İncelemek için tıklayın. - Gerze Meslek Yüksekokulu

Transkript

İncelemek için tıklayın. - Gerze Meslek Yüksekokulu
KIZILAY’DAN
YÜKSEKOKULUMUZDA KAN
BAĞIŞI SEMİNERİ
PLÜTON’DA BİR GÜN
DÜNYA’DA 6.4 GÜNE EŞİT
Bir gün kaç dünya gününe eşit ?
Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA),
“New Horizons” uzay aracına ait “Lorri”
kamerasıyla yayımladığı 10 fotoğrafla
Plüton’da bir tam günün 6.4 dünya gününe eşit olduğunu açıkladı.
“Gizemli Gezegen” olarak bilinen Plüton’da bir tam günün kaç dünya gününe eşit olduğunu kanıtlayan fotoğraflar,
ABD’nin Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’ne (NASA) ait uzay aracı “New Horizons”(Yeni Ufuklar) tarafından
SAYFA : 6
dünyaya gönderildi
“Hedef 25 Projesi” kapsamında,
Sinop Üniversitesi ile Kızılay arasında imzalanan iş birliği protokolü
sonrası
Yüksekokulumuzda
kan bağışı bilgilendirme semineri
düzenlendi.
Orta Karadeniz Bölge Kan Merkezi adına Kızılay Kan Bağışçı Kazanım Uzmanı
Alper Candan’ın kan bağışına dair farkındalık oluşturma maksadıyla yaptığı
sunumda, ülkedeki kan bağışı oranlarına ilişkin de bilgi verildi.
SAYFA : 8
ÜNİVERSİTE VE ŞEHİR
BİRLİKTE GELİŞİYOR
Üniversiteler şehrin en temel kurumlarından biri. Şehir ve üniversite birbirini besleyen, birbirinden güç alan iki yapı taşı. Bu doğrultuda üniversite-şehir iş birliği büyük önem taşıyor. Biz de Genç Duruş Gazetesi olarak üniversite ile şehir arasındaki bağı ve bu bağın nasıl daha da güçlü
hale getirilebileceğini İlimiz Valisi Yasemin ÖZATA ÇETİNKAYA, Gerze Kaymakamı Bülent BAYRAKTAR ve Gerze Belediye Başkanı Osman
BELOVACIKLI’ya kendilerini makamlarında ziyaret ederek sorduk.
“Artık ciddi bir kurum izlenimi oluştu”
“Yeni kampüsle birlikte halkla üniversite iç içe olacak”
“Gençlerden Beklentimiz Büyük”
Fiziki olarak yeni binaya geçilince
insanlarda gerçekten bir yükseköğretim
mevcut düşüncesi kuvvetli bir şekilde
oluştu. Artık okulun önünden insanlar
gelip geçerken ciddi bir kurum var
izlenimi ortaya çıkıyor. Onun ötesinde
hiç kuşkusuz üniversitelerin, bulunduğu
yerlerin kültür ve yaşayışına etkisi olması
gerekir. Bu anlamda sokakta gezdiğim
zaman pek çok üniversite öğrencisine
rastlıyorum, artık bu ilçe yükseköğrenim
ilçesi olma yolunda ilerliyor.
Devletimizin 81 ilde en az bir üniversite
politikasına bağlı olarak kurulan genç
bir üniversite Sinop Üniversitesi. Her ilin
kendine özgü bir gelişme potansiyeli ve
kendine has özellikleri var. Bu bakımdan Sinoplular’ın da Sinop Üniversitesinden beklentileri oluyor. Çünkü Sinop
Üniversitesi kurulurken şehrin yerel dinamikleri, Sinop’un alt ve üst yapısı göz
önünde bulunduruldu. Üniversitenin,
bulunduğu şehrin insan kaynağına özgü
bölümler açması, bölümlerini açarken
Edebiyat Sinemanin İskeleti
Putinim’e Kapalı Mektup
SAYFA : 8
SAYFA : 3
şehrin koşullarıyla hareket etmesi, araştırma merkezleri olması ve bunların bütünleşmesi uyum açısından önemli. Mesela Sinop’ta balıkçılığın yanında gözle
görülür bir turizm potansiyeli de var.
Sinop Üniversitesi sunulan imkanlar
dahilinde ön lisans, lisans öğreniminde
ve araştırma merkezlerinde yürüttüğü
akademik çalışmalarla kendine özgü
şartlardan yola çıkarak üretim yapsın ki
şehir de bundan istifade etsin.
Yüksekokulumuzda
Öğretmenler Gününe Özel
Müzik Dinletisi
SAYFA : 5
Eğitim denildiğinde işler değişiyor. Biliyorsunuz ülkelerin gelişmesini sağlayan
eğitim ve öğretimdir. Meslek Yüksek
okulumuz Gerze’ye kurulduktan sonra
ilçe olarak büyük bir değişim geçirmeye başladık, çünkü Türkiye’nin her tarafından gençler ilçemize gelerek kendi
kültürlerini de buraya taşıdılar. Burada
sosyal, kültürel ve ekonomik yaşam
değişti. Özellikle son yıllarda yüksek
okulumuzun bölümlerinin çoğalması ilçemizi hem sosyal hem de kültürel yönden olumlu bir şekilde etkiledi.
Umutla Yeşertilen Bir Hayat
SAYFA : 4
2
T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR
ÜNİVERSİTE VE ŞEHİR
BİRLİKTE GELİŞİYOR
ÜNİVERSİTELEŞEN
ŞEHİR Mİ?
ŞEHİRLEŞEN
ÜNİVERSİTE Mİ?
Üniversiteler şehrin en temel kurumlarından biri. Şehir ve üniversite birbirini besleyen, birbirinden güç alan iki yapı taşı. Bu doğrultuda üniversite-şehir iş birliği büyük önem taşıyor. Biz de Genç Duruş Gazetesi olarak üniversite ile şehir arasındaki bağı ve bu bağın nasıl daha da güçlü
hale getirilebileceğini İlimiz Valisi Yasemin ÖZATA ÇETİNKAYA, Gerze Kaymakamı Bülent BAYRAKTAR ve Gerze Belediye Başkanı Osman
BELOVACIKLI’ya kendilerini makamlarında ziyaret ederek sorduk.
Sinop Valisi
Dr. Yasemin ÖZATA ÇETİNKAYA
“Yeni kampüsle birlikte halkla
üniversite iç içe olacak”
Sayın Valim üniversite ve şehir ilişkisi
hakkında neler söylemek istersiniz?
Devletimizin 81 ilde en az bir üniversite
politikasına bağlı olarak kurulan genç
bir üniversite Sinop Üniversitesi. Her
ilin kendine özgü bir gelişme potansiyeli ve kendine has özellikleri var. Bu
bakımdan Sinoplular’ın da Sinop Üniversitesinden beklentileri oluyor. Çünkü Sinop Üniversitesi kurulurken şehrin
yerel dinamikleri, Sinop’un alt ve üst
yapısı göz önünde bulunduruldu. Üniversitenin, bulunduğu şehrin insan kaynağına özgü bölümler açması, bölümlerini açarken şehrin koşullarıyla hareket
etmesi, araştırma merkezleri olması ve
bunların bütünleşmesi uyum açısından
Gerze Kaymakamı
Bülent BAYRAKTAR:
“Artık ciddi bir kurum izlenimi
oluştu”
03 ARALIK 2015 PERŞEMBE
önemli. Mesela Sinop’ta balıkçılığın yanında gözle görülür bir turizm potansiyeli de var. Sinop Üniversitesi sunulan
imkanlar dahilinde ön lisans, lisans öğreniminde ve araştırma merkezlerinde
yürüttüğü akademik çalışmalarla kendine özgü şartlardan yola çıkarak üretim
yapsın ki şehir de bundan istifade etsin.
Sinop Üniversitesinin diğer üniversitelerden ayrılan bir yönü olsun. Üniversite
ile şehir bağını güçlendirmek için birçok
proje yapılıyor. Kampüs alanları şehrin
biraz daha dışına konumlandırıldı, ama
zaten Sinop çok büyük bir şehir değil,
gelişmekte olan şehirler arasında diyebiliriz. Yeni kampüs alanımız da bu
doğrultuda seçildi, şehrin gelişmesiyle
beraber kampüsün kurulacağı alanın
konumuyla üniversite de şehirle iç içe
olacak.
Şehrin üniversite öğrencilerine sağladığı avantajlar hakkında görüşlerinizi alabilir miyiz?
Sinop sosyal ve kültürel anlamda önemli bir yere sahip. Dışa açık, hoşgörü ortamını yakalamış ve turizm sektöründe
önemli bir yol kat etmiş, bu başlı başına
bir avantaj. Sinop’taki turizmin 2-3 yıl
içerisinde önemli bir noktaya ulaşmasını kara ve havayolu ulaşımlarındaki
gelişmelere bağlamak yanlış olmaz.
Sinop’un sosyal dokusunun ve sıcak
ortamının da turizm hareketliliğinde etkisi olduğunu düşünüyorum. Üniversite öğrencileri açısından da bu ortam
mühim bir avantajdır. Çünkü Sinop 40
bin nüfuslu bir il, belki nüfus az ama bu
düzeydeki ilçelerde de yüksekokullar,
fakülteler var. Bu kapsamda bir ilçede
ya da bu kapsamda bir il merkezinde
öğrencilik geçiren başka örneklere baktığımızda Sinop Üniversitesi öğrencileri
çok şanslı diye düşünüyorum. Çünkü küçük toplulukların daha çok kendi
içinde yaşayan, dışardan gelen kültürleri barındırmakta zorlanan, uyum sorunu
yaşayabilen yerler olduğunu görürüz,
ama küçük bir il olmasına rağmen Sinop’ta böyle bir durum kesinlikle yok.
Burası sürekli farklı kültürlerle iç içe yaşayan bir toplum olduğu için üniversite
öğrencileri kültürel zenginlik ve hoşgörü
açısından oldukça avantajlı.
Son olarak öğrencilere ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
Sinop’ta geçirdikleri yıllarını hem sosyal açıdan hem de öğrenim açısından
verimli tamamlamalarını öneririm. Buradan ayrıldıklarında Sinop Üniversitesi
öğrencisi olarak değil, Sinop gönüllüsü
olarak ayrılmalarını diliyorum.
Üniversite ve şehir ilişkisi hakkında
neler söylemek istersiniz?
Fiziki olarak yeni binaya geçilince insanlarda gerçekten bir yükseköğretim
mevcut düşüncesi kuvvetli bir şekilde
oluştu. Artık okulun önünden insanlar
gelip geçerken ciddi bir kurum var izlenimi ortaya çıkıyor. Onun ötesinde
hiç kuşkusuz üniversitelerin, bulunduğu yerlerin kültür ve yaşayışına etkisi
olması gerekir. Bu anlamda sokakta
gezdiğim zaman pek çok üniversite öğrencisine rastlıyorum, artık bu ilçe yükseköğrenim ilçesi olma yolunda ilerliyor.
Öğrenciler ilçeye ekonomik anlamda da
katkı sağlıyor. Bunun yanında yaptıkları etkinliklerle de farkındalık yaratmaya
çalışıyorlar, böylece kültürel etkileşim
açığa çıkıyor. Dolayısıyla üniversite olması gereken ağırlığı artık hissettirmeye
başladı diye düşünüyorum.
Gerze Meslek Yüksekokulunun ilçeye
sağladığı katkıların yanı sıra farklı kültürlere sahip öğrencilerin burada bir
araya gelmesi Gerze için son derece
güzel bir önemli. Üniversite ve şehir ba-
ğının güçlenmesi, üniversitede yapılan
etkinliklerin halkı da kapsaması ve bu
etkinliklere olan ilginin artmasıyla sağlanabilir. Ayrıca şehirde de öğrencilere
ve akademik personele kucak açacak
mekanların olması gerekir.
Öğrencilere sağlanan imkanlar nelerdir?
Üniversiteye adapte olmak için ilk etapta zaman gerekiyor, herkesin farklı düşünceye ve kültüre sahip olması da
dışlanmaya kadar gidebiliyor. Sosyalleşmeleri, kendilerini ifade edebilmeleri
açısından faydalı olabilecek kafeler var,
ama öğrenciye imkan sağlamak sadece kafeyle sınırlı değil. Eğitim gördükleri
alanlara ilişkin etkinlikleri düzenleyebilecekleri yerler oluşturulmalı. Bu ihtiyaç
büyükşehirlerde daha iyi karşılanabilir.
Küçük şehirlerde biraz daha ağır gider,
o anlamda eksiklikler var.
Son olarak Gerze Meslek Yüksekokulu öğrencilerine neler söylemek
istersiniz?
Birçok ilçede Yüksekokul ve benzer bölümler var. Bu nedenle rekabet var.
3
T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR
Gerze Belediye Başkanı
Osman Belovacıklı:
“Gençlerden Beklentimiz Büyük”
Eğitim denildiğinde işler değişiyor.
Biliyorsunuz
ülkelerin
gelişmesini
sağlayan eğitim ve öğretimdir. Meslek Yüksekokulumuz Gerze’ye kurulduktan sonra ilçe olarak büyük bir
değişim geçirmeye başladık, çünkü
Türkiye’nin her tarafından gençler
ilçemize gelerek kendi kültürlerini
de buraya taşıdılar. Burada sosyal,
kültürel ve ekonomik yaşam değişti.
Özellikle son yıllarda yüksekokulumuzun
bölümlerinin çoğalması ilçemizi hem sosyal hem de kültürel
yönden olumlu bir şekilde etkiledi.
Üniversiteler bence bir ülkenin en
önemli değerlerinden biridir, çünkü
bir ülkeye biçim verecek olan üniversitelerimizde yetişen gençlerimizdir.
Gerze’de sosyal ve kültürel anlamda
ciddi bir çalışma yürütülüyor. Yüksekokulun Gerze halkı ile iç içe olması
da sosyal birlikteliği güçlendiriyor.
Yüksekokul Gerzemize ışık kattı. Esnafımız kazanç sağlıyor. Gençlerin
çok iyi işler yapmasını istiyorum. Halk
oyunları çalışmaları, konservatuar
sizler için var. Yapmış olduğumuz
stüdyodan yararlanabilirler. Öğrencilerimizden müzik, spor ve sanatsal
anlamda çok şey bekliyoruz.
Rekabetin içinden sıyrılmak ve azmetmek önemli. İşin peşini bırakmak doğru değil. İnsanların kendisini farklılaştırması gerekir. Farklı kılabilmesi için
mücadele etmesi, arayış içinde olması
gerekir. Zaman çok kıymetli, o nedenle
zamanı iyi değerlendirmek lazım. Kaybettiğiniz zamanın değerini yaşadığınız
anda anlayamazsınız. Onu zamanında
kullanmak gerekir. Öğrencilerin kendi
eğitim alanlarına sıkı sıkı sarılıp gereğini
yapmalarını temenni ederim.
Ertan Özkük
Havanur Subaşı
Bir milletin ilerlemesi, gelişmesi insanlarını ne kadar eğittiğiyle doğru orantılıdır.
Eğitim seviyesi iyi düzeyde insanlardan
oluşan milletlerin hem kendilerine hem
de insanlığa olumlu yönde katkıları olacağı muhakkaktır. Bir eğitim kurumu
olan üniversitelerimiz, ülkenin ilerlemesi, geleceğin inşası ve istenilen seviyeye ulaşmasında kritik öneme haizdir.
Bu noktada, bizler, üniversitelerimizi
sadece öğrenci merkezli birer eğitim
merkezi olarak mı yoksa hem öğrenci
hem de toplumun inşa sürecine dahil
olan bir mekanizma olarak mı düşüneceğiz? sorusunun cevabını bulmamız
gerekmektedir.
Ülkemizdeki üniversite sistemi, keyfiyetten ziyade kemiyete ağırlık veren
bir yapıdadır. Bir üniversitenin değeri
kaç öğrencisi olduğuyla ölçülmektedir.
Bin bir zahmetle üniversiteyi kazanan
öğrenciler mezun olduğunda alanını
tanıyamıyorsa, yeterli bilgi donanımıyla
mücehhez değilse, bugün gelinen nokta açısından yaklaşık 200 üniversitenin
ülkemizin geleceğine yön verememesini garip karşılamamak gerekir. Maalesef ülkemizde diğer eğitim kurumlarıyla birlikte üniversitelerimizin sayıya
endeksli, halktan kopuk, sadece kendi
çapında bir şeyler yapmaya çalışan
ancak ne yaptığını kimsenin bilmediği,
değiştirilmesi için de herhangi bir çabanın olmadığı bir durum söz konusudur.
Bu noktadan çıkmanın en önemli yolu
ise, her alanda fakülte ve yüksekokul
açmaktan ziyade, belirli alanlara yoğunlaşan birimler; az sayıda, liyakatli,
alanına hâkim, içinden çıktığı toplumun
değerleriyle barışık, onların problemlerine çözüm bulan mezunlar verebilmek
olmalıdır.
Bugün artık, birçok dalı bulunan, öğrenci sayısı bakımında çok olan üniversite
anlayışı terk edilmeye başlandı. Tematik
üniversite diyebileceğimiz belirli alanlara has üniversiteler açılmaktadır. Mesela, tıp, psikiyatri, ekonomi, güzel sanatlar vs… bunlardan bazılarıdır. Belirli
alanlara has üniversitelerin açılması, aslında her birimi içinde barındırmaya çalışan üniversitelerin işlemediğinin birer
yansıması değil midir? Sadece kemiyet
düşünüldüğünde, verilen mezunların
liyakatsizliği göz önünde getirildiğinde
daha az bölümlü, belirli alanlarda temayüz eden üniversite anlayışının önemi ortaya çıkmaktadır. Bugün dünyaca
ünlü Harvard ve Oxfort üniversitelerin
öğrenci sayısı lisans 6700 ve yüksek
lisans 12000 civarındadır. Bizdeki üniversitelerin 50 binler civarında ve bilimsel anlamda etkisinin çok az olduğu
düşünüldüğünde az sayıda öğrenci ve
belli alanlarda yoğunlaşan eğitim anlayışının ne kadar isabetli olacağı ortaya
çıkmaktadır.
Üniversitelerimizin sadece kemiyet sorunları yoktur. Bunun yanında içinde
bulundukları toplumdan kopuk bir yapıları da bulunmaktadır. Dikkat edilirse
Anadolu’daki üniversiteler şehirlerin dışına kurulmuştur. 2000’li yılların sonlarına doğru yaygınlık kazanan uydu kent
projeleri gibi üniversitelerimiz de adeta
uydu eğitim kurumları haline gelmiştir. İl
dışında üniversite kurulmaya ise gerekçe, şehir içinde yer bulunamaması gösterilmektedir. Meselenin bu yönü ayrıca
tartışılabilir ancak, şehrin dışında üniversite kurmanın bireysel ve toplumsal
sıkıntılara sebebiyet verdiğini ifade etmek gerekmektedir. Şöyle ki; üniversite
ortamında halktan kopuk olan öğrenciler, mezun olduğunda bu kopukluğun
birer yansıması olarak, halka tepeden
bakabilme, onu beğenmeme durumuna girebilmektedirler. Bu şekilde mezun
olan öğrenci, benim oyumla köylü Mehmet Ağa’nın oyu aynı değerde olamaz
diyebilmekte, bizzat halkın seçtiği milletvekillerinden bazılarının ben kültürlüyüm onlar bir şey bilmez diyerek kendi
milletine cahil muamelesi yapabilmektedir. Örnekleri artırmak mümkündür.
İslam’ın ilk indirildiği yıllardan itibaren
üniversite geleneği toplumsal hafızamızda yerini almıştır. İlk üniversite olarak kabul gören, Peygamberimizin arkadaşlarından oluşan Ashab-ı Suffa’nın
mescidin yanında yer aldığı unutulmamalıdır. Tarihimizdeki Nizamiye Medreseleri Bağdat’ta, Nişabur’da Belh’te il
merkezlerindeydi. Osmanlı döneminde
de durum farksızdı. Söz konusu medreseler halkla iç içe, onların problemleriyle
birincil derece ilgilenmekteydiler. Eğer
toplumun seviyesinden şikayet ediyorsak, o toplumun birer parçası olan üniversitelerin onlara neler verdiğine bakmak gerekir. Verilmeyen bir merciden
geri dönüş beklemek yanlış olacaktır.
Dolayısıyla şehirleşen üniversiteler yerine üniversiteleşen şehirler oluşturulmalı
veya şehirlerimizin bu yönlü dönüşümü
sağlanmalıdır.
Sinop üniversitesi olarak, “şehirleşen
üniversite” anlayışından ziyade “üniversiteleşen şehir” amacının hayata geçirilmesi için yeni dönemde başta Sayın
Rektörümüzün başkanlığında çalışmaktayız.
Üniversitemizin özellikle Güzel
Sanatlar Fakültesi ve Mahmur Kefevi
İslami Araştırmalar Merkezi’ni şehrin
içinde bir yerde faaliyete geçirmeyi arzulamaktayız. Eğer bu gerçekleşirse,
halkımızla üniversitemizi bütünleştirmiş
olacağız. Onlara yönelik kurslar, sohbetler, konferanslar, paneller ve seminerler düzenleyebileceğiz. Rabbim
bunu gerçekleştirme gücünü bizlere
versin.
Yrd. Doç. Dr.
Mustafa ÖZTOPRAK
Gerze MYO Müdürü
CAMDAN KALE
Yazar: Jeannette Walls
Çevirmen: Ezgi Kızmaz Ülgen
Yayınevi: Epsilon Yayınevi
Tür/Konu: Roman (Çeviri)
Sayfa: 384
Orijinal Dil: İngilizce
Basım Yılı: Haziran 2014
KİTAP
KÖŞESİ
EDEBİYAT
SİNEMANIN
İSKELETİDİR
Ünlü oyuncu ve senarist
Ercan
KESAL
“Türk
Sinemasının
Edebiyat ile Olan İlişkisi” konulu bir
söyleşi vermek üzere Yüksekokulumuzdaydı.
Hoca Ahmet Yesevi Konferans Salonunda düzenlenen söyleşi ve imza
günü programına Yüksekokul Müdürü
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öztoprak ile akademik ve idari kadronun yanı sıra çok
sayıda öğrenci ve misafir katıldı.
Ercan Kesal’ın senaryosunu yazdığı ve
rol aldığı “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminden kısa bir kesitle başlayan programda Kesal, “Türk Sinemasının Edebiyat ile Olan İlişkisi”ne dair fikrini samimi
bir üslupla katılımcılarla paylaştı.
Kendi hayatına temas ederek konuşmasına başlayan Kesal, çocukluk yaşlarından itibaren zamanının büyük bir
kısmını kitaplarla geçirdiğini, edebiyat
ve sinemanın özgürce hayal etme sanatı olduğunu ve ikisinin de insan ru-
huna hitap etmeyi amaçladığını ifade
etti. Sinema ve edebiyatın birbirinden
ayrılamayacağını kaydeden Kesal: “Ben
sinemaya edebiyatçı tarafımla girdim.
Beni sinemada güçlü kılan etken de
bu yönüm. Çünkü edebiyat sinemanın
iskeletidir ve bu bağlamda bir film için
senaryo çok önemlidir. Sevdiğim, takip
ettiğim ve okuduğum eski edebiyatçıların da senaryo yazdığını öğrenince bu
alana olan ilgim daha da arttı.” şeklinde
konuştu.
Söyleşinin ardından salonda bulunan
öğrencilerin sorularını yanıtlayan Kesal’a teşekkür plaketini Yüksekokul
Müdürü Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öztoprak takdim etti. Kesal söyleşi sonunda,
“Peri Gazozu” ile yeni çıkan kitabı “Nasipse Adayız”ı imzaladı.
Ömer ÇAKICI
VİZYONDAKİLER
UZAKLARDA ARAMA
BRIDGE OF SPIES
Vizyon tarihi:
27 Kasım 2015
Yapım: Türkiye
Tür: Dram
Yönetmen: Türkan Şoray
Senaryo: Onur Ünlü
Yapımcı: Yağmur Ünal
Vizyon tarihi: 27 Kasım 2015
Yapım: ABD
Tür: Dram-Gerilim
Yönetmen: Steven Spielberg
Senaryo: Joel Coen, Ethan Coen
Yapımcı: Steven Spielberg, Marc Platt
03 ARALIK 2015 PERŞEMBE
4
TANRI’NIN
SUNDUĞU DELİLİK
Yine saklanıyordu gölgeler, hüzünlü bir
akşamın ufkunda. Kızıl grupta batan
güneş ve o güneşin oluşturduğu denizde bir yansıma; ‘’CANAN’’
Güneş, kızıl gruba kendisini bırakmaya
çalışırken, kızıllığının yansıması denize
vuruyordu. Ağlıyordu deniz Canan’ın bu
haline. Cananım’ın denizindeki dalgaların köpükleri kıyıya vuruyordu. Ağlıyordu taş duvarlar, kıyıya vuran dalgaların
sesleri yüzünden. Kendisini batan güneşe teslim eden Canan, aldı başını başka
diyarlara gitti. Gerçek yaşantısına bıraktığı tek iz ise denize vuran yansımasında ortalığa haykırmaya çalıştığı ‘inleyen
nağme’ sesleriydi. Canan, kendinden
geçmiş, temiz yürekli, yaşamayı daha
önce de seven bir kızdı. Fakat onun
en mutlu günü aslında bugün olacaktı,
ama olmadı. Çünkü bugün kendisinin
‘Batuhan’ ile evlendiği gündü. Batuhan
da yoktu onun için. Batuhan, saçları
sarı, çekik gözleri ela, ince burunlu, kısa
boylu, gözlüklü bir delikanlıydı.
Canan, Batuhan’la tanıştığı günün ve
koskoca evliliğin ikinci yılının hatıralarını
eskimiş bir cüzdandan çıkarıp hatırlarcasına içi içini yiyordu. Durmadan ağlıyordu Canan Batuhan için.
Batuhan, onun için tefecilerden evlenmeden önce büyük miktarda para almıştı. Evliliğin ikinci yılına yaklaşmadan,
borcunu tefecilere ödeyemeyen Batuhan, bir gece ansızın ne görsün!
Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde
önünü üç kişi kessin mi? İkisinin elinde
bıçak, diğer pala bıyıklı, uzun boylu kişinin elinde ise silah! İşte oracıkta, Batuhan’ın canını almışlardı. Altı el silah
sıkılmış ve yirmi sekiz yerinden bıçaklanmıştı. Canan’ın can evinden vurulan,
hasret baharı kokan gözlerindeki mazide. Ve Canan, yırtık bir montun kalan
son düğmesinin kopması gibi kendini
artık aşkından deli gibi köpüren denizin,
serin gönül sularına çoktan bırakmıştı.
Etrafa toplanan kişiler ise sadece bakabildiler onun bu içindeki isyan çırpınışlarına. Çünkü Canan, kendini Boğaz
köprüsünden aşağıya atmıştı. Cankurtaranlar yetişene kadar Canan, Batuhan’ın ruhuyla yeşerecekti kara topraklarda. Çünkü Batuhan için ömrünü
vermişti. Onların ömrünün son demini
ise şimdi kara topraklar emiyor.
Canan’ın ölümü üzerine yapılan otopsi
sonucunda, çantasında olay yeri inceleme ekibi şu notu görmüştü: “Mezar taşıma Goethe’nin şu ünlü sözünü kesinlikle yazın, ‘’Bizim en mutlu olduğumuz
anlar, Tanrı’nın bizi sevimli bir deliliğin
içine sürüklediği anlardır.’’ Artık Canan
ve Batuhan için Tanrı’nın sunduğu tek
güzel delilik; onları kara topraklarda birleştirmesiydi.
Mehmet BAŞ
03 ARALIK 2015 PERŞEMBE
UMUTLA
YEŞERTİLEN
BİR HAYAT
DERT OLDU
Dert Oldu
Çilelerim dert oldu küçücük dünyamda
Tasam umurumda mı şu gamlı yasım da
Ölmeden bir kez göreydim seni genç yaşımda
O da yeterdi ey sevgili, kader yazılı başımda!
Kaderim yazılmış acılı bir sevdaya
Çekerim kahrını kaderin gönül dağında
Düşüncelerim barınak oldu yarin ayağında
İzlerinde ise adıma yazılmış asılı bir sevda.
Çilelerim dert oldu küçücük dünyamda
Hasta oldum dertlerimin ortağına
Doktor bulamadı çare derdimin ilacına
İlaç neylesin yarsız bir acıya.
Nerden bağlandım sevda yangınına
Dertlerim bir sarhoşluğun aşkında
Gül olsa yetişmez artık gönül barınağımda
Güller de kurudu yarsız ah kara toprakta!
Mehmet BAŞ
Denizin kenarında dalgaların sesinin
duyulabildiği, fakat duvarların ardındaki
mavi denizin görülmediği, duvarlarındaki Van Gogh sarısının hüznü ikiye katladığı bir yer Sinop Tarihi Cezaevi.
Yaklaşık 400 yıl önce üç yanı deniz olan
ve tarihi kale duvarları içinde yer alan
Sinop Cezaevi, 1999 yılında kapatılarak
müzeye çevrildi. Kalenin resmi olarak
zindana dönüşmesi ise 1887 yılında ol
du.
Sinop Cezaevi birçok kitaba, şiire, şarkıya konu olan, tanınan ve tanınmayan
binlerce mahkumu taş duvarlar arasında annesine, sevdiğine, çocuğuna kavuşma hasretiyle umut penceresi açanların yeridir.
O mahkumlardan biri olan, 15 yıl boyunca hapis yatan, yaşayan tarihlerimizden
Hüseyin Pehlivan; hayatını, yaşadıklarını ilk olarak kendini tanıtarak anlatmaya
başladı: “21 yaşımdayken kan davasından düştüğüm bu cezaevinde, ilk önce
idamla yargılandım daha sonra cezam
müebbete döndü. Müebbet temyiz edilerek 15 yıla düştü. Babamı öldürdüler
gözlerimin önünde, küçüktüm o zamanlar. Yıllar sonra babamı öldürenleri ben
öldürmedim ama yaptırdım. Sabahattin
Ali’nin yattığı yer o zamanlar karantinaydı, kapısında şu yazıyordu aklımda hala;
“Arkadaş bu kapıdan girdiğinde dışarda, köyde gözü yaşlı bıraktığın anne,
baba ve çocuğunu unutma. Kimsenin
işine karışma. Seni Allah kurtarsın.” Allah oraya hiç kimseyi düşürmesin, düşene de sabır versin. İdama gittiğim gün
dün gibi gözümde. Mahkemede müebbet verdiler, cezaevine döndüğümde
arkadaşlarım pencerelerde bekliyorlar.
Pencerelerden bağırıyorlar “İdam verildi mi?” diye. Dedim müebbet verdiler,
çıktık yukarı, çay hazırlamışlar. Teselli
olsun diye. Teselli nereye ediyorsan,
ölünceye kadar almışsın, tesellisi olur
mu bunun! Bağlama getirmişler. Çaldı
biri, başkası da bir uzun hava okudu. Bir
kaç kelimesi aklımda; “Oğlum Muhammedim gene gidek türaba.
Bu hükümet hain oldu, eyledi evlerimizi
haraba
Oğlum Muhammedim işitirim turaba.”
Beni biraz teskin ettiler, derken sabah
oldu. O hayata alışmak zorundaydım
artık. 15 sene bu hayatı yaşadım. Ben
ilkokul mezunuyum, sizler gibi okul okumadım, ama ilkokul mezunu direk hapse girerse ne olur, bir şey bilmez oranın
havasına alışmak zorundadır.
Bir arkadaşla tanıştım lakabı gangster,
yeni gelmişti. Banka soymuş, türlü türlü
işler yapmış. Aynı koğuştayız bununla. Yine aynı koğuşta İranlı Ali diye bir
arkadaş var. Sabah uyandım, yanıma
geldi. Bana bir kitap verdi. Gangster
göndermiş. Aldım yatağın ucuna koydum. Ali’ye dedi ki: “O kitabı al gel.”
Götürdü, başka getirdi. Epiktetos’un
kitabı “Düşünceler ve Sohbetler”. İnanır
mısın okumadan uyuyamadım. Yatağıma geldi gangster. Eğer önceki kitabı
okusaydın sana hoşgeldin demeyecektim. Bu okuduğunu sana hediye ediyorum dedi. Sokrates, Eflatun, Montaigne
denemeleri hepsini okudum. Ben onunla tanışmadan önce ne kötü işlere bulaşmışım derdim kendi kendime. Bizim
gibi müebbet cezası olanların giriş tarihi
yazar ama çıkış tarihlerinde çizgi olur.
Bir gün İdari Hakim çağırdı beni, sana
bir hüküm kağıdı vereceğim dedi ama
geçerli değil. Yanına giderken de bir tavuk gördüm duvarda demişim ki kendi
kendime: “Şu tavuk kadar hükmüm kalmamış.” duymuş bunu Hakim, “Cenab-ı
Allah bir kapı elbet açar sabret” dedi
bana orada, senelik hücreye koydular
sonra. Tek kişilik. Kapı açılmaz, kapının
altında aralık var, oradan yemeği verirler. Yemek, su, ekmek. Yemek yemez-
5
T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR
T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR
dim. Su, ekmek sadece. Bir gün izne
çıktı gardiyan, dönmeden önce bir esnafa beni anlatmış. O da bunu o mahkuma götür deyip, eskiden yuvarlak kaşarlar olurdu onlardan bir tane vermiş.
Tabi acımış beni tanımıyor. Gardiyan
geldi az yaklaş dedi. Peyniri uzattı. Yarabbi’ye şükrettim, nasıl sevindim beni
bir gör. Beni can sahibi yapan o peynir.
Gazete yasak. Kitap yasak. Bir gün gardiyanın cebinde Hayat Mecmuası var,
çektim cebinden aldım. Ne yapıyorsun
diye çıkıştı biraz, ne yapacağım okuyacağım dedim. Okudum. İlk haberlerde
53 yıl hapis yatmış bir parlamenter. 53
sene hücrede. 93 yaşında hapisten çıkmış. Sormuş bir gazeteci; nasıl yaşadın
burada diye. “İlkbaharın geldiğini duvarların arasındaki otlardan anlıyordum.”
demiş. O bana bir umut oldu, dedim ki
kendi kendime, “ 53 yıl bile yatsam 93
yaşıma gelmem.” tesellim oldu.
Orada elimizde olan tek şey nefes almaktı.
-“Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Beni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma.’’
“Bilirsin bu türküyü, Sabahattin Ali yazmıştı.” Derin bir nefes çekti içine, yutkunarak, “Bundan başka hiçbir şeyimiz
yoktu elimizde işte, bir de umudumuz
be kızım, anlatmakla bitmez tükenmez
hepsi. Geçti gitti yıllar da işte, benden
de aldı götürdü gençlik baharlarımı.
Buna da şükür kızım.” diyerek gözleri
dolu bir şekilde sözlerini noktaladı.
Anlıyoruz ki zor zamanlardır insanı eğiten, bitti denildiğinde aslında yeniden
başlar her şey ve umuttur güzel şeyleri
bize getiren.
Yeniden başlayan en değerli hikayelerden Hüseyin Pehlivan’a ve bizi ağırlayan bütün ailesine Allahtan uzun ömürler diliyor, buradan da onlara teşekkür
ediyorum.
Fatmanur GÜÇLÜ
SESSİZ
ZİYARETÇİLER
Çoğu zaman düşünüyorum, büyük balığın küçük balığı yediğini ve ardından gelen diğer hurafeleri. Bir öğüt olarak verilen
bu söz, insanları daha güçlü yapmaktansa
daha çok ezmeye itiyor olabilir mi?
Hayvanlar da aynı insanlar gibi, onların
doğasında da büyük olan küçük olanı yerle
bir ediyor. Fakat insanlar ve hayvanlar arasında kocaman bir farklılık olduğunu her
gün hatırlatsak da hiçbir işe yaramamış
gibi gözüküyor. Biz düşünebiliyoruz, onlar ise içgüdüleriyle yaşıyor. Düşünebilen
hayvan, yani insan diğer canlılar üzerinde
kurmak istediği egemenliği günümüze
getirmiş ya da sırtlanıp taşımış olabilir mi?
Köpeklerin ve kedilerin doğasında evcilleştirilmek varsa ve insanlar onları evcilleştirip bu hale getirdiyse sizce suçlusu
hayvanlar mı? Çoğu zaman insanların dudaklarından “Alt tarafı bir hayvan” ya da
“evinde hayvan besleyip ne yapacaksın,
pistir onlar pis” cümlelerini duyuyorum.
Hayvanların insanlardan daha temiz olabileceğini, aslında doğayı bu hale getirenlerin onlar değil de bizler olduğunu
düşünmek ise beni içler acısı bir noktaya
getiriyor.
Altı ay önce bir video izlemiştim, bir
köpek yetiştiricisi bahçesine giren kediyi
ön patilerinden asmış ve köpeklerin zıplayarak onu parçalamasını videoya çekmişti.
Artık saçma bir hale gelen sosyal ağlardan
birinde “Bahçeme girersen böyle olur”
başlığı ile videoyu paylaşmıştı bu vatandaşımız. Şimdi merak ediyorum ve sormak
istiyorum “O adam şimdi nerede?” Bir hayvanın zekâsıyla, kendi zekâsını bir tutan
vatandaşımız hakkında imzalar toplandı,
gerekli dilekçeler verildi. Sonuç ne oldu?
Size kısaca bahsedeyim, vatandaş sosyal
ağlarını kapattı, ortadan kayboldu ve benzeri birçok durumda olduğu gibi hiçbir
suçla yargılanmadı. Bu davranışın aynısını
bir insana yapsaydı yer yerinden oynardı
değil mi? Peki bu vatandaşın bunu bir insana yapmayacağını gösteren herhangi bir
belge var mı?
Geçmişte adı anılan en ünlü seri katiller,
insanlardan önce hayvanları katletmekle
küçük marketlerini açıyorlarken, sizce hayvanlara zarar veren insanlar arasında ne
kadar güvendesiniz.
Alt tarafı bir hayvan olarak belirttiğimiz her canlı, doğanın dengesini bizlerden
daha iyi koruyorken, onlar bu gezegenin
sessiz ziyaretçileriyken, neden onları katletmek veyahut sevgisiz bırakmak yerine
başlarını okşamıyoruz? Şunu unutmayın ki
sevgi paylaştıkça yeşeren bir fidan gibidir,
onu ağaçlara dönüştürecek olan da, daha
ufacık bir fidanken koparacak olan da bizleriz.
Damla Sanem Olgun
YÜKSEKOKULUMUZDA ÖĞRETMENLER
GÜNÜNE ÖZEL MÜZİK DİNLETİSİ
Gerze Meslek Yüksekokulunda, 24 Kasım Öğretmenler Günü
dolayısıyla Yüksekokul Müzik Topluluğu tarafından müzik dinletisi
gerçekleştirildi.
Yüksekokul akademik personelinin yanı
sıra öğrencilere de keyifli bir gün yaşatmak maksadıyla düzenlenen programa;
Yüksekokul Müdürü Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÖZTOPRAK, Müdür Yardımcıları
Öğr. Gör. Mehmet KESKİN, Öğr. Gör.
Funda İNCE ile akademik personel ve
çok sayıda öğrenci katıldı.
Yüksekokul öğrencileri; Eray TOSUN,
Ayşegül DURAN, Okan EFE, Ozan
TUĞRUL ve Süleyman Çağrı KIRAN
tarafından oluşturulan Gerze Meslek
Yüksekokulu Müzik Topluluğu, kendi
bestelemiş oldukları şarkıların dışında,
bilinen ve sevilen eserleri ve türküleri de
büyük bir başarı ile yorumladı.
Programın sonunda, Yüksekokul Müzik
Topluluğuna hediye takdiminde bulunan Yüksekokul Müdürü Yrd. Doç. Dr.
Mustafa
ÖZTOPRAK,
öğrencilerimizi
tebrik ederek başarılarının devamını
diledi.
KIZILAY’DAN YÜKSEKOKULUMUZDA
KAN BAĞIŞI SEMİNERİ
“Hedef 25 Projesi” kapsamında, Sinop Üniversitesi ile Kızılay
arasında imzalanan iş birliği protokolü sonrası Yüksekokulumuzda
kan bağışı bilgilendirme semineri düzenlendi.
Orta Karadeniz Bölge Kan Merkezi adına Kızılay Kan Bağışçı Kazanım Uzmanı
Alper Candan’ın kan bağışına dair farkındalık oluşturma maksadıyla yaptığı
sunumda, ülkedeki kan bağışı oranlarına ilişkin de bilgi verildi.
Konuşmasında, “Hedef 25 Projesi”
hakkında öğrencilerimize ve katılımcılara aktarım yapan Candan, Sinop Üniversitesi ile Kızılay arasında imzalanan
protokol kapsamında her yıl öğrencileri
kan bağışı noktasında bilinçlendirmeyi
hedeflediklerini ifade etti.
“Hedef 25 Projesi”nin 2005 yılında uygulamaya konulduğunu belirten Candan: “Projemizin amacı, Türkiye’deki 25
yaş öncesi genç nüfusu harekete geçirerek kan bağışı konusunda bilinçlendirip, “gönüllü ve düzenli” kan bağışçısı
olmalarını sağlamak ve bu bilinci gelecek nesillere aktarmaktır.” dedi.
HEDEFİMİZ KAN İHTİYACINI
BİTİRMEK
Sunumunda, Kızılay olarak hedeflerinin
Türkiye’de ki kan bulamama problemini
yıkmak olduğunu dile getiren Candan:
“10 yıl içerisinde Kızılay olarak ciddi çalışmalara imza attık. 2005 yılında başladığımız “Hedef 25 Projesi” sonucu
250 binlerde olan bağış sayısı bu yıl 2
milyona ulaşacak. Ancak bu rakam bile
kan ihtiyacını sona erdirmeye yetmiyor.
Mevcut 2 milyon bağış, arayan beş hastadan ancak dördünün ihtiyacını karşılıyor. Bu doğrultuda, bilinçli ve düzenli
kan bağışı konusunda çalışmalar yaparak bu sorunu tarihe gömmeyi amaçlıyoruz.” şeklinde konuştu.
Akreple Dans
Bölüm 2
Çömeldiği yerde burnunun dibinde olan
pembe bir gülü kokladı. Ebe olan arkadaşı Aalu, evin bahçesinin önünden geçiyordu. Bahçeye şöyle bir göz attı ama
sırayla dikilmiş güllerin arkasında duran
Bryce’i görmedi. Aalu, geldiği yere geri
dönerek ebe yerinden pek fazla uzaklaşmamayı tercih etti. Bu sırada sinsice
bahçeye giren bir oğlan çocuğu gördü.
Bu aynı sokakta yaşadığı, evleri yan
yana olan Owen’dı. En yakın arkadaşıydı. Genellikle çoğu vaktini Owen ile evlerinin arka tarafında evcilik oynayarak
geçirirdi.
Hafif esmer olan bu oğlan çocuğu renkli
güllerin arasında üzerindeki beyaz bol
gömleğiyle oldukça belirsiz duruyordu.
Kafasını dikleştirip güllerin arkalarına
doğru bakmaya çalıştı.
“Bryce?” diye fısıldadı küçük oğlan.
“Buradasın biliyorum. Hep buraya
saklanırsın zaten.” “Buradayım.” diye
fısıltıyla karşılık verdi Bryce. Güllerin
arkasından öne eğilip kendini gösterdi.
Owen da gülümseyerek gelip yanına
çöktü.
Kızın sarı saçlarının birkaç teli gül dalının
dikenlerine takılmıştı. Oğlan parmağıyla
sanki bir örümcek ağını bozar gibi saç
tellerini kurtardı. İkisi de gülümsediler.
Dakikalarca beklemişlerdi. Jane bir
daha bu sokağa gelip bakmadı. Belki
de oyun bitmişti. Belki de Bryce ve Dino’yu unutmuşlardı.
Bryce ve Owen’ın, bahçesine saklandıkları evin pencereleri oldukça aşağıdaydı. Camlardan biri açıktı ve içeriden
bir çeşit hayvan sesi geliyordu. Ses Bryce’ın dikkatini çekti. Ayağa kalkıp camın
olduğu duvara doğru yaklaştı. “Nereye
gidiyorsun?” diye fısıldadı oğlan.
Küçük Bryce işaret parmağını dudaklarının üstüne koyarak sessiz olmasını
ifade etti ve onun da gelmesi için başını cama doğru eğdi. Owen da çöktüğü
yerden kalkıp Bryce’a katıldı. Birlikte
duvarın aşağısındaki küçük camdan
içeriye baktılar. Ev tuhaf bir şekilde yarıya kadar toprağın içine çökmüş görünüyordu. Bu yüzden odaları oldukça
aşağıdaydı. Çatısından sarkan onlarca
sarmaşık evi neredeyse gizliyordu.
İki çocuğun da camdan gözetlediği bu
oda oldukça karanlıktı. Bunun sebebi tek bir camın olması ve perdelerinin
kalın ve siyah olmasıydı. Aynı zamanda
odanın içindeki tek alevin mumların değil şöminedeki ateşin olmasıydı. Odada
kimse yoktu.
Bryce sonunda duyduğu garip ince
hayvan sesinin kaynağını buldu. Ses,
orada hemen büyük saatin yanındaki
masanın üzerinde bulunan kafesteki
küçük maymundan geliyordu. Kahverengi tüyleri kabarık ve iç gıdıklayıcı şekilde etkileyici ve kocaman gözleri olan
bu küçük maymun bulunduğu kafesten
sanki kurtulmak istiyor gibiydi. İncecik
kolları kafesin demir parmaklıklarından
dışarı uzanıyordu.
ARKASI HAFTAYA…
Müzeyyen YALÇIN
03 ARALIK 2015 PERŞEMBE
6
T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR
BİR NEFES
Sadece derin bir nefes çekmek ne kadar kolay değil mi? Peki bir ağaç canlılara nasıl nefes olur? Ağaçlar atmosferdeki karbondioksiti ve ısıyı alarak besin
üretirlerken yerine oksijen verirler. 40
kişinin 1 saatte havaya verdiği karbondioksiti yetişkin bir çam ağacı 1 saatte
oksijene dönüştürebilir.
Her şeyi karşılıksız olarak alıyoruz.
Ağaçlar yaşadığımız evdeki annemiz
gibi, biz dağıtıyoruz, kirletiyoruz, ağaçlar ise toparlıyor, temizliyor. Oysaki biz
tüm tarih boyunca ağaçları yok ettik.
Kağıt, ev, mobilya, para ve hatta silahlar yaparak... Ağaçlara teşekkür bile etmedik. Onlara ihanet ettik, katlettik, yok
ettik. Ağaçlar için empati kurmayı bile
düşünmedik. Bir dalını kopardığımızda
kolumuzun koptuğunu hissetmek çok
mu zor? Bir fidan dikmek hayatımızdan
bir şeyi kaybettirmez. Faydasız bir ağaç
düşünülemez. Betonlaşmış bir dünyadaki en önemli yaşam alanıdır ormanlar. Şehrin gürültüsünden, tozundan,
stresinden kaçıp dinlenilen en huzurlu
yerdir bir ağacın gölgesi.
Dünyadaki tüketimin yarısı geri kazanılsa, her yıl 8 milyon hektar orman alanı
korunabilir. Örneğin kullanılmış kağıdın
tekrar kağıt imalatında kullanılmasının
hava kirliliğini yüzde 84 oranında azalttığı kanıtlanmıştır. Su kirliliği yüzde 35
oranında önlenmiş, su kullanımında ise
yüzde 45 tasarruf sağlanmıştır. Ayrıca
1 ton atık kağıdın kağıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesi önlenmiştir.
Kağıdın geri dönüşümü sonucunda; 1
çam ağacı ve 85 metrekarelik ormanlık alan tahrip edilmeyecek. Böylelikle
Türkiye genelinde yılda 80 milyon çam
ağacı ve 40 bin hektar ormanlık arazi
korunmuş olacak.
Ağaçlar sadece bugün mü önemli? Onlar gelecek için de lazım. Dünya hızla
sanayileşme yolunda ilerlemekte. Yeşil
alanların hepsi gri betonarme yapılarla
çevrilmeye başlamışken, teknoloji yalnızca insanların talepleri üzerine yoğunlaşmışken, ağacın hatta ormanın ne
denli önemli olduğunu unutur haldeyiz.
Bugün kurtardığımız bir tek fidan, 50 yıl
sonraya atılmış birer umut aslında. Bir
düşünün, ailenizle bir ağacın gölgesinde mi oturmak istersiniz, yoksa bir fabrika bacasından çıkan dumanın altında
mı? Bu hayata siyah-beyaz renklerden
önce yeşil ve mavi tonlar gerekli, kendimize gelip geleceği garanti altına almaktan başka çaremiz yok.
Nazmiye ŞAHİN
Bir gün kaç dünya gününe eşit?
Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA),
“New Horizons” uzay aracına ait “Lorri”
kamerasıyla yayımladığı 10 fotoğrafla
Plüton’da bir tam günün 6.4 dünya gününe eşit olduğunu açıkladı.
“Gizemli Gezegen” olarak bilinen Plüton’da bir tam günün kaç dünya gününe eşit olduğunu kanıtlayan fotoğraflar,
ABD’nin Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’ne (NASA) ait uzay aracı “New Horizons”(Yeni Ufuklar) tarafından Dünya’ya
03 ARALIK 2015 PERŞEMBE
SİNOP’TA
BİR HAFTASONU
Günlerden Pazar, Sinop’ta keyifli bir gün. Yoğun iş temposu ve okula
kısa bir ara. Peki ne yapmalı? Sizler için Sinop’ta yaşayan insanların
haftasonu neler yaptıklarını gözlemledik.
Sinop bilindiği üzere doğal güzellikleriyle bilinen harika bir ilimiz. Eğer Sinop
gibi bir yerde yaşıyorsak kendimizi doğanın eşsiz güzelliklerine bırakmamız
yeterli. Sadece hava almaya çıksak bile
rastlayabileceğimiz o kadar eşsiz güzellik var ki…
Aşıklar Caddesi Sinop’un vazgeçilmezi,
hava pırıl pırıl, çoğu insan bu havanın
tadını çıkarmaya başlamış bile. Kimisi
spor kıyafetleriyle kimisi de günlük halleriyle ama hepsinin yüzünde de huzur
ifadesi.
Birçok insan arkadaşını takmış koluna,
denize karşı bir kafede çay-kahve keyfi
yapıyor, bir yandan da sıcacık sohbetlerini sürdürüyor.
Yürümeye devam ediyoruz, güvercinler
insanların etrafını sarmış, atılan yemlerle karınlarını doyuruyorlar. Bize de bu
görsel şöleni keyifle izlemek kalıyor.
yerlerinden gelenler bu lezzeti keşfetmişler bile.
Öğrenciler ise okulun verdiği yorgunluğu üzerlerinden atmak için kafeleri
tercih ediyorlar ve çeşitli etkinliklere
katılarak zamanlarını değerlendiriyorlar.
Ancak gençlerle biraz sohbet ettiğimizde yakındıkları birkaç konu oluyor. Sinemanın ve alışveriş merkezinin eksikliğini
yaşadıklarını belirtmeden geçemiyorlar.
Bu eksikliklere rağmen öğrenciler yine
de mutlu bu şehirde.
Benim için en güzel tablo aileleriyle beraber parkta vakit geçiren çocuklar ve
onların masum gülümsemeleri. Ailecek
hafta sonunun tadını çıkarıyorlar.
Daha sakin aktiviteleri sevenler sahilde
kitap okuyorlar veya fotoğraf çekiyorlar.
Biraz daha ilerlediğimizde olta ile balık
tutan insanlarla karşılaşıyoruz ve rastgele diyerek yanlarından ayrılıyoruz.
Malum güvercinlerin karınları doydu. Kısacası burada boş vakitlerimizde kenSıra bizlerde, burada bir mantıcıya gi- dimizi doğaya salmak yeterli tatlı yorrip mantı yemek şart. Sinop mantısının gunluklarımızı üzerimizden atabilmek
lezzeti bir başka tabi. Türkiye’nin farklı adına. Sinop’ta haftasonu işte böyle…
Ecemnur ERGİN - Mahmut OLGAR - Ramazan GÜNEY
PLÜTON’DA BİR GÜN
DÜNYA’DA 6.4 GÜNE EŞİT
gönderildi. NASA, “New Horizons”
uzay aracına ait Lorri kamerasıyla
7-13 Temmuz 2015 tarihleri arasında çekilmiş 10 fotoğrafı yayınladı.
Cüce gezegenin kendi etrafında tamamladığı bir turu gösteren 10 yakın
çekim fotoğrafla bir Plüton gününün
6.4 dünya gününe eşit olduğu tespit
edildi.
Güneş Sistemi’ndeki yolculuğuna
19 Ocak 2006’da Florida’daki Cape
T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR
HAYALLERİNİZ
VE SİZ
Dünyada milyarlarca tipte, değişik fikirlere sahip insan var ve hepsi yaşamın
temel amaçlarından biri olan hayatta
kalma mücadelesi veriyor. Karakterlerini temsil ettikleri bedenlerin nelere bağlı
kaldığını veya kalması gerektiğini bazen
bilemezler. İşte söz konusu insan olunca aklımızın da nelere odaklanması gerektiği bazen muamma bir durum haline
gelebiliyor.
Bu yazıda kazanmanız gereken savaşları nasıl kazanabileceğinizi, kaybettiklerinizden de nasıl dersler çıkarmanız
gerektiğinden bahsedeceğim.
Günümüz şartlarında maddiyat kadar
mücadele isteği de bir hayali gerçekleştirmede çok büyük bir öneme sahiptir.
İletişim içindeki her birey bu isteğini dille yansıtmaktan çok karakterinin baskın
yanlarıyla söküp alması gerektiğini bilmelidir. Hepimiz Apple’ın nasıl kurulduğunu az çok biliriz. Hayal etmek, karar
vermek uçsuz bucaksız bir okyanustur.
Korkusuzca
rotanızı
belirlemelisiniz.
Bunların birleştiği ortamda sizin başarı oranınızın haddi hesabı belli olmaz.
Mutlu olursunuz.
Bir de olayın tam tersine yüzeysel olarak bir bakalım.
Kararsızlık dünyanın en kötü kelimelerinden biridir. Sizi ateşleyen bütün etkenlerin temelinde kararlarınız gizlidir.
Başarının karşısına dikilen duvarların
da bu kararların olumsuz düşüncelerle
bezenmiş olduğunu görürüz. İnsanların hayal güçlerini dizginlemesi gelecek
adına olumsuzlukların başlangıcı olarak gösterilebilir. Bir fikrin muhteşem
olması gerekmez, hatta ne kadar uçuk
olursa beyninizin derinleşeceği gerçeği
de yok sayılamaz. Benim düşüncelerini
olumsuz anlamda dizginlemiş insanlara tek bir önerim olabilir, rahat olun ve
ufkunuzun gidebileceği son noktayı da
aşmaya çalışın.
Başarısızlığa bu kadar bağlanmanın en
belirgin özelliği de cesaretin kaybolmuş
olması. İnsanlar kalplerindeki arzuyla ister, mücadele gücüyle elde eder.
Bunu kaybetmiş olmanız sizin adınıza
pek hayra alamet bir durumun varlığını
göstermez.
Uzun lafın kısası güç sizin kalbinizdedir.
Bunu aktif hale getirmek kolay görünen
zor bir meseledir. Tam da bu noktada mutlu bir geleceğin varlığına yine zihninizdeki
tabularınız karar verir. Başarmak mı? Yoksa
başarısızlığı kabullenmek mi? Seçim sizin.
Alican Alvin Çelik
Canaveral uzay üssünden fırlatılarak başlayan “New Horizons” , 9 yıl 7 aydır görev
yapıyor. “New Horizons”, Plüton dışında
uyduları Cheron, Styx, Nix, Kerberos ve
Hydra’da da keşiflerde bulunuyor. New
Horizons’ın Plüton ile ilgili gözlemlerinin
şimdiye kadar sadece yüzde 20’si uydu
aracılığıyla dünyaya indirilebildi.
Gökhan KESKİN
SÖZÜM TÜRKÇE
ÜZERİNE
Kültürümüzün en önemli taşıyıcısı ve
aktarıcısı olan Türkçemiz, günümüzde
okumuş veya okumamış pek çok kimse tarafından yanlış yazılmakta, yanlış
telaffuz edilmekte ve hatalı bir şekilde
konuşulmaktadır. Bu yanlışlar da görsel
ve yazılı basın organlarında sıkça tekrarlandığı için yaygın hale gelmektedir.
Tabii bunun yanında, az okuma, dilimizi
ve kültürel değerlerimizi tam anlamıyla
bilmeme ve bunlara sahip çıkamama
gibi nedenlerle dilimiz, güzelliğini ve
ifade kudretini yitirmiş ilkel bir anlaşma aracı haline getirilmektedir. Duygu
ve düşünceler artık çok az sayıda kelimeyle aktarılmaya çalışılıyor ve kelime
dağarcığı fakir bir toplum haline geliyoruz. “Acaba kaç kelimeyle bir günümüzü geçiriyoruz?”, “Kelime haznemizde
acaba kaç kelime var?” diye kendimizi
sorgulamamız gerekiyor. Her birimiz üç
beş kelimeyle konuşan insanlar haline
geldik.
Günümüzde Türkçemiz’in karşı karşıya
kaldığı birçok problem bulunmaktadır.
Bunların hepsine burada değinme imkânımız olmadığından bu problemlerin en
önemlilerini vermeye çalışacağım. Şüphesiz, Batı kaynaklı kelimelerin ölçüsüz
bir şekilde dilimize girmesi meselesi bu
problemlerin başında gelir. Zamanında,
Türkçe’nin sadeleştirilmesi için Arapça
ve Farsça kelimeler dilden atılırken, Batı
kaynaklı kelimelere kucak açılmasının
bunda payı büyük olmuştur. Aydın geçinen ve kendisini kültürlü sayanların
konuşmalarında “performans, enformasyon, konsorsiyum, brifing, global,
miting, trend” gibi kelimeler sıkça yer almaktadır. Bu tür kelimelerle konuşmak,
kültürlü ve farklı görünmenin gereği sayılmıştır. Oysa yabancı asıllı kelimeler,
dilimizin varlığını tehlikeye sokmakta,
onun gelişim yollarını tıkamaktadır. Bugün iş yerleri ve mağaza isimlerinde bunun birçok örneğini görebiliyoruz. Yabancılaşma rüzgârının etkisiyle yazılan
bu tabelalara örnek vermeye gerek görmeyerek dili olumsuz etkilediğini söylemeyi yeterli görüyorum. Çünkü bunlar,
her an karşımıza çıkabilmektedir. İş yeri
adlarındaki bu yabancı asıllı kelimeler
ne yazık ki, halk tarafından seviliyor, ilgi
çekici bulunuyor olmalı ki, iş yeri sahipleri bunu bilinçli olarak yaptıklarını ifade
ediyorlar. Öyleyse, halk arasında gittikçe artan bu durumun önüne geçmek
için, Türkçemiz’i sevenlere büyük işler
düşüyor. Sadece iş yerlerine değil, televizyon kanallarına, gazete ve dergilere
yabancı isim verilmesinin yanlış olduğu
konusunda ilgililer uyarılmalı, toplumda
baskı grubu oluşturulmalı ve bu konuda
yasa dahi çıkarılmalıdır.
Sözlük karşılığı aynı olmakla birlikte,
aralarında ince anlam farklılıkları bulunan sözcükleri tam olarak bilmemek ve
doğru olarak kullanmamak da dilimizde
karşılaştığımız bir başka problemdir.
Örneğin; “arzu etmek, dilemek, istemek” fiilleri arasındaki anlam farklılıklarını iyi anlayamayan radyo ve televizyon
sunucuları, programlarındaki konuklarına hitaben, “Dilerseniz, söyleşimize bir
müzik parçasıyla ara verelim.” diyebiliyorlar. Hâlbuki insan, Allah’tan veya
konum bakımından kendisinden üstün
saydığı kimselerden dilekte bulunur;
şarkı veya türkü dinlemek için, sırf sunucu öyle istiyor diye kimse dilekte bulunmaz. Nitekim türkülerimizin birinde
geçen, “Tanrı’dan diledim bu kadar dilek.” sözleri, “dilemek” fiilindeki “murat”
karşılığını açıkça ortaya koymaktadır.
Bu nedenle, nezaket ifadesi olarak söylenen, “Dilerseniz, söyleşimize bir müzik parçasıyla ara verelim.” sözü, kaba
bir ifade şekline girer.
Dilimizdeki bir başka yanlış kullanım da,
“şans” kelimesinin yanlış kullanılmasıyla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. İngilizcede, “şans, kader, talih; ihtimal, fırsat,
risk” anlamlarına gelen kelime, dilimize
“şans, talih” olarak, olumlu anlamıyla girmiştir. Oysa bazı tıp doktorları bu
kelimeyi, “hastalığa yakalanma şansı”
diyerek, ihtimal ve risk anlamında kullanıyorlar ki, bu durum Türkçe’ye uygun değildir. Hastalığa yakalanmak gibi
olumsuz bir durum, hiçbir zaman şans
sayılamaz.
Ana hatlarıyla vermeye çalıştığım bu
problemlerin şiddetini arttırarak devam
ediyor olması endişe vericidir. Varlığımızın yegâne sebebi olan dilimiz, atalarımızdan bize yadigârdır. Anneler, babalar, öğretmenler ve yazarlar, gençlerin
Türkçe’yi bilmediklerini, okuduklarını
anlamadıklarını, daha kötüsü ters anladıklarını, ortaöğretim ve yükseköğretimdeki başarısızlığın dil yetersizliğinden ileri geldiğini söylemektedirler. O
halde dil davası, hakikaten en önemli
millî dava olarak kabul edilmeli, çözüm
yolları üretilmelidir. Batı dillerinden dilimize giren çok sayıda yabancı kelime,
dilbilgisi kuralları, yabancı dillerin mantığı ve dünya görüşünün benimsenmesi
karşısında suskun kalınmamalı ve vatanımızı savunurcasına dilimizi savunmalıyız. Muhabbetle kalın…
Lütfü Kerem BAŞAR
Gerze MYO Türk Dili Okutmanı
7
İSTANBUL’DA BİR “ARA”
İstanbul öylesine misafirperver ki gelen
hiç kimseye “git” diyememenin yükünü
taşıyor artık. Bizans’ın, Roma’nın Osmanlı’nın başkenti olan bu güzel şehirde şimdilerde metropol havası esiyor.
İstanbul, caddelerinden ara sokaklarına
kadar insan seliyle geçiriyor günlerini.
Farklı anlayışlarıyla, farklı kültürleriyle,
değişik bakış açılarıyla ülkenin pek çok
yerinden akın eden insanlar dolduruyor
İstanbul’u… Bu kalabalık, hoşgörünün
ve saygının eşliğinde zenginliğe dönüşebilecekken insanlar birbirine daha
da yabancılaşıyor ve ötekileşiyorlar.
1950’lerin İstanbul’undan Ara Güler
sayesinde elimizde kalan fotoğraflara
bakarken anlıyoruz ki o dönemlerde yaşantılar arasında büyük uçurumlar yoktu. Gelişen teknoloji, zamanla oluşan
beklentiler, hiyerarşik çalışma düzeni
hayatı bu kadar etkilemiyordu. Fotoğraflardaki insanlar aynı sokaklarda yürüyor aynı hayatın ağırlığını taşıyordu
onun yaşadığı yıllarda İstanbul’da…
1928 yılında İstanbul’un Beyoğlu semtinde doğan Ara Güler, yıllar sonra çektiği fotoğraflarla “İstanbul’un Gözü” olarak anılmaya başladı. Başlarda sinema
ile ilgilenmek istediyse de daha sonra
foto muhabirliğini tercih etti. Çünkü o
hep gitmek, keşfetmek, hayatı aramak
istedi. Henüz lisedeyken sinemaya karşı duyduğu ilgiyle sinemanın her alanında çalıştı. 1951 yılında babasının aldığı 35 milimlik makineyle ilk fotoğrafını
çekti. İlk fotoğrafı Ticaniler denilen gerici bir grubun kırdıkları Gümüşsuyu’nda
ki Atatürk heykeliydi. Kısa süre sonra
Hayat Dergisi’nde bölüm şefi olarak çalışmaya başlayan Ara Güler’in ünlü bir
ajans olan Magnum Ajansı’na katılması
çok zaman almadı. Mesleğinin ilerleyen yıllarında dünyaca ünlü kişilerinde
fotoğraflarını çeken Ara Güler Picasso’nun ona kattıklarını şöyle dile getiriyor: “Picasso ile hayat konuşulur, sanat değil. O’ndan, hiçbir şeyi fazla dert
etmemeyi öğrendim…”
“Fotoğrafı insan beyni çeker”
Ara Güler’in fotoğraf anlayışında: “En iyi
fotoğraflar için en kaliteli makinelere yer
yoktur. Eğer öyle olsaydı en iyi daktilosu
olan en iyi yazıyı yazardı. İyi bir fotoğrafçı dikiş makinesiyle de fotoğraf çekebilir.
Çünkü fotoğrafı makine değil insan beyni
çeker. Makine sadece kayıt yapar hepsi bu.”
O’na İstanbul’un Gözü denilmesinin sebebi de budur. Gözünü açtığı gibi gördüğü
İstanbul’u kaydetmiştir fotoğraflarında.
“Ben olmasaydım…”
Dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısı arasına giren
Ara Güler 87 yıllık hayatında geriye dönüp
baktığında bize kattıklarını şu sözlerle anlatıyor. “Edebiyatçıların çoğu benim arkadaşımdı, her gece Sabahattin Eyüboğlu
grubu vardı. Entelektüel bir hayat vardı.
İnsanlar birbirlerinin evine gider edebiyat
konuşurlardı. Şimdi futbol maçı konuşuyorlar. Necip Fazıl Kısakürek, dünyada
gelmiş geçmiş en büyük şairdir, fakat çok
tehlikeli biridir. Orhan Veli Kanık arkadaşımdır, sarhoşken belediyenin açtığı lağım
çukuruna düşüp öldü. Orhan Kemal de
arkadaşımdı. Bedri Rahmi Eyüboğlu da
haftanın üç günü birlikte olduğum adamlardan. Fikret Mualla, dünyanın en iyi adamıdır. Sabahattin Eyüboğlu hocamızdı bizim. Onların içinde yaşadım. Onlara gidip
de röportaj yapmama gerek yoktu Ben
olmasaydım Türk Edebiyatı yüzsüz kalırdı. Dali’nin fotoğraflarını çektim, bir hafta
sonra öldü Picasso’nun da fotoğrafını çektim. Ben olmasaydım Roma İmparatorluğu’na ait, tarihi M.Ö. 500’lü yıllara dayanan
ve ismini tanrıça Afrodit’ten alan Afrodisias bulunmayacaktı. Nemrut Dağı benim
fotoğraflarımla tanındı. Nuh’un Gemisi’nin
izlerine ilk rastlayan benim.”
“Bir ölünün üzerinde yürüyen adamlardır
sokakta gördükleriniz. “
Medenileşmek adı altında kendini günden
güne yok eden bir şehrin insanıdır Ara Güler… Fotoğrafa ilk başladığı yıllarda değil
de geride bıraktığı tarihi arşive baktığında
fark eder bunu. Yılların, şehrini değiştireceğini düşünmediği zamanlarda saklamıştır
tüm güzelliğiyle İstanbul’u… Onun bir
ömrünü geçirdiği İstanbul’unun balıkçıları, sokak satıcıları, oradan oraya koşuşturan neşeli çocukları vardır fotoğraflarında.
Her biri hayattır. Her biri Ara Güler kabul
etmese de sanattır. İnsanının içine dokunan çok şey gizlidir tek karesinde dahi.
2 milyonu aşkın bir fotoğraf arşivinden
görebildiğimiz sayılı fotoğraflar bile yüzümüzü güldürmeye ya da gözümüzü yaşla
doldurmaya yeter. O fotoğraflar arasında
kaybolup giderken yitirdiğimize üzüldüğümüz tek şeyin insan olmadığı hissine
kapılırız. Henüz çok yüksek katlı binaların
olmadığı, insanlığın, içten gülümsemenin
kaybolmadığı yılların eserleridir o fotoğraflar. Çaresizliğin, umutsuz bekleyişlerin,
yalnızlığın, kalabalığın belgeleri... Modernliğin ve gelenekselliğin yol ortasında çatıştığı buruk bir gülümseme. Ara Güler’in
İstanbul’u her renk hayatın yansıdığı siyah beyaz fotoğraflardadır. Günümüzün
rengarenk ama içi bomboş fotoğraflarına
inatla. Gördüğü her şeyin yanına kalbiyle
hissettiklerini ekler, hayatı deklanşöre basarak dondurmasını hayat ondan istemiş
gibi… Şehir, camiler, yüzlerce yıllık tarihin
izleri olan yapılar, saygıyla Ara Güler’e selam verircesine yansır fotoğrafa. Bazen bir
savaşın ortasında çektiği kareyle dünyayı
uyandırır bazen de güzellikleri uzaklarda
aramanın yanlış olduğunu vurgularcasına bizi dürterken buluruz onu. Her gittiği
yerde adeta hayat, o fotoğraflasın diye yaşanıyor ve o her zaman doğru yerde yakalıyor hayatı. Saniyeler içinde kaydedilen bir
hayatın sayfalar dolusu hikâyesi olduğunu
anlatıyor arşivindeki kareler. Geçmişin samimiyetinden yıllar geçtikçe uzaklaşan bu
şehir ve insanları hakkında düşündüklerini Ara Güler şu sözlerle ifade ediyor: “Bir
ölünün üzerinde yürüyenlerdir sokakta
gördükleriniz. Eski şehirden hiçbir şey kalmadı. Şehrin estetiği değişti. Uygarlık ileriye gidiyor ama insanlar güzellik anlayışını
kaybetti.”
Berna Özyurt
03 ARALIK 2015 PERŞEMBE
8
T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR
PUTİNİME KAPALI
MEKTUP
Ah benim ayı boğanım, rengi kül, yanağı gül kurusu dostum, Putinim...
Sevgili yoldaş Vladimir Putin, bu mektubu
zatıâlilerinize olan sevgimin, sempatimin
ve muhabbetimin bir nişanı olarak sunmak
isterim. Öncelikle Lenin ve Stalin’den sonra
kriz yönetebilmek adına yürütmüş olduğunuz kaos politikasına büyük bir saygı duyan ev hanımlarımızın selamlarını iletmek
istiyorum. Ocakta yemekleri piştiği için bir
hayli tedirginler ve alacağınız doğalgaz kararını büyük bir korkuyla bekliyorlar.
Evvela sıcak deniz sevdanıza aralık
ayında bulunduğumuzun altını çizerek
bir süre ara vermeniz noktasında sizlere taze istihbarat bildirmek isterim.
Ayrıca bir beyaz nesli deniz ve güneşe
maruz bırakarak telef etme isteğinizi de
anlamış değilim. Zira global kutsiyetinizin sıcak denizle sınırlı kalmayıp; piknik
kültürümüze de yönelmesinden korkan
çok sayıda aile reisi var.
Ahh Putinçka!
Yaşanan son gelişmeler ülkemizdeki
sosyal demokratlar kadar beni de ziyadesiyle üzdü. Elbette aramızda birkaç
saniye ihlalin lafı olmamalıydı. Eminim
o ihlal İngiltere’ye yapılsa David Cameron pilotlarınızı beş çayına davet eder,
03 ARALIK 2015 PERŞEMBE
Almanya Devlet Başkanı Angela Merkel’se, zatınıza pilotlarınız aracılığı kokulu mendilini gönderip, bir kez daha
bağlılığını bildirirdi. Sanırım Biz Türkler
biraz anlayışsızız. Ancak içimizde size
ve yayılımcı politikalarınıza büyük bir
hayranlık duyan gizli dostlarınız da hala
var. Ülkemize gelecek olan turistleri engelleme girişiminizde eminim ki; yuva
yıkan malum Rus hanımlarına büyük
bir darbe niteliği taşıyor ve bu kararınız
yine ocakta yemeği pişen Türk kadınlarının gönlünü çalmaya yetti bile. Onlar
zaten sizin doğalgazınıza ve yayılımcı
politik karalılığınıza hayranlar.
Ayrıca askeri yardımlarınız için Esad rejiminin haklı teşekkürünü iletmekten onur
duyuyorum. Malum savaştıkları için bir
hayli meşguller ve hala Afganistan ve
Irak’ta ölenlerin sayısına ulaşamadıkları için büyük bir utanç duyuyorlar. Ben
de onlara Stalin döneminde Kafkasya
ve Asya’da ölen milyonları hatırlatarak
teselli veriyorum. Zira yiğit Çeçen komutan Ramzan Kadirov kadar olmasa
da sizinle işbirliği içerisinde olmak ziyadesiyle mutluluk duyuyorum.
Ah benim sinirlenince tatlılıktan
ölen prensim, Putinim…
Şu sıralar psikolojinizi dinç tutunuz.
Bakmayın biz Türklerin saniyesinde
devlet kurup, devlet yıktığına, eski zamanlarda sıcak denizlere inme arzunuzu kursağınızda bırakışımızı unutun
lütfen. Sadece sizinle büyük Asya ittifakı kurmak için, Avrupa Birliğinden
yiyeceğimiz 26’ncı reddi bekliyoruz o
kadar. Biz Türkler çılgınız evet ve Fransa’da düzenlenen barış yürüyüşüne
katılmamanız sonrası hakkınızda ‘Müslüman oldu’ söylentilerini üreterek sizi
derinden yaraladığımızın da farkındayız.
Ancak biz bunu hep yapıyoruz. Öyle ki
Obama’nın Devlet başkanı olduğu gün
Van’ın Gülpınar köyünde 44 küçükbaş
koyunu kurban eden köy ahalisinin de
bu minvaldeki inancı dipdiri hala.
Ah benim ayı boğanım, rengi kül,
yanağı gül kurusu dostum, Putinim.
Karşılıklı oturup, KGB anılarını dinlemek
için neler vermezdim. Hem bu arzumu bir
zeytin dalı olarak algılamak isterseniz, ona
da eyvallah! Bizden neden bir Dostoyev-
ski çıkmıyor sorusunu tartışarak aşağılık
kompleksimize şifa bulabilir miyiz bilmiyorum. Ancak şunu biliyorum ki sizin denge
siyasetiniz sayesinde dünya ayakta duruyor. Malumunuz dünya Google Play uygulaması kadar hızlı gelişiyor ve ülkemde iplerin kopma noktasına gelmesiyle birlikte
tırnak kemiren birçok dostunuz adına, bu
mektubu size göndererek yüce erdeminize
sığınıyorum.
Bizimkiler bir cahillik etmişler, size de
bağışlamak düşmeli bayım, çünkü İvan
Turgenyev’den miras kalan nihilisttik
akımı, emin olun ondan daha fazla size
yakışıyor. Ülkemizle olan ilişkileri kuvvetlendirmek gerektiğini vurguladığınız
günü hatırlarsınız. Akabinde Ermeni
soykırımı açıklamanızla birlikte siyasi
kıvraklığın Nirvanası’na ulaşarak, kendinize hayran bırakmıştınız ya. Ben de
sözlerime son verirken, bu samimi mektubun aramızda bir sır olarak kalmasını
bilhassa rica ediyorum. Hâkim sınıfı sizi
korusun ve yüceltsin!
Ömer Çakıcı

Benzer belgeler