Hüzünler “Gül” Kokuyor - Gönüllerde Birlik Vakfı

Transkript

Hüzünler “Gül” Kokuyor - Gönüllerde Birlik Vakfı
Hüzünler
“Gül”
Kokuyor
Dr. Mehmet GÜNEŞ
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 2
Gönüllerde Birlik Vakfı Yayınları
Yayın Nu: 7
Şiir Dizisi: 1
Hüzünler
“Gül”
Kokuyor
Dr. Mehmet GÜNEŞ
Editör:
Birol Dok
Kapak:
Siyâmi YOZGAT
Sayfa Düzeni:
Uzm. Dr. Ahmet Kürşad GÜNEŞ
Stj. Dr. Yâsin Celâl GÜNEŞ
ISBN: 978-605-62087-3-7
Birinci Baskı, Mart 2016 - Ankara
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na göre,
bu eserin her türlü hakkı müellife âittir.
Hacettepe Mah. Dutluk Sk Nu: 21 Altındağ / ANKARA
Tel: (0312) 312 18 88 Belgegeçer: (0312) 312 22 04
www. gonullerdebirlikvakfi.org.tr
e-posta: [email protected]
Baskı:
BMS Matbaacılık Yoz. San. Ltd. Şirketi
Kâzım Karabekir Cad. Ali Kabakçı İş Merkezi
Nu: 85/57 İskitler 06111 Altındağ / ANKARA
Tel: (0312) 342 40 38
3 / Dr. Mehmet Güneş
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 4
Dr. Mehmet GÜNEŞ
1956
yılında
Afşin’de
doğdu.
Kahramanmaraş Lisesi’ni bitirdi. Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun
oldu. Erciyes Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü’nde Biyokimya
doktorası yaptı. Hâlen Yozgat’ın Sorgun
İlçesi’nde
serbest
hekim
olarak
çalışmakta olup, evli ve dört çocuk
babasıdır.
Şiirleri ve denemeleri; Töre, Türk
Edebiyatı, Türk Yurdu, Nizâm-ı Âlem, Semerkand, Türkiye Günlüğü,
Gözyaşı, Gökkubbe, Gündem, Altınoluk, Kültür Ajanda, Kardeş
Kalemler gibi çeşitli fikir, kültür ve sanat dergilerinde; makâle ve
incelemeleri ise; Hergün, Millet, Yeni Düşünce, Türkiye, Zaman,
Gündüz ve Yenigün gibi günlük gazetelerde yayımlandı. Muhtelif
antolojilerde yer alan şiirlerinden bâzıları bestelendi.
Hac ve Duâ (Elit Yayınları-1999) adlı mensûr risâlesi, Gün
Akşama Yaslanmadan (Se-Ba Yayınları-2000) adlı şiir kitabı,
Mukaddes Yolculuk Medîne-i Münevvere (TDV Yayınları-2010) ve
Mukaddes Yolculuk Mekke-i Mükerreme - II Cilt) (TDV Yayınları2014) isimli iki şehristanı neşredildi. 63 Gülnâme’den oluşan “Gül”
yazıları, AŞK Vakfı tarafından Gül Aşkın Mihrâbıdır ismiyle ve iki
cilt olarak yayımlandı.
Evliyâ Çelebi’nin Doğumu’nun 400. Yılı’nda; UNESCO, Kültür
Bakanlığı, Avrasya Yazarlar Birliği’nin müştereken organize ettiği,
“Seyahatnâme’nin Günümüz Yazarlarına Yeniden Yazdırılması”
projesi kapsamında, Evliyâ Çelebi’nin İzinde “Gül” Medeniyeti’nin
Başkenti isimli gezi kitabı ise Bengü Yayınları tarafından neşredildi.
Ayrıca, Şişmanlık ve Diyabet isimli bir ilmî çalışmasıyla, Kronik
Böbrek Hastaları ve E Vitamini adlı doktora tezi yayımlandı.
Millî kültürümüzün ve irfan dünyamızın uç beyleri hakkında
yazdığı Gittikçe Artan Yalnızlığımız adlı biyoğrafi kitabı da Cümle
Yayınları tarafından 2015 yılında okuyucuya sunuldu.
Baskıda olan eseri Çanakkale Dirilişi, yayına hazırlanan kitapları
ise; Ufuk Çizgisi, Millî Düşünce Üslûbumuz ve Medeniyet
Tasavvurumuz’dur.
5 / Dr. Mehmet Güneş
(Hac-1996, Mekke)
Yüreği; Allah (c.c.) aşkı,
Resûlullah (s.a.v.) muhabbeti
ve Ay-Yıldızlı bir sevdâ ile çarpan
Rahmetli MUHSİN YAZICIOĞLU’nun
azîz hâtırâsına duâ ve Fâtihalarla ithâf olunur.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 6
7 / Dr. Mehmet Güneş
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ / 11
HÜZÜNLER “GÜL” KOKUYOR / 15
Besmele / 17
Tekbir / 19
“Gül” Aşkın Mihrâbıdır / 20
“Gül” Olmasaydı / 21
Ey Yâr / 23
Efendim /25
Gönül Mahzûn Dil Mahzûn / 27
Tasavvuf / 29
Mâverâ / 31
Münacât / 33
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 35
Bir Aşk Cemresi / 37
Şafakta Zaman / 39
Göç Davulu Çalmadan / 40
Silinmez Mühür / 41
İki Dünya Dar Gelir / 42
Yâ Rabbî / 43
Duâ / 45
Yüreğim Vakfede / 47
Medet Yâ Rab / 49
Bir Hikmet-i Hüdâ Zemzem / 50
Haremeyn’e Vuslat / 52
Haremeyn’e Vedâ Ederken / 53
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 8
YORGUN DUYGULARIM / 59
Bir Hazan Vakti / 61
Koparılan Çiçekler / 63
Yaralar Beni / 65
Gecelerimiz / 67
Yıllardan beri / 69
Beyaz Zenciler / 71
Yorgun Duygularım / 73
Anadolu / 75
Besmeleli Sevdâlar / 77
Süt Beyaz Düşlerim / 79
Son Sözüm Söylenmedi / 81
Muhammed(s.a.v.)’e Can Fedâ / 83
Yanık Bir Ezan Bağdat / 85
Tel Âfer / 87
Muhasebe / 89
Ecnebî Sokaklarda / 91
Bir Ulu Çınar / 93
Bayrak / 95
Türkiye’m / 97
Ay-Yıldızlı Bayrağın Mahzûn Balası Kerkük / 99
Hüzzam Faslı / 102
Yorulduk / 103
Gönlüme Efkâr Düşer / 105
“Ben Mürtecî Değilim” / 107
Hazan Mevsimi / 112
Yeter Artık / 113
Tel’in / 115
Çizginin Bestekârı / 118
Abbasnâme / 119
Arz-ı Hâl / 122
9 / Dr. Mehmet Güneş
ÖMÜR İKİNDİYE MERHABA DERKEN / 123
Yıllar / 125
Yıllar Yaprak Dökerken / 127
Ömür İkindiye Merhabâ Derken / 129
Hayat / 130
Gün Akşama Yaslandı / 131
Her Yaş Ölüm Yaşıdır / 133
Sakın Aldanma / 134
Yaşlılık / 135
“Bayram O Bayram Ola” / 136
Mezar Taşı /137
Ve Ümit / 138
Gurbette Bayram / 139
Bir Başka Gurbet / 141
Güneşe Dâir / 142
Vakti Akşam Eyleme / 143
Gün Batımı Hüzünlerim / 145
İnsanlar Vesîledir / 147
Kimin Haddine / 148
Gün Bugündür / 149
Hatm-i Kelâm / 150
DİLE GELEN DUYGULAR / 151
Bir Sevdâ Türküsü / 153
Gönül Cephesi / 154
Sevdâ Yokuşu / 156
Aşk / 158
Ufukta Güneşe Yaslanacaktım / 159
Sensiz / 160
Sensin / 162
“Azıksız Çıkma Yola” / 165
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 10
Gün Hükmünü Sürerken / 167
Dile Gelen Duygular / 168
“Kınayı Getir Aney” / 172
“Göç Göç Oldu Göçler Yola Dizildi” / 174
Şeyhzâdem / 176
Ahmet Bebeğe Ninni / 179
Bir Güzel Evlât Geldi / 181
Sen Güzel Bebek / 182
SILA-İ RAHİM / 185
Sıla-i Rahim / 187
TÜRKÜLERE DESTAN / 201
Türkülere Destan / 203
SONSÖZ / 213
Şiire ve Şâire Dâir / 215 - 274
11 / Dr. Mehmet Güneş
ÖNSÖZ
Bir güzel “Adam”ın ilâhî güzelliklerden ilham alarak
vücuda getirdiği kitaba önsöz yazmak; hem çok güzel, hem de
çok zor... Çünkü Allah (c.c.) aşkı ve Resûlullah (s.a.v.)
muhabbetini esas alan; “îman”, “insan” ve “vatan” merkezli
duygu ve düşüncelerle dizelere dökülen bu kıymetli eserin
edebî değerinin yanında, Merhum Başkanımız Şehit Muhsin
Yazıcıoğlu’na ithaf edilmesi, bizler için çok ayrı bir anlam
taşıyor ve çok özel bir kıymet ifâde ediyor.
Değerli gönül dostumuz şâir ve yazar Dr. Mehmet
Güneş’in ikinci şiir kitabı olan ve “Sonsuzluğun Sahibi”nin
aşkıyla yazılan “Hüzünler ‘Gül’ Kokuyor” isimli bu güzel
eser; “Besmeleli Sevdâlar”ımıza ve gönül dilimize tercüman
oluyor. Bu kitap; tevhîd ikliminde şekillenen ebedî “aşk”ın
derûnî mânâsını da şiir diliyle anlatıyor. Biliyoruz ki, “üç
harf-beş nokta” diye vasfedilen “aşk”; “Leylâ”dan “Mevlâ”ya
yol bulduğı zaman ebedîleşir ve “Aşk-ı Hakîki”ye ulaşır… İşte
bu kıymetli eseri okuduğunuz zaman diyorsunuz ki, meğer
Fuzûlî;
“Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl-u kâl imiş ancak…”
sözünde ne kadar da haklı imiş…
Özellikle ve öncelikle bir husûsu daha ifâde etmek
isterim ki; çok kıymetli gönüldaşımız Dr. Mehmet Güneş’in
şiir sanatı hakkındaki görüşlerini dile getirmek için “Sonsöz”
olarak kaleme aldığı ve kitabın sonuna koyduğu “Şiire ve
Şâire Dâir” başlıklı altmış sayfalık “poetika”sı; belki de
kitabın sonunda değil, en başında okunması gereken hârika
bir metin olmuş…
***
Sevgili
Peygamberimiz
Hazreti
Muhammed
Mustafa’nın (s.a.v.); “Şâirlerin söylediği en doğru söz,
Lebid’in şu sözüdür: İyi biliniz ki, Allah’tan başka her şey
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 12
yok olmaya mahkûmdur.”1 Hadîs-i şerifleri mûcibince
hareket eden Mehmet Güneş Ağabeyimiz “Münâcât” şiirinde
bakın bizlere ne güzel muştular veriyor:
“Haddimizi aşsak da, rahmetten ümitvârız,
“Vahşi”yi “yahşi” eden âyetten ümitvârız,
Sen Rahmân’sın, Rahîm’sin; nusretten ümitvârız,
Affetmek şânındandır, ye’se uğratma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..”
Şâirimiz Dr. Mehmet Güneş, Muhsin Başkanımızın
vefâtının ardından yazdığı “Hüzünler ‘Gül’ Kokuyor” isimli
şiirinde O’nu ve ülküdaşlarını şu mısralarla anlatıyor:
“Turkuaz sevdâlarla yükselirken sancaklar,
Yesevî nefesiyle mayalandı Ocak’lar;
Vatan evlâtlarına “Dergâh” oldu Mamak’lar,
Her nefes “Hû” diyerek acıyı bal eyledin;
Daha gül goncasıyken, “dikeni gül eyledin.”
İnancımız ve duâmız odur ki, Şehit Muhsin Yazıcıoğlu,
Şâirimizin de dediği gibi Cennet-i Âlâ’ya şehbâl açmıştır:
“Ahsen-i takvîm üzre” yaşayıp bayraklaştın,
Şehitlik rütbesiyle tâ sidreye yaklaştın,
Cennet’te ehl-i Firdevs kullarla kucaklaştın...
Sen Rabb’ine giderken Güneş’i kül eyledin,
“Gül” kokulu alperen, “dikeni gül eyledin.”
Yönü, gönlü, ruhu, “kalemi, kelâmı ve selâmı” dâima
“Kıble’ye dönük” olan Dr. Mehmet Güneş, “Haremeyn’e
Vedâ Ederken” de bize en kutsal mekânlardan selâm
getiriyor:
“Cennetü’l-Bakî’den, Dârü’l-Ebrâr’dan,
Evlâd-ı Resûl’den, Âl-i Ensâr’dan,
Mescid’deki “Gül” kokulu rüzgârdan,
Nur yağan Ravza’dan selâm getirdim...”
***
1
İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, VIII, 201, Had. Nu: 2315; Buhârî, Rikâk 29,
Menâkıbu’l-ensâr 20; Müslim, Şi’r 1, 3, 6; Tirmizî, Edeb 70
13 / Dr. Mehmet Güneş
“Türk şiirinin ve ideâlizmin son efsânesi” olan,
rahmetli Abdurrahim Karakoç; aziz meslektaşım Dr. Mehmet
Güneş’in “Gün Akşama Yaslanmadan”2 isimli ilk şiir
kitabının önsözünü on altı yıl önce kaleme almış ve bu yazıda
onun şiirleri ve düşünce dünyası hakkında şu önemli
tespitleri yapmıştır:
“Şiirleri baştan sona dikkatlice okudum. Bazılarını iki defa
okuduğum oldu…
Şiir karanlığın üzerine projektör tutmaktır… Tefekkür kuşunun
mâverâya doğru kanat vurup uçmasıdır… Sözdür, sözün içindeki
özdür… Güzel bir şiir için ne söylense azdır…
Ben hatır için yalancı şâhitlik yapacak karakterde bir insan
değilim…
Mehmet Güneş; evinin her penceresi “Kıble”ye açılan bir şair.
Şiirleştirdiği konuları estetik açıdan olduğu kadar, fikir açısından da
zenginleştirmeyi biliyor…
Muhkem bir îman, kâvî bir aşkla kucaklaştığında; şefkat,
merhamet, adâlet ve edep karşımıza edebiyat olarak çıkar… Bu
incelikleri Güneş’in şiirlerinde gördüğümden dolayı gelecek için biraz
daha umutlu oldum…
Heceyle yazıyor Güneş…
Okuyucuyu anlamsızlığın anaforunda boğmak istemiyor…
Bıktırıcı, lüzumsuz söz salatası yapmıyor… Doğrusu budur.
Sembolleri yerli yerinde ve kararında yüklemiş mısralara... Ne
fazla, ne eksik…
Okudukça şunu müşâhede eyledim:
Mehmet Güneş kendi vücudunu her gün, her saat musallâ
taşında yatarken seyreden bir derviş… Hassâsiyetine katılmamak
mümkün değil… Gerek ilâhî, gerekse beşerî aşkı kıvamında tutması
dikkatlerden kaçmıyor.
Dengeler yerli yerinde…
İfâdeler zengin ve anlaşılması kolay…
2
Dr. Mehmet Güneş, Gün Akşama Yaslanmadan, Se-Ba Yayınları, Ankara, 2000.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 14
Dr. Mehmet Güneş’i başarılı bir şair kabul ederek, tebriklerimi
sunuyorum.
Allah (c.c.) yeni eserleriyle tanışmamıza imkân versin…”3
Bu konuda son olarak şunu ifâde etmek isterim ki;
büyük üstâd merhum Abdurrahim Karakoç Dr. Mehmet
Güneş’i böyle tavsif etmişse, artık bizim onun şiiri ve şâirliği
hakkında daha fazla söz söylememiz beyhûde olur.
***
Gönüllerde Birlik Vakfı; Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nun
adını ve ideâllerini yaşatmak, O’nun ebedî “Dâvâ”sına hizmet
etmek gayesiyle kurulmuştur. Kurulduğu günden bu yana;
Türk-İslâm Ülküsü uğrunda, Hakk’ın (c.c.) rızası
doğrultusunda ve Nizâm-ı Âlem yolunda mücadelesine devam
eden Gönüllerde Birlik Vakfımız, “Allah-u Teâlâ’nın birliği
ve Resûlullah’ın (s.a.v.) risâleti” dışında hiçbir “Mutlak
Hakikat” tanımadan, şanlı yolculuğuna bi-iznillah devam
edecektir.
Gönüllerde Birlik Vakfı olarak böyle kıymetli, edebî ve
anlamlı bir eseri sizlerle buluşturduğumuz için kendimizi
bahtiyar hissediyoruz.
Bu duygularla yazarımız-şâirimiz Dr. Mehmet Güneş’i
böyle kıymetli bir eseri edebiyat dünyamıza kazandırdığı için
kutluyor, Allah-u Teâlâ’dan daha nice güzel eserlere imza
atmasını niyâz ediyorum.
22 Şubat 2016 - Ankara
Uzm. Dr. Hamdi Vefâ ALOĞLU
Gönüllerde Birlik Vakfı Genel Başkanı
3
Dr. Mehmet Güneş, Gün Akşama Yaslanmadan, Hâriçten Bakış, V-VI
15 / Dr. Mehmet Güneş
Hüzünler
“Gül”
Kokuyor
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 16
17 / Dr. Mehmet Güneş
BESMELE
“Bismillâhirrahmânirrahîm miftâhu küll-i kitâbîn.”4
(Besmele, her kitabın anahtarıdır.)
Hadîs-i Şerif
Besmele Âdem’e ilk inen âyet,
Besmele “Be”deki sırr-ı hikmettir.
Besmele Rahmân’dan ezelî rahmet,
Besmele Allah’a teslîmiyettir.
Besmele Kur’ân’ın özeti, özü,
Besmele tevhîdin bir başka yüzü,
Besmele mü’minin değişmez sözü,
Besmele “miftah”5tır, mesûliyettir.
Besmele Mushaf’ta baştâcı fermân,
Besmele şafaksız geceye dermân,
Besmele sınırsız bir ilm-i irfân,
Besmele Hüdâ’dan kula himmettir.
Besmele dünyadan ukbâya köprü,
Besmele en güzel esmâya köprü,
Besmele Rabbânî sevdâya köprü,
Besmele vuslattır, aşk-ı vahdettir.
Besmele tezekkür, Besmele zikir,
Besmele tefekkür, Besmele fikir,
Besmele teşekkür, Besmele Tekbir;
Besmele dildeki şükr ü nîmettir.
4
5
Suyûtî, Feyzu’l-Kadir, III, 191
Mifah: Anahtar
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 18
Besmele her dâim Allah’ı anmak,
Besmele her şartta, şartsız inanmak,
Besmele hakkıyla Hakk’a bağlanmak,
Besmele her işte fasl-ı ülfettir.
Besmele tesbîhât, Besmele bîat,
Besmele münâcât, Besmele tâat,
Besmele yürekten Hakk’a itâat,
Besmele Mevlâ’ya ubûdiyettir.
Besmele ruhtaki sevdâ nefesi,
Besmele semânın efsunkâr sesi,
Besmele her hayrın mukaddimesi,
Besmele hem medet, hem de nusrettir.
Besmele vefâyı bize yâr eyler,
Besmele mânâyı tâcîdâr eyler,
Besmele belâyı târumâr eyler,
Besmele güç-kuvvet, bahr-i izzettir.
Besmele kapleri mesteden düstûr,
Besmele gönülde İlâhî sürûr,
Besmele Güneş’i aydınlatan nûr,
Besmele İslâm’a mensûbiyettir.
19 / Dr. Mehmet Güneş
TEKBİR
Mevlâ’yı tesbîh eder can bedende durdukça,
Îmanlı gönülleri “Gül” aşkı coşturdukça,
Tekbirle aşka gelir ehl-i dîlin yüreği;
“Allah” diye zikreden kalp sînede vurdukça...
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 20
“GÜL” AŞKIN MİHRÂBIDIR
O “Gül” aşkın / mihrâbıdır
/ tende cânım / “Gül” diyor,
Mihrâbıdır
/ “Gül” uşşâkın / âh eder
/ bülbül diyor,
Tende cânım / âh eder
/ “Aman” dile / gönül diyor,
“Gül” diyor, / bülbül diyor, / gönül diyor, / Resûl diyor.
21 / Dr. Mehmet Güneş
“GÜL” OLMASAYDI
“Gül” aşkına yaratıldı bu âlem,
Varlık vârolmazdı “Gül” olmasaydı.
Ne Esmâü’l-Hüsnâ, ne Levh ü Kalem,
Âşikâr olmazdı “Gül” olmasaydı.
Her şey O’nun ile kâimdir el-hak,
“Ol” deyip oldurur O Zât-ı Mutlak,
Hilkatin esrârı vardır muhakkak,
Efsunkâr olmazdı “Gül” olmasaydı.
Ezel’den ervâha gelmezse destûr,
“Belâ”nın sırrında bulmazdık huzur,
Her iki cihanda ufuklara “Nûr”,
Tâcidâr olmazdı “Gül” olmasaydı.
Habîb-i Hudâ’sız; arza can gelmez,
Kalplere bir kutsî heyecan gelmez,
“İkrâ’!” hitâbıyla ilk ferman gelmez,
Son ikrâr olmazdı “Gül” olmasaydı.
Mâtem bölüşürdü gökte melekler,
Yeryüzü rahmeti beyhûde bekler,
Üç mevsimde buz tutardı yürekler,
İlkbahar olmazdı “Gül” olmasaydı.
Garip kalmaz mıydı tevhîde dâvet?
Âtıl olmaz mıydı dîne icâbet?
Kâmil îmân ile Hakk’a ibâdet,
Yâdigâr olmazdı “Gül” olmasaydı.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 22
Eşref makâmına kul yükselmezdi,
Dünyada, ukbâda bahtı gülmezdi,
Akıl, îmân ile aşka gelmezdi,
Secdekâr olmazdı “Gül” olmasaydı.
Gönül çöllerinde bulunmazdı su,
Küffâr vâha diye kurardı pusu,
İdrâk edilmezdi “İz”in doğrusu,
Kalbe yâr olmazdı “Gül” olmasaydı.
Devr-i Câhiliye meskûn kalırdı,
Hak, hukuk, adâlet suskun kalırdı,
Kul, dîvâne olur, dil-hûn kalırdı,
Bahtiyâr olmazdı “Gül” olmasaydı.
Hayat baştanbaşa vîrân olurdu,
Hâl perişan, gözler giryân olurdu,
Cânın hükmü kalmaz, bî-cân olurdu,
Berhudâr olmazdı “Gül” olmasaydı.
Gül mevsimi “Gül”den bir mîzân kurmaz,
Dikenler gül olup goncaya durmaz,
Fasl-ı bahâr ile yürekler vurmaz,
Gül-i zâr olmazdı, “Gül” olmasaydı.
Hiç ışık gelmezdi arza, semâya,
Gece hükmederdi Güneş’e, Ay’a,
Gönüller İlâhî aşka, sevdâya,
Bestekâr olmazdı “Gül” olmasaydı…
23 / Dr. Mehmet Güneş
EY YÂR
Çöl sıcağı düştü kalbime ey Yâr,
Beni benden alıp mecnûn eyledi.
Hakk’ın sevdâsıyla oldum bahtiyâr;
“Gül” aşkı gönlümü efsûn eyledi.
Elest Meclisi’nde bağlandım Sana
Âlem-i Ervah’ta yâr oldun bana
Vuslat özlemiyle hep yana yana
Firâkın ateşi dil-hûn eyledi.
Aşk oduna yanan köz efkârlanıp,
Hasretle terleyen göz efkârlanıp,
Kelâma sığmayan söz efkârlanıp,
Sükûtun sırrına vurgun eyledi.
Nârın nûra çevrildiği aşk ile,
Cân evinde Allah diyen köşk ile,
Zikirlerde dile gelen meşk ile,
Hikmet deryâsını coşkun eyledi.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 24
Mü’min, silâhıyla6 Huzûr’a varır,
Eller yaprak yaprak kıyâma durur,
Ebr-i nisan gelip göze oturur,
Duâlar rahmeti meskûn eyledi.
Rûhun menzîlidir özlenen sabah,
Karanlık kördüğüm, çözülmez eyvâh,
Yılların peşinden âh ederim âh,
Zaman kalbimizi mahzûn eyledi.
Titreyen ışıkta eksilen ne var,
Güneş’in hükmüne dayanır mı kar?
Mâziyi düşünsem içim kan ağlar,
“Keşke”lerim beni yorgun eyledi.
Melâl burcundaki nâle olurken,
Semâvî bir aşka hâle olurken,
Ebcet hesâbında “Lâle”7 olurken,
“Gül” mushaflı aşka meftûn eyledi.
6
“Ed-duâu silâhu’l-mü’mim” (Duâ, mü’minin silahıdır.) Hadîs-i Şerif;
Rûdânî, Cem’u’l-fevâid, III, 9219
7
“Lâle” kelimesiyle “Allah” lafza-ı celâlinin “cevâhir-i hurûf” denilen
harfleri -“hilâl”de olduğu gibi- ebcet hesabında 66 sayısın tekâbül
etmektedir.
25 / Dr. Mehmet Güneş
EFENDİM
“Gül” sevdâsı özge candır, candan öte cân Efendim.
Cânım cânâna kurbandır, cânıma cânân Efendim.
“Ol” hükmüne “Gül”dür fermân, “Gül”dür cümle derde dermân,
Zâtı nurdur, hâli nûrân; “Ahlâkı Kur’ân” Efendim.
“Gül”den gelir bize himmet; şâd ü handân olur ümmet,
Şânı “Âlemlere rahmet”; beyânı Furkân Efendim.
Emrolundu “Gül”e biât, “Gül”e bestedir kâinât,
“Gül” nefesli âb-ı hayât, rahmet-i Rahmân Efendim.
“Gül”dür gönüllerin âhı, “Gül”dür Peygamberler Şâhı,
İki Cihan Pâdişâhı, Mi’râc’a mihmân Efendim.
“Gül” sürgünü mü’min garip, “Gül”süz gönüller muzdarip,
Süveydâ-yı kalbe tabip, bâis-i gufrân Efendim.
“Gül”dür bizim imdâdımız, “Gül”dendir istimdâdımız,
“Gül”den medet murâdımız; afv için fermân Efendim.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 26
“Gül” cemresi bekler akıl, nur yağsın kalbe muttasıl,
Kerem eyle, şefaât kıl, Habîb-i Zîşân Efendim.
Hak yoluna destur almak, “Gül” dalında gonca olmak,
“Gül”ün gölgesinde kalmak, kutlu bir destân Efendim.
Rabbim lûtfetsin hidâyet, îmandır en büyük nîmet,
“Gül”e duyulan muhabbet, kalplere dermân Efendim.
“Gül” hasreti yakar bizi, pür-nûr eyler içimizi,
Hicrânı hüzün denizi, aşkı gülistan Efendim.
Ta ezelden zaman âşık, “Gül”e kevn ü mekân âşık,
“Aman” diyen bu cân âşık, aşkın bize şân Efendim.
Güneş, nûr-ı cemâlinden; ışık alır her hâlinden,
“Gül”ü sevmek kemâlinden, aşk ile îmân Efendim.
“Gül”de umut, “Gül”de safâ, hudutsuzdur “Gül”de vefâ,
“Gül”dür Muhammed Mustafa, Güllere Sultân Efendim.
27 / Dr. Mehmet Güneş
GÖNÜL MAHZÛN, DİL MAHZÛN8
Her nefis ölümlüdür, bir gün emr-i Hak gelir,
Takdîr-i İlâhî’dir, ecel muhakkak gelir,
Kimine vuslat olur, kimine fîrak gelir,
Hüzünlü gönüllerin bahtına hicran düşer;
Bir melâl denizinde kalpler perişan düşer.
Sıradağlar misâli kıyâma durur hasret,
Biter “dünya sürgünü”, hitâma erer gurbet,
Süzülür kirpiklerden damla damla muhabbet,
Zamanın sînesine gözyaşı düğümlenir,
Bir vedânın ardından; “Boş kaldı mihrap!” denir.
Göklerden nur yağarken O’nun cenâzesine,
Duâlar eşlik etti Mâverâ’nın sesine,
“Rahmet buharı” dendi semânın bûsesine,
Yalın kılıç bir sevdâ çekilince kınından,
“Yedi Ocak” tutuştu bir gönül yangınından.
8
Bu şiir; 7 Ocak 2002 tarihinde Hakk’a yürüyen, gönül dünyamızın mîmârı
Şeyhzâde Ahmet Efendi Hazretleri’nin azîz hâtırasına yazılmış ve Prof. Dr.
Mehmet Emin Ay tarafından da bestelenmiştir.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 28
Rehber oldu herkese yaşadığı hayatla,
Bir ömrü tamamladı nasîhatla, irşatla,
Cennet içre yürüdü nûrânî bir kanatla…
Gönüller O’na müştak, sîneler O’na meftûn,
Yaktı hicrân ateşi; gönül mahzûn, dil mahzun.
Tasavvuf halkasının “Gül” yüzlü pîriydi O,
Tariflere sığmayan müstesnâ biriydi O,
Hem “Nakşî”, hem “Halvetî”, hem de “Kâdirî”ydi O,
O, “mürşîd-i kâmildi”, bu toprağın nûruydu;
O Yozgat’ın gurûru, kalplerin süruruydu.
Hâlimizi târife kalmadı dilde tâkat,
Kadrini bilemedik “Efendi”nin biz “Heyhât!”
Ay yandı, Güneş yandı, yandı bütün kâinât…
‘Geceye göz ekleyen’ bir ‘kutbu’ kaybettik biz,
Ve şimdi öksüz kaldık, zâten Gül Yetimi’yiz.
9. 1. 2002
29 / Dr. Mehmet Güneş
TASAVVUF
Her doğum bir ölüm saklar içinde,
Gizlenen bahardır kış mevsiminde,
Kalbe hayat veren mânâ peşinde,
“Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır,
Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır.”9
Zaman eleğinde elenir insan,
Mülke dildâr olup dolanır insan,
“Tahtadan kundağa” belenir insan…
“Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır”,
Şu yalan dünyaya kâr olmamaktır.
Mâverâ menzilli fikir deryâsı,
Tefekkür kaynağı, zikir deryâsı,
Bitmeyen bir ummân, şükür deryâsı;
“Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır”,
Nefs-i emmâreye dâr olmamaktır.
Kalbi, mâsivâdan âzâde kılmak,
Ömrü, Aşkullah’a âmâde kılmak,
“Huluk-ı azîm”i10* ziyâde kılmak…
“Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır”,
Hakk’tan başkasına yâr olmamaktır.
***
9
Dede Ömer Gülşenî
Kalem, 68/4; * Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği ve Peygamber
Efendimiz(s.a.v.)’in sâhip olduğu güzel huylar, “en yüce ahlâk”
10
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 30
“Letâif” sırrından bir güneş doğar,
“Gökteki yıldızlar” kalplere yağar,
Ay selâm dururken gök yere değer,
O’ndan gayrısına yâr olmamaktır;
“Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır.”
“Şeriât”, İslâm’dır; kâl-i Resûl’dür,
“Tarîkat”, âdâptır; hâl-i Resûl’dür,
Tasavvuf, Aşk-ı “Gül”-Âl-i Resûl’dür,
Gülşende gül olup, hâr olmamaktır;
“Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır.”
“Hakîkat” yurdunun zümrüt yamacı,
“Mârifet” ufkunun efsunkâr tâcı,
Süveydâ-yı kalbin gerçek ilacı;
Nefsin gölgesine dâr olmamaktır,
“Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır.”
Mürşid rahlesinde, hayât-ı dinde
Kemâle ermekir aşk ateşinde,
“Vâsıl-ı ilallâh” “Gül”ün peşinde;
Tasavvuf vârolup, vâr olmamaktır;
“Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır.”
Hak, murad eylerse, hesâbım tutar,
Hak, azâd etmezse, kölelik biter,
Hak, izin verirse gücümüz yeter...
“Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır;
Tasavvuf; yâr olup, bâr olmamaktır.”
31 / Dr. Mehmet Güneş
MÂVERÂ
Mâsivâya meyleden Mahşer’de yanar nâra;
Mâverâ’nın aşkıyla ulaşılır bahara...
Bir siyah düş olmasın mezarda azığımız;
Orda değer verilmez beşerî îtibâra...
Mürşîdin rahlesinde nefisler dize gelsin,
Varmak için menzile, bağlansın mihmandâra...
Özlemlerim, düşlerim Zemzem ile yıkansın,
Duygular yelken açsın o mübârek diyâra...
***
Yumruk kadar bir kalpte dağ gibi îmân varsa,
Râm olmaz mı Mevcûd u Meçhul Olan Hünkâr’a!..
***
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 32
Istıraptır süzülen gözlerimden yaş değil;
Bir yürek sızısıyla düşerken inkisâra...
Güneş doğmaz Batı’dan, dön Kıble’ye yüzünü,
Giriftâr ol secdede nâzenin duygulara...
Aramakla bulunmaz; ancak, bulur arayan,
Hak dostları kavuşur, nîmeti nûr iftâra...
Keyfiyet hesabında rakamların hükmü ne?
Ruhsuz kalabalıklar tez düşer âh-u zâra...
***
Sen’den Seni isterken çözülse paslı dilim;
Devâ bulur derdine gönlümdeki bu yara...
***
Yumruk kadar bir kalpte dağ gibi îmân varsa,
Râm olmaz mı Mevcûd u Meçhul Olan Hünkâr’a!..
33 / Dr. Mehmet Güneş
MÜNACÂT
Ali Şâkir Ergin Hocama
Hayatı doludizgin sürdük karanlıklara,
Süveydâlar, simsiyah geceden daha kara,
Yâ Rabbî! İmdâd eyle bilcümle günahkâra,
Gâfiliz, isyankârız; kulluktan atma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Nefs atı şâha kalkmış, biz âmâde olmuşuz,
Ölümsüz sevdâlardan hep âzâde olmuşuz,
Gönüller çöle dönmüş, nefse bâde olmuşuz,
İsm-i Âzam aşkına, yâ Rab Ağlatma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Anlamadık bir türlü hayatın gâyesini,
Bin parçaya ayırdık kul olma pâyesini,
Hebâ ettik Allah’ım ömür sermâyesini,
Kor düştü içimize, ateşe atma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 34
Haddimizi aşsak da, rahmetten ümitvârız,
“Vahşî”yi “yahşi” eden âyetten ümitvârız,
Sen “Rahmân”sın, “Rahîm”sin; nusretten ümitvârız,
Affetmek şânındandır, ye’se uğratma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Divâneye döneriz inâyetin olmasa,
Kaybederiz Mahşer’de mağfiretin olmasa,
Biz neyleriz yâ “Gaffâr”, merhametin olmasa,
Lütfeyle “Lütf-i Kadîm”, kara bağlatma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Ateşlere yaslanan geceye hitâm olsun,
“Gül” yüzlü şafaklara Güneş’ten selâm olsun,
Affet bizi yâ Rabbî, “Yâr ile bayram” olsun,
Hüsrâna uğrayanlar safına katma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
35 / Dr. Mehmet Güneş
HÜZÜNLER “GÜL” KOKUYOR11
Kalpler yine mâtemde, gönül perişân oldu,
Ak saçlı dağlardaki umutlar bî-cân oldu,
Hüzünler “Gül” kokuyor, ilkbahar hazân oldu...
“Üşüyorum” desen de dağları yol eyledin;
“Sonsuzluğu” düşündün, “dikeni gül eyledin.”12
Emr-i İlâhî böyle, her insan göçer bir gün,
Mutlak hitâma erer “gurbet”teki bu sürgün,
Ölüm “sıla”ya köprü, âşıklara toy-düğün;
Bir vuslat şafağına zirveden el eyledin;
“Gül”e pervâne oldun, “dikeni gül eyledin.”
Takdîre tedbîr olmaz, mukadder bir kader var,
Son yolculuk biterken yepyeni bir sefer var,
Tabutta er oğlu er, gönüllerde keder var…
“Sırât-ı mustakîm”i lisân-ı hâl eyledin,
Bir menzile vardın ki, “dikeni gül eyledin.”
Mâzi, gönül ufkunda bir fasl-ı melâl gibi,
Yıllanmış hâtıralar sanki bir masal gibi,
Ağlıyor “gardaş”ların, gökteki Hilâl gibi,
Milletin gözyaşını bir anda sel eyledin,
Bu nasıl bir muhabbet, “dikeni gül eyledin.”
11
Bu şiir; 25 Mart 2009 Günü “Yükseklerde ziyâde olan füyuzât-ı İlâhî’ye”
kavuşmak için Kahramanmaraş’taki Keş Dağı’nın zirvesinden Hakk’a
yürüyen rahmetli Muhsin Başkan’ın aziz hâtırası için kaleme alınmıştır.
12
“Dikeni Gül Eylemek” merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ilk şiir kitabıdır.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 36
Turkuaz sevdâlarla yükselirken sancaklar,
Yesevî nefesiyle mayalandı Ocak’lar;
Vatan evlâtlarına “Dergâh” oldu Mamaklar…
Her nefes “Hû” diyerek acıyı bal eyledin;
Daha gül goncasıyken, “dikeni gül eyledin.”
Yiğitliğin, mertliğin, vefânın sembolüydün,
Sevdâsı vatan olan ülkümüzün gülüydün,
Esir Türk İlleri’nin en yanık bülbülüydün;
Altaylardan Tuna’ya gönlünü şal eyledin;
Ay-Yıldızın nûruyla,“dikeni gül eyledin.”
Zor günlerde kükrerdin, dilde “Adam”dı adın,
Şubat karanlığına “gök bıçaklar” sapladın,
Her adım atışında Mahşer’i hesapladın;
Bir hayat yaşadın ki nefsini çöl eyledin,
Yeşil yaprak içinde “dikeni gül eyledin.”
Ölümü düşünerek dünyaya yâr olmadın,
Kıble yüreklilere; zinhâr, ağyâr olmadın,
Çektiğin çilelerden aslâ bizâr olmadın;
Sabrın doruklarında sükûtu lâl eyledin,
Salât ü selâm ile “dikeni gül eyledin.”
“Ahsen-i takvîm üzre” yaşayıp bayraklaştın,
Şehitlik rütbesiyle tâ sidreye yaklaştın,
Cennet’te ehl-i Firdevs kullarla kucaklaştın;
Sen Rabb’ine giderken Güneş’i kül eyledin,
“Gül” kokulu alperen, “dikeni gül eyledin.”
37 / Dr. Mehmet Güneş
BİR AŞK CEMRESİ
Mevsim bahara erdi, renk yeşile dönüştü;
Yüreklere semâdan bir aşk cemresi düştü.
Ilık bir rüzgâr esip tutuşturdu kalpleri,
Kızgın çöl sıcağıdır sevdâ Âdem’den beri.
Sînelerdeki yangın bâzen söner, kül olur,
Sevdâ filizlenince yürekler gönül olur.
Boy verince sevdâlar, gönül yâre seslenir;
Işık sese dönüşür, sevgiyle nefeslenir.
Kalbine sevgi doldur; Mecnun ol, Leylâ’yı sev;
Gözden perdeyi kaldır; Yunus ol, Mevlâ’yı sev.
***
Sonsuzluğa uzanan bir sevdâ bulacağız;
Başı semâya değen aşkla kurtulacağız.
***
Gönüller, Zemzem ile yıkansın baştan başa;
Aşkını şahit eyle gözlerden akan yaşa.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 38
Sevdâ; başka boyuttan yüreklere ses versin,
İlâhî ufuklardan semâvî nefes versin.
Kul, sevgi ikliminde erişir Mevlâ’sına;
Îmân, sevgi mayalar gönül haritasına.
“Yaratılan” her kulda aşk bulur gönül ehli;
“Yaradan” sevgisiyle kurtulur gönül ehli.
Yürekler ilk cemreyle, yeter ki ışık alsın,
Kıble’den esen yele muhabbeti çoğalsın.
***
Yesrib semâlarından gönüllere esen O;
Sevgiye sevdâ veren, gülde gülümseyen O...
Sırrına mütevekkil duyguların ucuna
Bağlanıp yol bulalım, “Gül”ün sevdâ burcuna.
Sevginin, Sevgili’nin en büyük muhâtabı,
“Habîb-i Kibriyâ”dır O’na Hakk’ın hitâbı.
Besmeleyle nakışlı “Gül” mushaflı aşka gel,
Yol, sevgiden geçiyor; sevgi O “Gül”le güzel.
***
O “Gül”ün sevgisiyle kalpleri saracağız;
Aşkullâh iklimine O “Gül”le varacağız.
39 / Dr. Mehmet Güneş
ŞAFAKTA ZAMAN
Prof. Dr. Ferhan Özmen Ağabeyime
Karanlığın ömrü bitmek üzere,
Geceler ışığa sarılırken gel!..
Dolunay ufuktan gitmek üzere,
Seherde gökyüzü durulurken gel!..
Şafakta zamanı aşkla yıkadım,
Işığa yürüdüm hep adım adım,
Bâzen tökezledim, bitti takâdım;
Tövbe kapısında dirilirken gel!..
Karanlık geceler kandil beklerken,
Kul, geceye teheccüdü eklerken,
Seher vakti duâları saklarken;
Işık, nakış nakış örülürken gel!..
Güneş, gecelere secdeyle doğar;
Rahmet inci olup gözlerden yağar,
Bilsen gözyaşına âh neler sığar;
Tefekkür selinde yorulurken gel!..
Bedir hârelenir solar şafakta,
Işık nefes alır kutsal ocakta,
Mürşid dergâhında biz olmasak da;
Muhabbet sofrası kurulurken gel!..
Dillerde türküdür, gönülde beste,
Gözüm rahlededir, kulağım seste,
Şükredip alınan her bir nefeste;
Kalbe îmân mührü vurulurken gel!..
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 40
GÖÇ DAVULU ÇALMADAN
Kalbe dermân arayan bulur “Allah!” diyerek.
Gönül müheyyâ olur “Resûlullah!” diyerek.
“Lâ!” diyenler “illâ”nın sırrından ilhâm alır,
Zât-ı Mevcûd u Meçhûl Ol Padişah diyerek.
“Gül” mushaflı sevdânın nûruyla aydınlanan
“Hû” çeker her nefeste, râh-ı felâh diyerek.
“Gül” kokusu sarınca gecenin siyâhını,
Aşka gelir kâinat vakt-i sabah diyerek.
Cân safâya erişir mürşîdin rahlesinde,
Katre ummâna döner sırr-ı dergâh diyerek.
Nâçâr kılar bizleri nefse tutsak olmamız,
Suçlarız hep zamanı asr-ı günâh diyerek.
Yıllar gazel dökerken ömür sermâyemizden;
Güneş gibi yanarız, yürekten “âh” diyerek.
“Keşke”lerin, “âh”ların sonu hüsrân olmasın,
Tevbe-i nasûh etsin, kul “Bismillâh!” diyerek.
Ve bir gün birdenbire “kûs-i rıhlet”13 çalınca,
Elvedâ eylemesin kimse “eyvâh” diyerek.
13
Kûs-i rıhlet: Göç davulu
41 / Dr. Mehmet Güneş
SİLİNMEZ MÜHÜR
Kalplerde dile gelen Tekbir’i duymayanlar,
Kâinatın zikrinden ne hisseder, ne anlar…
“Kün!” emrini verirken cümle mahlûkâta O;
Silinmez mühür vurur, görebilse insanlar…
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 42
İKİ DÜNYA DAR GELİR
Sanma ki “Gül” açmadan dünyaya bahar gelir,
“Gül” goncaya durmazsa ağustosta kar gelir,
Ve denizler boğulur dalgaların içinde;
Deryâlar çöle döner, iki dünya dar gelir.
43 / Dr. Mehmet Güneş
YÂ RABBÎ
Ömrü rahnedâr eyledim, hazerim yok yâ Rabbî!..
Vakti sonbahar eyledim, haberim yok yâ Rabbî!..
Yıllar hep beyhûde geçti, sular azgın çağladı,
Nefse gem vurmaktan yana zaferim yok yâ Rabbî!..
Kirpiğime dokunmadı rahmet yüklü bulutlar,
Seccâdeyi sele veren seherim yok yâ Rabbî!..
Aşkı şâhit edemedik son gönül cemresine,
Ehl-i dîlin rahlesinde değerim yok yâ Rabbî!..
Bilemedik kıymetini o muhteşem rüyânın,
Mihrap öksüz, minber yetim, mâh-perim yok yâ Rabbî!..
İlticâ ettim kapına, yâd-ı cemîlim Sensin
Sana lâyık alınterim, eserim yok yâ Rabbî!..
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 44
Süveydâ-yı kalp yüzünden nâçâr düştüm, yorgunum,
Dizde dermânım tükendi, hiç ferim yok yâ Rabbî!..
Günahkâra merhamet kıl, âbâd eyle kulunu,
Kıbleden başka menzîle seferim yok yâ Rabbî!..
Âh-u zârım âşikârdır, vasf-ı hâle ne hâcet,
Aff-ı İlâhî’den başka siperim yok yâ Rabbî!..
Bir zerre-i lûtfun bile bahtiyâr eyler bizi,
Sen’den başka sığınacak bir yerim yok yâ Rabbî!..
Hicrân dolu bir hayatın gurûbuna ağlarım,
Visâline “Gül” den gayrı serverim yok yâ Rabbî!..
“Gül” aşkıyla mesrûr olan kimden istimdâd etsin,
O’ndan özge medetkârım, rehberim yok yâ Rabbî!..
“Gül”e pervâne Güneş’in gönlü mükedder olmaz;
Sen varsın Yâr, Habîbin var; kederim yok yâ Rabbî!..
45 / Dr. Mehmet Güneş
DUÂ
Yâ Râb!.. Sana isyan eden,
Kullarından etme bizi.
Ömrünü boşa tüketen,
Kullarından etme bizi.
Rahmetine eremeyen,
Hesabını veremeyen,
Cemâlini göremeyen,
Kullarından etme bizi.
Kâfirlere hemyâr olan,
Müslümana ağyar olan,
Azâbına dûçâr olan,
Kullarından etme bizi.
Makâmı, şöhreti büyük,
Malı-mülkü sırtına yük,
Mahşer günü boynu bükük,
Kullarından etme bizi.
Dünyadan çok “ah” getiren
İsyan ve günah getiren
Ömrü “eyvah”la bitiren
Kullarından etme bizi.
Hayır fukarâsı olan,
Dosta yüz karası olan,
Cehennem çırası olan,
Kullarından etme bizi.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 46
Kalbinde îman olmayan,
Alnı secdeye gelmeyen,
Hak dostunu dost bilmeyen,
Kullarından etme bizi.
Bir gün ezana muhalif;
Bir gün Mîzân’a muhalif;
Her gün Kur’ân’a muhalif;
Kullarından etme bizi.
İnancında istikrârsız,
İtîkâdında kararsız,
Yüzü kızarmayan arsız,
Kullarından etme bizi.
Nemrutlara çırak diyen,
Haksızlığa “el-hak!” diyen,
Kullara kulluk eyleyen,
Kullarından etme bizi.
Resûlüne muhabbetsiz,
Şükürsüz ve ibâdetsiz,
Kelime-i Şehâdet’siz,
Kullarından etme bizi.
“Ol Sırât”tan geçemeyen,
Kanatlanıp uçamayan,
Kevser’inden içemeyen,
Kullarından etme bizi.
Allah’ım!.. Düşürme derde,
Lütûf ihsân et Mahşer’de,
Hesap günü başı yerde,
Kullarından etme bizi.
47 / Dr. Mehmet Güneş
YÜREĞİM VAKFEDE14
Yüreğim bir sevdâ yörüngesinde,
Aşkı mayaladım Tekbir sesinde,
Buğulu gözlerin son nefesinde,
Allah desem kirpiklerim ıslanır;
Sevdâlarım, mâverâdan beslenir.
Şafaksız düşlerim uykuya daldı,
Yıllar ak saçımda asılı kaldı,
Yine mâsivâdan ruhum bunaldı,
Hakk’a yönelmeyen yürek paslanır;
Sevdâlarım, mâverâdan beslenir.
Sevdâ yeşerdiği yüreği yakar,
Bir sevgiden binbir güzellik çıkar,
Adımlarım beni Kıble’ye çeker
Ve Tevhid kabzası “Gül”le süslenir;
Sevdâlarım, mâverâdan beslenir.
14
Bu şiir; 1996 yılındaki ilk hac farîzamız sırasında Kutsal Topraklar’da
yazılmıştır.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 48
“Kandil”lerle ışık yaktım duruldum,
Karıncayla yola çıktım yoruldum,
Gittiği menzile baktım vuruldum;
“Yolunda ölmeyi” kimler üslenir;
Sevdâlarım, mâverâdan beslenir.
Yorgun göz yaşlarım, Sen’i bulurken,
Tutuşan yüreğim, Sen’de kalırken,
Sen’den gidiyorum, Sana gelirken,
Her hayalim bir umuda yaslanır;
Sevdâlarım, mâverâdan beslenir.
“Mübârek Yol” için bir ferman gelir,
“Lebbeyk! Lebbeyk!” diyen bir kervan gelir;
Bir nevâ, bir duâ, bir derman gelir,
Rahmet ikliminde gönül uslanır;
Sevdâlarım, mâverâdan beslenir.
İlâhî dergâhtan yansıyan ışık,
Cebel-i Rahme’de, gel karşıma çık!
Gün kısaldı, Güneş yoruldu artık,
Yüreğim vakfede Sana seslenir;
Sevdâlarım, mâverâdan beslenir.
49 / Dr. Mehmet Güneş
MEDET YÂ RÂB
Hac Yolu’na çıkanlara himmet eyle, hidâyet kıl;
“Sultân” Sen’sin, fermân Sen’de, medet yâ Râb! Sen “Deyyân”sın.
“Beyt”e hasret çekenlere kısmet eyle, inâyet kıl;
“Sübhân” Sen’sin, dermân Sen’de, medet yâ Râb!Sen “Hannân”sın.
Yâr! Gözyaşı dökenlere nusret eyle, muhabbet kıl;
“Rahmân” Sen’sin, ihsân Sen’de, medet yâ Râb! Sen “Mennân”sın.
Sevdâsı “Gül” kokanlara ülfet eyle, mağfiret kıl;
“Bürhân” Sen’sin, mihmân Sen’de, medet yâ Râb! Sen “Gufrân”sın.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 50
BİR HİKMET-İ HÜDÂ ZEMZEM
Arş-ı Âlâ gölgesinde,
Bir hikmet-i Hüdâ Zemzem.
Cibrîl’in kanat sesinde,
Cennet’ten bir nidâ Zemzem.
Eksilmeyen âb-ı hayat,
Leb-i deryâ, çöle inat,
O bir “âyât-ı beyyinât ”15*
Susuzluğa vedâ Zemzem.
Zemzem, İlâhî beşâret,
Zemzem, Kâbe’ye işâret,
Zemzem, âşikâr bir âyet,
Rahmânî bir sadâ Zemzem.
Zemzem, aşkın gonca gülü,
Aşktır, îmân tevekkülü;
Îman, gül-zâr eyler çölü,
Sırr-ı aşkı edâ Zemzem.
Yalnızlığın en zor ânı,
Teslimiyet imtihânı,
Hâcer’in hicret destânı,
Firûze bir sevdâ Zemzem.
Bir annenin telâşından,
Çatlayan sabır taşından,
Sütten beyaz gözyaşından
Süzülmüş bir duâ Zemzem.
Çölün yüreğini delen,
Üç mukaddes yerden gelen,
Sa’y’dan semâya yükselen,
Yedi renkli şuâ Zemzem.
***
15
Âl-i İmrân, 3/97; *“Apaçık deliller”
51 / Dr. Mehmet Güneş
“Ümmü’l-kurâ”nın16* esrârı,
Peygamberler yâdigârı,
Ulu “Bir Cennet pınarı”17;
Semâvî bir safâ Zemzem.
Âhirette engel nâr’a18;
Müjdedir sonsuz bahâra,
Odur “şerâben tahûrâ”19*,
“Hastalara şifâ”20 Zemzem.
Dört bin yıllık ol bengisu,
“En hayırlı”21, en güzel su,
Âb-ı Kevser’dir doğrusu;
Sudan azîz devâ Zemzem.
İhsân-ı Rabbü’l-âlemîn,
Şâhit olur rûy-i zemîn,
Mâ-i Tesnîm; kullar emîn,
Sahrâdaki me’vâ Zemzem.
“Levlâke…”22 der kutlu ferman,
“Sonsuz Nûr”a gider kervan,
Adak olur “İki Kurban”23,
Beytullâh’a revâ Zemzem.
Güneş’i yakıp kavuran,
Kül edip çöle savuran,
“Gül” aşkına kıyam duran,
Ebedî bir nevâ Zemzem.
16
En’âm, 6/92; Şûrâ, 42/7; *“Şehirlerin anası” (Mekke),
“Zemzem, Cennet pınarlarından bir pınardır ve yeryüzünde en son
kuruyacak bir sudur.” (Münzirî, Et-Tergib Vet-Terhib, II, 209)
18
“Zemzem suyuyla, Cehennem’in o kaynar ve berbat suyu hiçbir kulun karnında
bir araya gelmez..” (İbn-i Mâce, Menâsik 78)
19
İnsan, 76/21; *“Tertemiz içecekler”;
20
“Zemzem Suyu bütün hastalıklara şifâdır.” (Hanbel, Müsned, III, 357)
21
“Yeryüzündeki suların en hayırlısı Zemzem’dir. Onda açlara gıda,
hastalara da şifâ vardır.” (Münzirî, Et-Tergib Vet-Terhib, II, 209)
22
“Levlâke levlâk lemâ halâktü’l-eflâk”(Habîbim! Sen olmasaydın kâinatı
yaratmazdım.) (Hâkim, Müstedrek, II, 615)
23
Allah Resûlü (s.a.v.); “Allah’a adanmış bir dedenin torunu ve bir
babanın evlâdı” olduğu için, “Ben, iki kurbanlığın oğluyum.” diye
buyurmuşlardır.
17
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 52
HAREMEYN’E VUSLAT
Hisse aldım nefsimin kurduğu her tuzaktan,
Günahkâr adımlarla Sana geldim uzaktan…
Yâ Rabbî! Fakîre de nasîp ettin vuslatı;
Artık ayırma bizi “Gül” kokulu topraktan!..
53 / Dr. Mehmet Güneş
HAREMEYN’E VEDÂ EDERKEN
“Gittiğiniz yerlere bizden selâm götürün!” diyen
cümle gönül dostlarına
Kutsal Topraklar’dan, kalb-i cihandan,
Fâni dünyadaki aslî vatandan,
“Beledü’l-emîn” 24den*, “Dârü’l-îman”dan25;
Size Beytullah’tan selâm getirdim.
“Ekin bitmez vâdî”deki26 nâleden,
Rahmet çağlayanı bir şelâleden,
Kâbe’den, o eşsiz Siyah Lâle’den;
İlâhî dergâhtan selâm getirdim.
İhrâma bürünüp yola çıkandan,
Beyaz bir sel gibi Beyt’e akandan,
Aşk odunda günâhını yakandan;
Âgâh-ı felâhtan selâm getirdim.
“Lebbeyk!”27 nidâsıyla Kâbe’ye varan,
Yürekten “Hû” çekip Hakk’a yalvaran;
Işık yüzlü, yağmur gözlü kullardan,
Ehl-i Zikrullah’tan selâm getirdim.
Ummanda katreyiz, damlada deniz,
Beyt’in etrâfında nurdan hâleyiz,
Pervâne misâli dönüyorken biz,
Semâvî semahtan selâm getirdim.
***
24
Tîn, 95/3; *“Emîn Belde”, (Kur’ân’da Mekke için kullanılan bir sıfat)
“Îman Yurdu”; (Haşr Sûresi’nin 9. Âyeti’nde Medîne “ed-Dâr” (yurt) diye
vasfedildiği için, bu kelimeden mülhem Medîne için kullanılan bir isim
tamlaması)
26
İbrâhim, 14/37
27
“Buyur Allah’ım! Emret Allah’ım! Her şeyimle Sana bağlandım…” diye
başlayan “Telbiye”
25
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 54
Tavafın nûruyla kalpler ışırken;
O nur, yüreklere sevdâ taşırken,
Dünyadan ukbâya kul yaklaşırken,
“Rükn-i istilâm”dan28 selâm getirdim.
“Hacerü’l-Esved”den29, aşk-ı vahdetten,
Zemzem Suyu’ndaki sırr-ı hikmetten,
“Mizâbü’r-rahme”den30 yağan rahmetten,
Mescid-i Harâm’dan selâm getirdim.
Gelip “Mültezem”i31 “Gül” gibi saran,
“Hıcr-ı İsmâil”de32 dîvâna duran,
Terleyen gözlerle secdeye varan,
Hüccâc-ı Kirâm’dan selâm getirdim.
Allah’ın Beyti’ni nazâr eyleyen,
Gönül Kâbesi’ni gülzâr eyleyen,
Aşka tevekkülü serdâr eyleyen,
Uşşâk-ı “Makam”dan33 selâm getirdim.
***
28
“Bismillâhi Allâhü Ekber” diyerek selâmlanan Rükn-i Hacerü’l- Esved ve
Rükn-i Yemânî
29
Cennet’ten indirildiği rivâyet edilen, Kâbe’nin doğu köşesinde bulunan,
tavafın başlangıç noktasını işâret eden ve Efendimiz’in mübârek elleriyle
şimdiki yerine yerleştirdiği kutsal taş
30
Altınoluk
31
Kâbe’nin kuzey-doğu duvarında yer alan, Hacerü’l-Esved’le Kâbe Kapısı
arasında bulunan ve duâların en fazla müstecâb olduğu yerlerden birisi
32
Hatim’le Kâbe Duvarı arasındaki Hz. Hâcer (r.anha) ve Hz. İsmâil(a.s.)’in
medfûn olduğu mübârek yer
33
Makâm-ı İbrâhim
55 / Dr. Mehmet Güneş
İhrâmlar bembeyaz, tenler rengârenk,
Kesrette vahdet var, Tekbir’de âhenk,
“Gül” aşkı, muhabbet ufkunda mihenk;
Uzlet şafağından selâm getirdim.
“Harem”de34 tebessüm müşterek lisan,
Sımsıcak bir bakış hâle tercüman,
Sözden öte söz var sevgiye ferman;
Kardeşlik bağından selâm getirdim.
Akarken gözlerden rahmet yağmuru,
Taşar yüreklerden muhabbet nûru,
“Metaf”ta35 yaşanır vuslat sürûru,
Aşkın kaynağından selâm getirdim.
Îmandan, ihlâstan, şükr-i nîmetten,
Safâ’dan, Merve’den, sa’y u gayretten,
Zemzemler yeşerten teslîmiyetten,
Tevekkül çağından selâm getirdim.
***
34
Mekke ve Medîne çevrelerindeki belirli bölgelerle, Mescid-i Haram ve Mescid-i
Nebevî için kullanılan bir tâbir
35
Tavaf Alanı
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 56
Yürekler, yürekten Tekbir alırken,
Mârifet ufkunda yol kısalırken,
Vakfe için Arafat’ta kalırken,
O kutlu zamandan selâm getirdim.
“Cebel-i Rahme”den36 “sel gibi akan”37,
“Meş’âr-i Haram”dan38 Mahşer’e bakan,
Mina’da şeytanı âciz bırakan;
“Duyûfu’r-Rahman”dan39 selâm getirdim.
İlk vahiy, ilk emir ve ilk desturdan,
Cebrâil nefesli “Cebel-i Nur”dan40;
“Akabe”den41, o bîat-ı mebrûrdan,
Hicret’ten, hicrandan selâm getirdim.
Mûcizeler vardır, Hicret’le gelen,
Sevr’in yüreğinden çöle serilen,
Ay doğarken “Vedâ Tepeleri”nden42,
Şehr-i Gülistan’dan selâm getirdim.
***
36
Arafat Vâdisi’nde bulunan, rivâyete göre Hz. Âdem (a.s.) ve Hz.
Havva(r.anha)’nın buluştuğu tepe
37
Bakara, 2/198
38
Müzdelife sınırları içinde Allah Resûlü(s.a.v.)’nün konakladığı ve Bakara
Sûresi’nin 198. âyetinde zikredilen mübârek mekân
39
“Allah’ın Misâfirleri” (Hacılar)
40
Hira Dağı
41
Mekke ile Mina arasındaki “Akabe Bîatları”nın yapıldığı yer
42
“Seniyyetü’l-Vedâ” denilen, Medîne’nin dışında ve Kuba istikâmetinde
bulunan tepeler
57 / Dr. Mehmet Güneş
Alevden çöllere dökülen terden,
“İzinin tozuna” yüz sürenlerden,
Hicret şafağının söktüğü yerden,
“Mescid-i Takvâ”dan43 selâm getirdim.
“Hücre-i Saâdet”44 candan öte cân,
“Makâm-ı Mustafâ”45 târifsiz ummân,
Yemyeşil yansırken rahmet-i Rahmân,
“Kubbe-i Hadrâ”dan46 selâm getirdim.
“Cennetü’l-Bakî”den47, “Dârü’l-Ebrâr”dan48,
Evlâd-ı Resûl’den, Âl-i Ensâr’dan,
Mescid’deki “Gül” kokulu rüzgârdan,
Nur yağan “Ravza”dan49 selâm getirdim.
En sarp yokuştaki en zor zamandan,
Ashâb’ın yazdığı eşsiz destandan,
Uhud’da sırlanmış O Yetmiş Can'dan,
Mus’ab’dan, Hamza’dan selâm getirdim.
Güneş’in kalbine bir ışık yakan,
Muhabbet ufkundan ukbâya bakan,
“Gül” mushaflı aşkı mîras bırakan,
Mukaddes sevdâdan selâm getirdim.
Kutsal Topraklar’a “Elvedâ!” derken,
Gözlerim yaşarır, sesim titrerken,
Gönlümü burada koyup giderken,
En hazin vedâdan selâm getirdim.
43
Kuba Mescidi; Tevbe, 9/108 “Tâ ilk günden temeli takvâ üzere kurulan
mescid”
44
Mescid-i Nebevî’de Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in Kabr-i Saâdetleri’nin
bulunduğu kısım
45
Şâir Nâbî’nin bu tâbirle vasfettiği, Allah Resûlü(s.a.v.)’nün Kabr-i
Şeriflerinin bulunduğu mübârek makam
46
Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in Kabr-i Saadetlerinin üzerindeki “Yeşil
Kubbe”
47
Medîne’deki on bin sahabînin medfûn olduğu ünlü kabristan
48
Medîne-i Münevvere
49
Allah Resûlü(s.a.v.)’nün Evi ve Minberi arasıdaki “Cennet Bahçesi” olarak
isimlendirilen çok mübârek bir yer
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 58
59 / Dr. Mehmet Güneş
Yorgun
Duygularım
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 60
61 / Dr. Mehmet Güneş
BİR HAZAN VAKTİ
Zafer burçlarında görmeyi beklerken;
zindanlarda sararan bir neslin hazanı...
Ufuk çizgisinde Kıble’yi bulan,
Besmeleli sevdâlarda durulan,
Hem Yavuz kesilip, hem Yunus olan,
Alperenim yıllar geçti, gelmedin;
Kardelenler çiçek açtı, gelmedin.
Takvimde yapraklar tükendi bir bir,
Zaman ihtiyarlar, mevsimler eskir,
Umut; beklemeye can veren iksir,
Ebâbiller kondu göçtü, gelmedin;
Kardelenler çiçek açtı, gelmedin.
Darbelerden darbe yedim; kin gördüm,
Soygun gördüm, zulüm gördüm, kan gördüm,
Bir “On İki Eylül”, bir hazan gördüm;
Vatanı çok sevmek suçtu (!) gelmedin;
Kardelenler çiçek açtı, gelmedin.
Hedefe varırken, “Sen dur!” dediler,
“İşte Taş Medrese, buyur!” dediler,
Zulmü getirdiler, “Huzur!” dediler…
Şahmeranlar zehir saçtı, gelmedin;
Kardelenler çiçek açtı, gelmedin.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 62
Kendimin, kendime isyânıydı bu,
Aldığım darbenin bir yanıydı bu,
Bir yaprak dökümü zamanıydı bu,
Gök ekini süngü biçti, gelmedin;
Kardelenler çiçek açtı, gelmedin.
Gecelerin seherine diz çöktüm,
Nar çiçeği şafaklarda ter döktüm,
Gelir diye yollarına çok baktım,
Eylül’ün de hükmü geçti, gelmedin;
Kardelenler çiçek açtı, gelmedin.
Güneşte üşüdüm, gölgede yandım,
Çile tezgahında kirden aklandım,
Bir kaç damla göz yaşında saklandım,
Umutlarım bir bir uçtu, gelmedin;
Kardelenler çiçek açtı, gelmedin.
Efkârım artar da ağlarım bâzan,
Mihrican vurgunu Eylül’de vatan,
Sehpâya giderken, o “Dokuz Fidan”,
Zaman, karanlığı seçti, gelmedin;
Kardelenler çiçek açtı, gelmedin.
12 Eylül 1984
63 / Dr. Mehmet Güneş
KOPARILAN ÇİÇEKLER
Eylül’ün Kırdığı Güller’e
Fırtınalı yıllarda bir nesil harâb oldu;
Hazanla gelen mevsim bize ıstırâb oldu.
Simsiyah ufukların kasvetli gölgesinde,
Kan sızan bir zamanın her ânı azâb oldu.
Goncalar biçilirken; ısırgan otlarının
Boy verip yeşerdiği, hazîn inkılâb oldu.
Kar yağdı ellerime bir süngü ekseninde,
Sistemi sorgularken zindanlar cevâb oldu.
Urganlı şafaklarda buz tutarken ışıklar;
Şehitler, gönlümüze bir ulu mihrâb oldu.
Ak saçlı dağ misali, ak alınlı yiğitler,
Doymadan gençliğine ne çabuk türâb oldu.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 64
Bir yürek sızısında sürgün düşüncelerim,
Sevdâsı vatan olan mazlumlar bîtâb oldu. .
Bahtıma kahrederken isyân yokuşlarında;
Vatandaki gurbetim bir ömre hitâb oldu.
Çaresizlik içinde kanayan yaralarım;
Yeraltında akarken her yanım âsâb oldu.
Dört bir yana savruldu şimdi “Yusuf Yüzlüler”;
Bambaşka vâdîlerin sırrına erbâb oldu.
Ruhumu gölgeleyen dilemmâlar içinde,
Islak bakışlarıma bu ahvâl hicâb oldu.
Düşlerimiz kanadı sistemin pençesinde,
“Kevser akan, gül kokan” gençliğim serâb oldu.
Bir tû’bânın dalından koparılan çiçekler,
Gün geldi, gecelere nur yüzlü mehtâb oldu.
On dört asır önceden ışıyan gönüllerin;
Menzîl-i mukaddesi “Gül”e intisâb oldu.
65 / Dr. Mehmet Güneş
YARALAR BENİ
Zulmün kırbacından çok daha fazla,
Zulmete tahammül yaralar beni.
Düşmanın güllesi yaralamaz da
Dostun attığı gül yaralar beni.
Kalpteki bu hüznü ehl-i dil anlar,
Güçlüye meyleder zayıf insanlar,
Haksızlığa susar “dilsiz şeytanlar”
Zillete tevessül yaralar beni.
Mânâ, hep maddenin altında kaldı,
Toplum hastalandı, ruhlar bunaldı,
Darbeler aklımı başımdan aldı,
Istırapsız gönül yaralar beni.
Îmân cephesine fedâdır canım,
İslâm’a kaledir aziz vatanım,
Ülküyle coşarken ilk heyecanım;
Hüzün dolu “Eylül” yaralar beni.
Bir kahır çiçeği açar yürekte,
Kelepçenin sızısı var bilekte;
“Bin yıllık Şubat”ı söylemesek de;
Post modern tevekkül yaralar beni.
***
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 66
Perişanlık; son noktadır gelinen,
İrşâda muhtaçtır “mürşid” bilinen,
Fâtiha’da kırk yanlışı bulunan;
Şeyhin (!) “verdiği el” yaralar beni.
“Uzun ince yolda” mezar son bölüm,
Ecel gelmeyince gelir mi ölüm?
Azıksız hayattır kula kördüğüm,
Beyhûde geçen yıl yaralar beni.
Semâvî sevdâlar rehber olurken,
Şafaklar geceye hançer olurken,
Gülbank çeken yine mehter olurken,
Tekbir almayan dil yaralar beni.
Tevhid sınırını ihlâle karşı,
Nemrut zulmündeki son hâle karşı,
Tâgut’a, Şeddat’a, Deccâl’e karşı,
Yumruk olmayan el yaralar beni.
Hem dünyâsı, hem de ukbâsı için,
Kıble’den feyz alan sevdâsı için,
Allah Resûlü’nün dâvası için,
Cihâd etmeyen kul yaralar beni.
Hilâlin aşkıyla yıllarca yandım,
“Müslümânım” diyenlere inandım,
“Sağ”ından, “sol”undan bıktım usandım,
Hakk’a gitmeyen yol yaralar beni.
13.10.1997
67 / Dr. Mehmet Güneş
GECELERİMİZ
Asırlık gecelerin hitâmını beklerken…
Ve akşam ışığa gözünü yumdu,
Hilâlsiz buz tuttu gecelerimiz.
Biçâre ruhlardan, bir çâre umdu,
Kaç asrı uyuttu gecelerimiz.
Huzuru yitirdik; Hakk’ı yok sayıp,
Ferâset firârda, yıllardır kayıp,
Günahsız bir nesli kirle yıkayıp,
İstikbâli yuttu gecelerimiz.
Gözdeki ziyâdır, bedendeki can,
Rûha hayat verir kalpteki îmân,
Hilâlin nûruna muhtaç âsûman,
Üşüyen umuttu gecelerimiz.
Kulun gölgesinden kula mihnet var,
İkbâl sofrasında yine cinnet var,
Üç günlük dünyâya niye minnet var?
Mahşer’i unuttu gecelerimiz.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 68
Yıllara yaslanıp uykuya daldık,
Hüzünden, çileden, dertten bunaldık,
Yağmurdan kaçarken doluda kaldık,
Simsiyah buluttu gecelerimiz.
Zulüm katmerlendi katran misâli,
Gündüze yansıdı gecenin hâli.
Kahreden karanlık kimin vebâli,
Zâlime sükuttu gecelerimiz.
Derman kâr eylemez, gönüller hasta,
Dünyaya bağlanan kul ihtirasta,
Yıllardır gelmeyen şafaklar yasta;
Geceye huduttu gecelerimiz.
Ağır bir sis çöktü yine zamana,
Demir attı zulüm, Kıble’den yana,
Zindanlar yâr oldu karşı koyana;
Bir hâki tabuttu gecelerimiz.
5. 6. 1997
69 / Dr. Mehmet Güneş
YILLARDAN BERİ
Acı tebessümler yâr oldu bize,
Gülmeyi unuttuk yıllardan beri.
Kıble’ye yönelip, biz kendimize;
Gelmeyi unuttuk yıllardan beri.
Ve küçüldük dünya haritasında,
Kimler zehir sundu şifâ tasında?
Işığı yitirdik gün ortasında,
Bulmayı unuttuk yıllardan beri.
Karardı ufkumuz; bir ağa düştük,
Batı tezgahında tuzağa düştük,
Nasıl oldu, neden batağa düştük?
Bilmeyi unuttuk yıllardan beri.
Çile çatlatırken sabır taşını,
Harâmîler tuttu suyun başını.
Milletin dinmeyen şu gözyaşını,
Silmeyi unuttuk yıllardan beri.
Yoksulluk, mezellet hep dizi dizi,
Ne hâle getirdi bu düzen bizi,
Aç yatan komşuyla ekmeğimizi,
Bölmeyi unuttuk yıllardan beri.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 70
Dert başağa durdu garbi yelinden,
Bir “âh” sesi geldi gönül telinden,
Hükmü, azgın azınlığın elinden,
Almayı unuttuk yıllardan beri.
Salyangoz pazarı siyasî çarşı,
“Yüzde doksan dokuz” kimlere karşı?
Oratoryo varken (!) Malazgirt Marşı,
Çalmayı unuttuk yıllardan beri.
Ferâsetle bakan göz kayıp, niçin?
Hakk’ı tebliğ eden söz kayıp, niçin?
Mukaddes bilinen değerler için,
Ölmeyi unuttuk yıllardan beri.
İtîbâr eyledik kul yasasına,
Kimliksiz bir neslin düştük yasına.
“Gül”e sevdalanıp nur deryâsına,
Dalmayı unuttuk yıllardan beri.
Ecnebî çarkında dönerse zaman,
Hüzün bestelenir her saat, her an.
Türk bedende sapasağlam Müslüman,
Olmayı unuttuk yıllardan beri.
7. 11. 1997
71 / Dr. Mehmet Güneş
BEYAZ ZENCİLER
Başörtüsü mağdûrelerine
Beni benden alır düşüncelerim,
Duygular içimde halay çekerken…
Kirpiğimle yağmurları elerim,
Yaslı yüreğime hüzün çökerken…
Sevdâ yaylasında “Gül” koklayana,
Yetim topraklarda kan kusturdular…
Yasaklar konuldu Kıble’den yana,
Beyaz Zenciler’i hep susturdular…
Bir feryâd hıçkırır gözyaşlarımda,
Sessizliğin sesi öldürür beni…
Bîçâre sitem var âh-u zârımda,
Zulüm acı acı güldürür beni…
Gün doğar içime akşam olsa da,
Işığa dönüşür alnımdaki ter…
Bitmeyen çileyle günüm dolsa da,
Kıble’deki yangın başımda tüter…
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 72
Lacivert ufuktan yayılan ışık,
Aydınlık sabaha yol bulmak ister…
Hayâtın bestesi karmakarışık,
Ve Hilâl, geceden kurtulmak ister…
Kalbimiz üşüyüp buz tutsa bile
Her kışın menzîli bahara çıkar…
Kullar, kulluğunu unutsa bile
Ömrün son nöbeti mezara çıkar…
Karanlık geceden al şafaklara,
Yürüyen düşlerin rengi firûze...
Kalbi nûr, alnı ak ve bahtı kara
Bu mazlum mağdurlar tanıdık bize...
Öksüz gönülleri tutar bir sancı,
Beyaz Zenciler’i kahreder zaman…
“Öz yurdunda” mahkûm olur inancı,
Vatan mı gurbette; gurbet mi vatan?
23. 5. 1997
73 / Dr. Mehmet Güneş
YORGUN DUYGULARIM
Tuna’da öksüzüm, Kudüs’te yetim,
Bitmeyen derdime ağıt yakarım.
Gurûb etmez vatandaki gurbetim,
Üzüntümü mısralara dökerim.
Yazda zemheriyi yaşayan benim,
Kırım’ın derdini taşıyan benim,
Keşmir sıcağında üşüyen benim,
Filistin’de dişlerimi sıkarım.
Her akşam, her sabah gökyüzü kanar,
Afganistan dense, yüreğim yanar;
Urumçi’de yalnızlık var, acı var,
Dertlerimi gözyaşıyla yıkarım.
Îrak, ırak değil; çok yakın bize,
Bu hicrânı nasıl anlatsam size,
Haçlı, hançer vurur yüreğimize,
Bağdat dense hicâbımdan çökerim.
İnim inim inler, Kerkük hasta mı?
Boynu bükük “Karanfil” im yasta mı?
“Ayrılık” türküsü dilde beste mi?
Efkârlanıp hudutlara bakarım.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 74
Çeçenistan, bir cihâdın ahdında,
Yorgun duygularım hüzün tahtında;
Hüzün, Karabağ’ın kara bahtında,
Aras gibi dertli dertli akarım.
Yâd etsem mâziyi Bosna’ya varıp;
Kosova’da mahzûn, Üsküp’te garip,
Evlâd-ı Fâtihan yine muzdarip,
Kadere kahredip, boyun bükerim.
Hedefimiz, maksûdumuz bir olsa;
Türkistan’da kardeşlerim hür olsa,
Yeniden gönlümüz “Gül”e yâr olsa,
Sabır tohumuyla umut ekerim.
Gönül, irşâd olur; göz yaş dökünce,
Uzak, yakın olur; kalpten bakınca,
Kar beyaz hayâller yola çıkınca;
Simsiyah geceye kandil yakarım.
Mâverâ’nın ışığıyla gelişen,
Ak alınla secdelerde buluşan,
Besmeleli sevdâlardan oluşan,
Hilâl şafağını iple çekerim…
75 / Dr. Mehmet Güneş
ANADOLU
Ne kadar gizleyip, inkâr etsen de
Hüzün dolu gülüşünde isyan var…
Fetih günlerinin özlemi sende,
Gözyaşında kaç asırlık hicran var…
Derbeder sükûtlar sende yaşıyor,
Dünkü sevinçlerin buz tutmuş artık…
Ve güneş ufkundan uzaklaşıyor,
Demir attı gündüzlere karanlık…
Kanayan yaradır mazî içimde,
Yakar sinemizi dertli gözyaşın…
Bulutlar tüllenir kirpiklerimde,
Hüzün yıllar yılı ekmeğin, aşın…
Kasvetli bir duman, zamanı sarmış,
En içli türküler yakılır şimdi…
Gönüller harabe, ruhlar kararmış,
Dikene gül diye bakılır şimdi…
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 76
Uykular bölünür bir “âh!” sesiyle,
Rahmet damlasıdır gözlerde Tekbir…
Yorgun yüreklerin besmelesiyle,
Titrek ışıklara bir umut gelir…
Islak bakışların âh-u zârıyla,
Yanaktan süzülen ferman okunur…
Âb-ı Kevser olan gözyaşlarıyla,
Bitmeyen geceye ışık dokunur…
Ey ana toprağı! Ey aziz vatan!
Asırlık geceler elbet bitecek…
“Gül” mehtap olursa güler âsûman,
Gökte yıldız yıldız açılır çiçek…
Duâlar, dildeki kutlu tebessüm;
Yanan bir kandildir, şafak sökerken…
Gam erir, dert biter, çözülür düğüm;
“Hasbü’n-Allâh. Ve ni’mel vekîl”50 derken...
50
Âl-i İmrân, 3/173; “Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekildir.”
77 / Dr. Mehmet Güneş
BESMELELİ SEVDÂLAR
Tutsak hayâllerim bayraklaşırken,
Düşlerim yarına umut taşırken,
Karanlık, şafakla kucaklaşırken,
Her ânım, her demim Kıble’ye dönük;
Kâğıdım, kalemim Kıble’ye dönük.
Diz çöken geceye güneş doğacak,
Îman nuru sağnak sağnak yağacak,
Bir sabah ezanı küfrü boğacak;
Ümidim, elemim Kıble’ye dönük;
Kâğıdım, kalemim Kıble’ye dönük.
Bu aşk yüreklerde gizli bir sevdâ,
Seccâdeye meftûn nazlı bir sevdâ,
Ve dünyaya îtirazlı bir sevdâ;
Sevincim, mâtemim Kıble’ye dönük;
Kâğıdım, kalemim Kıble’ye dönük.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 78
Nefsi, kül edelim aşk ateşinde,
Mâverâ ufkunun rahmet düşünde,
Besmeleli sevdâların peşinde;
Yârâna sitemim Kıble’ye dönük;
Kâğıdım, kalemim Kıble’ye dönük.
“Dîn ü devlet, mülk ü millet”ti derdim,
Cümle mazlumlara selâm gönderdim,
“Eylül”de, “Şubat”ta er oğlu erdim
Mefkûrem, erdemim Kıble’ye dönük;
Kâğıdım, kalemim Kıble’ye dönük.
Şafaksız gecede, karanlık günde;
İki el içine baş düştüğünde;
Sorguda, hücrede, ipte, sürgünde;
Zindandan selâmım Kıble’ye dönük;
Son söz, son kelâmım Kıble’ye dönük.
18. 3. 1998
79 / Dr. Mehmet Güneş
SÜT BEYAZ DÜŞLERİM
Akşamla beraber gün batımında,
Duygular içime dâvetsiz gelir...
Bir sevdâ yeşerir hasret kınında,
Gurbet türküleri göğe yükselir...
Süt beyaz düşlerim sınır ötesi,
Yâd eller araya duvar koysa da...
Mâverâ’dan gelir gönlümün sesi,
Haritalar bizi ayrı saysa da...
Uzak diyarlarda kalan yârânlar,
Kesretten vahdete bir yol bulalım...
Ayrı düşen canlar, yaslı cânânlar,
Gönül çizgisinde halvet olalım...
Güneşi doğmayan tarih önünde,
Karanlıkta buz tutarım, üşürüm...
Hazan rüzgârının estiği günde,
Öksüz ülkülerle dert bölüşürüm...
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 80
Karanlık bitmiyor gün ortasında,
Bir Hilâl çağını bekler garibim...
Süt beyaz düşlerim umut tasında,
İçimde yangın var, çok mustaribim...
Gecelere sığmaz beyaz düşlerim,
Şafakta yeniden kıyâma durur...
Bir “Yemen Türküsü” olur kaderim,
Hüzünlü destanlar nabzımda vurur...
Yüreğim sancılı, keder içinde,
Akar gözlerimden bir duru pınar...
Boynu bükük Kudüs, kan ter içinde,
Söğüt Dalları’ndan gölge arzular...
Ne kadar muhtâcız, bilsen ne kadar?
Hünkâr tuğrasının itibârına...
Bizi uzaklarda bekleyenler var,
Güneş doğsun diye ufuklarına...
81 / Dr. Mehmet Güneş
SON SÖZÜM SÖYLENMEDİ
Zamanı düğümledim saçımdaki aklara;
Gönlümde yayla kurdum münzevî şafaklara...
Karanlık gecelerde Kandil’lere yaslandım,
Işık yağsın diyerek dallara, yapraklara...
Yazılmamış bir destan yaşattım yıllar yılı,
Kanımdan renk verdiğim Hilâl’li bayraklara...
Şimal’den esen yele karşı duran erleri,
Genç yaşında yatırdık “tahtadan kundak”lara...
Menzili bahar olan ne hazanlar yaşadım,
Ülkümün gonca gülü düşerken Mamak’lara...
Sımsıcak düşlerimin solmayan sevdâları,
Yine sürgün edildi benden çok uzaklara...
Gözümdeki yaşları, kirpiklerim içiyor,
Yıldırımlar düşerken kalpteki ırmaklara...
Feryâdım dile gelir sessizliğin sesinde;
Tekbirler, salâvatlar dökülür dudaklara...
Kıble’deki her yangın gelip başımda tüter,
Alıp götürür beni en sinsi fîraklara...
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 82
Rahmet iner semâdan sabrın doruklarına,
Bir kaç damla gözyaşı düşerken yanaklara...
Ölümü öldürerek yürüdü “Dokuz Şehit”
Urganlı şafaklardan nurlu basamaklara...
Söyle!.. Yaşamak mı zor, ölmek mi daha kolay?
Nasıl anlatılır bu dünyaya tutsaklara?
Yemyeşil vâdîlerden duâlar eksilmezdi,
Kutsal dâvâmız için yükselen sancaklara...
Uhrevî sevdâları kim aldı içimizden,
Ve kim düşürdü bizi beşerî tuzaklara...
Hilâlsiz gök kubbede neye yarar yıldızlar!
Gönüller meyletmeli İlâhi kaynaklara...
Nur yağsın yüreklere Kelime-i Tevhid’le;
“Gül” kokusu yayılsın bu aziz topraklara...
“Gül Devri”ne sevdâlı, “Gül”e meftun yiğitler;
Geldiler “Gül” aşkıyla mukaddes Ocak’lara...
Biz “sefer”le yükümlü olsak da “zafer” dedik,
Bu inançla can verdik tuğlara, mızraklara...
Asırlık gecelerin tan yeri ağarırken,
Son sözüm söylenmedi şeddeli alçaklara...
22. 7. 1997
83 / Dr. Mehmet Güneş
“MUHAMMED(S.A.V.)’E CAN FED”51
Durmasın, kıyam etsin kâmil Müslüman olan,
Küfre karşı yürüsün kalbinde îman olan,
Ses versin sesimize bedeninde can olan,
İnletsin yeri-göğü; “Muhammed’e can fedâ”,
O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ…
Avrupalı dört yandan saldırdı dînimize,
Bu alçakça hakâret çok ağır geldi bize,
Ey Ümmet-i Muhammed görev düşüyor size…
Anlasın bütün dünya; “Muhammed’e can fedâ”,
O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ…
Yapılan küstahlıklar sînemizi deşiyor,
Haçlının çirkefliği yeniden depreşiyor?
Bizler sükût ettikçe, Batı çirkefleşiyor;
Cümle âlem duysun ki; “Muhammed’e can fedâ”,
O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ…
AB’nin, ABD’nin kîni biter mi şarka?
İslâm düşmanlarına kimler çıkıyor arka?
Bu iğrenç saldırının piyonu Danimarka
Şunu hiç unutmasın; “Muhammed’e can fedâ”,
O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ…
51
Bu şiir; 30 Eylül 2006 yılında Danimarka’daki bir dergide, Peygamber
Efendimiz(s.a.v.)’e hakaret kastıyla; 12 iğrenç karikatürün yayınlanmasını ve
bu alçaklığın Batı basını tarafından da iktibas edilmesini tel’in için kaleme
alınmıştır.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 84
İlim ile îmânı her an gardaş edelim,
Atılan her adıma aklı yoldaş edelim,
“Toplu vursun yürekler”; küffârla baş edelim,
Bütün dünya görsün ki; “Muhammed’e can fedâ”,
O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ…
Evet! “Küfür tek millet”, kol koladır Tâgutlar,
Yine birlik oluyor her cephede Nemrutlar,
Son Haçlı Seferi’ni açıyor kavm-i Lûtlar…
Cihâdın besmelesi; “Muhammed’e can fedâ”,
O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ…
Zâlimlere dur demek mü’mine elbette farz,
Yavuz olup kükremek bize yakışacak tarz,
Tekbirlerle yıkansın yeniden kürre-i arz,
Dinlesin arş-ı âlâ; “Muhammed’e can fedâ”,
O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ…
Kâfire sessiz kalmak bu millete ar gelir,
Ümmet şuurlanırsa dünya size dar gelir;
Kur’an’da dirilirsek Hilâl’e bahar gelir…
Haykırsın ehl-i îmân; “Muhammed’e can fedâ”,
O’nun için can ne ki, uğruna cihan fedâ…
14. 10. 2006
85 / Dr. Mehmet Güneş
YANIK BİR EZAN BAĞDAT52
Bir zâlim kan ağlattı, sıra başka zâlimde,
Şimdi mâsum insanlar, küresel mezâlimde,
Vîran olan Bağdat’ın melâli var hâlimde,
İnim inim inliyor, feryâd u figan Bağdat;
Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat...
O sabah ezanı ki, yürekleri dağladı,
Mâbetler bombalandı, vicdanlar kan ağladı,
Buna can mı dayanır? Gözlerden yaş çağladı,
Tekbir sesi duyulan hazin bir destan Bağdat;
Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat...
Bitmeyen ıstıraplar okunur gözlerinden,
Mazlumların feryâdı yükselir her yerinden,
Hıçkırıklar geliyor Bağdat’ın seherinden;
İnsanlığın verdiği ağır imtihan Bağdat;
Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat...
Simsiyah duman gibi güne çökünce akşam,
Gökten ölüm yağıyor, bu nasıl bir katliam,
Bu ne feci dehşettir, bu ne vahşi intikam?
“Akrebin kıskacında” şimdi perişan Bağdat;
Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat...
52
ABD’nin Irak’ı ikinci kez işgal ettiği 20 Mart 2003 tarihinde, müttefik
güçlerinin Bağdat’a yaptığı hava saldırısı televizyonlar naklen verilirken,
bamba sesleri arasında şafak vakti Bağdat’ta okunan sabah ezanı ekranlara
geliyordu... Bir yandan ABD uçakları Bağdat’ı yakıp-yıkarken,, öbür
yandanda da ezan sesleri göğe yükseliyordu...Bu şiir, bu görüntülerin
ardından, din kardeşlerimiz ve camilerimiz bombalanırken hiçbir şey
yapamadan seyretmenin hüznüyle yazılmıştır.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 86
Iraklar yakın oldu, yakınlar Irak şimdi,
Gönlümüzü kemiren “sinsi bir fîrak” şimdi,
Kalbimiz isyan eder, elimiz tutsak şimdi,
Ayrı düştük yıllardır, bu nasıl hicran Bağdat;
Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat...
Üç kıt’aya Söğüt’ten gölge veren daldık biz,
Kıblemizi şaşırıp, yıllarca bunaldık biz,
Asırlardır Batı’nın gölgesinde kaldık biz,
“Kader”, “kef”le yazılmış, hâlimize yan Bağdat;
Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat...
Hilâl’in benzi solar, neden bize ar gelmez,
Müslüman diyarlara, kış gelir, bahar gelmez,
Derdimizin dermânı “Gül” kokan rüzgâr gelmez;
Bu mezellet yetmez mi? Uykudan uyan Bağdat!
Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat...
Kerkük’te hançerlenir, Musul’da kan kusarım,
Bir şey gelmez elimden, hep sesimi kısarım,
“Bâ’de harâbü’l-Basra”; söz biter, ben susarım,
Can Bağdat! Bîcan Bağdat! Cân evi vîran Bağdat;
Şafak vakti kanayan yanık bir ezan Bağdat...
20. 3. 2003
87 / Dr. Mehmet Güneş
TEL ÂFER53
Tel Âfer’de kanlarıyla destan yazıp,
canlarıyla mühürleyen yiğitlere
Hilâl’in ıstırâbı bizim yürek sancımız,
Eksilmiyor derdimiz, hiç bitmiyor acımız,
Zulmetin pençesinde kardeşimiz, bacımız;
Kalbimiz kan ağlıyor Kıble’deki her yerde,
Bağdat’ta, Fellûce’de, Kerkük’te, Tel Âfer’de…
Mazlumun çığlığını bombalar perdeliyor,
Irak sanma, feryatlar çok yakından geliyor,
Şimdi Türkmeneli’nden alevler yükseliyor,
Yüreğimiz yanıyor, hüznümüz perde perde,
Kurşunla iftar açar Türkmenler Tel Âfer’de…
Demokrasi adına tezgâhlar kuruluyor,
Hürriyete nükleer darbeler vuruluyor,
Kimyasal silahlarla direniş kırılıyor,
Bu vahşet karşısında, “İnsan hakları” nerde?
Kan sızıyor kundaktan sahipsiz Tel Âfer’de…
Yaşanan katliâma dünya dönüp bakmıyor,
Akan Müslüman kanı, kimseden ses çıkmıyor,
Zulme alkış tutanlar ihânetten bıkmıyor;
Arkadan hançerlenmek varmış yine kaderde,
Bir “of”a bin “âh” sığar tâlihsiz Tel Âfer’de…
53
Bu şiir, 3 Eylül 2005 tarihinde ABD ve işbirlikçilerinin Tel Âfer’e seyretilmiş
uranyum ve napalm bombalarıyla yaptığı nükleer saldırı ve Türkmen katliamı
üzerine yazılmıştır.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 88
Petro-şeyhler, krallar ABD’nin ağında,
Poşulu rakkâseler alçaklık batağında,
Yine kanımız donar kızgın çöl sıcağında…
Sel gidince kum kalır; sap da döner, keser de
Bu hesaplar görülür yeniden Tel Âfer’de…
Gölge vermeyen Başkent kalpleri dağlıyorken,
Gurûb eden umutlar iç çekip ağlıyorken,
Geceler hicâbından karalar bağlıyorken;
Ankara’da kahrolmak benzemez hiç bir derde,
Güvenilen dağlara kar yağdı Tel Âfer’de…
Heyhât!.. Yıllardan beri; sağır, dilsiz, kör olduk,
Merde yardım etmezken, nâmerde bonkör olduk
Türkmeneli’ne karşı biz neden nankör olduk?
“Di gel!” der; “Men ölmüşem, gavim gardaşım nerde?”
Kahreden sükûtumuz duyulur Tel Âfer’de…
Elden bir şey gelmezse, kullar bîçâre düşer,
Gönül târumâr olsa, yürekler “Yâr”e düşer,
Hak’tan ümit kesilmez, semâdan çâre düşer,
Duâlar dile gelsin gözyaşıyla seherde,
Rabb’im şâd etsin bizi; Bağdat’ta, Tel Âfer’de…
3. 9. 2005
89 / Dr. Mehmet Güneş
MUHASEBE
“Eyvâh bu bâzîçede bizler yine yandık,
Zîrâ kim ziyân ortada bilmem ne kazandık.”
Ziyâ Paşa
Sevdâlı yürekleri bak ne hâle koymuşlar;
Gönüllerde ne bir “Gül”, ne bir “Lâle” koymuşlar.
Firûze düşlerimiz tutsak olmuş bâtıla,
İnsanlığın hâlini pür melâle koymuşlar.
Bizi, bizden almışlar karanlık dehlizlerde;
Bitmeyen hicranları istikbâle koymuşlar.
Âsûde güzellikler hicret etmiş durmadan,
Kalbe, nurdan âzâde bir risâle koymuşlar.
Nefsi müstahkem kılan dünyevî arzuları,
Altın kadeh içinde bin misâle koymuşlar.
Ufkumuz kararırken inkâr vâdîlerinde,
Mukaddes sevdâları izmihlâle koymuşlar.
Işık vermesin diye kanayan şafaklara,
Pas tutan gecelerden bir meşâle koymuşlar.
Ve kullar mâsivâya ilân-ı aşk ederken,
Ölümün ötesini hep ihmâle koymuşlar.
***
Unutma ki dünyamız Kıble’den aydınlanır,
O “Gül”ü numûne-i imtisâle koymuşlar.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 90
Gecelerin kalbine dökülen gözyaşını,
Bir “Beyaz Dilekçe”yle arz-ı hâle koymuşlar.
“Ba’sü bâde’l-mevt” diye îmân edenler, aşkı;
“Şeb-i arûs” denilen bir visâle koymuşlar.
***
Beni benden alıp da kim kırdı dallarımı?
En tâlihsiz cevâbı bu suâle koymuşlar.
Çöldeki vâha olan yürek devletimizi,
İstilâ eyleyenler hep vebâle koymuşlar.
Bir serâba meyleden “Milenyum” hayâlinde,
Umutları imkânsız ihtimâle koymuşlar.
Nefreti bayrak yapan muhabbetsiz kalplere;
Günâh ile çağlayan bir şelâle koymuşlar.
Sabrı isyan ettiren derbeder sükûtları,
Uğrunda can verilen ideâle koymuşlar.
Mazlumlar diyârından yükselirken feryatlar,
Çığ başlatan çığlığı son zevâle koymuşlar.
Mühürlü kalpleriyle, İslâm’ın infâzını
Kaç zamandan beridir bak hayâle koymuşlar.
Bir türlü yirmidokuz çekmeyen şubatları,
Rûhu çoraklaştıran bir ahvâle koymuşlar.
Elif’in boynu bükük, düşlerim kelepçeli;
Neden îdam hükmünü hep Hilâl’e koymuşlar...
7 . 3. 2001
91 / Dr. Mehmet Güneş
ECNEBİ SOKAKLARDA
“Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar,
Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan...”
Ziyâ Paşa
Kan sızar gözlerimden yüreğimde bir sancı,
Ecnebî sokaklarda yaşadık her utancı...
Bir bozuk pusulayla kuşanırken zamanı,
Duman rengi bulutlar kapladı âsûmanı...
Ufuklar kararırken fırtınaya kapıldık,
Kıblesiz rotaların izinde karar kıldık…
Bir sabah uyandım ki, ruhum bedende değil,
İrâdem katledilmiş, hâfızam bende değil…
Akıl hicret ederken târihim kundaklanmış
Ecdâttan mîras kalan neyim varsa hep yanmış…
Ciğerimiz kavruldu, yangın yeri sînemiz,
Alçakça yağmalandı mukaddes hazînemiz…
Yapraklarım üşürken kırıldı yeşil dallar,
Kökünden darbe aldı bin yıllık ulu çınar...
Darbelerin ardından bir ağıt dile geldi,
Hilâl gitti semâdan, peşinden çile geldi…
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 92
Günah emziren oklar, saplandı yüreğime,
Ümitlerim târumâr, hayâller lime lime...
Beklenen şafakları geceler gölgeliyor,
Gecelerin ardından yine gece geliyor…
Aydınlıkta göremez o “huffâş”ın54 gözleri,
Fecr-i kâzibte saklı ihânetin izleri...
Asırlık gecelerde kaybettik kendimizi,
Şehlâ karanlıklarda küffâr kandırdı bizi...
Sürgündeki hayâller ses versin uzaklardan,
Mesafeler buz tuttu, buz terledi efkârdan...
Yitirdik künyemizi ecnebî sokaklarda,
Batı’ya demir attık en bâtıl duraklarda...
Kıbleden uzaklaşan gönüller vîrân oldu,
Vicdanlar susturuldu, sabır perişân oldu...
Hilâle gölge düştü hemhâl olduk gam ile,
Bir devrin ney taksimi geçildi hüzzâm ile...
Gecenin siyah kalbi katmerlendi yastayım,
Ecnebî sokaklarda yıllardır iflâstayım...
54
Huffâş: Yarasa
93 / Dr. Mehmet Güneş
BİR ULU ÇINAR
“Osmanlı Cihan Devleti’nin
700. Kuruluş Yılı”na ithaftır.
Ve İlâhî kaderin tecellîsi vâroldu,
Yurdu vatan yapmaya velîler mîmar oldu.
Tevhîd ile nurlandı Oğuz Kara Han nesli,
Söğüt’te filiz verip, bir ulu çınar oldu.
Edebâli mayası çalındı bu toprağa;
Kalem, kılıç ve duâ dâim payidâr oldu.
Anadolu ufkundan hicret etti karanlık,
Üç Hilâl’in ışığı vakte hükümdâr oldu.
Doğdu günbatısına Türk’ün Kızıl Elma’sı,
Ehl-i Salîb toprağı İslâm’a diyâr oldu.
Karalar dalgalandı “Yeni Çağ” açılırken;
Müjdelenen İstanbul bize gül-i zâr oldu.
Sildi “Gül” yaprağıyla mazlumun göz yaşını,
Gölgesiz adâletle dünya bahtiyâr oldu.
Alp-erenler aşk ile cihad bâdesi içti;
Üç kıt’a yedi deniz, Tekbîr ile yâr oldu.
Zamanın şahdamarı tuğramızda atarken,
Sancağımız altında dört mevsim bahar oldu.
Medeniyet bahşetti çağların ötesine;
Gönüllerde taht kurup, tarihe Hünkâr oldu.
Tuna boylarındaki her akıncı destânı,
Bir mehâbet resmeden kelâm-ı kibâr oldu.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 94
Dört yüz sene boyunca âleme verdi nîzam,
Altı asırlık ömrün son demi efkâr oldu.
Yokuşta yorulmadım, iniş büktü belimi;
Osmanlı zevâldeyken kalbimiz bîzâr oldu.
Kur’ân’ın hâdimleri hükmederdi cihâna,
Ne hazîn günler gördük, hayat bize dar oldu.
Bir semâvî güftenin ferah-nâk bestesiydik,
Fetvânın, fermanların gücü târumâr oldu.
“Tanzimat” denilerek yağmalandı ruhumuz;
Hilâl’in gözlerinden artık kan sızar oldu.
Batı’nın “bâtıl yanı” takdîm edildi bize,
“Mimsiz medeniyet”ten hüzün yâdigâr oldu.
Sensiz coğrafyalardan huzur firâr eyledi;
Balkanlar, Ortadoğu derde giriftâr oldu.
Kader çizgisindeki âkıbetten kaçılmaz,
Devlet-i Ebed Müddet; bir gün ihtiyar oldu.
Bizden habersiz battı yorgun akşamda güneş;
İndi tuğ, sustu mehter; mevsim sonbahar oldu.
Akıp giden zamanın mâzî burcunda kalan
Osmanlı; tarih için bir anıt mezâr oldu.
“Dünyada keşfedilen son kıt’adır Osmanlı!”
Bu muhteşem gerçeği tarihler yazar oldu.
14. 2. 1999
95 / Dr. Mehmet Güneş
BAYRAK
Nuri Gürgür Ağabeyime
Bayrak; gökte mührümüz, bayrak hâkimiyettir,
Bayrak; devlet demektir, bayrak ebediyettir,
Bayrak; millî haysiyet, bayrak mensûbiyettir,
Bayrak, bu toprakların hürriyet ateşidir;
Bayrak, vatan ufkunun batmayan güneşidir.
Gökkubbeyi doldurur alıyla, beyazıyla,
Göğsümüzü kabartır Türk olmanın hazzıyla,
Kara bahtın üstüne ak tâlih niyâzıyla;
Bayrak, millî mîsâktır; zaferlerin tülüdür;
Bayrak; bağımsızlığın en büyük sembolüdür.
Rûhumdaki limana demir attı derinden,
Gönlümdeki sevgisi hiç sökülmez yerinden;
Bayrak aşkını dinle bayrak öksüzlerinden.
Bayrak, sınır ötesi hayâllerin sesidir;
Bayrak, mefkûremizin kutsal nişânesidir.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 96
Âsûde düşlerimiz siler yürekten pası,
Coşturur sîneleri, bertaraf eder yası,
Semâda bayrağımız bir tebessüm goncası,
Bayrak; duygu selinin kalpteki mihveridir;
Bayrak; gönlüme ışık, gözlerimin feridir.
Biz onun gölgesinde dağıttık hüznümüzü,
Asırlardır yaşadık gurûb etmez gündüzü,
Buz tutmaz aşk dağının “Hilâl”e bakan yüzü;
Bayrak, şehit kanına gökten nur yağmasıdır;
Bayrak; “Ay”ın, “Yıldız”ın toprakta doğmasıdır.
Semâda dalgalanır şühedâ nefesiyle,
Bir tarih dile gelir Al-Bayrağın sesiyle,
Tevhîd’e lîsan olan remz-i mukaddesiyle,
Bayrak; îman aşkıdır, istiklâl fermânıdır;
Bayrak; fetih rûhudur, yiğitlik destânıdır.
Çağlayan nur selidir bayrağımın gül rengi,
Mânâsında saklıdır Ay-Yıldız’ın âhengi,
Yok benzeri dünyada, bulunmaz onun dengi,
Bayrak, şehit kanıyla imzalanmış senettir;
Bayrak, Türk Milleti’ne mukaddes emânettir.
97 / Dr. Mehmet Güneş
TÜRKİYE’M
Necati Şahin’e
Vuslat nerde başlar, nerede biter,
Memleket sevdâsı başımda tüter,
Vatandaki gurbet hepsinden beter;
Târifsiz hüzündür bendeki mâtem,
Alınyazım... Yürek sızım... Türkiye’m...
Öyle bir sevdâ ki kanar içimde,
Küllenmez, her zaman yanar içimde,
Yıllardır çağlayan pınar içimde;
Coşkusu muhabbet, köpüğü elem,
Alınyazım... Yürek sızım... Türkiye’m...
Turan sevdâsının al bayrağısın,
Türkistan ufkunun han otağısın,
Hudutlar ötesi sevgi bağısın;
Ne mümkün, bu aşkı yazamaz kalem,
Alınyazım... Yürek sızım... Türkiye’m...
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 98
Turkuaz düşlerin duvağında gam;
Eksilmiyor çilem, bitmiyor tasam,
Öksüz “ülkü”leri nasıl anlatsam,
Kader mi, keder mi gözlerdeki nem,
Alınyazım... Yürek sızım... Türkiye’m...
Sakın olmazları isteme benden,
Ne geçeriz, ne göçeriz biz senden,
Ölmeyince can ayrılmaz bedenden;
Vatan diye çarpar kalbimiz her dem,
Alınyazım... Yürek sızım... Türkiye’m...
İsyansız düşlerim dünde kalırken,
Susarak konuştuk Tekbir alırken,
Gönlümüz yoruldu yol kısalırken;
Yıllar yılı kahır, bir ömür sitem,
Alınyazım... Yürek sızım...Türkiye’m...
Hazana dönse de gönlümün yazı,
Güneş’i eritir sevgimin közü,
Bu aşkı bilmeyen anlamaz bizi...
Ne bilsin ki, sen “Aslı”sın, ben “Kerem”;
“Âh etsem” de sevgilimsin, Türkiye’m…
99 / Dr. Mehmet Güneş
AY-YILDIZLI BAYRAĞIN
MAHZUN BALASI KERKÜK
Iraktan “Eyvâh!” dense,
Hüzünlü bir “Âh!” dense,
Kerkük düşer yâdıma
Yâd ellerde, nedense.
Oy! Bahtı kara Kerkük,
Düştü bir yara Kerkük,
Hicrânı yüreğimde
Asırlık yara Kerkük.
Ayrıyız kaç senedir,
Hasretin hükmü nedir,
Sınırlar boynumuzu
Sıkan bir mengenedir.
Zalim elinde Kerkük,
Hoyrat dilinde Kerkük,
Yarım kalmış sevdâdır
Türkmeneli’nde Kerkük.
Dinmiyor gönül sızım,
Derdimiz büyük bizim,
Herkesin hâmisi var
Neden ben sahipsizim.
Her dem ağlayan Kerkük,
Yürek dağlayan Kerkük,
Üvey evlât değildin
Şimdi ağla, yan Kerkük.
Ağıt saklı sözlerim,
Bulut yüklü gözlerim
Men Kerkük’te yıllardır
Al-Bayrağı gözlerim
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 100
Sadakatli yâr Kerkük,
Talihsiz diyar Kerkük,
Muhabbetin kalbimde
İnanmazsan, yar Kerkük.
Mâziyi anan gardaş,
Hasretle yanan gardaş,
Düşlerine kar yağıp
Sıcakta donan gardaş.
Yaralı yaslı Kerkük,
Çilesi paslı Kerkük,
Sevdâsı tarih boyu
Oğuz’a yaslı Kerkük.
Gönül dağında hüsran,
Bağdaş kurmada isyan,
Ankara duy sesimi
Kerkük dünden perişan.
Kalpteki ülkü Kerkük,
Dildeki türkü Kerkük,
Bağrına taş basar da
Terk etmez Türk’ü Kerkük.
Umduğun destek kimden,
Utanırım kendimden,
Gölge vermeyen dağın
Hüznü çıkmaz içimden.
Yan, için için Kerkük,
Yalnızsın niçin Kerkük,
Her an kara yazının
Derdi kim için Kerkük.
Hükmederse haksızlar,
Göz ağlar, vicdan sızlar,
Katleder gardaşımı;
Kerkük’te vicdansızlar.
101 / Dr. Mehmet Güneş
Kefen biçilen Kerkük,
Kanı içilen Kerkük,
İblis’in tezgâhında
Dörde biçilen Kerkük.
Dilsiz, sağır, kör dünya,
Mazluma nankör dünya,
“Mum kimin yanar Kerkük”
Türk’e bakar-kör dünya.
Türkmen yatağı Kerkük,
Yârân otağı Kerkük,
“Özüm özüne gurban”
Vatan toprağı Kerkük.
Baharda geldi hazan,
Tekrar kuruldu mîzan,
Vakit, karar vaktidir
Bıçak sırtında zaman.
Yetim kalan yer Kerkük,
‘Yardıma gel!’ der Kerkük,
Başkent ağyâr elinde
Bu dert beni yer Kerkük.
Kerkük zulüm çarkında,
Kılıç paslanır kında,
Kerkük kıt’ale uğrar,
Korkarım çok yakında.
Türkmen kal’ası Kerkük,
Türk’ün sılası Kerkük,
Ay-Yıldızlı bayrağın
Mahzun balası Kerkük.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 102
HÜZZAM FASLI
Mert bilinen insanlar zulme selâm durdular,
Harâmî sofrasına dâvetsiz oturdular.
“İstikrar” dedikleri inkâr bahçelerinin,
Günâh vâdilerine kâşâneler kurdular.
Üç günlük ikbâl için îtibar yitirenler,
Zâlimi destekleyip, mazlumu susturdular.
Ağyâr atına binen haramzâdeler gibi,
Hakk’a gitmek isteyen kervanı durdurdular.
Ne düşler gölgelendi hâkî karanlıklarda,
Kula kulluk edenler bize kan kusturdular.
Hicrâna, hüzne dâir ne söylense az gelir,
İstismar ateşinde kalpleri kavurdular.
Gönüllerde yeşeren umutları yok edip,
Bir büyük mefkûrenin külünü savurdular.
Işıktan şal dokurken gecenin siyâhına,
Müjdeli şafaklarda ne kadar vakurdular.
Tâlih, koçyiğitlere yâr olmadı nedense,
Firûze bir sevdâyı filizken soldurdular.
Saçımdaki her beyaz bu sevdânın âhıdır,
Yorgun hayâllerimi elemle doldurdular.
Şöhret ve servet için devlete râm olanlar
Tutsak olup nefsine aşkı unutturdular.
Ve öksüz bestelerin hüzzam faslı sürerken,
Yürekteki ülküyü yüreğinden vurdular.
103 / Dr. Mehmet Güneş
YORULDUK
Umutların tozunu ala ala yorulduk,
Şafaksız gecelerde kala kala yorulduk.
Meydân-ı siyâsetin sinsi hîleleriyle,
Her devirde kündeye gele gele yorulduk.
Düzenbaz demokrasi derde derman olmadı,
Hayâlleri hüsrâna böle böle yorulduk.
Hasret kaldık huzûra sabır taşı çatlarken,
Siyâsiler peşinde yele yele yorulduk.
Kupa ası zannettik sinek papazlarını,
Yüreksiz liderleri bula bula yorulduk.
Mazbatayla değişen yiğitlerin (!) emrine,
Oyumuzu âmâde kıla kıla yorulduk.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 104
Taşranın bülbülleri Başkent’te lâl olurken,
Bizler Mehter Marşı’nı çala çala yorulduk.
Ne taksimler geçildi akortsuz kanunlarla,
Sahnelerde figüran ola ola yorulduk.
“Ellerim kırılsaydı!” nakaratlı ağıtlar
Yakarken, saçımızı yola yola yorulduk.
Deryâları kaybettik damlaların uğruna,
Acıklı hâlimize güle güle yorulduk.
Ciğerimiz yanarken üşüdü yüreğimiz,
Şubat ayazlarından yıla yıla yorulduk.
Delikanlı baharlar bekledik senelerdir,
Beyhûde olduğunu bile bile yorulduk.
Sılâmız gurbet oldu, horlandık yıllar yılı,
Hilâl’in gözyaşını sile sile yorulduk…
105 / Dr. Mehmet Güneş
GÖNLÜME EFKÂR DÜŞER
Gökkubbenin renginden gönlüme efkâr düşer;
Ömrümün baharında saçlarıma kar düşer.
Evimde kiracıyım, gurbetteyim vatanda;
Mübârek Anadolu kahrından bîzar düşer.
En uzun gecelerde yaşlanır umutlarım,
Yorgun sabahlarıma yine sonbahar düşer.
Bulutlar saçlarını yıldızlarla tararken,
Hilâl’in benzi solsa, kalbe âh-u zâr düşer.
Hazan rüzgârlarında bahtımız kararınca,
Bir nesle Taş Medrese denilen diyar düşer.
Eylül’de gençliğimi rehin verdim yetmedi;
Şubat’ta fezlekeme îdamlık karar düşer.
Hicran dolu ömrümüz zulmün gölgesindeyken,
Ayarsız terâziden hukûka fîrar düşer.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 106
Mazlumların âhında bir sancılı yakarış,
Doksan dokuz isminden zâlime Kahhar düşer.
Uykuları uyutup, günâhına ağlayan
“Gül”e sevdâlılara çile yâdigar düşer.
Buz tutsa hayâllerin Güneş’e bakan yüzü,
Ehl-i dilin kalbine kelâm-ı kibar düşer:
“Ben kırk kere İsmâil / Babam İbrâhim değil”55;
“Devlet Baba” kavlime, tövbe istiğfar düşer.
Yürekten taşıp gelen duâların ardından,
Her geceye bir sabah, kışa ilkbahar düşer.
Kar-beyâz sevdâları yalnızlığa demirli
Beyaz Zenciler’e de bir gün iktidar düşer.
Ve sözünde dur/Mamak; yaraları sar/Mamak,
Hesâbını sor/Mamak… Yâr olsa ağyar düşer.
55
Ömer Lütfi Mete, Üç Ayak Bir Şafak
107 / Dr. Mehmet Güneş
“BEN MÜRTECÎ DEĞİLİM”56
Helâl, haram ayırmam,
“Ben mürtecî değilim.”
Mazlumları kayırmam,
“Ben mürtecî değilim.”
Hac, zekât hak getire,
Namaz nere, ben nere,
Alnım hiç gelmez yere,
“Ben mürtecî değilim.”
“Hacı”lardan hoşlanmam,
“Hoca”lara hiç kanmam,
Âhirete inanmam,
“Ben mürtecî değilim.”
“Din afyondur” (!) bilirim,
Gitmez câmiye dirim,
Ölürsem Allah kerim (!?),
“Ben mürtecî değilim.”
Kînim vardır türbana,
Muhalifim kurbana;
Fetvâ iste, sor bana (!?),
“Ben mürtecî değilim.”
Haçlıları severim,
“Orta Çağ geçti!” derim;
Dinde reform isterim,
“Ben mürtecî değilim.”
56
Bu hicviye, Abdurrahim Karakoç Ağabeyin 30. 08. 2000 tarihli Akit
Gazetesi’ndeki köşesinde yayımladığı “Ben Mürtecî Değilim” şiirine nazîre
olarak yazılmıştır.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 108
Dostum şarapçılarla,
Kankayım hapçılarla,
Mesâim popçularla,
“Ben mürtecî değilim.”
Ayık gezmem, ayyaşım,
Dumanlıdır hep başım,
“Dönme”ler arkadaşım,
“Ben mürtecî değilim.”
Votkadır sabah çayım,
Mafyadan gelir payım,
Çek-senette ustayım,
“Ben mürtecî değilim.”
Avanta peşindeyim,
Rakkâse düşündeyim,
Bak “beyaz” işindeyim,
“Ben mürtecî değilim.”
Utanmazım, arsızım,
Kalpazanım, hırsızım,
Fikrimde tutarsızım,
“Ben mürtecî değilim.”
Her tarafa dönerim,
Her boyayı denerim,
Adam satmak hünerim,
“Ben mürtecî değilim.”
Yeraltı kısmım vardır,
Çok temiz (!) ismim vardır,
“Âile resmim” vardır,
“Ben mürtecî değilim.”
109 / Dr. Mehmet Güneş
Sağda vurgun vuranım,
Solda tezgâh kuranım,
Laikçiler yârânım,
“Ben mürtecî değilim.”
Banka kutsal mâbetim,
Fâizdir ibâdetim,
Tefecilik âdetim,
“Ben mürtecî değilim.”
“Hayâlî” iş yaparım,
Teşvikleri kaparım,
Devleti hortumlarım,
“Ben mürtecî değilim.”
Yolsuzların yoluyum,
Zâlimlerin kuluyum,
Haysiyet yoksuluyum,
“Ben mürtecî değilim.”
Bak “böyyükler” gibiyim,
Loca müntesibiyim,
“Derece” sahibiyim,
“Ben mürtecî değilim.”
Yoldan çabuk saparım,
Cuntacıya taparım,
“Nü” resimler yaparım,
“Ben mürtecî değilim.”
Akşam oruç tutsam da,
İftarlara gitsem de,
Dindar pozu satsam da
“Ben mürtecî değilim.”
Hîleli iflâs bizde,
Ticârî ihlâs (!) bizde,
“Firavun”a yas bizde,
“Ben mürtecî değilim.”
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 110
“Altılı bahis”lerim,
Çok incedir hislerim,
Süs köpeği beslerim,
“Ben mürtecî değilim.”
Yavuzca bıyığım yok,
Erkekçe kılığım yok,
Sakalım-sarığım yok!
“Ben mürtecî değilim.”
Vicdanla işim yoktur,
Hukuka karnım toktur,
Standardım pek çoktur,
“Ben mürtecî değilim.”
Menfaat rehberimdir,
Yolsuzluk eserimdir,
Rüşvet alın terimdir,
“Ben mürtecî değilim.”
Alnım kara, ak değil,
Yolum bâtıl, hak değil,
Şirk bana uzak değil,
“Ben mürtecî değilim.”
Küfrün temel taşıyım,
Kitapsızın başıyım,
Putperest yoldaşıyım,
“Ben mürtecî değilim.”
Kıble’ye duyarım kin,
Dostumdur şeytanla, cin;
Adım “Müslüm”, velâkin
“Ben mürtecî değilim.”
111 / Dr. Mehmet Güneş
Mastırlı düzenbazım,
Pokerde çok kurnazım,
Mesut bir kumarbazım,
“Ben mürtecî değilim.”
Açık söylemeliyim,
Sistemin temeliyim,
Devletin sol eliyim,
“Ben mürtecî değilim.”
Operaya koşarım,
Senfoniyle coşarım,
Hayâtımı yaşarım,
“Ben mürtecî değilim.”
Ne selâmlık, ne harem,
Nefse vurulur mu gem,
Nikâhı önemsemem,
“Ben mürtecî değilim.”
Zinâ müptelâsıyım,
Zındığın âlâsıyım,
Münafığın hasıyım;
“Ben mürtecî değilim.”
“Kâfir!” desen darılmam,
“Hınzır!” desen kırılmam;
Adam bile sayılmam,
“Ben mürtecî değilim.”
Vatan diye yok derdim,
Şahsiyetsiz bir ferdim,
Herkes duysun: ‘Nâmerdim!’,
“Ben mürtecî değilim.”
1. 9. 2000
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 112
HAZÂN MEVSİMİ
Hesâbımı yeniden tâzelesem ne çıkar,
Bir Eylül sabâhında yön bulmayı beklerken...
Mamakta gençliğime hâkî karanlık çöker,
Simsiyah saçlarıma fırtına kar eklerken…
113 / Dr. Mehmet Güneş
YETER ARTIK57
Yeter artık terörden bu millet kan ağladı,
Al-Bayraklı tabutlar kalbimizi dağladı,
Anaların gözyaşı ırmak olup çağladı,
Milletin sabrı taştı, devlet oyalanmasın,
Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın.
Şehit haberleriyle vatan çalkalanıyor,
Ülkenin dört bir yanı için için kanıyor,
Sabır taşı çatladı, öfkemiz tırmanıyor,
Bıçak kemiği deldi, ciğer parçalanmasın,
Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın.
Alkışlar arasında Meclis’ten çıktı karar,
Kararsızlık göstermek karara verir zarar,
“Sözün bittiği yer”de konuşmak neye yarar,
Hesap-kitap yapılsın, bu iş savsaklanmasın,
Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın.
Istavrozlu bir hançer yaramızı deşiyor,
Bizler sessiz kaldıkça onlar köpekleşiyor,
İblisin tezgâhında kim neyi ödeşiyor;
Conilerin sözüne insanlar inanmasın,
Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın.
Bizi bize düşüren kim varsa o düşmandır,
Fidanlar kırılırken kan kaybeden vatandır,
Geldiğimiz son nokta ateşle imtihandır,
Cesâret körelmesin, “Tezkere” paslanmasın,
Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın.
57
Bu şiir; 21 Ekim 2007 tarihinde PKK’lı hâinler tarafından Hakkari’nin
Yüksekova ilçesine bağlı Dağlıca Komando Taburu’na yaptığı alçakça bir
saldırı sonucu şehit edilen 12 Mehmetçiğin ardından kaleme alınmıştır.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 114
Ok yaydan çıktı amma bizi aldatan da var,
Yurtsever görünerek ülkeyi satan da var,
İpe un seren de var, kukla oynatan da var,
Sahte beyânatlara devletimiz kanmasın,
Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın.
Tek bayrak, tek milletiz, berâber kaderimiz,
Kürtler kardeşimizdir, ortaktır kederimiz,
Birbirine karışır bizim alın terimiz,
Bin yıldır birlikteyiz, basiret bağlanmasın,
Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın.
Kim benzin döküyorsa PKK ateşine,
Hesabı sorulmalı, düşmeliyiz peşine,
Ve münâfık “dost”larla, düşmanın kalleşine,
Öyle ders verelim ki itler palazlanmasın,
Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın.
Bu vatanın bağrından derilen gül Mehmetçik,
Seksenbir vilayetten verilen gül Mehmetçik,
Gonca iken toprağa serilen gül Mehmetçik,
Dağ gibi koç yiğitler yan yana uzanmasın,
Yeter artık yürekler daha fazla yanmasın.
Kaldırın başınızı artık “Kan Uykusu”ndan,
Bu tezgâhı kuranlar titresin korkusundan,
Millet, şahlanış bekler şimdi Türk Ordusu’ndan,
Aziz vatanımıza hain el uzanmasın,
Yeter artık, yürekler daha fazla yanmasın.
24. 10. 2007
115 / Dr. Mehmet Güneş
TEL’İN58
Bu nasıl bir plân ki, bizi yürekten vurdu,
Zehirli hançer gibi kalbimize oturdu,
Dört bir yanda alçaklar kudurdukça kudurdu;
Yuları kırdı yine bak nesebi çürükler;
Bu yol Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
Yırtılan ar perdeniz Türklüğe engelse de,
Alçaklık üç-beş beden size büyük gelse de,
Yunandan alkış almak şimdilik güzelse de (!),
“Keser döner sap döner...” unutmasın sülükler,
Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
Oyun içinde oyun, seyrederiz uzaktan,
Adada geçilmiyor desîseden, tuzaktan,
Ferâset sahipleri seçer karayı aktan,
Yetmişdört öncesini bilmiyor mu zübükler?
Bu yol Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
Hilâl’in düşmanları aynı safta yürüyor,
“Türk’e kefen biçenler” hep birlikte ürüyor,
Gâfiller ve hâinler kimden destek görüyor,
Haçlı, tarih boyunca her fitneyi körükler,
Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
58
Kıbrıs’ta, B.M. Genel Sekreteri “Kofi Annan” tarafından hazırlanan plan
için 24 Nisan 2004 tarihinde yapılacak halk oylaması öncesi 14 Nisan 2004
günü KKTC’de bir miting tertip edilmiştir. “Dünya ile Bütünleşmeye Evet”
sloganıyla yapılan “Çözüm ve AB Mitingi”nde, KKTC ve Türk Bayrağı
taşınmamış, Türk Ordusu işgâlci îlan edilmiş, Kıbrıslı Türklerle Rumların
kardeş oldukları vurgulanmış ve referanduma “Evet” denilerek AB’ye
girilmesinin önünün açılması istenmiştir. İşte bu şiir, o şen’î mitingin
ardından kaleme alınmıştır.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 116
Türk’e savaş açanı nasıl destekliyorsun?
Tarihî düşmanından medet mi bekliyorsun?
Sen kimin soyundansın, kimi etekliyorsun?
Ay-Yıldızsız mitingler sînemize gam yükler,
Bu yol Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
Kıbrıs’ta sola giden boş umut mu ararsın,
Kızılın her tonundan kavm-i Lût mu ararsın,
Kölelik planına tavassut mu ararsın,
Ehl-i salîb eliyle beslenir kötülükler;
Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
“Barış” (!?) yalanlarıyla çok nutuklar atıldı,
Millî duygularımız hümanizme satıldı,
Çözüm diye bizlere “Enosis” dayatıldı;
Unutmasın Girit’i, ayılsın körkütükler,
Bu yol Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
Şehit kanı satılmaz Euro ile Dolar’a,
Rum gölgesi düşmesin adadaki sulara,
Kanmayın, aldanmayın AB’li pusulara;
Sırtımıza binecek yine baronlar, dükler,
Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
Yetmişbin şühedâyı bağrında saklar Kıbrıs,
“Hala Hâtun Kabri”ni yıllardır bekler Kıbrıs,
Mücâhit diyârıdır kendini aklar Kıbrıs,
Vatan emlâk değildir, duysun bunu dümbükler,
Bu yol Kıbrıs Türkünü yok olmaya sürükler.
117 / Dr. Mehmet Güneş
Kanımızla sulayıp toprağı vatan yaptık,
Ay-yYldızlı bayrağı göğe âsuman yaptık,
Egemenlik hakkını Kıbrıs’ta ferman yaptık,
Çıkmaz Yavruvatan’dan taburlar ve bölükler,
Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
“İşgalci Türk Ordusu” demek bize ar gelir,
Akdeniz yatağına bir bakarsın dar gelir,
“Annan”ızın bahtına martta yağan kar gelir,
Millî duruş olmadan aşılamaz güçlükler,
Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
Belge’yi imzâlarsak daha çok vâh ederiz,
Kıbrıs, Kıbrıs diyerek dertlenip âh ederiz,
Hep masada kaybeder, ne çok eyvâh ederiz,
Çıkarılsın gözlerden artık pembe gözlükler,
Bu yol Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
Ne acılar yaşandı, kulak ver tarihine,
Sahte cennet va’dine aldanıp kanma yine,
Gün akşama dönmeden, dön titreyip kendine,
Anlasın gerçekleri artık boynu bükükler,
Batı, Kıbrıs Türkü’nü yok olmaya sürükler.
Türk Milleti beyhûde kapılmasın telâşa,
Hedefe varacağız sarp yollar aşa aşa,
Hâinlere mukâbil desteğimiz Denktaş’a…
Dünkü “Rum vahşetini” unutur mu hiç Türkler;
“Kıbrıs Türk Devleti”yle biter çözümsüzlükler.
16. 4. 2004
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 118
ÇİZGİNİN BESTEKÂRI
Ressam Kenan Eroğlu’na
Işığın gölgesini resmeden kim dediler,
Sanatkâr mârifeti zevk-i selîm dediler,
Bu desen taksîminin kalemkâr ustasına;
Çizginin bestekârı ehl-i resim dediler.
119 / Dr. Mehmet Güneş
ABBASNÂME59
Kaleminden ay ışığı süzülen,
İrfan dolu bir mîzahla yazılan,
Üslûbunda Alp-erenlik sezilen;
“Abbas Uyandı” ki, gözler sürmeli;
“Kulis”te söylenen sözler sürmeli.
Yürekte efkârın külü savruldu,
“Tosun”la yorumlar çifte kavruldu,
Bir Yozgat, Abbas’la çalkanıp durdu...
Sehl-i mümtenîye vefâ sürmeli;
“Çamlık”ta dostlarla sefâ sürmeli.
Hesaptan âzâde bir selâm vermek,
Muhabbet faslında maksûda ermek,
Bir kalem ehliyle hasret gidermek;
Her yazıda dost haberi sürmeli;
Sürgün verip yenileri sürmeli.
59
Bu şiir, kıymetli gönül dostum İnan Soyer’in Yenigün Gazetesi’nin “Kulis”
köşesinde “Abbas Uyandı” müstearıyla yazdığı yazılardan oluşan
“AbbasNâme” isimli iki ciltlik eserine “Takdim” sadedinde kaleme alınmıştır.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 120
“Yozgat’ı sel almış, Soğluk’u duman”,
Dillerden düşer mi “Sürmelim aman”,
Kalplerde fırtına koptuğu zaman;
“Ziyâ’nın atını” rahvan sürmeli;
Sürmeli, dertlere derman sürmeli.
Sabır gergefimiz umut yorgunu,
Hicran alev alev hasret vurgunu,
Sevdâ çekmeyenler anlar mı bunu?
Dinleyeni bir hoş eder “Sürmeli”;
Bağlamayı sarhoş eder “Sürmeli…”
Hüzün bağdaş kurmuş seher yeline,
Bozok göç veriyor gurbet eline,
Mızrâbı sert vurma gönül teline;
Kimse duymaz, hep kapılar sürmeli;
Kara bahtı, diyar diyar sürmeli.
Bir tarafı kahır, bir yanı sitem,
Bir yanda yoksulluk, bir yanda elem,
Çâre göstermeli erbâb-ı kalem;
Niçin böyle dertlerimiz sürmeli;
Fecr-i sâdık için bir iz sürmeli.
121 / Dr. Mehmet Güneş
Düşüncem yaralı, düşlerim hasta,
Gam yüküne dönmüş hayâller yasta,
“Eylül Ateşi”nde yanan Abbas’ta;
Bir âhın içine, bin âh sürmeli,
“Yenigün”de hamle-i şah sürmeli.
Genç yaşında yüreğini dağlayan,
“Bir güzel ülkü”yle coşup, çağlayan;
Tertemiz gönlünü Hakk’a bağlayan,
Der ki, İnan; “Dergâh’a yüz sürmeli”
Kulun şükrü, gece gündüz sürmeli.
Eser ver, yerinde yeller esmesin,
Kağıt kalem birbirine küsmesin,
Tosun hep konuşsun, Abbas susmasın;
“Ehl-i dil” dertlere bir el sürmeli;
“Abbasnâme”, hep mükemmel sürmeli...
21. 11. 1999
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 122
ARZ-I HÂL
Gidip sâhillerde arama beni;
Kül rengi dağlara yaslanmaktayım.
Şimdi mesken tuttum Yozgat ilini,
Çamlık’ın başından seslenmekteyim.
Bahar gelse, gül açılmaz fermansız;
Esrarında sır aranmaz irfansız,
Anladım ki dertlerimiz dermansız,
Dünyanın peşinde paslanmaktayım.
Hâreli gönlümün titrek sesiyle,
Solan ümitlerin ilk hevesiyle,
En güzel hitâbın Besmelesiyle,
Tefekkür burcunda üslenmekteyim.
Hayatıma bir çağ sığması için;
Yeni bir Güneş’in doğması için,
Yüreğime rahmet yağması için,
Gözyaşı selinde ıslanmaktayım.
Gençliğim son buldu, duruldum artık;
Kırkını geçerken yoruldum artık,
Fânî sevdâlardan kurtuldum artık,
Aşk-ı İlâhî’den beslenmekteyim...
123 / Dr. Mehmet Güneş
Ömür
İkindiye
Merhabâ Derken
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 124
125 / Dr. Mehmet Güneş
YILLAR
Düğüm düğüm bağlanıp, birbirine eklenen,
Akıp giden zamânın işâret taşı yıllar...
Ömrün meşakkâtidir, sırtımıza yüklenen,
Yüzdeki çizgilerde saklıyor yaşı yıllar...
Sevinci ve kederi sararken yumak yumak,
Bâzen buzdan soğuktur, bâzen ateşten sıcak,
Beşikten başlayarak çıkılan her basamak,
Ak düşen saçlarımın takvimde eşi yıllar...
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 126
Çocukluk sevincini taşıyorken dopdolu,
Delikanlı çağında bahâr gibi coşkulu,
Olgunluk ve yaşlılık; değişmez hayat yolu,
Ayların, mevsimlerin sâdık yoldaşı yıllar...
Bakarsın, gün batımı gönül bahtiyâr olur,
Ve hazân mevsiminin her günü bahâr olur,
Hayat yolculuğunda, son durak mezâr olur;
Mezâr taşında bitmez zamânın yaşı yıllar...
Gün olur, aya bedel; ay olur, asır gibi,
Gün olur ki rüyâda, sevdâ yüklü sır gibi,
Gün olur, gurûp vakti, sona yaklaşır gibi,
Sînesinde eritir elbet Güneş’i yıllar...
127 / Dr. Mehmet Güneş
YILLAR YAPRAK DÖKERKEN
Rahmetli Abdurrahim Karakoç
Ağabeyimin azîz hâtırâsına…
Mızrap hüzzamda gezer, ney efkâra dem tutar,
Ve hazan mevsiminde beni bir elem tutar.
Kıymeti bilinmeyen, nîmet olsa da zaman,
Hayatın parmakları Mahşer’e kalem tutar.
Her nefeste mezara bir adım yaklaşırken,
Dizde derman tükenir, sevenler mâtem tutar.
Nefsine meyletse de bu dünyaya gelenler,
Kul, bütün günâhına Settâr’ı hakem tutar.
Yol vardır küfre giden her bir günah içinde,
“Sırât-ı müstakim”de beni seccadem tutar.
Elest Meclisi’ndeki “Kâlû Belâ” aşkına,
Hakk’ı tesbih ederken kirpiklerim nem tutar.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 128
Bir türlü anlatamam yüreğimin sesini,
Ehl-i dil, “Allah!” diyen nabzımı her dem tutar.
“Lâle”nin nusretiyle gönül müheyyâ olur,
Aşkın derûnundaki sırrı muhteşem tutar.
İlâhî sevdâ ile mayalansa kalbimiz,
Seherde yanakları “Gül” kokan şebnem tutar.
Günahkâr beşiklerde hayatı sallar gibi,
Beyhûde geçse zaman, mâziyi sitem tutar.
Yıllar yaprak dökerken Güneş zevâle döner,
Hakk yolunda yolcuyu yoldaki özlem tutar.
Bir ömrü yudumlayıp, Sen’den Sana gelirken,
İnş’Allah elimizden Resûl-i Ekrem tutar.
129 / Dr. Mehmet Güneş
ÖMÜR İKİNDİYE
MERHABÂ DERKEN
Gelen sonbahardır, demlenir efkâr,
Ömür ikindiye merhabâ derken.
Saçıma kar yağar, kalbime bahar,
Ömür ikindiye merhabâ derken.
Eylül serinliği çöker bağrıma,
Ağrılar eklenir yürek ağrıma,
Gençliğim ses vermez artık çağrıma,
Ömür ikindiye merhabâ derken.
Hazan hükmedince alınyazıma;
Hüzün mızrap olur gönül sazıma,
Seneler aldırmaz îtirazıma,
Ömür ikindiye merhabâ derken.
Çizgiler yüzümü örtmeye başlar,
Ruhumu bir melâl tartmaya başlar,
Yalnızlık gün be gün artmaya başlar,
Ömür ikindiye merhabâ derken.
Hayâller sararır, düşler paslanır,
Öfke sükût eder, akıl seslenir,
Her bakışa bir yorgunluk yaslanır,
Ömür ikindiye merhabâ derken.
Mevsim geçer, aylar göçer, gün erir,
Hayat güze döner, kışa yol verir,
Dostlar gazel döker, Güneş ürperir,
Ömür ikindiye merhabâ derken.
El eden akşama bir selâmım var,
Azıksız yıllardan yana gamım var,
Ve artık zamana ihtimâmım var,
Ömür ikindiye merhabâ derken.
19. 9. 2002
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 130
HAYAT
Kimisi bu dünyanın derdinden bîzâr olur,
Kimine sevdâ bahâr, kimine mezâr olur,
Kimi neşeyle güler, kimi ağlar hasretten;
Kimisi gadre uğrar çabuk ihtiyâr olur.
131 / Dr. Mehmet Güneş
GÜN AKŞAMA YASLANDI
Seneler peşpeşe gazel dökünce,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Gurup ufuklara kandil yakınca,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Gelen şafak değil, beyhûde kanma,
Semânın rengine sakın aldanma,
Gece, ak saçları karartır sanma,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Zaman; ikindinin zevâl deminde,
Tükenen bir ömrün son döneminde,
Bitmeyen işlerin hesap ceminde,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Tezkîr etsek tesbihâtın dilinden;
Çoktan geçtik “Sübhanallâh” yılından,
“Elhamdülillâh”ın tuttuk elinden,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Ömür kısalıyor, kaşlar uzarken,
Saç hazanda, sakal kışta gezerken,
Gönül ilkbahara mektup yazarken,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Hayat yumağından yıllar söküldü,
Kulak ağırlaştı, dişler döküldü,
Hafızanın bile beli büküldü,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Yaşlandıkça gençliğimi özlerim,
Tek gözlükle görmez oldu gözlerim,
Bedenimi taşımıyor dizlerim,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 132
Eski mecâlimden eser kalmadı,
Kolda kuvvet, gözümde fer kalmadı,
Şimdi şikâyetsiz bir yer kalmadı,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Gizli değil, âşikârdır ikrârım,
Sonbaharda filiz verir efkârım
Artık yaprak döktü hâtıralarım,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Evim ıssız kalan bir otağ oldu,
Kuşlar uçtu; hâne, sessiz bağ oldu,
Düzler yokuş oldu, yokuş dağ oldu,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Yıllar artık beni benden alıyor,
Sayılı nefesler hep azalıyor,
Yavaş yavaş göç davulu çalıyor,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
Sona yaklaştırır kalpteki ağrı,
Sılaya dâvettir yapılan çağrı,
Gurbette son mekân toprağın bağrı,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
İnsan, “su misâli” geçip gitmede,
Ecel şerbetini içip gitmede,
Vakti gelen bir bir göçüp gitmede,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
“Azık için” mühlet veriyor zaman,
Güneş’i geceye seriyor zaman,
Ha gayret, durmadan eriyor zaman,
Yol kısaldı, gün akşama yaslandı.
8. 10. 2009
133 / Dr. Mehmet Güneş
HER YAŞ, ÖLÜM YAŞIDIR
Ömrümüzden son nefes son düğümü çözerken,
Zamana yenik düşer insanoğlu “zamansız” (?)
Ecel bilir vaktini; ne geç gelir, ne erken;
Her yaş, ölüm yaşıdır; akşam olur apansız.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 134
SAKIN ALDANMA
Dünya denilen gurbet hiç kimseye yâr olmaz,
“Bir ağaç gölgesi”dir60, ebedî diyâr olmaz;
Fânî muhabbetlerin kalbine hazan değer;
Kabre hazırlanmayan aslâ bahtiyâr olmaz.
60
Tirmîzî; Zühd, 44; “Benim ile dünyanın hâli, bir ağaç gölgesinde bir
müddet dinlenip giden yolcunun misali gibidir.” (Hadîs-i Şerif)
135 / Dr. Mehmet Güneş
YAŞLILIK
Ne saçın ağarması, ne belin bükülmesi;
Hayattaki gâyenin yitmesidir yaşlılık…
Ne yüzdeki çizgiler, ne saçın dökülmesi;
İnsanlarda ümidin bitmesidir yaşlılık…
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 136
“BAYRAM O BAYRAM OLA”
Gülmeyen dünyaya “Gül”den renk gelsin,
Hayata yeniden bir âhenk gelsin,
Bayramları tâtil ettik yıllardır;
Bu bayram, “Bayram”a bâri denk gelsin.
137 / Dr. Mehmet Güneş
MEZAR TAŞI
Azıksız gelmeyin sakın buraya!..
Bir Fâtiha verin şu fukaraya!..
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 138
VE ÜMİT
Zannetme ki mesrûr olmaz kulun kalb-i siyâhı
Mağfiret-i Hak’tan aslâ çok değildir günâhı…
139 / Dr. Mehmet Güneş
GURBETTE BAYRAM
Hasret şâha kalkar, gözler nemlenir,
Yürekte sızıdır gurbette bayram.
Efkâr ateşinde hüzün demlenir,
Hicrânın közüdür gurbette bayram.
Her bayram sabahı artar kederim,
Bir gariplik çöker, bin âh ederim,
Mısrâlara sığmaz düşüncelerim,
Bitmeyen dizidir gurbette bayram.
Mâtemlerin mekân tuttuğu yerde,
Hayâlin sılaya gittiği yerde,
Tâkatin tükenip bittiği yerde,
Sükûtun sözüdür gurbette bayram.
“Bayram gelmiş…” diye dile dökülen,
Kalpten “kan damlayıp” tele dökülen,
Her perdeden ayrı çile dökülen;
Bir dîvan sazıdır gurbette bayram.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 140
Neş’enin, sevincin zevâl vaktidir
Çekilen özlemin kemâl vaktidir,
Yaralı düşlerin melâl vaktidir,
Gurbetin özüdür gurbette bayram.
Mezarları kimler ziyâret eyler?
Kim Fâtiha okur, kim selâm söyler?
Ezânın, cefânın, elemin beyler;
En soğuk yüzüdür gurbette bayram.
Uzlete çekilen bahtı karanın,
“Of”tan çıkar çıkmaz “âh”a varanın,
Gönülde açılan gizli yaranın,
Âşikâr izidir gurbette bayram.
Buz tutar bayramlar, ben ürperirim,
Güneş görmüş kar misâli eririm,
Her bayram daha çok hüzünlenirim;
Alnımda yazıdır gurbette bayram.
141 / Dr. Mehmet Güneş
BİR BAŞKA GURBET
Bu dünyâ bir handır, konup göçülür,
Ömür çizgisinin her taşı gurbet.
Mezardan sılaya kapı açılır,
Berzâh âleminin bir başı gurbet.
Şu fâni dünyânın özünde saklı,
Gün batımı gelen hüzünde saklı,
Zamandan eksilen her günde saklı,
Günahla sevâbın sırdaşı gurbet.
Biz gurbeti sıla diye yaşattık,
Sevdâyı gurbetin içinde tattık,
Vuslat özlemiyle sarıp kuşattık,
Hayatın değişmez yoldaşı gurbet.
Sılayı gurbette yitiren biziz,
Kıble’siz gemiyi batıran biziz,
Musallâ taşında oturan biziz,
Dikişsiz gömleğin kumaşı gurbet.
Gökte şimşeklerin çaktığı gibi,
Temmuzda güneşin yaktığı gibi,
Suyun yaylalarda aktığı gibi,
Kulun Mahşer’deki gözyaşı gurbet.
Bir yol ki gurbetten sılayı tutar,
Ömür tamamlanır gurbetlik biter;
Gurbete sevdâmız sıladan beter,
Azıksız hayatın telaşı gurbet.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 142
GÜNEŞE DÂİR
“Güneş batarken, arşın altında secde etmeye gider” 61
(Hadîs-i Şerif)
Bir gül gibi açar seher vaktinde,
Ve düşer toprağa her akşam üstü.
Işık olur gecelerin peşinde,
Yaslanır bir dağa, her akşam üstü.
Gurûba ererken, Güneş, Ay ile,
Geceye diz çöker, dolunay ile,
Lâcivert ufukta bir halay ile,
El eder şafağa her akşam üstü.
Gökkubbeye ışık saçar, gülümser;
Yıldızlarla çiçek açar, gülümser;
Bir başka diyâra göçer, gülümser;
Tuğ olur mızrağa her akşam üstü.
Gün olur, hilâlde saklanır bâzen;
Gün olur, buluta eklenir bâzen;
Gün olur, hasretle beklenir bâzen;
Gider “secde için” her akşam üstü.
61
Buhârî, Tevhid 23-23, Bed'u'l halk 4; Muslim, İmân 250
143 / Dr. Mehmet Güneş
VAKTİ AKŞAM EYLEME
Kalbi virâne kılıp, dünyaya râm eyleme;
Kıble’den uzaklaşıp, vakti akşam eyleme.
Zamana yenik düşer, insanoğlu zamansız,
“Uykudan uyanmadan” ömrü tamam eyleme.
Son rüzgâr, sonbaharda son düğümü çözmeden;
Kurtuluşa ferman var, hükm-ü îdam eyleme.
Su başında susayıp, güneşte serinlersin,
Melâl-i hüsrân ile fasl-ı hüzzâm eyleme.
Alnımız secdedeyken Arş-ı Âlâ’ya değer,
Kula kul olanlara, durup kıyâm eyleme.
Bir ömürlük “âh”ların , sonu “eyvâh” olmasın;
Gel!.. “Çıkmaz sokak”larda arz-ı endâm eyleme.
“Eslim teslem”62* sırrıdır derd-i kalbin devâsı;
Ebedî aşka giden yolu hitâm eyleme.
62
İbn-i Mâce, Sünen, Mukaddime, 10; *“İslâm ol, selâmet bul”
(Hadîs-i. Şerif)
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 144
Allah için sevmeyen, aşkı nerden bilecek,
Günahkâr sevdâlarla hayatı gâm eyleme.
Gülün gölgesindeki toprak bile gül kokar,
“Gül”e meftûn olmayan aşkı ilhâm eyleme.
***
Ellerim yaprak yaprak semâya açılırken,
İlâhî!.. Niyâzıma redd-i kelâm eyleme.
Gözyaşıyla yıkanmış duâlar hürmetine,
Gönül mihrâbımıza nefsi imâm eyleme.
Ya Râb!.. Aşk-ı İlâhî, ruhumuza mîraçtır,
Mânâsız bir hayatı, bize ahkâm eyleme.
***
Yeter artık gönlünü nefse ikrâm eyleme;
Kıble’den uzaklaşıp, vakti akşam eyleme.
145 / Dr. Mehmet Güneş
GÜN BATIMI
HÜZÜNLERİM
Yine duygularım kanar,
İçimde bir ateş yanar,
Hazana döndü ilkbahar,
Ecel yine pusu kurmuş,
Bir kalbi daha durdurmuş.
Can kelebek uçar tenden,
Gün batımı göçer tenden,
Bir devrandır geçer tenden,
Zaman üşür, mekan üşür;
Gönül ehli yas bölüşür.
Gök delinir, yer yarılır,
Gözyaşıyla dert karılır,
Hüzünler hüzne sarılır,
Yâ’da düşer hâtıralar,
Hicran sîneleri dağlar.
Ufukları bekler gibi,
Sanki bir sır saklar gibi,
Alaca şafaklar gibi,
Hayat, kısa süren bir düş;
Yolun sonu, Hakk’a dönüş…
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 146
Bilinmeyen hitâm sanki,
Alınmayan selâm sanki,
Buza dönmüş kelâm sanki,
Ölüm soğuk, ölüm serin;
İbret için yok benzerin.
Demir alır “Sessiz Gemi”
Noktalanır hayat demi,
Gelen bir bahar mâtemi,
Gözü yaşlı gün batıyor;
Yürekleri kanatıyor.
İnsan fâni, ölüm gerçek,
Her nefis bir gün ölecek,
Konacağız kabre tek tek,
Ömür, dünyadaki bölüm;
Bize bizden yakın ölüm.
Kâdirsin, âmentü billâh;
Hâkimsin, el hükmilillâh;
Emrine elhamdülillah,
Her şey Sana rücû eder;
Senden gelen Sana gider.
Son yolculuk başlar birden,
Kalp titrer, yavaşlar birden;
Ağlar, can gardaşlar birden,
Yaslı, yaralı günlerim;
Gün batımı hüzünlerim…
147 / Dr. Mehmet Güneş
İNSANLAR VESÎLEDİR
Zamânı ve mekânı hazırlar Cenâb-ı Hak,
İnsanlar vesîledir, “Ben yaptım!” sanır ahmak…
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 148
KİMİN HADDİNE
Ter döken bulutlardan, bir yağmur indi yine,
Gök gürlemez fermânsız, şimşek kimin haddine…
149 / Dr. Mehmet Güneş
GÜN BUGÜNDÜR
Bugün düne yarındır, yarın âtiye dündür;
Boşuna gâfil olma; an bu an, gün bugündür.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 150
HATM-İ KELÂM
“İnsanlar uykudadır, ölümle uyanırlar”63
(Hadîs-i Şerif)
Akşam vakti güneşin saltanatı biterken,
Dolunay, gecelere dökülen gözyaşıdır.
Yolculuk fermânıyla, ötelere giderken;
Duyduğumuz endişe hesâbın telâşıdır.
63
İmam Gazâlî, İhyâ-i Ulûm-id-dîn, IV, 23, 494
151 / Dr. Mehmet Güneş
Dile
Gelen
Duygular
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 152
153 / Dr. Mehmet Güneş
BİR SEVDÂ TÜRKÜSÜ
İnceden inceye fısıldaşırken,
Rüzgârın nâğmesi yaprak sesinde.
Sicim sicim gözyaşıdır dökülen,
Buğulu gözlerin son nefesinde.
Ve bir kasvet düğümlenir boğazda,
Düşünürken seni bakışlar dalgın.
Hasretten üşürüm bu sıcak yazda,
Buz tutan vuslata düşlerim dargın.
Bir sevdâ türküsü, yanık ve içli,
Gezer gönüllerde coşkun sel gibi.
Bâzen hüzünlüyüm, bâzen sevinçli,
Yaylalarda esen deli yel gibi.
Deniz dalgalanıp şarkı söylerken,
Titrer ay ışığı düşüncelerde.
Yıldızlar şafağa merhaba derken,
Gönlümü sararsın sen perde perde.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 154
GÖNÜL CEPHESİ
O mahzun yüzünü gördüm göreli,
Gönül cephesine askerim balam.
Ben sana kalbimi verdim vereli,
Gönül cephesinde askerim balam.
Gözlerin kışlamdır, sevdân taburum,
Yüreğimde saklı; aşkım, gururum,
Hasret nöbetinde seni bulurum,
Gönül cephesinde askerim balam.
İçtimâ saati verilir tekmil,
Vakit zenginiyiz, zaman bir sebil.
Hayâlinle dolup-taşar her menzil,
Gönül cephesinde askerim balam.
155 / Dr. Mehmet Güneş
Paydos vakti tepelerden gün batar,
Hasret buram buram, nabzımda atar,
Akşam vakti efkâr kışlayı tutar,
Gönül cephesinde askerim balam.
Siperde, nöbette her işimdesin,
Rüyâda en tatlı gülüşümdesin,
Kalk zili çalarken sen düşümdesin,
Gönül cephesinde askerim balam.
Rûhuma hükmeden kutlu çağ sensin,
Kalbimde açan gül, irem bağ sensin,
Dokuz tuğ diktiğim tek otağ sensin,
Gönül cephesinde askerim balam.
Her ânımı yâr seninle yaşarım,
Seninle çağlayıp, sende coşarım,
Bu yolda gülerek şehit düşerim,
Gönül cephesinde askerim balam.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 156
SEVDÂ YOKUŞU
Müptelâ olduğum sıcak bakışta,
Güzel gözlerine dalıp da gitsem.
Baharı yaşasak biz karakışta,
Mutluluktan nasîp alıp da gitsem.
Raksetse gönlümüz aşk denizinde,
Kaybolsa gözlerim elâ gözünde,
Başımı yaslayıp şöyle dizinde,
Bir ömür yanında kalıp da gitsem.
Çile dergâhında erise gönlüm,
Yunus’un yolunda yürüse gönlüm,
Aşka türâb olsa çürüse gönlüm,
Gün batımı seni bulup da gitsem.
157 / Dr. Mehmet Güneş
Birlikte her yandan çağlarken neşe,
Sevdâ yokuşunda düştüm ateşe,
Hasretinle, hüzün çöker Güneş’e;
Vuslat deryâsına dalıp da gitsem.
Bir kutlu zamanın ilkbaharında,
Yazın sıcağında, kışın karında,
Sonbaharın düşen yapraklarında,
Ölümsüz sevgiyle dolup da gitsem.
Muhabbet fehmetsek irşâd bularak,
Gönül bahçesinden sevgi alarak,
Gökkubbede “bir hoş sadâ” olarak,
Nihâyet, âsûde ölüp de gitsem.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 158
AŞK
Aşk; kalbi mayalayan efsunkâr bir ak maya,
Sevdâ, ansızın başlar yüreklere akmaya…
Aşk; gözlerde tutuşur, kalbi kendine çeker,
Âteş-i aşk elinden kalbin kendi ne çeker.
Aşkın, hasret korunda hâtırâlar gülüşür;
Sevdânın alevinde Güneş donar, gül üşür.
***
Ey gönlümün sultanı, vuslatını gözlerim;
Gözlerinle mühürlü bir fermandı gözlerim.
Cânânın hicrânına bu cân nasıl dayansın
Ve hasret ateşiyle senin rûhun da yansın.
***
Hayatın gül neş’esi, bahtımın beyaz gülü;
Aşkımın gülistânı, yüreğimin yaz gülü.
Huzûruna varalım aşk ile Rabb’imizin;
Habîbullah aşkına lütfetsin Rabb’im, izin.
159 / Dr. Mehmet Güneş
UFUKTA GÜNEŞE
YASLANACAKTIM
Bir kutlu sevdâya destan yazarken,
Duygularım ilmik attı gönlüme.
Yüreğimin düğümünü çözerken,
Duygularım ilmik attı gönlüme.
Gurûba ererken yine bu akşam,
Bir hüzzâm şarkıda hissedilir gam,
Kıt’alara sığmaz ne kadar yazsam,
Duygularım ilmik attı gönlüme.
Ömrümün baharı kış oldu bana,
Gecenin efkârı eş oldu bana,
Vuslatı beklemek iş oldu bana,
Duygularım ilmik attı gönlüme.
Vuslatta, düşlerim buz olur sanki;
Sevdânın alevi köz olur sanki;
Bu düğümü çözemedim inan ki,
Duygularım ilmik attı gönlüme.
Gönül dergâhına bir gül bıraktım,
Kanımla sularken kalbimi yaktım,
Ufukta Güneş’e yaslanacaktım,
Duygularım ilmik attı gönlüme.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 160
SENSİZ
Dokunsam teline gönül sazımın,
N’eylesem bir türlü çalmıyor sensiz.
Ne faydası var ki îtirâzımın,
Hayaller uykuya dalmıyor sensiz.
Ömrümün neşesi öyle bir can ki,
Hicrânı, içimde karakış sanki,
Gündüzlerim gece olur inan ki,
Gözlerimin içi gülmüyor sensiz.
Duygular gam yüklü bir kervan oldu,
Ayrılık zamana hükümran oldu,
Hasretin gönlüme âsûman oldu,
Kalbime mutluluk dolmuyor sensiz.
161 / Dr. Mehmet Güneş
Yüreğime hisar kurdum sevgiden,
Sözlerime mühür vurdum sevgiden,
Ve kaç sevdâ yılı uzaktasın sen,
Can evime ışık gelmiyor sensiz.
Sevdâ ateşiyle sîneler erir;
Kirpik yağmur eler, içim ürperir.
Seni anmak bile saâdet verir,
Rüyâlar rengini bulmıyor sensiz.
Yıldızlar sarardı, soldu şafakta;
Dolunay, gözyaşım oldu şafakta,
Güneş yine yalnız kaldı şafakta,
Olmuyor bir türlü, olmuyor sensiz.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 162
SENSİN
Gençliğimin baharında gördüğüm,
Görür görmez hemen gönül verdiğim,
Yüreğime nakış nakış ördüğüm,
Sevdâ yaylasının ülfeti sensin;
Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin.
Gözlerime senin resmini çizdim,
Saçının teline beyitler dizdim,
Hep seni söyledim, hep seni yazdım.
Âsûde ömrümün nîmeti sensin;
Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin.
Ocak’ta çağladı bu aşkın seli,
Mayısta atıldı sevdâ temeli,
Ey gönül mülkümün ekmel güzeli,
Dünyanın emsâlsiz serveti sensin;
Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin.
163 / Dr. Mehmet Güneş
Alınyazım düğümledi yolları,
Birlikte yaşadık gurbet elleri,
Yaşanmamış saydım sensiz yılları;
Kaderimin soylu kısmeti sensin
Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin.
Yüreğim her mevsim ilkbahar gibi,
Yaylada çağlayan bir pınar gibi,
Aşkı tâlim eden duygular gibi,
Yirmi dört saatin nöbeti sensin;
Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin.
Seninle, ufkuma yıldızlar doğar,
Seninle, rûhuma mutluluk yağar,
Seninle bir saat, bir ömre değer,
Zamânın, mekânın kıymeti sensin;
Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 164
Işığını verdin gecelerimin,
Dert ortağı oldun acılarımın,
Sînede yer eden sancılarımın,
Devâsı sendedir, himmeti sensin;
Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin.
Seni ezberlerim gece düşümde,
Seni yâd ederim her gülüşümde,
Seni isterim hep yanı başımda,
Hayâtıma Hakk’ın nusreti sensin;
Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin.
Kalbimi yeşerten bir çerağ oldun,
“Cennet kokusu”nu64 veren bağ oldun,
Ve sırtımı yasladığım dağ oldun.
Güneş’in gücü sen, kuvveti sensin;
Rahmân’ın bahtıma rahmeti sensin.
64
Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, II, 2285; “Evlat kokusu, Cennet kokusudur.”
(Hadîs-iŞerif)
165 / Dr. Mehmet Güneş
“AZIKSIZ ÇIKMA YOLA”
Oğlum Yâsin Celâl’e
“Dönülmez akşamlarda”; dersen “eyvâh!”, kâr etmez!..
“Azıksız çıkma yola”65, beyhûde “vâh!”, kâr etmez!..
Batan ömür güneşi yalnız Mahşer’de doğar,
Şafaktan medet umma, gelen sabah kâr etmez!..
Bu dünyanın ardında çark olup çevrilirken;
Îmân nûru sönerse, ne yapsan âh, kâr etmez!..
Bir zindan karanlığı hükmeder yüreğine;
Nefsine esir olma, mala tamah kâr etmez!..
Hakk’a teslimiyettir gönüllerin ilacı,
Maddeye meftûn kalbe; nûr-u dergâh kâr etmez!..
Ne servet, ne iktidar, ne rütbe, ne de makam;
O’nun mağfiretinden gayri penâh kâr etmez!..
65
Bahattin Karakoç, Ay Şafağı Çok Çiçek, 64
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 166
Şafaksız gecelere Kur’ân’ın nûru gerek,
Kalpler mühürlenmişse küfrü ıslah kâr etmez!..
Kul, kabre hazırlansın; kabir hazırlamasın,
Som altından olsa da son karargâh kâr etmez!..
Kıble’siz denizlerde boşuna kürek çekme;
Bize Beytullah gerek, başka cenâh kâr etmez!..
Alınan her nefesi Veren’e yâr olalım,
Yoksa Aşk-ı İlâhî, gayrı salâh kâr etmez!..
Saçımdaki her beyaz, bu sevdânın âhıdır;
“Gül”e sevdâlı Güneş; aşkı, günahkâr etmez!..
Sen’sin bütün dertlere derman olan Allah’ım,
Kelime-i Tevhid’siz hiçbir felâh kâr etmez!..
167 / Dr. Mehmet Güneş
GÜN HÜKMÜNÜ
SÜRERKEN
Bir rüzgârın sesinde,
Bâzen türkü dinlerim.
Güneşin gölgesinde,
Sessizce serinlerim.
Zaman bizi yorarken,
Geceleri sararken,
Gün hükmünü sürerken,
Aşkımı perçinlerim.
İçimdeki kor sensin,
Kalbimdeki yâr sensin,
Bana ilkbahar sensin,
Üç mevsimde inlerim.
Sevdâ; gönül yarası,
Duyguların en hası,
Bir ömür hâtırâsı,
Neş’e dolu günlerim.
Gücüm, kolum, kanadım;
Tükenmeyen tâkâdım,
Ey yâr! Sensin murâdım;
Hicrandır hüzünlerim…
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 168
DİLE GELEN DUYGULAR
Kızım Remime’ye
-IBaba ocağına vedâ ederken,
Bahtın açık; gönlün, bahtiyâr olsun.
Yeni bir hayata merhabâ derken,
Bir ömür tâlihin sana yâr olsun.
Anamın adıdır gönül sürûrum,
Cennet kokuludur gül yüzlü nûrum,
Gözbebeğim, güzel kızım, gurûrum,
Attığın her adım gül-i zâr olsun.
Vuslatı bekleyen yürekler gibi,
Beyaz duvaktaki dilekler gibi,
Sen gelin giderken melekler gibi,
Her mevsim gönlüne ilkbahar olsun.
Gün gelir ayrılık şafağı söker,
Kalplere târifsiz bir elem çöker,
Ana-kız birlikte gözyaşı döker;
Hasret, mürüvvetle lâlezâr olsun.
169 / Dr. Mehmet Güneş
Kına yakılırken; ağıt dem tutar,
“Aney”ler âh eder; dil, mâtem tutar,
Terleyen gözlerden; kirpik, nem tutar,
Bu hüzne türküler bestekâr olsun.
Bir firûze devrân, bir fasl-ı hazan,
Kız vermek kolay mı? Âteş-i sûzan,
Yüreğimde hicran, başımda duman;
Ne gam; bu gelin kız berhudâr olsun.
Susmak, konuşmaktır bâzı zamanlar,
Târife ne hâcet, ârifler anlar,
Ve “İki bedende tek ruh”66 olanlar;
Gönül otağına hizmetkâr olsun.
Yaprak dökümünü târif etmek zor,
Beni benden alır içimdeki kor,
Gönlümden geçenler dile sığmıyor,
Söylenen mısrâlar derkenâr olsun.
Turnalar göçerken, bulutlar ağlar,
Güneş’in kalbine yağmurlar yağar;
Yarınlara dâir hayır duâlar,
Hayâller; hayâta şehsüvâr olsun.
66
İbn-i Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, III, 23; “Evlilik, iki bedende tek ruh
olmaktır.” (Hâdis-i Şerif)
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 170
- II Sevdâ siperine yaslanmak gerek,
Sevgiden, saygıdan beslenmek gerek,
Sadâkat burcunda üslenmek gerek;
Bu nasihat sana bergüzâr olsun.
Mızrâbı sert vurma gönül sazına,
Hazır ol hayatın soğuk yazına;
Sıcak rüzgârına, kış ayazına,
Sabr ü sebât dâim medetkâr olsun...
Gönül; tülden ince, kılıçtan keskin,
Kırma, kırılırsın; kul, kuldan baskın,
Sükûnete dost ol, hiddete küskün;
Mutluluk ömrüne hükümdâr olsun.
En sarp yokuşlardan çıkılır düze,
Her gece şafakla varır gündüze,
Pembeden siyaha her gününüze,
Sevginiz yıkılmaz bir hisar olsun.
Îmandan, ihlâstan sakın ayrılma,
Aklını, nefsine âmâde kılma,
Aman ha, Kıble’den âzâde kalma,
Ak alnın, beş vakit secdekâr olsun.
171 / Dr. Mehmet Güneş
Gönüldeki gurbet, ülfete döner,
Sabırla her mihnet, nîmete döner,
Yâr ile muhabbet, rahmete döner,
Yeter ki “Gül” aşkın tâcidâr olsun.
Hayat; bir nefeslik hayâldir balam,
Dünyaya yâr olmak vebâldir balam,
Elbette hakkımız helâldir balam;
Kalbiniz ukbâya vefâkâr olsun.
Gönlümde efkârdır Hilâl’in yası,
Güneş’i gölgeler ay tutulması,
Ay-Yıldız Aşkı’nın soylu mîrâsı;
Babadan evlâda yâdigâr olsun.
Dileğimiz Hak’tan vermesin hüzün,
Her iki cihanda gülsün gül yüzün,
Goncanız ziyâde, kolunuz uzun;
Âsûde ömrünüz pâyidâr olsun.
6. 9. 2013 - Yozgat
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 172
“KINAYI GETİR ANEY”
Kızım Fatma Ülkü’ye
Kına türküleri yakılır yine,
Tâzelenir hicran yarası balam!..
Ayrılık ateşi düşer içine,
Yanar yüreğimin şurası balam!..
Ufuklara akşam kondu konacak,
Umutlar bedirdir, düşler sımsıcak,
Göz, her şeyi görmez; yüreğinle bak,
Sevgidir bu aşkın darası balam!..
Duâdaki eller kına karıyor,
En içli nağmeler kıyam duruyor,
Türküler kalplere mızrap vuruyor,
Ezgiler Rumeli yöresi balam!..
Rengârenk hayâller kalpleri tutar,
Bir vuslat içinde bin hasret yatar,
Şimdi “Altındağ”ın başında tüter,
Gelin kınasının çırası balam!..
“Ülkü denen nazlı gelin” ay gibi,
Geceye hükmeder dolunay gibi,
“Konak”ta coşku var kurultay gibi,
Bir gönül dergâhı burası balam!..
173 / Dr. Mehmet Güneş
Şen-şakrak oyunlar oynanır önce,
O türkü söylenir mutlak “Bu gece”
“Misâfirem!” sözü dile düşünce;
Olmaz gözyaşının durası balam!..
Bu ayrılık bize efkâr olsa da,
“Aney”lerin gül yüzleri solsa da,
Mevsim bahar diye karar kılsa da,
Yaprak dökümünün sırası balam!..
Ebrûlî duygular halay çekiyor,
Neşe’nin kalbine hüzün çöküyor,
Gözyaşları yağmur olmuş akıyor,
Böyledir hayatın töresi balam!..
Elindeki kına solsa da birgün,
Güneş gibi sevgin doğmalı hergün,
Hayırlara medâr olmalı ömrün,
Torun mürüvveti göresi balam!..
2 Mayıs 2014 - Kına Gecesi
Altındağ Belediyesi Kına Konağı
Hamamönü - Ankara
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 174
“GÖÇ GÖÇ OLDU
GÖÇLER YOLA DİZİLDİ”
Kızım Fatma Ülkü’ye
Gelinlik giyerek çıktığın sefer,
Hayâller ötesi bir destan olsun!..
Bir ömür eşinle yürü beraber;
Attığın her adım gülistan olsun!..
Dünyanın kanunu böyledir kızım,
Göç eder turnalar seher yıldızım,
Dilimde duâsın, yürekte sızım,
Kaderin süt-beyaz bir ferman olsun!..
Âlem-i Ervah’ta yazılır kader,
“Kalem”in her harfi olur mukadder,
“Kef”le başlamasın, olmasın keder;
Mutluluk ömrüne hükümrân olsun!..
Evlilik; hayatın altın çağıdır,
Sevdâ yaylasının han otağıdır,
Dünya cennetidir, irem bağıdır,
Sevgi, hânenize âsumân olsun!..
Virâneler hân oluyor aşk ile,
Sevdâ kalbe şân oluyor aşk ile,
Can, cânâna cân oluyor aşk ile,
Bu aşk sevginize nigehbân olsun!..
175 / Dr. Mehmet Güneş
Gün olur, yoğrulur çileyle gamla,
Muhabbet boy verir hep ihtimamla,
Sıcak bir merhabâ ve bir selâmla,
Tebessüm rûhuna tercüman olsun!...
Toz-pembe düşlere kar yağdırmayın,
Gönül yapın, aslâ gönül kırmayın,
Art niyetli söze hiç aldırmayın,
Yuvanız şen olsun, âşiyân olsun!..
Yolculuk başlıyor, hicret vaktidir,
Gelin olmak elbet izzet vaktidir,
Mürüvvet vaktidir, hasret vaktidir
Tâlihin her dâim şâdümân olsun!..
Vuslat, yüreğinde saklar özlemi,
Hicran, bu hayatın bir başka demi,
Baba ocağından kalkınca gemi,
Murâdın âsûde bir liman olsun!..
Güneş’in gurûba vardığı anda,
El açarım Hakk’a Ulu Dîvan’da;
Niyâzım sizlere iki cihanda
Ebedî saâdet armağan olsun!..
4 Mayıs 2014 - Düğün Gecesi
Göksupark - Ada Restorant
Eryaman - Ankara
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 176
ŞEYHZÂDEM
Torunum Mehmet Arda Güneş’e
Şeyhoğlu neslinin en genç dalısın
“Cennet kokulu”sun, oğul balısın,
Gönül hânemizin gonca gülüsün,
Elvan elvan ışık saçan gülşensin;
Rabbimizin en son ihsânı sensin.
“Yirmi Aralık”ta bir “Güneş” doğar,
Kalplere masmavi mutluluk yağar,
“Mehmet Arda” bize Hak’tan yâdiğar;
Karakışta toy-düğünsün, şölensin,
İlk göz ağrımızdan ilk torun sensin.
Semâya yıldızlar serene kurban;
Canımın canını verene kurban,
Seni bize lâyık görene kurban.
Bir başka sevilen, hep özlenensin;
“Reyhan çiçeği”sin, özge can sensin.
Bir sırr-ı İlâhî inceden ince,
Kâbe siyahıydı gözleri önce,
Döndü kestâneye bak büyüyünce…
Ebrû’dan akseden renksin, desensin;
Otuz yıl evvelin Kürşad’ı sensin.
Kuzumu bir sancı perişân eder,
Süt kokan uykular firâra gider,
Bir çığlık başlar ki gökkubbe inler;
Her makamda ağıt besteleyensin,
Durmadan çarşafta sallanan sensin.
177 / Dr. Mehmet Güneş
Ağlasa da huzur veriyor sesi,
Âb-ı hayât sanki her bir nefesi,
Dünyalara değer gülümsemesi,
Dört kişiyle ancak baş edilensin;
Yıllar öncesine götüren sensin.
Tetik uykuları kuş kanadında,
Uykudan uyanır, şiir tadında,
Her sabah şirinlik îtiyâdında;
Şeyhzâdem, yürekte hüküm sürensin;
Gönül tahtımızın sahibi sensin.
Hayat soframızın tuzu-biberi,
Uzun gecelerin uyanık eri
Tez büyüyüp olsun yaman bir çeri,
“Ceviz içi”m gürbüzleşip, gönensin;
“Kürşâd’ın kırkıncı yiğidi” sensin.
Cemâli ay gibi, her hâli güneş,
Bâzen sâkinleşir, bâzen kor ateş,
“Hû hû”lar söylerken güvercine eş,
Kuşların zikrinden dil öğrenensin;
Konuşmaya dikkat kesilen sensin.
Hayatında hep hayırlar vâr olsun,
Ömrün uzun, bahtın sana yâr olsun,
Îmân yüreğine tâcidâr olsun;
Yedi iklim, yer-gök seni beğensin,
Beş vakit namazda duâmız sensin.
Dört gözle büyüsün, tebessüm saçsın,
Gönlünde rengârenk çiçekler açsın,
Ömür kârım, sen kalplere ilaçsın,
Görmeyince gözlerimde tütensin;
Nerde bebek görsem yâdımda sensin.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 178
Kaderinde kara bir gün olmasın;
Yüreğine gam-gasâvet dolmasın,
Gül yüzünde açan güller solmasın;
Tâlihine mutluluklar gizlensin,
Kalbimin târifsiz sevinci sensin.
Sen gülende sevinç sele karışır,
Gurûb ile mor şafaklar barışır,
Son güz artık ilkbaharla yarışır,
Bizleri yeniden gençleştirensin,
İkinci baharı bahşeden sensin…
Gözler iri, kaşları “vav” yakından,
Bir yalın kılıçtır çekilmiş kından,
Gökteki yıldızlar öpsün alnından,
Mehmet’ler torunu bir alperensin,
Yunus’un, Yavuz’un vârisi sensin.
Yolun hak olmalı, yediğin helâl;
Alnın ak olmalı, yüreğin çatal,
Başın dik olmalı, bakışın Hilâl;
Her hâlin bir destan olup seslensin,
Bayrakça dalgalan Al-bayrak sensin.
Güneş artık karanlığa dalmasın,
Umutlarım yarı yolda kalmasın,
Ey Oğul! “Gül” aşkın hiç azalmasın,
İlâhî sevgiyle rûhun beslensin;
Nur topum, torunum, yarınım sensin.
4. 6. 2012
179 / Dr. Mehmet Güneş
AHMET BEBEĞE NiNNİ
Torunum Ahmet Kerem Küçük’e
“Reyhan çiçeği”67 can oğlum,
“Cennet kokulu”68 han oğlum,
Güzelliği destan oğlum;
Ninni yavrum “Küçük” “Ahmet”
“Kerem”, Rabbimizden rahmet…
Yavrum şirin, yavrum şeker,
Yavrum gazdan neler çeker,
Sancı gelir, göz yaş döker,
Ninni kuzum, ninni Ahmet,
Bu devran da geçer elbet…
Ağıtları deste deste,
Her makamda ayrı beste,
“Çıt” çıkınca kulak seste…
Ninni oğlum, ninni Ahmet,
Annen de uykuya hasret…
Bitmeyen ağıtlar dinsin,
Gözlerine uyku insin,
Kirpikler kirpiğe binsin;
Ninni oğlum, uyu Ahmet,
“Kırkın çıktı”, doldu mühlet…
67
Tirmizî, Menâkıb 31; “Hasan ve Hüseyin benim dünyada kokladığım iki
Reyhan çiçeğimdir.” (Hadîs-iŞerif)
68
Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, II, 2285; “Evlat kokusu, Cennet kokusudur. Hayırlı
evlat dünyada nur, âhirette sürûrdur.” (Hadîs-iŞerif)
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 180
Alnı kardan ak oğlumun,
Gül yüzüne bak oğlumun,
Sevgisi bayrak oğlumun;
Ninni yavrum, ninni Ahmet,
“Yâ Allah!” de “Yâ Muhammed!”
Uyu yavrum “nen” çalayım,
Yunus’tan ilham alayım,
“Allah deyu…” yalvarayım;
Ninni kuzum, ninni Ahmet;
Mevlâm lütfeylesin nusret…
Sevgisi GÜNEŞ’ten sıcak,
“Ahmet Bebek” ister kucak,
Sallanıp da uyuyacak…
Ninni oğlum, ninni Ahmet,
“Adı Güzel” etsin himmet…
Gözyaşları çağlamasın,
Kalbimizi dağlamasın,
Büyüyünce ağlamasın…
Ninni kuzum, ninni “Ahmet”,
“Kerem Küçük” büyük nîmet…
18. 8. 2014
181 / Dr. Mehmet Güneş
BİR GÜZEL EVLÂT GELDİ
Torunum Enes Tuna Güneş’e
Evvel Allah, Âhir Allah, ilk işimiz Bismillâh;
Ne verdiyse şükrederiz; deriz Elhamdülillah…
Enes olup “Gül” aşkının hakkını vermek gerek,
Salâvât-ı Şerîfeyle selâm göndermek gerek…
Tuğun gölgesine serdi ecdat seccâdesini,
Ulu sevdâlara verdi alperen nefesini…
Nice yiğit akıncılar geçti Tuna boyundan;
Arda kasvetli akıyor, ağyar içti suyundan…
Güneş doğdu, gül goncası şafağa tâkat geldi;
Ülfetiyle âbâd olduk Cennet’ten bir tat geldi,
Nur sağnağı yağdı yine, yeni bir vuslat geldi;
Esti bir sevinç rüzgârı, masmâvi hayat geldi;
Şeyhoğlu-Oğuz nesline bir güzel evlat geldi…
24. 10. 2015
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 182
SEN GÜZEL BEBEK
Torunum Zeynep Duru Kavruk’a
Hak’tan armağan meleğim,
Ay parçası kelebeğim,
Sevgisi dünyaya bedel;
Bu gelen kız göz bebeğim…
Baş tâcıdır “Zeynep” kızım,
Kalpteki “Duru” yıldızım,
Ağlamana can dayanmaz;
Anlatılmaz yürek sızım…
Yeni açmış gül gibidir,
Yavrum süzme bal gibidir,
Güneşten sıcak sevgisi;
Hudutsuz hayâl gibidir…
Bu gökçe kız kimin nesi,
Işıl ışıldır çehresi
Elvan elvan gökkuşağı;
“Kelebek” diyor dedesi…
Ağzı-burnu sanki oya,
Yanakları tatlı maya,
Ömür kattı ömrümüze;
Öpüyoruz doya doya…
183 / Dr. Mehmet Güneş
Saçlar siyah, yüzü al al,
Gözler yumuk, kaşlar hilâl,
Bakışları nur hâlesi;
Uyanması başka bir hâl…
Güzel Zeynep gül bizlere,
Kokusu sümbül bizlere,
Bal damlası gülüşünle;
Sabahları gül bizlere…
Annesini çok yorsa da,
Her an kucakta dursa da,
Candan özge candır kuzum;
Türlü zahmetler verse de…
Acıkınca çıkar sesi,
Evlere sığmaz nefesi;
Sancı gelince kıvranır
Babasının bir tânesi…
Ele-avuca gelesin,
Ömrün boyunca gülesin,
“Duru Kız”; telli duvaklı
Dört gözle gelin olasın…
12. 11. 2015
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 184
185 / Dr. Mehmet Güneş
Sıla-i
Rahim
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 186
187 / Dr. Mehmet Güneş
SILA-İ RAHİM69*
Gurbet var alınyazımda,
Sıla tütüyor gözümde,
Hasret yüklü her sözümde;
Yarpız70 kokar buram buram,
Deşildikçe azar yaram.
Bir türkü gelir dilime,
Hicrân olur her kelime,
Vuslat çıkar mı yoluma?
Bir gün buluşuruk zahar71,
Tama72 sılayı rahîm var.
Oğuzların bir koluyum,
YEDİ UYURLAR73 iliyim,
Özbeöz Türkmen diliyim,
Arı sili gökçek74 şîvem,
Dile gelsin gerçek şîvem.
ATLAS’ı var, EKİZ’i var,
Dağda kenger sakızı var,
ESHABÜL KEHF’in izi var,
İsimlerden sezmedin mi?
KOYUNDAŞ’ı gezmedin mi
69
*Bu şiirde geçen boldlu kelime ve deyimler Afşin-Elbistan-Maraş yöresinde
kullanılan mahallî kelimeler; büyük harflerle yazılanlar ise Afşin’deki
mahallî yer isimlerdir
70
Yabâni nâne
71
Herhalde
72
Hatırlatma nidâsı
73
Ashâb-ı Kehf’in mahallî ismi
74
Beğenilen, duru, temiz
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 188
ULU CÂMÎ, ÇADIRAVAN,
Daaştirdi75 sizi zaman,
Her şeyi çaldı mihrican76,
Memleketin benzi soldu,
Dââtle77 bak nasıl oldu.
GINDIRALIK’tan geçerdik,
Ordan gındıra78 seçerdik,
BAYDILI’dan su içerdik,
Eski gane79 buz mu taşır?
İçenin dişi gamaşır.
GALA’dan top atılırdı,
Yazın damda80 yatılırdı
Pekmeze kar, katılırdı;
Nerdesin garlı garsambaç81,
Seni damâsıdım82, omaç.83
Pancaraşı84, cıyıklama85
Gel çamanı86 sayıklama
Etli gıyma87 vardır amma
İçli köfte bir bambaşka,
Eski tehler88 olsa keşke…
75
Değiştirdi
Sonbaharda ağaçları soğuk vurması ve yaprakların kızıla dönmesi
77
Dikkatlice uzaklara bakmak
78
Mor renkli bir kır çiçeği
79
Çeşme
80
Kerpiç evin toprak çatısı
81
Pekmezle karın karıştırılıp yenmesi
82
Tadını özlemek
83
Yufka ekmeğin tereyağıyla kavrularak üzerine yumurta kırılması
84
Pancar yapraklarından yapılan bir tür yemek
85
Mercimek ve bulgurla yapılan bir çorba
86
Biber, baharat ve et suyuyla yapılan çemen
87
Çiğ köfte
88
Üzüm reçeli
76
189 / Dr. Mehmet Güneş
Tahalaklar89 söbe90 olsun,
Kışın yağlı kömbe91 olsun,
Bastık92 olsun, semse93 olsun;
Hâtize94 de ister canım,
Humsuluk95 etme gurbanım.
Döller96 çimip97 üşüyor mu?
Cıncıklı98 aş pişiyor mu?
Eski âdet yaşıyor mu?
Ohuntu99 veren var mı ki?
Dürü100 salan çıkar mı ki?
Artık satılır mı payam101?
Hani nerde datlı mayam102?
Yine efkârlandı dünyam;
Ayrılık göcek103 tutuyor,
Sıla beni unutuyor.
89
İçsiz köfte
Elips biçiminde
91
Çörek kete
92
Pestil
93
Üzüm pestilinin içine ceviz ve toz şekeri konulup üçgen biçiminde
sarılmasıyla yapılan bir tatlı türü
94
Muhallebi türünde bir tatlı
95
Bir şeyi canı çekip elde edememe hâli
96
Çocuklar
97
Yıkanmak
98
Cam parçası
99
Davetiye
100
Düğünlerde gönderilen elbise türünde hediye
101
Meyan kökünden yapılan bir içecek
102
Mayalanmamış hamurdan Ramazan ayında yapılan çörek
103
Baharda ekinlerin yeşermesi
90
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 190
Ekmek evirenler104 nerde?
Kirmen105 çevirenler nerde?
Hasbir106 gavuranlar nerde?
Duygularım duman duman,
Gurbet; cip107 mızmırık108 zaman.
DAÂRMENBAŞI’nda bulgur
Kaynatılır, buğday yunur.109
DEDE BABA bir kutsal nur;
Çalgınlara110 şifa yağar,
Güneş BOŞNAKLAR’dan doğar.
PURLUK’tan pur111 çıkıyor mu?
Arıstaklar112 akıyor mu?
Komşular loğ113 çekiyor mu?
Hazındamı114 var ellaham115?
Sızgıt116 acık117 zor ellaham.118?
104
Tandırda saç üzerine ekmek pişirme
Yünden ip eğirmek için kullanılan tahtadan araç
106
Hedik ve kavurga yapılan bir çeşit çedene
107
Çok
108
İşe yaramaz
109
Yıkanır
110
Felçli
111
Damlara su geçirmesin diye serilen kil toprak
112
Tavan
113
Toprak evlerin damlarında kullanılan silindir şeklindeki taş
114
Kiler
115
Herhalde, sanırım
105
191 / Dr. Mehmet Güneş
ATLAS SUYU’nun yanına,
Varsam SUYUN GIRAI’na,
AYRAN DEDE’den HURMAN’a;
Portmak119 alabalık tutar,
Tâdeşleri120 ilik121 atar.
BEKCAÂZ’e doğru çıksam,
Deplengisiz122 çiğdem söksem,
Ateş gaysam123, çipri124 yaksam,
Gızınsam125 el üfeleyip,
Eski günleri özleyip.
Firik üttüm126 MÂRÖZÜ’nde,
Ava gittim her yazında,
Kar kürüdüm ayazında,
Süyükleri127 buz tutarken,
Teberikler128 söz tutarken.
Sâmende129 bayanlar baylar,
Vıngır vıngır130 adam gaynar,
Dıvrak131 gençler gaba132 oynar,
Velîme133 verenler bitmiş,
Çarhıt134 ciple135 gelin gitmiş.
116
Kavurma
Biraz
118
İhtimal
119
Bir lâkap (Deve yavrusu anlamındadır.)
120
Akran
121
Düğme
122
Çiğdem sökmek için kullanılan ucu sivri demirden olan sopa
123
Ateş yakmak
124
Asmanın kurumuş çubukları
125
Isınsam
126
Yeşil buğday ve nohutun ateşte kavrulması
127
Kerpiç yapı evlerde damın etrafına çekilen oval tümsek
128
Vefat eden birisinden geriye kalan çocuklar
129
Düğün alayı
130
Sayılmayacak kadar çok
131
Düzgün giyimli
132
Bir halay türü
133
Düğün yemeği
117
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 192
Şaârtlik136 yaptığım yerde,
Daraba137 yok, galle138 nerde...
Hulkum daralıyor139 burada;
Yelli140 gittim, telefsidim141,
Hışım çıktı142 tez eskidim.
GIZLAR PINARI yitti mi?
GÖZ; göre göre gitti mi?
Mınavaralar143 bitti mi?
Sülenkede144 mucuk145 yok mu?
Gosguç146 bilen çocuk yok mu?
Zırnamak147 yok her oyunda,
Çemkirecek148 ne var bunda,
Sokranma149 işin sonunda;
Dölek duran150 lafı gevmez151;
Hınazayı152 kimse sevmez.
134
Hurda, iş görmez
Jeep
136
Çıraklık
137
Tahtadan kepenk
138
Kasa çekmecesi
139
Canı sıkılmak
140
Hızlı
141
Bitkin düşmek
142
Yorulmak
143
Gece oynanan bir çocuk oyunu
144
Yassı taşlarla oynana oyun
145
Sülenke oyunundaki yuvarlak taş
146
Uçu sivriltilmiş ağac parçalarının çamura saplanmasıylaoynanan bir oyun
147
Oyun bozanlık yapmak
148
Büyüklere karşı uygunsuz cevap vermek
149
Kendi kendine söylenmek
150
Düzgün, akıllı uslu
151
Bir sözü açık seçik söylememek
135
193 / Dr. Mehmet Güneş
İşmar153 etme ona buna,
Yumuş154 buyurma her yana,
Dıdısının dıdısına155...
Tenteneyi156 ördür hele,
Cibelipte157 durma kele.158
Celfinleri159 dert mi sarmış?
Ferikleri160 yere sermiş,
Pinniğe161 gıran162 mı girmiş?
Oşartmadan163 ânat164 bana,
Kişeleyip165 de saysana…
GUZBAHÇE’den ceviz yolsam,
DEPECİK’te soluk alsam,
Gô mal166 için fetvâ bulsam;
Humsuzlara167 doğar fırsat,
FİDANLIK’a ol mıhıyat.168
152
Geçimsiz yaramaz
Kaş göz hareketiyle işaret etme
154
İş vermek, emretmek
155
Çok uzak akraba
156
Dantel
157
Şımarmak
158
Sende, hele, yahu
159
Genç horoz
160
Piliç
161
Kümes
162
Salgın hastalık dolayısıyla toplu hayvan ölümü
163
Abartmak
164
Anlat
165
Kovalamak
166
Yeşil meyve
167
Görgüsüz
153
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 194
Mıtırıptan169 fayda gelmez,
Müzevirden170 adam olmaz,
Geslerle171 yola çıkılmaz,
Macca eder172 gaslek173 seni;
Gelir beleni beleni.174
Marabalar175 hayma176 yaptı,
Hıllıngacın177 ipi koptu,
Essah178, portma179 nasıl kepti,180
Çalgap181 gördüm olanları,
Himsiz182 mi havlu183 duvarı?
Yâdellerde çarnaçarım184;
Bitmez tükenmez efkârım,
Eşgeredir185 âhû zarım,
Kerçetmeyin186 heri187 edem188;
Oğrün oğrün189 söyleyemem.
168
Sahip çıkma
Cimri
170
Laf taşıyan
171
Gerizekâlı
172
Sinirlendirmek
173
Bile bile, kasten
174
Oyalanarak, gönülsüz gitmek, ayak sürümek
175
Tarım işçisi
176
Bahçelere ağaç dallarıyla yapılan gölgelik
177
Salıncak
178
Gerçekten
179
Dama çıkılan kapı
180
Kısmen yıkılma, çökme
181
Belli belirsiz, bir ara
182
Temelsiz
183
Evin önündeki, üstü açık duvarlarla çevrili olan yer
184
İsteristemez, çâresizce
185
Aleni, apaçık
186
Alay etmek
187
Sen de, yahu
188
Ağabey
189
Gizli gizli, habersiz
169
195 / Dr. Mehmet Güneş
Geglik190 eşkir191, oma pırtar192,
Yelpikli193 çor194 döşü yırtar,
Malamatlık195 her gün artar;
Ulmayan196 yer galdı mı ki?
Şor197, tapına geldi198 mi ki?
Unutuldu eski cere199,
Şimdi rağbet hep acere200,
Ne akmın201 var, ne geçgere202,
Tarla kepir203, cılgı204 nerde?
Gımpeşten205 git yöreplerde.206
Eymenmenin207 ohdu208 bitti,
Bak şirpeden209 neler gitti,
Gullep210, zerze211 ve dil212 yitti;
Habbap213 çoktan unutuldu,
Velesbitle214 yol tutuldu.
190
Mide
Ekşir
192
Kalça çıkması
193
Balgam
194
Öksürük
195
Perişanlık
196
Çürümeyen
197
Laf, söz
198
Yerli yerine oturdu
199
Küçük küp
200
Yeniye
201
Hayvan gübresi
202
İnşaat işlerinde kullanılan ağaçtan yapılmış gereç
203
Çürük toprak
204
Tarlalardaki ince yol, takım
205
Kestirme, köşegen
206
Yokuş, eğim, meyil
207
Çekinmenin, sıkılmanın
208
Vakti, zamanı
209
Birdenbire, çabucak
210
Başı yuvarlak delikli kapılara çakılan menteşe görevi yapan iri demir çivi
211
Kapılara asma kilit takmak için oval demir halkalardan yapılmış kapı zinciri
212
Anahtar
213
Takunya
191
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 196
Evler geniş, süllüm215 dardı,
Cinnik216, mâbeyn217 ve çağ218 vardı,
Ganime219 dert bizi sardı;
Langara çaldık220 boşuna,
Şıltakcıların221 işi ne…
Kafiyeydik redif olduk,
Çiltim222 idik hetif223 olduk,
Çölpeşik224 bir herif olduk;
Çiğnimize225 şelek226 bindi;
Sırtımızda el depindi.227
Erir sabun, olur kirtik,228
Yaptık her mesese229 kertik230,
Var mı vızzık231 içen artık?
Cuvaralar232 tükenirken,
Pahıllar233 alelenirken.234
214
Bisiklet
Merdiven
216
Hol
217
Ara oda
218
Eski evlerde el-yüz yıkamak, banyo yapmak için kullanılan yer
219
Çok, dolu dolu
220
Faydasız şeyler konuşmak
221
Kendi kusurunu gizleyebilmek, suçunu bastırmak için bağırıp çağıran
222
Salkımın bir dalı
223
Üzüm tanesi
224
Dağınık, eli ayağına dolaşan
225
Boyunla omuz arası
226
Yük
227
Ayaklarını yere vurmak
228
Kullanılmış sabunun küçük parçası
229
Çift, saban sürerken kullanılan, ucuna çivi çakılı ince uzun ağaç
230
İz, işaret
231
İzmarit
232
Sigara
215
197 / Dr. Mehmet Güneş
Dur mahalsiz235; godduşlanma236,
Vetsizliği237 bir iş sanma,
Hökkem238 ol da hiç utanma,
Horu hopu239 nedir ömrün;
Vakit dolar biter bir gün.
İnaamsağmada240 ışık,
Yedi renkli bir sarmaşık,
Duygular karmakarışık;
Hüzünlendim bayak241 beri;
Hayâl ettim eskileri...
Toplanır mı göbelekler242?
Kim satar da kim eşgın243 yer?
Şimdi kimler filar244 giyer?
Aşlanık245 mı ediyon sen;
Ne köşger246 var, ne sahdiyen.247
233
Cimri, gözü doymaz
Ağırlamak
235
Lüzumsuz
236
Çok bilmiş
237
Geveze, ukala
238
Ağır, oturaklı
239
Tamamı, olup olacağı
240
Emaretül semâ, gökkuşağı
241
Biraz önce
242
Mantar
243
Dağlarda yetişen bitki türü
244
Bir çarık türü
245
Şaka
246
Deriden eşya ve ayakkabı yapan usta
234
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 198
Cangamayla248 geçti yıllar,
Mâsimedim249 uçtu yıllar,
Elden pırtıp250 kaçtı yıllar,
Gurbet oldu bana sılam;
Çok söyleme gadan alam.251
Müslüman Türk benim adım,
Kimliğimden arsınmadım252;
Öykünmedim253, horsunmadım.254
Garamet255 çalmayın bize;
Biz bağlıyız töremize.
Zaman gençliğimi çaldı,
Çocukluğum nerde kaldı,
Eski günler bir masaldı,
Saçımda ak yoktu bıldır256;
Her sene ayrı fasıldır.
247
Tabaklanmamış bir tür deri
Yüksek sesle konuşma, ağız dalaşı
249
Önemsemedim, adam yerine koymadım
250
Birbirine takılı olan iki ucun birbirinden çıkması
251
Sana gelen kötülükler belalar bana gelsin
252
Utanmak
253
Alay etmek,küçümseyerek taklit etmek
254
Küçümseyerek, ciddiye almamak
255
İftira
256
Geçen yıl, bir önceki yıl
248
199 / Dr. Mehmet Güneş
Unutmayın dostlar bizi,
Künde257 anmaktayım sizi,
Göresidim258 hepinizi,
Hasret sineleri dağlar;
Yâ’da düşer hatıralar.
Babam AFŞİN’de yatıyor,
Kalbi Mekke’de atıyor,
Medine’de saf tutuyor;
Hac yolunda şehit babam;
Hislerimi anlatamam...
Toprağında sakla beni,
Toprağına ekle beni,
Mahşere dek bekle beni;
Ata yurdum, memleketim,
Mezarda bitsin hasretim.
257
258
Hergün
Özledim
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 200
201 / Dr. Mehmet Güneş
Türkülere
Destan
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 202
203 / Dr. Mehmet Güneş
TÜRKÜLERE DESTAN
Oğlum Ahmet Kürşad’a
-IYanık yüreklerden yâre yakılan,
Bir içli destandır bizim türküler.
Gönülden çağlayıp dile dökülen,
Kutlu bir fermandır bizim türküler.
Bir dut dalı can bulunca ellerde,
Yaslayıp başını yatar kollarda,
Hangi duygu dile gelmez tellerde,
Bağlamaya şandır bizim türküler.
Saz ustası; üstâdından el tutar,
Yüreklere mızrap vurur, tel tutar,
Perdelerde uzun ince yol tutar,
Cihânı seyrandır bizim türküler.
Asırların nefesinden iz vardır,
Sevdâ ateşinden kalmış köz vardır,
Her “âh”ın içinde binbir söz vardır,
Ehline ayândır bizim türküler.
Türkü vardır; şâhı dize getirir,
Türkü vardır; Kaf Dağı’nda oturur,
Türkü vardır; bizi alıp götürür,
Bir tayy-i mekândır bizim türküler.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 204
Bir pîrin bâdesi, bir dost selâmı,
Bir şiir nefesi, bir aşk kelâmı,
Gül yüzlü güzele gül ihtirâmı,
Hak’tan armağandır bizim türküler.
Mısralarda ışır gönül terimiz,
İçinde saklıdır ruh cevherimiz,
Ata yâdigârı mücevherimiz,
Evlâda nişandır bizim türküler.
Sevincin, elemin, aşkın, hicrânın,
Hayata hükmeden en sıcak ânın,
Türkülerde atar nabzı zamanın,
Yaşanmış devrandır bizim türküler.
Sinsinde, halayda, toyda söylenir,
Şehirde, yaylada, köyde söylenir,
Şölende, şenlikte, çayda söylenir,
Cenkte mehterândır bizim türküler.
Davul vurur, kıt’aları titretir,
Çalar zurna, gökkubbeyi inletir,
Hüznü nefes nefes mey’de dinletir,
Sineyi yakandır bizim türküler.
Âşığın gönlüne düşmüş sevdâdır,
Yürek sızısına derttir, devâdır,
Baraktır, zeybektir, uzun havadır,
Hoyrattır, tatyandır bizim türküler.
205 / Dr. Mehmet Güneş
- II Yunus gibi “Gül” aşkını anlatan,
Karacoğlan koşmasını dinleten,
Köroğlu’yla Çamlıbel’i inleten,
Bir ulu dîvandır bizim türküler.
Emrah, duyguların saçını tarar,
Sümmânî, hakîkat nûrunu arar,
Dertli, gözyaşını kalbe oya’lar,
İncidir, mercandır bizim türküler.
Gevherî, yürekler dağlayıp gider,
Seyrânî, dillerde çağlayıp gider,
Derdiçok, derdine ağlayıp gider,
Âşığa meydandır bizim türküler.
Leylâ, Mecnun olup çöle çıkarmış,
Kamber’in gönlünde tek Arzu varmış,
Aslı varsa Kerem aşkı yakarmış;
Bir fasl-ı hazandır bizim türküler.
Ferhat dile gelir dağdaki izde,
Bir Şirin ses verir yüreğimizde
Duygular dizeye kanattır bizde,
Ölümsüz ozandır bizim türküler.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 206
Erenlerin divanına duranlar,
Pir Sultan’la saza nakış vuranlar,
“Gelin canlar” diye semah kuranlar,
Candan öte candır bizim türküler.
“Kırklar Meclisi”nde mestâne olur,
“Haydar”, “dâr’a düşer” divâne olur,
Dil tutuşur, teller pervâne olur,
Gönülde sultandır bizim türküler.
Dadaloğlu söyler son nefesinde,
Bozlaklar “Bozkırın Tezenesi”nde,
“Zahidem” yaş döker yanık sesinde
Yâr ile yârandır bizim türküler.
Mahzûnî, gönülden gönüle akar,
Veysel’in sözleri bahara çıkar,
Davut Sulârî’nin sazında efkâr,
Nidâ’ya lisandır bizim türküler.
Bir ömür türküler peşinde gezen,
Ezgiler derleyip nağmeler süzen,
Çiçekler açanda der “Sarısözen”;
Bal dolu kovandır bizim türküler.
207 / Dr. Mehmet Güneş
- III “Gizli sırlarımı âşikâr” eder,
Sırra kadem basar, sır olup gider,
“Bir yiğit gurbete” düşünce ne der?
Hâle tercümandır bizim türküler.
“Fitil işler” kalbimdeki yaraya,
“Selvi boylum” hasret girdi araya,
Diyârı gurbette döndüm çıraya,
Ocakta dumandır bizim türküler.
“Kara bahta, kem tâlihe” sitemli,
Felek vurmuş, bakışları elemli,
Yine yağmur yağmış, gözleri nemli,
Bir ebr-i nisandır bizim türküler.
Bulut gelir, kirpiklere yaslanır,
“Kırmızı gül” gözyaşıyla ıslanır,
“Nenni” deyi yavrusuna seslenir,
Vuslattır, hicrandır bizim türküler.
Gönül goncasına “höllük eleyen”,
Hayâlleri umutlara beleyen,
“Ayrılık” derdinden “aman” dileyen,
“Gam yüklü” kervandır bizim türküler.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 208
“Bayram” gelir, yüreklere “kan damlar”,
Sînemize demir atar akşamlar,
Her ağıt duyanda göğerir gamlar,
Âh ile figandır bizim türküler.
Kırık havaların kıvraktır hâli,
Dağıtır kasveti, döker melâli,
“Havuzu dolanan” ezgi misâli,
Bazen de fettandır bizim türküler.
“Bulguru kaynatıp” bir fasıl açar,
“Güzeller içinde” kendinden geçer,
Sevinçle oynayıp, neşeyle uçar,
Ak saçlı civandır bizim türküler.
Bir bakarsın “pencereden kar” gelir,
Her mısraın menziline yâr gelir,
“Gönül dağı” türkülere dar gelir,
Sâhilsiz ummandır bizim türküler.
“Oğrun oğrun kaş altından” baktırır,
Mor sümbülü, gül sîneye taktırır,
“Yeşil köşkün lambasını” yaktırır,
İlâhî ihsandır bizim türküler.
“Garip bülbül gibi” gülleri deren,
“Seyreyle” diyerek gönlünü veren,
“Kudret-i Mevlâ”ya duâ gönderen,
Rahmân’a mihmandır bizim türküler.
209 / Dr. Mehmet Güneş
- IV “Yemen”i yâd edip ağıtlar yakmış,
“Tez gel ağam” diye yollara bakmış,
Hüznün her rengini miras bırakmış,
Yaralı ceylandır bizim türküler.
“Çanakkale” içre “Aynalı Çarşı”,
“Onbeşliler” gider düşmana karşı,
Sessiz hıçkırıklar inletir arşı,
Kırılmış fidandır bizim türküler.
“Çamlığın başını” bir tütün alır,
Aşkın her çıngısı “Sürmeli” olur,
“Seher vakti” yol gösterir, yol bulur,
Dertliye dermandır bizim türküler.
“Kırklar Dağı”ndaki “Turnalar” hasta,
“Kınayı getiren” “aney”ler yasta,
Karşı dağı “duman kaplar” Sivas’ta,
“Kar ile boran”dır bizim türküler.
“Diyarbekir”, Güzelses’le “şâd akar”,
“Urfa Dağları”ndan marallar bakar,
“Çayda”ki “çıra”yı bir gazel yakar,
Âteş-i sûzândır bizim türküler.
“Maraş’tan bir habar” geliyor bize,
“Merik kan kusuyor”, ne hacet söze,
Mezar kazılınca “sıladan yüze”,
Taşı ağlatandır bizim türküler.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 210
Karadeniz kemençeyle coşuyor,
Her nağme içinde hüzün taşıyor,
“Eşref Bey Ağıdı” yürek deşiyor,
Hançerden yamandır bizim türküler.
Yaz “Kâtibim”; “Gemilerde tâlim var”,
İstanbul’da “Bahriyeli yârim var”,
“Aman doktor” benim dertli hâlim var,
Hastaya Lokman’dır bizim türküler.
“Çeşm-i siyahım”la derdim uyandı,
“Bir of çektim” dağlar kana boyandı,
“Yandı Çukurova” âhımdan yandı,
Dilde “Mihriban”dır bizim türküler.
“Bitez Yalısı”nda oturur zeybek,
“Çökertme” söyleyip, diz vurur zeybek,
Efeden kızana dik durur zeybek,
Zâlime isyandır bizim türküler.
Meriç, selâm söyler dertli Aras’a,
Erciyes el eder Ağrı’ya, Kars’a,
“Ezgiden bir köprü” nerede varsa,
Oraya revândır bizim türküler.
“Şu uzun gecenin” yorgun düşünde,
Erzurum’da “Sarı Gelin” peşinde,
Hasret ocağının aşk ateşinde,
Aşk-ı gülistandır bizim türküler.
211 / Dr. Mehmet Güneş
-VTutsak sevdalara, sürgün düşlere,
Ay-yıldız aşkına vurgun düşlere,
Yâd ellerde kalmış yorgun düşlere,
En kuytu limandır bizim türküler.
İsimleri “mahnı” olur, “yır” olur,
Çalgıları “kopuz” olur, “tar” olur,
Hudutlar ötesi nazlı yâr olur,
Göklerde “Çolpan”259*dır bizim türküler.
“Çemenler berbad”dır mahsun çağında,
“Kuşlar hem feryad”dır dostun bağında,
Issık Gölü titrer yâr dudağında,
Göygöl, “Tien-Şan”260dır bizim türküler.
Kırım’da kırılır, Kerkük’te yanar,
Karabağ deyince yarası kanar,
“Güllerning soldu” mu deliye döner,
Bülbül-ü nâlândır bizim türküler.
“Altın hızma” diyen dil pâre pâre,
“Mum kimin yanarım”, “gayrı ne çâre”
“Arda boylarında” kaldım bîçâre,
Dîde-i giryândır bizim türküler.
259
*Abdulhamid Süleyman Çolpan: 1897’de Özbekistan’ın Fergana Vilâyeti’ne
bağlı Andican şehrinde doğan, Türkistan’ın bağımsızlığı için çalışan, Sovyet
yönetimi tarafından pek çok kez tutuklanan ve 1938 yılında kurşuna dizilerek
şehit edilen Uluğ Türkistanının millî şâiri. Türkistan halkının en çok sevdiği
şâir olan Abdulhamid Süleyman’ın mahlası “Çolpan”(Çoban Yıldızı)’dır.
Çolpan’ın bir çok şiiri bestelenmiş olup, en önemli şiir kitabı “Oyganış”
(Uyanış)’tır.
260
Tanrı Dağları
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 212
“Ramizem”in gözlerinde hasret var,
“Alişim”in yüreğinde gurbet var,
Duygular hicranlı, yine hicret var,
“Zülfü perişan”dır bizim türküler.
“Estergon Kal’ası” ya şimdi neyler?
“Akmam” diyen “Tuna” neyi dert eyler?
“Şehriyâr’ın şeherleri” ne söyler?
Ahvâli beyandır bizim türküler.
Sen nerdesin “Gara gözlü ay balam”,
“Men sana hayran”ım “gadalar alam”,
Yürekten yüreğe “mehebbet salam”,
“Gözele gurban”dır bizim türküler.
Saz çalanda rûhumuzu cûş eyler,
Bu türküler gönlümüzü hoş eyler,
Üsküp’le Taşkent’i bize eş eyler,
Cânıma cânândır bizim türküler.
Gönül cemresidir, aşk mayasıdır,
Bu toprağın sevincidir, yasıdır,
Güneş’in sevdâsı, sözün hasıdır,
Gülzâr-ı vatandır bizim türküler.
213 / Dr. Mehmet Güneş
Sonsöz
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 214
215 / Dr. Mehmet Güneş
ŞİİRE VE ŞÂİRE DÂİR
Eskiler, edebiyatı; “müktezâyı hâle mutâbık serd-i
kelâm etme sanatı” diye târif etmişler ve söz sanatları içinde
belâgatin zirvesini de en kadim edebî tür olan şiirin
oluşturduğunu söylemişlerdir.
Gerçekten de şiir; edebiyat
dünyasının hâkanı, nazım ve nesir ülkesinin sultânı, gönül dilinin
tercümanı ve fetânet imbiğinden süzülen duygu çiçeklerinin elvan
elvan açıldığı efsunkâr bir fesâhet gülistanıdır.
Şiir; kelâmı “laf” olmaktan çıkartıp “güzel söz”e
dönüştüren, duygu ve düşünceleri farklı bir idrâk ve ifâde gücüyle
buluşturan, sembolik anlatımlar ve sıra dışı tasvirlerle gönüllere
bâd-ı sabâ bölüştüren, kelimelere hayâl ülkesinin esrârengiz
ufuklarını açarak onlardan yeni anlam ve kavramlar geliştiren bir
“büyülü dil”261dir.
Şiir; yüreklerdeki aşkı en soylu kelimelerle anlatan;
derûnî âlemin his dünyasını ve hayatın hakîkatini kelâma
yansıtan; semâvî ilhâmlardan feyz alıp sözü hikmetli kılan,
mânâyı canlandıran, kalpleri heyecanlandıran ve metafizik bir
ürpertiyle ruhları kanatlandıran bir “sır hazînesi”262dir.
Şiir; İlâhî iklimlerle irtibat kuran; güzelden ve güzellikten
hareket edip “En Güzel”e ulaşma yolunu bulan; estetik bir
letâfete, etkileyici bir zarâfete, akıcı bir âhenge, dokunaklı bir
söyleyişe ve insanın yüreğine hitap eden çok etkili bir ifâde
gücüne sâhip olan kelâmın şâhikasıdır.
Eski çağlardan bu yana pek çok düşünür, filozof, edip ve
yazar; insanı, hayatı ve kâinâtı nasıl okuyor; düşlerine,
düşüncelerine, duygularına ve hayâllerine hangi renklerden nakış
dokuyor; sanata, hissiyâta ve edebiyata hangi gözle bakıyor; aşka,
estetiğe ve felsefeye hangi vâdilerden ışık yakıyorsa, o zâviyeden
şiir hakkında görüş beyân etmiş ve dolayısıyla da sayısız şiir târifi
yapılmıştır. Kezâ sık sık “Şiir nedir? Şâir kimdir?” sorusuna
muhâtap olan şuarâ da; kendi sanat anlayışına ve hayata karşı
duruşuna göre bu mevzûdaki görüşlerini dile getirmiş, sorulan bu
261
262
Eflâtun
Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, II, 3-4
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 216
suâl karşısında birbiriyle tezat oluşturan pek çok cevaplar vermiş
ve çok değişik “şiir” târifleri ortaya koymuşlardır. Geçmişten
günümüze “şiir” konusunda çok çarpıcı tanımlamalar, çok
şümûllü açıklamalar, olağanüstü tespitler, müstesnâ düşünceler ve
çok nâdide kanâatler ortaya konulmuş olsa da, şiirin; “efrâdını
câmi, ağyârını mâni” özellikte bir tanımı hiçbir zaman
yapılamadığı gibi, herkes tarafından kabul gören ortak bir târif
etrafında da şimdiye kadar hiç buluşulamamıştır.
Ancak bu konuda görüş beyân eden birçok erbâb-ı kalem
tarafından şiir; bir ilhâmın ardından duygu ve düşüncelerin dile
dökülmesi; lisandaki ses ve ritim öğelerinin belli düzen içinde
kullanılması; imgeler vâsıtasıyla kelimelere yeni mânâlar
kazandırılması; hayâllerle, mecazlarla, mazmunlarla ziynetlenen
mısrâların kaleme alınması; insanda güzel duygular uyandıran ve
müzikâlitesi yüksek olan estetik ifâdelere başvurulması; günlük
dildeki sözcüklerin lügat anlamlarının çok ötesine geçilerek
metafizik alanlara kapılar açılıp köprüler kurulması ve “birer
esrarlı billûr zerresi”263 olan kelimelerden oluşan sanat değeri
yüksek bir “üst dil”in kullanılması vs. diye nitelenen genel
hususlar çerçevesinde tanımlanmaya çalışılmıştır. Fakat bu
unsurların târif ve yorumundaki bir takım nüansların, bâzı
zıtlıkların ve uzlaşmaz faklılıkların kaçınılmaz olması da
müşterek bir tanım etrafında bir araya gelinmesine mânî
olmuştur. Zâten her târif, bu tanımlamayı yapanın kendi
penceresinden şiire bakışını ortaya koymaktadır. Buna ilâveten
her tanımlama; ister istemez bir alan daral/t/masını ve bir anlam
sınırlamasını da berâberinde getirdiği için, bâzı kişiler şiir
hakkında yapılan her târife karşı çıkmış ve şiirin tanım
kaldırabilen bir sanat dalı olmadığını ileri sürmüştür.
Bütün bunların yanında şunu da ifâde etmemiz gerekir ki,
şiir; müspet ilimlerin değil, edebî sanatların bir dalıdır ve bu
dalda objektiflikten ziyâde sübjektif değerler, kabuller ve
değerlendirmeler ön plândadır. Ayrıca herkesin dünya görüşünün,
hayata bakışının, sanat anlayışının, estetik kavramının ve edebî
zevkinin çok farklı olmasına ilâveten, şiir hakkında ne söylenirse
söylensin hep bir yanının eksik kalması da müşterek bir tanımda
buluşulmasını önlemiştir. Müşterek bir târif etrafında ittifâk
edilemese de, tarih boyunca şiirin amacını îzah sadedinde pek çok
263
Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Poetika, Şekil ve İç Şekil, 485
217 / Dr. Mehmet Güneş
görüş ortaya konmuş, şiirin ne olduğu, ne olmadığı ve nasıl
olması gerektiği husûsunda ciltler dolusu kitaplar yazılmış, şiir
hakkında da gökkubbe altında söylenmedik söz kalmamış ve
binlerce şiir tanımı yapılmış; ancak
şâirler, yazarlar ve
edebiyatçılar hiçbir zaman ortak bir şiir tanımında fikir birliği
etmemişlerdir / edememişlerdir.
Lügâtlerde ve edebî sözlüklerde şiir; “Dilin ve nazmın
şahsî ve üstün bir zevkle kullanılmasından meydana gelen bir
sanat eseri”264; “Vezinli kafiyeli, mânâ olarak güzel hayâlleri
ve tasavvurları toplayan sözler olup, kalbe seslenen, duygu ve
heyecan uyandıran dokunaklı ve büyüleyici dizeler”265;
“Seslerin, ritmlerin, ahenklerin kaynaşmasıyla; hisleri,
intibâları, heyecanları güçlü bir anlatım şekliyle ortaya koyan
sanatlı sözler”266; “Zengin sembollerle, ritmli sözlerle, seslerin
uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan; düş gücüyle hayâle,
imgeye, gönle seslenen ve duygusal coşku uyandıran edebî
anlatım biçimi”267 ve benzeri ifâdelerle tanımlanmaya
çalışılmıştır.
Şiir; pek çok şâir tarafından mânâ ve mûsikînin iç içe
girdiği çok özel kelimelerden oluşan bir nazım biçimi olarak da
târif edilmiştir. Bu îtibarla kimi şâir, şiir için; “Mûsikî ile söz
arasında, sözden ziyâde mûsikîye yakın mutavassıt bir
lisân”268 tanımlamasını yapmış; kimisi “Kalbde geçen bir
hâdisenin lisan hâlinde tecelli edişi, hissin birdenbire lisan
oluşu ve lisan hâlinde kalışı” diye yorumlamanın yanında,
“derûnî bir ahenge” sâhip olan “Bildiğimiz mûsikîden farklı
bir musîkî”269 demiş; kimisi “Kelimelere güzel şekiller verme
sanatı”270 diye târif etmiş, kimisi de; “Şiir, şâirin zikir aracı,
kanatlı kelimeler armonisi, iç yangını… Şiir her zaman tan
aklığında iyilik ve güzellik için yüreklerde çarpan kuş…
Yağmur öncesi rüzgârı, yağmur çiçeği ve yağmur sonrası
gökkuşağı… Şiir, bir sözdür; aşk yemini gibi gibi güzel, ana
sütü gibi helâl bir söz… Mâveradan eser, mâveraya
264
Rehber Ansiklopedisi, VI, 167
Şemseddin Sâmi, Kâmûs-i Türkî (Büyük Türkçe Sözlük), III, 1270
266
MEB, Örnekleriyle Türkçe Sözlük, IV, 2690
267
TDK, Türkçe Sözlük, II, 1386
268
Ahmet Hâşim, Şiirde Mânâ
269
Yahya Kemal Beyatlı, Edebiyata Dâir
270
Câhit Sıtkı Tarancı
265
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 218
akar…”271 diye nitelemiştir. Şiir hakkında kimi şâirler; “Şiirin
ilkesi, insanın üstün bir özelliği özlemesidir. Bu ilke bir
coşkunlukta, bir ruh taşkınlığında kendisini gösterir. Bu
coşkunluk aklın yoğurduğu hakîkatin dışındadır.”272 demiş,
kimisi “Önce şiir vardı, sözün Simurg’u, Zümrüd-ü ankâsı
şiir…”273 hükmünü vermiş, kimisi “Şiirdeki ‘Ş’ vitamini akıp
giden zaman içinde hep diri tutar insanı”274 ifâdesini
kullanmış, kimi fikir erbâbınca da hiçbir kural ve sınırlama
tanımadan duygu ve düşünceleri en güzel şekilde dile getirmenin
ve insanların yüreğine hitap etmenin en etkileyici yolu diye
tanımlanmıştır.
Şiir kimi edebiyatçıya göre his, vezin, kafiye ve söz
sanatlarından oluşan bir anlatım şekli, kimi yazar, düşünür ve
edibe göre ise; “Şiir sanatı, eksiklikleri güzelliklere çeviren
bir simya ilmi”275, “Şiir, gerçeğin süsü”276, “Şiir sanatı; güzel
sanatların en üstün ve en zor olanı” 277 diye târif edilmiştir.
Şiir; kimi âlim tarafından, kelimeleri “kelâm” hâline
getiren hikmetli bir söz dizesi; kimi ehl-i dil açısından, yürekten
söylenen ve yüreklere hitap eden sımsıcak bir duygu şelâlesi,
kimi ozanın nitelemesine göre de aşkın dile geldiği bir yürek
coşkusu diye yorumlanmıştır.
Şiir; kimi evliyâ tarafından “Allah (c.c.) tarafından
ilhâm edilmiş sözler”278, kimi mutasavvıfa göre “Mevlâ’nın
kullarına lütfettiği has bir kelâm”279, Üstad’ın ifâdesiyle de
“Allah(c.c.)’ı sır ve güzellik yolunda arama işi”280nin edebî bir
aracı ve “Mutlâk Hakîkat”e ulaşmanın hikmet dolu bir vâsıtası
olduğu söylenmiş; yâni şiirin bir gâye değil, ancak o gâyeye
götüren bir vâsıta olduğu vurgulanmıştır.
271
Bahaettin Karakoç
Baudlaire
273
Cahit Koytak
274
Mehmet H. Doğan
275
Aragon
276
Aristo
277
Friedrich Hegel
278
Muhyiddîn İbn’ül Arabî
279
Mevlânâ
280
Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Poetika, Şiir, 474
272
219 / Dr. Mehmet Güneş
Şiir; kimi mütefekkir tarafından “İfâde edilmesine
imkân olmayan şeyi ifâde eden bir anlatım”281, kimi yazara
göre “Nesre kâbil-i tahvîl olmayan bir nazım”282, kimilerine
göre de, söze gelmez, anlatılmaz ve tanımlanamaz bir edebî sanat
diye vasıflandırılmış ve “büyük zekâların rüyâları”283 diye de
tanımlanmıştır.
Kimi edipler ise, şiiri târif etmenin, onu tahdit etmekle eş
anlamlı olduğunu belirtmiş; “şiirin târif kabul etmeyen engin
mânâsının kendi içinde aranıp bulunması”284 gerektiğini beyân
etmiş ve şiiri tanımlamanın onu sınırlamayla aynı anlama
geldiğini dile getirmiştir.
Bütün bu görüşler ışığında şunu şöylememiz gerekir ki,
şiir; târifsiz olmayan, fakat târiflere de sığmayan, zîrâ her
edebiyatçıya ve şâire göre farklı bir biçimde yorumlanan, her
yazar ve mütefekkirin bakış açısına göre çok özel anlamlar
kazanan ve herkesin ittifak ettiği ortak bir tanıma ulaşılamayan
esrarlı bir söz sanatıdır. Yâni “âsumânın fânusuna sığmayan”
ve tanımı sonsuz olan şiiri târif etmeye çalışmak “gökyüzüne
merdiven kurmaya benzer.”285
İşte “Sonsöz” olarak kaleme aldığımız bu makâlede,
“Şiire ve Şâire Dâir” değerlendirmelerimizi ifâde etmek ve
gökyüzüne yeni bir merdiven dayamak adına biz de “şiir”
konusundaki düşüncelerimizi dile getireceğiz. Buna ilâveten;
parmak izini taşıdığı milletin ve mensup olduğu medeniyetin
vicdânı olan, toplumun belkemiğindeki irkilişi ilk önce duyan
“şâir”ler hakkındaki görüşlerimizi açıklayacağız. Ayrıca;
inancımız açısından şiirin ne mânâya geldiğini nakledecek,
İslâm’ın şâirlere yüklediği mükellefiyeti, medeniyetimizin şiire
verdiği ehemmiyeti ve Müslüman şâirlerin “olmazsa olmazı”
olan “dört önemli husûsiyeti” İlâhî Beyan ışığında îzah etmeye
gayret gösterecek, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in şiire ve şâire
nasıl baktığını hadisler eşliğinde anlamaya ve anlatmaya
çalışacağız.
***
281
Paul Valery
Ahmet Hâşim, Şiirde Mânâ
283
Lâmartin
284
Peyâmi Safâ, Objektif-2, Sanat-Edebiyat-Tenkit, 284
285
Bülent Özcan
282
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 220
Evvelemirde şunu dile getirmemiz gerekir ki edebî
sanatların en güzeli olan şiirin; rûhu duygu, cismi lisân, aslı
ilham, ufku hayâl, özü fikir, muhtevâsı sanat, deseni estetik,
motifi sembol, âhengi mûsikî, mihengi letâfet, rengiyse esrârlı bir
ışık tayfıdır. Bu genel değerlendirmeyi yaptıktan sonra şiire dâir
düşüncelerimizi daha ayrıntılı olarak ifâde edelim:
Şiir; zaman ve mekân ötesinden gelen ilhâmların bir
muammanın sırrıyla hemhâl olduktan sonra duyguları kıyâma
durdurarak firûze bahçelerden akan zümrüt ırmaklar misâli
gönülden çağlayıp dile dökülmesi ve bildiğimiz kelimelerden
bil/e/mediğimiz güzelliklerin goncaya durmasıdır.
Şiir; aklın ötesindeki bir irfân ve sezgiyle, duygunun
ötesindeki bir iz’an ve duyuşla, dilin ötesindeki bir idrâk ve
söyleyişle meydana gelen; gönül teriyle demlenirken, fıtrî bir
kabiliyet ikliminde aslî kimliğini bulan, muhtevâsı; hayâl, ses ve
mânâ ile taçlanan, edâsı; ahenk, imge ve müzikâl bir söyleyişle
güçlenen; ilim, edebî müktesebât ve sa’y ü gayretle mısrâ mısrâ
parıldayan ve insanları yüreğinden yakalayan “Tefekkür
kuşunun Mâverâ’ya doğru kanat vurup uçmasıdır.”286
Şiir, insanın; tabiata, eşyaya, hayata, hâdiselere bakışının
ve kendi iç dünyasına doğru yaptığı yolculuğun şuûraltında bir
duygu yoğunlaşması olarak tezâhür etmesi; bu hissî kesâfetin
şuûr plânına yansıması, kelimelerin kalb-i selîm, akl-ı selîm ve
zevk-i selîm imbiğinden geçtikten sonra heyecan uyandıran
dokunaklı dizelere dönüşürken kardelen mîsâli açan rengârenk
çiçeklerin yalçın yamaçlardan gülümsemesidir.
Şiir; hayâl gücü, edebî zevk, sembol ve lirizmin
kollarında şekillenen mısrâların kulağa hoş gelen muazzam bir
ahenk ve mûsikî içinde biçimlenirken, kıt’alarda kıyam eden
duyguların ruhları büyülemesidir.
Şiir, söz ipliğine mânâ incilerinin dizilmesiyle
hissiyâtımızın bir kelâm-ı kibar haline gelmesi ve ruhlarda
silinmez izler bırakan dizelerin terennüm edilmesidir.
286
Abdurrahim Karakoç
221 / Dr. Mehmet Güneş
Şiir; hissiyâtın şâhikalaştığı bir demde cezbeye gelen
efsunkâr seslerin ve kelimelerin gönül ufkunda muhteşem bir
gökkuşağı olarak doğarken, hikmet dalgalarının söz sâhiline
beyitler hâlinde vurması ve aşkı, sevgiyi, hayatı, tabiatı, kâinâtı,
insanı anlatan en gizemli sözlerin gökkubbenin tavanında mısrâ
mısrâ “billur bir âvize” ışıltısıyla arz-ı endâm etmesidir.
Şiir; varlığın güftesinin, hayâtın bestesinin, insanoğlunun
derûnunda çağlayan uçsuz bucaksız ırmakların sesinin, hudut
tanımaz hevâ ve heveslerin ve yaşanan hüzünlerden artakalan
yakıcı nefeslerin en içli kelimelerle bir ebrû zarâfetinde
resmedilmesidir.
Şiir; medeniyetimizden tevârüs edip tefekkür burçlarında
şekillendirdiğimiz gök menzilli duygu ve düşüncelerin kök
boyayla duygu gergefinde mısra mısrâ dokunması ve her kıt’asına
parmak izlerimizin nakşedildiği bir gönül tuğrası çekilmesidir.
Şiir, gönül dağının dumanlı zirvelerinde; duygu seli, alın
teri, göz nûru ve tefekkür ışığıyla çiçek açan, “Aşk yemini gibi
güzel, ana sütü gibi helâl”287 diye tesmiye olunan, insan
muhayyilesini zorlayan, ruhları kanatlandıran ve ne söylense az
geleceği için târiflere sığmayan “sözün içindeki özdür.”288
Şiir, aşk rüzgârlarıyla yürekteki közün kora dönüşmesi
neticesi kalpleri bir ateş sararken; gönül yangınında pişen
ilhâmların yanardağlar misâli birdenbire infilâk etmesidir.
Şiir; kelimelerin yıkanması, tortusunun atılması ve
sözcüklerin bilinen anlamlarının ötesinde yepyeni bir çehreye
kavuşarak irtifâ kazanması ve edebiyatın zirvesi olarak yeni bir
mânâ ufkuna kanat açmasıdır.
Şiir; günlük kullanımın aşındırdığı kelimelere nazım
ikliminin esrarlı nefesinden yeni bir ruh üflenerek çok farklı
anlamlara kapılar açılıp köprüler kurulmasıdır.
Şiir; sezginin, hayâlin, duygunun ve düşüncenin şuura
yansıması esnâsında sıra dışı ifâdelerin kullanılması; sözün son
287
288
Bahaettin Karakoç
Abdurrahim Karakoç
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 222
ufku olan nazmın, çöle dönmüş gönüllere bile hayâtiyet
kazandıran bir bengisu olması ve nutk-ı şerif hâline gelmesidir.
Şiir, zâhirî yönüyle maddenin, bâtinî yönüyle mânânın
seslendirildiği nâzenin bir gül demeti olup, maddenin mânâ ile
harmanlanmasıdır.
Şiir; tasvirler, semboller, mazmunlar, îcâz ve işâretler
vâsıtasıyla, rûhun melâl burcunu mesken tutan hüzünlerdeki,
heyecanlardaki, hayâllerdeki ve sevinçlerdeki en mahrem sırların
îmâsıdır.
Şiir; rûhu duygu, cismi lisân, aslı ilham, ufku hayâl, özü
mânâ, sözü ilim, esası tefekkür, muhtevâsı sanat, deseni estetik,
motifi sembol, âhengi mûsikî, mihengi ses armonisi olan ve
rûhunda Rahmânî ışıltılar taşıyan söz sanatlarının sultanıdır.
Şiir; Hakk’ın mesajını insana, insanı da Hakk’a taşıyan
ve ötelere doğru kanat çırpan beyitler ve kıt’alar dizesi olmanın
yanında, insanoğlunun; kendi iç hesaplaşmalarının, rûhî
hafakanlarının,
paylaşılamayan
yalnızlıklarının,
yürek
sancılarının, târifsiz acılarının, sönmeyen umutlarının, bitmeyen
beklentilerinin, anlatılmaz hüzünlerinin, vuslât iştiyâkının, hasret
girdabının, gurbet düşlerinin, sıla özleminin, beşerî sevdâlarının
mısrâ mısrâ anlatılmasıdır.
Şiir; hayatın gerçekleriyle, hayâl ufkundaki hakîkatlerin
gönül teriyle mayalanması ve ebrûlî duyguların elvan elvan açan
kır çiçekleri gibi dizelere yansımasıdır.
Şiir; fiziki sınırları aşıp, metafizik âleme erişebildiği
ölçüde sonsuzluk mesajını veren, eserden müessire ulaşmayı
hedefleyen, mânâyı târif etmeyen, sembollerle telkin edip estetik
bir ahenkle seslendiren söz sanatlarının en zahmetlisi ve en
hasıdır.
Şiir, tekdüze kelimelerden çok boyutlu bir dünya
oluşturan, kalpleri mecâzî ve hakîkî aşkın sınırsız güzellikleriyle
buluşturan ve târiflere sığmayan bir ışık selinin, ilkbahar
yağmurları gibi âniden yüreklere yağmasıdır.
223 / Dr. Mehmet Güneş
Şiir; aklın kalbe, kalbin de emr-i İlâhî’ye râm olması
neticesi, duyguların sonsuz bir âleme doğru kanatlanıp uçması ve
düşüncelerin Mâverâ’ya yelken açmasıdır.
Şiiri aşktan, aşkı şiirden âzâde kılmak nasıl gayrı kabilse,
hakîkati de Mutlak Hakîkat’ten ayrı düşünmek aslâ mümkün
değildir. Bu sebeple şiir; îmanın ışığındaki aklın rehberliğinde
bütün vâsıtalardan yararlanıp “Allah’ı aramak” olduğu ölçüde
sâlih bir amele dönüşür. Yâni şiir; bir “Mevcûd-u Meçhûl” olan
Yaradan’ı aramak, anlamak, anlatmak ve O’nun sevdasını dize
dize yüreklere nakşetmektir.
Şiir, edeb kavramına sâdık kaldığı zaman edebî, rûhun
derinliklerine nüfûz edebildiği kadar derûnî, Mâverâ’dan sesler
duyabildiği ölçüde mânevî, “Sonsuzluğun Sahibi”ne
yönelebildiği nispette ebedî olan ve söz mîmarları tarafından inşâ
edilen bir yıkılmaz kaledir.
Şiir; İlâhî tebliğin bir vâsıtası olup, “Sonsuzluk
Kervanı”ndan akseden güzellikleri terennüm eden, insanlarda
ulvî hislerin uyanmasına vesîle olan, asıl mânâsını ve sırrını kendi
içinde saklayan ve ötelerden gelen sesleri yüreğinde taşıyan bir
“mübeşşirât”tır.
Şiir; beşerin mantığına değil, kalbin ahfâ zirvelerine hitap
eden bir mânâ zenginliği olup, hissiyâtın zikir kozasında ördüğü
bir na’t, bir münâcât ve bir hikmetli sanattır.
Şiir; Leylâ’yı ararken Mevlâ’yı bulan, o mukaddes aşkla
yanıp tutuşan, İlâhî sevdânın rahmet yağmurları altında
sırılsıklam olan ruhlardan fışkıran lavdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar “Şiir, bir köpüktür.”
demektedir. Şiir köpüğünün içinde gönlün ve aklın terlemesi
olmalı, hayatın coşkun dalgalarından köpüklü kesitler
devşirilmeli ve mutlaka muhayyileyle tefekkürün, göz nûruyla
uykusuz gecelerin imtizâcı bulunmalıdır.
Şiir, hayatın teri; hayat ise şiirin sermâyesidir. Bu sebeple
şiirin arkasında yaşanmış bir hayat, kadim ve millî bir gelenek
olmalı, orijinal bir anlatımla evrensel ufukları kucaklamalı ve
mâzî-hâl-istikbâl çizgisinde geleceğe yaslanmalıdır.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 224
Şiir, sevdâ üzerine söylenecek en yeni sözlerin
ölümsüzlüğü tadarak ötelerin ötesiyle hemhâl olmasıdır.
Şiir; insanların hissettiği, ancak dile getiremediği
duyguları şuârânın en latif benzetmelerle dizelere dökmesidir.
Şiir, kalpten geçen duyguların belâgat mülkünde
demlenmesi, imgelerle ziynetlenmesi ve derûnî bir âhenkle
nağmeye dönmesidir.
Şiir, insanın iç âlemindeki çağlayanların feryâdının ve
hissiyâtın söz olarak billurlaştığı gönül nağmelerinin duygu
gergefine kelimelerle resmedilmesidir.
Şiir; sözün halayı olup, kelimelerin coşkulu bir ses
armonisiyle raks ederken, yüreklerde karşılığı olan duyguların en
dokunaklı ifâdelerle dile gelmesidir.
Şiir, gönül tellerinde aşk ile dolaşan mızrabın, âhenkli
ritimlerle mısrâlara akseden sesidir.
Şiir, uyanıkken görülen çok özel rüyâların en güzel
kelimelerle bestelenmesidir.
Şiir; firârî düşlerin dizelerde gülümsemesi ve yorgun
hayâllerin en soylu nefesidir.
Şiir; hüzün ikliminde dolaşan hissiyâtın sırdaşı ve
uykusuz gecelerin yol arkadaşıdır.
Şiir; sır dolu sevdâların, âşikâr edilemeyen aşkların en
sâdık yoldaşı ve edebiyatın zirve taşıdır.
Şiir; gök menzilli duygular ve kökboyalı düşüncelerle
dokunan bir medeniyet kumaşıdır.
Şiir; İlâhî sevdâların rahlesinde aşkı meşk edenlerin
gönül gözünden dökülen gözyaşıdır.
Bütün bu açılardan bakıldığında, semâvî iklimlerden feyz
alan, Mâverâ soluklu bir sanat dalı olan ve bütün güzelliklerin
225 / Dr. Mehmet Güneş
özeti diye tesmiye olunan şiir; duygu selini gönül teriyle
mayalayan, şuur süzgecinden geçen düşünceleri zevk-i selîm
gergefinde en latîf ifâdelerle tezyîn edip oya’layan, mısrâlara
yeni imgeler, sıra dışı benzetmeler, hikemî kelimeler ve sırlı
mazmunlar sıralayan edebiyat dünyasının şâhikasıdır.
Bu mevzûda şunu da ifâde etmemiz gerekir ki; şiiri târif,
bir anlamda onu tahdit ise; şiirin en güzel târifi, bizâtihî gerçek
şiirin ta kendisidir. Ve her güzellik kendi içinde bir şiir saklarken,
şurası muhakkaktır ki, has şiir zâten âşikâr bir letâfet ve kelâm
bahçelerinde açılan en güzel güldür.
***
Mahlûku insan yapan, insanı îmanlı kılan, toprağı
vatanlaştıran ve mezarı türbe yaptıran sır; söz dizelerini de şiir
haline getirir. Şiirde “Her kelime bir kabuk”289 olup, mânâ
içinde saklıdır.
Şiir zarfını, mazrufundan ayrı düşünmek mümkün değilse
de önemli olan; zarfın şekli -aruz, hece, serbest- değil, ifade ettiği
mânâ, taşıdığı muhtevâdır.
Şiirde vezin serbest olabilir, ama biçimi başıboş ve
muhtevâsı ölçüsüz olamaz / olmamalıdır. Manzum eserlerde
zarfın görünümü değil, söylenişin âhengi, kelimelerin tefriki ve
dizelerin terkîbi önemlidir.
Şiir odur ki; okuyan kendisini mısrâların içinde bulur,
dizeler onu alıp başka diyarlara götürür, hüznüyle duygulandırır,
muhtevâsıyla düşündürür, ritmiyle heyecanlandırır, âhengiyle
coşturur, yâd ettiği hatıralarla ürpertir ve ruhları kanatlandırarak
insanı zaman ve mekân ötesi bir yolculuğa çıkartır.
***
Peyâmî Safa’nın diliyle söyleyecek olursak; “Şiir;
şuûrla, şuûraltının kavşak noktasında beliren bir dumanlı
ruh hâlidir.”290 Bu îtibarla şiirle şuûr arasında çok yakın bir bağ
olduğu tartışmasız bir hakîkattir. Gerçekten de aynı kökten gelen
ve Arapça bir kelime olan “şiir” ve “şuûr”; “hissetmek, bilmek,
289
290
Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Geliyorum, 133
Peyami Safa, Objektif-2, Sanat-Edebiyat-Tenkit, 257
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 226
anlamak, farkına varmak, idrâk etmek”291 mânâlarına gelen
“şa’ara” fiilinden türetilmiştir.292 Şiir ve şuur kelimeleri, kök ve
anlam bakımından birbirine müştaktır ve bu iki kavramı birbirine
nispet ederek îzaha kalktığımızda; şiir, ‘hislerini sezmek ya da
sezgilerini hissetmek’, şuûr ise, ‘bildiğinin farkında olmak
veya farkında olduğunu bilmek’ mânâsına gelir. Bir başka
ifâdeyle söyleyecek olursak; şiir; şuûraltının dışa vurumu ve
şuûrlu olmanın şiârı; şuûr ise, cinnetin zıddı, akıl ve irâde
eşliğinde şekillenen bilgi, duygu ve düşüncenin kıyâmıdır.
Aynı kökten gelen bir diğer kelime olan “şâir” ise, ifâde
edilemeyen duyguların tercümanıdır. Bu îtibarla, başkalarının
fark edemediği şeyleri his ve idrâk etmesi sebebiyle de şiir
söyleyene ve yazana “şâir” denilmiştir. Yine aynı kökten gelen
kelimelerden olan “şa’r”; hem “saç”, hem de “uzayış, yükseliş
ve zirvede oluş” demektir; “şiâr” ise “sembol, üstünlük veren
alâmet ve zirveyi gösteren işâret”293 anlamına gelmektedir.
Yâni şiir, şuûr, şâir, şa’r, şiâr gibi kelimeler bir anlamda âit
olduğu şeyin en tepe noktasına işâret etmekte olup, “zirve yapan
yer” mânâsına da gelmektedir. Şiir, hissiyâtı ve düşünceyi dile
getiren söz sanatlarının zirvesi; şuûr, yürekteki duyguları aklın
imbiğinden süzen idrâk ve tefekkürün zirvesi; şâir ise,
“müktezâyı hâle mutâbık serdi kelâm eden”, duygularını en
güzel şekilde kelimelere döken ve kelâmın zirvesini mesken tutan
bir sanatkârdır.
Yukarda îzah ettiğimiz gibi, şiirin “sözün zirvesi” ve
“zirve yapan yer” anlamlarına da geldiğini tefekkür ettiğimiz
zaman; varlığın tamamında ve bütün kâinâtta muhteşem bir şiir
ve bir şiiriyet olduğunu görürüz. Kâinât, varlığın şiiridir, çünkü
mükemmel bir ahenk ve ihtişâmın zirvesinde halk edilmiştir.
İnsan, mahlûkatın şiiridir, çünkü “eşref-i mahlûkat”tır ve
yaratılmışların zirvesidir. Beden ve ruhtan oluşan insanın şiiri
ruhtur, çünkü nurdan mürekkep olan ruh, balçıktan meydana
gelen bedene zirvelerin zirvesi olan bir âlemden üflenmiştir.
Bulut, suyun şiiridir, çünkü suyun erişebileceği en tepe noktaya
çıkıp zirve yapan odur. Kezâ madenlerin şiiri altın, kömürün şiiri
elmastır.
291
Şemseddin Sâmî, Kamûs-i Türkî (Büyük Türkçe Sözlük), III, 1210
Mevlüt Sarı, El-Mevârid Arapça-Türkçe Sözlük, 484
293
İbn-i Fâris, Mûcem Mekâyisi’l-Luğa, II, 326
292
227 / Dr. Mehmet Güneş
Âdemoğlunun en kâmil ufku olan Peygamberler de
insanlığın şiiridir. Peygamberlik Gülzârının En Güzel Gülü olan
ve Sidre-i müntehâya yükseltilen Efendimiz Aleyhisselâtü
Vesselâm da nübüvvet ve risâletin “ehram taşı”dır ve
Peygamberlik şiirinin zirvesidir. Şiir kelimesinin ebcet
hesabındaki rakam değeri 570, şâirinki ise 571 sayısına tekâbül
etmektedir. Belki de bu tevâfuk, Mîlâdî 570 veya 571’de dünyayı
şereflendiren Kâinâtın Solmayan Gülü’nün velâdetine hoş bir
telmihte bulunmakta; Efendimiz’in doğum tarihi, belki de şiirden
şuûra, şuûrdan da îman ikliminde Hakk’a hakkıyla kul olmaya
giden yolu işâret buyurmakta ve Rahmetli Dilâver Cebeci’nin de
dile getirdiği gibi; “Hz. Muhammed(s.a.v.)in doğum tarihi de
bunlardan birisi olduğuna göre, O’nun şiiri âciz bırakan bir
beyân ile gönderilişine delâlet etmektedir.”294
***
Şiir, özün sözü; şâir ise özün sözünü, sözün özüyle
buluşturan edebî zevke sâhip bir söz ustasıdır. Bidâyette de ifâde
ettiğimiz gibi şiir, bir şuuraltı olaydır. Bu sebeple, şâir doğanların
şuuraltı sezgileri çok kuvvetlidir. Onlar, hâdiselere ve eşyâya
farklı bir zâviyeden bakarlar. Bu sebeple pek çok edebiyatçı
şâirliğin fizyolojik bir yapı olarak doğuştan geldiği ve fıtrî olan
bu kâbiliyetin eğitimle geliştirildiği husûsunda hemfikirdir. Yâni
şâir, doğuştan şiir istidâdına sahip olduğu için; varlığı üçüncü
gözüyle gören, ruh kulağıyla dinleyen, “akleden kalbiyle”295
düşünen, düşüncelerini his ve hayâllerle süsleyip şiirleştiren,
maddenin arka plânını metafizik boyutuyla idrâk eden ve
söylemek istediklerini mısrâ mısrâ tasvîr edip tablolaştıran bir
fıtrata sahiptir.
Bu sebeple vehbî bir istidâta sahip olmayan; histen,
hayâlden, kalp, ruh, sır letâiflerinden, sembollerden; metafizik
düşünceden, eşyâlara ve olaylara farklı bir gözle bakmaktan,
yüreğindeki sesin aks-i sedâsını işitmekten ve edebî zevkten
âzâde olanların yazdığı vezinli ve kafiyeli mısrâlar “şiir”
olmadığı için ancak “nazım” veya “manzûme”
diye
adlandırılabilir. Aynı şekilde duygu boyutu bulunmakla birlikte
vezni ve iç mûsîkîsi olmayan, imgeleri bulunmayan, hayâle kapı
294
295
Dilâver Cebeci, Sitâre, Söylemeden Geçemeyeceklerim, 9-10
Kâf, 50/37
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 228
aralamayan, edebî sanatlarla ziynetlenmeyen kafiyeli metinler de
şiir değil, “edebî nesir”dir. Zîrâ içinde hayâller, semboller, edebî
sanatlar, müphemiyet ve müzikalite bulunmayan şiir, sesli
harfleri düşmüş cümleye benzer. Zâten, şiir daha çok duygu ve
hayâlin, nesir ise düşüncenin meyvesidir.
Şiirin ne olduğunu anlamak ve nasıl olması gerektiğini
dile getirmek için pek çok kitap yazılmasına rağmen, bu bilgileri
edinmenin şiir yazmaya yetmediği âşikâr bir gerçektir. Bu
kitaplar ve edebî bilgiler; şiiri anlamaya, teknik boyutunu
değerlendirmeye ve nazmın şiiriyetini kritik etmeye yardımcı
olabilir veyâ manzûme kaleme aldırabilir, ancak şiir
yazdır/a/maz. Çünkü yalnızca kurallar göz önünde tutularak ve
yukarıda ifâde etmeye çalıştığımız ilham, hayâl gücü, imge,
lirizm, ritm, ahenk ve muhtevânın efsûnkâr uyumundan âzâde
kalarak yazılan mısralar “has şiir” değildir. Zîrâ şiirde;
vezinden, kafiyeden, söz sanatlarından “başka şeyler”in de
bulunması gerektiği erbâbınca mâlumdur. Çünkü şiir; yalnızca
ses, ölçü ve anlam uyumunun sağlayamadığı farklı bir güzellik ve
“şiir dili”nin oluşturduğu sihirli bir bütünlüktür. Öyle ki, çok
beğenilen mısrâlarda bir kelimenin yerinin değişmesi bile bu
esrârlı bütünlüğü bozar ve nazmın şiiriyetini yok eder. Bu sebeple
Ahmet Hâşim; “Şiir, nesre kâbil-i tahvîl olmayan nazımdır.”
demektedir. Yine bu sebeple şiir, ancak kendi yazıldığı dilde
şiirdir. Çünkü sözün tercümesi zor, sesi çevirmekse neredeyse
imkânsızdır. Ve onun için de şiir, söz sanatları içinde en millî
olandır.
Şâir, şiirleriyle yalnız kendi duygularını dile getirmez.
Rûhunu mısrâlara resmeden şâirin şahsî duyguları; şiirleştikten
sonra, ferdî olmaktan çıkıp milletin müktesebâtı hâline gelir.
Evrenseli yakalamanın ilk şartı millî olmaktan geçtiğine göre,
şâirlerin şiirleri kendi dünyasının rengini, kendi insanının
inancını, kendi kültürünün desen ve motiflerini taşır / taşımalıdır.
Ve bir ömür uykusuz gecelerde şiirler yazanlar, “Zât-ı Mevcûd u
Meçhûl”ün rızâsına ulaşmak için “Mutlâk Hakîkat”e hakkıyla
ubûdiyet yolunu aramalı ve şiirde de “sâlih amel” kapısını
aralamalıdır. Eğer şiir yazanlar bunlardan bîhaberse, Âzerbaycan
Türkü bir şâirin; “Her kim ben şâirim derse, adamda hayâ
gerek.”296 mısraı hatırlanmalıdır. Unutmamak gerekir ki,
296
Mikâil Müşfik
229 / Dr. Mehmet Güneş
“Şâirin, özü şekillenmeden sözü şekillenemez.”297
Bütün bu açılardan bakıldığında:
Şâir; Allah(c.c.)’ın bahşettiği duygu rahmetini şiir
yağmuruna çeviren, dilin bütün inceliklerini ve edebî sanatları
bilen, kelimeleri bir kuyumcu titizliğiyle işleyerek ziynet haline
getiren, gizli güzellikleri duyuran ve nihayet “kelâma can
veren”298 bir dil ustasıdır.
Şâir; müşahhası mücerretleştiren, mücerreti müşahhas bir
biçimde tasvir eden, görülmeyeni görebilen; kelimelerle duyguyu,
heyecanla ritmi, akılla sezgiyi birleştiren; hayaldeki gerçekle,
gerçekteki hayâli bütünleştiren bir “ses avcısıdır.”299
Şâir; “tabiat üstü sihrî bir sezişe sâhip olduğu”300 için
pek çok insanın işitemediği duygu frekansını, şuuraltı sezgisiyle
duyan, duyduklarını engin bir muhayyile, yüksek bir kavrayış ve
şuurlu bir idrâkle şiir haline getiren bir ses bestekârıdır.
Şâir; maddenin sığ sularında vakit öldürmek yerine
mânânın engin denizlerine yelken açan, görünenler arasındaki
görünmeyeni gören, duyulanlar arasındaki duyulmayanı duyan,
bilinenden bilinmeyene vâsıl olan ve hâdiselere kendine has bir
pencereden bakıp yepyeni ufuklar yakalayan vizyon ve misyon
sahibi bir kâşiftir.
Şâir; sahili olmayan hayâl denizinde, edebe riâyetkâr
olarak ebedî güzelliklere yelken açan müeddep bir kaptandır.
Zâten; “Edepsiz şâir, edebiyat gemisinin kaptanı olamaz. Olsa
olsa kızıl korsan gemilerinde forsa olur.”301
Şâir; Mâverâ’dan gelen ilhamları ruh kulağıyla dinleyen,
üçüncü gözüyle görüp şifreleyen, uhrevî coşkuları gönül diliyle
terennüm eden, kalbin hafî tepelerinde kıyâma duran İlâhî
297
Bahaettin Karakoç
Şeyh Gâlib
299
Bahaettin Karakoç
300
Goldziher
301
Bahaettin Karakoç
298
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 230
sevdâlardan feyz alan ve kelimelerden göz kamaştırıcı saraylar
îmâr eden bir söz mîmârıdır.
Şâir; nakıştan nakkaşa, besteden bestekâra, resimden
ressama, sanattan sanatkâra, eserden müessire ve nihâyet
yaratılandan Yaradan’a ulaşmayı başarabildiği ve Hakk’ı
bulmanın mutluluğuyla “büyük bir metafizik ürperti”
yaşayabildiği ölçüde İlâhî vecdi şâhikalaştıran sıra dışı bir
insandır. İbn-i Sînâ da bu konuda; “Şâirler, söz sultanlarıdır;
hekimler saltanatlarını vücut üzerinde kurarlar, şâirlerin dil
güzelliği ise rûha zevk verir.” demiştir.
Şâir; yaşadığı dünyayı, olayları ve insanları herkesten
farklı algılayan, çağı sorgulayan, hadiselerin arka yüzünü
yansıtan; kelimelerin kabuğunu çatlatan, sıradan sözleri bir araya
getirip kavramları kanatlandıran, Kaf Dağı’ndaki hazinelerin
anahtarını bulan, söze şekil veren, lisânı “şiir dili” hâline getiren
ve şahsî tekkesindeki uykusuz gecelerine kendi özel postunu
seren bir gönül dervişidir.
Şâir, vâroluşun hikmetini idrak eden, iç âlemlerdeki
ürpertileri kelimelere yükleyen, düşüncelerini sezgi, hayâl ve
sembollerle besleyen, mısrâlarını vezin ve kâfıye, üslûbunu âhenk
ve ritimle süsleyen bir kelime kuyumcusudur.
Şâir; muhtevâ endişesi duyan, sanat kaygısı taşıyan, hiç
söylenmemiş estetik ifâdeler, zengin kâfiyeler, yepyeni imgeler
bulan, orijinal ses ve söz terkipleri kullanan, mısrâlarındaki
kelimelerin ses âhengini müzikalitesi yüksek bir şiiriyet olarak
telvîn eden bir kelam ressamıdır.
Şâir; yürek iklimindeki duyguları şuûrlandıran ve
“Mutlak Hakîkat”e ulaşma yolunda bir şuûra ve şuûrlanmaya
vesîle olmak için “akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm”
dâiresinde şuûru şiirleştiren ozandır.
Şâir; muhtevâda vahdâniyeti, ilhamda ulviyeti, menzilde
ebediyeti, şekilde mükemmeliyeti, üslûpta letâfeti, vuslatta
hikmeti, sevgide muhabbeti bulabildiği ve “Muhabbetten
Muhammed (s.a.v.) oldu hâsıl” diyebildiği zaman hilkatin
231 / Dr. Mehmet Güneş
esrârını idrak edebilir. Zâten şâir olmak; “Çok az kimsenin
nasibine düşen bir altıncı duygudur.”302
Şâir; içinde yaşadığı toprağın kokusunu hissettiren,
“toplumun vicdânı” diye vasfedilen, milletinin; tarihini,
zaferlerini, ülkülerini, ideâllerini mâzî-hâl-istikbâl bütünlüğü
içinde seslendiren zafer nârâlarını asırlar ötesine gönderen bir
serdengeçtidir.
Şâir; fert ve toplumlarda şuûrun firâr ettiği durumlarda,
“kollarını makas gibi açarak” insanların “çıkmaz sokak”lara
gitmesine mânî olan ve şiirlerinde dile getirdiği îkâz, işâret,
istikamet ve sevdâ ile içtimâî şuûru avdet ettirmek için gayret
gösteren -ya da göstermesi gereken- insandır.
Çünkü şâirler; mensup olduğu milletin gören gözü, işiten
kulağı, tutan eli ve söyleyen dilidir.
Çünkü şâirler; Hakk’ın ve halkın susmayan,
susturulamayan sözcüsü, millî şuûrun nesillere intikâlini sağlayan
duygu ve düşünce köprüsü, evrensel değerlerin tercümanı ve
toplumun mâşerî vicdânıdır.
Çünkü şâirler; îmanın ışığıyla karanlık geceleri yırtan
müjdeli bir şafak, ruh dünyamızdaki güneş görmeyen noktaları
aydınlatan millî bir şerâre ve bu toprağın değerlerini en gür sesle
haykıran mesûliyet sâhibi insandır.
Bu sebepledir ki şâir;
“Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et;
Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir…”303
demiştir. Gerçekten de Türk tarihi incelendiğinde; tâ, Hunlardan,
Göktürklerden beri milletimizin ozanlara çok büyük değer
verdiği, saygı gösterdiği, söylediklerine hikmet membâı olarak
baktığı, halktan hükümdâra, havâstan avâma kadar herkes
tarafından şuarânın ziyâdesiyle önemsendiği, onların “toplumun
302
303
Robert Suares
Mehmet Emin Yurdakul
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 232
belkemiğindeki irkilişi” ilk önce hisseden kişi olması ve
toplumun mâşeri vicdânı olarak görülmesi sebebiyle hep el
üstünde tutulduğu müşâhede edilir.
Zâten şâirler; insanların hüznünü, sevincini, acısını,
yalnızlığını, hasreti, gurbeti, haksızlığı, zulmü dile getirmek için
haykırdığı, hayatı şiirden, şiiri de hayattan ayrı görmediği, ölümü
hayatın merkezine koyarak hayatı yorumladığı, kurak ruhları,
çorak sîneleri sonsuzluk ikliminde yeşertmeye çalıştığı,
“zekâsıyla değil, rûhuyla düşündüğü”304, fizikten metafiziğe
kapılar açıp köprüler kurabildiği nispette varlığın esrârına muttalî
olur. Şâir, kendi varlığında vârolan şiiriyetin farkına vardığı,
hayatı şiir gibi yaşayıp, şiiri de ebedî mutluluğa ulaşmanın bir
vesilesi olarak gördüğü, yaratılış hikmetini anla/t/mak için
kıyâma durduğu, “gâibi kucaklamak” için “meçhuller
caddesinde” yürürken “Sonsuzluğun Sahibi”ne râm olduğu ve
inandığı değerlerin sözcülüğüne karar kıldığı ölçüde kıymet ifade
eder. Zîra şiirde imajlar kadar, mesajlar da çok önemlidir, edâ
kadar muhtevâ da değerlidir ve vizyon kadar misyon da
ehemmiyet arz etmektedir. Bu sebeple şâir; nefs muhasebesiyle
ebedî hayat murâkabesini birlikte yapmalı, öteler ötesi için
gönlünün sesini ve ilhâmını dizelere yansıtmalı ve mâsivâdan
kurtulup, Mâverâ’ya yelken açarak şiirini anlamlandırmalıdır.
Baştan beri ifade etmeye çalıştığımız gibi şâirler; şuûraltı
muhtevâlarını semboller hâlinde şuûra yansıtan, hâlet-i
rûhiyelerini ses ve mânâ bütünlüğü içinde estetik bir anlatımla
ortaya koyan ve düşüncelerini sırlı bir ifâdeyle dile getiren kelâm
ustalarıdır. Bu îtibarla şâirin aslî vazîfesi, ham madde olan
duygulardaki cevheri; fıtrî iç sezgiyle ortaya çıkarmak,
kelimelerle tezyîn etmek, dil işçiliğinin estetik kaygılarıyla
şekillendirmek; hayâl, imge, metafizik düşünce ve büyülü bir
anlatımla yoğurarak şiirleştirmektir.
“Defter-i şuârâ”ya kaydedilen kadim şâirler; herkesin
gördüğü şeyi çok farklı bir yanıyla gördüğü; herkesin bir şekilde
hissettiğini çok farklı şekillerde hissettiği; pek çok insanın
işitemediği duygu frekansını, şuuraltı sezgisiyle duyduğu;
gördüklerini, hissettiklerini ve duyduklarını engin bir muhayyile,
yüksek bir kavrayış ve şuûrlu bir idrâkle şiir hâline getirdiği için
304
Peyami Safa, Objektif-2, Sanat-Edebiyat-Tenkit, 255
233 / Dr. Mehmet Güneş
“müteşâir” tâifesinden değildir ve “şâir” sıfatıyla muttasıftır.
Hâsıl-ı kelâm şâirler; yüreğinden çağlayan inanç, ideâl,
aşk, muhabbet, nefret, sevinç, hüzün, öfke, heyecan gibi
duyguları; şuûr imbiğindeki akıl, irâde, ferâset, basîret, ilim ve
sanat süzgecinden süzen; lafı kelâma, duyguyu sanata, bilgiyi
bilince çeviren, fiziğe metafizikle lâhutî bir rûhâniyet kazandıran
ve uçsuz-bucaksız bir yüreğin sahibi olan sıradışı ve özel
insanlardır. Şeyh Gâlib’in dediği gibi; şâirler “kelâma can
verirler…” Ve şâirlik; “samanlıktaki iğneyi bulup, karanlıkta
ipliği iğne deliğinden geçirmek” gibi herkese nasip olmayan
“bir özge mâcerâ”dır. Ümmî Sinan’ın diliyle söylersek, şâirlik;
“Gül alıp gül satmaktır, Gül’den terâzi tutmaktır ve Gülü gül
ile tartmaktır.”
Seste, sözde, renkte, âhenkte, nakışta, desende, tabiatta,
sanatta, ölümde ve hayatta “Mutlak Hakîkat”i arayan, bunun
dışındaki her şeyin beyhûde olduğunu idrâk eden ve vezinsiz bir
dünyada yaşayıp hayâtın “Gül” kokulu kâfiyesi olmak isteyen
ve “Şiiri îmân için bilmişiz” diyebilen şâirlere ne mutlu…
***
Bütün bu söylenenleri tefekkür ettiğimizde; şiirin ilhâm
şimşeğinin çaktığı ve hissiyâtın çağlayıp aktığı yerin kalp;
bunların hayâl, estetik, sanat, bilgi ve tefekkür ile demlendiği,
gönül ve aklın teriyle damıtıldığı yerin şuûr; hitâp ettiği yerin ise
duygu yüklü yürekler olduğunu görürüz. Bu sebeple olsa gerek
“Bozkırın Tezenesi”; “Yürekten gelen yüreğe gider, yürekten
gelmeyen yırağa gider.”305 derken; ehl-i dil de ; “Yürekten
gelen söz yüreği vurur, dudaktan çıkan ses kulağı vurur.”
kelâm-ı kibârını dile getirmiştir. Zâten en kısa târifiyle şiir, kalbin
dilidir ve bir gönül lisânıdır. O, kalp ki “nazargâh-ı İlâhî”dir. O
gönül ki, insan bedenindeki “Beytullah”tır…
Şiir; kalbin dili olduğu zaman İlâhî bir iklimden feyz alır,
rahmâni bir ilhâm ile hemhâl olur ve ancak vahyin ışığında
aydınlanmış gönüllerde aslî kimliğini bulur. Bu îtibarla şiir;
yüreğin şahlanışı olan duygu atına binmeli, şuûr kapısından
geçerken şekillenmeli, Mâverâ’ya açılan ufuk çizgisinin ilhâmına
305
Neşet Ertaş
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 234
yönelmeli ve Hakîkat sırrına ermek için “Sonsuzluğun Sâhibi”ni
menzil edinmelidir. Gerçekten de şiir, insanı İlâhî olana götüren
ve semâvî iklimlerle irtibatlandıran bir sanattır. Şiir, insana
dünyanın bütün hakikatlerini öğretmez, ama “Hakikat” sırrını
hissetmenin kapılarını aralar, “Mutlak Hakîkat”i bulmaya
çalışan aklı Hakk’a râm eyler ve yürekleri muhabbet iklimine
müheyyâ eyleyerek aşka getirir.
Şâir ve şiir; güzelden, “En Güzel”e vâsıl olma yolunda
“laf”ı “kelâm” hâline getirirse, eserden müessire ulaşma
istikametinde sanatın güzellikleriyle mesâfe kat ederse, Hakk’ı
arama ve bulma menzilinde “eşyâ”nın hakîkatinden “Esmâ”ya,
“Esmâ”dan “Zül Celâl” olan “Zât”a yol bulursa, işte o zaman fakire göre- sâlih bir işe vesîle olur. Bu açıdan şiir, bir amel-i
sâlihtir, Hakîkat ufkuna seyr ü sefer yaptıran bir zikirdir, istikbâli
fethettiren bir duâdır, içinde mânevî sırlar saklayan hikemî bir
şifâdır… Ve şâir;
“Ey tabîp elden gelirse yâremi gel emleme,
Yâr elinden gelmiştir bu yâreyi merhemleme”306
dese de, ilhâmını vahyin kaynağından alan ve “Esmâ-i Şâfî”
tecellîsine mazhâr olan şiir, gönül yaralarını tedâvi eden müstesnâ
bir ilaçtır.
***
“Allah katındaki hak din”307in şiire ve şâire bakış
açısını Kur’ân penceresinden inceleyip, Allah Resûlü(s.a.v.)’nün
sünnet ve hadisleri ışığında anlamaya çalıştığımızda, İslâm’ın
şiire değil, şiirin muhtevasının tevhîde ve ahlâki değerlere aykırı
olmasına muhalefet ettiğini; haddini aşan ve îmanla savaşan
şâirlere karşı çıktığını görürüz. Kur’ân’ın; îmana hizmet eden,
İslâm’ı tebliğ yolunda ter döken, tevhîdi fikreden, Hakk’ı
zikreden, Habîbi’ni övmek için güzel sözler söyleyen ve
müşrikleri hicveden şâîri değil; küfür vâdilerinde şeytanın
çıraklığını yapan, hevâ ve heves değirmenine su taşıyan,
yapamadığını söyleyen ve yalanı sermâye edinen şâirleri
zemmetiğine şâhit oluruz. Zâten vahyin ışığında şekillenen
Peygamberî idrâke göre de şiir, iyiye de kötüye de
306
307
Seyrânî
Âl-i İmrân, 3/19
235 / Dr. Mehmet Güneş
kullanılabilecek bir araçtır. Bu mevzûda Efendimiz genel kâideyi
ortaya koymuş ve; “Şiir, ifâde edilmiş sözden başka bir şey
değildir. Sözün Hakk’a uygun olanı güzel, Hakk’a uygun
olmayanında ise hiçbir hayır yoktur.”308 diye buyurmuştur.
İslâm, hayatın her karesine hükmeden yanılmaz ölçüler
ortaya koyduğu gibi, her konuda; ‘fiilin gâyesini, vâsıtanın
niteliğini, amelin husûsiyetlerini ve fâilin uyması gereken
kâideleri’ de maddeler hâlinde tâdât etmiştir. Zâten Nebevî
anlayışın fiil ve fâile bakışı; günahkârı değil, günâhı ortadan
kaldırmayı amaçlamış ve ‘suçu imhâ, suçluyu inşâ ve îmar’
prensibini hedeflemiştir.
Fiil; fâilin ameli olduğu gibi, şiir de şâirin gönül ve akıl
teriyle yoğurduğu eseridir. Nasıl ki ameller; “amel-i sâlih”,
“amel-i gayrı sâlih”, “amel-i fâsid” ve “amel-i fâsık” diye
nitelendiriliyorsa, eserler de aynı şekilde mütâlâa edilmiştir.
Müslüman edipler için edebiyat da bir amel olduğuna göre,
sanatkâra düşen görev genelde sanatı ve edebiyatı, özel de ise
şiiri sâlih amel kılmaktır. Zâten bizim irfan geleneğimizde
edebiyat; “edebiyat yapmak” için değil, “Allah Cemîl’dir,
cemâli sever.”309 hâdisi mûcibince güzeli ve güzellikleri öne
çıkarmak, muhâtabını “edip” ve “edepli” kılmak; beşeri, insan-ı
kâmil mertebesine yönlendirmek ve kalemin zekâtını “amel-i
sâlih” olarak vermek gâyesine mâtuftur.
İslâm, her işte olduğu gibi şiirde de helâl ve haram
dâiresinin hudutlarını çok net bir biçimde çizmiştir. İslâmiyet
belirli şartları taşıyan şiir sanatına müspet bakmış; insanları
Hakk’a dâvet eden, ahlâkî değerleri yücelten, onlara güzel öğütler
veren, güzelden ve güzellikten hareket edip “En Güzel”e ulaşma
yolunu gösteren ve küfrü hicveden şiiri teşvîk etmiş; fakat
mâlâyâni duyguları cûşa getiren, nefsî azdıran, insanı gayrı ahlâki
vâdilerde gezdiren; günâha, isyâna ve inkâra sürükleyen, şirke
kapı açan, gönüllere kin, nefret ve haset tohumları saçan, insanda
melankolik hâller, pespâye hisler ve şehevî duygular uyandıran
şiiri yasaklamıştır. Böylece Yüce Dînimiz; şiiri ve şâiri helâl ve
sâlih olan istikamete yönlendirmeyi ve yüreklendirmeyi esas
308
Mehmet Yalar, İslâmî Arap Şiiri ve Hz. Peygamber, Uludağ Ünv. İlâhiyat
Fakültesi Dergisi, XVIII, Sayı, 1, 61-88
309
Müslim, Îman, 41
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 236
almıştır. Yâni Dînimiz; İslâm’a ve ahlâka aykırı olmayan, insanı
tevhîde, iyiliğe ve güzelliğe sevk eden yapıcı mâhiyetteki şiiri
tebcîl ve teşvik etmiştir.
Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm; edebiyatın çok ileri
düzeyde olduğu ve şiirin zirveye ulaştığı, toplum tarafından şiire
ve şâire çok büyük önem verildiği bir dönemde nâzil olmuştur.
Âyetler vahyolunmaya başlayınca, İlâhî Kelâm’ın erişilmez
ihtişâmı karşısında bütün şâirler ve şiire değer veren Câhiliyye
toplumu büyük bir şok geçirmiş ve dilleri tutulmuştur. Çünkü
Kur’ân, İlâhî ihtişâmına ilâveten, üslûp ve i’câz îtibâriyle de
edebî bir şâheserdir. Gerçekten de Efendimiz’in şâirlerinden
Hassan b. Sâbit(r.a.)’e “Neden şiir söylemediği?” sorulunca;
“Kur’ân’ı görünce dilim tutuldu!” cevâbını verdiği mervîdir.310
Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini duyanlar, O’nun olağanüstü
ifâde gücü, yüreklere işleyen tesiri ve üslûbunun câzibesi
karşısında çok şaşırmış ve hayrete düşmüştür. Kur’ân’ın o
muhteşem beyânı karşısında acze düşen müşrikler söyleyecek söz
bulamayınca, nâzil olan İlâhî vahyi “şiir”, Sevgili
Peygamber(s.a.v.)’i -hâşâ- “mecnun, kâhin, sihirbaz, şâir” ve
mûcizelerini de “sihir” diye yaftalamaya cür’et etmişler; Kur’ânı Kerîm’e ve Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’e yönelik çeşitli
saldırılar başlatmışlardır. Ancak Kur’ân; şiirin, hayâl ve
anlatımının çok ötesinde öylesine yüksek hakîkatlere, erişilmez
ifâdelere ve semâvî bilgilere sâhipti ki, vahyi işitenler, diliyle
ikrâr etmeseler de içten içe O’na duydukları hayranlıklarını
gizleyememişler, fakat yine de müşrikler; Allah Resûlü(s.a.v.)’ne
“mecnun bir şâir”311, vahyedilen âyetlere de -şiirde, hakîkate
hayâl, hayâle hakîkat karıştığı için- “şiir” demişlerdir. Bunu
söyleyerek Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’i; cinlerle irtibatlı bir şâir
olarak göstermek istemişler ve Kur’ân’ın mahza hakîkat olan
beyânını gölgelemeye, sıradanlaştırmaya ve beşerîleştirmeye
çalışmışlardır.
İşte bütün bu sebepler dolayısıyla, şiir ve şâir hakkındaki
âyetler nâzil olmuştur. Cenâb-ı Allah (c.c.), Efendimiz’e şâir,
Kur’ân-ı Kerim’e de şiir deme cür’etini gösterenleri kastederek;
Yâsin Sûresi’nde ; “Vema alemnahüş şığra vema yenbağı leh.
310
311
Mustafa İslâmoğlu
Sâffât, 37/36
237 / Dr. Mehmet Güneş
İn hüve illa zikrün ve Kur’ân’ın mübîn”312 (Biz O’na
(Peygamber’e) şiir öğretmedik. Bu O’na yakışmaz ve
gerekmezdi zâten. O Kur’an, vahiydir ve apaçık bir zikirdir.)
diye buyurmuştur. Böylece vahiy ile şiirin karıştırılmaması
gerektiği
ifâde
edilirken,
vahyin
hiçbir
şeyle
kıyaslanamayacağına, kıyaslanmaya kalkılırsa ancak şiirle
kıyaslanabileceğine ve şiirin “Allah tarafından öğretilen bir
sanat” olduğuna da zımmen işâret edilmiştir. Yâni Kur’ân-ı
Kerîm bu kıyaslanmazlık vurgusunu yaparken, bir yönüyle de
şiire muallâ bir mevkî vermiştir. Ayrıca bu âyette şiiri kötüleyen
herhangi bir ifâde yer almadığı gibi; şiirin, Allah(c.c.)’ın öğrettiği
bir beyân olduğu îmâsı da yapılmıştır.
Zâten şiir, semâvî olandan feyz alıp, İlâhî iklimlerle
irtibata geçmek için yeryüzünden semâya bir duâ misâli yükselir;
vahiy ise insanlığa hidâyet bahşetmek için Arş-ı Âlâ’dan
yeryüzüne gelir. Bu zâviyeden baktığımızda şiir, bâzı kullarına
Yüce Rabb’imizin ilhâm olarak bahşettiği, melekût âlemiyle
irtibatlı bir ses ve Rahmânî bir nefestir. Bu konuda şunu ifâde
etmemiz gerekir ki, Yâsin Sûresi’ndeki bu âyet, Allah
Resûlü(s.a.v.)’nün nübüvvet ve risâletini inkâr etmek için yanlış
isnatlara başvuranların bu iddialarını nakzetmiş ve peygamberlik
mertebesinin, şâirlikle mukâyese edilmeyecek bir ulviyet ve
kutsiyete sâhip olduğunu da vurgulamıştır.
Fuzûlî, Farsça yazdığı mensur bir eser olan “Rind İle
Zahid”de, Yâsin Sûresi’ndeki bu âyet hakkında düşündüklerini
ve şiirle ilgili kanaâtlerini Rind’e söyletmiş ve; “Ey Zahid¸ ‘Biz¸
O’na şiir öğretmedik’ âyetinin mânâsından anlaşılan¸ şiir¸
peygamberden başkasına Allah(c.c.)’ın öğrettiği şeydir! Ona
ihânet ise yanlıştır! ‘Şüphesiz¸ şiirde hikmet vardır!’ın mânâsı¸
öyle görünüyor ki¸ nazım da, Hz. Muhammed
Mustafa(s.a.v.)’nın râzı olduğu bir davranıştır.”313 demiştir.
Elbette ki Kur’ân, Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in en
büyük mucizesidir ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şâir
olmadığı gibi, Kur’ân da aslâ şiir değildir. Fakat Kur’ân;
Allah(c.c.)’ın emir ve nehiylerini edebî bir dille, î’câz ve
belâgatın zirvesinde, şiir tekniğinin çok üstünde ve insan rûhuna
312
313
Yâsin, 36/69
Fuzûlî
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 238
hitâp edecek şekilde nâzil olmuştur. Yüce Rabb’imiz bu mevzûu;
“..Görebildiklerinize ve göremediklerinize yemin ederim ki, O
(Kur’ân), hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp
tebliğ ettiği) sözüdür. O, bir şâirin sözü değildir. Ne de az
inanıyorsunuz! Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az
düşünüyorsunuz! (O), Âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından
vahyedilmiştir..”314 diye beyân buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’de şiir kelimesi 1, şâir kelimesi de -birisi
çoğul olmak üzere- 5 âyette geçmektedir. Şiir, yukarda îzaha
çalıştığımız Yâsin Sûresi’nin 69. Âyeti’nde; şâir kelimesi ise,
müşriklerin Efendimiz’e yaptıkları şâirlik isnadını reddeden
(Hakka, 69/41; Enbiyâ, 21/5; Sâffât, 37/36; Tur, 52/30)
âyetlerde ve “Şuarâ Sûresi”nin 224. Âyet-i Celîlesi'nde
geçmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Şuarâ” yani “Şâirler” ismini
taşıyan sûrenin son bölümünde insanları kötü yola sürükleyen
şâirlerle ilgili olarak; “O şâirlere gelince, onlara yalnız sapıklar
uyar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve
gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?”315
denilmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır, “Hak Dîni Kur’an Dili” adlı
tefsirinde bu âyetleri îzâh ederken; “Hak ve gerçek peşinde
değil, sâde bir istek, arzu ve heveslerinin peşinde giden, hep
zevk ve eğlence arayan (bu) azgınların; eğri doğru, iyi kötü
her konuya dalan, her vâdide otlayan ve ifâdede ne kadar
şaşkınlık ve şiddetli arzuya dalarsa o kadar etkili olacağını
sanan ve yapmayacaklarını söyleyen şaşkın ve sapkın
şâirlerin peşine takılacağını ve onlara uyacağını” dile
getirmiştir.316 Bu âyetten mülhem, Fuzûlî de;
“Ger derse ki Fuzûlî, güzellerde vefâ var,
Aldanma ki şâir sözü elbette yalandır”
diyerek Şuarâ Sûresi’ne atıfta bulunmuştur.
Konuyla ilgili olarak yapılan birden fazla rivâyete göre,
bu âyetler nâzil olunca; Müslüman şâirler ağlayarak Efendimiz’in
314
Hakka, 69/38-43
Şuarâ, 26/224-226
316
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, VI, 120-121
315
239 / Dr. Mehmet Güneş
yanına gelmiş ve; “Ey Allah’ın Resûlü! Şüphesiz Allah (c.c.),
şâir olduğumuzu bildiği halde bu âyetleri indirdi ve biz helâk
olduk.” demişlerdir. Bunun üzerine: “Ancak îman edip sâlih
amel işleyenler, Allah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesnâ; haksızlık
edenler,
hangi
âkıbete
döndürüleceklerini
yakında
göreceklerdir.”317 meâlindeki âyet inmiş ve Hz. Peygamber
(s.a.v.), bu âyeti onlara okuyarak:“İşte bu ayette sözü edilenler
sizlersiniz” buyurmuştur.318
Bâzı müfessirler de bu âyeti; “Ancak îman edip iyi
ameller işleyenler, ahlâki değerlere bağlı olanlar, söyledikleri
şiirde gerçekleri dile getirenler, söyledikleriyle yaptıkları
aynîleşenler, Allah(c.c.)’ın birliğini esas alan Tevhid Dîni’nin
ilkelerini savunanlar, Allah(c.c.)’ı çok ananlar, şiirlerinde
Allah(c.c.)’a hamdedenler, şükredenler, O’nun yüceliğini
zikredenler ve yarattığı şeylerde O’nun kudretini
hatırlayanlar, zulüm ve haksızlık karşısında şiirleriyle
mücâdele verip hakkı savunanlar ve İslâm’ı hicvedenlerden
öçlerini alanlar müstesnâ.” diye tefsir etmişlerdir.319
Hülâsâ Şuarâ Sûresi’nin 224, 225 ve 226. Âyet-i
Celîleri'nde genel olarak müşrik şâirlerin taşıdığı vasıflar
sıralanmış, bu sûrenin son âyet-i kerîmesi olan 227. Âyet’te ise
özel olarak Müslüman şâirlerde bulunması gereken husûsiyetler
vurgulanmış ve bu özellikler;
“1-Îmân sâhibi olmak;
2-Sâlih amel işlemek;
3-Allah(c.c.)’ı çokça zikretmek, insanları Hakk’a dâvet
etmek, şiirlerinde tevhîdi, nübüvveti ve güzellikleri dile
getirmek;
4-Zulme uğradıklarında zâlimlerden öçlerini almak;
dinlerini, mukaddesatlarını, şahsiyetlerini ve mânevî
değerlerini hicvedenler karşısında diliyle cihat etmek ve
haddi aşmadan onlara hadlerini bildirmek” diye ifâde
buyurulmuş ve dört madde hâlinde sıralanmıştır.
317
Şuarâ, 26/227
Zekî, el-Muvâzene beyne’ş-şu‘arâ, 31; Ma‘rûf, Nâyif, el-Edebu’l-İslâmî
fî‘ahdi’n-nubuvveti vehilâfeti’r-râşidîn
319
DIB, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, IV, 179-180
318
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 240
Netîce olarak bu konuda şunu söylememiz gerekir ki,
sahîh kaynaklarda yer alan bir çok hadiste; Hakk yolunda
söylenen, insanı iyiye, güzele sevkeden şiir ve Yaradan’ı
vasfeden şâirler; Şuarâ Sûresi’nde zemmedilen şâirlerden ve
şiirden istisnâ tutulmuştur. Hatta “Muallaka Şâirleri”nin
Tevhîde mugayir olmayan güzel mısrâları Fahr-i Kâinât
Efendimiz tarafından bile terennüm edilmiştir. Meselâ, Câhiliyye
Devri’nin önde gelen şâirleri arasında yer alan ve Medîne
Dönemi’nin sonlarına doğru Müslüman olan Lebîd b.
Râbiâ(r.a.)’nın; “İyi biliniz ki, Allah’tan başka her şey yok
olmaya mahkûmdur.” mısrâı, Efendimiz Aleyhiselâtü Vesselâm
tarafından takdîr edilmiş ve söz konusu bu dize; “Şâirlerce
söylenmiş en doğru söz!” tebcîline mazhar olmuştur.320 Yâni
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), içinde yaşadığı toplumda çok
büyük bir önem arzeden şâire ve şiire ehemmiyet vermiş, bâtıl ve
hevâ adına söylenen şiirleri reddederken, Hakk yolunda olan
şâirleri, doğruyu ve güzellikleri dile getiren şiirleri de teşvîk
etmiştir. Yüce Rabb’imiz İsrâ Sûresi’nin 53. Âyeti’nde de;
“..Kullarıma söyle (insanlara karşı) en güzel sözü söylesinler..”
buyurmaktadır. Bu îtibarla konuşurken, nasîhat ederken,
güzellikleri dile getirirken, hele hele tebliğ vazîfesini yaparken
“en güzel sözü” seçmemiz îcâp edeceği vurgulanmış ve burada
da “söz sanatlarının zirvesi” ve güzellik numûnesi olan şiire
sanki bir telmihte bulunulmuştur.
Allah Resûlü (s.a.v.) şiir ve şâirin fazîleti hakkındaki bâzı
hadîs-i şeriflerinde; “İnne min’eş-şi’ri le hikemeten” (Şüphesiz
ki, bâzı şiirler hikmet ifâdeleridir.)321; “İnne lillâhi künûzen fî
tahti’l-Arşi ve mefâtîhuhâ elsinetü’ş-şuarâi” (Allah’ın, Arş’ın
altında hazîneleri vardır. Bu hazînelerin anahtarları da şâirlerin
diline verilmiş bir sır hazînesidir.)322 diye buyurarak şiirin güzel
ve faydalı olanını tavsiye, teşvik ve taltîf etmiştir. Efendimiz bu
hadisleriyle de; şiirin, eşyanın kabuğunu çatlatan hikmetli bir söz
olduğunu mübârek lisanlarıyla ve en veciz bir biçimde ifâde
buyurmuştur.
320
İbrahim Cân’an, Kütüb-i Sitte, VIII, 201, Had. Nu: 2315; Buhârî, Rikâk 29,
Menâkıbu’l-ensâr 20; Müslim, Şi’r 1, 3, 6; Tirmizî, Edeb 70; DIB, Kur’an
Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, IV, 180
321
Buhârî, Edeb, 90; Tirmîzî, Edeb, 69; İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, VIII,
Had. Nu:2304
322
Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, II,
241 / Dr. Mehmet Güneş
Şiir mevzûunda Ebû Hureyre(r.a.)’den rivâyet edilen,
Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in şiiri makbul saymadığını ifâde
eden ve “Yemin ederim ki, bir kimsenin karnının irinle dolması,
şiirle dolmasından daha hayırlıdır.”323 diyen ve şiirin mutlak
şekilde mekruh olduğu kanaatini uyandıran bir hadisten de
bahsedilmektedir. Ancak bu konuda Hz. Âişe (r.anha) Vâlidemiz
bahse konu hadisteki nakilde bir eksiklik bulunduğunu ifâde
etmiş ve hadisin tamamının; “Yemin ederim ki, sizden birinin
içinin, onu kemirip bitirecek ölçüde kan ve irinle dolması, bu
kişinin içinin, nübüvvetin hicvedildiği şiirle dolu olmasından
daha hayırlıdır.”324 şeklinde olduğunu söylemiş; ayrıca bu
hadisin muhâtabının da; putları öven, nübüvveti inkâr eden
Câhiliyye şiiri ve şâirleri olduğunu açıklayarak söz konu
hadîsteki eksik kalan kısmı tamamlayarak, yanlış anlaşılmaya
sebep olacak bir nakli de vuzûha kavuşturmuştur.
Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm; Tevhid mücâdelesi
sırasında Hakk’a dil uzatan, Müslümanları aşağılayıp hicveden,
mü’minleri tahkir ve müşrikleri tahrik eden Ka’bu’l-Eşref, Ukbe
İbn-i Ebî Mu’ayt, Nadr İbnu’l-Haris, Abdillah İbn-i Umayr gibi
şâirleri cezalandırmıştır. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki,
Mekke’nin Fethi’nde herkes affedilirken “Kâbe’nin örtüsüne
sarılı olarak bile bulunsa öldürülmesi emredilen on kişi”den üçü
şâirdir.325 Buna mukâbil Allah Resûlü (s.a.v.), “Peygamber
Şâirleri” diye tesmiye olunan Abdullah b. Revâha (r.a.), Ka‘b b.
Mâlik (r.a.) ve Hassân b. Sâbit (r.a.) gibi Müslüman şâirleri teşvik
etmiş ve onlara iltifatlarda bulunmuştur. Efendimiz, “Kasîde-i
Bürde”nin müellifi Ka’b b. Züheyr(r.a.)’e hırkasını hediye
ederek, onu dünyanın en bahtiyâr şâiri yapmıştır.
Ayrıca Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), şiiri bir cihad
silahı olarak görmüş ve ihtiyaç hâsıl oldukça, şâirlerini çağırarak;
“Müşriklere karşı hicviyelerinizi fırlatın. Zîrâ sizin şiirleriniz
onlar üzerinde oktan daha çabuk tesir eder ve daha ağır yaralar
açar!”; “Mü’min kılıcıyla da, diliyle de cihât eder.”326 diye
buyurmuşlardır. Kezâ Kureyşli
müşrik şâirlerin Allah
323
Buhârî, Edeb, 92; Müslim, Şi’r, 7-9
TDV İslâm Ansiklopedisi,, XXXIX, 148; Mehmet Yalar, İslâmî Arap Şiiri ve
Hz. Peygamber, Uludağ Ünv. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XVIII, Sayı, 1, 61-88
325
İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, VIII, 180
326
İbrahim Cânan, a.g.e., VIII, 181, VIII, 191, Had. Nu: 2309
324
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 242
Resûlü(s.a.v.)’ne şiirle yaptıkları saldırılar artınca, Fahr-i Kâinât
Efendimiz Hassân b. Sâbit(r.a.)’e; “Yâ Hassân! Onları hicvet!
Şunu bilmelisin ki, sen Allah ve Resûlü için müşrikleri hicvettikçe,
Cebrâil seninle berâberdir. Onlara karşı senin sözlerin kılıçtan
daha tesirlidir.”327 diyerek onu taltif ve tebcîl ettiği gibi Hassân
b. Sâbit (r.a.) için Mescid’de husûsî bir minber koydurtmuş ve
Hassân’a tahsis ettiği minberde onun şiirlerini Sahâbe-i Kiramla
birlikte dinlemiştir.328
Bunun yanı sıra Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in zaman
zaman Arap şâirlerin bâzı beyitlerini ve arasında -şiir kastı
olmaksızın- bir kısım manzum ifâdelerinin bulunduğu Kütüb-i
Sitte dâhil pek çok sahîh kaynaklarda ifâde edilmekte329 ve başta
Muaz b. Cebel (r.a.) olmak üzere bâzı sâhabîlere uzun uzun şiir
okutup dinlediği de hadislerde nakledilmektedir. Peygamber
Efendimiz(s.a.v.)’in bâzı şâirlerin beyitlerini övdüğüne, bâzı
şiirleri teşvik ettiğine; Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz.
Ali (r.a.), Hz. Fâtıma (r.anha), Hz. Âişe(r.anha)’nin şiir
söylediğine ve bir çok İslâm büyüğünün dîvânları olduğuna göre,
bu konuda İslâm’ın hükmü açıktır ve tartışılacak bir yoruma
hâcet bırakmamaktadır. Yâni Kur’ân ve Sünnet penceresinden
bakıldığında İslâm’ın belirli şartları taşıyan şiir sanatına müspet
baktığı ve hatta teşvik ettiği; buna mukâbil helâl dâiresinden
uzaklaşan şiiri de yasakladığı ve haram kıldığı çok net bir
biçimde görülmektedir. Bu mevzûda şunu bir kere daha ifâde
etmemiz gerekir ki, İslâm; şiiri yasaklamamış, şiir söylenmesine
karşı çıkmamış, fakat şâirin ameline ve niyetine göre hüküm
vermiş, şiirde aranması gereken niteliklerle, şâirin uymak
mecbûriyetinde olduğu prensiplere dikkat çekmiş ve Müslüman
şâirde bulunması gereken husûsiyetleri de birçok âyet ve hadis ile
îzah etmiştir. Hülâsâ İslâmiyet, -yukarıda açıklamaya çalıştığımız
genel prensipler çerçevesinde- şiirin hangi ölçüleri şiâr edinmesi
ve şâirlerde de hangi özelliklerin bulunması gerektiğini
tartışmaya mahal bırakmayacak sarâhatte ve maddeler hâlinde
ortaya koymuştur.
327
Buhârî, Bedü’l-halk, 6, Megâzî, 30; Müslim, Feyzü’l-sahâbe, 153, 157
Buhârî, Edeb, 91; Ebû Dâvûd, Edeb, 95; Tirmîzî, Edeb, 70; İbrahim Cânan,
Kütüb-i Sitte, VIII, 185, Had. Nu: 2306, 2312; Hanbel, Müsned, III, 456460; TDV İslâm Ansiklopedisi,, XXXIX, 148
329
Tirmîzî, Edeb, 70; İbrahim Cânan, a.g.e., VIII, 202, Had. Nu: 2316
328
243 / Dr. Mehmet Güneş
Şâirlere bahşedilen en büyük ödülü Nebîler Nebîsi
vermiş, onların sırtına -daha sonraları “Hilâfet Sembolü” olarak
kabul edilen- o mübârek Hırka-i Saâdetlerini koymuş ve hiçbir
şeyle mukayese edilmeyecek bir rütbeyle Ka’b b. Züheyr(r.a.)’in
şahsında şuarâyı taltîf etmiştir.
“Lâle”ye müştak “Gül” sevdâsıyla yanıp-tutuşan, ‘Gül,
Aşkın Mihrâbıdır’ diyerek Muhabbetullah ufkuna koşan şâirler
de, şiirin ana gâyesini; “Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama
işi”330, “Mutlak Hakîkat’i usûllerin en ince ve en giriftiyle
arama sanatı”331 olarak görmüşler ve O’ndan gayri her şeyi
“kıyl ü kâl” saymışlardır.
***
Şiirin kaynağına doğru yapılan yolculuk, bizleri vahye
giden yolun başlangıcına ulaştırır. Çünkü şiir, inzâl yoluyla gelen
ilhâmla başlayan bir sanatkârlıktır. Rüyâyı sâdık denilen
“mübeşşirât”, “Nübüvvetin 46 cüzünden bir cüzdür.”332
Mâverâdan gelen ilhamlar ve öteleri menzil edinen hayâller de
sâlih rüyâların bir başka boyutudur... Bu mevzûda Sühreverdî;
“Kalbe gelen hayâller de nâzil olur” demektedir. Çünkü şiirin
kaynağı kalptir; kalp de, “Mukallibe’l-kulûb” (Kalpleri çeviren)
ve “Musarrife’l kulûb”333 (Kalpleri yönlendiren) olan
Allah(c.c.)’ın ikrâm ve ihsân eliyle, Mâverâ perdesini aralayan
bir pencereye ve ötelere açılan bir kapıya dönüşür.
Bu mânada şiir; “Hakîkat”i okuma ilminden bir cüzdür.
Bu açıdan şâir, maddedeki ihtişâmı farklı bir zâviyenden görür,
rûhuyla dinler, akl-ı selîm ile idrâk eder ve gönül gözüyle okur.
Yüce Rabb’imizin “Oku!”334 emr-i İlâhisindeki sır, Kâinât
Kitabı’nda sırlanmış olan evrensel ahenkteki şiirin ve şiiriyetin de
bu idrâk ile okunmasıdır. Bu îtibarla mü’min şâir; “insan”ı,
“Kâinât Kitabı”nı ve “Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân”ı şuûrlu bir nazar
ve şâirâne bir bakış açısıyla okuyan ve kendi istidadınca
okuduklarını şiirleştiren “bir büyük sanatkâr”dır.
330
Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Şiirde Gâye, 474
Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Şiirde Gâye, 476
332
İbrahim Cânan, Kütübü Sitte, IV, Had. Nu: 957,510
333
Müslim, Kader, 17
334
Alak, 96/1
331
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 244
Gönlünü Allah(c.c)’a bağlayanlar, şuûr altındaki
“evham”ların değil, Rahmânî bir iklimden yansıyan
“ilhâm”ların ışığında şiir yazarlar ve “Onlar, her vâdide
vehmedip şaşkın şaşkın dolaşanlar”335dan olmazlar. Çünkü şuûr,
ötelerden sâdır olup, şiiriyet kesbedecek duyguları “tefrik ve
temyiz” ile bilinç üstüne sevk eder; ilhamlarını kalb-i selîm ve
zevk-i selîm dâiresinden geçirir ve yeniden Mâverâ ufkuna taşır.
Duygu ve düşünceler de semâvî menzillerle tekrar irtibâta
geçerse; şâir rûhânileşme yolunda terakkî kaydederken, şiir de
Rahmânîleşme istikametinde ilerler. Bu îtibarla, vahyin süzülüp
geldiği Rahmânî iklimlerden beslenen, Mâverâ’nın nûrânî
esintilerinden feyz alarak seslenen ve “Mutlak Hakîkat”i
aramak, anlamak ve anlatmak için nazmı bir vâsıta olarak gören
îmanlı şâirler; vehbî olan ilham ve duyguyu, nâzil olan
muhayyileyle demler, Kâinât Kitabı’nın şiiriyetiyle ve irfânî
bilgiyle harmanlar, bunları şuûrlu bir inceleme ve terbiyeden
geçirir, yaşanmış bir hayatla birleştirir, ukbâya dönük olan ve
insanın rûhuna hitâp eden “Rahmânî” kaynaklardan beslenerek
“şiir” yazarlar.
Rahmânî şiir; insanın yüreğini yumuşatan ve gönül
tellerini aşka getiren bir iksirdir. Onları söyleten söyletir ve şâir,
şiire dil olur. Fakat şuûr, bilinçaltındaki Rahmânî olan ilhamdan
değil de, nefsânî olan evhamlardan beslenirse; duygu ve
düşünceleri “filtre ve terbiye” etmeden helâl dâiresinin dışındaki
arzuların eline terk ederse; şiir hevâ ve heveslerin esiri olup
süflîleşirken, şâirler de bâkî olanı bırakıp, fâni olana meyleder ve
“yapmadıklarını söyleyenler”336 kafilesine katılarak, şeytana
çıraklık yapmaya yönelirler. Nefsânî şiir, “süveydâ”yı
büyütürken kalpleri karartan, insanı nefs atına bindirirken gönlü
yaya bırakan mâsivâ menzilli bir fâsit dâiredir ve “vehimler
vâdisinde” lâf-ı güzaf ile uğraşanların meşgâlesidir. Yâni
“Hakîkat” şuûrundan mahrûm olan şâirler, şuûr altındaki
“evham”lardan beslendikleri için, mâsivâya yönelen nefsânî
duygularının yani egolarının esiri olurlar. Böyle olunca da fiziği
metafizikle tenvîr eden şiirlere imzâ atamazlar, “eşyânın
hakîkatine vâkıf olmak” için gerekli olan çabanın semâvî
boyutunu ıskaladıkları için beş duyunun ötesine geçemezler,
335
336
Şuarâ, 26/225
Şuarâ, 26/226
245 / Dr. Mehmet Güneş
hayâl ve ideâllerini Mâverâ’nın ışığında şuûrlandıramazlar.
Bunun tabii sonucu olarak da; duygu ve düşünceleriyle evrensel
âhenkten habersiz yaşarlar, ebedî âlemi göz ardı ederler, edebe
mugâyir davranırlar, fânî ve nefsî olana mahkûm olurlar. Böyle
olunca da, ya nefse tutsak oldukları için suflî şiirler yazarlar; ya
duymadan, hissetmeden, çile çekmeden, emek vermeden, bedel
ödemeden ve yaşamadan yazmaya kalktıkları için lâf-ı güzafla
oyalanırlar; ya da hilkâtin esrârından, hayâtın hakîkatinden âzâde
kaldıkları, aklın kabuğunu kıramadıkları için söz cambazlığına
soyunurlar, lâf-ı güzafla, mugâlatayla veya edâsı hoş olsa da,
muhtevâsı boş süslü sözlerle meşgûl olurlar.
Hâsılı, şiirin ortaya çıkmasının ilk şartı; zaman ve mekân
ötesinden gelen ilhâmların bir muammanın sırrıyla hemhâl olarak
şuûr ufkunda tulû etmesidir. İlhâm diye vasfedilen bu esrarlı
duygu, aslında Mâverâ ufuklarından gönül dünyamıza doğru esen
ve ne zaman zuhûr edeceği belli olmayan bir sabâ rüzgârıdır. Bu
sabâ rüzgârı; derûnî dünyanızın perdesini içten içe aralar,
yüreğinizde metafizik bir ürperti oluşturarak dâvetsiz bir misâfir
gibi kapınızı çalar, belki de hiç uygun olmayan bir anda “ilhâm”
olup birdenbire esmeye ve ansızın gönül tellerinizi titretmeye
başlar. Bu sabâ rüzgârı gönül tellerimizi titretince, şuûraltındaki
duygular uyanır ve şuûr plânında kıyâma durur. Şuûr üstüne
çıkan duygular, düşünce ve hayâl dünyasından geçip dile
dökülünce, büyülü sözcüklerin ışıltıları arz-ı endâm eder. Bütün
bunlardan dolayıdır ki, bir Fransız şâir; “İlk mısrâ
Tanrıdandır.”337 ifâdesini kullanmıştır.
***
Eskiler, “Cehd ve tahsil ile şâir olunmaz, ancak
istidâd-ı tabiî ile şiir söylenir.” demişlerdir. Çünkü şâirlik,
doğuştan gelen bir sanatkârlıktır. Her sanatın çalışmakla elde
edilen bir zanaatkârlık yönü olsa da, iyi bir şâir olabilmek için
rûhî bir meyil ve fıtrî bir istidat gerekir. Buna ilâve olarak şiiri
sevmeli, ciddîye almalı, emek vermeli, onu boş zamanlarını
dolduran bir meşgûliyet olarak görmemeli ve geniş bir edebî
kültüre sâhip olabilmek için gayret göstermelidir. Zîrâ şiir, çetin
bir dil işçiliği olduğu için dil üzerinde hâkimiyet kurulmalı,
“İlimsiz şiir, temelsiz duvar gibidir.” diyen Fuzûlî’ye kulak
verilmeli ve ilmî bakımdan belli bir seviye yakalanmalıdır. Yâni,
337
Paul Valery
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 246
şiirin bir sanat, bir de zanaat yönü mevcut olup, şiirin alt ucunda
zanaat, zirve noktasında ise sanat vardır. Kezâ, şâirliğin de bir
doğuştan verilen, bir de sonradan elde edilen yönü bulunmakta
olup, şâirlik “vehbî”, zanaatkârlık ise “kesbî”dir. Fakat hiçbir
vehbîlik, kesbîlikten ârî değildir.
Şiir yazmak için çalışmak, çabalamak, göz nûru ve gönül
teri dökmek gereklidir, ama yeterli değildir. Atalarımızın “Zorla
güzellik olmaz.” dedikleri gibi, şiir kendiliğinden gelmeli,
duygular gümrah bir ırmak gibi çağıldayıp akmalı, düşünceyle
renklendirilmeli, edebî sanatlarla tezyîn edilmeli ve hiçbir zaman
sun’i ifâdelere ve zorlamalara tevessül edilmemelidir. Zâten
zorlayarak güzel şiir yazılmaz, çünkü şiir zaten başlı başına bir
güzelliktir ve doğuştan bir kabiliyet gerektirir. Bidâyette de ifâde
ettiğimiz gibi şiir; öncelikle şâir fıtratlı insanların şuûraltındaki
sezgilerle harekete geçen, sırlı bir ilhâm neticesinde şuûraltındaki
duygu ve hayâl ikliminde goncaya duran sembollerle şekillenen,
kültür ve düşünce derinliğiyle mütenâsip olarak büyüyen, gönül
teri ve göz nûruyla tekemmül eden, üzerinde durmakla gelişen ve
uykusuz geceleri bölüşen bir dil işçiliğidir. Öyle zahmetli bir dil
işçiliğidir ki, âdeta kalemle kuyu kazmaya mümâsildir. Tonlarca
topraktan bir gram altın çıkartan madencilerin alınteri
dökmesindeki gayrete ek olarak şâirlerin; bir de gönül teri
dökmesi, duygularını yürek fırınında pişirmesi, şuûr plânında
düşünceyle mayalaması, ilim demliğinde demlemesi ve
kelimeleri hem bir kuyumcu titizliğiyle işlemesi, hem de en
yoğun duygu ve düşünce kesâfetine getirinceye kadar akıl
imbiğinde süzmesi gerekmektedir. Zâten yürek fırınında
pişmemiş, akıl imbiğinden geçmemiş, hayâl, imge, ilim ve
düşünceyle zenginleşmemiş ve zamanın sînesinde demlenmemiş
olan “şiir”, has şiirin sâhip olması gereken üstün özellikleri
mısrâlarına taşıyamaz.
Bir Alman atasözünde; “Şâir doğulur, hatip olunur.”
denilmekte ve bu teorem pek çok düşünür tarafından da
savunulmaktadır. Genel olarak şâirliğin fizyolojik bir yapı olarak
doğuştan geldiği, şâir doğanların şuûraltı sezgilerinin çok
kuvvetli olduğu ve ruhlarında şiire dâir belli bir meyil bulunduğu
kabul görmektedir. Pek çok edebiyatçı da, şâirlerin;
yüreklerindeki ilhâmı iç sezgileriyle idrâk ettikleri, duydukları
hissiyâtı alışılmışın dışında büyülü bir lisanla yorumladıkları,
hayâta, kâinâta, fizik ve metafizik dünyaya çok farklı
247 / Dr. Mehmet Güneş
perspektiflerden baktıkları, bütün bu özelliklerin ve edebî zevkin
de eğitim ve kültürle çok daha derinleştiği husûsunda
hemfikirdirler. Bu konuda şu husûsu da ifâde etmemiz gerekir ki,
doğuştan şâir fıtratına sâhip olmayanlar, ne kadar çalışırlarsa
çalışsınlar belki manzûme yazarlar, ama ses avcısı olamazlar ve
has şiire imzâ atamazlar. Şâir doğanlar ise, bu husûsiyetlerini
geliştirmek için gayret göstermezler, şiir kültürüyle hemhâl
olmazlar, gönül teriyle göz nurunu imtizaç ettiremezler ve
uykusuz gecelerini mısrâlara hasretmezlerse, belli bir aşamayı
geçemezler. Zîrâ “Şâirin, zekâsıyla değil, rûhuyla düşünmesi
gerektiği”338 ve bu kabiliyetin de fıtrî bir ihsân netîcesi kemâl
bulduğu üdebâ ve şuarânın müşterek kabulü ise de, zekânın; şiir
tekniğinin olgunlaşması ve billûrlaşması için bir lâzıme olduğu ve
“edebiyatın, doktorluk kadar husûsî bir etüde muhtaç”339
olduğunu / olması gerektiği de üdebâ ve şuarâ tarafından
vurgulanan tartışılmaz bir hakîkattir.
Şiiri ciddiye alan ve belli bir alt yapı gerektirdiğine
inanan her şâir; şiirin ilmî ve zihnî arşivini kâmil bir biçimde
oluşturmak için, İslâmiyet öncesi Türk Edebiyatı’ndan modern
Türk şiirine, dünya klâsiklerinden Batı ve Doğu şiirine kadar pek
çok eserle musâfaha etmeli, genç şâirler şiiri tanımak ve
inceliklerine vâkıf olabilmek için uzun bir okuma sürecinden
geçmeli ve temâyüz etmiş büyük şâirlerin şiirlerini -hangi
düşüncede olduğunu bir kenara bırakarak- bol bol okumalıdır.
Şâirler; şiirin aceleye gelecek bir sanat dalı olmadığını çok iyi
bilmeli, şiirin kelimelerin süzülmüş hâli olduğunu müdrik olmalı,
kelimeleri yerli yerinde kullanabilmek için sabır ikliminde karar
kılmalı, en güzel ifâdeyi buluncaya dek sebât etmeli, şiirini tekrar
tekrar okuyarak dile ve kulağa dokunan eksiklik ve fazlalıkları
düzeltmeli, en âhenkli ritmi, söz ve ses uyumunu yakalayabilmek
için mutlaka şiiri demlenmeye bırakmalıdır. Bu konuda, Yahya
Kemal Beyatlı’nın “Rindlerin Ölümü” adlı şiirindeki “Ve serin
serviler altında kalan kabrinde” mısrâındaki “serin serviler”
ifâdesini yakalayabilmek için uzun yıllar beklediğini aslâ hatırdan
çıkarmamalı, şiirin hamlığını atması için beklenmeli, her şiir
olgunlaşıncaya kadar zamanın sînesine serilmeli ve
demlendirilmelidir.
338
339
Peyâmi Safa, Objektif-2 Sanat-Edebiyat-Tenkit, 255
Peyâmi Safa, a.g.e., 251
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 248
Yine her şâir, geleneğin zengin kaynaklarından
beslenerek ufkunu genişletmeli; hayâl dünyasını zenginleştirmeli;
usta işi söyleyişlere muttalî olmalı ve bütün bunları akıl ve ruh
teknesinde yoğurup, klâsik olana modern renk, ses ve çizgiler
ilâve ederek kendine has yeni bir üslûba sâhip olmak için şiirin
derinliklerine doğru yol almalıdır. Çünkü şiirde de gelenekten
beslenmeden gelecekte vârolmak aslâ mümkün değildir. Zîrâ her
güçlü şâir; kendinden sonraki pek çok şâirin üslûbunun
şekillenmesinde, ufuk çizgisinin genişlemesinde, hayâl
dünyasının zenginleşmesinde, ifâde gücünün artmasında, düşünce
koordinatlarının tebellür etmesinde, ilham ve feyz kaynaklarının
oluşmasında çok önemli etkiler yapmıştır / yapmaktadır. Bu
îtibarla her şâirin; hem Halk, hem Tekke, hem de Dîvân
Edebiyatı’ndan haberdâr olması, bu revnaklı edebî iklimin eşsiz
güzelliklerinde “ruh kökünü” bulması ve aşkın estetik letâfetiyle
hemhâl olarak şiirin şuûruna ermesi gerekir. Hiç şüphesiz bu
şuûru oluşturacak en gümrah kaynaklardan birisi de kadim
medeniyetimizin inşâ ettiği Dîvân şiiridir. Herkesi kendisine
hayran bırakan Dîvan şiirindeki edebî sanatlar karşısında, bütün
edipler takdir duygularını ifâdeden âciz kalmış, edebiyat dünyası
da bu müstesnâ ihtişam karşısında ihtirâm göstermiş ve selâm
durmuştur. Bu îtibarla şuarânın Divân şiirini çok iyi bilmesi ve
mazmunlarına muttalî olması gerekir. Dîvan şiirine muttalî olmak
demek; hayâl dünyasını hudutsuzluğun son sınırına taşımakla, beş
duyumuzla varlığı hissedilemeyen mücerret duyguların esrarlı
iklimini soluklamakla; aşktan aşkınlığa, düşten düşünceye,
eserden müessire ulaşma menzîlinde yol almakla; metafizik
kavramların, hikmetli mecazların ve efsunkâr söz sanatlarının
künhüne vâkıf olmakla, bunların “edebî ve ebedî şifresini /
sırrını” çözmekle, düşünce ağırlıklı, tasavvuf eksenli sözün
mistik enerjisinin yüreğine doğru yürümekle ve gönül dilini
dosdoğru tercüme etmekle de eş anlamlıdır.
Güçlü bir şiir sesine ve mânâ nefesine sâhip olabilmek,
hüzne ve lirizme kapılar açıp köprüler kurabilmek, “melâl”i
anlayacak hissiyâta ve idrâke ulaşabilmek için, bir şâir şiirini
mutlakâ gelenek üzerine inşâ etmelidir. Eğer kadim şiirimiz,
modern şiir ırmağının dip derinliğinde alttan alta akarsa, Türk
şiiri; gümrah bir kaynağa, çok eski bir geleneğe, binlerce yıl
öteden işitilen hikmetli bir nefese ve aks-i sadâ veren güçlü bir
sese sahip olduğunun farkına varacak, Batı Medeniyeti’nin
dümen suyunda gitmeyecek ve kendi değerleri üzerinde şiirini
249 / Dr. Mehmet Güneş
yükseltecektir. Bir mütefekkirimiz; “Batı aklı hiçbir zaman şiiri
fethedememiştir…” “Doğu bütün vahiylerin kaynağı…
Peygamberler
Asya’nın
Çocuğu…
Yorumcular
Avrupa'nın…”340 diyerek şiirin Doğu’ya âit olduğunu söylemiş
ve pek çok eserinde Batı adına birkaç istisnâdan
bahsedilebileceğini, ancak Doğu’nun bir çınarlar ormanı veya bir
gülistan olduğunu vurgulamıştır.
Bütün bunları dile getirikten sonra “Et tekrâru ahsen,
velev kâne yüzseksen” (Yüzseksen kere olsa bile , güzel
şeylerin tekrarı faydalıdır.) hükmünce bir kere daha ifâde
etmemiz gerekir ki;
Şiir; geleneği en eski olan ve geleneğin mîrasına en fazla
ihtiyaç duyulan bir sanat dalıdır. Bu îtibarla şiir ikliminde
dolaşanların bir ayağı mutlaka -Mevlânâ’nın pergeli gibigelenekte olmalıdır. Gelenek, geleceğin inşâ edildiği temel
değerler manzûmesidir. Gelenekten haberdar olmayanların,
kendilerini geliştirmeleri ve gelecekte ayakta kalmaları mümkün
değildir; zîrâ gelenek, dünden çok yarın demektir. Çünkü kadim
şiir geleneğini bilmeden, Dîvân Şiiri'ne muttalî olmadan, Halk
Şiiri'nin klâsikleşmiş ozanlarını okumadan, Tekke Edebiyatı'ndan
ilhâm almadan, içinde yaşadığımız toplumun kültür değerleriyle
harmanlanmadan, kelimeler üzerinde hâkimiyet kurmadan, yeni
söz terkipleri oluşturmadan ve millîliğin zirvesine çıkıp evrensel
ufuklara bakmadan mâni söylenebilir, manzûme yazılabilir ve şiir
dağının eteklerinde sessizce dolaşılır, ama yarınlarda unutulup
gidilir. Zîrâ “Bir şiir, ancak kendinden önce yazılmış şiirler
bağlamında -yarınlarda- var olabilir.” Ve gelenekten koparak
şiir ufuklarının zirvesinde dolaşmak mümkün olmadığı gibi,
kadim kültürümüzden gelen edebî müktesebata sâhip çıkmadan,
ondaki güzelliklerden ilhâm alarak sanat anlayışımıza ışık
tutmadan edebiyatımıza bir şeyler katmak da gayri kabildir. Zîrâ
şurası muhakkaktır ki, Ahmet Yesevîmiz olmasaydı Yunus
Emremiz olmazdı; Yunus olmasaydı Fuzûlîmiz, Fuzûlî olmasaydı
Şeyh Gâlibimiz, Şeyh Gâlib olmasaydı Mehmet Âkifimiz, Necip
Fâzılımız, Ârif Nihat Asyamız; Âkif, Necip Fâzıl, Ârif Nihat
olmasaydı; Sezâî Karakoç, Niyâzi Yıldırım Gençosmanoğlu,
Yavuz Bülent Bâkiler, Dilâver Cebeci, Nurullah Genç, Bahaettin
Karakoç, Abdurrahim Karakoç, Ali Akbaş… olmazdı.
340
Cemil Meriç
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 250
Her şâirin başka bir şâire, özellikle de kendinden önceki
şâirlere en azından bir vefâ borcu vardır. Fakat burada önemli
olan; eski şuarânın birikimlerinden faydalanıp, şiirlerinden
esinlenirken, onların gölgesinde kalmamak, taklide düşmemek,
onlardan aldığı ilhâmı yeni renk ve seslere tezyîn edip yeni bir
tarz oluşturarak kendi şiir ağını sabırla örebilmektir. Bunu temîn
etmek için gelenek bizim ana eksenimiz olmalı, ama biz bu
yörünge etrafında kendi şiir kozamızı kendimiz örmeli,
eksenimizi kendimiz çizmeli; kendi rengimizi, kendi sesimizi,
kendi üslûbumuzu kendimiz oluşturmalıyız. Şâir; taklide
düşmeden gelenekten beslenmeli, kendini yenilemeli, geleneği
yeni ifâdelerle geleceğe taşımalı, fakat değişim adına da aslâ
redd-i miras çıkmazına girmemelidir. Şâir; kimseye benzeme
sevdâsında olmamalı, kendisi olmalı, üslup geliştirme gayreti
içinde kalarak şiirin derinliklerine doğru yol almalıdır.
Aslolan; geleneği reddetmek, gelenekte vârolanla modern
olanı çatıştırmak değil, tam aksine geçmişin muhteşem birikimine
tevârüs etmek, ondan istifâde edip “yeni sözler söylemek” için
geleneğin zengin mîrasıyla hayâl dünyamızı zenginleştirmek,
geçmişin birikimleriyle günümüzün değerlerini uzlaştırmak,
mâzi-hâl-istikbâl eksenli terkipleri ruh dünyamızda yoğurup
yeniden inşâ etmektir.
Aslolan; her şâirin ilk dönemlerdeki şiirlerinde, pek çok
şâirin parmak izinin bulunmasına mukabil, zaman içinde
kendisine âit olmayan izlerinin silinmesi, nev’i şahsına münhasır
bir tarz ve üslup sahibi olması ve şiirinde sâdece kendi parmak
izinin kalmasıdır.
Aslolan; bizim rengimizi yansıtan, bizim ses ve söz
bayrağımızı dalgalandıran ve evrensel değerlere atıf yapıp, katkı
sağlayan modern bir söyleyiş tarzıyla yepyeni eserler vermektir.
Aslolan; sosyal hâdiselerde olduğu gibi şiirde de; “bekâ
içindeki
yenilenme,
yenilenme
içinde
bekâ”yı341
gerçekleştirebilmek ve geleneği yarınlarda vârolacak sağlıklı bir
yapıya kavuşturabilmek, yani “devam ederek değişmek,
değişerek devam etmek,”342 ya da fakirin nitelemesiyle ‘aynı
341
342
Elmalılı Hamdi Yazır
Ahmet Hamdi Tanpınar
251 / Dr. Mehmet Güneş
kalarak gelişmek, gelişerek aynı kalmak’ esastır.
Aslolan; şiirin kendini yenilemesi, “Kök bilgi”den yola
çıkıp “Gök Bilgi”yi yakalaması, modern dönemdeki anlayış ve
imkânlardan yaralanarak geleneğin bir adım daha ileriye
götürülmesi ve taklit olmayan telif eserler verilmesidir.
Zâten şiir; meyvelerinin şekli, râyihası ve albenisiyle
öncekilerden farklı olması beklenen, moda tâbirle söyleyecek
olursak “özgün olması” gereken bir edebiyat ağacıdır. Böyle
olunca da, “Gökkubbe altında söylenmemiş söz yoktur.”
hükmünün ötesine geçebilmek, ya da “gökkubbede bir hoş
sadâ” bırakabilmek ve yarınlara kalabilmek için; şiir dili, ifâde
biçimi, kelime seçimi, konu ve üslup özellikleri bakımından lîsânı
şahsîleştirmenin yanında, imge, âhenk ve müzikalite açısından da
farklı olmak, mânâ ve şekil yönüyle de fark edilir güzellikte
olmak gereklidir.
Şâir, herkesin yaptığı benzetmelerin, terkiplerin,
tasvirlerin ve söz sanatının ötesinde bir anlatım dilinin
güzelliklerini yakaladığı; kendine has bir söyleyiş ve üslûba sâhip
olduğu; dile hükümranlığını kullandığı kelimelerdeki iç ahengi
ses aliterasyonlarıyla resmederek ortaya koyduğu; herkesin
kullandığı yivi-seti kalmamış belli ve yarım kafiyelere iltifat
etmeyip, yeni ve zengin kafiye örgüsüyle şiirine irtifa
kazandırdığı; kendisini tekrar etmeyip, yeni ufuklara yelken
açabildiği nispette şiir kumaşının kalitesini tebellür ettirir.
Şiirde yeni arayışların revaç bulması ve yeni ifâdelerin
yakalanmaya çalışılması belki yenilenmeye duyulan ihtiyaçtan,
alışılagelmiş terkipler ve orijinalitesi kalmamış ifâdelerden
kaçınmaktan veya tekrara düşme endişesini izâle etme gibi bir
hassâsiyetten kaynaklanıyor olsa da; “yeniyle-güzel”, “eskiyleçirkin” genellikle müteradif değildir ve yeni olan her şey de aslâ
her hâlükârda güzel mânâsına gelmemelidir, umûmiyetle de
gelmemektedir. Bu sebeple şâirler; “Eski Şiirin Rüzgârıyla”
yürekleri titretmeli, tasavvufî neşve ile gönülleri aşka getirmeli,
eskiyle yeni arasında bir kültür köprüsü kurarak “eskimeyen
yeni”yi günümüze taşımalı ve şiire aynı kökten beslenen yeni bir
kelâmî güzellik aşılamalıdır.
Mâdem ki, “Gökkkubbe altında söylenmemiş söz
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 252
yoktur.”; o hâlde yapılması gereken; söylenen sözleri daha farklı
renk, biçim, üslûp, tasvir, imge ve ifâdelerle yeniden söylemek ve
“pörsümez yeni”nin rûhundan ilhâm alarak yepyeni eserler
ortaya koymaktır. Zîrâ yarınlara kalabilmek ve asırlar boyu
dillerde yaşayan şâirler kervanına katılabilmek; orijinal bir şiir
diline sâhip olmayı, nev’i şahsına münhasır bir üslûp oluşturmayı,
şiir adına yeni şeyler ortaya koymayı ve telif eserlere imzâ atmayı
gerekli kılmaktadır. Söylenmiş olan şiirleri; aynı üslup, imge,
tasvir ve ifâdelerle bir kere daha terennüm eden, hep aynı çizgide
giden, aynı temaları işleyen, yeni arayışlar içinde kendini
yenilemeyen şâirler tekrara düşerler ve unutulup giderler. Bu
sebeple genç şâirler kimseye benzeme sevdâsı içinde olmamalı,
kendisine has bir şiir dili geliştirme gayretini gütmeli, yeni bir
tarz ve üslup ile şiirin derinliklerine doğru yol alınmalıdır. Ve bu
konuda Hz. Mevlânâ’nın;
“Düne âit ne varsa dünde kaldı cancağızım,
Artık aşka dâir yeni sözler söylemek lâzım...”
vecîz beyitini de aslâ unutmamalıdır.
Ve unutmamak gerekir ki, yarınlara kalan nazım şiir,
öldükten sonra yaşayan ozan da şâirdir.
Şiir yazmaya çalışanlar bütün bunları bilerek yola
çıkmalı; bu işin zor, çileli ve çok uzun bir yol olduğunu bilmeli;
şiirin bir teorisi, bir felsefesi ve bir geleneği bulunduğuna muttalî
olmalıdır. Şâirliğe tâlip olanlar; şiirin bir hobi değil, mesâî
sarfetmek gerektiren önemli bir iş ve “kuma kabul etmeyen”
çok ciddî bir uğraş olduğunu idrâk etmeli, yazdığı pek çok
manzûmenin şiir olmadığının farkına vararak onları yırtıp atmalı
ve şiir vâdisinin sarp yamaçlarına çıkan bu dik yolu -bütün bu
söylenenleri iyice düşünerek- yeni baştan tutmalıdır.
Şiir; uykusuz gecelere ve gönüllü bir çileye tâlip
olmaktır. Zîrâ şiir; herkese “silah zoruyla yaptırılan bir iş”,
şâirlik de “askerlik ya da ilköğretim eğitimi gibi” bu ülkedeki
bütün insanların îfâ etmekle mükellef olduğu bir “mecbûrî
hizmet” değildir. Şiir; sanatkâr ruhlu insanların bitmez bir
meşâkkate tâlip olduğunu bilerek, “İlimsiz şiir, temeli olmayan
253 / Dr. Mehmet Güneş
duvar gibidir”343 hakîkatinin idrâkinde olarak ve kendisini bu
önemli tespitin asgarî gereklerine âmâde kılarak yapılması
gereken zahmetli bir dil işçiliğidir.
Bir şâir ne kadar büyük bir fıtrî istidâda sâhip olursa
olsun; şiire yeterli zamanı ayırmadıkça; doğuştan gelen bu
kâbiliyete ilâveten, şiirini olgunlaştırmak için içindeki ateşi
alevlendirmedikçe; kültür müktesebâtını ve düşünce ufkunu
genişletmedikçe; bakış açısını beşerî sınırların ötesine taşıyarak
metafizik âlemin kapılarını aralamadıkça ve millî pencereden
evrensel değerleri yorumlamadıkça kolay kolay “gökkubbede
bir hoş sadâ” bırakamayacak, şiirleriyle yaşayamayacak ve
yarınlarda vârolamayacaktır. Çünkü şâir fıtratıyla doğanların da,
sabırla şiir kozasını örecekleri, kültürleriyle mütenâsip şiirler
yazacakları, hayâl dünyasının ve düşünce ufkunun genişliği
nispetinde eserler ortaya koyacakları ve millîliğin zirvesine
çıkarak evrensel ufuklara ulaşacakları inkâr edilmez bir gerçektir.
Zîrâ bir şâir ne kadar duygulu ve yetenekli olursa olsun,
düşünce dünyasını yeni eserlerle genişletmedikçe, yeni
mazmunlar oluşturarak dilin suskun duran kelimelerini aktif hâle
getirmedikçe, kültür dağarcını zenginleştirmedikçe; o kişinin
düşünce dünyası gibi duygu iklimi de çoraklaşır, sıradanlaşır,
sığlaşır ve beş duyuyla sınırlı kalan ilhâm kaynakları kurumaya,
yüreğindeki heyecanlı titreşimler azalmaya, rûhundaki renkler
soluklaşmaya yüz tutar ve soluğu şiire yetersiz gelmeye başlar.
Öyle ki; düşünceden güç almadan, sâdece duyguyla yürüyen şâir,
bir ayağını kaybetmiş insanlar gibi bu vâdide çok zor yürür ve
şiirin dik yamaçlarına ulaşmak şöyle dursun, daha yolun başında
tökezleyip kalır, ya da düşüp kalkarak enlemesine yol almaya
çalışır.
Zâten doğuştan gelen istidadın yanında, göz nûru, gönül
teri ve şiir kültürü olmadan gelecek nesillere güzel eserler
bırakılabilmenin zorluğunu kabul etmeyenlere, şâirliğin estetik
cerrahlık kadar güç bir iş olduğunu anlatmak da imkânsızdır.
***
Her sanat dalının kendine mahsus bir ana maddesi, bir
343
Fuzûlî
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 254
hammaddesi ve bir de vazgeçilmez temel malzemesi vardır.
Şiirin; ana maddesi dil, ham maddesi duygu ve hayâl,
vazgeçilmez temel malzemesi ise kelimelerdir. Bu îtibarla şiir;
bir kuyumcu titizliği ve ustalığıyla dili biçimlendirmek,
duygularını, hayâllerini ve düşüncelerini ifâde eden kelimelere
rengârenk ziynetler takarak şekillendirmek, sözcükleri sözlük
anlamlarının ötesine taşımak ve efsunkâr bir kelâm
mühendisliğiyle -dil işçiliğinin bütün inceliklerine muttalî olarakkelimelerden ihtişamlı söz sarayları inşâ etmektir.
Söz sanatlarının şâhı diye bilinen şiirin kendine has olan,
yazı ve konuşma dilinin fevkinde yer alan ve “şiir dili” diye de
tesmiye olunan özel bir lisânı vardır. Bu dil, gündelik lîsandan
çok farklı özellikler arzeden; içinde söz sanatları, imge, sembol,
mecaz ve mazmûnlar ihtivâ eden; kelimelerdeki diziliş, mânâdaki
ulviyet, seslerdeki âhenk ve mûsikîyle insanları alıp çok başka
âlemlere götüren efsunkâr bir dildir. Bu dil, her gün
kullandığımız nesir dilindeki dilbilgisi kurallarına bağlı olmadığı
gibi; şiir dilindeki sözcüklerin, sözlük anlamlarıyla da muhtevâ
bakımından değil, şeklî olarak alâkası bulunduğu erbâbınca
mâlumdur. Zîrâ, şiir dilinde kullanılan kelimelerin çoğu zaman
bilinen lügat anlamlarının çok ötesinde mânâlar ihtivâ ettiği ve
çok farklı çağrışımlara yelken açtığı âşikâr bir hakîkattir. Çünkü
şiir dili; edebiyatın en görkemli sanatı, en esrarlı sarayı, en geniş
tefekkürü, en hisli tahayyülü, en mânidâr tasarrufu ve en
muhteşem sırrı olan bir “üst dil”dir. Gerçekten de bir “üst dil”
olan şiirle, dil; sanki yeniden inşâ edilmekte, yeni ifâdelerle ihyâ
olup zenginleşmekte, kenarda köşede kalan ve ölüme hazırlanan
unutulmuş tâbirler ve kelimeler canlanmakta, sıradan sözlerden
olağanüstü terkipler îmâl edilmektedir. Yâni şiirle lisan işlenip
ziynetlenmekte; kelimeler, yeni imgelerle tekâmül edip
yenilenmekte; sesler, nazmın kollarında kanatlanıp müessiriyet
kazanmakta ve laf, lâf-ı güzâf olmaktan çıkıp söz hâline gelerek
güzelleşmektedir. Zîrâ; “Şiir sıradan bir dil değildir. Şiir, düz
yazıya çevrilemeyen dildir.”344
Şurası tartışılmaz bir gerçektir ki, şiir dili; yüksek bir
ifâdeye, yoğun bir hissiyâta, sembolik bir anlatıma ve şahsî bir
üslûba sâhip olmayı gerektiren çok özel bir lisândır. Bu dil;
lisânın kendi bulunduğu seviyenin bir üst yörüngesinde seyr ü
344
Ahmet Hâşim
255 / Dr. Mehmet Güneş
sefer eden bir “büyülü dil”dir. Böyle bir yörüngeye yükselen şiir
dilindeki kelimeler yepyeni enerjiler kazanırlar, bir anlamada şarj
olup yenilenirler, stilize edilerek daha sembolik ifâdelere
bürünürler, sıradan kelimeler sıra dışı terkipler oluştururlar ve
kristâl kâseler gibi rengârenk ışıltılar içinde arz-ı endâm ederler.
Çünkü şiir dili, lisânın; derinlik, estetik, lirizm, müzikâl ritim,
sonsuz bir hayâl ufku, madde ötesi bir mânâ ve yüksek bir telkin
gücü kazanmasıdır. Bir başka ifâdeyle söyleyecek olursak; şiir
dili, dilin kendi kendini aşmasıdır.
Şiir dili, eskilerin “sehl-i mümtenî” dedikleri basit gibi
görünen, fakat çok güçlü bir şiir nefesini gerektiren billûr
duruluğundaki yalın güzellikleri yakalayıp ifâde edebilmektir.
Çünkü şiir dili, olağanüstü anlatımıyla katrede ummanlar
dalgalandıran ve “alışılmışın bardağını taşıran son
damladır.”345
Şiir dilinde aslolan, kelimeleri günlük anlamlarının
ötesindeki anlamlarında kullanabilmek, kelime terkiplerinden
yola çıkarak yeni çağrışımlar yakalayabilmektir. Şiir dili;
kelimelere hayâl kanatları takarak ya da onları yeni bir mânâ
iklimine taşıyarak oluşturulan imgeleri birbirine uyumlu bir
şekilde bağlamak ve bütün bunları bir nizâm, bir âhenk ve bir iç
mûsikî eşliğinde inşâ etmektir. Bu îtibarla “şiir dili”; kelimeleri
lügatin dar kalıplarından kurtarır, sözcüklere derin bir nefes
aldırır, onu daha derûnî mânâlarla anlamlandırır ve metafizik bir
ürpertiyle kanatlandırarak hayâl ufuklarının ötelerine doğru
şehbâl açtırır. Yâni şiir dili; kelimelerin değerini yükseltir, onları
kömürün elmas hâline gelmesindeki hikmet gibi kıymetlendirir
ve kelâma büyülü bir anlatım gücü kazandırır.
Şiir dili, kendine has bir iç mûsikîsi; gümrah ırmaklar
gibi çağlayan ritmi; okuyucunun duygularını kanatlandıran, gönül
dünyasını kuşatan ve rûhuna ayna tutan esrarlı anlatım şekli;
birbiriyle son derece uyumlu harf, hece, söz, mânâ ve imgeler
arasındaki ses akışının ve armonisinin oluşturduğu bir iç âhengi
olan ve süzülmüş kelimelerden oluşan damıtılmış bir lisândır.
Yâni şiirdeki âhengi sağlayan ses ve ritim unsurları sâdece kafiye
ve vezinden ibâret değildir. Şiirdeki âhenk; uyak ve ölçüyle
sağlanabildiği gibi, bunların dışında harf, hece ve söz
345
Sedat Umran
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 256
tekrarlarıyla, imge ve anlam uyumlarıyla, aliterasyon ve asonans
armonisiyle de, yâni şiirin kendine mahsus ses akışı ve
müzikalitesiyle de iç ritim temîn edilebilir ve çok güzel bir
derûnî âhenk yakalanabilir.
Bu mevzûda şu husûsu bir kere daha vurgulamamız
gerekir ki, günlük lisânda kullanılan kelimelerle, şiir dilindeki
sözcükler aynı harflerden oluşsa da, şiir dili için önemli olan
kelimenin harf kemiyeti ya da lügat keyfiyeti değil; şâirin güçlü
soluğuyla kelimelere yüklediği mânânın kıymeti, sözcüklerin
yeni terkipler içine girerek oluşturduğu kavramın ehemmiyeti,
hayâl ufkuna hitâp eden kelimelerin şekillendirdiği sembollerdeki
anlamın hikmeti ve dizeleri oluşturan kelimeler arasındaki ses
ritminin mükemmeliyetidir.
Bir şiirde teknik hatâ bulunmamasına, anlatımın kusursuz
olmasına rağmen eğer şâir kendine has bir “şiir dili”ne sâhip
değilse, o şiirin estetik yönü ve edebî kıymeti zayıf demektir.
Çünkü has şiir; ölçü ve kafiyenin ötesinde ve üstünde bir iç
mûsikî yakaladığı için, şiir dilindeki kelimelerin ayakları âdeta
yerden kesilir ve duygu seline kapılan sözler mısrâların içinde
belli bir âhenk ve anlatım gücüyle raksetmeye başlar. Böyle bir
şiir diliyle karşılaşan her okuyucu; bir şehrâyin seyreder gibi
hayâl ufuklarına doğru ilerler ve sanki bir masal dünyasının
esrarlı tedâîleriyle hemhâl olmaya başlar…
Zâten gerçek bir şiirin ortaya çıkması için; dil ve anlam
estetiği içinde kelimelerin sözlük anlamlarını aşması şarttır.
Şâirlik de; edebî dil, duyguların sınırsızlığını ihâta edecek
niteliklere sâhip olduktan; şiir dili, gönül diline hâkimiyet
kurduktan ve üslûbu kişiselleştirdikten sonra başlamaktadır. Bu
sebeple kelimelere güçlü bir enerji kazandırarak onları bir üst
yörüngeye taşıyan şiir dili; sayfalar dolusu nesirle anlatılabilecek
ya da ne yazılırsa yazılsın tam olarak ifâde edilemeyecek bir
mevzûu, az sözle, anlam güzelliğiyle, çok çarpıcı birkaç
kelimeyle ve bir-iki dizeyle anlatan lisândır. Bu konuda Koca
Râgıp Paşa; “Eğer maksûd eserse, mısrâ-ı berceste kâfidir”
demektedir.
Şiir dili; az, ama efsunkâr sözlerle çok şeyi ifâde eden,
kelâma farklı anlamlar yükleyen, dili tasarruflu kullanan ve sınırlı
kelimelerle sınırsız duyguları anlatabilen bir dildir. Bir başka
257 / Dr. Mehmet Güneş
ifâdeyle söyleyecek olursak, şiir dili, “yeni bir lisân” değil,
şâirlere mahsûs bir “üst dil”dir. Bu konuda bir şâir; “Şiir, sırf
yeni bir dil olsaydı; onu en iyi kullananların, yâni
gramercilerin ve dil bilginlerinin en büyük şâirler olması
gerekirdi.”346 demiş, bir başka şâir ise “Şiir, dil değil,
sözdür.”347 ifâdesini kullanmıştır.
Şiir dilini, konuşma dilinden ayıran ve ona yeni ufuklar
açan en önemli unsurlardan birisi de şiirde kullanılan
“imge”lerdir. İmge; herkesin bildiği basit bir kelimeyi alıp
günlük anlamlarının ötesindeki mânâlarla buluşturan, onu hayâl
ufuklarında dolaştırıp yeni bir kimliğe kavuşturan, bu kelimeye
büyülü kanatlar takarak yeni menzillere ulaştıran ve kelimeler
arasında yüksek enerjili bir câzibe merkezi oluşturarak onu
manyetik bir alana dönüştüren, sözcüklere esrarlı bir ruh
üfleyerek şiire derûnî bir derinlik veren sembol, terkip, mecaz ve
simgelerin diğer adıdır.
Şâirler aslında yeni imgeler icât eden söz mûcitleridir.
Öyle ki, bu efsûnkâr îcatlar sâyesinde şekillenen şiir diliyle;
rûhumuzun sınırlarının genişlediğini, iç âlemimizin büyülü bir
iklimin engin sâhillerine doğru ilerlediğini, anlam ve kavram
haritalarımızın yeni çağrışımlarla ziynetlendiğini, zihnimizin tâze
hayâllerle süslendiğini ve gönül dünyamızın zarif ışıltılar içinde
renklendiğini hissederiz. Zâten yarınlarda yaşayacak olan şâirler;
kendine has bir üslûp ve “şiir dili”ne sâhip olan, bunun tabiî
sonucu olarak da orijinal imgeler kullanan, bu imgeleri belli bir
âhenk ve ritim bütünlüğü içinde birbirine bağlayan ve dizeler
arasında estetik bir uyum sağlayan ozanlardır.
Bu mevzûda şunu da özellikle ifâde etmemiz gerekir ki,
imge tamâmen
bilinmeze yapılan bir yolculuk, ya da
müphemiyetin sınırlarının çok ötesine giderek mânâsız ifâdeler
kullanmak veya anlamsız garâbetler içinde boğulma demek aslâ
değildir. Şiirdeki her imge bir duygu ve düşünceye karşılık
gelmeli, fakat duygu ve düşünceyle imge arasındaki mesâfe de
çok iyi ayarlanmalı, bu mesâfe ne çok uzak, ne de çok kısa
olmalıdır. Okuyucu bu mesâfeyi kat etmek için çaba sarfetmeli,
fakat şâir de zaman zaman hedefi gösteren ifâde îmâlarıyla
346
347
Sedat Umran
Hilmi Yavuz
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 258
kârînin elinden tutmalıdır. “Şiirdeki imge; yemekteki tuz gibi,
ne fazla ne eksik, yâni kararında olmalı; lüzûmundan fazla
kullanılarak şiir sembollere, imgelere boğulmamalı ve her şey
ölçüsünde olmalıdır.”348 Yâni şâir ne anlama geldiği belli
olmayan uçuk îmgelerle ya da çok fazla imgelere boğulmuş
mısralarla anlamsızlığın anaforunda okuyucuyu yormamalı, fakat
imgelere ulaşma yolunda ipuçlarını da “ârife târif gerekmez”
kâbilinden dizelerinde dile getirmeli ve gerektiği ölçüde âşikâr
ederek muhatabını yönlendirmelidir. Bu sebeple şiir dilini
kullanan şâirin, kendi lisânının bütün incelik, hüner ve
husûsiyetlerine bilfiil tasarruf etmesi, nüanslarını bilmesi,
kelimelere günlük anlamlarının çok ötesinde mânâlar yüklemesi,
imgelerle hayâl ufkunu genişletmesi ve dile yüksek bir
vukûfiyetle hâkimiyet kurması gereklidir. Zâten şâirliğin önemli
bir şartı da; şiirin rûhunu kelimelerle beslemeyi, kelimelerin
rûhundan şiire yansıyan ışığı çeşitli sanatlarla süslemeyi ve
dizeleri farklı anlamlara yaslamayı gerektirmektedir. Bu da nev’i
şahsına münhasır bir şahsiyeti, vasatın üstünde fıtrî bir kabiliyeti,
rûhî bir hassâsiyeti, lisâna hâkimiyeti, geniş bir edebî kültüre
ilâveten gönül teriyle göz nûrunu imtizaç ettirmek gibi yorucu bir
mesûliyeti, uykusuz geceleri bölüşmeyi gerektiren fedâkârâne bir
meşgûliyeti, dil işçiliği gibi hitâmı olmayan zor bir mükellefiyeti
ve ayrıca saydıklarımıza ilâve edilmesi gereken say/a/madığımız
pek çok husûsiyeti mecbûrî kılmaktadır.
Yalnız şunu da unutmamak gerekir ki, şiir dili, dili
deforme etmek değil, yeni kavramlar ve imgeler eşliğinde lisânı
reforme etmektir. Şiir dili, -son dönemlerde çok sık karşılaşıldığı
gibi- farklı şeyler söylemek adına anlamsızlığın girdâbında
gezinmek, müphem ifâdeler kullanacağım diye anlaşılmaz ve
mânâsız kelimelerden örülü dizeler yazmak ve sıra dışı olsun diye
ipe-sapa gelmez terkipler yapmak aslâ değildir. Ama günümüzde
moda olan ve ‘modern müteşâir’lerin çokça tercih ettiği yol
ise; dolaylı ve sanatlı ifâdeler kullanmak adına, anlamlı hiçbir şey
söylememeye yönelmek gibi abesle iştigâldir. Bu modern
müteşâirler; anlaşılır olmamakla veya absürt olmakla şiir
yazılabilir zehâbına kapılmakta, şiir ne kadar anlamsızlaşırsa o
kadar
çok
güzelleşir
anlayışına
çanak
tutmakta,
yeteneksizliklerini bu şekilde gizlemek düşüncesiyle “gizemli
ifâdeler” (!?) kullandığını söylemekte ve şiir denizinde derin
348
Abdurrahim Karakoç ile Söyleşi, Ay Vakti Dergisi, Sayı:77, Şubat 2007
259 / Dr. Mehmet Güneş
gözükmek adına berrak suları bulandırarak kendisine bu alanda
bir yer edinmeye çalışmaktır. Elbette ki şiir, dolaylı ve sanatlı
söylemektir ve şiirdeki gizem, şiirin büyüsünü artırır. Elbette ki
şiir, buğulu bir pencerenin ardından hitâp etmektir. Fakat
“sembolik anlatım”, “mecâzlı ifâde” ve “örtülü tasvir”le,
“anlamsız anlatım”, “zirvedeki zırva” ve “saçmalama”
arasında da fersah fersah mesâfe olduğu aslâ gözden
kaçmamalıdır. Şiirde aslolan; hem söz sanatlarını kullanarak îmâ
etmek, hem imgelerle söz ve mânâ arasına mesâfe koymak, hem
yoruma kapı aralamak, hem de sarâhaten ifâde etmektir.
Şiirde; söz mânâdan, mânâ da sözden çok fazla
uzaklaşmamalı, elbette ki direkt anlatımdan ziyâde derin ve
kapalı ifâdeler esas olmalı, “soyuttaki somutla, somuttaki
soyut” anlamlı imgelerle dile getirilmeli, fakat müphemliğin
yollarını arşınlarken de mücerretten müşahhasa uzanan sağlam
köprüler kurulmalıdır. Şiir, duygu ve düşüncenin genişliği ve
enginliği nispetinde mânâ ufukları dolaştırırken; simsiyah bir
pencereden değil, arkasını gösteren bir sis perdesinin gerisinden
veya buğulu bir camın ardından kendisine nazar ettirmelidir.
Ayrıca şiir dili bir üst dil olduğu için; şâir, mısrâlarında
her kelimeye yer vermemeli ve nesirde kullanılan her kelime de
şiir dilinde yer bulamamalıdır. Bu sebeple eski şâirler “Su; nesir
ise, şiir buluttur. Yükselirken içindeki tuzu, sodayı ve çamuru
yere bırakır.” demişlerdir.
“Şiir dili” denilen, “lisân içindeki üstün bir lisân” diye
de tesmiye olunan, hangi isimle nitelenirse nitelensin her
hâlükârda estetik ve lirizme kapılar açan ve tafsilatlı olarak îzah
etmeye çalıştığımız bu “üst dil” mısrâlarda tebellür edince; şâirin
o dizelere yüklediği “anlam”dan çok farklı anlayışlar ortaya
çıkmakta ve okuyucunun o mısrâı kendi düşünce ve duygu
dünyasında “mânâlandırması”yla sayısız îzahlara ve yorumlara
kapılar açılıp, köprüler kurulmaktadır. Yâni şiirdeki dizeler her ne
kadar şâire âit olsa da, okur bu mısrâlarda kendini bulduğu ölçüde
yazılanların çekim alanına girmekte, şiirdeki sözlerin o kişinin iç
dünyasında bir karşılığı olduğu ölçüde kârî kendisini dizelerin
kollarına bırakmaktadır. Ve her kültür seviyesindeki insan da,
şiiri kendi anlayışına göre yorumlamakta, eseri yeni bir bakış
açısıyla okumakta ve şâirin ruh dünyasına kendince bir nazar
atfetmektedir.
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 260
Fakat şunu hiçbir zaman unutmamamız gerekir ki,
şiirdeki mânâ, düz mantığın dar kalıpları içinde değil, gönül ve
hayâl dünyasının nâmütenâhi ikliminde anlamlandırılmalıdır.
Çünkü şiirdeki mânâ, imgelerin, söz sanatlarının, sembollerin ve
mazmûnların arasına gizlendiği için, kuru akılla değil, “akl-ı
selîm, zevk-i selîm ve kalb-i selîm” ile idrâk edilerek
yorumlanmalıdır. Zâten şiir dilini; kelimelerin lügât anlamlarıyla
veyâ sâdece aklî unsurların idrâkiyle değil, bunların dışında daha
derin bir mânâ taşıyan anlamlarıyla ve şiire has bir anlayışla
okumak lâzımdır. Yâni şiiri; rûhuyla dinlemek, engin bir gönül
muhayyilesi ve “akleden kalp”349 ile anlamak gereklidir. Çünkü
şiir, edebiyatın zirvesi ve sözün özü olduğu gibi, şiir dilindeki
sözcükler de lisânın en rafine kelimeleridir. Bu dildeki kelimeler
özgül ağırlığının en yüksek noktasında arz-ı endâm ederler ve en
muhayyel anlamıyla vârolurlar. Çünkü şiir, kelimelerle inşâ
edilen, göz kamaştıran ve insanı heyecanlandıran muhteşem bir
söz sarayıdır. Bu saraydaki görkemde, kelimelerin ışıltısı ve
büyüsü kadar, ses ve söz mîmarları olan şâirlerin; sözcükleri
ihtişamlı bir teknikle şekillendirmesi, hayâl ufuklarının esrarlı
güzellikleriyle buluşturması ve bütün bu güzellikleri de derûnî bir
mânâ ile biçimlendirmesi esastır.
Şiirde esas olan, şâirin okuyucuya hayâl gücünü
yansıtmasıdır. Hayâl gücü geniş, duyguları zengin, düşünce
dünyaları engin ve dile hâkimiyeti kuvvetli olan şâirler;
okuyucunun da hayâl gücünü kullanmasına ve şiire derinlik
katmasına imkân verecek şiirlere imzâ atarlar. Zîrâ, şiirde
muhâtabının hissiyâtına farklı yansımalarla ayna tutmak, onların
değişik iklimlere taşınmasına yardımcı olmak ve onlara yorum
payı bırakmak, şiirin kalitesini ortaya koymak açısından çok
önemlidir. Meselâ, aşkı terennüm eden güçlü bir şâirin bu
duyguyu çok geniş bir çerçevede dile getiren dizelerinden;
okuyucunun birisi beşerî aşkı, bir diğeri de İlâhî aşkı
yorumlayarak şiiri çok farklı anlam ufuklarına taşıyabilir. Ayrıca
söz buraya gelmişken şunu da vurgulamamız gerekir ki, nesirle
ifâdesi mümkün olan güzel sözlerin, yalnız vezin ve kafiyeyle
süslenmesiyle ve alt alta dizeler hâlinde yazılmasıyla ortaya
çıkanlar çoğunlukla şiir değil, manzûmedir. Sözün şiir olabilmesi
için yeni bir anlatımla insanların yüreğine hitap etmesi, içinde
hikmet parıltıları taşıması ve bizi alıp başka diyarlara götürmesi
349
Kâf, 50/37
261 / Dr. Mehmet Güneş
gerekir. İyi şiir; okuyucunun hayâl ufuklarını kucaklayacak bir
genişliğe, değişik yorumlara imkân tanıyacak bir derinliğe ve
farklı mânâları tedâî ettirecek bir anlam ufkuna sâhip olmalıdır.
Şiir dili böyle olunca da; herkes kendi zihnî kapasitesine ve ufuk
çizgisinin genişliğine göre şiir ağacının meyvelerinden gönül
heybesine farklı renk ve kokuda güzellikler devşirecektir.
Şiirde, bâzı kelimeler zâhirî anlamıyla mantıksız gibi
gelebilse de, iç dünyasında ne büyük mânâlar taşıdığı, bu
kelimelerin muhtevâ açısından hem müellifine bağlı, hem de
ondan âzâde olduğu ve okur tarafından çok farklı yorumlamalara
tâbî tutulduğu erbâbınca mâlumdur. Çünkü şâirler; aşka, sevgiye
dâir düşüncelerini, inanç dünyalarını, lirik heyecanlarını, derûnî
duygularını, plâtonik sezgilerini ve hayatı kavrayış
perspektiflerini şiirlerinde îmâ etseler de; “El ma’nâ-î fî bâtını’şşâir” (Şiirin anlamı şâirin karnındadır.) denilse de, önemli olan
şâirin ne dediğinden ziyâde şiiri okuyanın ondan ne anladığıdır.
Şâirin kelimelere yüklediği mânâ farklı olsa bile, şiirin
anlamı kendine âittir ve şiire yüklenen her yeni mânâ, onun
anlamını sonsuzluk sınırına doğru genişleterek farklı keyfiyetlere
ve hüviyetlere büründürmektedir. Böylece has şiir, her okurda
farklı bir anlam tedâî ettirmekte, değişik bir ufka yelken
açtırmakta ve kesintisiz bir mânâ ikliminde sonsuzluk zincirine
eklemlenmektedir. İşte bu da “şiir dili”nin müphemliğinden
yansıyan birden fazla anlamı ve ufuk çizgisindeki mânâ
hudutlarının sınırsızlığını ortaya koyan göstergelerden birisidir.
Bu hâli terennüm eden Bâki, bir mısrâında; “Hüner, esrâr-ı
mânâ anlamaktır lafz-ı muğlaktan” demiştir.
Bu durum şiirden bir kopuş ya da anlamdan bir
uzaklaşma olmayıp, aksine şiir ufkunun hangi hudutlara
ulaşabildiğinin sarih bir göstergesi ve şâirin ifâde ettiği dizeleri
sonsuzluk iklimine doğru genişlettiğinin çok açık bir delîlidir.
Zâten bu da şiir diliyle yazı dili arasındaki en önemli farktır.
Çünkü yazı dilinde anlam, yazar tarafından metinde açık olarak
ortaya konulurken; şiir dili, bir bakıma kendi anlamını kendisi
inşâ etmektedir. Ayrıca şiir, günlük dilin kaidelerinden âzâde
olduğu halde, nesir o lisânın müşterek kurallarına itâat etmek
mecbûriyetindedir. Nesir sınırlayıcı bir dile sâhipken, şiir
sonsuzluğa yelken açan bir lisân olma özelliğindedir. Kezâ şiir;
nesir gibi net bir îzaha yönelmeyip, söylemek istediklerini belli
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 262
bir müphemlik içinde, bir çok anlamı birlikte çağrıştıracak
şekilde dile getirirken, yâni “tebliğ etmeyip telkin ederken”;
nesirde doğrudan anlatım, açık bir beyân, net bir hedef ve tek bir
anlam vardır. Bu sebeple, nesirdeki anlam âşikârdır, fakat şiiri her
okuyan kendi idrâk, duygu ve düşünce seviyesine göre çok farklı
anlamlar çıkartır / çıkartmaktadır. Zâten şiir, şâirin kişiliği dışında
gelişir ve ancak o zaman şiirleşir. Bu konuda Tagore; “Şâirin
kullandığı sözcüklerde insanlar için çeşitli anlamlar vardır;
herkes beğendiğini seçer.” demiştir.
Şiir dilinde, tutukluk, zorlanma ve rekâket bulunmamalı;
pürüzsüz, pırıl pırıl ve çok rahat bir söyleyişe sâhip olmalı;
gümrah akan bir nehir ya da bir dağ yamacındaki gözelerden
kaynayan billûr bir pınar gibi yürekten çağlayıp dile dökülmeli ve
lirik bir söyleyişle gönülden gönüle akmalıdır. Bu akış bâzen
gürül gürül çağlayan bir şelâleye dönüşüp herkesi coşturmalı,
bazen durgun akan bir derenin şırıltısında ruhları dinlendirmeli,
bazen de bir masal dünyasına özlemin esrârlı yamaçlarında
kıvrım kıvrım helezonlar çizerek insanın başını döndürmelidir...
Kezâ şiir dilinde; duygu ve düşünceyi ifâde eden kelimeler belli
bir düzen içinde bir araya gelmeli, bu kelimelerdeki seslerin
uyumu, diziliş âhengi, söyleniş ritmi muhteşem bir akıcılık içinde
olmalı, mısrâlarda ses bütünlüğünü ve iç müzikaliteyi bozacak bir
diziliş ârızası, ses fazlalığı ya da eksikliği aslâ bulunmamalıdır.
Bu konuda son olarak şunu ifâde etmemiz gerekir ki, şiir
yazma gayreti içinde olanlar, eğer “şiir dili”ne vâkıf değillerse;
onlar derûnî duygularını çoğu kez şiir hâline getiremezler.
Çünkü; dil, duyguyu anlatmaya her zaman muktedir değildir. Ve
üstelik şiir, tek başına aslâ bir duygu yoğunlaşması olarak da târif
edilemez. Duyguların volkanlaştığı “delikanlılık dönemindeki”
his ve heyecan fırtınası belki hayata şiiriyet kazandırabilir;
“Evlenene kadar her Türk genci gibi ben de şiir yazdım, ama
gerçek şâir evlendikten sonra da şiir yazabilendir.” hükmünün
haklılığını bir kere daha ortaya koyabilir; ama, kelimeler
duyguyu, semboller hissiyâtı ve mısrâlar düşünceyi ifâde
edemediği zaman, yâni “şiir dili” yakalanamadığı vakit, ortaya
çoğunlukla şiir çıkmaz. Vezin ve kafiye olarak şekillenmiş ve
bizim şiir sandığımız mensûr yazılarla karşılaşırız genellikle...
Aslında duyguların sınırsız nüanslarına karşılık kelimelerin
sınırları bellidir. Duygu dilden zengindir, ama dile sonsuz sınırlar
açabilmek, kelimelere engin mânâlar yükleyebilen “şiir dili”ne
263 / Dr. Mehmet Güneş
sâhip olmakla mümkün olabilir. Herkesin şiir yazdığı yıllar
geçtikten; dil fark edilip, kelimeler duyguları ihâta ettikten;
duyguyla düşüncenin terkîbi yapılıp, sembollerle nâmütenâhiye
kapılar açılıp köprüler kurulabildikten sonra yazılanlara şiir
denilebilir. Yâni edebî dil, gönül diline hâkim olup, ifâdede
yeterli hale gelince şâirlik başlar. Zâten Mallarme’nin de dediği
gibi; “Şiir; duyguyla değil, dille yazılır.”
***
Şiir bir üst dil olduğu için, o dilin kelimeleri de özel
olmalı, hecelerinde müzikâlite bulunmalı, sembol, mazmûn ve
imgeleri de sıradanlık sınırını aşıp, hayâl ufukunun son hududuna
yaslanmalıdır. Yoksa vezin ve kafiyesi olan, alt alta dizeler
hâlinde sıralanan, herkesin söylediği şablonları tekrarlayan veya
taklit eden “erbâb-ı teşâür”ün karaladığı “alt alta dizilmiş
satırlar”a
ya da düz yazının devrik cümleler hâlinde
mısrâlanmasına pek çok isim verilebilir, ancak şiir denmez /
denemez / denmemelidir. Akla gelen süslü sözcükleri sıralayıp
şiir diye yayımlayanların veya güzel bir seslendirmeyle şiir diye
inşâd edip yorumlayanların yazdıkları belki mânidir, belki
manzûmedir belki edebî nesirdir, ama kahir ekseriyetiyle şiir
değil, “şiirimsi”dir.
İçtimâî irtifâ kaybının her sâhadaki tezâhürünün bir
yansıması olan bu hâl, “müteşâir” (şâirimsi) rekoltesini zirvelere
taşırken, edebî sığlığımızı da gözler önüne sermektedir. Bu
sebeple de ülkemizde şiir yazanlar, şiir okuyanlardan daha çoktur.
Ve günümüzde memleketimizin şâiri çok olsa da, şiiri oldukça
kıttır. Bu şâir bolluğuna rağmen, “has şiir” denebilecek eser
sayısının çok az olması bir şeylere delâlet etse de, aslâ hayra
alâmet değildir… Delâlet ettiği şeye gelince; kafiyeyle redif
arasındaki farkı bile fark edemeyen, “müteşâir”ler olsa gerektir.
“Türkiye’de her üç kişiden beşi şâirdir!”350 sözünün
muhatabı olan, her ölçülü ve kâfiyeli nazmı şiir zanneden
eskilerin “müteşâir” adını verdikleri, şimdilerde ise “şâirimsi”
veya “şiirci” diye tesmiye olunan kişiler hakkında Şâir Eşref;
350
Aziz Nesin
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 264
“Erbâb-ı teşâür çoğalıp şâir azaldı,
Yok öyle değil şâirin adı kaldı”
demiştir.
Zikrettiğimiz bu beyitle bahse konu mevzûda maksûda
erildiğini, bu “mısrâ-ı bercestenin kâfi”351 geldiğini ve ârife
târifin gereksiz olduğunu düşündüğümüz için, bu konuda daha
fazla söz etmiyoruz.
***
Şiirde; “mânâ” ve “anlatım şekli” denilen, ya da
“muhtevâ” ve “edâ” diye nitelenen veya “öz” ve “biçim” diye
de ifâde edilen iki temel unsur bulunmaktadır. Bu iki unsurdan
hangisinin önce geldiği veya has şiirde hangisinin öne çıkması
gerektiği hususu öteden beri tartışılmaktadır. “Mânâ”, ya da
“muhtevâ” veya “öz” denilen unsur, şâirin şiirinde işlediği tema
ve ona verdiği anlamdır. “Anlatım şekli”, ya da “edâ” veya
“biçim” diye nitelenen unsur ise; şiirde işlenen konunun ifâde
tarzı, söyleniş estetiği, ses bütünlüğü, iç âhengi ve müzikâl
ritmidir.
Şiir; sâdece anlatım şeklindeki; ses, âhenk, vezin ve
kafiye gibi şeklî disiplinlerle sınırlı kalmamalı; kelimelerin
raksına, mânânın derinliğine ve imgeler vâsıtasıyla yeni ufuklara
doğru kanat açmaya da vesîle olmalıdır. Ayrıca muhtevâdaki
anlam, varlığı bütün boyutlarıyla kavramalı, fizîkî sınırların
ötesine geçip metafizik âleme yol bulmalı ve “eşyânın
hakîkati”nden, hilkâtin esrârından, rûhun hafî tepelerinden... aslâ
bîhaber olmamalı, “öz” ve “biçim” birbirini tamamlamalıdır.
Çünkü şiirde, “mânâ” ve “anlatım şekli”, “duygu” ve
“düşünce” birbirinin mütemmim cüzüdür. Yâni mânâ güzel bir
biçime kavuşmalı, biçim de mutlaka anlamalı olmalıdır. Şiir,
yalnız şekil, ses ve âhenkten ibâret olmadığı gibi, sâdece
mânâdan ve söyleyişten müteşekkil bir edebî sanat da değildir.
Bize göre şiir, bu iki unsurun estetik bir biçimde iç içe girmesidir.
Çünkü “Mânâ, şiir kadar ezelî ve ebedîdir.”352
Özellikle Tanzimat’tan sonra Türk şiirinde başlayan bir
351
352
Koca Râgıp Paşa
Peyâmi Safa, Objektif-2 Sanat-Edebiyat-Tenkit, 266
265 / Dr. Mehmet Güneş
kırılmayla birlikte, gelenekten beslenerek günümüze kadar
gümrah bir biçimde akıp gelen şiir ırmağının vârolan kaidelerini
görmezden gelen, ya da bu geleneği berhavâ etmek için gayret
gösterenler, “kuralsızlığın, anlaşılmazlığın ve mânâsızlığın”
gölgesinde yürüyenler, şiirimizin estetik yapısını sarsmak ve
ortadan kaldırmak isteyenler, “değişim ve yenilik adına” şiirin
mânâ boyutunu inkâr edenler ve maddeyi mânâdan ayırarak
tanrılaştıran pozitivist temâyüldeki bâzı ekoller ve onların
ideolojik şiir anlayışları şiiri “öz” değil, sadece “söz” olarak
görmüşlerdir / görmektedirler.
***
Şiirde söz mânâdan, mâna da sözden âzâde olmadığı gibi,
duygu ve düşünce de birbirinden ayrı değildir. Şurası çok açık bir
gerçektir ki, duygusuz düşünce şiir olmadığı gibi, düşüncesiz
duygu da şiir değildir. Her şiir; bir duygunun rahminde doğar, bir
anlam dâiresinde şekillenir ve bir düşünce ikliminde dizelere
dökülür. Düşünce sâhibi olan her şâir, dünya görüşünü dizelerine
belli ölçüde yansıtmakta, fikrî düşüncesi duygularına mutlaka
tesîr etmekte ve çoğu zaman duygular, düşüncenin rengine göre
telvîn edilmektedir. Ama burada aslolan; düşünceyi ön plâna
çıkaracağım derken duyguyu öldürmemek, duyguları ifâde etmek
isterken de düşünceyi bütünüyle ortadan kaldırmamak, yâni
düşüncesizleşmemektir.
Şâir, inandığı değerlerin sözcüsü olduğu ve bu işi en lâtif
bir biçimde yaptığı ölçüde bir kıymet ifâde eder. Daha önce de
ifâde ettiğimiz gibi, şiirde imajlar kadar mesajlar da çok
önemlidir. Şâir, nefs muhasebesiyle ebedî hayat murâkabesini
birlikte yaptığı, öteler ötesi için gönlünün sesini ve ilhâmını
dizelere yansıttığı, mâsivâdan kurtulup, Mâverâ’ya yelken açtığı
gibi; astığı bayrağın mensûbiyetini, bastığı toprağın
mahremiyetini, emdiği sütün kutsiyetini ve içtiği suyun izzetini
bilen ve bunun gereğini yerine getirebilmenin mücâdelesini
kelâmıyla dillendiren insandır. Şâir, kendi varlığında vârolan
şiiriyetin farkında olan; hayatı şiir gibi yaşayan, şiiri de ebedî
mutluluğa ulaşmanın bir vesîlesi olarak gören; resimden ressama,
nakıştan nakkaşa, besteden bestekâra, eserden müessire
ulaşabildiği ölçüde şiirin hakkını veren sanatkârdır. Kezâ “Sanat,
sanat içindir.” görüşünü savunmak, belki kulağa hoş gelen, ama
esâsı boş olan bir mugalâtadır. Zîrâ, edebî bir vâsıta olan şiirin
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 266
ulvî bir gâyesi olmalıdır ve “bir şeyin amacının yine kendisi
olması”, yâni sırf şiir yazmak için şiir yazılması gibi basit bir
düşünceye hizmet etmesi, şiirin özünü ıskalamaktan başka işe
yaramayacak ve lâf-ı güzaf üretmekten gayrı bir anlam
taşımayacaktır.
“Şiirde fikir olmaz.” diyenler de, abesle iştigâl etmekte,
bunu söylerken bile düşüncesiz bir düşünce ortaya koymaktadır.
Her kim şiirde fikir olmaz diyorsa, “yumurtasız omlet”
yapmaya soyunan fikirsiz şâirler tâifesine dâhil oluyor demektir.
Yalnız şunu da ifâde etmemiz gerekir ki, şiir, manifesto
yayınlamak veya salt düşünce îlan etmek aracı da değildir.
Bu mevzûda şu husûsu da tebârüz ettirmemiz gerekir ki,
her sanatın bir dünya görüşü vardır ve olmalıdır. Burada aslolan,
“tebliğ” değil, “telkin” etmek, fikrî temâyülleri sanatkârâne bir
lisânla dile getirme yolunda gayret göstermektir. Fakat, “Sanat,
sanat içindir.” diyerek, insana ve topluma hiçbir faydası
olmayan süslü laflar etmek ve sanatı sanata referans göstermek
içi boş bir mugalâta iken, sanatı ideolojiye kurban etmek de ayrı
bir handikaptır. Fakat bir sanatkârın sanat eserlerinde -şâirin
şiirlerinde- fikrî temâyüllerini ve inanç değerlerini edebî sanatlar
muvâcehesinde ortaya koyması, onun sanatkârlığının -şâirliğinintabiî bir netîcesidir. Fikirsiz, değersiz, dünya görüşü olmayan
sanat ya da şiir, insanı havasız ve susuz yaşatmaya benzer ki, bu
da hayatla kâbili telif değildir... Zâten bir tasavvuru, bir
tefekkürü, bir mefkûresi ve bir inancı bulunmayan sanatkârın veya şâirin- sanatının -ya da şiirinin- insanlığa vereceği bir artı
değer de yoktur. Fakire göre de şiir, “Mutlak Hakîkat”e ulaşma
noktasında küllî bir tefekkür şuûru oluşturduğu, insanı iyiye /
güzele yönlendirdiği, ana dilinin güzelliklerini dile getirdiği,
nâzenin duyguları terennüm ettiği, bastığı toprağa, astığı bayrağa
hâdim olduğu ve millî olandan yola çıkıp evrenseli yakalama
noktasında irtifâ katettiği zaman vazîfesini itmâm eder, gerisi lâfı güzaf kalır.
Şiirde esas olan; düşüncenin borazanlığını yapmak değil,
imge ve sembollerle duygu ve düşünceyi bir sentez ve bir denge
içinde ifâde etmek, nesirle yapılması gereken “tebliğ”
yönteminin ötesine geçip, nazmın kollarında şekillenen “telkin”
usûlüyle fikriyâtı dizelere dökmektir. Zâten nesir; bir düşünceyi
tebliğ için, şiir ise; bir duyguyu paylaşmak, bir sancıyı bölüşmek,
267 / Dr. Mehmet Güneş
bir sevdâya ortak olmak, estetik kaygılar içinde bir fikri telkin
gâyesiyle ve bir derde hemdert bulmak için yazılır. Üstad’ın
dediği gibi; “İlmin usulünde tebliğ, şiirin usülünde de telkin
vardır.”353
Şunu da bir kere daha vurgulamamız gerekir ki, şâirin
düşüncesi; fikir, tad, kıvam, anlam ve koku olarak şiirin içine
sinmeli; şekerin çayda eridiği gibi erimeli, duyguyu düşünceyle
tatlandırırken düşünce öne çıkmamalı, aslâ bağırmamalı, görünür
olmamalı, fakat râyihasını da hissettirmeli; böylece damak
zevkine de, zekâ düzeyine de, inanç dünyasına da hitap eden bir
sanat eseri ortaya çıkmalı ve kristal duruluğunu muhâfaza
etmelidir.
Şiirde, düşle düşünce, hayâlle hakîkat bir araya gelmeli;
çiçeğin kokusunun görünmeden bizleri esansıyla mest ettiği gibi,
burcu burcu içimize dolmalı, Üstad’ın nitelemesiyle şiir “sihirli
kemancılık” olmalı, fakat okuyanlara estetik duygular ve derûnî
düşünceler ilhâm etmeyen basit sloganların dile geldiği “kaba
davulculuk”354 aslâ olmamalıdır. Bu îtibarla şiirin vazîfesi,
kaba bir tebliğ değil, zarîf bir telkin ve tasvir olduğu için; fikir;
duygu süzgecinden süzülmeli, düşünceyle şekillenen duygularda
da fikrî bir râyiha sezilmelidir. Hâsıl-ı kelâm; şiir fikirleşmemeli,
ama fikir şiirleşmelidir.
Şiirdeki “mânâ” ve “biçim” tartışmalarına katılan, fakat
sanatını pozitivizme kurban eden ideolojik şiir anlayışından farklı
olarak şiir hakkında görüş beyân eden bâzı şâirler, -özellikle
sembolistler- şiirde anlamdan çok söyleniş güzelliğine ve iç
mûsîkîye önem vermiş, muhtevâyı geri plânda tutmuştur. Fakat
genellikle gelenekten beslenen şâirler ise mânayı öne alıp, biçimi
bir araç olarak görmüşlerdir. Bu konuda Ahmet Hâşim “Şiirdeki
mânâyı anlamadan önce, şiirin içindeki mûsîkîyi dinlemek
gerekir.” görüşünü dile getirmiş, mânâsından âzâde olarak şiiri
okumak gerektiğini, şiirdeki anlamı kavramanın daha sonra
geldiğini söylemiş ve “Mânâ araştırmak için şiiri deşmek,
terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe içinde bırakan
hakîr kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek.”355
demiştir.
353
Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Poetika, 475
Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Poetika, 476
355
Ahmet Hâşim
354
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 268
Geleneğin devamı olan şâirlerde ise, -meselâ sûfî
şâirlerde- esas olan şey öncelikle “mânâ”dır. “Anlatım şekli”,
şiirdeki mânâyı ifâde etmek için kullanılan birer araçtır. Yâni
“mânâ” mazruf, “anlatım şekli” zarftır. Fakat, bu mânâ, şekil
olarak biçimlenmiş ve erbâbının dilinde form, vezin, kafiye ve
sembollerle ziynetlenmiş, zarfıyla da, mazrufuyla da sonsuzluk
ufkuna yelken açmıştır. Sûfî şâirler, şiir ve şâirlik kavramlarına
semâvî bir pencereden bakarak; şiirin, “Allah(c.c.)’ın kullarina
lütfettiği has bir kelâm olduğunu ve Allah(c.c.)’a duydukları
İlâhi aşkın bir netîcesi olarak şiir söylediklerini”356 dile
getirmişler ve sık sık “Şiir, aşkın dilidir.” ifâdesini terennüm
etmişlerdir. Zâten Tasavvuf Edebiyatı’nın köşe taşları olan
Mevlânâ Celâleddin, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumî, Aziz
Mahmud Hüdâi, Niyâzî Mısrî..... gibi büyüklerimiz en muhteşem
dizelerin sâhibi olmalarına rağmen kendilerini şâir olarak
görmemişlerdir. Zâten bu Allah Dostlarını sâdece bir şâir olarak
nitelemek, bu mâneviyat büyüklerine karşı saygıda kusur etmekle
ve onların kemâlatını göz ardında tutmakla eş anlamlıdır. Çünkü
evliyâullahtan olan bu büyük şahsiyetler için, şâirlik amaç değil,
yalnızca bir araçtır. Çünkü onlar, şâirliğin çok ötesinde ve
üstünde bulunan, “kâl” değil “hâl” ehli olan insân-ı kâmillerdir.
Bir beyitinde bu konuyu çok vecîz bir biçimde dile getiren Ziyâ
Paşa;
“Şâir demek öyle ehl-i hâle,
Îrâs-ı nakîsedir kemâle…”
demiştir. Çünkü onlar; şiiri, Cenâb-ı Hakk’ın yüceliğini,
güzelliğini ve “Gül” aşkını terennüm etmek için bir vâsıta olarak
görmüşlerdir. Onlar şiiri; edep, erkân, iz’an, irfan ve îman
dâiresinin estetik tefekkürü üzerine inşâ edip söylemişlerdir.
Onlar İlâhi bir aşk ile Hakk’a olan teveccühlerini şiir diliyle ifâde
etmişler, ama hiçbir zaman mânâyı şekle fedâ etmemişlerdir.
Fakat, Mâverâ’dan gelen ilhâmın ışığında ve gelenekten feyz
alarak şiir dilini çok mükemmel bir biçimde kullanmışlar ve
“nutk-ı şerîf” dienilen hikmetli sözleri şiir diliyle söylemişlerdir.
Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, şiirin; mutlaka büyülü
bir dili, derûnî bir mânâsı, gelenekten beslenen büyük bir kültür
ve sanat mîrâsı, kendine has an’ânevî bir estetik biçimi, şekille
356
Mevlânâ
269 / Dr. Mehmet Güneş
alâkalı kafiye, vezin, durak, aliterasyon, iç mûsîkî... gibi söyleyiş
birikimi ve insanın duygu dünyasına seslenen esrârlı bir yönü
olmalıdır. Zâten şiir; kelimelerle inşâ edilmiş, göz kamaştıran ve
insanı heyecanlandıran sözcüklerden yapılmış muhteşem bir
binâdır. Bu binâda; mânânın ehemmiyeti, kelimelerin ışıltısı ve
ritmin büyüsü kadar, ses mîmarı tarafından, ihtişamlı bir estetik
ve zarîf bir teknik içinde dizelerin dile getirilmesi, edebî
sanatlarla bezenmiş orijinal imgelere mısrâlarında yer verilmesi,
edâ ve muhtevânın birbirini tamamladığı “usta işi” bir söz
sarayının inşâ edilmesi şiirin olmazsa olmazlarındandır. Üstad
Necip Fâzıl bu konuda; “Şiirin iç nefesi mutlaka dış kalıbını
arayacak ve onu fâtihçe zapt edecektir. Başka türlü şiir
nâmevcuttur.” demiştir. Bunu gerçekleştirmek için de, zarfı
mazrufun emrine vermek, yâni “biçim”i “mânâ”ya âmâde
kılmak, “şiire telkin gücü yüksek bediî bir haz ve
hayranlık”357 kazandırmak ve düşünceyi şiir diliyle ifâde etmek,
böylece estetik ve lirik bir söyleyişe sâhip olmak esastır.
İşte bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, şiirin bu iki temel
unsurunu birbirinden ayırmak demek, şiiri tek ayak üzerinde
durdurmaya çalışmakla ya da şiirdeki şiiriyeti ortadan
kaldırmakla eş anlamlıdır. Böyle “şiirler”, ya manzûme olarak
kalırlar, ya slogan boyutunda ideolojilere teslim olurlar, ya da
anlamsızlığın anaforunda debelenip kaybolurlar.
Şiir, insanda bir duygu fırtınası, bir mânâ derinliği, bir
düşünce iklimi ve bir hayâl ufku uyandırdığı ve efsunkâr bir
iklimin kapılarını aralayarak okuyanı bu büyülü dünyanın içine
çektiği nispette başarılıdır. Bu sebeple şiir, söz sanatları içinde en
zor söylenen, ancak en çok hislendiren, en çok heyecan veren,
sözlerin içindeki mânâya ve esrâra tamâmen erişilemeyen sır
deryâsı ve çok görkemli bir edebî türdür.
Almanlar şâirler için; “söyleyecek sözü olan kimse”
nitelemesini yapmışlardır. Bu sebeple, has şiir ayağa kalkınca
nesir meydandan çekilir; şâir kıyam edince, nâsir şapka çıkartıp
yerine oturur. Ve sözün bir mûcize olduğu; şiirde mündemiç olan
/ olması gereken hikmet, letâfet, zarâfetle, edebî ifâde ve ahenkle
çok net bir biçimde tebellür eder.
***
357
Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Poetika, 477
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 270
Şiir zarfını, mazrufundan ayrı düşünmek mümkün değilse
de önemli olan; zarfın şekli -aruz, hece, serbest - değil, ifâde
ettiği mânâ, taşıdığı muhtevâdır. Şiirde vezin serbest olabilir ama
muhtevâ ölçüsüz olamaz. Manzum eserlerde zarfın görünümü
değil, söylenişin âhengi, kelimelerin tefrîki, mısrâların terkîbi
önemlidir.
Şiirin olmazsa olmaz lâzımesi; “ölçü” ve “kafiye”
midir? “Şekil” ya da “vezin” midir? “Anlatım şekli” veya
“biçim” midir? “Ses” ve “söz” müdür? “Hayâl” ya da
“hakîkat” midir? “Duygu” veya “düşünce” midir? “İmge”
veya “mânâ” mıdır? “İç mûsîkî” yahut “ritim” midir? Bu
sorular kadim dönemlerden günümüze kadar hep tartışıla
gelmiştir. Şiir odur ki; okuyan, kendisini mısraların içinde bulur,
dizelerdeki ses ve söz ritmine teslim olur; insanı alıp başka
diyarlara götürür ve etkileyerek duygulandırır, mânâsıyla
düşündürür, iç mûsîkîyle heyecanlandırır, ahengiyle coşturur, yâd
ettiği hâtıralarla ürpertir...
Şiirin tanımında olduğu gibi, -bidâyette bir nebze de olsa
bahsettiğimiz- bu konuda da bir sonuca ulaşılamamış ve fikir
birliğine varılamamıştır,
“Serbest tabip” olmasına rağmen serbest şiirler
yaz/a/mayan; ölçülü ve kafiyeli manzûmeler kaleme alan bu
fakir; “Şiirde kâfiye ve vezin mutlaka gereklidir; ölçüsüz ve
uyaksız şiir, şiir değildir.” görüşüne katılmamakla birlikte;
vezin ve kafiyenin şiiri güzelleştirdiğine ve nazma çeki-düzen
verdiğine kânîdir.
Hece vezni; düzenli ve ölçülü, hece sayısı olan, durak ve
redif gibi temel öğeleri bulunan ve kafiyeli kıt’alardan oluşan
Türk şiirinin en eski veznidir. Hece vezni, benim en çok tercih
ettiğim ve sevdiğim nazım ölçüsüdür. Hece; aruz kadar sınırlayıcı
olmadığı gibi, Türkçe’nin dil yapısına, mûsikisine ve Türk
hançeresine en uygun olan vezindir.
Kafiyenin; şiirin
ezberlenmesinde, müzikal ritmin kolayca tesîs edilmesinde,
kıt’aların âhenk ve estetik değer kazanmasında çok büyük
kolaylıklar sağladığını düşünüyorum. Ama kafiye oluşturacağım
derken, mânileşme tuzağına düşülmesini ve kafiye yakalamak
uğruna mânâdan uzaklaşılmasını da ayrı bir handikap olarak
görüyorum.
271 / Dr. Mehmet Güneş
Serbest şiir olmaz demiyorum; fakat nazmın bir anlamı
da nizam olduğuna göre, nizamsız bir âhengi yakalamak kolay
değildir. Serbest şiir; en zor yazılan şiir türüdür; çünkü belli bir
kuralı bulunmamasının zorluğu bir tarafa, ses ve söz armonisiyle
hemhâl olan ve derinden derine insanı saran bir iç mûsîkînin
yakalanması da büyük bir ustalık istemektedir.
Serbest vezinde çok güzel şiirler yazılmış olmakla
beraber, iç âhenk ve müzikaliteyi tesîs etmedeki zorluklar
dolayısıyla, hecenin ulaştığı zirvelere aynı kesâfette vâsıl
olacağını ve heceyi geçeceğini düşünmüyorum.
Şiirde ölçü ve veznin ötesinde ve üstünde vârolması
gereken asıl lâzımenin; şiir dilini kullanmadaki mahâret,
duyguları dile getirmedeki derûnî âhenk, mânâ ve ses
müzikalitesindeki şiiriyet ve sözün özünü en güzel bir biçimde
dile dökmedeki letâfet olduğunu düşünüyorum. Yâni şiiri
şiirleştiren, ne kafiyedir, ne de ölçüdür. Bâzı şiirlerin kafiyeli
yazılması şiirin güzelliğine güzellik katmıştır, ölçülü bâzı şiirler
âhenge müthiş bir ritim ilâve etmiştir. Fakat bâzen de duyguları
daha geniş bir alanda ve sınırlamalara mahkûm olmadan ifâde
edebilmek için serbest tarzda şiirler yazılmış, söz kafiyesinden
ziyâde ses aliterasyonuna önem verilmiş, iç âhengi mükemmel bir
şekilde tesis edilmiş, imgeler ve mazmunlar vezin
kısıtlamasından kurtulmuş ve şiir daha bir güzel olmuştur.
Şiirde biçim, mânânın önüne geçmemeli; şekil ve kalıp,
duygu ve düşünceye zâfiyet verdirmemeli; zarfın letâfetine dikkat
edeceğim derken kat’iyen mazrufun şiiriyeti göz ardı
edilmemelidir. Cevizin yeşil ve sert kabuğu nasıl ceviz değilse,
sâdece vezin ve kafiyeden oluşan nazım da şiir değildir. Çünkü
ölçü ve kafiye aslında kabuk hükmündedir, mânâ ve şiiriyetteki
güzellik ise o kabuğun içinde saklıdır. Has şiir, maddenin
kabuğunu kırarak mânâya ulaşmaktır. Vezin ve kafiyeyi şiir
zannetmek, cevizin içini göz ardı edip, kabuğunu ceviz kabûl
etmekle eş anlamlıdır.
Baştan beri îzah etmeye çalıştığımız gibi; şâirliği
kâtipliğe, şiiri de vezin ve kafiyeye mahkûm, estetikten ve
imgelerden mahrûm ettiğimiz zaman, ortaya ya manzûme, ya da
mensur bir nesir çıkacak, ama bu yazılam aslâ şiir olmayacaktır.
Has şiiri, manzûmeden ve nesirden ayıran unsurların başında;
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 272
metafizik idrâke dayalı bir edebî anlayış, bu mücerret anlayıştan
sâdır olan efsunkâr bir söyleyiş, estetize edilmiş imgeler, duygu
ve hayâlle ziynetlenmiş orijinal imajlar, eşyânın hakîkati ve
hilkâtin esrârını kavrayan, verâların verâsına yol bulan, fikrî ve
felsefî derinliği olan mesajlar, dizelerde seslendirilen farklı
renkleredeki ses, söz ve nefes uyumuyla iç ahenk gelmektedir.
Bir manzûmenin has şiir olup-olmadığını anlamak için,
önce mânâsından âzâde olarak dinlemek, bu şiirin mûsîkîsi ve
ritmine muttalî olduktan sonra anlam dünyasına girmek gerekir.
Şekil ve kalıp yâni vezin ve kafiye ise, şiirdeki kıyâfet
mesabesinde olup, hatırımıza Mevlânâ’nın
“Ne insanlar gördüm üstünde elbisesi yoktu
Ne elbiseler gördüm içinde insan yoktu”
beyitini getirmektedir. Gerçekten de usta şâirlerin yazdığı has şiir
olan serbest şiirlerin yanında, ölçülü ve kâfiyeli yazıldığı halde
hiçbir edebî değeri olmayan, hatta şiirle uzaktan yakından bir
ilgisi dahi bulunmayan, şekil ve kalıba hapsolmuş, sıradan
manzûmeler ve ‘Mahmutpaşa malı işporta dizeler’in mebzul
miktarda “şiir” diye ortalıkta arz-ı endâm ettiğini de üzülerek
görmekteyiz.
Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki, şâirlik sıfatına lâyık
olabilmek veya has şiir ufkuna adım atabilmemiz için; rûhî
duyarlılığımızın hassâsiyet kesbetmesi, Mâverâ’dan yükselen
şerâreleri algılayabilecek bir idrâk seviyesine ulaşılması, gönlün
ilhamıyla şekillenen şuûraltının şuûr alanına taşınması, kültür ve
fikir irtifâımızın yükseltilmesi, dilin kişiselleştirilmesi, bâkir ifâde
ve tasvirlerin inşâ edilmesi, lügatlerde yarı baygın ve suskun bir
hâlde bekleyen kelimelere hayâtiyet kazandıracak estetize edilmiş
güçlü bir enerjinin bahşedilmesi, kendimize âit bir ses rengine ve
bir üslûp biçimine erişilmesi, şiir atını en uzak menzillere
sürebilmek gâyesiyle aşka gelinmesi ve bu yolda hiç bıkmadan,
usanmadan aralıksız bir çaba ve gayretin içinde olunması şartın
ötesinde bir mecbûriyettir.
Has şiir; hissiyâtın târifsiz güzellikleriyle beslenen,
duygu ve sezgi iklimindeki renklerin zenginliğiyle süslenen,
kendine mahsûs şiir dilinin anlamlandırdığı kelimelerle dünyaya
seslenen, kendi iç dünyasındaki âhenk ve ritmin müziğiyle
273 / Dr. Mehmet Güneş
nefeslenen, eşyânın hakîkatini sorgulayan esrârıyla sonsuzluğa
yaslanan ve Mutlak Hakîkat’in esmâsıyla hakîkat ufkunda
kanatlanan muhteşem mısrâlardır. Şiir; “nesirden bambaşka bir
hüviyeti” olan ve fakat
“nesre çevrilme imkânı da
bulunmayan nazımdır.”358
Hemen her sâhada olduğu gibi, günümüzde şiirin de,
şâirin de ölçüsü kalmamıştır. Ne hazîndir ki, serbest şiir diye; ne
ahenk, ne ritim, ne iç mûsîkî, ne de mânâ yönüyle hiçbir özelliği
olmayan; kafiye ve ses benzerlikleri bulunmayan; yan yana değil
de alt alta sıralanmış devrik cümlelerden oluşan; salkım-saçak bir
takım dizeler de şiir diye takdim edilmektedir. Bırakın serbest şiir
olmayı manzûme bile olamayan, “başıboş şiir” ya da
“başıbozuk şiir” diyebileceğimiz veya düzyazıdan makasla
kesilerek rasgele sıralanmış ipe-sapa gelmez kelime karmaşası
diye vasıflandırabileceğimiz ölçüsüz, kuralsız, âhenksiz, mânâsız
ve şuûrsuz sayıklamalara pek çok isim verilebilir, ama aslâ şiir
denilemez. Kezâ kullanıla kullanıla yivi-seti kalmamış kâfiyeleri
ve benzetmeleri tekrar eden, parmak hesabıyla hece sayısı
tutturan; ufku, hayâli, duygusu, esrârı, tefekkürü, ritmi,
sembolizmi, estetik güzelliği ve fonetik müzikalitesi olmayan
mâni tarzındaki dörtlükleri şiir diye ortaya koyanlara da belki
“manzûmeci” sıfatı verilebilir, ancak şâir denilemez.
Kendi şiir dilini inşâ etmiş, kendine has bir üslûp
geliştirmiş, kadim şiir geleneğimizden beslenmiş, yeni bir tarz
ortaya koymuş ve yeni bir iz oluşturmuş şâirler; usta işi şiir
yazarlar, şiirin hangi vezinle doğduğunu bilirler ve ona göre aruz, hece veya serbest vezinle- şiirlerini kaleme alırlar. Şâirler;
şekil, kalıp ve kafiyeyi aştığı; edâ ve mânâ bakımından taklit
etmeyen ve taklit edilemeyen bir seviyeye ulaştığı zaman zirveyi
yakalarlar. Bu sebeple şiirde şekil, hiçbir zaman ana unsur
değildir ve olmamalıdır. Zâten hece, aruz ve serbest tarzda çok
güzel şiirlere imzâ atmış olan Ârif Nihat Asya da; “Şiir, vezniyle
doğar.” demektedir.
Şiir üzerine ciltler dolusu kitaplar yazsak bile, yine de şiir
hakkında söylenecek olan birçok şeyi söylememiş oluruz.
Mevlânâ’nın “Söz az ve öz gerektir vesselâm” tavsiyesine
muhalif davrandığımızı biliyor, bu sebeple şiir hakkındaki
358
Ahmet Hâşim
Hüzünler “Gül” Kokuyor / 274
düşüncelerimizin geri kalan kısmını tefekkür burcundaki sükûtun
sonsuzluğuna havâle edip, bütün bir edebiyatın şerhten âciz
kaldığı “Üç Noktanın Söylediği”ne bırakıyor ve hatm-i kelâmı
da bir “Şiir”le yapıyoruz:
ŞİİR
Şiir; duygu çiçeği gökkuşağı renginde,
Gönüllerde çağıldar dile düşer bin nazla...
Şiir; sözün halayı bir ışık âhenginde;
Elvan elvan mısrâlar ezgiye döner sazla...
Şiir; bir aşk sofrası, bir gönül hâtırası,
Yürekteki yangınlar hissedilir en fazla...
Şiir; soylu bir melâl ve bir sevdâ yarası,
Işık sağar geceye zamâna îtirazla..
Şiir; hasret özünde aramaktır vuslatı,
Gözyaşında gülümser en samîmî niyâzla...
Şiir; hayâl ufkunda şahlanan yılkı atı,
El eder zemheriye Kaf Dağı’ndaki yazla...
Şiir; Hakk’ı zikreden üç boyutlu bir kelâm,
“Elif” “he”ye vurulur “A...h” eden bir îcâzla...
Şiir; bâzen gonca gül, bâzen “Gül”e ihtirâm;
İlâhî sevdâlara destan yazar mecâzla...
Dr. Mehmet GÜNEŞ

Benzer belgeler