Mayıs - Burhan Dergisi

Transkript

Mayıs - Burhan Dergisi
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
¿mH
Şeyh Sâdi Şîrâzî’den:
* Tahammül sana önce zehir gibi görünür. Fakat tabiatına kök salınca bal kesilir...
* Dünya alâkası ALLAH’A karşı perdedir ve bir neticesi yoktur. Sen ancak bağları
kopardığın takdirde vuslata nâil olursun...
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
* Azametli adam kurum satar; çünkü
büyüklüğün yumuşaklıkla olduğunu bilmez...
* Yolunun yiğitleri, bela okuna hedef
olanlardır. Onlar kibir külâhını atmışlar, yücelik tacıyla başlarını yükseltmişlerdir...
* Öğüdü, tesir etmeyeceğini bildiğin
bir kimseye verme, ey şaşkın.. Elinden
dizgini kaçırmış olan zavallıya, “oğlum yavaş
sür” denmez...
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
* Sen zebûn ol da derini yırtsınlar. Çünkü gönül sahipleri küstahların yüklerine
katlanırlar. Allah adamlarının toprağından
testi yapsalar, halk onu melâmet taşıyla kırar...
* Sel heybetle aktığı için yukarıdan
aşağı tepesi üstü düşer. Hâlbuki çiğ damlası
küçük ve âcizdir; bu sebeple gökyüzü onu muhabbetle alır, ayyuk’a çıkarır...
* Methü senâ ipiyle kuyuya inme, Hatem gibi sağır ol da kendi ayıplarını dinle...
* Muhabbetin seni toprak etmesinden
korkma. O mahvettiği takdirde sonsuzlaşırsın!
Toprağın altında değişmedikçe sağlam taneden
ot bitmez...
* Seni ALLAH’A âşina kılacak kimse
benliğinden seni kurtarmış olandır. Çünkü benliğinle beraber oldukça kendine yol bulamazsın ve bu inceliği de kendini unutanlarından başkası bilemez...
* Yüzücülükte yiğit olsan, elini ayağını
ancak çıplakken kullanabilirsin. Şu halde
şöhret, namus ve riya hırkasını sırtından çıkarmalısın; elbisesiyle suya batan kimse âciz kalır...
* Kişi kendinden üstününü aramayı fırsat bilmelidir. Kendin gibisiyle vaktini ziyan edersin. Kendi benzerlerinin izinde ancak
kendini beğenmişler yürür...
* Aşkına sadık olan kimse canına kıyabilendir; yüreksiz âşık kendine âşıktır...
* Bir kere serden geçen insan, başına
taş ve ok yağmuru yağsa da, dileğinden
el çekmez...
* Seçkin bir akıllı gönülsüz olur; meyvelerle yüklü dal başını yere kor...
* Büyüklük gösterişle, lafla olmaz;
yücelik dava ile kuruntu ile elde edilmez. Tevazu yüceliği arttırır, fakat gurur seni
toprağa serer...
* Üstü başı temiz fakat ahlâkı kirli
olan kişinin cehennem kapısını açmak
için anahtara ihtiyacı yoktur...
* Eğer mertsen, mertliğinden bahsetme.
Sen kendini iyilerden saydıkça kötü olursun...
* ALLAH’A karşı iyi, halka karşı kötü
olan akılsızlar, ibadetlerinin meyvesini yiyememişlerdir...
Daha güzel Burhan’lar da buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl:
Sayı:
Mayıs
Gençlik Rehberi 4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Ömrün ve Gençliğin İmtihanları 6
Nureddin YILDIZ
Gençlik Bunalım Dönemi Mi? 10
Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; 13
Serdar TAŞAR
Peygamberimizin Örnek Gençliği 14
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Hz. Peygamber (s.a.v) Neyimiz Olur? 19
Hayatını Yaşayamadan Ölenler 20
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Mutlaka Diriltileceksiniz Ve
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
"
&
(
)
*
+
,
(
$
%
"
)
-
.
#
1
Murat TÜRKER
$
/
%
*
!
Hasan BAŞAR
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
%
"
Nebevi Mücadele 38
Ersan BİLGİN
Kader’e İman Etmemek Küfürdür 41
Hüseyin AVNİ
0
!
Ubeyd ZELİL
Dini Ve Kültürel Değerlerimizde Üç Aylar 33
&
#
Posta Çeki No:
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No:
Geç Kalınmış Yolculuk 1 26
Müslüman Muhabbet Ehlidir 30
!
'
Ahmet KAYAK
Tek Sayı:
1 Yıllık (12 Sayı) Abone:
Yurtdışı
1 Yıllık Abone:
Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN
Artık Uyanmayacak Mısınız? 24
Konjonktürellik Testi! 28
Hayatını Yaşayamadan Ölenler
Asım AYDOĞDU
Gsm: 0538 233 5000
Abdullah ÇAKIR
Talha AKA
Prof. Dr. Ali AKPINAR
.
Sorguya Çekileceksiniz 22
Ahmed Er-Rufai Hz.
"
!
!
2
0
Hacı Şaban Efendi Hz. (I) 46
Halit EŞKAN
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
1
!
!
"
2
3
!
#
#
0
0
4
#
Akıl Mürşid Olur Mu? 50
5
!
"
2
!
#
#
0
0
#
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 398 94 69
Emre TOPOĞLU
Rufai Halka-i Zikrinde Kendilerine
.
Salavat OkunanPeygamber
.
Aleyhisselam Efendilerimiz Ve Unvanları 54
Hâdimi Rufâî
[email protected]
Ahmet Yuter: “Cami hayatın merkezidir.
.
Cami olmazsa olmazımızdır.
.
www.burhandergisi.com
Cami hayatın kendisidir.” 56
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Ayrılır İmiş 59
Aylık Süreli Yayın
6
(
+
$
%
8
6
7
)
$
*
*
-
%
$
%
)
*
7
%
*
)
(
)
:
7
)
%
;
)
)
8
+
*
)
+
7
*
%
*
+
*
/
(
7
.
)
8
<
)
7
'
*
.
*
6
%
%
<
8
*
'
9
)
*
6
%
%
(
7
7
)
(
+
Seyda Molla Bahri 60
(
%
*
)
(
(
(
*
(
(
%
)
+
*
/
*
%
7
+
>
Görme Engellilerin Kur’an Aşkı Müthiş 66
<
%
>
(
9
)
?
8
/
)
4
*
)
%
(
-
&
%
$
/
*
$
*
$
:
$
%
)
+
*
/
9
)
%
)
(
)
%
<
Zelili (Mehmet ÇAĞLAYAN)
Yusuf KARAGÖZOĞLU
+
=
Röportaj
Burhan Çocuk
70
Aydın BAŞAR
Musa KARACA
4
Gençlik Rehberi
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
6
Ömrün ve Gençliğin İmtihanları
Nureddin YILDIZ
10
Gençlik Bunalım Dönemi Mi?
Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİfİL
14
Peygamberimizin Örnek
Gençliği
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Gençlik Rehberi
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Ö
mrünü bu milletin îmânın kurtarmaya feda
eden ve bu uğurda başarılı olan şanslı insanlardan biri de Üstad Bediüzzaman
Said Nursî Hazretleridir. Üstad, yaşlılardan
daha çok gençlerle ilgilenmiş ve onların îmânını kurtarmak uğruna hapisleri bile göze
almıştır. İmansızlık cereyanının kol gezdiği 1940’lı
yıllarda yazdığı “Gençlik Rehberi” isimli kitap
birçok vatan evladının îmânının kurtulmasına sebep olmuştur. Yazıldığı yıllardan beri elden
ele dolaşan ve gençlerin başucu kitabı olan bu eser
halen daha tazeliğini devam ettirmektedir. Ben, bu
yazımda sizi üstadla buluşturacak ve onun adı geçen
eserlerinden bazı bölümleri istifadenize sunacağım.
“Bir kısım gençler, şimdiki aldatıcı ve câzibedâr lehviyyât ve hevesâtın hücumları karşısında
“Âhiretimizi ne süratle kurtaracağız?” diye,
Risâle-i Nur’dan medet istediler. Ben de Risâle-i
Nur’un şahs-ı manevisi namına onlara dedim ki:
4
“Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes
ister istemez oraya gidecek. Ve oraya girmek
için de üç tarzdan (yoldan) başka yol yok:
Birinci yol: O kabir, ehl-i îmân için daha
güzel bir âlemin kapısıdır.
İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefehât ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve
bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i
münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır.
Öyle gördüğü ve itikâd ettiği ve inandığı gibi
hareket etmediği için öyle muamele görecek.
Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i
inkâr ve dalâlet için bir îdâm-ı ebedî kapısıdır.
Yani hem kendisini hem bütün sevdiklerini
idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için,
cezası olarak aynını görecek. Bu iki ışık bedîhidir, delil istemiyor, göz ile görünür.
Mayıs
Madem ecel gizlidir, her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük
dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı
ebedî, o dipsiz, nihayet haps-i münferitten kurtulmak
çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi, o
insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.” (Gençlik
Rehberi, 12-13)
“Bir gün yanıma birkaç genç geldi. Hayat ve
gençlik ve hevesât cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için, tesirli bir ihtâr almak isteyen bu gençlere, ben de eskiden Risâle-i Nur’dan medet isteyen bu
gençlere dediğim gibi dedim ki: “Sizdeki gençlik
ka’tiyyen gidecek. Eğer siz dâire-i meşruada
kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem
dünyada, hem de kabirde, hem âhirette kendi
lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiyye ile o gençlik
nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen
bâki kalacak. Ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak” (Gençlik Rehberi, 29)
“Risâle-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar
çok muhtaçtırlar. Husûsen gençlik darbesini yiyip, taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin,
Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları vardır.
Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti
görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ilerideki bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti
ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve
bir saat sefehât keyfiyle bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saâdeti mahvolur.
Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları
var ki, en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa simalde koca bir devlet,
gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla
sarsıyor. Çünkü, akıbeti görmeyen kör hissiyatla
harekete eden gençlere, ehl-i namusun güzel
kızlarını ve karılarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek-kadın beraber çıplak olarak girmelerine
izn vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem
serseri ve fakir alanlara, zenginlerin mallarını helal
eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.
Mayıs
İşte, bu asırda İlam be türk gençleri kahramanca davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlileye karşı, Risale-i Nur’un “Meyve” ve “Gençlik Rehberi”
gibi keskin kılıçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir.
Yoksa o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem
mesud hayatını, hem ahiretteki saadetini ve hayat-ı
bakiyesini azaplara, elemlere çevirip maveder ve su-i
istimal ve sefalette hastanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseller ile ihtiyarlığında çok ağlayacak.
Eğer terbiye-i Kuraniye ve Nur’un hakikatlarıyla
kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve
mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve şair
zihayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur. (Gençlik
Rehberi, 40-41)
Dost istersen Allah yeter. Evet, o dost ise,
her şey dosttur. Yaran istersen Kuran yeter.
Evet, ondaki enbiya ve melaike ile hayalen görüşür ve vukutlarını seyredip ünsiyet eder.
Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat
eden iktisad eder, iktisad eden de bereket bulur.
Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendisini beğenen, belayı bulur, zahmete düşer. Kendisini beğenmeye safayı bulur, rahmete gider.
Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü
düşünen, hubbu dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddi çalışır. (Gençlik Rehberi, 126)
Ben, bu yazıyı okuyan genç kardeşlerime,
üstadımızın adı geçen eserlerini ve Şehid Seyyid
Kutub’un tefsirinden Yusuf suresinin tefsirini
sık sık okumalarını tavsiye ederim. Bundan da
daha önemlisi, anne ve babalarına kulak vermelerini ve onların nasihatlerini can kulağı ile
dinlemelerini tavsiye ederim. Ayrıca, dünya ve
ahiretlerinin mamur olması için ehlullahtan birinin dizini dibine oturmalarını ve onun eğitiminde bir hayat yaşamalarını tavsiye ederim.
Gençler! beni dinlerseniz, sözüme kulak verir
ve gereğini yaşarsanız ölürken güle güle ölürsünüz.
Güle güle ölen de inşaallah cennete gider.
5
Ömrün ve Gençliğin İmtihanları
Nureddin YILDIZ
D
önerken neler döndürüyor üzerinde neler. Gündüzü gece, geceyi gündüz yapıyor. O döndükçe
zengin fakir, fakir zengin oluyor. Dipdiri insanlar
yataklara düşüyor, iyileşmez zannedilenler iyileşiyor.
reder ;
b
a
s
z
me
nır
az, ede
m
a
l
r, kaza
u
u
l
B
u
B
r.
r.
kazanı
n
a
d
kazanı
n
ı
n
e
d
sabr
n
rü
far
er ; şük
d
e
r
r ; istiğ
k
a
ü
p
ş
a
y
nlış
rumda
der, ya
u
e
d
a
r
t
e
a
H
.H
i
azanır
k
n
meğin
a
e
d
r
i
n
o
b
ç
r
i
ede
i, h
. Rabb
r
ı
d
amimi
ı
s
l
ç
i
k
n
a
r
z
e
ka
Yet
rmaz.
a
k
ı
ç
bo ş a
olsun.
Genç ihtiyarlıyor, ihtiyar ölüyor. İhtiyar yaşıyor, genç ölüyor. Kimi yiyecek bulamıyor, açlıktan
kıvranıyor; kimi de gıda fazlalığından şişiyor. Kimi
güler, kimi ağlar. Kimi şımarır, kimi ezilir. Dünya
bu, dönüyor. Döndükçe de renkler değişiyor.
Ağlamakla gülmek, açlıkla tokluk, hayatla ölüm,
sıcakla soğuk, iyi ile kötü ikiz gibidirler. Herkes imtihan halindedir. Ne gülenin güldüğü kalıcı, ne
ağlayanın ağlaması! Zenginlik de sabit değil, fakirlik de. Çocuklar da kalıcı değil, analar babalar da. Hep dönüyoruz. Her döndüğümüz yönde
başka bir imtihan çeşidine muhatabız.
Aslında fakirlikle imtihan, zenginlikle imtihandan zor değildir. Tersi de böyle. Hastalık imtihan olduğu gibi sıhhat de hesabı sorulacak bir
imtihandır. Biz kulluk sınavındayız: Her halükârda
6
Mayıs
kazanmak durumundayız. Bazen sabrederek
bazen de şükrederek; ama imtihanda olduğumuzun bilinci ile hareket etmekle mükellefiz.
Yapamayan için şükür sabırdan zordur.
Çocuk bir imtihandır. Olmaz, o bir imtihandır. Olur, o başka bir imtihandır. Gelişir, dertleri
kabarır o bir imtihandır. Erkek olur, erkekliği; kız
olur, kızlığı zor görülür. Aslı ise öyle değildir. Ne
tür olursa olsun o bir imtihandır.
Eş sahibi olmak da böyle, bekârlık evliliği,
evlilik bekârlığı aratır zannedilir. Asla değil!
Mal bir imtihandır; yokluğu bir dert varlığı
bin dert! Gözümüzü nereye çevirsek orada bir imtihanın içinde buluruz kendimizi. Ta gözlerimizi kapatana kadar. Gözlerimizi kapatınca da imtihanın hesabı ile açarız onları.
Dünyanın varlığı kadar kesin bir hakikat şudur:
Burada imtihan için varız. İmtihanımız da en hassas yerlerimizden, belki göz bebeğimizden olacaktır.
Evladımızdan, eşimizden, malımızdan, dostlarımızdan ve canımızdan…
Bir kesin hakikat daha: Mızmızlansak da,
ağlasak da, gülsek de kader muhakkaktır. Yazı
yazıldı, kalem kırıldı. En muazzam sonuç, başımızdaki dertleri nimete dönüştürmektir.
Çünkü bizim Rabbimiz her şeyi bilen ve
yaratandır. Başımıza gelenleri heba etmeyen, acımıza, sıkıntımıza ecir yazandır.
O, bizi yaratan; kaderimizi yazan; ne yapacağımızı gözetip bize cennetler hazırlayandır.
O, hiçbir şeyi zayi etmiyor. Asla! Ahiret beklentisi olmayan kâfirin başına gelen dertler onlar için
bir musibettir. Hem dünyada sıkıntı çekecekler hem
de ahirette çektiklerinin karşılığında bir ecir bulama-
yacaklardır. Mü’min için ise böyle değildir. Günahkâr
bile olsa çektikleri pek çok açıdan onun lehinedir:
a- Belalar kâfirlerin cezalarının bir bölümünün
dünyada verilmesidir. Mü’minin sıkıntıları ise,
seviyesinin ve sabrının ölçüldüğü imtihanlardır. Biri yavrusunu kaybedince belasını bulmuş olur,
diğeri de yavrusunu kaybettiğinde sabredip,
Rabbine sığındığı için imtihanı kazanmış ve
ecre dönüştürmüş olur.
b- Belalar Hak’tan sapmanın sonucudur. İmtihan olan sıkıntılar ise, istikamet üzere olmanın
gereğidir ve derecelerin artması içindir. İnsanın
Allah katındaki yakınlığı güçlendikçe sıkıntıları da çoğalır. Bunun için en büyük dertlere peygamberler düşmüştür. Kulun seviyesi yükseldikçe, takvası
arttıkça imtihanın ağırlığı da artar.
c- Mü’minlerin başına gelen hadiseler
imanlarının artması ve derecelerinin yükselmesi ile sonuçlanır. Kâfirlerin başlarına gelen belalar
ise onları daha derinlere sürükler. İnatlarını artırır. Karanlıkları çoğalır.
d- İmtihanlar sabır ve takva ile aşılır. Belalar ise tövbe ve istiğfarla kaldırılır.
Mü’minin en büyük silahı sabırdır. Hatta
sabır olmadan hiçbir imtihanı kazanmak mümkün
bile değildir. Zaten mü’minin hayatı üç kelimenin etrafında döner durur: Sabır, şükür ve istiğfar.
Bulamaz, edemez sabreder; sabrından kazanır. Bulur, kazanır şükreder; şükründen kazanır.
Hata eder, yanlış yapar; istiğfar eder ondan kazanır. Her durumda kazançlıdır. Rabbi, hiçbir emeğini boşa çıkarmaz. Yeter ki samimi olsun.
Güldüğü de kâr, ağladığı da kâr.
Sabır mükemmel bir silahtır.
Emirlere; Yasaklara ve; Kadere sabrederek kazanırız.
Mü’minin en büyük silahı sabırdır. Hatta sabır olmadan hiçbir imtihanı kazanmak
mümkün bile değildir. Zaten mü’minin hayatı üç kelimenin etrafında döner durur:
Sabır, şükür ve istiğfar.
Mayıs
7
İmtihanlarımız
üç aşamalıdır
İmtihanlarımız
Üç Aşamalıdır
1- Eleme aşaması:
Kur’an’ımız diyor ki:
“Andolsun ki içinizden cihat edenlerle
sabredenleri belirleyinceye kadar ve söylediğiniz sözlerin doğru olup olmadığını açıklayın-
mala, cana ve evlada gelen ziyanla elde edilir.
Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Dünyada sıkıntı çekmeyenler, kıyamet
gününde dünyada iken belalara sabredenlerin
kazandıklarını gördüklerinde isteyecekler ki,
keşke dünyada derilerimiz parçalanmış olsaydı da onlar gibi sevap kazanmış olsaydık!” (Tirmizi, Zühd, 59/2402)
Bu Yüzüne
BirBir
de de
bu yüzüne
bak; Bak;
caya kadar sizi imtihan edeceğiz.” (Muhammed
Suresi, 31)
Peygamberlerin yoludur bu yol. Allah kimin ne olduğunu, kimin verdiği söze ne kadar
Eğer başımıza gelen dertler, çocuklarımızdan
çektiklerimiz, bir türlü iyi gitmeyen işimiz, tuttuğumuzun elimizde kalması bizi yaratıcımıza, Allah’a yöneltiyor ve bunaldıkça ‘Ya Rabbi!’ diyebiliyorsak ne âlâ!
“Andolsun ki içinizden cihat edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve
söylediğiniz sözlerin doğru olup olmadığını açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.”
(Muhammed Suresi, 31)
sadık kaldığını görmek ister. Eler eler. Malında
azalma verir, tuttuğu elinde kalır, çocuğunda, eşinde,
akrabasında sıkıntılar verir. Sadakatini, teslimiyetini görmek ister. Ne diyordu, ne yapıyor onu bilmek
diler. Bu imtihanda iman sahibi olmak, imtihandan
kurtulmak değildir. Tam aksine iman sahibi olduğun
için imtihana tabi tutulmak vardır.
2- Arındırma Aşaması:
Dertsiz
zamanlarda
kazanılamayanlar,
imtihan anında kazanılabilir. Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Müslüman’ın başına gelen her dert, keder, üzüntü, eziyet, sıkıntı, hatta (bedenine)
batan bir dikenle Allah (o kulun) bir hatasını
siler.” (Buhari, Merda, 1/5641; Müslim, 6568)
3- Derece yükseltme aşaması:
Sıkıntılar Allah katında yükselmeye vesile olur. Namazla elde edilmeyen seviyeler,
8
Derinden bir ‘Ya Rabbi!’ demek nelere değmez
ki? Şeytanın, ‘Sıkışınca desen ne olur? Zamanında neredeydin?’ gibi saptırmalarına aldırmadan
O’na yönelebilmek ne güzel. Elbette bunalınca, dara düşünce O’na döneceğiz. O, çaresizlerin, bunalmışların, dertlilerin Rabbidir.
Sıkıntılar gerçek dostlarla geçici dostları
ortaya çıkardığı için de nimettir. Körü körüne
tutulduklarımızdan kurtarırlar bizi.
Belki de dertlerin en önemli yönü, Allah
ile konuşmak gibi olan Kur’an okumaya sebep olmasıdır. Sıkıldıkça Kur’an okuyabilmiş olsaydık
ne büyük kazancımız olurdu? Kur’an’la haşir neşir olan bir mü’mine hangi dert çekilmez olabilir? Ah
bir becerebilsek! Dertlendikçe, işler tıkandıkça,
bütün yollar kapandıkça Allah’ın elimizdeki
ipi Kur’an’a sarılabilsek. Onu doya doya okuyabilsek. İçindekilerden ibret alabilsek! Ateşe atılıp da yanmayan İbrahim’i, küçücük kuşların
taşlarıyla helak olan filli orduyu, Nemrud’u,
Firavun’u, Karun’u anlayabilsek! Allah’ın azametini idrak edebilsek!
Mayıs
Mart
9
Gençlik Bunalım Dönemi Mi?
Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
H
iç düşündünüz mü, çağdaş dünyada “gençlik” denince akla ilk önce “hayatının en bunalımlı döneminde bulunan” yaş grubunun
gelmesi normal mi?
lı
nalım
u
b
“
n
anı
,
ş düny
a
aksine
d
ğ
n
a
i
n
Ç
i
l
k
i
prof
in artı
ç
i
n
genç”
u
e
on
önemi
ni verm
d
i
s
k
e
i
r
l
e
ç
em
gen
rinin s .
e
l
k
i
d
r
öğren
çağıdı
Çocukluk dönemini bir yana bırakacak olursak,
“gençlik bunalımı”, “orta yaş bunalımı” (yaşlılar
zaten otomatik olarak bunamış görülür) gibi ifadeler,
artık dilimize de iyice yerleşmiş bulunuyor. Biraz düşününce, bu tabirlerin insana hayatının her döneminde
hastalıklı muamelesi yapılmasını reva gören çarpık bir
anlayışın ürünü olduğunu anlamak zor olmasa gerek.
Parçalara
Bunalmak
Parçalara Bölünerek
Bölünerek Bunalmak
Bir başka şekilde ifade edecek olursak, insan hayatını belli yaş gruplarına göre sınıflandırarak, her bir
grup için, “anormallikler yapması yaşı itibariyle
normaldir” şeklinde bir ön yargı geliştirmek, hastalıklı
bireylerden oluşan hastalıklı toplumların işi olsa gerek.
Gerçek şu ki, bu durum, özellikle hayatının en
verimli ve en enerjik dönemini yaşayan, beynini
10
Mayıs
ve vücudunu en üretken biçimde kullanabileceği çağda bulunan genç insanlar için, son derece olumsuz bir yargıyı ifade eder.
Bunalım
Edebiyatı
Bunalım
Edebiyatı
Bizde
Neden
Yok?Yok?
Bizde
Neden
Oysa bu yaş grubunda bulunan bireyler
öğrenmeye, yeteneklerini ve becerilerini geliştirmeye ve kendilerini olgunlaştırmaya en uygun çağlarında bulunmaktadır.
‘Bizim kültürümüzde durum nedir?’ diye
baktığımızda, karşılaştığımız manzara kısaca şöyledir:
Bu noktada şu soruları da sormak gerekir: Hayatı daha yeni tanıma ve öğrenme sürecinde olduğu
halde, Batılı hayat tarzı içinde anne babasından bile
“bağımsızlaştırılan” genç, kişiliğini nasıl bulacak, istikametini nasıl çizecek, yetenek ve becerilerinin farkına nasıl varacaktır? Hangi kurum ve hangi sosyal hizmet uzmanı bu gence, kendi
Herşeyden önce, İslâm kültüründe bireyin
anlattığımız tarzda toplumsal açıdan çeşitli yaş kategorilerine ayrılmasının sözkonusu
olmadığının altını çizelim. Uzun medeniyet tarihimiz boyunca hayatın her alanına ve insan
denen “zübde-i alem”in her boyutuna ilişkin
incelemeler yapmış, eserler vermiş bulunan
ulema ve hukemanın, gençlik döneminin kendine mahsus problemleri olduğunu söyleyen
Bizim medeniyet ve kültürümüzde çocuk daha doğar doğmaz beynine ilk
nakşolan, sağ kulağına okunan ezan ile sol kulağına okunan kamet sesidir. Anne sütü
ile beslenme devresi boyunca çocuk, “taharet-i kübra” üzere bulunmaya özen gösteren
annesi tarafından helâl süt ile emzirilir, uyutulurken salâvat ile, ilâhi ile uyutulur.
ailesinin ve yakınlarının verebileceği duyguyu, ilgiyi
ve desteği verebilir?
ve bu problemlere çözümler öneren bir çalışmasını, kitabını veya risalesini bilmiyoruz.
Anlattığımız bu sınıflandırma ve bağımsızlaştırma adı altında olumlu-olumsuz her türlü etkiye açık bırakma durumu, hayatını biz
müslümanlardan farklı yaşayan; varlığa, hayata
ve insana bizden oldukça farklı bir gözle bakan Batılı
anlayışı yansıtıyor.
İslâm medeniyetinde sayısız çalışmanın konusu olan alanların bazılarını sayalım: Başta bütün dinî
ilimler, tıp, botanik, veterinerlik, farmakoloji (ilaçlarla ilgilenen ilim dalı), musiki, mimari, günlük hayatta
kullanılan aletler ve kap-kacak, hayvanlar, kuşlar, böcekler, putlar, muhtelif canlıların sesleri ve bunların
özellikleri, madenler, astronomi, meteoroloji, tarih,
coğrafya, aritmetik, geometri, fizik, kimya, arkeoloji, felsefe, mantık, zaman ve mevsimler, harflerin ve
rakamların esrarı (cifir), sihir (tılsım), uzun boylu insanlar, kısa boylu insanlar, uzun yaşayan insanlar…
ve daha niceleri. Evet, medeniyetimizde hayatın
her alanına ilişkin eser vermiş, kitap yazmış
olan İslâm alimlerinin, “gençlik ve sorunları”
tarzında bir eser vermemiş olmasının elbette
bir anlamı olmalıdır.
Bu anlam şudur: İnsanın, kendi fıtratına uygun bir ortamda, kendine ait hayat tarzını sürdü-
Mayıs
11
İslâm ilim tarihine adını altın harflerle yazdırmış simalara bakın. 7-8 yaşlarında
Kur’an’ı ezberlemiş, 10-15 yaşlarında temel İslâmî ilimleri tahsil etmiş ve 20 yaş sınırına
dayandığında artık eser yazmaya, fetva vermeye ve ilim meydanında nam salmış alimlerle
yarış etmeye başlamış bu insanları yetiştiren, elbette kurumsal yapısı ve oturmuş sistemiyle
canlı medeniyetten başkası değildir.
rebilmesi, ancak kendine ait değerlerle inşa olmuş,
yaşayan canlı bir medeniyetin varlığı ile mümkün
olabilir. Hiç şüphesiz, böyle bir hayat tarzı olmaksızın, insan fıtratını ve hayatı her yönüyle
kuşatmış canlı bir medeniyet olmaksızın, bireyin veya toplumun sağlıklı olabilmesi mümkün değildir.
İslâm kültüründe “gençlik ve sorunları” başlıklı bir problemin bilinmiyor olmasını, işte böyle bir
medeniyet olgusunun varlığında aramalıyız.
BirLiman
Liman Toplum
Bir
Toplum
Bizim medeniyet ve kültürümüzde çocuk daha
doğar doğmaz beynine ilk nakşolan, sağ kulağına okunan ezan ile sol kulağına okunan
kamet sesidir. Anne sütü ile beslenme devresi
boyunca çocuk, “taharet-i kübra” üzere bulunmaya özen gösteren annesi tarafından helâl
süt ile emzirilir, uyutulurken salâvat ile, ilâhi
ile uyutulur. Öğrenme yaşına geldiği zaman,
her bir hücresi önce İlâhî Kelâm ile dolar.
Çağdaş hayatın dayattığı çekirdek aile tarzının
ve modern yaşama biçiminin yalıtılmış dar çerçevesine hapsolmaksızın, alabildiğine geniş bir çevrede başlar
hayatı tanımaya. Sadece anne-babasından değil,
topluca paylaşılan bir hayatın hazzını ve yaşayan
bir geleneğin terbiye usulünü dedesinden-ninesinden, hocasından ve mahalle büyüklerinden
devşirir. Büyüklerinin katkılarıyla, komşuluk,
mahalle arkadaşlığı ve saygıyı, sevgiyi, güveni,
paylaşmayı, dayanışmayı, fedakârlığı öğrenir.
Böyle bir yetişme süreci ve sosyal çevre güvencesiyle gençlik dönemine adım atan çocuk, üretmeye
hazır, donanımlı, kendinden emin ve kişilikli bir birey
olarak hayata atılacaktır. İlim tahsil ediyorsa, yüzyıllar içinde olgunlaşarak pekişmiş bir eğitim
sisteminde kendini geliştirecektir. Herhangi bir
meslek ve sanat dalına intisap etmişse, yine asırların
birikimiyle oluşmuş çırak-usta ilişkisi içinde alanında
ihtisas sahibi olacaktır.
Çağdaş dünyanın “bunalımlı genç” profilinin
aksine, gençlik dönemi onun için artık öğrendiklerinin semeresini verme çağıdır.
İslâm ilim tarihine adını altın harflerle yazdırmış
simalara bakın. 7-8 yaşlarında Kur’an’ı ezberlemiş, 10-15 yaşlarında temel İslâmî ilimleri
tahsil etmiş ve 20 yaş sınırına dayandığında
artık eser yazmaya, fetva vermeye ve ilim meydanında nam salmış alimlerle yarış etmeye
başlamış bu insanları yetiştiren, elbette kurumsal yapısı ve oturmuş sistemiyle canlı medeniyetten başkası değildir.
Başka hiçbir kültür ve medeniyette örneği bulunmayan “Tabakât” ve “Terâcim” türü kitaplarda, böyle onbinlerce büyük insanın hayat hikâyesi
canlı birer ibret tablosu olarak elimizde bulunmaktadır. Namazda gözü olanlar için ezan sesi her
devirde çınlama devam ediyor.
12
Mayıs
Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz.
Buyuruyor ki;
Ey kendinden başkasına hamd edilmeyen ve hayrin sadece kendisinden
beklendiği, her şeyin evveli ve âhiri, zâhiri ve bâtını, Hayy ve Kayyûm, celâl
ve ikram sahibi olan Hz. Allah, hamd ve senâ ancak sana mahsustur.
Salât ve selam, hak din üzere ve bütün insanlara hiclayet kaynağı olarak seçip gönderdiğin seçkin kulun ve rasûlün olan Efendimiz Muhammed
(s.a.v)’in üzerine olsun. Onun emirlerini yerine getirip onu önder kabul
edenler mes’ûd, onun emirlerinden yüz çevirenler ise, rahmetten mahrum
kalmış kimselerdir.
Yine salât ve selâm onun âline, ashâbına, etbâina ve kıymete kadar
onun sünnetine tâb’i olanlara olsun.
Ey kardeşlerim! Beşer aklı riyâzete muhtaçtır. Beşer aklının birinci
riyâzeti, Allah’ın kudret eserlerini tefekkürdür.
Görmezmisiniz ki, Allah şu yeryüzünü nasıl dürüp yaymış ve ne güzel
tasvir edip üstüne fezâyı, âsumanı yerleştirmiştir.
Mayıs
13
Peygamberimizin Örnek Gençliği
Prof. Dr. Ali AKPINAR
G
metini
y
ı
k
n
ı
san
de
oğu in
ç
a nere
k
i
l
m
ç
a
n
,
e
i
ğ
G
etti
a
i, israf
ğ
i
usund
d
n
e
o
m
k
e
i
l
bi
diğ
i
tüketil
l
ı
öneml
s
n
a
e
n
z
i
ve
ğim
ekilece
ç
.
a
b
a
biridir
hes
n
e
d
r
e
nimetl
14
ençlik, insanın geleceğinin temelidir, gençlik
de toplumun geleceğinin teminatıdır. Temiz
ve kişilikli bir gençliğe sahip olanlar,
kâmil insan olmanın temelini atmışlar demektir. İyi bir gençliğe sahip olmayanlar, iyi bir alt yapıya sahip değiller demektir. Böyleleri ileriki yaşlarında
düzelmiş olsalar bile, gençlik dönemlerinde yaşadıkları
kötü tecrübeler, onların olgunluk dönemleri etkiler. Bu
yüzden pek çok insan, geçmişe dönük pişmanlıklar içerisinde olur.
En kâmil insanlar arasından seçilen peygamberler, her bakımdan temiz bir çocukluk ve gençlik
dönemlerine sahiptirler. Onlar, seçilmiş insanlardır.
Yüce Allah, oları pek çok insanın arasından seçip görevlendirmiştir. Peygamberlik Allah vergisidir, ama peygamberlikle görevlendirilenler de seçilmeyi hak etmiş kimselerdir. Peygamberler, günahtan
korunmuş ma’sûm kimselerdir. Onların peygamber
olmadan önce, günahlardan korunmuş olup olmadıkları tartışılmış olsa bile, genellikle peygamberler temiz bir
geçmişe ve gençlik dönemine sahip kimselerdir.
Mayıs
Son peygamber Hz. Muhammed aleyhisselam da yaşadığı tertemiz çocukluk ve gençlik
dönemleri ile her zamanın gençlerine en güzel
örnektir. Üstelik O, yetim ve öksüz büyümesine rağmen kirli toplumda temiz kalabilen bir
gençtir. Yaşadığı toplumda her çeşit günah, pek
çok insan tarafından işlendiği halde, O bunlardan kendini korumasını bilmiştir. Kaynaklarımız,
onun gençlik dönemi ile ilgili şu bilgilerle doludur:
Peygamberimiz, yetişkinlik çağına kadar
mertlik ve insanlıkta kavminin en üstünü, ahlakça en güzeli, komşuluk haklarını en fazla
gözeteni, doğru sözlülükte en başta geleni,
eminlik ve güvenilirlikte en büyüğü, kötülükten en uzak olanı idi. Bunun için kendisine kavmi
arasında el-Emîn/yani güvenilir kişi, güven veren insan denirdi.[1]
O, peygamber olmadan önce de ne puta
tapmış, ne içki içmiş, ne de putlar için yapılan şenlik ve törenlere katılmış, ne de putlar adına kesilen
etlerden yemiştir. O, bu gerçeği şöyle anlatır: Ben,
kitap ve imanın ne olduğunu bilmezken bile,
Kureyşlilerin küfür üzerinde bulunduklarını
bilmekten uzak kalmışımdır.[2] Nitekim O peygamber olduktan sonra, insanları tevhide ve
ahlakî güzelliklere çağırınca, geçmişi ile ilgili bir
itirazla karşılaşmamıştır. Hiçbir kimse, bugün sen
bunları bize söylüyorsun, ama düne kadar onları sen de işlemiştindiyememiştir.
Onun bu tertemiz geçmişi Kur’ân’da şöyle ifade edilmiştir: “Ben bundan önce bir ömür boyu
içinizde durmuştum. Hâla akıl erdiremiyor
musunuz?”[3] Ben peygamber olmadan önce kırk
yıl aranızda yaşadım. Siz benim doğruluğumu, dürüstlüğümü, emanete hıyanet etmeyişimi, ümmiliğimi
biliyorsunuz. Ben gençliğimde hiç Allah’a isyan
etmedim, putlara tapmadım, asla yalan söylemedim, hiç aldatmadım… Şimdi siz benden,
böyle bir şeyi yapmamı nasıl istersiniz?[4]
Onun sahip olduğu güzelliklerini anlatan Kur’ân
ayetlerinin biri de şöyledir:
“Gerçekten sen büyük bir ahlak üzeresin.” Fatiha ve Alak suresinden sonra üçüncü sırada inen Kalem suresinin bu ayeti, onun Kur’ân öncesi sahip olduğu güzelliklerini açık bir şekilde tescil
etmektedir. Çünkü bu tespit yapıldığında henüz onun
tüm hayatını kuşatan Kur’ân ayetleri inmemişti. Ama
O, büyük bir ahlak üzere bulunuyordu. Daha sonra
Onun Kur’ân’la daha da olgunlaşan ahlakî kişiliğini eşi Hz. Ayşe şöyle özetlemiştir:“Onun ahlakı Kur’ân’dı.”[6]
[5]
Hangi ortamda yaşarsa yaşasın Müslüman gidişata seyirci kalamaz. Gündemi yakından takip
eder. Gidişat, iyi ise, ona destek olur ve onun
daha iyi bir şekilde devam etmesi için gayret
eder; kötü ise onu düzeltmek için çalışır. Peygamberimiz, henüz peygamber olmadan önce Mekke’de yaşanan haksızlıklara dur demek için kurulan
erdemliler hareketinin aktif bir üyesi olarak kötü gidişata dur demek için seferber olmuştu.
Mekkelilerden ve oraya dışardan gelenlerden
haksızlığa uğramış her kim olursa olsun mazlumun
hakkını geri almak, zalime karşı mazluma
yardım etmek, zayıfın hakkını güçlüden, garibini hakkını yerliden almak ve adaleti aralarında hâkim kılmak üzere kurulan Hılfu’l-Fudul hareketine katılmıştır. Daha sonra da Ben
ona İslam döneminde de çağrılsam mutlaka icabet
ederim buyurmuştur.[7]
Peygamberimiz, Bedir savaşında henüz 21-22 yaşlarında bulunan Hz.Ali’yi
sancaktar yapmış; Tebuk gazvesinde Neccaroğulları sancağını 20 yaşında bulunan Zeyd
b. Sabit’e vermiş.
Mayıs
15
Kırk bin kişilik büyük bir orduya henüz 18 yaşında bulunan Üsame b. Zeyd’i komutan
olarak atamış; 21 yaşındaki Muaz b. Cebel’i kadı olarak Yemen’e göndermişti.
Peygamber olmadan önce ticaret ortaklığı
yaptığı Sâip b. Ebî Sâip, Mekke fethinde Müslüman
olarak Peygamberimizin huzuruna geldiğinde şunları söylemiştir: Sen benim ortağımdın ve ne iyi
ortaktın![8]
Hz. Hatice ile evlenirken nikâh merasiminde
söz alan amcası Ebû Talip henüz yirmi beş yaşındaki
yeğenini şöyle tanımlıyordu: “Doğrusu Muhammed, Kureyş’in hiçbir gencine benzemeyen,
onlardan hiçbiriyle bir tutulamayan bir gençtir. Çünkü o, şeref, asalet, erdem ve akıl bakımından onlardan ayrılır.”[9]
Azatlısı olan Zeyd’e sen bizim kardeşimiz ve
azatlımızsın diye iltifat ederdi. Zeyd ise onda gördüğü
güzellikleri şöyle anlatmıştı: Yemin ederim ki, ben
sana hiç kimseyi tercih etmem. Sen bana, hem
annem hem de babam makamındasın… Ben
onda öyle şeyler gördüm ki, babamı bile ona
tercih etmem, ben ondan hiçbir zaman ayrılmayacağım.[10]
Otuz beş yaşlarında iken Ka’be tamir edilmiş ve Hacerü’l-Esved’in yerine konulmasında
Mekkeliler arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Sonunda mescidin kapısından ilk giren kişinin
hakemliğine razı olma konusunda anlaşmışlardı. O kişinin Hz. Muhammed olduğunu görünce şöyle bağrışmışlardı: “Bu güvenilir kişidir. Bu
Abdullah oğlu Muhammed’dir. Onun vereceği
karara razıyız!”[11]
Kendisine ilk vahiy geldiğinde, gördüğü
manzara karşısında endişelenip korkuya kapılan Hz.
Peygambere vefakar ve fedakar eşi Hz. Hatice şöyle
diyordu: “Sen rahat ol, üzülme. Allah’a yemin
ederim ki, Allah seni asla utandırmayacak, ele
güne rezil etmeyecektir. Çünkü sen, akrabalık bağlarını gözetirsin. Hep doğru söylersin.
Emanete hıyanet etmezsin. Sıkıntılara katlanmasını bilirsin, güçsüzlerin elinden tutarsın.
Misafir ağırlamayı seversin. Zor durumda kalan mağdurların hakkını korumak için onlara
yardım edersin.”[12]
Onun sahip olduğu bu güzellikler, düşmanları
tarafından bile teslim edilmişti. Rum Kayseri Heraklius, elçi olarak huzurunda bulunan, o zaman müşriklerin önde gelenlerinden olan Ebu Süfyan’a Peygamberimizin özellikleri ile ilgili sorular sormuş ve
aralarında şöyle bir diyalog geçmişti:
-Bundan önce, onun hiç yalan söylediğine tanık
oldunuz mu?
-Hayır, asla böyle bir şeye tanık olmadık.
-İnsanlara yalan söylemeyen, vallahi Allah’a yalan söylemez![13]
Habeşistan’a hicret eden Cafer b. Ebî Talib de
Necaşî’nin huzurunda şunları söylemişti: “Ey Kral!
Allah içimizden, aramızda yaşadığı kırk yıl
doğruluğu, dürüstlüğü, asaleti, emanete riayetkarlığı ile tanıdığımız bir kimseyi peygamber gönderdi...”[14]
16
Mayıs
PEYGAMBERİMİZİN
GENÇLİĞE
Peygamberimizin
Gençliğe
VERDİĞİ
ÖNEM
Verdiği Önem
Kendisi mükemmel bir gençlik dönemi
yaşamış olan Peygamberimiz, gençlere büyük
önem vermiş, onları hep iyiye, güzele yönlendirmiş; ilk Müslüman gençlerden mükemmel şahsiyetler yetiştirdikten sonra gencecik yaşta onları büyük
görevlere getirerek onura etmiştir. Onun konu ile ilgili
hadislerinden bir kısmı şöyledir:
“Yedi sınıf insan vardır ki, Allah onları,
hiçbir korumanın olmadığı bir günde, kendi
koruması altında gölgelendirecektir: Adâletli
idareci, Allah’a ibadette yetişen genç..”[15]
Ama müslümana her zaman yakışan, ibadettir kabahat değil. Kabahat ise, işlenmeğe ve denenmeye
değmez. İbadet gençliğe değer kazandırırken,
kabahat onu yer, bitirir.
Peygamberimiz gençlere verdiği değeri, onların
liyakatlilerini en yetkin görevlere getirerek tescil ediyordu. Bir kaç örnek verecek olursak: Peygamberimiz, Bedir savaşında henüz 21-22 yaşlarında
bulunan Hz.Ali’yi sancaktar yapmış; Tebuk gazvesinde Neccaroğulları sancağını 20 yaşında bulunan
Zeyd b. Sabit’e vermiş; kırk bin kişilik büyük
bir orduya henüz 18 yaşında bulunan Üsame
b. Zeyd’i komutan olarak atamış; 21 yaşındaki
Muaz b. Cebel’i kadı olarak Yemen’e göndermişti.
O, gençlere o kadar değer ve önem vermişti ki, müşrikler onun
gençlerle oturup kalk“Şüphesiz ki Allah
masını yadırgamaktaygençliğini Allah’a taat“Sabah
akşam,
Rablerinin
dılar. Bir defasında yanınle geçinen gençleri serızasını
isteyerek
O’na
yalvaranları
da Habbab, Suhayb, Bilal
ver.”[16]
ve Ammar varken Kureyş
kovma. Onların hesabından sana bir
ekâbirleri ona gelip şöyle
sorumluluk yoktur, senin hesabından
“Gençlerinizin en hadediler: “Ey Muhammed!
yırlısı ihtiyarlarınıza benzeda onlara bir sorumluluk yoktur
Sen bunlara mı razısın?
yenleri, ihtiyarlarınızın en
ki onları kovarak zulmedenlerden
Demek Allah, aramızdan
şerlisi ise, gençlerinize öze[20]
olasın.”
bunlara mı lütfetti? Şimdi
nenleridir.”[17]
biz, onlara mı tabi olacağız?
Kov onları yanından, belki
“Gençler! Geceleri
o zaman sana uyabiliriz!” IBiuyanık olmaya bakın. Hiç şüphesiz hayır hep
zim için onlardan ayrı bir oturum yap. Senin yanına
gençliktedir.”[18]
Arap heyetleri geldiğinde biz bu çoluk çocuktan utanıyoruz. Bari biz yanına gelince onlardan uzaklaş. Biz
Gerçekten de, gençlik enerjinin heyecanın
gittikten sonra istersen onlarla otur.” Peygamberimiz
en yoğun olduğu bir dönemdir. Güzel şeyler, en
onların bu teklifini kabul eder gibi olunca da şu ayetgüzel bir biçimde gençlikte yapılır. İman genç
lerle uyarıldı:[19]
ve dinç gönüllerde gür bir biçimde yeşerir. Amel, o
dinç bedenlerde en güzel örneklerini verir. Hayırlar
“Sabah akşam, Rablerinin rızasını istegenç sahipleriyle dinamik ve şen olurlar. Bu yüzden
yerek O’na yalvaranları kovma. Onların hesaibadet te gençlikte, kabahat de gençliktedenilmiştir.
bından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki
onları kovarak zulmedenlerden olasın.”[20]
“Şüphesiz ki Allah tövbe eden genci sever.”
“Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret.
Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek
hevesine uyan kimseye uyma.”[21]
Mayıs
17
Ayetler, peygamberimize ve onun şahsında
tüm önderlere İslam(a gönül vermiş olan müminlere, toplum içerisindeki yerleri ne olursa olsun, değer
vermenin gerekliliğini ve onlara katlanmanın zaruretini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Davetçiyi
toplumun değer yargıları yönlendirmemelidir. Davet
adamı Allah’ın değer yargılarını esas almalıdır. O’na
göre üstünlük, Allah’a karşı yükümlülüklerini gerçek
anlamda yerine getirmededir. Kim O’na iyi kul olursa,
o üstündür. Çünkü Allah, insanların kalıplarına
değil onların kalplerine bakar, dış görünüşlerine değil amellerine bakar.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Gençlik,
insanın geleceğinin temelidir. Gelecekte kurulacak mükemmel şahsiyet binasını üzerinde
taşıyan bir temeldir. Bu nedenle geleceğimizin
teminatı olan gençliğimizi her türlü kötülükten, çürümüşlükten, zaaflardan korumalıyız.
Bunda herkese büyük görevler düşmektedir. Şöyle ki:
Önce genç olanlar, gençliklerini ömürlerinin en
verimli çağı olarak görmeli, onu en güzel ve dona-
kötülükleri onlara anlatmamalı, kendi düştükleri yanlışlara gençleri düşürmemek için tedbir
almalıdırlar.
Üçüncü olarak yetkili olan her kurum,
gençliğin önemini bilmeli ve gençleri iyiye,
güzele yönlendirmeli, onları her türlü kötülük odaklarından korumaya yönelik önlemler
almalıdırlar.
Her konuda örneğimiz olan Peygamberimiz,
gençlik dönemi ile de bizler için en güzel örnektir. O, peygamber olarak görevlendirilme-
“Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret.
Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını
kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.”[21]
nımlı bir şekilde geleceğe hazırlamalı, her çeşit tahribattan onu korumalıdır. Onlar bilmelidirler ki
günahlar, gençliği harap eden şeylerdir. Hiçbir
günah, merak sâiki ile bir kerecik olsun denenmeye değmez. Zira tarih boyunca insanların
denemediği günah kalmamış, işlenen hiçbir günahın da hiç kimseye zerre kadar hayrı/yararı olmamıştır. Bu nedenle gençler, toplumları nasıl
olursa olsun, kendilerini ilim, irfan ve takva ile
donatmalıdır. Bunun için de peygamberler başta
olmak üzere, İslâm önderlerinin hayatları bol
bol okunmalıdır. Unutulmasın ki, gençlik çoğu
insanın kıymetini bilemediği, israf ettiği, ama
nerede ve nasıl tüketildiği konusunda hesaba
çekileceğimiz en önemli nimetlerden biridir.
den önce, yaşadığı topluma rağmen, bir insan
olarak aklını ve iradesini kullanarak tertemiz
bir gençlik yaşamıştır. Peygamber olduktan
sonra da gençliğe büyük önem vermiş, saadet
çağının altın neslini öncelikle gençlerden kurmuş ve bu altın nesli tüm zamanların insanlarına örnek olarak sunmuştur.
Kaynaklar
[1] Asım Köksal, İslam Tarihi, II, 113 (İbn Sa’d, Tabakât, I, 121) [2] Asım Köksal,
İslam Tarihi, II, 119-121 (Suyûtî, Hasâis, I, 221) [3] 10 Yunus 16. [4] Kurtubî, Tefsîr, VIII,
321. [5] 68 Kalem 3. [6] Ahmed, VI, 188. [7] Asım Köksal, İslam Tarihi, II,132-136 [8]
Asım Köksal, İslam Tarihi, II,140-142 (Ebû Davûd, IV, 260) [9] İbn Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, I, 201. [10] Asım Köksal, İslam Tarihi, II,165-166. [11] İbn Hişam, age, I, 204;
Taberî, Tarîh, III, 201. [12] Taberî, Tefsîr, XXX, 162; İbn Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, I,
253. [13] Buharî, Bedü’l-Vahiy 5. [14] İbn İshak, Sîre, s, 195-196. [15] Buhâri, Ezân
İkinci olarak büyükler, gençlere iyi örnek
olmalı, onları her türlü tahribattan korumalıdır. Bu meyanda asla gençliklerinde işledikleri
18
36, Zekât 16; Tirmîzî, Zühd 53; Nesâî, Kudât 2; Ahmed, 2, 429; Muvatta, Şiir 14 [16]
Münâvî, a.g.e. 288; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 286 [17] Münâvî, a.g.e. III, 487; Aclûnî, a.g.e
I, 286[18] Aclûnî, a.g.e. II, 5 [19] Bkz. İbn Kesir, Tefsîr, II, 134-135; III, 80-81. [20] 5
Enam 52. [21] 18 Kehf 28.
Mayıs
Abdullah ÇAKIR
Hz. Peygamber (s.a.v) Neyimiz Olur?
K
abul ediyorum. Bu da nereden çıktı. Ne kadar
saçma bir soru diyenleri duyabiliyorum. Ama
bana peygamberimizdir cevabının dışında bir
cevap vermenizi istiyorum.
Evet, bizler Peygamberimiz’i (s.a.v) çok iyi
bilmiyoruz. Çünkü hayatını başından sonuna kadar
okumadık ve okumuyoruz. Halbuki, onun hayatında başından geçen öyle hadiseler var ki geçmişimize, günümüze ve geleceğimize ışık tutan.
Bu soruya hep bir ağızdan O bizim liderimiz,
önderimiz, rehberimiz, örnek alacağımız tek
insandır diyebiliriz.
Bir hadise mi yaşadık, Peygamberimiz’in (s.a.v)
ve sahabelerinin yaşadıklarıyla bir irtibatını kurabilmeliyiz bocalamamak için. Hak ile batılın birbi-
Ama hiç düşündük mü gerçekten, peygamber-
rinden ayırt edilmesinin güçleştiği bu çağda
lerin sonuncusu kime, niçin denir, neyi temsil eder,
çoğu zaman ne şekilde tepki vereceğimizi, na-
nasıl birisidir diye. O bizden iman etmemizi isti-
sıl duracağımızı kestiremeyeceğimiz şeylerle
yor. İman ettiğimizi söylüyor ve peygamberliği-
karşılaşıyoruz. Ama Peygamber (s.a.v) ve ashabı
ni tasdik ediyoruz. Ama bir şey daha istiyor: itaat.
böyle bir durumla karşı karşıya kaldıklarında
Ve ardından şu soru geliyor: Peygamber’e (s.a.v)
şöyle davranmışlardı diye bilir ve ona göre tavrı-
iman edip de itaat etmemek olur mu? Ona itaat
mızı takınırsak duruşumuz da yerinde olur.
etmek ne demektir ve sözde, fiilde, düşüncede itaat
nasıl olur?
Allah peygamberini tanınsın, anlaşılsın,
itaat edilsin ve model alınsın diye göndermiş-
Bunun üzerine düşünelim.
tir. Onu bırakıp da başkaları gibi olmaya çalışmak bir
insanın hayatında kendisine yapabileceği en büyük
İsmini çok duysak da, sözlerimiz ve konuşma-
hatadır, kötülüktür. Onu örnek alan bir mümin
larımız arasında çok tekrar etsek de itaat ettiğimiz
cansız bir bedene ruh gibi olur. Karanlık, cehalet,
önderimizi, liderimizi yani Peygamberimiz’i
bozulmuşluk, bozgunculuk, iblis ve iblisleşmiş insan-
(s.a.v) yeteri kadar tanıyor muyuz? Çok fazla geriye gitmeyelim, daha yakın tarihimizde çok önemli
görülen şahsiyetlerin hayatları hakkında kalın sis perdeleri var. Doğumlarını, çocukluklarını, genç-
lar onun en büyük düşmanı olur.
“Seni düşündükçe gül dikiyorum ellerimin değdiği yere” diyor ya İlhan Berk bir şiirinde,
aslında bu tam da son Peygamberi (s.a.v) örnek
liklerini, aile hayatlarını, iş hayatlarını vs. ay-
alan bir müslüman-mümin tanımıdır. Hakikaten
rıntılı bir surette bilemiyoruz. Buna mukabil
salih bir insan kimdir sorusuna verilebilecek en güzel
1443 sene önce doğmuş en son Peygamber’in
cevaptır bu. Rabbini ve resulünü düşündükçe
(s.a.v) hayatı ve yaşamı hakkında daha çok ve
bozulanı ıslah eden, kötüyü iyileştiren, çirkini
ayrıntılı bilgi elimizde var ve bu bir mucize
güzelleştiren bir salih mümin, ellerinin değdi-
iken acaba bu malumatın kaçına vakıfız. Ne
ği her yere gül diken Peygamberi’nin (s.a.v) işi-
kadarını okuduk ve öğrendik.
ni yapıyor demektir. Yani O’nun varisidir.
Mayıs
19
Hayatını Yaşayamadan Ölenler
M. Emin Karabacak
İ
nsanoğlu o kadar garip bir yaratık ki; nerede,
ne zaman ne yapacağı hiç belli olmamaktadır. Bir
bakarsın olduğundan çok daha fazla olgun,
bir bakarsın çocuktan daha fazla çocuksudur.
Bu da herhalde insanoğlunun bilinmeyen bir denklem
olduğunu göstermektedir.
İnsanoğlu çocukluğunda, şimdiki çocuklar
gibi büyümek için can atar. Her sabah kalktığı zaman “Ben biraz daha büyümüşüm değil mi?” diye
etrafındakilerin teyit etmelerini bekler.
Okula gitmek için can atar, sonra üniversite, iş hayatı, evlilik hayatı derken çoluk çocuğa
karışır. Bir de bakar ki yaş 40’ı bulmuş. Büyümek
için ne kadar acele ettiğinin farkına varır ve çocukluğunu özlemeye başlar.
Çocukluğunu o kadar özler ki; “Ah bir çocuk
olsam!..” diye başlayıp istenen şekillerde davranış göstermeyen çocuklarına; “Keşke senin yerinde ben olsam…” diye başlayan cümlelerle devam ettirir özlemini.
20
Özlem ve pişmanlık arasında gidip gelirken,
içinde bulunduğu yaş ve zamanın da farkına varamaz.
İçinde bulunduğu zamanı da ileride özlemek için boş
geçirir. Sonra da: “Hey gidi gençlik hey!..” demeye başlar.
Hastanelere bakıyorsunuz hastalarla dolu. “Nasılsınız?” diye kime sorarsanız “Hastayım” der. Gerçekten de öyle. İnsanlar, gençliğinde para kazanmak adına sağlığını harcamakta, yaşlılığında da
kaybettiği sağlığını kazanmak için gençliğinde
kazandığı paraları harcamaktadırlar.
Hemen her gün kazalarda birilerinin öldüğünü,
sakat kaldığını televizyondan ya da gazetelerden haberdar olmaktayız. Hatta eş dostla birlikte anne babamızı
da kendi ellerimizle mezara koyduğumuz da olmuştur.
Öyle düşünürüz ki ölüm bizim için değil de sanki bir başkası için yaratılmıştır.
Yaş ilerleyip ihtiyarlık kapımızı çalınca ölümü düşünmeye başlarız. Önceleri hiç ölmeyeceğimi-
Mayıs
zi zannederken yaşlanınca ömür denen şey ne kadar
çabuk geçti diye düşünürüz. Sanki bu kadar yaşı biz
yaşamamışız gibi gelir.
Ne zaman ve nasıl mutlu olacağımızın daha tarifini yapamadan geçiverir ömrümüz. Hayatı anlamadan ve anlayamadan geçiririz. Mutluluğun her zaman
kapımızı çalmasını bekleriz veya mutluluğu olduğundan farklı şeylerde aramakla geçirmişizdir ömrümüzü.
Çocukluğumuzda; büyüdüğümüzde, okulu bitirdiğimizde mutlu olacağımızı beklemişizdir.
Gençliğimizde ise evlendiğimizde, çocuğumuz olduğunda, borçları bitirdiğimizde, arabayı
değiştirdiğimizde mutlu oluruz demiştik.
Yaş biraz daha geçince, çocuklarımızın üniversiteyi bitirip göreve başlaması, çocukların evliliği,
emeklilik gibi durumların gerçekleşmesi sonucu mutlu
olmayı beklemiştik.
Hayata hazırlanmak için o kadar zaman
harcamışızdır ki; hayatımızı yaşamadan ömür hayatının sonuna geldiğimizin farkına varırız.
Söz ve davranışlarıyla her zaman bilinmeyen
denklem gibi davranan insanoğlunun bu halini ünlü
bilge Eflatun’a sorarlar.
“İnsanoğlunun en çok şaşırtan davranışları nelerdir?” sorusuna Eflatun şöyle cevap verir:
hayat geçmişte ya da gelecekte değil şimdiki
zamanda yaşanır.
İnsanoğlu günümüzde hâlâ bilinmeyen bir
denklem gibi davranmaya devam etmektedir. Hâlâ
elinde fırsatlar varken bunları değerlendirmek
yerine geleceğine bakar.
Her zaman geçmişiyle geleceği arasında gidip gelmektedir. Hep arkasına ya da uzaklara bakar.
Önüne pek bakmak istemez. Oysa önüne bir baksa,
kendini tanıyacak ve anı yaşamak için bulunduğu yaş
zamanı değerlendirecektir.
Kısacası şimdiki zamanın farkına varıp anı
yaşayacaktır. Ama bakmıyor ya da bakamıyor.
Hayat da insanoğlu için bir su gibi akıp gitmeye devam etmektedir.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.v)’in şu hadisleri insanoğlunun içinde bulunduğu
zamanın, fırsatların ve nimetlerin farkına varıp yaşayabilmesi için bize yol göstermektedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu
nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Bunlar sıhhat ve boş vakittir.” (Buhari, Rikak, 1) buyurur.
Yine Allah Resulü (s.a.v): “Beş şey gelmeden
önce beş şeyin kıymetini biliniz. Bu beş şey:
1. Hastalık gelmeden önce sağlığın,
1. İnsanoğlu çocukluktan sıkılır, büyümek
için acele eder, sonra da çocukluğunu özler.
2. Önce para kazanmak için sağlığını harcar, sonra da yitirdiği sağlığını kazanmak için parasını harcar.
2. Ölüm gelmeden önce hayatın,
3. Fakirlik gelmeden önce zenginliğin,
4. İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin,
3. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, sonrada
hiç yaşamamış gibi ölür.
5. Meşguliyet gelmeden önce boş vaktin
kıymetini bilmektir.” (Tirmiz, Zühd,25) buyurmuşlardır.
4. Hayata hazırlanmaya o kadar zaman harcar
ki hayatını yaşamaya vakti kalmaz.
Sonuç olarak hayatın anlamını kavrayabilmek
için içinde bulunduğumuz zamanın ve nimetlerin farkına varmak gerekir. Hayatın ah vahlarla geçirilmek
için değil; yaşanmak ve Allah’a kul olmak için
yaratılmış olduğunu unutmamak gerekir.
5. Yarını o denli düşünür ki, bugünün
elinden kayıp gittiğini fark etmez bile. Oysa
Mayıs
21
Mutlaka Diriltileceksiniz Ve
Sorguya Çekileceksiniz
Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN
K
ur:
buyrul
e
l
y
ö
ş
de
Kerim’
ı
nra
n
a
’
r
Ku
kten so
ü
d
l
ö
le r
ettiler.
a
i
d
“Kâfir
d
i
i
eklerin
c
kı
e
y
e
m
m hak
i
b
b
a
diriltil
!R
iz.
Hayır
ceksin
e
De ki:
l
i
t
l
i
r
di
e
lbette
ınız siz
r
için, e
a
l
k
ı
t
ı
da yap
karşılığ
e
v
(
Sonra
k
ce
ek
ildirile
b
a
göre p
k
a
l
’a
h
a
l
l
mut
,A
ir). Bu
t
k
1
e
c
e
l
veri
ır.”
kolayd
22
ur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Kâfirler öldükten sonra diriltilmeyeceklerini iddia
ettiler. De ki: Hayır! Rabbim hakkı için,
elbette diriltileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız
size mutlaka bildirilecek (ve karşılığı verilecektir).
Bu, Allah’a göre pek kolaydır.” 1
Kıymetli okuyucularım! Ahiret inancı hakkında
insanları üç gruba ayırmak mümkündür:
1. Öldükten sonra dirilmeyi kabul edenler.
2. Öldükten sonra dirilmeyi kabul etmeyenler.
3. Öldükten sonra dirilmeyi kabul edenler,
fakat ölüm ötesi hayatı Kur’an’ın anlattığı gibi değil de
kendi heva ve heveslerine göre vasıflandıranlar.
Birincilere göre bir şeyi yoktan var edenin
onu tekrar var etmeye gücü yeter. İkincilerin iddiasına göre, çürümüş kemiklerin tekrar diriltilmesi
mümkün değildir. Üçüncüler de bu hususta birincilerle hemfikirdir. Ancak diriltildikten sonra yaşanacak
hadiseler hususunda görüş ayrılıklarına sahiptirler.
Mayıs
Hemen ifade edelim ki öldükten sonra
dirilme ve hesaba çekilme hadisesi, naklen
sabit, aklen mümkün ve vicdanen gereklidir.
Naklen sabittir. Çünkü tahrifata uğramamış tek
ilahî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm, “Elbette diriltileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size mutlaka
bildirilecektir” buyurmaktadır.
Aklen mümkündür. Çünkü bir şeyi yoktan var edenin onu tekrar diriltebileceği aklen
imkânsız değildir. Ayrıca kâinata ibretle bakılacak
olursa yaratılan şeylerin kader itibariyle birbirlerine
benzedikleri görülür. Güneş, ay, yıldızlar gibi gök
cisimleri, bitki, hayvan, insan gibi yaratıklar
ömür ve ölüm itibariyle hep birbirlerine benzemektedirler. Mesela, güneş doğar, yükselir,
ziyası artar, akşama doğru sararmaya başlar ve
batar gider. Bir bitki, doğar, büyür, yeşerir, sararır, çer çöp haline gelir ve kurur gider. İnsan
doğar, büyür, gençliğini yaşar, yaşlanır ve ölür
gider. Kâinatın ömrü de böyle olacak. Zira bir
şeyin parçasında var olan özellikler, onun tamamında
da vardır. Yalnız burada şu hususa da dikkat çekmek
gerekir. Güneşin batması tekrar doğmayacağı
anlamına gelmez. Bitkinin kuruması, yeryüzünün tekrar yeşermeyeceği anlamına gelmez.
İnsanın ölmesi tekrar diriltilmeyeceği anlamına gelmez. Kâinatın son bulması, başka bir âlemin
kurulmayacağı anlamına da gelmez. O halde, batan güneş doğacak, kuruyan yeryüzü yeşerecek, ölen insan diriltilecek ve başka bir âlem
kurulacaktır.
Ahirete inanmak vicdanen de gereklidir.
Zira her insanda fıtraten bir adalet duygusu vardır.
Buna göre kötülük yapan cezasını bulmalı, iyilik yapan da mükâfatını almalıdır. Onun içindir
ki hangi dine ve inanca sahip olurlarsa olsunlar bütün toplumlar kendi devlet sınırları dâhilinde adlî kurumlar oluşturmuşlardır. Çünkü
adalet tecelli etmedikçe insanın gönlü rahat
etmemekte ve huzur bulamamaktadır. Ancak
dünya hayatında adalet tam olarak tecelli etmemektedir. Dünya yargıçları bazen yanılmakta,
en ağır suçlular suçsuz sanılmaktadır. Torpil, rüşvet,
adam kayırma ve zalimlerden çekinme gibi nedenlerle zalim, müstahak olduğu cezaya çarptırılmamakta,
mazlum her zaman hakkını alamamaktadır. Haksızlığa uğrayan kişi yapabilirse önce mahkemeye başvur-
Mayıs
makta ve hakkını aramaktadır. Mahkeme hakkını teslim edemezse bir üst mahkemeye müracaat etmekte,
o da adaleti icra hususunda yetersiz kalırsa son olarak
uluslar arası mahkemeye müracaat etmektedir. Sevgili kardeşlerim şimdi soralım. Ya uluslar arası mahkemede de adalet tecelli etmezse ne olacak? Vicdanımız
bize diyor ki, yalancı şahitliğin olmadığı, rüşvetin, torpilin, adam kayırmanın geçersiz olduğu, yanılmayan ve kimseden korkmayan bir
hâkimin hükmettiği bir mahkeme-i kübrâ (en
üst mahkeme) olmalı ve hak yerini bulmalıdır.
Onun için ahiret, naklen sabit ve aklen mümkün olduğu gibi vicdanen de gereklidir, diyoruz.
Bu çerçevede ahiretin iki önemli fonksiyonuna işaret etmek gerekir. Birincisi yevmü’l-fasl2
olmasıdır. Yani ahiret, hakkın batıldan ayrıldığı gündür. Bilindiği gibi insanlar, değişik kanaatlere,
inançlara ideolojilere, görüşlere, fikirlere ve rejimlere
sahiptirler. Herkes kendi görüşünün, kendi yolunun doğru olduğu iddiasındadır. İnsanların anlaşamadığı, ihtilaf ettiği konularda hâkimler hâkimi fasl
gününde hükmünü verecektir. Kimin doğru yolda
kimin yanlış yolda olduğu o gün ortaya çıkacaktır. İkincisi ise ahiret adaletin tecelli edeceği
gündür. Bu dünyada adaletin mutlak manada
hâkim olduğunu söylemek mümkün değildir.
Ezen var, ezilen var. Haksız var haklı var. Zalim
var, mazlum var. O gün hak yerini bulacak, iyilik yapan mükâfat alacak, haklıya hakkı teslim
edilecek, haksız cezasını çekecek, bu dünyada
Allah için fazla külfet çeken orada fazla nimete erecek ve böylece vicdanlar rahat edecektir.
O halde akıllı insan, sorumluluk duygusuyla yaşayan, Yaratıcısına karşı kulluk vazifesini, yaratılanlara karşı da insanlık vazifesini
yerine getiren kimsedir. Basiretli kişi, kimseye
zulmetmeyen, hukuka riayet eden, haddini bilen, Rabbini tanıyan, keyfine göre değil ilahî
ilkelere göre yaşayan kimsedir. Aydın kişi,
Kur’ân’ı baş tacı eden, Rasûlullah’ın yolunu
takip eden, hayırlı işler yapıp kötülüklerden
sakınan, Rabbine karşı saygılı olan ve istikbal
için ne hazırladığına bakan insandır. Zira zerre
kadar hayrın da zerre kadar şerrin de önümüze
konulacağı büyük bir gün bizi bekliyor.
Kaynaklar (1. Teğâbun, 64/7 2. Murselât, 77/38.)
23
Artık Uyanmayacak Mısınız?
Ahmet KAYAK
pimize
e
H
.
r
ı
d
k
sarsıcı
en uza
Ölüm
d
z
i
m
i
d
ır.
ır. Ken
uzdad
yakınd
m
u
c
u
ş
sak ba
, deniz
r
a
l
n
da say
a
tap
ayata
h
i
içtikçe
d
,
r
d
e
l
r
e
“Ma
nz
n
lere be
n
e
ç
hyiddi
i
u
u
M
(
suy
”
.
tar
ları ar
k
u
l
z
u
sus
abi)
ibni Ar
24
“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”(Hz.Muhammed (s.a.v)) İnsan, kendisinin âciz
ve zelil, dünyanın aldatıcı ve fâni; ahiretin ise
çok yakın olduğunu, tam olarak, ancak ölünce
anlar. Ey Müslümanlar! Artık uyanma vakti gelmedi mi ? Gaflet uykusundan ne zaman uyanacaksınız? Faraza, gördüğümüz şeyleri nasıl gördüğümüzü
izahtan acizken, minik akıllarımızla bu evreni var eden
Rabbimizin emirlerini yerine getirmemek ne ile izah
edilebilir? Ölümün, ne zaman geleceği belli değil
ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz. Hayatımızda hep mal-mülk diyoruz; duygu ve düşünce itibariyle
hep başka kurgu ve hayallerle yaşıyoruz. Hepiniz kendi işinizle, hesabınızla ev almak, araba almakla
ve her ne yapıyorsanız yapmakla meşgulsünüz.
Ama size Allah(c.c)’ tan, dinden, ahiretten, kabir
hayatından, ahlaktan, namazdan, Peygamber
(s.a.v)’den bahsedilince vaktimiz yok diyorsunuz. Bu nasıl oluyor anlamak imkansız. Vakti verene vaktimiz yok. Gerçekleri duymak neden bu kadar
zor geliyor insanlara? Ama öyle bir sistem içindeyiz ki,
tek ilgilendiğimiz şeytanın oyunları, eğlenceli ve
geçici anlık heveslerle vakit geçirmek… Hepi-
Mayıs
miz vakit geçmiyor diye şikâyet ederiz. Ama
hepimiz ölümden korkarız. Ölüm sarsıcıdır. Hepimize yakındır. Kendimizden uzak da saysak başucumuzdadır. “Maddi hayata tapanlar, deniz suyu
içenlere benzerler, içtikçe susuzlukları artar.”
(Muhyiddin ibni Arabi) Bizler de öyleyiz zaten tek
derdimiz midelerimizi doldurmak ve sürekli daha çok
boş ve gereksiz maddi şeyler elde etmek…İşte bu yüzden farklı bir şeyler yapmak isteyen insanlara yaşıtları
karşı çıkar, gerçek sorunlar hakkında konuşmak istediklerinde karşı çıkarlar, çünkü örümcek ağının içinde öyle şartlanmışlar ki gerçeği dinlemek yerine boş
yere eğlenmeyi tercih ederler. Neyiniz var sizin Müslümanlar? Kendinize gelin. Kuran-ı Kerimi açın ve
okuyun. ALLAH (c.c) ‘ın size konuşmasına izin verin.
“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın!”(Lokman
Suresi 33.ayet) diyor Yüce Rabbimiz. ALLAH (c.c)
size dünyayı onunla ahireti arayasınız diye verdi, ona
bağlanasınız diye değil. Unutmayın, dünyada yaşamıyorsunuz, dünyadan geçiyorsunuz.Dünya aladatıcı
bir metadır ayetini yaz
şey derdimize derman olmadı. Akıl edip bir kere kapına gelemedik Ey Rabbim.
Hakiki mü’minliği biz göremedik. Gerçek Müslümanlığın yüzüne bakabiliyor muyuz? Hakiki Müslümanlık olsaydı şu andaki perişaniyetimizi çok iyi
anlayacaktık. Ama bu ortada olmadığı için bozuk ve
köhne bir fikrin ifadesi olarak din bir vicdan işidir, sapık zihniyete saplandığımız için, Kuran-ı
rafa koyduğumuz için, Resullullah(s.a.v)’ı ara
sıra andığımız için, ALLAH(c.c); yemenin, içmenin, çalışmanın, dünyevi işlerinden hazzından sonra vakit bulunduğu zaman anıldığı için
gerçek Müslümanlığı anlamaya ve anlatmaya
adeta imkan yok gibidir.
“Neden Kuran-ın anlamını iyice düşünmüyorlar? Yoksa kalpleri mi kilitli?(Muhammed
Suresi 24.ayet)” diyor ayet-i kerime gerçekten öyle
mi? Gururu bırak, acizliğini anla, Rabbini tanı ve vazifeni bil, dünyaya niçin geldiğini
öğren. Üstat Necip Fazıl ne güzel
anlatıyor: “Yeryüzü dediğin
Biz 21.asırda törpülenmiş
Kuran-ı
Kerimi açın
koca bir mabed geldik bu
bir nesil haline geldik, sağdan
ve okuyun. ALLAH (c.c) ‘ın
mabede maksat ibadet üç
gelen fırtınalar sağımızdan bir
size konuşmasına izin verin.
günlük dünya için gayret üsşeyler koparıverdi, soldan esen
tüne gayret ebedi bir hayat
“Sakın dünya hayatı sizi
fırtınalar solumuzdan bir şeyler
için gayret yok hayret!” Haaldatmasın!”(Lokman Suresi 33.ayet)
koparıp götürüverdi. Fırtınanın
yat bir kumaş gibi değil ki, düen büyüğü neye maruz kaldığızeltilsin ya da tekrar dokunsun.
mızı bilememe fırtınasıydı. NaO sadece bir kere gelir geçer. Üstat
sıl bir belaya maruzuz bilmiyoruz.
Bediüzzaman ne diyor: “Hem ahiretini bilen ve
Müminler bilselerdi ki kalplerinde ALLAH (c.c)’a ait
dünyanın hakikatini keşfeden, aklı varsa pişmana, hisler yıkılıyor o zaman ALLAH (c.c)’ a hakman olmaz, yeniden dünyaya dönüp uğraşmaz.
kıyla kulluk edip, O’ na sarılacaktı. Biz yıkık dökük
Elli seneden sonra, alâkasız, tek başıyla bir
bir nesil haline geldik. Enkazı fareleri bile barındıradam, sonsuz hayatını dünyanın bir iki sene
maz yıkık bir bina haline geldik. Bu bir nesil için çok
gevezeliğine, şarlatanlığına feda etmez. Dünya
korkunç bir yıkımdır. Bir nesil ALLAH(c.c)’ın azameti
madem fanidir, hem madem ömür kısadır, makarşısında secde etmezse bir nesil ALLAH (c.c.)’ın dadem gayet lüzumlu işler çoktur, hem sonsuz
vasına sahip çıkmazsa, bir nesil ALLAH (c.c)’a karşı
hayat burada kazanılacaktır, dünya sahipsiz
kalbi saygı dolu O’na teveccüh etmezse ve onun mudeğil. Hem şu misafir olduğumuz dünyanın bir
habbetiyle yine O’na sığınmazsa o nesil esasen mahsahibi var, iyilik ve fenalık cezasız kalmayavolmuştur. Adeta ruhlarımız ölmüş, kendi cenazemize
caktır. Dünyevi şeyler sadece kabir kapısına
ağlayabilseydik keşke … İnsan kendisi için ağlayabilkadardır. O zaman en doğru yol, dünya için
seydi… Biz işte öylesine anlaşılmaz öylesine bilinmez
ahiretini unutmazsın, ahiretini dünyaya feda
alabildiğine bir karanlıkta hangi kapıyı çalacağımızı
etmezsin sonsuz hayatı üç günlük dünya hayabilmeyen şaşkın insanlar durumundayız. Gönüllerin tına değişmezsin, kendini misafir kabul et, bu
sahibinin sevilmediği 21.asırda, Resullullah(s.a.v)’ın misafirhanenin sahibinin emirlerine göre haregönüllerde yer almadığı 21.asırda. Gönüllerde Mev- ket et, selametle kabir kapısını açıp sonsuz bir
la’nın yerine maddenin tayin olduğu 21.asırda, hiçbir hayata gir.”
Mayıs
25
Ubeyd ZELİL
Kıymetli okurlar,
Bu yazıda bir ademoğlunun ilk kez
gittiği umre yolculuğuna dair çok etkilendiğimiz notlarından bir bölümü paylaşmak
istedik. Aslında orada her kareye dair öyle
içli notlar alınmış ki, hepsini aktarmak isterdik ancak yazının çok uzun olması hasebiyle ilk bölümüne dair notları “İlk Görüşte
Aşk” alt başlığı ile aktardık. İlerleyen sayılarda inşaallah diğer kısımlarına dair notları da, yine “Geç Kalınmış Yolculuk”
başlıklı bölümümüzde farklı alt başlıklar ile
siz kıymetli okuyucularımıza aktarmak niyetindeyiz.
Selam ve dua ile.
GEÇ KALINMIŞ YOLCULUK 1
GEÇ KALINMIŞ YOLCULUK 1
“İlk
Görüşte
Aşk”Aşk”
“İlk
Görüşte
Her giden, öyle bir aşktan bahsediyor ki, itikadınız tam olsa da merak ediyorsunuz, nasıl bir çekim gücü, nasıl bir
manevi atmosfer var orada? Her giden ama
istisnasız her giden nasıl böyle bir aşk hissedebilir? Sahiden anlattıkları kadar hissediyorlar
mı bu duyguyu?
İşte bu sorular ile meşgul iken ve hiç aklında yokken öyle bir fırsat çıkar ki karşısına
genç ademoğlunun, onbeş gün gibi kısa bir
süre içerisinde bir umre yolculuğuna çıkacaktır.
Eski dostlarından gidenlerin “oralarda hep
aklımıza geldin, sana dua ettik” sözünü hatırlar, sadece gitmek isteyip hiçbir çaba
göstermemiş olduğunu düşünüp hayıflanır ve
sonra kafasındaki tüm soruların cevabını şu
cümlede bulur;
“Elhamdülillah, Rabbimize misafir olmaya gideceksiniz!” O vakit anlar ki,
26
evet giden herkes aşk ile dönebilir, istisnasız
giden herkes... Zira hepsi Allah’ın (C.C.)
misafiridir.
Hazırlıklar tamamlanır, işlemler yapılır.
Ademoğlu eşi ve küçük bebeği ile vedalaşır ve
zamanın gerektirdiği haliyle, havaalanında ihrama girer. O an ihramın tam olarak ne anlama
geldiğini idrak edememiştir. Uzun bir bekleyiş
ve ardından uçak havalanır. Geride sevdiklerini ve özellikle henüz hiç ayrılmadığı küçücük bebeğini bırakmanın hüznü
ama kutsal topraklara gitmenin heyecanı
ile yola koyulmuşlardır. Uçak Cidde semalarında inişe geçer. Sınav bu ya, Cidde havaalanından 10-15 saat gibi bir süre çıkamamışlardır. İçinde bir kasvet, nasıl bir aksilik bu?
Nihayet uzun ve yorucu işlemler sonrasında havaalanından çıkıp Mekke’ye doğru
hareket başlamıştır. Yorgunluk, açlık, uykusuzluk ve özlem... Henüz aşk ta yoktur
içerisinde. Garip bir duygu bu, giden
herkes aşk ile dönüyor, ademoğlu bir
şey hissetmiyor. Çok mu günahkar acaba, kalbi mi ölü?
Otele ulaşılmıştır artık, daha önce kaldığı otellere benzemiyor burası. Oldukça derme
çatma bir otel. Mekke semaları inşaatlar
ile dolu. Her köşede bir vinç... Kalabalık ve
sıcak... Beytullah nerede, onu da göremiyor... Bir garip duygu içerisinde...
Nihayet ilk umre için yola koyuluyorlar.
Yürüdükçe heyecan başlıyor. Kabe’yi ilk kez
görecektir ve hatta ilk gördüğünde edeceği dualar bile hazırdır kafasında... Dilinde
“Lebbeyk...” nidaları... Tam öğle namazı
vakti, kalabalıktan içeri giremeyecekleri
için avluya kadar ancak ulaşabiliyorlar.
Dış avlunun beyaz ve sıcak mermerleri üzerine oturuveriyorlar. Atmosfer yavaş yavaş sarıyor etraflarını... Yüzlerce, binlerce misafir,
Rabb’lerine koşmuş... Namaz bitiyor, hiç
Mayıs
bir hissiyat yok ademoğlunda, şaşkın bir
vaziyette, adeta buz kesmiş tüm bedeni...
Tecrübeli bir ses, “hadi, şimdi içeri doğru
geçmeye çalışacağız, ilk kez gelenler
bakmasınlar, ben Kabe’yi gördüğümüzde
size haber edeceğim ve kafanızı kaldırıp
duanızı ediniz. İçinizden geldiğince dua
edin. Biliyorsunuz ki ilk karşılaşma çok
önemli...” diyor. Ayak uçlarına bakarak ilerlerken, az önce hissedemediği tüm duygular
bir anda sarıyor ademoğlunu... Farkında değil
ama hüngür hüngür ağlıyor mu ne? Allah’ım
bu nasıl bir duygu? Aynı ses; “Evet haydi kafanızı kaldırın Beytullah karşınızda, duanızı edin.” dediğinde göz, el, beden yok
oldu sanki hepsi... Yakarışlar var her yanda
göğe yükselen... Benimkileri de alın dercesine yalvarıyor ellerini göğe açıp... Karşısında
tüm heybeti ve aynı zamanda mütevaziliği ile Beytullah... Yıllarca yöneldiği
kıblegahı tam karşısında... Anlatılır gibi
değil... İnsanlar, dualar, gözyaşları...
Bu duygular ile karıştı onca misafirin arasına genç ademoğlu... Tavaf için kalabalık
halkanın içine daldı. Hacer-ül Esved’e
heyecanla, “beni de gör” dercesine selamını verdi, ilahi bir kameranın tüm bu
olan biteni kaydettiği bilinci ile...
İnsanlar grup, grup, renk renk, dillerinde dualar ile dönüyorlardı Rabb’lerine misafir
olmanın heyecanıyla... Etrafındaki herkese,
O’nu da aralarına kabul ettikleri için belki, mütebessim bir ifade ile “teşekkür ederim” dercesine başını sallıyordu.
Aslında nasıl dua etmesi gerektiğine dair bilgi almıştı gelmeden önce ama
o diğer yöntemi yani içinden geldiği gibi,
gönlünce iltica etmek istedi Rabbi’ne...
Şöyle bir etrafına baktı, herkes ama herkes iştiyakla yalvarıyor kendi dillerinde, farklı şekillerde. O an orada bulunan en günahkar kişi
olduğu düşüncesi ile başını göğe kaldırdı
Mayıs
ve şöyle yakardı; “Rabbim, beni misafir
olarak kabul ettin, bu müminlerin arasına kattın, sana hamd olsun. Burada edilen tüm dualar hürmetine benimkileri de
kabul buyur.”
Hamd... Ne özel bir kelime... Üzerine sayfalar dolusu, saatlerce konuşulabilecek bir kavram... Belki sık sık kullandığı bir kelimeydi ademoğlunun. Genelde
nasılsın sorusuna rutin olarak verdiği cevaptı,
“hamdolsun”. Ancak hiç bu denli hissederek, bu denli içini ferahlatarak söylememişti belki...
Tavaf sünnet-i seniyye’ye uygun biçimde tamamlanmıştı. Ter, adeta bir pınar
gibi vücudundan akıyordu. Tam anlamı ile sırılsıklam bir vaziyetteydi. Kalabalık arasından
biraz sıyrılıp, tavaf namazı için zemzem kuyularının bulunduğu yere vardılar. Şimdi kuyu yerine soğuk ve ılık su bidonlarının olduğu yer...
Soğuk, buz gibi zemzemden yine hamd
ederek içti ademoğlu. Akabinde istikametleri, “Say” yapmak için Merve ve
Safa tepeleri...
Merve ve Safa tepeleri arasındaki uzun koridorda Hz. Hacer validemizi
düşündü. Nasıl bir ruh hali olabilirdi acaba?
O’nun telaşını anlamasına imkan yoktu belki ama özlemle küçük bebeğini düşündü... O
susuz kalsaydı, tam şu anda, burada... Ne yapardı? İşte o zaman yüreğinde bir sızı hissetti.
Gidenlerin yeşil ışık olarak bildiği ve “helvele”
olarak tabir edilen, erkek hacıların ekseriyetle koşar adımla geçtikleri bu kısmı,
yüreğinde derin bir sızı hissederek tamamlamıştı. Nihayet ilk umre tamamlandı. Artık ihramdan çıkılacak ve umreyi tamamlamış olmanın huzuru ile otele dönülecekti.
Yorgunluk, tatlı mı tatlı, serin mi serin bir yorgunluk... Evet sıcak ve kalabalık içerisinde serin bir yorgunluk...
27
Konjonktürellik Testi!
Murat TÜRKER
B
azen dost meclislerinde, sohbet ve müzakere
ortamlarında geçmişte yaşamış ve hayatlarıyla
bizlere rehberlik eden ulvî şahsiyetlerle ilgili farazî bir soru gündeme getirilir: “Acaba tarihin filanca
döneminde neş’et etmiş falanca büyük ve mühim
zât bugün aramızda olsa, bizim şu an karşılaşmakta olduğumuz problemlere karşı nasıl bir tavır takınırdı?”
)’ın
kir (ra
e
b
u
b
z. E
e onun
v
“Biz H
k
a
s
aşa
inde y
m
e
zaman
n
o
ö
d
n
u
n
o
e olsak
d
n
i
mesele
r
e
a
y
c
n
a
l
ştığı fi
r tutum
karşıla
i
b
l
ı
s
nda na
karşısı
rdık? ”
takını
28
Bu tür bir soruyu gündeme getirmenin ve o
mübarek zâtları bugüne taşıma faraziyesine vücut vermenin arka planında, genellikle, bugün
çıkmaza düştüğümüz müşkil meseleler karşısında doğru tavrın ne olduğu hususunda o örnek
şahsiyetlerin bakış ve duruşlarından istifade
etme gibi bir hedef mündemiçtir.
Mesela “Bugün yüzyüze olduğumuz şu sorun
karşısında Efendimiz (sav) hayatta olsa nasıl bir
tutum sergilerdi? Veya Hz. Ebubekir (ra) olsa ne
yapardı?” gibi sorular, çoğunlukla o hakikat kahramanı zâtları bugüne taşıma ve onların yol-yordamlarını
transfer etme gayretiyle ilişkilidir.
Mayıs
Ne var ki, böyle bir yöntem, bizzat bu akıl
yürütmeyi yapanların indî-kişisel yaklaşımlarından
arındırılamayacağı için, son tahlilde objektiviteden
yoksun bir yaklaşımdır. Böylesi bir metodun istifadeye açık yanları olsa da, tümüyle geçmişten bugüne
hayalen taşınan zâtın yaklaşımını yansıttığını iddia etmek imkânsızdır. Son tahlilde bu, bir tahmini açığa
çıkarmaktan öte bir işleve vücut veremez.
Ancak kanaatime göre, bizim bugünkü
tavır ve yaklaşımlarımızdaki isabet düzeyini,
eşya ve hâdiselere bakışımızdaki genel algı
biçimini test etme adına, yukarıda andığımız
yöntemin tam tersi, yani geçmişi bugüne getirme değil de, bugünü geçmişe taşıma, bize
oldukça mühim veriler sunabilir.
Şunu kastediyorum:
“Hz. Ebubekir (ra) bugün yaşasaydı şu
olay karşısında nasıl bir tavır sergilerdi?” sorusunu sormaktan ziyade, küçük bir özne ve zaman
değişikliğiyle soruyu şu şekilde sormak: “Biz Hz.
Ebubekir (ra)’ın döneminde yaşasak ve onun
yerinde olsak onun o zaman karşılaştığı filanca
mesele karşısında nasıl bir tutum takınırdık?”
Bu iki farklı zaman dilimini birbiri yerine tasavvur etmenin bir tür anakronizm olduğu, yapılacak doğru şeyin her olayı kendi zaman ve mekân
şartları içinde değerlendirmek olduğu ifade edilerek
bir itiraz dile getirilebilir. Bu itirazda haklılık payı da
vardır ama ben, özellikle bugünden geçmişe uzanıp,
kendimizi tarihin bir döneminde yaşanmış herhangi
bir hadisenin kahramanı olarak tahayyül ettiğimizde,
bugün olaylara ne ölçüde konjonktürel bir gözlükle
baktığımızın ispatı mahiyetinde ipuçlarına rastlayacağımızı düşünüyorum.
“Namaz kılarız ama zekât vermeyiz!”
fitnesine karşı “Tek başıma kalsam da,
şayet bunlar Allah Resulü’ne verdikleri
bir eğeri benden esirgerlerse onlarla
savaşırım!” diyen Hz. Ebubekir’in (ra)
kararlılığını mı sergilerdik.
Hz. İbrahim’in (as) puthaneye girip kendilerine ibadet edilen putları kırması hadisesinde -bugünkü kafa yapımız ve zihnî işleyiş
biçimimizle- o zamana ışınlansaydık ve o ulu’l
azm nebinin yanında yöresinde yaşayan bir
kişi olsaydık, kim bilir hangi mevhum maslahat ve mazarratlar aklımıza sökün ederdi de,
bunun hikmetten hâlî bir tasarruf olup olmadığı sorusu kıymık gibi beynimize batıverirdi?
O devirde neşet etseydik, “Namaz kılarız
ama zekât vermeyiz!” fitnesine karşı “Tek başıma kalsam da, şayet bunlar Allah Resulü’ne
verdikleri bir eğeri benden esirgerlerse onlarla
savaşırım!” diyen Hz. Ebubekir’in (ra) kararlılığını mı sergilerdik, yoksa bugünkü idare-i maslahatçı
mantığımızla, işi türlü şekillerde yokuşa sürer, orta ve
uzun vadede Din’de onulmaz gedikler açılmasına yol
açacak bir ‘ortayolculuğu’ mu işletirdik?
Hz. Hud’un (as) yerinde olsaydık, toplumda o
gün yaşanan refah ve kalkınmışlığın hatırına, Allah’ın
emrine muhalif bir seyirde akan hayatı mazur görecek ‘zihnî açılımlar’ üretir miydik?
O zamanlarda yaşasaydık, acaba bugün olduğu
gibi yine ‘dar kapı’ya iltifat etmez miydik?
Kimilerinde gözlemlediğimiz gibi, bir meslek teşekkülü hâline getirdiğimiz grubumuz, hizbimiz, derneğimiz ve cemaatimizin dünyevî selameti ve ikbali
adına bugün yaptığımız gibi o zaman da oportünizmin dibini bulur muyduk?
Evet, belki bunlar hayalî ve hayalci sorular ama bazen hayalden gerçeği tashihe bir yol
uzanabilir.
Hem somut ve bugüne bakan bir karşılığı olmasa da işbu sorular zihnimizin ne ölçüde konjonktürel çalıştığı konusunda bize fikir
verebilir…
Mayıs
29
Müslüman Muhabbet Ehlidir
Hasan BAŞAR
Muhabbet bağına girdim bu gece,
Açılmış gülleri derdim bu gece,
Vuslatın çağına erdim bu gece;
nım
) : “Ca
v
a
s
(
z
yemin
erimi
’a
b
h
m
a
l
a
l
g
nA
Pey
de ola
edikçe
n
i
m
l
t
e
e
t
n
e
a
kudr
izler im . Birbirinizi
s
i
k
m
iniz
ederi
emezs
r
i
etmiş
g
n
e
t
a
e
m
n
i
n
e
e
ce
dikçe d ınız takdird
sevme
ğ
tı
ız. Yap
bir şey
n
ı
z
i
s
z
n
i
a
ğ
olm
ece
selamıime
izi sev
a
n
d
i
r
z
i
ı
b
n
bir
i? Ara4. Ayrıca bk.Tirmizî, Et’
m
m
i
ey
3-9
eb)
söyley (Müslim, îman 9
e 9, Ed
kaddim
u
”
M
!
,
e
z
c
i Ma
yayını
56; İbn
amet
45, Kıy
Muhabbet doyulmaz bir pınarmış.
Ararım, ararım, ararım seni her yerde;
Sorarım ıssız gecelerde, sevgilim nerde?
Açıldı bahtımın gonca gülleri,
Gönül bağında öter bülbülleri,
Aşkıma sarayım hep gönülleri,
Muhabbet doyulmaz bir pınarmış.
Ararım, ararım, ararım seni her yerde;
Sorarım ıssız gecelerde, sevgilim nerde?
30
Mayıs
Bu güfteyi hepimiz dinlemişizdir. Türk sanat
müziğinin eşsiz parçalarından bir tanesi olarak dinledik bu şarkıyı. Dinleyen hemen herkes çok sevdi.
Herkes kendine göre yorumladı, işine nasıl geliyorsa
öyle kullandı. Hatta bir rakı firmasının reklamında
bile kullanıldı. Ve bu durum hakikaten beni çok üzdü.
Ne var ki bunda diyeceksiniz. Bu şarkı sözlerinin yazılışız hikâyesini bilenler niye üzüldüğümü bilirler, yeni
duyanlar da hak vereceklerdir eminim. Bu güfte
Saadet Kaynak tarafından yazılmıştır. Saadet
Kaynak bir gün sabah namazını kılar, ardından
gözü tutar ve bu esnada Peygamberimizi(sav)
rüyasında görür. Uyandığında bu heyecan ile
bu güfteyi yazar. Yani bu eser peygamberimize
ithafen yazılmıştır. Bunu çoğu kimse bilmez.
Onun için bu eser öyle her yerde kullanılamaz.
Hele içki reklamında hiç kullanılmaz. Niçin yazıldığını bilerek yerine göre kullanılmalıdır.
Ama kapitalist ve vahşi dünya her şeyi kendi
menfaati için tereddüt etmeden kullanılıyor. Her şeyi
yapmacıklaştırıyor. Özü kaybettiriyor. Dünyevileştiriyor. Yani muhabbet dediğimiz şey içki masasına meze
ediliyor. Her şey yapmacıklaştıkca ve dünyevileştikçe insan vahşileşiyor. Kalbi kararıyor,
katılaşıyor. Kendinden başka bir şey düşünmüyor. Değer üretmek yerine değerleri tüketiyor.
Tam bir tüketim çağındayız. Gönüller
harap, yıkılmış, yerinde baykuşlar ötüyor. Bir
bakın etrafınıza her gün ne kötülükler yaşanıyor. İşte kötülüğün ete kemiğe büründüğü son olay.
Dokuz yaşındaki küçük Karslı Mert’in başına gelenler.
O zavallı çocuğun hayallere bile sığmayacak şekilde
hunharca katledilmesi. Vahşetin zirve noktası. Bu
toplum nereye gidiyor? İşte içinde bulunduğumuz
ruh halimiz. Herkes böyledir demiyorum ama bir
toplum böyle, bir tek birey bile yetiştiriyorsa, o toplum için tehlike canları çalıyor demektir. Eğer zamanında tedbir alınmazsa Allah muhafaza bu
ve buna benzer olaylar çoğalacaktır demektir.
Gerçi içinde bulunduğumuz İslam dünyasının hali, zaten pekte içler açısı değildir. Kan,
gözyaşı, zulüm. Gözlerimizi kırpmadan birbirimizi boğazlıyoruz. Yüreklerimiz katı ve acımasız, sevgiden yoksun. Dünya gözlerimizi
kör etmiş. Boğazımıza kadar kirin ve günahın
içine batmışız.
Bu bataklıktan akılla çıkılmaz. Allah’a
(cc) şükür aklımız yerinde. En azından doğruyu ya da yanlışı az buçuk biliyoruz. Biz bu bataklıktan bir tek muhabbetle çıkabiliriz. Seyrani’nin dediği gibi:
“Muhabbet küpünün olsam şarabı
Yar beni doldurup içer mi bilmem
Mamur olmak için gönül harabı
Bir mimar eline geçer mi bilmem”
Biz de eksik olan şey ruh terbiyesi. Ruhun
anahtarı kalp, kalbin anahtarı da muhabbettir.
Müslüman muhabbet ehlidir. Muhabbet şarabıyla dolu küpe düşmeden kalplerimiz yumuşamaz. Eğer
muhabbet ehli değilsek imanımızı sorgulamalıyız.
Bunu ben değil, âlemlere rahmet olarak gönderilen
iki cihan güneşi Peygamberimiz (sav) söylüyor: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim
Biz de eksik olan şey ruh terbiyesi. Ruhun anahtarı kalp, kalbin anahtarı da
muhabbettir. Müslüman muhabbet ehlidir. Muhabbet şarabıyla dolu küpe düşmeden
kalplerimiz yumuşamaz.
Mayıs
31
İnsanı insan yapan muhabbettir. Muhabbette samimiyet vardır. Muhabbette fedakârlık
vardır. Muhabbet acıyı bal eyler. Muhabbette özlem vardır. Muhabbet ehli, meylettiği
muhatabıyla vakit geçirme özlemi içinde yanar tutuşur. Hep onunla birlikte olmayı arzular.
Ondan ayrı kalması kişiye zulümdür. Seven sevdiğini incitmez. Ondan incinmez.
ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz.
“Ey Fuzûli yar eğer cevr etse ondan incinme
Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz
Yar cevri aşıka her dem muhabbet tazeler”
bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!”
(Müslim, îman 93-94. Ayrıca bk.Tirmizî, Et’ime 45, Kıyamet 56; İbni Mace,
Mukaddime 9, Edeb)
Gerçek muhabbet ilahi muhabbettir. Allah’a(cc) muhabbet nasıl olacak. İnsanlar önce
ve tek Allah’ı(cc) sevecekler. Allah u Teâlâ bu-
Bu hakikati Yunus Emre’de kendi lisanı
ile ne güzel dile getiriyor:
“Bir kez gönül yıktınısa
yurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için bir araya gelip oturanlara, benim için
birbirini ziyaret edenlere, benim için birbirine
verenlere muhabbetim vaciptir. (Hadîs-i kudsî)
Bu kıldığın namaz değil
Allah’ı seven peygamberini de sever. “De ki: Eğer
Yetmiş iki millet dahi
Allah’a muhabbetiniz varsa hemen bana uyun
Elin yüzün yumaz değil”
ki, Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı affetmekle örtsün. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.”(Âl-i
İnsanı insan yapan muhabbettir. Muhab-
İmrân Sûresi,3/31) Allah muhabbeti kalbe yer-
bette samimiyet vardır. Muhabbette fedakârlık
leştikten sonra başka muhabbete ne hacet.
vardır. Muhabbet acıyı bal eyler. Muhabbette
Diğer muhabbetler ilahi muhabbetin sadece
özlem vardır. Muhabbet ehli, meylettiği muhata-
aksidir. Güzel değildir demiyorum. Güzeldir,
bıyla vakit geçirme özlemi içinde yanar tutuşur.
ama gerçeğinin yanında bir hiç sayılır.
Hep onunla birlikte olmayı arzular. Ondan ayrı
kalması kişiye zulümdür. Seven sevdiğini incitmez. Ondan incinmez. Fuzuli’nin dediği gibi:
Yürek yanmalı, kabarmalı, taşmalı. Velhasıl erimeli, bütün katılığı gitmeli. Muhabbetle dolan yürek kimseyi yakmaz. Kimseyi
incitmez, kırmaz, dökmez. Muhabbet ehli yürekten konuşur, dilden değil. Yapmacık değil,
samimidir, içtendir. Zaten bu değil midir kalpleri yumuşatan? Ehli kalp olan konuşmasa da
hissettirir. Kalplere bir yumuşaklık, bir sıcaklık verir. Siz onu hissedersiniz. O kişiye karşı
içten içe bir sevgi beslersiniz. Böylece aramızda bir muhabbet hâsıl olur. Muhabbet hâsıl olduktan sonra bütün kötülükler kaybolur gider.
Ve o zaman emin olun ki dünya içinde bulunduğumuz durumdan çok ama çok daha güzel
olacaktır. Ama bu muhabbet, içki masasına
meze edilen yalancı muhabbet olmayacak.
32
Mayıs
Dini Ve Kültürel Değerlerimizde Üç Aylar
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
et
kudsiy
n
ı
r
a
l
aman
en
Bazı z
birind
r
i
b
n
ında
übârek
m
r
a
l
bakım
n
Bu
k
ardır.
v
i
r
e
l
r olara
ük
a
l
l
n
y
ü
a
t
e
s
ü
i
er v
faziletl
, gecel
r
u
e
l
B
n
.
r
ü
g
ini
rılabil
y
a
da üç
n
a
ı
r
s
a
a
l
k
p
l
ha
g ru
e
irisi de
b
n
âban v
a
ş
d
,
r
b
a
e
l
c
y
a
re
bilinen
e
y
i
ır.
d
ylarıd
aylar
a
n
a
z
rama
Mayıs
“İnsanların bedenleri ve organları birbirinden
farklı olmadığı halde, Cenab-ı Hakkın bazılarına ihsan
etmiş olduğu akıl, anlayış, Rabbine ibadet ve taat sayesinde bu özellikler kendilerinde bulunmayanlardan
elbette üstündür. Bunu inkâra imkân yoktur ve bu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. İşte bunun gibi bazı zamanların Allah Teâlâ’nın ihsan etmiş olduğu özellikler
sayesinde diğer zamanlardan üstün olmasında bir engel
yoktur. Vakitlerin de cüzleri itibariyle birbirinden
farklı olmadığı halde bazı zamanların üstün olması, diğer zamanlarda olmayan bir ibadetin
veya hayırlı bir işin o vakitte olmasındandır.”1
İnsan hayatı her zaman tekdüze değildir.
Hayat bazen sağlıklı, bazen hastalıklı; bazen
mutlu, bazen mutsuz; bazen tatlı, bazen acılı
günlerle doludur. İnsana düşen, mutlu olduğunda
şükretmesini, sıkıntıya düştüğünde sabretmesini bilmektir. Çünkü şükür, nimetin artmasına sebep
olduğu gibi, sıkıntılar karşısında sabretmenin
neticesinde de insanın Allah katında derecesini artırır. Tekdüze devam eden hayatın içinde bazı
33
etapların olması insana nefes aldıracaktır. Şöyle de
denebilir: Uzun bir sefere çıkan bir kimsenin
yolculuktan kaynaklanan, kendisini bekleyen
sıkıntılar vardır. Sıkıntılardan bunaldığı bir sırada
mola verebileceği, dinlenebileceği bir yer bulduğu
zaman ne kadar rahatlarsa, bazı ay ve günleri de hayatın karmaşası içinde bir değerlendirme vakti olarak
düşünmek gerekir.
Şirket yöneticilerinin belirli zaman dilimlerinde
şirketin genel bir muhasebesini yaparak, ne yaptık,
ne yapıyoruz, ne yapacağız sorularının cevabını bulmaya çalıştıkları zamanlarda olduğu gibi, belirli ay
ve günlerde insanlarda kendileri için bir muhasebe
yaparak ne yaptım, ne yapıyorum, ne yapacağım
sorularının cevabını bulmaya çalışır. “Bu durumda
mübârek gün ve geceleri, mutluluklarımız için
şükrümüzü, sıkıntılarımız için de sabrımızı artırmak için karşımıza çıkan önemli bir fırsat
olarak görmek mümkündür.”2 Ayrıca “Günahların silinmesinde, iyiliklerin artmasıında zaman ve mekânların katkısı büyüktür.”3 Bundan
dolayı bazı ayların, günlerin, gecelerin diğer ay,
gün ve gecelere üstünlükleri vardır.
O halde değerlendirmek istenilen vakit ne kadar faziletli ise o zamanda yapılan ibadetten istifade de o derece fazladır. İbnü’l-Cevzî’nin dediği gibi:
“Amelin sevabı vaktin şerefi nisbetinde artar;
kalbin huzuru ve niyetin ihlâsı ile arttığı gibi.”4
Faziletli zamanlarda insanlar geçmişteki hataların muhasebesini yaparak, gelecekle ilgili
projelerini, yapmak istediklerini belirlerler.
Geçmişte yapılan hatalardan dersler çıkarırlar ve
daha güvenli, daha dikkatli daha mutlu bir hayat geçirmiş olurlar.
Mübârek zamanların önemli bir dilimi de halk
arasında “üç aylar” olarak bilinen receb, şâban ve ramazan aylarıdır. “Kameri aylardan peş peşe gelen
üç ay olan receb, şâban ve ramazan ayları, Müslüman halkın ortak hafızasında “üç aylar” ola-
rak şöhret bulsa da, bu “nassî” olmaktan çok
“hissî” bir kavramdır.”5 Bunların ilki receb ayıdır.
1.RECEB1. RECEB
Receb ayı İslâmiyetten önce savaşmanın
haram kabul edildiği dört aydan biri olup6 dini
geleneğimizde önemli yeri olan üç ayların ilkidir. “Receb ayı câhiliye döneminde de ta’zim edilir ve onda
savaşılmazdı. Receb ayı ile ondan sonra gelen şâban
ayına müşrikler recebân derlerdi.”7
Receb ayının haram aylardan sayılması,
senenin ortasında Mekke civarında oturanların
umre yapmaları içindir.8
Câhiliye devrinde, receb ayı boyunca savaştan ve baskınlardan uzak durulur, özellikle ilk on
gününde umre ziyaretleri yapılır ve putlardan oluşan
tanrılara “atîre” veya “recebiyye” denilen kurbanlar
takdim edilirdi. Receb ayının Arab-ı baîde (Âd ve
Semûd) döneminde “hevber”, Arab-ı ârıbe döneminde “esamm” (sağır) diye adlandırıldığı, kan dökmenin, mala ve ırza dokunmanın yasak olduğu bu
ayda kavga ve silâh sesleri, imdat çağrıları duyulmadığı için bu adla anıldığı rivayet edilir.9
Bazıları receb ayının on dört hatta on yedi ismini saymışlardır.10 Receb ayına verilen bu isimlere
bakarak; Arapların bu ayda savaşmadığı ve bu aya
pek ziyâde değer atfettikleri söylenebilir.11
Şükür, nimetin artmasına sebep olduğu gibi, sıkıntılar karşısında sabretmenin
neticesinde de insanın Allah katında derecesini artırır.
34
Mayıs
Receb ayı Faziletli Vakitlerle ilgili kitaplarda “haram aylar” başlığı altında incelenmektedir.
Halk arasında ise receb ayı daha çok üç aylar arasında sayılmaktadır. Hatta üç aylar kavramının oluşmasına sebep olan hadislerden birisi şudur: Receb ayı
girdiği zaman Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle dua ederdi:
“Allah’ım bize receb ve şâban ayını mübârek kıl ve bize ramazan ayını da mübârek
kıl.”12 Bezzâr’ın Müsned’inde hadis daha çok tanındığı şekliyledir:
Recep ayına ait özel bir namaz yoktur. Recep
ayının ilk cuma gecesinde kılınan regâib namazının
faziletiyle ilgili rivâyet edilen hadisler mevzûdur, bâtıldır, doğru değildir.17 Cumhûru ulemaya göre böyle
bir namaz bid’attir. Bu namazı muteahhirîn âlimlerinin ileri gelenlerinden Hafız Ebû İsmail el-Ensârî, Ebû
Bekir b. es-Sem’ânî, Ebü’l-Fadl b. Nâsır, Ebû’l-Ferec
b. el-Cevzî ve başkaları zikretmişlerdir. Bu namaz ilk
defa hicri dört yüzden sonra ortaya çıktığı için mutekaddimûn âlimler ondan bahsetmemişlerdir.18
2.ŞÂBAN
2. RECEB
“Allah’ım bize receb ve şâban ayını mübârek kıl ve bize ramazan ayına ulaştır.”13
Bu hadis halk arasında mübârek üç aylar diye
bilinen receb, şâban ve ramazan aylarında, özellikle
bu ayların başlangıcında ve
mübârek gecelerde vâizlerin sıkça zikrettiği ve kendisiyle dua ettiği bir hadistir.
Faziletli
geçmişteki
Kamerî yılın receb ayından sonra, ramazandan
önce gelen sekizinci ayının adıdır. Halk arasında üç aylar
olarak kabul edilen ayların
zamanlarda insanlar
ikincisidir.
hataların
muhasebesini
Şâban ayının fazileti onun Ramazan
yapmak
istediklerini
belirlerler.
ayından önce gelmesinden
kaynaklanmaktaGeçmişte yapılan hatalardan dersler
dır. Bilindiği gibi ramazan
çıkarırlar ve daha güvenli, daha dikkatli
oruç ayıdır. Nasıl beş vakit
daha mutlu bir hayat geçirmiş olurlar.
farz namazlardan önce aynı
Receb ayıyla ilgili
cinsinden sünnet namazlar
olarak bu aya özel nateşvik edilmişse ramazan
maz, zekât vermek, oruç
ayından
önce
oruç
tutmak
tavsiye edilmiştir.
tutmak,14 umre yapmak gibi hususlar sahih riŞâban ayının faziletinden bahseden hadislere
vayetlerde vârid olmamıştır.
bakıldığı zaman bu rahatlıkla görülecektir. Bu
örneklerden birisi şu hadistir:
Diğer zamanlarda olduğu gibi receb ayında da
nafile oruç tutulabilir. Müslim’in Sahîh’inde geçtiği
Üsâme b. Zeyd “Ey Allah’ın Rasûlü! Şâban
gibi Rasûlüllah (s.a.v.), receb ayını tamamıyla oruçlu ayında tuttuğun kadar başka aylarda oruç tutgeçirmeyi yasaklamıştır;15 çünkü Rasûlüllah rama- tuğunu göremiyorum (sebebi nedir?) deyince
zan ayı hariç hiçbir ayın tamamını oruçlu ge- Rasûlüllah şöyle cevap verir:
çirmemiştir.16
yaparak, gelecekle ilgili projelerini,
“Bu (şâban ayı) receb ayı ile ramazan ayı
arasında insanların gafil oldukları bir aydır.
Hâlbuki o, amellerin âlemlerin Rabbine yükseltildiği bir aydır. Ben, oruçlu olduğum halde
amellerimin yükseltilmesini arzu ederim.”19
Câhiliye döneminde Mekkeli müşrikler receb
ayını savaşmanın yasak olduğu haram aylardan sayıyorlardı. İslâmiyet döneminde de bu gelenek devam etti. Daha sonra Müslümanlar kendisinde
Kur’an’ın indiği ve içinde bin aydan hayırlı bir
gecenin olduğu ramazan ayına önem vermeye
Mayıs
35
başladılar. Aynı zamanda câhiliye döneminden kalma bir âdet olarak receb ayına da önem verilmeye
devam edilince ikisi arasındaki şâban ayı ihmal edildi. Hâlbuki o, İslâmiyette önem verilen ve kendisinde oruç tutulan ramazan ayından sonraki faziletli bir aydır. Ramazan ayına hazırlık için
özellikle şâban ayının oruçlu geçirilmesi iyi olur. Bu,
tıpkı farz namazlardan önce kılınan sünnet namazlar gibidir. Doğrusunu Allah bilir.
Bir başka rivayette ise şâban ayı Rasûlüllah’ın
(s.a.v.) oruç tutmayı en sevdiği ay olarak belirtilmektedir: “Rasûlüllah’ın (s.a.v.) oruç tutmayı en çok
sevdiği ay şâbandır. Hatta onu oruçlu geçirerek ramazan ayına ulaşırdı.”20
Şu hadiste ise şâban ayında oruç tutmanın faziletinin ramazan ayından kaynaklandığını bildirmektedir: Rasûlüllah’a (s.a.v.): “Ramazan ayından sonra
hangi ayda oruç tutmak daha faziletlidir?” diye
soruldu. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ramazan ayına hürmeten şâban ayında.”21
Dolayısıyla şâban ayında özellikle ramazan ayına hazırlık olarak oruç tutulabilir.
3. RAMAZAN
3. RAMAZAN
Kur’an-ı Kerim’in nâzil olduğu aydır. Üç
ayların sonuncusudur. Ramazan ayı cahiliye döneminde de bilinen bir aydı. Cahiliye döneminde kendisine bir kutsiyet atfedilmemiş, yani kan dökülmesi
ve savaşılması yasak edilmemişti. Bu ayın ayrıcalıklı olması İslâmiyetle birlikte oldu. Bu ay on
iki ay içinde ismi Kur’an’da anılan tek aydır.22
Kur’an’ın bu ayda indirilmesi, bin aydan hayırlı kadir gecesinin bu ayda olması, İslâmiyetin temel ibadetlerinden birisi olan orucun bu ayda
tutulması,23 terâvih kılınması, mukâbele okunması, iftar yapılması, sahura kalkılması, itikâfa
girilmesi ve fıtır sadakasının verilmesi gibi ibadetlerin bu ayda yapılması, İslam dininin dolayısıyla Müslümanların bu aya ayrı bir önem
vermesine neden olmuştur.
Kendisine verilen önemden dolayı bu ay halk
arasında “On bir ayın sultanı” ve “Şehr-i Mübârek” (Mübârek Ay)olarak kabul edilmiştir. Ramazan
ayı Müslümanların değerlendirmek için adeta yarış
yaptığı en önemli aydır.
Ramazan ayı bir hadiste “… mübârek bir
ay…” 24 başka bir hadiste “Ayların efendisi…”25
olarak vasıflandırılmıştır. Bir başka hadiste ise ramazan ayı kutsal kitapların indiği ay olarak bildirilmektedir:
“İbrahim’in (a.s.) sahifeleri ramazan ayının ilk gecesinde indirildi. Tevrat ramazan ayının altısında indirildi. İncil ramazan ayının on
üçünde indirildi. Kur’an da ramazan ayının yirmi dördünde indirildi.”26
Bu hadise göre İbrahim’in (a.s.) sahifeleri, İncil,
Tevrat ve Kur’an-ı Kerim ramazan ayında inmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’in Ramazan ayında indiği âyetle sabittir. “(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet
rehberi, doğru yolu ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın
kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır.”27
Ramazan ayı aynı zamanda Rasûlüllah’ın
(s.a.v.) Cebrail’e (a.s.) Kur’an’ı arz ettiği aydır.
“Rasûlüllah (s.a.v.) her yıl ramazan ayında
Cibril’e (a.s.) Kur’an’ı arz ederdi. Vefât ettiği
yıl iki defa arz etti.”28
Rasûlüllah (s.a.v.), receb ayını tamamıyla oruçlu geçirmeyi yasaklamıştır;15 çünkü
Rasûlüllah ramazan ayı hariç hiçbir ayın tamamını oruçlu geçirmemiştir.16
36
Mayıs
Ramazan ayının fazileti ile ilgili Rasûlüllah
(s.a.v.) “Ramazan ayı gelince semânın kapıları açılır; cehennemin kapıları kapanır ve
şeytanlar zincire vurulur.”29 “Her kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ramazan
orunu tutarsa o kimsenin geçmiş günahları
affedilir.”30 “Beş vakit namaz, iki cuma ve iki
ramazan büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde aralarında işlenen küçük günahlara keffârettir.”31 buyurmaktadır.
Kaynaklar
*Aksaray Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi
Öğretim Üyesi.
1. Vehbi, Mehmed, Hulâsatü’l-beyân, XIII, 5249- 5250.
2. Algül, Hüseyin,
Mübârek Gün ve Geceler, s. 15. 3. Konevî, Sadreddin, Şerh-i Hadisi Erbaîn, (Tercüme
Ekrem Demirli, Kırk Hadis Şerhi), s. 128. 4. Davudoğlu, Müslim Şerhi, VI, 514. 5. Bulut, Ahmet, Ramazanı Nasıl İhyâ Ederim?, s. 9. 6. Buhârî, Bed’ül-halk, 2, Tefsîr (sûre
9), 8; Edâhî, 5,Tevhid, 24; Müslim, Kasâme,29; Ebû Dâvûd, Hac, 27; Ahmed b. Hanbel,
V, 37. 7. Cevherî, İsmail b. Hammad, Sıhâh Tacü’l-lüga ve sıhâhu’l-Arabiyye (thk. Ahmed Abdülğafur Attar), I, 133. 8. İbn Receb el-Hanbelî, Letâifü’l-maârif, s. 222, 456.
9. Günay, Hacı Mehmet, “Receb” DİA, XXXIV, 506. 10. İbn Receb el-Hanbelî, Letâif,
Enes’ten (r.a.) rivâyet edilen bir hadiste, s. 225. 11. Geylânî, Abdulkâdir, Gunyetü’t-tâlibîn, I,195,(Tercüme: Güner, Mustafa, Üç
Rasûlüllah (s.a.v.) “En faziletli sadakanın ra- Aylar ve Faziletleri, s. 10- 11). 12. Ahmed b. Hanbel, I, 259; Bezzâr, el-Müsned, XIII,
mazan ayında verilen sadaka”32, Buhârî ve 117; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, III, 140; Sââtî,
Bülûğu’l-emâni min esrâri’l-fethi’r-Rabbânî, , IX,
Müslim’de rivâyet edilen bir
230- 231. 13. Bezzâr, el-Müsned, XIII, 117;
hadise göre “Ramazanda
Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189. 14.
umre yapmanın hacca
Receb ayında oruç tutmanın faziletiyle ilgili
Kur’an-ı Kerim’in Ramazan ayında
eşdeğer” veya Hz. Peyhadis olarak rivâyet edilen şu söz başta basın
indiği âyetle sabittir. “(O sayılı günler),
gamber’le “beraber hackuruluşları tarafından yaygınlaştırılmaya çalıinsanlar için bir hidayet rehberi,
cetmeye eşdeğer” olduşılıyor. Ebû Saîd el-Hudrî’den (r.a.) bildirilen
ğu belirtilmiştir.33
hadiste: “Allah Teâlâ yer ve gökleri, latif ve kesif
doğru yolu ve hak ile batılı birbirinden
ayırmanın apaçık delilleri olarak
Kur’an’ın
kendisinde
indirildiği
27
Ramazan ayıdır.”
Sonuç olarak, bazı
zamanların
kudsiyet
bakımından
birbirinden üstünlükleri vardır.
Bunlar mübârek günler,
geceler ve aylar olarak gruplara ayrılabilinir.
Bu faziletli aylardan birisi de halk asında üç aylar
diye bilinen receb, şâban ve ramazan aylarıdır. Receb ayı özellikle cahiliye döneminde değer atfedilen en önemli aydı. İslamiyetle birlikte bu
değer atfı ramazan ayına geçti. Beş vakit farz namazlardan önce nasıl sünnet namazlar teşvik
edilmişse oruç ayı olan ramazan ayından önce
de özellikle şâban ayında oruç tutmak tavsiye
edilmiştir.
cisimleri yarattığından beri (Levh-i Mahfuz’da)
ayların adedi on ikidir. Onlardan dördü hürmetli aylardır ki, bunlarda dövüşmek ve öldürmek
yoktur; yasak edilmiştir. Haram aylardan biri
de recebdir. Ona Şehrullah-i Esam denir. Üçü
de bir biri arkasından gelen, zilkâde, zilhicce ve
muharrem aylarıdır. Recep ayı ise tektir ve şehrul-
lahtır. Yani Allah’ın ayıdır. Bundan sonra gelen şâban benim ayımdır. Bunun arkasından
gelen ramazan ümmetimin ayıdır. ..” Hadisin devamında her günkü oruca -yirmi güne
kadar- farklı vaadlerde bulunulmuştur. Ayrıca bk. Geylânî, Abdulkadir, Gunyetü’t-tâlibîn,
I, 198-199 (Tercüme: GÜNER, Mustafa, Üç Aylar ve Faziletleri, s.121). Benzer hadis bk.
Hallâl, Fezâilu şehri receb, s.64-67. Eseri tahkik eden Amr Abdülmün’ım bu hadisin mevzu
olduğunu söylemiştir. Bu sözlerde fazlaca abartı olduğunu düşünmekteyiz. Bilindiği gibi
mevzû hadisleri tanıma yollarından biri de “halkı hayırlı işlere teşvik etmek amacıyla hadis
uyduranların sözlerindeki aşırı mubâlağadır.” Bu konuda bk: Kandemir, M. Yaşar, Mevzû
Hadisler, s. 176-186. 15. Müslim, Libas, 10. 16. Müslim, Sıyâm, 175. 17. Ali el-Kârî,
el-Esrâru’l-merfûa, s. 459; el-Edeb fî receb, s. 36.
18. İbn Receb el-Hanbelî, Letâif, s.
228. 19. Nesâi, Savm,70; Ahmed b. Hanbel, V, 201. 20. Ebû Dâvûd, Savm, 57; Nesâî,
Savm,70. 21. Tirmizî, Zekât, 28. 22. el-Bakara, 2/185.23. el-Bakara, 2/183. 24. Ahmed
b. Hanbel, II, 230, 385, 425; Nesâî, Savm, 3. 25. Beyhakî, Fezâilü’l-evkât, I, 335; Şuabü’l-İmân, V, 310; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IX, 205. 26. Ahmed b. Hanbel, IV, 107;
Katâde’nin Vâsıla’dan bir başka rivâyetinde “Zebur, ramazan ayının on ikisinde indirildi”
ilavesi vardır. Kurtubî, el-Câmî li ahkâmi’l-Kur’an, XVI, 126. 27. el-Bakara, 2/185. 28.
Buhârî, Menâkıb,25; Müslim, Fedâil, 50;Fedâilu’s-Sahâbe, 98,99; İbn Mâce, Cenâiz, 64.
29. Buhârî, Savm,5; Müslim, Sıyâm, 1-2. 30. Buhârî, Salâtü’t-Terâvîh,1; Savm,6;Müslim,
Salatü’l-Müsâfirîn, 175,176. 31. Müslim, Taharet, 14- 16; Tirmizî, Salat, 46. 32. Tirmizî,
Zekât, 28; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-ummâl, VI, 399; Suyûtî, el- Câmiu’s-sagîr, I, 50;Münâvî,
Feyzü’l-kadîr, II,38.
Bu hadis “Şabân” ayı başlığı altında incelenmişti. Hadiste ayrıca şu
bilgi de vardır: “Ramazandan sonra hangi ayda oruç tutmak daha faziletlidir?” sorusuna
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle cevap verdi: “Ramazana ta’zim için şâban ayında.” 33. Buhârî,
Umre, 4; Müslim, Hac, 221- 222.
Mayıs
37
Nebevi Mücadele
Ersan BİLGİN
“İtaat
Cennete”
“İtaat Edenler
Edenler Cennete”
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
’de
ı Kerim
n
’a
r
uz
miz Ku
duğun
Rabbi
u
k
o
’ı
Kitab
halde,
)
z
i
“Sizler
n
i
ldiğ
dinizi
leri bi
n
k
e
e
k
ç
r
p
e
i
(g
red
iği em
l
i
y
i
a
klınızı
ar
A
l
?
n
z
a
s
u
n
n
i
su
akara
yor mu
B
u
(
t
”
u
?
n
z
u
nu
r musu
o
y
i ifade
ı
ğ
e
m
ç
n
r
a
e
l
l
ku
bu g
rarak
u
y
u
b
2,44)
tedir.
etmek
38
“İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı
cennete girer” buyurdu. Bunun üzerine:
- Ey Allah’ın elçisi, cennete girmeyi kim istemez
ki? denildi. Peygamber Efendimiz:
- “Bana itaat edenler cennete girer, bana
karşı gelenler cenneti istememiş demektir” buyurdu. (Buhârî)
Cennete girmeyi istemeyenleri iki sınıfta toplamak
mümkündür. Adına “ümmet-i dâvet” denilen ve kendilerine İslâm tebliği ulaştırılan kimseler, şâyet bu daveti
kabul etmezler, yani Müslüman olmazlarsa, kâfir diye
adlandırılırlar. Bir diğer grup ise, “ümmet-i icâbet”
denilen ve İslâm’ı kabul etmiş olanlardır. Bunlar, örnek
nitelikte olması gereken insanlardır. Fakat bunlar arasında Peygamber’in tebliğ ettiklerine uymayanlar ve dinin
Mayıs
emirlerini gerektiği şekilde yerine getirmeyenler de
vardır ki, bunlar da âsî yani günahkâr kabul edilirler.
Kâfir olanlar hiçbir şekilde cennete giremezler.
Âsi, günahkâr kabul edilenler ise, cehennemde
cezalarını çektikten sonra cennete girerler.
Kardeşim, Peygamberimiz’e itaat, Kur’an ve
Sünnet’e sımsıkı sarılıp bağlanmayı içine alır ki, böyle
hareket edenler mü’min olarak cennete girerler.
“Kötülüğe
Olunmazsa”
“Kötülüğe Engel
Engel Olunmazsa”
- Hz. Ebubekir radıyallahu anh, halife seçildiğinde minbere çıkarak Allah’a hamdettikten sonra şunları söyledi: “Ey insanlar! Sizler ‘Ey iman
edenler! Siz kendinizi korumaya bakın. Siz hidayette olduğunuz zaman başkasının dalâlete
(yanlışa ve sapıklığa) gitmesi size bir zarar veremez...” (Mâide 5/105) âyetini okuyor fakat doğru
yorumlayamıyorsunuz. Ben Hz. Peygamberimiz’in
(sas); “İnsanlar, işlenen bir kötülük gördüklerinde ona engel olamazlarsa Allah Teâlâ onları, tamamını kapsayan bir belaya düçar eder”
buyurduğunu işittim.” (Kenz)
- Hz. Ebubekir (ra) yine şöyle buyurmuştur:
“Kendilerini engelleyebilecek kadar güçleri
olduğu halde ümmet, içlerinde Allah’a isyan
edenlere engel olmaz ve onlara karşı çıkmazsa
Allah üzerlerine bir bela indirir. Sonra bu belayı da onlardan uzaklaştırmaz.”
- Müslümanın gayesi, ferdi ibadet ve taatlerini ihlasla yapmakla birlikte bütün insanların dünya
ve ahiret mutluluğu ve saadeti için çalışarak Yüce
Allah’ın rızasını kazanmaktır. Her Müslüman, Yüce
Allah’ın kendisine verdiği meziyetlerle (akıl,
irade, his, ünsiyet, vs.) bütün gücüyle çalışmayı vazife bilir, en büyük ibadet sayar.
Şuurlu Müslüman, kendi mutluluk ve saadetinin
toplumun ve insanlığın mutluluk ve saadetinden
geçtiğinin şuurundadır.
- Ferdin ve toplumun iyiliği ve ıslahı birlikte düşünülmeli, toplum ferde, fert topluma feda edilmemelidir. Ferdî ihmallerden doğacak zarar, toplumu da etkiler. Aynı şekilde, sapıklığa düşmüş toplumlara gelen
felâket, fertleri de kapsamı içine alır. Fertlerin iyiliği de
ona engel olamaz. Çünkü iyiler, toplumun ıslahı için
gerekeni yapmamışlardır.
- Her Müslüman;
Doğru ile yanlışı ayırır ve Doğrunun hakim olması için,
İyi ile kötüyü ayırır ve İyinin hakim olması için,
Faydalı ile zararlıyı ayırır ve Faydalının
hakim olması için,
Adalet ile zulmü ayırır ve Adaletin hakim
olması için canla başla çalışır.
Kardeşim, çünkü gerçek mutluluk ve saadet;
doğrunun, güzelin, iyinin, faydalının ve adaletin, toplumda bütünüyle hakim olması ile mümkündür.
Gemiyi Delenler
Gemiyi
Delenler
Hz. Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselâm fenalıklar karşısında, iyilerin seyirci kalmaması, kötüler
yüzünden gelecek (fitne, fesad, şer vs. her çeşitten)
toplumsal ızdırabların, iyiler de dâhil bütün cemiyetin
varlığını tehdid edeceğini ifade ederek fenâlıklar karşısında nemelâzımcılığı önlemek için zihinden çıkması
zor olan bir de teşbîhte bulunur, örnek verir:
“Allah’ın hudûduna (emir ve yasaklarına)
giren meseleleri tatbîk eden ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik göstermeyen iyi ve
şuurlu kimse ile, yasakları işleyen kimselerin
durumları, bir gemiye binip kur’a çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara
benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaç-
“İnsanlar, işlenen bir kötülük gördüklerinde ona engel olamazlarsa Allah Teâlâ
onları, tamamını kapsayan bir belaya düçar eder” buyurduğunu işittim.” (Kenz)
Mayıs
39
Her Müslüman, Yüce Allah’ın kendisine verdiği meziyetlerle (akıl, irade, his, ünsiyet,
vs.) bütün gücüyle çalışmayı vazife bilir, en büyük ibadet sayar.
larını giderirken üsttekilerin yanından geçip
onları rahatsız ediyorlardı.
“İyiliği
Kendiniz
“İyiliği Emredip
Emredip Kendinizi
Unutuyor
Unutuyor Musunuz?”
Musunuz?”
(Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar,
üsttekiler hemen gelip: “Yâhu ne yapıyorsunuz?” diye sorunca alttakiler:
Ebû Zeyd Üsâme İbni Zeyd İbni Hârise radıyallahu anhümâ şöyle dedi; Resûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’ i şöyle buyururken işittim:
“Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız
ediyorduk, halbuki suya muhtacız, şimdi sizi
rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde
elde edeceğiz” deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar,
hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları
işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk ederler.” (Müslim)
İslam’da, emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münker (irşad, tebliğ, ikaz etmek) işinin, her birimiz için
mutlak olarak farz olduğu örnekte de anlatıldığı gibi
nettir. Yoksa fert ve toplum yok olur, gider.
- Rabbimiz buyuruyor: “Sizden öyle bir ümmet-cemaat bulunmalıdır ki, onlar herkesi hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten
vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına
erenlerin tâ kendileridir.” (Âl-i İmrân 3/104.) Hz.
Peygamberimiz buyuruyor: “İyiliği emret, kötülüğü nehyet. Bu yolda gelecek meşakkatlere de
sabret.” (Buhari)
“Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehennem ateşine atılır. Bağırsakları karnından
dışarı çıkar ve onlarla birlikte değirmen döndüren merkeb gibi döner durur. Cehennem halkı onun yanına toplanırlar ve derler ki:
– Ey filân! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin? O kişi de:
– Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim
yapmazdım, münkerden nehyederdim, fakat
kendim yapardım, der.” (Buhârî, Müslim)
Bu hadîs-i şerîf, mü’min olan, hatta iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak gibi bir vazifeyi yapan bir kimsenin cehenneme girişini ve oradaki kötü
akıbetini gözler önüne sermektedir. Dünyada kendisini tanıyan ve nasihatlarına muhatap olan, fakat uymadıkları için kendileri de cehenneme girmiş olanlar,
onun burada bulunmasına ve bu ürkütücü ve ürpertici haline şaşarlar.
Sözümüzle işimiz uyumlu olmalıdır. Sözümüz
başka, işimiz başka olmamalıdır. Rabbimiz Kur’an-ı
Kerim’de “Sizler Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri
bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara 2,44) buyurarak bu gerçeği
ifade etmektedir.
Cehennem azabı haktır ve çeşit çeşit, derece
derecedir. Günahkâr müminler de, suçları mikdarınca
ceza çekmek üzere cehenneme gireceklerdir. Sözü ile
davranışı birbirine aykırı olan, ilmi ile amel etmeyenlerin Allah katındaki cezaları şiddetlidir.
Kardeşim, Ma’rûfu (iyiliği) emir ve münkeri (kötülüğü) nehiy vazifesini yerine getirmek ve bunun gereğiyle amel etmek, cehenneme girmeye engel olur.
40
Mayıs
Kader’e İman Etmemek Küfürdür
Hüseyin AVNİ
H
âsılı, bazı rivâyetlerde bir veya birkaç îmân esasının bulunmaması onların gerçekte mevcûd olmadığını göstermez. Değişik münâsebetlerle, îmân
esaslarından bir kısmı açıklanmış olabilir. Kur’ân bunun
açık şâhididir. Nitekim bir yazımızda şöyle demiştik:
net
-i Sün
l
h
E
n
a
e
e inan
gereks
,
î
v
Kader
e
Em
ı
nların
ı gerek
a
r
c
a
l
a
m
d
ısın
imâ
ği karş
i
l
imdik
m
d
i
l
a
l
â
z
k
ı
î
l
rlı
Abbâs
k kara
e
c
e
tanlar
l
s
i
e
b
d
e
r
a
e
l
rıy
bile v
cı
uruşla
d
u
r inan
e
b
,
d
ş
a
u
K
ve
durm
i
nlara
O
.
böyles
ı
d
a
r
n
a
ı
l
ş
m
ı
ma
yazm
t’in ta
e
m
ler ki,
m
n
i
Ü
s
l
i
i
b
b
i
ar
sâh
çalanl
ı
y
a
.
r
a
yorlar
bir k
u
n
y
o
ş
yanlı
Kur’ân’da,
(Bir) Bâzen sırf Îmân’a veya Îmân ve Amel-i Sâlih’e dâir âyet veya âyetler gelmiştir. Hiçbir îmân esâsından bahsedilmemiştir. Kur’ân fihristinden neye îmân
edildiği gösterilmeden, sadece “îmân edenler” hitabıyla (258) âyet bulacaksınız. (Îmân edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için Me’vâ Cennetleri vardır.)[10]
Nelere îmân edildiği gösterilmemiş. Tabiî ki, îmân
esaslarının tamâmına îmân edenler kasdedilmektedir.
“Bu îmân, her hangi bir tasdîkdir” deyip, îmân
esasları inkâr mı edilsin?
(İki) Bâzen sırf Allâh’a îmân’a dâir âyetler gelmiştir.
(Çünki O, azîm olan Allah’a îmân etmezdi.)11]
(Kim Allah’a îmân ederse Allah onun kalbine
Mayıs
41
hidâyet verir.),[12] (Kim Rabbine îmân ederse,
artık ne eksiklik’den ne de ğadirlikden/haksızlığa uğramakdan korkmayacaktır)[13] (Artık kim
Tâğût’u inkâr eder ve Allah’a îmân ederse o
sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.)[14]
Bu âyetlerde diğer îmân esaslarından bahsedilmiyor. Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Üç) Bazen sırf Allah’a, Peygamber’e veyâ
Peygamberlere, îmân’a dâir âyet gelmiştir.
(Kim Allah’a ve Resûlüne îmân etmezse
şübhesiz biz kâfirler için bir alevli ateş hazırladık.)[15] (O halde Allah’a ve Resûllerine îmân
ediniz.)[16]
Âhiret ve diğer îmân esasları inkâr mı edilsin?
(Dört) Bazen sırf Kitâb’a veya kitâblar’a veya
Allah’dan İndirilenler’e îmân’a dâir âyet gelmiştir.
(Allah’ın âyetlerine inanmayanları Allah
hidâyet etmeyecektir.),[17] (Yalan iftirâyı ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar yaparlar.),[18] (Âyetlerimizi ancak kâfirler topluluğu
inkâr eder.),[19] (Şübhesiz sana bir takım açık
âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklar (kâfirler)
inkâr eder.)[20] (Şübhesiz ki, Allah’ın âyetlerini
inkâr edenler için şiddetli bir azâb vardır.),[21]
(Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, hiç şübhe yok ki, Allah, azâbı çok şiddetli olandır.),[22]
(Âyetlerimizi yalanlayanlar ve büyüklenerek
onlardan uzak duranlar. Onlar cehennemliklerdir.),[23] (Âyetlerimiz hakkında ancak kâfir
olanlar (inanmamak, inkâr etmek, bâtıl olduklarını ortaya koymaya çalışmak, cennete girebilmek için onlara da îmân edilmesinin şart
olmadığını iddiâ etmek gibi yollarla) mücâdele ederler.),[24] (Âyetlerimizi inkâr edenlere gelince, onlar amel defterleri solundan verilecek
olanlardır. Üzerlerinde kapatılmış bir ateş vardır)[25] ve daha niceleri…
Allâh, Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr
mı edilsin?
(Beş) Bazen sırf Âhiret Günü’ne, îmân’a dâir
âyetler gelmiştir.[26]
Allah ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Altı) Bazen sırf Meleklerle alâkalı âyetler
gelmiştir.[27]
Allah, Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr
mı edilsin?
(Yedi) Bazen sırf Kader’e Îmân’a esas olacak
âyetler gelmiştir.[28]
Allah, Âhiret ve diğer îmân edilecek esaslar
inkâr mı edilsin?
(Sekiz) Bazen sırf Allah’a, Âhiret’e ve Melekler’e îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[29]
Diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Dokuz) Bazen sırf Allâh’a ve Âhiret Günü’ne îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[30]
Diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(On) Bazen sırf Allah’a, Âhiret Günü’ne
îmân’a ve Sâlih Amel’e dâir âyetler gelmiştir.[31]
Yine diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
Amel-i Sâlih îmân esası mıdır; ona fırsat bulamayan
veya sadece tenbellijk îcâbı amel etmeyen cennete
gidemeyecek midir?
(On Bir) Bazen, sırf Allah’a, Melekler’e,
Kitâblar’a ve Peyğamberler’e îmân etmeye dâir
âyet gelmiştir.[32]
Âhiret inkâr mı edilsin?
Burada bir nokta kalmaktadır: Cibrîl hadîsi tek
bir hâdise ile alakalıdır. Rivâyetlerin fazla ve eksik
olarak farklı oluşları sağlamlıklarını zedelemiyor mu?
Hayır, birbirine ters düşmeyecek noksanlıklar
ve fazlalıklar bilhassa rivâyetin aslı başka delîllerle
pekişirse “ıztırâb”/çelişki sayılmaz ve sağlamlığa
mani olmaz.
İki mühim noktadan çok kötü açık veriyorlar: Bir kere Kader inancına sâhib olan
İmâmlarımız İmâm A’zamlar, Mâlikler, Şâfiîler, Ahmed İbnü Hanbeller devirlerindeki
zâlimlerden icâzetli ve destekli bir hareket içinde değillerdi.
42
Mayıs
İslamoğlu: Bana sorarsanız, Allah Resulü’nden öyle geldiği kanaatinde asla değilim. Kadere
Îman hicri ilk yüzyılda Müslümanların birbirlerinin
boynuna kılıç düşürdükleri bir siyasi tartışmaydı.
Cevâb: Sana sormuyoruz. Kim sorarsa sorsun. Biz Mü’minler Kader’e îman’ın Allah’tan ve
Resûl’ünden geldiğine îman ediyoruz. “Artık
dileyen îman etsin dileyen de küfretsin…”
İslamoğlu: Çünkü bu madde Emeviler devrinde Emevilerin zulümlerini kader üzerinden yürüttüler
ve Hasan el-Basri kader risalesi diye bir mektup yazdı
Abdulmelik bin Mervan’a; meşhurdur, piyasada vardır, onu alın da bir okuyun. Hasan el-Basri’nin kader
risalesi. Hay dillerine sağlık Üstadım! “Allah’a iftira
ediyorsunuz” diyor. Ne diyorlardı Emeviler? “Hüseyin’in kaderi ölmekti. Dolayısıyla bizim suçumuz yoktu, kaderine koştu; napalım.” Hz. Zeyneb’e Yezid’in
dönüp de Hüseyin’in kesik mübarek başını gösterip
söylediği lafı biliyor musunuz? “Onu Allah öldürdü.”
Kadere iman diye buna diyorlar onlar; biliyor musunuz? Buna karşılık Hasan el-Basri o irfânî mizacına
rağmen, o mûnis yapısına rağmen kükredi. Allah’a
iftira ediyorsunuz, dedi.
İslamoğlu: Amentü’nün Kur’an’daki karşılığını biliyor musunuz? Kur’an’da iki ayet var: “Herkes
Allah’a, meleklerine, kitâblarına ve Resûllerine îmân
etti.” Orda kadere iman maddesi var mı, bir bakın
bakayım? Yani Amentü’nün tamamı var ama kadere iman yok Kur’an’da. Niye
acaba hiç düşündünüz mü?
Onlar, cukkaları hesab ederek
İman kitabını 17 sene evvel yazdım. Orda da bunu
Amerika’nın Irak’a girip milyona
kayda geçirdim. Bu aslında
varan Mü’min kanı dökmesine yüz
ümmetin tarihindeki bir pobinlerce Mü’min kadının da ırzına
lemiğin rivayetin içine girgeçmesine yardımcı olanlara yalakalık
mişidir. Anlatabiliyor muyapan “Müslüman aydınlar” ve t.v.
yum? Yoksa Amentü’nün
karşılığı Kur’an’da iki ayette
patronları gibi olmadılar.
var. Fakat bu yok, bu madde yok.
Cevâb: Yukarıda da geçtiği gibi nice âyetlerde îmân esasları tam olarak verilmemektedir. Nitekim bu âyette Kadere Îmân’ın yanında
Ahiret Gününe Îmân da yoktur. Şimdi, “Allah,
Âhiret’e îmân etmeyi ayrı tuttu” mu diyeceğiz?
Yoksa “îmânın esasları dörttür, Âhiret’e îmân
yoktur” mu denilmektedir? Bu nasıl bir akıl, bu nasıl bir îmân? Esâsen biz böylesi akıl, ilim, anlayış ve
ciddiyetten uzak kimselerle ve aynı vasıftaki sözleriyle uğraşmakla ne kadar harab olduğumuzu kısmen de olsa biliyoruz. Ama ne çâre ki, buna birçok
sebeb ve hikmetle mecbûr kalıyoruz…
“Bu aslında Ümmet’in tarihindeki bir polemiğin rivayetin içine girmişidir; anlatabiliyor muyum?” diyorsunuz. Çok iyi anlatıyorsunuz
ve yalan söylüyorsunuz. Kuruntu ve hayallerinizle
hezeyânlar saçarak Allah’ı, Resûlünü ve âlimiyle-avâmıyla bütün bir Ümmet’i yalanlıyorsunuz. Demek ki, “Amentü’nün karşılığı Kur’an’da
iki ayette var. Fakat bu yok, bu madde yok”
ha!... Allah doğru söyledi: “…Âyetlerin tamâmını
görseler de onlara îmân etmezler….”
Mayıs
Cevâb: Büyüklerin
büyük sözleri cücelerin
cüce beyinleriyle işte
bu kadar anlaşılabilir.
Hasen-i Basrî âlimane,
hakîmâne ve fâdılâne
bir şekilde hem doğruyu söyledi hem de doğru
söyledi. O’nun i’tirâz ettiği
bunların “kaderden olduğu” değil, kul olanların
kendi kesb ve isyânlarını kadere yüklemeleri,
âlimlerin ifâdesiyle kaderle ihticâc etmeleri idi.
Kader kalkanı arkasına sığınılmazdı. Âdâlet ve
hikmet çerçevesini hiçbir zaman taşmayacak olan
Kader’in arka planında mazeret ileri sürüp mes’ûliyyetten kurtulmaya çabalamağa mâni olacak nice
incelikler ve sırlar vardı… Oysa onlar doğruyu söylemişlerdi ama doğru söylememişlerdi. Kendi irâdeleriyle attıkları adımları hesâba katmamışlardı. Bir
doğru ile kendi eğrilerini kılıflamaya çalışmışlar ve
hakîkaten Allah’a iftirâ etmişlerdi. Tıpkı Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e “şâhidlik ederiz ki sen
Allah’ın Resûlüsün” diyen münâfıklar için Rabbimizin “halbuki Allah şâhidlik etmektedir ki
onlar elbette yalancılardır/yalan söylemektedirler” buyurması gibi… Nebimiz sallallâhu aleyhi
ve sellem’in “Allah’ın Resûlü” olduğu doğruydu,
münâfıklar doğruyu söylüyorlardı; ama doğru söylemiyorlardı, maksadları doğru değildi…
İslamoğlu: Dolayısıyla tarihte siyasi bir takım
sonuçlardan dolayı rivayetlerin içinde korumaya
alınmış hususları biz akaidin bir maddesi gibi algılar-
43
sak yanlış olur. Hakikaten beni niye buraya çektiniz?
Bela yetmiyordu başımdaki şimdi bir de bunu mu eklediniz? Şimdi yarın bakın siz piyasaya: “Amentü’ye
de dokundu.”
Cevâb: Doğru, Âmentü’ye çok süflî bir biçimde, sapıkça ve câhilâne dokundunuz.
Evet, târihte de günümüzde de inançlarını bir
takım siyâsi kabûllerinin kurbânı yapan ve inanç sapmalarının ibretlik tablolarını sergileyen irâdesi zayıf
zavallılar olmuştur. Lâkin, Kadere inanan Ehl-i
Sünnet imâmları gerek Emevî, gerekse Abbâsî
zâlimliği karşısında canlarını bile verebilecek
kararlılıkla dimdik durmuş, bu duruşlarıyla
destanlar yazmışlardı. Onlara ve Kader inancı
sâhibi Ümmet’in tamamına böylesi bir karayı
çalanlar bilsinler ki, yanlış oynuyorlar. Bu çamur, akıllılar ve hidâyette olanlar nezdinde zaten kara
olan suratlarını tastamam karartmaktan başka bir işe
yaramaz. Bilhassa iki mühim noktadan çok kötü
açık veriyorlar: Bir kere Kader inancına sâhib
olan İmâmlarımız İmâm A’zamlar, Mâlikler,
Şâfiîler, Ahmed İbnü Hanbeller devirlerindeki zâlimlerden icâzetli ve destekli bir hareket
içinde değillerdi. Onlarla araları hiç mi hiç iyi değildi. Meselâ günümüz zâlim düzenlerince icâzet verilen ve Selefimizin kalesini düşürmek mukaddes işiyle
vazîfelendirilip beslenen akademisyenler ve t.v. sâhibleri gibi değillerdi. Onlar, hiçbir zaman ayyaş Abbâsî padişahına karşı Müşrik Hülâgü ile işbirliği
yapıp bir rivâyette yüzbine yakın, başka bir rivâyette
de milyona yakın Müslümanın kanının dökülmesine
sebeb ve yardımcı olan Şiî vezir İbnü’l-Alkamî
gibi olmadılar. Tıpkı günümüzdeki gibi… Onlar,
cukkaları hesab ederek Amerika’nın Irak’a girip
milyona varan Mü’min kanı dökmesine yüz
binlerce Mü’min kadının da ırzına geçmesine
yardımcı olanlara yalakalık yapan “Müslüman
aydınlar” ve t.v. patronları gibi olmadılar. Onlar,
Amerika’yla işbirliği yapan husûsan Iraklı Şiîler ve
Türkiyeli satılmış zâlimler için tenkid şöyle dursun,
tek bir kelime bile sarf etmeyen Goldziher âşığı ve
talebesi “Modernist Müslüman aydınlar, t.v. sahibleri,” zâlim yaverleri ve onların zulümlerine çanak tutanları gibi asla değillerdi. Küfür sistemlerinin açık gübre yığınlarında üretilen şu zehirli
kültür mantarlarına bakın hele!... Kimlere hangi
çamuru atmaya kalkışıyorlar?!... Dünyalık hedefler
uğruna satmadıkları kalmayanlar, Sahâbeden
günümüze Ümmetin İmâmlarına nasıl da tiksindirici iftirâlar atıyorlar?... Zâlim Amerika’nın
ve Yehûdî’nin cezâlandırdığı ve ipini çektiği bir siyâset adamını kıyasıya karalarken Amerika’nın bölgedeki en büyük av köpekliğine soyunanlara tenkıdvârî
bir şeyler demek şöyle dursun, önlerinde zevkle kuyruk sallayanların şu dediklerine bakın!... “Tarihte siyasi bir takım sonuçlardan dolayı rivayetlerin
içinde korumaya alınmış hususları biz akaidin
bir maddesi gibi algılarsak yanlış olur”muş…
Alakalı olduğu meselemize nisbetle şu artistik ve bir
o kadar da müptezel olan gürültülere bakınız!... Bu,
insanların gözünün içine baka baka tarihi ters
yüz etmek değil de nedir?... Oysa asıl Kader meselesinde ciddî problemleri olan Mu’tezile o
sözü edilen dönemlerde bahsi geçen zâlimlerle beraber olmuş, Mü’minlerin Kader inancına
sâhib olan imamlarına kan kusturmuşlardı…
Bu yapılana, “yavuz hırsızın ev sahibini yakalaması” demezler de ne derler?
Hâsılı, asıl şu andaki Kader inkârcıları, içinde
yaşadıkları İslâm’a düşman Küfür düzeninin siyasi
gübreliğinde yetişen veya onlardan beslenen kimselerdir. Onların Kader inkârı şeklindeki küfür inançlarını belirleyen küfür sistemleri ve ideolojileridir.
İslamoğlu: Amentü Kur’an’dır. Baştan sona
iman ettik, hadise budur.
Cevâb: Bu sözle, Sünnet’i bir tarafa fırlatan ve Mü’min olduğunu iddiâ ederek Mü’minleri kandırmaya çalışan harbi kâfirlerin taktiği hedefleniyorsa dünya hayatı ve hiçbir şey
için değmeyecek boşuna zavallıca bir iş yapılıyor. Kur’ân’a îmân etmek sadece lafla olmaz…
“Şâyet Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı,“[34]
“Şâyet Rabbin dileseydi yer yüzündekilerin tamamı hep beraber îmân ederlerdi,”[35]
“Şâyet Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı”,[36]
44
Mayıs
Çünki O’na îmân eden Sünnet’i bir yana atamaz…
“Kur’ân’a baştan sona iman ettik” diyen Ondaki
Kader âyetlerini keyfince yorumlamakla buharlaştırıp
dolaylı olarak inkâr edemez.
İslâmoğlu: Kaldı ki aynı rivayeti nakleden Buhari ve Müslim aynı rivayeti içinde kadersiz de nakletmişlerdir. Bu rivayetlerin hangi sayfa, hangi cild,
hangi numara olduğunu görmek isteyen İman kitabına baksın, orada var. Dolayısıyla lütfen bunları bir
tartışma meselesi haline getirmeyelim.
Cevâb: “Buhari ve Müslim, aynı rivayeti, içinde kader bulunmayan tarıklerle de nakletmişler” ise
ne olmuş? Bu, hangi ilmî mesnedle Kaderin inkârını
gerektiriyormuş?.. Kur’ân’da onlarca kıssa vardır ki,
değişik yerlerde değişik şekillerde anlatılır. Bunlarda
çelişki asla yoktur ama, bir takım fazlalık ve eksiklikler vardır. Bir takım husûslar, sözler ve işler bir takım
âyetlerde yer almadı diye inkâr mı edilecek?... Kezâ
yukarıda da anlattığımız gibi îmanla alakalı âyetlerde bulunan eksik ve fazla unsurlara ne diyeceğiz?...
Sübhânellah bunlar hep bir tornadan çıkmış!... İdrâk
fukaralığı hepsinde aynı… Bakış şaşılığı tıpatıp…
Cevab: Biliyor musunuz, Müşrikler Allah’a ve
Meleklerine de inanıyorlardı, bu Kur’ân’ın bir çok
yerinde bize naklediliyor, ne dersiniz? İnanıyorlardı, ama çarpık bir şekilde… O halde Allah’a
ve meleklerine doğru bir şekilde -hâşâ ve kellâ- îmân etmeyecek miyiz? Müşriklerin bu sözleri, Kadere Îmân değildir; hakîkatte, gerektiği şekilde
inanmadıkları kaderi kalkan yapmaktır. Yukarıdaki
âyetin iniş sebeblerinde de naklettiğimiz gibi, onlar,
-tıpkı günümüzdeki kader inkârcıları gibi- kader mevzûunda Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kader
anlayışına i’tiraz etmişler, şu sözü de -Allahu a’lemO’nu ilzam, yani kendi kabûlü ve inancı ile susturmak
için söylemişlerdi. Veya diyebiliriz ki, çarpık ve yamuk
yumuk da olsa Müşrikler Kader inancında şu kader
inkârcılarından doğruya daha yakındırlar.
Çünki Allah celle celâlühû,
“Şâyet Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı,“[34]
“Şâyet Rabbin dileseydi yer yüzündekilerin tamamı hep beraber îmân ederlerdi,”[35]
“Şâyet Allah dileseydi sizi tek bir ümmet
yapardı”,[36]
İslamoğlu: Aslında bunlar bayatlamış şeyler.
Cevâb: Eski küflenmiş kâfirlerle çağdaş dinsizlerin ve İslâm düşmanlarının çiğneye çiğneye hakîkaten bayatlattığı bir sakız: İslâmî olan değerlere “bayatlamış şeyler” yaftasını asmaya kalkışmaları…
“Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzere toplardı, o halde sakın câhillerden
olma”,[37]
“Allah dileseydi, onu işlemezlerdi; o halde onları iftirâlarıyla baş başa bırak”,[38]
İslamoğlu: Ama diyeceksiniz ki hocam “kadere de iman etsek.” Hiçbir sıkıntısı yok, ama hangi
kadere. Ne anlıyorsunuz kaderden?
“Allah dileseydi, insanları tek bir ümmet
yapardı”[39] ve daha nice âyetlerde bu manada başka nice sözleri buyuruyor, ona ne diyeceksiniz?..
Cevâb: Biz Kader’den, küfür sistemlerinin beslemeleri cüce beyinlilerinin anladığını değil, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâb’ı ve
Ehl-i Sünnet İslâm âlimlerinin tamâmının anladığını anlıyoruz.
Allah’ı da mı -hâşâ- “asılsız bir kader inancı”
ile karalayacağız, yahud O’na “sen de Müşrikler gibi
düşünüyorsun” mu diyeceğiz? Söz aynı… (Devam
edecektir.)
Kaynaklar
İslamoğlu: Biliyor musunuz, müşrikler kadere
iman ediyordu ve Kur’an bize naklediyor bunu. Ne
diyorlardı: “Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık”[33] diyorlardı ve Kur’an da bize bunu aynen
iki yerde naklediyor. Ne dersiniz? “Ne mübarek
adamlar” mı dersiniz, “vay ahlaksızlar vay” mı
dersiniz? Allah’a bundan büyük iftira olur mu? Şimdi
kadere iman mı etmiş oldular bu adamlar?
Mayıs
[10] Secde:19 [11] Hâkkah:52 [12] Teğâbun:11 [13] Cin:13 [14] Bakara:256 [15] Fetih:13 [16] Âl-iİmrân:179, A’râf:158, Hadîd:7 [17] Nahl:104 [18]
Nahl:105 [19] Ankebût:47 [20] Bakara:99 [21] Âl-i İmrân:4 [22] Âl-i İmrân:19 [23]
A’râf:36 [24] Ğâfir:4 [25] Beled:19-20 [26] Nahl:22,60, İsrâ:10,45 [27] Kur’ânda
sadece “Melâike” kalıbının geçtiği (68) âyet vardır ki, diğer kelimeler ayrıdır. [28] Kamer:49,Ahzâb:38 [29] Bakara:177 [30] Bakara:232 [31] Bakara:62, Mâide:69 vd.
[32] Bakara:285 [33] En’âm:148 [34] En’âm:107 [35] Yûnus:99 [36] Mâide:48 [37]
En’âm:35 [38] En’âm:112 [39] Hûd:118
45
Hacı Şaban Efendi Hz. (I)
Halit EŞKAN
Y
üce Allah gizli bir hazine idi. Bilinmeyi
istedi ve sevdi; büyüklüğünü, kudretini,
merhametini, nimetlerinin sonsuzluğunu,
hikmetlerinin sırlarını, eserlerinin çeşitliliğini
göstermeyi muradetti. Bu sebeple kâinatı bir tertip
içinde ve yavaş yavaş yarattı. Sonra insanı topraktan halk
etti. Ona kendi ruhundan üfledi ve bütün isimleri öğretti.
Sonra onu kendisine halife yaptı. Yani hükümranlığı kendi adına kullanma mükellefiyeti ile yükümlü kıldı.
şerifte
i
s
i
d
a
,
Bir h
anları
b
o
ç
n
u
n
toplum
r
e
l
er emi
r
l
i
r
i
c
a
t
“Am
arı,
oktorl
ir.”
d
r
e
l
lillerid
e
alim
d
r
e
i, arifl
.
kişiler
lmıştır
ı
p
a
y
i
es
nitelem
Demektir ki insan cismi ile değil ruhu ile insandır. Kâinatın özüdür. İnsan küçük bir kâinat,
kainat büyük bir insandır. Ve insan topraktan ziyade ruh-i paktır.
Yüce Allah herşeyi insan için insanı kendisi için
yaratmıştır. O halde yaratılışta gaye varlık insandır.
“Yeryüzünde Allah! Allah! Diyen insan var oldukça kıyamet kopmayacaktır.” Hadis-i şerifi gaye
insanında mümin olduğunun delilidir.
Yaratılan ilk insan ile birlikte, biri ak, diğeri kara iki bayrak dikildi. Ak bayrağı diken Adem
46
Mayıs
(a.s); kara bayrağı dikerek yol kesen, iblisti.
Sonra Habil geldi. İnsanlar onun pak nurunun
zıttı Kabil oldu. Adalet ve zulmün, simgesi olan
bu iki bayrak altında, insanlar kıyamete kadar,
toplanmaya devam edeceklerdir.
Allah, insanların tek vücut halinde yaşamalarını murad etmiştir. Ve her birine kendi ihtiyaçlarını değil, her birine hepsi için gerekli olan şeyleri
ilham etmiştir. Bu sebeple insanlar farklı meşreplerde
yaratılmıştır. Neticede her insan kendi meşrebine
uygun bir işe yönelmiş ve cemiyet hayatında
sosyal sınıflar teşekkül etmiştir. Bu sosyal sınıflar içerisinde temayüz eden dört sınıf vardır ki, bunlar; amirler, alimler, tacirler ve ariflerdir. Bir hadisi şerifte “Amirler toplumun çobanları, alimler
doktorları, tacirler emin kişileri, arifler delilleridir.” nitelemesi yapılmıştır.
Amirler sınıfına gelince;
Amirler seçkin sınıfın, en üstün şahsiyetleri arasından, adalet, liyakat, ehliyet, emniyet vasıfları ile muttasıf olma esasına göre
seçilmiş olan, egemenlik gücünün devamı için dinin, toplum hayatının bütün birimlerin de etkinliğini
sağlayan, Allah ve Resulüne itaat eden, Allah’ın
hükümleri ile hükmeden, vahiy ile hareket ederek dönemlerinin sorunlarını çözebilme dehasına sahip olan, hayatın her anını Allah’ı görüyormuş
gibi yaşayan, kalbinde Allah korkusu taşıyan,
Hakk’a rıza noktasında sabit kadem olan, evrensel toplumun iyiliği için çalışan, bir millet için
hayırlı olanın başka milletleri taklit etmeden
yalnızca kendi özünden ve ihtiyaçlarından ortaya çıkan değerler olduğu şuuru ile hareket
eden, bölüp hükmetme yerine birleştirip yöneten, ideal bir neslin yetişmesine öncülük eden, ekonomik ve ticari hayata işlerlik kazandıran, gelir
dağılımında adaleti tesis eden, kâr getiren ve menfaat
sağlayan kaynakları fırsat eşitliği esasına göre paylaştıran, halkın refah düzeyini yükselten, zahirinde
mahrumiyet, iç tarafında kötülük ve günah
olan fakirlikle mücadele eden, zenginlikle ortaya
çıkan bozulma ve yozlaşmayı önleyici tedbirleri tedvir
eden, ahlaki olamayan yasaları hukuken geçersiz oldukları için yürürlükten kaldıran. Beşeri
her kanunun arkasında mutlaka beşeri bir zaaf olduğu
gerçeğini müdrik olan ve mutlak hukuku tesis etmek
için var gücü ile çalışan, saygın şahsiyetli, mütevazi,
müşfik, yumuşak huylu olan ve halka güven vererek
ve halkın güvenliğini sağlayan, öfkelendiği zaman
adil olan ve topluma adaleti öğreten, koruyan
ve kollayan, ötekileştirmeyen, toplumu bütünü ile kucaklayan, ahlak ve maneviyatın, dini hayatın, ilim
ve irfan sahiplerinin koruyucusu olan, Rab olarak Allah’tan din olarak İslam’dan Resul olarak Hz. Muhammed (s.a.v)’i Allah’ın kendilerinden razı olduğu erdemli kişilerdir.
Karşıt olarak kuvveti elinde bulunduran bu
yüzden kuvvetin iktidarını hak sebebi sayan, bulundukları makamı, liyakat ve ehliyet itibarı ile temsil yeteneğinden mahrum olan, layık olmadıkları şeyler peşinde koşan, rahatına düşkün ve tembel olan bunun
yanında devletin bütün imkânlarından yararlanarak,
sefih bir debdebe içinde yaşayan, toplumsal taleplere
karşı duyarsız olan, ayrıca soysuzlukla damgalanmış
mütelallibe yöneticiler, saltanatlarını sürdürebilme
adına devrimcidirler. Yani bir şeyi bir başkası adına
yerini terke zorlayan, hakka dayanmayan, yönetimleri keyfilik, keyfilikte süreklilik ve ardışıklık şeklinde
olan bir zihniyetin sahibidirler.
Hukuk tanımayan, devletin va’z ettiği dogmatik hukuku ve kanun koyucunun çıplak iradesini
adaletin yerine ikame eden, kanun eşittir adalet
diyen, fikirler için makber, insan ile hakikat arasında perde olan ideolojilere beyinlerde taht kurma
amacı güden, ideolojilerini her şeye hakim ve her
şeyi tayin eden bir tanrı gibi topluma dayatan
ve hürriyetin ana zemini olarak ilan eden, dolayısıyla hürriyeti tanımayan, devamla hür ilim
ve ilmi hürriyeti, hür ahlak ve ahlakı hürriyeti, hür
adalet ve adil hürriyeti yok eden, yüksek bir nam ile
anılmak için kalkınmayı, milli kurtuluş ve selameti materyalizm ve dinsizlikle temellendiren, bu
Yüce Allah herşeyi insan için insanı kendisi için yaratmıştır. O halde yaratılışta
gaye varlık insandır. “Yeryüzünde Allah! Allah! Diyen insan var oldukça kıyamet
kopmayacaktır.” Hadis-i şerifi gaye insanında mümin olduğunun delilidir.
Mayıs
47
düşünceyi topluma dayatan, ıslahat adı altında yapılan her icraatı, din aleyhtarı bir mahiyete dönüştüren, toplumu ifsat eden maddeci ve
din karşıtı devrimlerle insanlar arasındaki ve devletle
toplum arasındaki güven duygusunu yok eden, tolumun bir kesimini potansiyel suçlu ve düşman kabul
eden, nesiller arasındaki iletişim vasıtalarını ortadan
kaldıran veya yozlaştıran, insanların eğitim haklarını
ellerinden alan veya engelleyen, toplumu anarşiye ve
kaosa sürükleyen, yükselen her feryadı kendilerine
yönelik bir tehdit şeklinde algılayan, kendileri gibi
düşünmeyenlere düşman olan ve zulmeden,
kan, gözyaşı, kin ve nefrete dayalı icraatlarına hukukilik kılıfı uydurmaları için hukuk tanımayan, ehliyetsiz, ahlaksız, vicdansız, köle
ruhlu ve şahsiyetsiz, halk düşmanı yargıçları vasıta
eden bir yönetim anlayışı toplumun yararına değildir.
Bu zihniyetin hamilleri, gafillerdir, dalalet ehlidir, zalimdir, haindir.
Alimler sınıfına gelince;
İlim Allah’ın sıfatlarındandır. Tam ve mutlak bilgi, Allah’a aittir. İlim bilgi, alim bilgili
insandır. Alimlerin bilgileri kesbidir. Satırdan alır akıl
ve irade sahipleri ile paylaşırlar.
Allah ilimi dileyene verir. İnsanlar O’nun
ilminden cüz’i bir kısmına muttali olabilirler.
İlim Allah’a yaklaşmada, Allah’ın hikmetlerini,
sırlarını, kudretini, büyüklüğünü idrak etmede
insanın kendisini bilmesinde, şahsiyetinin oluşmasında insana acziyeti bildirmede vasıtadır.
İlim olmadan medeniyet olamaz nitekim
Peygamber Efendimiz (s.a.v) “iyilik kalemdedir.
Kıyamete kadar ona ehil olanlar çıkacaktır.
İnsanlar kalemle ilerleyecekler kalemi elinde tutan alimin mürekkebi şehitlerin kanı ile
denktir. İlim sahipleri ölüler arasında dolaşan
diriler gibidirler.” buyurmakla, ilimin kıyamete
kadar gelişmeye devam edeceğini haber vermektedir. Bilimde her şey ahlakidir. Ahlak, istekli
davranış kaidelerine dönüştürülmüş dindir. Allah’ın
emirlerine uygun bir yaşama biçimidir. Bu bağlamda kurtuluşa erenler, ilmi ile amil olan muhlis alimlerdir. Muhlis alimin nuru, isyan ateşini
söndürür. Muhlis alim izzeti Allah katında arar,
vicdanı bütündür. Vicdan insanı hürriyete, hür olmaya çağıran deruni bir sestir. Bu sese kulak veren
alim, hür ilmi ve ilmi hürriyeti her şeyin üstünde tutar.
“Dünyayı zindan eden olgunun, amirlerin zulmü değil alimlerin yağcılığıdır.” Gerçeğini bilir.
İlmin haysiyetine göre davranır, dik duruşludur, kibirli değil mütevazıdır, elde ettiği hiçbir başarıda kendi gücünü görmez. Acziyetini müdriktir.
Erdem sahibidir, kendini bilir, rabbini bilir. Bu
manada alimler Rab olarak Allah’tan din olarak
İslam’dan peygamber olarak Hz. Muhammed
(s.a.v)’den razı olan, Allah’ında kendilerinden
razı olduğu gerçek mutluluğu tadanlardır.
Karşıt olarak; (Buna Mukabil)
Kendi kültürlerine yabancılaşmış, milli
şahsiyetini kaybetmiş, ruhları vatan değiştirmiş, fikren göç etmiş, mukallit, son derece kötümser,
tenkitleri hep yıkıcı, sınırlı ve sığ düşünceli, Hak’kı
red ve inkâr eden, dinsizliği fikri bir üstünlük
alameti şeklinde algılayan, din terakkiye manidir diyen, tahsil hayatını cehalete dönüştüren,
toplumun ananelerini, dinini ve medeni hayatını
koruyacak, milli ahlak ve yaşayışını düzenleyecek,
inanç ideali fikriyatını bilinçlendirecek olan seçkinlerin yetişmesini engelleyen, toplumun yaşayan dinamiklerinden habersiz olan, tarihini küçümseyen,
ecdadını tahkir eden, geçmişi kötülemekle
toplumda kendilerine yer edinmeye çalışan,
Peygamber Efendimiz (s.a.v) “iyilik kalemdedir. Kıyamete kadar ona ehil olanlar
çıkacaktır. İnsanlar kalemle ilerleyecekler kalemi elinde tutan alimin mürekkebi
şehitlerin kanı ile denktir. İlim sahipleri ölüler arasında dolaşan diriler gibidirler.”
buyurmakla, ilimin kıyamete kadar gelişmeye devam edeceğini haber vermektedir.
48
Mayıs
başka milletlerin hayranı ve mukalliti olan, hayranı
oldukları milletlere ayak parmak uçlarından
bakmaları yüzünden çukurlaşan, onlar karşısında zelil, başları hep eğik ve belleri bükük duran, efendilerinden öğrendiklerini asıl manalarından başka
bir şekilde anlayan ve yorumlayan, bu anlayışlarını
topluma dayatan, topluma tepeden bakan, kendilerini azim, toplumu hor ve hakir gören, müfsit oldukları halde, ıslahatçı oldukları iddiasında
bulunan fitne odakları ve şeytanın düdükleri
olan aşağı tabakadan aydınlar fasıktır, ve toplum için zararlıdır.
aldatmayarak huzuru sağlayan, malı verip marifeti
alan, Rab olarak Allah’tan din olarak İslam’dan
peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.v)’razı
olan, Allah’ın kendilerinden razı olduğu bahtiyarlardır.
Onların uzaklıkları yakınlıklarından,
ölümleri hayatta olmalarından daha hayırlıdır.
Yüce Allah onların helaklarından başka hiçbir
şeylerini artırmasın.
Arif, ahlaki ve manevi arınma sayesinde sezgi gücü ile anlayan, aklın idrak sınırının bittiği yerde,
akıldan çok daha güçlü bir idrak mekanizması olan
kalbi devreye soka bilen, kalp gözü açık olan, keşif ve müşahede yolu ile bilen, Allah’ı Allah
ile tanıyan, marifetinin artması ile birlikte hayreti de
artan, hayreti bilgisini aşan, sonuçta bildiği her şeyi
unutan, marifetten aciz olduğunu müdrik olarak Allah’a iltica edendir.
Tacirler sınıfına gelince;
Arifler sınıfına gelince;
Arif; tanıyan, bilen, aşina olan, halden anlayan, bilgisi marifet olandır. Marifet, gönlün
Allah muhabbetiyle yanıp, yine onunla hayat
bulması halidir.
Tacirler toplumun emin kişileridir. Fütüvvet
sahibidirler. Fütüvvet; vakar, doğruluk, ihlas, sabır,
cömertlik, merhamet, hamiyyet,
Arife, Allah’ın bildirmeiffet demektir. Fütüvvetin aslı
Arifi
görenler
siyle hiç bir şey gizli kalmaz.
imandır. İman eden müminAllah’ı hatırlarlar. Arifle
Çünkü orada bilen kendisi dedir. Mümin kendinden emin
hidayete erilir. Her şeyde
ğil. Allah’tır. Mümin Allah’ın
olunan insandır. Bu bağlamHakk’ı
gören
arifin
sırtı
nuru ile, arif Allah ile bakar.
da tacirler, kıyamet gününde
Kalpleri marifet nuru ile doludur.
üzerinde kimsenin hakkı budünyaya,
yüzü
Allah’a
Mümin Allah’ı zikirle, arif ise
lunmayan, kötülüklere karşı
dönüktür.
yalnız Allah ile meşgul olur.
iyilik eden, kendisi kadar başArif Allah’ın konuşan dili,
kalarını da düşünen, halka hizmet
gören
gözüdür.
Kendisi
sustuğu halde, içinde
eden, heva ve heveslerini ilah edinmeyen, cimrilik kapısını kapatıp, cömertlik kapısını açık tutan, hırs Hakk’ın konuştuğu bir Allah dostudur.
kapısını kapatıp Hak’ka rıza kapısında sabit
Arif dünya ile birlikte, ahiretten de yüz çevirmişkadem olan, halktan ümit kapısını kapatıp Hakk’ın
reca kapısına iltica eden, dilini yalana, gıybete, tir. Arif sadece Allah’a aşıktır. Gönlünü vermiş
malayaniye kapatıp zikir ve hikmetli sözlere muhabbetullahı almıştır. Allah’ın lütfu da, kahrı
açık tutan, şeytani eylemler kapısını kapatıp, rah- da onun için aynı hoşluktadır. Arifin gönlü Allah’a
mani eylemlere yönelen, misafirperver olan, hile- bağlıdır. Arifi görenler Allah’ı hatırlarlar. Arifle
li veya çürük mal satmayan, müşterilerinden hidayete erilir. Her şeyde Hakk’ı gören arifin
fazla para almayan, ölçü ve tartıda hile yap- sırtı dünyaya, yüzü Allah’a dönüktür. Alçak gömayan, tüketicinin faydasını gözeten, başkalarında nüllü ve cömerttir. Duruşuyla halkı Hakk’a davet
kusur aramayan, kimseye kin tutmayan, büyüklere eden, kalbi Allah’ın sevgisiyle dolup taşan, zahiri
hürmet eden, küçüklere şefkat ve merhametle mua- de batını da şeriat olan bir gönül eridir. Arş
mele eden şeytana düşman olan, nefsine muhalefet ve Rahman’dır. Kalbi Allah’ın nazargâhı olan, cihan
eden, dünya sevgisini kalbine sokmayan, yaramaz ve sultanıdır arif.
çirkin huyları terk eden, dini ile dünyası çatıştıHak’tan ayrılmış olanlar dalalet ehlidir. Hem şaşğında dinini tercih eden, Allah’ın emirleri ile
emreden yasaklarından kaçınan, hiç kimseyi kındır, hem de şaşırandır. (Devam edecektir.)
Mayıs
49
Akıl Mürşid Olur Mu?
Emre TOPOĞLU
“Hıristiyanlar âlim olunca, Hıristiyanlıkla
alakaları kesilir, Müslümanlar cahil olunca İslamiyet’le alakaları kesilir.” der Charles Mısmer.
sif
rak tav
a
l
o
”
ı
pıs
n,
inin ka li (r.a.), “Di ı,
r
h
e
ş
“İlim lan Hz. A
olsayd
k
e
c
u
e
r
n
y
i
bu
bil
nın
akılla n değil, altı ü
e
c
e
d
i
sa
öz
üzerin
rdi”, s
mestin lmesi gereki takınacağı
di
meshe rşısında aklın eçik olarak
es
ka
ile din derece açık v adır.
kt
on
tavrı s rtaya koyma
o
Evet, İslamiyet’te akıl ve nihayetinde kastedilen düşünmek, yani tefekkür elbette ve şüphesiz çok ama çok önemlidir. Zira bu hususta Yüce
Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de muhtelif yerlerde birçok
ayet bulunmaktadır. Fakat akıl, her hususu kavrama yetkisi noktasında yetersiz kalmakta, farklı
unsurlar ile desteklenme zaruriyetine maruz bulunmaktadır.
İslâm, akla büyük bir değer verir. Onu, Allah
katında mes’ûl sayılmanın iki temel şartından
biri olarak kabul eder. Akla bu derecede ehemmiyet veren İslâm, mü’minleri her vesîleyle, hayatın
hakikatlerini ve ilâhî beyanların hikmetlerini tefekküre yönlendirir.
Rabbimiz yarattığı sayısız varlık içinde insanı eşref-i mahlukat olarak yarattı. Onu akıl,
50
Mayıs
En başta Kur’ân-ı Kerîm, daha sonra Kur’ân’ın şerh ve îzâhı mevkiinde olan Allah
Rasûlü’nün Sünnetti, son olarak da Allah Rasûlü’nün izinde sadâkatle yürüyen, takvâ
ehli, âlim ve ârif zâtlardır. İnsan, bunların tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi kendine, ne
aklını selîm hâle getirebilir, ne nefsini tezkiye edebilir, ne de kalbini tasfiye edebilir.
izan gibi pek çok vasıfla tezyin etti ve imtihan
için dünyaya gönderdi. Yarattığı kulların hususiyetlerini şüphesiz onlardan çok daha iyi bilen Rabbimiz, aklın gaye-i hak noktasındaki yetersizliği ciheti
ile de insanlığa rehber olması sebebi ile 124 bin küsür
peygamberi insanlığa göndermiş, vahiy ve kitaplar ile
de hakikat yolunu böylelikle aydınlatmıştır. Bu dahi
aklın belli hususlarda yetersizliğini göstermeye delil
olarak yeterlidir.
olması bakımından Peygamberler ve yaşayışları
da önemli birer kaynaktır.
Hâlbuki felsefe ve benzeri yollar, peygamberlerin tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi gayretleriyle,
hakikati anlamak iddiâsındadırlar. Lâkin insanlar,
peygamberlerin hiçbir dünyevî karşılık beklemeden,
Allâh’ın zât ve sıfatları hakkında verdikleri o
muhteşem ilmin bir zerresini, binlerce senelik
felsefî düşünce, araştırma, inceleme, müşâhede
ve nefsi arındırma yoluyla bile elde edemezler.
Hastanın aklı da onu hekime çeker, götürür. Ama aklı kendisine ilaç olamaz.
İşte bu bağlamda fani hayatımızı anlamlandıran, bilinmeyen ve merak edilenlerini açıklığa kavuşturan, akıl ve kalp için her bakımdan tatminkar deliller ihtiva eden yegane kitap şüphesiz
Kur’an-ı Kerim’dir. Yine bizlere yol gösterici
Bu hususu Mevlana Hazretleri şöyle ifade
ederler;
“Çocuk aklı bile; kitapla meşgul ol! der.
Fakat çocuğun kendi kendine kitaptan bir şey
öğrenmesi mümkün değildir.
Allah’ın fazl u keremine her boşboğaz yol
bulsa idi, Cenab-ı Hak bu kadar peygamber
gönderir miydi?”
Peygamberler, tüm insanlık için, Allah’ın
en büyük nimetidir. Onların Allah’ın zat ve sıfatları
hakkında verdikleri muhteşem ilmin cüz’i bir kısmını
bile, insanlar, binlerce senelik felsefi düşünce, araştırma, inceleme ve müşahede ve nefsi arındırma yolu
ile elde edemezler.
Bu hususta İmam-ı Rabbani Hazretleri de
şöyle buyurur;
“Peygamberler alemlere rahmettirler. Allah Teala bu yüce insanlar aracılığı ile bizim
gibi cüz’i akıl sahiplerine kendi Zat’ını ve sıfatlarını bildirmiş ve bizleri anlayışımız nisbetinde Zat’ına ve sıfatlarına mahsus yüceliklerden
haberdar etmiştir. Yine peygamberler vasıtası
ile nelerden razı olduğunu ve nelerden hoşnut
olmadığını bizlere bildirmiş, dünyevi ve uhrevi
menfaatlerimizi zararlarımızdan ayırma imkanı
bahşetmiştir. Eğer peygamberler olmasaydı, beşer aklı, ne Allah’ın varlığını (kamilen) idrak edebilir, ne de O’nun yüceliklerini kavrayabilirdi.”
Mayıs
51
“İlim şehrinin kapısı” olarak tavsif buyrulan Hz. Ali (r.a.), “Din, sadece akılla bilinecek
olsaydı, mestin üzerinin değil, altının meshedilmesi gerekirdi”, sözü ile din karşısında aklın
takınacağı tavrı son derece açık ve seçik olarak ortaya koymaktadır. Yani dinin hükümlerini akıldan öğrenmek gerekseydi, namaz içinde kahkaha ile gülen
kimsenin sadece namazının bozulması gerekirdi. Zira
namaz içinde olmayan kimsenin kahkaha ile gülmesi,
abdestine zarar vermez. İslâm’ın hükümleri dikkate
alındığı zaman, böyle bir hareketi namaz içinde yapan kimsenin hem namazı, hem de abdesti bozulur.
Bunun yanı sıra felsefe ve benzeri yollar, peygamberlerin tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi
gayretleriyle, hakikati anlamak iddiâsındadırlar. Lâkin insanlar, peygamberlerin hiçbir dünyevî
karşılık beklemeden, Allâh’ın zât ve sıfatları hakkında
verdikleri o muhteşem ilmin bir zerresini, binlerce senelik felsefî düşünce, araştırma, inceleme, müşâhede
ve nefsi arındırma yoluyla bile elde edemezler.
Ayrıca bir hakikattir ki, aklın ortaya koyduğu
bilgiler; şüphe, tereddüt, hatâ, noksanlık ve yanılma
tehlikelerinden hiçbir zaman tam olarak arınmış olamaz. Zira akıl; kanaatlerin, kalıplaşmış düşüncelerin ve dış çevreden gelen müsbet ve menfî telkinlerin
az veya çok, ama mutlakâ tesiri altında kalır. Hırs,
öfke, heves gibi zaaflardan; unutma, dalgınlık ve
hatâ gibi kusurlardan bütünüyle kurtulamaz. Onun
ulaştığı pek çok hüküm, bu dış renklerle boyanmış ve
karışmış olarak ortaya çıkar. Yani akıl, hatâsız bir
kaynak değildir.
Kadim Yunan’da aklın zaafını gösteren şöyle bir
hâdisenin yaşandığı nakledilir:
dâvâyı kazandığı takdirde ödenecektir. Bunun mânâsı, talebe ilk dâvâyı kazandığı takdirde, öğrenim mükemmel olmuş ve hoca ikinci takside hak kazanmış
demek olacaktır.
Lâkin tahsil nihâyete erdikten sonra, talebe
hocasına verdiği ilk taksidi kâfî sayıp ikinci taksitten
vazgeçmesini ister. Bu istek yüzünden ilk dâvâ, hoca
ile talebe arasında gerçekleşir.
Duruşmada talebe, hâkimler heyetine:
“–Ben bu dâvâyı kazansam da kaybetsem
de bu parayı vermemem gerekir.” der. Hâkimin:
“–Neden?” diye sorması üzerine de şu izahta
bulunur:
“–Dâvâyı kazanırsam, kararınız gereğince; yok eğer kaybedersem ilk dâvâyı kaybetmiş
olduğum için, dâvâlıyla aramdaki anlaşma gereğince bu parayı vermemem gerekir.”
Buna mukâbil, hocası filozof da aynı şekilde:
Bir genç, hukuk tahsil etmek için bir filozofa
mürâcaat eder. Bunun için kararlaştırılan ücretin yarısı peşin ödenecek, diğer yarısı ise, talebe ilk aldığı
“–Ben bu dâvâyı kaybetsem de kazansam
da bu parayı almam gerekir.” der. Yine hâkimin:
Aklın; insan, kâinat ve bunlardaki hakikatlere bir ayna mesâbesinde olan Kur’ân-ı Kerîm
üzerinde tefekkür ederken elde edeceği netice, tıpkı topraktan çıkarılan ham mâdenler
gibidir. Bu mâdenleri mâmûl hâle getirense, îman muhabbetiyle dolu bir kalptir.
52
Mayıs
“–Niçin?” suâline şu karşılığı verir:
“–Kazanırsam, kararınız gereğince; kaybedersem, dâvâlıyla aramdaki anlaşma gereğince, parayı almam lâzım. Çünkü ben kaybettiğim takdirde o, dâvâ kazanmış olacak ve
Allah Rasûlü’nün Sünnetti, son olarak da Allah Rasûlü’nün izinde sadâkatle yürüyen, takvâ ehli, âlim ve ârif zâtlardır. İnsan, bunların
tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi kendine, ne
aklını selîm hâle getirebilir, ne nefsini tezkiye
edebilir, ne de kalbini tasfiye edebilir.
ikinci taksit için gereken şart gerçekleşmiş ve
borç doğmuş olacaktır.”
Görüldüğü üzere her ikisinin iddiâsı da gâyet
aklî ve mantıkîdir. Demek ki akıl ve mantık, bu misalde olduğu gibi, zaman zaman kendi ördüğü duvarların içine kendini hapsedip
çıkmaz sokaklara girebilir.
Tıpkı bir duvara; “Buraya
ilân asmak yasaktır!”
diye, kendisi de ilân olan
bir levha asarak kendi kendini tekzip etmek gibi…
Aklın; insan, kâinat ve bunlardaki hakikatlere
bir ayna mesâbesinde olan Kur’ân-ı Kerîm üzerinde tefekkür ederken elde edeceği netice, tıpkı
topraktan çıkarılan ham mâdenler gibidir. Bu
mâdenleri mâmûl hâle
getirense, îman muhabbetiyle dolu bir kalptir.
Nasıl ki derin bir kuyuya bakan
insanın başı dönerse, Kur’ân’ın
hakikatinde derinleşen bir kalbin
duyuşları da sonsuza açılır, kulu
hayret vâdilerinin yolcusu kılar,
mârifetullah’tan hisseler almaya sevk
eder.
Bu sebeple her insanın, mânevî terbiyeden
geçmesi zarûrîdir. Noksanlıklarını görüp telâfîsine gayret
edebilmek için, kendi hâlini seyredebileceği bir hakikat aynasına ihtiyacı vardır.
Kalp;
hissiyâtın,
yani duyguların merkezidir. Allah’tan gayrısından tasfiye edilerek mânen seviye kazanmış bir
kalbin “hads, ilham ve
sünûhât” kelimeleriyle de
ifâde edilen salâhiyet ve
kudreti, aklın sunduğu delilleri birleştirerek, tıpkı kırık bir
vazonun parçalarını bir araya getirip aslî şeklini ortaya çıkarmak gibi, hakikatin kâmil mânâda idrâkini
temin eder.
Bu ayna; en başta Kur’ân-ı Kerîm, daha
sonra Kur’ân’ın şerh ve îzâhı mevkiinde olan
Hakikaten Kur’ân-ı Kerîm, kalbin seviyesi
nisbetinde derinliğine dalınabilen uçsuz bucaksız bir okyanus gibidir. Nasıl ki yüzme bilmeyen biri, ancak sığ sularda kulaç atabilirken, mâhir bir
dalgıç, denizin en derin yerlerine dalar; kıyıdakilerin
göremediği, acâyip, garâip ve değişik manzaralarla
bambaşka âlemler seyrederse, takvâ yolunda kalben
merhaleler kat eden kimseler de Kur’ân’da pek çok
hikmet tecellîleriyle karşılaşır, ondan gerçek
mânâda feyz alırlar. Nasıl ki derin bir kuyuya bakan insanın başı dönerse, Kur’ân’ın hakikatinde
derinleşen bir kalbin duyuşları da sonsuza
açılır, kulu hayret vâdilerinin yolcusu kılar,
mârifetullah’tan hisseler almaya sevk eder.
Bu yazı, Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin sohbet ve eserlerinden derlenmiştir.
Mayıs
53
Rufai Halka-i Zikrinde Kendilerine Salavat Okunan
Peygamber Aleyhisselam Efendilerimiz Ve Unvanları
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Âdem (a.s) Allah’ın temizlediği kuludur.
Safıyyullah denmesinin nedeni: Adem aleyhisselam yasaklı meyveden yedikten sonra
Allah-u azimuşşan O’nun tevbesini kabul etmiş ve arındırmıştır. Bundan dolayı kendisine Safıyyullah
denmektedir.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Nuh (a.s) Allah’ın kurtardığı kuludur.
Necıyyullah denmesinin sebebi: Tufan olayından Allah’ın Nuh aleyhisselamı kurtarmasından
dolayı bu unvan verilmiştir.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Şît (a.s) Allah’ın hibesidir.
Hıbetullah denmesinin sebebi: Cenab-ı Hakk Habil’in ölümünden sonra Âdem As.’ın
sabrına mükâfat olarak Şit As.’ı ihsan etti. Şit ismi İbrânice olup, Arapça karşılığı “Allah’ın hibesi”
mânâsınadır.
Not: Rufai Halka-i zikrinde ağızdan ağıza bu kelime “hubbetullah” olarak geçmiştir.
Bunun doğrusu “hıbetullah”tır ve bu şekilde telaffuzun düzeltilmesi gerekir. Hubbetullah
kelimesi doğru değil ve bir anlamı da yoktur.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. İdris (a.s) eygamberi) anlamında bir unvandır.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. İbrahim (a.s) Allah’ın halîlidir. Halil dost demektir. Kur’an’ı
Kerim’de Allah’ın İbrahim aleyhisselamı “halil” edindiği anlatılmaktadır. (Nisa - 125 )
Bu yüzden kendisine Halilullah ünvanı verilmiştir.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. İsmail (a.s) Allah’ın kurbanıdır.
Kurban olayı malumdur. Bu olayda kendisini Allah’ın emrine kurban eden İsmail aleyhisselam
“zebih” (kurban) unvanını almıştır.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. İshak (a.s) Allah’ın nebisidir. Allah’ın nebisi (peygamberi)
anlamında bir unvandır.
54
Mayıs
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Şuayb (a.s) Allah’ın günahlardan arındırdığı kuludur.
Kavminin şirke bulaşması, tartı ve terazide hile yapmasına karşı Allah’ın kendisini tezkiye ettiği kulu
anlamında bir unvandır.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Musa (a.s) Allah’ın konuştuğu kuludur.
Allah’ın kendisiyle konuşmasından dolayı Musa aleyhisselam “kelimullah” Allah’ın konuştuğu
kulu unvanı verilmiştir.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Davud (a.s) Allah’ın kendisine hükümranlık verdiği kuludur.
Allah-u Teâla Davud aleyhisselama hem peygamberlik hem de dünya saltanatı hükümdarlık vermiştir.
Bundan dolayı kendisine “atıyullah” unvanı verilmiştir.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Süleyman (a.s) Allah’ın mührüdür.
Davud aleyhisselamın oğlu olan Süleyman aleyhisselam da hem peygamber hem de
hükümdardır. Öyle bir hükümdardır ki yeryüzünde Allah’ın mührüdür. Cinler, kuşlar rüzgâr emrine
verilmiştir. Bu yüzden kendisine “Hatemullah” unvanı verilmiştir.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. İsa (a.s) Allah’ın kendi ruhundan üflediği kuludur.
İsa aleyhisselam Babasız doğmuş ve doğuşu Kur’an’ı Kerimde Âdem aleyhisselamın yaratılışına
benzetilmiştir. Tertemiz iffet abidesi Hazreti Meryem ruhun üflenmesiyle hamile kalmıştır ve bu sebeple
İsa aleyhisselama “ruhullah” unvanı verilmiştir.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Şeksiz hakk dır, doğrudur ki; Muhammed (s.a.v) Allah’ın
rasulüdür.
Hatemun nebiyyin ve hatemerrusul olan efendimiz aleyhisselamın unvanı pek çoktur ama
halka-i zikirde “resulullah” unvanı zikredilmektedir.
Allah’u Teala’nın salat ve selamı onların üzerine olsun.
Mayıs
55
Ahmet Yuter: “Cami hayatın merkezidir.
Cami olmazsa olmazımızdır. Cami hayatın kendisidir.”
Röportaj: Aydın BAŞAR
T
i
r. Cam
i
d
i
z
e
e rk
atın m
y
a
Cami
h
.
r
i
ı
d
m
z
a
ı
C
ım
ezli
olmaz
a
s
z
i merk
a
m
a
olm
C
ir.
ndisid
e
k
ımızı
n
m
ı
ı
t
d
a
a
y
a
h
iye
zli
da cam
t
a
y
merke
a
i
h
m
a
.C
nın
başlar
k
a
havası
r
a
n
i
at
n
i
am
ne
yince c
e
d
e r ye r i
t
h
a
n
ı
t
hay
ya
n
nun ha
u
s
. Bunu
u
m
k
u
o
r
k
o
y
nlı
ın
asını a
m
n
arımız
ı
l
ş
k
ta
u
c
o
ç
lhassa
ını
için bi
rılmas
ı
t
ş
ı
l
a
e
camiy
rum.
o
y
i
s
m
öne
56
ürkiye’nin en çok ses getiren kültürel cami projesi olan “Aydınlar Camide” projesinin sahibi
ilahiyatçı yazar Ahmet Yuter Hocamızla çalışmalarını, projelerini ve eserlerini konuştuk.
Böyle iyi örneklerin çoğalması ve yaygınlaştırılması dileklerimizle, siz değerli okuyucularımızı hocamızla yapmış olduğumuz mülakat ile baş başa bırakıyoruz.
Muhterem Hocam, öncelikle bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
1963 Amasya ili Merzifon ilçesi Yakacık köyü doğumluyum. İlkokulu köyümde, orta ve liseyi Merzifon
İmam Hatip’te okudum. İlahiyatı açık öğretim vasıtasıyla bitirdim. Okumayı, yazmayı çok sevmekteyim. Kültür,
sanat, edebiyat, kitap, musiki ilgi alanıma girmektedir.
1983’den beri de minber, mihrap, kürsü hizmetlerini
Diyanet İşleri’ne bağlı çeşitli camilerde yürüttüm ve halen yürütmeye devam etmekteyim. İlk altı yılımızı Merzifon’un köylerinde geçirdik. 1989’dan beri İstanbul
Zeytinburnu Müftülüğü’ne bağlı Çarşı Camii’nde vazife
yaptıktan sonra 1991’den beri de şuan içinde bulunduğumuz Topkapı Teknik Oto Sanayi Sitesi Çinili Camii’n-
Mayıs
de vazifemi sürdürmekteyim. Meslek hayatımda otuz
birinci yılımın içine girmiş bulunmaktayım.
Yazı hayatınıza nasıl başladınız?
1981 yılında “Ona yalvarış” ismindeki ilk
şiirim Can Kardeş dergisinde yayımlandı. İlkyazım da Yeni Düşünce diye haftalık bir yayın
organı vardı, orada yayımlandı. Daha sonra çeşitli basın yayın organlarında makalelerim, şiirlerim
yayımlanmaya devam etti. 18 tane irili ufaklı kimisi telif, kimisi yayına hazırlama suretinde
kitap çalışmamız mevcut. Son çalışmamız ise henüz yayımlanmamış olan “Gül Efendim” isminde
sadece Sevgili Peygamberimiz aleyhis selatü
ve selam’a dair yazdığım şiir ve yazılarımı bir
araya getirdiğim çalışmamızdır.
Hocam diğer kitaplarınız hakkında da bilgi verir
misiniz?
Yazmadan önce okumayı seviyorum. Çok
iyi bir okur olmamama rağmen okumaya gayret
ediyorum. İmam hatiplik vazifesinde de hâlâ
iyi bir imam ve hatip olmaya çalışıyorum. Bu
vazifenin mânâları o kadar ağır ki Cenab-ı Hak onu
taşımayı nasip eylesin. Eserlere gelince bunlardan
bazılarına değinecek olursam şunları söyleyebilirim.
Şimdiye kadar tek başına bir konu olarak ele
alınmamış bir konu olan “komşuluk” üzerine
ilk kitap fakire nasip oldu. “Çocuk yetiştirmede altın kurallar” diye bir çalışmamız oldu. Ben
çocuk eğitimi ile de ilgilendim, bu konuda ders veren akademisyenlerin de derslerinde bulundum. Çok
notlar tuttum ve onlardan istifade ettim. Bu konu, ilgi
alanıma da girdi ve bu konuyu önemsedim. Bir diğer
çalışmamız, özellikle anne baba çocuk ilişkilerinde olumlu yönden katkı sağlamasını düşündüğümüz, ailede ve toplumda görgü kurallarını
anlatan bir kitaptır. Bu konu çok ilgi de uyandırdı, birçok sivil toplum kuruluşundan, derneklerden, vakıflardan bu eserle ilgili sohbet
yapmamız istenildi. Okulda, evde, camide, so-
kakta, toplu taşıma araçlarında ve her yerdeki
görgü kurallarını ciddi şekilde ele aldığımız
bir eserimiz oldu. Bu çalışmayı beş tane bu alanla
ilgili akademisyen hocamızın nezaretinde tamamladım. Ümit Meriç, Neval Sevindi, Mehmet Dikmen,
Mustafa Şahin ve Osman Sezgin gibi önemli isimlerin
katkılarıyla yayımlanmış oldu. Ayrıca 1994’ten beri
biz bu camide Kürsüden Akademik Sohbetler platformu oluşturduk. Dört cilt halinde buradaki yapılan
konuşmaları neşrettik. Daha bir dört cilt kadar yayınlanacak konuşmalar var. Bunlar ilk defa bu camiye
nasip olan güzellikler. Türkiye Olimpiyat Komitesi ilk
defa bu camideki hizmetleri fair play ödülüyle ödüllendirdi. İlk şiir kitabım ise “Haberin var mı”
adlı dini, edebi, ahlaki şiirlerimden oluşan bir
kitaptır. Vaaz hutbelerimden oluşan “Kur’an
Yolu” kitabım da bir başka eserimdir. Bir başka eserim “Hayatı kolaylaştıran kurallar” diye
hem hanımları, hem beyleri, hem çocukları ilgilendiren bir kitabımızdır. Bu eserimizde hayatı
yaşanır hale nasıl getirebiliriz sorusunu irdelemiş olduk. En çok sevdiğim kitaplarımdan birisi de
Nesil Yayınlarından çıkan “Medine ikliminden
esintiler” isimli merhum Ali Ulvi Kurucu’yu anlatan
bir portre çalışmasıdır. Bu eserde Üstad’ın hiçbir yerde yayımlanmamış sohbetlerini, özellikle bizim camimizde yaptığı sohbetlerini yayımlamış olduk.
Bize camideki faaliyetlerinizden de bahseder
misiniz?
İmam, önder, lider, yol göstericidir. Bir
mahallenin, muhtarı, öğretmeni, psikoloğu
gibi bir mahallenin her şeyi olmalı imam. Benim aklımdaki imam profili bu şekildedir. Sadece
camiyi açıp kapayan değil veya sadece ezan
okuyan, vaaz veren ve namaz kıldıran değil…
Bu düşüncelerle biz 1994’te Prof. Dr. Mim Kemal
Öke Hocamızla Akademik Sohbetlerimizi başlattık.
Yani üniversite kürsülerinde ders veren hocalarımızı, sanatçılarımızı, doktorlarımızı ve yazı
dünyasından şair ve yazarları cami cemaatiyle
buluşturduk. Burada, tıp, hukuk, sanat, ilahi-
Sevgi odaklı cami hizmeti vermek lazım… Minberi, mihrabı sevdirerek bu işi
yapmak lazım… Gerektiğinde futbol oynatarak, gerektiğinde jimnastik yaptırarak,
gerektiğinde hediyeleşerek çocukları camiye çekmek lazım…
Mayıs
57
yat, iktisat, kimya, astronomi gibi alanlardaki
bilgiyi birikimi topluma yaymaya çalıştık. İlmi
sahanın otoriteleri bu camiye geldiler ve teknik imkanlardan da yaralanarak sunumlarını gerçekleştirdiler. Bu çalışmaları yaparken cami edebine ve adabına riayet etmeye son derece özen gösterdik. Dünkü
Cuma itibari ile tam 620 hocamız konuşmuş
oldu. Tekrarla birlikte 1100 civarında bir sunum gerçekleştirilmiş oldu. Çok şükür şuan bu
çalışmamızda yirminci yılın içerisine girmiş olduk. Bu
arada camimizde iki bin kitabı olan kırk kitaplıklı bir kütüphanemiz oluştu. Çevremizde üniversiteler var, biz bu kütüphaneyi oradaki okuyan üniversite öğrencilerine hitap edecek şekilde hazırladık.
Bir de camimizin vesile olduğu hayırlı hizmetler oldu
ki bunlardan bir tanesi de Türkiye’nin on ayrı bölgesine on bin kitap gönderdik. Bazen okullarımızdan,
bazen yeni kurulan vakıf ve derneklerimizden,
bazen hapishanelerden ihtiyaç hissedenlerin
isteği doğrultusunda kitap ihtiyaçlarını karşıladık. Nereden bize bir kitap isteği geldiyse oralara
kitap göndermeyi çok önemsedik. Gönderdiğimiz kitaplar da öyle yırtık pırtık değil, yeni ve faydalı kitaplar olmuştur. Artı biz bu camide dört sefer kan
bağış kampanyası düzenledik. İki sefer uyuşturucu ve sigara ile ilgili Yeşilay kampanyası
yaptık. Bugüne kadar belki bine yakın insanın
sigarayı bırakmasına önayak olduk. Bu konuda yaptığımız özel dua terapileri çok etkileyici
oldu. Sigara ile ilgili programlarımızdan sonra
toplu halde sigarayı bırakanlar oldu.
Yapmış olduğunuz bu hizmetler başka ne gibi
hayırlara vesile oldu Hocam?
Bu sohbetler vesilesi ile boşanmaktan
vazgeçenler, intihardan dönenler oldu. Gençlerin özellikle cumaya alışmaları sonra da beş
vakte alışmalarına vesile oldu. Mesela rahmetli
Ömer Lütfi Mete, Yusuf Suresi’ni bir senarist gözüyle
anlattığında üniversiteli gençler çok ilgi göstermişti.
Mesela sanatçılardan Yaşar Alptekin geldiğinde de
aynı ilgi olmuştu. Oktay Sinanoğlu, Yavuz Bülent Bakiler, Mete Işıkara, Orhan Kural, Ahmet Kabaklı, Ahmet Özhan, Hayrettin Karaman, Suat Yıldırım, İbrahim Canan, Hasan Cihat Örter, Ahmet Yüksel Özemre
gibi birçok isim hep ilgiyle karşılandı. Tabi biz bütün
bu çalışmalarımızı İstanbul Müftülüğü ve Zeytinburnu
Müftülüğü’nün müsaadesi ile yaptık. Hiç müsaadesiz
58
iş yapmadık. Önemli olan insanın hem ruhunu, hem
kalbini, hem kafasını, hem bedenini toplu bir şekilde
sahiplenmesi, bu doğrultuda kendini aydınlatması,
bilgilenmesi olduğunu düşünerek biz bu işe giriştik.
Çünkü insanımızın aydınlandığı zaman, kendi huzuruna, ailesinin huzuruna ve iş dünyasındaki huzuruna
katkı sağlamış olacağını düşündük. Yani üç kelime ile
amacımız “insanı mutlu etmek”tir. Zaten dinin
de amacı budur.
Cami merkezli hayat denilince ne düşünüyorsunuz? Bir de çocukların camiye alıştırılması konusundaki fikirleriniz nelerdir?
Cami hayatın merkezidir. Cami olmazsa
olmazımızdır. Cami hayatın kendisidir. Cami
merkezli hayat da camiye adımımızı atarak
başlar. Cami merkezli hayat deyince caminin
havasının kokusunun hayatın her yerine taşınmasını anlıyorum. Bunun için bilhassa çocuklarımızın camiye alıştırılmasını önemsiyorum.
Meskun bir yer olmamasına rağmen camimiz yazın
hiç boş kalmadı. Kırkın üzerinde çocuk ile spor
ve eğitim merkezli faaliyetlerimizi gerçekleştirdik. Çocukların camiyi sevmesi, imamı sevmesi, namazı sevmesi, dini sevmesi başlı başına çok mühim bir konudur. Camiden, imamdan,
namazdan, dinden korkan nesiller anarşist olabilir.
Allah muhafaza kendisine, ailesin ve toplumuna zarar verebilir. Neden? Ahlaki değerlerden uzak olarak
yetişen bir insan ruh açlığı içinde kalır. Kalp ve akıl
açlığı içinde kalır. Sadece bedeninin doyması onu
tatmin etmez. Dolayısıyla camilerdeki vazifeli arkadaşlarımıza da çok vazifeler düşüyor. Sevgi odaklı
cami hizmeti vermek lazım… Minberi, mihrabı
sevdirerek bu işi yapmak lazım… Gerektiğinde
futbol oynatarak, gerektiğinde jimnastik yaptırarak, gerektiğinde hediyeleşerek çocukları
camiye çekmek lazım… Mesela biz her bayram
sabahı çocuklarımıza bayram harçlığı dağıtırız. Her kandilde çocuklarımıza hediyeler dağıtırız. Çocuk bir şekilde caminin güzelliğini
fark ediyor ve oraya gönüllü geliyor.
Vermiş olduğunuz kıymetli bilgilerden dolayı
çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Bu vesile ile tüm Burhan Dergisi okurlarına selamlarımı iletiyorum.
Mayıs
Ayrılır İmiş
Bu dünyanın hangi kahrın çekeyim
İnsan sevdiğinden ayrılır imiş
Ölüm vardır her dem boyun bükeyim
Her kardeş kavminden ayrılır imiş
Her ne gelse bize sübhanımızın
İbadet taatte noksanımızın
Hiç kıymeti yoktur cismanımızın
Bu ruhta bedenden ayrılır imiş
Nice şahlar ölmüş yatmış toprağa
Niceler cennette binmiş burağa
Kimin genç öldürür kimin pir ağa
Pirlikte gençlikten ayrılır imiş
Zelili (Mehmet) itibar etme dünyaya
Bir gün varacaksın elbet kübraya
İlimde amelde eyleme riya
Günahta sevaptan ayrılır imiş
Zelili (Mehmet ÇAĞLAYAN) 1927-1982
Mayıs
59
Seyda Molla Bahri
Yusuf KARAGÖZOĞLU
Medrese Eğitimiyle Tasavvufi Disiplini
Bir Arada Kendinde Toplayan Bir Alim:
Seyda Molla Bahri
Sözler başlamadan evvel bizleri eşrefi mahlukat
sünün
ü
s
e
v
lının
ip
ya ma
n
ü
d
vazgeç
O
n
e
d
n
i
heves
dip
geçici
kber e
e
ı
d
a
h
e ci
, din-i
n
ı
n
a
nefsiyl
lam
rle cila
i
k
i
rlığını
z
a
i
t
k
n
i
a
b
c
l
an
ka
p
amın s
l
s
i
i
n
el dedi
m
a
e
Mübi
l
y
i
ek
nın ilm
iştirer
t
e
y
i
c
yapma
ren
.
tını öğ
a
k
yordu
ı
e
d
z
a
n
t
u
u
n
on
süruru
n
i
n
e
ve r m
olarak yaratan bize her türlü rızık veren yine bizlere hidayet kaynağı olarak kitabı Kuran-ı Kerim’i bahşeden ve bizleri Hatemu’l-Enbiya Hz. Muhammed
Mustafa’ya (S.A.V) ümmet yapan Allah’a hamd
eder, O’nun Kutlu Nebisi ve Ashabına salat ve
selam ederim.
İslamın ilme öğrenmeye ve alime verdiği
önem malum. Cenabı Mevla bir ayeti kerimede “Kulları içinde Allah’dan ancak âlimler (gerektiği gibi)
korkarlar” (Fâtır/28) Peygamberimiz Hz. Muhammed
(S.A.V) ilim öğrenme hususunda “İlim öğrenmek, erkek ve kadın her müslümanın üzerine farzdır.”
(İbn-i Abdulberr, Muhtar)buyurmaktadır.
Alimler,
peygamberlerin varisleridir (Ebû Davud, Tirmizî).
Aynı zamanda alimler toplumun önderleri, hakkın
60
Mayıs
hak bilip ona ittiba eden batılı batıl bilip ondan kaçınan, insanları hayra teşvik edip şerden
men eden, bir kandil gibi onları aydınlatan, onlara ilim ve hikmet pınarlarından içiren, nasihatleriyle insanların kalplerini yumuşatıp istikamete sevkeden, isyanda ve günahkar kullara
tevbeyi hatırlatan, insanlar arasında Allah’tan
en çok korkan, toplum içinde varlıkları ganimet, ölümleri musibet, ihlas ve takvalarından
dolayı ilahi yardıma mazhar olan Allah’ın kendilerini güzel bir ahlak ve ilimle şereflendirdiği
veli kullardır. İşte Molla Bahri de Allah’ın bu veli
kullarından biriydi. Yakın zamanda vefatı başta Elazığ
ili olmak üzere Türkiye’nin doğusundan batısına birçok eş dost ve sevenini üzmüştür. Kolay değil böyle
bir uluçınarın yetişmesi, o ilim, cihad, takva
eriydi; konuşması zikir, susması tefekkürdü,
bakışlarında ibret vardı, gerektiğinde kal ehli
gerektiğinde hal ehli olurdu; yanına gelenlere
öğüt ve nasihat eder, Allah’ın Kelamı ve Kainatın Efendisi’nin sünnetini anlatırdı.
Seyda molla bahrinin kısaca hayatını
aktarmak istiyorum. 1921 yılında (Hicri1339,
Rumi1337) Palu’ya bağlı yeni adıyla Gemtepe (Ğeydmem) köyünde doğdu. Babası köyün önde gelen simalarından İsmail Efendi’dir. Ona adını babasının
dostu, Şeyh Said hadisesinde çokça adı geçen, sonunda da idam edilen Şeyh Şerif koydu. Adı Bahri’dir deyince Bingöllü Hacı Süleyman Efendi (Şeyhin müridi) “Efendi biz buralarda Bahri adını
hiç duymadık. Buralarda Bahri adı yok. Neden Bahri adını koyuyorsunuz.” deyince, Şeyh
“O ilim deryası olacak. Bunu göreceksiniz.
Onun için adını Bahri koydum” diye cevap verir. Daha küçük yaştayken babasından Kur’an dersi
almaya başladı. Daha sonra köylerine imam olarak
gelen Bingöl’e bağlı Çan köyünden Molla Hasan
Efendi’den Kur’an derslerini almaya devam etti. Bir
yıl sonra Molla Hasan Gökdere’ye bağlı Züver köyü-
ne gitti. Oda dayılarının köyü olan Züver’e giderek
Ondan Kur’an dersi almaya devam etti. Kur’an-ı
hatmettikten sonra büyük Ğeylan köyüne gitti. Burada da Molla Mustafa Efendi’den yedi
yıl fıkıh derslerini okudu.
Molla Mustafa’nın vefatından sonra Karakoçan’a bağlı yığ (yeni adıyla Bulgurcuk) köyüne gitti.
Sarıcan’lı Seyda Molla Muhammed burada imamlık
yapıyor ve dersler veriyordu. İki yıl Bulgurcuk’ta Seyda Molla Muhammed’den okumaya devam etti.
1954 yılında Seyda Molla Muhammed vefat
etti. Tahsilini henüz tamamlayamamıştı. Bunun için
Diyarbakır’a gitti. Bir yıl Diyarbakır’da aslen Siirt’li
olan Molla Said Cimzırk’ın derslerine devam etti.
1955 yılında burada tahsilini tamamlayarak
hocası Molla Said’den icazet aldı. 1955–1960
yılları arasında Ğeydmem köyünde dersler vermeye başladı. Her yıl 50 - 60 civarında talebesi
olurdu. 1960–1986 yılları arasında da Karakoçan’a
bağlı Bulgurcuk köyünde tedrise aralıksız devam etti.
Her gün sabah evden çıkar gece yarılarına kadar medresede dersler vermeye devam ederdi.
1960–1986 yılları arasında da Karakoçan’a bağlı
Bulgurcuk köyünde tedrise aralıksız devam etti. Her
gün sabah evden çıkar gece yarılarına kadar medresede dersler vermeye devam ederdi. 1986 yılında
Elazığ’a yerleşti. Son yıllara kadar burada da
İslamın ilme öğrenmeye ve alime verdiği önem malum. Cenabı Mevla bir ayeti
kerimede “Kulları içinde Allah’dan ancak âlimler (gerektiği gibi) korkarlar” (Fâtır/28)
Mayıs
61
Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) ilim öğrenme hususunda “İlim öğrenmek,
erkek ve kadın her müslümanın üzerine farzdır.” (İbn-i Abdulberr, Muhtar)buyurmaktadır.
Alimler, peygamberlerin varisleridir (Ebû Davud, Tirmizî).
dersler vermeye devam etti. Takvimler 6 Nisan
2014 ü gösterdiğinde dar-ı bekaya göç edip
hayatı boyunca Rızay-ı Bariyi kazanmak için
çabaladığı en sevgili dostuna kavuştu. İnsanların dünya debdebesi ve hırsından göz açamadığı
vakit O dünya malının ve süsünün geçici hevesinden vazgeçip nefsiyle cihadı ekber edip kalbini zikirle cilalamanın, din-i Mübin-i islamın
sancaktarlığını yapmanın ilmiyle amel dedip
onun zekatını öğrenci yetiştirerek vermenin
sürurunu tadıyordu.
Hiç şüphesiz o yaşadığı çevrede aşiret
kavgaları, köy kavgaları, arazi ve sınır ihtilafları, ölüm ve yaralamalar gibi çokça olaylarda
aracı olur. Saygın kişiliği ile tarafları bir şekilde uzlaştırıp barıştırır. 93 yaşında olan Seyda’nın beşi kız
üçü erkek sekiz çocuğu vardır. Devlet Eski Bakanlarından Ahmet Cemil Tunç’un babası ve Elazığ Belediye Başkanı Mücahit Yanılmaz’ın kayınpederi olan
Molla Bahri’nin en önemli özelliği ise, emsali
şeyh ve alimlere karşın, kendi şeyhi Haydar
Baba gibi Milli Görüş Hareketine ve Erbakan
Hoca’ya olan ilgi, alaka ve bağlılığıdır.
Sohbetlerinde cihad ibadeti ayrı bir yer
tutardı. Talebelerine, “Gücüm olsa da kapı kapı
gezip hakkı tebliğ etsem” diyerek öğrencilerini bu
yolda mücadele etmeye teşvik ederdi. Cömerttir.
Denilebilir ki; şöhretinin bir kısmını ilim ve irfanından dolayı kazandıysa, bir kısmını da cömertlikten ve misafirperverlikten kazanmıştır.
Evinden misafir eksik olmaz. Misafire ikram
etmekten büyük bir haz alır. Hiçbir zaman dünyalıkta gözü olmadı. Zaten dünyalık olarak oturduğu
evin dışında hiçbir şeyi de yoktur.
Dostlarına ve arkadaşlarına karşı çok vefalıdır.
Dost, akraba ve hasta ziyaretlerini imkânı ölçüsünde ihmal etmez. Hayırseverdir. Akraba ve
yoksullara karşı çok merhametlidir. Sahip olduğu imkânları hiç kimseden esirgemez. Herkesin derdiyle
dertlenmek gibi bir yaradılışa sahiptir.
Seyda tarikat ehliydi, disiplinli bir tasavvufi
yaşantısı vardı, Elazığ’ın Kırklar mahallesinde kendi
adıyla bilinen Molla bahri camiisinde gençlere
ilmi sohbet eder ve onlarla birlikte zikir meclisi kurardı. Bir kadiri tarikatına mensup olup bu
silsileyi sürdüren seyda Molla Bahrinin haftanın belirli günlerinde sesli zikir halkaları yapıp zikir meclisini aşk ve vecde getirdiğini bizzat bu halkaya katılıp
zikir yaptığım için biliyorum. Paslı ve hastalıklı kalpler ancak zikirle yumuşayıp tevbe-i nasuhla istikamet bulur, kalplerdeki kin hased, dünya hırsı,
kıskançlık, gıybet, riya gibi hastalıklar ancak
zikir cilası ve istiğfar etmekle azalır. Yine Seydanın bizzat kendi düzenlediği ilim irfan sohbetlerinde bulunmuşluğum vardır, o yumuşak ses tonu
ve mütebessim yüzüyle dinleyenleri mest edercesine
Kuran ve Sünnetten deliller getirip ilmi bir uslupla
akıllardaki şüpheleri izale ederdi. Seyda’nın tefsir,
hadis, fıkıh, kelam, akaid, ve tasavvuf gibi müstakil islami ilimlerde derinleştiğini biliyoruz, kalplere
şifa olan, ruhları tezkiye eden bu ilimleri Kuran ve
Sünnet menbaından geçirerek etrafına öğretiyordu,
Molla Bahrinin ilim öğretmede eski alimlerin
usul ve metodunu mu kullanıyordu.
Seyda’nın günlük yaptığı zikir ve virdler, ihti-
62
Mayıs
mam gösterdiği sünnetler ve nafile ibadetler vardır.
Âişe (r.anhâ)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: “Kendinizi güç yetirebileceğiniz amellere veriniz. Çünkü siz usanmadıkça Allah usanmaz. Allah katında amellerin
en sevimlisi, az bile olsa, devamlı olanıdır.”
Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir
amel işledi mi ona devam ederdi.(Müslim, musâfirîn, 215, 218,
gibi ameller ve vakitler de günlük virdlere girer. Vird ve zikirle, bağımlı olan ameller oruçlu
geçirmemiz mendup olan günler, halkın kendilerinden gafil olduğu kuşluk ve gece namazları
da günlük virde dahil olan şeylerdir.
Rahmetli seyda Molla bahrinin alim olmanın
yanında fakih ve arifi billah (hak ehli), mutasavvıf
221; sıyâm 177; Nesaî, kıble 13, kıymu’1-leyl 17; iman 29, Ibn Mâce, zuhd 28; Muvatyönü vardı, medrese ilmiyle tasavvufu (kadiri tarita, salatu’1-leyl 4; Ahmed b. Hanbel, VI, 40-51, 61, 84, 122, 168, 199, 212. 231, 233,
katı silsilesini sürdürmesi) meczetmesi onun fakih241, 244, 250.,Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/216)
Bu lik ve mutasavvıflık vasıflarını birleştirdiğin gösterir.
hadis her müslümanın günlük amelleri gücü Yani şeriat ve tarikat Nitekim peygamberimiz (sav)
ve kapasitesi nisbetinde devam etmesi gerek- “Bildiği ile amel edene Allah bilmediklerini
öğretir” (Münavi, Feyzu’l-Kadir, 4:388; Gazali, El-Munkızu mine’d-Dalal, 60;)
tiğine işaret eder. Peygamhadiste; “Onlara biz öğreberimiz Hz. Muhammed
tiriz” (Tevbe/101). “Allah
Mustafa sallallahu aleyhi
Alimler toplumun önderleri,
Âdem’e isimleri öğretti”
ve sellem şöyle buyurmuşhakkın hak bilip ona ittiba eden batılı
(Bakara/31). “Allah hatur “Gerçek şu ki, bazen
batıl bilip ondan kaçınan, insanları
diselerin te’vilini sana
kalbime bulanıklık çöhayra teşvik edip şerden men eden, bir
öğretti” (Yusuf/6). Yine
küyor. Ve şüphesiz ki
bir âyet: “Onların bilmekandil gibi onları aydınlatan, onlara
ben, Allah’a günde yüz
diği şey, size öğretildi”
ilim ve hikmet pınarlarından içiren,
defa istiğfar ederim.”(
(En’am/91) ayetlerinde işaMüslim, Zikir: 41; Ebû Davud, Vitr: 26)
nasihatleriyle insanların kalplerini
başret edildiği üzere salih kul
ka bir hadislerinde : “Bir
yumuşatıp istikamete sevkeden,
çalışarak elde edilen ilimde
kimse günde yüz defa
yani kesbi ilimde belli bir
sübhânallâhi ve bi-hamyol kateder, ihlaslı bir şeklide
dihî derse, onun günahları deniz köpüğü kadar
rızayı ilahiyi gözeterek ilmiyle amel ederse ona kesbi
bile olsa hepsi bağışlanır.” (Buhârî, Bed’ü’l–halk 11; Daavât
ilimden sonra vehbi ilim verilir, nitekim molla bahri
64, 65; Müslim, Zikir 28. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 59, 62; İbni Mâce, Duâ 14.Riyazü’s
kesbi ilim olarak Fıkh-ı zahir (fıkıh) ve vehbi ilim olaSalihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi
rak fıkh-ı batını (tasavvuf) kendinde toplamıştır.
Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)
buyurmuştur. Günlük istiğfar,
resule salat getirme, günlük tehlil ve tesbihler,
Tasavvufun diğer islami ilimlerle münasebebelirli ameller yapmamız teşvik edilen vakitler,
ti hakında selefi salihinin sözlerini aktaralım. İmam
mesela Cuma gün ve gecesinde peygambere
Malik (ra) “Kim ilim okur da tasavvuf ehli olsalat getirme, o günde Kehf Suresini okuma
mazsa fasık, kimi de tasavvuf ehli olupta ilim
okumazsa zındık olur. Kim ikisinin arasında,
yani alim hem de mutasavvıf olursa hakikat
sahibi olur.” (Keşfu’l-Hafa; 1/341) Haris el-Muhasibi’nin “Allah seni muhaddis mutasavvıf kılsın,
mutasavvıf muhaddis kılmasın.” sözünün manasını Ebu Talib Mekkî (386/1005) şöyle izah ediyor:
“Sen önce hadis ve eser öğrenir, sünnet ve fıkıh hakkında bilgi sahibi olur, sonra zühd ve
ibadet yolunu tutarsan yükselir ve ârif bir sûfî
olursun. Tersine önce ibadet, takva ve manevî
hallerle meşgul olur, sonra ilim ve hadis öğ-
Mayıs
63
renmeye çalışırsan, hadisi ve dinin esaslarını
bilmediğin için; ya galat, ya şatah veya şeriata
muhalif söz söylersin. Onun için zâhirî ilimlere ve hadis yazma işine müracaat ederek halini düzelt. Çünkü esas olan budur.” ( İbn Haldun, Şifaü’s-Sail)
Molla bahrinin hayatı bir yönüyle Nakşi Şeyhi
merhum Mehmet Zahid Kotku hazretlerine benzerken,
bir yönüyle de Bediüzzaman’ınkine benzer. Çünkü
Seyda molla bahri bir taraftan halkla içiçe olduğu için
kendisine gelen içtimai ve fıkhi sorulara cevap verirken, diğer taraftan siyasete bigane kalmaz, merhum
Necmeddin Erbakan, merhum Mahmud Es’ad Coşan
Hocaefendi, Turgut Özal, Korkut Özal, Cevat Ayhan,
Prof. Dr. Cevat Akşit ve daha bir çok ismin hocası
olarak saygıyla hatırlanan Mehmet zahid kotku hazretleri Türk siyasi hayatında Müslümanların ilk
olarak temsil edildiği parti olması bakımından
büyük önem taşıyan Erbakan ve arkadaşlarının kurdukları Milli Nizam ve ardından Milli
Selamet Partisi’ne desteklerini esirgemeyen
müslümanların oylarının boşa gitmesini istemez. Molla bahri de dergahında oturan bir mutasavvıf olmanın ötesinde Erbakanın yakın bir dostu
olarak bizzat Müslümanların kendilerini temsil eden parti olan refah partisine fillen destek
vermiştir. Molla bahrinin Bediüzzamana benzeyen
tarafı medrese eğitimiyle tasavvuf disiplinin bir arada
bulundurmasıdır. Nitekim Üstad Bediüzzaman Medresetüzzehra projesinin hayata geçirilmesiyle medrese ilimleri, pozitif bilim ve tasavvufun hepsinin birlikte öğretileceğini önemsiyordu. Hem mekteb, hem
medrese, hem tekke. Mekteb (Darulmuallimin)’deki
“intizam ve tefeyyüz ondan buna (medreseye) geçsin
ve fazilet ve diyanet, bundan (medrese) ona (mekteb)
geçsin; tebeddül ile herbiri ötekine bir kanat verip
zülcenaheyn olsun. (Nursi, B.S., Münazarat, İstanbul,
Yeni Asya Neşriyat 1996a, 125-134) Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin tasavvufa ilgisi büyüktür, kadiri
ve nakşi tarikatları ile çok münasebetleri olmuştur.
Kadiri üstadının, Nureddin (k.s.); Nakşi Üstadının
Seyyid Nur Muhammed (k.s.) olduğunu kendisi ifade
etmiştir. Burada Bediüzzaman’ın bir talebesinin sualine verdiği cevabı hatırlatmakta fayda var. Bir talebesi Üstad’a, “Üstadım, sen Geylani Hazretleri ve
Rabbani Hazretleri için “Benim iki önemli üstadım”
diyorsun. Fakat çoğu zaman, “Tek üstadının Kur’an
olduğunu söylüyorsun” diye sorar. Verdiği cevapta
bu çok ince noktayı şöyle açıklar: “Abdülkadir Geylani (k.s.) ve İmam Rabbani (k.s.) gibi zatlar, beni
Birinci Said döneminden İkinci Said dönemine getiren zatlardır. Şu anda ise onlar durus-u Kur’an’iyede (Kur’an derslerinde) ders arkadaşlarımdırlar.” Bir
yerde de Abdülkadir Geylani (k.s.) ile İmam Rabbani
(k.s.) Hazretlerinden iki önemli üstadı olarak bahseder. Bu zatların irşadıyla büyük bir manevi değişim
geçirmiştir. (Bediüzzaman ve Tasavvuf-Tarikat (Gülistan Dergisi) Said-i Nursi Hazretleri normalde on
beş sene kadar süren klâsik medrese eğitimini üç ayda tamamladı. Bu olağanüstü gelişmeyi
kavrayamayanlar tarafından düzenlenen münazaraları (ilmi tartışmalar) kazanarak kendini ispatladı.
Bu yüzden “Molla Said”e, “zamanın emsalsizi,
benzersizi” anlamında “Bediüzzaman” lâkabı
verildi. Bediüzzamanın hayatı eski said ve yeni sadi
diye ikiye ayrılır, eski said içtimai ve siyasi konularla içli dışlı, medrese ve pozitif bilimlerle uğraşırken,
yeni siyasetten elin çekmiş, tasavvufla meşgul olmuş,
İsyanda ve günahkar kullara tevbeyi hatırlatan, insanlar arasında Allah’tan en
çok korkan, toplum içinde varlıkları ganimet, ölümleri musibet, ihlas ve takvalarından
dolayı ilahi yardıma mazhar olan Allah’ın kendilerini güzel bir ahlak ve ilimle
şereflendirdiği veli kullardır.
64
Mayıs
fen ve felsefeyi terketmiş, iman hakikatlerine sarılmıştır. Bediüzzaman eski Said döneminde fen ilimlerinin (pozitif ilimleri), kelam ve felsefe ve mantık
gibi medrese de yükselmişti, tabiatı darwinist evrimle
açıklayan ateist görüşü çürütmek amacıyla coğrafya,
matematik, jeoloji fizik, kimya, astronomi ve özellikle
felsefeyi öğrendi. Bu ilimleri öğrenerek din ile bilimin
çatışmadığını islamın bilime bakışını ortaya koyuyordu, Yeni Said zamanın en mühim tehlikesinin fen ve
felsefeden geldiğini söyleyerek buna karşı siyaset ile
cevap verilmesinin hatalarına dikkati çekerken şöyle
demektedir:
Bu zamanda ehl-i ıslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelene bir dalaletle
kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yeganesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse,,
galebe çalınsa, o kafirler münafık derecesine
iner. Münafık, kafirden daha fenadır.(Lemalar sh. 107).
Eski said döneminin felsefe ve siyasetle yara
aldığını marifetin olmadığını görerek bu dönemde
kelami ve fenni ilimlerin aklı fazlasıyla meşgul ettiğini bildiği için yeni sadi döneminde irfan ve marifet
boyutun olduğu münzevi bir şekilde kalbi yönelişi
gerçekleştirdi. “Kırk elli sene evvel, Eski Said, ziyade
ulumu-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikatül hakaike karşı ehli tarikat ve ehl-i hakikat gibi
bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben
harekete kanaat edemedi. Çünkü, aklı, fikri hikmet-i
felsefeyle bir derece yaralıydı, tedavi lazımdı.” (Mesnevi Nuriye sh. l277)
Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarma zamanıdır diyen Bediüzzaman ise, bununla ilgil olarak
Hiç şüphesiz o yaşadığı çevrede
aşiret kavgaları, köy kavgaları, arazi ve
sınır ihtilafları, ölüm ve yaralamalar
gibi çokça olaylarda aracı olur. Saygın
kişiliği ile tarafları bir şekilde uzlaştırıp
barıştırır.
Mektubatında şunları söyler: “Eğer şeyh Abdülkadir-i Geylânî, Şâh-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânî gibi zatlar, bu zamanda olsaydılar, bütün
himmetlerini (gayretlerini), hakaik-ı imaniyenin
(iman hakikatlerinin) ve Akâid-i İslâmiyenin (İslam’ın esaslarının) takviyesine (kuvvetlendirilmesine) sarf edeceklerdi.” (Mektubat / 5. Mektup / syf: 22 – 23)
Başta Üçüncü Sırada Sarıklı Olan
Amcam Palulu Molla Halıt
Sözlerime son verirken rahmetli amcam Palulu
Molla Halıt’la, Seyda Molla Bahrinin dostluklarından
bahsetmek yerinde olacak. Amcam merhum Molla
Halıtın Seyda’nın muhibbi ve cemaatinin müdavimi
olduğunu hatırlatmak istiyorum. Nitekim sıklıkla birbirleriyle görüşürlerdi, ilim meclislerinde bulunurlardı, Allah rızası için birbirlerini sever, ilim
ve zikir üzere buluşurlar, Allah ve Resulüne
muhabbetle vakit geçirir, içinde oturup sohbet
ettikleri mekan marifet nuruyla dolardı. Şimdi o
güzel insanlardan bize nasihatleri ve hatıraları
kaldı, o güzel insanlar güzel atlara binip gittiler. Ne güzeldir böyle salih kulların sohbetinde bulunmak, şeytanın tuzaklarında kurtulup Rahman’ın veli
kullarının dostluğun kazanmak. Sözlerimi Cahit Sıtkı
Tarancı’nın bize rabıtayı mevti hatırlattığı dizelerle bitirmek istiyorum.
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Mayıs
65
Görme Engellilerin Kur’an Aşkı Müthiş
Aydın BAŞAR
M
li Sesli
e
T
l
ü
Gön
mında
et Bey
a
t
r
m
o
h
e
t
M
ne
ir inter
e
b
e
y
i
d
yıl önc
rı
i
a
k
l
i
a
d
u
O
un
0
n kurs
’a
r
u
ursa 5
K
k
k
l
ilk
İ
.
iş
5
ze etm
stan 3
r
u
k
u
organi
eb
se
lmış v
ı
t
a
adar i
k
k
i
c
a
n
n
e
a
r
öğ
Şu
lmuş.
lam
o
n
u
z
e
iş. Top
m
l
i
d
kişi m
e
n
.
ulmuş
p mezu
b
u
r
’ü
g
0
ç
ü
10
yısı ise
a
s
n
u
mez
66
ehmet Saraç Bey görme engelli birisi
olarak örnek bir faaliyet organize ediyor.
Bir internet odasında düzenlediği kurslarla onlarca görme engellinin Kur’an öğrenmesine vesile oluyor. Bizim gibi gördüğü halde az Kur’an
okuyanlara ise esaslı bir ders vermiş oluyor. “Kur’an’ı
anlayarak okuyalım” falan derken kendimizi bu
söyleme çok fazla kaptırdığımızı ve Kur’an’ın orijinalini okumaktan uzak kaldığımızı fark etmeye başlıyoruz.
Kur’an’ı anlamadan okumanın da ruhumuzu eğittiğini ve kalbimize tesir ettiğini yeniden hissediyoruz. İnşallah biran evvel kendimize; “Bugün kaç
sayfa Kur’an okudum” sorusunu sormaya da başlarız.
Ya lafzı ya manayı ihmal eden insanlar olarak
Kur’an’ı anlayarak okuma platformuna ihtiyaç duyduğumuz gibi “Kur’an’ı anlamadan okuma” platformuna da ihtiyaç duyduğumuz gün bu meseleyi
idrak edebiliriz. Bu düşüncelerle onca zahmetlere
katlanarak Kur’an’ı orijinalinden okumaya çalışan
görme engelli dostlarımızın bu güzel gayretini
duyurmak istedik. Bunun için Mehmet Saraç Bey
ve onun her daim yanında olan arkadaşı İsmail Kurşun
Mayıs
Bey’le bir pazar günü buluştuk ve Mehmet Bey’le düzenlediği sanal Kur’an kursu hakkında sohbet ettik.
Mehmet Saraç Kimdir?
Baş gözü kapanan ama gönül gözü kapanmayan Mehmet Bey bu olaya biraz içerlese de bunun
bile iyi tarafını görmeyi başarmış. Onu da şu sözünden anlıyoruz: “O kişi bana kötülük yaptığını sanarak aslında bana iyilik yapmış. Ben o evden
çıkıp başka yere taşındım. Orada bana çalışma imkânı doğdu. Görmediğim halde çanta
cüzdan, kemer imalatı yapmaya başladım.”
Mehmet Saraç 1964’te Konya’nın Bozkır İlçesine bağlı Dere Kasabası’nda doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra 1976 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a
yerleşti. O yıllar “İstanbul’un taşı toprağı altındır” düşüncesinin yaygın olduğu yıllardı. 1976’da
İstanbul’a gelen Mehmet Saraç o yıl bir çanta cüzdan atölyesinde işe başladı. 1986 yılında bir kaza
geçirdi ve tek gözünü kaybetti. Bunun üzerine
bir müddet sonra diğer gözünde de katarakt
oluşunca 1995’de ameliyat oldu. Ameliyattan
sonra üç ay görmeye devam etti. Sonrasında
sağlam gözünün arkasındaki retina tabakası
aşırı sıcaktan ve stresten yırtılınca o gözünü
de öylece kaybetti.
1976’dan beri çantacı olan Mehmet Bey beş altı
yıl kadar orada çalıştıktan sonra Çin malları piyasayı
istila edince imalathane kapanmış ve kendisi de işsiz
kalmış. Engellilere acımak yerine onlara iş imkânı vermenin daha uygun olduğunu hep duymuşuzdur ama
maalesef bu konudaki yaralarımız da henüz sarılmış
değildir. Mehmet Bey’in; “Şuanda bana iş imkânı
olsun çanta imalatının yüzde doksanını yani
tezgâhta olan bütün işleri yapabilirim“ demesi
yetişmiş elemanların bile kıymetini bilmediğimizi ortaya koymaktadır.
Sabretti, isyan etmedi
Güzel insanlarla tanışma
Mehmet Saraç Bey gözlerini kaybettiği o günü
şöyle anlatıyor: “Ameliyattan üç ay sonra bir iş
görüşmesine gitmiştim. Dönüşte Esenler Metrosu’nda gözümün zayıfladığını hissettim. Arabaları çift ve yatay görmeye başladım. Eve zar
zor ulaştım… Artık hiç göremiyordum. Ertesi
sabah doktora gittiğimde retinanın yırtıldığını
öğrendim.”
2000 yılının sonlarına doğru iki gözü de görmemeye başlayan Mehmet Bey o yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği görme engelliler
kampına katılır. Orada Celal Çevik, onun kardeşi
Nuri Çevik, Mustafa Göz ve Ahmet Kabalak beylerle
tanışır. Bendenizin de tanıdığı güzel insan Celal Çevik
Abi o dönemde Beyazay Derneği’nin İstanbul şubesi
başkanıdır. Bu abiler vasıtasıyla Beyazay Derneği ile
tanışan Mehmet Bey onlardan şöyle bahsediyor: “Bu
abilerin hepsi gönül insanıydı. Ve bir Türkiye mozaiği oluşturuyorlardı. Biri Sivas’tan, biri Malatya’dan,
öteki Erzurum’dan, ben Konya’dan… Biz bu arkadaşlarla birlikte çok güzel bir dostluk kurduk ve güzel
faaliyetler yaptık.”
1995’in sonlarından beri görme engelli olarak
hayatına devam eden Mehmet Saraç Bey bu duruma
hiçbir zaman isyan etmemiş. Fakat bu süreçte onu
üzen tek bir olay olmuş; onu da kendisi şöyle anlatıyor: “Görme engelli baş gösterdikten sonra bir yıl hep
evde kaldım. Ama hiçbir zaman bir isyan duygusu
yaşamadım. ‘Neden bana’ sorusunu sormadım.
Ama o günlerden kalan acı bir hatıram var ki o da;
ev sahibinin “bu artık kirayı veremez” diyerek
beni ve ailemi evden çıkartmasıdır.
O kamptan sonra Beyazay Derneği’ne gidip
gelmeye başlayan Mehmet Saraç Bey derneğin yönetimine de girmiş ve 2009’a kadar dernek bünyesindeki çeşitli görevlerde yer almış. Bilhassa sosyal işler
biriminde organize ettiği faaliyetlerle oldukça dikkat
Gönül Teli sesli odalarında düzenlen Kur’an kursunun öğreticiliğini kendisi de bir
görme engelli olan Hafız Rıdvan Cinkaya Hoca fisebilillah olarak üstlenmektedir. Kendisi
2003 yılında görenler ve görmeyenler arasında yapılan Kur’an okuma yarışmasında
Türkiye birincisi olmuştur.
Mayıs
67
çekmiş ve özürlülerin sosyal hayata katılmaları gerektiği düşüncesiyle yüzün üzerinde katılımcının olduğu
çeşitli geziler düzenlemiş. Bu geziler vesilesiyle Konya, Çanakkale, Edirne gibi illere defalarca gitmiş…
Yüz engelliye yüz Kur’an-ı Kerim
Mehmet Bey ve arkadaşlarının Beyazay Derneği’ndeki son faaliyeti ise; “Yüz engelliye Yüz
Kur’an-ı Kerim” kampanyasını düzenlemek olmuş.
Bu kampanyanın amacı “Kur’an alamıyorum” diyenlere ücretsiz Kur’an-ı Kerim temin etmekmiş. Kampanya esnasında bir de şöyle bir güzellik yaşamışlar:
Mehmet Bey Kur’an-ı Kerim’lerin finansmanı noktasında sıkıntıya düştüğü bir sırada Radyo Mavi Karadeniz’de türkü programı yapan Mustafa Çil adlı bir
arkadaşı kendisini aramış; “dert ettiğin şeye bak”
diyerek kendisini radyo programına davet etmiş. Gerisini ise Mehmet Bey şöyle anlatıyor: “Arkadaşım
beni canlı yayına aldı. O yayında türkü yayını
kesildi çünkü telefonlar kitlendi, Biri dedi beş
tane Kur’an hediye ediyorum; öbürü dedi; 10
tane Kur’an hediye ediyorum; böylece biz yüz
rakamına ulaştık ve hatta geçtik bile…”
Mehmet Saraç Bey bu Kur’an-ı Kerim’ler için
fiyat konusunda yardımcı olan Altınoluk Dergisi ve
Erkam Matbaacılık’a da ayrıca teşekkür etmeyi unutmuyor ve şöyle diyor: “Allah razı olsun oradaki yöneticiler ve çalışanlar bize epeyce yardımcı oldular. Çok
şükür Kur’an-ı Kerim’leri orada bastırdık. Erkam’da
çalışan görme engelli abimiz Adil Altınkaya’nın
emeklerini de ayrıca zikretmek istiyorum.”
Görme engellilere İnternet’te
Kur’an Kursu
2009’un sonlarında bir kalp krizi geçiren Mehmet Bey dernek işlerinden yavaş yavaş el etek çekmiş. Artık vaktinin çoğunu evde geçirmeye başlamış.
Fakat aktif bir tabiatı olan Mehmet Bey evde de boş
duramamış ve İnternet üzerindeki faaliyetlerine başlamış. İnterneti ne şekilde kullandığını ise kendisi şöyle anlatıyor: “Skype ortamı diye bir şey var yani
konuşan program. Biz bilgisayarı jaws denilen
bir ekran okuyucu programla kullanıyoruz. Bu
program İngilizcedir. Bu programın her türlü
dil seçeneği var ama Türkçe seçeneği maalesef yok. Bunun için ayrıca Türkçe sentezleyici
programı kullanıyoruz.”
Mehmet Bey Gönül Teli Sesli Odaları diye
bir internet ortamında ilk Kur’an kursunu iki yıl önce
organize etmiş. İlk kursa 50 öğrenci katılmış ve
bu kurstan 35 kişi mezun olmuş. Şuana kadar
ise üç grup mezun edilmiş. Toplam mezun sayısı ise 100’ü bulmuş. Gönül Teli sesli odalarında
düzenlen Kur’an kursunun öğreticiliğini kendisi de bir
görme engelli olan Hafız Rıdvan Cinkaya Hoca fisebilillah olarak üstlenmektedir. Kendisi 2003 yılında görenler ve görmeyenler arasında yapılan
Kur’an okuma yarışmasında Türkiye birincisi
olmuştur. Maraş’ta oturan ve diyanette görevli olan
Rıdvan Cinkaya Hoca aynı zamanda birkaç yıldır
Tokat Müftülüğü ’nün düzenlediği görme engelliler
Kur’an kurslarına da hocalık yapmaktadır.
Gören görmeyeni görse
Bu kursların düzenlenmesinde üstün gayret
gösteren Mehmet Bey bazı katılımcılar için Elifba temin etme noktasında bir takım sıkıntılar
yaşıyor. Yardım toplamadıklarını fakat Elifba
ve Kur’an hediye etmek isteyenler varsa onları
ihtiyacı olan kişiye yönlendirdiklerini söylüyor. Kendisinden öğrendiğimize göre görme engelliler için özel hazırlanan Elifba ve Kur’an Mushaf’ı
fiyatları şöyle: “30’a 33 ebadında 40 sayfadan
oluşan Elif Ba’nın fiyatı kargosuyla beraber 20
lira. Kur’an-ı Kerim 6 cilt set halinde. Telli olanı 120 dikişli olanı 150 lira.”
Bu kurslara katılmak isteyen görme engelliler ve
görme engellilere Elifba ve Kur’an hediye etmek isteyenler Mehmet Bey’e [email protected]
adresinden ulaşabilirler.
68
Mayıs
HİKMET DAMLASI!
“Muhakkak ki tasavvuf sekiz özellikten meydana gelir.
Onları yap ki; kurtuluşa eresin:
Kaza ve Kadere Rıza, Belaya Sabır, Bütün hallerde Takva,
İnsanlardan hiç kimseye kibir etmemen, daima tevazu üzere
olman, elinle kimseye eziyet etmemen, dilinle kimseye eziyet
etmemen, senden sıla-i rahimi kesene sıla-i rahim yapman.
Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki; “Kim tevazu gösterirse Allah
onu yükseltir. Kim de kibir ederse Allah onu alçaltır.”
(Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın Kaleardılı Hacı Ahmed Baba’ya Verdiği İcazetten Bir Bölüm)
Mayıs
69
Burhan Çocuk
Musa KARACA
İnancın Zaferi
Bu ay takvim yapraklarına bakınca 29 Mayıs 1453’te dünyayı etkileyen muhteşem bir zaferin yıl dönümünü göreceğiz. Hatırladığınız gibi İstanbul’un Fethi. Şanlı tarihimizdeki bu olay birçok açıdan incelenmesi gerekir. Bu zaferle
Osmanlı İmparatorluğu’nda kurulma dönemi tamamlanmış, Yükselme Dönemi başlamıştır. Bin yıllık Hristiyanlığın merkezi olan Bizans İmparatorluğu tarihe karışmış, böylece Osmanlı, Avrupa’ya karşı büyük bir siyasi üstünlük
kazanmıştır. Dünya tarihi de bu zaferden etkilenmiş Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ başlamıştır. Bu zaferin sonuçlarından
sadece birkaç tanesini paylaşmış olduk. Benim üzerinde durmak istediğim asıl konu bu zaferdeki komutanı
tanımaktır. II. Mehmet bu zaferden sonra “Fatih” unvanını almış, Fatih Sultan Mehmet olmuştur.
Fatih tahta ilk oturduğunda 12
yaşında idi. II. Murad’ın doğuda ve batıda
barışı sağladığını düşünerek tahttan çekilmesini duyan Macar Kralı, Osmanlılarla yapılan
barışı geçersiz sayarak yeni bir Haçlı Seferine
çıkacağını ilan etmesiyle Fatih, babası II.
Murat’ı tekrar tahtına davet etmiş. II.
Murat ise bu davete olumsuz cevap vermiştir. Bunun üzerine II. Mehmet babası
II. Murat’a ikinci mektubunda ise şunları yazar: “Padişah iseniz geliniz, ordularınıza kumanda ediniz; yok, padişah biz
isek, emrimize itaat edip ordularımızın
başına geçiniz!”
Bu mektup üzerine II. Murat, yeniden
Osmanlı tahtına oturur. II. Murat 1451’de ölür
ve yerine tekrar II. Mehmet çıkar. İkinci kez
tahta oturduğunda 19 yaşındadır. Fatih,
iki yıl sonra İstanbul’u fethettiğinde 21
yaşında gencecik bir delikanlıdır.
Bu zaferde görülen en önemli farklardan biri ise dünyada ilk kez karşılaşılan gemilerin karadan yürütülmesidir. Sultan II. Mehmet İstanbul kuşatması ile ilgili hazırlıklarını 23 Mart 1453 tarihinde tamamlayarak kuşatmayı başlatmak üzere Edirne’den İstanbul’a hareket etmiştir. Bunun üzerine Doğu Roma İmparatoru, Haliç
Körfezi’ne yabancı gemilerin girişinin engellenmesi için emir vermiş, Yalı Köşkü civarındaki Kentenarion Kulesi
ile Galata Surları arasına zincir çekilmiştir. Bu zincir çok iri ve yuvarlak baklalardan yapılmış ve birbirine büyük
demir kancalarla bağlanmış bir zincirdir. Sağlam olması için de iki taraftan surlara tutturulmuştur.
Haliç surlarının zayıf olduğunu ve buradan kente girişin daha kolay olacağını düşünen Sultan II. Mehmet, donanmasına Doğu Roma’nın zincirle kapattığı Haliç’e girme emrini vermiştir. Ancak başlatılan deniz taarruzu
istenilen şekilde sonuçlanmamış ve Zeytinburnu açıklarında Osmanlı donanması büyük kayıplar vermiştir. Bunun üzerine Sultan II. Mehmet donanmayı karadan yürüterek Haliç’e indirme kararı almıştır. Önceden hazırlanmış olan kızaklarla 72 parça gemi Tophane Limanı’ndan başlayarak, Humbaracı yokuşu, Asmalı Mescit,
Tepebaşı, Kasımpaşa güzergâhından Haliç’e indirilmiştir. 29 Mayıs gecesi başlatılan saldırı sonucunda
da İstanbul fethedilmiştir. Burada Fatih’in başarıya nasıl inandığını görüyoruz. Hiçbir olumsuzluk başarıyı
engelleyememiş. Gerekirse karadan bile gemilerin yürütülebileceğini göstermiştir. Bu zaferle Fatih, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in: “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne
güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” hadisinde belirtilen övgüye ulaşarak ne güzel bir komutan
olmuştur. Mekânın cennet olsun güzel komutan.
Fatih ve İki Papaz
Fatih Sultan Mehmet Han, üzerinde derin etkisi bulunan hocası Akşemseddin’in sık sık tekrar ettiği
bir Hadis-i Şerif, genç sultanın her zaman baş düsturu ve rehberi olmuştu: “Ümmetimden iki sınıf ilmi ile amel
ederse, insanlar kurtulurlar: Âlimler ve Hâkimler. Eğer bu iki sınıf bozulursa, bütün halk bozulur ve ortalığı fesat kaplar.” Bundan dolayıdır ki Fatih, ülkesinde ilme ve adalete son derece ehemmiyet vermiştir.
İstanbul’un fethinden sonra mahkûmları serbest bırakan Fatih’in huzuruna, zindandan çıkmak istemeyen iki papaz getirilir. Bunlar, Konstantin’e âdil ve hakperest olmaktan bahsettikleri için zindana atılmış, sonra
böyle adaletsiz bir dünyanın içerisi, dışarısından daha rahat diye hapisten çıkmamaya yemin eden keşişlermiş. Fatih,
dünyaya kahreden bu iki papaza: “O halde sizlere şöyle bir teklifim var. Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketlerimizi geziniz. Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkın davalarını dinleyiniz. Bizde de
sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz hemen gelip bana bildiriniz ve siz de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hayata küsmekte haklı olduğunuzu ispat ediniz.”
Kendileri için gayet cazip gelen bu
teklifi hemen kabul eden iki papaz, Padişahtan aldıkları hususi bir tezkere ile Osmanlı idaresinde olan her kasabayı gezmeye başlarlar. Bu arada eski başşehir
Bursa’ya da uğrayarak şöyle bir davaya
şahit olurlar: “Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış. Ancak hiçbir
kusuru yok diye satılan at meğer şiddetli hastaymış. Müslüman, hemen
ertesi sabah erkenden Bursa kadısına
gitmiş. Fakat kadı efendi dairesinde
yokmuş. Bir müddet bekleyen davacı,
kadı efendinin geleceğinden ümidini
kestiği için bırakıp gitmiş. O akşam
at, ahırda ölmüş. Bu durum kadıya
iletilince şöyle bir karar vermiş: İlk
geldiğinizde makamımda bulunsaydım, sağlam diye satılan atı sahibine
iade ettirir, paranızı alırdım. Mademki atın elinizde ölmesine, benim makamımda bulunmayışım sebep
oldu, o halde ziyana girmenize ben sebep olduğum için iade edemediğiniz ata verdiğiniz parayı ben
tazmin ediyor, ziyanınızı ben ödüyorum.” Papazlar, Osmanlı kadılarının bu derece adil kararı karşısında
birbirlerine bakarak parmaklarını ısıra ısıra mahkemeden çıkarlar ve geze dolaşa İznik’e gelirler.
Burada da şöyle bir davaya şahit olurlar: “Bir Müslüman, diğer bir Müslüman’dan tarla satın almış. Ekin
zamanı gelince tarlayı sürmeye başlamış. Bir ara sabanın ucuna bir şey takılmış. Orasını kazınca, bir
küp altın çıkmış. Hemen bunları alıp, tarlayı satın aldığı Müslüman’a gitmiş: Kardeşim! Tarlayı sürerken
bu çıktı. Ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer içinde bu altınların mevcut olduğunu
bilseydin, tarlayı bana satmazdın. Al şu altınlarını!’’ der.
Tarlanın ilk sahibi: ‘’Hayır! Ben sana tarlanın içini, dışını, altını, üstünü, hepsini birden sattım. Senin
nasibine çıkan bu altınlara ben nasıl sahip çıkarım, haramdır, alamam. Mesele bu şekilde uzayıp gidince
hâkime intikal etmiş. İznik kadısı bu iki Müslümandaki birbirlerinin hakkını koruyucu tavrını görünce
evlenme çağında çocukları olup olmadığını sormuş. Birinin oğlu, öbürünün de kızı olduğunu öğrenince
onları evlendirmiş ve altınları onlara vermiş.” Papazlar buradan ayrılıp başka yere gitme ihtiyacı duymadan doğruca Fatih’in huzuruna gelip gördüklerini anlatarak: Bütün bunları görünce Osmanlı adaletinden emin olduk ve
hayatımızın bundan sonraki kısmını, dininizden olmayan Hristiyan papazlarının dahi zulme uğramayacağı adaletinize
teslim olarak ülkenizde geçirmek istiyoruz, derler.
Hadis-i Şerif
Talha ibn Ubeydullah (ra) rivayet ediyor: Resulullah (sav) buyurdular ki;
“Allah ibadete düşkün gençle, meleklere karşı iftihar ederek şöyle
buyurur “Kuluma bakın, benim rızam için nefsani isteklerini terk
etmiştir”. (Müsnedül Firdevs, Deylemi)

Benzer belgeler