar.
Kelimeleri çok farklı kullanır; kelimeleri yetersiz
gördüğü yerlerde resimler ve işaretler kullanır.
Böylece yazı “okunan” bir şey olmaktan çıkıp
“seyredilen” bir şey konumuna getirilir.[28]
Modern Türk edebiyatında ismi minör edebiyat kavramıyla anılan en önemli isim Sevim
Burak’tır. Sevim Burak mesela “Ford Mach I”
adlı romanında, kendisini bir otomobil olarak
gören bir kadının öyküsünü anlatır. Bu kadın
da yabancılaşma tavrını sergiler; dolayısıyla bir
şeylerden kaçar. Tıpkı Kafka’nın Gregor Samsa’sının kendisini sabahleyin bir böcek olarak
görmesi gibi. Romanı yayına hazırlayan Nilüfer
Güngörmüş’ün “Sunuş” yazısında da belirttiği
gibi, romanın aynı zamanda anlatıcısı olan kadın, İstanbul Bağdat Caddesi'nde dolaşan devrinde çok meşhur olan bir otomobile aşık olur.
“Mach I” adlı bu otomobilin hem kendisi olur
hem de onu karşısına alır; onu ehlileştirmeye
çalışır; onunla güreşir, dövüşür; mücadele eder.
Evi, toprakları, malı, değerleri bir bir elinden alınan Erenköylü bu ihtiyar kadın, kan öcünü almak için kılık değiştirir ve en güçlü düşmanın,
26. Turgut Uyar, Büyük Saat, Yapı-Kredi Yay. İst. 2006,
s. 288-290.
27. Ece Ayhan, Bütün Yort Savul’lar, Yapı-Kredi yay. İst.
2001, s. 42.
28. Mustafa Demirtaş, Postyapısalcı Edebiyat Kuramı,
s. 14.
Mach I’in kimliğine bürünür.[29] Romanda yersiz
yurtsuzlaşmanın bir göstergesi olarak birbirinin
kimliğine bürünme olgusu ele alınır. Romanda
ihtiyar kadın Mach I’le olan ilişkisini şöyle anlatır: “Canavar Mach I / Adıma istersen kıymet ver
/ Mach I beni ifade eder / Otomobil olduğumu /
Buradaki Bağdat Caddesindeki / Hayatımı anlatır
/ Esir olduğumu / Son şahlanışımı / Son gençliğimi
/ İfade eder.”[30] Sevim Burak romanında “delilik”
vurgusu da yapar. Mesela Mach I kendi kendine
şunu söyler: “Git bu caddeden yarışı bırak / Yarış
yalnızlığını ve / Deliliğini ortaya çıkar.”[31] Sevim
Burak, minör edebiyatta söz konusu olan metnin
okunmasından çok “seyredilmesi” kurgusuna da
yer verir. Bu bağlamda romanda yazılı metnin yanında harita, resim, şekil ve değişik yazı biçimleri
de yer alır.
Sevim Burak’ın “Yanık Saraylar” adlı
hikâyesinde de minör edebiyat unsurları dikkat
çeker. Aynı zamanda kitaba da adını veren “Yanık Saraylar” adını taşıyan hikâyede, anne babası
ölen bir kız çocuğunun saray gibi bir yerde oturan teyzesinin yanına sığınışı ve burada kendini
yersiz yurtsuz hissedişi anlatılır. “Fulya Teyze’min
eviydi. Ben de Saray’ın eşyalarından bir parça gibiydim. Hayatım bu Saray’la başladı.”[32] Yanık
Saray’ların yersiz yurtsuz kız çocuğu kendini o
kadar “yabancı” hisseder ki sonunda şunu söyler: “Kırk gün –Eşyalarla- Kiremitlerle – Taşlarla
– Kuşlarla- konuştum.”[33]
Latife Tekin ise, “Berci Kristin Çöp Masalları” adlı romanında, bir alt kimlik ya da kimliksizlik unsuru olarak gecekondu sorununu ele alır.
“Sabah naylon leğenden çatıları, eski kilimlerden
kapıları, muşambadan camları, ıslak briketlerden
duvarlarıyla çöp yığınlarının çevresinde, ampul ve
ilaç fabrikalarının alt yanında, tabak fabrikasının
karşısında, ilaç artıklarının ve çamurun kucağına
bir mahalle doğdu.”[34] Burada yersiz yurtuzluk ya
da geçici yer yurdu belirten gecekondu kavramı
29. Sevim Burak, Ford Mach I, Yapı-Kredi Yay. İst.
2003, s. 5,8.
30. ___________, age., s. 23.
31. ___________, age., s. 56.
32. Sevim Burak, Yanık Saraylar, Yapı-Kredi Yay. İst.
2008, s. 35.
33. Sevim Burak, age., s. 37.
34. Latife Tekin, Berci Kristin Çöp Masalları, Everest
Yay. İst. 2008, s. 2.
45
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
ilginç bir şekilde tanıtılmıştır. “Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte mahalle halkını kamyonlara tıkış tıkış
doldurup götürdüler.”[35] Burada da yabancılaşma
ve insanı eşya gibi taşıma durumu dikkat çekiyor. Romanda insanın yersizyurtsuzlaşması şöyle
anlatılır: “Yıkım üst üste tam otuz yedi gün sürdü.
Her yıkımdan sonra kurulan kondular biraz daha
küçüldü. Gitgide eve benzemez oldu. İnsanlar insanlıktan çıktı.”[36]
Romanda yersiz yurtsuz oluşlarıyla tanınan
Çingenelerden de söz edilir. Hatta Çingenelerin
yurtsuz ve dinsiz insanlar oldukları da bir roman
kahramanının (Hınık Alhas) ağzından dile getirilir. Çingeneler sadece bununla da yetinmeyip
nüfus cüzdanlarına “Roman” yazdırmaktadır. Bu
insanların böylece kendilerine çok uzak geçmişten -ki Roman adı eski Roma’yı çağrıştırmaktadır- bir referans aradıkları da belirtilir.[37] Referans (kök) aramak da bir kimlik sorunudur.
Türk edebiyatı içinde ele alacağımız Cengiz
Dağcı’nın kitap isimleri bile minör edebiyatın
özelliklerini içeren kelime gruplarıdır. Mesela
“Korkunç Yıllar”, “O Topraklar Bizimdi”, “Yurdunu Kaybeden Adam”, “Ölüm ve Korku Günleri” vd. Bu kitap isimleri içerdikleri “yersizlik
yurtsuzluk”, majör ortamda yaşayamaz hâle gelme, sürgüne (göçe) zorlanma, bu süreç içinde büyük zulümler yaşama gibi anlamlarla bizce minör
edebiyatın kusursuz birer örneği olmaktadırlar.
Türk edebiyatındaki minör edebiyat örnekleri
tabii ki bunlardan ibaret değildir. Örnekleri daha
da artırmak mümkündür.
Sonuç
“Majör-minör”, “biz-siz (onlar)”, “ev sahibikiracı”, “yer yurt sahibi olmak-yersizlik yurtsuzluk” vs. gibi diyalektiklerin olduğu bir aurada
teşekkül eden minör edebiyat, esasında, kendini
“ben” olarak kodlayan birinin ötekinin diliyle
kendi hikâyesini anlatması demektir. İçerdiği
yersizlik yurtsuzluk anlamından olsa gerek, çok
dağınık ve tanıma gelmez bir yapı arz eden minör
edebiyatın iki boyutu vardır: Biri, ontolojik ve
total anlamda bir yazar ve o yazarın bütün eser-
lerinin “minör edebiyat” sayılması boyutu; diğeri
ise, birçok eserde minör edebiyata dair bazı unsurların yer almasıdır. Bunu, bazı yazarların bazı
yönleriyle minör edebiyatçı sayılması biçimde de
ifade edebiliriz. Mesela modern Türk edebiyatında özellikle İkinci Yeni şiiri, pek çok açıdan minör edebiyat unsurları taşımaktadır.
Yine, modern edebiyatın başlangıç yıllarında
mesela Nazım Hikmet’in başlattığı “Putları devirmek” kampanyası da minör bir eda taşımaktadır. Yani protest bir içeriğe sahip edebi hareketler
bizce minör bir unsur içermektedir.
Bilhassa en son felsefi-edebî anlayışı içeren
postmodern retorik, içerdiği “yapıbozum” kavramıyla, hep minör edebiyatın mıntıkasında dolaşmaktadır. Le Tyord’un, “büyük anlatılar” (majör)
artık yerini “küçük anlatılara” (minör) bırakmalı,
mealindeki görüşü de minör edebiyatı gündeme
getirmektedir. Majör olanın “giydirilen bir şey”
olarak gördüğü “kimliği”, minör edebiyat “kimlik, giyilen bir şeydir” şeklinde dönüştürmüştür.
Yani başkaları bizim hikayemizi bizim gibi anlatamaz; dolayısıyla bizi yanlış ya da eksik anlatır.
Bu yüzden kendi hikâyemizi kendimiz anlatmalıyız. Özellikle emperyal niyetlerle Osmanlıyı yıkan Batılı devletlerin “barbar” ve “çağdışı”
gibi nitelemelerle anlattıkları majör hikâyelerin
karşısında şair Mehmet Emin Yurdakul, “Bırak
Beni Haykırayım” adlı şiirine “Ben en hakir bir
insanı kardeş duyan bir ruhum” diye başlar ve
kendi hikâyesini kendisi anlatmaya başlar. Yani
İmparatorluklardan ulus-devlete geçiş süreci bir
anlamda majör olandan minör olana geçiştir.
Majör olanın kimliğe en büyük zararı, söz
konusu kimliği unutturmak ya da yok etmektir.
Büyük romancı Cengiz Aytmatov, “Gün Olur
Asra Bedel” adlı romanında yarattığı “Mankurt”
tiplemesiyle minör olanın önemini vurgulamamış mıdır? Son söz olarak şunu belirtelim ki, sadece siyasal düzlemde değil, sosyolojik düzlemde
de insanların “kimlik”lerini hem koruyan hem de
açığa çıkaran bir olgu olması hasebiyle de minör
edebiyat önemlidir.■
35. Latife Tekin, a.g.e., s. 4.
36. Latife Tekin, a.g.e., s. 7.
37. Latife Tekin, a.g.e., s. 88.
46
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Yunus Emre'nin
derviş ve şair olarak kimliği
MUSTAFA ÖZÇELİK
Y
unus Emre’nin adı söylendiğinde bunu
işitenlerde nasıl bir Yunus kimliği algısı
meydana gelir? Tek bir kimlik özelliğiyle
algılanan bir Yunus mu yoksa hayli çok sıfatla kimliği tanımlanan bir Yunus mu?
Bu durum elbette kişiden kişiye, topluluktan
topluluğa hatta zamandan zamana değişecektir.
Mesela onun söylediği metinleri sadece “şiir” olarak
gören birisi için Yunus Emre sadece bir “şair” olarak algılanabilir. Nitekim bunun örnekleri çoktur.
Bunun için edebiyat kitaplarına bakmak yeterlidir.
“Türk edebiyatının en ünlü, en büyük ve derin şairlerinden biri” şeklindeki değerlendirmeler buna bir
örnek olarak gösterilebilir. Bunlara bazen mutasavvıf yönüne de vurgu yaparak “tekke şairi”, “mutasavvıf şair” gibi söyleyişler eklense bile asıl vurgu şairliği
üzerinedir. Bu tür kimlik belirlenmesinde elbette
Yunus’un “ne” söylediğinden çok “nasıl” söylediği
önemli görülür. Çünkü onu güçlü bir şair yapan bu
tarafıdır.
Diğer yandan Yunus kimdir sorusuna, örneğin
adına, halk ya da millet dediğimiz geniş kitle özellikle de sufi çevreler ise hiç de böyle bir cevap vermeyecek, Yunus’un şairliğini aklına bile getirmeden
onu bir “derviş” olarak görecektir. Bu kelime, bazen
“arif”, “evliya”, “sır ehli” olarak da söylenebilecektir.
Nitekim Yunus hakkında halk tarafından oluşturulan menkıbeler ve kadim tasavvuf kaynaklarındaki
tanımlamalar bu bakış tarzının metinleridir. Onlarda da yine Yunus’un şairliğine dair “Türkçe söylenmiş
birçok manzumesi vardır.”, “sûfiyâne ve ehl-i dilâne
ilahileri vardır” gibi değerlendirmeler olsa bile işin
bu tarafı çok önemli görülmez. Zira onlar için
Yunus’un “ne” söylediği, “nasıl” söylediğinden daha
önemlidir. Çünkü halk kendine örnek seçeceği bir
kişiden bunu bekler.
Yunus’un kimliğine ilişkin bu iki yaklaşım tarzı da doğrudur elbette. Yunus, hem “şair” hem de
“derviş”tir. Daha doğrusu bu iki kimlik özelliği iç
içe geçmiş durumdadır. Öyleyse onun kimliğini bu
iki sıfat etrafında ve bir bütünlük içerisinde görmek
gerekir. Şüphesiz bu iki kavram çerçevesinde yeri
geldikçe bu iki kavramı bütünleyen yahut onları
daha iyi anlamamız gereken “garip”, “miskin”, “âşık”,
“mütefekkir”, “mürşid” gibi başka kimlik özelliklerinden de bahsedilmelidir. Zira kimlik tanımı içine bir
kimseye özgü belirgin özelliklerin, manevi ve ruhsal
niteliklerinin bütünü girmektedir. Fakat öncelikle
bu iki kavrama sırasıyla bakalım ve önce dervişliğinden bahsedelim. Zira Yunus’un şairliği menkıbeye
göre derviş olduktan yani kendisine söyleme izni
verildikten sonra başlamış bir hâdisedir.
Yunus’un derviş kimliği
Yunus kimliği için belirleyici ve Yunus’u sevenlerin keza kendisinin de kendini tanımlamak için kullandığı en önemli ifade “dervişliği”dir. Gerek geniş
halk kitleleri gerekse sufi çevreler onu bir derviş olarak görürler. Dervişlik, tasavvuf literatüründe “mutasavvıf, mürid, müntesip, fakir” anlamlarına gelir ki
47
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
bu manalarıyla Yunus’u en iyi ifade edebilecek sıfatlardan biri hatta en önde gelenidir. Zira o, Tabduk
Emre’ye intisap ederek onun dervişi olmuş, varlık
elbisesini üstünden sıyırarak fakirliği benimsemiştir.
Halkın gözünde ise derviş, kendini Allah yoluna
adamış mübarek bir insandır. Saygı ve muhabbete layık biridir. Kalp kırmaz, sabırlı ve geçimlidir.
Bütün bunlardan hareketle derviş kimliği, aczini
fark ederek kudret önünde eğilmiş, bütün maddi
varlığından sıyrılmış, nefsini ayaklar altına almış bir
insanın kimliğidir.
Yunus’un kendisinin de bu kimliği benimsediği
ve ifade ettiği görülür. Divan’ındaki pek çok şiirinde adını bu sıfatla birlikte anar. Bir örnek olarak şu
beytine bakalım:
“Derviş Yunus söyler sözü yaş dolmuştur iki gözü
Bilmeyenler ne bilsin bizi bilenlere selam olsun.”
İşte onun “derviş” olarak tanımlanmasında kendi şiirlerindeki bu ifade yani “derviş” sözü etkili olmuş ve “Miskin Yunus”, “Âşık Yunus” gibi ifadelerin
yanı sıra hatta onlardan daha çok “Derviş Yunus”
olarak bilinmiştir.
Yunus’un dervişlik konusunu işlediği hem müstakil şiirleri hem de diğer şiirlerinde geçen beyitler,
mısralar vardır. Bunlar bir bütün olarak bakıldığında derviş kimliğinin bütün boyutlarıyla ele alındığı,
tanımlandığı görülür. Yunus, bunu yaparken sadece tanımlamakla kalmaz onun (dervişliğin) usul ve
erkânı hakkında da bilgi verir.
Buna göre dervişlik her şeyden önce olunması
gereken bir şey, ulaşılması gereken bir hedef olarak
görülmelidir. Onun “Hakk’ı bulmak isteyenler eylesin
nefsini derviş/Çalap bize mürşid vermiş derviş olabilsem derviş” beytiyle başlayan şiirinde bu duruma
dikkat çekilir. Bu şiirden hareketle onun dervişlik
adına söylediklerini şöyle sıralayabiliriz: Dervişlik,
Hak yoluna yolcu olmak, O’na yakın olmak, onunla tanış, biliş hâle gelmektir. Buna göre dervişlik,
kulluğun tamam olmuş hâlidir.
Kişi bu hedefe nasıl ulaşır yahut ulaşacaktır?
Yunus’un bu konuda söyledikleri ise şunlardır:
Dervişlik gönül arılığı ve genişliği gerektirir.
Derviş, hoşgörülü olmalıdır. Her ne var ise onu
Yaradan’dan dolayı sevmelidir. Dünya malından
azade olmalıdır. Hakk’la, kendiyle ve insanlarla dirlik içinde bulunmalıdır. Bu yolun her türlü eza ve
cefasına sabretmelidir. Bunun için de nefsini ayaklar
altına almalı ve ölmeden önce ölmenin sırrına ermelidir.
Yunus’un dervişlik konusunda en çok üzerinde
durduğu özellik ise dervişliğin “hırka, tac” meselesi olmayıp gönül işi olduğudur. Ona göre asıl olan
gönlün derviş kılınmasıdır. “Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil/Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç
değil” beytinde de ifade edildiği gibi dervişlik şekil
değil öz meselesidir. Yine başka bir beytinde bu
durumu “Dervişliği sanma heman suret düzmek ile
olur/Dilde senin işin aşk neylesin senin ile” şeklinde
belirtilir.
Yunus’a göre dervişlik aşk yoludur. “Bu dervişlik
yoluna aşk ile gelen gelsin” çağrısını bu yüzden yapar.
Eğer, aşk yoksa bu yolda yürünmez. Yürünse bile
menzil alınmaz. Dervişlik yolunda hâlden hâle geçmek, ilden ile gitmek vardır. Bu yolun dört kapsı
“şeriat-tarikat-hakikat ve marifet”tir. Bu basamaklardan geçip dost (Allah) ile bir ve birlikte olmak
(vahdet) demektir.
Yunus’un derviş tanımlamasında bir önemli
husus da dervişin bütün bu çileyi sadece nefsi için
değil toplum için de çekmesidir. Yunus, bu tavrıyla dervişliğe sosyal bir boyut da kazandırır. Buna
göre derviş meyveli bir ağaç gibi meyvelerinden
herkesin istifade ettiği biri olmalıdır. Sözü, davranışı dertlilere derman olmalıdır. “Her kime dervişlik
bağışlana/ Kalbi pak ola gümüşlene/ Nefesinden misk
ü anber tüte/ Budağından il il şar yemişlene/ Yaprağı
derdlü için derman ola/ Gölgesinde çok kademler işlene/ Âşıkun gözi yaşı hem göl ola/ Ayağından sâz bitap
kamışlana”
Yunus, böyle bir bakış neticesinde dervişliği toplumun önüne “ideal bir insan” olma modeli olarak
çıkarır. Onun bütün şiirleri bu vasıfta birer insan
olabilmek için bütün bir topluma çağrı niteliğindedir.
Yunus’un şair kimliği
Yunus Emre, ortada “Divan”ı olan biridir. Yani
şairdir. Ama kendisi şiirlerinde bir kimlik belirlemesi olarak bu sıfatından fazlaca bahsetmez. Sadece
poetikası da niteliğinde olan “Dertli dolap” şiirinde
“Ben bir usanmaz ozanım” derken ozan kelimeyle
şairliğinden söz eder. Dervişleri anlattığı bir şiirinde
ise:
48
Cümle şair dost bahçesi bülbülü
Yunus Emre arada dürrâclana
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
derken kendinin de bunlar (şairler) arasında mütevazı bir yeri olduğunu (şair olduğunu) söyler.
Biraz sonra da değineceğimiz bir beytinde geçen
“Yunus’un sözü şiirden….” ifadesi de onun şiir yazdığını (şair olduğunu) söyleyen bir ifade olarak görülebilir.
Yunus Emre, kendini doğrudan şair olarak tanımlamasa bile şiir ve şair hakkında kimi söyleyişlerin de sahibidir. Bunlardan hareketle ona ait bir şair
kimliği tanımında bulunabiliriz. Buna göre şiir, tasavvufta sadece bir araç hükmünde ve değerindedir.
Asıl olan şiir yoluyla Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde yer alan hakikatlerin anlatılmasıdır. “Yunus’un
sözü şiirden amma aslı kitap’tan/ Hadis ile dinene key
bil sadık olmak gerek” beyti bu durumu açıklar. Buna
göre şair, ancak hakikatin sözcülüğünü, tebliğini yapan insandır.
Şiir, malum öncelikle bir ilham işidir. Yunus işte
bu ilhamın kaynağı konusunda çok özel bir tutuma
sahiptir. Ona göre ilham yahut onun neticesinde söylenilen sözler (şiirler) şairin kendisinden kaynaklanmaz. Bunlar, Yaratıcı’nın nidasıdır. Bunlar “nefha-i
ilahi”dir. “Hâlik âvâzı”dır. “Nefes-i rahmani”dir.
“Söz karadan akdan değil yazıp okumakdan değil/Bu
yürüyen halkdan değil Hâlik âvâzından gelir.”diyerek
söylediklerinin şiir değil “Hâlik âvâzından” gelen
sözler, manevi ilhamlar (doğuş) olduğunu söyler.
Yine başka bir beytinde de bunu teyiden şöyle der:
“Yûnus Hak tecellîsin şâ‘ir dilinden söyler/ Cânda gevher varısa Hak›dan yana yürindi”
Bundan dolayı gerek sufi kültür gerekse Yunus
Emre, şiire şiir demek yerine “nefes” yahut “nutk”
demeyi tercih ederler. Nefes, nasıl rahmani bir durumu ifade ederse nutuk da hâl diliyle söylenen
sözü ifade eder ki şair, buna göre kendiliğinden
bir şey söylemez/söyleyemeyen ancak Allah’ın izin
ve iradesiyle konuşabilen insandır. Konuşursa onu
Allah konuşturur. Söyletirse Allah söyletir. Bu yüzden adına şiir de desek nefes de desek söyleyen dil
değil Hakk’ın tecelligâhı olan gönüldür. Şiir işte bu
gönüldeki aşk söyletir. Çünkü aşkı olmayan gönül
“misal-i taş”a benzer. Öyle bir yerde ise ancak “ağu
tüter.” Bu yüzden şairlerin “Aşktan bir elif okumaları” gerekir.
Yunus Emre, şiir için böyle bir tanımlama yaparken bu nitelikte olmayan sözleri ise “dışı hoş-içi boş”
sözler olarak görür ve söyleyeni de “Onun kim dışı
hoşdurur bilin kim içi boşdurur/ Dün gün öten baykuşdurur sanma bütün divarı var” diyerek “baykuş”a
benzetir.
Yunus, şairlikten bahsettiği şeklinde yorumlayabileceğimiz şiirlerinde şiir için çok önemli bir hususa daha işaret eder. O da “sarraflık” işidir. Yani iyi
şiir yazmak bir gayret ve çalışma işidir. Bu da onun
şiirin biçimine ilişkin gösterdiği hassasiyeti ortaya
koyar. Madem dil hakikati söyleyecektir, öyleyse
onu en güzel şekilde söylemelidir. Onun “sözü çatmak”, “sözü pişirmek” ifadesini yine “sarraf olalım”,
“gevher bulalım” şeklindeki söyleyişlerini bu manada
yorumlayabiliriz.
Özgün söylemek de onun şair kimliği içinde
söylenmesi gereken bir özelliktir. Yunus’a göre söz
(şiir) “yeni” olmalıdır. Onun “ her dem yeni doğarız”
ifadesini şiiri için de “yeni söyleriz” şeklinde anlayabiliriz. Hele onun “bir sözü söylemek gerek kimse onu
bilmez ola” ifadesi bu durumu daha çarpıcı olarak
ortaya koyar. Yine bu mısrayı takip eden “Bir gülü
koklamak gerek hergiz ol gül solmaz ola” mısraı ise
şiirin başka bir özelliğine “güzellik ve kalıcılık” özelliğine yapılan önemli bir vurgudur.
Yunus’un şair olarak belki de en çok üzerinde
durduğu bir husus da şairin söz söylemede sorumluluk sahibi olması gerektiği ve söylediklerinden “sigaya” (hesaba) çekileceği meseledir. “Derviş Yunus bu
sözü eğri büğrü söyleme/ Seni sigaya çeken bir Molla
Kasım gelir” beyti bu tespitin çarpıcı bir yorumudur.
Bu durumu şair söylemenin bir şuur hâlini ve tavrını gerekli kıldığı şeklinde anlamak da mümkündür.
Sonuç yerine
Biz Yunus Emre için onun kimliğini tanımlama konusunda kendi acziyetimizle ne söylemeye
çalışırsak çalışalım kendisi bu konuda söylenmesi
gerekeni söylemekte ve zaman için yapılacak çarpık
kimlik tanımlamalarının da önünü daha o zamandan kesmektedir. Buna göre “miskin, biçare, âşık”
gibi tamamlayıcı kimlik özelliklerini de içine alarak
söyleyecek olursak onun kimliğini “derviş-şair” olarak ifade etmemiz sözün en doğrusu olacaktır. Bu
yüzden Yunus’un dervişliğini şairliğinden, şairliğini
de dervişliğinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
İkisi birleştiğinde Yunus’un kimlik tanımı doğru
yapılabilmiş olur. Fakat yanlışa ve yanılgılara düşmemek için bu kavramlara onun yüklediği anlam
çerçevesi içinde bakmak gerekecektir. Bu sebeple
onun dervişliği de şairliği de bağlı olduğu inanç ve
tefekkür sistemi içerisinde anlaşılmalı ve öyle anlatılmalıdır.■
49
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Kafa kâğıdı
İMDAT AVŞAR
Ç
ocuk adımlarıyla otuz yıl ötede, bir eski zamandı…
Uçsuz bucaksız bozkır ve çorak topraklar içinde küçücük bir dünya... Bir dünya
ki, tepelerin, düzlüklerin, yamaçların, çeşmelerin, pınarların, bile bir hüviyeti
vardı. Hatta ağaçların da… Yüzyılları arşınlayıp gelen bu adlar, verildikleri mekânların eşkâlini,
suretini, tarihini, talihini, rengini anlatıyor; o mekânlardan çıkan pınarların, derelerden
akan suların da tadından haber veriyordu... Ağbayır, Göktepe, Delibel, Örenyurt, Kurudere,
Çatalçeşme, Acıpınar… O tanıdık dünyada bağların, bahçelerin, ağaçların da sahipleri ve adları
vardı. Çatalkavak, Teksöğüt, Karaçalı, Sarıalıç…
Çocukluk ülkesine otuz yıl uzak, bir eski zamandı…
Bir dünya ki, mevsimlere göre tüy döküyor, kabuk değiştiriyordu her şey… Gökyüzünün
hallacı, her mevsim başka bir renge boyuyordu bağları... Sonra bir tufan çıkarıyor, sarı güz
boyasını söküp alıyordu bahçelerin sıfatından, ağaçları soldurup bembeyaz kış boyası serpiyordu
bahçelere… Ve gündönümünden sonra, allı güllü, nakış nakış bir bahar perdesi geriyordu,
bağların tanıdık simasına; sonra yeşilli, morlu bir yaz fırçasıyla geçiyordu baharın üstünden…
Ne kadar boyanıp, renk ve kılık değiştirse de avucumuzun içindeydi o mekânlar ve her
şey gözümüzün önünde olup bitiyordu. Bahçeler arasına çekilmiş kale surları gibi duvarlar,
aşılmaz sınırlar yoktu; ancak biz hangi ağacın hangi bahçeye, hangi meyvenin hangi ağaca ait
olduğunu biliyor; bir üzüm salkımına bakarak onun hangi bağın omcasında yetiştiğini dahi
ayırt edebiliyorduk.
Saçlarımız, bir hışırtıyla koyun kırkılan makasların kanatları arasından geçiyordu, bir eski
zamandı…
Koyunlar ve sığırların kulaklarındaki enler o hayvanların künyesini veriyordu bize. O
işaretler ve o rengârenk bez parçaları, değişmez bir yazgı gibi damgalıyordu onları. Hayvanların
kulaklarındaki çentikler ve tavukların ayak bileklerine sıkıca bağlanan ya da çoğu kez dikilen
renkli şıbbaklar, onları birer çocuk gibi, ait oldukları ailelerin kütüğüne kaydediyordu. Biz
50
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
de hafızamıza kaydediyorduk o renkleri ve
işaretleri... O küçük dünyadaki herkes, o renklerin
ve işaretlerin dilini biliyordu. Bir de yokluğun ve
yoksulluğun dilini...
Kuzular ve çocuklar büyüdükçe ilerliyordu
saatler ve takvimler, bir eski zamandı…
Aydınlık
atlısı
Ağbayır’ın
burçlarını
kızarttığında sönüyordu çoban yıldızı… Gökteki
yıldızların adı sanı, yeri yurdu belliydi; çocukların
da aslı, nesli… O bozkırın yamaçlarında,
ışıksız, solgun, sönük birer yıldızdık biz de…
“Yabancılar”, bizden üç beş kilometre uzaktaki
diğer köylülerdi. Bizi tanımasalar da, babamızı,
dedemizi tanıyorlardı. Bu yüzden, “Sen kimsin,
adın ne?” diye sormuyorlar; “Kimlerdensin?”
diye başlıyorlardı söze… Adımızı söylemeden
tanıtıyorduk kendimizi… Herhangi birinin
koyunu ya da kuzusu kadar hükmümüz
vardı; ama sahiplerimiz hürmetine şahsiyet
oluveriyorduk. Eşe’nin Osman’ın torunu ya da
Hürü’nün Ali’nin oğluyduk!”
Ninelerimiz, başları ağrıdığında saçlarına kına
yakıyorlardı… Seferberlikten kırk yıl beride, bir
eski zamandı…
93 Harbi, Balkan Harbi, Cihan Harbi…
Erzurum, Selanik, Sarıkamış, Yemen, Çanakkale,
Sakarya… Dedelerimizin sadece künyesi
gelmişti köye… Bu yüzden şeceremiz ninemizin
adıyla başlıyordu. Zeliha’nın Hasan’ın oğlu;
ya da Zeynep’in Duran’ın kızıydı çocuklar.
Gazyağından tasarruf etmek için gaz lambalarının
erkenden karartıldığı gecelerde, biz çocuklar “Bil
bakalım kimin evi” denen bir oyun oynuyorduk.
“Bu kimin evi?” diye sorduğumuz yıkık dökük
kerpiç evler de o küçük dünyaya aitti...
– Bir evde, bir nine, bir anne, dört oğlan, üç
kız var. Bil bakalım bu kimin evi?
– Bir evde, iki nine, bir anne, beş kız, dört
oğlan var. Bil bakalım bu kimin evi?
Şeceremizde dedelerimiz, oyunlarımızda ise
hem dedelerimiz hem de babalarımız eksikti.
Dedesiz ve babasızdı kerpiç evler; ama çok
çocukluydu… Mezarları da yoktu dedelerimizin.
Ninelerimizin söylediğine göre dedelerimiz,
bilmediğimiz, uzak diyarlarda kalmıştı ve bir
daha gelmeyeceklerdi. Babalarımız ise ilkbaharda
gurbet denilen bir yere gidiyorlar; ancak kar
yağınca eve dönüyorlardı…
Buzağılar anasını, koyunlar kuzusunu
tanıyordu. O dünyanın insanları da hem
birbirlerini hem de birbirlerinin yedi ceddini…
Belki de babalarımız biliyordu; ama devletin
tuttuğu şecereden, ninelerimizin ve analarımızın
haberi yoktu... Devlet, yılda bir ya da iki kez, üstü
haki çadırla kaplı ve jelatin pencereleri olan bir
cip ile köye gelen dört jandarmaydı. Geldiğinde,
duvar diplerine siniyorduk korkudan. Duvarların
köşelerinde başımızı çıkarıp uzaktan, devlet ile
köy muhtarının sessiz filmini izliyorduk. Köylüler
muhtardan korkuyordu, muhtar ise devletten…
Biz, ikisinden de…
Devlet, toprak yolları tozutarak cip ile diğer
köylere doğru hareket ettiğinde, bizim gibi
duvar diplerine saklanan köylüler de muhtarın
önüne diziliyorlardı. Muhtar elindeki kâğıtlara
bakıp onlara emirler yağdırıyordu: “Sen,
yoklama kaçağıymışsın! Şubeye gideceksin!
Seni şahit yazdırmışlar, mahkemeye gideceksin!
Senin Almanya’dan kâğıdın gelmiş, karakola
uğrayacaksın!”
Devletin kütüğünde bizim de adımız var
mıydı? Biz kimdik? Nerden bilelim?
***
Ateşsiz, kibritsizdi köyler… Bir eski
zamandı…
Simsiyah önlükler içindeydik. Önlüklerimiz
de bahtımızı işaret ediyordu sanki. Kar,
bembeyaz bir çarşaf gibi ufkumuza gerildiğinde,
okulun bahçesine, beyaz kâğıttaki noktalar gibi,
arka arkaya diziliyorduk… Nöbetçi olduğumuz
günler, karlara bata çıka, bedenimizin yarısı
ağırlığındaki tezekleri okula taşıyor, okulun
sobasını yakmak için de, yakın evlerin ocağından
ateş çalıyorduk...
Ocaktan ocağa ateş taşıyan en çocuk
hırsızlardık, bir eski zamandı…
Okula en yakın ev, Muhacir Kızı’nın
eviydi. Nerden hicret etmişti bilinmez! Köyün
kadınlarından farklı bir başlık takardı. Tüm
dişleri dökülmüş, iki altta damağında, iki de üst
damağında dört dişi kalmıştı. Bir de gözlüğü vardı
ve gözlük camlarının arkasında, patlayıp dışarı
fırlayacakmış gibi duran iki gözü… Muhacir
Kızı, kutsal ocağın başında ateşi bekleyen bir Dev
Anası’ydı! Biz ateş çalmak için, Dev Anası’nın
Ortaçeşme’ye suya inmesini bekliyorduk. O,
51
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
elindeki bakır helkelerle suya indiğinde, biz
de onun kutsal ocağından ateş çalarak okula
koşuyor ve çaldığımız tezek közünü, üfleye üfleye
büyütüyor, alevlendiriyorduk…
Seyrek, kirpi dikeni gibi saçlarım vardı, bir
eski zamandı…
Çocuk nefesiyle tezek közü büyüttüğümüz,
dumana gözyaşı verip alev satın aldığımız ayaz
zemheriler geride kaldı… Belki de hamdım ve
o tezeklerin közünde pişmiş, olgunlaşmıştım.
Bir Hıdrellez günü, öğretmenimin elini öpüp
karnemi aldım ve usulca sıyrıldım önlüğün
siyahından. Karneme bakanlar, okuması yazması
olmayan anama: “Hâl ve gidiş dâhil hepsi pekiyi!
Bu oğlanı okut!” dediler… Ben de ağabeyim gibi,
şehir de dedikleri gurbete gidecek, ortaokulda
okuyacaktım… Ama ortaokulda okumak
için diploma, diploma almak için kafa kâğıdı
lazımmış. Anam nereden bilsin?
***
Sarı bir eylüldü, yağmurun çürüttüğü yeşilin
üstünden geçiyorduk, bir eski zamandı…
Yalvarıp yakardım anama. “Ana, ne edersen
et,” dedim, “herkes diplomasını almış…” Adımı,
diploma denilen o çiçekli, çevresi püsküllü parlak
kâğıtta, o güzel hat ile görmek istiyordum. Anam
silme bir şinik fasulyeyi yükledi sırtıma, “Haydi,
yürü,” dedi. “Bunu öğretmenine ver, diplomanı
da al, gel…” Fasulye torbasına asılıp öyle
koştum ki, âdeta uçuyordum, topuklarım sırtıma
değiyordu. Kan ter içinde okula vardım. Utana
sıkıla, ezile büzüle bir şinik fasulyeyi öğretmenin
masasına bıraktım ve belimi doğrultarak:
– Diplomamı alacağım, öğretmenim, dedim.
Öğretmen, zaten çatık olan kaşlarını alnının
ortasında düğümledi, önündeki kütüğün
sayfalarını hayli karıştırdıktan sonra:
– Oğlum, sana diploma veremeyiz, dedi. Sen
git, anneni çağır!
Yükümü öğretmenin masasına bıraktığım
için, daha hızlı koşuyordum. Anama acı haberi
verdim. Öğretmen seni çağırıyor, benim
kimliğim yokmuş!” Anam, öğretmen yerine
bana kızdı. Sonra da eteğini toplayıp düştü
önüme, okula varınca boynunu eğip öğretmenin
söyleyeceklerini bekledi. Öğretmen, sanki
suçluymuşum gibi, beni gösterdi:
– Yenge, dedi. Biz buna diploma
düzenleyemiyoruz…
Anam, başını bile kaldıramadı:
– Niye ki hoca? Bu herkesten iyi okuyordu!
– Herkesten iyi okuyordu da, kimliği yok!
– Kimlik mi? O ney?
– Nüfus cüzdanı!
– Ne cüzdanı!?
Öğretmen, izah etmek zorunda kaldı:
– Yenge, nüfus cüzdanında, bu oğlanın
resmiyetteki adı, soyadı, annesinin, babasının
adı, doğum tarihi yazılır. Biz de o bilgilere göre
diploma düzenleriz.
Anam geri adım atmadı:
– Bu oğlanın adı soyadı ne, anasının, babasının
adı ne, bu köyde kime sorsan söyler! Oğlanın aslı
belli, nesli belli kurban olduğum!
– Yenge, bunu hepimiz biliyoruz da, diploma
için resmî belge lazım. Resmî belge olmadan,
nüfus cüzdanı olmadan diploma düzenleyemeyiz.
– Resmî belge dediğin ne ki? Nüfus cüzdanı
ne?
Öğretmen, nüfus cüzdanının ne olduğunu
anlamayınca, anamın diline çevirdi:
– Kafa kâğıdı yenge! Oğlanın kafa kâğıdı
lazım!
Annem, “kafa kâğıdı” deyince, bir şeyleri
idrak etti sanki:
– Haa! Kafa kâğıdı mı?
– Evet!
– Bunun kafa kâğıdı yok! Bu doğduğunda,
babası hapisteydi…
– O zaman, bunun kafa kâğıdını çıkartmanız
lazım.
– Nerden çıkaracağız?
– İlçeden, nüfus idaresinden…
Ben, kafa ve kâğıt kelimeleri arasında bir
ilişki kurmaya çalışıyordum. Öğretmenin masası
üzerinde, “diploma belgesi” yazan süslü parlak
kâğıtlara bakıyordum. Anam, ümitsizce tuttu
elimden, ardımıza bakarak eve geldik… Sonra
anam konu komşuya danıştı, sordu, soruşturdu.
“Nüfus idaresine gitmen lazım.” dediler, “kendi
kafa kâğıdını da al, oraya git…”
***
O gece uyuyamadım. Sabah namazından
hemen sonra, anamla birlikte bir traktörün
vagonuna binip, sarsıla sarsıla ilçeye geldik...
O sormaya utanıyordu, nüfus idaresinin
52
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
nerde olduğunu, gelip geçen amcalara ben
soruyordum…
Devleti o gün tanıdım. Nüfus idaresinde,
köylülere bağıran bir kadındı devlet, bir eski
zamandı.
Yüzlerce adam ve kadının olduğu, tıka basa
bir salona vardık. Yüksek tezgâhların ardında iki
adam, bir de kadın vardı. Sarı, kıvırcık saçlı kadının
yanakları, kıştan bahara kalmış elma gibi kırışık
ve solgundu. Gözlüğü de tıpkı Muhacir Kızı’nın
gözlüğüne benziyordu. Şehrin “Dev Karısı” da
bu olmalıydı! Arka taraftaki raflardan aldığı bir
kulaç uzunluğundaki siyah ciltli defterleri masaya
yayıyor, gözlerini kısarak açtığı sayfaları eliyle
takip ederek okuyor, aradığını bulamadığında,
deli gibi bağırıyor, ona arzuhal veren adamları,
tezgâhın önünden püskürtüyordu. Tezgâhın bu
tarafındaki adamlara öyle bağırıyor, onları öyle
azarlıyordu ki, koskoca adamlar, suspus oluyorlar,
boyunlarını eğerek küçülüyorlar, şapkalarının
altında âdeta kayboluyorlardı… İmza atmasının
bilmeyen kadınlar ise, onun karşısında sıcak suya
düşmüş şeker gibi eriyip gidiyorlardı. Onları
yanına çağırıyor, ellerinden tutup ıstampaya
batırıyor, boyalı parmaklarını evraka bastırdıktan
sonra, köylü kadınların elinden tutmanın
kendisinde yarattığı tiksintiyle ellerine bakıp
yüzünü buruşturuyordu…
Korkunç bir Dev Karısı’ydı devlet, bir eski
zamandı…
Sıra bize geldikçe, anam de eriyor,
küçülüyordu… Önümüzdeki adam, bu at suratlı
“Dev Karısı’nın tokat gibi sözlerini âdeta yedi
yuttu ve dişlerini sıkarak gitti. Sıra bize gelmişti.
Şehrin Dev Karısı bağırdı! O bağırınca, anam ne
diyeceğini unuttu:
– Evet! Sen! Ne istiyorsun?
Anamın yerine ben cevap verdim:
– Benim kafa kâğıdım yokmuş!
– Sen sus kirpi!
Sustum ve ellerimle saçlarımı kafa derime
yapıştırmaya çalıştım. Dev Karısı anama yeniden
bağırdı:
– Ne istiyorsun?
Anam biraz daha eridi:
– Oğlanın kafa kâğıdı yokmuş!
Kadın o kadar soru sordu ki, babam da
bilemezdi:
– Kütük numarası kaç? Cilt numarası ne?
Hane numarası!?
– Anam bir köyümüzü biliyordu, bir de
familyamızı…
– Sarıömerli köyündeniz, Avşarlar, derler
bize…
Buruşmuş elma suratlı kadın köpürdü:
– Senin nüfus cüzdanın yok mu be kadın?
– Ne cüzdanı?
Öğretmenimin izahatını hatırladım, anamın
eteğini çekiştirdim:
– Kafa kâğıdını diyor, ana!
Anam elini koynuna atıp kafa kâğıdını
çıkardı… Kadın anamın kafa kâğıdını alıp
kara defterlerin bulunduğu raflara doğru gitti.
Büyük bir defter getirip açtı, defterin kanatlarını
masaya yatırdı, gözlerini kısıp hayli inceledi.
Anama çocuklarının adını sordu. Anam saydı bir
bir… Ayak parmaklarımın ucuna kalmış, nüfus
idaresinin okuduğu deftere bakıyordum. Benden
başka herkesin adı vardı…
Dev Karısı, anamın kafa kâğıdını iade edip
gürledi:
– Bu çocuk nüfus kütüğüne kaydedilmemiş!
Senin böyle bir oğlun yok!
Dev Karısı, “Senin böyle bir oğlun yok.”
deyince dünya başıma yıkıldı. Ben kimdim,
kimin oğluydum, devletin kütüğünde niye
yoktum! Yoksa…
Anam yemin billah etti:
– Vallahi benim oğlum!
– Nüfus kütüğünde böyle bir oğlan yok! Git,
şahit getir! Köyünüzün muhtarı da gelsin!
Ben yok hükmündeydim. Anamın da sesi
kesildi birden... Yutkundum, bir şeyler söylemek
istiyordum; ama Dev Karısı’nın bana: “Sen sus
kirpi!” diyeceğinden korkuyordum… Saçlarımı
bir kez daha sıvazladım ve sustum…
Dev Karısı’nın huzurunda, sıramızın
gelmesini o kadar beklemiştik ki… Bizi şehre
getiren traktör de çoktan köye dönmüştü.
Dağarcığımızdaki haşlanmış patatesleri yufka
ekmeğe dürdü anam ve yola düştük… Anam
teselli etti beni, “Baban gelince, kafa kâğıdını da
alır, iskarpin ayakkabını da…”
Babam bir yıl sonra geldi.
Bir yıl geç başladım ortaokula…
Bir eski zamandı…■
53
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4
SORUŞTURMA
edebiyat ve kimlik
levent
Bayraktar
ibrahim
Doç. Dr. Yıldırım
Beyazıt Üniversitesi
İnsan ve Toplum
Bilimleri Fakültesi
Felsefe Bölümü
tüzer
Doç. Dr. Yıldırım
Beyazıt Üniversitesi
İnsan ve Toplum
Bilimleri Fak Türk
Dili ve Ed. Bölümü
ve
Şair, yazar, radyo ve
televizyon programı
yapımcısı
HAZ. ZEYNEP TEK*
*ar.gör. yıldırım beyazıt üniversitesi
54
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
yağmur
tunalı
Levent Bayraktar "Kişilik, kimlik temeli üzerinde yükselen
fakat asıl benimizi inşa eden, şahsi, bizi biz yapan
değerlerin ve varoluşun ta kendisidir. Dolayısıyla kimlik,
toplumsal ve dış cephemizi oluştururken, kişiliğimiz
bireysel ve iç dünyamızı oluşturur."
I.
Zeynep Tek: Değerli hocalarım, edebiyat ve
kimlik meselesi üzerine konuşmadan önce isterseniz kimliğin ne olduğu üzerine konuşalım.
Kimlik felsefi, edebî, manevi, entelektüel bir
tema. Levent Hocam öncelikle kimlik kavramına felsefi açıdan yaklaşmamız gerekirse neler
söylemek gerekir?
Levent Bayraktar: Kimlik, terminolojik olarak düşünecek olursak, kim olduğumuzla alakalıdır. Kim olduğumuz, bazen nereli olduğumuzla, hangi dili konuştuğumuzla, hangi inanca
mensup olduğumuzla doğrudan doğruya ilişkili.
Şimdi bu bakımdan kimlik, aslında bizim dışımızda var olan, bizim içine doğduğumuz ikinci bir tabiat gibidir. Bu kimliği başlangıçta biz
oluşturmadık. Oluşturmadığımız, öznesi olmadığımız bir kimlik habitatının içerisine, kimlik
doğasına ya da ikliminin içerisine doğduk. Fakat bu içine doğduğumuz iklim bize pek çok
şeyi öğretiyor. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz ki
kimlik; insanın içine doğduğu, tevarüs ettiği ve
öğrendiği bir şeydir.
Zeynep Tek: Böylelikle kimlik nasıl oluşur
sorusuna da cevap arıyoruz?
Levent Bayraktar: Kimlik bize dışarıdan
öğretilenler bütünüdür. Yani bu bize öğretilenler ilkin ailede başlar. Kim olduğumuz, öncelikle bize ailemizden tevarüs ettiğimiz bir tabiat gibidir. Yani ailemizin içerisinde nasıl ve ne
seviyeden hangi dili öğreniyorsak bu dil bizim
ana dilimiz oluyor. Aynı şekilde ailemizin içinde bir kültürün insanı oluyoruz ve o kültürün
değerlerini, normlarını, hayat görüşünü yaşayarak ediniyoruz. Böylece insan olarak bize lazım
olan ve kendimizi tanımamıza, kim olduğumuzu bilmemize ve bulmamıza yarayacak olan bu
ilk bilgileri ailemizden öğreniyoruz. Kimlik, bu
bakımdan bizim öğrendiklerimizin bir bütünü
hâline geliyor. Zamanla içine doğduğumuz dil,
içine doğduğumuz coğrafya, içine doğmuş olduğumuz kültür ve her türlü değerler dünyası bize
bir varoluş imkânı sunuyor. Biz artık dünyayı bu
pencereden görmeye ve bütün tecrübelerimizi
bu kazanılmış olan, edinilmiş olan ilk ve temel
normlar üzerinden geliştirmeye başlıyoruz.
İçine doğduğumuz kültürün kolektif bir
hafızası var, içine doğduğumuz kültürün kültürel
bir geleneği var ve bu kültürel hafıza, gelenek ve
genetik, fertleri birbirine hem kaynaştırıyor hem
de birbirlerine benzer kılıyor. Böylelikle toplum,
bir anlamda kendisini emniyete alıyor. Çünkü
toplumu tedirgin eden şey farklılıklardır. Toplum farklı olana belirli bir mesafeden bakıyor.
İnsanlar birbirine benzedikçe, toplum kendisini
homojen kıldıkça emniyette hissediyor. Fakat
burada bir paradoksu görmek gerekir. Yani toplumu oluşturan bütün fertler birbirlerine benzemeye başladıkları andan itibaren bir tek renklilik ve yeknesaklık vücuda geliyor. Bu durumu
ve paradoksu aşmak için; benzerlik ve farklılık,
süreklilik ve yenilik dengesinin kurulması ve
dinamik bir kültürel hayata ihtiyaç duyuluyor.
Burada işte bir ikinci kavrama ihtiyacımız var.
O ikinci kavram da kişiliktir. Kişilik, kimlik temeli üzerinde yükselen fakat asıl benimizi inşa
eden, şahsi, bizi biz yapan değerlerin ve varoluşun ta kendisidir. Yani kişilik, bu kimlik iklimi
içerisinde kendimizi oluşturduğumuz, kendimize kendimiz için kurduğumuz dünyamızın bir
kavramıdır. Dolayısıyla kimlik, toplumsal ve dış
cephemizi oluştururken, kişiliğimiz bireysel ve
iç dünyamızı oluşturur. Burada nasıl ki birinci
durumda bir kolektif hafızadan, kimlikten bahsediliyordu ikincisinde de şahsi bir hafızadan,
bir şahsi kimlikten yani kişiliğe dönüşmüş bir
kimlikten bahsedilmesi gerekir. Dolayısıyla insan öyle bir varlıktır ki bu varlık iki tabiatta bir-
55
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
den yaşar. Bir; herkesle beraber kimliğinin oluştuğu ortak toplumsal ve doğal hayat, iki; kendi
şahsiyetini inşa ettiği kendi iç/öznel dünyası.
Zeynep Tek: Yani o zaman burada şöyle bir
ayrıma gidiyoruz: Bir taraftan millî kimliğimizin toplumsal ve bütünleştirici tarafı öte taraftan da kişilik dediğimiz aynı zamanda varoluşsal
anlamda kendilik bilinciyle de yakından alakalı
olarak kişinin kendi şahsiyetini inşa etme bilinci.
Levent Bayraktar: Evet, tam da öyle ve bu
ikinci dünyada biz, birincisinde hiç olmadığımız kadar özgürüz. Çünkü birinci dünyamız
daima bizi ödevlerle, sorumluluklarla yükümlü
kılmaktadır. Orada bir vazifeler ağı içerisinde
bulunuruz. Ya bir öğretmenizdir ya bir işçiyizdir ya bir iş yeri sahibiyizdir. Toplumsal, ticari,
dünyevi hayatın çarkının bir dişlisi gibiyizdir.
Fakat kişilik hayatımız kendi içimize döndüğümüz, kendi içimizi inşa ettiğimiz bir hayattır.
Dolayısıyla kimlik dış dünyamızı inşa ederken,
kişilik bizim içimizi inşa eder. İnşa edebilmesi
için de bir iç dünyamız olduğunun bilincinde
ve zevkinde olmamız lazım. Yani insanı tabiattaki tüm öteki varlıklardan ayıran şey onun kendisine kendisi için ikinci bir âlem kurmak gibi
bir ayrıcalığının olmasıdır. İşte insana aslında
kazandırılması gereken şey, bu ikinci âlemi ne
kadar zengin olursa o kadar yetkin bir kavrayışa
ve dünyaya sahip olacağının bilincidir.
Yağmur Tunalı: İnsan seçer ve seçtikleriyle
kendine uygun yaşayış şekilleri kurar diyebiliriz
o hâlde. Kendine özgü ve kendine yeten…
Zeynep Tek: Dolayısıyla da kişilik ve kimlik
bilinçlerinden sonra; bunun üzerine evrensel bir
kimlik oluşturabilme imkânı doğabilir diyebiliyor muyuz?
Levent Bayraktar: Şöyle bakabiliriz sanırım:
İnsanı, kapalıdan açığa doğru bir tekâmül varlığı olarak okumak zorundayız. En kapalı olduğu
yer insanoğlunun içine doğmuş olduğu muhittir. Bu muhit, çevre ona dilini, kültürünü, değerlerini, tarihini, kolektif hafızasını ve kolektif
bilinçaltını verir. Fakat bu yetmiş olsaydı eğer
insanlar hep birbirlerine benzer olmayı ve bu
benzerliklerden de hoşnut olmayı seçerlerdi.
Oysaki öyle olmuyor. İnsanoğlu bunu bir varoluşsal zemin olarak kabul ediyor ve bu varoluşsal
zeminin üzerinde mutlaka kendisini inşa edeceği bir yeni dünya kurmak ihtiyacı hissediyor.
İşte insanın bu yeni dünya kurma ihtiyacı hoş
görülmelidir, bu imkânı ona tanınmalı ve hatta
bunun için teşvik edilmelidir. Çünkü iç dünyası olan insanlar, başkalarının dünyalarını merak
etmek ve kurcalamak yerine kendi dünyalarını
inşa etmeyi seçerler, kimlik ve kişilik çatışmasını
aşarak yetkin bir varoluş imkânını tahakkuk ettirmeye yönelirler.
56
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Zeynep Tek: Çok güzel.
Levent Bayraktar: İç dünyası olmayanların
tecessüsüdür, başkalarının dünyası. Çünkü iç
dünyası olan insan, sırası geldiğinde edebiyata
kaçar, sırası geldiğinde tarihe kaçar, sırası
geldiğinde maneviyata, sırası geldiğinde de
bütün bir insanlığı ideal edinen yüksek kültür
ürünlerine kaçar. Bu kaçtığı yerlerde de insan,
insani tekâmülünü gerçekleştirir. Dolayısıyla
insan bu dünyaya sadece determine bir varlık
olarak gelmiş değildir. Varoluşçuların söylemekten hoşnut olduğumuz, tekrar ederken işimize
yarayan bir sözleri vardır. «İnsan bu dünyada
varoluşu özden önce gelen bir varlıktır.» Yani
insanoğlu, herhangi bir şey olmak için değil
bu dünyaya kendisi olmak için gelmiştir. Kendisi olabilmek için de kendisi için bir dünya
inşa etmesi gerekir. Kendisi için bir dünya inşa
edebilmek için de daha önce inşa edilmiş örnek
dünyalarla karşılaşması ve tanışması gerekir. İşte
bu örnek dünyalar sadece bizim yakın aile çevremiz değildir; bütün bir insanlıktır. O yüzden
bu kahramanların dünyamıza dâhil olmaları ufkumuzun sınırlarını genişletir ve aslına bakılırsa
bütün bir tarih, bütün bir insanlık ve bütün bir
kültür ve medeniyet tarihi bizim için bir fırsat ve
ufka dönüşür. Eğitim yoluyla insanımıza böyle
evrensel bir şahsiyet olabilmenin zevkini ve yolunu aşılayabilirsek; bu hem kendimiz için hem
de milletimiz ve insanlık için yapabileceğimiz en
anlamlı işlerden birisi olur. Demek ki insanlık
bir idealdir; ama bu ideale ulaşmak için yerel
olanla, millî olan ve insani olanın arasında sürekli bir iletişim, etkileşim ve tekâmül olduğunu
fark etmek gerekiyor.
Zeynep Tek: Yağmur Hocam, Levent Hocamızın kimlik üzerine izahlarından sonra siz bu
kavram üzerine neler söylemek istersiniz?
Yağmur Tunalı: Yeni bir tarif aramaya girişmeden söyleyelim ve basitten gidelim: Adı
üstünde kim-lik. Fert planında da toplum ölçeğinde de soru gayet nettir: “Ben kimim?” Arkasından ona anlam yükleyen ikinci soru gelir:
“Neyim ve niçin buradayım?” Bu soru yaradılışı
anlama bakımından kimlikle doğrudan ilgilidir.
Konuyu dağıtmadan söylersek, ilk vereceğimiz
cevap ne ise, kimliğimiz de odur. Soru tek olsa
da cevap tek değildir. Şu var ki, insan olarak pek
çok kimliğimiz vardır. Mesleki kimliğimizden
cinsiyetimize ve meraklarımıza kadar onlarca
kimlikle kendimizi ifade ederiz. Levent Hocanın da söylediği gibi öğretmeniz, şair, mühendis,
doktor, erkek, kadın, esnafızdır, esnaflık içinde
mesela bakkalızdır ve daha pek çok sayıda benzeriyizdir. Sosyolojik kimliğimiz de bu kadar
olmasa da çeşitlilik gösterir. Asıl önemlisi ve
muhtemelen bu sorunun peşine düştüğü, millî
kimliğimizdir. Toplumun bütünüyle benimsediği kimlik. Ortak adımız. Bizliği söyleyen tılsımlı
ifade. Bir toplum mutabakatı hâlinde her ferdi
birbirine bağlayan ve nihai noktada kenetleyen
sırlı terkibin herkesçe benimsenen adı.
Kimliğin temel özelliği, ötekiyle, diğeriyle,
başkasıyla ilgili oluşudur. Ben başkasıyla varım
ve onun karşısında farklılığım kimliğimdir. Bütün kimlik tanımaları, bu zıtlık üzerinden görünür, bilinir, anlatılır ve anlaşılır hâle gelir.
Zeynep Tek: Kesinlikle çok önemli Hocam.
Kimliğin anlamını öteki üzerinden okuyabilme
hususu esaslı bir nokta?
Yağmur Tunalı: Tabii. Hani Necip Fazıl,
düşman için söylüyor ya, “Gece gündüze lazım
/ Sen de bana lazımsın!” Öteki, kimlik için bu
kadar onsuz olunmaz bir rükündür.
Zeynep Tek: Öyleyse kimliğe bir edebiyat
eleştirmeninin gözüyle bakacak olursak İbrahim
Hocam, siz kimlik kavramı üzerine neler söylersiniz? İsterseniz önce “kimliğin anlamı”, “kimlik
sahibi olunması” gibi temel hususlar üzerinde
durarak başlayalım.
İbrahim Tüzer: Levent Hocamın ve Yağmur Bey’in kimlik kavramı üzerine dile getirdiği
nitelikli hususlar hakikaten önemli. Kimlik ve
beraberinde gelen anlam dünyasına özellikle
2000’li yıllardan sonra önemle işaret edildiğini görüyoruz. Türkiye’de entelektüellerin ya da
akademide bulunan, bir fikri olan, söyleyecek
sözü olan insanların kimlik meselesi üzerine düşünüp tartışıyor olmaları sevindirici bir durum.
Diğer taraftan kimlik kavramına farklı bir bakış
açısıyla yaklaşmak; onu etraflı ve daha derinlikli
ele almak mümkün. “Kimlik sahibi olmak” ile
“bir kimliğin sahibi olmak” arasında farkların
olduğunu düşünüyorum. Kimlik kavramı etrafında dikkat çekeceğimiz “Bir kimliğin sahibi
olmak!” önermesini öncelikle izah etmemiz ge-
57
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
rekiyor. Benimsediğimiz ideolojilerden dolayı
sahiplendiğimiz fakat içini dolduramadığımız
kimliklerden ziyade inanarak, sahici bir şekilde,
okuyarak, öğrenerek, farkına vararak ulaştığımız
bir kimlik... Belki de bunların hepsine imkân
verecek, yol açacak olan ‘merak’ duygusunu elden bırakmayarak elde edeceğimiz kimlik ya da
bir kimlik algısı... Bundan söz ediyoruz. İşte o
zaman kimliğin önündeki onu belirleyici olan
niteleme sıfatı bir önem kazanıyor. Bir kimliğin
sahibi olabilmek, dünyada yaşıyor olduğumuzu fark etmemizle ilgili bir durum aslında. Bir
dünyada yaşıyor olduğumuzu fark ettiğimiz an,
bir kimlik bilincine doğru da yol alıyoruz. Peki,
insan bir dünyada yaşıyor olduğunu nasıl fark
eder? İnsan bu dünyada hangi hâlleriyle kendini
var kılar? Bunlar biraz evvel ifadeye çalıştığım
gibi nasıl bir dünyada yaşıyor olduğumuzu fark
edebilmemizle ilgili. Kadim öğretilerde, felsefenin temelinde ve insanı kâmil kılmaya çalışan
tüm disiplinlerde en başından beri, insanın dünyadaki konumunun ne olduğu sorusuna ve aynı
insanın dünya karşısındaki tavrının, tutumunun
nasıl geliştiğine cevap aranmaya çalışılmıştır. Sonuç itibariyle genel olarak şuna ulaşılır: İnsanlar
dünyayı iki farklı şekilde algılarlar. Bunlardan
ilki “duymak”, “hissetmek”, “anlamak”, “merak
etmek” eylemleri etrafında gelişen ve soru
sorarak dünyanın hâlleri üzerine bilinç geliştiren
tavırdır. Diğeri ise “unutmak” parantezine
alabileceğimiz ve fark edilmeden yaşanılıp
gidilen bir dünya algısıdır. Bir dünyada yaşıyor
olduğumuzu fark etmek sorduğumuz sorularla;
hayatı kendimize dokunulur kılmamızla ilgili
bir husus.
Biz bir kimliğin sahibi olmaya başlamadan
evvel nasıl bir dünyada yaşıyor olduğumuzu fark edeceğiz. Yani soru soracağız. Burada
da yeri geldiği için dikkat çekmek istiyorum.
Martin Heidegger’in tanımlaması ufuk açıcıdır. “İnsanlar varlığı iki şekilde algılar.” der
Heidegger ve var olmayı unutma durumuyla
var olmayı bilme durumundan söz eder. Buna
“otantik olma” ve “otantik olmama” adını verir.
Yine bu bakış açısı, bize kendisinden yıllar evvel
Gazali tarafından işaret edilmiş olan “Hakikatin
Bilgisine Yükseliş”ini hatırlatır. Hakikate, bilgiye ya da esas olana ulaşabilmek için aklın ya
da duyu verileriyle kazanılan tecrübenin yeterli
olamayacağını; bunların yanı sıra “sezgi”nin en
önemli kavrayış ve bilme durumu olduğunu işaret eden Gazali’yi… İşte “sezmek” de “fark etmek” de nasıl bir dünyada yaşıyor olduğumuz
üzerine düşünmeye başlamakla ancak mümkün
olan bir durum. Bunun tam aksi istikametinde
ise “unutmak” var. Ortega Gasset’in ifadesiyle
söylersek “herkes” gibi yaşıyor olmak ve tüm öznelliğimizin ve renklerimizin silinip gidiyor olması var. Levent Hocamın az önce bahsettiği tek
renklilik ve yeknesaklık da bununla ilgili sanki...
Ahmet İnam Hocamızın kulakları çınlasın. O,
ifadeye çalıştığım bu durumu yaşayan insanlar
için “yaşayıp giderler” diyor. Yani hissedilerek,
duyumsanarak “yaşanılan bir hayat”ın ötesine
atılmış bir koca hayat… Bunun sonrasında gelen ölümün de hiçbir anlamı olamıyor dolayısıyla. Oysa ölüm, “ol”mak için geçilmesi gereken
bir durak. Hani Goethe diyor ya, “Öl ve ol!” İşte
bunu bilmiyorsan zavallı bir misafirsin karanlık
yeryüzünde…
Yağmur Tunalı: Evet, dünya gurbeti deriz
biz. Bu gurbet, doğum ve ölüm arası bir geçiş
yeri. Ölüm, tek ve kaçınılmaz son mudur?
“Ol+mak» ne kadar nefes alıp verir olmak değilse, ölmek de onlarsız kalış değildir. Öle öle
58
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
olunur ve ölmeden evvel ölünerek hayat kazanılır. Bu da bir mistik bakış ki bizi bin yıldır bu
düşünüş diri tutuyor.
İbrahim Tüzer: Çok doğru. İşte bunun için
“Sadece insanlar ölüyor. İnsan olamayanlar ise
telef oluyor…” Peki, bu işaret ettiğimiz mevzunun kimlikle ne ilgisi var? Kimliğin doğrudan çıkış noktası burası aslında. Kimlik, eğer
kim olduğumuzu, nasıl bir bilinç içerisinde
yer aldığımızı, dünyada sadece insanlarla değil,
nesnelerle, kavramlarla, hâdiselerle nasıl bir iletişim, nasıl bir etkileşim içerisinde olduğumuzu
belirleyen çok önemli bir algı duvarı ise bunun
temelinde de bu algının ne şekilde oluşacağı
vardır. Algımızı ya soru sorarak, merak ederek,
eskilerin dediği gibi tecessüs hâlinde, tetebbu
hâlinde oluştururuz ya da “herkesleşerek”, ‘o insanlar öyle düşünmüşler ben de onların çizmiş
olduğu yolda onlar gibi ilerleyeyim’ şeklinde bir
bakış açısıyla devam ettiririz. Bu, kimlik oluşumunun en birinci aşaması gibi gelir hep bana.
II.
Zeynep Tek: Tam da bu noktada izninizle
ikinci sorumuz da olan kimlik nasıl oluşur sorusuna cevap arayalım isterseniz.
İbrahim Tüzer: Kimlik nasıl oluşur meselesi tam da burada konuşulacak bir husus. Sahici
diyebileceğimiz bir kimlik, birdenbire oluşmaz.
Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı eserindeki
anlatı kahramanı gibi, biraz evvel söylediğimin
alt yapısını oluşturarak oradan devam edecek
olursam, ölüm anında da oluşabilir. Yani ölüm
döşeğindeyken bile insan fark etmeye başlayabilir... Nefes alıp vermeye devam ettikçe bu imkân
her zaman vardır. Tam düşecekken tutunduğu
bir tuğla ona kim olduğunu hatırlatır belki.
Zeynep Tek: Eğer Rab bellemediyse…
İbrahim Tüzer: Evet, İsmet Özel’in dizeleridir değil mi? “Tam düşecekken tutunduğum
tuğlayı, / Kendime Rabb bellemiyeceğim.” der
şair. Yani o zaman daha temelli bir alana doğru
hareket ettiğimiz meselesi karşımıza çıkar. İnsan bu dünyada yaşarken kendi varlığı etrafına
duvarlar örer. Bunlara ‘güvenlik duvarları’ diyebiliriz. ‘Ontolojik duvarlar’ diyebiliriz. ‘Emniyet duvarları’ adını verebiliriz. Her birimiz
ihtiyaç duyarız böylesi duvarlara ya da koru-
naklara. İnsanlar maddi emniyetlerin ötesinde
ruhlarını da emniyet alanına taşımak isterler.
Bu dünyada ruhlarının da rahat edebilmesi için
huzurlu ortamlarda yer alabilmek adına biraz
evvel sözünü ettiğimiz alanlar oluştururlar. İşte
buralar onların kimlikleridir. Kimisi bir an evvel
bir makam sahibi olup unvan elde ettikten sonra bir emniyet alanı oluşturabileceğini düşünür
ve bunun uğraşı içerisine girer. Diğeri çok fazla
maddi imkânlar elde ettiğinde ancak varlığının
huzura ereceğini düşünür; çok emniyetli bir
alanda olduğunu varsayar ve kendini sürekli o
alana taşımaya çalışır. Kimileri için de ruhunun
açlığı ne ise, ihtiyacı olan ne ise onu netleştirir,
onu ortaya kor ve o alanda rahat etmeye çalışır.
İşte bunlar bizim kimliklerimizdir. Bu kimliğin
oluşum sürecini soruyorsunuz. Bu kimlik birdenbire olmaz. Bu kimlik, insanın soru sormaya
başladığı andan itibaren oluşturmaya ve yavaş
yavaş öremeye başladığı bir kozadır. İnsanın ne
zaman soru sormaya, merak etmeye başlayacağı
ise kendi varlık algısıyla ilgilidir…
Burada bir ilave yaparak şuna da işaret etmemiz gerekir: İnsanlar aslında iki kez doğarlar.
Birinci doğum, biyolojik doğumlarımızdır.
Her birimizin doğduğunda annelerimizle
aramızdaki göbek bağının kesilmesi biyolojik
doğumlarımızdır. Ama ikinci doğumlarımız
nasıl bir dünyada yaşadığımızı fark etmemizle
başlar. Bunun yaşı ve zamanı hiç kimse için aynı
değildir. Biraz evvel sözünü ettiğimiz İvan İlyiç
gibi ölüm döşeğindeyken bile doğabilir insan.
Aydınlanır yani. Carl Gustav Jung bu tür insanlar için “yeniden doğan”lar tanımını yapıyor.
Zedelenmiş, tamamlanmamış taraflarını fark
edenler ve tamamlamak adına kendilerinden
beklenen gayreti ortaya koyanlar yeniden doğanlardır. Nasıl bir dünyada yaşıyor olduğumuz
da bununla ilgili bir husus. Yani o varlığımızın,
ben’lerimizin çevresine örmüş olduğumuz emniyet duvarlarının yıkılıp gitmeyeceğini kim
garanti edebiliyor bize? Değil mi? Unvanlarımız
varsa bu unvanlarımızdan sıyrılıp emekli olabiliyoruz. Efendim, çok malımız mülkümüz varsa
bunlar elimizden çıkıp gidebiliyor. Hepsi bitip
tükeniyor. Makamlar gelip geçiyor… Temel
çıkış noktamız şu gibi geliyor hep bana: Tüm
imkânlarımız elimizden gittiğinde sahip oldu-
59
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Yağmur Tunalı "Kimliğin inşası, doğrudan doğruya dille
ilgili bir mesele olduğu için edebiyat, çok zaman merkeze
yerleşir. Kurucu rolü olduğu da vakidir. Ancak, kimliğin
diri tutulması ve parlak şekilde devamı mutlak surette
edebiyata ihtiyaç duyar."
ğumuz bilinçle, kimlik algısıyla, yine kendimizi bu dünyada var kılabilecek miyiz? Zihnimizi
meşgul eden, çıplak gerçek olarak yüzleşmemiz
gereken soru bu belki de. İşte bu bizim kimlik
bilincimizle ilgili.
Zeynep Tek: Yağmur Hocam, İbrahim ve
Levent Hocalarımızın farkındalık şuuru üzerinden ortaya koyduğu kimlik algısını değerlendirdikten sonra, kimliğin oluşum sürecine dâhil
olan unsurlar konusunda siz neler söylersiniz?
Yağmur Tunalı: İbrahim Hoca da Levent
Hoca da kimliğin iki özelliğinden bahsettiler.
Biri, hazır bulduğumuz, diğeri de edindiğimiz
kimlik. Dikkat edilirse, doğarken hazır hâlde
bize verilen kimlik, edineceğimiz kimlik veya
kimliklerin de zeminini hazırlar. Levent Bey’in
kişilik kavramıyla anlattığı da bu hazır zemin
üzerinde kendiliğini kurar. Uzun asırların anlayışları ve gelenekleriyle, yeni zamanların oluşumları hem çatışır hem buluşur. Mesela doktor
olacak bir kimse, içine doğduğu toplumun kimliği ile o toplumun diğer gelenek görenekleriyle beraber, tıp geçmişini de dünya ölçeğindeki
tıp bilim ve kültürüne katarak doktor kimliğini edinir. O doktorlardan bir doktor değildir;
mesela bir Türk doktordur, Alman veya Fransız
doktordur. İçine doğduğumuz coğrafya ve daha
özel söyleyelim vatan, bizi çok yönlü emzirir.
Silinmez damgasını sayısız şekilde vurur. Yani,
demem o ki, kimliğin oluşumu çok karmaşık ve
kompleks bir durumdur. Kişinin tercihine kalan
kısımları da tarihin, toplumun, geleneklerin, yaşanmışlıkların etkisi altındadır.
Galiba, bu noktada daha net bir soruya ihtiyacımız var, sanırım oradayız: Kimlik nelerden
oluşur?
Zeynep Tek: Evet, kimliğin karmaşıklığından bahsettiniz. Bu karmaşıklık, uzun zamanlı
oluşumunun birçok faktöre dayanmasıyla ilgili
olsa gerek.
Yağmur Tunalı: İşte burada millî kimlikten
bahsetmeliyiz. Çünkü millî kimlik uzun tarih
dönemlerinden süzülerek gelir ve gelişir.
Geçmişin yoğurduğu özlü bir terkiptir. Bu
terkibi de sadeleştirirsek dil, millet ve devlet
üçgenine ulaşırız. Tarih, bu üçlü üzerinden bir
kimlik oluşumunu söyler. Dediğimiz gibi, köklü
ve esaslı bir meseledir. Kolay elde edilecek cinsten
de değildir. Öyle her kimlikten bahsedenin
böyle bir derin geçmişten bahsetmesi mümkün
olmaz. Yalınkat arayışlar ve ona göre şekillenen,
oluşumları henüz kesinleşmemiş etniler, antiteler, varlığı uzun asırlara dayanmayan kültürler,
yerleşmemiş, rüştünü ispat etmemiş sosyolojik
topluluklar böyle bir kimlik iddiasında geri düşerler. Millet olma iddiası, bu tarz bir kimlik
edinme yolunda adım atmaktır. Uzun asırlar gerektirecek bir yola çıkmış olabilirler, ama yolları
uzundur. Kolay iş değildir.
Zeynep Tek: Kimlik bilincinin esasen millî
kimlik kavramı üzerinden değerlendirilmesi
gerektiğini ifade ediyorsunuz Hocam. Burada
söylediğiniz üzere asıl olan tarih ve dil şuurunu
açacak olursak neler söylersiniz?
Yağmur Tunalı: İnsan ve insan topluluklarıyla ilgili konular yaşayanlardan çok gelip
geçmiş atalarının bin bir denemeden sonra yerleştirdiği yaşayış örnekleri veren anlayış ve prensiplerle konuşulur. Biz, binlerce yıl önce yaşamış
cetlerimizin kimliğindeyiz. Onlardan farklılıklarımız, zamanın ekledikleri ve çıkardıklarıdır.
Onlardan kalanlar kaç nesilde, kaç devirde, nice
değişmelerden, nice sınavlardan geçerek bugüne
gelebilmişlerdir. Tabiattaki zayıfı eleme burada
da geçerlidir. İnsan topluluklarının millet vasfı
kazanmalarının şartları daha ağırdır. Orada daha
büyük bir fizyolojik ve psikolojik kuvvet gerekir.
Bu kuvvet, millet dediğimizde, iki olmazsa ol-
60
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
maz kimlik unsurudur. Buna dini de ilave edince, ana çizgi ve eksen oluşur. Bu üçlüden dili
ayrı yere koymak lazımdır. Dil, sadece kültürü
değil, her bakımdan, her şeyi taşıyıcı özelliğiyle
öne çıkar. Tarih, bu diliyle hayatta kalmış ve
hayat vermiş milleti yapıp ettikleriyle bir yere
oturtur. Geniş manada bir yaşama kültürü, bu,
tarihte var olan milletin bugüne gelişini de söyler. Tarihte varlık şekli de kimliği belirler. Tarihî
varlık, tarihî kimlik olmakla kalmaz, bugünün
ve yarının kimliğini de kaidesi üzerinde yükseltir.
Zeynep Tek: Böylelikle millî kimlik
kavramının nelerden oluşması gerektiği
anlaşılmış oluyor. Levent Hocam, kimliğin
oluşum sürecine dâhil olan unsurlar konusunu
siz nasıl genişletirsiniz?
Levent Bayraktar: İbrahim Hocamın da dile
getirdiği üzere kimlik konusu sosyal bilimlerin
temel meselelerinden biri. Yağmur Hocam
da tarih içerisinde oluşan dil, millet ve devlet
gerçekliklerine işaret ettiler. Sosyal bir varlık
olarak insan, yaşayabileceği fiziki bir çevreye
ihtiyaç duyar; fakat bununla yetinemez. İnsan
tabiatta tek başına da var olamaz. Mutlaka
bir aile veya aile yerine geçebilecek bir sosyal
himayeye muhtaçtır. İnsanı o insan yapan da
bu sosyal himaye ve organizasyon dâhilinde
edindiği değerler ve normlardır. Dediğimiz gibi
kimlik bizim içine doğduğumuz bir ortam. Ama
bu ortam dış tabiat gibi değil, bu da kendisine mahsus bir yapısı olan bir tabiat. Bu tabiatta daha çok bizden öncekilerin ortaya koymuş
oldukları ve geleneğe dönüşmüş olan şeyler
var. Mesela, bütün değer yargılarımız, gelenek
göreneklerimiz, dilimiz ve bu dil ile ortaya koymuş olduğumuz ninnilerimiz, manilerimiz, şiirlerimiz, edebiyatımız, değer hükümlerimiz,
dünya görüşümüz her şey bu kimliğin içerisinde.
III.
Zeynep Tek: O hâlde kimliğin dil, tarih,
coğrafya, kültür, din ile ilişkisinin ne boyutta
olduğu göz önünde tutulduğunda bütün bunların edebiyata yansıma biçimleri neler olabilir?
Yağmur Tunalı: Kimliği dil, millet, devlet
üçgeninde görmek, yeni zamanların millet teorileri için kuvvetli bir formüldür. Bu üçgenin
ruhunu Gelner’in dediği gibi bir “ortak yüksek
kültür”ün yoğurduğunu anlamak gerek.
Kültürün şekillenmesinde coğrafya faktörü
ana unsurlar arasındadır. Coğrafya, yani tabiat
kendi şartlarını dayatır. En azından maddi kültür ve şekillerde tayin edici rol oynar. Şehirleşmede, ev ve mekân yaratmadan tutun da pek çok
konuda millî kimliğin özü farklı gerçekleşmelere
mecbur kalır. Mesela, soğuk iklimle sıcak iklim,
aynı millî karakteri farklı gösterebilir. Yine işaret
edelim ki değişen şekillerdir. Öz değişmez olmakla beraber bu büyük bir farklılıktır. Zaman
zaman öz değişikliğini zorlayacak kadar kuvvetli
bir coğrafya dayatmasından bahsedenler vardır.
Bu zorlamanın kültür kodlarını, bütünüyle yaratıcı kabiliyeti ve yaratılan yaşama şekillerini
kısmen değiştireceği de kabul edilebilir. Bunun
kuvvetli göstergeleri genellikle kültürel verimlerde kendini gösterir.
Kimliği oluşturan “yüksek ortak kültür”ün
ana ekseninde din vardır. Bunu, belki bizim
kimlik yerine eskiden kullandığımız “hüviyet”
kelimesinden hareketle daha net görebilir ve
söyleyebiliriz. Bu kelime “hüve”, ”o” köküne,
“-lik” manası veren “-yet” ekiyle yapılmıştır. Bu,
çok dikkat çekici bir ifadelendirmedir. Çünkü
Hüve, tek başına Tanrı’yı ifade eder. Dolayısıyla
kimlik, doğrudan doğruya yaratıcıyla ilişkilendirilerek söylenmiştir. Bir başka dikkat noktası,
çağdaş psikolojik ve sosyolojik izahlarımızda,
ferdi “ ben” üzerinden giderek anlamaya, tarife
ve kimliklendirmeye çalışmamız. “O” üzerinden, birinci şahıs yerine üçüncü şahısla ifadelendirme, yine çok dikkat çekici bir husustur.
Yaradılışı anlama ve anlamlandırmalarının farklılığını da gösterir.
Enteresan bir husus: Bu, kimliği tarihle doğrudan bağlamamıza ters bir izah da değildir.
Çünkü Türkler, bugüne intikal eden bilgilere
göre Müslüman olmadan da bu bakıştaydılar.
Orhun Abideleri, döne döne bu anlayışı söyler.
“Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan” denmesi de bu kimlik tanımının şifresini verir.
Levent Bayraktar: Sevgili Yağmur Hocamın
temas ettiği “yüksek ortak kültür” kavramı çok
dikkat çekici ve derdimizin devası gibi duruyor.
Bu kavramın içeriğini oluşturmamız ve anlamamız gerekiyor. Her toplumu ayakta tutan millî
61
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
İbrahim Tüzer "Kimlik bilincimiz, dil bilincimizden
kesinlikle ayrı duran bir husus değildir. Dilimize sahip
olduğumuz, dil bilincini derinlikli bir alana taşıyabildiğimiz
oranda kimlik bilincine ulaşabiliyoruz. Dil söze gelmektir.
Dil görünür olmaktır. Kimlik de görünür olmak değil midir?
Bizler görünür olabilmek için bir kimlik ihtiyacı içerisine
girmiyor muyuz?"
bir elit/güzideler zümresi vardır ve olmalıdır.
Bizde maalesef kimi zaman halkçılık adına yüksek kültür hor görülmüştür. Oysa varlığımızın
bekası, hasbi ve saf olanın talibi olmakla mümkündür.
Zeynep Tek: Çok güzel. Kimliğin ya da daha
özelde millî kimliğin edebiyata yansıma biçimleri üzerinden gidecek olursak İbrahim Hocam
az önce de bahsettiniz ama burada sırası gelmişken bu hususta ayrıca neler söylemek istersiniz?
İbrahim Tüzer: Özellikle dil meselesi çok
önemli. Yani bizim kimlik bilincimiz, dil bilincimizden kesinlikle ayrı duran bir husus değildir. Dilimize sahip olduğumuz, dil bilincini derinlikli bir alana taşıyabildiğimiz oranda kimlik
bilincine ulaşabiliyoruz. Wittgenstein’ın sözü
geliyor aklıma: “Dilimin sınırları, evrenimin
sınırlarıdır.” Yani dil, söze gelmektir. Dil görünür
olmaktır. Kimlik de görünür olmak değil midir?
Bizler görünür olabilmek için bir kimlik ihtiyacı
içerisine girmiyor muyuz? Bu durumun net bir
biçimde anlaşılabilmesi için meseleyi modern
dünyanın algı biçimlerine getirmemiz lazım
ki içi boşaltılan kimliklere temas edebilelim.
Biliyorsunuz 19. yüzyılın bize en önemli
mirasıdır bu; bir şeyi mukayese edebilmek. Bir
şeyi mukayese ettiğimizde esas olan şey daha
iyi anlaşılır. Şu ana kadar esas olan kimlikten,
sahici kimlik algısından bahsettik. Ama bunun
içinin boşaltılmış şeklini de ortaya koyalım
ki sahici olanın nasıl bir şey olduğu daha iyi
ortaya çıksın. Bunun için yaşadığımız yüzyıl, içi
boşaltılarak anlamdan yoksun bırakılmış olması
bakımından son derece dikkat çekici örneklerle
doludur. Şimdi, dil meselesine tekrar dönecek
olursak, yani biz nasıl bir dil algısına sahipsek
kimliğimizin derinliği de o oranda artar. Peki,
dil bilincine nasıl ulaşırız? Dil bilincine merak
ederek ulaşırız. Dil bilincine merak ettiğimiz
oranda okuyarak, öğrenerek ulaşırız.
Kelimeler bizim kimliğimizdir. Derinlikli
düşünebilmemiz sahip olduğumuz kelimelerle
ilgilidir. Dille kullandığımız kelime çeşitliliği arasında çok ciddi bir ilişki olduğunu iddia
ediyor istatistikçiler. Yani bir insan günü 150
kelime çeşidini kullanarak tamamlıyorsa onun
derinlikli bir şekilde düşünebilme kapasitesi kelimelerin kendisine sunduğu imkân kadardır. Bu
ister istemez kimliğine tesir ediyor. Şimdi modern dünyaya bakalım. Modern dünyada insanlarda dil bilinci olmadığı için ister istemez kimlik bilinci de yok maalesef. Nereden anlıyoruz.
İnsanların konuştuğu dile bakın. Kitap okumadan herkesin konuştuğu dili kullanarak kendini
var kılmaya çalışan insanlara bakın. Mesaj diline
bakın. “Slm”, “nbr”, “mrb” ile oluşturulan; “eshaarp”, “bujiteri”, “bilgisayar store”, “cafe/restaurant”, “bilmem ne outlet” ve daha yüzlercesi
gibi ne olduğunu tam çözemediğimiz tabela dili
hâline gerilemiş kelime dünyamıza bakın.
Yağmur Tunalı: Şunu da kaydetmek lazım:
Bazı durumlarda kimlik oturmuştur. Bugün
tartışıldığına ve tartıştırıldığına bakmayınız,
bizim için öyledir. Halk geniş bir bilgiye ihtiyaç
duymadan devlet katında temsil edilen kimliğe
bağlanır ve o kimlik için her şeyini feda edecek
kadar bağlanır. Bu manada kimlik problemi
yoktur. Millet hayatı için ise dil ve kimlik
yapıcılığı, anlatılışı, yayılışı hayati manada
görülebilir. Çünkü devamı sağlayacak olan bu
çeşit bir anlama ve anlatmadır. Dahası yayma da
böyle sağlanır. Özellikle bugünün dünyası için
62
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
kaçınılmaz bir durum. Aslında tarih planında
da öyledir. Dediğiniz yeni dil dikkatsizlikleri,
bu konuda önemli bir eksiliğe yol açabilir.
Şuur noktasında bir eksiklik... Çünkü o eski
şifahî kültür dönemlerinde değiliz. Dolayısıyla
kimliğin de zedelenme tehlikesi var.
İbrahim Tüzer: Çok doğru. Diğer taraftan
tüm bunlar bizim dil bilincimizle, dolayısıyla da
kimliğimizle ilgili tutumumuzu ortaya koyuyor.
Aslında, kayıtsızlık ve körleşme de diyebileceğimiz bu algı seviyesi, tam da modern dünyanın
öngördüğü bir durumdur. Herhangi bir şeyin
bilincine varmamızı ve zihinsel konforumuzun
bozulmasını istemez içinde yaşadığımız dünya.
Âdeta “Biz senin yerine merak eder, senin yerine düşünür ve senin yerine güzel şeyler keşfedip
önüne koruz.” der. Bunun bir anlamı da “Sen
bunlara uy, herhangi bir kimlik bilincine sahip
olmana gerek yok.” demektir. Çünkü insan çok
çabuk alışabilen bir varlıktır. Girdiği her ortama
alışabilir. Özellikle de konfora, rahata çok çabuk
alışır. Takiyettin Mengüşoğlu İnsan Felsefesi’nde
insanın özelliklerini sayarken onun bu tarafına
da vurgu yapar. Özellikle zihinsel anlamda temel
alışkanlıklarını bozmak istemez insanlar. Bunu
kolay göze alamazlar. Bilinçli bireyler, zihinsel
konforlarının bozulmasını göze ala ala kendilerini var kılmaya çalışırlar.
Sorunuzun bir diğer parçası da edebiyatla ilgiliydi. Dil ve edebiyatı beraber düşündüğümüz
için aslında bu hususlara temas etmiş olduk.
Dilin görünür kılındığı yer çoğu zaman sadece
sanat eseriymiş gibi bilinir ancak dilin görünür
kılındığı yer hayatın her safhasıdır. Yaptığımız
alışveriştir. İnsanlarla karşılıklı bir araya geldiğimizde ettiğimiz sohbetler ve onlarla iletişim
biçimimizdir. Trafikteki tavır ve davranışlarımızdır. Misafirlerimizi ağırlama biçimimizdir.
Arkadaşlarımızı değerlendirme tarzımızdır.
Münhasıran bunun görünür kılındığı alan ise
sanattır. Edebiyat da sanatın çok önemli bir şubesi olduğu için kimlik algısının, dil algısının
doğrudan ilişkide olduğu bir alandır. Son dönem edebiyatımızda estetik değer algısının meydana getirildiği romanlarımızın, hikâyelerimizin
sayısı azaldı gibi geliyor bana. Tanpınar’dan bu
yana, Oğuz Atay’dan, Safiye Erol’dan bu yana
nitelikli, estetik tarafı derinlikli, anlamın aralık
bırakılarak devam ettiği metinlerin çok fazla yazılamadığı ile ilgili bir düşünceye sahibim. Anlamın aralıklı bırakılmasını bilerek söylüyorum.
Bir metinde, bir sanat eserinde aralık bırakılan
anlam alanları var ise bu o aralıktan okur sızsın
ve anlamı tamamlasın diyedir. Bu sanat eserinin
çok önemli bir hususiyetidir; ama işte o aralıktan sızan okurların sayısı azalıyor. İşte yine bu da
merak ve tecessüs ile ilgili tabi…
Zeynep Tek: Siz kimliğin edebiyata yansıma
biçimleri neler olabilir sorusunu nasıl cevaplarsınız Levent Hocam?
Levent Bayraktar: İbrahim Hoca; Tanpınar,
Atay, Mengüşoğlu ve Erol’a atıfta bulunarak
meseleyi daha etraflı okumak ve yorumlamak
isteyenler için bir anlamda yol haritası çizdi.
Ben daha sıradan bir ifade ile şunu diyebilirim:
Edebiyat, hayatımızda ne varsa, onu yansıtmaktadır. Hayatta ne varsa edebiyatta da o vardır.
Dolayısıyla bugün bir kimlik edebiyatından da
bahsetmek mümkündür. Bugün her kimlik grubu kendi dergisini çıkarmanın peşinde! Hatta
her dinî grup kendi yayınlarını yapıyor, kendi
radyosunu, kendi televizyonunu kurup kendi
insanına kendi doğrularını anlatmanın derdinde! Edebiyat ve felsefe insanımıza ve bütün bir
insanlığa parçadan bütüne gitme ve kapalıdan
açığa doğru bir ideal sunma gibi bir misyona sahip olabilmelidir. Ancak böylelikle edebiyat da
ötekileştirmek için değil etik bir insanlık ideali
ve tahayyülü için bir zemin ve fırsat sunabilir.
Zeynep Tek: Bir gruba hitap etmek kötü bir
şey midir?
Levent Bayraktar: Bu bir bakıma fırsat ve
nimet! Fakat bir bakıma da büyük bir risk barındırıyor. Çünkü az önce de söylemeye çalıştığımız gibi burada çok derin ve sınırları çok kesin
çizilmiş bir ‘biz’ duygusu oluşuyor. Bu daraltılmış ‘biz duygusu’ aynı milletin, aynı dinin mensupları arasında alt zümreler yaratıyor. Bu alt
zümreler birbirlerine kapalı, iletişimsiz oldukları müddetçe, dünyayı kendilerinden ibaret sanıyorlar veyahut da o inandıkları değer her neyse o
değeri sadece kendilerinin temsil ettiğini, o değere sadece kendilerinin bağlı olduğunu ve/veya
layık olduklarını düşünmeye başlıyorlar. Bu da
yine yukarda söylediğimiz gibi bir tarz ötekileştirme anlamına geliyor. Çünkü o bağlanılacak
63
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
gerçek değeri biz yaşıyoruz, biz temsil ediyoruz.
Ötekiler ise ötekiler! Dolayısıyla çok hassas bir
mevzu üzerinde olduğumuzu ve bunun mutlaka
etik, sosyolojik ve hatta metafizik tahlillerinin
yapılmasının şart olduğunu görüyoruz. Bir
kere meseleye etik açıdan baktığımızda,
insan bütünlüğü fikri bizi ilgilendirmelidir.
Yani insan, parçalanarak anlaşılabileceği gibi
bütünleştirilerek de anlaşılabilmelidir. Oysaki
bugünkü modern bilim anlayışı, insanı sürekli
parçalayarak, ihtisas şubelerine ayırarak
anlamanın peşinden gitti. Bu tümdengelimci
bir metot olabilir fakat bir de bunun tamamlanması, tümevarımla bunun bütünleştirilmesi
gerekir. Yani bütün bu parçalara ayrılmış olan
insanın yeni baştan bir bütünlük ve/veya kemal
fikri ile yeni baştan bir insani ideal ile bütünleşmesi gerekiyor.
Zeynep Tek: Dolayısıyla burada edebiyata
yansıma biçimleri, ‘nasıl’ olması gerektiği üzerinden ‘bütünleştirici’, ‘genelleyici’ gibi cevaplar
üzerinden aranmalı demek istiyorsunuz Hocam.
Levent Bayraktar: Evet, şunu söyleyebiliriz
belki, ihtisaslaşmanın bilimde önemli bir aşama
olduğu görüldü. Bilim tarihi bir ihtisaslaşmanın
varlığına işaret ediyor. Fakat bu ihtisaslaşmanın
yarattığı mahsurlar da görüldü. Çünkü parçayı
kavramaya çalışırken bu parçanın bir bütünün
parçası olduğunu ihmal ettik çoğu zaman. Aynı
şekilde bunu kimlik bakımından da edebiyat
bakımından da düşünebiliriz. Yani bütün bir
edebiyatı sadece bir şivenin, bir yörenin incelenmesine indirgemek ne kadar doğruysa bütün
bir kimliği de bir alt kimlikten ibaret zannetmek
de ancak o kadar doğru olabilir. Demek ki bizim herhangi bir kimlik unsurunu incelemekten
muradımız, insanı anlamak ve tanımak olmalı.
Yoksa o kimliği kutsallaştırmak, o kimliği dogmatikleştirmek ve tartışılamaz hâle getirmek olmamalı. Günümüzde sosyal sahada yapılan yanlışlıklardan bir tanesi de bu. Oysaki kimliklerin
birbirlerine karşı üstün olmaları diye bir şey söz
konusu olamaz.
IV.
Zeynep Tek: Edebiyatın kimlik inşasında
ve kimliğin edebiyat oluşumunda karşılıklı işlevleri neler olabilir sorusunu, izniniz olursa,
Tanzimat’tan bu yana edebî oluşumları, ekolleri de göz önünde bulundurarak kısaca bir tahlil
edebilmemiz mümkün müdür diye öncelikle
İbrahim Hocama sormak istiyorum. Az önce
de bahsettiniz. Anlıyoruz ki kimlik krizi beraberinde bir kimlik inşa bilincini getiriyor ve getirmeli. Ahmet Mithat Anlatılarında Kimlik İnşası ve Modernizm adlı eserinizde de görüyoruz;
64
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Tanzimat’la başlayan kimlik krizi ve buna karşılık gelişen bir kimlik oluşturma teşebbüsünde
Ahmet Mithat’ın bir taraftan merakıyla bir taraftan teşhisiyle bir taraftan da teklifiyle kimlik
bilincinin oluşmasındaki yapıcı rolü bize daha
genel çerçevede sanatkârın bu husustaki işlevini
düşündürüyor.
İbrahim Tüzer: Elbette. İlber Ortaylı
Hoca’nın kulaklarını çınlatarak söyleyelim. Ahmet Mithat Efendi ve diğer Tanzimat aydınlarının yaşadığı dönem hakikaten İmparatorluğun
En Uzun Yüzyılı’dır. Tanpınar bundan dolayı
“Modern Türk edebiyatı bir medeniyet kriziyle başlar.” tespitinde bulunur Edebiyat Üzerine
Makaleler adlı eserinde. Hakikaten öyledir; bir
kırılmanın, bir krizin, bir inkırazın yaşandığı dönemdir bu dönem. Ama neden böyledir?
Neden kriz yaşanır bu dönemde? Neden Ahmet Mithat, Namık Kemal, Âkif Paşa, Sadullah
Paşa, Şinasi, sonrasında Ömer Seyfettin, Mehmet Âkif, sonrasında Turgut Uyar, Edip Cansever, sonrasında İsmet Özel, asrın başında Yahya
Kemal, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Âsaf Halet
Çelebi gibi insanlar bir inkıraza düşmüştür? Temel soru bu aslında. Neden? Ne olmuştur bu
dönemde? Bu dönemde insanlar gömlek değiştirir gibi medeniyet değiştirme yoluna mı girmişlerdir? 1839 Tanzimat Fermanı’yla birlikte
biz artık medeniyet değişikliğini kabul etmişiz.
Böyle bir kabulleniş var. O dönemin edebî metinlerine baktığımızda bu krizin, bu trajedinin,
inkırazın o dönem metinlerine yansıdığını görüyoruz. Demek ki bir şeyler yaşanmış bu dönemde. Yaşanmışlık ne? Bir medeniyet değişikliğinin
meydana getirdiği trajedi… İhtiyacı içerisine girilen bir kimlik algısı... Cevap arayan soruların
net bir biçimde cevaplanamamış olması… Burada sizin de ismini zikrettiğiniz Ahmet Mithat
Anlatılarında Kimlik İnşası ve Modernizm adlı
kitabımızda “hâce-i evvel”imiz özelinde farklı
bakış açılarıyla meseleye temas etmeye gayret
etmiştik. Dikkat çekmeye çalıştığımız bu değişikliği ilk fark eden isimlerden biridir Ahmet
Mithat Efendi. Şu durumu çok net olarak görmüştür: Artık bu değişim kaçınılmaz. Bir yola
girdik. Batı ortaya koyduğu teknik ve teknolojik
yönleriyle, hayatı daha dokunulur, daha fonksiyonel, daha yaşanılır kılmak adına almış başını
gitmiş ve biz de oraya bakıyoruz. Sürekli yönümüzü oraya çevirmişiz. Peki, asırlardır kendi
Doğu medeniyetimize, Doğu mistisizmine, geleneğe, kadim öğretiye, bidayete ne derseniz deyin, bunları çoğaltabiliriz, ait olanlar ne olacak?
Biriktirdiklerimiz ne olacak? Yanımıza, yedeğimize aldığımız değerlerimiz ne olacak? Nasıl dönüştüreceğiz bunları? Ahmet Mithat Efendi işte
bu tehlikeyi gören adamdır. Ben ona ‘yeni insan’
diyorum. Yeni insan terkibinde gelenek ve modernizm, sahip olduklarımız ve almak için hevesli bir şekilde davrandıklarımızın konumu ne
olacak? Bu tam bir kimlik inşasıdır işte. Yeni bir
kimlik ortaya konulması adına yapılan tekliflerdir. Bunun için çeşitli öneriler getirmiştir. Edebiyat bu önerilerin dile geldiği, şekle şemaile
büründüğü sadece bir araçtır Ahmet Mithat ve
Tanzimat aydınının elinde. Fakat bu dönemde
başlayan kriz ya da trajedi bugün son bulmuş
mudur? Hayır! Bu kriz hâlâ devam etmekte.
Zeynep
Tek:
Hocam,
günümüze
değinmişken postmodernizmde kimlik algısının ne olduğunu da göz önünde bulundurarak
Tanzimat dönemindeki kimlik bilinciyle postmodernizmin getirdiği çoğulcu kimlik anlayışı
arasındaki farklar üzerinde duralım isterseniz.
İbrahim Tüzer: Elbette çok ciddi farklar
var ama benim özelikle bu söyleşimizde
temelini oluşturmaya gayret ettiğim noktadan
baktığımızda aslında temel sorun aynı. Postmodern dönemin insanı, yani şimdiki insan, hayatı
daha anlamlı bir şekilde soru sorarak algılıyor
da Tanzimat’ın insanı algılamıyor muydu? O
dönemin insanı da şimdiki dönemin insanı da
aynı. Bence Tanzimat’ın insanına göre şimdiki
dönem insanının bir dezavantajı var. O da
şu: 21. yüzyıl, yani postmodern dönemler, bu
dönem insanına özellikle “arama” diyor. “Arama,
gerek yok. Tüm hızınla, modern hayatın çarkları
arasında koşmaya devam et. Yetiş yetişmen
gereke yerlere, yavaşlama!” diyor. Hâlbuki insanın fark edebilmesi için durup dinlemesi gerekiyor. Yavaşlaması, sükûna ulaşması gerekiyor…
Sükûna ulaşınca iniyor çünkü kalbe sekine…
Zeynep Tek: Bulması için.
İbrahim Tüzer: Kesinlikle bulması için. Diyor ya Cüneyd-i Bağdadî: “Aramakla bulunmaz,
ama bulanlar arayanlardır.” Yani modern insan
65
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
öyle bir arayışa girmiyor. Tanzimat döneminde
yaşayan insanın boşluklarını açığa çıkaracak,
onu dünyaya asılı bir beden hâline getirecek çok
fazla yaptırımı, çok fazla dünyevi hususları belki
yoktu. Ama modern insanın var. Şairin dediği
gibi “sinemalarda saklanıyor kışın / yaz olunca
denizin yalayışlarına” bırakıyor modern insan
kendini. Dolayısıyla bir kimlik bilincine de ihtiyaç duymuyor. Her kimlikten biraz, işine yarayacağı ölçüde almak istiyor. Ne o ne bu olabiliyor yani. Ya da hem o hem bu olabiliyor… Tam
bir hükmü olmayan yok-kimlik hâlini yaşıyor…
Levent Bayraktar: İbrahim Hocanın değişime ve sürekliliğe yaptığı vurgudan hareket
edecek olursak ben de aslında her devirde insan,
bir bakıma yeni bir bakıma aynı insandır, diyeceğim. Çünkü ortaya konulmuş bütün insanlık
ürünlerinin ortak kültüre ve insani alana dönüşmesi ve birikmesi söz konusudur. Aslında biz bugün bizden önceki insanlık tarihinin, medeniyet
tarihinin ortaya koymuş olduğu eserlerin bir sonucuyuz. Bu bakımdan gök kubbe altında hiçbir şeyin yeni olmadığı söylenir. Çünkü sayısız
insan geldi geçti ve bu insanlar insanlığa çeşitli
eserler bıraktılar. Bu bakımdan kimlik, mutlaka
bizden öncekilerin üretimlerinin bir sonucu. Fakat bu sonuç, bugünü de üretmeye ve determine
etmeye devam ediyor. Öyleyse buradan yeni bir
bilinç edinmemiz gerekiyor. Bugünün edebiyatı
eğer bizim için daha anlamlı, daha değerli, daha
yaşanılası bir dünya kurmaya hizmet edecekse
birtakım süzgeçler ve elekler oluşturmak zorunda. Bunu yaparken de insanı, insanlığın birikimini ve değerlerini gözetmek, kollamak gibi bir
hassasiyeti olabilmeli. Ancak böyle yapılabilirse
bu alan, kendisi ile beraber insanlığın yaşandığı ve yaşatılabildiği bir alana dönüşebilir. Yani
bir hassasiyete ihtiyaç var. Mesela, bazı şeylerin,
örneğin özgürlük kavramının aşırı kullanılması
ve istismar edilmesi gibi. Özgürlük ne içindir?
Özgürlük başlı başına bir değer midir yoksa
özgürlük bir değerin gerçekleştirilmesi özgürlüğü
müdür? Dolayısıyla edebiyat da kendisini böyle
bir sınamadan geçirebilmelidir. Her ürün edebî
bir ürün müdür ve edebiyat üzerinden insan
neyi gerçekleştirmenin, hangi değeri tahakkuk
ettirmenin peşine düşmelidir? Yoksa edebiyat
sadece bir retorik midir ya da edebiyat sadece bir
kimliğin parlatılması veyahut da diğerlerinden
ayrıştırılması için bir araç mıdır? Burada araç
kelimesi herhâlde bize yol gösterecek bir kelime.
Edebiyatın da sanatın da felsefenin de araçsallaştırılmadan insanlık için, olması gereken için ve
yaşanılası bir dünya için kullanılması, üretilmesi
söz konusu olabilmelidir.
Yağmur Tunalı: Levent Hoca, esaslı noktalara temas etti. Belki üzerinde yeni baştan konuşmamız gereken başlıklar koydu. İnsanlığın
devamı içinde bir varlık oluşumuzdan hürriyet
konusuna ve oradan edebiyata, sanata, felsefeye
gelmesini etraflıca değerlendirilecek meseleler
olarak görüyorum. Müsaadenizle edebiyatı öne
çıkaracağım: Edebiyat, yoktan var etme değildir. Var olanlar üzerinden bir yeni yaratmadır.
Yani, geçmiş ve tedailerle gelişir. Ana malzemesi
dil olmak bakımından zaten uzun bir tarihe dayanır. Kimliğin inşası, doğrudan doğruya dille
ilgili bir mesele olduğu için edebiyat, çok zaman
merkeze yerleşir. Kurucu rolü olduğu da vakidir.
Ancak, kimliğin diri tutulması ve parlak şekilde
devamı mutlak surette edebiyata ihtiyaç duyar.
Aynı şekilde, millî kimlik, edebiyatı solüsyon
hâlinde mayalar. Yazılana, söylenene ruh veren
başlıca faktör olduğu söylenebilir. Kimlik onunla can bulur demek de doğrudur. Nitekim Rusluğu öncelikle edebiyat kurmuştur. Şayet 19. asır
edebiyatı olmasaydı, Rus kimliği kaybolmazdı,
ama epeyce zayıf kalırdı. Bu kesindir. Farkında olunsun olunmasın böyledir. İngilizlerin
Shakespeare’e düşkünlüğü, edebiyatın kimlik
taşıyıcı ve kuruculuğuyla ilgilidir. Fransızları,
coğrafyanın önemine dikkat çekerek dedikleri
gibi, “Bin yılda Fransız toprağı yarattı.” ancak,
asıl yaratan Balzac’tan Hugo’ya, Verlaine’a kadar
binlerce dil bayraktarıdır.
Bizde de klasik edebiyat, özellikle halk edebiyatı, masallar ve halk hikâyeleri kimliğin tutkalı
rolündedir. Yesevî’den Yûnus’a, Fuzûlî’den Yahya
Kemal’e uzanan büyük yaratıcılar, kimliğimizi
dünden bugüne inşa eden ve taşıyan isimlerdir.
Zeynep Tek: Kimliğin sahici ve esaslı olarak
inşa edilmesinde sanatın özelde de edebiyatın
bu minvalde hayati yerinin ne olduğuna dair
de önemli bir farkındalığımız oluştu bu sayede.
Hepinize çok teşekkür ediyorum. ■
66
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Dil-insan-kimlik ilişkisi
AHMET BURAN
Bir toplumun tarihini,
kültürünü, tecrübesini,
hayat anlayışını ve
bütünüyle ruhunu
dilde görmek
mümkün olduğu gibi,
bir kişinin dünyasını,
ruhunu da bireysel
dil kullanımında,
yani “söz”de görmek
mümkündür. Dilin
bireysel kullanımı,
bireyin bilgisi,
yeteneği, tecrübesi
ile doğrudan ilgilidir.
Dolayısıyla insan
dilinde gizlidir.
B
u yazıda, sözü fazla uzatmamak için,
“dil” ve” kimlik” kavramlarının tanımları, türleri ve tarihsel gelişimleri gibi
kuramsal açıklamalara ve tartışmalara girmeden,
doğrudan “dil-insan-kimlik ilişkisi” üzerinde durmaya çalışacağız.
Kâinatın yaratılışı, varlığın ortaya çıkışı, türlerin kökeni ve gelişmesi konusunda farklı görüşler
mevcuttur. Bu görüşler karşılaştırılıp bir tasnife
tabi tutulduğunda, en önemli ayrımın, maddeci,
ateist yaklaşımlarla, yaratıcı tek Tanrı’ya inanan
görüşler arasında olduğu görülür. Bu durumu
ve farkı, çeşitli yönleriyle ifade eden iki önemli
terimden biri “evrim” diğeri ise “tekâmül” dür.
Evrim Kuramı, yaratılışı “tesadüf” ile izah edip
türler arasında bir geçişi ön görürken, tekâmül
anlayışı, türler arasında bir geçişi kabul etmez,
yaratılışın bir yüce iradenin bilinci dâhilinde ve
bir tekâmül süreci içinde oluşup geliştiğini söyler. Buna “Devir Kuramı” yahut “Tekâmül Kuramı” adı verilir. Devir Kuramına göre, varlığın
ortaya çıkışı, dört basamaklı bir tekâmül süreci
içinde oluşmuştur. Tanrı yaratmayı dilediğinde,
yaratmak istediği her ne varsa, onlara “ol” (kun
67
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
fe yekûn / Bakara-117, Enam-73, Nahl-40, Yasin-82) emrini vermiş ve her şey oluvermiştir.
Varlık alanı içinde yer alan her şeyin böyle bir
yolla ortaya çıktığına inanan insanlar, varlığı iç
ve dış niteliklerine göre kendi içinde kategorilere
ayırmış ve bu varlık kategorilerinin en ilkel olandan en gelişmiş olana doğru tekâmül eden bir sıra
ve süreç içinde (Andolsun, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde (altı evrede) yarattık.
Kaf-38 ) yaratıldığına hükmetmişlerdir. Esasen,
Tanrı’nın “eşref-i mahlûkat” olarak nitelediği ve
kendisiyle muhatap olacak peygamberleri onlar
arasından seçtiği gerçeği, bu tekâmül sırasının en
üstünde, en mükemmel varlık olarak insanın yaratıldığını göstermektedir. Varlığın özellikleri ile
Tanrı’nın bildirdiklerini birlikte değerlendiren
inanan insanlar, yaratılışın; “ cematat, nebatat,
hayvanat ve insan” biçiminde bir tekâmül süreci
ve sırası içinde geliştiğini düşünmüşlerdir.
Bu varlık kategorilerinden her birinin kendisine özgü özellikleri ve nitelikleri vardır. Yaratılış sırasına göre, cematat, nebatat, hayvanat ve
insan biçiminde sıralanan her bir varlık kategorisi, diğerine göre daha gelişmiş, tekâmül etmiş
özelliklere sahiptir. Farklı kategorilerde yer alan
varlıkların kimi benzer özellikleri olsa da, her bir
türü diğerinden ayıran kesin bir sınır bulunduğu
için, biri diğerinden gelişmiş olamaz. Dolayısıyla,
cematatın nebatat, nebatatın hayvanat, hayvanatın da insan olması mümkün değildir. Cematat,
nebatat ve hayvanat kategorilerinde yer alan varlıklar, çok kökenli iken insan, tek kökenli bir tür,
tek kökenli bir varlıktır.
Dil ve kimlik kavramları, bu varlık kategorileri arasında, insana dair bir özellik olduğu için,
insanı diğer varlıklardan ayıran temel niteliklere
kısaca göz atmakta yarar var.
Tür olarak insana en uzak, insandan en farklı
olan varlık kategorisi “cematat”tır. Cematat, taş,
toprak gibi cansız varlıklardan oluşur. Canlı varlık
olmanın ilk aşaması bitkilerdir. “Nebatat” olarak
adlandırılan bu varlık kategorisi, canlı olmanın
en ilkel ve en zayıf özelliklerine sahiptir. Hareket
yetenekleri oldukça sınırlıdır. Dilleri, akılları, tarihleri, gelenekleri ve bir kültürleri yoktur. İnsana
en yakın duran, ancak yine de oldukça farklı olan
diğer bir varlık kategorisi ise “hayvanat”tır. Bitki-
lere göre biraz daha ileri düzeyde bir hareket, iletişim ve sosyalleşme özellikleri olmakla birlikte,
insanların kullandığı anlamda bir dilleri, akılları,
tarih ve gelenekleri bulunmamaktadır.
İnsana en yakın tür olan ”hayvanat” ile insan
arasında, biyolojik varlık olmak bakımından çok
önemli farklılıklar yoktur. İki tür de -özellikle
bazı hayvan türleri- genellikle, benzer şekilde
dünyaya gelir, yer, içer, nefes alır, barınır, korunur, ürer, hareket eder, ses çıkarır vs.
İnsanı hayvanlardan ve diğer bütün türlerden
ayıran en belirgin ve en temel özellik, onun bir
tarih ve geleneğe sahip olmasıdır. Tarih ve geleneğin içinde; kültür, bilgi, gelenek ve görenek,
değer yargıları, sosyal normlar, inanç ve ahlak ilkeleri yer alır. Tarih ve gelenek, eski bilgi ile yeni
bilgi arasında bir bağ, bir ilgi kurularak oluşturulur. Eski bilgi ile yeni bilgi arasındaki ilgi ise,
yalnız ve sadece dil yoluyla kurulabilir. “Başka
varlıklar gibi “bugünde” ve “burada” doğal bir çevreyi yaşamakta olan insanı, “bugünden” ve “buradan” ayrılıp geçmişe, geleceğe veya başka mekânlara
götüren, ‘dil’dir”. (Karaağaç, 2013: 280) Dil sayesinde insan, farklı zamanları, farklı mekânları ve
farklı bilgileri bir araya getirip onları biriktirme
ve devretme imkânına sahip olmuştur. O hâlde
insanın ayırt edici özelliği, insan-varlık ilişkisi
içinde, varlığın bilgisine sahip olmayı ve varlığı
anlamlandırmayı; insan-insan ilişkisi içinde ise,
bu bilgiyi bildirişim yoluyla paylaşmayı sağlayan ve insanın tabiata tarihi katmasını mümkün
kılan, dil gibi bir araca sahip olmasıdır. Varlığın
bilgisine sahip olup onu anlamlandırabilen tek
varlık insan olduğu için de, kimi filozoflar insanı
anlamlandıran “homosemiotique” bir varlık olarak
tanımlamaktadırlar.
Anlamlandırmanın akıl ile olan ilişkisi dolayısıyla, insanın asıl ayırt edici özelliğinin akıl olduğu da söylenebilir. Akıl ile dilin, dil ile düşüncenin ancak birlikte var olabildiği dikkate alınırsa,
aslında dilin insanın ayırt edici özelliği olduğunu
söylemek, aynı zamanda aklın insanın ayırt edici özelliği olduğunu söylemektir. Nitekim eski
Yunan’da, dil ile düşünce aynı kelimeyle (logos)
karşılanırken, Arapçada da “nutk” (söz) ile “mantık” kelimelerinin aynı kökten (ntk) türetildikleri
görülmektedir. F. de Saussure; “Dil ile düşünce,
bir kâğıdın iki yüzü gibidir, biri olmadan diğerinin
68
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
olma imkânı yoktur.” der. Ünlü Alman düşünürü
Hamann, “Akıl anlama süreçlerinin bütününden
oluşan bir şeydir. Anlama denilen şey ise ancak dil
ile gerçekleşebilir. Dil olmasaydı, akıl da olmazdı.
Dil aklın hem organı hem de ölçütüdür.” (Akarsu,
1984: 37) diyecektir. Thomasius: “Dilsiz, sözsüz
akıl yoktur”; W. Porzig: “Dil bilincin birinci kanıtıdır”; Leibnitz:“Dil aklın aynasıdır” derken hep
dil ile akıl yahut dil ile düşünce arasındaki bu ilişkiye, bu birlikteliğe dikkat çekmek istemişlerdir.
Buraya kadar verilen özet bilgilerden de anlaşıldığı gibi, insanı diğer türlerden ayıran en belirgin özelliği, diğer varlıklarda bulunmayan, “dilakıl” adı verilen bir değere sahip olmasıdır. Dil,
insanın hem organı hem de ölçütü olduğu için,
sıradan bir varlık ya da araç değil, insan olmanın
göstergesi ve insana özgü belirleyici bir özelliktir. Sembol kullanma, saymacalar ve iğretilemeler
yapma ve bunlar aracılığıyla iletişim kurma insana özgü bir davranış olduğu için, insan, her şeyden önce, “konuşan bir canlı” olarak tanımlanır.
Dil; etnik köken, ırk, renk, zaman ve mekân farkı
olmaksızın, öncelikle insan türünün kimliğini yapan ve insanı temsil eden bir değerdir. Bir canlı
türü olarak insanın “insan” kimliği dil ile, dil de
insan ile birlikte var olmuştur. (Allah, Âdem’e bütün varlıkların adını öğretti. Bakara- 31) Dolayısıyla, dil olmadan insandan, insan olmadan da
dilden söz etmek mümkün değildir.
Varlık kategorisi içinde canlı bir tür olan insan aynı zamanda sosyal bir varlıktır. Sosyal yahut
toplumsal varlık olmak, fertlerin bir araya gelmesiyle başlar. Sosyalite, birlikte yaşayan fertlerin
arasındaki ilişkilerin sebep, süreç ve sonuçlarının
toplamıdır. Dolayısıyla insanın ontolojik özelliklerinin ve türe dair karakteristiklerinin oluşturduğu evrensel “insan” kimliğinin dışında, bu
kimliğin alt bölümleri olan biri bireysel, diğeri
toplumsal iki kimliği daha vardır.
Dil, varlığı itibariyle, bir soyut kurallar bütünü ve bir malzeme yığınıdır. Sosyal bir kurum
olarak da, uzlaşmaya dayanan bir saymacalar sistemidir. Zaman (tarih) ve mekânın (coğrafya)
şekillendirdiği hayat tarzları arasındaki farklar,
dile de yansımış ve özellikle “yüzey yapı”daki
farklılıklar, ayrı dillerin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Her bir topluluk, kendi içinde ayrı
bir kodlama sistemi geliştirdiği için, aynı toplulu-
ğa mensup olan insanlar arasında, diğerlerinden
farklı olarak bir “referans birliği” de oluşmuştur.
Bu bağlamda, aynı dilsel topluluğa mensup olan
insanların üzerinde uzlaştığı şeyler; toplumun
tarihî ve coğrafi karakteristikleri, manevi ve mitik
değerleri, hayat anlayışı, eşya ve olayları algılama
ve anlamlandırma biçimi ile varlık, eşya, eylem
ve durumları kodlayıp ifade etme yöntemleridir.
Bütün bu özellikleriyle bir toplumun biyo-kültürel müştereklerinin ve ruhsal gizlerinin merkezinde yer alan dil, onu konuşan fertleri birbirine
yaklaştırmakta ve müşterek bir tarihsel-kültürel
kimlik etrafında birleştirmektedir. Varlığı itibariyle, zaten uzlaşıya dayalı olduğu için, aynı dili
konuşan fertler başka bir kontrata gerek duymadan kendiliğinden dil etrafında oluşan ortak kimliğe mensup olmaktadırlar.
Dilin işlevlerini şöyle formüle edip tablolaştırmak mümkündür:
dil
= insan
= insan
insan-insan ilişkisi
= konuşma/bildirişim
İnsan-varlık ilişkisi
= öğrenme/bilme
İnsan-duygu-değer
= birlikte yaşama/aidiyet
Dilin biri anonim, toplumsal, diğeri bireysel
olmak üzere iki boyutu vardır. Bunlardan birincisine “dil”(langue), ikincisine “söz”(parol) denmektedir. Dil, soyut bir sistem, anonim kurallar
ve malzemeler bütünüdür. Dil, öncelikle ana dilidir. Her ana dili, onu konuşan kişinin dünyasına
eş bir değer taşıdığı ve mensubiyet duygusunu
belirlediği için, bireyler ile ana dilleri arasında
çok sıkı bir bağ vardır. Dil, her şeyiyle birlikte var
olduğu toplumun özelliklerini, ruhunu taşır; o
toplumun karakterini yansıtır ve toplumu temsil
eder. Dilin sistemi, kuralları ve malzemesi, toplumun yaşama pratiklerinden, eşyayı ve olayları
algılama ve anlama biçiminden, kısaca toplumun
maddi ve manevi dünyasından süzülerek gelmiş
ve oluşmuştur. Dil, konuşurunu doğal olarak
bir dilsel topluluğun üyesi hâline getirdiği için,
etnik kimliğin tespitinde yahut tarihsel-kültürel değerlere dayalı ulus/millet tanımlarının çok
önemli bir bölümünde, hep birinci derecede ve
vazgeçilmez bir referanstır. Dünyada dili olduğu
hâlde toplumsal, kültürel, etnik, ulusal kimliği
69
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
olmayan bir toplum olmadığı gibi, dili olmadığı
hâlde ulusal, etnik yahut kültürel kimliği olan bir
toplum da yoktur. Dolayısıyla dil demek toplum
demektir. Atatürk’ün “Türk demek Türkçe demektir.” biçimindeki ifadesini de dilin bu kimlik
oluşturma, onu yaşatma ve temsil etme gerçekliği
bağlamında değerlendirmek gerekir.
Saussure’den önce kavramsal düzeyde çeşitli
şekillerde ifade edilmiş olmakla birlikte, dil-söz
ayrımı terminolojik olarak Saussure tarafından
modern dilbilimine kazandırılmıştır. (Saussure,
1998: 49-51 Dilin anonim kurallarından, söz
varlığından ve sisteminden yararlanılarak bireysel tarzda bir söylem oluşturma işine, dilden
farklı olarak “söz” (kelam, parol) denmektedir.
Esasen dil, ancak ve sadece bireysel olarak kullanılabilir. Dil-söz ayrımı içinde dilin kapsadığı
ögeler “sözlüksel”, sözün kapsadığı ögeler ise “söz
dizimsel”dir. Sözlüksel ögeler ile söz dizimsel ögeler arasındaki farkı şöyle tablolaştırmak (Karaağaç, 2013: 280) mümkündür:
dil
sözlük (dil)
söz dizimi (söz)
edinim
kullanım
genelleme
özelleme
nedensiz
nedenli
toplumsal
bireysel
tümevarım
tümdengelim
(Aklın süsü dildir, dilin süsü söz/ kişinin süsü
yüzdür, yüzün süsü göz) şeklindeki ifade;
Yunus Emre’nin;
Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz
şeklinde devam eden mısraları, sözün bireyin
hayatındaki yerine ve önemine işaret eden ifadelerdir.
Sonuç olarak dil, üç türlü kimliğin oluşmasında ve temsil edilmesinde birinci derecede
rol oynar. Birincisi, varlık kategorileri içinde en
mükemmel varlık olan insanın; ikincisi, dilsel
bir topluluğun, bir etnisitenin yahut bir ulusun;
üçüncüsü ise bireyin en temel göstergesi ve temsilcisidir.
varlık kategorisi
dil dilsel topluluk
dil kullanımı/söz
Dil, bir bütün hâlinde bireysel kullanımı da
kapsayıp toplumu, milleti temsil ederken söz,
öncelikle bireyi ve bireyin kimliğini temsil eder.
Dilin en dar anlamda temsil ettiği kimlik, bireysel kimliktir. Kişinin dili kullanma biçiminden,
onun ruhsal, psikolojik durumu, ilgi alanları,
bilgi birikimi, yeteneği, şuuraltı ve zekâ kapasitesi hakkında bir tespit yapmak mümkündür.
Nitekim bir dilin değil, bir dil kullanıcısının
üslubundan söz edilebilir. Üslup da kişiyi yansıtan bir aynadır. Dil-söz ayrımı ve sözün bireyin
göstergesi olduğu hususu birçok kişi tarafından
değişik şekillerde dile getirilmiştir. Halk arasında
“üslub-ı beyan ayniyle insan” şeklinde dile getirilen düşünce bu gerçeği anlatır.
Kutadgu Bilig’deki;
Ukuş körki til ol bu til körki söz
Kişi körki yüz ol bu yüz körki köz
= insan
= etnisite/ulus
= birey
Bir toplumun tarihini, kültürünü, tecrübesini,
hayat anlayışını ve bütünüyle ruhunu dilde görmek mümkün olduğu gibi, bir kişinin dünyasını,
ruhunu da bireysel dil kullanımında, yani “söz”de
görmek mümkündür. Dilin bireysel kullanımı,
bireyin bilgisi, yeteneği, tecrübesi ile doğrudan
ilgilidir. Dolayısıyla insan dilinde gizlidir. ■
Kaynaklar
Saussure, Ferdinand de, Genel Dilbilim
Dersleri (çev. Berke Vardar), Multilingual yay.,
İstanbul 1998.
Karaağaç, Günay, Dil Bilimi Terimleri Sözlüğü, TDK Yay., Ankara 2013.
Akarsu, Bedia, Wilhelm von Humboldt’ta
Dil Kültür Bağlantısı, Remzi Kitabevi, İstanbul
1984.
70
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Dil hassasiyeti, kimlik hassasiyeti
D. MEHMET DOĞAN
T
ürkçenin en güçlü olduğu dönem
müessir bir dünya otoritesi olan
Osmanlı Devleti’nin en kudretli
olduğu zamanlardı. Türkçenin en büyük şaheserleri Osmanlı döneminde ortaya çıktı. Yunus
Emre, Osmanlının kuruluş dönemi şairi sayılabilir.
Bu dil şairler, yazarlar, âlimler eliyle olduğu kadar hükümdarlar eliyle de tahkim edildi.
Osmanlı hükümdarlarının çoğunun şair olması, Türkçe şiirler yazması aynı zamanda bu dille
yazılan eserlerin teşviki anlamına gelir.
Osmanlı sultan şairlerinen en büyüğü
Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman) olmalıdır. Onun bercesteleri hâlâ dilimizin persengidir. Dönemi iki büyük divan şairinin (Fuzulî,
Bakî) ve bu büyüklere nisbetle ikinci derecede
kalan büyük şairlerin devridir (Zatî, Hayalî
Beğ, Nev’î, Bağdatlı Ruhî, Taşlıcalı Yahya…).
Osmanlı edebiyatının modernleşme dönemi, batı ilim, edebiyat ve fikri ile en fazla
karşı karşıya kaldığımız ve yeni kavramlara
karşılık medeniyetimizin müşterek kelimelerini ürettiğimiz dönemdir. Sözlüğümüz en fazla
Osmanlı kimliğinin
geri planında,
bağırmayan bir
Türk kimliği vardır.
Bütün unsurları
içinde barındırarak
ötekileştirmeye
fırsat vermeyen bir
kimliktir bu. Bütün
diller gelişmeye açık
şekilde serbesttir.
Eğitim ve öğretimi
engellenmez. Fakat
Türkçe zengin
muhtevası ile kendini
kabul ettirir.
71
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
bu dönemde zenginleşmiştir. İstanbul’da
esas olarak Arapça köklerden yapılan kelimeler bütün İslam dünyasında kullanılır
olmuştur. Türkçe medeniyet dili olarak
modern dönemde Arapça ve Farsçanın
önüne geçmiştir. Tabii bir sadeleşme döneminin zengin ve güçlü bir edebiyatla
kendini belli ettiği dönem 20. yüzyılın ilk
yarısıdır. Hem edebî nesir hem de düşünce nesrinin mükemmel örnekleri ortaya
konulmuştur.
Osmanlı kimliğinin geri planında, bağırmayan bir Türk kimliği vardır. Bütün
unsurları içinde barındırarak ötekileştirmeye fırsat vermeyen bir kimliktir bu.
Bütün diller gelişmeye açık şekilde serbesttir.
Eğitim ve öğretimi engellenmez. Fakat Türkçe zengin muhtevası ile kendini kabul ettirir.
Abdülhamid’in mekteplerinde okuyan Osmanlı
teb’ası -isterse Arap olsun- günlük dil ve din dili
dışında modernliği taşıyan bir dil olarak Türkçe
konuşur ve yazar.
Bu müştereklik bir çeyrek asır daha devam
etse idi, Osmanlının siyasî birliğinin içi daha
fazla dolacak ve bölgenin güçlü birliği sağlanacakti. Osmanlıyı yıkanlar onun sağladığı bütün
müştereklere saldırdılar. Dil bunların başındaydı, musıki peşindeydi ve klasik sanatlar ardınca
geliyordu.
Türkiye’de alfabe değiştirerek, dil devrimi yapılarak içeride sentetik bir etniklik üzerine kurulan bir Türk kimliği oluşturulmak istenirken,
dışarıda yüzlerce yıllık müştereklik unsurları yok
sayılıyordu. Bu siyasetin Türkiye’deki şiddetle
olmasa dahi, Arap âleminde, İran’da da takip
edildiği, Türkçe kelimelerin Arapçadan Farsçadan atılmaya çalışıldığı, ortak musikinin “Türk
musıkisi” olarak nitelenip reddedildiği günler
oldu… Biz de de o musıki Arap veya Fars müziği
olarak niteleniyordu!
20. yüzyıldan 21. yüzyıla
Türkçe 20. yüzyılı bazı kazançlara rağmen,
ciddi kayıplarla kapattı. On beş asırlık yazılı geçmişi bilinen; dünyanın çok geniş bir çoğrafyasında konuşulan, yazılan; devlet ve yönetim dili
olarak yüzyıllardır kullanılan, büyük edebî anıt
eserlere sahip olan işlenmiş bir dil; çok sayıda
deha çapında şair ve yazar yetiştiren dilimiz, 20.
yüzyılda daha da “arıtılmak”, “geliştirilmek” iddiasıyla, tahrip edildi, fakirliğe mahkûm edildi,
güçsüz düşürüldü.
Neredeyse bütün 20. yüzyılı kapsayan “Türkçeyi kurtarma harekatı”, dilimizi zayıf düşürdü,
hatta perişan etti. Bu harekatı devlet imkânlarıyla
yürüten “Türkçeyi kurtarmak” iddiasında olan
kesimlerin sözcüleri şimdi Türkçenin zayıflığını,
kifayetsizliğini öne sürerek, yabancı dillere kucak
açmanın meşruiyetini sağlamaya ve makullüğünü kitlelere kabul ettirmeye çalışıyorlar.
Kusur Türkçede değil, siyasette
Kusur kimde? Binlerce yıllık Türkçe, anamızın ak sütü, Dedem Korkutların, Kaşgarlı
Mahmudların, Yusuf Has Haciblerin, Yunus
Emrelerin, Nesimîlerin, Bâkîlerin, Fuzulilerin,
Karacaoğlanların, Âşık Ömerlerin, Nâbilerin,
Nef ’ilerin, Galiblerin, Nâmık Kemallerin, Mehmed Âkiflerin, Yahya Kemallerin, Necip Fazılların, Peyami Safaların, Ahmet Hamdi Tanpınarların, Tarık Buğraların… şaheserlerini meydana
getirdikleri dilimiz neden kusurlu olsun? Kusuru
dilimizde değil, sistemimizde, siyasetimizde aramalıyız. Bilhassa eğitim-öğretim sistemimizi bu
bakımdan ciddi olarak hesaba çekmeliyiz.
Eğitim ve öğretim, bir araçtır. Neyin aracı?
Benim bir taraftan kültürümü, dilimi, benliğimi
ve diğer taraftan bilimi, modern dünyayı anlamam ve kavramam için araçtır. Türkiye onyıllar-
72
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
dır yanlış araçla yanlış sonuçlara doğru yönlendirildi. Türkçe yarım yüzyılda ilim dili, edebiyat
dili ve iletişim dili olarak çok büyük sıkıntılara
uğradı. Erozyon korkunç boyutlara ulaştı. Şimdi
ilk ve orta tedrisatta bile zorlanıyoruz. Bunların
müsebbibi dilimiz değil, dilimizin öğretilmemesi
için mekanizmalar icat eden ve bu mekanizmaları devlet gücünü kullanarak çalıştıran, çocuklarımızı mankurtlaştırmayı hedefleyen eğitim-öğretim sistemidir.
Üniversiteler rüştiyeler kadar Türkçe
öğretemiyor!
Sonuçlar ortaya çıktıktan sonra, artık bu harekatın, tamamen hasbî veya masum olabileceğini düşünemeyiz. Birileri mutlaka belli hedeflere
ulaşmak istiyordu. Bu hedefler elbette üç beş
yılda, beş on yılda ulaşılabilecek şeyler değildi.
Fakat sonuçta gidilen yola bakılırsa, bu süreç işledi. Türkçe 20. yüzyılın başındaki gücüne, kelime kadrosuna, deha çapında büyük yazarlarına
21. asrın başında sahip değil. Üniversitelerimiz,
eskinin rüştiyelerinin (orta okula eşdeğer sayılabilir) öğrettiği kalitede Türkçe öğretemiyor!
Rüştiye öğrencisi babamız/dedemiz konuşurken
ve yazarken sağlam cümleler kuruyor, cümlenin
unsurlarını yerli yerine oturtuyor, kelimeleri geniş bir söz dağarcığından seçiyordu. Üniversite
öğrencisi olan oğlumuz veya kızımız onların
Türkçe kavrayışına ve kullanma iktidarına sahip
değil. Kelime hazinesi fevkalade dar. Konuşurken habire kekeliyor, yazarken noktalama işaretlerini yerine koyamıyor!
Hani dilimiz zenginleşmişti?
Biz iddialara, propagandayla gösterilenlere
değil, apaçık görünenlere bakmalıyız. Çocuklarımıza ilk öğretimde beş, altı yüz kelime öğretiliyor. Bu rakam Avrupa ve Amerikada iki binden
aşağıya düşmüyor. Tedrisatta kelime yasakçılığı
daha ilk sınıflardan başlıyor. Türkçenin “tartışmalı” bir dil olduğu daha o yaşlarda zihinlere
yerleştiriliyor. Aşırılık dönemlerinde bin yıllık
kelimelerimiz kitaplardan sildiriliyor, yerine ne
idüğü belirsiz kelimeler veya İngilizceleri koyduruluyor. Dil ve edebiyat konusunda ehil, uzman
ve hassasiyet sahibi olanlar dışlanıyor.
Yozlaşan dil değil
Türkçe binlerce yıllık varlığını yazılı metinlerde sürdürüyor. Şahitlerimiz kütüphanelerde. Biz
gerçekten istersek o büyük mirasa sahip olabilir,
20. Yüzyılın başında olduğu gibi, hatta geçen süre
içindeki tecübeden de istifade ederek zengin biri
dille konuşabilir, yazabiliriz. Yani dil varlığımız
zengin bir hazine olarak olduğu yerde duruyor.
Bu büyük mirası bırakıp kıytırık bir sözlüğe hapsolmayı marifet sayanlar var. Üç beş bin kelimelik
kabile sözlüğü ile bu çağı kavrayabileceğini, bununla yetinilebileceğini düşünenler var. Bu yozkısır fikirlerden vazgeçmezsek, büyük ve zengin
dilimize dönmezsek, bizi başka bir dili kabul etmek seçeneğine mahkûm edecekler.
Emperyalizmin son istila süreci
Elbette mesnetsiz komplo teorilerine iltifat
edecek değiliz. Fakat ortada bir gerçek var, “globalleşme-küreleşme” adı altında bir kültürel istila
sözkonusu. Elbette hiçbir güç bize doğrudan “İngilizceyi eğitim-öğretim dili yap!” demiyor. Fakat,
mahalli yönetimler öyle ölçüler benimsiyorlar ki,
ingilizce etkili dil hâline geliyor. Bunu Türkiye
uygulamasına bakarak çıkarabiliriz. Bugün hiçbir resmî-gayriresmî kurum, Türkçeyi ön plana
çıkararak istihdam siyaseti takip etmiyor. En basit
işlerde bile İngilizce bilen elemanlara öncelik veriliyor. İngilizce öğretimle yetiştirilen elemanlar eğer
bizim için yetiştiriliyorsa, onlarla İngilizce anlaşmamıza gerek yok! Eğer Türkiye dışında iş bulmaları,
başka devletlere hizmet etmek için yetiştiriliyorlarsa,
bunun masrafları neden Türkiye’ye yükleniyor?
Gidiş, Türkiye’de ‘resmî dil’i işlevsiz bırakıp
İngilizceyi öğretim, iletişim ve ilim dili hâline getirmek yönündedir.
İş şu noktaya doğru gidiyor: İlim adamları,
sürekli değişen, tartışılan ve söz varlığı üzerinde
anlaşma sağlanamayan, mana problemleri yaşayan
bir dil yerine, bütün uluslararası ilim camiasında
kabul görecek bir dille yazmayı daha makul bulmaya başlıyorlar. Aynı şey, edebiyat âleminde de
konuşulmaya başlanıyor. Bir eser yazıyorsunuz,
diline göre bir grup okuyor, diğer gurup dışlıyor.
Hâlbuki, İngilizce bir roman yazsaydık, Türkiye’deki hiçbir grup bu esere önkabullerle yaklaşmayacaktı!■
73
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Kimliksiz edebiyat buhran edebiyatıdır
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
T
ürk edebiyatının kimlik değerlerini
dikkate aldığımız zaman onun çok
çeşitli kaynaklardan beslenerek kendisine özel bir ortam oluşturduğunu görürüz.
Bunun en belirgin örneği ‘halk edebiyatı’dır.
Halk edebiyatı, halkın derunundan beslenerek eğitici niteliğini sosyal hafızanın
özelliklerinde arar. Bu bir irfan edebiyatıdır.
Sanatkârane bir dil yerine, tabii ifadeyi tercih ederek doğallığını kendi yaşama biçiminden alır. Halk edebiyatındaki gurbet, hasret,
ölüm, savaş, sevinç temleri hep ortak şuurun
ürünüdür. Çoğu anonim olan türkülerimiz bu
edebiyatın sadırdan satıra taşınmasının bir örneğidir.
Bir toplumda değişim gelişme çizgisini koruyarak sürerse -ki genelde öyle olur- bu defa
bu edebiyata da yansır ve daha farklı edebî bir
türler ortaya çıkar. Bizim tasavvuf edebiyatı böyle bir değişimin ürünüdür. Bu edebiyat
merkezden muhite doğru açılan, şeyh-mürit
ilişkisinde ruhi disiplini esas alan bir tarz ortaya koyar. Dergâhlar, tekke ve zaviyeler bu
edebiyatın neşvünema bulduğu yerlerdir. Bu
edebiyat, telkine dayalı bir ruh heyecanı taşır.
İnsanı hem inşa etmek hem de ihya etmek için
oluşturulmuştur sanki. Öğretici yanı ağır bassa
"...edebiyatımızda
kimlik problemi,
edebiyatçının günlük
meselelere kendisini
teslim etmesiyle
başlamıştır. Derin
bir geçmişten
beslenerek
kendimize göreliği
ön plana alan
gelecek için yürüme
yerine, edebiyatının
merkezinde
kendisini koyan şair
ve yazar, bugünkü
sıkıntılarımızın
ana sebebini
oluşturmaktadır."
74
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
da, mistik bir heyecanın tezahürlerini görürüz.
Bu da, insanı yaratılış hikmetine doğru yöneltmek için çok olumlu bir vasıtadır.
Divan edebiyatına gelince, bu da gelişmenin ortaya çıkardığı bir tarzdır. Bunda entelektüel bir öz vardır. Kalıplar içerisine sığdırılan
düşüncede hem estetik duyuş hem de sınırsız
bir heyecan bulunabilir. Şair, bu edebiyatta
bilgiyi malzeme yapar, ama ona hizmet etmez,
onu şiirinin muhtevasında eriterek kendi değerini ön plana çıkarmaya özen gösterir.
Yenileşme hareketinin etkinlik kazandığı
yıllardan başlayarak hâlen devam ettirilen Batı
tarzı edebiyatımız ise çok farklı, çok esnek, yaygın ancak fazla derinliği olmayan bir mahiyet
almaya başladı. Çünkü özden ziyade dışa açık
etkilerin üzerindeki payı oldukça yüksektir. Bu
edebiyatı, yukarıda muhtevasını bulmuş tarzlar
içerisinde bir yere oturtmak mümkün değildir.
Kendi içinde çeşitlilik arz eden bu edebiyatı,
bazı akımlar beslese de, bunlar hep kişisel kalmış ve gerçek anlamıyla bir edebiyat tavrının
sesi olamamıştır.
Meseleyi tarihî malzemenin içerisinden alıp
günümüz edebiyatına taşıyacaksak, edebiyatımızın açıktan bir kimlik sorunuyla yüz yüze
olduğunu görürüz.
Bu meseleye iki ilginç örnekle bakmak istiyorum.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, Batı’da,
Fransa’da bir Dünya Şiiri Antolojisi düşünülür.
Türkiye’den de örnekler istenir. Bizimkiler hacimli bir dosya hazırlayıp gönderirler. Bir süre
sonra bu dosya üzerinde şu notla iade edilir:
“Gönderdiğiniz şiirlerin orijinalleri bizde var,
size ait örnekler gönderiniz lütfen.” Arkasından
da kendileri, Türk şiiri adına, Divan edebiyatından seçtikleri parçaları alıp yayınlarlar.
Devlet erkine danışmanlık yapmış bir adamın, Nurullah Ataç’ın savunduğuna bakın:
“(ve) Arapça olduğu için hiçbir yazımda kullanmadım.” der ve aynı davranışını sürdürerek, ‘uydurma dil’ taraftarı olduğunu açıkça
ifade eder: “Evet uyduracağız, bizim yaptığımız
uydurmacılık kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği
gibi. Onların yerini tutacak.” (Nurullah Ataç, 5
Mart 1952 Ulus gazetesi)
Devam eder:
“Öz Türkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir. Latince ve Yunanca öğretilmeyen
bir ülkede tek doğru yolun, tek usun (akla uygun)
yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu buldum.” (Nurullah
Ataç, Diyelim, Varlık dergisi yayınları.)
Uydurma dili sadece Arapça ve Farsça kelimeleri ayıklamanın gerekçesi olarak düşünmüyor, Latince ve Yunanca dillerini kabullenmediğimiz için bu yolu seçtiğini düşünüyor.
Hâlbuki ‘Ataç’ soyadını, Atatürk’ü çağrıştırsın diye alan bu zat, Atatürk’ün, ‘ketebe yektübü
Arab’ın, kitap, kâtip mektup bizimdir’, yaklaşımını bilmiyor olamaz. Buna rağmen, yukarıdaki ifadede ısrar ediyorsa, ideolojik bir saplantı
içinde demektir.
Bu, bizde duygunun, daha doğrusu ideolojinin aklın imkânlarına karşı hâkimiyetinin
ifadesidir. Aynı zamanda kimliksizliğe karşı iç
direncin dıştan algılanmayla, o gidişe müdahalenin de göstergesidir. Bunun yıllarca mücadelesini verdik. Bugün geldiğimiz noktada
laik ve seküler kesimden bizim gibi düşünenler
de çıktı. Bir savunma refleksiyle değil, sadece
doğrunun her adamın idrakinde yol alacağının
göstergesi olarak böyle bir davranışa karşı duruş gösterenlerden nakiller yapmak istiyorum.
Attila İlhan’ın önemli bir tespiti vardır:
“Antilli Yazar, halkına olmayan bir geçmiş bulmaya çalışadursun, biz rahatça var olan, hem
de nasıl var olan koskoca bir geçmişe sövmekteyiz. O kadar ki, yeni, Batılı üstelik de ilerici sandığımız bir yazar (Melih Cevdet Anday)
elin Bulgar’ı, ‘Sizin klasikleriniz nedir?’ diye
sorunca, ‘Bizim klasiklerimiz yoktur.’ cevabını
alır. Aynı aklı başında derin düşünür yazarın,
Atatürkçülüğü toptan uygarlık değiştirmek
sandığını da bir başka yazısından biliyoruz.
Uygarlık değiştirmek!... Yani ne?... Yunus Emre
yok, Bedreddin-i Simavî yok, Pir Sultan Abdal
yok; Chanson de Roland var, Campanella var,
Villon var; Şeyh Galip; Bakî, Nedim beş para
etmez, var mı Vigny; var mı Ronsard, var mı
Poe? İşte bu kafadır ki, buraya (batıya) devlet
tiyatrosunu ‘Kral Oidupus’la, ya da, ’On ikinci
Gece’yle gönderiyor, bu sayede de maaşlı eleştirmecilerin dışında gelip gittiğinden kimsenin
75
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
haberi olmuyor. Biraz Karagöz, biraz ortaoyunu, biraz ulusal piyesle çok daha Türk ve Batılı
olacağımızı kime anlatırsınız? Çin’in yüzlerce
yıllık eski operasıyla Rusların Kazakları ve eski
baleleriyle gelerek ortalığı kırıp geçirdiklerini
görseler bile. Yok yok, genç sanatçı Batılı olmanın Türk olmamak demeye gelmediğini
anlamalıdır. Uygarlığımızı değiştirmek ne laf?
Toplumsal ve nesnel bir gerçek istekle değişir
miymiş? Türk’üz, Türk kalacağız. Uygarlığımızı çağdaş ölçülerle yeniden değerlendirmesini bileceğiz. Batılılık bu. Yoksa yarım yırtık
bir yabancı dil belleyip bir yabancı uygarlığın
kuyruğuna eklenmek değil. Baksanız a canım,
İngiliz de, Alman da, Fransız da Batılı, biri ötekine benziyor mu?” (Attila İlhan, Hangi Batı,
Bilgi yayınevi, 1.Baskı, İstanbul-1972, s.28.)
Bu düşünceyi besleyen bir görüşü daha aktarmak istiyorum: CHP Genel Başkanı iken
Deniz Baykal, 2001’de Şeyh Edebali’nin kabri
başında şu konuşmayı yapar:
“Türkler, 600 yılı Osmanlı dönemi olmak
üzere, 930 yıldır Anadolu’da egemenliğini sürdürmektedir. 930 yıllık bu egemenliğin askerî
güçle sağlanmasının ötesinde bir felsefe vardır.
Osmanlı, çok iyi bir örgütlenme geliştirmiştir.
Ekonomik örgütlenme, sosyal örgütlenme yapmış, devşirme modeli getirmiş, ahilik teşkilatı kurmuş, değişik ırklardan gençleri eğiterek
devletin en üst noktalarında görev vermiştir.
Ayrıştırıcı olmamıştır, bütünleştirici olmuştur. İnsanı kul-köle diye değil, Allah’ın yeryüzündeki yansıması diye kutsal görmüşlerdir.
Şeyh Edebali, ‘İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.’
diyor. Önce insan demek, önce ırk demekten,
önce mezhep demekten, önce cinsiyet demekten, önce asalet demekten vaz geçmektir. Bunu
söyleyenler, Avrupa’da Orta Çağ karanlığının yaşadığı bir dönemde, Horasan’dan çıkıp
Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş-ı Velî’dir, Şeyh
Edebali’dir, Yunus Emre’dir. Bu hak ve adalet
anlayışıdır ki Osmanlıyı Avrupa’da egemen
kılmıştır. Bu zenginliğimizi çokbilmiş kendi
aydınımıza bile anlatamıyoruz. Edebali deyince tüyleri diken diken oluyor. Çünkü adının
önünde Şeyh varmış. O zaman üniversite vardı
da profesör mü olmadı? Bu insanlar, yeni çağ
açan Osman Gazi’ye akıl hocalığı yapmış. Sen
kimsin, Şeyh Edebali’yi küçümsüyorsun? O ilimin, gönül zenginliğinin şeyhi. Bunlar bizim
kültürümüzün madalyalarıdır.” (Hürriyet Gazetesi, 7 Eylül 2001)
Akılla duygunun ayrıldığı o ince çizgi üzerinde yıllarca duygularına yenik düşenlerin siyasi çöküşten sonra yeniden aklın yoluna gelmesi elbette düşündürücüdür. Burada önemli
olan bir husus da, Türkiye’deki bir kısım aydının hâlâ bağnaz bir kapalılık içerisinde bulunması ve yabancılaşmayı kimlik saymasıdır.
Baykal, özellikle bunun altını çiziyor. Konuşmasında vurguladığı ana tema budur. Bu,
Türkiye’de aydının geçmişine bakışının niteliğini göstermesi bakımından ayrı bir önem
taşımaktadır. Bunun içindir ki edebiyatımızda
kimlik problemi, edebiyatçının günlük meselelere kendisini teslim etmesiyle başlamıştır.
Derin bir geçmişten beslenerek kendimize göreliği ön plana alan gelecek için yürüme yerine,
edebiyatının merkezinde kendisini koyan şair
ve yazar, bugünkü sıkıntılarımızın ana sebebini
oluşturmaktadır. Batılılaşmayı, bir zaruret çerçevesinde benimseyenlerin beslenme konusunda halk irfanına müracaat etmemesi, geçmişine
dönüp bakmaması, bugünkü arayışımızın önünü tıkayan en önemli faktörlerden birisidir.
Dikkatten uzak tutmamamız gerekten bir
husus vardır. Bir millet, kültür ve medeniyetini inşa ederken, kendi derunundaki bilgilerle
varlık hâline dönüşürse bir başarı yakalayabilir.
Çeşitli bilim dallarında ortaya koyacaklarınız,
kimliğinize bir şeyler katmaktan ziyade, o ilim
alanındaki etkinizi arttırır. Edebiyat ise, hem
ruhsal hem zihinsel gelişmemizi sağlar. Eserlerimizle daha güçlü bir medeniyet inşa edebiliriz!
Kimliğine dönerek kendine göreliği ön
planda, ama dünya edebiyatına da katkı sağlamak isteyenler, bu kimlik krizinden kurtulmak için geçmişin imkânlarını kullanmalıdır!
Böyle bir kültür coğrafyasında kendimize göre
olduğu kadar karşımızdakini de aydınlatacak
çalışmalarla bu edebiyatı buhrana dönüşmekten kurtarabiliriz. Değilse, kimliksiz edebiyat
buhran edebiyatı olarak kalacak ve bizi kendi
dişlileri arasında öğüterek, müstemleke aydını
durumuna düşürecektir! ■
76
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Millî edebiyat dönemi
Türk şiirinde kimlik inşası
M. FATİH KANTER*
Giriş
Toplumsal kimlik
inşası, bir değişim/
dönüşüm olarak
görünse de milletin
kendi değerlerine
yaslanması
ve özündeki
tinsel değerleri
sahiplenmesiyle
gerçekleşir. Dönem
şairleri de bu
farkındalıkla toplumda
bir uyanış ve millî
bilinç oluşturmak
için kimlik inşası için
gereken unsurları
ortak değerler dizgesi
biçiminde metin
düzlemine taşırlar.
Kimlik en genel şekliyle, insanın dünyada kendini tanıma ve tanıtmasıdır. Bu kavram, özünde “ben
kimim?” sorusuna verilen cevap niteliği taşır. Kendini tanımaya ben ve ötekiler ayrımı ya da benzerliğinden yola çıkarak başlayan insan, hayatta sürekli
bir kimlik edinme çabasındadır. Bu çaba, önceden
hazırlanmış belirli normların ve kodların içerisinde
şekillenir. Kimlik kazanma süreci, insanın kendi hayatı ve yaşadığı çevre ile yakından bağlantılıdır. Zira
her insan, doğumundan itibaren kendini tanımaya
başladığı sürece kadar; anadili, din, gelenekler, ekonomik durum, coğrafik bölge/vatan, ırk vb. özelliklerin içerisindedir.
Kimlik inşası ya da toplumsal kimlik kazanımı,
sadece ben’in birey olarak varlık alanı oluşturmasını değil aynı zamanda toplumun ya da toplumların
devamı anlamını da taşır. Bu durum, yok olan ya da
yok olmak üzereyken yeniden varolma mücadelesi
veren toplumların kimlik kurma biçimlerini ve yeniden inşa süreçlerini kapsar. Osmanlı Devleti’nin
yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında
Türk milleti de kendi kimliğini yeniden inşa eder.
Büyük bir toplumsal değişim yaşayan Türk milleti,
çok-uluslu ve çok inançlı bir yapıdan ulus-devlete
dönüşür. Jusdanis’in tespitiyle söyleyecek olursak;
“edebiyat kültürel kimliklerin üretilmesinde olumlu bir
etken rolünü oynar.” (Jusdanis 1998: 77) Bu bağlamda, edebî eserler, Osmanlı Devleti’nin de değişim ve
dönüşümünde yön gösterici ve yansıtıcı bir rol oynar.
Millî Edebiyat Dönemi şairleri de yazdıkları şi* Doç. Dr., Ahi Evran Ünv. Fen-Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
77
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
irlerde kendi idealleri doğrultusunda bir kimlik
inşası oluşturmayı amaç edinirler. Edebiyatın/şiirin kimlik inşasında araç olarak kullanıldığı bu
dönemde toplumsal değişimin dinamikleri yeni
kimlik kazanımındaki varolma biçimleri olarak
ortaya konur. Bu ise, ortak aidiyetlerin toplumsal
bellekteki yerini belirler ve “millî bilinç” oluşturur.
Millî Edebiyat Dönemi’nin ilk tohumları Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün yönlerden kuşatıldığı, neredeyse tüm topraklarında isyanların,
karışıklıkların çıktığı bir dönemde atılır. Özellikle
Balkanlar’daki ayaklanmaların etnik kökene dayalı bir altyapıdan kaynaklanması ve bu ayaklanmalarla hız kazanan milliyetçi akımları, Osmanlı aydınlarını da etkiler. Bu dönemde kimlik sorgulaması içerisine giren aydınlar, Osmanlılık kimliğini
de eleştiriye tabi tutarlar. Bu sayede etnik kökene
dayalı bir bilinçlenme de oluşur ve Türk kimliği üzerinde durulur. Zira o tarihe kadar Türkler
iki boyutlu bir biçimde değerlendirilmişlerdir.
İslamiyet’i Avrupa’ya taşıyan ve bayraktarlığını yapan bir bilincin yansıması olarak Türkler, olumlu
bir tarihsel sürecin üstlenicisidir. Ancak özellikle
yerleşik hayata geçiş ve yönetici zümresinde etnik saflığın karışımıyla birlikte İmparatorluktaki
kimlik algısının değiştiği görülür. Bu süreçte Türk
terimi giderek küçültücü bir biçimde kullanılır.
(Timur 2000: 113) Milliyetçilik akımlarının
oluşturduğu soy bilincine dayalı benlik algısı ile
Türklerde de Türk kimliği yeniden anlam kazanır.
Ayrıca Tanzimat döneminde düşünce hayatına
ve edebî alana giren vatan, millet ve hürriyet gibi
yeni terimler de bu akımın yayılmasında etkili
olur. Aynı dönemlerde Osmanlı içindeki Hristiyan tebaanın “eşitlik ve hürriyet” söylemi ile huzursuzluk çıkarmaları ise Osmanlı toplumunda
çift kutuplu bir “benlik algısı” oluşumunu hızlandırır. Öteki karşısında kim olduğunu sorgulayan
birey/toplum, özellikle öncü aydınların da katkılarıyla bir bilinçlenme dönemine girer. Ancak
bu bilinçlenme, sakin bir ortamda değil cephede
“öteki” ile savaş sırasında kendini gösterir. Temelde Osmanlı İmparatorluğu’nun bekası sorunuyla
birlikte yürüyen bu süreç, toplumsal benliği millî
bir bilinçlenmeye yöneltir.
Topraklarının bütünündeki isyanlar ve huzursuzluğun bir yansıması olarak, “Türk düşmanlığı
ve fanatik milliyetçiliği, politikalarında esas kabul
eden Yunan hükümetlerinin genişleme emelleri,
1897’de bir Osmanlı-Yunan savaşına yol açmıştır.”
(Karpat 2012: 74) Bu savaş sırasında toplumun
içinde bulunduğu durumu içselleştiren Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçe Şiirler’i bir fark
ediş aşaması niteliğindedir. Özellikle toplumsal
bir fark edişi çığlığa dönüştüren şair; “Ben bir
Türk’üm dinim, cinsim uludur” (Yurdakul 1969:
22) ibareleriyle Millî Edebiyat oluşumunun da
sloganını hazırlar. Ben’i bireysel olmaktan çıkarıp
toplumsal düzleme taşıyan bu söylem, Mehmet
Emin ile birlikte Osmanlı Devleti’nin kurucusu
olan Türklerin benlik algılamasını yansıtmaktadır.
Anadolu’dan Bir Ses Yahud Cenge Giderken başlıklı
şiirde yer alan bu ifadeler, Anadolu’nun da benliğini fark edişinin işaretidir. Bunun yanı sıra bu şiirden iki sene önce 1895’te Ziya Gökalp’in Namık
Kemal etkisiyle yazdığı İhtilâl Şarkısı adlı şiirde yer
alan; “Kardeşlerim! Vatan gidiyor, azm-i tam edin,/
Şimşir-i zulm ile nice insanlar ağlıyor/ Kardeşlerim!
Bu dahiyeye ihtimam edin/ Din ağlıyor bu zillete,
vicdanlar ağlıyor” (Gökalp 1989: 235) dizelerinde de aynı sezgileri ve arayışı görmek mümkündür. Zira Gökalp’in Türkçülük çizgisinden önce
yazdığı bu şiir, kendi ben’indeki “ihtilalci” tavırla
birlikte bir arayış düşüncesini de yansıtır. Bireysel
kimliğini toplumsal kimliğe aktararak vatanın içine düştüğü durumu analiz eden Ziya Gökalp, işte
bu düşünceler doğrultusunda Mehmet Emin’in
fark ediş düzleminde kendine yol bulur.
Toplumsal bilinci uyandırmaya çalışan ve bir
uyanış gerçekleştirmek isteyen Millî Edebiyat
Dönemi şairleri, edebî eserleri bir propaganda
aracı olarak kullanırlar. Bu araç, “hem bir milletin tezahürü hem de millet oluşturma sürecinin bir
parçası”dır. (Jusdanis 1998: 76) Toplumun değerlerini ve bilincini yansıtan edebî metinler, özellikle Tanzimat sonrası Osmanlı Devleti’nin geçirdiği değişim ve dönüşümün yani İmparatorluktan
Cumhuriyet’e geçişin de tanığıdır.
Anadolu’da yaşayan ve Osmanlı Devleti’nin
kurucusu olan milletin kendi değerlerine sahip
çıkması ancak benliğine karşı yapılan saldırılar
sonucundadır. Dili, dini, yurdu ve tüm manevi
değerlerinin yok sayılması karşısında tepki olarak
toplumsal bilinci harekete geçiren bu algı, Türk
milletinin kendi tarihini yeniden yazmasını oluşturan bir süreçtir.
Bu dönemde eserlerini veren Mehmet Emin
78
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Yurdakul, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı gibi şairler,
şiirlerinde millî bilinç oluşturmayı hedeflerler.
Bu hedefe ulaşmak için de belirli simgelerden ve
kavramlardan faydalanırlar. Özellikle gelecek nesilleri bilinçlendirmek amacıyla onları yaşadıkları
millete ait hissettirecek simgeleri seçerler. Bunlar
temelde, dil bilinci, tarih bilinci, soy bilinci, vatan
bilinci ve din bilinci çevresinde şekillenir.
a- Dil bilinci
Millî Edebiyat Dönemi’nde şiir yazan şairlerin
millî dile ilişkin görüşleri, özellikle dil aracılığıyla
millî kültürün ve kimliğin korunmasına yönelik
bir anlayışı içerir. Bu anlayış çerçevesinde dilin
birleştirici yönü üzerinde duran şairler, dil aracılığıyla sosyo-kültürel bir kaygıyı yansıtırlar ve dilin
kuruculuk misyonunu da kültürel bellek çerçevesinde ele alırlar. Özellikle Mehmet Emin Yurdakul
ve Ziya Gökalp’in Türk dilinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu gerçeğine yönelik vurguları, anadilin dışlanmasından duyulan endişeyi
yansıtır. Dil sorununun altında yatan gerçeklikleri
sosyo-kültürel bir bakış açısıyla okuyan Yurdakul
ve Gökalp, Türk dilini bütün Türk coğrafyalarını
birleştiren ve aidiyet hissi üreten temel bir unsur
olarak görürler.
Millî Edebiyat’ın poetikasının zeminini hazırlayan Mehmet Emin Yurdakul Irkımın Türküsü
adlı şiirinde Türkçeyi sahiplenir ve dil aidiyetini
vurgular. Nitekim “bizim öz Türkçe’miz ne hoş” ifadesiyle, anadilin ya da öz dilin önemine de göndermede bulunur. Bu bağlamda Yurdakul; ana dilin imkânlarının kimlik bilincini ifade etmek için
en temel yollardan biri olduğunu dile getirir. Bu
nedenle ana dilini konuşmaktan çekinen, utanan,
kaçan insanlar aslında kimliklerini ve aidiyetlerini
de yitirmiş olarak nitelendirilirler.
b- Tarih bilinci
Millî
Edebiyat
Dönemi,
Osmanlı
İmparatorluğu’nun sınırlarının giderek küçüldüğü, sürekli savaşların yaşandığı bir tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan bir edebî hareket olarak tarihî
olayları hem yaşayan hem de edebiyat aracılığıyla
topluma aktaran ve toplumsal refleks oluşturan bir
konum üstlenir. Bu konumlanmanın getirdiği
sorumluluk ve bilinç, toplumsal belleği canlı tutmak, geçmiş ve şimdiyi bütünleştirerek yeni bir
gelecek kurgusu oluşturmak kaygısını da beraberinde getirir. Dolayısıyla Millî Edebiyat Dönemi
Türk şiirinde tarih bilinci; geçmiş ve an olmak
üzere iki düzlemde ele alınır.
Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Mehmet
Emin Yurdakul’un şiirlerinde Orta Asya merkezli
bir tarih bilinci vardır. Bununla birlikte Mehmet
Akif ’in şiirlerinde ise İslam tarihine yönelik bir
bilinç söz konusudur. Mehmet Akif, İslam tarihine yönelir ve siyasi olarak da İslamcılık düşüncesini benimser. Ancak II. Abdülhamit döneminde
bir devlet politikası olarak benimsenen İslamcılık
siyasi olarak yıpranmıştır. Bu bağlamda tarih bilinci, geçmişe doğru gidildikçe tüketilmemiş ve
saf bir alana doğru ilerler. Bu tüketilmemiş ve
bakir alan Millî Edebiyat şiirinin dinamizmini ve
heyecanını besleyen bir unsurdur.
Osmanlı’nın yıkılmak üzere olduğu bir döneme tanıklık eden Millî Edebiyat Dönemi şairleri,
bu durumu bir değişim/dönüşüm olarak görürler.
Dolayısıyla yeni bir kimlik inşasını köklü temeller
üzerine kurmak isteyen şairler, eserlerinde tarihsel dokuyu bir aktarım aracı olarak görür ve işlerler. Tarihsel düzlemi bu nedenle hem yatay hem
de dikey eksenli olarak metinlere taşıyan şairler,
geçmiş-ân-gelecek düzlemini toplumsal belleğin
kimlik kurucu yönü olarak ele alırlar. Şiirlerinde
özellikle tarihi kahramanlara ve tarihi olaylara
atıfta bulunan dönem şairleri bu sayede milletin
kendi tarihiyle gurur duymasını amaçlarlar. Ziya
Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul ve Ömer Seyfettin genellikle Orta Asya Türk tarihinden örnekler
sunarken Mehmet Akif, İslamiyet sonrası tarihe,
Yahya Kemal ise Türklerin Anadolu’ya gelişinden
sonraki tarihi olaylara ve kahramanlara yer verir.
c- Millet olma bilinci
Millî Edebiyat dönemi şairleri millet tanımlamasını ve millet oluşun gereklerini kendi idealleri doğrultusunda eserlerine yansıtırlar. Bunun
temelinde ise Osmanlı’nın yıkılmak üzere oluşu
ve yeni bir millet algısına duyulan ihtiyaç söz konusudur. Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul
ve Ömer Seyfettin ve onları takip eden Beş Hececiler genellikle tüm dünya Türklerinin birleşeceği
büyük Turan ülkesini hayal ederler. Bu hayal, onların şiirlerinde idealize edilerek belirli simgelerle
ortaya konur. Özellikle Türk tarihinin derinliklerinden gelen mitolojik unsurlar şiirlerde sıklıkla
79
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
yer alır. Turan, Ergenekon, Bozkurt, Gök Tanrı,
Oğuz Han, Alageyik, Börteçine bu simgesel değerlere örnek olarak verilebilir. Bunun yanı sıra
Orta Asya coğrafyasından alınan mekân isimleri
de bu paralelde kullanılır: Tanrı Dağları, Altaylar,
Orhun gibi.
Mehmet Akif Ersoy ise Osmanlı’nın yıkılmaması için İslam birliği etrafında toplanılması gerektiğine inanır ve şiirlerinde bu söylemi kullanır.
Ona göre Osmanlı’yı imparatorluk haline getiren
ve birçok ulusu bir arada tutan unsur İslamiyet’tir.
Bundan dolayı Akif, şiirlerinde millet oluşu
bir İslam milleti idealiyle ortaya koyar. Akif,
Osmanlı’ya düşman olan toplumların Hristiyan
birliği olduğuna dikkat çekerek İslam birliğinin
gerekliliğini dile getirir. Şiirlerinde de Osmanlı’yı
hep bir İslam ülkesi olarak görür. Osmanlı kimliğini ve ümmetçilik düşüncesini savunan Mehmet Akif Ersoy, hem siyasal hem de toplumsal
düzlemde kurtuluşu İttihad-ı İslam fikrinin benimsenmesinde görür. Bunun sebebi, devletin
devamını İslam temelli bir üst kimlikte buluşturma çabasıdır. Osmanlı Devleti’nin millet anlayışı
toprak hükümranlığına bağlı olarak gelişir. Zira
İmparatorluk olmuş bir milletin hükmettiği tüm
ulusları bir çatı altında idare etme zorunluluğu
böyle bir tanımlamayı getirir. Bununla birlikte
İmparatorluk sınırları içerisinde yaşayan herkes
kendi dini, ırkı, gelenekleri çerçevesinde yaşamını
sürdürür. Mehmet Akif de eserlerinde bu düşünceyi yansıtır.
Yahya Kemal Beyatlı ise, soy bilincine dayalı
bir kimlik tasarımını Türklerin Anadolu’ya girişleriyle başlatır. Türk kimliğinin devamını bir medeniyet bütünü olarak düşünen Yahya Kemal, bu
bütünlüğü Osmanlı üst kimliğinde eriterek eserlerine yansıtır. Bu bütüncül yaklaşım içerisinde
Osmanlı kimliğini Türklerden ayrı düşünmeyen
Yahya Kemal, İslam’ı da bu bütünün temel dinamiklerinden biri olarak görür. Dolayısıyla kimliği
millet, milliyet ve din eksenli geniş bir medeniyet
algısı içerisinde düşünen Yahya Kemal, millî duyuş tarzını bu unsurların birleşimiyle kurar.
d- Vatan bilinci
Kimliğin oluşumunda kendini bir adla tanımlamanın sonraki adımı olan “yer/mekân” algısı,
“bir yere ait olmak ya da bir yer”li olmak” düşüncesinin ürünüdür. Bu düşünce, insanın kendini
dünya içerisinde konumlama çabasından kaynaklanır. Kendini bir yere ait hisseden insan, kendine
ait bir “dünya” içerisinde ortak aidiyet bilinci ile
kendi benzerleri içinde olmanın rahatlığını hisseder. Dolayısıyla üzerinde yaşanılan toprak parçası
“birlikte olunan yer/ mekân” olmanın ötesinde
kutsal bir anlam taşır.
Toprağa bağlı millet oluş ya da millet-vatan
bütünleşikli kimlik algısı, tarihin tüm aşamalarında farklı biçimlerde kendini gösterir. Sınırlarını
belirlemek ve öteki milletlere bu sınırları benimsetmek üzerine kurulan bu kimlik kazanımı, üzerinde yaşanılan ya da yaşanması hayal edilen toprak/ kara parçasını soy bilinci biçimli bir algıyla
geleceğe aktarır. Milletlerin toplumsal belleğinde,
ortak aidiyet bağını ortak yaşama biçimine dönüştüren mekân/ vatan oluşumu yine toplumların/
milletlerin dünya hâkimiyeti ile de bağlantılıdır.
Millî Edebiyat Dönemi şairleri ise vatan algısını Osmanlı’nın geçirdiği tarihi dönemlerle ve
politik unsurlarla bağlantılı olarak yeniden inşa
çabası güderler. Mehmet Emin Yurdakul, Ziya
Gökalp ve Ömer Seyfettin gibi Türkçülük görüşünü savunan şairler Türkçülük mefkûresini 1Türkiyecilik 2- Oğuzculuk yahut Türkmencilik 3Turancılık biçiminde formülize ederler. Olan’dan
olması gereken’e yani ideale doğru sıralanan
bu mefkûre, soy bilincine dayalı bir düşünceyle
Anadolu’dan Orta Asya’ya uzanan bir coğrafyayı
içine alan “mekânsal ve tarihsel dinamikleri” kapsar. Uzak ideal olarak görülen bu ideal, gelecek
kimlik kurgusunu, “kimliklerin kültürel inşasını”
(Morley-Robins 1997: 75) ve millî bir bilinç oluşturma amacını taşır.
Temelde Osmanlı topraklarını kaybetmenin
getirdiği zorunlu bir yeni vatan tanımlaması Mehmet Akif Ersoy’da ise İslam birliğine dayalı “ümmet ideali” biçiminde kurgulanır. Mehmet Akif,
Osmanlı üst kimliğinden ayrılan Balkanlar’daki
Hristiyan ulusları öteleyerek ya da görmezden gelerek Osmanlı kimliği altında yaşayan İslam uluslarının kopmaması ve İttihad-ı İslam idealinin
gerçekleşmesi için bu düşünceyi savunur. Bununla birlikte Mehmet Akif ’te de olan ve olması gereken ayrımı içteki ve dıştaki politik etkilere bağlı
olarak kendini gösterir.
e- Ortak inanç: din bilinci
80
Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma ne-
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
denlerinin başında etnik köken/ soya dayalı ayaklanmalar etkili olmakla birlikte inanç farklılığı da
Balkanlar’daki ayrılıkları tetikler. İçinde bulunulan kaotik durumdan kurtulmaya yönelik millî
bir anlayış geliştiren edebiyatçılar idealize ettikleri
devlet anlayışının sistematiğini eserleri aracılığıyla
duyururlar. Nitekim Millî Edebiyat Dönemi’nde
hem soya hem de ortak inanç birliğine dayalı bir
millî bilinç oluşturma çabası, edebiyat aracılığıyla
sağlanmaya çalışılır. Millî Edebiyat Dönemi yazar
ve şairleri yeni kimlik arayışlarında ortak aidiyet
oluşturacak inanç birliğini de önceleyen bir tavır
geliştirerek bunu eserlerinde işlerler.
Millet oluşu ortak inanç ile bütünleyen Millî
Edebiyat şairleri kimliği bu birliktelikten hareketle kurgularken İslâmi simgeleri kullanırlar.
Nitekim Mehmet Emin Yurdakul, Ya Gazi Ol, Ya
Şehid şiirinde “Bir yabancı bayrağı/ ezan sesi duyulan hiçbir yere astırtmaz.” (Yurdakul 1969: 91)
dizelerinde “ezan sesi”ni, yurdun ve millî kimliğin
temel parçası olarak sunar. Ezan, İslâm’ı sembolize ederken aynı zamanda toplumsal bellekte ortak
bir aidiyet bilinci de oluşturur. Şiirin başlığını da
oluşturan “şehitlik” ve “gazilik” unvanları da yine
İslâm dinine göndermede bulunan ve ortak inanç
birliğini metne taşıyan diğer sembolik değerlerdir. Bu değerler, Türklerin İslâmiyet’i kabulünden
sonra toplumsal yapıyla bütünleşir ve toplumsal
bellekteki yerlerini alır.
Ziya Gökalp’in Kızılelma kitabında yer alan
Tevhid, Türk’ün Tekbir’i ve İlahi şiirleri, özellikle
İslâm dinini yücelten ve geleneksel halk şiiri söylemine yakın biçimde sade ve içten bir biçimdedir.
Tevhid şiirinin başında yer alan: “Tanrı’mız bir tek
ilâh,/ Yok bize başka penâh,/ İkiye tapmak günâh/
Lâ-İlâhe İllal’lah!/ Yurtta birkaç can olmaz… ”
(Gökalp 1989: 55) dizeleri ile İslâm inancının birliği sağlayacak temel unsurlardan olduğuna göndermede bulunulur. Bu bağlamda edebî metinlerde toplumun kutsal değerlerini karşılayan din
algısı ortak aidiyet bilincini pekiştirmek amacıyla
kullanılır. Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul
ve Ömer Seyfettin’de Türklükle bütünlenmiş bir
İslâm inancı yer alırken Mehmet Akif Ersoy’da
İslâm’la bütünlenmiş bir Türklük görülür. Dünya
algılarındaki ve kimlik tanımlamalarındaki kutsalların önceliğine göre değişen bu durum, görüntüde farklı olmakla birlikte özde birleşir.
Sonuç
Kimlik; dil, tarih, soy bilinci, coğrafya ve ortak
inancın bütünlendiği kutsal değerlerin toplamıdır.
Bu kutsal değerler, toplumların medeniyet algısını oluşturur. Osmanlı İmparatorluğu’nun “kabuk
değiştirdiği” ve dönüşüm geçirdiği bir dönemde
aydın bilincinin getirdiği sorumlulukla hareket
eden Millî Edebiyat şairleri eserlerinde yeni toplumun kimlik inşası için çalışırlar. İdeal olandan
reele doğru işleyen bu süreçte Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmet
Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı gibi şairler eserlerinde bireysel olandan sıyrılarak toplumsal olan
doğru yönelirler. Toplumsal kimlik inşası, bir değişim/dönüşüm olarak görünse de milletin kendi
değerlerine yaslanması ve özündeki tinsel değerleri sahiplenmesiyle gerçekleşir. Dönem şairleri
de bu farkındalıkla toplumda bir uyanış ve millî
bilinç oluşturmak için kimlik inşası için gereken
unsurları ortak değerler dizgesi biçiminde metin
düzlemine taşırlar. ■
Kaynaklar
Beyatlı, Yahya Kemal (2007), Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul
Beyatlı, Yahya Kemal (2008), Eski Şiirin Rüzgârıyla, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul
Ersoy, Mehmed Akif (2010), Safahat, (Haz. Kamil Akarsu – Mustafa Yücel), Berikan Yay., Ankara
Gökalp, Ziya (1989), Ziya Gökalp Külliyatı – I Şiirler ve
Halk Masalları, (Haz. Fevziye Abdullah Tansel), Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara
Jusdanis, Gregory (1998), Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, (Çev. Tuncay Birkan), Metis Yay., İstanbul
Kanter, M. Fatih (2014), Millî Edebiyat Dönemi Türk
Şiirinde Benlik Algısı ve Kimlik Kurgusu, Kitabevi Yay., İstanbul
Karpat, Kemal H. (2012), Kısa Türkiye Tarihi, (Haz.
Güneş Ayas), Timaş Yay., İstanbul
Morley, David-Robins, Kevin (2011), Kimlik Mekânları,
(Çev. Emrehan Zeybekoğlu), Ayrıntı Yay., İstanbul
Seyfettin, Ömer (2000), Bütün Eserleri Şiirler, Mensur
Şiirler, Fıkralar, Hatıralar, Mektuplar, (Haz. Hülya Argunşah), Dergah Yay., İstanbul
Timur, Taner (2000), Osmanlı Kimliği, İmge Yay., Ankara
Yurdakul, Mehmet Emin (1969), Eserleri – I Şiirler,
(Haz. Fevziye Abdullah Tansel), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara
81
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Yeşil Gece romanında
kimlik inşa araçları : Sarık ve fes
BEYHAN KANTER
Sivil mekteplerden
gelen feslilerin,
medreseden gelen
sarıklıları softalıkla,
yobazlıkla ve
taassupla suçlamaları,
mekteplilerin de
medreselileri
dinsizlikle itham
etmesi, sarık ve fesin
sıradan birer beden
aksesuarından çıkıp
zihinsel referanslara
dönüşmesine neden
olur.
B
atılılaşma teşebbüsleriyle birlikte bedene/
beden imajına yaklaşımlarda değişimler
görülmeye başlandığı gibi bedenin modern
biçimleri hem sosyal yaşamda, hem siyasal platformda
hem de kurumsal atmosferde zihniyet değişiminin ilk
göstergesi olarak önem kazanır. Bu bağlamda iktidarın, kanunların ya da toplumsal hiyerarşinin bireylerin
bedenlerini de denetim altına alma çabaları yenileşme
teşebbüslerinin bir sonucu olarak görülebilir. Özellikle
giyim ve kuşama ilişkin yenilikler, modern kimlik inşasının ya da geleneğe karşı muhalif duruşun aracılarındadır. Bu çerçevede değişimler ve politik duruşlar da
“makbul beden”ler aracılığıyla gösterime sunulur. Söz
konusu “makbul bedenler”in gündelik gerçekliklerinin
ilk temsili kılık kıyafet aracılığıyla sağlanır.
Osmanlı- Türk modernleşmesinde de bedene müdahale, “kurumsal bedenler”in kılık kıyafetlerine ilişkin
yeniliklerde açıkça görülür. Tanzimat ve Cumhuriyet’in
beden politikalarına yaklaşımları, benzer özellikleri
içerse de uygulamalarda farklı yöntemlerle biçimlenir.
Batılılaşma teşebbüslerinin beden üzerindeki etkisi
Osmanlı İmparatorluğu döneminde devlet ricalinin
giyim kuşamında yapılan değişikliklerle gün yüzüne
çıkmaya başlar. II. Mahmut döneminde “sınırlı
82
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
bir kıyafet devrimiyle memurlara; redingotlar
pelerinler, pantolonlar ve potinler giydirilmiş(tir).
Cübbe ve sarık yalnız ulemaya müsaade edilmiştir.
Hatta Osmanlı erkeğinin sembolü sakallar bile
kısaltılmıştır. Bu değişiklik padişahtan başlayarak
saraydaki paşalara, onlardan da değişik memur
tabakaya yayılmıştır.” (Özer 2014: 16-17). Bu
noktada “iktidarların halkın giyim-kuşamını
Batılı anlamda biçimlendirme geleneğinde II.
Mahmud’un özel bir yeri vardır” (Aktaş 2006: 62).
Nitekim 1814’te başlayan Batılı usulde giyim,
1829’da bütün devlet görevlilerine zorunlu hale
getirilmiştir. (Özer 2014: 18). Kılık kıyafetteki
bu değişimler “kurumsal bedenler”in toplumsal
yapı içinde tanınırlık kazanmalarını da mümkün
kılar. Ancak “II. Mahmut’un fes giyme mecburiyetini şart koşması Müslüman vatandaşların gayri
Müslimler ile aynı statüde görülmesi olarak algılanmış bu bakımdan fesin kabul edilmesinde birtakım güçlüklerle karşılaşılmıştır” (Barbarosoğlu
1995: 73). Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu döneminde kılık kıyafet sosyal statüyü ve
meslek gruplarını belli eden özellikleri haizdir.
“Halk tabakasında olduğu gibi ulema ve umera
sınıfının da statüsünü belirleyen bir giyim tarzı
vardır. II. Mahmut’un fesi kabul ediş tarihine
kadar bütün imparatorlukta Müslümanlar
tarafından sarık ve kavuk kullanılmakla beraber
bunun devrin tarzına ve şahsın sosyal statü ve
protokoldeki yerine göre pek çok çeşidi vardır.
Basit sarık herkesin hakkı olmakla beraber
vatandaş istediği başlığı giyemez. Çünkü başlık
üniformanın bir parçasıdır. Tabakalaşmış yapıda
giyim aynı zamanda bir üniforma işlevi gösterdiği için sahip olunan ya da elde edilen statüyü
ifade eder” (Barbarosoğlu 1995: 105). Abdülmecit döneminde ise Kırım Savaşı sırasında (18531855) bütün memurların setre ve setre pantolon
giyinmesi zorunlu hale getirilmiştir. 1860-1875
yılları arasında, kolalı gömlek (Frenk gömleği) ve
boyunbağı da kullanılmaya başlanmıştır. (Özer
2914: 33-34).
Tanzimat romanında tematik bir çeşitlilikle
ele alınan “aşırı Batılılaşma” eğilimlerinin beden
üzerindeki etkisi Cumhuriyet romanlarında ise
yeni rejimin temsiliyet aracısı olarak ele alınır.
Ancak bu dönem romanlarında hem II. Mahmut
dönemine hem de Tanzimat yıllarına vurgular söz
konusudur. Zira “Cumhuriyet dönemi romanının üzerinde doğup büyüdüğü siyasal kültürel
zemini, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e yaşadığımız
değişme ve yenileşme hareketlerinden kopuk düşünmek elbette mümkün değildir” (Narlı 2007:
43). Cumhuriyet dönemi Türk romanında bedene müdahale ve bedenin yeniden yapılandırılma
çabaları hem Tanzimat hem de Cumhuriyet yeniliklerini yansıtıcı biçimdedir. Bununla birlikte
bu dönem romanlarında, değişimin beden üzerindeki yansımaları, bedenin yeni zihniyeti temsil
etmesi ve “kamusal beden”in yeni anlamlar yüklenmesi şeklinde anlatılır. Bu çerçevede, “giyimde
ve giyim etrafında oluşan söylemlerde meydana
gelen değişimler, kamusal alanda kendini farklı
biçimlerde sunan farklı toplumsal gruplar arasındaki ilişkiler ve gerilimlerdeki değişimi” (Crane
2003: 13) gösterir niteliktedir. Yeni rejimin ön
gördüğü “insan tipi” de idealize roman kişilerinin
beden imajları aracılığıyla temsil edilir.
Erken dönem Cumhuriyet romanlarında
özellikle ideal öğretmen kimliğine yüklenen
görevler ve bu tipin yeni rejimi temsil ettiğine
ilişkin inançlar, hem zihni referanslarda hem de
beden imajlarında belirgindir. Mehmet Narlı’ya
göre, “getirilen yeniliklerin, yapılan inkılapların
yayılmasını ve benimsetilmesini sağlamak;
halkı, modern dünyaya açılan yönetimin yanına
çekmek ve eğitimin üzerindeki bağnaz, cahil
gölgeyi kaldırmak için yola çıkan öğretmenlerin
hikâyeleridir bu romanlar” (Narlı 2007: 90).
Yeni nesli eğitecek olan öğretmenler, kılık
kıyafetleriyle de toplumun geri kalan kesimine
örnek olma misyonunu üstlenen rol model bireyler olarak romanlarda idealize edilirler. Bu
dönem romanlarında yeni devletin kurumsal
yapısına ilişkin veriler sunulurken beden imajının da yenileşmesi gerektiği ve bunun zihniyet
değişiminin belirginleşmesi için bir zorunluluk
olduğu vurgulanır. Nitekim “Kelebek dergisine
kapak olan bir karikatürde Cumhuriyet yükselen bir uçan balon olarak ele alınmış ve yeni
idareyi temsil eden şahıslar geleneksel kıyafetler
içerisinde ve eskiyi temsil eden kişileri birer birer
aşağı atmakta ve altta geçen yazıda “yeni idarenin yükselmesi için beyhude ağırlıkların ve mazi
enkazının atılması zaruridir” şeklinde bir yazıyla
Batılılaşmanın gerçekleşmesi için maziye ait bazı
83
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
kalıntılardan kurtulmak gerektiği, dönemin politikalarına uygun olarak dile getirilmiştir” (Özer
2014: 89). Bu dönemde yazılan romanların vak’a
zamanı, bedene müdahaledeki siyasal ve sosyal
değişim sürecini göstermesi bakımından önem
arz eder. Zira Cumhuriyet döneminde yazılan ancak Osmanlı’nın son yıllarını anlatan romanlarda
Osmanlı’nın beden politikasına ilişkin siyasal ve
toplumsal veriler yer alır. Oysa Cumhuriyet’in
kuruluş yıllarını ve sonrasını anlatan romanlarda
ise yeni devletin beden politikasını yansıtan argümanlar kullanılır.
Erken dönem Cumhuriyet romanlarında,
giyim kuşamın zihinsel bir referans olduğu özellikle dini kendi çıkarları için kullanan sözde din
adamları üzerinden dile getirilir. Modern yaşamın beden kalıplarını benimsemek istemeyen
din adamlarının yobaz, bağnaz tipler olarak betimlenmesi, uygulanmak istenen inkılâpların sadece fikri bir zemine değil aynı zamanda biçimsel
bir değişime de yaslandığını gösterir niteliktedir.
Reşat Nuri Güntekin’in 1928 yılında yayınladığı Yeşil Gece romanında, “ilmiye sınıfından
bir hoca oğlu olan Ali Şahin’in Hürriyet’in ilanından Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar geçen
dönemde, akılcı bir dünya uğruna verdiği kavga”
(Timur 2002: 79) anlatılır. Bu kavganın temel
noktalarından birisini ise medrese- mektep çekişmesi oluşturmaktadır. Yeşil Gece’de geleneksel
ve modern eğitim kurumları arasındaki gerilim,
hem fikirsel boyutta hem de beden imajları ve
beden politikasına yönelik kimlik inşa teşebbüsleri aracılığıyla yansıtılır. Romanın başkişisi Ali
Şahin, medrese tahsili gören ancak inanç krizleri
neticesinde medreselere karşı olumsuz bir tavır
geliştirmeye başlayan eski bir softadır. Son dönem Osmanlı aydınını temsil eden Ali Şahin’in
hayalini kurduğu düzen de, hem fikir düzeyinde
hem de beden ölçeğinde birtakım yenileşmeleri
içermektedir. Romanda Osmanlı’nın son yıllarındaki zihniyet dünyasına ilişkin çatışmalar ve
gerilimler, fikrî boyutta mektep- medrese çatışması, beden düzeyinde ise sarık-fes mücadelesi
olarak sunulmaktadır. Bu çerçevede Yeşil Gece’de
kılık kıyafet üzerindeki yaptırımlar, medreselerin
eğitim anlayışına son vermek isteyen modernlik
projesinin bir uzantısı olarak ele alınmaktadır.
Modern olmanın “geçmişi unutmak, geçmişten
kalan ne varsa, neredeyse elinin tersiyle silkip atmakla işe başlamak anlamına” (Yavuz 2009: 79)
geldiği, Yeşil Gece romanında Ali Şahin’in sarığa
karşı tutumunda açıkça görülmektedir.
Yeşil Gece romanında sarık-fes gerilimi, romanın başkişisi Ali Şahin’in öğretmenlik yapmak
için tayinini Anadolu’daki bir kasabaya aldırmak
isterken söylediği cümlelerle sezdirilir. Ali Şahin,
İstanbul’a çıkan tayinini Sarıova kasabasına aldırmak için maarif müdürünün yanına gider ve burada maarif müdürüyle sarık üzerine bir konuşma
yaparlar. Anadolu’ya gitmeyi isteme sebebi, yenileşme önünde engel olarak gördüğü sarıkla dolayısıyla da softalarla mücadele etmektir. Bununla
birlikte maarif müdürünün “çocukların sarığından ona neymiş”, “senin yerinde olsam sarık sararım Molla” (s.13) şeklindeki ifadeleri Anadolu’da
sarığa atfedilen sosyal değeri yansıtmaktadır. Roman boyunca, ideolojik farklılıklar, sarık ve fese
yüklenen sembolik anlamlarla dile getirilir. Söz
konusu sembolik anlamlar, sarığın gelişmenin
dinamiklerine aykırı olduğuna ilişkin inkılâpçı
verileri içermektedir.
“İdealist Cumhuriyet öğretmeninin bir ön
örneği olan” (Altuğ 2005: 48) Ali Şahin, gönüllü olarak atandığı Sarıova’yı “başı yeşil sarıklarla
donanmış bir softa yatağı” (s.14) olarak tanımlar ve burayı “sekiz on yaşında sümüklülere satın
aldıkları sarık masrafından” kurtaracağını dile
getirerek çağdaşlaşma sürecinin bedene ilişkin
yenilikçi anlayışını benimsediğinin sinyallerini
verir. Ali Şahin bu söylemiyle, medreselerle ilgili
olumsuzlayıcı tavrını din adamlarının -ya da romandaki yansıtılma biçimiyle gericiliğin- sembolü haline gelen sarık üzerinden dillendirir. Oysa
kendisi de medrese eğitimi alan, medreseleri yakından tanıyan eski bir sarıklıdır. Dârulmuallim’e
geçmeden evvel medrese tahsili gören, vaizlik
eden Ali Şahin’in medreselerdeki yozlaşmaları
gördükten sonra içsel muhasebeleri neticesinde
sarığı atması, çevresi tarafından tepkiyle karşılanır. Dârulmuallim’deyken sarıklılarla feslilerin
kavgalarına şahit olan ve fes’liler tarafına geçen
Ali Şahin’in kendisine tepki gösteren bir arkadaşına söylediği “Anadolu’dan sarıkla geldim, fesle gidiyorum, bir zaman belki şapkayla dönerim,
ama sen göremezsin” (s.17) şeklindeki yorumu,
inkılâpçılık anlayışının beden politikasına ilişkin
84
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
yönünü gösterdiği gibi kılık kıyafet inkılâbında
gelinecek noktayı, şapka inkılabını, yansıtır.
Romanda sarığın simge değere dönüştüğü ve
çocuklar arasında hiyerarşik bir yapılanmaya yol
açtığı Ali Şahin’in bakış açısıyla duyumsatılır:
“Sokaklarda oynayan yalınayak, başı kabak
halk çocukları arasından yakalanarak medreseye
gönderilen ve başına sarık sarılan çocuklar, ayrı bir
bayrağın altına geçmiş gibi olurlar ve eski arkadaşlarıyla aralarına bir yabancılık girerdi. Sarıklılarla
sarıksızlar arasındaki bu yabancılık gitgide artar,
onları bir daha anlaşmalarına ve birbirlerini sevmelerine imkân olmayan iki düşman fırkaya ayırırdı” (s.19).
İnkılâpçı bir öğretmen kimliğiyle idealize edilen Ali Şahin, başlarındaki yırtık sarıklarla zorlu
bir eğitime tabi tutulan Anadolu çocuklarına verilecek eğitimi değiştirmeyi/modernleştirmeyi ve
yeni düzeni tatbik etmeyi kendisine dava edinir.
Onun idealistliğinin zihinsel paradigmaları yanında mektepte yaşadığı sarık-fes geriliminin de
simge düzeyinde bir etkisi söz konusudur. Farklı
iki zihniyeti temsil eden sarık ve fes, mektep öğrencileri arasındaki ikiliğin/uzlaşmazlığın teşhiri
niteliğindedir. Sivil mekteplerden gelen feslilerin,
medreseden gelen sarıklıları softalıkla, yobazlıkla
ve taassupla suçlamaları, mekteplilerin de medreselileri dinsizlikle itham etmesi, sarık ve fesin
sıradan birer beden aksesuarından çıkıp zihinsel
referanslara dönüşmesine neden olur. Bu çerçevede inkılâpçı ve reformist bir zihniyete sahip olan
Şahin Efendi için sarık, taassubun görünürdeki
engelidir. Kendisi de sarık konusunda yaşadığı
tereddütlerle iki yıl boyunca sarığını çıkaramaz.
Zira medrese ile ilgisini kestikten ve itikadını kaybettikten sonra sarık sarmasına gerek kalmadığını
düşünmesine rağmen hoca olmasını isteyen babasına saygısızlık olacağı hissi onda huzursuzluğa
yol açar. Sarığını iki yıl boyunca çıkaramamasının
bir sebebi de toplumsal yapının verili kabulleriyle
ilgilidir. Sarıklı bir hocanın giyim kuşamındaki
sefilliğin toplumsal yaşamda sıradan bir duruma
karşılık geldiğini ancak sarıksız birisinin bu kıyafetlerle dilenci izlenimi oluşturacağını düşünür.
Sarığın softalık, bağnazlık sembolü olarak betimlendiği Yeşil Gece romanında, Sarıova
da sarıklı softaların çıkarları uğruna her şeyi yaptıkları bir mekân olarak olumsuzlanır. “Sokaklar
gibi bu büyük sofrada da müthiş bir sarık bolluğu
vardı” (s.56) ifadesi, sarıklıların inkılâplar karşısında bir tehdit unsuru olarak görüldüğüne işaret eder. Bununla birlikte Sarıova halkının da
Şahin’in “sarığı atmış bir eski medreseli” olmasından rahatsızlık duymaları ve ona tuzaklar kurmaları, düzenlerini tehdit edecek bir birey görmeleriyle doğrudan ilintilidir. Bu durum, değişimi ve
yenileşmeyi arzulayan bireylerle geleneği koruma
çabasında olan bireylerin kendilerini bedenleri
aracılığıyla ele verdiklerinin bir göstergesidir. Romanda gericiliği temsil eden sarık, dini istismar
ederek nüfuz kazanmak isteyen softalar için sosyal bir maskedir.
Yeşil Gece romanında sarığa atfedilen kutsallık ve sarığın dinsel bir argümana
dönüştürülmesi, bir eşraf çocuğu ile medreseli
bir çocuk arasındaki kavga aracılılığıyla da gün
yüzüne çıkarılır. Bir kavga esnasında medreseli
bir çocuğa vurulması, öğrenciler arasında “sarığa hakaret cinayeti” olarak yansıtılır ve suçlunun
cezalandırılması için “gürültülü bir nümayiş” yapılır. Ancak Cabir Bey’in eylemcileri yatıştırmak
isterken “onun da fesinin altında bir Müslüman
kafası vardır. Müslümanlık değildir sade sarıkta”
(s.73) ifadeleriyle sarığa kutsallık atfedilmemesi
gerektiğini vurgulaması tepki toplar. Bu bağlamda kalabalık gruplar halinde çarşılarda dolaşıp,
meydan kahvelerinde toplanan sarıklıların feslilere meydan okumaya başlamaları, kendilerini
toplumun geri kalan kesiminden ayırdıklarını
yansıtır.
Ali Şahin’in sarığı modern bedenler üzerine
düşen bir gölge ve yeniliklere karşı muhalif bir
nesne gibi görmesi, yenileşmeyi sadece zihinsel
değil bedensel formlarla da gerçekleştirmek istemesinin bir sonucudur. Öğrencilerin başından
sarığı attırmak, onun eğitim reformuna ilişkin
inkılâplarını gerçekleştirmesinin ilk adımlarından birisi olacaktır. Bu çerçevede, Sarıova gazetesinde Müderris Zühtü Efendi’nin yazdığı “Sarığa
hürmet vecibesi” adlı başmakaleyi kendi lehine
çevirmeyi başarır. Müderris Zühtü Efendi yazısında;
“Bayrak, devletin; sarık dinin timsalidir. Bayrağa hürmet nasıl bir borçsa sarığa hürmet de öyle
bir borçtur. Maalesef bazı kuş beyinliler sarığa lâyık
olduğu derecede hürmet etmiyorlar. Ancak, bütün
85
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
kabahati onlara yüklemek doğru olamaz. Sarığın
hakarete uğramasından ulema-yı kiramı da az çok
mesul tutmak lâzım gelir. Eline üç, beş arşın tülbent
geçiren herkes fesine sarık sarıyor ve lâzım gelen fazl
ve kemali iktisap etmek için hiçbir zahmet ihtiyar
etmeksizin ulema sınıfına geçip oturuyor. Bu, böyle devam edip gidemez. Mevcut sarıklılar arasında
bir tasfiye yapmak doğru olmasa bile badema saracak olanları küçük bir imtihandan geçirmek iktiza
eder.” (s.99)
ifadelerini kullanarak sarığın ulemayı temsil
eden dini bir referans olduğunu vurgular. Şahin
Efendi, makaledeki dinsel argümanları, kendi lehine çevirerek iptidaî talebelerine sarık sardırmanın doğru olmadığını, çocukların sarığı layıkıyla
koruyamayacaklarını ve çocuğun nazarında sarığın kıymetinin eksileceğini dile getirir. Zira “sarık
bir imtiyazdır. İmtiyaz ise ancak muvaffakiyetli bir
tahsilin neticesinde kazanılır. Henüz tahsile başlayan çocuğa sarık sarmak ona mektebe kaydedildiği
gün şahadetname vermek gibidir” (s.101) cümleleriyle sarığın kutsallığını onayladığına ilişkin bir
algı oluşturmaya çalışır. Bu bağlamda iptidaî talebelerinin sarık sarmalarının özel şartlara bağlı
olması gerektiğini vurgulayarak softaları ikna etmeye çabalaması stratejik bir tutumdur. Bununla
birlikte “çocukları mutlaka bu muzır ağırlıktan
kurtarmaya” (s.102) karar veren Şahin’in kirli ve
eski sarıklı çocukları divana çekip böyle sarıkla
gezmenin dine hakaret olduğunu söyleyerek geri
göndermesi, ertesi gün nispeten temiz sarıkla
gelen çocukları “sarık saran adam kıyafetine de
dikkat etmeli”, “eski ve yırtık elbise sarığın şerefini
bozar” (s.102) şeklindeki bahanelerle yeniden evlerine göndermesi, aynı tutumun bir devamıdır.
Öyle ki; Şahin’in çocuklara başınızda sarık var,
koşup oynamak size yakışmaz şeklindeki uyarıları
ve onları duvar diplerine dizmesi neticesinde bazı
aileler artık çocuklarının sarıklarını çıkarırlar.
Çocukların bedensel pratiklerini sınırlayan Ali
Şahin, öğrencilerin sarığı bırakmalarında başarılı
olur.
Romanda, sarığın kimlik tanımlayıcı bir
sembol olduğu ve halkı etkilediği Yunanlılar’ın
faaliyetlerinde de açıkça görülür. Yunanlılar, “sarıklılar aracılığıyla halka, dini hayata engel olmayacakları, ahaliye dokunmayacakları mesajını ile-
terek ahaliyi uyuturlar, böylece halkın işgale karşı
direnişi önemli ölçüde kırılır” (Asiltürk 2009:
176). Burada dikkat çeken hususlardan birisi de
Ali Şahin’in başına sarık takarak halkı örgütlemeye çalışmasıdır. Ahalinin sarıklı birisine daha
çok itibar göstermesi, sarıklılar olarak adlandırılan medrese hocalarının toplumsal yapıda elde
ettikleri statünün göstergesidir. Bu bağlamda Ali
Şahin, meşruiyetini sarık üzerinden sağlamlaştırmaya çalışarak Anadolu halkı ile arasındaki sınırı
kaldırma gayreti gösterir. Yunanlılar tarafından
yakalanarak sürgüne gönderilen Ali Şahin’in savaş sonrası kasabaya dönmesi ise inkılapların gerçekleşmek üzere olduğu bir sürece tekabül eder.
Ancak bu “daha çok görünüşten ibarettir ve eski
yönetici zümre kılık değiştirmiş olarak varlığını
sürdürmektedir. İdadinin en tutucu öğretmeni
tıraş olmaya başlamıştır; fakat yerini korumuştur. Jaketataylı, melon şapkalı maarif müdürü ise,
kendisini sarıklılarla işbirliğiyle suçlayarak okuldan kovar.” (Timur 2002: 84). Bu durum, aslında Sarıova’daki hâkim anlayışın değişmediğini
sadece bedenin yeni rejimin ön gördüğü şekilde
biçimlendirildiğini yansıtır. Nitekim inkılapların
bir günde olmayacağını anlayan Ali Şahin,
sarıklılar ile fesliler arasında da zihinsel olarak pek
fark olmadığını fark eder. ■
Kaynakça
Aktaş, Cihan (2006) Tanzimat’tan 12 Mart’a Kılık
Kıyafet ve İktidar, Kapı Yayınları, İstanbul.
Asiltürk, Baki (2009) Reşat Nuri Güntekin’in Romanlarında Hastalık, İkaros Yayınları, İstanbul.
Barbarosoğlu, Fatma Karabıyık (1995) Modernleşme Sürecinde Moda ve Zihniyet, İz Yayıncılık, İstanbul.
Crane, Diana (2003) Moda ve Gündemleri, (Çev.
Özge Çelik), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Güntekin, Reşat Nuri (2013)Yeşil Gece, İnkılap
Yayınevi, İstanbul.
Narlı, Mehmet (2007) Roman Ne Anlatır Cumhuriyet Dönemi 1923-2000, Akçağ Yayınları Ankara.
Özer, İlbeyi (2014) Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
Yaşam ve Moda, Truva Yayınları, İstanbul.
Timur, Taner (2002) Osmanlı- Türk Romanında
Tarih, Toplum ve Kimlik, İmge Kitabevei Yayınları,
İstanbul.
Yavuz, Hilmi (2009) Alafrangalığın Tarihi, Timaş
Yyaınları, İstanbul
86
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Türk kimliğinin bir yüzü:
"Gönül Hanım"
MUHAMMED HÜKÜM
B
ugün yüzü yüze geldiğimiz ruha dair
problemlerin ve siyasi çıkmazların büyük bir kısmı, köklerini 18. yüzyılda
filizlenen büyük değişimlerden alır. Bu yüzyılda
“bütünlüklü” bir dünyanın içinde yaşayan Osmanlı bireyinin “kimlik” kavramı ile yüzleşmesi
bir zorunluluk değildi. Bir imparatorluk coğrafyası içerisinde farklı etnisiteler, dinsel gruplar,
cemaatler, sınıf yapısı ile tanımlanabilecek topluluklar, bütünlüklü bir algının son demlerini
yaşamaktaydılar. Bahsedilen bütünlüklü toplum
yapısının ideali yansıttığını söylemek tamamıyla
mümkün değildir fakat bireyin ve toplumun yaşayacağı kırılmalardan politik ve ekonomik olarak
daha bütünlüklü bir bilincin var olduğu vakidir.
18. yüzyıldan bugüne kadar gelen süre içerisindeki
değişimler özellikle “birey” kavramının ortaya çıkışı; bireyler ve sonrasında toplumlar için oldukça
çetrefilli bir soruyu ortaya çıkardı: “Kimim ben ?”
Bu soru, çok kısa bir sürede sosyal bilimlerin temel
sorularından biri hâline geldi. Bugün bu sorunun
cevabı verilmeksizin göç, politika gibi sosyoloji ile ilgili sorunlar üzerine konuşulması oldukça
zordur. Aynı biçimde bu baş döndürücü değişim
sürecinde bir milletin kendini tanımlamak için
kullandığı edebî metinlerin anlaşılmasında da temel sorulardan biri “Kim ?” sorusudur. Yazara,
okuyucuya, kahramana sorulacak en can alıcı soru
onu nasıl tanımlayacağımızla ilgilidir. Kişinin ve
toplumun tanımlanmasında “kimlik” kavramının
çok fazla kullanılması, özellikle gençler arasında
post-modern bir tepki olarak kimliksizleşmeye yönelmeyi de beraberinde getirir.
Kimlik krizini bugün çok farklı yönleriyle yaşayan Türk toplumunun soruları dünkünden çok
daha fazla… Doğulu muyum Batılı mı? Türk
müyüm, Kürt müyüm, Zaza mı yoksa Çerkez
mi? Muhafazakâr mı, milliyetçi mi yoksa yenilikçi miyim? Sağcı mıyım solcu muyum? Alevi veya
Sünni olmam ne ifade eder? Bu soruların bu kadar korkutucu olmasının sebebi, kimlikler çağının
yaşandığı dönemde kimlik inşa sürecinde kolektif
bir şuur gelişmesi konusunda toplumumuzun yaşadığı problemlerdir. Gelgelelim kim olduğumuz
sorusunun en can alıcı yanıtını bir romancı olarak
Milan Kundera veriyor: “Kişinin var oluşu nere-
87
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
den yaralanıyorsa kimliği oradan teşekkül ediyor.”
sözü Osmanlının kimlik sorusunun çıkış noktasını
da işaret ediyor.
Tanzimat döneminin fikrî hareketlerinin
hikâyesi Osmanlı toplumunun vücudundaki yara
izlerinden okunabilir. 19. yüzyılda Osmanlılar,
“sahip oldukları devlet tecrübesini ve medeniyet
birikimini kimliklerinin asli unsuru olarak görmeye başladılar. Demokrasi, cumhuriyet, hürriyet gibi evrensel değerlerin eklemlenebileceği bir
kimlik bilinci” (Tüzer, 2014: 26) Balkan Savaşları
ile Batı karşısında kendi öz varlığını arayıp bulma
istenci yarattı. Fransız İhtilali’nin getirdiği ve kapitalizmle paralel ilerleyen “ulus-devlet” fikri, Osmanlı kimliğini Türkçülük üzerinden tanımlama
isteğini tetiklemişse de asıl yara dönemin münevverlerinin ve özellikle de Millî Edebiyat Dönemi
sanatçılarının eserlerinde rahatlıkla gözlemlenebileceği gibi Balkan Savaşları ve sonrasında I. Dünya Savaşı’dır. Bir medeniyetin yüzlerce yılda inşa
ettiği Avrupa’daki nüfus, mimari ve yaşam biçimi
yani bir Batılı-Osmanlı-Türk kimliği çok kısa bir
zaman diliminde zorunlu olarak terk edilmiştir.
Bu bir yaradır. Osmanlı içindeki Türklük bilincinin uyanma kıvılcımları da bu yara üzerinden
inşa edilir. Batı modernleşmesi ilginç bir biçimde
romantizmle başlayan ulus bilinç yaratmak için
tarihî köklerine yönelme fikrini muhafaza etmiştir.
Yahya Kemal’in bir gün bir mecmuada rastladığı
Camille Julian›a ait “Fransız milletini, bin yılda
Fransa›nın toprağı yarattı.” sözü ve bundan hareketle Türk milletini yaratan temel dinamiklerin ne
olduğu sorusu Balkan Savaşları’ndan önce sorulmaya başlanmıştı. Bu sorunun cevabını Batı modernleşmesinde arayan dönem aydınının trajedisi
de yerlilik ve millîlik kavramlarını ülkenin kendi iç
dinamikleri vasıtası ile algılamamış olmasından ileri gelir. Özellikle Şemsettin Sami’nin Orhon Abideleri hakkındaki çalışmalarının bu soruya cevap
niteliği taşıdığı düşünülmelidir. Daha sonra Şemsettin Sami’nin Arnavut milliyetçiliği üzerindeki
etkisi, Türk kimliğinin ne kadar trajik bir çerçeve
içerisinde oluşmaya başladığının göstergesidir.
Orta Asya'dan bahseden ilk roman veya
köklerle ilk temas
Toplumların kendilerini kökleri üzerinde yeniden inşa çabasının öncelikle modernizmin te-
tiklediği bir süreç olarak algılanması gerekir. Bu
bağlamda Millî Edebiyat Dönemi sanatçılarının
eserlerinin sığ bir “ırkçılık” perspektifinde değerlendirilmesi metinlerin anlaşılmasında belirgin
sapmalar yaratır. Bu sapmaları Ziya Gökalp’in
Türk okuru karşısındaki konumu üzerinden okumak mümkündür. Aslında dönemin Avrupa fikrî
hayatı ile belirgin bir biçimde paralel ilerleyen bu
tür çalışmaların Türkiye içerisinde sığ bir ırkçılık
perspektifine indirgenmesi, modernizmle Türkçü
söylem arasındaki bağın iyi anlaşılmaması ile ilgilidir. Ahmet Hikmet Müftüoğlu, bu minvalde
dışişleri nezaretinde çalışmış bir diplomat olarak
ve Osmanlının Batı’ya açılan yüzü Galatasaray
Sultanisi’nde ve Darülfünun’da öğretmenlik yapmış bir münevver olarak modern kimlik bilincinden haberdar olan ve ondan etkiler taşıyan biridir.
Ulema sınıfından bir babanın oğlu olarak 1870’te
doğan Ahmet Hikmet Müftüoğlu; Pire ve Poti’de
şehbenderlik yapmış (1896), Peşte, Viyana ve Berlin gibi Avrupa şehirlerinde Hariciye Nezaretindeki görevleri nedeniyle bulunmuştur (1913-1918).
1924 yılında Halife Abdülmecid Efendi’nin başmabeyinciliğini, 1926’da Ankara’da Hariciye Müsteşarlığı yapmıştır. 1926’da öykülerini topladığı
Çağlayanlar kitabı Türkçülükten önce Türkçeciliği
ifade eden bir eserdir. Bu noktada kimlik inşasının
dil üzerinden başlıyor olması oldukça önemlidir.
Çünkü ırk bilincinin aksine dil bilinci insanın
kimliğine yaratılıştan getirdiği bir pranga olarak
telakki edilemez. Dil, bireyin ve sanatçının insan
varlığının üzerine inşa ettiği yeni bir varlığa eklemlenmesidir. Bu açıdan Ahmet Hikmet’in tavrı, Le
Play ve Urqhuart’tan etkilenen Ali Suavi’nin siyasi
Türkçülüğünden farklı ve daha özgün bir çabadır.
Gönül Hanım romanının içeriği de Türkçülüğün bileşenlerini ayrıntılı bir biçimde açıklıyor
oluşu dolayısıyla dikkate değerdir. Romanın kurgusu Orhun Abideleri ile ilgili bilimsel araştırmaların roman hâline getirilmesi ile oluşturulmuştur. Romanda Orhun Abideleri’nin Türkçeye ilk
kısmi çevirisi olarak telakki edilebilecek parçalar
mevcuttur. Bu parçaların Radloff ve Thomsen’in
çevirilerinden ve Şemsettin Sami’nin bu konudaki çalışmalarından yararlanılarak oluşturulduğu
muhtemeldir. Fethi Tevetoğlu 1920’de Tasvir-i
Efkâr’da tefrikası tamamlanan roman için “Roman
kendini yitiren Türk’e ‘Kendini bil diyor.’ ve yine
88
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
parçalana bir kimliğin inşasına yönelik bir girişim
olarak tanımlar.
I. Dünya Savaşı’nın son dönemlerinde (1917)
yıkılmış bir kimliğin parçası olarak Ruslara esir
düşmüş Tolun Bey romanın başkişisidir. Sibirya’da
tutsak olan Osmanlı subayının esareti sırasında
matbuat işleri ile uğraşıyor olması ve Altay, Çığlık
gibi dergiler çıkarıyor olması kimlik inşa sürecinin
tıpkı Avrupa aydınlanması ile paralel ilerleyen Batı
modernleşme çabası ile benzer bir süreçle ilerlemesi gerektiğinin öngörüsüdür. Tolun Bey’in yardımcısı Müslüman bir Tatar vasıtası ile edindiği
Radloff, Thomsen, Le Coq gibi Türkologların kitaplarını edinmesi de bu görüşü destekler nitelikte
bir kurgusal unsurdur. Ayrıca, romancı kahramanı
Tolun Bey’e esareti sırasında Almanca ve Rusçayı
bu dillerde yazılmış bilimsel kitapları anlayabilecek
düzeyde öğretir.
Gönül Hanım romanının kimlik problemini irdeleyen bir roman olduğu, romanın ilk
kurgusal bölümünde gözlemlenir. Bu bölümde soyadları Kaplanof olan iki tatar kardeşten
“Gönül Kaplanof ”un kartvizitindeki soyadını
Kaplanoğlu’na dönüştürmesi, kimlik arayışının
kurgusal çerçevesini belirler. Bu arayışı açığa vuran
Gönül Hanım da Paris’te edebiyat okumuş olması
ile Tolun Bey’le çizilen kimlik bilinci taşıyan bir
aydın tasavvurunun numunesidir. Kusursuz kimliklerle çizilen erkek ve kadın karakterlerin arasında kurgulanan aşk ilişkisi de katı teorik bilgilerin
romansallaştırılması için bir mecburiyet şeklinde
ortaya çıkar. Tolun Bey ve Gönül Hanım’ın roman
boyunca gerçekleştirdikleri diyalogların hepsi Orta
Asya Türk medeniyetinin bilimsel temellerde anlaşılması gayreti ile oluşturulmuştur. Bu bilimsel
tartışmaların vardığı sonuç, Türkoloji çalışmalarının Türkler tarafından gerçekleştirilmesinin gerekliliğidir. Yeni bir toplumsal kimliğin bilimsel bakış
açısından kopmadan bu kimliğin esas sahipleri
tarafından inşa edilmesinin gerekliliği romantik
bir çerçevede vurgulanır. Bu duygusal çerçevenin
Batı bilimselliği ile denetlenebilmesi için romanın şahıs kadrosuna Macar bir yedek subay olan
Kont Bela Zichy eklemlenir. Kont’un romandaki
bir diğer işlevi Tolun Bey ve Gönül Hanım arasındaki aşk ilişkisine önce bir rakip oluşudur. Fakat romancı Müslüman Tatarlarla Anadolu Türklüğü arasındaki bağın Hristiyan Macarlarla olan
bağdan daha kuvvetli olduğunu vurgulamak için
Gönül Hanım’a Tolun Bey’i tercih ettirir. Her ne
kadar Kont Bela Zichy’nin ismi Bilal-i Habeşi’den
ilhamla Bilal’e dönüştürülmüşse de Müslüman
olmayan Kont iki sevgili arasından memnuniyetle çekilir. Kont’un Macar olarak çizilen bir roman
kişisi olması tesadüfi değildir. Dışişlerindeki görevi
nedeni ile Macaristan’da uzun yıllar bulunan Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Türk-Macar dostluğunun geliştirilmesi için yaptığı birçok çalışma
da vardır. Gönül Hanım romanında Macarca ve
Türkçe arasındaki dil ortaklığına ait hususiyetlerle
desteklenir.
Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun öykülerinde ve
Gönül Hanım romanında gözlemlenen dinî vurgu,
Milli Edebiyat Dönemi Türkçülüğünde dinin etkisini göstermesi açısından oldukça ilginçtir. Romanda Hunlar, Moğollar, Uygurlar ve Bulgarlar
üzerinde yapılan tartışmalarda İslamiyetin Türk
kültürüne katkısının vurgulanması İslamın öngörülen Türk kimliğinin olmazsa olmaz bir parçası
olarak tasavvur edildiğinin göstergesidir. Romancının bunu bir aşk ilişkisinde tercih nedeni olarak
belirleyişi ve bunu roman kurgusuna dâhil edişi,
romanın kurgusal seviyesini göstermesi açısından
dikkate değerdir. Kimlik inşasında dinin rolü Ahmet Hikmet Türkçülüğünün önemli noktalarından biridir. Çağlayanlar kitabının ön sözündeki
bazı parçalarda bu vurgu net bir biçimde görülebilir:
“ Yüzyıllardır dinin, milletin aşkına; başına
yağan, sonu gelmez bir beladır. Yurdun sonsuz bir
Kerbela’dır… Memleketin, içinde cenaze namazı kılınan, cenaze duası okunan bir mabed halini
aldı. Ne yoncan, ne yongan kaldı. Bir Allah’ın, bir
de Muhammed’in kaldı… İşte o zaman Hazret-i
Muhammed’in feyzinden gönlünde de bir sönmez
kandil, Yavuz’un damarından sende de bir damla
kan, Alparslan’ın yelesinden sende de bir tutam saç
olduğunu hatırla ve evladını ona göre hazırla!”
Gönül Hanım romanın kurgusu içerisinde küçük bir Moğol kasabasında konaklayan grubun bu
kasabadaki kirlilik ve uyuşuklukla ilgili yorumları
Budizmin Moğolları bu yaşama biçimine yönlendirdiği dolayısıyla eleştirel bir gözle değerlendirilir.
Budizmin miskinleştirici etkisi heykeller üzerinden eleştirilirken Tolun Bey’in “İnna’lahe cemîlü’n
yuhibbi’l cemâle” (Allah güzeldir, güzeli sever.)
89
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
ayetini kullanması Türklerin Budizm yerine İslamı kabulünün ortaya çıkan medeniyet açısından
olumlu bir durum olarak gözlemlendiğinin ve
önerildiğinin ifadesidir.
Bilimsel bir ideal için birleşen dört kişi (Ali Bahadır Kaplanoğlu, Gönül Kaplanoğlu, Tolun Bey
ve Kon Bela Zichy) yabancı kaynaklar vesilesi ile
haberdar oldukları Orhun Abidelerini görmek için
bir keşif kurulu oluşturur. Bu gezi, roman kişilerinin her biri için gerçek anlamda özgürlüklerine
doğru yaptıkları bir açılımdır. Gönül Hanım liderliğindeki bu kurulun gözlemleri ve tartışmaları, romanın ideolojik örgüsünü kurguyu ikinci planda
bırakacak bir biçimde oluşturur. Bu tartışmaların
ilki “Türk Birliği” meselesidir. Yazar, Kahramanı
Tolun Bey’in ağzından Türk birliği ve İslam birliği
kavramlarının “Avrupalıların Türkleri karalamak
için uydurdukları” düşünme biçimleri olduğunu
ifade eder. Gerçek birliğin siyasi bir örgütlenme
biçiminden ziyade bir medeniyet telakkisi geliştirmekten geçtiğini ifade eder:
“ Bence Türk birliği, hatta İslam birliği demek,
Türk kültürünün İslam biliminin birliği demektir.
Daha genel bir deyişle, Türklerin aydınlanması, uygarlık yolunda ilerlemesi demektir. Biz, yabancı ülkeler almak değil, yerli üniversiteler açmak istiyoruz.
O yolla: Berlin’de, Viyana’da, Zürih’te, Hollanda’da
“Niebelungen” efsaneleri ne etki bırakıyorsa, “Ergenekon”, “Alpaslan” masalları da Tebriz’de, Bakü’de,
Kazan’da, Budapeşte’de, Türkistan’da, Sibirya’da o etkiyi yapmalıdır. Türklerin yurtsever bir bölümü istiyor ki, uygarlık dünyasında nasıl bir Latin uygarlığı,
bir Anglosakson görgüsü varsa, bu uygarlık ve görgü
nasıl dünyada bir refah nedeni olmuşsa, bir Türk uygarlığı, Türk kültürü de er geç Doğu’da, o yolla bir
gelişme aracı olsun. Bu amaca bizi ulaştıracak olan
savunma bakanlığımız değil, eğitim bakanlığımızdır...” (Gönül Hanım: 23-24)
Bu tartışmanın devamı olarak Orta Asya’da ve
Avrupa’daki Türk kökenli gençlerin eğitimlerini
İstanbul’da almaları ve İstanbul’un birleştirici bir
kültürel merkez olması gerektiği sık sık tekrarlanır. Türklerin Batı’daki yüzü olarak son derece kibar ve görgülü bir biçimde oluşturulan Kont’un
İstanbul karşısında Budapeşte önerisi reddedilir.
Zira oluşan kimliğin Doğu’yu ifade eden bir tarafı
olmalıdır. Tartışmalar tarihî bilgilerle Macarların
bir Turan kavmi oluşu, mimari ve eğitimde Doğu-
Batı karşılaştırılması gibi konularda devam eder.
Bu tartışmalarda sık sık Renan’ın “İslam terakkiye
manidir.” anlayışına verilen cevaplar gözlemlenebilir. Tolun Bey, Türklerin İslamı temsil eden en
önemli toplum oldukları hâlde toplum içerisindeki sosyolojik problemlerde dinin etkisinin oluşu
sualine karşılık olarak dinin anlaşılma biçiminin
ve uygulanışındaki yozlaşmanın etkisini gösterir.
Bu minvalde yazarın yer yer soyluluğun ve iyi eğitimin sosyal organizasyondaki önemini öncelediği
söylenebilir:
“Kim ne derse desin; dünya âlemde demokrasi,
halkçılık ne kadar ilerlerse ilerlesin insanlar belli başlı sınıflara ayrılmış halde yaşayacaktır… Rumeli’deki soylu aile ocaklarını, ileri gelenleri, derebeylerini,
zorba takımı sayarak o zamanın yöneticilerinin perişan etmesi, memleketimizin kalkınma ilerlemesinde
büyük bir engel olmuştur.” (Gönül Hanım: 56)
Bu çeşit seçkinci kabul edilebilecek bir yorumun, Rus sosyalizmine karşı bir cevap olarak
düşünüldüğü ve soyluluk bilinci ile milliyetçilik
arasındaki ideolojik bağa göndermede bulunduğu
düşünülebilir.
Grubun oluşmasından sonra Tolun Bey’in
günlükleri üzerinden anlatılan roman kurgusu
grubun Orhun Abidelerine yaklaşmasıyla didaktik hüviyetini arttırır. Kurguyu sağlayan dramatik
unsurlar zayıflarken, Orta Asya Türk Tarihi, Osmanlı Tarihi, İslam mezheplerinin siyasi yapıya
etkisi gibi birçok konu hakkında ayrıntılı bilgilere
yer verilir. Hatta Orhun Abideleri’nin Türkçeye ilk
çevirisi olarak kabul edilebilecek parçalar romanın
son bölümünde okuyucuya sunulur. Oldukça lirik
bir biçimde işlenen Orhun Abideleri ile karşılaşma sahnesinin ardından romandaki zayıf aşk kurgusu çözüme ulaştırılır. Gönül Hanım’ın ağabeyi
“Ali Bahadır ve Kont, özel bir yer olması sebebiyle
abidelerin yanında sürpriz bir nişan düzenlerler.
Hedeflerine ulaşan ve atalarının asıl yurdunu ziyaret eden hey’et dönüş yolculuğuna başlar. Tolun Bey ve Kont hâlâ kaçaktırlar bu sebeple Ali
Bahadır ve Gönül Hanım’dan ayrılırlar. İran üzerinden Türkiye’ye dönerler. Tolun Bey, Türkiye’de
seyahati ile ilgili konferanslar verir. Savaş devam
etmektedir. Bir müddet Gönül Hanım’dan haber
alamaz. Daha sonra tekrar bağlantı kurarlar. Tolun Bey, onların gönderdiği malzemeleri satarak
ticaret yapar. Rusya’da ihtilal olur. Bunun üzerine
90
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Türkiye’ye kaçan Ali Bahadır ve ailesi İstanbul’da
Tolun Bey tarafından karşılanır. Tekrar bir araya
gelirler. Gönül Hanım’la Tolun Bey evlenir. Ticarete devam ederler. Gönül Hanım da kızlar için
bir okul açma hayalini gerçekleştirmek amacıyla
çalışmalarına başlar.[1]”[2]
Kimlik inşası için öneriler
Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Gönül Hanım romanı “Macar-Tatar-Osmanlı Türklerinden
oluşan bir grubun köklerini araştırmak üzere KülTigin Abidelerine doğru yola çıkması etrafında
kurgulanmış bir eserdir. Romanda Türklüğün ve
Türk dünyasının birçok sorunları tartışılmakla birlikte, onun asıl dikkat çeken yönü çizdiği Turan
çerçevesidir. Eser bu yönüyle Türk edebiyatında
bir ilktir[3].” Gönül Hanım romanı kurgusal özelliklerinden çok doğrudan kahramanların ağzından verilen Türkçülükle ilgili teklifler bakımından
önemlidir. Ziya Gökalp’in Türkçülük anlayışıyla
büyük oranda benzerlik göstermesine rağmen tekliflerin Müftüoğlu’nın siyasi ve kültürel birikimini
yansıttığı rahatlıkla söylenebilir. Genellikle Tolun
Bey’in ağzından aktarılan bu teklifler şöyle sıralanabilir:
1. Yapılacak ilk iş, büyük bir millet ve medeniyet olduğumuzun farkına varmaktır.
2. Millî benliğimizi geri kazanmak ve medeniyetimizi yüceltmek için ilk yurdumuza ilmî seyahatler düzenlenmelidir.
3. İstanbul, bütün Türklerin ve Müslümanların
medeniyet merkezi ve manevi başkenti olmalıdır.
Burada Asya’daki Türk kavimlerinin gençleri eğitilmelidir
4. Türkiye’nin el değmemiş ve unutulmuş bölgeleri de keşfedilmelidir.
5. Türk birliği sağlanmaya çalışılırken İslam
birliği de dikkate alınmalıdır
6. Aynı kökten gelen Macarlar ve Türkler hiçbir siyasî fikre kapılmadan el ele Asya’yı aydınlatmaya çalışmalıdır. Her iki kavim arasında sanayi ve
1. Çakır Mümine, Türk Edebiyatında Orta Asya’dan
Söz Eden İlk Roman: Gönül Hanım, Çankırı Karatekin
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 5(1):
247-262.
2. Müftüoğlu, Ahmet Hikmet, Gönül Hanım, (hzl. Fethi
Tevetoğlu), Kültür Bakanlığı, 1990.
3. Yıldız Osman, “Farklı Bir Turan Yorumu: Gönül
Hanım” TÜBAR-XXXV / 2014-Bahar.
ticaret ilişkisinin de arttırılması gerekir.
7. Sadece İstanbul’da değil Asya’nın önemli yerlerinde okullar açarak gençleri her konuda
özellikle ticaret, hayvancılık ve ziraatta eğitmek ve
memleketlerini aydınlatmalarını sağlamak gerekir
8. İlim ve sanat alanında da yükselmek ve ilerlemek gerekir. Bunun için önce savaşların bitmesi
ve sulh ve sükûnetin sağlanması gerekir.
9. “Politika ve idare sahasında ilerlememiz için
bir engel olan yabancılara tanınmış ekonomik ve
idari imtiyazların mutlaka kaldırılması lazımdır.”
10. İslam dini diğer dinler gibi bozulmaya
uğramamıştır. Bu sebeple temeli sağlamdır. İslam
dini yükselme ve refah için bir vasıta olduğundan,
dinî, arızi pürüzlerden temizlemek maksadıyla İslam âlimleri dinin hükümlerini, meselelerini İslamiyetin esasları çerçevesinde ıslah etmelidir.
11. Bugün yetersiz kalan Arap harflerini dilimize göre ilmî bir surette ıslah etmek ve imlamızı
ona göre düzenlemek gerekir.
12. “Demokrasi, Bolşevizm, Halkçılık gibi çağdaş akımlara kapılarak Türk milletinin esasını teşkil eden feodal ve aristokratik yapıyı imha etmek
doğru değildir.”
13. Türkler, tarih boyunca başka milletlerin
elinde kalmış zanaatları yapmaya teşvik edilmelidir.
14. Kadın sosyal hayatın, eğitimin içinde olmalıdır.
15. Ural-Altay kavimleri arasındaki bağları
tespit edebilmek için çok yönlü soy, dil ve tarih
çalışmaları yapılmalıdır. Birlik ancak bu sayede
sağlanabilir.[4]
Tüm bu önerilerle didaktik seviyesi arttırılan
romanın kadınlar konusunda getirdiği öneri sadece kurgusal dünya ile ilişkilidir. Romanın başkişisi
olmamasına rağmen “Gönül Hanım”ın romana
ismini vermesi bu çerçevede değerlendirilebilir.
Sonuç olarak Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun
romanı, Türk kimliğinin inşa sürecinde getirdiği bilimsel önerilerle edebî ortamda bir kimlik manifestosu olarak tanımlanması ve Orhun
Abideleri’nin Türkçeye ilk çevirilerini ihtiva etmesi
romanın önemini arttırmaktadır.■
4. Çakır Mümine, Age., s. 247-262.
91
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Kadeh kaldırma hitabı,
bir su içicinin sorusu
SENAİL ÖZKAN
Kadeh kaldırma hitabı,
bir su içicinin sorusu
Hafız’a
Bina ettiğin meyhane,
Her evden daha büyük,
Mayaladığın içkiyi
Bütün dünya içip bitiremiyor.
O eski zamanların anka kuşu,
Misafirdir sende,
Dağ doğuran fare,
Şimdi –bizzat sensin nerdeyse!
Sen her şey ve hiçbir şeysin, saki ve meysin
Sen ankasın, dağ ve faresin
Ebedi kendi içine düşersin,
Ebedi kendi içinden kanatlanırsınSen bütün yüksekliklerin verdiği sarhoşluksun,
Sen bütün derinliklerin görüntüsüsün,
Sen bütün sarhoşların sarhoşluğusun
-neye, neye lazım sana –şarap?
Friedrich Nietzsche
"...mükemmel yaradılışlı
ve lirik ruhlu ulu
insanlar, yüce ruh
kudretiyle çözülen
coşkun ve berrak mecaz
girdaplarında yıkanır
ve arınırlar. Aşkın
deryasında öylesine bir
estetik haz elde ederler
ki âdeta bedenlerinin
ilahlaştığını hissederler."
İ
ki paradoksla karşı karşıyayız: Evvela
Nietzsche, namlı bir su içicidir. Kendisi bir su
tiryakisi olmasına rağmen, Yunan şarap ilahı
Dionysos’un da kayıtsız şartsız hayranıdır; filozof,
mitolojinin bu şarap tanrısını yaratıcı düşünce ve
sanat hâdiselerinde rehber edinir, kendini onunla
aynileştirir.
Aynı Nietzsche bu sefer şiirinde şaraba övgüler
dizen Hafız’ı yüceltir, göklere çıkarır. Hafız, İslam
dininin yasakladığı şaraba övgüler yazan bir aşk
şairdir; dünyanın en büyük lirik şairidir.
Burada göklere çıkarma tamamıyla harfiyen
anlaşılmalıdır! Esas anlamıyla bir ilahlaştırmadan da
92
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
bahsedilebilir.
Şiirin başında ölçüler verilmektedir;
kozmik ölçülerle, kozmik düzenlerde hareket
edilmekte:
Bina ettiğin meyhane,
Her evden daha büyük,
Mayaladığın içkiyi
Bütün dünya içip bitiremiyor.
…
Hafız’ın bina ettiği meyhane bütün
dünyadır; o, bu dünyanın mimarıdır. Bu dünya
içerisinde şarap sunulsun diye inşa edilmiştir.
Hem de hiç bitmeyen, aşk deryası olan,
idrak ölçülerimizin ötesinde mükemmel bir
şarap!... Burada şarap ile kastedilen şey, “derin
mutluluk”tur, “haz”dır; “ebediyet isteyen haz”.
Bu, Nietzsche’nin dionysik dünya anlayışına
fevkalade uygundur.
“Meyhane” ve “şarap” Hafız’ın nerdeyse her
şiirinde kullandığı kelimelerdir; Şark şiirinin
en önemli sembolleridir. Burada enteresan
olan şudur ki Hafız’ın Şarklı şerhçileri de onun
şiirlerinde sıkça geçen “meyhane” sembolünü
dünya, Tanrı’yı saki, şarabı ruh/aşk, Allah aşkı
olarak yorumlamışlardır.
Muhtemelen Nietzsche’nin bu neviden
yorumlardan haberi yoktu; onun felsefesi
bu neviden yorumlara aykırı ateist izler
taşımaktadır. Bununla birlikte Nietzsche’nin
şiiri de mistik cezbe izleri taşımaktadır. Zaten
şair filozof da kendisini büyük kozmik güçlerin
sözcüsü saymaktadır. Nietzsche’nin şiirlerinde
transandan ifadeler yer almaktadır ki bunları
filozof felsefesine de aksettirmiştir. Âlemde var
olan her şeyin ebedî yeniden geri dönüşü bu
neviden bir fikirdir.
Bu “ebedî yeniden geri dönüş” fikri şiirin şu
mısraında dile gelmektedir: “O eski zamanların
Anka kuşu…” Bilindiği üzere Föniks yani Anka
kuşu (simurg) kadim Mısırlıların inandığı
bir güneş kuşuydu; Yunan mitolojisine göre
bu kuş daima kendini yakarak kül eder fakat
daima küllerinden yeniden doğar. Anka ebedî
kendini yeniler… Dionysos’la deruni bir
ilişkisi vardır bu Anka kuşunun… Dionysos
da kozmik bir güç olarak ebedî arınmakta ve
kendisini yenilemektedir. Daima yeni hayat,
her halükârda hayat…
Farenin dağ doğurması meselesine gelince;
bu, klasik Latin şairi Horaz’ın “dağ doğuran
fare” ifadesine telmih söz konusudur. Burada
şayanı hayret derin bir sembol dikkati
çekmektedir: Eski bir yaratılış mitine göre
dünya tam merkezinden, göbeğinden, minnacık
bir ortasından yaratılmıştır ki burada dünya ve
dağ sözcükleriyle kastedilen geleneksel olarak
aynı şeydir.
Bundan sonra bir ara hülasa yapılmaktadır;
Hafız, uluhiyetin beşeri tezahürü olarak
karakterize edilmektedir. Hafız bir beşerdir;
ama aynı zamanda dünyadır, dünyanın
derunundaki ruhtur, mütemadiyen kendini
yenileyen transandan yaratıcı kudrettir:
Sen her şey ve hiçbir şeysin, saki ve meysin
Sen Anka’sın, dağ ve faresin.
Mamafih bununla da yetinilmiyor, şiirde
kullanılan tezatlar şiiri farklı bir gerilim
alanına taşıyor. Nihayet Hafız bizzat sarhoşluk,
sermestlik, coşkunluk ve vecd ü istiğrakın
sebebi ve prensibi olarak tebcil edilir
Ve son soru; -neye, neye lazım sana –
şarap? Soruyu bizim cevaplamamıza gerek yok.
Nietzsche’nin bizzat kendisi vermektedir bu
sorunun cevabını. Metrukâtı arasında bulunan
bir sayfada şunlar yazılı: “Varoluşun kendi
arınmasını kutladığı yüce ve meşhur insansevinçleri arasında pek nadir olanlar vardır.
Aynı şekilde ruh, duygular âleminde evinde
hissetmektedir kendisini; tıpkı duyguların ruh
âleminde kendisini kendi evinde hissetmesi
gibi.
Duygularda olup bitenlerin hemen hepsi
ruhta pek güzel ve harika bir mutluluk ve
oyuna sebep olmak mecburiyetindedir. Bunun
tersi de varittir!...” Hafız’da bunun yankılarına
bakacak olursak… Pek muhtemeldir ki bu
neviden mükemmel yaradılışlı ve lirik ruhlu
ulu insanlar, yüce ruh kudretiyle çözülen
coşkun ve berrak mecaz girdaplarında yıkanır
ve arınırlar. Aşkın deryasında öylesine bir
estetik haz elde ederler ki âdeta bedenlerinin
ilahlaştığını hissederler.■
93
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Grove Sokağı Mezarlığı
ÖZGEN FELEK
O
rtaçağ İngiliz Edebiyatı profesörü Carl Firth Weissenberger, bir mezarlıktaki üç bin
yedi yüz kırk sekizinci ölü olmanın bir insan evladının başına gelebilecek en talihsiz
vak’a olduğunu ancak ölünce anladı.
Carl Firth Weissenberger, henüz 73 yaşındaydı ve sadece bir sene, beş ay, iki hafta, altı gün önce
İnsani Bilimler Fakültesi’ne dekan olarak atanmıştı.
Şunun şurasında daha üç akşam önce, bir elinde Chardonnay şarabı/diğerinde ipek mendili,
Chaucer’ın hikayelerinde krallar, kadınlar ve soytarılar üzerine 26 kelime ve 138 heceden oluşan
uzunca bir cümle kurmaya yeltenip de nefesi yetmeyiverince, şehrin en görkemli kilisesinde apar
topar düzenlenen bir cenaze merasiminin ardından Grove Sokağı Mezarlığı’ndaki 3748 numaralı
çukura gömüleceği kimin aklına gelirdi ki?
Halbuki o gün de mutad olduğu üzre sabahın köründe kalkmış, koltuk altlarını ovuştura ovuştura sıcak sabunlu sularla bir güzel yıkanmış, aklanmış, paklanmış; aynanın karşısında tombul yanaklarını şaplata şaplata Frédéric Malle losyonunu sürmüş, beyaz saçlarını ve her daim gür bıyıklarını
gümüş tarağıyla tel, tel, tel, tel, tel taramıştı. Nihayet büyük gömme dolaptan itinayla ütülenmiş
renk renk gömleklerinin içinden en mavisini seçip, üzerine ekose papyonunu ve iki buçuk numara
gözlüklerini de özenle taktıktan sonra evden çıkabilmişti. Ağır endaze bir dekan ve bir sonraki rektör namzedi edasıyla dekanlıktaki odasına yürürken, Batı Medeniyeti ve Yamuklukları isimli saygın
akademik dergiye göndereceği makalenin son düzeltmelerini bunca işinin arasında Pazartesi’ye nasıl
yetiştireceğinin hesabını yapmıştı yol boyunca.
Hayat kısaydı kısa olmasına da, bu kadar mı kısaydı!
Tanrı aşkına haklarını teslim etmek lazım. Cenaze merasimine bir hayli özenmişlerdi. Elinden
pek çok dekan geçmiş cenaze evi sahibi, Carl Firth Weissenberger’ı bir profesöre ve bir dekana yakışır
bir ihtimam ile allayıp pullayıp hazırlamıştı. Karısının geçen sene Kristmas indirimlerinde düşürdüğü ve sadece-bir-kere-giyildiği-için-ütü-istemeyen saten gömleğini giydirmiş, arslan kafası desenli kol
düğmelerini kol uçlarına, ekose papyonunu ise boynuna düzgünce yerleştirmiş, gözlüğünün camlarını ayna gibi parlatmış, saçlarını ve bıyıklarını ince ince taramıştı.
Gerçi, eli erseydi Carl Firth Weissenberger saçını sağa değil de sola yatırırdı ama, olsun. Herhalde
ölmenin en acıtan yanı, eline bir ayna alıp da tabutunda uzanırken nasıl göründüğüne bakamamak
olsa gerek. Ama, o kadar çilesi olacak elbette. Nihayetinde, bir dekanın ölümü yeryüzünde acısı en
geç iyileşen trajedilerden biridir ne de olsa.
Dört bir köşesine serpiştirilmiş irili-ufaklı mumların dalga dalga aydınlattığı kiliseyi, Carl Firth
Weissenberger’ın pek sevdiği sarı güller ve devasa kurdelelerle donatmışlardı. Kilisenin melekler ve
azizlere mesken olmuş dilimli kubbesini çın çın çınlatan “Kim Demiş De Ölüm Bi Son!” ilahisi, se-
94
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
venlerinin mahzun gönüllerini teskin ederken, düşmanlarının kalplerine korku salıyordu. Üniversitenin rektörü, dekanları, bölüm başkanları, doçentlik
için kıvranan yardımcı doçentler, doçentliğini alınca
gün-be-gün zalim bir krala dönüşen profesörler ve
dalkavukları, dedikoducu sekreterler, sümsük doktora öğrencileri kuş tüyü yastıklarla doldurulmuş
cilalı, maun bir tabut içinde uzanan şu iri gövdesinin önünden birer birer saygıyla geçmişlerdi. Her
biri elleri önlerinde tazimle bağlı, boyunları bükük,
kafaları sağ yanlarına hafifçe düşmüş, yüce İsa’dan
hayattayken dizginleyemediği tamahı ve hırsları için
Carl Firth Weissenberger’ın bağışlanmasını dilemişti.
Carl Firth Weissenberger, epeydir kendisini dekanlıktan ve üniversiteden attırmak için oda oda
dolaşıp imza toplayan Mark Jr. Anderson’ın dudağının kenarına konan kırık tebessümü farketti
farketmesine de, ses etmedi. Sonuçta kimseye de
ardından, “Öldü gitti ama hırsından tabutunda bile
edebiyle yatamadı” dedirtmek istemedi.
Carl Firth Weissenberger’ı en çok şaşırtan ise
her sabah telaş içinde yanından geçip gittiği şu sessiz Grove Sokağı Mezarlığı sakinlerinin hasbelkader
tanrıcıklara evrinmiş rektör eskilerinden, kitaplarını
artık kimsenin okumadığı emekli profesörlerden,
üniversite matbaasında sözleşmeli çalışan şıllıkla
basılan kocanın derdine yok yere kendine kıymış
hanımefendilerden, kirayı toparlamak endişesiyle küçük-ama-şirin bir dükkanda akşamlara kadar
törpülene törpülene tükenip giden ömürlerden,
sevgilinin sıcak tenini kirli bir savaşın kanlı vaatleri
uğruna bırakıp gitmiş gözüpek askerlerden ibaret
olmadığını öğrenmek oldu.
Her biri yanında bir sonraki sayıya yetişecek
makale düzeltilerini, henüz yarısı okunmuş öğrenci
tezlerini, yayınevinden geri çevrilmiş kitap müsveddelerini, alkol kokan profesörleri isim isim listelemiş
şikayet dilekçelerini, etek ucuna “Noel-partisinemutlaka-ama-mutlaka-yetişecek” notu iliştirilmiş
kadife elbiselerini, köşesine “Ödendi!” mührü vurulmuş kira çeklerini, ve savaşmaktan fırsat bulup
da bir türlü postaya verilememiş nedamet şiirlerini
de getirmişti.
Hiç biri değil de, Carl Firth Weissenberger’a asıl
dokunan, 3747 numaralı çukurda yatan Ortaçağ
tarihçisi Paul Ray Ehrenberg ile omuz omuza gömülmek oldu. Hayatının son on iki senesinde, her
Pazar kilisede 1 dolar 25 sentine kıyıp da yaktığı
mumların karşılığı bu olmamalıydı. ■
YETER Kİ
DEĞİRMEN
Kardelen çiçeği diyor
Ve yazıyorsam
Kar ateşleriyle
Camlarına bir akşamın
Bir değirmenin kalıntısı
Ürpertiyle esen rüzgâr
Yalnızlığa sürükleniyor sular
O bembeyaz unlar, çuvallar
Çocuklar, kuşlar
Sanrılarla birleşiyor
Günebakan çiçeği deyin
Siz de
Güneş ışıklarıyla yazın
Sularına bir sabahın
Bir zamanlar adamla karısı
Bir yazgıya bakar gibi
Şoseye, patikaya, ovaya bakardı.
Bir ismi olsun yeter ki
Bu sevdanın
SÜLEYMAN BEKTAŞ
DAVUT GÜNER
95
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
RASİM DEMİRTAŞ
MUDANYA İSKELESİNDE
CAZ SEVER BİR ZENCİ
Mudanya iskelesinde
Yirmilik bir zenci kız
Osmanlı çınarının altında
Sanki akşam güneşi
Sanki mangalda kor kahve
Teni zeytin;
Siyah gül iri dudakları.
Kıvırcık saçları bizim sümbüle nazire
‹bir nîm neş›ve say sen
bu cihânın bahârını›
Vedalaş artık Rasim
Fazla kaptırma kendini
O caz sever bir zenci.
Sen hicaz’dan biri
DÖNÜŞ
TAMER ABUŞOĞLU
Aramızdan ayrılan bütün şairlerin anısına...
zamanın kapanında örselenip
savrulan bütün hayatlar için
bir gün her şey duracak
mevsimler geçecek üzerinden
kim bilir kaç zaman?
kaç hüzün, kaç hazan?
unutturacak seni geçen yıllar
oysaki bütün bekleyişler gibi
nafile bir bekleyiştir o
adalet beklediğin hayattan
heyhat on yıllar sonra, yirmi yıllar
otuz yıllar sonra belki
birileri çıkacak, anımsatacak seni
yaşadığın topraklara, yaşattığın topluma
yirmilik bir çivi gibi
sokacak seni suskun kitlelerin gözlerine inatla
devam edeceksin kaldığın yerden o vakit
ve an gelecek yeniden başlayacaksın yaşamaya
96
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Anılar hüzün kokar
SERHAT IŞIK
H
ep uzağa gitti, çok uzaklara. Uzağa en yakın yerlere... Kaçtı çocukluğundan. Bir yanı
hep çocuk kalan biri ne kadar uzaklaşabilirse o kadar uzaklaştı çocukluğundan. Gittiği
her yere hüznünü de götürdü babasından miras kalan. Bir de bakışlarını, bin sözcüklük bir cümleden daha etkili o bakışlarını...
Babasının sol elinde güç kaybı vardı. Askerde bir darbe almış ve zamanla bu hâle gelmiş. Ne
olduğunu kimseye söylememiş. Köy işleriyle uğraşırken biraz zorlanırdı. Sol elini kullanacağı zaman
tüm vücudunu sola eğerdi. Onun bu hâlini görmek, oğlunun içini burkardı. Çocuklarına düşkün
bir babaydı. İki çocuğu üniversitede okuyordu, bir tanesi de ilkokulda. Her ay onlara para gönderebilmek için uğraşırdı. Kara lastik ayakkabı, çorabının içine konmuş yamalı bir pantolon, rengi atmış
ve onunla bütünleşmiş gri ceketi... Babası hep bu giysilerle onda yaşadı. Her şey dünde kalmıştı ve
dünler arttıkça hüzünler de artıyordu.
Trenle memleketine giderken bir yandan da eski günlerini düşünüyordu. Hayâllere dalıp gidiyordu. Tren camından dışarı baktığında tarlalarda çalışan köylüleri görüyor, görür görmez de bir yaşam biçiyordu onlara. Zorluklarla dolu bir yaşam... Onların yerine üzülüyordu. Tren zaman zaman
çayırlarda otlayan hayvan sürülerinin yanlarından geçiyordu. Bütün çobanlar aynı bakıyor, diye
düşündü. Değneğine dayanarak bakan, esmer hüzünler... Sonra telefon direkleri... Sıcaktan tellerini
salıvermiş hepsi. Yükselen alçalan teller... Ara ara girilen tünellerde kesilen hayâller, tren tünelden
çıkınca yeniden başlıyordu. Bir derenin yanından geçiyorlar. Balık tutan üç beş genç tuttukları balıkları gösteriyor trendeki yolculara. Onlar için de üzülüyordu o hayatlara saplanıp kalacaklar diye.
Tren, köyüne yaklaştıkça o da çocukluğuna yaklaşıyordu. Yıllardır kaçmaya çalıştığı çocukluğuna... Tren yaklaştıkça o, çocuk oluyordu. Köyü demek, çocukluğu demekti. Kalbi daha hızlı atmaya
başlamıştı. Trenden indi. On dakika uzaklıktaki köyüne doğru yürümeye başladı. Yıllardır gelemediği köyüne... Koşup oynadığı çayırlar, dağlar onu özlemişti. Büyük bir özlemle bakıyordu onlara.
Şurada koşar, oynardık; şu derede az balık tutmadık, diye söylendi. Her şey yaşanıp bitiyor ve geriye
bir avuç anı kalıyordu. Güzel anılar bile hatırlandıktan sonra hüzün veriyordu insana.
Babasının vurulduğu yere yaklaştığında ayakları geri geri gitti. Onun vuruluş ânı tekrar canlandı
gözünde. Nasıl unutsundu ki? Kanlar içinde yere yığılışı, ona son kez bakışı, elini tutuşu, eline babasının kanının bulanışı... Yıllarca sızlamıştı elinin o tarafı ve hep üşümüştü o eli. Köyün alt tarafındaki mezarlığa giderek babasının mezarını buldu. Yıllar içerisinde bakımsızlaşmıştı mezar. İsmi zar zor
okunuyordu. Eğildi ve üç kez öptü toprağını. Elinin kan değen kısmında bir sıcaklık hissetti. Kalktı
köyüne, doğduğu eve geldi. Harabe hâlindeydi. Duvarlar göçmüş, tahtalar çürümüş, kapının demir
kısımları paslanmıştı. Evin çevresi yabani otlarla dolmuştu. Harabeler içinde dolaştı. Her taraf anne
kokuyordu, baba kokuyordu. İçine çekti o kokuyu. Nereye baksa çocukluğunu görüyordu. Çocukluğundan kalma sesler yankılandı kulaklarında. Derin bir iç çekti, bir sigara yaktı ve çocukluğunu
aradı her yanda. Bir türlü kaçamadığı çocukluğunu... ■
97
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
NEVZAT ÜLGER
ile medeniyet üzerine
Osmanlı ekonomisi bir ihtiyaç ekonomisiydi. Bunun
anlamı, insanlar ekonomi için değil, ekonomi
insanlar içindir. Genellikle Osmanlı servet
farklılaşmasına müsaade etmemiştir. Osmanlı’nın
hedefi yaşanabilir bir sosyal düzen kurmak
ve devam ettirmektir.
GIYASETTİN DAĞ
NEVZAT ÜLGER
1950
yılında
Elazığ’da dünyaya geldi.
İktisat fakültesini bitirdi. İlk kitabı "Kalkınma Yolunda Bir Şehir:
Elazığ" isimli çalışmasını yayımladı (2000). “Türkiye’de Siyaset ve
İktisat” adlı çalışmasını
ikinci kitap olarak yayımlandı(2003). 2009
yılında "İslam Tarihinde İktisadi Olaylar"
kitabını, 2013 yılında
“Osmanlının
İktisat
Mantığı” adlı çalışması
takip etti.
Nevzat Ülger evli ve
beş çocuk babasıdır. Yerel ve ulusal çeşitli dergi
ve gazetelerde makaleleri yayımlandı.
Karşılaştırmalı olarak ele aldığınız Doğu’da ve Batı’da Bilim
ve Düşünce isimli eseriniz birçok soruyu tekrar da olsa beraberinde
getirdi. Dört yüz sayfalık hacimli eserinize İslam düşünce tarihinin durumu ve sorunlarını ele alarak başlamışsınız. Şunu merak ediyorum:
Kitabınızda sık sık İslam dünyasının 20.yüzyılın başından itibaren
yeniden bir yükseliş dönemine girdiğini savunuyorsunuz. Bu yükselişe
dair alametler nelerdir, hangi alanda ne tür bir yükselişten bahsedilebilir?
Analitik düşünmeyi seçen insanlar geçmişe takılıp kalmaz, geçmişi
hayal kuranlara bırakarak geleceğe odaklanırlar. Bugün Avrupa’nın düşüşte
olduğunu görmek için ekonomik verileri görmek yeterli. Buna karşılık
Türkiye, 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren artık ofansif düşünme
yollarını açmış durumdadır. ABD yine merkez konumunu devam
ettirecek; Türkiye, Japonya ve Meksika gibi ülkelerin de lider dünya devleti
olacakları öngörülebilir. Dayanaklarım kısaca; tarih, coğrafya, demografi,
teknoloji ve medeniyettir. Ancak özgür isteğin, öngörünün de önünde
olduğu unutulmamalıdır.
Eserinizde Oryantalizm’in Doğu’yu Batı’ya “mantıksız, dinsiz, azgın, sapkın” olarak tanıttığını kaydediyorsunuz. Oryantalistler yaşadığımız dünyada Batı’nın Doğu’ya bakışının şekillenmesine ne tür bir
negatif katkı vermişlerdir?
Doğu insanlarının Batı’ya karşı olan “aşağılık duygusu” içerisindeki
tutumlarını düşünmek yeterli olur kanaatimce. Batı, Doğu’yu dışlayarak
baskı altına alıyor.
Ülkelerin gelişmişlik düzeylerini anlatırken “GSMH’nın kutsal bir
ölçek olmadığını” ifade ediyorsunuz. Dünyada kabul edilen bu ölçeklemenin yerine daha insani bir değerlendirme kriteri nasıl getirilebilir?
98
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Ülkelerin gelişmişlik düzeylerini anlatırken, bir
ülkenin toplam gelirini bilmek açısından GSMH’sı
göz önüne alınmalı ancak “gelirin âdil dağılımı”
rakamlarla anlatılırsa ülke insanlarının mutlu olup
olmadıklarını konuşma imkânımız oluşur. İnsanlarının çoğunluğunu mutlu edemeyen sistemler “insan merkezli” değildir. Unutmayalım ki devletlerin
dini adalettir.
Eserinizde “İnsan yüzlü bir kalkınma” önermeniz ne şekilde gerçekleşebilir?
Bu konu kitabımızın “İnsan Merkezli Kalkınma Ekonomisi” bölümünde detaylı olarak
anlatıldı. Ancak örneklendirmek açısından çok
pratik bir uygulamadan bahsedeyim: Batı’nın
tespit edebildiği en eski yazılı “Commenda” ortaklığı M.S. 976 tarihlidir. Bu ortaklığın günümüzdeki evolüsyonları ise; ABD’de “Venture Capital”,
Avrupa’da ”Carati”, “Medici Sistemi”, “Equite Finance” ve “Joint Stock Companies” kurumlarıdır.
Bu oluşumların kökeni çok yakın bir zamana kadar dünyaya Batılı diye anlatılıyordu. Ancak ünlü
sosyolog Max Weber bu konuda endişelerim var
deyince tartışmalar başlamıştı. Nihayet 1966 yılında Prof. Udovitch, “Comenda’yı Musevi, Bizans ve
İslami kontrat formlarıyla mukayese ettikten sonra
kökeninin İslami “Mudaraba”ya dayandığını ispat
etmiştir.
Dilimize “Risk Sermayesi” olarak çevrilebilen
Vençure Kapital esas itibariyle bizdeki Kalkınma
Bankalarının işleyiş formlarından biri olan mudaraba sistemidir. Bazı kanunlarda yapılacak küçük
değişikliklerle, hem kalkınma bankaları hem de
Halk Bankası, gerçekleşme oranı yüksek fikri olup,
yeterli finansman gücü olmayan kişi ve kuruluşlar
için ortaklık yolu ile finansman sağlayan kurumlar
hâline getirilebilir. Zaten Halk Bankası’nın kuruluş
amacı da KOBİ’lere yardım etmektir.
Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde
“MacMillan Boşluğu” denilen iktisadi bir olay var.
Küçük şirketler kredi almak isterlerse, iyi bir fikri
de olsa yeterli ipotek veremiyorsa klasik yöntemlerle finansman sağlayamıyorlar. İşte küçük şirketlerin
veya işlerini büyütmek isteyen kurulu şirketlerin
kredi alamaması boşluğuna, bu boşluğu tespit eden
İngiliz Başbakanının ismine izafeten “MacMillan
Boşluğu” deniyor. Bu boşluğu doldurmak için;
Katılım Bankaları mudaraba yoluyla, yeni düzenlenmiş Halk Bankası da hisse senetleri yoluyla bu
şirketlere finansman sağlayarak o şirketlerin büyümesini sağlarken, birkaç yıl sonra satacakları ellerindeki hisse senetleri yoluyla da yüzde bin sekiz
yüze kadar kâr elde etmektedir. Bu tür uygulamalar
hem ABD’de hem de Avrupa’da hâlen mevcuttur.
Bu yolla, iyi bir fikri olduğu hâlde yeterli sermayesi
olmayan kişi ve kuruluşların ekonomiye kazandırılması söz konusu olduğu gibi, parası olduğu hâlde
yatırım yapamayan insanlara da yatırım yapma
imkânı sağlanmış olacaktır.
Peki, İslam âlemi bilimsel bilginin gelişmesini
neden elinden kaçırmış ve bunu Batı’ya kaptırmıştır?
İnsanlar ofansif düşünebildikleri sürece
yaşadıkları toplumun problemlerine çözümler
üretebilecekleri gibi, yaşadıkları toplumu da
yukarıya çekerler. Ancak defansif düşünmeye
başladıkları andan itibaren onların tek derdi
statükonun korunmasından ibarettir. 622 yılından 18. yüzyılın başlarına kadar ofansif düşünen
her daldaki bilim ve düşünce adamları, 1803
yılından sonra Batı menşeli devlet ve idare şeklinin
benimsemesinin ardından devlet görüntüsü altında
statükoyu korumak adına kendi iktidarlarını
korumanın peşine düşmüşlerdir. Zaten Batı’nın da
bilgi ve formülasyonları ete kemiğe büründürmeye
başladıkları zaman dilimi 1700’lü yıllarda başlar.
O güne kadar mükemmel bir meritokrasi sistemi
içerisinde yükselen genelde İslam dünyası, özelde
Osmanlı Devleti, bünyesindeki âlimlerin defansif
davranmaları sonucunda üstünlüklerini Batı’ya
kaptırmışlardır.
Osmanlı, Batı’da gelişen Reform ve Rönesans
süreçlerini doğru algılayabilmiş midir, bütün
önemli deniz yollarını ve ticaret güzergâhlarını
elinde bulundurmasına rağmen neden sanayileşme trenini yakalayamadı?
Modern iktisadi büyüme dediğimiz büyük
tarihî değişimin 18.yüzyılda ilk defa ortaya çıkışından 20.yüzyıla kadar Batı dünyasına münhasır
kaldığı ve İslam âleminin, özellikle Osmanlı Devleti hinterlandındaki büyük çabalara rağmen bu
bölgenin bu değişmeye katılamamış olduğu bilinmektedir.
İslam dünyası bu büyük değişmeye neden
katılamadı/katılmadı? İslam iktisadının veya Müslümanların bir kusuru mu bu katılımı engelledi,
99
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
yoksa Batılı insanların üstün meziyetleri mi vardı
da onlar sanayileştiler? Ayrıca ne olursa olsun sanayileşmek şart mıdır? Hangi soruya cevap aranacak
olursa olsun İslam dünyasını özellikle de o dönemin İslam devleti olan Osmanlı’yı bu değişimden
alıkoyan faktörleri iyi tespit etmek gerekir.
Öncelikle Batı’da sanayileşme adına iktisadi
büyüme fiilen 18. yüzyılda başlamakla birlikte
birçok değişmenin ve büyük değişimi tetikleyen
faktörlerin 14. yüzyıldadan itibaren başladığını görürüz.
Tabi söz konusu yıllar, yani 1300–1700 yılları Osmanlının da en parlak yılları ve Batı’nın hep
korktuğu ve içten içe de kıskanıp onun gibi olmaya
çalıştığı yıllardır. Osmanlı bu 400 yılda 1402/Ankara Savaşı hariç hemen hemen hiç yenilmemiş bir
devletti. Bu yıllarda Osmanlı devamlı büyüdü ve
genişledi. Eski dünyanın kalbi sayılabilecek yerleri
hep elinde tuttu. Avrupa, Osmanlı’ya karşı savunma hattını Viyana sınırlarına kadar geri çekti ama
orada da zorlukla tutunabiliyordu.
Osmanlı, Batı karşısında bu 400 yıl boyunca
kendine yeten ve güvenen bir devletti. Ancak Osmanlının bir tarım toplumu olduğu, Batı’nın ise
yeni bir atılımla sanayi toplumuna geçiş yaptığı
unutulmamalıdır.
1308’den sonra en az 250 yıl bütün Ege kıyıları,
Balkanlar, Akdeniz’in Arap Yarımadası ve Kuzey
Afrika kıyıları Osmanlı sınırları içinde kalmıştır.
Özellikle Akdeniz’in doğu bölgesinde dünya
ticaretinin yapıldığı büyük limanlar bulunuyordu
ve buradaki canlı alışverişin sağladığı ekonomik
çıkarlar da bu bölgeyi elinde tutan Osmanlı’ya
akıyordu. İşte bundan ötürü Batı hem coğrafi
keşiflerle bağlantılı olarak hem de Uzakdoğu’ya
uzanabilmeleri için faaliyet alanını Atlantik’e nakletmiştir. Bu yıllarda coğrafi keşifler sonunda Batı,
Osmanlı’nın kontrol ettiği Karadeniz, Kızıldeniz ve
Doğu Akdeniz dışında hâkim olmadığı bir deniz
kesimi bırakmamıştır. Bu gelişme Batı’ya denizaşırı ticareti, büyük sermaye birikimini (hem bireysel
hem de devlet çapında) yeni bilgi ve teknoloji ile
yeni şirket tiplerini kazandırmıştır. Coğrafi keşiflerle birlikte, Batı’nın uyguladığı sömürgeci anlayışla birlikte; özellikle Amerika’dan ve Afrika’dan
Avrupa’ya akan altın ve gümüş stoklarıyla birlikte
Batı’da modern iktisadi büyüme fenomeni tarih
sahnesine çıkmıştır.
Bu bağlamda birkaç hususun da özellikle be-
lirtilmesi gerekir kanaatimce: Osmanlı daha 14.
yüzyılda Batı ile girdiği ilişkilerinde Batı’ya Müslüman olmanın verdiği üstünlük duygusu ile bakıyordu. 400 yıllık zaferler de bu duyguyu hep canlı
tutuyordu. Bu nedenle de Batı, Osmanlı için bazı
malların ve hayatı kolaylaştırıcı bazı tekniklerin alınacağı bir bölgeydi. Başka da alınmaya değer bir
şey bulunabileceğine ihtimal verilmeyen ve fazla da
dikkate alınmaya değmeyen bir bölge olarak görülmüştür.
18.yy.ın yarısından itibaren Batı’nın başarısı,
Batı’nın üstünlüğünden çok, bizim kendi kusurlarımızda aranmış, 19. yüzyıla kadar kendi parlak
geçmişimizle çıkış yolu aranmıştır. 19. yüzyıla kadar ıslahat projelerinin hepsinde bu konu yanlış
olarak ele alınmıştır. Ayrıca Batı’da kurulmuş olan
enformasyon, Batı’da yaşayan aşağı yukarı 100 milyonluk nüfus arasındaki haberleşmeyi ve etkileşimi
artırmış, onları sürekli buluşlara teşvik etmiştir.
Merkantilist büyümeyi seçen Batı, iktisadi büyümenin vazgeçilmez şartı olan sermaye birikimini benimserken, özellikle coğrafi keşiflerden sonra
kartopu gibi büyüyen sermayedarların sayısı bir
hayli artmıştır. Osmanlı ise servet birikimine hiçbir
zaman müsaade etmemiş, toplumda en fakirle
en zengin arasındaki oranı 1/7 ile1/4 arasında
tutmuştur. Yüksek servetlere devamlı el koymuş,
bireysel servete, siyasi rakip olmasın ve diğer
insanların da husumetini çekmesin diye hiçbir
zaman izin vermemiştir.
Osmanlı ekonomisi bir ihtiyaç ekonomisiydi.
Bunun anlamı, insanlar ekonomi için değil, ekonomi insanlar içindir. Genellikle Osmanlı servet
farklılaşmasına müsaade etmemiştir. Osmanlı’nın
hedefi yaşanabilir bir sosyal düzen kurmak ve devam ettirmektir.
Sonuçta bireysel sermaye birikimi olmayan,
ülke nüfusunun yetersiz, uluslararası komünikasyon imkânları sınırlı, teknolojik gelişmeyi takip
edememiş bir topluluğun sanayileşmeye dayalı bir
iktisadi büyümeyi sağlayacağı mekanizmanın olmadığı kanaatindeyim.
“Çağımız insanının ruhi çürümüşlükten
kurtulmak için entelektüel uyanmanın yanında bir şok tedavisine ihtiyaç duyduğunu” kaydediyorsunuz. Nedir bu şok tedavi?
Unutmayalım ki, birey için hayatta her şey zihinle başlar, bir zihniyete göre gerçekleşir ve zihin-
100
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
de biter. Ekonomiyi de dünya, insan ve toplum ontolojisinin çok boyutlu bütünlüğü içindeki yerine
oturtan bir iktisat anlayışına ve disipline ihtiyaç vardır. Yapılacak ilk iş, zihnimizi laik-seküler dünyanın
etkisinden arındırıp yeniden inşa etmektir.
Biz aslında yerleşik iktisat ilmini aşmak istiyorsak, önce işe sosyal hayatın çok yönlü ve karmaşık
bütünlüğü içerisinde iktisadi faaliyeti normal hayatımızın içinde gören ve böylece yerli yerine koyan,
ekonomi odaklı olmayan bütüncül bir hayat kavrayışına ve buna bağlı bir “iktisat anlayışına” sahip
olmalıyız. Demem o ki; insanın hayatını bölümlere ayırmak İslami ve ahlaki olmaz. Çünkü insan
hayatının her safhası esas itibariyle bütünün temel
ilkelerine göre şekillenir.
İslam iktisadi sisteminde” devlet, ekonominin
neresinde durmaktadır, ne ölçüde müdahil ve
düzenleyicidir?
Devletler artık 19. ve 20. yüzyılın devlet anlayışı ile çalışmıyor. Devlet bizzat iktisadi faktörleri
koordine ederek üretime girmez, bunu özel sektöre
bırakır. Yani devlet herkesin çizilen senaryo kurallarına bağlı kalmasına dikkat eder. Günümüzde
devlet yalnız planlama, savunma, emniyet, iç işleri, dış işleri, maliye, millî eğitim ve sosyal güvenlik
işleri ile ilgilenmektedir. Devletin yapacağı
birtakım düzenlemelerin günümüzde gelirin adil
dağılımına tesir edeceği ya da bazı kişi ve grupların
çıkarlarına hizmet edeceği unutulmamalıdır.
Hatta bu konuda yerel yönetimler eliyle çok kısa
sürede türedi zenginlerin varlığı işin doğrusu
yadsınamaz. Öyle ise devlet, toplumun bel
kemiğini oluşturan “orta sınıf”ın oluşturulmasında sosyal devlet anlayışı ile hareket ederek “Gelirin Adil Dağılımı”na yön verebilmektedir. Keza
girişimciler için de faizsiz sermaye temini açısından
devletin düzenleyiciliği oldukça önemlidir. Aynı
düzenleyicilik vergilendirme için de geçerlidir
elbette. Ancak bahsettiğimiz iktisadi hayatta
devlet müdahalelerinin en az olduğu serbest
piyasa ekonomisinin geçerli olduğu akıldan
çıkarılmamalıdır.
Risk Sermaye Şirketinden bahsederken hem
kalkınma bankası yoluyla fonlamadan hem de
yeni düzenlenmiş Halk Bankası yoluyla finans
sağlamadan bahsettik. Burada devlet çok stratejik
ve büyük sanayi yatırımlarını Halk Bankası yoluyla
finanse edecektir.
Günümüz iktisadının en önemli sorunlarından biri sanırım eşit bir gelir dağılımı sağlanamaması olsa gerektir. İslam iktisadı bu konuda
ne söylemektedir?
Mutlu ve huzurlu bir toplumun tesisi açısından,
gelir dağılımı, adil bir şekilde yapılıp yoksulluğun
kaldırılması ve bunun neticesinde de toplumsal
adaletin sağlanması mümkündür. Bu maksatla; küçük sanayinin, daha fazla istihdam sağlayıcı, yeni
teknolojilere daha çabuk intibak etme kabiliyetinin
yüksekliği, gelirin tabana yayılmasındaki
fonksiyonları dikkate alınarak KOBİ’ler teşvik edilmelidir. Bu yolla servetin tabana yayılmasının toplumsal adaleti sağlamada en risksiz ve en rahat yol
olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Fiyatlara ve kaliteye belli bir denetleme getirilmeli; vahşi kapitalizm uygulamaları “serbest piyasa” diye topluma sunulmamalıdır. Uygun fiyat
ve kaliteli ürün için denetlemenin olmazsa olmaz
olduğunu son on dört asır bize göstermiştir. Dolaylı vergiler en aza indirilmeli, asgari ücretten vergi
alınmayarak yükseltilmelidir. Asgari ücretle alınabilecek şeyler sadece kişinin fizyolojik ihtiyaçları
düşünülerek tespit edilmemelidir.
Kalkınma bankaları öne çıkarılarak sermayeemek
ortaklıklarının
kontrollü
gelişmesi
sağlanmalıdır. İstidat ve kabiliyeti ile parlak
düşüncelere sahip olup parası olmayanlar için
muhakkak yeni fırsat ve imkânlar sunulmalıdır.
Tüm banka sistemlerinin işi para alıp satmaktır.
Bu da birtakım finansal riskler taşımaktadır. İslam
bankalarının riski ise finansal risk değil, teknoloji
ve iş riskidir.
İşveren, en düşük ücretle işçiyi çalıştırmaya
uğraşırken, işçi de en yüksek ücreti almak
istemektedir. Emek ve sermayenin hak ve
sorumlulukları belirlenirken kural olarak “serbest
pazarlık sistemi” geçerli olmakla birlikte, bu tek
ölçü olarak kabul edilmemelidir. Çünkü zayıf tarafın ezilme ihtimali vardır. Bu nedenle adaletin tesisi
için devletin hakem rolüne başvurulmalıdır.
İnsanlık artık yoksulluğun olmadığı adil bir
iktisadi ve sosyal düzeni kurabilecek bilgi birikimine
sahiptir. Hâkim durumdaki iktisat disiplininin,
“iktisat, kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların giderilmesidir” ilkesine itiraz edilmelidir. Bu formül
aldatıcıdır. Ne kaynaklar kıttır ne de ihtiyaçlar sonsuzdur.■
101
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
Sadık Hoca'nın birikime,
deneyime dayalı kitabı
HÜSEYİN AĞCA
“Edebiyat bilimi, edebiyat nazariyatını, edebî tenkidi, edebiyat sosyolojisini, edebiyat eğitim ve öğretimini, edebiyatın biyografik, bibliyografik yardımcılarını
bünyesinde taşıyan ve en son hedefi edebiyat tarihinin
yazılması olan bir çalışma alanıdır.” (114.s.)
Yukarıdaki ufuklu ifade, Prof. Dr. Sadık Tural’ın
“Edebiyat Bilimine Katkılar” adlı 7 Temmuz 2015
tarihinde 3. baskısı yapılan eserinden alınmıştır.
Kendisini yakından ve doğru tanıyanların “Çağımızın Dede Korkut’u” namıyla adlandırıp bir
ortak toplantıyla ödüllendirdiği* Sadık Hocanın
bu eseri, kanımca alçakgönüllülüğü ileri götüren
bir adlandırmayla yayımlanmış, isimdeki “Katkılar” kelimesi düşünülünce. Niçin mi? Çünkü, katkı,
küçücük bir eklemeyle, pek de önemli olmayan bir
değişimi, gelişimi sağlamak anlamında kullanılıyor.
Adı geçen eser, edebiyatla hangi amaçla, hangi
düzeyde olursa olsun ilgilenenlerin, -eğer bu ilgiyi
samimiyetle gösteriyorlarsa- tamamına, çok yeni,
geniş kapsamlı, mevcut bilgilerini bir daha gözden geçirmelerini zorunlu kılan renkli ve değerli
bir ufuk açıyor. Eseri, kendimce ve belki de biraz
haddi aşarak değerlendirmeye çalışırken, başlangıçta
* ASTOP(Sivil Toplum Kuruluşları Platformu)’a bağlı
kuruluşların başkanları, Sadık Hoca’yı “Çağdaş Dede
Korkut” nitelemesi altında ATO’nun büyük konferans
salonundaki görkemli bir törenle 2014 yılı ödüllerinden
birine layık görmüşlerdi (12 Mayıs 2014).
belirtmekte yarar gördüğüm ilk husus, alan uzmanlarının bu esere yaklaşırken, olabildiği kadar tarafsız
kalabilmeyi başarabileceklerine dair olan inancımdır.
Eser, “Özlemini Fatihalara emanet ettiğim
merhum babam Kemal Tural’ın ruhuna” ithafını taşıyor. Akıllı kızımız Merve Can’ın** editör sıfatıyla
yazdığı yazı, incelikli, duygusal, içten bir kadirbilirlik örneği.
Editörün, -genç bir iletişim uzmanı olarak- esere
ilişkin ilk tespiti iki önemli noktaya vurgu yapıyor:
Birincisi, “bilimsel bilgi, kanaat, iman kavramlarının anlatılması, bizim kuşağın çok ihtiyaç duyduğu bilgeliklerdendir.” İkincisi ise, “Özenle seçilmiş
kavramlar dizisi listesinin, böylesi eserlerde büyük
önem taşıdığının farkında olarak, özellikle edebiyat
bilimi çalışmacılarına/öğrencilere kolaylık sağlayacağı kanısındayım” ifadesidir.
Yazar bu üçüncü baskının Sözbaşı’nda, bir devletin vatandaş kimliğini taşıyanları öncelikle şu soruya cevap vermeleri konusuna vurgu yapıyor: Acaba
mensup olduğum Devlet gerçekten bağımsız mı? Bu
sorunun içeriğinde yer alan başlıca temel kavramları
beş başlık altında özetledikten sonra vardığı nokta şu tespiti yapıyor: “Hangi alana ait olursa olsun,
ihtiyaç duyulan, vazgeçilmez sayılan, değer, bilgi ve
davranışlara sahip olabilmek için, öncelikle soruların,
ardında da cevapların oluşturulması gerekiyor.”
Eser; 361 sayfasını, önce kendi alanında, sonra
da genelde toplumumuzun ana meselelerinde dile
getirilen düşünce, görüş, yorum ve tekliflerini bu
soruların cevabını vermeye ayırmış. Kanımca, bu
cevaplar verilirken eserin ana omurgası her bölümde
şunu vurguluyor: Bu toplumun bir mensubu, ama
sorumlu bir mensubu olmaktan onur duyuyor muyuz? Bu onuru taşımak bizi mutlu ediyor mu? Bu
mutluluğu gelecek nesillere taşımak için zorunlu sorumluluklarımızın bilincinde miyiz? Asıl mesele bu.
Eseri oluşturan on beş bölümün birincisi
olan “Edebiyat Bilimi Kavramı ve Türkiye’deki
Durumuna Dair Notlar” başlıklı bölüm, ders
notlarından kayda alınarak yazıya geçirilmiş.
Sadık Hoca genelde her bölümde o alanın temel
kavramının/kavramlarının tanımına yer veriyor.
Alanın ana ögesi olan edebiyat eseri’ni, “dilin en
seçme kelimelerle ve diğer dil imkânlarını kullanarak ilgi ve heyecan uyandıracak şekilde, özel bir yapı
hâline getirilmesi” ifadesiyle tanımlıyor. Bunun yanında; edebiyat dünyası, edebiyat bilimi, edebiyat
araştırmaları, edebiyat öğretimi, edebiyat nazariyatı,
edebiyat sosyolojisi, edebiyat tarihi, edebiyat eleştirisi, edebiyat toplaşmaları gibi pek çok temel kavram hakkındaki deneysel ve akademik tespitlerini,
biraz da alışılmışların dışında ele alarak, bu alana
yeni ufuklar açıyor. Sadık Hoca’nın “Arayışlar Devri
Türk Edebiyatı” kavramını terim boyutuna yükseltici çalışmalarının yakın izleyicilerindenim. Hoca,
edebî toplaşmalarla ilgili tespitte yeni bir edebî
oluşumun haberini de veriyor. Bu da son döneme
adını veren “Arayışlar Devri Türk Edebiyatı’nın XXI
yy.’ın başlarında sona ereceği ve Türk Dünyasında
Etkileşimler Devri Türk Edebiyatı …” (Türklük
Dünyası Edebiyatı) anlamında yeni bir edebî dönemin başlayacağı konusundaki öngörüsüdür. Denilebilir ki Sayın Yazar bu bölümü, alanla ilgili pek çok
yeni tanımlar dizgesi olarak düşünmüştür. Özellikle
iletişim/dil, daha doğrusu bir insandaki kelime hazinesi ile iletişim becerisi arasındaki kopmaz bağa
vurgu yapılması dikkate değer; Ancak günlük iletişimde kullanıldığını söylediği 330-1300 kelime ile
ilgili tespitin günümüz insanı için oldukça abartılı
olduğunu söylenebilir. Uygulamalı araştırmalarda
** Sadık Tural Hoca’nın Sorulara Cevaplar-I ile
Bilgelerin Yolunda adlı eserlerinin yeni baskılarının
editörü de, vefalı kızımız, Merve Can’dır. İffeti, Türkçeyi
başarıyla kullanması başta olmak üzere, başarılarıyla
yüz ağartan bu genç akademisyenin Sorulara Cevaplar-I
içindeki “Editörden” yazısı, göz yaşartıcıdır.
18-40 yaş öbeğindeki günümüz insanının, hem de
değişik yaş, cinsiyet, meslek, öğrenim düzeyleri için
200-350 kelimeden ibaret bir iletişim diline sahip
olduğunu gösteriyor.[1]1 Bunun günlük hayata yansıması ise istenmeyen davranışlara sebep olmaktadır.
Şöyle ki; sokakta rastlanılan, bağırtılı, yumruklu,
kesici âletli insan ilişkilerinin görüntüleri, kendilerini normal iletişim aracı olan konuşma diliyle ifade
edemeyen insanların yaygın ve olumsuz tavır alışları
değil de nedir?
Bu bölümde yapılan ilginç ve pek rastlanmayan
tanımlardan birisi de san’at kavramıdır. “San’at, bir
insanın varlıklar dünyasından etkilenmesi sonucunda,
etkilendiklerinden hoşluk, güzellik, ulvilik kavramlarına bağlı heyecan ve ilgi uyandıracak şekilde, etkileyici parçaları birleştirerek yeni objeler oluşturma çabalarıdır.” Bir cümlelik metinde etki kelimesinin üç kez
tekrarı bazılarınca yadırganabilir olsa da, san’atın
sadece oluştuğu dönemi değil, gelecek nesilleri de,
en çok ilgilendiren ve zevk kültürünü nakleden bir
oluşumu da ifade etmesi sebebiyle kelimenin doğru
seçildiği kanısındayım.
İkinci bölümün başlığı: “Tarihçinin Edebiyat
Dünyasından Alması Gerekenler veya Metoda Ait Düşünceler” adını taşıyor. Sayın yazar bu bölüme bize
göre ilginç ve anlamlı bir tespitle başlıyor. Bu tespit “İnsanı hem fert hem de cemiyet planında vak’a
hâlinde ele almaya çalışan sosyal bilgi alanlarından
ikisi, tarih ve edebiyattır.” cümlesidir. Bu görüşten
hareket edildiğinde; her iki bilim dalının, kendi
alanlarında bilimlik sonuca gidebilmelerinin zorunlu yolu, elbette ki alan uzmanlarının birbirleriyle
metotlu bir biçimde yardımlaşmalarıdır. Bu kaçınılmaz metodun yeteri kadar uygulanmaması durumunda ortaya bazı eksikliklerin çıkacağı ve bunların
nasıl giderilebileceğine ilişkin tedbirlerin geniş bir
boyutta ele alınması, bölümün ana temasını oluşturuyor. Her iki alan uzmanlarının başarılı, güvenilir
eser verebilmeleri ile ilgili, âdeta kaçınılmaz koşulların geniş çapta ele alınması sırasında, hem edebî
eser, hem de tarihî araştırma yazarlarının dikkatine
1. Tarafımdan; değişik yükseköğrenim öğrencilerinin
yazılı yoklama ve ödevlerinde kullandıkları farklı
kelimelerin sayıları üzerinde yapılan tespitlerden
aldığım sonuç; bu kademedeki öğrencilerin yazı dilinde
kullandıkları kelime sayısının ortalama 350-380
arasında olduğudur. Ayrıca aynı araştırmada son 15
yıldan beri bu öğrencilerin yazılarında kullandıkları
atasözü, deyim, terim, söz öbeği gibi dil malzemesinin
giderek azaldığıdır.
103
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
sunulan önemli tavsiyelerin genç araştırıcılara yeni
ufuklar açacağını düşünüyorum. Bölümün ilginç
tespitlerinden biri de şudur: “Malzemesi, tarihleşmiş
zamana ait iki araştırma sahasının mensuplarının
birbirinden faydalanmaması garip değil midir? Edebiyat araştırıcıları, tarih araştırıcılarından büyük ölçüde istifade etmenin örneklerini verdikleri hâlde, tarihçiler bu istifadesizliğin eksikliklerini taşıyorlar.” Bu
görüşün kanıtı olmak üzere Sayın Yazar, bölümde
verdiği sayısız anaç eserlerin önde gelenlerinin adeta
listesini de, dipnot olarak vermiştir. Bu listede, merhum Kenan Akyüz Hoca’mın Batı Tesirinde Türk
Şiiri Antolojisi (Ankara, 1957) adlı eseri yanında,
Rauf Mutluay’ın 50 Yılın Türk Edebiyatı (İstanbul,
1973) ile Mehmet Kaplan ve arkadaşlarının hazırladığı 2 ciltlik Atatürk Devri Türk Edebiyatı adlı eserlerinin de bulunmasını arzu ederdik. Bölümde genç
alan araştırmacılara sunulan önemli bir teklif de
dikkate değer: Sadık Hoca, bu da alanda yapılması
gereken adımlardan birisi olmak üzere, çalışmaların;
çocuk edebiyatı, gençlik edebiyatı, kitle edebiyatı ve
san’atkârane edebiyat başlıklı bir tasnife dayandırılması gereğine işaret etmektedir. Bu teklifin önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Eserin üçüncü bölümü “Gerçek, Hakikat ve
Edebiyat Eserlerinde Gerçek Kavramları Üzerinde Bir Deneme” başlığını taşıyor. Ana tema; gerçek
ile hakikat kavramları arasındaki farkı ifade etmek
üzere, dilimizde ayrı kelimelerin kullanılması gerektiğine işaret edilerek, bu konudaki görüşlerin açıklanmasıdır. Bu zaruretin gerekçeleri açıklanırken,
öncelikle başka dillerdeki farklı kullanımlar belirtildikten sonra, felsefî, tasavvufî yorumlara girişen
Sayın Yazar, Koca Yunus’umuzun “Şeriat tarikat yoldur varana /Hakikat meyvesi andan içeri” beytinden
hareketle hakikat kavramı için bazı sözlüklerden örnekler verip sonunda da, şu tanımı yapıyor:
“...itibarî, izafî, nisbî, zâhirî, vâhi (aldatıcı olmayan) durumlara hakikat diyoruz; hakikat, doğru, devamlı ve değişmez olandır.”[2] Sayın Yazar bu
bölümde, değişik dönemlerde meydana getirilen
edebiyat eserlerinde gerçek, gerçeğimsi, hakikat kavramlarına yaklaşım biçimlerinden örnekler verdik2. Ayrıntılı bilgi için bkz. Dinî Kavramlar Sözlüğü.
Haz. Komisyon. Diyanet İşleri Bşk. Yay, Ank. 2006;
Abdurrahman Güzel, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı.
Akçağ Yay., Ank., 2004; Köprülü Mehmed Fuad,
“Tasavvuf” İslâm Ansiklopedisi. MEB Yay., 12. C., İst.,
1993.
ten sonra, kışkırtmacı eserlerle Marksist/materyalist
oluşumların bu eserlere yansıması ile ilgili görüşlerine yer veriyor ve bölümü şu sonuçla noktalıyor:
“Zamanın elinden tutmak isteyen edebiyatçı, mutlak
hakikatin aracılığına soyunmuştur. O’na göre, edebiyat eseri -hüsranda olan insanoğluna- bir taraftan
zihin kirliliğinden kurtulmasını, bir taraftan fazilet
ve sabrı tebliğ ve telkin eder… Çok sonraki zamanlara
ulaşabilecek olanlar, devamlı değişmez hakikatlerin
peşindeki edebiyat eserleridir.”
Eserin dördüncü bölümü “Edebiyat Bilimi’nin
Yöntemleri veya Daha Aydınlık Bir Yol” başlığı
ile verilmiş. Bölüm orta öğretim edebiyat dersleri
izlencelerindeki tek düzeyliğe işaret ettikten sonra
bu alandaki temel meseleyi şöyle belirtiyor: “Orta
öğretimde bir metnin, ne olup olmadığı, neden böyle
bir eser meydana getirilmiş olduğu ve nihayet görünen
ve görünmeyen mesajlarının nasıl aydınlatılıp kavranabileceği gösterilmiyorsa, öğretmen görevini yapmıyor
demektir.” Sayın Yazar bu meselenin kaynağının,
eğitim izlencelerini yapmak/yaptırmakla görevli ve
yükümlü olan MEB Talim ve Terbiye Kurulu’nun
yanlış/yetersiz olmasına bağlıyor. Haksız da değil;
ancak bu kurumun alt ve üst kademelerine, hem
her bir ders izlencesi alanında ve genelde izlence
geliştirme alanında uzmanlaşmış kişi atamayı aklına
getirmeyen bakanlık üst yönetiminin hiç mi hatası
yok? Bugün bile söz konusu kurulda kaç izlence
geliştirme ve denetleme uzmanının bulunduğu merak konusudur. 1980’li yıllarda meslek yolum bu
kuruma uğradığında, benim lise öğrencisi olduğum
yıllarda uygulanan Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı
öğretim izlencelerinin hiçbir değişikliğe uğramadan
yaşı 40’a yaklaşıyordu.
Sadık Hoca, edebiyat eğitimi ve öğretiminin üç
ayrı etkinlik alanının önemli olduğuna vurgu yaptıktan sonra şu fikri vurguluyor: Bu alanların birincisinin, toplumun oluşturduğu kültürel birikimin
nasıl oluştuğu ve bunun dil ile ifadesinin incelenmesi, ikincisinin toplumu kimlik birikiminin edebî
metne nasıl dönüştüğü, üçüncüsü ise, toplumun estetik heyecanlarının dil ile nasıl ifadelendirileceğinin
araştırılması… Bu eğitimin amacının ise, “Edebî bir
metni yeterince kavrayan, anlayan, açıklayan, yorumlayan, değerlendiren ve zevk alan insanların sayısının
artırılması” olduğunu belirtiyor.
Bu amaca ulaşmak için de okuyucunun bir
edebî metnin içeriğinin çok yönlü değerlendirmesini yapabilmesi gerekir. Bu yolda harcanacak emek-
104
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
lerin, bize göre, şu iki noktada yoğunlaşması beklenir. Öğretim metodunun, dersin amacına ve hedef
kitlenin anlayışına bir önceki sınıfın yahut eğitim
kademesinin bu alanda belirlenen amaçlara ne ölçüde ulaşabildiğinin ölçülmesi sonucuna göre seçilmesi, incelenecek metinlerin ise, toplumun geleceğinin
çimentosu olan maddi/manevi kültürel ögelerin
bilinçli tercihini sağlayacak bir içerikte olmasıdır.
Ayrıca dil ve edebiyat öğretiminin, sıradan ders
kimlikli bir yaklaşımla ele alınmasının yanlış olacağını ve böyle giderse toplumdaki ayrışmanın daha
da derinleşmesine yol açacağını düşünmekteyiz.[3]3
Bir lisans izlencesi(program)nde yer alan alan-genel
öğretmelik bilgisi- oranları ile izlencenin ana hatları belirlenirken; mezun öğrencinin görev yapacağı
eğitim kademesi ve izlencenin kendisinden neler
bekliyorsa ona göre belirlenmesinin öneminin kavranması gerekir. Mesela bir ortaokul Türkçe öğretmeninin meslek hayatında –kürsüde- hiç kullanmayacağı Osmanlıca dersini, bir edebiyat öğretmenine
yakın oranda alması, hattâ bu bölüm öğrencisine tez
olarak Osmanlıca bir eserin yeni yazıya çevrilmesi
konusunun verilmesi, bu öğretmenin ana görevi ile
-Kürsüde Türkçe öğretmenini olarak- bağdaşmamaktadır. Bu arada her kademe ve türdeki eğitim
izlencelerini uygulayacak öğretmenlerin, eğitimde
ölçme değerlendirme alanında aldıkları ders sayı ve
sürelerinin son derece yetersiz olduğu ciddi bir alan
araştırmasıyla saptanmıştır.[4]4
Sadık Tural Hoca, bu bölümdeki ana metni oluştururken, Manon Maren-Grisebach”ın, Yrd. Doç.
Dr. Arif Ünal tarafından tercümesi yapılan “Edebiyat Biliminin Yöntemleri” adlı eserinden esinlenmiş
ve alıntı yapmıştır. Bunu da bir teşekkürle belirtme
edebini de esirgememe nezaketini göstermiştir.
Eserin beşinci bölümü bir mülâkat metninden
oluşmaktadır. Yrd. Doç. Hidayet Özcan’ın, Sadık
Hoca ile yaptığı söyleşinin –ki, “Edebiyat Araştırmacılarının Meseleleri Üzerine” başlıklıdır- ana
çerçevesi “Edebiyat Tarihi” alanında çalışanlara bu
alanın metodu, çalışma alanının sınırları, sorumlulukları ve araştırma imkânları ile ilgili olarak, alan
3. Bkz, YÖK Başkanlığı’nın eğitim fakültelerinin çeşitli
bölümleri için hazırladığı çerçeve izlencelerin bu üç alan
için belirlediği başarı kredisi oranları tabloları.
4. TDK bünyesinde oluşturulan “Türkçenin Eğitim ve
Öğretimi Çalışma Öbeği”nin 2008 yılında, ülkemizin 7
coğrafi bölgesinde görev yapan 526 ilk ve ortaöğretim
öğretmeni üzerinde yaptığı çalışma sonuçları.
uzmanlarının görüşlerini, gençlere bir ders anlatımı
üslubu ile anlatımı” örneğini vermektir. Sayın Tural Hoca’ya sorulan çok anlamlı ve içeriği itibariyle
her biri ayrı bir kitabı dolduracak kadar geniş olan,
cevapları ayrı ayrı özetlemek bir tanıtım yazısının
sınırlarını zorlamak olacağı için, içeriğin ana hatlarını belirlemekle yetinmek zorunda kaldığımı belirtmeliyim. Edebiyat hayatı ve edebî nüfus kavramları
ile ilgili açıklamalar, sanıyorum ilk defa böylesine
ayrıntılı olarak dillendirilmiştir. İlginç sorulardan
birisi edebiyat eseri ile edebiyat dışı eserin nasıl
ayırt edileceği ile ilgilidir. Çok eskiden beri tartışılan “Edebiyat eseri yazarlarının, birer toplum değerleri yayıcısı olarak, sorumluluk taşıyıp taşımayacağı”
konusuna, bu sorunun cevabı açıklık sağlayacak
niteliktedir ve bu yönüyle önemli bir işlevi yerine
getirmiştir diyebiliyorum. Edebiyat biliminin alanına giren konuları, edebiyat nazariyatı, edebî tenkit,
edebiyat tarihi ve edebiyat sosyolojisi olarak sınıflandıran Yazarın, bizce en önemli vurgusu edebiyat
sosyolojisini, bu alana taşıyan dikkati göstermesidir.
Sayın Tural’ın bu bölümde üzerinde durduğu ana
meselelerinden birisi de, “edebî eser ile edebî değer
arasındaki tanım ve içerik yönünden yapılan tartışmalara” en azından metodik bir çözüm getirme çabasıdır. Toplum bilimlerinde çok eskilerden beri devam eden tartışma konularından bir diğeri, bu alana
giren temel kavramların öncelikle tanımlanmasının
gerekli olup olmadığıdır. Sayın Yazar, diyebilirim ki,
eserin tamamında -bir tanımlar sözlüğü yazarının
titizliği ile- her konuya öncelikle tanımlar yaparak
yaklaşıyor. Bu doğru bir tercihtir diye düşünüyorum. Çünkü, bir kavramı “efrâdını câmi, ağyârını
ma’ni” diye ifade edilen bir yaklaşımla ele alamazsanız, tartışmaların ekseninin kayması kaçınılmazdır.
Sayın Özcan’nın birkaç soruyu bu maksatla tekrarlamasını da, yararlı gördüğümü belirtmek isterim.
Eserin altıncı bölümünün ana konusu; Sadık
Tural Hoca’nın, hem fikir babalığını yaptığı, hem
de gerçekleştirilmesi için çok çalıştığının şahidi olduğum, 31 büyük boy ciltten ibaret olan ve dört
ana başlık altında yayınlanan “Türk Dünyası Ortak
Edebiyatı” Projesinin gerçekleşmesinin hikâyesidir.
“Türk Dünyası Edebiyat Tarihi (9 cilt), Türk Dünyası Edebiyatçılar Ansiklopedisi (8 cilt), Türk Dünyası Edebiyat Metinleri Antolojisi (8 cilt), Türk
Dünyası Edebiyat Kavram ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü (6 cilt) olarak Atatürk, Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu’na bağlı dört başkanlıktan
105
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
biri olan Atatürk Kültür Merkezi’nin yayını olan bu
eserler, yerli ve yabancı 100’ü aşkın bilim insanının
sınırsız desteği ile altı yıl gibi kısa bir sürede okuyucunun hizmetine sunulmuştur. Bu muhteşem külliyat, alanında ilk ve sanıyorum ki tek geniş kapsamlı,
akademik içerikli üründür. Hoca’nın kitabındaki bu
bölüm her birisi farklı, ama ana teması itibariyle birbirini tamamlayan üç alt kısımdan oluşuyor. Birinci
kısım, “Siyasî varlık ve damga”, ikinci kısım “Mekân
ve tabiat şartlarına vurulan damga yahut biçimlendirme”, üçüncü kısım “İnsanın zamana, mekâna
damgasını vurduğu büyük alan: İletişim, Dil, Edebiyat”. Sayın Tural, bu üç kısımda ortaya koyduğu
görüş, tecrübe yorumlarıyla yine genç okuyuculara,
sözü edilen araştırma alanlarında nelerin nasıl yapılacağına ilişkin gerçekten değerli tavsiye, temenni ve
tekliflerde bulunuyor. Ayrıca, yukarıda sözü edilen
büyük projeye emek veren Yürütme Kurulu üyelerine, özellikle de, genel sekretere alenen teşekkür ederek büyük bir kadirşinaslık örneği veriyor.
Eserin 7. Bölümü’nün başlığı “Kavramlar ve
Terimler Ortak Düşünüşün Anahtarlarıdır”. Bu
bölümde yine benzer bir tutum izlenerek, yazının
içeriğine ilişkin tanımlar çizelgesi diyebileceğimiz
ifadeler yoğunluk gösteriyor. Burada yapılan değer
tanımını takiben değerler manzumesinin işlevine
özel bir özen gösterilmesi dikkat çekicidir.” Değerler; bilgi, bilinç, bilim ve zevk birliği yaratan bir ortak payda yoluyla, toplumdaki kişileri BİZleştirmeye
çalışır. Bizleşmenin temelinde dil denilen araç vardır.
Biz kavramına dayalı özel bilim alanı yaratabilen
toplumlar ise, hem tarih içindeki varlığını, hem de
kişiliğini korumuş olur. Biz kavramı, öncelikle ulusal benlik’e ait birikime, sonra da ulusal kimlik’e ait
göstergelere bağlı bir bilinç alanıdır.”[5] Buradan yola
çıkarak, millî dil’e ilişkin önemli bir tespite yer verip
şu değerlendirmeyi yapıyor Hoca: “Dilin kendi yapısı içinde yeni kavram ve terimlerle zenginleştirilmesi,
5. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mümtaz Turhan, Kültür
Değişmeleri, İst. 1972; Kimlikler Lütfen, Der.: Gönül
Pultar, (Türkiye Cumhuriyeti’nde Kültürel Kimlik Arayışı
ve Temsili) ODTÜ Yay., Ank., 2009. Ruth Benedict,
Kültür Görüntüleri, Çev.: Mustafa Topal, Öteki Ajans
Yay., Ank., 1999; Orhan Türkdoğan, Türk Toplumunun
Kültürel Dinamikleri, Kum Saati Yay., İst., 2007; Orhan
Türkdoğan, Milli Kimliğin Yükselişi: Niçin Millileşme?,
Alfa Yay., İst., 1999; Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan
Günümüze kimlik ve İdeoloji, Timaş Yay., İst., 2009;
Kemal H. Karpat, Sosyolojik Bir Gösterge Olarak Türk
Edebiyatı, Timaş Yay.
zihin köleleşmesini, sömürülmesini önler.” Bu bölümdeki önemli bir başka nokta, genç araştırıcıların
alandaki çalışmalara başlarken, zorunlu olarak başvuracakları 22 temel eserin adlarının verilmesidir.
Bunu önemsemek gerekir.
Eserin 8. bölümü “Edebiyat ve Toplum İlişkisi Üzerine Düşünceler” başlığını taşıyor. Bölümün
ana teması toplumdaki değişim ve gelişim süreçlerinin birincil itici gücünün örgün ve yaygın eğitimle ilgili etkinlikler olduğu ve bu süreçlerin eğitimle sağlanan “Ortak kültürün bilimlik yöntem
ve gelenek süzgecinden geçmiş deneyimlerle”
sağlanabileceğinin sorgulanmasıdır diyebiliriz.
Bunun değişmez aracı ise kültür dilidir. Bu dili iki
ayrı gelişim çizgisiyle ele alan Sayın Yazar birincisinin, bilim dili, diğerinin ise, edebiyat dili olduğunu
belirttikten sonra, bu dillerin günlük dilden ayrı bir
gelişim ve değişim yolu izlediğine dikkat çekip, bir
dilin büyük diller arasına girmesi, bir başka deyişle
milletlerarası kullanım düzeyine gelmesinin bilim
ve edebiyat alanında “insanlığın ufkunu açacak türden eserler vermesiyle mümkün olacağına” işaret
ediyor. Adını koymasa da ülkemizde okuma kültürünün ciddi boyutlara varan yetersizliğini ve kullanımdaki kelime, terim, deyim, kavram sayısının çok
ama çok azlığının sonucu olarak edebî eser sahiplerinin -yazar, şair, iletişimci, din adamı, sosyal bilimciler- doğru, zengin, kolay anlaşılabilir fakat ortak
kültür ürünlerinden beslenen millî zevki, heyecanı
geçmişin ünlü eserlerinden de yeterince esinlenerek
eser vermeye özel bir özen göstermeleri gerektiğine
dair örneklerle desteklenen anlamlı açıklamalarda,
telkinlerde bulunuyor. Bu bölümde, toplumda değişik sebeplerle oluşan iç/dış yer değiştirmelerin bazı
bozulmalara sebep olduğu, bunun farklı dinî, ahlâkî
tercihleri olan grup önderlerince farklı yöntemlerle
derinleştirildiği, bunun da, dilde ve edebiyatta, ister istemez yozlaşmaya sebep olduğuna değinilerek,
farklı yazarların bu konuyu zaman zaman şikâyet
konusu yaptığına işaretle, önlenmesinin “Kültürel
Kimlikte” bütünleşmekle mümkün olacağına dikkat çekiliyor. Toplumsal tabakalaşmanın dil içinde
doğduğu, bu tabakalaşmanın hızla değişim, fakat
seyrek olarak gelişime sebep olduğuna değinilirken
bunun farkına varan pek çok sosyolog, eğitimci ve
yazarın, konunun üzerine eğildiğine işaret ediyor.
Özellikle Prof. Dr. Erol Güngör’ ün yazılarının
önemine vurgu yapılması, hem doğru bir kaynağı
belirtmesinden, hem de bir kadirşinaslık örneği
106
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
olabilmesinden ötürü takdire değer. Bu konunun
kanımızca; yukarıda belirtildiği gibi ülkemizde
tam bir yabancılaşmanın yaygın olarak yaşandığı
gerçeğinden hareketle, önemine işaret etmek gerekmektedir. Bu sebeple -Sayın Yazar’ın hoşgörüsünü
bildiğim için- Türk toplumsal hayatının bu bütünleşme/ayrışma konusunun sebep-oluşum-sonuç ve
sorunun çözümünü konu alan -doğrudan/dolaylıbirkaç eseri metnin sonuna eklemeyi yeğledim.[6]
Eserin 9. bölümünde “Edebiyat Eseri ile Çevre
Arasındaki Bağlar” ele alınıyor. Bu bölümde edebî
eser kavramına başka bir boyuttan, zaman, mekân,
durum ve olaylar boyutundan yaklaşılıyor. Bu gerçeklerin bir insan idrakinden geçerek yeni bir bütünleşmeye kavuşması olsa da, edebî eserin hayatın
kendisi olmadığını, hayatı farklı bir ölçekte yeniden
kuran GERÇEĞİMSİ BİR DÜNYA olduğu sonucuna varılıyor. Bir edebî eserin oluştuğu çevrenin,
tabiî ve düzenlenmiş çevre farklılıklarının belirtilmesine yer verilen bu bölümde, her iki çevrenin de
edebî hayata ve dolayısıyla edebî esere yansımasının
kaçınılmazlığı belirgindir.
1950 öncesinin orta/okul lise gençliğini yetiştiren öğretmen ve çok sayıdaki gönüllü eğitimcinin
vatanın her köşesine yayılmasının sebebini biliyor
musunuz? Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanı -tabiî ki Feride öğretmen-. Reşat Nuri’nin kalemi
o günlerde, adeta MEB’in atama genel müdürünün
etkisini gerçekleştirmişti. O günün öğrencileri olan
bizim nesil, okulumuza gelen her öğretmenden şu
cümleyi duymuştur. “Biz buralara, bu en ücra yurt
köşelerine Feride olmak sevdasıyla geldik” (Bizim
neslin genç kızlarının çeyiz sandıklarında Çalıkuşu
romanının bulunduğunu söylersem, buna bugünkü
nesilden kaç kişi inanır yahut hayrete düşer merak
ediyorum. Tarihî gelişmelerin, tabii âfet ya da toplumsal çalkantı ya da yaşama biçimi tercihlerinin
yol açtığı yoğun iç/dış göçlerin edebiyata yansıması
kaçınılmazdır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun
6. Ayrıca bkz. Milliyetçilik Bir Din, Carlton J., H.
Hayes, Çev.: Murat Çiftkaya, İz Yay., İst., 1995; Onur
Bilge Kula, Anadolu’da Çoğulculuk ve Tolerans, İş
Bank. Yay., İst., 2011; Orhan Türkdoğan, Türk Tarihinin
Sosyolojisi, Hasret yay. Ank., (tarih kaydı yok); Hilmi
Ziya Ülken, Aşk Ahlâkı, İst., 1959; Peyami Safa, Türk
İnkılâbına Bakışlar, Kültür Bak. Yay., Ank., 1981; Nihat
Nirun, Sistematik Sosyoloji Yönünden Aile ve Kültür,
Atatürk Kültür Mer. Yay., Ank., 1998; Nurettin Topçu,
Milliyetçiliğimizin Esasları, İst., 1978.
Yaban’ı, Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye’si
Millî Mücadele mucizesini gerçekleştiren Türk
Milleti’nin o günkü edebiyata yansımasıdır. Ayrıca
Almanya’ya çalışmaya giden Türklerin oradaki hayatları “Yurt dışında bir Türk edebiyatının” doğuşuna sebep olmuştur. İnsan-edebiyat ilişkisinin bir
tipik örneği olmak üzere, yeni neslin pek tanımadığı ama, tanısalar ilgilerini çekeceğine inandığım
bir eserden Mihnet-i Keşan’dan bahsedilen ve kısaca
içeriği belirtilen bu eserin alanın ilk örneği olması
da, bu ilişkinin başlangıç tarihinin yakın olmadığını
gösteriyor. Merhum Tanpınar’ın Beş Şehir’i, Remzi
Oğuz Arık’ın Coğrafyadan Vatana, F. Rıfkı Atay’ın,
Taymis Kıyıları, bu ilişkinin hem o günleri, hem de
geleceğe ait değerlendirmeleri, daha doğrusu öngörüleri dikkate değer. Taymis Kıyıları’daki bir öngörünün bütün boyutlarıyla ve artarak doğru çıkması,
eseri okuduğum 1950’li yıllardan beri, beni Güzel
İstanbul’umuza uçakla gitmeyi -benim için- içimi
sızlatan bir olay hâline getirmiştir. Kitapta, neredeyse seksen yıl önce şunları okumuştum: “Gelecekte
insan eliyle mahvedilmiş bir tabiat harikasının örneğini görmek isteyenler İstanbul’a, insan eliyle yaratılmış bir tabiat harikasını görmek isteyenler ise,
Londra’ya gidecekler.”
Keşke gerçekleşmeseydi…
Bu bölümü “Hikâye Kavramı ve Hikâyeciliğimiz
Üzerine” başlıklı ana bölüm takip ediyor. Sayın Yazar
bu bölümde, mazisi üç bin yılı aşan şifahî edebiyatımızın yere ve zamana bağlı olarak doğuşu, yer değiştirmesinin, ciddi bir gelişimi ve sıkça da değişimi
yaşadığının göstergesi olduğuna işaret ettikten sonra
“Önce aydınımızın, sonra da devlet kurumlarının,
daha sonra da, geniş halk kitlelerinin XIX. yüzyıl
başlarından itibaren hemen hemen her alanda
yeni bir hayat ve yeni bir tecelli zemini aradıkları
görülür” tespitinden sonra sözü kendi adlandırması
olan, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı’na*** getiriyor.
Bu dönemi yeni bir adla adlandırmasının sebebi
olarak, her alanda çok yeni değişimlerin ve bunların mimarlarının genelde edebiyat adamı diyebileceğimiz insanlarla gerçekleştirmesi eyleminin 150
yıllık bir geçmişi olduğunu gösteriyor. Bu itibarla
Sayın Yazar “Yüz elli yıllık edebiyat hayatımızı Arayışlar Devri Türk Edebiyatı şeklinde adlandırmak,
muhtevası bakımından daha uygun düşmektedir.”
diyor. Bunun devamında da ikinci bir gerekçe olarak şu genellemeyi yapıyor. “Unutmayalım ki, Türk
yazarları siyasî veya idarî hayatımızdaki görevleri ve
107
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
muhalif konumlarıyla da ağırlık sahibi olma özelliği taşırlar.” Bu dönemin en belirgin niteliği, Batı
dünyasından o güne kadar bizde eser verilmeyen
çok sayıda yeni edebî türün -tiyatro, roman, sone,
gazete, drama vb.- ilk örneklerinin yazılmasıdır. Dönemin edebî mahsullerini, nesir ve şiir olarak öne
çıkan iki tür olarak ele alan Sayın Yazar, incelemesini bizde de basit de olsa örnekleri bulunan tahkiyeli -hikâye etme yolu ile- anlatım türü üzerinde
yoğunlaştırıyor. Tahkiyeli eseri, “gerçek ile hayal arasında, gerçeğimsi bir dünya yaratan” bir tür olarak
tanımlıyor. Bu dönemden önceki ağdalı nesir ve şiirin içeriğinin “ahlâkî, dinî, tasavvufî, hikemî, fikrî,
ulvî, uhrevî, destan” olduğuna dair bir tespit yapan
Sayın Tural, Arayışlar Döneminin bu içerikten bilinçli bir seviyede ayrılmanın ilk nesir örneğinin
Sami Paşazade Sezai’nin kaleme aldığı Küçük Şeyler
adlı hikâye türündeki eseri olduğunu belirttikten
sonra, bunu Sait Faik Abasıyanık’a kadar getiriyor.
Bu son yazarın eserlerinin temel özelliği hakkında
da öyle bir değerlendirme yapıyor: “Sait Faik dışlanmış ve yalnızlaşmış aydın ve yarı aydının hayatına
ait enstantaneleri, şiirli bir dille hikâyeleştirdi. Bu
alt bölümde bize göre önemli bir tespit de, edebiyat
eleştirilerine konu olan yazar ve şairlerin hakkında
hüküm vermek için, eskiden olduğu gibi, kırk yıllık
bir geçmişi beklemenin gerekli olmadığını belirtmesidir. Bölümün 4. alt bölümünde bu tür eserlerde
sık sık sözü edilen, vak’a (Maupasant tarzı) hikâyesi,
durum hikâyesi (Çehov tarzı) ve an hikâyesi gibi bir
tasnife değindikten sonra, hikâyeciliğimizde geniş
bir mekâna açılmanın başladığını ve giderek Millî
Mücadele Edebiyatı yanında “Mektepten Memlekete dönüşen bir hizmet anlayışı”na yönelindiğine işaret ediliyor. 5. alt bölümde antolojik eser
hazırlayıcıların ana meseleleri üzerinde duruluyor.
Bu konudaki aşılması çok zor olan örnek eser
seçiminin ne kadar uzun emek, ne kadar titizlik ve
dikkat istediğini 8 ciltlik Türk Dünyası Edebiyat
Metinleri Antolojisi’nin hazırlanışı sırasında Yürütme Kurulunun bir üyesi olarak yaşadığım için biliyorum.
Eserin 11. ana bölümü, Sadık Tural neslinin
büyük hocalarından biri olan Prof. Dr. Mehmet
Kaplan’ın (mekânı cennet olsun) Hikâye Tahlilleri adlı eserinin, hem tanıtımı, hem de eleştirel bir
değerlendirmesine ayrılmıştır diyebilirim. Yazı,
1979 Nisan ayında yayınlanan Divan adlı derginin 6. sayısında çıkmıştır. Kaplan Hoca bu tahlili
1940 yılından sonra yayınlanan eserler üzerinde
yapmıştır. Merhum Kaplan Hoca bu eseri hazırlayışının amacını şöyle belirtmiş: “Aktif okuma eseri
diriltir. Ben meslek hayatımda öğrencilerime bunu
öğretmeye çalıştım. Bu kitabın gayesi de, onları eser
karşısında uyanık olmaya, araştırma ve düşünmeye davet etmektir. Bu bakış tarzı, tutum bize eseri
daha iyi tanıttığı gibi ondan aldığımız ders, bilgi ve
zevki de artırır. Metni okuma, anlama inceleme ve
değerlendirme uzun hazırlık, bilgi ve deneme ister.”
Bu arada Sayın Tural, Hocası hakkında da şu yorumu yapıyor: “Kavramak ve kavratmak üzere parçalayarak nüfuz etmek ve ettirmek Kaplan Hoca’nın
aslî özelliğidir.” Bölümde Hoca’nın kitabında
yer alan ve şüphesiz titiz bir dikkatin sonucunda
seçilen döneme ait çok sayıdaki hikâyecilerimizin
eserlerinden örnekler verilen bölüm, Türk hikâye
türünün bu gün bulunduğu noktanın seviyesi hakkında inceleme yapacaklara sağlıklı ışık tutacaktır.
Çünkü Sadık Hoca’nın şu tespiti genç kuşağı günümüz hikâyesini incelerken, öncelikle dikkat etmeleri
gereken bir noktayı işaretliyor.” Daha önce işaret ettiğimiz hikâyeci olmayan hikâye yazarları yerine…”
Eserin 12. bölümü “Roman Teorisi Üzerine Düşünceler” adını taşıyor. Bölüm 2000 yılında yazılıp
Türk Yurdu dergisinin Roman özel sayısında yayınlanan bu yazının ikinci yayınında başına konulmak
üzere yazılmış bir Giriş ile başlıyor. Bu bir sayfalık
yazı, roman türü ile ilgili olarak Namık Kemal ve
Ahmet Mithad Efendi ile başlayıp, bugüne kadar
geçen süre içinde yapılmış araştırmacılara kısaca değiniyor. Bölüme Sayın Yazar bir soru cümlesiyle başlıyor: “Kimler soru soruyor ve kimler nasıl cevaplıyor?”
Burada, kanımca günümüzde belirginleşen öğrenme/eğitilme sorununa parmak basılıyor. Her öğrenim düzeyindeki insanımızın, her konuda en doğru
bilginin kendisinde olduğunu düşünmesinin sonucu olarak, hiç kimseye soru sormadığı bir ortamda,
soru sormanın erdemine işaret ediliyor: “Öğrenerek
güçlenmek ihtiyacı, soru sormak, bilinçli merak
sahibi olmak ile karşılanıyor.”
Günümüzde yaygınlaşan okumadan âlim, yaz*** İçinde bu terimi ve tanımını akıl sahipleri için
açıklayıcı bilgiler de bulunan Çankırı Üniversitesi’nin
“Açılış Dersi” metni, Bilgelerin Yolunda adlı eserdedir.
Açılış Dersi’ni dinlemiş ve metni isteyip arşivine koymuş
bulunan bir kimse olarak söyleyebilirim ki, Sadık Hoca,
kavram ve terim teklifi edebilmeyi de, tanım yapmayı
da, geliştirip şahsi bir başarıya dönüştürmüştür.
108
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
madan kâtip, ağzı olanın konuştuğu bir tutumun
yaygınlaşmasının insanda nelerin eksikliğinin işareti bu giriş cümlelerinde ifade edilmiş gibi beliyor bana. 1958’de başlayıp aralıksız 2009 kadar
devam eden hocalık hayatımın -19 yılı lise, 32 yılı
yüksek öğretimde geçti- en verimsiz yılları diyebilirim ki, öğrenciye soru sorması için gösterdiğim ve
üzülerek ifade edeyim ki başarısız olmaktan kahrolduğum yıllardı. Başarıyı, hele hele toplum, tıp,
iktisat, hukuk gibi alanlarda test tipi sınavlarla ölçme/ değerlendirme yanlışlığının kurbanı edilen bir
nesil gelmeye başlamıştı yükseköğrenime. Sebebini
sorduğumda verilen anlamsız, ürkütücü cevapları
burada yazamayacağım. Sadık Hoca’nın yukarıya
aldığım cümlesinde bunun sebebi çok açık olarak
anlatılıyor. Neler eksilmiş ki soru sorulmuyor? Öğrenerek güçlenme ihtiyacı, bilinçli merak. Yazıdan
alıntı yapmadan geçemeyeceğim ikinci anaç cümle
de şudur: “Bilim, seviyeli meraklarını, yöntemli akıl
yürütme ve algılamalarla biçimlendirip, ya hayata
ait bir sosyo-kültürel sorunun gerçeklerini doğruya
en yakın ölçülerle hükme bağlama veya teknolojiye
dönüşen bilgiler oluşturmaların, geliştirmelerin sonucu olan birikimdir.”
Romanın teorik yapısını yerli ve bilimci bir bakışla irdeleyen bu bölüm, bence çok değerlidir; ara
başlıklar şöyle: Dil ve İnsan Gerçeği, Anlatmak İhtiyacı, Anlatmak İhtiyacı Dile Dökülürse, Sevimsiz
Kelime: Roman, İnsan, Zaman, Mekân, Merak Unsuru, İnsan Dışında Kalan, İlişkiye Girilen, Görülen
Varlıklar, Başka Boyutları Varlıkları ve Yaratan, Dil
ve Üslup ile Sonuç, Yerine Sayılmasın” Bu başlıkları açıklayan cümlelerin tamamı, edebiyatın uzun
ömürlü örneği olan roman türüne ilişkin ana temaları aydınlattığı için, ayrıntılara girmiyorum.
Eserin 13. Bölümü “Edebiyat Tarihi Kavramı
Etrafında” başlığını taşıyor. Sayın Yazar biraz uzun
bir ifade ile verilmiş olsa da -belki de bu sebeple
eksiksiz olan- bir insan tanımıyla konuya giriyor:
“Allah’ın bahşettiği mühim üç özellikten birincisinin
idrâk etme gücü, ikincisinin, bu çileli hayatta sabır
gösterip topluluk hâlinde ve daha az beden enerji harcayarak yaşayabilme arzu ve iradesi ve üçüncüsünün
dil denen imkân olduğunun farkına varabilen varlık
insandır.” Bu tanımdan sonra yazının ana temasına,
dil konusunu işlemeye geçen Sayın Yazar; edebiyat
eserine vurgu yapıyor. Edebiyat kavramının çok
yönlü bilimlik faaliyet olduğuna değinip, tarih ve
giderek edebiyat tarihi ile ilgili açıklamaları derin-
leştirerek, özellikle Türk edebiyatı tarihi alanında
yazılmış seçkin örneklerden bahsediyor. Edebiyat
tarihinden bahsedilip, Prof. Mehmet Fuat Köprülü
Hoca’dan bahsedilmemesinin imkânsızlığı ortadadır. Köprülü Hoca’nın Türk edebiyatını bir bütün
olarak çok boyutlu ele alışıyla başlayan yeni edebiyat
tarihi metodunun, alanda oluşturduğu geleneğin
uzun süre devam ettiği bilinmektedir. Edebiyat tarihi sahasının güçlüklerine de değinen Sayın Yazar,
bir önerisini de belirtiyor bu alan için: “Edebiyat
hadiselerini hayatla bağlantıları bakımından ele alıp,
insan nesli, devri, çağı anlamak üzere yapılan çalışmalar, öncelikle eserlerin kronolojisi olsa daha iyi olmaz
mı?” Devamında edebiyat eserinin -özellikle edebiyat tarihinin- nesiller arasındaki değer yargılarının
gelişerek intikalini sağlayıcı etkisine dikkat edilmesi
gerekiyor.
Eserin 14. Bölümü Yusuf Akçora’nın Üç Tarz-ı
Siyaseti’nin başlangıcını oluşturan “Yeni Osmanlılar ve Osmanlıcılık Cereyanı Meselesi”ne ayrılmış.
Konuya 1839 Tanzimat hareketinden çok önce
başlayan ve öncelikle askerî alandaki yenileşme hareketlerine değinerek giren Sayın Yazar bölümün
büyük kısmını, Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük adı verilen ve batmakta olan Osmanlı İmparatorluğu adlı gemiyi kurtarma gayretlerinin bir nevi
kronolojisine ayırmış. Bu dönemin en önemli atılımları, bazı tarihçilere göre 1699, bazılarına göre
de 1774’te başlayan gerileyişin ön önemli çaresinin
askerî alanda ıslahata bağlanması ve dolayısıyla Batı
damgalı yenilikler için asker eğitim kurumlarının
açılması ile olmuştur[7]7. Devrin en ciddi meseleleri arasında yer aldığı kabul edilen adaletsizlik ve
cehaletin giderilmesi için de sivil bir hareket olarak
Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye’nin hazırladığı Mecelle yürürlüğe konuluyor. Tanzimat Fermanı’ndan
sonra yeni bir kurtarma hareketi olarak 1856 Islahat
Fermanı yayınlanıyor. Bu iki siyasî, askerî, hukukî
düzenlemenin getirdiği çok sınırlı da olsa fikrî
serbestlik ortamının imkânlarıyla resmî teşebbüsler
dışında bazı sivil toplaşmalar oluşur. Bu hareketlerin
7. Hüseyin Ağca tarafından 06-10 Ekim 2009 tarihinde
Ankara’da yapılan “Türk ve Dünya Kültüründe
İstanbul” adlı uluslararası kongrede sunulan
”Hendesehanenin Kuruluşundan Günümüze Kadar
İstanbul’da açılan Askerî Öğretim Kurumlarının; Türk
Eğitim, Bilim, Kültür, Güzel San’atlar, Teknoloji ve
Toplum Hayatına Etkileri” adlı bildiri (08.10.2009
tarihinde sunulmuştur).
109
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
ilki 1865’te gizli olarak kurulan İttifak-ı Hamiyet
Cemiyeti’dir. Bütün bu ve buna benzer; vatanı
saray’a rağmen kurtarma teşebbüslerini ana hatlarıyla ele alan Sayın Yazar’ın bu tercihi, konuyu enine boyuna incelemeye yönelecekler için bir rehber
niteliğindedir. Okumuş neslin daha çok birer edebiyat adamı olarak tanıdığı İbrahim Şinasi Efendi,
Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi, Agâh Efendi
gibi şahsiyetler, gurbetin güçlüklerin de yaşayarak
bu yeniliklere rehberlik yapmaya çalışırlar. Bu hareketlerin ilham kaynağı Fransız İhtilali’nin dünya
kamuoyuna getirdiği fikirlerdir. Tanzimat Fermanı
(Gülhane Hatt-ı Hümayunu) ile “Can-mal-ırz ve
namus emniyeti”nin sağlanması, döneme damgasını vuran ana mücadele ilkeleridir. Sayın Yazar
bu ilkelerin “Aydınlanmacı Devlet” anlayışının bir
yansıması olarak algılıyor. Bu hareketlerin örgüt
olarak sorumluluğunu üstlenen Yeni Osmanlılar’ın
kişiye yönelik yenileştirme çabaları siyasî alana
“Mutlakıyet yönetiminin Meşrutiyete dönüşmesi”
fikri ile yansımıştır; ancak 1876’da Meclis’in açılmasından sonra fikrin sahiplerinin çeşitli sebeplerle dağılması rağmen fakat hareket, atılan bu tohumlarla
yeni ve etkili fikir akımlarıyla devam etmiştir. Bölümün devamında Sayın Yazar Üç Tarz-ı Siyaset’le
ilgili gelişme ve değişimleri tarihî bir tasnif ve mensupları ile amaçları hakkında gerçekten doyurucu
ve belgeli açıklamalar yapıyor. Her bölümde olduğu
gibi, özellikle bu bölüm Osmanlı’nın çöküş dönemi
ve bize göre hür, demokratik, cumhuriyet fikriyatını
hazırlayan dönemi, temel esaslarıyla okuyucularına
yansıtıyor. Bölümün sonunda ise, şu ilginç değerlendirmeyi yapıyor. “Yeni Osmanlılar, siyasî ideoloji olarak, Türklüklerinin şuuruna ermiş bir şekilde,
İslâmcılığı benimseme imkânını bulmuşlardır.”[8]
Bu eseri oluşturan son 6 sayfalık bölüm bir kitapla ilgili küçük bir araştırma yazısına ayrılmış.
8. Bu konu ile ilgili olmak üzere ayrıntılı bilgi için bkz.
Ahmed Bedevi Kuran, İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler,
Kaynak Yay., İst., 2000; Kazım Karabekir, İstiklal
Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı,
Yapı Kredi Yay., İst., 2010; Ahmet Ümit, Elveda Güzel
Vatanım, Everest Yay., İst., 2015; Cengiz Özakıncı,
Türkiye’nin Siyasî İntiharı: Yeni Osmanlı Tuzağı,
Otopsi Yay., İst., 2005; Ali Kemal Meram, Türkçülük
ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitapevi
Yay., İst., 1969; Alan Palmer, Son Üç Yüz Yıl Osmanlı
İmparatorluğu, Bir Çöküşün Tarihi, İst., 2003; Yusuf
Akçoraoğlu (Toplayan), Türk Yılı 1928, Yay. Haz.: Aslan
Tekin-Ahmet Zeki İzgöer., TTK Yay., Ank., 2009.
Yeni Türk Edebiyatı dönemiyle ilgilenenlerin yakından tanıdığı Prof. Dr. Kaya Bilgegil’in kaleme aldığı Şair Şinasi Hâl Tercümesi adlı eserini kısa ama
özlü bir incelemeye alan Sayın Yazar sanıyorum
Hocasına olan saygısını bu çalışma ile bir kere daha
dile getirmek istemiştir. Şinasi Efendi’nin eserleri
ve eserlerindeki ana temalar, Avrupa’ya ekonomi
öğrenimi yapmak için gönderilip orada bu alanın
tamamen dışında olan edebî, tarihî, siyasî meselelerle
uğraşması, oradan döndükten sonraki memuriyet
ve gazetecilikle meşguliyeti, tarih ve tiyatro eseri,
şiir, makale türünde yazdığı eserlerin ana hatlarının
tanıtıldığı bu eserin en değerli yönünün, o zamana
kadar pek gün yüzüne çıkarılamamış olan çok
sayıda belgelere dayandığını belirten Sayın Yazar
Hocasının bu özelliğine dikkat çekiyor.
Son olmaması temennisiyle
Tanıtıma konu olan bu eseri, elimdeki nüshadan
çok önce yayınlanan birinci baskısından okumuştum; ancak, bu yeni baskısını okurken iki endişeyi
hep yaşadım. Birincisi, bu derece yoğun bir bilgi
içeriği yanında, derin, anlamlı, her alıntıya yapılmış
sınırsız yorumlarla dolu bu eseri doğru anlayabilecek miyim? İkincisi ise, baştan beri düşündüğüm
bu kitapla ilgili bir tanıtım yazısı yazarsam hata eder
miyim idi.
Bu düşüncelerle dikkatle okumaya çalıştığım bu
eseri doğru anlayabildim mi? Bilmiyorum. Fakat
tanıtımında hata etmekten, azami derece derecede
kaçınmaya çalıştığımı söyleyebilirim.
Eserin içeriği ile ilgili tespit ve değerlendirmelerimi yaparken, gözden uzak tutmamam gereken bir
başka yön de yazım ve düzenleme ilgili gözlemlerimi
yazmaktı. Özellikle edebî kimlikli her türdeki eserin
yazım kurallarına uyumda hatayı en aza indirmesi
zorunluluğunun önemli olduğuna inanırım. Eserde bu hatalardan kurtulma konusunda, editörün ve
baskı sorumlularının yeteri kadar titizlik göstermedikleri görülüyor. Azımsanmayacak kadar, yazım
hatalarının olduğu bir gerçek. Kelime yazımlarındaki hatalara ilaveten, kelime birleştirmeleri, küçük, büyük harf kullanımındaki yanlışlıklar, uzun
cümlelerde kullanılması zorunlu noktalamalardaki
eksiklikler umuyoruz, bundan sonraki baskılarda
giderilir. Sayın Yazar’ın bu konulardaki titizliğini,
hoşgörüsündeki sınırlılığı bildiğim için, bu yanlışlıkların kendisinden kaynaklanmadığını düşünüyorum. Yayın sorumlularının, hem de edebî kimlikli
110
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
bir eser için çok daha dikkatli olmaları ve eserlerin
yazarlarına, son basım nüshalarını gösterip “Basılabilir” onayını almaları gerekirdi, diyorum.
Bu yazıda bilinçli bir tercihle, eserden yaptığım
alıntı metinlerinin sayfalarını göstermedim. Sebebi
ise tecrübelerimdir; “bazı yavan okuyucu takımının”
eserin doğru anlaşılması, ondan azami derecede faydalanılması için şart olan “metnin/ eserin tamamını
gerekli dikkat ve titizliği göstererek okuma” ciddiyetini bir tarafa bırakıp, sadece tanıtım yazılarını
okuyarak eser hakkında, çok kere yetersiz yorumlara girme yolunu tercih etmelerinin önüne geçmekti.
Eleştiri tekniği yönünden bu uygulamanın doğru
olmadığını biliyorum. Fakat bu kadar önemli bir
konuda, güncel bilgiler yanında yılların birikimini,
titizlikle seçilmiş güvenilir kaynaklarla meslektaşlarına sunan bir ustanın eserinin, dikkatle okunup
doğru anlaşılmasına bir katkım olsun istedim.
Umarım ve dilerim ki, Sayın Sadık Tural’ın bu
muhtevalı eserini; ikinci cildi başta olmak üzere
diğer eserlerinin takip etmesi ve benim yaptığım,
amacı doğruları paylaşmak olan bu mütevazı tanıtım yazısını gölgede bırakacak kadar sınırsız sayıda
tanıtma ve tahlil yazılarının kaleme alınması; aynı
zamanda da, tanıtılacak başka kıymetli eserlerin sonunun gelmemesidir.
9. Yeri gelmişken İbrahim Şinasi Efendi ile ilgili olarak 1958 Temmuz’unda değişen, fakat halâ
her türden edebiyat kitaplarına yansıtılması görülmeyen bir gerçeğe ilişkin hatıramı paylaşacağım.
İlk telif Türk tiyatro eseri olarak, İ. Şinasi tarafından 1859’da yazılıp, 1860’ta Tercümân-ı Ahvâl gazetesinde tefrika olarak yayınlanan Şair Evlenmesi
gösterilir. Bu bilgi bugün dahi devam etmektedir.
Sadık Hoca’nın 41 yıl önce yazıp yayınladığı kısa
tanıtım yazısında da, bu yanlış yer almıştır. Doğrusu
ise şudur:
Prof. Dr. Fahir İz Hocamız 1958’in ilk aylarında Fransız Millî Kütüphanesi’nde araştırma
yaparken Papaççu Ahmed’in Maceraları adlı ve
1848-1849’larda yazılmış bir Türk tiyatro eseri
bulmuştur. Fahir Haca, eserin ilk tanıtım yazısını;
benim o zaman sekreteri ve düzeltmeni olarak çalıştığım Nilüfer Yalçın’ın (Nur içinde yatsın) sahibi
olduğu forum adlı, on beş günde bir yayımlanan
dergiye göndermişti. Yazıyı yazı kurulundan geçirdikten sonra, 1 Temmuz 1958 tarihli nüshası için
dizdirdim. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin,
Türk Dili ve Edebiyatı Enstitüsü’nün son sınıfında
idim. Dolayısıyla bu yeni bilgiyi eseri bulan Sayın
F. İz Hocamdan sonra öğrenen ilk insan bendim.
02.07.1958 gününün öğlenden sonrasında, Prof.
Dr. Kenan Akyüz’ün başkanı olduğu ve aralarında Doç. Dr. Hasibe Mazıoğlu, Doç. Dr. Gündüz Akıncı, Dr. Sedit Yüksel’in bulunduğu heyet
önünde -yazılıyı geçtiğim için- bitirme imtihanına
girdim (dergi basılmış ama o gün dağıtılmamıştı).
Merhum Hocam Kenan Akyüz 12 kişilik sınıfımızın her bir öğrencisi için 4 yıl boyunca derse katılımımızdan tutun da, hangi gün, hangi soruya cevap
verip vermediğimize, tavsiye ettiği kitap, makale vb.
yazıları okuyup okumadığımıza, tiyatro, konferans,
sergilere gidip gitmediğimize kadar her durumumuzu günbegün not ederdi. Sözlü sınavımın üç
buçuk saatlik süresi bitmek üzereyken Muhterem
Hocam Hasibe Mazıoğlu, Kenan Akyüz Hocam’a
hitaben “Hocam öğrenciyi çıkarabilir miyiz?” diye
sorduğunda Hocam cevaben “Dur bakalım Hanımefendi, bir de kara kaplıya bakalım, belki oradan
da soracaklarımız vardır.” deyip, defterin sayfalarını çevirmeye başladı. Ne kadar süre geçti bilmiyorum. Kan ter içinde idim. Kenan Hocam “Hadi
Bakalım Erzincanlı Hakkı oğlu Hüseyin, Şu Şinasi
Efendi’den de biraz bahsedin dinleyelim” dedi. Demek ki, ben hangi sınıftayken ise, bu konudaki bir
soruya doğru, yeterli cevap verememişim ki, Kenan
Hoca not etmiş. Söyleyeceklerimi söyledim. Ancak,
Şair Evlenmesinden ve onun ilk Türk telif tiyatro
eseri olduğundan, bilinçli olarak bahsetmedim.
Hocamızın “Başka söyleyeceğin yok mu?” sorusuna, Papuççu Ahmed’in Maceraları’ndan söz ederek
cevap verdim. Hocam, “Erzincanlı bu da nereden
çıktı?” diyerek karşı çıktı. Çantamda getirdiğim
Forum dergisinin son sayısından birer nüshayı, o
sayfaları katlanmış ve ilgili satırların üzeri çizilmiş
olarak, Hocalarıma takdim ettim. Kısa bir sessizlik
oldu. Merhum Kenan Hocam, “Ağca Hüseyin, hele
sen bir nefeslen ama uzaklaşma, kapıda bekle.” deyip
dört saat süren bitirme sınavından beni azat etti.
Yarım saat sonra içeri çağrıldım. Kural dışı olmasına
rağmen bana “Hadi bakalım, dil öbeği derslerinden
de geçtin ise, mezun sayılırsın. Kutluyoruz.” deyip,
odadan çıkardılar. Bu eseri, yanılmıyorsam 196768’de DTCF Tiyatro Bölümü öğrencileri, Balkan
Üniversiteleri Tiyatro Festivali’nde sahneledi ve
birinci oldular. Ama halâ bu bilgi MEB ilgili
ders kitaplarına aradan geçen 47 yıla rağmen
girememiştir. ■
111
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 6
112
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4

Benzer belgeler