Hüzünler “Gül” Kokuyor - Gönüllerde Birlik Vakfı
Transkript
Hüzünler “Gül” Kokuyor - Gönüllerde Birlik Vakfı
Hüzünler “Gül” Kokuyor Dr. Mehmet GÜNEŞ Hüzünler “Gül” Kokuyor / 2 Gönüllerde Birlik Vakfı Yayınları Yayın Nu: 7 Şiir Dizisi: 1 Hüzünler “Gül” Kokuyor Dr. Mehmet GÜNEŞ Editör: Birol Dok Kapak: Siyâmi YOZGAT Sayfa Düzeni: Uzm. Dr. Ahmet Kürşad GÜNEŞ Stj. Dr. Yâsin Celâl GÜNEŞ ISBN: 978-605-62087-3-7 Birinci Baskı, Mart 2016 - Ankara 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na göre, bu eserin her türlü hakkı müellife âittir. Hacettepe Mah. Dutluk Sk Nu: 21 Altındağ / ANKARA Tel: (0312) 312 18 88 Belgegeçer: (0312) 312 22 04 www. gonullerdebirlikvakfi.org.tr e-posta: [email protected] Baskı: BMS Matbaacılık Yoz. San. Ltd. Şirketi Kâzım Karabekir Cad. Ali Kabakçı İş Merkezi Nu: 85/57 İskitler 06111 Altındağ / ANKARA Tel: (0312) 342 40 38 3 / Dr. Mehmet Güneş Hüzünler “Gül” Kokuyor / 4 Dr. Mehmet GÜNEŞ 1956 yılında Afşin’de doğdu. Kahramanmaraş Lisesi’ni bitirdi. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Erciyes Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü’nde Biyokimya doktorası yaptı. Hâlen Yozgat’ın Sorgun İlçesi’nde serbest hekim olarak çalışmakta olup, evli ve dört çocuk babasıdır. Şiirleri ve denemeleri; Töre, Türk Edebiyatı, Türk Yurdu, Nizâm-ı Âlem, Semerkand, Türkiye Günlüğü, Gözyaşı, Gökkubbe, Gündem, Altınoluk, Kültür Ajanda, Kardeş Kalemler gibi çeşitli fikir, kültür ve sanat dergilerinde; makâle ve incelemeleri ise; Hergün, Millet, Yeni Düşünce, Türkiye, Zaman, Gündüz ve Yenigün gibi günlük gazetelerde yayımlandı. Muhtelif antolojilerde yer alan şiirlerinden bâzıları bestelendi. Hac ve Duâ (Elit Yayınları-1999) adlı mensûr risâlesi, Gün Akşama Yaslanmadan (Se-Ba Yayınları-2000) adlı şiir kitabı, Mukaddes Yolculuk Medîne-i Münevvere (TDV Yayınları-2010) ve Mukaddes Yolculuk Mekke-i Mükerreme - II Cilt) (TDV Yayınları2014) isimli iki şehristanı neşredildi. 63 Gülnâme’den oluşan “Gül” yazıları, AŞK Vakfı tarafından Gül Aşkın Mihrâbıdır ismiyle ve iki cilt olarak yayımlandı. Evliyâ Çelebi’nin Doğumu’nun 400. Yılı’nda; UNESCO, Kültür Bakanlığı, Avrasya Yazarlar Birliği’nin müştereken organize ettiği, “Seyahatnâme’nin Günümüz Yazarlarına Yeniden Yazdırılması” projesi kapsamında, Evliyâ Çelebi’nin İzinde “Gül” Medeniyeti’nin Başkenti isimli gezi kitabı ise Bengü Yayınları tarafından neşredildi. Ayrıca, Şişmanlık ve Diyabet isimli bir ilmî çalışmasıyla, Kronik Böbrek Hastaları ve E Vitamini adlı doktora tezi yayımlandı. Millî kültürümüzün ve irfan dünyamızın uç beyleri hakkında yazdığı Gittikçe Artan Yalnızlığımız adlı biyoğrafi kitabı da Cümle Yayınları tarafından 2015 yılında okuyucuya sunuldu. Baskıda olan eseri Çanakkale Dirilişi, yayına hazırlanan kitapları ise; Ufuk Çizgisi, Millî Düşünce Üslûbumuz ve Medeniyet Tasavvurumuz’dur. 5 / Dr. Mehmet Güneş (Hac-1996, Mekke) Yüreği; Allah (c.c.) aşkı, Resûlullah (s.a.v.) muhabbeti ve Ay-Yıldızlı bir sevdâ ile çarpan Rahmetli MUHSİN YAZICIOĞLU’nun azîz hâtırâsına duâ ve Fâtihalarla ithâf olunur. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 6 7 / Dr. Mehmet Güneş İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ / 11 HÜZÜNLER “GÜL” KOKUYOR / 15 Besmele / 17 Tekbir / 19 “Gül” Aşkın Mihrâbıdır / 20 “Gül” Olmasaydı / 21 Ey Yâr / 23 Efendim /25 Gönül Mahzûn Dil Mahzûn / 27 Tasavvuf / 29 Mâverâ / 31 Münacât / 33 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 35 Bir Aşk Cemresi / 37 Şafakta Zaman / 39 Göç Davulu Çalmadan / 40 Silinmez Mühür / 41 İki Dünya Dar Gelir / 42 Yâ Rabbî / 43 Duâ / 45 Yüreğim Vakfede / 47 Medet Yâ Rab / 49 Bir Hikmet-i Hüdâ Zemzem / 50 Haremeyn’e Vuslat / 52 Haremeyn’e Vedâ Ederken / 53 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 8 YORGUN DUYGULARIM / 59 Bir Hazan Vakti / 61 Koparılan Çiçekler / 63 Yaralar Beni / 65 Gecelerimiz / 67 Yıllardan beri / 69 Beyaz Zenciler / 71 Yorgun Duygularım / 73 Anadolu / 75 Besmeleli Sevdâlar / 77 Süt Beyaz Düşlerim / 79 Son Sözüm Söylenmedi / 81 Muhammed(s.a.v.)’e Can Fedâ / 83 Yanık Bir Ezan Bağdat / 85 Tel Âfer / 87 Muhasebe / 89 Ecnebî Sokaklarda / 91 Bir Ulu Çınar / 93 Bayrak / 95 Türkiye’m / 97 Ay-Yıldızlı Bayrağın Mahzûn Balası Kerkük / 99 Hüzzam Faslı / 102 Yorulduk / 103 Gönlüme Efkâr Düşer / 105 “Ben Mürtecî Değilim” / 107 Hazan Mevsimi / 112 Yeter Artık / 113 Tel’in / 115 Çizginin Bestekârı / 118 Abbasnâme / 119 Arz-ı Hâl / 122 9 / Dr. Mehmet Güneş ÖMÜR İKİNDİYE MERHABA DERKEN / 123 Yıllar / 125 Yıllar Yaprak Dökerken / 127 Ömür İkindiye Merhabâ Derken / 129 Hayat / 130 Gün Akşama Yaslandı / 131 Her Yaş Ölüm Yaşıdır / 133 Sakın Aldanma / 134 Yaşlılık / 135 “Bayram O Bayram Ola” / 136 Mezar Taşı /137 Ve Ümit / 138 Gurbette Bayram / 139 Bir Başka Gurbet / 141 Güneşe Dâir / 142 Vakti Akşam Eyleme / 143 Gün Batımı Hüzünlerim / 145 İnsanlar Vesîledir / 147 Kimin Haddine / 148 Gün Bugündür / 149 Hatm-i Kelâm / 150 DİLE GELEN DUYGULAR / 151 Bir Sevdâ Türküsü / 153 Gönül Cephesi / 154 Sevdâ Yokuşu / 156 Aşk / 158 Ufukta Güneşe Yaslanacaktım / 159 Sensiz / 160 Sensin / 162 “Azıksız Çıkma Yola” / 165 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 10 Gün Hükmünü Sürerken / 167 Dile Gelen Duygular / 168 “Kınayı Getir Aney” / 172 “Göç Göç Oldu Göçler Yola Dizildi” / 174 Şeyhzâdem / 176 Ahmet Bebeğe Ninni / 179 Bir Güzel Evlât Geldi / 181 Sen Güzel Bebek / 182 SILA-İ RAHİM / 185 Sıla-i Rahim / 187 TÜRKÜLERE DESTAN / 201 Türkülere Destan / 203 SONSÖZ / 213 Şiire ve Şâire Dâir / 215 - 274 11 / Dr. Mehmet Güneş ÖNSÖZ Bir güzel “Adam”ın ilâhî güzelliklerden ilham alarak vücuda getirdiği kitaba önsöz yazmak; hem çok güzel, hem de çok zor... Çünkü Allah (c.c.) aşkı ve Resûlullah (s.a.v.) muhabbetini esas alan; “îman”, “insan” ve “vatan” merkezli duygu ve düşüncelerle dizelere dökülen bu kıymetli eserin edebî değerinin yanında, Merhum Başkanımız Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’na ithaf edilmesi, bizler için çok ayrı bir anlam taşıyor ve çok özel bir kıymet ifâde ediyor. Değerli gönül dostumuz şâir ve yazar Dr. Mehmet Güneş’in ikinci şiir kitabı olan ve “Sonsuzluğun Sahibi”nin aşkıyla yazılan “Hüzünler ‘Gül’ Kokuyor” isimli bu güzel eser; “Besmeleli Sevdâlar”ımıza ve gönül dilimize tercüman oluyor. Bu kitap; tevhîd ikliminde şekillenen ebedî “aşk”ın derûnî mânâsını da şiir diliyle anlatıyor. Biliyoruz ki, “üç harf-beş nokta” diye vasfedilen “aşk”; “Leylâ”dan “Mevlâ”ya yol bulduğı zaman ebedîleşir ve “Aşk-ı Hakîki”ye ulaşır… İşte bu kıymetli eseri okuduğunuz zaman diyorsunuz ki, meğer Fuzûlî; “Aşk imiş her ne var âlemde İlm bir kıyl-u kâl imiş ancak…” sözünde ne kadar da haklı imiş… Özellikle ve öncelikle bir husûsu daha ifâde etmek isterim ki; çok kıymetli gönüldaşımız Dr. Mehmet Güneş’in şiir sanatı hakkındaki görüşlerini dile getirmek için “Sonsöz” olarak kaleme aldığı ve kitabın sonuna koyduğu “Şiire ve Şâire Dâir” başlıklı altmış sayfalık “poetika”sı; belki de kitabın sonunda değil, en başında okunması gereken hârika bir metin olmuş… *** Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.); “Şâirlerin söylediği en doğru söz, Lebid’in şu sözüdür: İyi biliniz ki, Allah’tan başka her şey Hüzünler “Gül” Kokuyor / 12 yok olmaya mahkûmdur.”1 Hadîs-i şerifleri mûcibince hareket eden Mehmet Güneş Ağabeyimiz “Münâcât” şiirinde bakın bizlere ne güzel muştular veriyor: “Haddimizi aşsak da, rahmetten ümitvârız, “Vahşi”yi “yahşi” eden âyetten ümitvârız, Sen Rahmân’sın, Rahîm’sin; nusretten ümitvârız, Affetmek şânındandır, ye’se uğratma bizi; Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..” Şâirimiz Dr. Mehmet Güneş, Muhsin Başkanımızın vefâtının ardından yazdığı “Hüzünler ‘Gül’ Kokuyor” isimli şiirinde O’nu ve ülküdaşlarını şu mısralarla anlatıyor: “Turkuaz sevdâlarla yükselirken sancaklar, Yesevî nefesiyle mayalandı Ocak’lar; Vatan evlâtlarına “Dergâh” oldu Mamak’lar, Her nefes “Hû” diyerek acıyı bal eyledin; Daha gül goncasıyken, “dikeni gül eyledin.” İnancımız ve duâmız odur ki, Şehit Muhsin Yazıcıoğlu, Şâirimizin de dediği gibi Cennet-i Âlâ’ya şehbâl açmıştır: “Ahsen-i takvîm üzre” yaşayıp bayraklaştın, Şehitlik rütbesiyle tâ sidreye yaklaştın, Cennet’te ehl-i Firdevs kullarla kucaklaştın... Sen Rabb’ine giderken Güneş’i kül eyledin, “Gül” kokulu alperen, “dikeni gül eyledin.” Yönü, gönlü, ruhu, “kalemi, kelâmı ve selâmı” dâima “Kıble’ye dönük” olan Dr. Mehmet Güneş, “Haremeyn’e Vedâ Ederken” de bize en kutsal mekânlardan selâm getiriyor: “Cennetü’l-Bakî’den, Dârü’l-Ebrâr’dan, Evlâd-ı Resûl’den, Âl-i Ensâr’dan, Mescid’deki “Gül” kokulu rüzgârdan, Nur yağan Ravza’dan selâm getirdim...” *** 1 İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, VIII, 201, Had. Nu: 2315; Buhârî, Rikâk 29, Menâkıbu’l-ensâr 20; Müslim, Şi’r 1, 3, 6; Tirmizî, Edeb 70 13 / Dr. Mehmet Güneş “Türk şiirinin ve ideâlizmin son efsânesi” olan, rahmetli Abdurrahim Karakoç; aziz meslektaşım Dr. Mehmet Güneş’in “Gün Akşama Yaslanmadan”2 isimli ilk şiir kitabının önsözünü on altı yıl önce kaleme almış ve bu yazıda onun şiirleri ve düşünce dünyası hakkında şu önemli tespitleri yapmıştır: “Şiirleri baştan sona dikkatlice okudum. Bazılarını iki defa okuduğum oldu… Şiir karanlığın üzerine projektör tutmaktır… Tefekkür kuşunun mâverâya doğru kanat vurup uçmasıdır… Sözdür, sözün içindeki özdür… Güzel bir şiir için ne söylense azdır… Ben hatır için yalancı şâhitlik yapacak karakterde bir insan değilim… Mehmet Güneş; evinin her penceresi “Kıble”ye açılan bir şair. Şiirleştirdiği konuları estetik açıdan olduğu kadar, fikir açısından da zenginleştirmeyi biliyor… Muhkem bir îman, kâvî bir aşkla kucaklaştığında; şefkat, merhamet, adâlet ve edep karşımıza edebiyat olarak çıkar… Bu incelikleri Güneş’in şiirlerinde gördüğümden dolayı gelecek için biraz daha umutlu oldum… Heceyle yazıyor Güneş… Okuyucuyu anlamsızlığın anaforunda boğmak istemiyor… Bıktırıcı, lüzumsuz söz salatası yapmıyor… Doğrusu budur. Sembolleri yerli yerinde ve kararında yüklemiş mısralara... Ne fazla, ne eksik… Okudukça şunu müşâhede eyledim: Mehmet Güneş kendi vücudunu her gün, her saat musallâ taşında yatarken seyreden bir derviş… Hassâsiyetine katılmamak mümkün değil… Gerek ilâhî, gerekse beşerî aşkı kıvamında tutması dikkatlerden kaçmıyor. Dengeler yerli yerinde… İfâdeler zengin ve anlaşılması kolay… 2 Dr. Mehmet Güneş, Gün Akşama Yaslanmadan, Se-Ba Yayınları, Ankara, 2000. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 14 Dr. Mehmet Güneş’i başarılı bir şair kabul ederek, tebriklerimi sunuyorum. Allah (c.c.) yeni eserleriyle tanışmamıza imkân versin…”3 Bu konuda son olarak şunu ifâde etmek isterim ki; büyük üstâd merhum Abdurrahim Karakoç Dr. Mehmet Güneş’i böyle tavsif etmişse, artık bizim onun şiiri ve şâirliği hakkında daha fazla söz söylememiz beyhûde olur. *** Gönüllerde Birlik Vakfı; Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nun adını ve ideâllerini yaşatmak, O’nun ebedî “Dâvâ”sına hizmet etmek gayesiyle kurulmuştur. Kurulduğu günden bu yana; Türk-İslâm Ülküsü uğrunda, Hakk’ın (c.c.) rızası doğrultusunda ve Nizâm-ı Âlem yolunda mücadelesine devam eden Gönüllerde Birlik Vakfımız, “Allah-u Teâlâ’nın birliği ve Resûlullah’ın (s.a.v.) risâleti” dışında hiçbir “Mutlak Hakikat” tanımadan, şanlı yolculuğuna bi-iznillah devam edecektir. Gönüllerde Birlik Vakfı olarak böyle kıymetli, edebî ve anlamlı bir eseri sizlerle buluşturduğumuz için kendimizi bahtiyar hissediyoruz. Bu duygularla yazarımız-şâirimiz Dr. Mehmet Güneş’i böyle kıymetli bir eseri edebiyat dünyamıza kazandırdığı için kutluyor, Allah-u Teâlâ’dan daha nice güzel eserlere imza atmasını niyâz ediyorum. 22 Şubat 2016 - Ankara Uzm. Dr. Hamdi Vefâ ALOĞLU Gönüllerde Birlik Vakfı Genel Başkanı 3 Dr. Mehmet Güneş, Gün Akşama Yaslanmadan, Hâriçten Bakış, V-VI 15 / Dr. Mehmet Güneş Hüzünler “Gül” Kokuyor Hüzünler “Gül” Kokuyor / 16 17 / Dr. Mehmet Güneş BESMELE “Bismillâhirrahmânirrahîm miftâhu küll-i kitâbîn.”4 (Besmele, her kitabın anahtarıdır.) Hadîs-i Şerif Besmele Âdem’e ilk inen âyet, Besmele “Be”deki sırr-ı hikmettir. Besmele Rahmân’dan ezelî rahmet, Besmele Allah’a teslîmiyettir. Besmele Kur’ân’ın özeti, özü, Besmele tevhîdin bir başka yüzü, Besmele mü’minin değişmez sözü, Besmele “miftah”5tır, mesûliyettir. Besmele Mushaf’ta baştâcı fermân, Besmele şafaksız geceye dermân, Besmele sınırsız bir ilm-i irfân, Besmele Hüdâ’dan kula himmettir. Besmele dünyadan ukbâya köprü, Besmele en güzel esmâya köprü, Besmele Rabbânî sevdâya köprü, Besmele vuslattır, aşk-ı vahdettir. Besmele tezekkür, Besmele zikir, Besmele tefekkür, Besmele fikir, Besmele teşekkür, Besmele Tekbir; Besmele dildeki şükr ü nîmettir. 4 5 Suyûtî, Feyzu’l-Kadir, III, 191 Mifah: Anahtar Hüzünler “Gül” Kokuyor / 18 Besmele her dâim Allah’ı anmak, Besmele her şartta, şartsız inanmak, Besmele hakkıyla Hakk’a bağlanmak, Besmele her işte fasl-ı ülfettir. Besmele tesbîhât, Besmele bîat, Besmele münâcât, Besmele tâat, Besmele yürekten Hakk’a itâat, Besmele Mevlâ’ya ubûdiyettir. Besmele ruhtaki sevdâ nefesi, Besmele semânın efsunkâr sesi, Besmele her hayrın mukaddimesi, Besmele hem medet, hem de nusrettir. Besmele vefâyı bize yâr eyler, Besmele mânâyı tâcîdâr eyler, Besmele belâyı târumâr eyler, Besmele güç-kuvvet, bahr-i izzettir. Besmele kapleri mesteden düstûr, Besmele gönülde İlâhî sürûr, Besmele Güneş’i aydınlatan nûr, Besmele İslâm’a mensûbiyettir. 19 / Dr. Mehmet Güneş TEKBİR Mevlâ’yı tesbîh eder can bedende durdukça, Îmanlı gönülleri “Gül” aşkı coşturdukça, Tekbirle aşka gelir ehl-i dîlin yüreği; “Allah” diye zikreden kalp sînede vurdukça... Hüzünler “Gül” Kokuyor / 20 “GÜL” AŞKIN MİHRÂBIDIR O “Gül” aşkın / mihrâbıdır / tende cânım / “Gül” diyor, Mihrâbıdır / “Gül” uşşâkın / âh eder / bülbül diyor, Tende cânım / âh eder / “Aman” dile / gönül diyor, “Gül” diyor, / bülbül diyor, / gönül diyor, / Resûl diyor. 21 / Dr. Mehmet Güneş “GÜL” OLMASAYDI “Gül” aşkına yaratıldı bu âlem, Varlık vârolmazdı “Gül” olmasaydı. Ne Esmâü’l-Hüsnâ, ne Levh ü Kalem, Âşikâr olmazdı “Gül” olmasaydı. Her şey O’nun ile kâimdir el-hak, “Ol” deyip oldurur O Zât-ı Mutlak, Hilkatin esrârı vardır muhakkak, Efsunkâr olmazdı “Gül” olmasaydı. Ezel’den ervâha gelmezse destûr, “Belâ”nın sırrında bulmazdık huzur, Her iki cihanda ufuklara “Nûr”, Tâcidâr olmazdı “Gül” olmasaydı. Habîb-i Hudâ’sız; arza can gelmez, Kalplere bir kutsî heyecan gelmez, “İkrâ’!” hitâbıyla ilk ferman gelmez, Son ikrâr olmazdı “Gül” olmasaydı. Mâtem bölüşürdü gökte melekler, Yeryüzü rahmeti beyhûde bekler, Üç mevsimde buz tutardı yürekler, İlkbahar olmazdı “Gül” olmasaydı. Garip kalmaz mıydı tevhîde dâvet? Âtıl olmaz mıydı dîne icâbet? Kâmil îmân ile Hakk’a ibâdet, Yâdigâr olmazdı “Gül” olmasaydı. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 22 Eşref makâmına kul yükselmezdi, Dünyada, ukbâda bahtı gülmezdi, Akıl, îmân ile aşka gelmezdi, Secdekâr olmazdı “Gül” olmasaydı. Gönül çöllerinde bulunmazdı su, Küffâr vâha diye kurardı pusu, İdrâk edilmezdi “İz”in doğrusu, Kalbe yâr olmazdı “Gül” olmasaydı. Devr-i Câhiliye meskûn kalırdı, Hak, hukuk, adâlet suskun kalırdı, Kul, dîvâne olur, dil-hûn kalırdı, Bahtiyâr olmazdı “Gül” olmasaydı. Hayat baştanbaşa vîrân olurdu, Hâl perişan, gözler giryân olurdu, Cânın hükmü kalmaz, bî-cân olurdu, Berhudâr olmazdı “Gül” olmasaydı. Gül mevsimi “Gül”den bir mîzân kurmaz, Dikenler gül olup goncaya durmaz, Fasl-ı bahâr ile yürekler vurmaz, Gül-i zâr olmazdı, “Gül” olmasaydı. Hiç ışık gelmezdi arza, semâya, Gece hükmederdi Güneş’e, Ay’a, Gönüller İlâhî aşka, sevdâya, Bestekâr olmazdı “Gül” olmasaydı… 23 / Dr. Mehmet Güneş EY YÂR Çöl sıcağı düştü kalbime ey Yâr, Beni benden alıp mecnûn eyledi. Hakk’ın sevdâsıyla oldum bahtiyâr; “Gül” aşkı gönlümü efsûn eyledi. Elest Meclisi’nde bağlandım Sana Âlem-i Ervah’ta yâr oldun bana Vuslat özlemiyle hep yana yana Firâkın ateşi dil-hûn eyledi. Aşk oduna yanan köz efkârlanıp, Hasretle terleyen göz efkârlanıp, Kelâma sığmayan söz efkârlanıp, Sükûtun sırrına vurgun eyledi. Nârın nûra çevrildiği aşk ile, Cân evinde Allah diyen köşk ile, Zikirlerde dile gelen meşk ile, Hikmet deryâsını coşkun eyledi. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 24 Mü’min, silâhıyla6 Huzûr’a varır, Eller yaprak yaprak kıyâma durur, Ebr-i nisan gelip göze oturur, Duâlar rahmeti meskûn eyledi. Rûhun menzîlidir özlenen sabah, Karanlık kördüğüm, çözülmez eyvâh, Yılların peşinden âh ederim âh, Zaman kalbimizi mahzûn eyledi. Titreyen ışıkta eksilen ne var, Güneş’in hükmüne dayanır mı kar? Mâziyi düşünsem içim kan ağlar, “Keşke”lerim beni yorgun eyledi. Melâl burcundaki nâle olurken, Semâvî bir aşka hâle olurken, Ebcet hesâbında “Lâle”7 olurken, “Gül” mushaflı aşka meftûn eyledi. 6 “Ed-duâu silâhu’l-mü’mim” (Duâ, mü’minin silahıdır.) Hadîs-i Şerif; Rûdânî, Cem’u’l-fevâid, III, 9219 7 “Lâle” kelimesiyle “Allah” lafza-ı celâlinin “cevâhir-i hurûf” denilen harfleri -“hilâl”de olduğu gibi- ebcet hesabında 66 sayısın tekâbül etmektedir. 25 / Dr. Mehmet Güneş EFENDİM “Gül” sevdâsı özge candır, candan öte cân Efendim. Cânım cânâna kurbandır, cânıma cânân Efendim. “Ol” hükmüne “Gül”dür fermân, “Gül”dür cümle derde dermân, Zâtı nurdur, hâli nûrân; “Ahlâkı Kur’ân” Efendim. “Gül”den gelir bize himmet; şâd ü handân olur ümmet, Şânı “Âlemlere rahmet”; beyânı Furkân Efendim. Emrolundu “Gül”e biât, “Gül”e bestedir kâinât, “Gül” nefesli âb-ı hayât, rahmet-i Rahmân Efendim. “Gül”dür gönüllerin âhı, “Gül”dür Peygamberler Şâhı, İki Cihan Pâdişâhı, Mi’râc’a mihmân Efendim. “Gül” sürgünü mü’min garip, “Gül”süz gönüller muzdarip, Süveydâ-yı kalbe tabip, bâis-i gufrân Efendim. “Gül”dür bizim imdâdımız, “Gül”dendir istimdâdımız, “Gül”den medet murâdımız; afv için fermân Efendim. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 26 “Gül” cemresi bekler akıl, nur yağsın kalbe muttasıl, Kerem eyle, şefaât kıl, Habîb-i Zîşân Efendim. Hak yoluna destur almak, “Gül” dalında gonca olmak, “Gül”ün gölgesinde kalmak, kutlu bir destân Efendim. Rabbim lûtfetsin hidâyet, îmandır en büyük nîmet, “Gül”e duyulan muhabbet, kalplere dermân Efendim. “Gül” hasreti yakar bizi, pür-nûr eyler içimizi, Hicrânı hüzün denizi, aşkı gülistan Efendim. Ta ezelden zaman âşık, “Gül”e kevn ü mekân âşık, “Aman” diyen bu cân âşık, aşkın bize şân Efendim. Güneş, nûr-ı cemâlinden; ışık alır her hâlinden, “Gül”ü sevmek kemâlinden, aşk ile îmân Efendim. “Gül”de umut, “Gül”de safâ, hudutsuzdur “Gül”de vefâ, “Gül”dür Muhammed Mustafa, Güllere Sultân Efendim. 27 / Dr. Mehmet Güneş GÖNÜL MAHZÛN, DİL MAHZÛN8 Her nefis ölümlüdür, bir gün emr-i Hak gelir, Takdîr-i İlâhî’dir, ecel muhakkak gelir, Kimine vuslat olur, kimine fîrak gelir, Hüzünlü gönüllerin bahtına hicran düşer; Bir melâl denizinde kalpler perişan düşer. Sıradağlar misâli kıyâma durur hasret, Biter “dünya sürgünü”, hitâma erer gurbet, Süzülür kirpiklerden damla damla muhabbet, Zamanın sînesine gözyaşı düğümlenir, Bir vedânın ardından; “Boş kaldı mihrap!” denir. Göklerden nur yağarken O’nun cenâzesine, Duâlar eşlik etti Mâverâ’nın sesine, “Rahmet buharı” dendi semânın bûsesine, Yalın kılıç bir sevdâ çekilince kınından, “Yedi Ocak” tutuştu bir gönül yangınından. 8 Bu şiir; 7 Ocak 2002 tarihinde Hakk’a yürüyen, gönül dünyamızın mîmârı Şeyhzâde Ahmet Efendi Hazretleri’nin azîz hâtırasına yazılmış ve Prof. Dr. Mehmet Emin Ay tarafından da bestelenmiştir. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 28 Rehber oldu herkese yaşadığı hayatla, Bir ömrü tamamladı nasîhatla, irşatla, Cennet içre yürüdü nûrânî bir kanatla… Gönüller O’na müştak, sîneler O’na meftûn, Yaktı hicrân ateşi; gönül mahzûn, dil mahzun. Tasavvuf halkasının “Gül” yüzlü pîriydi O, Tariflere sığmayan müstesnâ biriydi O, Hem “Nakşî”, hem “Halvetî”, hem de “Kâdirî”ydi O, O, “mürşîd-i kâmildi”, bu toprağın nûruydu; O Yozgat’ın gurûru, kalplerin süruruydu. Hâlimizi târife kalmadı dilde tâkat, Kadrini bilemedik “Efendi”nin biz “Heyhât!” Ay yandı, Güneş yandı, yandı bütün kâinât… ‘Geceye göz ekleyen’ bir ‘kutbu’ kaybettik biz, Ve şimdi öksüz kaldık, zâten Gül Yetimi’yiz. 9. 1. 2002 29 / Dr. Mehmet Güneş TASAVVUF Her doğum bir ölüm saklar içinde, Gizlenen bahardır kış mevsiminde, Kalbe hayat veren mânâ peşinde, “Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır, Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır.”9 Zaman eleğinde elenir insan, Mülke dildâr olup dolanır insan, “Tahtadan kundağa” belenir insan… “Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır”, Şu yalan dünyaya kâr olmamaktır. Mâverâ menzilli fikir deryâsı, Tefekkür kaynağı, zikir deryâsı, Bitmeyen bir ummân, şükür deryâsı; “Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır”, Nefs-i emmâreye dâr olmamaktır. Kalbi, mâsivâdan âzâde kılmak, Ömrü, Aşkullah’a âmâde kılmak, “Huluk-ı azîm”i10* ziyâde kılmak… “Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır”, Hakk’tan başkasına yâr olmamaktır. *** 9 Dede Ömer Gülşenî Kalem, 68/4; * Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği ve Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in sâhip olduğu güzel huylar, “en yüce ahlâk” 10 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 30 “Letâif” sırrından bir güneş doğar, “Gökteki yıldızlar” kalplere yağar, Ay selâm dururken gök yere değer, O’ndan gayrısına yâr olmamaktır; “Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır.” “Şeriât”, İslâm’dır; kâl-i Resûl’dür, “Tarîkat”, âdâptır; hâl-i Resûl’dür, Tasavvuf, Aşk-ı “Gül”-Âl-i Resûl’dür, Gülşende gül olup, hâr olmamaktır; “Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır.” “Hakîkat” yurdunun zümrüt yamacı, “Mârifet” ufkunun efsunkâr tâcı, Süveydâ-yı kalbin gerçek ilacı; Nefsin gölgesine dâr olmamaktır, “Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır.” Mürşid rahlesinde, hayât-ı dinde Kemâle ermekir aşk ateşinde, “Vâsıl-ı ilallâh” “Gül”ün peşinde; Tasavvuf vârolup, vâr olmamaktır; “Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır.” Hak, murad eylerse, hesâbım tutar, Hak, azâd etmezse, kölelik biter, Hak, izin verirse gücümüz yeter... “Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır; Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır.” 31 / Dr. Mehmet Güneş MÂVER Mâsivâya meyleden Mahşer’de yanar nâra; Mâverâ’nın aşkıyla ulaşılır bahara... Bir siyah düş olmasın mezarda azığımız; Orda değer verilmez beşerî îtibâra... Mürşîdin rahlesinde nefisler dize gelsin, Varmak için menzile, bağlansın mihmandâra... Özlemlerim, düşlerim Zemzem ile yıkansın, Duygular yelken açsın o mübârek diyâra... *** Yumruk kadar bir kalpte dağ gibi îmân varsa, Râm olmaz mı Mevcûd u Meçhul Olan Hünkâr’a!.. *** Hüzünler “Gül” Kokuyor / 32 Istıraptır süzülen gözlerimden yaş değil; Bir yürek sızısıyla düşerken inkisâra... Güneş doğmaz Batı’dan, dön Kıble’ye yüzünü, Giriftâr ol secdede nâzenin duygulara... Aramakla bulunmaz; ancak, bulur arayan, Hak dostları kavuşur, nîmeti nûr iftâra... Keyfiyet hesabında rakamların hükmü ne? Ruhsuz kalabalıklar tez düşer âh-u zâra... *** Sen’den Seni isterken çözülse paslı dilim; Devâ bulur derdine gönlümdeki bu yara... *** Yumruk kadar bir kalpte dağ gibi îmân varsa, Râm olmaz mı Mevcûd u Meçhul Olan Hünkâr’a!.. 33 / Dr. Mehmet Güneş MÜNACÂT Ali Şâkir Ergin Hocama Hayatı doludizgin sürdük karanlıklara, Süveydâlar, simsiyah geceden daha kara, Yâ Rabbî! İmdâd eyle bilcümle günahkâra, Gâfiliz, isyankârız; kulluktan atma bizi; Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!.. Nefs atı şâha kalkmış, biz âmâde olmuşuz, Ölümsüz sevdâlardan hep âzâde olmuşuz, Gönüller çöle dönmüş, nefse bâde olmuşuz, İsm-i Âzam aşkına, yâ Rab Ağlatma bizi; Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!.. Anlamadık bir türlü hayatın gâyesini, Bin parçaya ayırdık kul olma pâyesini, Hebâ ettik Allah’ım ömür sermâyesini, Kor düştü içimize, ateşe atma bizi; Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!.. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 34 Haddimizi aşsak da, rahmetten ümitvârız, “Vahşî”yi “yahşi” eden âyetten ümitvârız, Sen “Rahmân”sın, “Rahîm”sin; nusretten ümitvârız, Affetmek şânındandır, ye’se uğratma bizi; Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!.. Divâneye döneriz inâyetin olmasa, Kaybederiz Mahşer’de mağfiretin olmasa, Biz neyleriz yâ “Gaffâr”, merhametin olmasa, Lütfeyle “Lütf-i Kadîm”, kara bağlatma bizi; Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!.. Ateşlere yaslanan geceye hitâm olsun, “Gül” yüzlü şafaklara Güneş’ten selâm olsun, Affet bizi yâ Rabbî, “Yâr ile bayram” olsun, Hüsrâna uğrayanlar safına katma bizi; Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!.. 35 / Dr. Mehmet Güneş HÜZÜNLER “GÜL” KOKUYOR11 Kalpler yine mâtemde, gönül perişân oldu, Ak saçlı dağlardaki umutlar bî-cân oldu, Hüzünler “Gül” kokuyor, ilkbahar hazân oldu... “Üşüyorum” desen de dağları yol eyledin; “Sonsuzluğu” düşündün, “dikeni gül eyledin.”12 Emr-i İlâhî böyle, her insan göçer bir gün, Mutlak hitâma erer “gurbet”teki bu sürgün, Ölüm “sıla”ya köprü, âşıklara toy-düğün; Bir vuslat şafağına zirveden el eyledin; “Gül”e pervâne oldun, “dikeni gül eyledin.” Takdîre tedbîr olmaz, mukadder bir kader var, Son yolculuk biterken yepyeni bir sefer var, Tabutta er oğlu er, gönüllerde keder var… “Sırât-ı mustakîm”i lisân-ı hâl eyledin, Bir menzile vardın ki, “dikeni gül eyledin.” Mâzi, gönül ufkunda bir fasl-ı melâl gibi, Yıllanmış hâtıralar sanki bir masal gibi, Ağlıyor “gardaş”ların, gökteki Hilâl gibi, Milletin gözyaşını bir anda sel eyledin, Bu nasıl bir muhabbet, “dikeni gül eyledin.” 11 Bu şiir; 25 Mart 2009 Günü “Yükseklerde ziyâde olan füyuzât-ı İlâhî’ye” kavuşmak için Kahramanmaraş’taki Keş Dağı’nın zirvesinden Hakk’a yürüyen rahmetli Muhsin Başkan’ın aziz hâtırası için kaleme alınmıştır. 12 “Dikeni Gül Eylemek” merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ilk şiir kitabıdır. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 36 Turkuaz sevdâlarla yükselirken sancaklar, Yesevî nefesiyle mayalandı Ocak’lar; Vatan evlâtlarına “Dergâh” oldu Mamaklar… Her nefes “Hû” diyerek acıyı bal eyledin; Daha gül goncasıyken, “dikeni gül eyledin.” Yiğitliğin, mertliğin, vefânın sembolüydün, Sevdâsı vatan olan ülkümüzün gülüydün, Esir Türk İlleri’nin en yanık bülbülüydün; Altaylardan Tuna’ya gönlünü şal eyledin; Ay-Yıldızın nûruyla,“dikeni gül eyledin.” Zor günlerde kükrerdin, dilde “Adam”dı adın, Şubat karanlığına “gök bıçaklar” sapladın, Her adım atışında Mahşer’i hesapladın; Bir hayat yaşadın ki nefsini çöl eyledin, Yeşil yaprak içinde “dikeni gül eyledin.” Ölümü düşünerek dünyaya yâr olmadın, Kıble yüreklilere; zinhâr, ağyâr olmadın, Çektiğin çilelerden aslâ bizâr olmadın; Sabrın doruklarında sükûtu lâl eyledin, Salât ü selâm ile “dikeni gül eyledin.” “Ahsen-i takvîm üzre” yaşayıp bayraklaştın, Şehitlik rütbesiyle tâ sidreye yaklaştın, Cennet’te ehl-i Firdevs kullarla kucaklaştın; Sen Rabb’ine giderken Güneş’i kül eyledin, “Gül” kokulu alperen, “dikeni gül eyledin.” 37 / Dr. Mehmet Güneş BİR AŞK CEMRESİ Mevsim bahara erdi, renk yeşile dönüştü; Yüreklere semâdan bir aşk cemresi düştü. Ilık bir rüzgâr esip tutuşturdu kalpleri, Kızgın çöl sıcağıdır sevdâ Âdem’den beri. Sînelerdeki yangın bâzen söner, kül olur, Sevdâ filizlenince yürekler gönül olur. Boy verince sevdâlar, gönül yâre seslenir; Işık sese dönüşür, sevgiyle nefeslenir. Kalbine sevgi doldur; Mecnun ol, Leylâ’yı sev; Gözden perdeyi kaldır; Yunus ol, Mevlâ’yı sev. *** Sonsuzluğa uzanan bir sevdâ bulacağız; Başı semâya değen aşkla kurtulacağız. *** Gönüller, Zemzem ile yıkansın baştan başa; Aşkını şahit eyle gözlerden akan yaşa. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 38 Sevdâ; başka boyuttan yüreklere ses versin, İlâhî ufuklardan semâvî nefes versin. Kul, sevgi ikliminde erişir Mevlâ’sına; Îmân, sevgi mayalar gönül haritasına. “Yaratılan” her kulda aşk bulur gönül ehli; “Yaradan” sevgisiyle kurtulur gönül ehli. Yürekler ilk cemreyle, yeter ki ışık alsın, Kıble’den esen yele muhabbeti çoğalsın. *** Yesrib semâlarından gönüllere esen O; Sevgiye sevdâ veren, gülde gülümseyen O... Sırrına mütevekkil duyguların ucuna Bağlanıp yol bulalım, “Gül”ün sevdâ burcuna. Sevginin, Sevgili’nin en büyük muhâtabı, “Habîb-i Kibriyâ”dır O’na Hakk’ın hitâbı. Besmeleyle nakışlı “Gül” mushaflı aşka gel, Yol, sevgiden geçiyor; sevgi O “Gül”le güzel. *** O “Gül”ün sevgisiyle kalpleri saracağız; Aşkullâh iklimine O “Gül”le varacağız. 39 / Dr. Mehmet Güneş ŞAFAKTA ZAMAN Prof. Dr. Ferhan Özmen Ağabeyime Karanlığın ömrü bitmek üzere, Geceler ışığa sarılırken gel!.. Dolunay ufuktan gitmek üzere, Seherde gökyüzü durulurken gel!.. Şafakta zamanı aşkla yıkadım, Işığa yürüdüm hep adım adım, Bâzen tökezledim, bitti takâdım; Tövbe kapısında dirilirken gel!.. Karanlık geceler kandil beklerken, Kul, geceye teheccüdü eklerken, Seher vakti duâları saklarken; Işık, nakış nakış örülürken gel!.. Güneş, gecelere secdeyle doğar; Rahmet inci olup gözlerden yağar, Bilsen gözyaşına âh neler sığar; Tefekkür selinde yorulurken gel!.. Bedir hârelenir solar şafakta, Işık nefes alır kutsal ocakta, Mürşid dergâhında biz olmasak da; Muhabbet sofrası kurulurken gel!.. Dillerde türküdür, gönülde beste, Gözüm rahlededir, kulağım seste, Şükredip alınan her bir nefeste; Kalbe îmân mührü vurulurken gel!.. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 40 GÖÇ DAVULU ÇALMADAN Kalbe dermân arayan bulur “Allah!” diyerek. Gönül müheyyâ olur “Resûlullah!” diyerek. “Lâ!” diyenler “illâ”nın sırrından ilhâm alır, Zât-ı Mevcûd u Meçhûl Ol Padişah diyerek. “Gül” mushaflı sevdânın nûruyla aydınlanan “Hû” çeker her nefeste, râh-ı felâh diyerek. “Gül” kokusu sarınca gecenin siyâhını, Aşka gelir kâinat vakt-i sabah diyerek. Cân safâya erişir mürşîdin rahlesinde, Katre ummâna döner sırr-ı dergâh diyerek. Nâçâr kılar bizleri nefse tutsak olmamız, Suçlarız hep zamanı asr-ı günâh diyerek. Yıllar gazel dökerken ömür sermâyemizden; Güneş gibi yanarız, yürekten “âh” diyerek. “Keşke”lerin, “âh”ların sonu hüsrân olmasın, Tevbe-i nasûh etsin, kul “Bismillâh!” diyerek. Ve bir gün birdenbire “kûs-i rıhlet”13 çalınca, Elvedâ eylemesin kimse “eyvâh” diyerek. 13 Kûs-i rıhlet: Göç davulu 41 / Dr. Mehmet Güneş SİLİNMEZ MÜHÜR Kalplerde dile gelen Tekbir’i duymayanlar, Kâinatın zikrinden ne hisseder, ne anlar… “Kün!” emrini verirken cümle mahlûkâta O; Silinmez mühür vurur, görebilse insanlar… Hüzünler “Gül” Kokuyor / 42 İKİ DÜNYA DAR GELİR Sanma ki “Gül” açmadan dünyaya bahar gelir, “Gül” goncaya durmazsa ağustosta kar gelir, Ve denizler boğulur dalgaların içinde; Deryâlar çöle döner, iki dünya dar gelir. 43 / Dr. Mehmet Güneş Y RABBÎ Ömrü rahnedâr eyledim, hazerim yok yâ Rabbî!.. Vakti sonbahar eyledim, haberim yok yâ Rabbî!.. Yıllar hep beyhûde geçti, sular azgın çağladı, Nefse gem vurmaktan yana zaferim yok yâ Rabbî!.. Kirpiğime dokunmadı rahmet yüklü bulutlar, Seccâdeyi sele veren seherim yok yâ Rabbî!.. Aşkı şâhit edemedik son gönül cemresine, Ehl-i dîlin rahlesinde değerim yok yâ Rabbî!.. Bilemedik kıymetini o muhteşem rüyânın, Mihrap öksüz, minber yetim, mâh-perim yok yâ Rabbî!.. İlticâ ettim kapına, yâd-ı cemîlim Sensin Sana lâyık alınterim, eserim yok yâ Rabbî!.. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 44 Süveydâ-yı kalp yüzünden nâçâr düştüm, yorgunum, Dizde dermânım tükendi, hiç ferim yok yâ Rabbî!.. Günahkâra merhamet kıl, âbâd eyle kulunu, Kıbleden başka menzîle seferim yok yâ Rabbî!.. Âh-u zârım âşikârdır, vasf-ı hâle ne hâcet, Aff-ı İlâhî’den başka siperim yok yâ Rabbî!.. Bir zerre-i lûtfun bile bahtiyâr eyler bizi, Sen’den başka sığınacak bir yerim yok yâ Rabbî!.. Hicrân dolu bir hayatın gurûbuna ağlarım, Visâline “Gül” den gayrı serverim yok yâ Rabbî!.. “Gül” aşkıyla mesrûr olan kimden istimdâd etsin, O’ndan özge medetkârım, rehberim yok yâ Rabbî!.. “Gül”e pervâne Güneş’in gönlü mükedder olmaz; Sen varsın Yâr, Habîbin var; kederim yok yâ Rabbî!.. 45 / Dr. Mehmet Güneş DU Yâ Râb!.. Sana isyan eden, Kullarından etme bizi. Ömrünü boşa tüketen, Kullarından etme bizi. Rahmetine eremeyen, Hesabını veremeyen, Cemâlini göremeyen, Kullarından etme bizi. Kâfirlere hemyâr olan, Müslümana ağyar olan, Azâbına dûçâr olan, Kullarından etme bizi. Makâmı, şöhreti büyük, Malı-mülkü sırtına yük, Mahşer günü boynu bükük, Kullarından etme bizi. Dünyadan çok “ah” getiren İsyan ve günah getiren Ömrü “eyvah”la bitiren Kullarından etme bizi. Hayır fukarâsı olan, Dosta yüz karası olan, Cehennem çırası olan, Kullarından etme bizi. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 46 Kalbinde îman olmayan, Alnı secdeye gelmeyen, Hak dostunu dost bilmeyen, Kullarından etme bizi. Bir gün ezana muhalif; Bir gün Mîzân’a muhalif; Her gün Kur’ân’a muhalif; Kullarından etme bizi. İnancında istikrârsız, İtîkâdında kararsız, Yüzü kızarmayan arsız, Kullarından etme bizi. Nemrutlara çırak diyen, Haksızlığa “el-hak!” diyen, Kullara kulluk eyleyen, Kullarından etme bizi. Resûlüne muhabbetsiz, Şükürsüz ve ibâdetsiz, Kelime-i Şehâdet’siz, Kullarından etme bizi. “Ol Sırât”tan geçemeyen, Kanatlanıp uçamayan, Kevser’inden içemeyen, Kullarından etme bizi. Allah’ım!.. Düşürme derde, Lütûf ihsân et Mahşer’de, Hesap günü başı yerde, Kullarından etme bizi. 47 / Dr. Mehmet Güneş YÜREĞİM VAKFEDE14 Yüreğim bir sevdâ yörüngesinde, Aşkı mayaladım Tekbir sesinde, Buğulu gözlerin son nefesinde, Allah desem kirpiklerim ıslanır; Sevdâlarım, mâverâdan beslenir. Şafaksız düşlerim uykuya daldı, Yıllar ak saçımda asılı kaldı, Yine mâsivâdan ruhum bunaldı, Hakk’a yönelmeyen yürek paslanır; Sevdâlarım, mâverâdan beslenir. Sevdâ yeşerdiği yüreği yakar, Bir sevgiden binbir güzellik çıkar, Adımlarım beni Kıble’ye çeker Ve Tevhid kabzası “Gül”le süslenir; Sevdâlarım, mâverâdan beslenir. 14 Bu şiir; 1996 yılındaki ilk hac farîzamız sırasında Kutsal Topraklar’da yazılmıştır. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 48 “Kandil”lerle ışık yaktım duruldum, Karıncayla yola çıktım yoruldum, Gittiği menzile baktım vuruldum; “Yolunda ölmeyi” kimler üslenir; Sevdâlarım, mâverâdan beslenir. Yorgun göz yaşlarım, Sen’i bulurken, Tutuşan yüreğim, Sen’de kalırken, Sen’den gidiyorum, Sana gelirken, Her hayalim bir umuda yaslanır; Sevdâlarım, mâverâdan beslenir. “Mübârek Yol” için bir ferman gelir, “Lebbeyk! Lebbeyk!” diyen bir kervan gelir; Bir nevâ, bir duâ, bir derman gelir, Rahmet ikliminde gönül uslanır; Sevdâlarım, mâverâdan beslenir. İlâhî dergâhtan yansıyan ışık, Cebel-i Rahme’de, gel karşıma çık! Gün kısaldı, Güneş yoruldu artık, Yüreğim vakfede Sana seslenir; Sevdâlarım, mâverâdan beslenir. 49 / Dr. Mehmet Güneş MEDET Y RÂB Hac Yolu’na çıkanlara himmet eyle, hidâyet kıl; “Sultân” Sen’sin, fermân Sen’de, medet yâ Râb! Sen “Deyyân”sın. “Beyt”e hasret çekenlere kısmet eyle, inâyet kıl; “Sübhân” Sen’sin, dermân Sen’de, medet yâ Râb!Sen “Hannân”sın. Yâr! Gözyaşı dökenlere nusret eyle, muhabbet kıl; “Rahmân” Sen’sin, ihsân Sen’de, medet yâ Râb! Sen “Mennân”sın. Sevdâsı “Gül” kokanlara ülfet eyle, mağfiret kıl; “Bürhân” Sen’sin, mihmân Sen’de, medet yâ Râb! Sen “Gufrân”sın. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 50 BİR HİKMET-İ HÜD ZEMZEM Arş-ı Âlâ gölgesinde, Bir hikmet-i Hüdâ Zemzem. Cibrîl’in kanat sesinde, Cennet’ten bir nidâ Zemzem. Eksilmeyen âb-ı hayat, Leb-i deryâ, çöle inat, O bir “âyât-ı beyyinât ”15* Susuzluğa vedâ Zemzem. Zemzem, İlâhî beşâret, Zemzem, Kâbe’ye işâret, Zemzem, âşikâr bir âyet, Rahmânî bir sadâ Zemzem. Zemzem, aşkın gonca gülü, Aşktır, îmân tevekkülü; Îman, gül-zâr eyler çölü, Sırr-ı aşkı edâ Zemzem. Yalnızlığın en zor ânı, Teslimiyet imtihânı, Hâcer’in hicret destânı, Firûze bir sevdâ Zemzem. Bir annenin telâşından, Çatlayan sabır taşından, Sütten beyaz gözyaşından Süzülmüş bir duâ Zemzem. Çölün yüreğini delen, Üç mukaddes yerden gelen, Sa’y’dan semâya yükselen, Yedi renkli şuâ Zemzem. *** 15 Âl-i İmrân, 3/97; *“Apaçık deliller” 51 / Dr. Mehmet Güneş “Ümmü’l-kurâ”nın16* esrârı, Peygamberler yâdigârı, Ulu “Bir Cennet pınarı”17; Semâvî bir safâ Zemzem. Âhirette engel nâr’a18; Müjdedir sonsuz bahâra, Odur “şerâben tahûrâ”19*, “Hastalara şifâ”20 Zemzem. Dört bin yıllık ol bengisu, “En hayırlı”21, en güzel su, Âb-ı Kevser’dir doğrusu; Sudan azîz devâ Zemzem. İhsân-ı Rabbü’l-âlemîn, Şâhit olur rûy-i zemîn, Mâ-i Tesnîm; kullar emîn, Sahrâdaki me’vâ Zemzem. “Levlâke…”22 der kutlu ferman, “Sonsuz Nûr”a gider kervan, Adak olur “İki Kurban”23, Beytullâh’a revâ Zemzem. Güneş’i yakıp kavuran, Kül edip çöle savuran, “Gül” aşkına kıyam duran, Ebedî bir nevâ Zemzem. 16 En’âm, 6/92; Şûrâ, 42/7; *“Şehirlerin anası” (Mekke), “Zemzem, Cennet pınarlarından bir pınardır ve yeryüzünde en son kuruyacak bir sudur.” (Münzirî, Et-Tergib Vet-Terhib, II, 209) 18 “Zemzem suyuyla, Cehennem’in o kaynar ve berbat suyu hiçbir kulun karnında bir araya gelmez..” (İbn-i Mâce, Menâsik 78) 19 İnsan, 76/21; *“Tertemiz içecekler”; 20 “Zemzem Suyu bütün hastalıklara şifâdır.” (Hanbel, Müsned, III, 357) 21 “Yeryüzündeki suların en hayırlısı Zemzem’dir. Onda açlara gıda, hastalara da şifâ vardır.” (Münzirî, Et-Tergib Vet-Terhib, II, 209) 22 “Levlâke levlâk lemâ halâktü’l-eflâk”(Habîbim! Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.) (Hâkim, Müstedrek, II, 615) 23 Allah Resûlü (s.a.v.); “Allah’a adanmış bir dedenin torunu ve bir babanın evlâdı” olduğu için, “Ben, iki kurbanlığın oğluyum.” diye buyurmuşlardır. 17 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 52 HAREMEYN’E VUSLAT Hisse aldım nefsimin kurduğu her tuzaktan, Günahkâr adımlarla Sana geldim uzaktan… Yâ Rabbî! Fakîre de nasîp ettin vuslatı; Artık ayırma bizi “Gül” kokulu topraktan!.. 53 / Dr. Mehmet Güneş HAREMEYN’E VED EDERKEN “Gittiğiniz yerlere bizden selâm götürün!” diyen cümle gönül dostlarına Kutsal Topraklar’dan, kalb-i cihandan, Fâni dünyadaki aslî vatandan, “Beledü’l-emîn” 24den*, “Dârü’l-îman”dan25; Size Beytullah’tan selâm getirdim. “Ekin bitmez vâdî”deki26 nâleden, Rahmet çağlayanı bir şelâleden, Kâbe’den, o eşsiz Siyah Lâle’den; İlâhî dergâhtan selâm getirdim. İhrâma bürünüp yola çıkandan, Beyaz bir sel gibi Beyt’e akandan, Aşk odunda günâhını yakandan; Âgâh-ı felâhtan selâm getirdim. “Lebbeyk!”27 nidâsıyla Kâbe’ye varan, Yürekten “Hû” çekip Hakk’a yalvaran; Işık yüzlü, yağmur gözlü kullardan, Ehl-i Zikrullah’tan selâm getirdim. Ummanda katreyiz, damlada deniz, Beyt’in etrâfında nurdan hâleyiz, Pervâne misâli dönüyorken biz, Semâvî semahtan selâm getirdim. *** 24 Tîn, 95/3; *“Emîn Belde”, (Kur’ân’da Mekke için kullanılan bir sıfat) “Îman Yurdu”; (Haşr Sûresi’nin 9. Âyeti’nde Medîne “ed-Dâr” (yurt) diye vasfedildiği için, bu kelimeden mülhem Medîne için kullanılan bir isim tamlaması) 26 İbrâhim, 14/37 27 “Buyur Allah’ım! Emret Allah’ım! Her şeyimle Sana bağlandım…” diye başlayan “Telbiye” 25 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 54 Tavafın nûruyla kalpler ışırken; O nur, yüreklere sevdâ taşırken, Dünyadan ukbâya kul yaklaşırken, “Rükn-i istilâm”dan28 selâm getirdim. “Hacerü’l-Esved”den29, aşk-ı vahdetten, Zemzem Suyu’ndaki sırr-ı hikmetten, “Mizâbü’r-rahme”den30 yağan rahmetten, Mescid-i Harâm’dan selâm getirdim. Gelip “Mültezem”i31 “Gül” gibi saran, “Hıcr-ı İsmâil”de32 dîvâna duran, Terleyen gözlerle secdeye varan, Hüccâc-ı Kirâm’dan selâm getirdim. Allah’ın Beyti’ni nazâr eyleyen, Gönül Kâbesi’ni gülzâr eyleyen, Aşka tevekkülü serdâr eyleyen, Uşşâk-ı “Makam”dan33 selâm getirdim. *** 28 “Bismillâhi Allâhü Ekber” diyerek selâmlanan Rükn-i Hacerü’l- Esved ve Rükn-i Yemânî 29 Cennet’ten indirildiği rivâyet edilen, Kâbe’nin doğu köşesinde bulunan, tavafın başlangıç noktasını işâret eden ve Efendimiz’in mübârek elleriyle şimdiki yerine yerleştirdiği kutsal taş 30 Altınoluk 31 Kâbe’nin kuzey-doğu duvarında yer alan, Hacerü’l-Esved’le Kâbe Kapısı arasında bulunan ve duâların en fazla müstecâb olduğu yerlerden birisi 32 Hatim’le Kâbe Duvarı arasındaki Hz. Hâcer (r.anha) ve Hz. İsmâil(a.s.)’in medfûn olduğu mübârek yer 33 Makâm-ı İbrâhim 55 / Dr. Mehmet Güneş İhrâmlar bembeyaz, tenler rengârenk, Kesrette vahdet var, Tekbir’de âhenk, “Gül” aşkı, muhabbet ufkunda mihenk; Uzlet şafağından selâm getirdim. “Harem”de34 tebessüm müşterek lisan, Sımsıcak bir bakış hâle tercüman, Sözden öte söz var sevgiye ferman; Kardeşlik bağından selâm getirdim. Akarken gözlerden rahmet yağmuru, Taşar yüreklerden muhabbet nûru, “Metaf”ta35 yaşanır vuslat sürûru, Aşkın kaynağından selâm getirdim. Îmandan, ihlâstan, şükr-i nîmetten, Safâ’dan, Merve’den, sa’y u gayretten, Zemzemler yeşerten teslîmiyetten, Tevekkül çağından selâm getirdim. *** 34 Mekke ve Medîne çevrelerindeki belirli bölgelerle, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî için kullanılan bir tâbir 35 Tavaf Alanı Hüzünler “Gül” Kokuyor / 56 Yürekler, yürekten Tekbir alırken, Mârifet ufkunda yol kısalırken, Vakfe için Arafat’ta kalırken, O kutlu zamandan selâm getirdim. “Cebel-i Rahme”den36 “sel gibi akan”37, “Meş’âr-i Haram”dan38 Mahşer’e bakan, Mina’da şeytanı âciz bırakan; “Duyûfu’r-Rahman”dan39 selâm getirdim. İlk vahiy, ilk emir ve ilk desturdan, Cebrâil nefesli “Cebel-i Nur”dan40; “Akabe”den41, o bîat-ı mebrûrdan, Hicret’ten, hicrandan selâm getirdim. Mûcizeler vardır, Hicret’le gelen, Sevr’in yüreğinden çöle serilen, Ay doğarken “Vedâ Tepeleri”nden42, Şehr-i Gülistan’dan selâm getirdim. *** 36 Arafat Vâdisi’nde bulunan, rivâyete göre Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havva(r.anha)’nın buluştuğu tepe 37 Bakara, 2/198 38 Müzdelife sınırları içinde Allah Resûlü(s.a.v.)’nün konakladığı ve Bakara Sûresi’nin 198. âyetinde zikredilen mübârek mekân 39 “Allah’ın Misâfirleri” (Hacılar) 40 Hira Dağı 41 Mekke ile Mina arasındaki “Akabe Bîatları”nın yapıldığı yer 42 “Seniyyetü’l-Vedâ” denilen, Medîne’nin dışında ve Kuba istikâmetinde bulunan tepeler 57 / Dr. Mehmet Güneş Alevden çöllere dökülen terden, “İzinin tozuna” yüz sürenlerden, Hicret şafağının söktüğü yerden, “Mescid-i Takvâ”dan43 selâm getirdim. “Hücre-i Saâdet”44 candan öte cân, “Makâm-ı Mustafâ”45 târifsiz ummân, Yemyeşil yansırken rahmet-i Rahmân, “Kubbe-i Hadrâ”dan46 selâm getirdim. “Cennetü’l-Bakî”den47, “Dârü’l-Ebrâr”dan48, Evlâd-ı Resûl’den, Âl-i Ensâr’dan, Mescid’deki “Gül” kokulu rüzgârdan, Nur yağan “Ravza”dan49 selâm getirdim. En sarp yokuştaki en zor zamandan, Ashâb’ın yazdığı eşsiz destandan, Uhud’da sırlanmış O Yetmiş Can'dan, Mus’ab’dan, Hamza’dan selâm getirdim. Güneş’in kalbine bir ışık yakan, Muhabbet ufkundan ukbâya bakan, “Gül” mushaflı aşkı mîras bırakan, Mukaddes sevdâdan selâm getirdim. Kutsal Topraklar’a “Elvedâ!” derken, Gözlerim yaşarır, sesim titrerken, Gönlümü burada koyup giderken, En hazin vedâdan selâm getirdim. 43 Kuba Mescidi; Tevbe, 9/108 “Tâ ilk günden temeli takvâ üzere kurulan mescid” 44 Mescid-i Nebevî’de Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in Kabr-i Saâdetleri’nin bulunduğu kısım 45 Şâir Nâbî’nin bu tâbirle vasfettiği, Allah Resûlü(s.a.v.)’nün Kabr-i Şeriflerinin bulunduğu mübârek makam 46 Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in Kabr-i Saadetlerinin üzerindeki “Yeşil Kubbe” 47 Medîne’deki on bin sahabînin medfûn olduğu ünlü kabristan 48 Medîne-i Münevvere 49 Allah Resûlü(s.a.v.)’nün Evi ve Minberi arasıdaki “Cennet Bahçesi” olarak isimlendirilen çok mübârek bir yer Hüzünler “Gül” Kokuyor / 58 59 / Dr. Mehmet Güneş Yorgun Duygularım Hüzünler “Gül” Kokuyor / 60 61 / Dr. Mehmet Güneş BİR HAZAN VAKTİ Zafer burçlarında görmeyi beklerken; zindanlarda sararan bir neslin hazanı... Ufuk çizgisinde Kıble’yi bulan, Besmeleli sevdâlarda durulan, Hem Yavuz kesilip, hem Yunus olan, Alperenim yıllar geçti, gelmedin; Kardelenler çiçek açtı, gelmedin. Takvimde yapraklar tükendi bir bir, Zaman ihtiyarlar, mevsimler eskir, Umut; beklemeye can veren iksir, Ebâbiller kondu göçtü, gelmedin; Kardelenler çiçek açtı, gelmedin. Darbelerden darbe yedim; kin gördüm, Soygun gördüm, zulüm gördüm, kan gördüm, Bir “On İki Eylül”, bir hazan gördüm; Vatanı çok sevmek suçtu (!) gelmedin; Kardelenler çiçek açtı, gelmedin. Hedefe varırken, “Sen dur!” dediler, “İşte Taş Medrese, buyur!” dediler, Zulmü getirdiler, “Huzur!” dediler… Şahmeranlar zehir saçtı, gelmedin; Kardelenler çiçek açtı, gelmedin. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 62 Kendimin, kendime isyânıydı bu, Aldığım darbenin bir yanıydı bu, Bir yaprak dökümü zamanıydı bu, Gök ekini süngü biçti, gelmedin; Kardelenler çiçek açtı, gelmedin. Gecelerin seherine diz çöktüm, Nar çiçeği şafaklarda ter döktüm, Gelir diye yollarına çok baktım, Eylül’ün de hükmü geçti, gelmedin; Kardelenler çiçek açtı, gelmedin. Güneşte üşüdüm, gölgede yandım, Çile tezgahında kirden aklandım, Bir kaç damla göz yaşında saklandım, Umutlarım bir bir uçtu, gelmedin; Kardelenler çiçek açtı, gelmedin. Efkârım artar da ağlarım bâzan, Mihrican vurgunu Eylül’de vatan, Sehpâya giderken, o “Dokuz Fidan”, Zaman, karanlığı seçti, gelmedin; Kardelenler çiçek açtı, gelmedin. 12 Eylül 1984 63 / Dr. Mehmet Güneş KOPARILAN ÇİÇEKLER Eylül’ün Kırdığı Güller’e Fırtınalı yıllarda bir nesil harâb oldu; Hazanla gelen mevsim bize ıstırâb oldu. Simsiyah ufukların kasvetli gölgesinde, Kan sızan bir zamanın her ânı azâb oldu. Goncalar biçilirken; ısırgan otlarının Boy verip yeşerdiği, hazîn inkılâb oldu. Kar yağdı ellerime bir süngü ekseninde, Sistemi sorgularken zindanlar cevâb oldu. Urganlı şafaklarda buz tutarken ışıklar; Şehitler, gönlümüze bir ulu mihrâb oldu. Ak saçlı dağ misali, ak alınlı yiğitler, Doymadan gençliğine ne çabuk türâb oldu. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 64 Bir yürek sızısında sürgün düşüncelerim, Sevdâsı vatan olan mazlumlar bîtâb oldu. . Bahtıma kahrederken isyân yokuşlarında; Vatandaki gurbetim bir ömre hitâb oldu. Çaresizlik içinde kanayan yaralarım; Yeraltında akarken her yanım âsâb oldu. Dört bir yana savruldu şimdi “Yusuf Yüzlüler”; Bambaşka vâdîlerin sırrına erbâb oldu. Ruhumu gölgeleyen dilemmâlar içinde, Islak bakışlarıma bu ahvâl hicâb oldu. Düşlerimiz kanadı sistemin pençesinde, “Kevser akan, gül kokan” gençliğim serâb oldu. Bir tû’bânın dalından koparılan çiçekler, Gün geldi, gecelere nur yüzlü mehtâb oldu. On dört asır önceden ışıyan gönüllerin; Menzîl-i mukaddesi “Gül”e intisâb oldu. 65 / Dr. Mehmet Güneş YARALAR BENİ Zulmün kırbacından çok daha fazla, Zulmete tahammül yaralar beni. Düşmanın güllesi yaralamaz da Dostun attığı gül yaralar beni. Kalpteki bu hüznü ehl-i dil anlar, Güçlüye meyleder zayıf insanlar, Haksızlığa susar “dilsiz şeytanlar” Zillete tevessül yaralar beni. Mânâ, hep maddenin altında kaldı, Toplum hastalandı, ruhlar bunaldı, Darbeler aklımı başımdan aldı, Istırapsız gönül yaralar beni. Îmân cephesine fedâdır canım, İslâm’a kaledir aziz vatanım, Ülküyle coşarken ilk heyecanım; Hüzün dolu “Eylül” yaralar beni. Bir kahır çiçeği açar yürekte, Kelepçenin sızısı var bilekte; “Bin yıllık Şubat”ı söylemesek de; Post modern tevekkül yaralar beni. *** Hüzünler “Gül” Kokuyor / 66 Perişanlık; son noktadır gelinen, İrşâda muhtaçtır “mürşid” bilinen, Fâtiha’da kırk yanlışı bulunan; Şeyhin (!) “verdiği el” yaralar beni. “Uzun ince yolda” mezar son bölüm, Ecel gelmeyince gelir mi ölüm? Azıksız hayattır kula kördüğüm, Beyhûde geçen yıl yaralar beni. Semâvî sevdâlar rehber olurken, Şafaklar geceye hançer olurken, Gülbank çeken yine mehter olurken, Tekbir almayan dil yaralar beni. Tevhid sınırını ihlâle karşı, Nemrut zulmündeki son hâle karşı, Tâgut’a, Şeddat’a, Deccâl’e karşı, Yumruk olmayan el yaralar beni. Hem dünyâsı, hem de ukbâsı için, Kıble’den feyz alan sevdâsı için, Allah Resûlü’nün dâvası için, Cihâd etmeyen kul yaralar beni. Hilâlin aşkıyla yıllarca yandım, “Müslümânım” diyenlere inandım, “Sağ”ından, “sol”undan bıktım usandım, Hakk’a gitmeyen yol yaralar beni. 13.10.1997 67 / Dr. Mehmet Güneş GECELERİMİZ Asırlık gecelerin hitâmını beklerken… Ve akşam ışığa gözünü yumdu, Hilâlsiz buz tuttu gecelerimiz. Biçâre ruhlardan, bir çâre umdu, Kaç asrı uyuttu gecelerimiz. Huzuru yitirdik; Hakk’ı yok sayıp, Ferâset firârda, yıllardır kayıp, Günahsız bir nesli kirle yıkayıp, İstikbâli yuttu gecelerimiz. Gözdeki ziyâdır, bedendeki can, Rûha hayat verir kalpteki îmân, Hilâlin nûruna muhtaç âsûman, Üşüyen umuttu gecelerimiz. Kulun gölgesinden kula mihnet var, İkbâl sofrasında yine cinnet var, Üç günlük dünyâya niye minnet var? Mahşer’i unuttu gecelerimiz. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 68 Yıllara yaslanıp uykuya daldık, Hüzünden, çileden, dertten bunaldık, Yağmurdan kaçarken doluda kaldık, Simsiyah buluttu gecelerimiz. Zulüm katmerlendi katran misâli, Gündüze yansıdı gecenin hâli. Kahreden karanlık kimin vebâli, Zâlime sükuttu gecelerimiz. Derman kâr eylemez, gönüller hasta, Dünyaya bağlanan kul ihtirasta, Yıllardır gelmeyen şafaklar yasta; Geceye huduttu gecelerimiz. Ağır bir sis çöktü yine zamana, Demir attı zulüm, Kıble’den yana, Zindanlar yâr oldu karşı koyana; Bir hâki tabuttu gecelerimiz. 5. 6. 1997 69 / Dr. Mehmet Güneş YILLARDAN BERİ Acı tebessümler yâr oldu bize, Gülmeyi unuttuk yıllardan beri. Kıble’ye yönelip, biz kendimize; Gelmeyi unuttuk yıllardan beri. Ve küçüldük dünya haritasında, Kimler zehir sundu şifâ tasında? Işığı yitirdik gün ortasında, Bulmayı unuttuk yıllardan beri. Karardı ufkumuz; bir ağa düştük, Batı tezgahında tuzağa düştük, Nasıl oldu, neden batağa düştük? Bilmeyi unuttuk yıllardan beri. Çile çatlatırken sabır taşını, Harâmîler tuttu suyun başını. Milletin dinmeyen şu gözyaşını, Silmeyi unuttuk yıllardan beri. Yoksulluk, mezellet hep dizi dizi, Ne hâle getirdi bu düzen bizi, Aç yatan komşuyla ekmeğimizi, Bölmeyi unuttuk yıllardan beri. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 70 Dert başağa durdu garbi yelinden, Bir “âh” sesi geldi gönül telinden, Hükmü, azgın azınlığın elinden, Almayı unuttuk yıllardan beri. Salyangoz pazarı siyasî çarşı, “Yüzde doksan dokuz” kimlere karşı? Oratoryo varken (!) Malazgirt Marşı, Çalmayı unuttuk yıllardan beri. Ferâsetle bakan göz kayıp, niçin? Hakk’ı tebliğ eden söz kayıp, niçin? Mukaddes bilinen değerler için, Ölmeyi unuttuk yıllardan beri. İtîbâr eyledik kul yasasına, Kimliksiz bir neslin düştük yasına. “Gül”e sevdalanıp nur deryâsına, Dalmayı unuttuk yıllardan beri. Ecnebî çarkında dönerse zaman, Hüzün bestelenir her saat, her an. Türk bedende sapasağlam Müslüman, Olmayı unuttuk yıllardan beri. 7. 11. 1997 71 / Dr. Mehmet Güneş BEYAZ ZENCİLER Başörtüsü mağdûrelerine Beni benden alır düşüncelerim, Duygular içimde halay çekerken… Kirpiğimle yağmurları elerim, Yaslı yüreğime hüzün çökerken… Sevdâ yaylasında “Gül” koklayana, Yetim topraklarda kan kusturdular… Yasaklar konuldu Kıble’den yana, Beyaz Zenciler’i hep susturdular… Bir feryâd hıçkırır gözyaşlarımda, Sessizliğin sesi öldürür beni… Bîçâre sitem var âh-u zârımda, Zulüm acı acı güldürür beni… Gün doğar içime akşam olsa da, Işığa dönüşür alnımdaki ter… Bitmeyen çileyle günüm dolsa da, Kıble’deki yangın başımda tüter… Hüzünler “Gül” Kokuyor / 72 Lacivert ufuktan yayılan ışık, Aydınlık sabaha yol bulmak ister… Hayâtın bestesi karmakarışık, Ve Hilâl, geceden kurtulmak ister… Kalbimiz üşüyüp buz tutsa bile Her kışın menzîli bahara çıkar… Kullar, kulluğunu unutsa bile Ömrün son nöbeti mezara çıkar… Karanlık geceden al şafaklara, Yürüyen düşlerin rengi firûze... Kalbi nûr, alnı ak ve bahtı kara Bu mazlum mağdurlar tanıdık bize... Öksüz gönülleri tutar bir sancı, Beyaz Zenciler’i kahreder zaman… “Öz yurdunda” mahkûm olur inancı, Vatan mı gurbette; gurbet mi vatan? 23. 5. 1997 73 / Dr. Mehmet Güneş YORGUN DUYGULARIM Tuna’da öksüzüm, Kudüs’te yetim, Bitmeyen derdime ağıt yakarım. Gurûb etmez vatandaki gurbetim, Üzüntümü mısralara dökerim. Yazda zemheriyi yaşayan benim, Kırım’ın derdini taşıyan benim, Keşmir sıcağında üşüyen benim, Filistin’de dişlerimi sıkarım. Her akşam, her sabah gökyüzü kanar, Afganistan dense, yüreğim yanar; Urumçi’de yalnızlık var, acı var, Dertlerimi gözyaşıyla yıkarım. Îrak, ırak değil; çok yakın bize, Bu hicrânı nasıl anlatsam size, Haçlı, hançer vurur yüreğimize, Bağdat dense hicâbımdan çökerim. İnim inim inler, Kerkük hasta mı? Boynu bükük “Karanfil” im yasta mı? “Ayrılık” türküsü dilde beste mi? Efkârlanıp hudutlara bakarım. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 74 Çeçenistan, bir cihâdın ahdında, Yorgun duygularım hüzün tahtında; Hüzün, Karabağ’ın kara bahtında, Aras gibi dertli dertli akarım. Yâd etsem mâziyi Bosna’ya varıp; Kosova’da mahzûn, Üsküp’te garip, Evlâd-ı Fâtihan yine muzdarip, Kadere kahredip, boyun bükerim. Hedefimiz, maksûdumuz bir olsa; Türkistan’da kardeşlerim hür olsa, Yeniden gönlümüz “Gül”e yâr olsa, Sabır tohumuyla umut ekerim. Gönül, irşâd olur; göz yaş dökünce, Uzak, yakın olur; kalpten bakınca, Kar beyaz hayâller yola çıkınca; Simsiyah geceye kandil yakarım. Mâverâ’nın ışığıyla gelişen, Ak alınla secdelerde buluşan, Besmeleli sevdâlardan oluşan, Hilâl şafağını iple çekerim… 75 / Dr. Mehmet Güneş ANADOLU Ne kadar gizleyip, inkâr etsen de Hüzün dolu gülüşünde isyan var… Fetih günlerinin özlemi sende, Gözyaşında kaç asırlık hicran var… Derbeder sükûtlar sende yaşıyor, Dünkü sevinçlerin buz tutmuş artık… Ve güneş ufkundan uzaklaşıyor, Demir attı gündüzlere karanlık… Kanayan yaradır mazî içimde, Yakar sinemizi dertli gözyaşın… Bulutlar tüllenir kirpiklerimde, Hüzün yıllar yılı ekmeğin, aşın… Kasvetli bir duman, zamanı sarmış, En içli türküler yakılır şimdi… Gönüller harabe, ruhlar kararmış, Dikene gül diye bakılır şimdi… Hüzünler “Gül” Kokuyor / 76 Uykular bölünür bir “âh!” sesiyle, Rahmet damlasıdır gözlerde Tekbir… Yorgun yüreklerin besmelesiyle, Titrek ışıklara bir umut gelir… Islak bakışların âh-u zârıyla, Yanaktan süzülen ferman okunur… Âb-ı Kevser olan gözyaşlarıyla, Bitmeyen geceye ışık dokunur… Ey ana toprağı! Ey aziz vatan! Asırlık geceler elbet bitecek… “Gül” mehtap olursa güler âsûman, Gökte yıldız yıldız açılır çiçek… Duâlar, dildeki kutlu tebessüm; Yanan bir kandildir, şafak sökerken… Gam erir, dert biter, çözülür düğüm; “Hasbü’n-Allâh. Ve ni’mel vekîl”50 derken... 50 Âl-i İmrân, 3/173; “Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekildir.” 77 / Dr. Mehmet Güneş BESMELELİ SEVDÂLAR Tutsak hayâllerim bayraklaşırken, Düşlerim yarına umut taşırken, Karanlık, şafakla kucaklaşırken, Her ânım, her demim Kıble’ye dönük; Kâğıdım, kalemim Kıble’ye dönük. Diz çöken geceye güneş doğacak, Îman nuru sağnak sağnak yağacak, Bir sabah ezanı küfrü boğacak; Ümidim, elemim Kıble’ye dönük; Kâğıdım, kalemim Kıble’ye dönük. Bu aşk yüreklerde gizli bir sevdâ, Seccâdeye meftûn nazlı bir sevdâ, Ve dünyaya îtirazlı bir sevdâ; Sevincim, mâtemim Kıble’ye dönük; Kâğıdım, kalemim Kıble’ye dönük. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 78 Nefsi, kül edelim aşk ateşinde, Mâverâ ufkunun rahmet düşünde, Besmeleli sevdâların peşinde; Yârâna sitemim Kıble’ye dönük; Kâğıdım, kalemim Kıble’ye dönük. “Dîn ü devlet, mülk ü millet”ti derdim, Cümle mazlumlara selâm gönderdim, “Eylül”de, “Şubat”ta er oğlu erdim Mefkûrem, erdemim Kıble’ye dönük; Kâğıdım, kalemim Kıble’ye dönük. Şafaksız gecede, karanlık günde; İki el içine baş düştüğünde; Sorguda, hücrede, ipte, sürgünde; Zindandan selâmım Kıble’ye dönük; Son söz, son kelâmım Kıble’ye dönük. 18. 3. 1998 79 / Dr. Mehmet Güneş SÜT BEYAZ DÜŞLERİM Akşamla beraber gün batımında, Duygular içime dâvetsiz gelir... Bir sevdâ yeşerir hasret kınında, Gurbet türküleri göğe yükselir... Süt beyaz düşlerim sınır ötesi, Yâd eller araya duvar koysa da... Mâverâ’dan gelir gönlümün sesi, Haritalar bizi ayrı saysa da... Uzak diyarlarda kalan yârânlar, Kesretten vahdete bir yol bulalım... Ayrı düşen canlar, yaslı cânânlar, Gönül çizgisinde halvet olalım... Güneşi doğmayan tarih önünde, Karanlıkta buz tutarım, üşürüm... Hazan rüzgârının estiği günde, Öksüz ülkülerle dert bölüşürüm... Hüzünler “Gül” Kokuyor / 80 Karanlık bitmiyor gün ortasında, Bir Hilâl çağını bekler garibim... Süt beyaz düşlerim umut tasında, İçimde yangın var, çok mustaribim... Gecelere sığmaz beyaz düşlerim, Şafakta yeniden kıyâma durur... Bir “Yemen Türküsü” olur kaderim, Hüzünlü destanlar nabzımda vurur... Yüreğim sancılı, keder içinde, Akar gözlerimden bir duru pınar... Boynu bükük Kudüs, kan ter içinde, Söğüt Dalları’ndan gölge arzular... Ne kadar muhtâcız, bilsen ne kadar? Hünkâr tuğrasının itibârına... Bizi uzaklarda bekleyenler var, Güneş doğsun diye ufuklarına... 81 / Dr. Mehmet Güneş SON SÖZÜM SÖYLENMEDİ Zamanı düğümledim saçımdaki aklara; Gönlümde yayla kurdum münzevî şafaklara... Karanlık gecelerde Kandil’lere yaslandım, Işık yağsın diyerek dallara, yapraklara... Yazılmamış bir destan yaşattım yıllar yılı, Kanımdan renk verdiğim Hilâl’li bayraklara... Şimal’den esen yele karşı duran erleri, Genç yaşında yatırdık “tahtadan kundak”lara... Menzili bahar olan ne hazanlar yaşadım, Ülkümün gonca gülü düşerken Mamak’lara... Sımsıcak düşlerimin solmayan sevdâları, Yine sürgün edildi benden çok uzaklara... Gözümdeki yaşları, kirpiklerim içiyor, Yıldırımlar düşerken kalpteki ırmaklara... Feryâdım dile gelir sessizliğin sesinde; Tekbirler, salâvatlar dökülür dudaklara... Kıble’deki her yangın gelip başımda tüter, Alıp götürür beni en sinsi fîraklara... Hüzünler “Gül” Kokuyor / 82 Rahmet iner semâdan sabrın doruklarına, Bir kaç damla gözyaşı düşerken yanaklara... Ölümü öldürerek yürüdü “Dokuz Şehit” Urganlı şafaklardan nurlu basamaklara... Söyle!.. Yaşamak mı zor, ölmek mi daha kolay? Nasıl anlatılır bu dünyaya tutsaklara? Yemyeşil vâdîlerden duâlar eksilmezdi, Kutsal dâvâmız için yükselen sancaklara... Uhrevî sevdâları kim aldı içimizden, Ve kim düşürdü bizi beşerî tuzaklara... Hilâlsiz gök kubbede neye yarar yıldızlar! Gönüller meyletmeli İlâhi kaynaklara... Nur yağsın yüreklere Kelime-i Tevhid’le; “Gül” kokusu yayılsın bu aziz topraklara... “Gül Devri”ne sevdâlı, “Gül”e meftun yiğitler; Geldiler “Gül” aşkıyla mukaddes Ocak’lara... Biz “sefer”le yükümlü olsak da “zafer” dedik, Bu inançla can verdik tuğlara, mızraklara... Asırlık gecelerin tan yeri ağarırken, Son sözüm söylenmedi şeddeli alçaklara... 22. 7. 1997 83 / Dr. Mehmet Güneş “MUHAMMED(S.A.V.)’E CAN FED”51 Durmasın, kıyam etsin kâmil Müslüman olan, Küfre karşı yürüsün kalbinde îman olan, Ses versin sesimize bedeninde can olan, İnletsin yeri-göğü; “Muhammed’e can fedâ”, O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ… Avrupalı dört yandan saldırdı dînimize, Bu alçakça hakâret çok ağır geldi bize, Ey Ümmet-i Muhammed görev düşüyor size… Anlasın bütün dünya; “Muhammed’e can fedâ”, O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ… Yapılan küstahlıklar sînemizi deşiyor, Haçlının çirkefliği yeniden depreşiyor? Bizler sükût ettikçe, Batı çirkefleşiyor; Cümle âlem duysun ki; “Muhammed’e can fedâ”, O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ… AB’nin, ABD’nin kîni biter mi şarka? İslâm düşmanlarına kimler çıkıyor arka? Bu iğrenç saldırının piyonu Danimarka Şunu hiç unutmasın; “Muhammed’e can fedâ”, O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ… 51 Bu şiir; 30 Eylül 2006 yılında Danimarka’daki bir dergide, Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’e hakaret kastıyla; 12 iğrenç karikatürün yayınlanmasını ve bu alçaklığın Batı basını tarafından da iktibas edilmesini tel’in için kaleme alınmıştır. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 84 İlim ile îmânı her an gardaş edelim, Atılan her adıma aklı yoldaş edelim, “Toplu vursun yürekler”; küffârla baş edelim, Bütün dünya görsün ki; “Muhammed’e can fedâ”, O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ… Evet! “Küfür tek millet”, kol koladır Tâgutlar, Yine birlik oluyor her cephede Nemrutlar, Son Haçlı Seferi’ni açıyor kavm-i Lûtlar… Cihâdın besmelesi; “Muhammed’e can fedâ”, O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ… Zâlimlere dur demek mü’mine elbette farz, Yavuz olup kükremek bize yakışacak tarz, Tekbirlerle yıkansın yeniden kürre-i arz, Dinlesin arş-ı âlâ; “Muhammed’e can fedâ”, O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ… Kâfire sessiz kalmak bu millete ar gelir, Ümmet şuurlanırsa dünya size dar gelir; Kur’an’da dirilirsek Hilâl’e bahar gelir… Haykırsın ehl-i îmân; “Muhammed’e can fedâ”, O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ… 14. 10. 2006 85 / Dr. Mehmet Güneş YANIK BİR EZAN BAĞDAT52 Bir zâlim kan ağlattı, sıra başka zâlimde, Şimdi mâsum insanlar, küresel mezâlimde, Vîran olan Bağdat’ın melâli var hâlimde, İnim inim inliyor, feryâd u figan Bağdat; Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat... O sabah ezanı ki, yürekleri dağladı, Mâbetler bombalandı, vicdanlar kan ağladı, Buna can mı dayanır? Gözlerden yaş çağladı, Tekbir sesi duyulan hazin bir destan Bağdat; Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat... Bitmeyen ıstıraplar okunur gözlerinden, Mazlumların feryâdı yükselir her yerinden, Hıçkırıklar geliyor Bağdat’ın seherinden; İnsanlığın verdiği ağır imtihan Bağdat; Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat... Simsiyah duman gibi güne çökünce akşam, Gökten ölüm yağıyor, bu nasıl bir katliam, Bu ne feci dehşettir, bu ne vahşi intikam? “Akrebin kıskacında” şimdi perişan Bağdat; Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat... 52 ABD’nin Irak’ı ikinci kez işgal ettiği 20 Mart 2003 tarihinde, müttefik güçlerinin Bağdat’a yaptığı hava saldırısı televizyonlar naklen verilirken, bamba sesleri arasında şafak vakti Bağdat’ta okunan sabah ezanı ekranlara geliyordu... Bir yandan ABD uçakları Bağdat’ı yakıp-yıkarken,, öbür yandanda da ezan sesleri göğe yükseliyordu...Bu şiir, bu görüntülerin ardından, din kardeşlerimiz ve camilerimiz bombalanırken hiçbir şey yapamadan seyretmenin hüznüyle yazılmıştır. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 86 Iraklar yakın oldu, yakınlar Irak şimdi, Gönlümüzü kemiren “sinsi bir fîrak” şimdi, Kalbimiz isyan eder, elimiz tutsak şimdi, Ayrı düştük yıllardır, bu nasıl hicran Bağdat; Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat... Üç kıt’aya Söğüt’ten gölge veren daldık biz, Kıblemizi şaşırıp, yıllarca bunaldık biz, Asırlardır Batı’nın gölgesinde kaldık biz, “Kader”, “kef”le yazılmış, hâlimize yan Bağdat; Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat... Hilâl’in benzi solar, neden bize ar gelmez, Müslüman diyarlara, kış gelir, bahar gelmez, Derdimizin dermânı “Gül” kokan rüzgâr gelmez; Bu mezellet yetmez mi? Uykudan uyan Bağdat! Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat... Kerkük’te hançerlenir, Musul’da kan kusarım, Bir şey gelmez elimden, hep sesimi kısarım, “Bâ’de harâbü’l-Basra”; söz biter, ben susarım, Can Bağdat! Bîcan Bağdat! Cân evi vîran Bağdat; Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat... 20. 3. 2003 87 / Dr. Mehmet Güneş TEL ÂFER53 Tel Âfer’de kanlarıyla destan yazıp, canlarıyla mühürleyen yiğitlere Hilâl’in ıstırâbı bizim yürek sancımız, Eksilmiyor derdimiz, hiç bitmiyor acımız, Zulmetin pençesinde kardeşimiz, bacımız; Kalbimiz kan ağlıyor Kıble’deki her yerde, Bağdat’ta, Fellûce’de, Kerkük’te, Tel Âfer’de… Mazlumun çığlığını bombalar perdeliyor, Irak sanma, feryatlar çok yakından geliyor, Şimdi Türkmeneli’nden alevler yükseliyor, Yüreğimiz yanıyor, hüznümüz perde perde, Kurşunla iftar açar Türkmenler Tel Âfer’de… Demokrasi adına tezgâhlar kuruluyor, Hürriyete nükleer darbeler vuruluyor, Kimyasal silahlarla direniş kırılıyor, Bu vahşet karşısında, “İnsan hakları” nerde? Kan sızıyor kundaktan sahipsiz Tel Âfer’de… Yaşanan katliâma dünya dönüp bakmıyor, Akan Müslüman kanı, kimseden ses çıkmıyor, Zulme alkış tutanlar ihânetten bıkmıyor; Arkadan hançerlenmek varmış yine kaderde, Bir “of”a bin “âh” sığar tâlihsiz Tel Âfer’de… 53 Bu şiir, 3 Eylül 2005 tarihinde ABD ve işbirlikçilerinin Tel Âfer’e seyretilmiş uranyum ve napalm bombalarıyla yaptığı nükleer saldırı ve Türkmen katliamı üzerine yazılmıştır. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 88 Petro-şeyhler, krallar ABD’nin ağında, Poşulu rakkâseler alçaklık batağında, Yine kanımız donar kızgın çöl sıcağında… Sel gidince kum kalır; sap da döner, keser de Bu hesaplar görülür yeniden Tel Âfer’de… Gölge vermeyen Başkent kalpleri dağlıyorken, Gurûb eden umutlar iç çekip ağlıyorken, Geceler hicâbından karalar bağlıyorken; Ankara’da kahrolmak benzemez hiç bir derde, Güvenilen dağlara kar yağdı Tel Âfer’de… Heyhât!.. Yıllardan beri; sağır, dilsiz, kör olduk, Merde yardım etmezken, nâmerde bonkör olduk Türkmeneli’ne karşı biz neden nankör olduk? “Di gel!” der; “Men ölmüşem, gavim gardaşım nerde?” Kahreden sükûtumuz duyulur Tel Âfer’de… Elden bir şey gelmezse, kullar bîçâre düşer, Gönül târumâr olsa, yürekler “Yâr”e düşer, Hak’tan ümit kesilmez, semâdan çâre düşer, Duâlar dile gelsin gözyaşıyla seherde, Rabb’im şâd etsin bizi; Bağdat’ta, Tel Âfer’de… 3. 9. 2005 89 / Dr. Mehmet Güneş MUHASEBE “Eyvâh bu bâzîçede bizler yine yandık, Zîrâ kim ziyân ortada bilmem ne kazandık.” Ziyâ Paşa Sevdâlı yürekleri bak ne hâle koymuşlar; Gönüllerde ne bir “Gül”, ne bir “Lâle” koymuşlar. Firûze düşlerimiz tutsak olmuş bâtıla, İnsanlığın hâlini pür melâle koymuşlar. Bizi, bizden almışlar karanlık dehlizlerde; Bitmeyen hicranları istikbâle koymuşlar. Âsûde güzellikler hicret etmiş durmadan, Kalbe, nurdan âzâde bir risâle koymuşlar. Nefsi müstahkem kılan dünyevî arzuları, Altın kadeh içinde bin misâle koymuşlar. Ufkumuz kararırken inkâr vâdîlerinde, Mukaddes sevdâları izmihlâle koymuşlar. Işık vermesin diye kanayan şafaklara, Pas tutan gecelerden bir meşâle koymuşlar. Ve kullar mâsivâya ilân-ı aşk ederken, Ölümün ötesini hep ihmâle koymuşlar. *** Unutma ki dünyamız Kıble’den aydınlanır, O “Gül”ü numûne-i imtisâle koymuşlar. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 90 Gecelerin kalbine dökülen gözyaşını, Bir “Beyaz Dilekçe”yle arz-ı hâle koymuşlar. “Ba’sü bâde’l-mevt” diye îmân edenler, aşkı; “Şeb-i arûs” denilen bir visâle koymuşlar. *** Beni benden alıp da kim kırdı dallarımı? En tâlihsiz cevâbı bu suâle koymuşlar. Çöldeki vâha olan yürek devletimizi, İstilâ eyleyenler hep vebâle koymuşlar. Bir serâba meyleden “Milenyum” hayâlinde, Umutları imkânsız ihtimâle koymuşlar. Nefreti bayrak yapan muhabbetsiz kalplere; Günâh ile çağlayan bir şelâle koymuşlar. Sabrı isyan ettiren derbeder sükûtları, Uğrunda can verilen ideâle koymuşlar. Mazlumlar diyârından yükselirken feryatlar, Çığ başlatan çığlığı son zevâle koymuşlar. Mühürlü kalpleriyle, İslâm’ın infâzını Kaç zamandan beridir bak hayâle koymuşlar. Bir türlü yirmidokuz çekmeyen şubatları, Rûhu çoraklaştıran bir ahvâle koymuşlar. Elif’in boynu bükük, düşlerim kelepçeli; Neden îdam hükmünü hep Hilâl’e koymuşlar... 7 . 3. 2001 91 / Dr. Mehmet Güneş ECNEBİ SOKAKLARDA “Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar, Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan...” Ziyâ Paşa Kan sızar gözlerimden yüreğimde bir sancı, Ecnebî sokaklarda yaşadık her utancı... Bir bozuk pusulayla kuşanırken zamanı, Duman rengi bulutlar kapladı âsûmanı... Ufuklar kararırken fırtınaya kapıldık, Kıblesiz rotaların izinde karar kıldık… Bir sabah uyandım ki, ruhum bedende değil, İrâdem katledilmiş, hâfızam bende değil… Akıl hicret ederken târihim kundaklanmış Ecdâttan mîras kalan neyim varsa hep yanmış… Ciğerimiz kavruldu, yangın yeri sînemiz, Alçakça yağmalandı mukaddes hazînemiz… Yapraklarım üşürken kırıldı yeşil dallar, Kökünden darbe aldı bin yıllık ulu çınar... Darbelerin ardından bir ağıt dile geldi, Hilâl gitti semâdan, peşinden çile geldi… Hüzünler “Gül” Kokuyor / 92 Günah emziren oklar, saplandı yüreğime, Ümitlerim târumâr, hayâller lime lime... Beklenen şafakları geceler gölgeliyor, Gecelerin ardından yine gece geliyor… Aydınlıkta göremez o “huffâş”ın54 gözleri, Fecr-i kâzibte saklı ihânetin izleri... Asırlık gecelerde kaybettik kendimizi, Şehlâ karanlıklarda küffâr kandırdı bizi... Sürgündeki hayâller ses versin uzaklardan, Mesafeler buz tuttu, buz terledi efkârdan... Yitirdik künyemizi ecnebî sokaklarda, Batı’ya demir attık en bâtıl duraklarda... Kıbleden uzaklaşan gönüller vîrân oldu, Vicdanlar susturuldu, sabır perişân oldu... Hilâle gölge düştü hemhâl olduk gam ile, Bir devrin ney taksimi geçildi hüzzâm ile... Gecenin siyah kalbi katmerlendi yastayım, Ecnebî sokaklarda yıllardır iflâstayım... 54 Huffâş: Yarasa 93 / Dr. Mehmet Güneş BİR ULU ÇINAR “Osmanlı Cihan Devleti’nin 700. Kuruluş Yılı”na ithaftır. Ve İlâhî kaderin tecellîsi vâroldu, Yurdu vatan yapmaya velîler mîmar oldu. Tevhîd ile nurlandı Oğuz Kara Han nesli, Söğüt’te filiz verip, bir ulu çınar oldu. Edebâli mayası çalındı bu toprağa; Kalem, kılıç ve duâ dâim payidâr oldu. Anadolu ufkundan hicret etti karanlık, Üç Hilâl’in ışığı vakte hükümdâr oldu. Doğdu günbatısına Türk’ün Kızıl Elma’sı, Ehl-i Salîb toprağı İslâm’a diyâr oldu. Karalar dalgalandı “Yeni Çağ” açılırken; Müjdelenen İstanbul bize gül-i zâr oldu. Sildi “Gül” yaprağıyla mazlumun göz yaşını, Gölgesiz adâletle dünya bahtiyâr oldu. Alp-erenler aşk ile cihad bâdesi içti; Üç kıt’a yedi deniz, Tekbîr ile yâr oldu. Zamanın şahdamarı tuğramızda atarken, Sancağımız altında dört mevsim bahar oldu. Medeniyet bahşetti çağların ötesine; Gönüllerde taht kurup, tarihe Hünkâr oldu. Tuna boylarındaki her akıncı destânı, Bir mehâbet resmeden kelâm-ı kibâr oldu. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 94 Dört yüz sene boyunca âleme verdi nîzam, Altı asırlık ömrün son demi efkâr oldu. Yokuşta yorulmadım, iniş büktü belimi; Osmanlı zevâldeyken kalbimiz bîzâr oldu. Kur’ân’ın hâdimleri hükmederdi cihâna, Ne hazîn günler gördük, hayat bize dar oldu. Bir semâvî güftenin ferah-nâk bestesiydik, Fetvânın, fermanların gücü târumâr oldu. “Tanzimat” denilerek yağmalandı ruhumuz; Hilâl’in gözlerinden artık kan sızar oldu. Batı’nın “bâtıl yanı” takdîm edildi bize, “Mimsiz medeniyet”ten hüzün yâdigâr oldu. Sensiz coğrafyalardan huzur firâr eyledi; Balkanlar, Ortadoğu derde giriftâr oldu. Kader çizgisindeki âkıbetten kaçılmaz, Devlet-i Ebed Müddet; bir gün ihtiyar oldu. Bizden habersiz battı yorgun akşamda güneş; İndi tuğ, sustu mehter; mevsim sonbahar oldu. Akıp giden zamanın mâzî burcunda kalan Osmanlı; tarih için bir anıt mezâr oldu. “Dünyada keşfedilen son kıt’adır Osmanlı!” Bu muhteşem gerçeği tarihler yazar oldu. 14. 2. 1999 95 / Dr. Mehmet Güneş BAYRAK Nuri Gürgür Ağabeyime Bayrak; gökte mührümüz, bayrak hâkimiyettir, Bayrak; devlet demektir, bayrak ebediyettir, Bayrak; millî haysiyet, bayrak mensûbiyettir, Bayrak, bu toprakların hürriyet ateşidir; Bayrak, vatan ufkunun batmayan güneşidir. Gökkubbeyi doldurur alıyla, beyazıyla, Göğsümüzü kabartır Türk olmanın hazzıyla, Kara bahtın üstüne ak tâlih niyâzıyla; Bayrak, millî mîsâktır; zaferlerin tülüdür; Bayrak; bağımsızlığın en büyük sembolüdür. Rûhumdaki limana demir attı derinden, Gönlümdeki sevgisi hiç sökülmez yerinden; Bayrak aşkını dinle bayrak öksüzlerinden. Bayrak, sınır ötesi hayâllerin sesidir; Bayrak, mefkûremizin kutsal nişânesidir. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 96 Âsûde düşlerimiz siler yürekten pası, Coşturur sîneleri, bertaraf eder yası, Semâda bayrağımız bir tebessüm goncası, Bayrak; duygu selinin kalpteki mihveridir; Bayrak; gönlüme ışık, gözlerimin feridir. Biz onun gölgesinde dağıttık hüznümüzü, Asırlardır yaşadık gurûb etmez gündüzü, Buz tutmaz aşk dağının “Hilâl”e bakan yüzü; Bayrak, şehit kanına gökten nur yağmasıdır; Bayrak; “Ay”ın, “Yıldız”ın toprakta doğmasıdır. Semâda dalgalanır şühedâ nefesiyle, Bir tarih dile gelir Al-Bayrağın sesiyle, Tevhîd’e lîsan olan remz-i mukaddesiyle, Bayrak; îman aşkıdır, istiklâl fermânıdır; Bayrak; fetih rûhudur, yiğitlik destânıdır. Çağlayan nur selidir bayrağımın gül rengi, Mânâsında saklıdır Ay-Yıldız’ın âhengi, Yok benzeri dünyada, bulunmaz onun dengi, Bayrak, şehit kanıyla imzalanmış senettir; Bayrak, Türk Milleti’ne mukaddes emânettir. 97 / Dr. Mehmet Güneş TÜRKİYE’M Necati Şahin’e Vuslat nerde başlar, nerede biter, Memleket sevdâsı başımda tüter, Vatandaki gurbet hepsinden beter; Târifsiz hüzündür bendeki mâtem, Alınyazım... Yürek sızım... Türkiye’m... Öyle bir sevdâ ki kanar içimde, Küllenmez, her zaman yanar içimde, Yıllardır çağlayan pınar içimde; Coşkusu muhabbet, köpüğü elem, Alınyazım... Yürek sızım... Türkiye’m... Turan sevdâsının al bayrağısın, Türkistan ufkunun han otağısın, Hudutlar ötesi sevgi bağısın; Ne mümkün, bu aşkı yazamaz kalem, Alınyazım... Yürek sızım... Türkiye’m... Hüzünler “Gül” Kokuyor / 98 Turkuaz düşlerin duvağında gam; Eksilmiyor çilem, bitmiyor tasam, Öksüz “ülkü”leri nasıl anlatsam, Kader mi, keder mi gözlerdeki nem, Alınyazım... Yürek sızım... Türkiye’m... Sakın olmazları isteme benden, Ne geçeriz, ne göçeriz biz senden, Ölmeyince can ayrılmaz bedenden; Vatan diye çarpar kalbimiz her dem, Alınyazım... Yürek sızım... Türkiye’m... İsyansız düşlerim dünde kalırken, Susarak konuştuk Tekbir alırken, Gönlümüz yoruldu yol kısalırken; Yıllar yılı kahır, bir ömür sitem, Alınyazım... Yürek sızım...Türkiye’m... Hazana dönse de gönlümün yazı, Güneş’i eritir sevgimin közü, Bu aşkı bilmeyen anlamaz bizi... Ne bilsin ki, sen “Aslı”sın, ben “Kerem”; “Âh etsem” de sevgilimsin, Türkiye’m… 99 / Dr. Mehmet Güneş AY-YILDIZLI BAYRAĞIN MAHZUN BALASI KERKÜK Iraktan “Eyvâh!” dense, Hüzünlü bir “Âh!” dense, Kerkük düşer yâdıma Yâd ellerde, nedense. Oy! Bahtı kara Kerkük, Düştü bir yara Kerkük, Hicrânı yüreğimde Asırlık yara Kerkük. Ayrıyız kaç senedir, Hasretin hükmü nedir, Sınırlar boynumuzu Sıkan bir mengenedir. Zalim elinde Kerkük, Hoyrat dilinde Kerkük, Yarım kalmış sevdâdır Türkmeneli’nde Kerkük. Dinmiyor gönül sızım, Derdimiz büyük bizim, Herkesin hâmisi var Neden ben sahipsizim. Her dem ağlayan Kerkük, Yürek dağlayan Kerkük, Üvey evlât değildin Şimdi ağla, yan Kerkük. Ağıt saklı sözlerim, Bulut yüklü gözlerim Men Kerkük’te yıllardır Al-Bayrağı gözlerim Hüzünler “Gül” Kokuyor / 100 Sadakatli yâr Kerkük, Talihsiz diyar Kerkük, Muhabbetin kalbimde İnanmazsan, yar Kerkük. Mâziyi anan gardaş, Hasretle yanan gardaş, Düşlerine kar yağıp Sıcakta donan gardaş. Yaralı yaslı Kerkük, Çilesi paslı Kerkük, Sevdâsı tarih boyu Oğuz’a yaslı Kerkük. Gönül dağında hüsran, Bağdaş kurmada isyan, Ankara duy sesimi Kerkük dünden perişan. Kalpteki ülkü Kerkük, Dildeki türkü Kerkük, Bağrına taş basar da Terk etmez Türk’ü Kerkük. Umduğun destek kimden, Utanırım kendimden, Gölge vermeyen dağın Hüznü çıkmaz içimden. Yan, için için Kerkük, Yalnızsın niçin Kerkük, Her an kara yazının Derdi kim için Kerkük. Hükmederse haksızlar, Göz ağlar, vicdan sızlar, Katleder gardaşımı; Kerkük’te vicdansızlar. 101 / Dr. Mehmet Güneş Kefen biçilen Kerkük, Kanı içilen Kerkük, İblis’in tezgâhında Dörde biçilen Kerkük. Dilsiz, sağır, kör dünya, Mazluma nankör dünya, “Mum kimin yanar Kerkük” Türk’e bakar-kör dünya. Türkmen yatağı Kerkük, Yârân otağı Kerkük, “Özüm özüne gurban” Vatan toprağı Kerkük. Baharda geldi hazan, Tekrar kuruldu mîzan, Vakit, karar vaktidir Bıçak sırtında zaman. Yetim kalan yer Kerkük, ‘Yardıma gel!’ der Kerkük, Başkent ağyâr elinde Bu dert beni yer Kerkük. Kerkük zulüm çarkında, Kılıç paslanır kında, Kerkük kıt’ale uğrar, Korkarım çok yakında. Türkmen kal’ası Kerkük, Türk’ün sılası Kerkük, Ay-Yıldızlı bayrağın Mahzun balası Kerkük. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 102 HÜZZAM FASLI Mert bilinen insanlar zulme selâm durdular, Harâmî sofrasına dâvetsiz oturdular. “İstikrar” dedikleri inkâr bahçelerinin, Günâh vâdilerine kâşâneler kurdular. Üç günlük ikbâl için îtibar yitirenler, Zâlimi destekleyip, mazlumu susturdular. Ağyâr atına binen haramzâdeler gibi, Hakk’a gitmek isteyen kervanı durdurdular. Ne düşler gölgelendi hâkî karanlıklarda, Kula kulluk edenler bize kan kusturdular. Hicrâna, hüzne dâir ne söylense az gelir, İstismar ateşinde kalpleri kavurdular. Gönüllerde yeşeren umutları yok edip, Bir büyük mefkûrenin külünü savurdular. Işıktan şal dokurken gecenin siyâhına, Müjdeli şafaklarda ne kadar vakurdular. Tâlih, koçyiğitlere yâr olmadı nedense, Firûze bir sevdâyı filizken soldurdular. Saçımdaki her beyaz bu sevdânın âhıdır, Yorgun hayâllerimi elemle doldurdular. Şöhret ve servet için devlete râm olanlar Tutsak olup nefsine aşkı unutturdular. Ve öksüz bestelerin hüzzam faslı sürerken, Yürekteki ülküyü yüreğinden vurdular. 103 / Dr. Mehmet Güneş YORULDUK Umutların tozunu ala ala yorulduk, Şafaksız gecelerde kala kala yorulduk. Meydân-ı siyâsetin sinsi hîleleriyle, Her devirde kündeye gele gele yorulduk. Düzenbaz demokrasi derde derman olmadı, Hayâlleri hüsrâna böle böle yorulduk. Hasret kaldık huzûra sabır taşı çatlarken, Siyâsiler peşinde yele yele yorulduk. Kupa ası zannettik sinek papazlarını, Yüreksiz liderleri bula bula yorulduk. Mazbatayla değişen yiğitlerin (!) emrine, Oyumuzu âmâde kıla kıla yorulduk. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 104 Taşranın bülbülleri Başkent’te lâl olurken, Bizler Mehter Marşı’nı çala çala yorulduk. Ne taksimler geçildi akortsuz kanunlarla, Sahnelerde figüran ola ola yorulduk. “Ellerim kırılsaydı!” nakaratlı ağıtlar Yakarken, saçımızı yola yola yorulduk. Deryâları kaybettik damlaların uğruna, Acıklı hâlimize güle güle yorulduk. Ciğerimiz yanarken üşüdü yüreğimiz, Şubat ayazlarından yıla yıla yorulduk. Delikanlı baharlar bekledik senelerdir, Beyhûde olduğunu bile bile yorulduk. Sılâmız gurbet oldu, horlandık yıllar yılı, Hilâl’in gözyaşını sile sile yorulduk… 105 / Dr. Mehmet Güneş GÖNLÜME EFKÂR DÜŞER Gökkubbenin renginden gönlüme efkâr düşer; Ömrümün baharında saçlarıma kar düşer. Evimde kiracıyım, gurbetteyim vatanda; Mübârek Anadolu kahrından bîzar düşer. En uzun gecelerde yaşlanır umutlarım, Yorgun sabahlarıma yine sonbahar düşer. Bulutlar saçlarını yıldızlarla tararken, Hilâl’in benzi solsa, kalbe âh-u zâr düşer. Hazan rüzgârlarında bahtımız kararınca, Bir nesle Taş Medrese denilen diyar düşer. Eylül’de gençliğimi rehin verdim yetmedi; Şubat’ta fezlekeme îdamlık karar düşer. Hicran dolu ömrümüz zulmün gölgesindeyken, Ayarsız terâziden hukûka fîrar düşer. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 106 Mazlumların âhında bir sancılı yakarış, Doksan dokuz isminden zâlime Kahhar düşer. Uykuları uyutup, günâhına ağlayan “Gül”e sevdâlılara çile yâdigar düşer. Buz tutsa hayâllerin Güneş’e bakan yüzü, Ehl-i dilin kalbine kelâm-ı kibar düşer: “Ben kırk kere İsmâil / Babam İbrâhim değil”55; “Devlet Baba” kavlime, tövbe istiğfar düşer. Yürekten taşıp gelen duâların ardından, Her geceye bir sabah, kışa ilkbahar düşer. Kar-beyâz sevdâları yalnızlığa demirli Beyaz Zenciler’e de bir gün iktidar düşer. Ve sözünde dur/Mamak; yaraları sar/Mamak, Hesâbını sor/Mamak… Yâr olsa ağyar düşer. 55 Ömer Lütfi Mete, Üç Ayak Bir Şafak 107 / Dr. Mehmet Güneş “BEN MÜRTECÎ DEĞİLİM”56 Helâl, haram ayırmam, “Ben mürtecî değilim.” Mazlumları kayırmam, “Ben mürtecî değilim.” Hac, zekât hak getire, Namaz nere, ben nere, Alnım hiç gelmez yere, “Ben mürtecî değilim.” “Hacı”lardan hoşlanmam, “Hoca”lara hiç kanmam, Âhirete inanmam, “Ben mürtecî değilim.” “Din afyondur” (!) bilirim, Gitmez câmiye dirim, Ölürsem Allah kerim (!?), “Ben mürtecî değilim.” Kînim vardır türbana, Muhalifim kurbana; Fetvâ iste, sor bana (!?), “Ben mürtecî değilim.” Haçlıları severim, “Orta Çağ geçti!” derim; Dinde reform isterim, “Ben mürtecî değilim.” 56 Bu hicviye, Abdurrahim Karakoç Ağabeyin 30. 08. 2000 tarihli Akit Gazetesi’ndeki köşesinde yayımladığı “Ben Mürtecî Değilim” şiirine nazîre olarak yazılmıştır. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 108 Dostum şarapçılarla, Kankayım hapçılarla, Mesâim popçularla, “Ben mürtecî değilim.” Ayık gezmem, ayyaşım, Dumanlıdır hep başım, “Dönme”ler arkadaşım, “Ben mürtecî değilim.” Votkadır sabah çayım, Mafyadan gelir payım, Çek-senette ustayım, “Ben mürtecî değilim.” Avanta peşindeyim, Rakkâse düşündeyim, Bak “beyaz” işindeyim, “Ben mürtecî değilim.” Utanmazım, arsızım, Kalpazanım, hırsızım, Fikrimde tutarsızım, “Ben mürtecî değilim.” Her tarafa dönerim, Her boyayı denerim, Adam satmak hünerim, “Ben mürtecî değilim.” Yeraltı kısmım vardır, Çok temiz (!) ismim vardır, “Âile resmim” vardır, “Ben mürtecî değilim.” 109 / Dr. Mehmet Güneş Sağda vurgun vuranım, Solda tezgâh kuranım, Laikçiler yârânım, “Ben mürtecî değilim.” Banka kutsal mâbetim, Fâizdir ibâdetim, Tefecilik âdetim, “Ben mürtecî değilim.” “Hayâlî” iş yaparım, Teşvikleri kaparım, Devleti hortumlarım, “Ben mürtecî değilim.” Yolsuzların yoluyum, Zâlimlerin kuluyum, Haysiyet yoksuluyum, “Ben mürtecî değilim.” Bak “böyyükler” gibiyim, Loca müntesibiyim, “Derece” sahibiyim, “Ben mürtecî değilim.” Yoldan çabuk saparım, Cuntacıya taparım, “Nü” resimler yaparım, “Ben mürtecî değilim.” Akşam oruç tutsam da, İftarlara gitsem de, Dindar pozu satsam da “Ben mürtecî değilim.” Hîleli iflâs bizde, Ticârî ihlâs (!) bizde, “Firavun”a yas bizde, “Ben mürtecî değilim.” Hüzünler “Gül” Kokuyor / 110 “Altılı bahis”lerim, Çok incedir hislerim, Süs köpeği beslerim, “Ben mürtecî değilim.” Yavuzca bıyığım yok, Erkekçe kılığım yok, Sakalım-sarığım yok! “Ben mürtecî değilim.” Vicdanla işim yoktur, Hukuka karnım toktur, Standardım pek çoktur, “Ben mürtecî değilim.” Menfaat rehberimdir, Yolsuzluk eserimdir, Rüşvet alın terimdir, “Ben mürtecî değilim.” Alnım kara, ak değil, Yolum bâtıl, hak değil, Şirk bana uzak değil, “Ben mürtecî değilim.” Küfrün temel taşıyım, Kitapsızın başıyım, Putperest yoldaşıyım, “Ben mürtecî değilim.” Kıble’ye duyarım kin, Dostumdur şeytanla, cin; Adım “Müslüm”, velâkin “Ben mürtecî değilim.” 111 / Dr. Mehmet Güneş Mastırlı düzenbazım, Pokerde çok kurnazım, Mesut bir kumarbazım, “Ben mürtecî değilim.” Açık söylemeliyim, Sistemin temeliyim, Devletin sol eliyim, “Ben mürtecî değilim.” Operaya koşarım, Senfoniyle coşarım, Hayâtımı yaşarım, “Ben mürtecî değilim.” Ne selâmlık, ne harem, Nefse vurulur mu gem, Nikâhı önemsemem, “Ben mürtecî değilim.” Zinâ müptelâsıyım, Zındığın âlâsıyım, Münafığın hasıyım; “Ben mürtecî değilim.” “Kâfir!” desen darılmam, “Hınzır!” desen kırılmam; Adam bile sayılmam, “Ben mürtecî değilim.” Vatan diye yok derdim, Şahsiyetsiz bir ferdim, Herkes duysun: ‘Nâmerdim!’, “Ben mürtecî değilim.” 1. 9. 2000 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 112 HAZÂN MEVSİMİ Hesâbımı yeniden tâzelesem ne çıkar, Bir Eylül sabâhında yön bulmayı beklerken... Mamakta gençliğime hâkî karanlık çöker, Simsiyah saçlarıma fırtına kar eklerken… 113 / Dr. Mehmet Güneş YETER ARTIK57 Yeter artık terörden bu millet kan ağladı, Al-Bayraklı tabutlar kalbimizi dağladı, Anaların gözyaşı ırmak olup çağladı, Milletin sabrı taştı, devlet oyalanmasın, Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın. Şehit haberleriyle vatan çalkalanıyor, Ülkenin dört bir yanı için için kanıyor, Sabır taşı çatladı, öfkemiz tırmanıyor, Bıçak kemiği deldi, ciğer parçalanmasın, Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın. Alkışlar arasında Meclis’ten çıktı karar, Kararsızlık göstermek karara verir zarar, “Sözün bittiği yer”de konuşmak neye yarar, Hesap-kitap yapılsın, bu iş savsaklanmasın, Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın. Istavrozlu bir hançer yaramızı deşiyor, Bizler sessiz kaldıkça onlar köpekleşiyor, İblisin tezgâhında kim neyi ödeşiyor; Conilerin sözüne insanlar inanmasın, Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın. Bizi bize düşüren kim varsa o düşmandır, Fidanlar kırılırken kan kaybeden vatandır, Geldiğimiz son nokta ateşle imtihandır, Cesâret körelmesin, “Tezkere” paslanmasın, Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın. 57 Bu şiir; 21 Ekim 2007 tarihinde PKK’lı hâinler tarafından Hakkari’nin Yüksekova ilçesine bağlı Dağlıca Komando Taburu’na yaptığı alçakça bir saldırı sonucu şehit edilen 12 Mehmetçiğin ardından kaleme alınmıştır. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 114 Ok yaydan çıktı amma bizi aldatan da var, Yurtsever görünerek ülkeyi satan da var, İpe un seren de var, kukla oynatan da var, Sahte beyânatlara devletimiz kanmasın, Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın. Tek bayrak, tek milletiz, berâber kaderimiz, Kürtler kardeşimizdir, ortaktır kederimiz, Birbirine karışır bizim alın terimiz, Bin yıldır birlikteyiz, basiret bağlanmasın, Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın. Kim benzin döküyorsa PKK ateşine, Hesabı sorulmalı, düşmeliyiz peşine, Ve münâfık “dost”larla, düşmanın kalleşine, Öyle ders verelim ki itler palazlanmasın, Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın. Bu vatanın bağrından derilen gül Mehmetçik, Seksenbir vilayetten verilen gül Mehmetçik, Gonca iken toprağa serilen gül Mehmetçik, Dağ gibi koç yiğitler yan yana uzanmasın, Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın. Kaldırın başınızı artık “Kan Uykusu”ndan, Bu tezgâhı kuranlar titresin korkusundan, Millet, şahlanış bekler şimdi Türk Ordusu’ndan, Aziz vatanımıza hain el uzanmasın, Yeter artık, yürekler daha fazla yanmasın. 24. 10. 2007 115 / Dr. Mehmet Güneş TEL’İN58 Bu nasıl bir plân ki, bizi yürekten vurdu, Zehirli hançer gibi kalbimize oturdu, Dört bir yanda alçaklar kudurdukça kudurdu; Yuları kırdı yine bak nesebi çürükler; Bu yol Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. Yırtılan ar perdeniz Türklüğe engelse de, Alçaklık üç-beş beden size büyük gelse de, Yunandan alkış almak şimdilik güzelse de (!), “Keser döner sap döner...” unutmasın sülükler, Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. Oyun içinde oyun, seyrederiz uzaktan, Adada geçilmiyor desîseden, tuzaktan, Ferâset sahipleri seçer karayı aktan, Yetmişdört öncesini bilmiyor mu zübükler? Bu yol Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. Hilâl’in düşmanları aynı safta yürüyor, “Türk’e kefen biçenler” hep birlikte ürüyor, Gâfiller ve hâinler kimden destek görüyor, Haçlı, tarih boyunca her fitneyi körükler, Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. 58 Kıbrıs’ta, B.M. Genel Sekreteri “Kofi Annan” tarafından hazırlanan plan için 24 Nisan 2004 tarihinde yapılacak halk oylaması öncesi 14 Nisan 2004 günü KKTC’de bir miting tertip edilmiştir. “Dünya ile Bütünleşmeye Evet” sloganıyla yapılan “Çözüm ve AB Mitingi”nde, KKTC ve Türk Bayrağı taşınmamış, Türk Ordusu işgâlci îlan edilmiş, Kıbrıslı Türklerle Rumların kardeş oldukları vurgulanmış ve referanduma “Evet” denilerek AB’ye girilmesinin önünün açılması istenmiştir. İşte bu şiir, o şen’î mitingin ardından kaleme alınmıştır. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 116 Türk’e savaş açanı nasıl destekliyorsun? Tarihî düşmanından medet mi bekliyorsun? Sen kimin soyundansın, kimi etekliyorsun? Ay-Yıldızsız mitingler sînemize gam yükler, Bu yol Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. Kıbrıs’ta sola giden boş umut mu ararsın, Kızılın her tonundan kavm-i Lût mu ararsın, Kölelik planına tavassut mu ararsın, Ehl-i salîb eliyle beslenir kötülükler; Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. “Barış” (!?) yalanlarıyla çok nutuklar atıldı, Millî duygularımız hümanizme satıldı, Çözüm diye bizlere “Enosis” dayatıldı; Unutmasın Girit’i, ayılsın körkütükler, Bu yol Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. Şehit kanı satılmaz Euro ile Dolar’a, Rum gölgesi düşmesin adadaki sulara, Kanmayın, aldanmayın AB’li pusulara; Sırtımıza binecek yine baronlar, dükler, Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. Yetmişbin şühedâyı bağrında saklar Kıbrıs, “Hala Hâtun Kabri”ni yıllardır bekler Kıbrıs, Mücâhit diyârıdır kendini aklar Kıbrıs, Vatan emlâk değildir, duysun bunu dümbükler, Bu yol Kıbrıs Türkünü yok olmaya sürükler. 117 / Dr. Mehmet Güneş Kanımızla sulayıp toprağı vatan yaptık, Ay-yYldızlı bayrağı göğe âsuman yaptık, Egemenlik hakkını Kıbrıs’ta ferman yaptık, Çıkmaz Yavruvatan’dan taburlar ve bölükler, Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. “İşgalci Türk Ordusu” demek bize ar gelir, Akdeniz yatağına bir bakarsın dar gelir, “Annan”ızın bahtına martta yağan kar gelir, Millî duruş olmadan aşılamaz güçlükler, Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. Belge’yi imzâlarsak daha çok vâh ederiz, Kıbrıs, Kıbrıs diyerek dertlenip âh ederiz, Hep masada kaybeder, ne çok eyvâh ederiz, Çıkarılsın gözlerden artık pembe gözlükler, Bu yol Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. Ne acılar yaşandı, kulak ver tarihine, Sahte cennet va’dine aldanıp kanma yine, Gün akşama dönmeden, dön titreyip kendine, Anlasın gerçekleri artık boynu bükükler, Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler. Türk Milleti beyhûde kapılmasın telâşa, Hedefe varacağız sarp yollar aşa aşa, Hâinlere mukâbil desteğimiz Denktaş’a… Dünkü “Rum vahşetini” unutur mu hiç Türkler; “Kıbrıs Türk Devleti”yle biter çözümsüzlükler. 16. 4. 2004 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 118 ÇİZGİNİN BESTEKÂRI Ressam Kenan Eroğlu’na Işığın gölgesini resmeden kim dediler, Sanatkâr mârifeti zevk-i selîm dediler, Bu desen taksîminin kalemkâr ustasına; Çizginin bestekârı ehl-i resim dediler. 119 / Dr. Mehmet Güneş ABBASNÂME59 Kaleminden ay ışığı süzülen, İrfan dolu bir mîzahla yazılan, Üslûbunda Alp-erenlik sezilen; “Abbas Uyandı” ki, gözler sürmeli; “Kulis”te söylenen sözler sürmeli. Yürekte efkârın külü savruldu, “Tosun”la yorumlar çifte kavruldu, Bir Yozgat, Abbas’la çalkanıp durdu... Sehl-i mümtenîye vefâ sürmeli; “Çamlık”ta dostlarla sefâ sürmeli. Hesaptan âzâde bir selâm vermek, Muhabbet faslında maksûda ermek, Bir kalem ehliyle hasret gidermek; Her yazıda dost haberi sürmeli; Sürgün verip yenileri sürmeli. 59 Bu şiir, kıymetli gönül dostum İnan Soyer’in Yenigün Gazetesi’nin “Kulis” köşesinde “Abbas Uyandı” müstearıyla yazdığı yazılardan oluşan “AbbasNâme” isimli iki ciltlik eserine “Takdim” sadedinde kaleme alınmıştır. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 120 “Yozgat’ı sel almış, Soğluk’u duman”, Dillerden düşer mi “Sürmelim aman”, Kalplerde fırtına koptuğu zaman; “Ziyâ’nın atını” rahvan sürmeli; Sürmeli, dertlere derman sürmeli. Sabır gergefimiz umut yorgunu, Hicran alev alev hasret vurgunu, Sevdâ çekmeyenler anlar mı bunu? Dinleyeni bir hoş eder “Sürmeli”; Bağlamayı sarhoş eder “Sürmeli…” Hüzün bağdaş kurmuş seher yeline, Bozok göç veriyor gurbet eline, Mızrâbı sert vurma gönül teline; Kimse duymaz, hep kapılar sürmeli; Kara bahtı, diyar diyar sürmeli. Bir tarafı kahır, bir yanı sitem, Bir yanda yoksulluk, bir yanda elem, Çâre göstermeli erbâb-ı kalem; Niçin böyle dertlerimiz sürmeli; Fecr-i sâdık için bir iz sürmeli. 121 / Dr. Mehmet Güneş Düşüncem yaralı, düşlerim hasta, Gam yüküne dönmüş hayâller yasta, “Eylül Ateşi”nde yanan Abbas’ta; Bir âhın içine, bin âh sürmeli, “Yenigün”de hamle-i şah sürmeli. Genç yaşında yüreğini dağlayan, “Bir güzel ülkü”yle coşup, çağlayan; Tertemiz gönlünü Hakk’a bağlayan, Der ki, İnan; “Dergâh’a yüz sürmeli” Kulun şükrü, gece gündüz sürmeli. Eser ver, yerinde yeller esmesin, Kağıt kalem birbirine küsmesin, Tosun hep konuşsun, Abbas susmasın; “Ehl-i dil” dertlere bir el sürmeli; “Abbasnâme”, hep mükemmel sürmeli... 21. 11. 1999 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 122 ARZ-I HÂL Gidip sâhillerde arama beni; Kül rengi dağlara yaslanmaktayım. Şimdi mesken tuttum Yozgat ilini, Çamlık’ın başından seslenmekteyim. Bahar gelse, gül açılmaz fermansız; Esrarında sır aranmaz irfansız, Anladım ki dertlerimiz dermansız, Dünyanın peşinde paslanmaktayım. Hâreli gönlümün titrek sesiyle, Solan ümitlerin ilk hevesiyle, En güzel hitâbın Besmelesiyle, Tefekkür burcunda üslenmekteyim. Hayatıma bir çağ sığması için; Yeni bir Güneş’in doğması için, Yüreğime rahmet yağması için, Gözyaşı selinde ıslanmaktayım. Gençliğim son buldu, duruldum artık; Kırkını geçerken yoruldum artık, Fânî sevdâlardan kurtuldum artık, Aşk-ı İlâhî’den beslenmekteyim... 123 / Dr. Mehmet Güneş Ömür İkindiye Merhabâ Derken Hüzünler “Gül” Kokuyor / 124 125 / Dr. Mehmet Güneş YILLAR Düğüm düğüm bağlanıp, birbirine eklenen, Akıp giden zamânın işâret taşı yıllar... Ömrün meşakkâtidir, sırtımıza yüklenen, Yüzdeki çizgilerde saklıyor yaşı yıllar... Sevinci ve kederi sararken yumak yumak, Bâzen buzdan soğuktur, bâzen ateşten sıcak, Beşikten başlayarak çıkılan her basamak, Ak düşen saçlarımın takvimde eşi yıllar... Hüzünler “Gül” Kokuyor / 126 Çocukluk sevincini taşıyorken dopdolu, Delikanlı çağında bahâr gibi coşkulu, Olgunluk ve yaşlılık; değişmez hayat yolu, Ayların, mevsimlerin sâdık yoldaşı yıllar... Bakarsın, gün batımı gönül bahtiyâr olur, Ve hazân mevsiminin her günü bahâr olur, Hayat yolculuğunda, son durak mezâr olur; Mezâr taşında bitmez zamânın yaşı yıllar... Gün olur, aya bedel; ay olur, asır gibi, Gün olur ki rüyâda, sevdâ yüklü sır gibi, Gün olur, gurûp vakti, sona yaklaşır gibi, Sînesinde eritir elbet Güneş’i yıllar... 127 / Dr. Mehmet Güneş YILLAR YAPRAK DÖKERKEN Rahmetli Abdurrahim Karakoç Ağabeyimin azîz hâtırâsına… Mızrap hüzzamda gezer, ney efkâra dem tutar, Ve hazan mevsiminde beni bir elem tutar. Kıymeti bilinmeyen, nîmet olsa da zaman, Hayatın parmakları Mahşer’e kalem tutar. Her nefeste mezara bir adım yaklaşırken, Dizde derman tükenir, sevenler mâtem tutar. Nefsine meyletse de bu dünyaya gelenler, Kul, bütün günâhına Settâr’ı hakem tutar. Yol vardır küfre giden her bir günah içinde, “Sırât-ı müstakim”de beni seccadem tutar. Elest Meclisi’ndeki “Kâlû Belâ” aşkına, Hakk’ı tesbih ederken kirpiklerim nem tutar. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 128 Bir türlü anlatamam yüreğimin sesini, Ehl-i dil, “Allah!” diyen nabzımı her dem tutar. “Lâle”nin nusretiyle gönül müheyyâ olur, Aşkın derûnundaki sırrı muhteşem tutar. İlâhî sevdâ ile mayalansa kalbimiz, Seherde yanakları “Gül” kokan şebnem tutar. Günahkâr beşiklerde hayatı sallar gibi, Beyhûde geçse zaman, mâziyi sitem tutar. Yıllar yaprak dökerken Güneş zevâle döner, Hakk yolunda yolcuyu yoldaki özlem tutar. Bir ömrü yudumlayıp, Sen’den Sana gelirken, İnş’Allah elimizden Resûl-i Ekrem tutar. 129 / Dr. Mehmet Güneş ÖMÜR İKİNDİYE MERHAB DERKEN Gelen sonbahardır, demlenir efkâr, Ömür ikindiye merhabâ derken. Saçıma kar yağar, kalbime bahar, Ömür ikindiye merhabâ derken. Eylül serinliği çöker bağrıma, Ağrılar eklenir yürek ağrıma, Gençliğim ses vermez artık çağrıma, Ömür ikindiye merhabâ derken. Hazan hükmedince alınyazıma; Hüzün mızrap olur gönül sazıma, Seneler aldırmaz îtirazıma, Ömür ikindiye merhabâ derken. Çizgiler yüzümü örtmeye başlar, Ruhumu bir melâl tartmaya başlar, Yalnızlık gün be gün artmaya başlar, Ömür ikindiye merhabâ derken. Hayâller sararır, düşler paslanır, Öfke sükût eder, akıl seslenir, Her bakışa bir yorgunluk yaslanır, Ömür ikindiye merhabâ derken. Mevsim geçer, aylar göçer, gün erir, Hayat güze döner, kışa yol verir, Dostlar gazel döker, Güneş ürperir, Ömür ikindiye merhabâ derken. El eden akşama bir selâmım var, Azıksız yıllardan yana gamım var, Ve artık zamana ihtimâmım var, Ömür ikindiye merhabâ derken. 19. 9. 2002 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 130 HAYAT Kimisi bu dünyanın derdinden bîzâr olur, Kimine sevdâ bahâr, kimine mezâr olur, Kimi neşeyle güler, kimi ağlar hasretten; Kimisi gadre uğrar çabuk ihtiyâr olur. 131 / Dr. Mehmet Güneş GÜN AKŞAMA YASLANDI Seneler peşpeşe gazel dökünce, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Gurup ufuklara kandil yakınca, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Gelen şafak değil, beyhûde kanma, Semânın rengine sakın aldanma, Gece, ak saçları karartır sanma, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Zaman; ikindinin zevâl deminde, Tükenen bir ömrün son döneminde, Bitmeyen işlerin hesap ceminde, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Tezkîr etsek tesbihâtın dilinden; Çoktan geçtik “Sübhanallâh” yılından, “Elhamdülillâh”ın tuttuk elinden, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Ömür kısalıyor, kaşlar uzarken, Saç hazanda, sakal kışta gezerken, Gönül ilkbahara mektup yazarken, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Hayat yumağından yıllar söküldü, Kulak ağırlaştı, dişler döküldü, Hafızanın bile beli büküldü, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Yaşlandıkça gençliğimi özlerim, Tek gözlükle görmez oldu gözlerim, Bedenimi taşımıyor dizlerim, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 132 Eski mecâlimden eser kalmadı, Kolda kuvvet, gözümde fer kalmadı, Şimdi şikâyetsiz bir yer kalmadı, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Gizli değil, âşikârdır ikrârım, Sonbaharda filiz verir efkârım Artık yaprak döktü hâtıralarım, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Evim ıssız kalan bir otağ oldu, Kuşlar uçtu; hâne, sessiz bağ oldu, Düzler yokuş oldu, yokuş dağ oldu, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Yıllar artık beni benden alıyor, Sayılı nefesler hep azalıyor, Yavaş yavaş göç davulu çalıyor, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. Sona yaklaştırır kalpteki ağrı, Sılaya dâvettir yapılan çağrı, Gurbette son mekân toprağın bağrı, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. İnsan, “su misâli” geçip gitmede, Ecel şerbetini içip gitmede, Vakti gelen bir bir göçüp gitmede, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. “Azık için” mühlet veriyor zaman, Güneş’i geceye seriyor zaman, Ha gayret, durmadan eriyor zaman, Yol kısaldı, gün akşama yaslandı. 8. 10. 2009 133 / Dr. Mehmet Güneş HER YAŞ, ÖLÜM YAŞIDIR Ömrümüzden son nefes son düğümü çözerken, Zamana yenik düşer insanoğlu “zamansız” (?) Ecel bilir vaktini; ne geç gelir, ne erken; Her yaş, ölüm yaşıdır; akşam olur apansız. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 134 SAKIN ALDANMA Dünya denilen gurbet hiç kimseye yâr olmaz, “Bir ağaç gölgesi”dir60, ebedî diyâr olmaz; Fânî muhabbetlerin kalbine hazan değer; Kabre hazırlanmayan aslâ bahtiyâr olmaz. 60 Tirmîzî; Zühd, 44; “Benim ile dünyanın hâli, bir ağaç gölgesinde bir müddet dinlenip giden yolcunun misali gibidir.” (Hadîs-i Şerif) 135 / Dr. Mehmet Güneş YAŞLILIK Ne saçın ağarması, ne belin bükülmesi; Hayattaki gâyenin yitmesidir yaşlılık… Ne yüzdeki çizgiler, ne saçın dökülmesi; İnsanlarda ümidin bitmesidir yaşlılık… Hüzünler “Gül” Kokuyor / 136 “BAYRAM O BAYRAM OLA” Gülmeyen dünyaya “Gül”den renk gelsin, Hayata yeniden bir âhenk gelsin, Bayramları tâtil ettik yıllardır; Bu bayram, “Bayram”a bâri denk gelsin. 137 / Dr. Mehmet Güneş MEZAR TAŞI Azıksız gelmeyin sakın buraya!.. Bir Fâtiha verin şu fukaraya!.. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 138 VE ÜMİT Zannetme ki mesrûr olmaz kulun kalb-i siyâhı Mağfiret-i Hak’tan aslâ çok değildir günâhı… 139 / Dr. Mehmet Güneş GURBETTE BAYRAM Hasret şâha kalkar, gözler nemlenir, Yürekte sızıdır gurbette bayram. Efkâr ateşinde hüzün demlenir, Hicrânın közüdür gurbette bayram. Her bayram sabahı artar kederim, Bir gariplik çöker, bin âh ederim, Mısrâlara sığmaz düşüncelerim, Bitmeyen dizidir gurbette bayram. Mâtemlerin mekân tuttuğu yerde, Hayâlin sılaya gittiği yerde, Tâkatin tükenip bittiği yerde, Sükûtun sözüdür gurbette bayram. “Bayram gelmiş…” diye dile dökülen, Kalpten “kan damlayıp” tele dökülen, Her perdeden ayrı çile dökülen; Bir dîvan sazıdır gurbette bayram. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 140 Neş’enin, sevincin zevâl vaktidir Çekilen özlemin kemâl vaktidir, Yaralı düşlerin melâl vaktidir, Gurbetin özüdür gurbette bayram. Mezarları kimler ziyâret eyler? Kim Fâtiha okur, kim selâm söyler? Ezânın, cefânın, elemin beyler; En soğuk yüzüdür gurbette bayram. Uzlete çekilen bahtı karanın, “Of”tan çıkar çıkmaz “âh”a varanın, Gönülde açılan gizli yaranın, Âşikâr izidir gurbette bayram. Buz tutar bayramlar, ben ürperirim, Güneş görmüş kar misâli eririm, Her bayram daha çok hüzünlenirim; Alnımda yazıdır gurbette bayram. 141 / Dr. Mehmet Güneş BİR BAŞKA GURBET Bu dünyâ bir handır, konup göçülür, Ömür çizgisinin her taşı gurbet. Mezardan sılaya kapı açılır, Berzâh âleminin bir başı gurbet. Şu fâni dünyânın özünde saklı, Gün batımı gelen hüzünde saklı, Zamandan eksilen her günde saklı, Günahla sevâbın sırdaşı gurbet. Biz gurbeti sıla diye yaşattık, Sevdâyı gurbetin içinde tattık, Vuslat özlemiyle sarıp kuşattık, Hayatın değişmez yoldaşı gurbet. Sılayı gurbette yitiren biziz, Kıble’siz gemiyi batıran biziz, Musallâ taşında oturan biziz, Dikişsiz gömleğin kumaşı gurbet. Gökte şimşeklerin çaktığı gibi, Temmuzda güneşin yaktığı gibi, Suyun yaylalarda aktığı gibi, Kulun Mahşer’deki gözyaşı gurbet. Bir yol ki gurbetten sılayı tutar, Ömür tamamlanır gurbetlik biter; Gurbete sevdâmız sıladan beter, Azıksız hayatın telaşı gurbet. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 142 GÜNEŞE DÂİR “Güneş batarken, arşın altında secde etmeye gider” 61 (Hadîs-i Şerif) Bir gül gibi açar seher vaktinde, Ve düşer toprağa her akşam üstü. Işık olur gecelerin peşinde, Yaslanır bir dağa, her akşam üstü. Gurûba ererken, Güneş, Ay ile, Geceye diz çöker, dolunay ile, Lâcivert ufukta bir halay ile, El eder şafağa her akşam üstü. Gökkubbeye ışık saçar, gülümser; Yıldızlarla çiçek açar, gülümser; Bir başka diyâra göçer, gülümser; Tuğ olur mızrağa her akşam üstü. Gün olur, hilâlde saklanır bâzen; Gün olur, buluta eklenir bâzen; Gün olur, hasretle beklenir bâzen; Gider “secde için” her akşam üstü. 61 Buhârî, Tevhid 23-23, Bed'u'l halk 4; Muslim, İmân 250 143 / Dr. Mehmet Güneş VAKTİ AKŞAM EYLEME Kalbi virâne kılıp, dünyaya râm eyleme; Kıble’den uzaklaşıp, vakti akşam eyleme. Zamana yenik düşer, insanoğlu zamansız, “Uykudan uyanmadan” ömrü tamam eyleme. Son rüzgâr, sonbaharda son düğümü çözmeden; Kurtuluşa ferman var, hükm-ü îdam eyleme. Su başında susayıp, güneşte serinlersin, Melâl-i hüsrân ile fasl-ı hüzzâm eyleme. Alnımız secdedeyken Arş-ı Âlâ’ya değer, Kula kul olanlara, durup kıyâm eyleme. Bir ömürlük “âh”ların , sonu “eyvâh” olmasın; Gel!.. “Çıkmaz sokak”larda arz-ı endâm eyleme. “Eslim teslem”62* sırrıdır derd-i kalbin devâsı; Ebedî aşka giden yolu hitâm eyleme. 62 İbn-i Mâce, Sünen, Mukaddime, 10; *“İslâm ol, selâmet bul” (Hadîs-i. Şerif) Hüzünler “Gül” Kokuyor / 144 Allah için sevmeyen, aşkı nerden bilecek, Günahkâr sevdâlarla hayatı gâm eyleme. Gülün gölgesindeki toprak bile gül kokar, “Gül”e meftûn olmayan aşkı ilhâm eyleme. *** Ellerim yaprak yaprak semâya açılırken, İlâhî!.. Niyâzıma redd-i kelâm eyleme. Gözyaşıyla yıkanmış duâlar hürmetine, Gönül mihrâbımıza nefsi imâm eyleme. Ya Râb!.. Aşk-ı İlâhî, ruhumuza mîraçtır, Mânâsız bir hayatı, bize ahkâm eyleme. *** Yeter artık gönlünü nefse ikrâm eyleme; Kıble’den uzaklaşıp, vakti akşam eyleme. 145 / Dr. Mehmet Güneş GÜN BATIMI HÜZÜNLERİM Yine duygularım kanar, İçimde bir ateş yanar, Hazana döndü ilkbahar, Ecel yine pusu kurmuş, Bir kalbi daha durdurmuş. Can kelebek uçar tenden, Gün batımı göçer tenden, Bir devrandır geçer tenden, Zaman üşür, mekan üşür; Gönül ehli yas bölüşür. Gök delinir, yer yarılır, Gözyaşıyla dert karılır, Hüzünler hüzne sarılır, Yâ’da düşer hâtıralar, Hicran sîneleri dağlar. Ufukları bekler gibi, Sanki bir sır saklar gibi, Alaca şafaklar gibi, Hayat, kısa süren bir düş; Yolun sonu, Hakk’a dönüş… Hüzünler “Gül” Kokuyor / 146 Bilinmeyen hitâm sanki, Alınmayan selâm sanki, Buza dönmüş kelâm sanki, Ölüm soğuk, ölüm serin; İbret için yok benzerin. Demir alır “Sessiz Gemi” Noktalanır hayat demi, Gelen bir bahar mâtemi, Gözü yaşlı gün batıyor; Yürekleri kanatıyor. İnsan fâni, ölüm gerçek, Her nefis bir gün ölecek, Konacağız kabre tek tek, Ömür, dünyadaki bölüm; Bize bizden yakın ölüm. Kâdirsin, âmentü billâh; Hâkimsin, el hükmilillâh; Emrine elhamdülillah, Her şey Sana rücû eder; Senden gelen Sana gider. Son yolculuk başlar birden, Kalp titrer, yavaşlar birden; Ağlar, can gardaşlar birden, Yaslı, yaralı günlerim; Gün batımı hüzünlerim… 147 / Dr. Mehmet Güneş İNSANLAR VESÎLEDİR Zamânı ve mekânı hazırlar Cenâb-ı Hak, İnsanlar vesîledir, “Ben yaptım!” sanır ahmak… Hüzünler “Gül” Kokuyor / 148 KİMİN HADDİNE Ter döken bulutlardan, bir yağmur indi yine, Gök gürlemez fermânsız, şimşek kimin haddine… 149 / Dr. Mehmet Güneş GÜN BUGÜNDÜR Bugün düne yarındır, yarın âtiye dündür; Boşuna gâfil olma; an bu an, gün bugündür. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 150 HATM-İ KELÂM “İnsanlar uykudadır, ölümle uyanırlar”63 (Hadîs-i Şerif) Akşam vakti güneşin saltanatı biterken, Dolunay, gecelere dökülen gözyaşıdır. Yolculuk fermânıyla, ötelere giderken; Duyduğumuz endişe hesâbın telâşıdır. 63 İmam Gazâlî, İhyâ-i Ulûm-id-dîn, IV, 23, 494 151 / Dr. Mehmet Güneş Dile Gelen Duygular Hüzünler “Gül” Kokuyor / 152 153 / Dr. Mehmet Güneş BİR SEVD TÜRKÜSÜ İnceden inceye fısıldaşırken, Rüzgârın nâğmesi yaprak sesinde. Sicim sicim gözyaşıdır dökülen, Buğulu gözlerin son nefesinde. Ve bir kasvet düğümlenir boğazda, Düşünürken seni bakışlar dalgın. Hasretten üşürüm bu sıcak yazda, Buz tutan vuslata düşlerim dargın. Bir sevdâ türküsü, yanık ve içli, Gezer gönüllerde coşkun sel gibi. Bâzen hüzünlüyüm, bâzen sevinçli, Yaylalarda esen deli yel gibi. Deniz dalgalanıp şarkı söylerken, Titrer ay ışığı düşüncelerde. Yıldızlar şafağa merhaba derken, Gönlümü sararsın sen perde perde. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 154 GÖNÜL CEPHESİ O mahzun yüzünü gördüm göreli, Gönül cephesine askerim balam. Ben sana kalbimi verdim vereli, Gönül cephesinde askerim balam. Gözlerin kışlamdır, sevdân taburum, Yüreğimde saklı; aşkım, gururum, Hasret nöbetinde seni bulurum, Gönül cephesinde askerim balam. İçtimâ saati verilir tekmil, Vakit zenginiyiz, zaman bir sebil. Hayâlinle dolup-taşar her menzil, Gönül cephesinde askerim balam. 155 / Dr. Mehmet Güneş Paydos vakti tepelerden gün batar, Hasret buram buram, nabzımda atar, Akşam vakti efkâr kışlayı tutar, Gönül cephesinde askerim balam. Siperde, nöbette her işimdesin, Rüyâda en tatlı gülüşümdesin, Kalk zili çalarken sen düşümdesin, Gönül cephesinde askerim balam. Rûhuma hükmeden kutlu çağ sensin, Kalbimde açan gül, irem bağ sensin, Dokuz tuğ diktiğim tek otağ sensin, Gönül cephesinde askerim balam. Her ânımı yâr seninle yaşarım, Seninle çağlayıp, sende coşarım, Bu yolda gülerek şehit düşerim, Gönül cephesinde askerim balam. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 156 SEVD YOKUŞU Müptelâ olduğum sıcak bakışta, Güzel gözlerine dalıp da gitsem. Baharı yaşasak biz karakışta, Mutluluktan nasîp alıp da gitsem. Raksetse gönlümüz aşk denizinde, Kaybolsa gözlerim elâ gözünde, Başımı yaslayıp şöyle dizinde, Bir ömür yanında kalıp da gitsem. Çile dergâhında erise gönlüm, Yunus’un yolunda yürüse gönlüm, Aşka türâb olsa çürüse gönlüm, Gün batımı seni bulup da gitsem. 157 / Dr. Mehmet Güneş Birlikte her yandan çağlarken neşe, Sevdâ yokuşunda düştüm ateşe, Hasretinle, hüzün çöker Güneş’e; Vuslat deryâsına dalıp da gitsem. Bir kutlu zamanın ilkbaharında, Yazın sıcağında, kışın karında, Sonbaharın düşen yapraklarında, Ölümsüz sevgiyle dolup da gitsem. Muhabbet fehmetsek irşâd bularak, Gönül bahçesinden sevgi alarak, Gökkubbede “bir hoş sadâ” olarak, Nihâyet, âsûde ölüp de gitsem. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 158 AŞK Aşk; kalbi mayalayan efsunkâr bir ak maya, Sevdâ, ansızın başlar yüreklere akmaya… Aşk; gözlerde tutuşur, kalbi kendine çeker, Âteş-i aşk elinden kalbin kendi ne çeker. Aşkın, hasret korunda hâtırâlar gülüşür; Sevdânın alevinde Güneş donar, gül üşür. *** Ey gönlümün sultanı, vuslatını gözlerim; Gözlerinle mühürlü bir fermandı gözlerim. Cânânın hicrânına bu cân nasıl dayansın Ve hasret ateşiyle senin rûhun da yansın. *** Hayatın gül neş’esi, bahtımın beyaz gülü; Aşkımın gülistânı, yüreğimin yaz gülü. Huzûruna varalım aşk ile Rabb’imizin; Habîbullah aşkına lütfetsin Rabb’im, izin. 159 / Dr. Mehmet Güneş UFUKTA GÜNEŞE YASLANACAKTIM Bir kutlu sevdâya destan yazarken, Duygularım ilmik attı gönlüme. Yüreğimin düğümünü çözerken, Duygularım ilmik attı gönlüme. Gurûba ererken yine bu akşam, Bir hüzzâm şarkıda hissedilir gam, Kıt’alara sığmaz ne kadar yazsam, Duygularım ilmik attı gönlüme. Ömrümün baharı kış oldu bana, Gecenin efkârı eş oldu bana, Vuslatı beklemek iş oldu bana, Duygularım ilmik attı gönlüme. Vuslatta, düşlerim buz olur sanki; Sevdânın alevi köz olur sanki; Bu düğümü çözemedim inan ki, Duygularım ilmik attı gönlüme. Gönül dergâhına bir gül bıraktım, Kanımla sularken kalbimi yaktım, Ufukta Güneş’e yaslanacaktım, Duygularım ilmik attı gönlüme. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 160 SENSİZ Dokunsam teline gönül sazımın, N’eylesem bir türlü çalmıyor sensiz. Ne faydası var ki îtirâzımın, Hayaller uykuya dalmıyor sensiz. Ömrümün neşesi öyle bir can ki, Hicrânı, içimde karakış sanki, Gündüzlerim gece olur inan ki, Gözlerimin içi gülmüyor sensiz. Duygular gam yüklü bir kervan oldu, Ayrılık zamana hükümran oldu, Hasretin gönlüme âsûman oldu, Kalbime mutluluk dolmuyor sensiz. 161 / Dr. Mehmet Güneş Yüreğime hisar kurdum sevgiden, Sözlerime mühür vurdum sevgiden, Ve kaç sevdâ yılı uzaktasın sen, Can evime ışık gelmiyor sensiz. Sevdâ ateşiyle sîneler erir; Kirpik yağmur eler, içim ürperir. Seni anmak bile saâdet verir, Rüyâlar rengini bulmıyor sensiz. Yıldızlar sarardı, soldu şafakta; Dolunay, gözyaşım oldu şafakta, Güneş yine yalnız kaldı şafakta, Olmuyor bir türlü, olmuyor sensiz. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 162 SENSİN Gençliğimin baharında gördüğüm, Görür görmez hemen gönül verdiğim, Yüreğime nakış nakış ördüğüm, Sevdâ yaylasının ülfeti sensin; Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin. Gözlerime senin resmini çizdim, Saçının teline beyitler dizdim, Hep seni söyledim, hep seni yazdım. Âsûde ömrümün nîmeti sensin; Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin. Ocak’ta çağladı bu aşkın seli, Mayısta atıldı sevdâ temeli, Ey gönül mülkümün ekmel güzeli, Dünyanın emsâlsiz serveti sensin; Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin. 163 / Dr. Mehmet Güneş Alınyazım düğümledi yolları, Birlikte yaşadık gurbet elleri, Yaşanmamış saydım sensiz yılları; Kaderimin soylu kısmeti sensin Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin. Yüreğim her mevsim ilkbahar gibi, Yaylada çağlayan bir pınar gibi, Aşkı tâlim eden duygular gibi, Yirmi dört saatin nöbeti sensin; Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin. Seninle, ufkuma yıldızlar doğar, Seninle, rûhuma mutluluk yağar, Seninle bir saat, bir ömre değer, Zamânın, mekânın kıymeti sensin; Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 164 Işığını verdin gecelerimin, Dert ortağı oldun acılarımın, Sînede yer eden sancılarımın, Devâsı sendedir, himmeti sensin; Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin. Seni ezberlerim gece düşümde, Seni yâd ederim her gülüşümde, Seni isterim hep yanı başımda, Hayâtıma Hakk’ın nusreti sensin; Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin. Kalbimi yeşerten bir çerağ oldun, “Cennet kokusu”nu64 veren bağ oldun, Ve sırtımı yasladığım dağ oldun. Güneş’in gücü sen, kuvveti sensin; Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin. 64 Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, II, 2285; “Evlat kokusu, Cennet kokusudur.” (Hadîs-iŞerif) 165 / Dr. Mehmet Güneş “AZIKSIZ ÇIKMA YOLA” Oğlum Yâsin Celâl’e “Dönülmez akşamlarda”; dersen “eyvâh!”, kâr etmez!.. “Azıksız çıkma yola”65, beyhûde “vâh!”, kâr etmez!.. Batan ömür güneşi yalnız Mahşer’de doğar, Şafaktan medet umma, gelen sabah kâr etmez!.. Bu dünyanın ardında çark olup çevrilirken; Îmân nûru sönerse, ne yapsan âh, kâr etmez!.. Bir zindan karanlığı hükmeder yüreğine; Nefsine esir olma, mala tamah kâr etmez!.. Hakk’a teslimiyettir gönüllerin ilacı, Maddeye meftûn kalbe; nûr-u dergâh kâr etmez!.. Ne servet, ne iktidar, ne rütbe, ne de makam; O’nun mağfiretinden gayri penâh kâr etmez!.. 65 Bahattin Karakoç, Ay Şafağı Çok Çiçek, 64 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 166 Şafaksız gecelere Kur’ân’ın nûru gerek, Kalpler mühürlenmişse küfrü ıslah kâr etmez!.. Kul, kabre hazırlansın; kabir hazırlamasın, Som altından olsa da son karargâh kâr etmez!.. Kıble’siz denizlerde boşuna kürek çekme; Bize Beytullah gerek, başka cenâh kâr etmez!.. Alınan her nefesi Veren’e yâr olalım, Yoksa Aşk-ı İlâhî, gayrı salâh kâr etmez!.. Saçımdaki her beyaz, bu sevdânın âhıdır; “Gül”e sevdâlı Güneş; aşkı, günahkâr etmez!.. Sen’sin bütün dertlere derman olan Allah’ım, Kelime-i Tevhid’siz hiçbir felâh kâr etmez!.. 167 / Dr. Mehmet Güneş GÜN HÜKMÜNÜ SÜRERKEN Bir rüzgârın sesinde, Bâzen türkü dinlerim. Güneşin gölgesinde, Sessizce serinlerim. Zaman bizi yorarken, Geceleri sararken, Gün hükmünü sürerken, Aşkımı perçinlerim. İçimdeki kor sensin, Kalbimdeki yâr sensin, Bana ilkbahar sensin, Üç mevsimde inlerim. Sevdâ; gönül yarası, Duyguların en hası, Bir ömür hâtırâsı, Neş’e dolu günlerim. Gücüm, kolum, kanadım; Tükenmeyen tâkâdım, Ey yâr! Sensin murâdım; Hicrandır hüzünlerim… Hüzünler “Gül” Kokuyor / 168 DİLE GELEN DUYGULAR Kızım Remime’ye -IBaba ocağına vedâ ederken, Bahtın açık; gönlün, bahtiyâr olsun. Yeni bir hayata merhabâ derken, Bir ömür tâlihin sana yâr olsun. Anamın adıdır gönül sürûrum, Cennet kokuludur gül yüzlü nûrum, Gözbebeğim, güzel kızım, gurûrum, Attığın her adım gül-i zâr olsun. Vuslatı bekleyen yürekler gibi, Beyaz duvaktaki dilekler gibi, Sen gelin giderken melekler gibi, Her mevsim gönlüne ilkbahar olsun. Gün gelir ayrılık şafağı söker, Kalplere târifsiz bir elem çöker, Ana-kız birlikte gözyaşı döker; Hasret, mürüvvetle lâlezâr olsun. 169 / Dr. Mehmet Güneş Kına yakılırken; ağıt dem tutar, “Aney”ler âh eder; dil, mâtem tutar, Terleyen gözlerden; kirpik, nem tutar, Bu hüzne türküler bestekâr olsun. Bir firûze devrân, bir fasl-ı hazan, Kız vermek kolay mı? Âteş-i sûzan, Yüreğimde hicran, başımda duman; Ne gam; bu gelin kız berhudâr olsun. Susmak, konuşmaktır bâzı zamanlar, Târife ne hâcet, ârifler anlar, Ve “İki bedende tek ruh”66 olanlar; Gönül otağına hizmetkâr olsun. Yaprak dökümünü târif etmek zor, Beni benden alır içimdeki kor, Gönlümden geçenler dile sığmıyor, Söylenen mısrâlar derkenâr olsun. Turnalar göçerken, bulutlar ağlar, Güneş’in kalbine yağmurlar yağar; Yarınlara dâir hayır duâlar, Hayâller; hayâta şehsüvâr olsun. 66 İbn-i Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, III, 23; “Evlilik, iki bedende tek ruh olmaktır.” (Hâdis-i Şerif) Hüzünler “Gül” Kokuyor / 170 - II Sevdâ siperine yaslanmak gerek, Sevgiden, saygıdan beslenmek gerek, Sadâkat burcunda üslenmek gerek; Bu nasihat sana bergüzâr olsun. Mızrâbı sert vurma gönül sazına, Hazır ol hayatın soğuk yazına; Sıcak rüzgârına, kış ayazına, Sabr ü sebât dâim medetkâr olsun... Gönül; tülden ince, kılıçtan keskin, Kırma, kırılırsın; kul, kuldan baskın, Sükûnete dost ol, hiddete küskün; Mutluluk ömrüne hükümdâr olsun. En sarp yokuşlardan çıkılır düze, Her gece şafakla varır gündüze, Pembeden siyaha her gününüze, Sevginiz yıkılmaz bir hisar olsun. Îmandan, ihlâstan sakın ayrılma, Aklını, nefsine âmâde kılma, Aman ha, Kıble’den âzâde kalma, Ak alnın, beş vakit secdekâr olsun. 171 / Dr. Mehmet Güneş Gönüldeki gurbet, ülfete döner, Sabırla her mihnet, nîmete döner, Yâr ile muhabbet, rahmete döner, Yeter ki “Gül” aşkın tâcidâr olsun. Hayat; bir nefeslik hayâldir balam, Dünyaya yâr olmak vebâldir balam, Elbette hakkımız helâldir balam; Kalbiniz ukbâya vefâkâr olsun. Gönlümde efkârdır Hilâl’in yası, Güneş’i gölgeler ay tutulması, Ay-Yıldız Aşkı’nın soylu mîrâsı; Babadan evlâda yâdigâr olsun. Dileğimiz Hak’tan vermesin hüzün, Her iki cihanda gülsün gül yüzün, Goncanız ziyâde, kolunuz uzun; Âsûde ömrünüz pâyidâr olsun. 6. 9. 2013 - Yozgat Hüzünler “Gül” Kokuyor / 172 “KINAYI GETİR ANEY” Kızım Fatma Ülkü’ye Kına türküleri yakılır yine, Tâzelenir hicran yarası balam!.. Ayrılık ateşi düşer içine, Yanar yüreğimin şurası balam!.. Ufuklara akşam kondu konacak, Umutlar bedirdir, düşler sımsıcak, Göz, her şeyi görmez; yüreğinle bak, Sevgidir bu aşkın darası balam!.. Duâdaki eller kına karıyor, En içli nağmeler kıyam duruyor, Türküler kalplere mızrap vuruyor, Ezgiler Rumeli yöresi balam!.. Rengârenk hayâller kalpleri tutar, Bir vuslat içinde bin hasret yatar, Şimdi “Altındağ”ın başında tüter, Gelin kınasının çırası balam!.. “Ülkü denen nazlı gelin” ay gibi, Geceye hükmeder dolunay gibi, “Konak”ta coşku var kurultay gibi, Bir gönül dergâhı burası balam!.. 173 / Dr. Mehmet Güneş Şen-şakrak oyunlar oynanır önce, O türkü söylenir mutlak “Bu gece” “Misâfirem!” sözü dile düşünce; Olmaz gözyaşının durası balam!.. Bu ayrılık bize efkâr olsa da, “Aney”lerin gül yüzleri solsa da, Mevsim bahar diye karar kılsa da, Yaprak dökümünün sırası balam!.. Ebrûlî duygular halay çekiyor, Neşe’nin kalbine hüzün çöküyor, Gözyaşları yağmur olmuş akıyor, Böyledir hayatın töresi balam!.. Elindeki kına solsa da birgün, Güneş gibi sevgin doğmalı hergün, Hayırlara medâr olmalı ömrün, Torun mürüvveti göresi balam!.. 2 Mayıs 2014 - Kına Gecesi Altındağ Belediyesi Kına Konağı Hamamönü - Ankara Hüzünler “Gül” Kokuyor / 174 “GÖÇ GÖÇ OLDU GÖÇLER YOLA DİZİLDİ” Kızım Fatma Ülkü’ye Gelinlik giyerek çıktığın sefer, Hayâller ötesi bir destan olsun!.. Bir ömür eşinle yürü beraber; Attığın her adım gülistan olsun!.. Dünyanın kanunu böyledir kızım, Göç eder turnalar seher yıldızım, Dilimde duâsın, yürekte sızım, Kaderin süt-beyaz bir ferman olsun!.. Âlem-i Ervah’ta yazılır kader, “Kalem”in her harfi olur mukadder, “Kef”le başlamasın, olmasın keder; Mutluluk ömrüne hükümrân olsun!.. Evlilik; hayatın altın çağıdır, Sevdâ yaylasının han otağıdır, Dünya cennetidir, irem bağıdır, Sevgi, hânenize âsumân olsun!.. Virâneler hân oluyor aşk ile, Sevdâ kalbe şân oluyor aşk ile, Can, cânâna cân oluyor aşk ile, Bu aşk sevginize nigehbân olsun!.. 175 / Dr. Mehmet Güneş Gün olur, yoğrulur çileyle gamla, Muhabbet boy verir hep ihtimamla, Sıcak bir merhabâ ve bir selâmla, Tebessüm rûhuna tercüman olsun!... Toz-pembe düşlere kar yağdırmayın, Gönül yapın, aslâ gönül kırmayın, Art niyetli söze hiç aldırmayın, Yuvanız şen olsun, âşiyân olsun!.. Yolculuk başlıyor, hicret vaktidir, Gelin olmak elbet izzet vaktidir, Mürüvvet vaktidir, hasret vaktidir Tâlihin her dâim şâdümân olsun!.. Vuslat, yüreğinde saklar özlemi, Hicran, bu hayatın bir başka demi, Baba ocağından kalkınca gemi, Murâdın âsûde bir liman olsun!.. Güneş’in gurûba vardığı anda, El açarım Hakk’a Ulu Dîvan’da; Niyâzım sizlere iki cihanda Ebedî saâdet armağan olsun!.. 4 Mayıs 2014 - Düğün Gecesi Göksupark - Ada Restorant Eryaman - Ankara Hüzünler “Gül” Kokuyor / 176 ŞEYHZÂDEM Torunum Mehmet Arda Güneş’e Şeyhoğlu neslinin en genç dalısın “Cennet kokulu”sun, oğul balısın, Gönül hânemizin gonca gülüsün, Elvan elvan ışık saçan gülşensin; Rabbimizin en son ihsânı sensin. “Yirmi Aralık”ta bir “Güneş” doğar, Kalplere masmavi mutluluk yağar, “Mehmet Arda” bize Hak’tan yâdiğar; Karakışta toy-düğünsün, şölensin, İlk göz ağrımızdan ilk torun sensin. Semâya yıldızlar serene kurban; Canımın canını verene kurban, Seni bize lâyık görene kurban. Bir başka sevilen, hep özlenensin; “Reyhan çiçeği”sin, özge can sensin. Bir sırr-ı İlâhî inceden ince, Kâbe siyahıydı gözleri önce, Döndü kestâneye bak büyüyünce… Ebrû’dan akseden renksin, desensin; Otuz yıl evvelin Kürşad’ı sensin. Kuzumu bir sancı perişân eder, Süt kokan uykular firâra gider, Bir çığlık başlar ki gökkubbe inler; Her makamda ağıt besteleyensin, Durmadan çarşafta sallanan sensin. 177 / Dr. Mehmet Güneş Ağlasa da huzur veriyor sesi, Âb-ı hayât sanki her bir nefesi, Dünyalara değer gülümsemesi, Dört kişiyle ancak baş edilensin; Yıllar öncesine götüren sensin. Tetik uykuları kuş kanadında, Uykudan uyanır, şiir tadında, Her sabah şirinlik îtiyâdında; Şeyhzâdem, yürekte hüküm sürensin; Gönül tahtımızın sahibi sensin. Hayat soframızın tuzu-biberi, Uzun gecelerin uyanık eri Tez büyüyüp olsun yaman bir çeri, “Ceviz içi”m gürbüzleşip, gönensin; “Kürşâd’ın kırkıncı yiğidi” sensin. Cemâli ay gibi, her hâli güneş, Bâzen sâkinleşir, bâzen kor ateş, “Hû hû”lar söylerken güvercine eş, Kuşların zikrinden dil öğrenensin; Konuşmaya dikkat kesilen sensin. Hayatında hep hayırlar vâr olsun, Ömrün uzun, bahtın sana yâr olsun, Îmân yüreğine tâcidâr olsun; Yedi iklim, yer-gök seni beğensin, Beş vakit namazda duâmız sensin. Dört gözle büyüsün, tebessüm saçsın, Gönlünde rengârenk çiçekler açsın, Ömür kârım, sen kalplere ilaçsın, Görmeyince gözlerimde tütensin; Nerde bebek görsem yâdımda sensin. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 178 Kaderinde kara bir gün olmasın; Yüreğine gam-gasâvet dolmasın, Gül yüzünde açan güller solmasın; Tâlihine mutluluklar gizlensin, Kalbimin târifsiz sevinci sensin. Sen gülende sevinç sele karışır, Gurûb ile mor şafaklar barışır, Son güz artık ilkbaharla yarışır, Bizleri yeniden gençleştirensin, İkinci baharı bahşeden sensin… Gözler iri, kaşları “vav” yakından, Bir yalın kılıçtır çekilmiş kından, Gökteki yıldızlar öpsün alnından, Mehmet’ler torunu bir alperensin, Yunus’un, Yavuz’un vârisi sensin. Yolun hak olmalı, yediğin helâl; Alnın ak olmalı, yüreğin çatal, Başın dik olmalı, bakışın Hilâl; Her hâlin bir destan olup seslensin, Bayrakça dalgalan Al-bayrak sensin. Güneş artık karanlığa dalmasın, Umutlarım yarı yolda kalmasın, Ey Oğul! “Gül” aşkın hiç azalmasın, İlâhî sevgiyle rûhun beslensin; Nur topum, torunum, yarınım sensin. 4. 6. 2012 179 / Dr. Mehmet Güneş AHMET BEBEĞE NiNNİ Torunum Ahmet Kerem Küçük’e “Reyhan çiçeği”67 can oğlum, “Cennet kokulu”68 han oğlum, Güzelliği destan oğlum; Ninni yavrum “Küçük” “Ahmet” “Kerem”, Rabbimizden rahmet… Yavrum şirin, yavrum şeker, Yavrum gazdan neler çeker, Sancı gelir, göz yaş döker, Ninni kuzum, ninni Ahmet, Bu devran da geçer elbet… Ağıtları deste deste, Her makamda ayrı beste, “Çıt” çıkınca kulak seste… Ninni oğlum, ninni Ahmet, Annen de uykuya hasret… Bitmeyen ağıtlar dinsin, Gözlerine uyku insin, Kirpikler kirpiğe binsin; Ninni oğlum, uyu Ahmet, “Kırkın çıktı”, doldu mühlet… 67 Tirmizî, Menâkıb 31; “Hasan ve Hüseyin benim dünyada kokladığım iki Reyhan çiçeğimdir.” (Hadîs-iŞerif) 68 Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, II, 2285; “Evlat kokusu, Cennet kokusudur. Hayırlı evlat dünyada nur, âhirette sürûrdur.” (Hadîs-iŞerif) Hüzünler “Gül” Kokuyor / 180 Alnı kardan ak oğlumun, Gül yüzüne bak oğlumun, Sevgisi bayrak oğlumun; Ninni yavrum, ninni Ahmet, “Yâ Allah!” de “Yâ Muhammed!” Uyu yavrum “nen” çalayım, Yunus’tan ilham alayım, “Allah deyu…” yalvarayım; Ninni kuzum, ninni Ahmet; Mevlâm lütfeylesin nusret… Sevgisi GÜNEŞ’ten sıcak, “Ahmet Bebek” ister kucak, Sallanıp da uyuyacak… Ninni oğlum, ninni Ahmet, “Adı Güzel” etsin himmet… Gözyaşları çağlamasın, Kalbimizi dağlamasın, Büyüyünce ağlamasın… Ninni kuzum, ninni “Ahmet”, “Kerem Küçük” büyük nîmet… 18. 8. 2014 181 / Dr. Mehmet Güneş BİR GÜZEL EVLÂT GELDİ Torunum Enes Tuna Güneş’e Evvel Allah, Âhir Allah, ilk işimiz Bismillâh; Ne verdiyse şükrederiz; deriz Elhamdülillah… Enes olup “Gül” aşkının hakkını vermek gerek, Salâvât-ı Şerîfeyle selâm göndermek gerek… Tuğun gölgesine serdi ecdat seccâdesini, Ulu sevdâlara verdi alperen nefesini… Nice yiğit akıncılar geçti Tuna boyundan; Arda kasvetli akıyor, ağyar içti suyundan… Güneş doğdu, gül goncası şafağa tâkat geldi; Ülfetiyle âbâd olduk Cennet’ten bir tat geldi, Nur sağnağı yağdı yine, yeni bir vuslat geldi; Esti bir sevinç rüzgârı, masmâvi hayat geldi; Şeyhoğlu-Oğuz nesline bir güzel evlat geldi… 24. 10. 2015 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 182 SEN GÜZEL BEBEK Torunum Zeynep Duru Kavruk’a Hak’tan armağan meleğim, Ay parçası kelebeğim, Sevgisi dünyaya bedel; Bu gelen kız göz bebeğim… Baş tâcıdır “Zeynep” kızım, Kalpteki “Duru” yıldızım, Ağlamana can dayanmaz; Anlatılmaz yürek sızım… Yeni açmış gül gibidir, Yavrum süzme bal gibidir, Güneşten sıcak sevgisi; Hudutsuz hayâl gibidir… Bu gökçe kız kimin nesi, Işıl ışıldır çehresi Elvan elvan gökkuşağı; “Kelebek” diyor dedesi… Ağzı-burnu sanki oya, Yanakları tatlı maya, Ömür kattı ömrümüze; Öpüyoruz doya doya… 183 / Dr. Mehmet Güneş Saçlar siyah, yüzü al al, Gözler yumuk, kaşlar hilâl, Bakışları nur hâlesi; Uyanması başka bir hâl… Güzel Zeynep gül bizlere, Kokusu sümbül bizlere, Bal damlası gülüşünle; Sabahları gül bizlere… Annesini çok yorsa da, Her an kucakta dursa da, Candan özge candır kuzum; Türlü zahmetler verse de… Acıkınca çıkar sesi, Evlere sığmaz nefesi; Sancı gelince kıvranır Babasının bir tânesi… Ele-avuca gelesin, Ömrün boyunca gülesin, “Duru Kız”; telli duvaklı Dört gözle gelin olasın… 12. 11. 2015 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 184 185 / Dr. Mehmet Güneş Sıla-i Rahim Hüzünler “Gül” Kokuyor / 186 187 / Dr. Mehmet Güneş SILA-İ RAHİM69* Gurbet var alınyazımda, Sıla tütüyor gözümde, Hasret yüklü her sözümde; Yarpız70 kokar buram buram, Deşildikçe azar yaram. Bir türkü gelir dilime, Hicrân olur her kelime, Vuslat çıkar mı yoluma? Bir gün buluşuruk zahar71, Tama72 sılayı rahîm var. Oğuzların bir koluyum, YEDİ UYURLAR73 iliyim, Özbeöz Türkmen diliyim, Arı sili gökçek74 şîvem, Dile gelsin gerçek şîvem. ATLAS’ı var, EKİZ’i var, Dağda kenger sakızı var, ESHABÜL KEHF’in izi var, İsimlerden sezmedin mi? KOYUNDAŞ’ı gezmedin mi 69 *Bu şiirde geçen boldlu kelime ve deyimler Afşin-Elbistan-Maraş yöresinde kullanılan mahallî kelimeler; büyük harflerle yazılanlar ise Afşin’deki mahallî yer isimlerdir 70 Yabâni nâne 71 Herhalde 72 Hatırlatma nidâsı 73 Ashâb-ı Kehf’in mahallî ismi 74 Beğenilen, duru, temiz Hüzünler “Gül” Kokuyor / 188 ULU CÂMÎ, ÇADIRAVAN, Daaştirdi75 sizi zaman, Her şeyi çaldı mihrican76, Memleketin benzi soldu, Dââtle77 bak nasıl oldu. GINDIRALIK’tan geçerdik, Ordan gındıra78 seçerdik, BAYDILI’dan su içerdik, Eski gane79 buz mu taşır? İçenin dişi gamaşır. GALA’dan top atılırdı, Yazın damda80 yatılırdı Pekmeze kar, katılırdı; Nerdesin garlı garsambaç81, Seni damâsıdım82, omaç.83 Pancaraşı84, cıyıklama85 Gel çamanı86 sayıklama Etli gıyma87 vardır amma İçli köfte bir bambaşka, Eski tehler88 olsa keşke… 75 Değiştirdi Sonbaharda ağaçları soğuk vurması ve yaprakların kızıla dönmesi 77 Dikkatlice uzaklara bakmak 78 Mor renkli bir kır çiçeği 79 Çeşme 80 Kerpiç evin toprak çatısı 81 Pekmezle karın karıştırılıp yenmesi 82 Tadını özlemek 83 Yufka ekmeğin tereyağıyla kavrularak üzerine yumurta kırılması 84 Pancar yapraklarından yapılan bir tür yemek 85 Mercimek ve bulgurla yapılan bir çorba 86 Biber, baharat ve et suyuyla yapılan çemen 87 Çiğ köfte 88 Üzüm reçeli 76 189 / Dr. Mehmet Güneş Tahalaklar89 söbe90 olsun, Kışın yağlı kömbe91 olsun, Bastık92 olsun, semse93 olsun; Hâtize94 de ister canım, Humsuluk95 etme gurbanım. Döller96 çimip97 üşüyor mu? Cıncıklı98 aş pişiyor mu? Eski âdet yaşıyor mu? Ohuntu99 veren var mı ki? Dürü100 salan çıkar mı ki? Artık satılır mı payam101? Hani nerde datlı mayam102? Yine efkârlandı dünyam; Ayrılık göcek103 tutuyor, Sıla beni unutuyor. 89 İçsiz köfte Elips biçiminde 91 Çörek kete 92 Pestil 93 Üzüm pestilinin içine ceviz ve toz şekeri konulup üçgen biçiminde sarılmasıyla yapılan bir tatlı türü 94 Muhallebi türünde bir tatlı 95 Bir şeyi canı çekip elde edememe hâli 96 Çocuklar 97 Yıkanmak 98 Cam parçası 99 Davetiye 100 Düğünlerde gönderilen elbise türünde hediye 101 Meyan kökünden yapılan bir içecek 102 Mayalanmamış hamurdan Ramazan ayında yapılan çörek 103 Baharda ekinlerin yeşermesi 90 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 190 Ekmek evirenler104 nerde? Kirmen105 çevirenler nerde? Hasbir106 gavuranlar nerde? Duygularım duman duman, Gurbet; cip107 mızmırık108 zaman. DAÂRMENBAŞI’nda bulgur Kaynatılır, buğday yunur.109 DEDE BABA bir kutsal nur; Çalgınlara110 şifa yağar, Güneş BOŞNAKLAR’dan doğar. PURLUK’tan pur111 çıkıyor mu? Arıstaklar112 akıyor mu? Komşular loğ113 çekiyor mu? Hazındamı114 var ellaham115? Sızgıt116 acık117 zor ellaham.118? 104 Tandırda saç üzerine ekmek pişirme Yünden ip eğirmek için kullanılan tahtadan araç 106 Hedik ve kavurga yapılan bir çeşit çedene 107 Çok 108 İşe yaramaz 109 Yıkanır 110 Felçli 111 Damlara su geçirmesin diye serilen kil toprak 112 Tavan 113 Toprak evlerin damlarında kullanılan silindir şeklindeki taş 114 Kiler 115 Herhalde, sanırım 105 191 / Dr. Mehmet Güneş ATLAS SUYU’nun yanına, Varsam SUYUN GIRAI’na, AYRAN DEDE’den HURMAN’a; Portmak119 alabalık tutar, Tâdeşleri120 ilik121 atar. BEKCAÂZ’e doğru çıksam, Deplengisiz122 çiğdem söksem, Ateş gaysam123, çipri124 yaksam, Gızınsam125 el üfeleyip, Eski günleri özleyip. Firik üttüm126 MÂRÖZÜ’nde, Ava gittim her yazında, Kar kürüdüm ayazında, Süyükleri127 buz tutarken, Teberikler128 söz tutarken. Sâmende129 bayanlar baylar, Vıngır vıngır130 adam gaynar, Dıvrak131 gençler gaba132 oynar, Velîme133 verenler bitmiş, Çarhıt134 ciple135 gelin gitmiş. 116 Kavurma Biraz 118 İhtimal 119 Bir lâkap (Deve yavrusu anlamındadır.) 120 Akran 121 Düğme 122 Çiğdem sökmek için kullanılan ucu sivri demirden olan sopa 123 Ateş yakmak 124 Asmanın kurumuş çubukları 125 Isınsam 126 Yeşil buğday ve nohutun ateşte kavrulması 127 Kerpiç yapı evlerde damın etrafına çekilen oval tümsek 128 Vefat eden birisinden geriye kalan çocuklar 129 Düğün alayı 130 Sayılmayacak kadar çok 131 Düzgün giyimli 132 Bir halay türü 133 Düğün yemeği 117 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 192 Şaârtlik136 yaptığım yerde, Daraba137 yok, galle138 nerde... Hulkum daralıyor139 burada; Yelli140 gittim, telefsidim141, Hışım çıktı142 tez eskidim. GIZLAR PINARI yitti mi? GÖZ; göre göre gitti mi? Mınavaralar143 bitti mi? Sülenkede144 mucuk145 yok mu? Gosguç146 bilen çocuk yok mu? Zırnamak147 yok her oyunda, Çemkirecek148 ne var bunda, Sokranma149 işin sonunda; Dölek duran150 lafı gevmez151; Hınazayı152 kimse sevmez. 134 Hurda, iş görmez Jeep 136 Çıraklık 137 Tahtadan kepenk 138 Kasa çekmecesi 139 Canı sıkılmak 140 Hızlı 141 Bitkin düşmek 142 Yorulmak 143 Gece oynanan bir çocuk oyunu 144 Yassı taşlarla oynana oyun 145 Sülenke oyunundaki yuvarlak taş 146 Uçu sivriltilmiş ağac parçalarının çamura saplanmasıylaoynanan bir oyun 147 Oyun bozanlık yapmak 148 Büyüklere karşı uygunsuz cevap vermek 149 Kendi kendine söylenmek 150 Düzgün, akıllı uslu 151 Bir sözü açık seçik söylememek 135 193 / Dr. Mehmet Güneş İşmar153 etme ona buna, Yumuş154 buyurma her yana, Dıdısının dıdısına155... Tenteneyi156 ördür hele, Cibelipte157 durma kele.158 Celfinleri159 dert mi sarmış? Ferikleri160 yere sermiş, Pinniğe161 gıran162 mı girmiş? Oşartmadan163 ânat164 bana, Kişeleyip165 de saysana… GUZBAHÇE’den ceviz yolsam, DEPECİK’te soluk alsam, Gô mal166 için fetvâ bulsam; Humsuzlara167 doğar fırsat, FİDANLIK’a ol mıhıyat.168 152 Geçimsiz yaramaz Kaş göz hareketiyle işaret etme 154 İş vermek, emretmek 155 Çok uzak akraba 156 Dantel 157 Şımarmak 158 Sende, hele, yahu 159 Genç horoz 160 Piliç 161 Kümes 162 Salgın hastalık dolayısıyla toplu hayvan ölümü 163 Abartmak 164 Anlat 165 Kovalamak 166 Yeşil meyve 167 Görgüsüz 153 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 194 Mıtırıptan169 fayda gelmez, Müzevirden170 adam olmaz, Geslerle171 yola çıkılmaz, Macca eder172 gaslek173 seni; Gelir beleni beleni.174 Marabalar175 hayma176 yaptı, Hıllıngacın177 ipi koptu, Essah178, portma179 nasıl kepti,180 Çalgap181 gördüm olanları, Himsiz182 mi havlu183 duvarı? Yâdellerde çarnaçarım184; Bitmez tükenmez efkârım, Eşgeredir185 âhû zarım, Kerçetmeyin186 heri187 edem188; Oğrün oğrün189 söyleyemem. 168 Sahip çıkma Cimri 170 Laf taşıyan 171 Gerizekâlı 172 Sinirlendirmek 173 Bile bile, kasten 174 Oyalanarak, gönülsüz gitmek, ayak sürümek 175 Tarım işçisi 176 Bahçelere ağaç dallarıyla yapılan gölgelik 177 Salıncak 178 Gerçekten 179 Dama çıkılan kapı 180 Kısmen yıkılma, çökme 181 Belli belirsiz, bir ara 182 Temelsiz 183 Evin önündeki, üstü açık duvarlarla çevrili olan yer 184 İsteristemez, çâresizce 185 Aleni, apaçık 186 Alay etmek 187 Sen de, yahu 188 Ağabey 189 Gizli gizli, habersiz 169 195 / Dr. Mehmet Güneş Geglik190 eşkir191, oma pırtar192, Yelpikli193 çor194 döşü yırtar, Malamatlık195 her gün artar; Ulmayan196 yer galdı mı ki? Şor197, tapına geldi198 mi ki? Unutuldu eski cere199, Şimdi rağbet hep acere200, Ne akmın201 var, ne geçgere202, Tarla kepir203, cılgı204 nerde? Gımpeşten205 git yöreplerde.206 Eymenmenin207 ohdu208 bitti, Bak şirpeden209 neler gitti, Gullep210, zerze211 ve dil212 yitti; Habbap213 çoktan unutuldu, Velesbitle214 yol tutuldu. 190 Mide Ekşir 192 Kalça çıkması 193 Balgam 194 Öksürük 195 Perişanlık 196 Çürümeyen 197 Laf, söz 198 Yerli yerine oturdu 199 Küçük küp 200 Yeniye 201 Hayvan gübresi 202 İnşaat işlerinde kullanılan ağaçtan yapılmış gereç 203 Çürük toprak 204 Tarlalardaki ince yol, takım 205 Kestirme, köşegen 206 Yokuş, eğim, meyil 207 Çekinmenin, sıkılmanın 208 Vakti, zamanı 209 Birdenbire, çabucak 210 Başı yuvarlak delikli kapılara çakılan menteşe görevi yapan iri demir çivi 211 Kapılara asma kilit takmak için oval demir halkalardan yapılmış kapı zinciri 212 Anahtar 213 Takunya 191 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 196 Evler geniş, süllüm215 dardı, Cinnik216, mâbeyn217 ve çağ218 vardı, Ganime219 dert bizi sardı; Langara çaldık220 boşuna, Şıltakcıların221 işi ne… Kafiyeydik redif olduk, Çiltim222 idik hetif223 olduk, Çölpeşik224 bir herif olduk; Çiğnimize225 şelek226 bindi; Sırtımızda el depindi.227 Erir sabun, olur kirtik,228 Yaptık her mesese229 kertik230, Var mı vızzık231 içen artık? Cuvaralar232 tükenirken, Pahıllar233 alelenirken.234 214 Bisiklet Merdiven 216 Hol 217 Ara oda 218 Eski evlerde el-yüz yıkamak, banyo yapmak için kullanılan yer 219 Çok, dolu dolu 220 Faydasız şeyler konuşmak 221 Kendi kusurunu gizleyebilmek, suçunu bastırmak için bağırıp çağıran 222 Salkımın bir dalı 223 Üzüm tanesi 224 Dağınık, eli ayağına dolaşan 225 Boyunla omuz arası 226 Yük 227 Ayaklarını yere vurmak 228 Kullanılmış sabunun küçük parçası 229 Çift, saban sürerken kullanılan, ucuna çivi çakılı ince uzun ağaç 230 İz, işaret 231 İzmarit 232 Sigara 215 197 / Dr. Mehmet Güneş Dur mahalsiz235; godduşlanma236, Vetsizliği237 bir iş sanma, Hökkem238 ol da hiç utanma, Horu hopu239 nedir ömrün; Vakit dolar biter bir gün. İnaamsağmada240 ışık, Yedi renkli bir sarmaşık, Duygular karmakarışık; Hüzünlendim bayak241 beri; Hayâl ettim eskileri... Toplanır mı göbelekler242? Kim satar da kim eşgın243 yer? Şimdi kimler filar244 giyer? Aşlanık245 mı ediyon sen; Ne köşger246 var, ne sahdiyen.247 233 Cimri, gözü doymaz Ağırlamak 235 Lüzumsuz 236 Çok bilmiş 237 Geveze, ukala 238 Ağır, oturaklı 239 Tamamı, olup olacağı 240 Emaretül semâ, gökkuşağı 241 Biraz önce 242 Mantar 243 Dağlarda yetişen bitki türü 244 Bir çarık türü 245 Şaka 246 Deriden eşya ve ayakkabı yapan usta 234 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 198 Cangamayla248 geçti yıllar, Mâsimedim249 uçtu yıllar, Elden pırtıp250 kaçtı yıllar, Gurbet oldu bana sılam; Çok söyleme gadan alam.251 Müslüman Türk benim adım, Kimliğimden arsınmadım252; Öykünmedim253, horsunmadım.254 Garamet255 çalmayın bize; Biz bağlıyız töremize. Zaman gençliğimi çaldı, Çocukluğum nerde kaldı, Eski günler bir masaldı, Saçımda ak yoktu bıldır256; Her sene ayrı fasıldır. 247 Tabaklanmamış bir tür deri Yüksek sesle konuşma, ağız dalaşı 249 Önemsemedim, adam yerine koymadım 250 Birbirine takılı olan iki ucun birbirinden çıkması 251 Sana gelen kötülükler belalar bana gelsin 252 Utanmak 253 Alay etmek,küçümseyerek taklit etmek 254 Küçümseyerek, ciddiye almamak 255 İftira 256 Geçen yıl, bir önceki yıl 248 199 / Dr. Mehmet Güneş Unutmayın dostlar bizi, Künde257 anmaktayım sizi, Göresidim258 hepinizi, Hasret sineleri dağlar; Yâ’da düşer hatıralar. Babam AFŞİN’de yatıyor, Kalbi Mekke’de atıyor, Medine’de saf tutuyor; Hac yolunda şehit babam; Hislerimi anlatamam... Toprağında sakla beni, Toprağına ekle beni, Mahşere dek bekle beni; Ata yurdum, memleketim, Mezarda bitsin hasretim. 257 258 Hergün Özledim Hüzünler “Gül” Kokuyor / 200 201 / Dr. Mehmet Güneş Türkülere Destan Hüzünler “Gül” Kokuyor / 202 203 / Dr. Mehmet Güneş TÜRKÜLERE DESTAN Oğlum Ahmet Kürşad’a -IYanık yüreklerden yâre yakılan, Bir içli destandır bizim türküler. Gönülden çağlayıp dile dökülen, Kutlu bir fermandır bizim türküler. Bir dut dalı can bulunca ellerde, Yaslayıp başını yatar kollarda, Hangi duygu dile gelmez tellerde, Bağlamaya şandır bizim türküler. Saz ustası; üstâdından el tutar, Yüreklere mızrap vurur, tel tutar, Perdelerde uzun ince yol tutar, Cihânı seyrandır bizim türküler. Asırların nefesinden iz vardır, Sevdâ ateşinden kalmış köz vardır, Her “âh”ın içinde binbir söz vardır, Ehline ayândır bizim türküler. Türkü vardır; şâhı dize getirir, Türkü vardır; Kaf Dağı’nda oturur, Türkü vardır; bizi alıp götürür, Bir tayy-i mekândır bizim türküler. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 204 Bir pîrin bâdesi, bir dost selâmı, Bir şiir nefesi, bir aşk kelâmı, Gül yüzlü güzele gül ihtirâmı, Hak’tan armağandır bizim türküler. Mısralarda ışır gönül terimiz, İçinde saklıdır ruh cevherimiz, Ata yâdigârı mücevherimiz, Evlâda nişandır bizim türküler. Sevincin, elemin, aşkın, hicrânın, Hayata hükmeden en sıcak ânın, Türkülerde atar nabzı zamanın, Yaşanmış devrandır bizim türküler. Sinsinde, halayda, toyda söylenir, Şehirde, yaylada, köyde söylenir, Şölende, şenlikte, çayda söylenir, Cenkte mehterândır bizim türküler. Davul vurur, kıt’aları titretir, Çalar zurna, gökkubbeyi inletir, Hüznü nefes nefes mey’de dinletir, Sineyi yakandır bizim türküler. Âşığın gönlüne düşmüş sevdâdır, Yürek sızısına derttir, devâdır, Baraktır, zeybektir, uzun havadır, Hoyrattır, tatyandır bizim türküler. 205 / Dr. Mehmet Güneş - II Yunus gibi “Gül” aşkını anlatan, Karacoğlan koşmasını dinleten, Köroğlu’yla Çamlıbel’i inleten, Bir ulu dîvandır bizim türküler. Emrah, duyguların saçını tarar, Sümmânî, hakîkat nûrunu arar, Dertli, gözyaşını kalbe oya’lar, İncidir, mercandır bizim türküler. Gevherî, yürekler dağlayıp gider, Seyrânî, dillerde çağlayıp gider, Derdiçok, derdine ağlayıp gider, Âşığa meydandır bizim türküler. Leylâ, Mecnun olup çöle çıkarmış, Kamber’in gönlünde tek Arzu varmış, Aslı varsa Kerem aşkı yakarmış; Bir fasl-ı hazandır bizim türküler. Ferhat dile gelir dağdaki izde, Bir Şirin ses verir yüreğimizde Duygular dizeye kanattır bizde, Ölümsüz ozandır bizim türküler. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 206 Erenlerin divanına duranlar, Pir Sultan’la saza nakış vuranlar, “Gelin canlar” diye semah kuranlar, Candan öte candır bizim türküler. “Kırklar Meclisi”nde mestâne olur, “Haydar”, “dâr’a düşer” divâne olur, Dil tutuşur, teller pervâne olur, Gönülde sultandır bizim türküler. Dadaloğlu söyler son nefesinde, Bozlaklar “Bozkırın Tezenesi”nde, “Zahidem” yaş döker yanık sesinde Yâr ile yârandır bizim türküler. Mahzûnî, gönülden gönüle akar, Veysel’in sözleri bahara çıkar, Davut Sulârî’nin sazında efkâr, Nidâ’ya lisandır bizim türküler. Bir ömür türküler peşinde gezen, Ezgiler derleyip nağmeler süzen, Çiçekler açanda der “Sarısözen”; Bal dolu kovandır bizim türküler. 207 / Dr. Mehmet Güneş - III “Gizli sırlarımı âşikâr” eder, Sırra kadem basar, sır olup gider, “Bir yiğit gurbete” düşünce ne der? Hâle tercümandır bizim türküler. “Fitil işler” kalbimdeki yaraya, “Selvi boylum” hasret girdi araya, Diyârı gurbette döndüm çıraya, Ocakta dumandır bizim türküler. “Kara bahta, kem tâlihe” sitemli, Felek vurmuş, bakışları elemli, Yine yağmur yağmış, gözleri nemli, Bir ebr-i nisandır bizim türküler. Bulut gelir, kirpiklere yaslanır, “Kırmızı gül” gözyaşıyla ıslanır, “Nenni” deyi yavrusuna seslenir, Vuslattır, hicrandır bizim türküler. Gönül goncasına “höllük eleyen”, Hayâlleri umutlara beleyen, “Ayrılık” derdinden “aman” dileyen, “Gam yüklü” kervandır bizim türküler. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 208 “Bayram” gelir, yüreklere “kan damlar”, Sînemize demir atar akşamlar, Her ağıt duyanda göğerir gamlar, Âh ile figandır bizim türküler. Kırık havaların kıvraktır hâli, Dağıtır kasveti, döker melâli, “Havuzu dolanan” ezgi misâli, Bazen de fettandır bizim türküler. “Bulguru kaynatıp” bir fasıl açar, “Güzeller içinde” kendinden geçer, Sevinçle oynayıp, neşeyle uçar, Ak saçlı civandır bizim türküler. Bir bakarsın “pencereden kar” gelir, Her mısraın menziline yâr gelir, “Gönül dağı” türkülere dar gelir, Sâhilsiz ummandır bizim türküler. “Oğrun oğrun kaş altından” baktırır, Mor sümbülü, gül sîneye taktırır, “Yeşil köşkün lambasını” yaktırır, İlâhî ihsandır bizim türküler. “Garip bülbül gibi” gülleri deren, “Seyreyle” diyerek gönlünü veren, “Kudret-i Mevlâ”ya duâ gönderen, Rahmân’a mihmandır bizim türküler. 209 / Dr. Mehmet Güneş - IV “Yemen”i yâd edip ağıtlar yakmış, “Tez gel ağam” diye yollara bakmış, Hüznün her rengini miras bırakmış, Yaralı ceylandır bizim türküler. “Çanakkale” içre “Aynalı Çarşı”, “Onbeşliler” gider düşmana karşı, Sessiz hıçkırıklar inletir arşı, Kırılmış fidandır bizim türküler. “Çamlığın başını” bir tütün alır, Aşkın her çıngısı “Sürmeli” olur, “Seher vakti” yol gösterir, yol bulur, Dertliye dermandır bizim türküler. “Kırklar Dağı”ndaki “Turnalar” hasta, “Kınayı getiren” “aney”ler yasta, Karşı dağı “duman kaplar” Sivas’ta, “Kar ile boran”dır bizim türküler. “Diyarbekir”, Güzelses’le “şâd akar”, “Urfa Dağları”ndan marallar bakar, “Çayda”ki “çıra”yı bir gazel yakar, Âteş-i sûzândır bizim türküler. “Maraş’tan bir habar” geliyor bize, “Merik kan kusuyor”, ne hacet söze, Mezar kazılınca “sıladan yüze”, Taşı ağlatandır bizim türküler. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 210 Karadeniz kemençeyle coşuyor, Her nağme içinde hüzün taşıyor, “Eşref Bey Ağıdı” yürek deşiyor, Hançerden yamandır bizim türküler. Yaz “Kâtibim”; “Gemilerde tâlim var”, İstanbul’da “Bahriyeli yârim var”, “Aman doktor” benim dertli hâlim var, Hastaya Lokman’dır bizim türküler. “Çeşm-i siyahım”la derdim uyandı, “Bir of çektim” dağlar kana boyandı, “Yandı Çukurova” âhımdan yandı, Dilde “Mihriban”dır bizim türküler. “Bitez Yalısı”nda oturur zeybek, “Çökertme” söyleyip, diz vurur zeybek, Efeden kızana dik durur zeybek, Zâlime isyandır bizim türküler. Meriç, selâm söyler dertli Aras’a, Erciyes el eder Ağrı’ya, Kars’a, “Ezgiden bir köprü” nerede varsa, Oraya revândır bizim türküler. “Şu uzun gecenin” yorgun düşünde, Erzurum’da “Sarı Gelin” peşinde, Hasret ocağının aşk ateşinde, Aşk-ı gülistandır bizim türküler. 211 / Dr. Mehmet Güneş -VTutsak sevdalara, sürgün düşlere, Ay-yıldız aşkına vurgun düşlere, Yâd ellerde kalmış yorgun düşlere, En kuytu limandır bizim türküler. İsimleri “mahnı” olur, “yır” olur, Çalgıları “kopuz” olur, “tar” olur, Hudutlar ötesi nazlı yâr olur, Göklerde “Çolpan”259*dır bizim türküler. “Çemenler berbad”dır mahsun çağında, “Kuşlar hem feryad”dır dostun bağında, Issık Gölü titrer yâr dudağında, Göygöl, “Tien-Şan”260dır bizim türküler. Kırım’da kırılır, Kerkük’te yanar, Karabağ deyince yarası kanar, “Güllerning soldu” mu deliye döner, Bülbül-ü nâlândır bizim türküler. “Altın hızma” diyen dil pâre pâre, “Mum kimin yanarım”, “gayrı ne çâre” “Arda boylarında” kaldım bîçâre, Dîde-i giryândır bizim türküler. 259 *Abdulhamid Süleyman Çolpan: 1897’de Özbekistan’ın Fergana Vilâyeti’ne bağlı Andican şehrinde doğan, Türkistan’ın bağımsızlığı için çalışan, Sovyet yönetimi tarafından pek çok kez tutuklanan ve 1938 yılında kurşuna dizilerek şehit edilen Uluğ Türkistanının millî şâiri. Türkistan halkının en çok sevdiği şâir olan Abdulhamid Süleyman’ın mahlası “Çolpan”(Çoban Yıldızı)’dır. Çolpan’ın bir çok şiiri bestelenmiş olup, en önemli şiir kitabı “Oyganış” (Uyanış)’tır. 260 Tanrı Dağları Hüzünler “Gül” Kokuyor / 212 “Ramizem”in gözlerinde hasret var, “Alişim”in yüreğinde gurbet var, Duygular hicranlı, yine hicret var, “Zülfü perişan”dır bizim türküler. “Estergon Kal’ası” ya şimdi neyler? “Akmam” diyen “Tuna” neyi dert eyler? “Şehriyâr’ın şeherleri” ne söyler? Ahvâli beyandır bizim türküler. Sen nerdesin “Gara gözlü ay balam”, “Men sana hayran”ım “gadalar alam”, Yürekten yüreğe “mehebbet salam”, “Gözele gurban”dır bizim türküler. Saz çalanda rûhumuzu cûş eyler, Bu türküler gönlümüzü hoş eyler, Üsküp’le Taşkent’i bize eş eyler, Cânıma cânândır bizim türküler. Gönül cemresidir, aşk mayasıdır, Bu toprağın sevincidir, yasıdır, Güneş’in sevdâsı, sözün hasıdır, Gülzâr-ı vatandır bizim türküler. 213 / Dr. Mehmet Güneş Sonsöz Hüzünler “Gül” Kokuyor / 214 215 / Dr. Mehmet Güneş ŞİİRE VE ŞÂİRE DÂİR Eskiler, edebiyatı; “müktezâyı hâle mutâbık serd-i kelâm etme sanatı” diye târif etmişler ve söz sanatları içinde belâgatin zirvesini de en kadim edebî tür olan şiirin oluşturduğunu söylemişlerdir. Gerçekten de şiir; edebiyat dünyasının hâkanı, nazım ve nesir ülkesinin sultânı, gönül dilinin tercümanı ve fetânet imbiğinden süzülen duygu çiçeklerinin elvan elvan açıldığı efsunkâr bir fesâhet gülistanıdır. Şiir; kelâmı “laf” olmaktan çıkartıp “güzel söz”e dönüştüren, duygu ve düşünceleri farklı bir idrâk ve ifâde gücüyle buluşturan, sembolik anlatımlar ve sıra dışı tasvirlerle gönüllere bâd-ı sabâ bölüştüren, kelimelere hayâl ülkesinin esrârengiz ufuklarını açarak onlardan yeni anlam ve kavramlar geliştiren bir “büyülü dil”261dir. Şiir; yüreklerdeki aşkı en soylu kelimelerle anlatan; derûnî âlemin his dünyasını ve hayatın hakîkatini kelâma yansıtan; semâvî ilhâmlardan feyz alıp sözü hikmetli kılan, mânâyı canlandıran, kalpleri heyecanlandıran ve metafizik bir ürpertiyle ruhları kanatlandıran bir “sır hazînesi”262dir. Şiir; İlâhî iklimlerle irtibat kuran; güzelden ve güzellikten hareket edip “En Güzel”e ulaşma yolunu bulan; estetik bir letâfete, etkileyici bir zarâfete, akıcı bir âhenge, dokunaklı bir söyleyişe ve insanın yüreğine hitap eden çok etkili bir ifâde gücüne sâhip olan kelâmın şâhikasıdır. Eski çağlardan bu yana pek çok düşünür, filozof, edip ve yazar; insanı, hayatı ve kâinâtı nasıl okuyor; düşlerine, düşüncelerine, duygularına ve hayâllerine hangi renklerden nakış dokuyor; sanata, hissiyâta ve edebiyata hangi gözle bakıyor; aşka, estetiğe ve felsefeye hangi vâdilerden ışık yakıyorsa, o zâviyeden şiir hakkında görüş beyân etmiş ve dolayısıyla da sayısız şiir târifi yapılmıştır. Kezâ sık sık “Şiir nedir? Şâir kimdir?” sorusuna muhâtap olan şuarâ da; kendi sanat anlayışına ve hayata karşı duruşuna göre bu mevzûdaki görüşlerini dile getirmiş, sorulan bu 261 262 Eflâtun Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, II, 3-4 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 216 suâl karşısında birbiriyle tezat oluşturan pek çok cevaplar vermiş ve çok değişik “şiir” târifleri ortaya koymuşlardır. Geçmişten günümüze “şiir” konusunda çok çarpıcı tanımlamalar, çok şümûllü açıklamalar, olağanüstü tespitler, müstesnâ düşünceler ve çok nâdide kanâatler ortaya konulmuş olsa da, şiirin; “efrâdını câmi, ağyârını mâni” özellikte bir tanımı hiçbir zaman yapılamadığı gibi, herkes tarafından kabul gören ortak bir târif etrafında da şimdiye kadar hiç buluşulamamıştır. Ancak bu konuda görüş beyân eden birçok erbâb-ı kalem tarafından şiir; bir ilhâmın ardından duygu ve düşüncelerin dile dökülmesi; lisandaki ses ve ritim öğelerinin belli düzen içinde kullanılması; imgeler vâsıtasıyla kelimelere yeni mânâlar kazandırılması; hayâllerle, mecazlarla, mazmunlarla ziynetlenen mısrâların kaleme alınması; insanda güzel duygular uyandıran ve müzikâlitesi yüksek olan estetik ifâdelere başvurulması; günlük dildeki sözcüklerin lügat anlamlarının çok ötesine geçilerek metafizik alanlara kapılar açılıp köprüler kurulması ve “birer esrarlı billûr zerresi”263 olan kelimelerden oluşan sanat değeri yüksek bir “üst dil”in kullanılması vs. diye nitelenen genel hususlar çerçevesinde tanımlanmaya çalışılmıştır. Fakat bu unsurların târif ve yorumundaki bir takım nüansların, bâzı zıtlıkların ve uzlaşmaz faklılıkların kaçınılmaz olması da müşterek bir tanım etrafında bir araya gelinmesine mânî olmuştur. Zâten her târif, bu tanımlamayı yapanın kendi penceresinden şiire bakışını ortaya koymaktadır. Buna ilâveten her tanımlama; ister istemez bir alan daral/t/masını ve bir anlam sınırlamasını da berâberinde getirdiği için, bâzı kişiler şiir hakkında yapılan her târife karşı çıkmış ve şiirin tanım kaldırabilen bir sanat dalı olmadığını ileri sürmüştür. Bütün bunların yanında şunu da ifâde etmemiz gerekir ki, şiir; müspet ilimlerin değil, edebî sanatların bir dalıdır ve bu dalda objektiflikten ziyâde sübjektif değerler, kabuller ve değerlendirmeler ön plândadır. Ayrıca herkesin dünya görüşünün, hayata bakışının, sanat anlayışının, estetik kavramının ve edebî zevkinin çok farklı olmasına ilâveten, şiir hakkında ne söylenirse söylensin hep bir yanının eksik kalması da müşterek bir tanımda buluşulmasını önlemiştir. Müşterek bir târif etrafında ittifâk edilemese de, tarih boyunca şiirin amacını îzah sadedinde pek çok 263 Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Poetika, Şekil ve İç Şekil, 485 217 / Dr. Mehmet Güneş görüş ortaya konmuş, şiirin ne olduğu, ne olmadığı ve nasıl olması gerektiği husûsunda ciltler dolusu kitaplar yazılmış, şiir hakkında da gökkubbe altında söylenmedik söz kalmamış ve binlerce şiir tanımı yapılmış; ancak şâirler, yazarlar ve edebiyatçılar hiçbir zaman ortak bir şiir tanımında fikir birliği etmemişlerdir / edememişlerdir. Lügâtlerde ve edebî sözlüklerde şiir; “Dilin ve nazmın şahsî ve üstün bir zevkle kullanılmasından meydana gelen bir sanat eseri”264; “Vezinli kafiyeli, mânâ olarak güzel hayâlleri ve tasavvurları toplayan sözler olup, kalbe seslenen, duygu ve heyecan uyandıran dokunaklı ve büyüleyici dizeler”265; “Seslerin, ritmlerin, ahenklerin kaynaşmasıyla; hisleri, intibâları, heyecanları güçlü bir anlatım şekliyle ortaya koyan sanatlı sözler”266; “Zengin sembollerle, ritmli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan; düş gücüyle hayâle, imgeye, gönle seslenen ve duygusal coşku uyandıran edebî anlatım biçimi”267 ve benzeri ifâdelerle tanımlanmaya çalışılmıştır. Şiir; pek çok şâir tarafından mânâ ve mûsikînin iç içe girdiği çok özel kelimelerden oluşan bir nazım biçimi olarak da târif edilmiştir. Bu îtibarla kimi şâir, şiir için; “Mûsikî ile söz arasında, sözden ziyâde mûsikîye yakın mutavassıt bir lisân”268 tanımlamasını yapmış; kimisi “Kalbde geçen bir hâdisenin lisan hâlinde tecelli edişi, hissin birdenbire lisan oluşu ve lisan hâlinde kalışı” diye yorumlamanın yanında, “derûnî bir ahenge” sâhip olan “Bildiğimiz mûsikîden farklı bir musîkî”269 demiş; kimisi “Kelimelere güzel şekiller verme sanatı”270 diye târif etmiş, kimisi de; “Şiir, şâirin zikir aracı, kanatlı kelimeler armonisi, iç yangını… Şiir her zaman tan aklığında iyilik ve güzellik için yüreklerde çarpan kuş… Yağmur öncesi rüzgârı, yağmur çiçeği ve yağmur sonrası gökkuşağı… Şiir, bir sözdür; aşk yemini gibi gibi güzel, ana sütü gibi helâl bir söz… Mâveradan eser, mâveraya 264 Rehber Ansiklopedisi, VI, 167 Şemseddin Sâmi, Kâmûs-i Türkî (Büyük Türkçe Sözlük), III, 1270 266 MEB, Örnekleriyle Türkçe Sözlük, IV, 2690 267 TDK, Türkçe Sözlük, II, 1386 268 Ahmet Hâşim, Şiirde Mânâ 269 Yahya Kemal Beyatlı, Edebiyata Dâir 270 Câhit Sıtkı Tarancı 265 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 218 akar…”271 diye nitelemiştir. Şiir hakkında kimi şâirler; “Şiirin ilkesi, insanın üstün bir özelliği özlemesidir. Bu ilke bir coşkunlukta, bir ruh taşkınlığında kendisini gösterir. Bu coşkunluk aklın yoğurduğu hakîkatin dışındadır.”272 demiş, kimisi “Önce şiir vardı, sözün Simurg’u, Zümrüd-ü ankâsı şiir…”273 hükmünü vermiş, kimisi “Şiirdeki ‘Ş’ vitamini akıp giden zaman içinde hep diri tutar insanı”274 ifâdesini kullanmış, kimi fikir erbâbınca da hiçbir kural ve sınırlama tanımadan duygu ve düşünceleri en güzel şekilde dile getirmenin ve insanların yüreğine hitap etmenin en etkileyici yolu diye tanımlanmıştır. Şiir kimi edebiyatçıya göre his, vezin, kafiye ve söz sanatlarından oluşan bir anlatım şekli, kimi yazar, düşünür ve edibe göre ise; “Şiir sanatı, eksiklikleri güzelliklere çeviren bir simya ilmi”275, “Şiir, gerçeğin süsü”276, “Şiir sanatı; güzel sanatların en üstün ve en zor olanı” 277 diye târif edilmiştir. Şiir; kimi âlim tarafından, kelimeleri “kelâm” hâline getiren hikmetli bir söz dizesi; kimi ehl-i dil açısından, yürekten söylenen ve yüreklere hitap eden sımsıcak bir duygu şelâlesi, kimi ozanın nitelemesine göre de aşkın dile geldiği bir yürek coşkusu diye yorumlanmıştır. Şiir; kimi evliyâ tarafından “Allah (c.c.) tarafından ilhâm edilmiş sözler”278, kimi mutasavvıfa göre “Mevlâ’nın kullarına lütfettiği has bir kelâm”279, Üstad’ın ifâdesiyle de “Allah(c.c.)’ı sır ve güzellik yolunda arama işi”280nin edebî bir aracı ve “Mutlâk Hakîkat”e ulaşmanın hikmet dolu bir vâsıtası olduğu söylenmiş; yâni şiirin bir gâye değil, ancak o gâyeye götüren bir vâsıta olduğu vurgulanmıştır. 271 Bahaettin Karakoç Baudlaire 273 Cahit Koytak 274 Mehmet H. Doğan 275 Aragon 276 Aristo 277 Friedrich Hegel 278 Muhyiddîn İbn’ül Arabî 279 Mevlânâ 280 Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Poetika, Şiir, 474 272 219 / Dr. Mehmet Güneş Şiir; kimi mütefekkir tarafından “İfâde edilmesine imkân olmayan şeyi ifâde eden bir anlatım”281, kimi yazara göre “Nesre kâbil-i tahvîl olmayan bir nazım”282, kimilerine göre de, söze gelmez, anlatılmaz ve tanımlanamaz bir edebî sanat diye vasıflandırılmış ve “büyük zekâların rüyâları”283 diye de tanımlanmıştır. Kimi edipler ise, şiiri târif etmenin, onu tahdit etmekle eş anlamlı olduğunu belirtmiş; “şiirin târif kabul etmeyen engin mânâsının kendi içinde aranıp bulunması”284 gerektiğini beyân etmiş ve şiiri tanımlamanın onu sınırlamayla aynı anlama geldiğini dile getirmiştir. Bütün bu görüşler ışığında şunu şöylememiz gerekir ki, şiir; târifsiz olmayan, fakat târiflere de sığmayan, zîrâ her edebiyatçıya ve şâire göre farklı bir biçimde yorumlanan, her yazar ve mütefekkirin bakış açısına göre çok özel anlamlar kazanan ve herkesin ittifak ettiği ortak bir tanıma ulaşılamayan esrarlı bir söz sanatıdır. Yâni “âsumânın fânusuna sığmayan” ve tanımı sonsuz olan şiiri târif etmeye çalışmak “gökyüzüne merdiven kurmaya benzer.”285 İşte “Sonsöz” olarak kaleme aldığımız bu makâlede, “Şiire ve Şâire Dâir” değerlendirmelerimizi ifâde etmek ve gökyüzüne yeni bir merdiven dayamak adına biz de “şiir” konusundaki düşüncelerimizi dile getireceğiz. Buna ilâveten; parmak izini taşıdığı milletin ve mensup olduğu medeniyetin vicdânı olan, toplumun belkemiğindeki irkilişi ilk önce duyan “şâir”ler hakkındaki görüşlerimizi açıklayacağız. Ayrıca; inancımız açısından şiirin ne mânâya geldiğini nakledecek, İslâm’ın şâirlere yüklediği mükellefiyeti, medeniyetimizin şiire verdiği ehemmiyeti ve Müslüman şâirlerin “olmazsa olmazı” olan “dört önemli husûsiyeti” İlâhî Beyan ışığında îzah etmeye gayret gösterecek, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in şiire ve şâire nasıl baktığını hadisler eşliğinde anlamaya ve anlatmaya çalışacağız. *** 281 Paul Valery Ahmet Hâşim, Şiirde Mânâ 283 Lâmartin 284 Peyâmi Safâ, Objektif-2, Sanat-Edebiyat-Tenkit, 284 285 Bülent Özcan 282 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 220 Evvelemirde şunu dile getirmemiz gerekir ki edebî sanatların en güzeli olan şiirin; rûhu duygu, cismi lisân, aslı ilham, ufku hayâl, özü fikir, muhtevâsı sanat, deseni estetik, motifi sembol, âhengi mûsikî, mihengi letâfet, rengiyse esrârlı bir ışık tayfıdır. Bu genel değerlendirmeyi yaptıktan sonra şiire dâir düşüncelerimizi daha ayrıntılı olarak ifâde edelim: Şiir; zaman ve mekân ötesinden gelen ilhâmların bir muammanın sırrıyla hemhâl olduktan sonra duyguları kıyâma durdurarak firûze bahçelerden akan zümrüt ırmaklar misâli gönülden çağlayıp dile dökülmesi ve bildiğimiz kelimelerden bil/e/mediğimiz güzelliklerin goncaya durmasıdır. Şiir; aklın ötesindeki bir irfân ve sezgiyle, duygunun ötesindeki bir iz’an ve duyuşla, dilin ötesindeki bir idrâk ve söyleyişle meydana gelen; gönül teriyle demlenirken, fıtrî bir kabiliyet ikliminde aslî kimliğini bulan, muhtevâsı; hayâl, ses ve mânâ ile taçlanan, edâsı; ahenk, imge ve müzikâl bir söyleyişle güçlenen; ilim, edebî müktesebât ve sa’y ü gayretle mısrâ mısrâ parıldayan ve insanları yüreğinden yakalayan “Tefekkür kuşunun Mâverâ’ya doğru kanat vurup uçmasıdır.”286 Şiir, insanın; tabiata, eşyaya, hayata, hâdiselere bakışının ve kendi iç dünyasına doğru yaptığı yolculuğun şuûraltında bir duygu yoğunlaşması olarak tezâhür etmesi; bu hissî kesâfetin şuûr plânına yansıması, kelimelerin kalb-i selîm, akl-ı selîm ve zevk-i selîm imbiğinden geçtikten sonra heyecan uyandıran dokunaklı dizelere dönüşürken kardelen mîsâli açan rengârenk çiçeklerin yalçın yamaçlardan gülümsemesidir. Şiir; hayâl gücü, edebî zevk, sembol ve lirizmin kollarında şekillenen mısrâların kulağa hoş gelen muazzam bir ahenk ve mûsikî içinde biçimlenirken, kıt’alarda kıyam eden duyguların ruhları büyülemesidir. Şiir, söz ipliğine mânâ incilerinin dizilmesiyle hissiyâtımızın bir kelâm-ı kibar haline gelmesi ve ruhlarda silinmez izler bırakan dizelerin terennüm edilmesidir. 286 Abdurrahim Karakoç 221 / Dr. Mehmet Güneş Şiir; hissiyâtın şâhikalaştığı bir demde cezbeye gelen efsunkâr seslerin ve kelimelerin gönül ufkunda muhteşem bir gökkuşağı olarak doğarken, hikmet dalgalarının söz sâhiline beyitler hâlinde vurması ve aşkı, sevgiyi, hayatı, tabiatı, kâinâtı, insanı anlatan en gizemli sözlerin gökkubbenin tavanında mısrâ mısrâ “billur bir âvize” ışıltısıyla arz-ı endâm etmesidir. Şiir; varlığın güftesinin, hayâtın bestesinin, insanoğlunun derûnunda çağlayan uçsuz bucaksız ırmakların sesinin, hudut tanımaz hevâ ve heveslerin ve yaşanan hüzünlerden artakalan yakıcı nefeslerin en içli kelimelerle bir ebrû zarâfetinde resmedilmesidir. Şiir; medeniyetimizden tevârüs edip tefekkür burçlarında şekillendirdiğimiz gök menzilli duygu ve düşüncelerin kök boyayla duygu gergefinde mısra mısrâ dokunması ve her kıt’asına parmak izlerimizin nakşedildiği bir gönül tuğrası çekilmesidir. Şiir, gönül dağının dumanlı zirvelerinde; duygu seli, alın teri, göz nûru ve tefekkür ışığıyla çiçek açan, “Aşk yemini gibi güzel, ana sütü gibi helâl”287 diye tesmiye olunan, insan muhayyilesini zorlayan, ruhları kanatlandıran ve ne söylense az geleceği için târiflere sığmayan “sözün içindeki özdür.”288 Şiir, aşk rüzgârlarıyla yürekteki közün kora dönüşmesi neticesi kalpleri bir ateş sararken; gönül yangınında pişen ilhâmların yanardağlar misâli birdenbire infilâk etmesidir. Şiir; kelimelerin yıkanması, tortusunun atılması ve sözcüklerin bilinen anlamlarının ötesinde yepyeni bir çehreye kavuşarak irtifâ kazanması ve edebiyatın zirvesi olarak yeni bir mânâ ufkuna kanat açmasıdır. Şiir; günlük kullanımın aşındırdığı kelimelere nazım ikliminin esrarlı nefesinden yeni bir ruh üflenerek çok farklı anlamlara kapılar açılıp köprüler kurulmasıdır. Şiir; sezginin, hayâlin, duygunun ve düşüncenin şuura yansıması esnâsında sıra dışı ifâdelerin kullanılması; sözün son 287 288 Bahaettin Karakoç Abdurrahim Karakoç Hüzünler “Gül” Kokuyor / 222 ufku olan nazmın, çöle dönmüş gönüllere bile hayâtiyet kazandıran bir bengisu olması ve nutk-ı şerif hâline gelmesidir. Şiir, zâhirî yönüyle maddenin, bâtinî yönüyle mânânın seslendirildiği nâzenin bir gül demeti olup, maddenin mânâ ile harmanlanmasıdır. Şiir; tasvirler, semboller, mazmunlar, îcâz ve işâretler vâsıtasıyla, rûhun melâl burcunu mesken tutan hüzünlerdeki, heyecanlardaki, hayâllerdeki ve sevinçlerdeki en mahrem sırların îmâsıdır. Şiir; rûhu duygu, cismi lisân, aslı ilham, ufku hayâl, özü mânâ, sözü ilim, esası tefekkür, muhtevâsı sanat, deseni estetik, motifi sembol, âhengi mûsikî, mihengi ses armonisi olan ve rûhunda Rahmânî ışıltılar taşıyan söz sanatlarının sultanıdır. Şiir; Hakk’ın mesajını insana, insanı da Hakk’a taşıyan ve ötelere doğru kanat çırpan beyitler ve kıt’alar dizesi olmanın yanında, insanoğlunun; kendi iç hesaplaşmalarının, rûhî hafakanlarının, paylaşılamayan yalnızlıklarının, yürek sancılarının, târifsiz acılarının, sönmeyen umutlarının, bitmeyen beklentilerinin, anlatılmaz hüzünlerinin, vuslât iştiyâkının, hasret girdabının, gurbet düşlerinin, sıla özleminin, beşerî sevdâlarının mısrâ mısrâ anlatılmasıdır. Şiir; hayatın gerçekleriyle, hayâl ufkundaki hakîkatlerin gönül teriyle mayalanması ve ebrûlî duyguların elvan elvan açan kır çiçekleri gibi dizelere yansımasıdır. Şiir; fiziki sınırları aşıp, metafizik âleme erişebildiği ölçüde sonsuzluk mesajını veren, eserden müessire ulaşmayı hedefleyen, mânâyı târif etmeyen, sembollerle telkin edip estetik bir ahenkle seslendiren söz sanatlarının en zahmetlisi ve en hasıdır. Şiir, tekdüze kelimelerden çok boyutlu bir dünya oluşturan, kalpleri mecâzî ve hakîkî aşkın sınırsız güzellikleriyle buluşturan ve târiflere sığmayan bir ışık selinin, ilkbahar yağmurları gibi âniden yüreklere yağmasıdır. 223 / Dr. Mehmet Güneş Şiir; aklın kalbe, kalbin de emr-i İlâhî’ye râm olması neticesi, duyguların sonsuz bir âleme doğru kanatlanıp uçması ve düşüncelerin Mâverâ’ya yelken açmasıdır. Şiiri aşktan, aşkı şiirden âzâde kılmak nasıl gayrı kabilse, hakîkati de Mutlak Hakîkat’ten ayrı düşünmek aslâ mümkün değildir. Bu sebeple şiir; îmanın ışığındaki aklın rehberliğinde bütün vâsıtalardan yararlanıp “Allah’ı aramak” olduğu ölçüde sâlih bir amele dönüşür. Yâni şiir; bir “Mevcûd-u Meçhûl” olan Yaradan’ı aramak, anlamak, anlatmak ve O’nun sevdasını dize dize yüreklere nakşetmektir. Şiir, edeb kavramına sâdık kaldığı zaman edebî, rûhun derinliklerine nüfûz edebildiği kadar derûnî, Mâverâ’dan sesler duyabildiği ölçüde mânevî, “Sonsuzluğun Sahibi”ne yönelebildiği nispette ebedî olan ve söz mîmarları tarafından inşâ edilen bir yıkılmaz kaledir. Şiir; İlâhî tebliğin bir vâsıtası olup, “Sonsuzluk Kervanı”ndan akseden güzellikleri terennüm eden, insanlarda ulvî hislerin uyanmasına vesîle olan, asıl mânâsını ve sırrını kendi içinde saklayan ve ötelerden gelen sesleri yüreğinde taşıyan bir “mübeşşirât”tır. Şiir; beşerin mantığına değil, kalbin ahfâ zirvelerine hitap eden bir mânâ zenginliği olup, hissiyâtın zikir kozasında ördüğü bir na’t, bir münâcât ve bir hikmetli sanattır. Şiir; Leylâ’yı ararken Mevlâ’yı bulan, o mukaddes aşkla yanıp tutuşan, İlâhî sevdânın rahmet yağmurları altında sırılsıklam olan ruhlardan fışkıran lavdır. Ahmet Hamdi Tanpınar “Şiir, bir köpüktür.” demektedir. Şiir köpüğünün içinde gönlün ve aklın terlemesi olmalı, hayatın coşkun dalgalarından köpüklü kesitler devşirilmeli ve mutlaka muhayyileyle tefekkürün, göz nûruyla uykusuz gecelerin imtizâcı bulunmalıdır. Şiir, hayatın teri; hayat ise şiirin sermâyesidir. Bu sebeple şiirin arkasında yaşanmış bir hayat, kadim ve millî bir gelenek olmalı, orijinal bir anlatımla evrensel ufukları kucaklamalı ve mâzî-hâl-istikbâl çizgisinde geleceğe yaslanmalıdır. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 224 Şiir, sevdâ üzerine söylenecek en yeni sözlerin ölümsüzlüğü tadarak ötelerin ötesiyle hemhâl olmasıdır. Şiir; insanların hissettiği, ancak dile getiremediği duyguları şuârânın en latif benzetmelerle dizelere dökmesidir. Şiir, kalpten geçen duyguların belâgat mülkünde demlenmesi, imgelerle ziynetlenmesi ve derûnî bir âhenkle nağmeye dönmesidir. Şiir, insanın iç âlemindeki çağlayanların feryâdının ve hissiyâtın söz olarak billurlaştığı gönül nağmelerinin duygu gergefine kelimelerle resmedilmesidir. Şiir; sözün halayı olup, kelimelerin coşkulu bir ses armonisiyle raks ederken, yüreklerde karşılığı olan duyguların en dokunaklı ifâdelerle dile gelmesidir. Şiir, gönül tellerinde aşk ile dolaşan mızrabın, âhenkli ritimlerle mısrâlara akseden sesidir. Şiir, uyanıkken görülen çok özel rüyâların en güzel kelimelerle bestelenmesidir. Şiir; firârî düşlerin dizelerde gülümsemesi ve yorgun hayâllerin en soylu nefesidir. Şiir; hüzün ikliminde dolaşan hissiyâtın sırdaşı ve uykusuz gecelerin yol arkadaşıdır. Şiir; sır dolu sevdâların, âşikâr edilemeyen aşkların en sâdık yoldaşı ve edebiyatın zirve taşıdır. Şiir; gök menzilli duygular ve kökboyalı düşüncelerle dokunan bir medeniyet kumaşıdır. Şiir; İlâhî sevdâların rahlesinde aşkı meşk edenlerin gönül gözünden dökülen gözyaşıdır. Bütün bu açılardan bakıldığında, semâvî iklimlerden feyz alan, Mâverâ soluklu bir sanat dalı olan ve bütün güzelliklerin 225 / Dr. Mehmet Güneş özeti diye tesmiye olunan şiir; duygu selini gönül teriyle mayalayan, şuur süzgecinden geçen düşünceleri zevk-i selîm gergefinde en latîf ifâdelerle tezyîn edip oya’layan, mısrâlara yeni imgeler, sıra dışı benzetmeler, hikemî kelimeler ve sırlı mazmunlar sıralayan edebiyat dünyasının şâhikasıdır. Bu mevzûda şunu da ifâde etmemiz gerekir ki; şiiri târif, bir anlamda onu tahdit ise; şiirin en güzel târifi, bizâtihî gerçek şiirin ta kendisidir. Ve her güzellik kendi içinde bir şiir saklarken, şurası muhakkaktır ki, has şiir zâten âşikâr bir letâfet ve kelâm bahçelerinde açılan en güzel güldür. *** Mahlûku insan yapan, insanı îmanlı kılan, toprağı vatanlaştıran ve mezarı türbe yaptıran sır; söz dizelerini de şiir haline getirir. Şiirde “Her kelime bir kabuk”289 olup, mânâ içinde saklıdır. Şiir zarfını, mazrufundan ayrı düşünmek mümkün değilse de önemli olan; zarfın şekli -aruz, hece, serbest- değil, ifade ettiği mânâ, taşıdığı muhtevâdır. Şiirde vezin serbest olabilir, ama biçimi başıboş ve muhtevâsı ölçüsüz olamaz / olmamalıdır. Manzum eserlerde zarfın görünümü değil, söylenişin âhengi, kelimelerin tefriki ve dizelerin terkîbi önemlidir. Şiir odur ki; okuyan kendisini mısrâların içinde bulur, dizeler onu alıp başka diyarlara götürür, hüznüyle duygulandırır, muhtevâsıyla düşündürür, ritmiyle heyecanlandırır, âhengiyle coşturur, yâd ettiği hatıralarla ürpertir ve ruhları kanatlandırarak insanı zaman ve mekân ötesi bir yolculuğa çıkartır. *** Peyâmî Safa’nın diliyle söyleyecek olursak; “Şiir; şuûrla, şuûraltının kavşak noktasında beliren bir dumanlı ruh hâlidir.”290 Bu îtibarla şiirle şuûr arasında çok yakın bir bağ olduğu tartışmasız bir hakîkattir. Gerçekten de aynı kökten gelen ve Arapça bir kelime olan “şiir” ve “şuûr”; “hissetmek, bilmek, 289 290 Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Geliyorum, 133 Peyami Safa, Objektif-2, Sanat-Edebiyat-Tenkit, 257 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 226 anlamak, farkına varmak, idrâk etmek”291 mânâlarına gelen “şa’ara” fiilinden türetilmiştir.292 Şiir ve şuur kelimeleri, kök ve anlam bakımından birbirine müştaktır ve bu iki kavramı birbirine nispet ederek îzaha kalktığımızda; şiir, ‘hislerini sezmek ya da sezgilerini hissetmek’, şuûr ise, ‘bildiğinin farkında olmak veya farkında olduğunu bilmek’ mânâsına gelir. Bir başka ifâdeyle söyleyecek olursak; şiir; şuûraltının dışa vurumu ve şuûrlu olmanın şiârı; şuûr ise, cinnetin zıddı, akıl ve irâde eşliğinde şekillenen bilgi, duygu ve düşüncenin kıyâmıdır. Aynı kökten gelen bir diğer kelime olan “şâir” ise, ifâde edilemeyen duyguların tercümanıdır. Bu îtibarla, başkalarının fark edemediği şeyleri his ve idrâk etmesi sebebiyle de şiir söyleyene ve yazana “şâir” denilmiştir. Yine aynı kökten gelen kelimelerden olan “şa’r”; hem “saç”, hem de “uzayış, yükseliş ve zirvede oluş” demektir; “şiâr” ise “sembol, üstünlük veren alâmet ve zirveyi gösteren işâret”293 anlamına gelmektedir. Yâni şiir, şuûr, şâir, şa’r, şiâr gibi kelimeler bir anlamda âit olduğu şeyin en tepe noktasına işâret etmekte olup, “zirve yapan yer” mânâsına da gelmektedir. Şiir, hissiyâtı ve düşünceyi dile getiren söz sanatlarının zirvesi; şuûr, yürekteki duyguları aklın imbiğinden süzen idrâk ve tefekkürün zirvesi; şâir ise, “müktezâyı hâle mutâbık serdi kelâm eden”, duygularını en güzel şekilde kelimelere döken ve kelâmın zirvesini mesken tutan bir sanatkârdır. Yukarda îzah ettiğimiz gibi, şiirin “sözün zirvesi” ve “zirve yapan yer” anlamlarına da geldiğini tefekkür ettiğimiz zaman; varlığın tamamında ve bütün kâinâtta muhteşem bir şiir ve bir şiiriyet olduğunu görürüz. Kâinât, varlığın şiiridir, çünkü mükemmel bir ahenk ve ihtişâmın zirvesinde halk edilmiştir. İnsan, mahlûkatın şiiridir, çünkü “eşref-i mahlûkat”tır ve yaratılmışların zirvesidir. Beden ve ruhtan oluşan insanın şiiri ruhtur, çünkü nurdan mürekkep olan ruh, balçıktan meydana gelen bedene zirvelerin zirvesi olan bir âlemden üflenmiştir. Bulut, suyun şiiridir, çünkü suyun erişebileceği en tepe noktaya çıkıp zirve yapan odur. Kezâ madenlerin şiiri altın, kömürün şiiri elmastır. 291 Şemseddin Sâmî, Kamûs-i Türkî (Büyük Türkçe Sözlük), III, 1210 Mevlüt Sarı, El-Mevârid Arapça-Türkçe Sözlük, 484 293 İbn-i Fâris, Mûcem Mekâyisi’l-Luğa, II, 326 292 227 / Dr. Mehmet Güneş Âdemoğlunun en kâmil ufku olan Peygamberler de insanlığın şiiridir. Peygamberlik Gülzârının En Güzel Gülü olan ve Sidre-i müntehâya yükseltilen Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm da nübüvvet ve risâletin “ehram taşı”dır ve Peygamberlik şiirinin zirvesidir. Şiir kelimesinin ebcet hesabındaki rakam değeri 570, şâirinki ise 571 sayısına tekâbül etmektedir. Belki de bu tevâfuk, Mîlâdî 570 veya 571’de dünyayı şereflendiren Kâinâtın Solmayan Gülü’nün velâdetine hoş bir telmihte bulunmakta; Efendimiz’in doğum tarihi, belki de şiirden şuûra, şuûrdan da îman ikliminde Hakk’a hakkıyla kul olmaya giden yolu işâret buyurmakta ve Rahmetli Dilâver Cebeci’nin de dile getirdiği gibi; “Hz. Muhammed(s.a.v.)in doğum tarihi de bunlardan birisi olduğuna göre, O’nun şiiri âciz bırakan bir beyân ile gönderilişine delâlet etmektedir.”294 *** Şiir, özün sözü; şâir ise özün sözünü, sözün özüyle buluşturan edebî zevke sâhip bir söz ustasıdır. Bidâyette de ifâde ettiğimiz gibi şiir, bir şuuraltı olaydır. Bu sebeple, şâir doğanların şuuraltı sezgileri çok kuvvetlidir. Onlar, hâdiselere ve eşyâya farklı bir zâviyeden bakarlar. Bu sebeple pek çok edebiyatçı şâirliğin fizyolojik bir yapı olarak doğuştan geldiği ve fıtrî olan bu kâbiliyetin eğitimle geliştirildiği husûsunda hemfikirdir. Yâni şâir, doğuştan şiir istidâdına sahip olduğu için; varlığı üçüncü gözüyle gören, ruh kulağıyla dinleyen, “akleden kalbiyle”295 düşünen, düşüncelerini his ve hayâllerle süsleyip şiirleştiren, maddenin arka plânını metafizik boyutuyla idrâk eden ve söylemek istediklerini mısrâ mısrâ tasvîr edip tablolaştıran bir fıtrata sahiptir. Bu sebeple vehbî bir istidâta sahip olmayan; histen, hayâlden, kalp, ruh, sır letâiflerinden, sembollerden; metafizik düşünceden, eşyâlara ve olaylara farklı bir gözle bakmaktan, yüreğindeki sesin aks-i sedâsını işitmekten ve edebî zevkten âzâde olanların yazdığı vezinli ve kafiyeli mısrâlar “şiir” olmadığı için ancak “nazım” veya “manzûme” diye adlandırılabilir. Aynı şekilde duygu boyutu bulunmakla birlikte vezni ve iç mûsîkîsi olmayan, imgeleri bulunmayan, hayâle kapı 294 295 Dilâver Cebeci, Sitâre, Söylemeden Geçemeyeceklerim, 9-10 Kâf, 50/37 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 228 aralamayan, edebî sanatlarla ziynetlenmeyen kafiyeli metinler de şiir değil, “edebî nesir”dir. Zîrâ içinde hayâller, semboller, edebî sanatlar, müphemiyet ve müzikalite bulunmayan şiir, sesli harfleri düşmüş cümleye benzer. Zâten, şiir daha çok duygu ve hayâlin, nesir ise düşüncenin meyvesidir. Şiirin ne olduğunu anlamak ve nasıl olması gerektiğini dile getirmek için pek çok kitap yazılmasına rağmen, bu bilgileri edinmenin şiir yazmaya yetmediği âşikâr bir gerçektir. Bu kitaplar ve edebî bilgiler; şiiri anlamaya, teknik boyutunu değerlendirmeye ve nazmın şiiriyetini kritik etmeye yardımcı olabilir veyâ manzûme kaleme aldırabilir, ancak şiir yazdır/a/maz. Çünkü yalnızca kurallar göz önünde tutularak ve yukarıda ifâde etmeye çalıştığımız ilham, hayâl gücü, imge, lirizm, ritm, ahenk ve muhtevânın efsûnkâr uyumundan âzâde kalarak yazılan mısralar “has şiir” değildir. Zîrâ şiirde; vezinden, kafiyeden, söz sanatlarından “başka şeyler”in de bulunması gerektiği erbâbınca mâlumdur. Çünkü şiir; yalnızca ses, ölçü ve anlam uyumunun sağlayamadığı farklı bir güzellik ve “şiir dili”nin oluşturduğu sihirli bir bütünlüktür. Öyle ki, çok beğenilen mısrâlarda bir kelimenin yerinin değişmesi bile bu esrârlı bütünlüğü bozar ve nazmın şiiriyetini yok eder. Bu sebeple Ahmet Hâşim; “Şiir, nesre kâbil-i tahvîl olmayan nazımdır.” demektedir. Yine bu sebeple şiir, ancak kendi yazıldığı dilde şiirdir. Çünkü sözün tercümesi zor, sesi çevirmekse neredeyse imkânsızdır. Ve onun için de şiir, söz sanatları içinde en millî olandır. Şâir, şiirleriyle yalnız kendi duygularını dile getirmez. Rûhunu mısrâlara resmeden şâirin şahsî duyguları; şiirleştikten sonra, ferdî olmaktan çıkıp milletin müktesebâtı hâline gelir. Evrenseli yakalamanın ilk şartı millî olmaktan geçtiğine göre, şâirlerin şiirleri kendi dünyasının rengini, kendi insanının inancını, kendi kültürünün desen ve motiflerini taşır / taşımalıdır. Ve bir ömür uykusuz gecelerde şiirler yazanlar, “Zât-ı Mevcûd u Meçhûl”ün rızâsına ulaşmak için “Mutlâk Hakîkat”e hakkıyla ubûdiyet yolunu aramalı ve şiirde de “sâlih amel” kapısını aralamalıdır. Eğer şiir yazanlar bunlardan bîhaberse, Âzerbaycan Türkü bir şâirin; “Her kim ben şâirim derse, adamda hayâ gerek.”296 mısraı hatırlanmalıdır. Unutmamak gerekir ki, 296 Mikâil Müşfik 229 / Dr. Mehmet Güneş “Şâirin, özü şekillenmeden sözü şekillenemez.”297 Bütün bu açılardan bakıldığında: Şâir; Allah(c.c.)’ın bahşettiği duygu rahmetini şiir yağmuruna çeviren, dilin bütün inceliklerini ve edebî sanatları bilen, kelimeleri bir kuyumcu titizliğiyle işleyerek ziynet haline getiren, gizli güzellikleri duyuran ve nihayet “kelâma can veren”298 bir dil ustasıdır. Şâir; müşahhası mücerretleştiren, mücerreti müşahhas bir biçimde tasvir eden, görülmeyeni görebilen; kelimelerle duyguyu, heyecanla ritmi, akılla sezgiyi birleştiren; hayaldeki gerçekle, gerçekteki hayâli bütünleştiren bir “ses avcısıdır.”299 Şâir; “tabiat üstü sihrî bir sezişe sâhip olduğu”300 için pek çok insanın işitemediği duygu frekansını, şuuraltı sezgisiyle duyan, duyduklarını engin bir muhayyile, yüksek bir kavrayış ve şuurlu bir idrâkle şiir haline getiren bir ses bestekârıdır. Şâir; maddenin sığ sularında vakit öldürmek yerine mânânın engin denizlerine yelken açan, görünenler arasındaki görünmeyeni gören, duyulanlar arasındaki duyulmayanı duyan, bilinenden bilinmeyene vâsıl olan ve hâdiselere kendine has bir pencereden bakıp yepyeni ufuklar yakalayan vizyon ve misyon sahibi bir kâşiftir. Şâir; sahili olmayan hayâl denizinde, edebe riâyetkâr olarak ebedî güzelliklere yelken açan müeddep bir kaptandır. Zâten; “Edepsiz şâir, edebiyat gemisinin kaptanı olamaz. Olsa olsa kızıl korsan gemilerinde forsa olur.”301 Şâir; Mâverâ’dan gelen ilhamları ruh kulağıyla dinleyen, üçüncü gözüyle görüp şifreleyen, uhrevî coşkuları gönül diliyle terennüm eden, kalbin hafî tepelerinde kıyâma duran İlâhî 297 Bahaettin Karakoç Şeyh Gâlib 299 Bahaettin Karakoç 300 Goldziher 301 Bahaettin Karakoç 298 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 230 sevdâlardan feyz alan ve kelimelerden göz kamaştırıcı saraylar îmâr eden bir söz mîmârıdır. Şâir; nakıştan nakkaşa, besteden bestekâra, resimden ressama, sanattan sanatkâra, eserden müessire ve nihâyet yaratılandan Yaradan’a ulaşmayı başarabildiği ve Hakk’ı bulmanın mutluluğuyla “büyük bir metafizik ürperti” yaşayabildiği ölçüde İlâhî vecdi şâhikalaştıran sıra dışı bir insandır. İbn-i Sînâ da bu konuda; “Şâirler, söz sultanlarıdır; hekimler saltanatlarını vücut üzerinde kurarlar, şâirlerin dil güzelliği ise rûha zevk verir.” demiştir. Şâir; yaşadığı dünyayı, olayları ve insanları herkesten farklı algılayan, çağı sorgulayan, hadiselerin arka yüzünü yansıtan; kelimelerin kabuğunu çatlatan, sıradan sözleri bir araya getirip kavramları kanatlandıran, Kaf Dağı’ndaki hazinelerin anahtarını bulan, söze şekil veren, lisânı “şiir dili” hâline getiren ve şahsî tekkesindeki uykusuz gecelerine kendi özel postunu seren bir gönül dervişidir. Şâir, vâroluşun hikmetini idrak eden, iç âlemlerdeki ürpertileri kelimelere yükleyen, düşüncelerini sezgi, hayâl ve sembollerle besleyen, mısrâlarını vezin ve kâfıye, üslûbunu âhenk ve ritimle süsleyen bir kelime kuyumcusudur. Şâir; muhtevâ endişesi duyan, sanat kaygısı taşıyan, hiç söylenmemiş estetik ifâdeler, zengin kâfiyeler, yepyeni imgeler bulan, orijinal ses ve söz terkipleri kullanan, mısrâlarındaki kelimelerin ses âhengini müzikalitesi yüksek bir şiiriyet olarak telvîn eden bir kelam ressamıdır. Şâir; yürek iklimindeki duyguları şuûrlandıran ve “Mutlak Hakîkat”e ulaşma yolunda bir şuûra ve şuûrlanmaya vesîle olmak için “akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm” dâiresinde şuûru şiirleştiren ozandır. Şâir; muhtevâda vahdâniyeti, ilhamda ulviyeti, menzilde ebediyeti, şekilde mükemmeliyeti, üslûpta letâfeti, vuslatta hikmeti, sevgide muhabbeti bulabildiği ve “Muhabbetten Muhammed (s.a.v.) oldu hâsıl” diyebildiği zaman hilkatin 231 / Dr. Mehmet Güneş esrârını idrak edebilir. Zâten şâir olmak; “Çok az kimsenin nasibine düşen bir altıncı duygudur.”302 Şâir; içinde yaşadığı toprağın kokusunu hissettiren, “toplumun vicdânı” diye vasfedilen, milletinin; tarihini, zaferlerini, ülkülerini, ideâllerini mâzî-hâl-istikbâl bütünlüğü içinde seslendiren zafer nârâlarını asırlar ötesine gönderen bir serdengeçtidir. Şâir; fert ve toplumlarda şuûrun firâr ettiği durumlarda, “kollarını makas gibi açarak” insanların “çıkmaz sokak”lara gitmesine mânî olan ve şiirlerinde dile getirdiği îkâz, işâret, istikamet ve sevdâ ile içtimâî şuûru avdet ettirmek için gayret gösteren -ya da göstermesi gereken- insandır. Çünkü şâirler; mensup olduğu milletin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve söyleyen dilidir. Çünkü şâirler; Hakk’ın ve halkın susmayan, susturulamayan sözcüsü, millî şuûrun nesillere intikâlini sağlayan duygu ve düşünce köprüsü, evrensel değerlerin tercümanı ve toplumun mâşerî vicdânıdır. Çünkü şâirler; îmanın ışığıyla karanlık geceleri yırtan müjdeli bir şafak, ruh dünyamızdaki güneş görmeyen noktaları aydınlatan millî bir şerâre ve bu toprağın değerlerini en gür sesle haykıran mesûliyet sâhibi insandır. Bu sebepledir ki şâir; “Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et; Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir…”303 demiştir. Gerçekten de Türk tarihi incelendiğinde; tâ, Hunlardan, Göktürklerden beri milletimizin ozanlara çok büyük değer verdiği, saygı gösterdiği, söylediklerine hikmet membâı olarak baktığı, halktan hükümdâra, havâstan avâma kadar herkes tarafından şuarânın ziyâdesiyle önemsendiği, onların “toplumun 302 303 Robert Suares Mehmet Emin Yurdakul Hüzünler “Gül” Kokuyor / 232 belkemiğindeki irkilişi” ilk önce hisseden kişi olması ve toplumun mâşeri vicdânı olarak görülmesi sebebiyle hep el üstünde tutulduğu müşâhede edilir. Zâten şâirler; insanların hüznünü, sevincini, acısını, yalnızlığını, hasreti, gurbeti, haksızlığı, zulmü dile getirmek için haykırdığı, hayatı şiirden, şiiri de hayattan ayrı görmediği, ölümü hayatın merkezine koyarak hayatı yorumladığı, kurak ruhları, çorak sîneleri sonsuzluk ikliminde yeşertmeye çalıştığı, “zekâsıyla değil, rûhuyla düşündüğü”304, fizikten metafiziğe kapılar açıp köprüler kurabildiği nispette varlığın esrârına muttalî olur. Şâir, kendi varlığında vârolan şiiriyetin farkına vardığı, hayatı şiir gibi yaşayıp, şiiri de ebedî mutluluğa ulaşmanın bir vesilesi olarak gördüğü, yaratılış hikmetini anla/t/mak için kıyâma durduğu, “gâibi kucaklamak” için “meçhuller caddesinde” yürürken “Sonsuzluğun Sahibi”ne râm olduğu ve inandığı değerlerin sözcülüğüne karar kıldığı ölçüde kıymet ifade eder. Zîra şiirde imajlar kadar, mesajlar da çok önemlidir, edâ kadar muhtevâ da değerlidir ve vizyon kadar misyon da ehemmiyet arz etmektedir. Bu sebeple şâir; nefs muhasebesiyle ebedî hayat murâkabesini birlikte yapmalı, öteler ötesi için gönlünün sesini ve ilhâmını dizelere yansıtmalı ve mâsivâdan kurtulup, Mâverâ’ya yelken açarak şiirini anlamlandırmalıdır. Baştan beri ifade etmeye çalıştığımız gibi şâirler; şuûraltı muhtevâlarını semboller hâlinde şuûra yansıtan, hâlet-i rûhiyelerini ses ve mânâ bütünlüğü içinde estetik bir anlatımla ortaya koyan ve düşüncelerini sırlı bir ifâdeyle dile getiren kelâm ustalarıdır. Bu îtibarla şâirin aslî vazîfesi, ham madde olan duygulardaki cevheri; fıtrî iç sezgiyle ortaya çıkarmak, kelimelerle tezyîn etmek, dil işçiliğinin estetik kaygılarıyla şekillendirmek; hayâl, imge, metafizik düşünce ve büyülü bir anlatımla yoğurarak şiirleştirmektir. “Defter-i şuârâ”ya kaydedilen kadim şâirler; herkesin gördüğü şeyi çok farklı bir yanıyla gördüğü; herkesin bir şekilde hissettiğini çok farklı şekillerde hissettiği; pek çok insanın işitemediği duygu frekansını, şuuraltı sezgisiyle duyduğu; gördüklerini, hissettiklerini ve duyduklarını engin bir muhayyile, yüksek bir kavrayış ve şuûrlu bir idrâkle şiir hâline getirdiği için 304 Peyami Safa, Objektif-2, Sanat-Edebiyat-Tenkit, 255 233 / Dr. Mehmet Güneş “müteşâir” tâifesinden değildir ve “şâir” sıfatıyla muttasıftır. Hâsıl-ı kelâm şâirler; yüreğinden çağlayan inanç, ideâl, aşk, muhabbet, nefret, sevinç, hüzün, öfke, heyecan gibi duyguları; şuûr imbiğindeki akıl, irâde, ferâset, basîret, ilim ve sanat süzgecinden süzen; lafı kelâma, duyguyu sanata, bilgiyi bilince çeviren, fiziğe metafizikle lâhutî bir rûhâniyet kazandıran ve uçsuz-bucaksız bir yüreğin sahibi olan sıradışı ve özel insanlardır. Şeyh Gâlib’in dediği gibi; şâirler “kelâma can verirler…” Ve şâirlik; “samanlıktaki iğneyi bulup, karanlıkta ipliği iğne deliğinden geçirmek” gibi herkese nasip olmayan “bir özge mâcerâ”dır. Ümmî Sinan’ın diliyle söylersek, şâirlik; “Gül alıp gül satmaktır, Gül’den terâzi tutmaktır ve Gülü gül ile tartmaktır.” Seste, sözde, renkte, âhenkte, nakışta, desende, tabiatta, sanatta, ölümde ve hayatta “Mutlak Hakîkat”i arayan, bunun dışındaki her şeyin beyhûde olduğunu idrâk eden ve vezinsiz bir dünyada yaşayıp hayâtın “Gül” kokulu kâfiyesi olmak isteyen ve “Şiiri îmân için bilmişiz” diyebilen şâirlere ne mutlu… *** Bütün bu söylenenleri tefekkür ettiğimizde; şiirin ilhâm şimşeğinin çaktığı ve hissiyâtın çağlayıp aktığı yerin kalp; bunların hayâl, estetik, sanat, bilgi ve tefekkür ile demlendiği, gönül ve aklın teriyle damıtıldığı yerin şuûr; hitâp ettiği yerin ise duygu yüklü yürekler olduğunu görürüz. Bu sebeple olsa gerek “Bozkırın Tezenesi”; “Yürekten gelen yüreğe gider, yürekten gelmeyen yırağa gider.”305 derken; ehl-i dil de ; “Yürekten gelen söz yüreği vurur, dudaktan çıkan ses kulağı vurur.” kelâm-ı kibârını dile getirmiştir. Zâten en kısa târifiyle şiir, kalbin dilidir ve bir gönül lisânıdır. O, kalp ki “nazargâh-ı İlâhî”dir. O gönül ki, insan bedenindeki “Beytullah”tır… Şiir; kalbin dili olduğu zaman İlâhî bir iklimden feyz alır, rahmâni bir ilhâm ile hemhâl olur ve ancak vahyin ışığında aydınlanmış gönüllerde aslî kimliğini bulur. Bu îtibarla şiir; yüreğin şahlanışı olan duygu atına binmeli, şuûr kapısından geçerken şekillenmeli, Mâverâ’ya açılan ufuk çizgisinin ilhâmına 305 Neşet Ertaş Hüzünler “Gül” Kokuyor / 234 yönelmeli ve Hakîkat sırrına ermek için “Sonsuzluğun Sâhibi”ni menzil edinmelidir. Gerçekten de şiir, insanı İlâhî olana götüren ve semâvî iklimlerle irtibatlandıran bir sanattır. Şiir, insana dünyanın bütün hakikatlerini öğretmez, ama “Hakikat” sırrını hissetmenin kapılarını aralar, “Mutlak Hakîkat”i bulmaya çalışan aklı Hakk’a râm eyler ve yürekleri muhabbet iklimine müheyyâ eyleyerek aşka getirir. Şâir ve şiir; güzelden, “En Güzel”e vâsıl olma yolunda “laf”ı “kelâm” hâline getirirse, eserden müessire ulaşma istikametinde sanatın güzellikleriyle mesâfe kat ederse, Hakk’ı arama ve bulma menzilinde “eşyâ”nın hakîkatinden “Esmâ”ya, “Esmâ”dan “Zül Celâl” olan “Zât”a yol bulursa, işte o zaman fakire göre- sâlih bir işe vesîle olur. Bu açıdan şiir, bir amel-i sâlihtir, Hakîkat ufkuna seyr ü sefer yaptıran bir zikirdir, istikbâli fethettiren bir duâdır, içinde mânevî sırlar saklayan hikemî bir şifâdır… Ve şâir; “Ey tabîp elden gelirse yâremi gel emleme, Yâr elinden gelmiştir bu yâreyi merhemleme”306 dese de, ilhâmını vahyin kaynağından alan ve “Esmâ-i Şâfî” tecellîsine mazhâr olan şiir, gönül yaralarını tedâvi eden müstesnâ bir ilaçtır. *** “Allah katındaki hak din”307in şiire ve şâire bakış açısını Kur’ân penceresinden inceleyip, Allah Resûlü(s.a.v.)’nün sünnet ve hadisleri ışığında anlamaya çalıştığımızda, İslâm’ın şiire değil, şiirin muhtevasının tevhîde ve ahlâki değerlere aykırı olmasına muhalefet ettiğini; haddini aşan ve îmanla savaşan şâirlere karşı çıktığını görürüz. Kur’ân’ın; îmana hizmet eden, İslâm’ı tebliğ yolunda ter döken, tevhîdi fikreden, Hakk’ı zikreden, Habîbi’ni övmek için güzel sözler söyleyen ve müşrikleri hicveden şâîri değil; küfür vâdilerinde şeytanın çıraklığını yapan, hevâ ve heves değirmenine su taşıyan, yapamadığını söyleyen ve yalanı sermâye edinen şâirleri zemmetiğine şâhit oluruz. Zâten vahyin ışığında şekillenen Peygamberî idrâke göre de şiir, iyiye de kötüye de 306 307 Seyrânî Âl-i İmrân, 3/19 235 / Dr. Mehmet Güneş kullanılabilecek bir araçtır. Bu mevzûda Efendimiz genel kâideyi ortaya koymuş ve; “Şiir, ifâde edilmiş sözden başka bir şey değildir. Sözün Hakk’a uygun olanı güzel, Hakk’a uygun olmayanında ise hiçbir hayır yoktur.”308 diye buyurmuştur. İslâm, hayatın her karesine hükmeden yanılmaz ölçüler ortaya koyduğu gibi, her konuda; ‘fiilin gâyesini, vâsıtanın niteliğini, amelin husûsiyetlerini ve fâilin uyması gereken kâideleri’ de maddeler hâlinde tâdât etmiştir. Zâten Nebevî anlayışın fiil ve fâile bakışı; günahkârı değil, günâhı ortadan kaldırmayı amaçlamış ve ‘suçu imhâ, suçluyu inşâ ve îmar’ prensibini hedeflemiştir. Fiil; fâilin ameli olduğu gibi, şiir de şâirin gönül ve akıl teriyle yoğurduğu eseridir. Nasıl ki ameller; “amel-i sâlih”, “amel-i gayrı sâlih”, “amel-i fâsid” ve “amel-i fâsık” diye nitelendiriliyorsa, eserler de aynı şekilde mütâlâa edilmiştir. Müslüman edipler için edebiyat da bir amel olduğuna göre, sanatkâra düşen görev genelde sanatı ve edebiyatı, özel de ise şiiri sâlih amel kılmaktır. Zâten bizim irfan geleneğimizde edebiyat; “edebiyat yapmak” için değil, “Allah Cemîl’dir, cemâli sever.”309 hâdisi mûcibince güzeli ve güzellikleri öne çıkarmak, muhâtabını “edip” ve “edepli” kılmak; beşeri, insan-ı kâmil mertebesine yönlendirmek ve kalemin zekâtını “amel-i sâlih” olarak vermek gâyesine mâtuftur. İslâm, her işte olduğu gibi şiirde de helâl ve haram dâiresinin hudutlarını çok net bir biçimde çizmiştir. İslâmiyet belirli şartları taşıyan şiir sanatına müspet bakmış; insanları Hakk’a dâvet eden, ahlâkî değerleri yücelten, onlara güzel öğütler veren, güzelden ve güzellikten hareket edip “En Güzel”e ulaşma yolunu gösteren ve küfrü hicveden şiiri teşvîk etmiş; fakat mâlâyâni duyguları cûşa getiren, nefsî azdıran, insanı gayrı ahlâki vâdilerde gezdiren; günâha, isyâna ve inkâra sürükleyen, şirke kapı açan, gönüllere kin, nefret ve haset tohumları saçan, insanda melankolik hâller, pespâye hisler ve şehevî duygular uyandıran şiiri yasaklamıştır. Böylece Yüce Dînimiz; şiiri ve şâiri helâl ve sâlih olan istikamete yönlendirmeyi ve yüreklendirmeyi esas 308 Mehmet Yalar, İslâmî Arap Şiiri ve Hz. Peygamber, Uludağ Ünv. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XVIII, Sayı, 1, 61-88 309 Müslim, Îman, 41 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 236 almıştır. Yâni Dînimiz; İslâm’a ve ahlâka aykırı olmayan, insanı tevhîde, iyiliğe ve güzelliğe sevk eden yapıcı mâhiyetteki şiiri tebcîl ve teşvik etmiştir. Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm; edebiyatın çok ileri düzeyde olduğu ve şiirin zirveye ulaştığı, toplum tarafından şiire ve şâire çok büyük önem verildiği bir dönemde nâzil olmuştur. Âyetler vahyolunmaya başlayınca, İlâhî Kelâm’ın erişilmez ihtişâmı karşısında bütün şâirler ve şiire değer veren Câhiliyye toplumu büyük bir şok geçirmiş ve dilleri tutulmuştur. Çünkü Kur’ân, İlâhî ihtişâmına ilâveten, üslûp ve i’câz îtibâriyle de edebî bir şâheserdir. Gerçekten de Efendimiz’in şâirlerinden Hassan b. Sâbit(r.a.)’e “Neden şiir söylemediği?” sorulunca; “Kur’ân’ı görünce dilim tutuldu!” cevâbını verdiği mervîdir.310 Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini duyanlar, O’nun olağanüstü ifâde gücü, yüreklere işleyen tesiri ve üslûbunun câzibesi karşısında çok şaşırmış ve hayrete düşmüştür. Kur’ân’ın o muhteşem beyânı karşısında acze düşen müşrikler söyleyecek söz bulamayınca, nâzil olan İlâhî vahyi “şiir”, Sevgili Peygamber(s.a.v.)’i -hâşâ- “mecnun, kâhin, sihirbaz, şâir” ve mûcizelerini de “sihir” diye yaftalamaya cür’et etmişler; Kur’ânı Kerîm’e ve Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’e yönelik çeşitli saldırılar başlatmışlardır. Ancak Kur’ân; şiirin, hayâl ve anlatımının çok ötesinde öylesine yüksek hakîkatlere, erişilmez ifâdelere ve semâvî bilgilere sâhipti ki, vahyi işitenler, diliyle ikrâr etmeseler de içten içe O’na duydukları hayranlıklarını gizleyememişler, fakat yine de müşrikler; Allah Resûlü(s.a.v.)’ne “mecnun bir şâir”311, vahyedilen âyetlere de -şiirde, hakîkate hayâl, hayâle hakîkat karıştığı için- “şiir” demişlerdir. Bunu söyleyerek Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’i; cinlerle irtibatlı bir şâir olarak göstermek istemişler ve Kur’ân’ın mahza hakîkat olan beyânını gölgelemeye, sıradanlaştırmaya ve beşerîleştirmeye çalışmışlardır. İşte bütün bu sebepler dolayısıyla, şiir ve şâir hakkındaki âyetler nâzil olmuştur. Cenâb-ı Allah (c.c.), Efendimiz’e şâir, Kur’ân-ı Kerim’e de şiir deme cür’etini gösterenleri kastederek; Yâsin Sûresi’nde ; “Vema alemnahüş şığra vema yenbağı leh. 310 311 Mustafa İslâmoğlu Sâffât, 37/36 237 / Dr. Mehmet Güneş İn hüve illa zikrün ve Kur’ân’ın mübîn”312 (Biz O’na (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Bu O’na yakışmaz ve gerekmezdi zâten. O Kur’an, vahiydir ve apaçık bir zikirdir.) diye buyurmuştur. Böylece vahiy ile şiirin karıştırılmaması gerektiği ifâde edilirken, vahyin hiçbir şeyle kıyaslanamayacağına, kıyaslanmaya kalkılırsa ancak şiirle kıyaslanabileceğine ve şiirin “Allah tarafından öğretilen bir sanat” olduğuna da zımmen işâret edilmiştir. Yâni Kur’ân-ı Kerîm bu kıyaslanmazlık vurgusunu yaparken, bir yönüyle de şiire muallâ bir mevkî vermiştir. Ayrıca bu âyette şiiri kötüleyen herhangi bir ifâde yer almadığı gibi; şiirin, Allah(c.c.)’ın öğrettiği bir beyân olduğu îmâsı da yapılmıştır. Zâten şiir, semâvî olandan feyz alıp, İlâhî iklimlerle irtibata geçmek için yeryüzünden semâya bir duâ misâli yükselir; vahiy ise insanlığa hidâyet bahşetmek için Arş-ı Âlâ’dan yeryüzüne gelir. Bu zâviyeden baktığımızda şiir, bâzı kullarına Yüce Rabb’imizin ilhâm olarak bahşettiği, melekût âlemiyle irtibatlı bir ses ve Rahmânî bir nefestir. Bu konuda şunu ifâde etmemiz gerekir ki, Yâsin Sûresi’ndeki bu âyet, Allah Resûlü(s.a.v.)’nün nübüvvet ve risâletini inkâr etmek için yanlış isnatlara başvuranların bu iddialarını nakzetmiş ve peygamberlik mertebesinin, şâirlikle mukâyese edilmeyecek bir ulviyet ve kutsiyete sâhip olduğunu da vurgulamıştır. Fuzûlî, Farsça yazdığı mensur bir eser olan “Rind İle Zahid”de, Yâsin Sûresi’ndeki bu âyet hakkında düşündüklerini ve şiirle ilgili kanaâtlerini Rind’e söyletmiş ve; “Ey Zahid¸ ‘Biz¸ O’na şiir öğretmedik’ âyetinin mânâsından anlaşılan¸ şiir¸ peygamberden başkasına Allah(c.c.)’ın öğrettiği şeydir! Ona ihânet ise yanlıştır! ‘Şüphesiz¸ şiirde hikmet vardır!’ın mânâsı¸ öyle görünüyor ki¸ nazım da, Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v.)’nın râzı olduğu bir davranıştır.”313 demiştir. Elbette ki Kur’ân, Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in en büyük mucizesidir ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şâir olmadığı gibi, Kur’ân da aslâ şiir değildir. Fakat Kur’ân; Allah(c.c.)’ın emir ve nehiylerini edebî bir dille, î’câz ve belâgatın zirvesinde, şiir tekniğinin çok üstünde ve insan rûhuna 312 313 Yâsin, 36/69 Fuzûlî Hüzünler “Gül” Kokuyor / 238 hitâp edecek şekilde nâzil olmuştur. Yüce Rabb’imiz bu mevzûu; “..Görebildiklerinize ve göremediklerinize yemin ederim ki, O (Kur’ân), hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür. O, bir şâirin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! (O), Âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından vahyedilmiştir..”314 diye beyân buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de şiir kelimesi 1, şâir kelimesi de -birisi çoğul olmak üzere- 5 âyette geçmektedir. Şiir, yukarda îzaha çalıştığımız Yâsin Sûresi’nin 69. Âyeti’nde; şâir kelimesi ise, müşriklerin Efendimiz’e yaptıkları şâirlik isnadını reddeden (Hakka, 69/41; Enbiyâ, 21/5; Sâffât, 37/36; Tur, 52/30) âyetlerde ve “Şuarâ Sûresi”nin 224. Âyet-i Celîlesi'nde geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Şuarâ” yani “Şâirler” ismini taşıyan sûrenin son bölümünde insanları kötü yola sürükleyen şâirlerle ilgili olarak; “O şâirlere gelince, onlara yalnız sapıklar uyar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?”315 denilmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır, “Hak Dîni Kur’an Dili” adlı tefsirinde bu âyetleri îzâh ederken; “Hak ve gerçek peşinde değil, sâde bir istek, arzu ve heveslerinin peşinde giden, hep zevk ve eğlence arayan (bu) azgınların; eğri doğru, iyi kötü her konuya dalan, her vâdide otlayan ve ifâdede ne kadar şaşkınlık ve şiddetli arzuya dalarsa o kadar etkili olacağını sanan ve yapmayacaklarını söyleyen şaşkın ve sapkın şâirlerin peşine takılacağını ve onlara uyacağını” dile getirmiştir.316 Bu âyetten mülhem, Fuzûlî de; “Ger derse ki Fuzûlî, güzellerde vefâ var, Aldanma ki şâir sözü elbette yalandır” diyerek Şuarâ Sûresi’ne atıfta bulunmuştur. Konuyla ilgili olarak yapılan birden fazla rivâyete göre, bu âyetler nâzil olunca; Müslüman şâirler ağlayarak Efendimiz’in 314 Hakka, 69/38-43 Şuarâ, 26/224-226 316 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, VI, 120-121 315 239 / Dr. Mehmet Güneş yanına gelmiş ve; “Ey Allah’ın Resûlü! Şüphesiz Allah (c.c.), şâir olduğumuzu bildiği halde bu âyetleri indirdi ve biz helâk olduk.” demişlerdir. Bunun üzerine: “Ancak îman edip sâlih amel işleyenler, Allah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesnâ; haksızlık edenler, hangi âkıbete döndürüleceklerini yakında göreceklerdir.”317 meâlindeki âyet inmiş ve Hz. Peygamber (s.a.v.), bu âyeti onlara okuyarak:“İşte bu ayette sözü edilenler sizlersiniz” buyurmuştur.318 Bâzı müfessirler de bu âyeti; “Ancak îman edip iyi ameller işleyenler, ahlâki değerlere bağlı olanlar, söyledikleri şiirde gerçekleri dile getirenler, söyledikleriyle yaptıkları aynîleşenler, Allah(c.c.)’ın birliğini esas alan Tevhid Dîni’nin ilkelerini savunanlar, Allah(c.c.)’ı çok ananlar, şiirlerinde Allah(c.c.)’a hamdedenler, şükredenler, O’nun yüceliğini zikredenler ve yarattığı şeylerde O’nun kudretini hatırlayanlar, zulüm ve haksızlık karşısında şiirleriyle mücâdele verip hakkı savunanlar ve İslâm’ı hicvedenlerden öçlerini alanlar müstesnâ.” diye tefsir etmişlerdir.319 Hülâsâ Şuarâ Sûresi’nin 224, 225 ve 226. Âyet-i Celîleri'nde genel olarak müşrik şâirlerin taşıdığı vasıflar sıralanmış, bu sûrenin son âyet-i kerîmesi olan 227. Âyet’te ise özel olarak Müslüman şâirlerde bulunması gereken husûsiyetler vurgulanmış ve bu özellikler; “1-Îmân sâhibi olmak; 2-Sâlih amel işlemek; 3-Allah(c.c.)’ı çokça zikretmek, insanları Hakk’a dâvet etmek, şiirlerinde tevhîdi, nübüvveti ve güzellikleri dile getirmek; 4-Zulme uğradıklarında zâlimlerden öçlerini almak; dinlerini, mukaddesatlarını, şahsiyetlerini ve mânevî değerlerini hicvedenler karşısında diliyle cihat etmek ve haddi aşmadan onlara hadlerini bildirmek” diye ifâde buyurulmuş ve dört madde hâlinde sıralanmıştır. 317 Şuarâ, 26/227 Zekî, el-Muvâzene beyne’ş-şu‘arâ, 31; Ma‘rûf, Nâyif, el-Edebu’l-İslâmî fî‘ahdi’n-nubuvveti vehilâfeti’r-râşidîn 319 DIB, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, IV, 179-180 318 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 240 Netîce olarak bu konuda şunu söylememiz gerekir ki, sahîh kaynaklarda yer alan bir çok hadiste; Hakk yolunda söylenen, insanı iyiye, güzele sevkeden şiir ve Yaradan’ı vasfeden şâirler; Şuarâ Sûresi’nde zemmedilen şâirlerden ve şiirden istisnâ tutulmuştur. Hatta “Muallaka Şâirleri”nin Tevhîde mugayir olmayan güzel mısrâları Fahr-i Kâinât Efendimiz tarafından bile terennüm edilmiştir. Meselâ, Câhiliyye Devri’nin önde gelen şâirleri arasında yer alan ve Medîne Dönemi’nin sonlarına doğru Müslüman olan Lebîd b. Râbiâ(r.a.)’nın; “İyi biliniz ki, Allah’tan başka her şey yok olmaya mahkûmdur.” mısrâı, Efendimiz Aleyhiselâtü Vesselâm tarafından takdîr edilmiş ve söz konusu bu dize; “Şâirlerce söylenmiş en doğru söz!” tebcîline mazhar olmuştur.320 Yâni Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), içinde yaşadığı toplumda çok büyük bir önem arzeden şâire ve şiire ehemmiyet vermiş, bâtıl ve hevâ adına söylenen şiirleri reddederken, Hakk yolunda olan şâirleri, doğruyu ve güzellikleri dile getiren şiirleri de teşvîk etmiştir. Yüce Rabb’imiz İsrâ Sûresi’nin 53. Âyeti’nde de; “..Kullarıma söyle (insanlara karşı) en güzel sözü söylesinler..” buyurmaktadır. Bu îtibarla konuşurken, nasîhat ederken, güzellikleri dile getirirken, hele hele tebliğ vazîfesini yaparken “en güzel sözü” seçmemiz îcâp edeceği vurgulanmış ve burada da “söz sanatlarının zirvesi” ve güzellik numûnesi olan şiire sanki bir telmihte bulunulmuştur. Allah Resûlü (s.a.v.) şiir ve şâirin fazîleti hakkındaki bâzı hadîs-i şeriflerinde; “İnne min’eş-şi’ri le hikemeten” (Şüphesiz ki, bâzı şiirler hikmet ifâdeleridir.)321; “İnne lillâhi künûzen fî tahti’l-Arşi ve mefâtîhuhâ elsinetü’ş-şuarâi” (Allah’ın, Arş’ın altında hazîneleri vardır. Bu hazînelerin anahtarları da şâirlerin diline verilmiş bir sır hazînesidir.)322 diye buyurarak şiirin güzel ve faydalı olanını tavsiye, teşvik ve taltîf etmiştir. Efendimiz bu hadisleriyle de; şiirin, eşyanın kabuğunu çatlatan hikmetli bir söz olduğunu mübârek lisanlarıyla ve en veciz bir biçimde ifâde buyurmuştur. 320 İbrahim Cân’an, Kütüb-i Sitte, VIII, 201, Had. Nu: 2315; Buhârî, Rikâk 29, Menâkıbu’l-ensâr 20; Müslim, Şi’r 1, 3, 6; Tirmizî, Edeb 70; DIB, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, IV, 180 321 Buhârî, Edeb, 90; Tirmîzî, Edeb, 69; İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, VIII, Had. Nu:2304 322 Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, II, 241 / Dr. Mehmet Güneş Şiir mevzûunda Ebû Hureyre(r.a.)’den rivâyet edilen, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in şiiri makbul saymadığını ifâde eden ve “Yemin ederim ki, bir kimsenin karnının irinle dolması, şiirle dolmasından daha hayırlıdır.”323 diyen ve şiirin mutlak şekilde mekruh olduğu kanaatini uyandıran bir hadisten de bahsedilmektedir. Ancak bu konuda Hz. Âişe (r.anha) Vâlidemiz bahse konu hadisteki nakilde bir eksiklik bulunduğunu ifâde etmiş ve hadisin tamamının; “Yemin ederim ki, sizden birinin içinin, onu kemirip bitirecek ölçüde kan ve irinle dolması, bu kişinin içinin, nübüvvetin hicvedildiği şiirle dolu olmasından daha hayırlıdır.”324 şeklinde olduğunu söylemiş; ayrıca bu hadisin muhâtabının da; putları öven, nübüvveti inkâr eden Câhiliyye şiiri ve şâirleri olduğunu açıklayarak söz konu hadîsteki eksik kalan kısmı tamamlayarak, yanlış anlaşılmaya sebep olacak bir nakli de vuzûha kavuşturmuştur. Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm; Tevhid mücâdelesi sırasında Hakk’a dil uzatan, Müslümanları aşağılayıp hicveden, mü’minleri tahkir ve müşrikleri tahrik eden Ka’bu’l-Eşref, Ukbe İbn-i Ebî Mu’ayt, Nadr İbnu’l-Haris, Abdillah İbn-i Umayr gibi şâirleri cezalandırmıştır. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki, Mekke’nin Fethi’nde herkes affedilirken “Kâbe’nin örtüsüne sarılı olarak bile bulunsa öldürülmesi emredilen on kişi”den üçü şâirdir.325 Buna mukâbil Allah Resûlü (s.a.v.), “Peygamber Şâirleri” diye tesmiye olunan Abdullah b. Revâha (r.a.), Ka‘b b. Mâlik (r.a.) ve Hassân b. Sâbit (r.a.) gibi Müslüman şâirleri teşvik etmiş ve onlara iltifatlarda bulunmuştur. Efendimiz, “Kasîde-i Bürde”nin müellifi Ka’b b. Züheyr(r.a.)’e hırkasını hediye ederek, onu dünyanın en bahtiyâr şâiri yapmıştır. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), şiiri bir cihad silahı olarak görmüş ve ihtiyaç hâsıl oldukça, şâirlerini çağırarak; “Müşriklere karşı hicviyelerinizi fırlatın. Zîrâ sizin şiirleriniz onlar üzerinde oktan daha çabuk tesir eder ve daha ağır yaralar açar!”; “Mü’min kılıcıyla da, diliyle de cihât eder.”326 diye buyurmuşlardır. Kezâ Kureyşli müşrik şâirlerin Allah 323 Buhârî, Edeb, 92; Müslim, Şi’r, 7-9 TDV İslâm Ansiklopedisi,, XXXIX, 148; Mehmet Yalar, İslâmî Arap Şiiri ve Hz. Peygamber, Uludağ Ünv. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XVIII, Sayı, 1, 61-88 325 İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, VIII, 180 326 İbrahim Cânan, a.g.e., VIII, 181, VIII, 191, Had. Nu: 2309 324 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 242 Resûlü(s.a.v.)’ne şiirle yaptıkları saldırılar artınca, Fahr-i Kâinât Efendimiz Hassân b. Sâbit(r.a.)’e; “Yâ Hassân! Onları hicvet! Şunu bilmelisin ki, sen Allah ve Resûlü için müşrikleri hicvettikçe, Cebrâil seninle berâberdir. Onlara karşı senin sözlerin kılıçtan daha tesirlidir.”327 diyerek onu taltif ve tebcîl ettiği gibi Hassân b. Sâbit (r.a.) için Mescid’de husûsî bir minber koydurtmuş ve Hassân’a tahsis ettiği minberde onun şiirlerini Sahâbe-i Kiramla birlikte dinlemiştir.328 Bunun yanı sıra Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in zaman zaman Arap şâirlerin bâzı beyitlerini ve arasında -şiir kastı olmaksızın- bir kısım manzum ifâdelerinin bulunduğu Kütüb-i Sitte dâhil pek çok sahîh kaynaklarda ifâde edilmekte329 ve başta Muaz b. Cebel (r.a.) olmak üzere bâzı sâhabîlere uzun uzun şiir okutup dinlediği de hadislerde nakledilmektedir. Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in bâzı şâirlerin beyitlerini övdüğüne, bâzı şiirleri teşvik ettiğine; Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Fâtıma (r.anha), Hz. Âişe(r.anha)’nin şiir söylediğine ve bir çok İslâm büyüğünün dîvânları olduğuna göre, bu konuda İslâm’ın hükmü açıktır ve tartışılacak bir yoruma hâcet bırakmamaktadır. Yâni Kur’ân ve Sünnet penceresinden bakıldığında İslâm’ın belirli şartları taşıyan şiir sanatına müspet baktığı ve hatta teşvik ettiği; buna mukâbil helâl dâiresinden uzaklaşan şiiri de yasakladığı ve haram kıldığı çok net bir biçimde görülmektedir. Bu mevzûda şunu bir kere daha ifâde etmemiz gerekir ki, İslâm; şiiri yasaklamamış, şiir söylenmesine karşı çıkmamış, fakat şâirin ameline ve niyetine göre hüküm vermiş, şiirde aranması gereken niteliklerle, şâirin uymak mecbûriyetinde olduğu prensiplere dikkat çekmiş ve Müslüman şâirde bulunması gereken husûsiyetleri de birçok âyet ve hadis ile îzah etmiştir. Hülâsâ İslâmiyet, -yukarıda açıklamaya çalıştığımız genel prensipler çerçevesinde- şiirin hangi ölçüleri şiâr edinmesi ve şâirlerde de hangi özelliklerin bulunması gerektiğini tartışmaya mahal bırakmayacak sarâhatte ve maddeler hâlinde ortaya koymuştur. 327 Buhârî, Bedü’l-halk, 6, Megâzî, 30; Müslim, Feyzü’l-sahâbe, 153, 157 Buhârî, Edeb, 91; Ebû Dâvûd, Edeb, 95; Tirmîzî, Edeb, 70; İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, VIII, 185, Had. Nu: 2306, 2312; Hanbel, Müsned, III, 456460; TDV İslâm Ansiklopedisi,, XXXIX, 148 329 Tirmîzî, Edeb, 70; İbrahim Cânan, a.g.e., VIII, 202, Had. Nu: 2316 328 243 / Dr. Mehmet Güneş Şâirlere bahşedilen en büyük ödülü Nebîler Nebîsi vermiş, onların sırtına -daha sonraları “Hilâfet Sembolü” olarak kabul edilen- o mübârek Hırka-i Saâdetlerini koymuş ve hiçbir şeyle mukayese edilmeyecek bir rütbeyle Ka’b b. Züheyr(r.a.)’in şahsında şuarâyı taltîf etmiştir. “Lâle”ye müştak “Gül” sevdâsıyla yanıp-tutuşan, ‘Gül, Aşkın Mihrâbıdır’ diyerek Muhabbetullah ufkuna koşan şâirler de, şiirin ana gâyesini; “Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işi”330, “Mutlak Hakîkat’i usûllerin en ince ve en giriftiyle arama sanatı”331 olarak görmüşler ve O’ndan gayri her şeyi “kıyl ü kâl” saymışlardır. *** Şiirin kaynağına doğru yapılan yolculuk, bizleri vahye giden yolun başlangıcına ulaştırır. Çünkü şiir, inzâl yoluyla gelen ilhâmla başlayan bir sanatkârlıktır. Rüyâyı sâdık denilen “mübeşşirât”, “Nübüvvetin 46 cüzünden bir cüzdür.”332 Mâverâdan gelen ilhamlar ve öteleri menzil edinen hayâller de sâlih rüyâların bir başka boyutudur... Bu mevzûda Sühreverdî; “Kalbe gelen hayâller de nâzil olur” demektedir. Çünkü şiirin kaynağı kalptir; kalp de, “Mukallibe’l-kulûb” (Kalpleri çeviren) ve “Musarrife’l kulûb”333 (Kalpleri yönlendiren) olan Allah(c.c.)’ın ikrâm ve ihsân eliyle, Mâverâ perdesini aralayan bir pencereye ve ötelere açılan bir kapıya dönüşür. Bu mânada şiir; “Hakîkat”i okuma ilminden bir cüzdür. Bu açıdan şâir, maddedeki ihtişâmı farklı bir zâviyenden görür, rûhuyla dinler, akl-ı selîm ile idrâk eder ve gönül gözüyle okur. Yüce Rabb’imizin “Oku!”334 emr-i İlâhisindeki sır, Kâinât Kitabı’nda sırlanmış olan evrensel ahenkteki şiirin ve şiiriyetin de bu idrâk ile okunmasıdır. Bu îtibarla mü’min şâir; “insan”ı, “Kâinât Kitabı”nı ve “Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân”ı şuûrlu bir nazar ve şâirâne bir bakış açısıyla okuyan ve kendi istidadınca okuduklarını şiirleştiren “bir büyük sanatkâr”dır. 330 Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Şiirde Gâye, 474 Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Şiirde Gâye, 476 332 İbrahim Cânan, Kütübü Sitte, IV, Had. Nu: 957,510 333 Müslim, Kader, 17 334 Alak, 96/1 331 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 244 Gönlünü Allah(c.c)’a bağlayanlar, şuûr altındaki “evham”ların değil, Rahmânî bir iklimden yansıyan “ilhâm”ların ışığında şiir yazarlar ve “Onlar, her vâdide vehmedip şaşkın şaşkın dolaşanlar”335dan olmazlar. Çünkü şuûr, ötelerden sâdır olup, şiiriyet kesbedecek duyguları “tefrik ve temyiz” ile bilinç üstüne sevk eder; ilhamlarını kalb-i selîm ve zevk-i selîm dâiresinden geçirir ve yeniden Mâverâ ufkuna taşır. Duygu ve düşünceler de semâvî menzillerle tekrar irtibâta geçerse; şâir rûhânileşme yolunda terakkî kaydederken, şiir de Rahmânîleşme istikametinde ilerler. Bu îtibarla, vahyin süzülüp geldiği Rahmânî iklimlerden beslenen, Mâverâ’nın nûrânî esintilerinden feyz alarak seslenen ve “Mutlak Hakîkat”i aramak, anlamak ve anlatmak için nazmı bir vâsıta olarak gören îmanlı şâirler; vehbî olan ilham ve duyguyu, nâzil olan muhayyileyle demler, Kâinât Kitabı’nın şiiriyetiyle ve irfânî bilgiyle harmanlar, bunları şuûrlu bir inceleme ve terbiyeden geçirir, yaşanmış bir hayatla birleştirir, ukbâya dönük olan ve insanın rûhuna hitâp eden “Rahmânî” kaynaklardan beslenerek “şiir” yazarlar. Rahmânî şiir; insanın yüreğini yumuşatan ve gönül tellerini aşka getiren bir iksirdir. Onları söyleten söyletir ve şâir, şiire dil olur. Fakat şuûr, bilinçaltındaki Rahmânî olan ilhamdan değil de, nefsânî olan evhamlardan beslenirse; duygu ve düşünceleri “filtre ve terbiye” etmeden helâl dâiresinin dışındaki arzuların eline terk ederse; şiir hevâ ve heveslerin esiri olup süflîleşirken, şâirler de bâkî olanı bırakıp, fâni olana meyleder ve “yapmadıklarını söyleyenler”336 kafilesine katılarak, şeytana çıraklık yapmaya yönelirler. Nefsânî şiir, “süveydâ”yı büyütürken kalpleri karartan, insanı nefs atına bindirirken gönlü yaya bırakan mâsivâ menzilli bir fâsit dâiredir ve “vehimler vâdisinde” lâf-ı güzaf ile uğraşanların meşgâlesidir. Yâni “Hakîkat” şuûrundan mahrûm olan şâirler, şuûr altındaki “evham”lardan beslendikleri için, mâsivâya yönelen nefsânî duygularının yani egolarının esiri olurlar. Böyle olunca da fiziği metafizikle tenvîr eden şiirlere imzâ atamazlar, “eşyânın hakîkatine vâkıf olmak” için gerekli olan çabanın semâvî boyutunu ıskaladıkları için beş duyunun ötesine geçemezler, 335 336 Şuarâ, 26/225 Şuarâ, 26/226 245 / Dr. Mehmet Güneş hayâl ve ideâllerini Mâverâ’nın ışığında şuûrlandıramazlar. Bunun tabii sonucu olarak da; duygu ve düşünceleriyle evrensel âhenkten habersiz yaşarlar, ebedî âlemi göz ardı ederler, edebe mugâyir davranırlar, fânî ve nefsî olana mahkûm olurlar. Böyle olunca da, ya nefse tutsak oldukları için suflî şiirler yazarlar; ya duymadan, hissetmeden, çile çekmeden, emek vermeden, bedel ödemeden ve yaşamadan yazmaya kalktıkları için lâf-ı güzafla oyalanırlar; ya da hilkâtin esrârından, hayâtın hakîkatinden âzâde kaldıkları, aklın kabuğunu kıramadıkları için söz cambazlığına soyunurlar, lâf-ı güzafla, mugâlatayla veya edâsı hoş olsa da, muhtevâsı boş süslü sözlerle meşgûl olurlar. Hâsılı, şiirin ortaya çıkmasının ilk şartı; zaman ve mekân ötesinden gelen ilhâmların bir muammanın sırrıyla hemhâl olarak şuûr ufkunda tulû etmesidir. İlhâm diye vasfedilen bu esrarlı duygu, aslında Mâverâ ufuklarından gönül dünyamıza doğru esen ve ne zaman zuhûr edeceği belli olmayan bir sabâ rüzgârıdır. Bu sabâ rüzgârı; derûnî dünyanızın perdesini içten içe aralar, yüreğinizde metafizik bir ürperti oluşturarak dâvetsiz bir misâfir gibi kapınızı çalar, belki de hiç uygun olmayan bir anda “ilhâm” olup birdenbire esmeye ve ansızın gönül tellerinizi titretmeye başlar. Bu sabâ rüzgârı gönül tellerimizi titretince, şuûraltındaki duygular uyanır ve şuûr plânında kıyâma durur. Şuûr üstüne çıkan duygular, düşünce ve hayâl dünyasından geçip dile dökülünce, büyülü sözcüklerin ışıltıları arz-ı endâm eder. Bütün bunlardan dolayıdır ki, bir Fransız şâir; “İlk mısrâ Tanrıdandır.”337 ifâdesini kullanmıştır. *** Eskiler, “Cehd ve tahsil ile şâir olunmaz, ancak istidâd-ı tabiî ile şiir söylenir.” demişlerdir. Çünkü şâirlik, doğuştan gelen bir sanatkârlıktır. Her sanatın çalışmakla elde edilen bir zanaatkârlık yönü olsa da, iyi bir şâir olabilmek için rûhî bir meyil ve fıtrî bir istidat gerekir. Buna ilâve olarak şiiri sevmeli, ciddîye almalı, emek vermeli, onu boş zamanlarını dolduran bir meşgûliyet olarak görmemeli ve geniş bir edebî kültüre sâhip olabilmek için gayret göstermelidir. Zîrâ şiir, çetin bir dil işçiliği olduğu için dil üzerinde hâkimiyet kurulmalı, “İlimsiz şiir, temelsiz duvar gibidir.” diyen Fuzûlî’ye kulak verilmeli ve ilmî bakımdan belli bir seviye yakalanmalıdır. Yâni, 337 Paul Valery Hüzünler “Gül” Kokuyor / 246 şiirin bir sanat, bir de zanaat yönü mevcut olup, şiirin alt ucunda zanaat, zirve noktasında ise sanat vardır. Kezâ, şâirliğin de bir doğuştan verilen, bir de sonradan elde edilen yönü bulunmakta olup, şâirlik “vehbî”, zanaatkârlık ise “kesbî”dir. Fakat hiçbir vehbîlik, kesbîlikten ârî değildir. Şiir yazmak için çalışmak, çabalamak, göz nûru ve gönül teri dökmek gereklidir, ama yeterli değildir. Atalarımızın “Zorla güzellik olmaz.” dedikleri gibi, şiir kendiliğinden gelmeli, duygular gümrah bir ırmak gibi çağıldayıp akmalı, düşünceyle renklendirilmeli, edebî sanatlarla tezyîn edilmeli ve hiçbir zaman sun’i ifâdelere ve zorlamalara tevessül edilmemelidir. Zâten zorlayarak güzel şiir yazılmaz, çünkü şiir zaten başlı başına bir güzelliktir ve doğuştan bir kabiliyet gerektirir. Bidâyette de ifâde ettiğimiz gibi şiir; öncelikle şâir fıtratlı insanların şuûraltındaki sezgilerle harekete geçen, sırlı bir ilhâm neticesinde şuûraltındaki duygu ve hayâl ikliminde goncaya duran sembollerle şekillenen, kültür ve düşünce derinliğiyle mütenâsip olarak büyüyen, gönül teri ve göz nûruyla tekemmül eden, üzerinde durmakla gelişen ve uykusuz geceleri bölüşen bir dil işçiliğidir. Öyle zahmetli bir dil işçiliğidir ki, âdeta kalemle kuyu kazmaya mümâsildir. Tonlarca topraktan bir gram altın çıkartan madencilerin alınteri dökmesindeki gayrete ek olarak şâirlerin; bir de gönül teri dökmesi, duygularını yürek fırınında pişirmesi, şuûr plânında düşünceyle mayalaması, ilim demliğinde demlemesi ve kelimeleri hem bir kuyumcu titizliğiyle işlemesi, hem de en yoğun duygu ve düşünce kesâfetine getirinceye kadar akıl imbiğinde süzmesi gerekmektedir. Zâten yürek fırınında pişmemiş, akıl imbiğinden geçmemiş, hayâl, imge, ilim ve düşünceyle zenginleşmemiş ve zamanın sînesinde demlenmemiş olan “şiir”, has şiirin sâhip olması gereken üstün özellikleri mısrâlarına taşıyamaz. Bir Alman atasözünde; “Şâir doğulur, hatip olunur.” denilmekte ve bu teorem pek çok düşünür tarafından da savunulmaktadır. Genel olarak şâirliğin fizyolojik bir yapı olarak doğuştan geldiği, şâir doğanların şuûraltı sezgilerinin çok kuvvetli olduğu ve ruhlarında şiire dâir belli bir meyil bulunduğu kabul görmektedir. Pek çok edebiyatçı da, şâirlerin; yüreklerindeki ilhâmı iç sezgileriyle idrâk ettikleri, duydukları hissiyâtı alışılmışın dışında büyülü bir lisanla yorumladıkları, hayâta, kâinâta, fizik ve metafizik dünyaya çok farklı 247 / Dr. Mehmet Güneş perspektiflerden baktıkları, bütün bu özelliklerin ve edebî zevkin de eğitim ve kültürle çok daha derinleştiği husûsunda hemfikirdirler. Bu konuda şu husûsu da ifâde etmemiz gerekir ki, doğuştan şâir fıtratına sâhip olmayanlar, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar belki manzûme yazarlar, ama ses avcısı olamazlar ve has şiire imzâ atamazlar. Şâir doğanlar ise, bu husûsiyetlerini geliştirmek için gayret göstermezler, şiir kültürüyle hemhâl olmazlar, gönül teriyle göz nurunu imtizaç ettiremezler ve uykusuz gecelerini mısrâlara hasretmezlerse, belli bir aşamayı geçemezler. Zîrâ “Şâirin, zekâsıyla değil, rûhuyla düşünmesi gerektiği”338 ve bu kabiliyetin de fıtrî bir ihsân netîcesi kemâl bulduğu üdebâ ve şuarânın müşterek kabulü ise de, zekânın; şiir tekniğinin olgunlaşması ve billûrlaşması için bir lâzıme olduğu ve “edebiyatın, doktorluk kadar husûsî bir etüde muhtaç”339 olduğunu / olması gerektiği de üdebâ ve şuarâ tarafından vurgulanan tartışılmaz bir hakîkattir. Şiiri ciddiye alan ve belli bir alt yapı gerektirdiğine inanan her şâir; şiirin ilmî ve zihnî arşivini kâmil bir biçimde oluşturmak için, İslâmiyet öncesi Türk Edebiyatı’ndan modern Türk şiirine, dünya klâsiklerinden Batı ve Doğu şiirine kadar pek çok eserle musâfaha etmeli, genç şâirler şiiri tanımak ve inceliklerine vâkıf olabilmek için uzun bir okuma sürecinden geçmeli ve temâyüz etmiş büyük şâirlerin şiirlerini -hangi düşüncede olduğunu bir kenara bırakarak- bol bol okumalıdır. Şâirler; şiirin aceleye gelecek bir sanat dalı olmadığını çok iyi bilmeli, şiirin kelimelerin süzülmüş hâli olduğunu müdrik olmalı, kelimeleri yerli yerinde kullanabilmek için sabır ikliminde karar kılmalı, en güzel ifâdeyi buluncaya dek sebât etmeli, şiirini tekrar tekrar okuyarak dile ve kulağa dokunan eksiklik ve fazlalıkları düzeltmeli, en âhenkli ritmi, söz ve ses uyumunu yakalayabilmek için mutlaka şiiri demlenmeye bırakmalıdır. Bu konuda, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Rindlerin Ölümü” adlı şiirindeki “Ve serin serviler altında kalan kabrinde” mısrâındaki “serin serviler” ifâdesini yakalayabilmek için uzun yıllar beklediğini aslâ hatırdan çıkarmamalı, şiirin hamlığını atması için beklenmeli, her şiir olgunlaşıncaya kadar zamanın sînesine serilmeli ve demlendirilmelidir. 338 339 Peyâmi Safa, Objektif-2 Sanat-Edebiyat-Tenkit, 255 Peyâmi Safa, a.g.e., 251 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 248 Yine her şâir, geleneğin zengin kaynaklarından beslenerek ufkunu genişletmeli; hayâl dünyasını zenginleştirmeli; usta işi söyleyişlere muttalî olmalı ve bütün bunları akıl ve ruh teknesinde yoğurup, klâsik olana modern renk, ses ve çizgiler ilâve ederek kendine has yeni bir üslûba sâhip olmak için şiirin derinliklerine doğru yol almalıdır. Çünkü şiirde de gelenekten beslenmeden gelecekte vârolmak aslâ mümkün değildir. Zîrâ her güçlü şâir; kendinden sonraki pek çok şâirin üslûbunun şekillenmesinde, ufuk çizgisinin genişlemesinde, hayâl dünyasının zenginleşmesinde, ifâde gücünün artmasında, düşünce koordinatlarının tebellür etmesinde, ilham ve feyz kaynaklarının oluşmasında çok önemli etkiler yapmıştır / yapmaktadır. Bu îtibarla her şâirin; hem Halk, hem Tekke, hem de Dîvân Edebiyatı’ndan haberdâr olması, bu revnaklı edebî iklimin eşsiz güzelliklerinde “ruh kökünü” bulması ve aşkın estetik letâfetiyle hemhâl olarak şiirin şuûruna ermesi gerekir. Hiç şüphesiz bu şuûru oluşturacak en gümrah kaynaklardan birisi de kadim medeniyetimizin inşâ ettiği Dîvân şiiridir. Herkesi kendisine hayran bırakan Dîvan şiirindeki edebî sanatlar karşısında, bütün edipler takdir duygularını ifâdeden âciz kalmış, edebiyat dünyası da bu müstesnâ ihtişam karşısında ihtirâm göstermiş ve selâm durmuştur. Bu îtibarla şuarânın Divân şiirini çok iyi bilmesi ve mazmunlarına muttalî olması gerekir. Dîvan şiirine muttalî olmak demek; hayâl dünyasını hudutsuzluğun son sınırına taşımakla, beş duyumuzla varlığı hissedilemeyen mücerret duyguların esrarlı iklimini soluklamakla; aşktan aşkınlığa, düşten düşünceye, eserden müessire ulaşma menzîlinde yol almakla; metafizik kavramların, hikmetli mecazların ve efsunkâr söz sanatlarının künhüne vâkıf olmakla, bunların “edebî ve ebedî şifresini / sırrını” çözmekle, düşünce ağırlıklı, tasavvuf eksenli sözün mistik enerjisinin yüreğine doğru yürümekle ve gönül dilini dosdoğru tercüme etmekle de eş anlamlıdır. Güçlü bir şiir sesine ve mânâ nefesine sâhip olabilmek, hüzne ve lirizme kapılar açıp köprüler kurabilmek, “melâl”i anlayacak hissiyâta ve idrâke ulaşabilmek için, bir şâir şiirini mutlakâ gelenek üzerine inşâ etmelidir. Eğer kadim şiirimiz, modern şiir ırmağının dip derinliğinde alttan alta akarsa, Türk şiiri; gümrah bir kaynağa, çok eski bir geleneğe, binlerce yıl öteden işitilen hikmetli bir nefese ve aks-i sadâ veren güçlü bir sese sahip olduğunun farkına varacak, Batı Medeniyeti’nin dümen suyunda gitmeyecek ve kendi değerleri üzerinde şiirini 249 / Dr. Mehmet Güneş yükseltecektir. Bir mütefekkirimiz; “Batı aklı hiçbir zaman şiiri fethedememiştir…” “Doğu bütün vahiylerin kaynağı… Peygamberler Asya’nın Çocuğu… Yorumcular Avrupa'nın…”340 diyerek şiirin Doğu’ya âit olduğunu söylemiş ve pek çok eserinde Batı adına birkaç istisnâdan bahsedilebileceğini, ancak Doğu’nun bir çınarlar ormanı veya bir gülistan olduğunu vurgulamıştır. Bütün bunları dile getirikten sonra “Et tekrâru ahsen, velev kâne yüzseksen” (Yüzseksen kere olsa bile , güzel şeylerin tekrarı faydalıdır.) hükmünce bir kere daha ifâde etmemiz gerekir ki; Şiir; geleneği en eski olan ve geleneğin mîrasına en fazla ihtiyaç duyulan bir sanat dalıdır. Bu îtibarla şiir ikliminde dolaşanların bir ayağı mutlaka -Mevlânâ’nın pergeli gibigelenekte olmalıdır. Gelenek, geleceğin inşâ edildiği temel değerler manzûmesidir. Gelenekten haberdar olmayanların, kendilerini geliştirmeleri ve gelecekte ayakta kalmaları mümkün değildir; zîrâ gelenek, dünden çok yarın demektir. Çünkü kadim şiir geleneğini bilmeden, Dîvân Şiiri'ne muttalî olmadan, Halk Şiiri'nin klâsikleşmiş ozanlarını okumadan, Tekke Edebiyatı'ndan ilhâm almadan, içinde yaşadığımız toplumun kültür değerleriyle harmanlanmadan, kelimeler üzerinde hâkimiyet kurmadan, yeni söz terkipleri oluşturmadan ve millîliğin zirvesine çıkıp evrensel ufuklara bakmadan mâni söylenebilir, manzûme yazılabilir ve şiir dağının eteklerinde sessizce dolaşılır, ama yarınlarda unutulup gidilir. Zîrâ “Bir şiir, ancak kendinden önce yazılmış şiirler bağlamında -yarınlarda- var olabilir.” Ve gelenekten koparak şiir ufuklarının zirvesinde dolaşmak mümkün olmadığı gibi, kadim kültürümüzden gelen edebî müktesebata sâhip çıkmadan, ondaki güzelliklerden ilhâm alarak sanat anlayışımıza ışık tutmadan edebiyatımıza bir şeyler katmak da gayri kabildir. Zîrâ şurası muhakkaktır ki, Ahmet Yesevîmiz olmasaydı Yunus Emremiz olmazdı; Yunus olmasaydı Fuzûlîmiz, Fuzûlî olmasaydı Şeyh Gâlibimiz, Şeyh Gâlib olmasaydı Mehmet Âkifimiz, Necip Fâzılımız, Ârif Nihat Asyamız; Âkif, Necip Fâzıl, Ârif Nihat olmasaydı; Sezâî Karakoç, Niyâzi Yıldırım Gençosmanoğlu, Yavuz Bülent Bâkiler, Dilâver Cebeci, Nurullah Genç, Bahaettin Karakoç, Abdurrahim Karakoç, Ali Akbaş… olmazdı. 340 Cemil Meriç Hüzünler “Gül” Kokuyor / 250 Her şâirin başka bir şâire, özellikle de kendinden önceki şâirlere en azından bir vefâ borcu vardır. Fakat burada önemli olan; eski şuarânın birikimlerinden faydalanıp, şiirlerinden esinlenirken, onların gölgesinde kalmamak, taklide düşmemek, onlardan aldığı ilhâmı yeni renk ve seslere tezyîn edip yeni bir tarz oluşturarak kendi şiir ağını sabırla örebilmektir. Bunu temîn etmek için gelenek bizim ana eksenimiz olmalı, ama biz bu yörünge etrafında kendi şiir kozamızı kendimiz örmeli, eksenimizi kendimiz çizmeli; kendi rengimizi, kendi sesimizi, kendi üslûbumuzu kendimiz oluşturmalıyız. Şâir; taklide düşmeden gelenekten beslenmeli, kendini yenilemeli, geleneği yeni ifâdelerle geleceğe taşımalı, fakat değişim adına da aslâ redd-i miras çıkmazına girmemelidir. Şâir; kimseye benzeme sevdâsında olmamalı, kendisi olmalı, üslup geliştirme gayreti içinde kalarak şiirin derinliklerine doğru yol almalıdır. Aslolan; geleneği reddetmek, gelenekte vârolanla modern olanı çatıştırmak değil, tam aksine geçmişin muhteşem birikimine tevârüs etmek, ondan istifâde edip “yeni sözler söylemek” için geleneğin zengin mîrasıyla hayâl dünyamızı zenginleştirmek, geçmişin birikimleriyle günümüzün değerlerini uzlaştırmak, mâzi-hâl-istikbâl eksenli terkipleri ruh dünyamızda yoğurup yeniden inşâ etmektir. Aslolan; her şâirin ilk dönemlerdeki şiirlerinde, pek çok şâirin parmak izinin bulunmasına mukabil, zaman içinde kendisine âit olmayan izlerinin silinmesi, nev’i şahsına münhasır bir tarz ve üslup sahibi olması ve şiirinde sâdece kendi parmak izinin kalmasıdır. Aslolan; bizim rengimizi yansıtan, bizim ses ve söz bayrağımızı dalgalandıran ve evrensel değerlere atıf yapıp, katkı sağlayan modern bir söyleyiş tarzıyla yepyeni eserler vermektir. Aslolan; sosyal hâdiselerde olduğu gibi şiirde de; “bekâ içindeki yenilenme, yenilenme içinde bekâ”yı341 gerçekleştirebilmek ve geleneği yarınlarda vârolacak sağlıklı bir yapıya kavuşturabilmek, yani “devam ederek değişmek, değişerek devam etmek,”342 ya da fakirin nitelemesiyle ‘aynı 341 342 Elmalılı Hamdi Yazır Ahmet Hamdi Tanpınar 251 / Dr. Mehmet Güneş kalarak gelişmek, gelişerek aynı kalmak’ esastır. Aslolan; şiirin kendini yenilemesi, “Kök bilgi”den yola çıkıp “Gök Bilgi”yi yakalaması, modern dönemdeki anlayış ve imkânlardan yaralanarak geleneğin bir adım daha ileriye götürülmesi ve taklit olmayan telif eserler verilmesidir. Zâten şiir; meyvelerinin şekli, râyihası ve albenisiyle öncekilerden farklı olması beklenen, moda tâbirle söyleyecek olursak “özgün olması” gereken bir edebiyat ağacıdır. Böyle olunca da, “Gökkubbe altında söylenmemiş söz yoktur.” hükmünün ötesine geçebilmek, ya da “gökkubbede bir hoş sadâ” bırakabilmek ve yarınlara kalabilmek için; şiir dili, ifâde biçimi, kelime seçimi, konu ve üslup özellikleri bakımından lîsânı şahsîleştirmenin yanında, imge, âhenk ve müzikalite açısından da farklı olmak, mânâ ve şekil yönüyle de fark edilir güzellikte olmak gereklidir. Şâir, herkesin yaptığı benzetmelerin, terkiplerin, tasvirlerin ve söz sanatının ötesinde bir anlatım dilinin güzelliklerini yakaladığı; kendine has bir söyleyiş ve üslûba sâhip olduğu; dile hükümranlığını kullandığı kelimelerdeki iç ahengi ses aliterasyonlarıyla resmederek ortaya koyduğu; herkesin kullandığı yivi-seti kalmamış belli ve yarım kafiyelere iltifat etmeyip, yeni ve zengin kafiye örgüsüyle şiirine irtifa kazandırdığı; kendisini tekrar etmeyip, yeni ufuklara yelken açabildiği nispette şiir kumaşının kalitesini tebellür ettirir. Şiirde yeni arayışların revaç bulması ve yeni ifâdelerin yakalanmaya çalışılması belki yenilenmeye duyulan ihtiyaçtan, alışılagelmiş terkipler ve orijinalitesi kalmamış ifâdelerden kaçınmaktan veya tekrara düşme endişesini izâle etme gibi bir hassâsiyetten kaynaklanıyor olsa da; “yeniyle-güzel”, “eskiyleçirkin” genellikle müteradif değildir ve yeni olan her şey de aslâ her hâlükârda güzel mânâsına gelmemelidir, umûmiyetle de gelmemektedir. Bu sebeple şâirler; “Eski Şiirin Rüzgârıyla” yürekleri titretmeli, tasavvufî neşve ile gönülleri aşka getirmeli, eskiyle yeni arasında bir kültür köprüsü kurarak “eskimeyen yeni”yi günümüze taşımalı ve şiire aynı kökten beslenen yeni bir kelâmî güzellik aşılamalıdır. Mâdem ki, “Gökkkubbe altında söylenmemiş söz Hüzünler “Gül” Kokuyor / 252 yoktur.”; o hâlde yapılması gereken; söylenen sözleri daha farklı renk, biçim, üslûp, tasvir, imge ve ifâdelerle yeniden söylemek ve “pörsümez yeni”nin rûhundan ilhâm alarak yepyeni eserler ortaya koymaktır. Zîrâ yarınlara kalabilmek ve asırlar boyu dillerde yaşayan şâirler kervanına katılabilmek; orijinal bir şiir diline sâhip olmayı, nev’i şahsına münhasır bir üslûp oluşturmayı, şiir adına yeni şeyler ortaya koymayı ve telif eserlere imzâ atmayı gerekli kılmaktadır. Söylenmiş olan şiirleri; aynı üslup, imge, tasvir ve ifâdelerle bir kere daha terennüm eden, hep aynı çizgide giden, aynı temaları işleyen, yeni arayışlar içinde kendini yenilemeyen şâirler tekrara düşerler ve unutulup giderler. Bu sebeple genç şâirler kimseye benzeme sevdâsı içinde olmamalı, kendisine has bir şiir dili geliştirme gayretini gütmeli, yeni bir tarz ve üslup ile şiirin derinliklerine doğru yol alınmalıdır. Ve bu konuda Hz. Mevlânâ’nın; “Düne âit ne varsa dünde kaldı cancağızım, Artık aşka dâir yeni sözler söylemek lâzım...” vecîz beyitini de aslâ unutmamalıdır. Ve unutmamak gerekir ki, yarınlara kalan nazım şiir, öldükten sonra yaşayan ozan da şâirdir. Şiir yazmaya çalışanlar bütün bunları bilerek yola çıkmalı; bu işin zor, çileli ve çok uzun bir yol olduğunu bilmeli; şiirin bir teorisi, bir felsefesi ve bir geleneği bulunduğuna muttalî olmalıdır. Şâirliğe tâlip olanlar; şiirin bir hobi değil, mesâî sarfetmek gerektiren önemli bir iş ve “kuma kabul etmeyen” çok ciddî bir uğraş olduğunu idrâk etmeli, yazdığı pek çok manzûmenin şiir olmadığının farkına vararak onları yırtıp atmalı ve şiir vâdisinin sarp yamaçlarına çıkan bu dik yolu -bütün bu söylenenleri iyice düşünerek- yeni baştan tutmalıdır. Şiir; uykusuz gecelere ve gönüllü bir çileye tâlip olmaktır. Zîrâ şiir; herkese “silah zoruyla yaptırılan bir iş”, şâirlik de “askerlik ya da ilköğretim eğitimi gibi” bu ülkedeki bütün insanların îfâ etmekle mükellef olduğu bir “mecbûrî hizmet” değildir. Şiir; sanatkâr ruhlu insanların bitmez bir meşâkkate tâlip olduğunu bilerek, “İlimsiz şiir, temeli olmayan 253 / Dr. Mehmet Güneş duvar gibidir”343 hakîkatinin idrâkinde olarak ve kendisini bu önemli tespitin asgarî gereklerine âmâde kılarak yapılması gereken zahmetli bir dil işçiliğidir. Bir şâir ne kadar büyük bir fıtrî istidâda sâhip olursa olsun; şiire yeterli zamanı ayırmadıkça; doğuştan gelen bu kâbiliyete ilâveten, şiirini olgunlaştırmak için içindeki ateşi alevlendirmedikçe; kültür müktesebâtını ve düşünce ufkunu genişletmedikçe; bakış açısını beşerî sınırların ötesine taşıyarak metafizik âlemin kapılarını aralamadıkça ve millî pencereden evrensel değerleri yorumlamadıkça kolay kolay “gökkubbede bir hoş sadâ” bırakamayacak, şiirleriyle yaşayamayacak ve yarınlarda vârolamayacaktır. Çünkü şâir fıtratıyla doğanların da, sabırla şiir kozasını örecekleri, kültürleriyle mütenâsip şiirler yazacakları, hayâl dünyasının ve düşünce ufkunun genişliği nispetinde eserler ortaya koyacakları ve millîliğin zirvesine çıkarak evrensel ufuklara ulaşacakları inkâr edilmez bir gerçektir. Zîrâ bir şâir ne kadar duygulu ve yetenekli olursa olsun, düşünce dünyasını yeni eserlerle genişletmedikçe, yeni mazmunlar oluşturarak dilin suskun duran kelimelerini aktif hâle getirmedikçe, kültür dağarcını zenginleştirmedikçe; o kişinin düşünce dünyası gibi duygu iklimi de çoraklaşır, sıradanlaşır, sığlaşır ve beş duyuyla sınırlı kalan ilhâm kaynakları kurumaya, yüreğindeki heyecanlı titreşimler azalmaya, rûhundaki renkler soluklaşmaya yüz tutar ve soluğu şiire yetersiz gelmeye başlar. Öyle ki; düşünceden güç almadan, sâdece duyguyla yürüyen şâir, bir ayağını kaybetmiş insanlar gibi bu vâdide çok zor yürür ve şiirin dik yamaçlarına ulaşmak şöyle dursun, daha yolun başında tökezleyip kalır, ya da düşüp kalkarak enlemesine yol almaya çalışır. Zâten doğuştan gelen istidadın yanında, göz nûru, gönül teri ve şiir kültürü olmadan gelecek nesillere güzel eserler bırakılabilmenin zorluğunu kabul etmeyenlere, şâirliğin estetik cerrahlık kadar güç bir iş olduğunu anlatmak da imkânsızdır. *** Her sanat dalının kendine mahsus bir ana maddesi, bir 343 Fuzûlî Hüzünler “Gül” Kokuyor / 254 hammaddesi ve bir de vazgeçilmez temel malzemesi vardır. Şiirin; ana maddesi dil, ham maddesi duygu ve hayâl, vazgeçilmez temel malzemesi ise kelimelerdir. Bu îtibarla şiir; bir kuyumcu titizliği ve ustalığıyla dili biçimlendirmek, duygularını, hayâllerini ve düşüncelerini ifâde eden kelimelere rengârenk ziynetler takarak şekillendirmek, sözcükleri sözlük anlamlarının ötesine taşımak ve efsunkâr bir kelâm mühendisliğiyle -dil işçiliğinin bütün inceliklerine muttalî olarakkelimelerden ihtişamlı söz sarayları inşâ etmektir. Söz sanatlarının şâhı diye bilinen şiirin kendine has olan, yazı ve konuşma dilinin fevkinde yer alan ve “şiir dili” diye de tesmiye olunan özel bir lisânı vardır. Bu dil, gündelik lîsandan çok farklı özellikler arzeden; içinde söz sanatları, imge, sembol, mecaz ve mazmûnlar ihtivâ eden; kelimelerdeki diziliş, mânâdaki ulviyet, seslerdeki âhenk ve mûsikîyle insanları alıp çok başka âlemlere götüren efsunkâr bir dildir. Bu dil, her gün kullandığımız nesir dilindeki dilbilgisi kurallarına bağlı olmadığı gibi; şiir dilindeki sözcüklerin, sözlük anlamlarıyla da muhtevâ bakımından değil, şeklî olarak alâkası bulunduğu erbâbınca mâlumdur. Zîrâ, şiir dilinde kullanılan kelimelerin çoğu zaman bilinen lügat anlamlarının çok ötesinde mânâlar ihtivâ ettiği ve çok farklı çağrışımlara yelken açtığı âşikâr bir hakîkattir. Çünkü şiir dili; edebiyatın en görkemli sanatı, en esrarlı sarayı, en geniş tefekkürü, en hisli tahayyülü, en mânidâr tasarrufu ve en muhteşem sırrı olan bir “üst dil”dir. Gerçekten de bir “üst dil” olan şiirle, dil; sanki yeniden inşâ edilmekte, yeni ifâdelerle ihyâ olup zenginleşmekte, kenarda köşede kalan ve ölüme hazırlanan unutulmuş tâbirler ve kelimeler canlanmakta, sıradan sözlerden olağanüstü terkipler îmâl edilmektedir. Yâni şiirle lisan işlenip ziynetlenmekte; kelimeler, yeni imgelerle tekâmül edip yenilenmekte; sesler, nazmın kollarında kanatlanıp müessiriyet kazanmakta ve laf, lâf-ı güzâf olmaktan çıkıp söz hâline gelerek güzelleşmektedir. Zîrâ; “Şiir sıradan bir dil değildir. Şiir, düz yazıya çevrilemeyen dildir.”344 Şurası tartışılmaz bir gerçektir ki, şiir dili; yüksek bir ifâdeye, yoğun bir hissiyâta, sembolik bir anlatıma ve şahsî bir üslûba sâhip olmayı gerektiren çok özel bir lisândır. Bu dil; lisânın kendi bulunduğu seviyenin bir üst yörüngesinde seyr ü 344 Ahmet Hâşim 255 / Dr. Mehmet Güneş sefer eden bir “büyülü dil”dir. Böyle bir yörüngeye yükselen şiir dilindeki kelimeler yepyeni enerjiler kazanırlar, bir anlamada şarj olup yenilenirler, stilize edilerek daha sembolik ifâdelere bürünürler, sıradan kelimeler sıra dışı terkipler oluştururlar ve kristâl kâseler gibi rengârenk ışıltılar içinde arz-ı endâm ederler. Çünkü şiir dili, lisânın; derinlik, estetik, lirizm, müzikâl ritim, sonsuz bir hayâl ufku, madde ötesi bir mânâ ve yüksek bir telkin gücü kazanmasıdır. Bir başka ifâdeyle söyleyecek olursak; şiir dili, dilin kendi kendini aşmasıdır. Şiir dili, eskilerin “sehl-i mümtenî” dedikleri basit gibi görünen, fakat çok güçlü bir şiir nefesini gerektiren billûr duruluğundaki yalın güzellikleri yakalayıp ifâde edebilmektir. Çünkü şiir dili, olağanüstü anlatımıyla katrede ummanlar dalgalandıran ve “alışılmışın bardağını taşıran son damladır.”345 Şiir dilinde aslolan, kelimeleri günlük anlamlarının ötesindeki anlamlarında kullanabilmek, kelime terkiplerinden yola çıkarak yeni çağrışımlar yakalayabilmektir. Şiir dili; kelimelere hayâl kanatları takarak ya da onları yeni bir mânâ iklimine taşıyarak oluşturulan imgeleri birbirine uyumlu bir şekilde bağlamak ve bütün bunları bir nizâm, bir âhenk ve bir iç mûsikî eşliğinde inşâ etmektir. Bu îtibarla “şiir dili”; kelimeleri lügatin dar kalıplarından kurtarır, sözcüklere derin bir nefes aldırır, onu daha derûnî mânâlarla anlamlandırır ve metafizik bir ürpertiyle kanatlandırarak hayâl ufuklarının ötelerine doğru şehbâl açtırır. Yâni şiir dili; kelimelerin değerini yükseltir, onları kömürün elmas hâline gelmesindeki hikmet gibi kıymetlendirir ve kelâma büyülü bir anlatım gücü kazandırır. Şiir dili, kendine has bir iç mûsikîsi; gümrah ırmaklar gibi çağlayan ritmi; okuyucunun duygularını kanatlandıran, gönül dünyasını kuşatan ve rûhuna ayna tutan esrarlı anlatım şekli; birbiriyle son derece uyumlu harf, hece, söz, mânâ ve imgeler arasındaki ses akışının ve armonisinin oluşturduğu bir iç âhengi olan ve süzülmüş kelimelerden oluşan damıtılmış bir lisândır. Yâni şiirdeki âhengi sağlayan ses ve ritim unsurları sâdece kafiye ve vezinden ibâret değildir. Şiirdeki âhenk; uyak ve ölçüyle sağlanabildiği gibi, bunların dışında harf, hece ve söz 345 Sedat Umran Hüzünler “Gül” Kokuyor / 256 tekrarlarıyla, imge ve anlam uyumlarıyla, aliterasyon ve asonans armonisiyle de, yâni şiirin kendine mahsus ses akışı ve müzikalitesiyle de iç ritim temîn edilebilir ve çok güzel bir derûnî âhenk yakalanabilir. Bu mevzûda şu husûsu bir kere daha vurgulamamız gerekir ki, günlük lisânda kullanılan kelimelerle, şiir dilindeki sözcükler aynı harflerden oluşsa da, şiir dili için önemli olan kelimenin harf kemiyeti ya da lügat keyfiyeti değil; şâirin güçlü soluğuyla kelimelere yüklediği mânânın kıymeti, sözcüklerin yeni terkipler içine girerek oluşturduğu kavramın ehemmiyeti, hayâl ufkuna hitâp eden kelimelerin şekillendirdiği sembollerdeki anlamın hikmeti ve dizeleri oluşturan kelimeler arasındaki ses ritminin mükemmeliyetidir. Bir şiirde teknik hatâ bulunmamasına, anlatımın kusursuz olmasına rağmen eğer şâir kendine has bir “şiir dili”ne sâhip değilse, o şiirin estetik yönü ve edebî kıymeti zayıf demektir. Çünkü has şiir; ölçü ve kafiyenin ötesinde ve üstünde bir iç mûsikî yakaladığı için, şiir dilindeki kelimelerin ayakları âdeta yerden kesilir ve duygu seline kapılan sözler mısrâların içinde belli bir âhenk ve anlatım gücüyle raksetmeye başlar. Böyle bir şiir diliyle karşılaşan her okuyucu; bir şehrâyin seyreder gibi hayâl ufuklarına doğru ilerler ve sanki bir masal dünyasının esrarlı tedâîleriyle hemhâl olmaya başlar… Zâten gerçek bir şiirin ortaya çıkması için; dil ve anlam estetiği içinde kelimelerin sözlük anlamlarını aşması şarttır. Şâirlik de; edebî dil, duyguların sınırsızlığını ihâta edecek niteliklere sâhip olduktan; şiir dili, gönül diline hâkimiyet kurduktan ve üslûbu kişiselleştirdikten sonra başlamaktadır. Bu sebeple kelimelere güçlü bir enerji kazandırarak onları bir üst yörüngeye taşıyan şiir dili; sayfalar dolusu nesirle anlatılabilecek ya da ne yazılırsa yazılsın tam olarak ifâde edilemeyecek bir mevzûu, az sözle, anlam güzelliğiyle, çok çarpıcı birkaç kelimeyle ve bir-iki dizeyle anlatan lisândır. Bu konuda Koca Râgıp Paşa; “Eğer maksûd eserse, mısrâ-ı berceste kâfidir” demektedir. Şiir dili; az, ama efsunkâr sözlerle çok şeyi ifâde eden, kelâma farklı anlamlar yükleyen, dili tasarruflu kullanan ve sınırlı kelimelerle sınırsız duyguları anlatabilen bir dildir. Bir başka 257 / Dr. Mehmet Güneş ifâdeyle söyleyecek olursak, şiir dili, “yeni bir lisân” değil, şâirlere mahsûs bir “üst dil”dir. Bu konuda bir şâir; “Şiir, sırf yeni bir dil olsaydı; onu en iyi kullananların, yâni gramercilerin ve dil bilginlerinin en büyük şâirler olması gerekirdi.”346 demiş, bir başka şâir ise “Şiir, dil değil, sözdür.”347 ifâdesini kullanmıştır. Şiir dilini, konuşma dilinden ayıran ve ona yeni ufuklar açan en önemli unsurlardan birisi de şiirde kullanılan “imge”lerdir. İmge; herkesin bildiği basit bir kelimeyi alıp günlük anlamlarının ötesindeki mânâlarla buluşturan, onu hayâl ufuklarında dolaştırıp yeni bir kimliğe kavuşturan, bu kelimeye büyülü kanatlar takarak yeni menzillere ulaştıran ve kelimeler arasında yüksek enerjili bir câzibe merkezi oluşturarak onu manyetik bir alana dönüştüren, sözcüklere esrarlı bir ruh üfleyerek şiire derûnî bir derinlik veren sembol, terkip, mecaz ve simgelerin diğer adıdır. Şâirler aslında yeni imgeler icât eden söz mûcitleridir. Öyle ki, bu efsûnkâr îcatlar sâyesinde şekillenen şiir diliyle; rûhumuzun sınırlarının genişlediğini, iç âlemimizin büyülü bir iklimin engin sâhillerine doğru ilerlediğini, anlam ve kavram haritalarımızın yeni çağrışımlarla ziynetlendiğini, zihnimizin tâze hayâllerle süslendiğini ve gönül dünyamızın zarif ışıltılar içinde renklendiğini hissederiz. Zâten yarınlarda yaşayacak olan şâirler; kendine has bir üslûp ve “şiir dili”ne sâhip olan, bunun tabiî sonucu olarak da orijinal imgeler kullanan, bu imgeleri belli bir âhenk ve ritim bütünlüğü içinde birbirine bağlayan ve dizeler arasında estetik bir uyum sağlayan ozanlardır. Bu mevzûda şunu da özellikle ifâde etmemiz gerekir ki, imge tamâmen bilinmeze yapılan bir yolculuk, ya da müphemiyetin sınırlarının çok ötesine giderek mânâsız ifâdeler kullanmak veya anlamsız garâbetler içinde boğulma demek aslâ değildir. Şiirdeki her imge bir duygu ve düşünceye karşılık gelmeli, fakat duygu ve düşünceyle imge arasındaki mesâfe de çok iyi ayarlanmalı, bu mesâfe ne çok uzak, ne de çok kısa olmalıdır. Okuyucu bu mesâfeyi kat etmek için çaba sarfetmeli, fakat şâir de zaman zaman hedefi gösteren ifâde îmâlarıyla 346 347 Sedat Umran Hilmi Yavuz Hüzünler “Gül” Kokuyor / 258 kârînin elinden tutmalıdır. “Şiirdeki imge; yemekteki tuz gibi, ne fazla ne eksik, yâni kararında olmalı; lüzûmundan fazla kullanılarak şiir sembollere, imgelere boğulmamalı ve her şey ölçüsünde olmalıdır.”348 Yâni şâir ne anlama geldiği belli olmayan uçuk îmgelerle ya da çok fazla imgelere boğulmuş mısralarla anlamsızlığın anaforunda okuyucuyu yormamalı, fakat imgelere ulaşma yolunda ipuçlarını da “ârife târif gerekmez” kâbilinden dizelerinde dile getirmeli ve gerektiği ölçüde âşikâr ederek muhatabını yönlendirmelidir. Bu sebeple şiir dilini kullanan şâirin, kendi lisânının bütün incelik, hüner ve husûsiyetlerine bilfiil tasarruf etmesi, nüanslarını bilmesi, kelimelere günlük anlamlarının çok ötesinde mânâlar yüklemesi, imgelerle hayâl ufkunu genişletmesi ve dile yüksek bir vukûfiyetle hâkimiyet kurması gereklidir. Zâten şâirliğin önemli bir şartı da; şiirin rûhunu kelimelerle beslemeyi, kelimelerin rûhundan şiire yansıyan ışığı çeşitli sanatlarla süslemeyi ve dizeleri farklı anlamlara yaslamayı gerektirmektedir. Bu da nev’i şahsına münhasır bir şahsiyeti, vasatın üstünde fıtrî bir kabiliyeti, rûhî bir hassâsiyeti, lisâna hâkimiyeti, geniş bir edebî kültüre ilâveten gönül teriyle göz nûrunu imtizaç ettirmek gibi yorucu bir mesûliyeti, uykusuz geceleri bölüşmeyi gerektiren fedâkârâne bir meşgûliyeti, dil işçiliği gibi hitâmı olmayan zor bir mükellefiyeti ve ayrıca saydıklarımıza ilâve edilmesi gereken say/a/madığımız pek çok husûsiyeti mecbûrî kılmaktadır. Yalnız şunu da unutmamak gerekir ki, şiir dili, dili deforme etmek değil, yeni kavramlar ve imgeler eşliğinde lisânı reforme etmektir. Şiir dili, -son dönemlerde çok sık karşılaşıldığı gibi- farklı şeyler söylemek adına anlamsızlığın girdâbında gezinmek, müphem ifâdeler kullanacağım diye anlaşılmaz ve mânâsız kelimelerden örülü dizeler yazmak ve sıra dışı olsun diye ipe-sapa gelmez terkipler yapmak aslâ değildir. Ama günümüzde moda olan ve ‘modern müteşâir’lerin çokça tercih ettiği yol ise; dolaylı ve sanatlı ifâdeler kullanmak adına, anlamlı hiçbir şey söylememeye yönelmek gibi abesle iştigâldir. Bu modern müteşâirler; anlaşılır olmamakla veya absürt olmakla şiir yazılabilir zehâbına kapılmakta, şiir ne kadar anlamsızlaşırsa o kadar çok güzelleşir anlayışına çanak tutmakta, yeteneksizliklerini bu şekilde gizlemek düşüncesiyle “gizemli ifâdeler” (!?) kullandığını söylemekte ve şiir denizinde derin 348 Abdurrahim Karakoç ile Söyleşi, Ay Vakti Dergisi, Sayı:77, Şubat 2007 259 / Dr. Mehmet Güneş gözükmek adına berrak suları bulandırarak kendisine bu alanda bir yer edinmeye çalışmaktır. Elbette ki şiir, dolaylı ve sanatlı söylemektir ve şiirdeki gizem, şiirin büyüsünü artırır. Elbette ki şiir, buğulu bir pencerenin ardından hitâp etmektir. Fakat “sembolik anlatım”, “mecâzlı ifâde” ve “örtülü tasvir”le, “anlamsız anlatım”, “zirvedeki zırva” ve “saçmalama” arasında da fersah fersah mesâfe olduğu aslâ gözden kaçmamalıdır. Şiirde aslolan; hem söz sanatlarını kullanarak îmâ etmek, hem imgelerle söz ve mânâ arasına mesâfe koymak, hem yoruma kapı aralamak, hem de sarâhaten ifâde etmektir. Şiirde; söz mânâdan, mânâ da sözden çok fazla uzaklaşmamalı, elbette ki direkt anlatımdan ziyâde derin ve kapalı ifâdeler esas olmalı, “soyuttaki somutla, somuttaki soyut” anlamlı imgelerle dile getirilmeli, fakat müphemliğin yollarını arşınlarken de mücerretten müşahhasa uzanan sağlam köprüler kurulmalıdır. Şiir, duygu ve düşüncenin genişliği ve enginliği nispetinde mânâ ufukları dolaştırırken; simsiyah bir pencereden değil, arkasını gösteren bir sis perdesinin gerisinden veya buğulu bir camın ardından kendisine nazar ettirmelidir. Ayrıca şiir dili bir üst dil olduğu için; şâir, mısrâlarında her kelimeye yer vermemeli ve nesirde kullanılan her kelime de şiir dilinde yer bulamamalıdır. Bu sebeple eski şâirler “Su; nesir ise, şiir buluttur. Yükselirken içindeki tuzu, sodayı ve çamuru yere bırakır.” demişlerdir. “Şiir dili” denilen, “lisân içindeki üstün bir lisân” diye de tesmiye olunan, hangi isimle nitelenirse nitelensin her hâlükârda estetik ve lirizme kapılar açan ve tafsilatlı olarak îzah etmeye çalıştığımız bu “üst dil” mısrâlarda tebellür edince; şâirin o dizelere yüklediği “anlam”dan çok farklı anlayışlar ortaya çıkmakta ve okuyucunun o mısrâı kendi düşünce ve duygu dünyasında “mânâlandırması”yla sayısız îzahlara ve yorumlara kapılar açılıp, köprüler kurulmaktadır. Yâni şiirdeki dizeler her ne kadar şâire âit olsa da, okur bu mısrâlarda kendini bulduğu ölçüde yazılanların çekim alanına girmekte, şiirdeki sözlerin o kişinin iç dünyasında bir karşılığı olduğu ölçüde kârî kendisini dizelerin kollarına bırakmaktadır. Ve her kültür seviyesindeki insan da, şiiri kendi anlayışına göre yorumlamakta, eseri yeni bir bakış açısıyla okumakta ve şâirin ruh dünyasına kendince bir nazar atfetmektedir. Hüzünler “Gül” Kokuyor / 260 Fakat şunu hiçbir zaman unutmamamız gerekir ki, şiirdeki mânâ, düz mantığın dar kalıpları içinde değil, gönül ve hayâl dünyasının nâmütenâhi ikliminde anlamlandırılmalıdır. Çünkü şiirdeki mânâ, imgelerin, söz sanatlarının, sembollerin ve mazmûnların arasına gizlendiği için, kuru akılla değil, “akl-ı selîm, zevk-i selîm ve kalb-i selîm” ile idrâk edilerek yorumlanmalıdır. Zâten şiir dilini; kelimelerin lügât anlamlarıyla veyâ sâdece aklî unsurların idrâkiyle değil, bunların dışında daha derin bir mânâ taşıyan anlamlarıyla ve şiire has bir anlayışla okumak lâzımdır. Yâni şiiri; rûhuyla dinlemek, engin bir gönül muhayyilesi ve “akleden kalp”349 ile anlamak gereklidir. Çünkü şiir, edebiyatın zirvesi ve sözün özü olduğu gibi, şiir dilindeki sözcükler de lisânın en rafine kelimeleridir. Bu dildeki kelimeler özgül ağırlığının en yüksek noktasında arz-ı endâm ederler ve en muhayyel anlamıyla vârolurlar. Çünkü şiir, kelimelerle inşâ edilen, göz kamaştıran ve insanı heyecanlandıran muhteşem bir söz sarayıdır. Bu saraydaki görkemde, kelimelerin ışıltısı ve büyüsü kadar, ses ve söz mîmarları olan şâirlerin; sözcükleri ihtişamlı bir teknikle şekillendirmesi, hayâl ufuklarının esrarlı güzellikleriyle buluşturması ve bütün bu güzellikleri de derûnî bir mânâ ile biçimlendirmesi esastır. Şiirde esas olan, şâirin okuyucuya hayâl gücünü yansıtmasıdır. Hayâl gücü geniş, duyguları zengin, düşünce dünyaları engin ve dile hâkimiyeti kuvvetli olan şâirler; okuyucunun da hayâl gücünü kullanmasına ve şiire derinlik katmasına imkân verecek şiirlere imzâ atarlar. Zîrâ, şiirde muhâtabının hissiyâtına farklı yansımalarla ayna tutmak, onların değişik iklimlere taşınmasına yardımcı olmak ve onlara yorum payı bırakmak, şiirin kalitesini ortaya koymak açısından çok önemlidir. Meselâ, aşkı terennüm eden güçlü bir şâirin bu duyguyu çok geniş bir çerçevede dile getiren dizelerinden; okuyucunun birisi beşerî aşkı, bir diğeri de İlâhî aşkı yorumlayarak şiiri çok farklı anlam ufuklarına taşıyabilir. Ayrıca söz buraya gelmişken şunu da vurgulamamız gerekir ki, nesirle ifâdesi mümkün olan güzel sözlerin, yalnız vezin ve kafiyeyle süslenmesiyle ve alt alta dizeler hâlinde yazılmasıyla ortaya çıkanlar çoğunlukla şiir değil, manzûmedir. Sözün şiir olabilmesi için yeni bir anlatımla insanların yüreğine hitap etmesi, içinde hikmet parıltıları taşıması ve bizi alıp başka diyarlara götürmesi 349 Kâf, 50/37 261 / Dr. Mehmet Güneş gerekir. İyi şiir; okuyucunun hayâl ufuklarını kucaklayacak bir genişliğe, değişik yorumlara imkân tanıyacak bir derinliğe ve farklı mânâları tedâî ettirecek bir anlam ufkuna sâhip olmalıdır. Şiir dili böyle olunca da; herkes kendi zihnî kapasitesine ve ufuk çizgisinin genişliğine göre şiir ağacının meyvelerinden gönül heybesine farklı renk ve kokuda güzellikler devşirecektir. Şiirde, bâzı kelimeler zâhirî anlamıyla mantıksız gibi gelebilse de, iç dünyasında ne büyük mânâlar taşıdığı, bu kelimelerin muhtevâ açısından hem müellifine bağlı, hem de ondan âzâde olduğu ve okur tarafından çok farklı yorumlamalara tâbî tutulduğu erbâbınca mâlumdur. Çünkü şâirler; aşka, sevgiye dâir düşüncelerini, inanç dünyalarını, lirik heyecanlarını, derûnî duygularını, plâtonik sezgilerini ve hayatı kavrayış perspektiflerini şiirlerinde îmâ etseler de; “El ma’nâ-î fî bâtını’şşâir” (Şiirin anlamı şâirin karnındadır.) denilse de, önemli olan şâirin ne dediğinden ziyâde şiiri okuyanın ondan ne anladığıdır. Şâirin kelimelere yüklediği mânâ farklı olsa bile, şiirin anlamı kendine âittir ve şiire yüklenen her yeni mânâ, onun anlamını sonsuzluk sınırına doğru genişleterek farklı keyfiyetlere ve hüviyetlere büründürmektedir. Böylece has şiir, her okurda farklı bir anlam tedâî ettirmekte, değişik bir ufka yelken açtırmakta ve kesintisiz bir mânâ ikliminde sonsuzluk zincirine eklemlenmektedir. İşte bu da “şiir dili”nin müphemliğinden yansıyan birden fazla anlamı ve ufuk çizgisindeki mânâ hudutlarının sınırsızlığını ortaya koyan göstergelerden birisidir. Bu hâli terennüm eden Bâki, bir mısrâında; “Hüner, esrâr-ı mânâ anlamaktır lafz-ı muğlaktan” demiştir. Bu durum şiirden bir kopuş ya da anlamdan bir uzaklaşma olmayıp, aksine şiir ufkunun hangi hudutlara ulaşabildiğinin sarih bir göstergesi ve şâirin ifâde ettiği dizeleri sonsuzluk iklimine doğru genişlettiğinin çok açık bir delîlidir. Zâten bu da şiir diliyle yazı dili arasındaki en önemli farktır. Çünkü yazı dilinde anlam, yazar tarafından metinde açık olarak ortaya konulurken; şiir dili, bir bakıma kendi anlamını kendisi inşâ etmektedir. Ayrıca şiir, günlük dilin kaidelerinden âzâde olduğu halde, nesir o lisânın müşterek kurallarına itâat etmek mecbûriyetindedir. Nesir sınırlayıcı bir dile sâhipken, şiir sonsuzluğa yelken açan bir lisân olma özelliğindedir. Kezâ şiir; nesir gibi net bir îzaha yönelmeyip, söylemek istediklerini belli Hüzünler “Gül” Kokuyor / 262 bir müphemlik içinde, bir çok anlamı birlikte çağrıştıracak şekilde dile getirirken, yâni “tebliğ etmeyip telkin ederken”; nesirde doğrudan anlatım, açık bir beyân, net bir hedef ve tek bir anlam vardır. Bu sebeple, nesirdeki anlam âşikârdır, fakat şiiri her okuyan kendi idrâk, duygu ve düşünce seviyesine göre çok farklı anlamlar çıkartır / çıkartmaktadır. Zâten şiir, şâirin kişiliği dışında gelişir ve ancak o zaman şiirleşir. Bu konuda Tagore; “Şâirin kullandığı sözcüklerde insanlar için çeşitli anlamlar vardır; herkes beğendiğini seçer.” demiştir. Şiir dilinde, tutukluk, zorlanma ve rekâket bulunmamalı; pürüzsüz, pırıl pırıl ve çok rahat bir söyleyişe sâhip olmalı; gümrah akan bir nehir ya da bir dağ yamacındaki gözelerden kaynayan billûr bir pınar gibi yürekten çağlayıp dile dökülmeli ve lirik bir söyleyişle gönülden gönüle akmalıdır. Bu akış bâzen gürül gürül çağlayan bir şelâleye dönüşüp herkesi coşturmalı, bazen durgun akan bir derenin şırıltısında ruhları dinlendirmeli, bazen de bir masal dünyasına özlemin esrârlı yamaçlarında kıvrım kıvrım helezonlar çizerek insanın başını döndürmelidir... Kezâ şiir dilinde; duygu ve düşünceyi ifâde eden kelimeler belli bir düzen içinde bir araya gelmeli, bu kelimelerdeki seslerin uyumu, diziliş âhengi, söyleniş ritmi muhteşem bir akıcılık içinde olmalı, mısrâlarda ses bütünlüğünü ve iç müzikaliteyi bozacak bir diziliş ârızası, ses fazlalığı ya da eksikliği aslâ bulunmamalıdır. Bu konuda son olarak şunu ifâde etmemiz gerekir ki, şiir yazma gayreti içinde olanlar, eğer “şiir dili”ne vâkıf değillerse; onlar derûnî duygularını çoğu kez şiir hâline getiremezler. Çünkü; dil, duyguyu anlatmaya her zaman muktedir değildir. Ve üstelik şiir, tek başına aslâ bir duygu yoğunlaşması olarak da târif edilemez. Duyguların volkanlaştığı “delikanlılık dönemindeki” his ve heyecan fırtınası belki hayata şiiriyet kazandırabilir; “Evlenene kadar her Türk genci gibi ben de şiir yazdım, ama gerçek şâir evlendikten sonra da şiir yazabilendir.” hükmünün haklılığını bir kere daha ortaya koyabilir; ama, kelimeler duyguyu, semboller hissiyâtı ve mısrâlar düşünceyi ifâde edemediği zaman, yâni “şiir dili” yakalanamadığı vakit, ortaya çoğunlukla şiir çıkmaz. Vezin ve kafiye olarak şekillenmiş ve bizim şiir sandığımız mensûr yazılarla karşılaşırız genellikle... Aslında duyguların sınırsız nüanslarına karşılık kelimelerin sınırları bellidir. Duygu dilden zengindir, ama dile sonsuz sınırlar açabilmek, kelimelere engin mânâlar yükleyebilen “şiir dili”ne 263 / Dr. Mehmet Güneş sâhip olmakla mümkün olabilir. Herkesin şiir yazdığı yıllar geçtikten; dil fark edilip, kelimeler duyguları ihâta ettikten; duyguyla düşüncenin terkîbi yapılıp, sembollerle nâmütenâhiye kapılar açılıp köprüler kurulabildikten sonra yazılanlara şiir denilebilir. Yâni edebî dil, gönül diline hâkim olup, ifâdede yeterli hale gelince şâirlik başlar. Zâten Mallarme’nin de dediği gibi; “Şiir; duyguyla değil, dille yazılır.” *** Şiir bir üst dil olduğu için, o dilin kelimeleri de özel olmalı, hecelerinde müzikâlite bulunmalı, sembol, mazmûn ve imgeleri de sıradanlık sınırını aşıp, hayâl ufukunun son hududuna yaslanmalıdır. Yoksa vezin ve kafiyesi olan, alt alta dizeler hâlinde sıralanan, herkesin söylediği şablonları tekrarlayan veya taklit eden “erbâb-ı teşâür”ün karaladığı “alt alta dizilmiş satırlar”a ya da düz yazının devrik cümleler hâlinde mısrâlanmasına pek çok isim verilebilir, ancak şiir denmez / denemez / denmemelidir. Akla gelen süslü sözcükleri sıralayıp şiir diye yayımlayanların veya güzel bir seslendirmeyle şiir diye inşâd edip yorumlayanların yazdıkları belki mânidir, belki manzûmedir belki edebî nesirdir, ama kahir ekseriyetiyle şiir değil, “şiirimsi”dir. İçtimâî irtifâ kaybının her sâhadaki tezâhürünün bir yansıması olan bu hâl, “müteşâir” (şâirimsi) rekoltesini zirvelere taşırken, edebî sığlığımızı da gözler önüne sermektedir. Bu sebeple de ülkemizde şiir yazanlar, şiir okuyanlardan daha çoktur. Ve günümüzde memleketimizin şâiri çok olsa da, şiiri oldukça kıttır. Bu şâir bolluğuna rağmen, “has şiir” denebilecek eser sayısının çok az olması bir şeylere delâlet etse de, aslâ hayra alâmet değildir… Delâlet ettiği şeye gelince; kafiyeyle redif arasındaki farkı bile fark edemeyen, “müteşâir”ler olsa gerektir. “Türkiye’de her üç kişiden beşi şâirdir!”350 sözünün muhatabı olan, her ölçülü ve kâfiyeli nazmı şiir zanneden eskilerin “müteşâir” adını verdikleri, şimdilerde ise “şâirimsi” veya “şiirci” diye tesmiye olunan kişiler hakkında Şâir Eşref; 350 Aziz Nesin Hüzünler “Gül” Kokuyor / 264 “Erbâb-ı teşâür çoğalıp şâir azaldı, Yok öyle değil şâirin adı kaldı” demiştir. Zikrettiğimiz bu beyitle bahse konu mevzûda maksûda erildiğini, bu “mısrâ-ı bercestenin kâfi”351 geldiğini ve ârife târifin gereksiz olduğunu düşündüğümüz için, bu konuda daha fazla söz etmiyoruz. *** Şiirde; “mânâ” ve “anlatım şekli” denilen, ya da “muhtevâ” ve “edâ” diye nitelenen veya “öz” ve “biçim” diye de ifâde edilen iki temel unsur bulunmaktadır. Bu iki unsurdan hangisinin önce geldiği veya has şiirde hangisinin öne çıkması gerektiği hususu öteden beri tartışılmaktadır. “Mânâ”, ya da “muhtevâ” veya “öz” denilen unsur, şâirin şiirinde işlediği tema ve ona verdiği anlamdır. “Anlatım şekli”, ya da “edâ” veya “biçim” diye nitelenen unsur ise; şiirde işlenen konunun ifâde tarzı, söyleniş estetiği, ses bütünlüğü, iç âhengi ve müzikâl ritmidir. Şiir; sâdece anlatım şeklindeki; ses, âhenk, vezin ve kafiye gibi şeklî disiplinlerle sınırlı kalmamalı; kelimelerin raksına, mânânın derinliğine ve imgeler vâsıtasıyla yeni ufuklara doğru kanat açmaya da vesîle olmalıdır. Ayrıca muhtevâdaki anlam, varlığı bütün boyutlarıyla kavramalı, fizîkî sınırların ötesine geçip metafizik âleme yol bulmalı ve “eşyânın hakîkati”nden, hilkâtin esrârından, rûhun hafî tepelerinden... aslâ bîhaber olmamalı, “öz” ve “biçim” birbirini tamamlamalıdır. Çünkü şiirde, “mânâ” ve “anlatım şekli”, “duygu” ve “düşünce” birbirinin mütemmim cüzüdür. Yâni mânâ güzel bir biçime kavuşmalı, biçim de mutlaka anlamalı olmalıdır. Şiir, yalnız şekil, ses ve âhenkten ibâret olmadığı gibi, sâdece mânâdan ve söyleyişten müteşekkil bir edebî sanat da değildir. Bize göre şiir, bu iki unsurun estetik bir biçimde iç içe girmesidir. Çünkü “Mânâ, şiir kadar ezelî ve ebedîdir.”352 Özellikle Tanzimat’tan sonra Türk şiirinde başlayan bir 351 352 Koca Râgıp Paşa Peyâmi Safa, Objektif-2 Sanat-Edebiyat-Tenkit, 266 265 / Dr. Mehmet Güneş kırılmayla birlikte, gelenekten beslenerek günümüze kadar gümrah bir biçimde akıp gelen şiir ırmağının vârolan kaidelerini görmezden gelen, ya da bu geleneği berhavâ etmek için gayret gösterenler, “kuralsızlığın, anlaşılmazlığın ve mânâsızlığın” gölgesinde yürüyenler, şiirimizin estetik yapısını sarsmak ve ortadan kaldırmak isteyenler, “değişim ve yenilik adına” şiirin mânâ boyutunu inkâr edenler ve maddeyi mânâdan ayırarak tanrılaştıran pozitivist temâyüldeki bâzı ekoller ve onların ideolojik şiir anlayışları şiiri “öz” değil, sadece “söz” olarak görmüşlerdir / görmektedirler. *** Şiirde söz mânâdan, mâna da sözden âzâde olmadığı gibi, duygu ve düşünce de birbirinden ayrı değildir. Şurası çok açık bir gerçektir ki, duygusuz düşünce şiir olmadığı gibi, düşüncesiz duygu da şiir değildir. Her şiir; bir duygunun rahminde doğar, bir anlam dâiresinde şekillenir ve bir düşünce ikliminde dizelere dökülür. Düşünce sâhibi olan her şâir, dünya görüşünü dizelerine belli ölçüde yansıtmakta, fikrî düşüncesi duygularına mutlaka tesîr etmekte ve çoğu zaman duygular, düşüncenin rengine göre telvîn edilmektedir. Ama burada aslolan; düşünceyi ön plâna çıkaracağım derken duyguyu öldürmemek, duyguları ifâde etmek isterken de düşünceyi bütünüyle ortadan kaldırmamak, yâni düşüncesizleşmemektir. Şâir, inandığı değerlerin sözcüsü olduğu ve bu işi en lâtif bir biçimde yaptığı ölçüde bir kıymet ifâde eder. Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, şiirde imajlar kadar mesajlar da çok önemlidir. Şâir, nefs muhasebesiyle ebedî hayat murâkabesini birlikte yaptığı, öteler ötesi için gönlünün sesini ve ilhâmını dizelere yansıttığı, mâsivâdan kurtulup, Mâverâ’ya yelken açtığı gibi; astığı bayrağın mensûbiyetini, bastığı toprağın mahremiyetini, emdiği sütün kutsiyetini ve içtiği suyun izzetini bilen ve bunun gereğini yerine getirebilmenin mücâdelesini kelâmıyla dillendiren insandır. Şâir, kendi varlığında vârolan şiiriyetin farkında olan; hayatı şiir gibi yaşayan, şiiri de ebedî mutluluğa ulaşmanın bir vesîlesi olarak gören; resimden ressama, nakıştan nakkaşa, besteden bestekâra, eserden müessire ulaşabildiği ölçüde şiirin hakkını veren sanatkârdır. Kezâ “Sanat, sanat içindir.” görüşünü savunmak, belki kulağa hoş gelen, ama esâsı boş olan bir mugalâtadır. Zîrâ, edebî bir vâsıta olan şiirin Hüzünler “Gül” Kokuyor / 266 ulvî bir gâyesi olmalıdır ve “bir şeyin amacının yine kendisi olması”, yâni sırf şiir yazmak için şiir yazılması gibi basit bir düşünceye hizmet etmesi, şiirin özünü ıskalamaktan başka işe yaramayacak ve lâf-ı güzaf üretmekten gayrı bir anlam taşımayacaktır. “Şiirde fikir olmaz.” diyenler de, abesle iştigâl etmekte, bunu söylerken bile düşüncesiz bir düşünce ortaya koymaktadır. Her kim şiirde fikir olmaz diyorsa, “yumurtasız omlet” yapmaya soyunan fikirsiz şâirler tâifesine dâhil oluyor demektir. Yalnız şunu da ifâde etmemiz gerekir ki, şiir, manifesto yayınlamak veya salt düşünce îlan etmek aracı da değildir. Bu mevzûda şu husûsu da tebârüz ettirmemiz gerekir ki, her sanatın bir dünya görüşü vardır ve olmalıdır. Burada aslolan, “tebliğ” değil, “telkin” etmek, fikrî temâyülleri sanatkârâne bir lisânla dile getirme yolunda gayret göstermektir. Fakat, “Sanat, sanat içindir.” diyerek, insana ve topluma hiçbir faydası olmayan süslü laflar etmek ve sanatı sanata referans göstermek içi boş bir mugalâta iken, sanatı ideolojiye kurban etmek de ayrı bir handikaptır. Fakat bir sanatkârın sanat eserlerinde -şâirin şiirlerinde- fikrî temâyüllerini ve inanç değerlerini edebî sanatlar muvâcehesinde ortaya koyması, onun sanatkârlığının -şâirliğinintabiî bir netîcesidir. Fikirsiz, değersiz, dünya görüşü olmayan sanat ya da şiir, insanı havasız ve susuz yaşatmaya benzer ki, bu da hayatla kâbili telif değildir... Zâten bir tasavvuru, bir tefekkürü, bir mefkûresi ve bir inancı bulunmayan sanatkârın veya şâirin- sanatının -ya da şiirinin- insanlığa vereceği bir artı değer de yoktur. Fakire göre de şiir, “Mutlak Hakîkat”e ulaşma noktasında küllî bir tefekkür şuûru oluşturduğu, insanı iyiye / güzele yönlendirdiği, ana dilinin güzelliklerini dile getirdiği, nâzenin duyguları terennüm ettiği, bastığı toprağa, astığı bayrağa hâdim olduğu ve millî olandan yola çıkıp evrenseli yakalama noktasında irtifâ katettiği zaman vazîfesini itmâm eder, gerisi lâfı güzaf kalır. Şiirde esas olan; düşüncenin borazanlığını yapmak değil, imge ve sembollerle duygu ve düşünceyi bir sentez ve bir denge içinde ifâde etmek, nesirle yapılması gereken “tebliğ” yönteminin ötesine geçip, nazmın kollarında şekillenen “telkin” usûlüyle fikriyâtı dizelere dökmektir. Zâten nesir; bir düşünceyi tebliğ için, şiir ise; bir duyguyu paylaşmak, bir sancıyı bölüşmek, 267 / Dr. Mehmet Güneş bir sevdâya ortak olmak, estetik kaygılar içinde bir fikri telkin gâyesiyle ve bir derde hemdert bulmak için yazılır. Üstad’ın dediği gibi; “İlmin usulünde tebliğ, şiirin usülünde de telkin vardır.”353 Şunu da bir kere daha vurgulamamız gerekir ki, şâirin düşüncesi; fikir, tad, kıvam, anlam ve koku olarak şiirin içine sinmeli; şekerin çayda eridiği gibi erimeli, duyguyu düşünceyle tatlandırırken düşünce öne çıkmamalı, aslâ bağırmamalı, görünür olmamalı, fakat râyihasını da hissettirmeli; böylece damak zevkine de, zekâ düzeyine de, inanç dünyasına da hitap eden bir sanat eseri ortaya çıkmalı ve kristal duruluğunu muhâfaza etmelidir. Şiirde, düşle düşünce, hayâlle hakîkat bir araya gelmeli; çiçeğin kokusunun görünmeden bizleri esansıyla mest ettiği gibi, burcu burcu içimize dolmalı, Üstad’ın nitelemesiyle şiir “sihirli kemancılık” olmalı, fakat okuyanlara estetik duygular ve derûnî düşünceler ilhâm etmeyen basit sloganların dile geldiği “kaba davulculuk”354 aslâ olmamalıdır. Bu îtibarla şiirin vazîfesi, kaba bir tebliğ değil, zarîf bir telkin ve tasvir olduğu için; fikir; duygu süzgecinden süzülmeli, düşünceyle şekillenen duygularda da fikrî bir râyiha sezilmelidir. Hâsıl-ı kelâm; şiir fikirleşmemeli, ama fikir şiirleşmelidir. Şiirdeki “mânâ” ve “biçim” tartışmalarına katılan, fakat sanatını pozitivizme kurban eden ideolojik şiir anlayışından farklı olarak şiir hakkında görüş beyân eden bâzı şâirler, -özellikle sembolistler- şiirde anlamdan çok söyleniş güzelliğine ve iç mûsîkîye önem vermiş, muhtevâyı geri plânda tutmuştur. Fakat genellikle gelenekten beslenen şâirler ise mânayı öne alıp, biçimi bir araç olarak görmüşlerdir. Bu konuda Ahmet Hâşim “Şiirdeki mânâyı anlamadan önce, şiirin içindeki mûsîkîyi dinlemek gerekir.” görüşünü dile getirmiş, mânâsından âzâde olarak şiiri okumak gerektiğini, şiirdeki anlamı kavramanın daha sonra geldiğini söylemiş ve “Mânâ araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe içinde bırakan hakîr kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek.”355 demiştir. 353 Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Poetika, 475 Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Poetika, 476 355 Ahmet Hâşim 354 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 268 Geleneğin devamı olan şâirlerde ise, -meselâ sûfî şâirlerde- esas olan şey öncelikle “mânâ”dır. “Anlatım şekli”, şiirdeki mânâyı ifâde etmek için kullanılan birer araçtır. Yâni “mânâ” mazruf, “anlatım şekli” zarftır. Fakat, bu mânâ, şekil olarak biçimlenmiş ve erbâbının dilinde form, vezin, kafiye ve sembollerle ziynetlenmiş, zarfıyla da, mazrufuyla da sonsuzluk ufkuna yelken açmıştır. Sûfî şâirler, şiir ve şâirlik kavramlarına semâvî bir pencereden bakarak; şiirin, “Allah(c.c.)’ın kullarina lütfettiği has bir kelâm olduğunu ve Allah(c.c.)’a duydukları İlâhi aşkın bir netîcesi olarak şiir söylediklerini”356 dile getirmişler ve sık sık “Şiir, aşkın dilidir.” ifâdesini terennüm etmişlerdir. Zâten Tasavvuf Edebiyatı’nın köşe taşları olan Mevlânâ Celâleddin, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumî, Aziz Mahmud Hüdâi, Niyâzî Mısrî..... gibi büyüklerimiz en muhteşem dizelerin sâhibi olmalarına rağmen kendilerini şâir olarak görmemişlerdir. Zâten bu Allah Dostlarını sâdece bir şâir olarak nitelemek, bu mâneviyat büyüklerine karşı saygıda kusur etmekle ve onların kemâlatını göz ardında tutmakla eş anlamlıdır. Çünkü evliyâullahtan olan bu büyük şahsiyetler için, şâirlik amaç değil, yalnızca bir araçtır. Çünkü onlar, şâirliğin çok ötesinde ve üstünde bulunan, “kâl” değil “hâl” ehli olan insân-ı kâmillerdir. Bir beyitinde bu konuyu çok vecîz bir biçimde dile getiren Ziyâ Paşa; “Şâir demek öyle ehl-i hâle, Îrâs-ı nakîsedir kemâle…” demiştir. Çünkü onlar; şiiri, Cenâb-ı Hakk’ın yüceliğini, güzelliğini ve “Gül” aşkını terennüm etmek için bir vâsıta olarak görmüşlerdir. Onlar şiiri; edep, erkân, iz’an, irfan ve îman dâiresinin estetik tefekkürü üzerine inşâ edip söylemişlerdir. Onlar İlâhi bir aşk ile Hakk’a olan teveccühlerini şiir diliyle ifâde etmişler, ama hiçbir zaman mânâyı şekle fedâ etmemişlerdir. Fakat, Mâverâ’dan gelen ilhâmın ışığında ve gelenekten feyz alarak şiir dilini çok mükemmel bir biçimde kullanmışlar ve “nutk-ı şerîf” dienilen hikmetli sözleri şiir diliyle söylemişlerdir. Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, şiirin; mutlaka büyülü bir dili, derûnî bir mânâsı, gelenekten beslenen büyük bir kültür ve sanat mîrâsı, kendine has an’ânevî bir estetik biçimi, şekille 356 Mevlânâ 269 / Dr. Mehmet Güneş alâkalı kafiye, vezin, durak, aliterasyon, iç mûsîkî... gibi söyleyiş birikimi ve insanın duygu dünyasına seslenen esrârlı bir yönü olmalıdır. Zâten şiir; kelimelerle inşâ edilmiş, göz kamaştıran ve insanı heyecanlandıran sözcüklerden yapılmış muhteşem bir binâdır. Bu binâda; mânânın ehemmiyeti, kelimelerin ışıltısı ve ritmin büyüsü kadar, ses mîmarı tarafından, ihtişamlı bir estetik ve zarîf bir teknik içinde dizelerin dile getirilmesi, edebî sanatlarla bezenmiş orijinal imgelere mısrâlarında yer verilmesi, edâ ve muhtevânın birbirini tamamladığı “usta işi” bir söz sarayının inşâ edilmesi şiirin olmazsa olmazlarındandır. Üstad Necip Fâzıl bu konuda; “Şiirin iç nefesi mutlaka dış kalıbını arayacak ve onu fâtihçe zapt edecektir. Başka türlü şiir nâmevcuttur.” demiştir. Bunu gerçekleştirmek için de, zarfı mazrufun emrine vermek, yâni “biçim”i “mânâ”ya âmâde kılmak, “şiire telkin gücü yüksek bediî bir haz ve hayranlık”357 kazandırmak ve düşünceyi şiir diliyle ifâde etmek, böylece estetik ve lirik bir söyleyişe sâhip olmak esastır. İşte bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, şiirin bu iki temel unsurunu birbirinden ayırmak demek, şiiri tek ayak üzerinde durdurmaya çalışmakla ya da şiirdeki şiiriyeti ortadan kaldırmakla eş anlamlıdır. Böyle “şiirler”, ya manzûme olarak kalırlar, ya slogan boyutunda ideolojilere teslim olurlar, ya da anlamsızlığın anaforunda debelenip kaybolurlar. Şiir, insanda bir duygu fırtınası, bir mânâ derinliği, bir düşünce iklimi ve bir hayâl ufku uyandırdığı ve efsunkâr bir iklimin kapılarını aralayarak okuyanı bu büyülü dünyanın içine çektiği nispette başarılıdır. Bu sebeple şiir, söz sanatları içinde en zor söylenen, ancak en çok hislendiren, en çok heyecan veren, sözlerin içindeki mânâya ve esrâra tamâmen erişilemeyen sır deryâsı ve çok görkemli bir edebî türdür. Almanlar şâirler için; “söyleyecek sözü olan kimse” nitelemesini yapmışlardır. Bu sebeple, has şiir ayağa kalkınca nesir meydandan çekilir; şâir kıyam edince, nâsir şapka çıkartıp yerine oturur. Ve sözün bir mûcize olduğu; şiirde mündemiç olan / olması gereken hikmet, letâfet, zarâfetle, edebî ifâde ve ahenkle çok net bir biçimde tebellür eder. *** 357 Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Poetika, 477 Hüzünler “Gül” Kokuyor / 270 Şiir zarfını, mazrufundan ayrı düşünmek mümkün değilse de önemli olan; zarfın şekli -aruz, hece, serbest - değil, ifâde ettiği mânâ, taşıdığı muhtevâdır. Şiirde vezin serbest olabilir ama muhtevâ ölçüsüz olamaz. Manzum eserlerde zarfın görünümü değil, söylenişin âhengi, kelimelerin tefrîki, mısrâların terkîbi önemlidir. Şiirin olmazsa olmaz lâzımesi; “ölçü” ve “kafiye” midir? “Şekil” ya da “vezin” midir? “Anlatım şekli” veya “biçim” midir? “Ses” ve “söz” müdür? “Hayâl” ya da “hakîkat” midir? “Duygu” veya “düşünce” midir? “İmge” veya “mânâ” mıdır? “İç mûsîkî” yahut “ritim” midir? Bu sorular kadim dönemlerden günümüze kadar hep tartışıla gelmiştir. Şiir odur ki; okuyan, kendisini mısraların içinde bulur, dizelerdeki ses ve söz ritmine teslim olur; insanı alıp başka diyarlara götürür ve etkileyerek duygulandırır, mânâsıyla düşündürür, iç mûsîkîyle heyecanlandırır, ahengiyle coşturur, yâd ettiği hâtıralarla ürpertir... Şiirin tanımında olduğu gibi, -bidâyette bir nebze de olsa bahsettiğimiz- bu konuda da bir sonuca ulaşılamamış ve fikir birliğine varılamamıştır, “Serbest tabip” olmasına rağmen serbest şiirler yaz/a/mayan; ölçülü ve kafiyeli manzûmeler kaleme alan bu fakir; “Şiirde kâfiye ve vezin mutlaka gereklidir; ölçüsüz ve uyaksız şiir, şiir değildir.” görüşüne katılmamakla birlikte; vezin ve kafiyenin şiiri güzelleştirdiğine ve nazma çeki-düzen verdiğine kânîdir. Hece vezni; düzenli ve ölçülü, hece sayısı olan, durak ve redif gibi temel öğeleri bulunan ve kafiyeli kıt’alardan oluşan Türk şiirinin en eski veznidir. Hece vezni, benim en çok tercih ettiğim ve sevdiğim nazım ölçüsüdür. Hece; aruz kadar sınırlayıcı olmadığı gibi, Türkçe’nin dil yapısına, mûsikisine ve Türk hançeresine en uygun olan vezindir. Kafiyenin; şiirin ezberlenmesinde, müzikal ritmin kolayca tesîs edilmesinde, kıt’aların âhenk ve estetik değer kazanmasında çok büyük kolaylıklar sağladığını düşünüyorum. Ama kafiye oluşturacağım derken, mânileşme tuzağına düşülmesini ve kafiye yakalamak uğruna mânâdan uzaklaşılmasını da ayrı bir handikap olarak görüyorum. 271 / Dr. Mehmet Güneş Serbest şiir olmaz demiyorum; fakat nazmın bir anlamı da nizam olduğuna göre, nizamsız bir âhengi yakalamak kolay değildir. Serbest şiir; en zor yazılan şiir türüdür; çünkü belli bir kuralı bulunmamasının zorluğu bir tarafa, ses ve söz armonisiyle hemhâl olan ve derinden derine insanı saran bir iç mûsîkînin yakalanması da büyük bir ustalık istemektedir. Serbest vezinde çok güzel şiirler yazılmış olmakla beraber, iç âhenk ve müzikaliteyi tesîs etmedeki zorluklar dolayısıyla, hecenin ulaştığı zirvelere aynı kesâfette vâsıl olacağını ve heceyi geçeceğini düşünmüyorum. Şiirde ölçü ve veznin ötesinde ve üstünde vârolması gereken asıl lâzımenin; şiir dilini kullanmadaki mahâret, duyguları dile getirmedeki derûnî âhenk, mânâ ve ses müzikalitesindeki şiiriyet ve sözün özünü en güzel bir biçimde dile dökmedeki letâfet olduğunu düşünüyorum. Yâni şiiri şiirleştiren, ne kafiyedir, ne de ölçüdür. Bâzı şiirlerin kafiyeli yazılması şiirin güzelliğine güzellik katmıştır, ölçülü bâzı şiirler âhenge müthiş bir ritim ilâve etmiştir. Fakat bâzen de duyguları daha geniş bir alanda ve sınırlamalara mahkûm olmadan ifâde edebilmek için serbest tarzda şiirler yazılmış, söz kafiyesinden ziyâde ses aliterasyonuna önem verilmiş, iç âhengi mükemmel bir şekilde tesis edilmiş, imgeler ve mazmunlar vezin kısıtlamasından kurtulmuş ve şiir daha bir güzel olmuştur. Şiirde biçim, mânânın önüne geçmemeli; şekil ve kalıp, duygu ve düşünceye zâfiyet verdirmemeli; zarfın letâfetine dikkat edeceğim derken kat’iyen mazrufun şiiriyeti göz ardı edilmemelidir. Cevizin yeşil ve sert kabuğu nasıl ceviz değilse, sâdece vezin ve kafiyeden oluşan nazım da şiir değildir. Çünkü ölçü ve kafiye aslında kabuk hükmündedir, mânâ ve şiiriyetteki güzellik ise o kabuğun içinde saklıdır. Has şiir, maddenin kabuğunu kırarak mânâya ulaşmaktır. Vezin ve kafiyeyi şiir zannetmek, cevizin içini göz ardı edip, kabuğunu ceviz kabûl etmekle eş anlamlıdır. Baştan beri îzah etmeye çalıştığımız gibi; şâirliği kâtipliğe, şiiri de vezin ve kafiyeye mahkûm, estetikten ve imgelerden mahrûm ettiğimiz zaman, ortaya ya manzûme, ya da mensur bir nesir çıkacak, ama bu yazılam aslâ şiir olmayacaktır. Has şiiri, manzûmeden ve nesirden ayıran unsurların başında; Hüzünler “Gül” Kokuyor / 272 metafizik idrâke dayalı bir edebî anlayış, bu mücerret anlayıştan sâdır olan efsunkâr bir söyleyiş, estetize edilmiş imgeler, duygu ve hayâlle ziynetlenmiş orijinal imajlar, eşyânın hakîkati ve hilkâtin esrârını kavrayan, verâların verâsına yol bulan, fikrî ve felsefî derinliği olan mesajlar, dizelerde seslendirilen farklı renkleredeki ses, söz ve nefes uyumuyla iç ahenk gelmektedir. Bir manzûmenin has şiir olup-olmadığını anlamak için, önce mânâsından âzâde olarak dinlemek, bu şiirin mûsîkîsi ve ritmine muttalî olduktan sonra anlam dünyasına girmek gerekir. Şekil ve kalıp yâni vezin ve kafiye ise, şiirdeki kıyâfet mesabesinde olup, hatırımıza Mevlânâ’nın “Ne insanlar gördüm üstünde elbisesi yoktu Ne elbiseler gördüm içinde insan yoktu” beyitini getirmektedir. Gerçekten de usta şâirlerin yazdığı has şiir olan serbest şiirlerin yanında, ölçülü ve kâfiyeli yazıldığı halde hiçbir edebî değeri olmayan, hatta şiirle uzaktan yakından bir ilgisi dahi bulunmayan, şekil ve kalıba hapsolmuş, sıradan manzûmeler ve ‘Mahmutpaşa malı işporta dizeler’in mebzul miktarda “şiir” diye ortalıkta arz-ı endâm ettiğini de üzülerek görmekteyiz. Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki, şâirlik sıfatına lâyık olabilmek veya has şiir ufkuna adım atabilmemiz için; rûhî duyarlılığımızın hassâsiyet kesbetmesi, Mâverâ’dan yükselen şerâreleri algılayabilecek bir idrâk seviyesine ulaşılması, gönlün ilhamıyla şekillenen şuûraltının şuûr alanına taşınması, kültür ve fikir irtifâımızın yükseltilmesi, dilin kişiselleştirilmesi, bâkir ifâde ve tasvirlerin inşâ edilmesi, lügatlerde yarı baygın ve suskun bir hâlde bekleyen kelimelere hayâtiyet kazandıracak estetize edilmiş güçlü bir enerjinin bahşedilmesi, kendimize âit bir ses rengine ve bir üslûp biçimine erişilmesi, şiir atını en uzak menzillere sürebilmek gâyesiyle aşka gelinmesi ve bu yolda hiç bıkmadan, usanmadan aralıksız bir çaba ve gayretin içinde olunması şartın ötesinde bir mecbûriyettir. Has şiir; hissiyâtın târifsiz güzellikleriyle beslenen, duygu ve sezgi iklimindeki renklerin zenginliğiyle süslenen, kendine mahsûs şiir dilinin anlamlandırdığı kelimelerle dünyaya seslenen, kendi iç dünyasındaki âhenk ve ritmin müziğiyle 273 / Dr. Mehmet Güneş nefeslenen, eşyânın hakîkatini sorgulayan esrârıyla sonsuzluğa yaslanan ve Mutlak Hakîkat’in esmâsıyla hakîkat ufkunda kanatlanan muhteşem mısrâlardır. Şiir; “nesirden bambaşka bir hüviyeti” olan ve fakat “nesre çevrilme imkânı da bulunmayan nazımdır.”358 Hemen her sâhada olduğu gibi, günümüzde şiirin de, şâirin de ölçüsü kalmamıştır. Ne hazîndir ki, serbest şiir diye; ne ahenk, ne ritim, ne iç mûsîkî, ne de mânâ yönüyle hiçbir özelliği olmayan; kafiye ve ses benzerlikleri bulunmayan; yan yana değil de alt alta sıralanmış devrik cümlelerden oluşan; salkım-saçak bir takım dizeler de şiir diye takdim edilmektedir. Bırakın serbest şiir olmayı manzûme bile olamayan, “başıboş şiir” ya da “başıbozuk şiir” diyebileceğimiz veya düzyazıdan makasla kesilerek rasgele sıralanmış ipe-sapa gelmez kelime karmaşası diye vasıflandırabileceğimiz ölçüsüz, kuralsız, âhenksiz, mânâsız ve şuûrsuz sayıklamalara pek çok isim verilebilir, ama aslâ şiir denilemez. Kezâ kullanıla kullanıla yivi-seti kalmamış kâfiyeleri ve benzetmeleri tekrar eden, parmak hesabıyla hece sayısı tutturan; ufku, hayâli, duygusu, esrârı, tefekkürü, ritmi, sembolizmi, estetik güzelliği ve fonetik müzikalitesi olmayan mâni tarzındaki dörtlükleri şiir diye ortaya koyanlara da belki “manzûmeci” sıfatı verilebilir, ancak şâir denilemez. Kendi şiir dilini inşâ etmiş, kendine has bir üslûp geliştirmiş, kadim şiir geleneğimizden beslenmiş, yeni bir tarz ortaya koymuş ve yeni bir iz oluşturmuş şâirler; usta işi şiir yazarlar, şiirin hangi vezinle doğduğunu bilirler ve ona göre aruz, hece veya serbest vezinle- şiirlerini kaleme alırlar. Şâirler; şekil, kalıp ve kafiyeyi aştığı; edâ ve mânâ bakımından taklit etmeyen ve taklit edilemeyen bir seviyeye ulaştığı zaman zirveyi yakalarlar. Bu sebeple şiirde şekil, hiçbir zaman ana unsur değildir ve olmamalıdır. Zâten hece, aruz ve serbest tarzda çok güzel şiirlere imzâ atmış olan Ârif Nihat Asya da; “Şiir, vezniyle doğar.” demektedir. Şiir üzerine ciltler dolusu kitaplar yazsak bile, yine de şiir hakkında söylenecek olan birçok şeyi söylememiş oluruz. Mevlânâ’nın “Söz az ve öz gerektir vesselâm” tavsiyesine muhalif davrandığımızı biliyor, bu sebeple şiir hakkındaki 358 Ahmet Hâşim Hüzünler “Gül” Kokuyor / 274 düşüncelerimizin geri kalan kısmını tefekkür burcundaki sükûtun sonsuzluğuna havâle edip, bütün bir edebiyatın şerhten âciz kaldığı “Üç Noktanın Söylediği”ne bırakıyor ve hatm-i kelâmı da bir “Şiir”le yapıyoruz: ŞİİR Şiir; duygu çiçeği gökkuşağı renginde, Gönüllerde çağıldar dile düşer bin nazla... Şiir; sözün halayı bir ışık âhenginde; Elvan elvan mısrâlar ezgiye döner sazla... Şiir; bir aşk sofrası, bir gönül hâtırası, Yürekteki yangınlar hissedilir en fazla... Şiir; soylu bir melâl ve bir sevdâ yarası, Işık sağar geceye zamâna îtirazla.. Şiir; hasret özünde aramaktır vuslatı, Gözyaşında gülümser en samîmî niyâzla... Şiir; hayâl ufkunda şahlanan yılkı atı, El eder zemheriye Kaf Dağı’ndaki yazla... Şiir; Hakk’ı zikreden üç boyutlu bir kelâm, “Elif” “he”ye vurulur “A...h” eden bir îcâzla... Şiir; bâzen gonca gül, bâzen “Gül”e ihtirâm; İlâhî sevdâlara destan yazar mecâzla... Dr. Mehmet GÜNEŞ