HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN

Transkript

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN

içindekiler - editörden
Editörden...
İçindekiler
Değerli Okuyucu,
GÜNDEM
Bir ay aradan sonra yeni sayımızla tekrar sizinle
beraberiz...
Bu sayımızı çıkardığımız günlerde dünya
egemenliği için dünyanın değişik bölgelerinde
halklara karşı savaşlar yürüten ABD emperyalizmi,
Katrina felaketine "yenik" düştü... Katrina diğer
felaketlerde de olduğu gibi yine en çok yoksulları
vurdu, yoksullar içerisinde en çok siyahları... Bir
kez daha emperyalizmin, kapitalizmin yoksullara
düşman yüzü açıkça kendini gösterdi... Bir
taraftan milyarlarca dolarlar başka ülkelerin
halklarına karşı yürütülen savaşlara aktarılırken,
diğer taraftan yaşanan bir felakete karşı ilk
tedbirler almaktaki "acizlik"! Katrina felaketinin
televizyonlardan yansıyan resimleri sömürü ve
kara dayalı bir sistemin barbarlıktan başka bir
şey olmadığını çok net gösterdi... Bu barbarlıktan
ezilen halkların ve emekçilerin bir tek kurtuluş
yolu var: Sosyalizm! Hiçbir zaman sosyalizm
bugünkünden daha acil bir ihtiyaç olarak kendini
dayatmadı.
Bu sayımızda yer verdiğimiz Hiroşima ve atom
bombasına ilişkin yazılarda da emperyalizmin bu
barbar yüzünü net bir biçimde görmek mümkün.
Barbarlık Türkiye' de de yaşanıyor... Her ne
kadar egemenlerin bir kesimi AKP aracılığıyla
Kürt sorununa liberal çözüm arayışlarına gitmeyi
denese de, bunun karşısında geleneksel devlet
politikalarının engeli duruyor... Dergimizin
baskıya gireceği günlerde gerçekleşen olaylarda,
önce Tutuklu Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma
Dernekleri (TUHAD-FED)'in düzenlediği Gemlik
yürüyüşü yasaklandı, ardından da yürüyüşten geri
dönenlere devlet gözetiminde faşist linç girişimi
tezgahlandı...
İşçiler ise ne yazık ki tüm bu gelişmelere sessiz
kalıyor.
İnsanlığ ın önündeki " Ya Barbarlık, Ya
Sosyalizm!" seçeneği hiç bir zaman bugünkü kadar
berrak değildi.
Yeni sayımızda görüşmek üzere...
05.09.2005, Yeni Dünya İçin ÇAĞRI
GERÇEK VE KALICI BARIŞI KAZANMANIN TEK YOLU VAR: DEVRİM ! . . . . . . . . 3
Terör emekçileri vuruyor – egemenlere yarıyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . 6
Atom bombasının 60. yıldönümü… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
2005 Kamu Toplu İş Sözleşmeleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
Özel­leş­tir­me­le­re Kar­şı Ey­lem­ler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15
YENİ KADIN DÜNYASI
AB işçi ve emekçi kadınların umudu mu?
Kötünün iyisi çözüm değildir! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17
KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM
Bolşevik devrim dışında kurtuluş yoktur! V. İ. LENİN . . . . . . . . . . . . . . 18
PANORAMA
Faşist devletin devrimcileri
hücrelerde tecridine karşı
çık, hesap sor!
ALMANYA
“Sisteme oy yok!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
İRAN
“Atom” görüşmeleri ve savaş kışkırtıcılığı… . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN
Anayasa pazarlıkları sürüyor... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22
KIBRIS
Siyaset masasında birilerinin elinde koz olmak…. . . . . . . . . . . . . . . . 24
GÜNCEL
Almanya Sosyal Forumu yapıldı…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Dikkat!
Dergi büromuz Eylül ayı başından itibaren aşağıdaki yeni adrese
taşınmış olacak:
Mahmut Şevket Paşa Mah.
İmranlı Sok. No: 8
Şişli - İstanbul (Okmeydanı)
İrtibat: (0533) 636 03 95
“Aydın”lardan açıklamalar…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
OKUYUCU MEKTUPLARI
BİR İŞKENCE ÖYKÜSÜ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .29
İstanbul- Sarıgazi’de jandarma bir genci katletti . . . . . . . . . . . . . . . . 31
İBRETLİK . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .33
BULMACA. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35
UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ!
GELECEK
YEN‹ EK‹MLERDE!
YEN‹ EK‹MLER
GELECEK!
www.ydicagri.com
gündem
GERÇEK VE KALICI BARIŞI KAZANMANIN TEK YOLU VAR:
H
DEVRİM !
er yıl 1 Eylül geldiğinde burjuva siyasetçiler, kurumlar…
yayınladıkları bildirilerle,
yaptıkları açıklamalarla savaşı lanetler; ne kadar “barış” yanlısı olduklarına yemin billah eder; kitlelerin
barış isteğini/talebini dile getirerek
“ne kadar barış yanlısı olduklarını”
göstermeye çalışırlar. Hemen her yıl
yapılan aynıdır: “Barış meleği” pozlarına girmek!
Bu yıl da durum esasta değişmeyecek. Ancak son yıllarda emperyalist
saldırganlığın boyutları dikkate alındığında onların “barış melekliği”ne
eskisi kadar fazla “değer vermediklerini” de tespit etmek gerekiyor. Bugün
egemenler artık “barış”a yaptıkları
vurgu kadar da savaşa vurgu yapıyor;
“barışı getirmek/barışı korumak için
savaş yürütmeyi” kendilerine hak
görüyor; bu “hakkı” tepe tepe kullanıyorlar… Onlar çıkarları temelinde
yer yer “haklı savaş/haksız savaş” tanımını da yapıyor ve kendi çıkarlarının zedelendiği her noktada karşılarına çıkan ülkeyi “şer” ilan ederek
bir yandan dünya kamuoyunu kendilerinin “haklılığına” inandırmaya
çalışıyor, diğer yandan “şer” ilan
ettikleri ülkelerin tepesine biniyorlar. Yine örneğin “ABD çıkarları için
savaşmak” gibi saldırgan emperyalist
çıkar savunuculuğu eskiye göre gayet
rahat yapılabiliyor. Bu yanıyla onlar,
söylemde “barış”a değinseler de, bunun yanında “kötüye karşı mücadele
eden demir yumruk olduklarını/olacaklarını” söylemekten/uygulamaktan geri durmuyorlar.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin
60. yılı olması nedeniyle bu yıl “barış”
söylemlerine yenileri eklenecek; emperyalizmin “barış” edebiyatı biraz
daha “zenginleştirilecek”… İkinci
Dünya Savaşı’nın bitmesinin 60. yılında “barış meleği” gösterileri çok
daha katmerli bir biçimde gündeme
getirilecek.
Ancak dünyanın bugünkü durumuna, olgulara baktığımızda tüm
bu “barış” söylemlerinin ucuz birer
yalan; “barış yanlısı görüntünün”
sahtekârlıktan öte birşey olmadığını
görmek mümkün.
İşte dünyanın hemen her kıtasında
süren yerel/bölgesel savaşlar… İşte
hazırlanmakta olan yeni savaşlar…
İşte her geçen gün artan silahlanma
yarışı… İşte kimyasal silah üretimindeki artış, bunun birer tehdit olarak
kullanılması, güya bu tehdidi ortadan kaldırma adına yeni işgal hazırlıkları…
İşte savaşın gerçek yaratıcısı olanların daha fazla kâr, en fazla kâr elde
etmek için halkları birbirlerine boğazlatmak için yaptıkları… İşte dünyanın uluslarını, milliyetlerini birbirine karşı kışkırtma çabaları; işte
dünya işçilerini, emekçilerini dinine,
diline, milliyetine, cinsiyetine, yani
akla gelebilecek ne kadar farklılık
varsa; bu farklılıklar temelinde onları
birbirine düşürme çabaları…
İşte açlık ve yoksullukla karşı karşıya kalan ve sayıları milyarlarla
ifade edilen yığınlar; bunun karşısında dünyada yaratılan zenginliğe
el koyan, bu zenginliği yeni sömürülerin, yeni savaşların kaynağı, sürdürücüsü olarak kullanan/kullanacak
olan dünya nüfusuyla karşılaştırıldığında bir avuç denebilecek sömürücü
takımı…
İşte dünyanın emperyalist güçler
tarafından yeniden paylaşımı; bu
paylaşımdan en büyük payı alabilmek
için oluşturulan/güçlendirilen güç
birlikleri, üretilen projeler (“Büyük
Ortadoğu Projesi”, “Kültürler Savaşı”
vd.) ve yeni egemenlik alanı çatışmalarına, bu paylaşım çerçevesinde ortaya çıkabilecek yeni bölgesel savaşlara hazırlık…
İşte ilk bakışta dünyanın “barış”
hali!
Emperyalist efendiler, onların anlı
şanlı kurumları, kuruluşları istedikleri kadar “barış” meleği pozlarına
bürünsünler dünya üzerinde emperyalist, gerici, karşıdevrimci savaşlar
sürüyor…
SAVAŞ HEMEN ÖTEDE!
ABD’nin İngiltere başta olmak üzere
bir dizi güçle “demokrasi ve insan
haklarını götürme”, “uluslararası
terörizmle mücadele” adına Irak’ta
başlattığı işgal sürüyor. Irak halkları
ABD ve müttefiklerinin tam boyunduruğu altına alınmak isteniyor. Her
gün onlarca Irak'lı işçi ve emekçi
gerek emperyalistlerin ve onların
Irak’taki yerli uşaklarının saldırıları,
gerekse Irak’taki direnişçi güçlerin
saldırıları sonucu yaşamını yitiriyor.
Sadece bir günlük Irak savaşının bilançosunu verelim: 17 Temmuz günü
Irak’ta çeşitli kentlerde yapılan direnişçi saldırılarında toplam 115 kişi
öldü, 200 civarında insan yaralandı.
Ve bunların önemli bir bölümü sivil!
Merke z i İs v iç re’ de bu lu na n
Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü
Irak’ta savaşın başladığı 20 Mart
2003’ten bu yana çatışmalarda ölen
sivil insan sayısının 39 bin olduğunu
açıkladı daha geçenlerde… Bu araştırmanın verilerine dayandığı ileri
sürülen İngiliz tıp dergisi Lancet ise
bu rakamı yüzbine kadar çıkarıyor,
kimileri de bu sayıyı 25 bin olarak
veriyor…
Irak’ta savaşın sonucu sadece ölen
sivil insan sayısıyla ölçülmüyor…
Savaşın başka etkilerini de gözardı
etmemek gerekiyor. Örneğin ABD
ve müttefiklerinin Irak cezaevlerinde yaptıklarının bir bölümünün
resimleri hâlâ hafızalarda… Örneğin
Irak’ta kadınlara ve özellikle çocuklara yönelik taciz ve tecavüzün arttığı medya organlarına yansıyan bilgiler arasında… Örneğin kullanılan
kimyasal silahların kalıcı etkilerinin
dünya kamuoyuna yansıyan/yansıtılandan çok daha kapsamlı olduğu
konusunda yapılan açıklamalar…
ABD ve müttefikleri bir yandan
işgal altında tuttukları Irak’ı talan
ederken, diğer yandan talanı kalıcı
kılmak, kendi çıkarlarını garantiye
almak ve Ortadoğu’da etkinliği elde
tutabilmek için kendilerine bağlı yönetimi oluşturmaya/pekiştirmeye,
kendi çıkarlarını sağlama alacak önlemleri oturtmaya çalışıyor. Bunun
andaki somut adımlarından birisi,
uzun süredir üzerinde tartışılan
anayasa taslağı. Ancak Irak’ın geleceğinin şekillendirilmesi açısından
önemli olan bugünkü pazarlıklarda
Irak’ın içindeki üç önemli güç –Şiiler,
Kürtler ve Sünni Araplar– farklı beklentilere sahipler. ABD şemsiyesi altında uzlaşıp uzlaşamayacakları bir
tarafa, kesin olan şey, yapılan işin
emperyalistlerin ve onlarla işbirliği
içindeki yerel güçlerin/yerli hakim
burjuvazinin kendi çıkar ve iktidarları için halkların gelecekleriyle oynama hakkıdır ve bu günümüz dünyasının gerçekliklerinden birisidir.
Diğer yandan ABD ve müttefiklerinin işgaline karşı yürüyen, her geçen
gün daha da örgütlü sürdürülen bir
direniş var. Bu direniş eylemlerinde
esas hedef ABD ve onların müttefikleri olsa da, “intihar saldırıları”
türünden eylemlerde patlayan bombalarla “kurunun yanında yaş” da
yanabiliyor.
Irak’a yönelik işgal ve halihazırda
süren savaşın bilançosunu salt savaşın Irak toprakları üzerinde yaşanan
gelişmelerle, ölü ya da yaralı sayısıyla
sınırlamak yanlış. ABD’nin müttefikleriyle birlikte 11 Eylül eylemi sonrası Afganistan’la başlattığı, Irak’la
gündem
devam ettirdiği; bunun yanısıra İran
gibi kimi ülkeleri tehdit altında tuttuğu “yeni durum” karşısında başta
Ortadoğu’da olmak üzere dünyanın
kimi bölgelerinde/ülkelerinde ABDİngiliz karşıtlığı/düşmanlığı yoğunlaşmaktadır. Bu karşıtlığın önderliğini radikal İslamcı örgütler çekmektedirler. ABD ve onun en yakın
müttefiki İngiltere’ye karşı bu gruplar
yer yer bu ülkelerdeki sivil insanları
hedef alan eylemlere başvurmakta;
emperyalist metropoller –emperyalist bu güçlere karşı mücadele adına–
vurulmaktadır. Geçtiğimiz günlerde
Londra’da patlatılan ve onlarca insanın ölümüne yolaçan bombalama
olayları bunun en somut örneklerinden birisidir. Artık sadece Ortadoğu,
Irak, Filistin değil; Avrupa ülkeleri
de savaşın etkilerini yaşamaktadır.
Bu tür eylemlerin başka sonuçları
da var şüphesiz: Son Londra eylemi
sonrasında olduğu gibi suçluları yakalama adına estirilen yoğun bir devlet terörü ve bunun sonucunda kimi
suçsuz insanların “yargısız” katledilmesi, tutuklanması; ırkçı-ayrımcı
kışkırtmanın yükseltilmesi; “terörizmle mücadele” adına kazanılmış
demokratik hakların budanması, iç
faşistleşmeye kayış vb. gibi…
Irak’ta, Afganistan’da, Afrika’nın
bir dizi ülkesinde yürüyen/yürütülen, İran gibi ülkelere yönelik hazırlanan gerici karşıdevrimci savaşlarda
rol oynayan emperyalist aktörlere,
onların yerli uşaklarına karşı mücadele burjuvazinin “barış” ufkunu
aşmayan pasifist bir “barış” talebiyle
sınırlandırılamaz.
Görev; emperyalizme ve onun yol
arkadaşı gerici-haksız, karşıdevrimci
savaşlara devrimci savaşlarla karşılık
vermek; onların dünya hegemonyasını parçalamaktır… Görev tutarlı
antiemperyalist mücadeleyi yükseltmektir. Görev; emperyalist barbarlığın tek ve biricik alternatifi olan devrim ve sosyalizm için çalışmaktır!
“İÇERDE” SAVAŞ YÜKSELİYOR…
Bölgemizde savaş olgusu yalnız varolan “sınırların ötesinde” değil; sınırların berisinde de sürüyor.
Uzun bir süre önce “süresiz
ateşkes”le susan silahlar yeniden konuşmaya başladı; “düşük yoğunluklu
savaş” olarak da adlandırılan o “eski
günlere” yeniden dön ülmeye başlandı.
Bu savaşın temelinde yatan şey
Türk hakim sınıflarının ve onların
devletinin tüm Cumhuriyet tarihi
boyunca sürdürdükleri inkâr ve
imha siyasetidir.
Bu siyaset bugün de sürmektedir.
Bu siyasete karşı çıkan, kendi hak ve
özgürlüklerinin, kendi kimliğinin,
kendi kültürünün tanınması… talebiyle harekete katılan Kürt ulusundan
işçi ve emekçilere yönelik sürdürülen,
1990’larda doruğa çıkan, kimi çevrelerin geçmişte “düşük yoğunluklu
savaş” olarak adlandırdıkları savaşın seyri 1990’lı yılların sonları ile
2000’li yılların başlarında, özellikle
de PKK lideri Abdullah Öcalan’ın
uluslararası bir komplo sonucu yakalanması ve yargılanması sonrasında
değişmişti. Bunda PKK’nin izlediği
reformist ve pragmatist çizgi ve buna
uygun attığı adımların da etkisi olmuştu.
Türk burjuva siyasetinde açılımlar
yaparak emperyalist sisteme daha
açık, liberal bir çizginin hakim kılınmasını isteyen Türk büyük burjuvazisinin desteğini kazanmış AKP
hükümetinin kurulması sonrasında
Türkiye’de hakim sınıf klikleri arasında bir iktidar dalaşı açıkça ortaya
çıktı. Bir yanda AKP hükümetinin,
diğer yanda “derin devlet” olarak
adlandırılan ordu merkezli Kemalist
“laik” güçlerin bulunduğu bu dalaşta
“derin devlet” yanlıları, özellikle
AB’ye uyum yasalarını “demokratikleşme” adı altında meclisten geçiren AKP hükümetinin çıkardığı
bu yasaların bir bölümünün kendi
hareket sahasını daraltmasından rahatsızlık duymaktadırlar. Ordu merkezli “derin devlet” kendi iktidarına
tehdit olarak gördüğü siyasal İslamın
partisi AKP karşısında inisiyatifi ele
almak, dahası AKP hükümetinin siyaset sahnesinden çekilmesini sağlamak için çeşitli yollara başvurmak
zorundaydı/zorundadır. Türkiye’de
bugünkü şartlarda darbe yapılması
olasılığının düşük olduğunun görüldüğü, “demokratik yollar”ın da
AKP’nin işine yaradığı bilindiği noktada “derin devlet” ırkçı-şoven siyasetin geliştirilmesi, buna bağlı olarak
savaşın tırmandırılması gibi edimleri zorlamaya başladı. Mersin’deki
“bayrak krizi”, Trabzon’daki linç
girişimi vd. düğmeye basılmışçasına
gündeme geldi, getirildi.
“Derin devlet”in AKP hükümetini
zayıflatmak için elindeki kozlarından birisi içte savaşın yükselmesi
ve hükümetin ülkeyi yönetemediğini gösteren olayların gelişmesidir.
“Ülkenin yönetilemediği yerde” “derin devlet”in çizdiği çerçevede siyaset yapanlara yönetime geçme yolu
açılacaktır… Hesap budur.
Bu hesap çerçevesinde tekrar
1990’lardaki duruma doğru yol alınmaya başlandı. Savaş yükseltilmeye
PKK güçleri daha yoğun çatışmalara
çekilmeye çalışılıyor. Sonuçta savaşın yükseltilmesi sonucu gelen asker
cenazeleri yeni ırkçı-şoven dalganın
bir unsuru olarak işlev görüyor.
“DERİN DEVLET”
“TOPYEKÜN SAVAŞ” İSTİYOR!
1 EYLÜL DÜNYA “BARIŞ” GÜNÜ!
1 Eylül 1939‘da Nazi İmparatorluğu Polonya‘ya saldırarak İkinci Dünya
Savaşı'nı resmen başlattığı tarihtir. Milyonlarca insanın ölmesine, sakatlanmasına, milyonların yerinden yurdundan sürülmesine yolaçan İkinci
Dünya Savaşı altı yıl sürdü. Bu kanlı savaşın başlangıç tarihi olan 1 Eylül,
savaşın bitiminden sonra Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Barış
Günü” ilan edildi.
“1 Eylül Dünya Barış Günü” dünyada yürüyen gerici, karşıdevrimci savaşların, haksız savaşların kapitalizmin-emperyalizmin ürünü olduğu gerçeğinin üzerini örtmek, haksız ve gerici savaşlara karşı olunduğu izlenimi
yaratmak, dünya işçilerini ve emekçilerini kendilerinin “barış havariliği”ne
inandırmak için emperyalist burjuvazi tarafından kullanılan bir gündür.
Her yıl 1 Eylül‘de emperyalist burjuvazi “barış yanlısı” olduğunu propaganda ediyor, kitlelerin barış beklentilerini/isteklerini dile getirerek gerçek ve kalıcı barışın kapitalist-emperyalist sistemde mümkün olamayacağı
gerçeğinin üzerini kapamaya, dünya işçilerinin, emekçilerinin barış özlemlerini kendi potalarında eritmeye çalışıyor.
Sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin görevi “1 Eylül Dünya Barış Günü”nde
de gerici-haksız savaşların kaynağının kapitalist-emperyalist sistem olduğunu, gerçek ve kalıcı barışın gerici, karşıdevrimci savaşlara karşı devrimci
savaşlarla, devrimlerle kazanılacağını propaganda etmek, kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadeleyi yükseltmektir.
Ama yapılanlar bunlarla sınırlı değil… “Derin devlet” yanlıları geçtiğimiz dönemde “terör” konusunda
hükümete brifing adı altında “ince
ayar” da çekmekten geri durmuyor;
somut olarak Avrupa Birliği uyum
yasaları çerçevesinde kaybettikleri
kimi “yetkileri” yeniden elde etmek
istiyorlar.
Bunun yanında ordu çevrelerinden
“teröre karşı topyekün savaş” çağrıları geliyor. Genelkurmay Başkanı
Org. Hilmi Özkök Ağustos başında
yaptığı bir açıklamada “Terörle mücadelenin halk, yönetici ve sivil toplum örgütlerinin katılımıyla topyekün yapılması gerektiğini” söylemesi
bu çağrının somut bir örneği…
Bir diğer örnek Genelkurmay
İkinci Başkanı (yeni Yüksek Askeri
Şura kararlarıyla Birinci Ordu
Komutanlığına getirildi) Org. İlker
Başbuğ’dan… Org. İlker Başbuğ
yaptığı basın toplantısında “Terörle
mücadelenin temel esaslarını şöyle
ifade edebiliriz” diyor ve ilk sırada
“Mücadelenin devlet ve toplumun
bütün güçleri ile topyekün olarak,
kararlılıkla ve koordineli bir şekilde
yapılması…”nı sayıyor.
Gündeme damgasını vuran açıklamalarında Başbuğ; ordunun çıkarılan yasalardan duyduğu rahatsızlığı
da “Diğer bir zorluk ise; demokratik
haklar ve hukuki düzenlemelerle
güvenlik ihtiyaçları arasındaki dengenin tam sağlanamaması ve bunun
gündem
neticesi olarak da, bu hukuki durumdan teröristlerin faydalanmasıdır.” şeklinde ifade ediyordu. Buna
bağlı olarak Başbuğ, somut olarak
“TMK gözden geçirilmeli, gerçekten
ihtiyaca cevap verecek bir hale getirilmelidir. Batı ülkelerinde olanlar
olsun, yeter. ” talebini getirdi.
Bir dizi başka tedbir de sayan
Başbuğ’a –ve orduya göre– “Terörizmle
topyekün mücadele için yeni bir kuruluşa ihtiyaç vardır. Terörün, güvenlik, istihbarat, psikolojik harekat,
sosyal, ekonomi, eğitim, boyutlarını
inceleyecek, yapılacakları makro seviyede planlayacak, icracı makamlar
arasında gerekli koordineyi sağlayacak, takip edecek, Başbakanlığa bağlı
bir kuruluş.” düşünülmelidir. Böylece
savaşın yükselmesinden AKP hükümeti de “nasibini” alacak, bir yandan
bugüne kadar izledikleri “demokratik açılım”, “yasal düzenlemeler” vs.
ile çelişkiye düşecek; diğer yandan
“terörü önleyemeyen” bir hükümet
olarak yıpranacaktır.
Savaşta “açık taraf ” olduğunu çeşitli defalar söyleyen ordu, “topyekün
savaşta” medyaya da görev yüklemektedir. İlker Başbuğ yaptığı basın
toplantısının gerekliliğini aktarırken
diğer şeylerin yanında şöyle demektedir:
“Daha da önemli olan neden ise,
yaşadığımız her olay ve her durumda
medya, medyanın tutumu ve duruşunun çok önemli ve çoğu zaman da
hayati oluşudur. Zaten bu nedenle
de yaygın benzetme olarak medyanın dördüncü güç oluşunda herkes
hemfikirdir. Bu gücünü de sanırım
yalnızca haber vermekten almıyor,
insanların ve toplumun düşünce ve
algı çerçevelerini belirlemekten de
alıyor. Bu nedenle, terörizmle mücadelede doğru ve gerektiği gibi, medyayla birlikte hareket edebilmemizin
önemine inanmaktayız. Teröre karşı
yürütülen topyekün mücadelede sizlere de büyük sorumluluk düşüyor.”
Özlenen tablo, asker açısından
açıktır: Emireri medya daha da aktif
olmalı, topyekün savaşta komutanlarının yanında yer almalıdır. Emireri
medyanın kendisine yüklenen görevi
seve seve üzerlendiğinden/üzerleneceğinden kuşkumuz yoktur.
Bunun yanında İlker Başbuğ, ordu
olarak çıkarılan yasaların basın açısından –özellikle yurtsever, devrimci, demokratik ve komünist basın
açısından– sağladığı kimi olumlulukların ortadan kaldırılmasını da
talep etmektedir. “Örgütün sahip
olduğu veya örgütün mesajlarını yayan yandaş medyanın rahatça yayın
yapmasını ve dağıtılmasını önleyecek tedbirler alınmalıdır.” sözleri
Başbuğ’undur. Bu açıklama açıkça
komünist, devrimci, demokrat, yurtsever basın yayın organlarına yönelik
yeni bir saldırı kampanyasının hazırlığıdır.
AKP HÜKÜMETİ “KÜRT
SORUNU”NU TANIDI MI?
Avrupa Birliği görüşmelerine az bir
süre kala AKP hükümeti ordunun bu
manevrasına daha önceden de gerek
Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz
gibi siyaset sahnesinden çekilmiş siyasetçilerin denediği bir uygulama
ile karşılık verdi. Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan önce kimi “aydınlarla” ve kimi sivil toplum örgütü
temsilcileriyle biraraya gelerek görüş alışverişinde bulundu, ardından
Diyarbakır’a giderek “Kürt sorunu
nusu “aydınlara” ve son dönemde yapılan açıklamalara verip veriştirerek
“tavrını” ifade etti. Yine basına yansıyan haberlere göre 23 Ağustos’ta
yapılacak MGK’da askerlerin “Kürt
sorunu” söylemine yönelecekleri,
bunun belli birtakım sorunlar yaratacağını söyleyecekleri; yine bu tür
söylemlerin daha önce devletin belli
birimlerinde koordine edilerek, belli
bir plan ve stratejiye dayanarak söylenmesini isteyecekleri belirtiliyor.
Hakim sınıf ların kendi iç dalaşlarına alet edilmeye çalışılan “Kürt
sorunu”nun andaki örgütlü ve önder
gücü olan PKK ise Diyarbakır gezisinin ardından yaptığı açıklamada
bir aylık ateşkes ilan ettiğini açıkladı.
Bununla PKK, hükümete belirli bir
olduğu”nu söyleyerek sorunun çö- fırsat tanımış oluyor: AKP hükümeti
zümü yönünde adımlar atılacağını
tanımış olduğu “Kürt sorunu” konusöyledi.
sunda “çözüm”e yönelik adım atmaAslında tanınan bir sorun yok… lıdır; tanınan süre bunun içindir.
“Kürt sorunu”nun varlığının Türk
Diğer yandan PKK’nin ateşkes
hükümetlerince, ya da devlet yetkili- kararı, AKP hükümeti için AB gölerince kabulü yeni değildir. Erdoğan
rüşmeleri öncesinde ayrıca önem
da tüm diğer devlet yetkililerinin
taşımaktadır. Böylece hükümet AB
inkârcı siyasetini sürdürmekte, so- ile görüşmelerde karşısına gelmesi
runun ulusal bir sorun olduğu ger- muhtemel “terör olayları” konusunda
çeğini gözardı etmektedir. Erdoğan “sorunun çözümü için çalıştıkları”,
için de sorun, ancak “tek devlet, tek “bunun için adımların atıldığı” vs.
bayrak, tek millet” anlayışı çerçeve- söylemiyle çıkabilecektir.
sinde ele alınabilecek bir sorundur.
Bir taraftan “içte” “topyekün savaş”
Erdoğan’ın Diyarbakır’da “Kürt so- ilan edilip PKK’nin çökertilmesinin
runu” var demesi onun gerçek bir bir parçası olarak “sınırötesi harekât”
demokrat olmasından kaynaklanmı- yapılması tartışılırken, diğer yandan
yor. Hayır; Erdoğan’a “Kürt sorunu
da sorunun çözülmeye çalışıldığı gövardır” dedirten, “derin devletle” ik- rüntüsü verilmektedir. Bu bağlamda
tidar dalaşında onun böyle bir taktik “yeni” yapılması düşünülen “sınıröçıkışa gereksinim duymasıdır.
tesi harekât”/ların öncekilerinden
Başba ka n’ı n bu tav r ı “ la i k ”- farklı bir yanı var/olacak: Bugün
Kemalist kesimin kimi sözcüleri
Irak’ta ABD var! ABD’nin kendisitarafından –ordu tarafından– tep- nin –ve desteklediği güçlerin– dek iyle karşı landı. Birinci Ordu
netimindeki bölgeye böyle bir “sınıKomutanlığı’ndan emekliye ayrılarak rötesi harekât”a tepkisi ne olacaktır?
görev devreden Org. Hurşit Tolon de- Yani yeni bir sınırötesi harekât Türk
vir teslim töreninde Başbakan Recep
hakim sınıfları açısından eskisi kaTayyip Erdoğan’ın konuştuğu sözko- dar kolay bir iş değildir. Bu yüzden
gerek ordu, gerekse AKP hükümetinin sözcüleri bu konuda temkinli
davranmaktadırlar.
“ÇÖZÜM” VE KALICI BARIŞ…
Yirmi yılı aşkın bir süredir Türkiye’de
bir “savaş” yaşanıyor. Sorun bellidir.
Türk hakim sınıfları sorunu en alt
düzeyde “çözer” gibi yapıyor ve ama
özüne inmiyorlar. Bırakalım en demokratik taleplerin karşılanmasını,
kültürel kimi talepler bile –söylemde,
yasada kimi düzenlemelere gidilse
de–, uygulamada yok sayılıyor, yasakçı anlayış sürdürülüyor.
Sorunun burjuva çerçevede çözülmesi bile gerçekleşemiyor. Sorun da
burada: Bizzat sorunun yaratıcılarından sorunu “çözmeleri” beklenemez.
Zaten hakim sınıfların en azından bir
kanadı açısından bugün Kürt ulusal
sorununun çözümü değil, “çözümsüzlüğü” geçer akçedir ve Kürt ulusal sorunu ve bunun sonuçlarından
birisi olan “savaş” olgusu objektif
olarak hakim sınıf ların kendi aralarındaki dalaşın önemli bir unsuru
olarak algılanmaktadır.
Bugüne kadar bir dizi hükümet sorunun altında ezilip kalmıştır; eğer
AKP hükümeti de gerekli açılımları
sağlayamazsa –ki bugünkü ortamda
bu oldukça zor görünmektedir!– siyaset sahnesinden –bunun da etkisiyle
de– çekilmek zorunda kalacaktır.
PKK son manevrasıyla AKP hükümetine bir “fırsat” tanımıştır. Ancak
bugünkü koşullarda ve güçler dengesinde izledikleri reformist-pragmatist politikanın, bu bağlamda yapılan
tek taraf lı “ateşkes”lerin sorunun
“çözüm”üne fazla bir getirisi olmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Hayır, günümüz dünyasında ulusal sorunun gerçek çözümü mevcut
koşullarda ve sistemden beklenemez.
Onların “barış”ı olsa olsa yeni gerici,
haksız, karşıdevrimci savaşlara hazırlık için, halklara karşı yeni saldırıların planı için, halkları birbirine
düşürmenin yeni hazırlıkları için
birer nefes alma dönemleri olabilir.
Ama kalıcı barış, kâr, daha fazla kâr
için, dünyanın yeniden paylaşımı dalaşlarının yeniden yeniden yapıldığı
bu sistemde mümkün değildir.
Eğer dünya üzerinde kalıcı barış
isteniyorsa emperyalizmin/kapitalizmin egemenliğine son vermek gereklidir. Gerek dünyada, gerekse coğrafyamızda kitlelerin özlemini duyduğu
barış, emperyalistlere ve onların yerel
işbirlikçilerine karşı verilecek ulusal
ve sosyal kurtuluş mücadeleleriyle,
devrimlerle kazanılacaktır. “Barış”
ve “halkların kardeşliği” ancak haklı,
devrimci savaşlarla kazanılacaktır!
20 Ağustos 2005 ✓
gündem
L
Terör emekçileri vuruyor –
egemenlere yarıyor!
ondra’da iki hafta arayla üstüste aynı şekilde gerçekleşen
bombalı saldırılar 80’i aşkın
insanın ölümüne ve yüzlercesinin
yaralanmasına yolaçtı. İslami gericiliğin hanesine yazılan bu saldırılar,
işine gücüne gitmek için metro ve
otobüsleri kullanmak zorunda olan
Londra halkını dehşet ve paniğe düşürdü.
Hiçbir ayrım yapmadan, rastgele
insanları hedef alan, onların ölümünü ve yaralanmasını göze alan
terörist saldırılar ne adına yapılırsa
yapılsın dünya halklarını vuruyor.
Hem de birçok açıdan:
* 7 Temmuz’da Londra’da gerçekleşen ilk bombalı saldırı, İskoçya’da
yapılan en büyük emperyalist haydutlar toplantısı “G8 Zirvesi”ne rast
geliyordu. Bombalar patlayınca, bu
zirvenin emperyalistlerin dünya
halklarına yeni saldırı plan ve pazarlıkları için yapıldığı gündem de arka
plana düştü. Ekrana çıkan İngiltere
Başbakanı Blair, Bush ve Chirac’ı da
yanına alarak terörizme lanet okudu.
Bombalı saldırı ne yazık ki, bu haydutlara kendi haydutluklarının, barbarlıklarının üstünü örtmelerine
fırsat verdi. İkiyüzlülüğün, utanmazlığın haddi hesabı yoktu. Dünya
halklarının gözünün içine baka baka
Blair şu sözleri sarfediyordu:
“Özellikle Afrika’daki yoksullukla
mücadele ve iklim değişikliğiyle ilgili
problemlerin ele alındığı bir toplantı
sırasında böyle bir saldırı yapılması
barbarca. Bizim kararlılığımız, onların masum insanları öldürüp veya
zarar vererek dünyaya ekstremizm
yayma kararlılığından daha büyük.”
(Milliyet, 8 Temmuz 2005)
Afrika halklarını yoksulluğa ve
açlığa terkedenler bizzat kendileri!
Emperyalist kârları için doğa ve
çevre katlinden geri durmayan, iklim
problemini yaratanlar bizzat kendileri! Burjuva bilim adamları, araştırmacılar ve çevreciler “İklim felaketi
yaklaşıyor, önlem alınmak zorunda!”
diye onyıllardır haykırırken, inatla
önlem almamakta direnenler yine
kendileri!!! Irk, milliyet, din, mezhep,
cins ayrımıyla dünya halklarının arasında düşmanlık tohumlarını ekenler bizzat kendileri!!! Bütün bunlar
unutturulmaya çalışılıyor! En büyük
barbarlar, kendi yarattıkları terörist-
olduğunu, insanların kendisine hiç
çekinmeden şüpheyle baktıklarını,
her davranışını izlediklerini anlatıyor. Bu durumun yarattığı rahatsızlık
içinde kıvranırken, sırt çantası aklına
geliyor. Rahatsızlığı öyle bir noktaya
geliyor ki, daha fazla dayanamıyor ve
sırt çantasını açıp insanlara gösteriyor ve bakın, bende bir şey yok diye
feryat ediyor. Durum çok ciddi boyutlarda!
Londra’da sorgusuz yargısız
infaz!
leri barbarlıkla suçlarken televizyon
ekranlarında aldıkları masum-üzgün pozlarla dünya halklarına masal
anlatıyorlar.
* Londra’da üstüste patlayan bombalar, Mısır’da turizm beldesi Şarm
El Şeyh’teki bombalı saldırı ve yeni
saldırıların takip edeceği tehditleri emekçiler arasında güvensizlik, korku ve düşmanlıklar yayıyor.
Suçsuz insanların ölümünü göze
alan bu –evet– barbarca saldırılar,
emperyalistlere “teröre karşı küresel
mücadele” adı verdikleri ve Irak’ta,
Afganistan’da gördüğümüz gibi
emperyalistlerin halklara karşı işgal ve saldırı savaşlarını fütursuzca
sürdürme noktasında daha da fırsat
veriyor. Halklara karşı yürüttükleri
haksız saldırılarını “haklı” çıkarma
fırsatı veriyor.
* Bu terör olaylarını kullanan
emperyalistler “kendi” ülkelerinde
burjuva demokrasisini bu duyor,
demokratik hakları adım adım rafa
kaldırıyorlar. Londra’da bombaların
patlamasının ardından şehirde resmen ilan edilmemiş olsa da sıkıyönetim yaşanıyor. Bir günde bütün şehir
polisle doldu. Şehrin ve sokakların
efendisinin kendileri olduklarını
hissettirerek insanlara hükmediyor,
onları yönlendiriyorlar. İç güvenliğin sağlanması adına polisin yetkileri artırıldı. İnsanların tam kontrol
altında tutulması amacını güden
gözetleme ve fişleme tedbirlerinin
hızla yasallaşması gündeme geldi.
“Elekronik parmak iz”li pasaport ve
nüfus cüzdanı dönemine geçmeyi
yasalaştırmasına karşın, buna ayrılması gereken muazzam kaynak
konusunda muhalefet tarafından en-
gellenen Blair hükümetinin işi kolaylaştı. Yaşam korkusunun ağır bastığı
yerde, kitleler demokratik hakların
kısıtlanmasına razı olma noktasına
geliyorlar.
* Saldırıların İslamcı gericilik
kaynaklı olduğunun belirlenmesi,
Batılı emperyalist metropollerde
gündemde olan ırkçı-ayrımcı kışkırtmaya daha da ivme kazandırdı.
Bunu yaparken her zamanki gibi
ikili oynuyorlar. Bir yandan sözümona bütün “Müslümanları” aynı
kefeye koymamak gerektiği laflarıyla
ırkçı kışkırtmalarını perdelemeye
çalışırken, diğer taraftan gayet açık
bir şekilde halk içindeki korku ve
tedirginliği kullanıyor ve ırkçı-milliyetçi-Hıristiyan şovenisti yaklaşımları güçlendiriyorlar. Londra’da
insanlar tedirgin. Herkes birbirinden
korkuyor. Ve tedbirli olmak adına
televizyon kanallarından bu korku
besleniyor. İnsanlar öyle tedirgin ki,
otobüs ve trene bindiklerinde şöyle
etrafta bir göz gezdirmekten kendilerini alamadıklarını ve gözlerinin
sürekli şüpheli aradığını anlatıyorlar.
Ve “şüpheli” kategorisine kimlerin
alındığı da gayet açık: Müslüman
olduğu tahmin edilen herkes! Asyalı
tipindeki herkes ve esasen İngiliz ya
da Batı Avrupalı “beyaz” olmayan
herkes! BBC kanallarından insanlar karşı karşıya oldukları ırkçılığın
bu yeni boyutunu anlatıyorlar: Asya
kökenli bir İngiliz vatandaşı, metroya bindikten kısa bir zaman sonra
üzerinde bir rahatsızlık hissettiğini,
kafasını kaldırıp etrafına bakındığında ise üzerine bir sürü gözün
dikilmiş olduğunu farkettiğini anlatıyor. Gerçek anlamda göz hapsinde
Bu kadarla da kalmıyor.
“Teröre karşı savaş” adına hak ve
özgürlüklerin bir çırpıda bir kenara
itilebildiği, İngiliz polisinin kelimenin gerçek anlamıyla savaş hali
içinde hareket ettiği çok geçmeden
görüldü.
Terörist “avı”ndaki İngiliz polisi,
“şüpheli” gördüğü bir kişiyi gözünü
kırpmadan 5 kurşunla öldürdü.
Görgü tanıkları, polisin “esmer
ciltli” bir adamın peşine düşerek onu
nasıl “av” durumuna düşürdüğünü,
bu insanı nasıl köşeye sıkıştırdığını
ve adam yere yatmış olmasına, dolayısıyla kendisini yakalama imkânı
varken, nasıl silahı çekip beş el ateş
ettiğini BBC televizyonuna açıkladı.
Polisin resmen sorgusuz-sualsiz infaz uyguladığı o kadar açıktı ki!!!
Buna rağmen ilk yapılan açıklamalardan itibaren polisin yaptığı savunuldu. ‘Sırtında kabarık ceket vardı.’,
‘Kemerinden kablo sarkıyordu’. ‘Dur
emrine itaat etmedi, kaçtı.’ türünden açıklamalarla katledilen kişinin terörist olduğu şüphesini güçlendirmeye çalışsalar da sonu boş
çıktı. Öldürülen kişi Brezilyalı ve
Hıristiyan kökenliydi. Terörist de
değildi. Paniklediğinden kaçmıştı.
Ve polis düpedüz suçsuz bir insanı
öldürmüştü.
Bu olay bir kez daha batının sözümona “uygar”, “ileri” ülkelerindeki “burjuva demokrasisi”nin kaygan zeminini gözler önüne serdi.
Emperyalist devletler “iç güvenlik”in
sağlanması vb. adına anında bütün o
–zamanı geldiğinde çokça övündükleri– demokratik kuralları, hak ve
özgürlükleri çiğneyip, kendi çıkarları gereğince hareket edebiliyorlar.
Burjuva demokrasisi ile faşist uygulamalar arasında Çin Seddi yok. İkisi
gündem
yanyana olabiliyor, birinden diğerine
kolaylıkla geçilebiliyor. Londra’da,
salt esmer ciltli olduğu için katledilen
Brezilyalı genç adama sıkılan kurşunlar iç faşistleşmede erişilen yeni boyuta işaret ediyor. Polisin “terörizme
karşı savaş”ta adam öldürme, şüpheli
gördüğünü sorgusuz-sualsiz vurma
yetkileriyle donatılmasının zemini
hazırlanmış oluyor. Polisin yaptığı
hata çok açık olduğundan, Blair hükümeti ve polis şefleri bunu kabul etmek zorunda kaldılar. Ancak, hemen
ardından “terörizme karşı savaş”ta
böyle şeylerin olabileceğini de eklemekten geri durmadılar. Bunun da
bahanesi hazırdı: Teröristlerin daha
büyük bir insan kitlesini, suçsuz insanları öldürmesini engellemek esas
olduğundan, bir tek suçsuz insan
kaybını göze almak gerekirmiş.
“Terörizme karşı mücadele” adına
emperyalist ve gerici devletlerin uyguladığı devlet terörünü daha da artırmak, daha da sistemli hale getirmek için kullanıyor.
Örneğin Blair’in açıklamalarına
göre yeni bir y
asal düzenlemeye
gidilecek. Bu yeni yasal düzenlemeyle “terörle mücadele” adına gizli
duruşmalı “gizli terör mahkemeleri”
kurulacak, “terör” zanlıları haklarını
bilmeden üç ay gözaltında tutulabilecek, “terörü” öven veya teşvik edenler
“vatana ihanet” suçuyla yargılanabilecek. Blair’e göre; “terörle mücadelede oyunun kuralları değişecek”tir!
Bütün bunlar İngiltere’de (ve diğer
emperyalist metropollerde) emekçi
kitlelerin ideolojik olarak daha da
zehirlenmesine yolaçıyor: Terörist
bomba saldırısına uğramaktan korkan, kendilerinin ve yakınlarının
yaşamları için tedirgin olan insanlar,
bu ideolojik bombardıman altında
yapılan bu türden açıklamalara onay
veriyorlar. Ve ne yazık ki, “Terörizme
karşı savaş” adı altında demokratik
hak ve özgürlüklerin tırpanlanmasına gerekli tepkiyi göstermiyorlar.
Emperyalistlerin terörist saldırıları
kullanarak bilinçli olarak körükledikleri bu ortamda ilerici güçlerin
ırk-milliyet-din-cins ayrımıyla uygulanan böl-yönet politikasını teşhir
etmeleri, dünya halklarının çıkarı
için ırkçı-şoven-gerici koroyu aykırı
seslerle bozmaları büyük önem kazanıyor.
Barbarlık barbarlığı doğuruyor.
Dünya halklarını barbarlıklardan
kurtaracak olan emperyalistlerin
“terörizme karşı savaş”ı değil; dünya
ezilenlerinin barbarlığın kaynağını
kurutmak için yükseltecekleri mücadeledir.
Barbarlığın tek ve gerçek alternatifi
sosyalizmdir!
Ağustos 2005 ✓
“
Em­per­ya­list si­lah­lan­ma
ya­rı­şı kı­zı­şı­yor!
Ka­lı­cı ba­rış ça­ğı” ya­la­nı­nın em­
per­ya­list­ler­ce dün­ya ça­pın­da
ya­yıl­ma­sı­nın üze­rin­den he­nüz
15 yıl ka­dar bir za­man geç­ti. Dün­ya
halk­la­rı­nı bir­kaç yıl avut­ma­ya ça­lış­
tık­la­rı bir ya­lan... Ama ip­li­ği çoktan
pa­zar­a çıkan bir ya­lan. Şim­di­ler­de
da­ha az bah­se­der ol­du­lar, “ka­lı­cı ba­rış
ça­ğı”ndan. Si­lah­lan­ma­la­rı­nı ve dün­
ya­nın dört bir ya­nın­da yü­rüt­tük­le­ri
sa­vaş­la­rı hak­lı çı­kar­mak için baş­ka
ya­lan­la­ra, baş­ka ba­ha­ne­le­re baş­vu­ru­
yor­lar. Em­per­ya­list si­lah­lan­ma­nın ve
yü­rü­tü­len he­ge­mon­ya ve kâr sa­vaş­la­
rı­nın ye­ni kı­lı­fı “te­rö­riz­me kar­şı mü­
ca­de­le” ol­du!
Ba­rış Araş­tır­ma Ens­ti­tü­sü SİP­
Rİ’nin yap­tı­ğı sa­yı­ma gö­re, şu an yıl­da
en az 1000 ki­şi­nin ölü­mü­ne yo­la­çan
19 “bü­yük çap­lı si­lah­lı ka­pış­ma” ya­şa­
nı­yor. Bun­lar­dan Irak, Su­dan-Dar­fur
ve Al-Ka­ida’ya kar­şı yü­rü­tü­len “an­titö­rör sa­va­şı” on yıl­dan az bir sü­re­dir
gün­dem­de. An­cak, bir di­zi “si­lah­lı ça­
tış­ma” ya da sa­vaş, ör­ne­ğin Ne­pal ve
Ugan­da’da ol­du­ğu gi­bi on­yı­lı aş­kın
sü­re­dir gün­dem­de… Uzun la­fın kı­
sa­sı, em­per­ya­list dün­ya­da bı­ra­ka­lım
“ka­lı­cı”lı­ğı, si­lah­lar sus­ma­dı ki, hiç­
bir za­man!
Da­ha­sı var: Em­per­ya­list­le­rin ken­di
ara­la­rın­da­ki çı­kar çe­liş­ki­le­ri art­
tık­ça, si­lah­lan­ma ya­rı­şı da kı­zı­şı­yor.
İş­te ve­ri­ler:
Sipri Ba­rış Araş­tır­ma Ens­ti­tü­
sü’nün açık­la­ma­sı­na gö­re 2004 yı­
lın­da dün­ya ça­pın­da si­lah­lan­ma­ya
ya­tı­rı­lan pa­ra mik­ta­rı 1 katrilyon
35 mil­yar do­la­rı bu­la­rak ye­ni bir re­
kor se­vi­ye­ye ulaş­mış du­rum­da. Tek
ba­şı­na ABD as­ke­ri büt­çe­si dün­ya
ça­pın­da si­lah­lan­ma­ya ya­tı­rı­lan pa­ra­
nın yüz­de 47’si­ni oluş­tu­ru­yor. Si­lah­
lan­ma kı­zı­şı­yor ve si­lah te­kel­le­ri­nin
aza­mi kâr yıl­dız­la­rı par­lı­yor. Öy­le bü­
yük pa­ra­lar dö­nü­yor ki, dün­ya­nın en
ön­de ge­len 100 bü­yük si­lah te­ke­li­nin
ci­ro­su, dün­ya­nın en fa­kir 61 ül­ke­si­
nin brüt sos­yal ürü­nü­ne eşit olu­yor.
Em­per­ya­list­ler diş­le­ri­ne tır­nak­la­rı­na
ka­dar si­lah­lan­mak­la kal­mı­yor, si­lah
ti­ca­re­tiy­le ka­zanç­la­rı­na ka­zanç sağ­lı­
yor­lar.
Tek tek ül­ke­le­rin si­lah­lan­ma­ya
ya­tır­dık­la­rı pa­ra­nın ül­ke büt­çe­si­ne
gö­re ora­nı da de­ği­şi­yor. ABD’nin as­
ke­ri büt­çe­si­ne ayır­dı­ğı oran yüz­de
3,8 iken, Erit­re brüt sos­yal ürü­nü­
nün yüz­de 19,4’ünü, Oman yüz­de
12,2’si­ni, Ku­veyt yüz­de 9,0’ını, Ür­
dün 8,9’unu si­lah­lan­ma­ya ya­tı­rı­yor.
Si­lah it­ha­la­tı 2004-2005
(mil­yon ABD do­la­rı ola­rak)
Ge­nel ola­rak ba­kıl­dı­ğın­da Or­ta Do­
ğu’da ül­ke ge­li­rin­den si­lah­lan­ma­ya
ay­rı­lan pa­yın oranının bü­yük ol­du­ğu
gö­rü­lü­yor.
Ulus­la­ra­ra­sı si­lah ti­ca­re­tin­de
Rus­ya en bü­yük si­lah ih­ra­cat­çı­sı ola­
rak ye­ri­ni sağ­lam­laş­tır­mış ve ABD’yi
ikin­ci­li­ğe it­miş du­rum­da­dır. On­la­rı
Fran­sa, Al­man­ya ve İn­gil­te­re iz­le­mek­
te­dir. Si­lah ti­ca­re­tin­de­ki top­lam ci­ro­
nun yüz­de sek­se­ni bu beş ül­ke­nin he­
sa­bı­na ya­zıl­mak­ta­dır.
Si­lah ih­ra­ca­tı 2000-2004
(mil­yon ABD do­la­rı ola­rak)
Rus­ya
26.925
ABD
25.930
Fran­sa
6358
Al­man­ya
4878
İn­gil­te­re
4450
Uk­ray­na
2118
Ka­na­da
1700
(Kay­nak: Sip­ri Ye­ar­bo­ok 2005,
Frank­fur­ter Rundsc­hau, 8.6.2005;
Sip­ri ra­po­ru hak­kın­da da­ha ge­niş
bil­gi için bkz. www.sip­ri.org)
Si­lah sa­tın alan ül­ke­le­rin ba­şın­da
11 milyar 667 mil­yon do­lar­la Çin ge­
li­yor. Onu Hin­dis­tan, Yu­na­nis­tan, İn­
gil­te­re ve 5. sı­ra­da Tür­ki­ye iz­li­yor.
Çin
11.677
Hin­dis­tan
8526
Yu­na­nis­tan
5263
İn­gil­te­re
3395
Tür­ki­ye
3298
Mı­sır
3103
Al­man­ya
575
İs­viç­re
291
Avus­tur­ya
185
(Kay­nak: Sip­ri Ye­ar­bo­ok 2005,
Die Pres­se, 8.6.2005)
Ve­ri­ler or­ta­da... Bun­la­ra da ge­rek
yok as­lın­da. Dün­ya halk­la­rı iz­li­yor
her gün te­le­viz­yon­lar­dan em­per­
ya­list­le­rin kış­kırt­tık­la­rı ve Irak’ta
Af­ga­nis­tan’da ol­du­ğu gi­bi biz­zat yü­
rüt­tük­le­ri sa­vaş­la­rı! Ba­rış ge­ti­re­ce­ğiz
di­yor - vu­ru­yor­lar, in­san hak­la­rı ve
de­mok­ra­si di­yor – vu­ru­yor­lar, ka­dın
hak­la­rı di­yor, vu­ru­yor­lar!!!! Em­per­
ya­list çı­kar­la­rın­dan baş­ka bir­şey gö­
zet­mez­ken dün­ya halk­la­rı­nı ya­lan­la
uyut­ma­ya, avut­ma­ya ça­lı­şı­yor­lar.
Evet, dün­ya ba­rış is­ti­yor!
Evet, dün­ya­nın bü­tün ezi­len­le­ri ba­
rış öz­le­mi çe­ki­yor!
Fa­kat şu­ra­sı açık: Dün­ya yü­zü­ne ba­
rı­şı em­per­ya­list­ler ge­ti­re­mez!
Ha­yır, dün­ya yü­zün­de ba­rı­şı dün­
ya­yı em­per­ya­list­ler­den ve her tür­den
ge­ri­ci­ler­den te­miz­le­yen ulus­la­ra­ra­sı
pro­le­tar­ya ve ezi­len halk­lar fi­liz­len­di­
re­cek.
11 Ağustos 2005 ✓
gündem
Atom bombasının
60. yıldönümü…
“Hiroşimada öleli
oluyor bir on yıl kadar
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.”
(Nâzım Hikmet)
H
iroşima ve Nagazaki’de sayısı tam olarak belirlenemeyen yüzbinlerce insanın
atom bombasının kurbanı olmasının
üzerinden 60 yıl geçti.
Atom bombaları, silahları ve değişik kitlesel imha silahlarının sayısı
çoğaldıkça çoğaldı ve insanlık ile doğayı barbarlığa sürükleyecek tehlike
her geçen gün daha da büyüdü!
Emperyalist dünyanın egemenleri, sosyal emperyalist blokun dağılmasını “barış çağına” geçiş, savaş
nedeninin ortadan kalkması olarak
göstermeye çalışsalar da, 2005 yılında dünyanın barbarlık içinde çöküşe sürüklenmesi tehlikesi, 1945’ten
daha da büyüktür. Gelinen yerde
kimi burjuva yazarların bile tespit ettiği gibi: “Ya biz atom silahlarını yok
edeceğiz, ya da onlar bizi yok edecek.
Eğer bugün değilse, o zaman yarın.”
Evet, çok kısa ifade edilirse, “ya
barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm”
şiarı ve seçeneği “büyük insanlığın”
önünde hiç bir dönem olmadığı kadar günceldir. Eğer “büyük insanlık”
tüm silahlarıyla birlikte emperyalist
barbarlığa son vermezse, emperyalist
barbarlık tüm insanlığı ve dünyayı
barbarlık içinde çöküşe götürecektir.
Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom
bombalarının 60. yıldönümünde,
atom barbarlığının kurbanlarını
anarken her şeyden önce bilince çıkarılması gereken düşünce budur.
HİROŞİMA VE NAGAZAKİ…
KISA BİR BİLANÇO…
Hiroşima ve Nagazaki Ağustos 1945’e
kadar İkinci Dünya Savaşı döneminde Japonya’nın bombalanmayan
büyük şehirlerinden ikisiydi. Kimileri
bu şehirleri diğerlerinden daha ”güvenlikli” sayıyordu. 6 Ağustos sabahı
Hiroşima’da kısa süren alarm sirenlerinin uyarısı fazla ciddiye alınmamış,
”tehlike geçti” sanılarak kısa süre
sonra alarma son verilmişti. Alarma
son verilmesinden çok kısa süre
sonra atom bombasının Hiroşima’ya
atılacağından hiç kimsenin haberi
yoktu, olamazdı da… İnsanlık tarihi
o güne kadar atom bombası diye bir
kitlesel imha silahını tanımıyordu.
Atom bombasının ilk denemesi 16
Temmuz 1945’te ABD emperyalistleri tarafından gerçekleştirilmiş ve
sözkonusu patlama kamuoyuna silah
cephanesinde meydana gelen şiddetli
bir patlama olarak gösterilmişti.
ABD emperyalizminin egemenleri
ikinci denemeyi ”canlı hedef ”te deneme ve bu denemenin de daha önce
bombalanmamış bir Japonya şehri
olmasına ve böylece bombanın gerçek etkisinin ne olacağını öğrenmeye
karar vermişti…
5 Ağustos öğle sonrasında verilen
emirle 3.05 metre uzunluğunda, 74
santim çapında ve 4400 kilo ağırlığındaki ”Little Boy” adı verilen atom
bombası, B-29 Nr. 82 ve ”Enola Gay”
adı verilen uçağa yüklendi…
6 Ağ ustos 1945 saba hı, saat
8.15’e yaklaşırken ”Enola Gay” ve
onunla birlikte uçuş yapan uçaklar
Hiroşima’nın üzerinde uçuyor, birbirlerine anlaştıkları sinyali verdikten sonra ”Little Boy” şehrin üzerine
bırakılıp acil biçimde geriye uçuşa
geçiyorlardı. Saat 8.16’da bomba patladığında her yanı ”cehennem ateşi”
sarmış, insanlar neye uğradığını bile
anlamadan onbinlercesi katledilmişti.
“Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.”
(Nâzım Hikmet)
Evet, Nâzım’ın da dile getirdiği gibi,
sayısı belli olmayan onbinlerce insan
“bir avuç kül oluverdi” ve “külü havaya savruldu”… Patlamanın ve basıncın etkisi azalan alanlarda anında
ölmeyenler ise ya çok kısa süre sonra
yaşamını yitirmiş ya da ömrü boyunca atom bombasının izlerini vücudunda taşımış, somut olarak da
radyasyondan kaynaklanan hastalıkları gelecek kuşaklara devretmiştir.
Hiroşima’ya atılan atom bombasının katlettiği insan sayısı konusunda
değişik veriler var. Fakat genelde
üzerine anlaşılan rakamlar, atom
bombasının atılmasıyla yaşamını yitirenlerin sayısının 70 bin, yıl sonuna
kadar ise 140 bine çıktığı, 1950’ye
gelindiğinde ise bu sayının 200 bini
bulduğudur. Hiroşima’nın o dönemdeki nüfusunun büyük bölümü yaşamını yitirmiş, diğer bölümü ise yaralanmış, sakat kalmıştır. Hiroşima’ya
atılan bombanın Uran-235 Bombası
olduğu ve 12.500 ton TNT patlama
gücüne sahip olduğu söylenmektedir.
9 Ağustos 1945 tarihinde, saatler 11.02’yi gösterirken bu sefer ”Fat
Man” adı verilen bombayı taşıyan
B-29 tipi ve ”Bock’s Car” adı verilen
uçak Nagazaki üzerinde uçuyor ve
540 metreden bombayı atıyordu.
Kimi anlatımlara göre havanın
biraz sisli olması, bombanın şehir
merkezine atılmasına olanak vermediği ve bu sayede ilk anda katledilen
insan sayısının Hiroşima’dakinden
az olduğudur. Bu sefer atılan bomba
Plutonium-239 Bombası’ydı. Bu
bombanın 22 kiloton TNT patlama
gücüne sahip olduğu tahmin edilmektedir. Bombanın atıldığı ilk anda
yaşamını yitirenlerin sayısı 25 bin ile
36 bin arası tahmin edilmektedir. Bu
sayı yıl sonuna kadar 70 bine, 1950’ye
kadar ise 140 bine çıkmıştır.
Böylece beş yıl içinde doğrudan
atom bombasının atılması sonucu
ölenlerin sayısı 340 bini geçmiş, yine
yüzbinlerce insan uzun süreli hastalıklara yakalanarak sonraki yıllarda
atom bombası barbarlığını gözler
önüne seren canlı tanıkları olmuşlardır. 60 yıllık süreçte bu iki atom
bombasının doğrudan sonuçlarına
kurban giden insan sayısı milyon(lar)
olarak tahmin edilmektedir.
SOĞUK SAVAŞIN BOMBASI…
ABD emperyalistleri bu barbarlığı
savaşın sona erdirilmesinin bir gerekliliği ve yüzbinlerce ABD askerinin ölümlerini engellemenin bir
önlemi olarak şirin göstermeye çalıştılar. Japonya’nın 15 Ağustos’ta yenilgiyi kabul etmesi ve 2 Eylül’de ise
teslimiyeti imzalaması da, savaşın
bitirilmesinin de atom silahlarının
atılması sayesinde olduğunu anlattılar kamuoyuna.
Oysa gerçekler, Japonya’ya karşı
savaşta müttefik güçlerin zaferi için,
atom bombasının atılmasına gerek
olmadığını göstermektedir. Japonya
da ha Temmuz ay ı son la r ı nda,
Ağustos ayı başlarında SSCB’nin
Japonya’ya karşı daha savaşa girmediği ve Potsdam Konferansı’nın yapıldığı dönemde, SSCB’den savaşa
son vermek için arabuluculuk talebinde bulunmuştu. Savaşın hâlâ sürdüğü durumda, SSCB’nin de Yalta
Konferansı’ndaki anlaşmaya göre
Japonya’ya karşı savaşa gireceği de
bilindiğinde, Japonya’ya karşı savaşın kazanılacağını, o dönemin askeri
yetkilileri, önde gelen siyasetçileri de
kabul etmektedir. Churchill anılarının altıncı cildinde, “Japonya’nın kaderinin atom bombası tarafından belirlendiğini kabul etmek yanlış olur.
Onun yenilgisi atom bombası atılmadan önce açığa kavuşmuştu.” tespitini
yapmaktadır. ABD emperyalizminin
baş askeri yetkililerinden Amiral
Leahy de benzeri görüşü savunmaktadır. 1950’de yayınlanan tavrında
şunu söylemektedir: “Görüşümce,
gündem
Hiroşima ve Nagazaki’de bu barbar
silahın kullanılması Japonya’ya karşı
savaşımımızda bize önemli bir yardımı olmamıştır.”
Bu bağlamda ABD emperyalizminin esas hedefi ve hesaplarının içinde,
savaşa son verilirken esas olarak dünyadaki nüfuzunu genişletmek, sosyalist kaleye saldırmak ve Çin’de gelişen devrimi engellemek vardı. Kimi
burjuva siyasetçiler bile sözkonusu
atom bombalarının İkinci Dünya
Savaşı’nın son patlamaları olmaktan
çok, “soğuk savaşın ilk bombaları”
olduğunu teslim etmektedirler.
Yalta Konferansı, 4-11 Şubat 1945’te
gerçekleşti. Sovyetler Birliği, ABD ve
Büyük Britanya arasında “Uzak Doğu”
ile ilgili bir anlaşma yapıldı. Buna
göre Sovyetler Birliği, Avrupa’da
savaşın bitmesinden, Almanya’nın
teslim olmasından iki-üç ay sonra
müttefik güçlerle birlikte Japonya’ya
karşı savaşa girecekti. Bilindiği gibi 8
Mayıs 1945’te Almanya’nın teslimiyetiyle İkinci Dünya Savaşı Avrupa’da
son bulmuştu.
Alman faşizminin yenilgiye uğratılması ve Avrupa’da, özellikle
de Doğu Avrupa’da birçok ülkenin
faşizm boyunduruğundan kurtarılması, Sovyetler Birliği’nin dünya
halkları arasındaki nüfuzunun gelişmesine, sosyalizmin çekiciliğinin
her zamankinden daha da güçlü
hale gelmesine yol açtı. İkinci Dünya
Savaşı öncesinde tek sosyalist ülke
olan Sovyetler Birliği’nin yanında
sosyalizme doğru ilerleyen yeni ülkeler, halk demokrasisi ülkeleri doğmaya başlamıştı.
Bu gelişmeler kuşkusuz ki dünyayı paylaşmak isteyen emperyalistlerin, somutta da İkinci Dünya
Savaşı döneminde Sovyetler Birliği
ile müttefik olan ABD ve İngiliz emperyalizminin işine gelmiyordu. Her
ne kadar İkinci Dünya Savaşı’nda
belli bir tarihten sonra Sovyetler
Birliği ile ittifak kursalar da, ABD ve
İngiliz emperyalistlerinin planında
sosyalizme ve somutta da sosyalizmin kalesi Sovyetler Birliği’ne karşı
mücadele hiç bir dönem gündemlerinden çıkmadı. Sovyetler Birliği ile
ittifak kurmalarının perde arkasında
bile, esas olarak Sovyetler Birliği’nin
nüfuzunu sınırlama, sosyalist, komünist düşüncelerin dünya halkları arasında yayılmasını engelleme
amacı vardır.
Nazi Almanyası’nın teslimiyetinden sonra İkinci Dünya Savaşı’nın
Avrupa’da son bulması, zaferin
Sovyetler Birliği tarafından sağlanması, doğal olarak Sov yetler
Birliği’nin halklar arasındaki etkisini de güçlendiriyordu. Gündeme
müttefik güçlerin savaş sonrası
Avrupası’nın durumunu belirleme
sorunu yerleşmişti. Bu koşullarda
müttefik güçlerin katıldığı Potsdam
Konferansı, 17 Temmuz-2 Ağustos
1945 tarihlerinde gerçekleşti.
Daha önce bu konferansın ertelenmesine yol açan ABD Başkanı
Truman, 16 Temmuz’da atom bombasının denenmesi sonrasında
–Sovyetler Birliği temsilcilerinden,
somutta da Stalin’den gizleyerek de
olsa– bunu pazarlıklarda koz olarak
kullanmaya ve Sovyetler Birliği’nin
Japonya’ya karşı savaşa girmesinden önce atom bombasını kullana-
değildir. Bu, esas olarak ABD emperyalizminin egemenlerinin dünya hegemonyası planlarını gerçekleştirme
hesaplarının bir sonucudur. Sonuçta
bombalanan da sivil halk olmuştur
esasta. Birçok “bilir” kişi gibi İngiliz
profesör Blackett de, atom bombasının kullanılmasının İkinci Dünya
Savaşı’nın son askeri edimi olmaktan
çok, Sovyetler Birliği’ne karşı diplomatik soğuk savaşın ilk eylemleri
olduğunu tespit etmektedir. Sadece
Blackett değil, daha başka yetkili kişiler de aynı düşünceleri savunmaktadırlar.
Hiroşima, 6 Ağustos 1945
Üstte: "Little Boy"
Altta: "Fat Man"
rak Japonya’yı teslim almaya yönelik planlarını gerçekleştirme çabası
içine girdi.
Potsdam Konferansı döneminde
A BD, Büy ü k Brita nya ve Çi n
Japonya’ya koşulsuz teslim olmasını
da içeren bir ortak deklarasyon yayınladı. Sovyetler Birliği Japonya’ya
karşı savaşa girmediği için bu tarihte
sözkonusu deklarasyonu imzalama
durumunda değildi.
ABD emper ya lizmi Sov yet ler
Birliği’nin Japonya’ya karşı savaşa
girmesi ve Japonya’ya karşı savaşın
kazanılması durumunda, mümkün
olduğunca Sovyetler Birliği’nin etkisini azaltma, rolünü küçük gösterme
ve kendi etkisini güçlendirmenin
planlarını da yapıyordu. Böylece
Japonya’ya karşı savaşın kazanılması durumunda, Japonya’nın savaş
sonrası durumu üzerine Sovyetler
Birliği’nin etkisi engellenmek isteniyordu.
2 Ağustos’ta Potsdam Konferansı
biter, 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya ilk
atom bombası atılır. Aslında atom
bombasını atanlar ve bunların bilgilendirdiği kişiler dışında atom bombası kimsenin bilincinde değildir.
Atom bombasının atılmasını belirleyen askeri güç durumu, zorunluluğu
Gerçekten de atom bombası, esas
olarak Sovyetler Birliği’ne karşı diplomatik savaşın bir parçası, İkinci
Dünya Savaşı ertesinde dünya hegemonyasını sağlamanın bir aracı
olarak kullanılmıştır. ABD emperyalizminin “sahibinin sesi” basını,
radyosu ve kimi siyasetçileri atom
bombasının atılmasından sonra saldırgan biçimde dünyayı atom silahıyla korkutmanın propagandasını
yapmaya başladılar.
Bu arada Sovyetler Birliği, Yalta
Konferansı’ndaki anlaşmaya uygun
davranarak 8 Ağustos’ta Japonya hükümetine, müttefik güçlerle birlikte
Japonya’ya karşı savaşa girdiğine dair
açıklamayı verir ve Japonya’ya karşı
savaşı başlatır.
Sovyetler Birliği’nin savaşı başlattığı gün, 9 Ağustos 1945’te ABD
emperyalizmi Nagazaki’ye atom
bombası atar. Hiroşima’daki gibi
Nagazaki’de de hedefte askeri alanlar, hedefler yoktur. Katledilenlerin
esası yine sivil halktır.
Japon emperyalizminin egemenleri kendi aralarında yenilgiyi kabul
etmenin koşulları üzerine tartışırlar. Sonuçta İmparator Hirohito,
imparatorluğun korunması şartıyla Japonya’nın teslim olmasında
karar kılar. Aslında çelişkili görünse de atom silahlarının atılması
İmparatorun Japon halkı içinde
kendi nüfuzunu koruyarak ve teslim
olmayı Japon ulusunun yok olmasını engellemek amacıyla kabul ettiği
düşüncesiyle kitlelere yutturmanın
aracı olmuştur. Bu bağlamda atom
bombaları sivil halkı katlederken,
Japon emperyalizminin egemenlerinin de işine yaramıştır.
Japon emperyalizminin egemen
sınıfları, somutta da imparator yanlıları ile ABD emperyalizminin
Sovyetler Birliği’ne ve onun şahsında
komünizme karşı olması, anda savaşan iki gücün (ABD ve Japonya’nın)
belli noktada ortak tavıra sahip olmasını beraberinde getirmiştir.
Japonya İmparatoru Sov yetler
Birliği’nin askeri güçlerinin savaş
nedeniyle Japonya’ya girmesi durumunda iktidarının tümüyle yıkılacağından korkmaktadır. ABD emperyalizmi ise, Japonya’yı Sovyetler
Birliği olmadan kendi egemenliği
altına almak amacındadır. ABD emperyalizmi için yenilgiyi kabul eden
bir İmparator ile muhatap olmak,
Sovyetler Birliği ile muhatap olmaktan iyidir…
Japonya İmparatoru 15 Ağustos’ta
yenilgiyi kabul ettiklerini Japon halkına yaptığı bir konuşmayla açıklar.
İkinci Dünya Savaşı, Japonya’nın 2
Eylül’de teslimiyet belgesini imzalamasıyla son bulur.
Sovyetler Birliği savaşın son bulmasını, müttefik güçlerin Japonya’ya
karşı savaşı kazanmasını selamlar.
Elimizdeki belgelerden hareketle
Japonya’ya yönelik olarak atom silahının kullanılması konusunda
Sovyetler Birliği’nin herhangi bir
görüşü yok. Ancak savaşın bitmesinden kısa süre sonra Hiroşima ve
Nagazaki’ye atılan bombaların sonuçlarının biraz da olsa ortaya çıkmasından sonra, böylesi bir silahın
yasaklanması için temaslara başlanır.
ATOM SİLAHLARININ
YASAKLANMASI
MÜCADELESİNDE SOVYETLER
BİRLİĞİ’NİN TAVRI…
1945 Ara lı k ay ı nda, Sov yet ler
Birliği, ABD ve İngiltere Dışişleri
Bakanları’nın katıldığı Moskova’daki
konferansta atom bombası ve atom
enerjisi üzerine görüş alışverişi yapılır, tartışılır.
Bu tartışmalara bağlı olarak BMÖ’ne
bağlı bir Atom komisyonu kurulması
kararlaştırılır. 24 Ocak 1946’da yapılan BMÖ Genel Toplantısı’nın Birinci
Oturumu’nda BMÖ Atom Enerjisi
Komisyonu’nun kurulması kararlaştırılır. Komisyon BMÖ’ne üye 11
gündem
10
ülkenin ve Kanada’nın bir temsilcisi
olmak üzere 12 kişilik bir komisyon
olarak oluşturulur. Komisyon, 1946
Haziran ayı ortalarında çalışmalarına başlar.
Sovyetler Birliği, bu süreçte en başından itibaren Atom bombasının
yasaklanması için mücadele eder.
Her tür kitlesel imha silahının yasaklanmasından yanadır. Sovyetler
Birliği kitlesel imha silahlarının, somutta da öncelikle atom silahlarının
yasaklanması için mücadele ederken,
genelde silahsızlanma, askeri güç
sayısını azaltma mücadelesini de
vermektedir. BMÖ toplantılarında,
tartışmalarında hep yeniden atom
silahlarının yasaklanması için karar
tasarıları sunulmakta ve atom silahlarının saldırganlığın silahları olduğunu, savunma silahları olmadığını
da doğru olarak tespit etmektedirler.
Molotov BMÖ’nün toplantısında
yaptığı bir konuşmada, atom bombasının savunma silahı olmadığını
anlatırken, ”eğer devletimizi koruma ve savunma zorunluluğundan
bahsedersek şu konuda açık olmak
zorundayız ki bu görev öyle atom
bombalarının yardımıyla çözülebilecek cinsten değildir. Bilindiği gibi
atom bombası yabancı bölgeler içindir, kendi bölgeni korumak için belirlenmiş değildir.” düşüncesini de
savunmaktadır.
Sovyet temsilcilerinin bu konuda
karar tasarılarında savundukları temel düşünce atom silahlarının üretimi ve kullanılmasının yasaklanması, kitle imha silahlarının tümünün üretimi ve kullanımının yasaklanması; üretilmiş olan ve üretimine
başlanmış ama bitmemiş olan tüm
atom ve kitlesel imha silahlarının
yok edilmesi /imha edilmesi; bu yasaklanmanın uygulanmasını garantilemek için de uluslararası sıkı bir
denetimin sağlanması düşüncesidir.
Sovyetler Birliği yöneticileri atom
enerjisini barışçıl amaçlar için, kitlelerin hayat seviyesini yükseltmek
için kullanılmasını da savunurlar.
Böylece atom enerjisinin kullanımı
ile atom silahları üretimi arasında
ayrım yapmaktadırlar. Kitlesel imha
silahlarına karşı çıkışlarının temelinde, evet bu silahların kitlesel imha
gücüne sahip olmaları yatmaktadır.
Sözkonusu dönemde henüz atom
bombasının ve evet bu silahların
yaydığı radyoaktif ışınlarının insanlara ve doğaya verdiği zararın, bunun
uzun vadeli zararlarının ne olduğu
tam bilinmemektedir. Olgu olarak
bunun bilincinde değiller. Bilim henüz bunu tanıyacak seviyede gelişmemiştir.
Öncelikle ABD emperyalizmi, fakat onunla sıkı işbirliği içinde İngiliz
emperyalistleri de atom silahlarının
ve genelde kitlesel imha silahlarının
yasaklanmasına karşı olan bir siyaset izlerler. ABD emperyalizmi atom
bombasının sırrına sahip olan tek
devlet olarak kendisini görür ve atom
silahı tekelini elinde tutarak dünyaya
egemen olma siyasetini, öncelikle
sosyalizmin kalesi olan Sovyetler
Birliği’ne ve emperyalizme karşı
kurtuluş mücadelesi vermekte olan
ülkelere karşı tehdit unsuru olarak
kullanmaktadır.
Molotov’un 1947 sonlarına doğru
”atom bombasının sırrı yoktur” biçimindeki açıklamaları ABD emperyalizmi tarafından blöf olarak değerlendirilir. 1949 sonbaharına gelindiğinde ABD Başkanı SSCB’nin de
atom silahı ürettiğini ve ”atom bombası sırrının” olmadığını kabul etmek zorunda kalır. Çünkü Sovyetler
Birliği de atom bombası üretmiş, denemesini yapmıştır bu arada.
Sovyetler Birliği’nin atom bombası üretmesi ilk bakışta Sovyetler
Birliği’nin atom silahları başta olmak
üzere tüm kitlesel imha silahlarının
yasaklanması için mücadele etmesi
tavrıyla bir çelişki varmış gibi görünmektedir. Fakat, Sovyetler Birliği
kendisi de atom bombası üretmesine
rağmen, bombayı ürettikten sonraki
süreçte de atom bombasının, kitlesel
imha silahlarının yasaklanması, üretilmiş olanların imha edilmesi için
mücadele etmiştir.
Böylesi bir durumda mademki yasaklanmasına karşı ise o zaman niye
üretiyor ki? biçiminde sorular gündeme gelmektedir.
Sovyetler Birliği’nin yaklaşımı ve
atom silahı üretmesinin gerekçesi,
Stalin’in “Bir Pravda muhabirinin atom silahı üzerine sorularına
yanıt”ta ortaya çıkmaktadır. 6 Ekim
1951 tarihli Pravda’da yayınlanan tavır şöyledir:
“ S or u: Bug ünl e rd e S o v ye tl e r
Birliği’nde yapılan bir atom bombası
denemesi üzerine yabancı basında
koparılan gürültü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yanıt: Gerçekten de ülkemizde kısa
süre önce bir atom bombası denemesi
yapılmıştır. Çeşitli çaplarda atom
bombalarının denenmesi, AngloAmerikan saldırgan bloğunun saldırısına karşı ülkemizin savunulması
planına uygun olarak bundan sonra
da sürdürülecektir.
Soru: Atom bombası denemesiyle
bağlantılı olarak ABD’nin önde gelen
şahsiyetleri alarm veriyor ve ABD’nin
güvenliğinin tehdit edildiğine ilişkin
yaygara koparıyorlar. Böylesine telaşa
kapılmak için herhangi bir neden var
mı?
Yanıt: Böyle bir telaşa kapılmak
için herhangi bir neden yok. Sovyetler
Birliği’nin sadece atom silahının kullanılmasına karşı olmakla kalmayıp,
yasaklanmasını, üretiminin durdurulmasını savunduğunu, ABD’nin
bu önde gelen şahsiyetlerinin bilmesi
gerekir. Bilindiği gibi Sovyetler Birliği
çeşitli kereler Atom silahının yasaklanmasını talep etmiş, fakat her defasında Atlantik Paktı güçlerince reddedilmiştir. Bunun anlamı, ABD’nin
ülkemize saldırdığı durumda, ABD
egemen çevrelerinin atom bombası
kullanacağıdır. Sovyetler Birliği’ni,
saldırganları donanmış olarak karşılayabilmek için atom silahına sahip
olmaya zorlayan durum işte tam da
budur.
Elbette saldırganlar, Sovyetler
Birliği’ne saldırdıklarında Sovyetler
Birliği’nin donanmış olmasını istemiyorlar. Ne var ki Sovyetler Birliği bu
görüşte değildir ve saldırganları tam
donanmış olarak karşılamak gerektiğini savunmaktadır.
Buna göre, eğer ABD Sovyetler
Birliği’ne saldırma niyetinde değilse,
ABD’nin etkili şahsiyetlerinin telaşı
gereksiz ve ikiyüzlü bir telaş olarak
değerlendirilmelidir, çünkü Sovyetler
Birliği, ABD ya da başka bir ülkeye
saldırıyı düşünmemektedir.
ABD’nin önde gelen şahsiyetleri
atom silahının sırrına sadece ABD’nin
değil, başka ülkelerin, özellikle de
Sovyetler Birliği’nin sahip olmasından hiç hoşnut değiller. Atom bombası
üretiminin ABD’nin tekelinde olmasını ve böylece başka ülkeleri ürkütme
ve bu ülkelere şantaj yapma olanağını
sınırsızca kullanmayı çok isterlerdi.
İyi ama neden, hangi hakla böyle
düşünüyorlar? Acaba barışın korunması böyle bir tekeli mi gerektiriyor?
Bunun tam tersini, yani barışın korunması için bu tekelin ortadan kaldırılması ve sonra da mutlaka atom
silahının yasaklanmasının gerektiğini
söylemek daha doğru değil mi? Ben,
atom bombası taraftarlarının, atom
bombasının yasaklanmasını, sadece
bu konuda tekelin kendilerinde olmadığını görünce kabul edeceklerine
inanıyorum.
Soru: Atom silahlarıyla ilgili olarak
uluslararası bir denetim hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Yanıt: Sovyetler Birliği atom silahının yasaklanmasından ve üretiminin
durdurulmasından yanadır. Sovyetler
Birliği atom silahının yasaklanması,
üretiminin durdurulması ve şimdiye
kadar üretilmiş atom bombalarının
tamamen sivil amaçlarla kullanılması üzerine karar alınmasından ve
bunun titizlik ve özenle uygulanmasından yanadır. Sovyetler Birliği işte
böyle bir denetim istemektedir.
Amerikalı önde gelen şahsiyetler
de, aynı şekilde “ denetim” den söz
ediyorlar, fakat onların “denetim”i
atom silahı üretimine son vermekten değil, bu üretimin sürmesinden,
hem de şu ya da bu ülkenin sahip
olduğu hammadde miktarı ölçüsünde sürmesinden hareket eden bir
denetim. Dolayısıyla Amerikalıların
“denetim”i atom silahının yasaklanmasından değil, legalleştirilmesinden,
onaylanmasından hareket etmektedir.
Böylece savaş kundakçılarının atom
silahının yardımıyla onbinlerce, yüz
binlerce barışsever insanı yoketme
hakkı onaylanmaktadır. Bunun denetim değil, denetimle alay etmek, halkların barış özlemine ihanet etmek olduğu açıktır. Elbette böyle bir “denetim” atom silahının yasaklanmasını,
üretimine son verilmesini amaçlayan
barışsever halkları doyurmayacaktır.”
(Stalin Eserler, Cilt 16, sayfa 246-248,
İnter Yayınları)
St a l i n’ i n sor u la r a ya n ıt la r ı,
Sovyetler Birliği’nin soruna hangi
yaklaşım temelinde yaklaştığını,
atom silahlarının yasaklanmasından
yana olmasına rağmen neden kendilerinin atom bombası ürettiğini ortaya koymaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde ABD emperyalizmi
başta olmak üzere emperyalistlerin
Sovyetler Birliği’ne karşı saldırganlığı; bu saldırganlıkta atom bombası
ve daha sonra hidrojen bombası gibi
kitlesel imha silahlarını tehdit unsuru olarak kullanması, Sovyetler
Birliği’nin atom tekelini ABD’nin
elinden, atom bombasını üretebilme
bağlamında almasının, ABD emperyalizminin saldırganlığını frenleme
rolünü oynama vb. olgulara bakıldığında; buna bir de radyoaktif ışınların vb. uzun vadede doğaya, insanlığa
vereceği büyük zararın bilincinde
olmamak eklendiğinde, Sovyetler
Birliği’nin tavrı anlaşılırdır.
Biz geriye dönüp gelişmeleri değerlendirebilecek durumdayız. Bilim
bugün 1945-50’li yıllara göre çok çok
daha gelişmiş ve sadece atom bombalarının, genelde kitlesel imha silahlarının barbarlığını değil, atom
gündem
santrallerinin doğaya verdiği, vereceği zararın kısa ve uzun süreli etkilerinin neler olabileceğini değerlendirme, görme imkânlarını sunmaktadır.
Tarihsel gelişme, Stalin’in, atom
silahlarının yasaklanmasının, ABD
emperyalizminin tekelinin elinden
alınarak sağlanabileceği beklentisini boşa çıkardı. Yasaklanması yerine, rekabet gelişti. Bu, bir yandan
ABD ve onunla birlikte hareket eden
İngiliz emperyalistlerinin komünizme karşı mücadele ve dünya hegemonyası için mücadelenin ve aynı
zamanda, Sovyetler Birliği temsilcilerinin BMÖ toplantılarında ortaya koyduğu gibi, atom silahlarının,
bombasının saldırı silahı olduğu gerçeğinin de doğal bir sonucudur.
REKABETİN KİMİ VERİLERİ…
1949’da Sovyetler Birliği’nin de atom
bombasına sahip olması, ABD emperyalizminin daha önce başlattığı
hidrojen bombası vb. kitlesel silahların üretimini daha da hızlandırdı.
1953’de Britanya, 1964’te ise Fransa
ile Çin atom bombasına sahip oldular. Bu beş devlet BMÖ Güvenlik
Konseyi’nin daimi üyesi olan devletlerdi. ABD ve Sovyetler Birliği’nden
sonra Fransa, Britanya ve Çin
Güvenlik Konseyi’nde sahip oldukları veto hakkını kullanarak kendilerinin atom bombası üretmesine yolu
açtılar.
Anda atom silahlarına sahip devletler ABD, Rusya, Çin, Fransa,
Britanya, Hindistan, Pakistan, Kuzey
Kore, İsrail’dir. İsrail atom silahına
sahip olduğunu resmen kabul etmiş
değil.
Güney Afrika da atom silahına sahip bir ülkeydi. Apartheid rejiminin
sonuna doğru uluslararası alanda
yeniden kabul görmek için 1991’de
atom silahlarını sınırlayan uluslararası anlaşmaya imza atarak 1994’e
kadar atom silahları tesislerini sökerek atom silahı üretimine son verdi.
Resmi açıklamalara göre Güney
Afrika şimdi atom silahına sahip
olan ülkeler arasında değil.
İran’ın atom silahı üreteceği varsayımıyla özellikle son bir-iki yıldır
pazarlıklarla birlikte ABD emperyalizminin ve İsrail’in sürekli tehditleriyle bir süreç yaşanmaktadır.
Atom silahı üretimine ve denemelerine gelince basına yansıyan kimi
verilere göre durum şöyledir:
19 6 0 ’t a A B D ’n i n S o v y e t l e r
Birliği’nin atom silahlarından 12 kat
daha fazla atom silahı vardı. Özellikle
Brejnev döneminde atom silahı rekabeti iyice kızıştırıldı. 1980’li yılların
başlarına gelindiğinde sosyalemperyalist SSCB’nin ABD emperyalizmi-
nin atom silahlarının iki katı kadar
silahı vardı.
Genel olarak ele alındığında ama
ABD emperyalizmi daha fazla atom
silahı üretmiştir. Büyüklü küçüklü
70 değişik türden silah çeşidi geliştiren ABD emperyalizmi 1945’ten beri
yaklaşık olarak 70.000 atom silahı
üretmiştir. Buna karşın SSCB / Rusya
1949’dan beri yaklaşık 55.000 atom
silahı üretmiştir. Dünya çapında ise
yaklaşık 128.000 atom silahı, nükleer
başlıklı silah üretilmiştir.
İnternet sitelerine ve basına yansıyan kimi verilere göre –atom silahlarının imha edilen kesimleri çıktıktan
sonra– anda dünya çapında 30.000
civarında atom silahı vardır. Bunun
ülkelere göre dağılımı –kesin rakamlar belli olmamakla birlikte– şöyledir: ”Rusya 16.000 civarında, ABD
10.300 civarında, Çin 410, Fransa 350,
Büyük Britanya 200, İsrail 100-170,
Hindistan 75-110, Pakistan 50-110,
Kuzey Kore 1-6” civarında.
Atom denemelerinin sayısı ise şöyledir: ABD 1030, SSCB/Rusya 715,
Fransa 210, Britanya 45 ve Çin 43 kere
atom denemesi yapmıştır. Burada
yine tam sayı belli değil. Buna rağmen ama her atom bombası denemesi en başta doğayı katletmektedir,
yaşanmaz kılmaktadır. Kimi verilere
göre sözkonusu denemelerin patlama
gücü Hiroşima’ya atılan bombanın
34.000 katıdır. Ki bu da verilen zararı
en düşük düzeyde göstermeye çalışan
bir hesapla belirlenen bir orandır.
Yeryüzünde yapılan 528 denemenin (yani denizaltında değil, doğrudan karadan yapılan deneme) atmosfere yaydığı radyoaktiv ışınların
sonucunda yüzbinlerce insan öldürücü kanser hastalağına yakalanmış-
Atom silahlarının yapımının ve kullanımının yasaklanması
Elde olan tüm bombaların yokedilmesi
Gromykos’un 19 Haziran 1946 tarihli kararnamesi
Da ha Birleşmiş Millet ler
Örg ütü (BMÖ) Atom Enerjisi
Komisyonu’nun 19 Haziran 1946
tarihindeki ilk toplantısında SSCB
temsilcisi “Atom enerjisine dayalı silahların yapımının ve kullanımının
yasaklanmasına dair uluslararası
anlaşma taslağı” başlıklı şu kararnameyi sundu:
“Bu bilimsel buluşların insanlığın
çıkarlarına karşı kullanılmasını engellemek gerekliliğine tam inançla,
imzası olan devletler, atom enerjisinin kullanımına dayalı silahların
yapımını ve kullanımını yasaklayan
anlaşmayı kabul eder ve bu amaçla
yetkililerini atar … (bunu yetkililerin listesi izliyor / ÇN) …, itimatnamelerini sunduktan ve bunlar onaylandıktan sonra yetkililer şu noktalarda birleşir:
Madde 1:
Anlaşmayı imzalayan taraf lar,
atom enerjisinin kullanımına dayalı
silahların yapımını ve kullanımını
yasakladıklarını resmen açıklar ve
buna ilişkin olarak şu yükümlülükleri kabul ederler:
1. hiçbir şart altında atom silahını
kullanmayacaklarını;
2. atom silahlarının yapımını ve
sahip olmayı yasakladıklarını;
3. bu anlaşmanın yürürlüğe girmesini izleyen üç ay içinde elde olan
tüm atom silahlarını –yapımı bitmiş
ya da yarım olsun– yokedeceklerini
temin ederler.
Madde 2:
Anlaşmayı imzalayan taraf lar,
anlaşmanın 1. maddesine uyulmamasının insanlığa karşı işlenmiş
ağır bir suç olarak kabul edileceğini
açıklarlar.
Madde 3:
Anlaşmayı imzalayan taraflar bu
anlaşmanın yürürlüğe girmesini izleyen altı ay içinde bu anlaşmanın
hükümlerine uyulmamasını ağır bir
şekilde cezalandıran yasalar hazırlayıp karar altına alacaklarını açıklarlar.
Madde 4:
Bu anlaşma sınırsız bir süre için
kabul edilir.
Madde 5:
Bu anlaşma BMÖ üyesi olsun olmasın, tüm devletler tarafından imzalanabilir.
Madde 6:
Bu anlaşma, güvenlik konseyi
tarafından onaylandıktan ve tüm
BMÖ üyeleri dahil olmak üzere imzacı devletlerin yarısı tarafından
Şartın 23. maddesi gereğince onaylandıktan sonra yürürlüğe girer.
Madde 7:
Bu anlaşma yürürlüğe girdikten
sonra tüm devletler için –ister BMÖ
üyesi olsun, ister olmasın– bağlayıcıdır.
(“Atom bombası mı yoksa atom
barışı mı?” Desanti/Haroche, Dietz
Verlag Berlin, 1951, s. 128-129,
Almancadan çeviri bize ait)
tır. Kimi profesörlere göre bu nükleer
denemelerin kurban sayısı üç milyon
civarındadır.
Anda varolan atom silahları dünyamızı sayısız kez yok edecek güçtedir. Tekniğin gelişmesiyle birlikte
atom bombasının boyutu küçültülmüş ama patlama gücü daha da yükseltilmiştir.
Atom silahları belli sınırlamalara
rağmen yasaklanmadı. Dünyanın ve
insanlığın geleceğini tehdit etmektedir. Emperyalistler atom silahını
sorun olarak görmemektedir. Sorun
olarak gördükleri şey, atom silahlarının kendilerinin istemediği güçlerin
elinde de bulunmasıdır. ABD emperyalizmi gelinen yerde ”uluslararası terörizme karşı mücadele” adına
”mini atom” silahlarını kullanmanın
propagandasını yapmaktadır. Kuzey
Kore, İran gibi ülkelere, ya da kendilerinin ”şer ekseni”ne katacakları ülkelere, ”terörizmi engelleme” adına
atom bombalı saldırının zeminini
hazırlamaktadırlar. Örneğin ABD
emperyalizminin cumhuriyetçi partiden kongre üyesi Tony Tancredo,
”islamcı teröristlere” karşı ”dişe diş,
göze göz” mücadelede atom silahının kullanılmasını açıkça savunmaktadır. Almanca yayınlanan ”Der
Spiegel”in aktarımına göre Tancredo
şöyle demektedir: ”Ben her yere atom
bombası atın demiyorum. Sadece:
Onların kutsal kentlerini yerle bir
edin diyorum.”
Evet bu açıklamaya ve emperyalistlerin yaklaşımlarına baktığımızda
dünyamız hızlı biçimde barbarlık
içinde çöküşe doğru ilerlemektedir.
Peki ama emperyalist barbarlığı
engellemek için umut yok mu?
“İşler, atom reaktörleri, işler,
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken hiç umut yok
mu?
Umut, umut, umut,
umut insanda.”
(Nâzım Hikmet)
Evet umut insanda!
Nâzım’ın dediği gibi umut ”büyük
insanlıkta”.
Dünyanın işçileri, emekçileri, ezilen halkları emperyalist barbarlığa
karşı birleşip, mücadeleye katıldığında; emperyalist barbarlığı yıkma
gücündedir.
Sorun işçilerin, emekçilerin, ezilen
halkların kendi güçlerinin bilincine
varması ve emperyalist barbarlığa
karşı devrim mücadelesini yükseltmesi ve sınıfsız, sömürüsüz toplumu
yaratmak için birleşmesidir.
Seçenek ”Ya barbarlık içinde çöküş,
ya sosyalizm!”dir.
6-9 Ağustos 2005 ✓
11
yeni işçi dünyası
2005 Kamu Toplu İş Sözleşmeleri
ve Türk-İş Yönetiminin Çevirdiği Dolaplar
T
12
emmuz 2005 başında kamu
kesimi toplu iş sözleşmeleri
üzerine Türk-İş ile hükümet arasında bir “Çerçeve Anlaşma
Protokolü” imzalandı. İmzanın altında hükümet adına Devlet Bakanı
ve Başbakan Yardımcısı Mehmet
Ali Şahin’in, Türk-İş Genel Yönetim
Kurulu adına ise Genel Başkan Salih
Kılıç’ın, Genel Sekreter Mustafa
Kumlu’nun, Genel Mali Sekreter
Erg un Ata lay’ın Genel Eğ itim
Sekreteri Mustafa Türkel’in ve Genel
Teşkilat Sekreteri Çetin Altun’un imzaları var.
Hükümet ile Türk-İş arasında
i m z a la na n “Ç erçeve A n la şma
Protokolü”nün amacı ve kapsamı
daha protokolün başlangıcında ortaya konmuş:
a) Türk-İş üyesi sendikalarla hükümet arasında 2005 yılı içinde olan
kamu kesimi toplu iş sözleşmelerine
açıklık getirmek.
b) Çeşitli işkollarında yürüyen
bu toplu sözleşmeleri “sonuçlandırmak”.
c) Çeşitli işkollarında yürüyen
toplu iş sözleşmelerini bir “protokol”
çerçevesinde çözmek.
İster “Çerçeve Anlaşma Protokolü”
altına imza atanlar olsun, isterse de
konuyla ilgili kamuoyu olsun herkes
bilmektedir ki, hükümet ile Türk-İş
arasında imzalanan bu tür çerçeve anlaşmaları yalnızca kamu işyerlerinde
en çok üyeye sahip Türk-İş ve üyesi
sendikaların toplusözleşme görüşmelerini değil, pratikte kamuda örgütlü
tüm işçi sendikalarını da, yani DİSK
ve Hak-İş’e bağlı sendikaları da bağlamakta ve ilgilendirmektedir. Hatta
ücretler ve haklar konusunda bir çerçeve koyduğundan, bu tür “çerçeve
anlaşma protokolü” işçi statüsünde
olmayan kamu personelinin örgütlü
olduğu “memur” sendikalarını da
yakından ilgilendirmekte, onların da
ücret ve hakları ile ilgili görüşmelerine bir çerçeve koymaktadır. Bu yüzden “Çerçeve Anlaşma Protokolü”ne
imza atan Türk-İş Yönetim Kurulu
üyeleri kamuda örgütlü tüm işçi ve
memur sendikası üyesi işçilerin gelir
ve çalışma şartlarının kaderi ile ilgili
bir anlaşma yaptıklarını bilmeleri ve
bu sorumluluğa uygun davranmaları gerekirdi. Fakat Türk-İş Yönetim
Kurulunun amacının bu olmadığı
hemen görülmektedir.
Kamu işvereni (sermayenin kamu
sözcüsü) nitelik olarak herhangi bir
patrondan farklı değildir. Kamu işvereni ile kamu işletmelerinde çalışan
işçiler arasındaki ilişki sömürücü
sermaye sahibi ile sömürülen işçiler
arasındaki ilişki ile belirlenir. Kamu
işvereni de işte bu yüzden, aynı tek
tek özel işyeri sahibi patronlar gibi,
kârını mümkün olan en fazla düzeyde
artırmak amacı ile işçiye mümkün
olan en az ücreti ödemek için çalışır.
Bu gerçeği her kamu toplu iş sözleşmesi döneminde her kamu işçisi ve
her sendika yeniden yaşar, görür.
Burada sorun “kamu işvereni”nin
kendi sınıf çıkarına uygun davranması noktası değil; işçileri, emeği
temsil ettiği iddiasında olan sendika
yönetimlerinin, Türk-İş yönetiminin
kendini gerçekte her defasında toplu
sözleşmelerde işçilerin, emeğin temsilcisi olarak değil, işverenin, kamu
işvereninin bir tür yardımcısı ve destekçisi olarak görmesi ve bu biçimde
hareket etmesidir.
Sözkonusu 2005 yılı kamu kesimi
toplu iş sözleşmeleri bağıntısında da
Türk-İş yönetimi aynı biçimde hareket etmeyi sürdürmüştür. Kamu
kesiminde örgüt ve çeşitli konfederasyonlara üye sendikaların “kamu
işvereni” ile toplu sözleşme görüşmeleri sürerken ve az sayıda da olsa bazı
sendikalar biraz daha fazla ücret ve
hak talebi için karşı tarafı zorlamaya
çalışırken, Türk-İş yönetimi bu tür
ileri adımları engellemek amacı ile
“kamu işvereni” ile birlikte oturup
bir “Çerçeve Anlaşma Protokolü”
imzalamaktadır. Bu yüzden de protokolün amacı açıkça ifade edilmekte
ve yürüyen toplu sözleşme görüşmelerini “aşağıdaki esaslar dahilinde
sonuçlandırmaları” karar altına
alınmaktadır. Bu tavır çok açık bir
biçimde daha fazla ücret ve hak talebinde bulunan, bunun için mücadele
etmeye hazır sendikalara, herşeyden
önce kamu işçilerine ihanet etmek,
onları arkadan hançerlemektir.
Bu saydığımız nokta hükümet ile
Türk-İş yönetimi arasında imzalanan
“Çerçeve Anlaşma Protokolü”nün
esas yönü ve rolüdür.
Fakat buna rağmen hiç de önemsiz
olmayan ve yasal ve işlerlik açısından
önemli olan bir başka nokta daha
vardır: Hükümetle Türk-İş yönetimi
arasında imzalanan bu anlaşma biçimsel olarak toplu iş sözleşmesi değil de, “Çerçeve Anlaşma Protokolü”
olarak adlandırılsa da düzenleniş biçimi ve içeriği bakımından gerçekte
bir toplu iş sözleşmesi anlaşmasıdır.
Bu anlaşmanın kapsamı (ücret zamları, ücrete bağlı ödemeler-oransal
ödemeler, maktu ödemeler, yeni hak
ve düzenlemeler, istek dışı emeklilik,
farkların ödeme zamanı) ve içeriği
tümüyle kanunda belirtilen toplu iş
sözleşmesinin temel özelliklerini barındırmaktadır.
Burada şu soru ortaya çıkmakta-
dır: Türk-İş’in ve hükümetin adına
“protokol” dedikleri bu tür “çerçeve”
toplu iş sözleşmesi imzalama hakları
ve yetkileri var mıdır? Sendikaların
hak ve yetkileri çalışma yaşamı,
özellikle Toplu İş Sözleşmesi, Grev
ve Lokavt Kanunu’ndan (TİSGLK)
çıkarılabilir.
Bir işverenin, özellikle de bir sendikanın hem toplu iş görüşmesi yürütmesi ve bu görüşmeler sonucunda bir
toplu iş sözleşmesi imzalayabilmesi
için, kanunda belirtilen niteliklere
sahip yetkili bir sendika olması gerekmektedir. Bir sendikanın yetkisi
için aranan niteliklerin başında “kurulu bulunduğu işkolunda çalışan
işçilerin en az yüzde onunun (tarım
ve ormancılık, avcılık ve balıkçılık
iş kolu hariç) üyesi bulunduğu işçi
sendikası, toplu işçi sendikası, toplu
iş sözleşmesinin kapsamına girecek
işyeri veya işyerlerinin herbirinde
çalışan işçilerin yarıdan fazlasının
kendi üyesi bulunması halinde bu işyeri veya işyerleri için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir.” (TİSGLK,
Madde 12) hükmü gelmektedir.
Yasanın hükmüne göre herhangi bir
işçi sendikasının yetkili olduğu toplu
iş sözleşme görüşmeleri ve toplu iş
sözleşme anlaşması ancak bir işkolu
çerçevesinde yapılabilir ve bir işçi
sendikası ancak bir işkolu çerçevesinde toplu iş görüşmesi yapmaya ve
işveren tarafı ile anlaşırsa, bir toplu iş
sözleşmesini imzalamaya yetkilidir.
Türk-İş yönetimi ile hükümet temsilcisinin imzaladığı toplu iş sözleşmesi
birden fazla işkolunu kapsayan bir
toplu iş sözleşmesi (pardon, “Çerçeve
Anlaşma Protokolü”!!!) olduğundan
hem yetkili olmadıkları işyerleri açısından hem de yetkili olmadıkları
işkolu bakımından kanuna aykırı ve
geçersiz bir anlaşmadır.
Sendikaların ve konfederasyonların faaliyetleri ve yetkileri Sendikalar
Kanunu’nda açıkça gösterilmiştir.
“Sendikaların ve Konfederasyonların
Fa a l i ye t le r i ” b a ş l ı k l ı Bi r i nc i
Bölüm’de, 32. Maddede, “Sendikalar
(konfederasyonlar değil) aşağıdaki
faaliyetlerde bulunabilirler” denir ve
sendikaların faaliyetleri sıralanır:
1. Toplu iş sözleşmesi akdetmek,
yeni işçi dünyası
2. Toplu iş uyuşmazlıklarında, ilgili makama, arabulucuya, hakem
kurullarına, iş mahkemelerine ve diğer yargı organlarına başvurmak.
3. Çalışma hayatında, mevzuattan, toplu iş sözleşmesinden, örf ve
adetten doğan hususlarda işçileri ve
işverenleri temsilen veya yazılı başvuruları üzerine, nakliye, neşir veya
adi şirket mukaveleleri ile hizmet
akdinden doğan hakları ve sigorta
haklarında üyeleri ve mirasçılarını
temsilen davaya veya bu münasebetle
açtığı davadan ötürü husumete ehil
olmak.”
Burada da kanun koyucu açıkça
toplu iş sözleşmesi akdetmeyi tek
tek işçi sendikaların yetkili olması
ile sınırlamış ve sendika konfederasyonlarına bu tür bir yetki vermemiştir. Buna rağmen bir işçi sendikası
konfederasyonu, Türk-İş, kendi yetkilerini aşarak, açıkça kanuna karşı
davranmıştır. Mücadeleye atılan işçilerin mücadelesini kırmak için hep
“Aman kanunlara karşı gelmeyelim!”
gerekçesini öne sürenlerin işlerine
geldiklerinde nasıl kanunların üstüne çıktıkları ve bunu yaparken de,
işi kitabına uydurmak için imzaladıkları çerçeve toplu iş sözleşmesine
“protokol” adını vermeyi uygun gördükleri açıkça görülmektedir.
Bu sorunun başka bir yanı, Türk-İş
üyesi sendikaların kendilerine ait bir
yetkiyi, yetkili olmayan, açıkça yasaları çiğneyen Türk-İş yönetimine
karşı tavır almamaları, bu kanunsuzluğa karşı yasal haklarını kullanıp
itiraz etmemeleri, işçileri Türk-İş yönetiminin bu tavrına karşı harekete
geçirmemeleridir. Bunu yapmadık-
ları yerde ve ölçüde sendika yönetimleri de bu suça ortak olmaktadırlar.
Aynı kanunsuzluğu, çifte standardı
“kamu işvereni” de yapmakta; kamu
sermaye temsilcisi de aynı suça ortak
olmaktadır.
“İş kolu çerçevesinde yetkili olabilen
ve ancak bu çerçevede imzalanabilecek olan toplu iş sözleşmesi için yetki
sendikalara bir devlet kurumu tarafından, Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı tarafından verilir.” (Bakınız
TİSGL Kanunu, Madde 16)
Hiçbir işçi sendikası ilgili bakanlığın yetki belgesi olmadan resmi
toplu iş görüşmesine oturma ve bir
toplu iş sözleşmesini imzalama hak
ve yetkisine sahip değildir. Bunun
tersini yapan işçi sendikası ve “işveren” açıkça kanunsuzluk yapıyor
demektir. Kanunda da yetkinin an-
cak işkolu sendikasına verilebileceği
açıkça yazıldığından, yetkisi olmayan Türk-İş ile devletin, hükümetin
bir başka temsilcisi oturup toplu sözleşme imzalayabilmektedir. Devlet
temsilcisi, hükümetin Devlet Bakanı
ve Başbakan Yardımcısı kendi kanunlarının üzerine çıkabiliyor.
Bu ne biçim devlet, bu ne biçim hükümet?
Bu nasıl bir hukuk devleti, nasıl bir
demokrasi?
Kendisinin temsil ettiği kanunları
işine geldiğinde devletin, hükümetin
kendisi bir kenara atabilecek, ama işçiler sözkonusu olduğunda “kanunları çiğneyenlere en ağır ceza” verilmesi talep edilecek!
KAMU İŞÇİLERİNE SADAKA!
Ya p ı l a n
“ç erç e ve
anlaşma
SENDİKA BÜROKRASİSİNİN YENİ BİR İHANET BELGESİ
2005 Yılı Kamu Toplu İş Sözleşmeleri
Çerçeve Anlaşma Protokolü
Y
ürürlük başlangıç tarihleri 2005
yılı içinde olan Kamu Kesimi
Toplu İş Söz leşmeler i ni n
(TÜRK-İŞ Konfederasyonuna üye
sendikaların örgütlü bulunduğu ve
yetki aldığı iş yerlerine ilişkin olarak)
aşağıdaki esaslar dahilinde sonuçlandırılmaları kabul edilmiş ve işbu
protokol düzenlenerek imza altına
alınmıştır.
1. Ücret Zamları:
a) Birinci Yıl Zammı:
İşçilerin toplu iş sözleşmesinin yürürlük başlangıç tarihindeki saatlik/
günlük/aylık brüt çıplak ücretlerine,
yürürlük başlangıç tarihinden itibaren geçerli olmak üzere birinci yıl
%10 (yüzde on) un altına düşmemek
kaydıyla seyyanen 120,00 (Yüzyirmi)
YTL/AY (Günlük ücret sisteminde:
4,00 (Dört) YTL, Saatlik ücret sisteminde; 53 (Elliüç) YKr zam yapılacaktır.
b) İk inci Yıl Birinci Altı Ay
Zammı:
İşçilerin toplu iş sözleşmesinin birinci yılının son günündeki saatlik/
günlük/aylık brüt çıplak ücretlerine,
ikinci yıl birinci altı ayının birinci
gününden geçerli olmak üzere % 3
(yüzde üç) oranında zam yapılacaktır.
Ancak, TC Başbakanlık Devlet
İstatistik Enstitüsünün 2003=100
Temel Yıllı Tüketici Fiyatları Türkiye
Geneli Haziran 2006 indeks sayısının, Aralık 2005 indeks sayısına
göre değişim oranının % 3’ü aşması
halinde, aşan kısmın 0,80’i İkinci yıl
ikinci altı ay ücret zammı oranına
ilâve edilecektir. (Bu örnek; yürürlük başlangıcı 01.01.2005 tarihi olan
toplu iş sözleşmeleri için yapılmıştır. İkinci yılın birinci altı ayında
gerçekleşecek enf lasyon oranı; her
toplu iş sözleşmesinin yürürlük başlangıç tarihi dikkate alınmak suretiyle iş bu örneğe uygun biçimde
T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik
Enstitüsü’nün 2003=100 Temel Yıllı
Tüketici Fiyatları Türkiye Geneli
İndeks sayısındaki altı aylık değişim
oranına göre belirlenecektir.)
c) İkinci Yıl İkinci Altı Ay Zammı:
İşçilerin toplu iş sözleşmesinin
ikinci yılının birinci altı ayının son
günündeki saatlik/günlük/aylık brüt
çıplak ücretlerine, ikinci yıl ikinci
altı ayının birinci gününden geçerli
olmak üzere % 3 (yüzde üç) oranında
zam yapılacaktır.
Ancak, TC Başbakanlık Devlet
İstatistik Enstitüsü’nün 2003=100
Temel Yıllı Tüketici Fiyatları Türkiye
Geneli Aralık 2006 indeks sayısının,
Haziran 2006 indeks sayısına göre
değişim oranının % 3’ü aşması halinde, aşan kısmın tamamını İkinci
yıl ikinci altı ayın son günündeki ücrete takip eden ayın birinci gününden geçerli olmak üzere ilave edilecektir. (Bu örnek; yürürlük başlangıcı
01.01.2005 tarihi olan toplu iş sözleş-
meleri için yapılmıştır. İkinci yılın
ikinci altı ayında gerçekleşecek enflasyon oranı; her toplu iş sözleşmesinin yürürlük başlangıç tarihi dikkate
alınmak suretiyle iş bu örneğe uygun
biçimde T.C. Başbakanlık Devlet
İstatistik Enstitüsü’nün 2003=100
Temel Yıllı Tüketici Fiyatları Türkiye
Geneli İndeks sayısındaki altı aylık
değişim oranına göre belirlenecektir.)
Not: Yukarıda belirlenen zam oranları her toplu iş sözleşmesinin madde
metni esas alınarak düzenlenecektir.
2. Ücrete Bağlı Ödemeler-Oransal
Ödemeler:
Ücrete bağlı olan (ikramiye vb.)
ödemeler ile ücretin % si (ücretin
yüzdesi) ile ifade edilen ya da ücret
artışına bağlı olarak artan ödemelerde herhangi bir artış yapılmayacaktır.
3. Maktu Ödemeler:
Toplu iş sözleşmelerinde yer alan
maktu ödemeler (ücrete bağlı olmayan ödemeler-sosyal yardım, doğum,
evlenme yardımları, yemek yardımı,
prim ve tazminat gibi) toplu iş sözleşmelerinin ücret zamları oranında
ve ücretin zamlandığı tarih itibariyle
artırılarak ödenecektir.
4- Yeni Hak ve Düzenlemeler:
İşçi ve İşveren Sendikaları tarafından yeni getirilen teklifler toplu iş
sözleşmelerinde yer almayacaktır ve
müktesep haklar korunacaktır.
5- İstek Dışı Emeklilik:
Hükümet, istek dışı emekliliği gündeme getirmeyecektir.
6- Geçici Madde ( ) : Farkların
Ödenme Zamanı:
Toplu İş Sözleşmelerinin Birinci
yılının birinci altı aylık döneminde
oluşacak ücret ve diğer tüm ödemelere ilişkin farklar dönem içinde
ödenmeyecek; bu farklar toplu iş
sözleşmesinin on üçüncü ayının sonunda ödenecektir.
Ancak, Geçici 1. Maddeden yararlananlar ile sözleşmenin imzası tarihinden sonra herhangi bir nedenle
hizmet akdi sona erenlere, varsa sözleşme farkları on üçüncü ayın sonunu
beklemeksizin hizmet akdinin sona
erdiği tarih esas alınarak kendilerine
veya kanunî mirasçılarına ödenir.
Mehmet Ali Şahin
Devlet Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı
Türk-İş Genel Yönetim Kurulu
Salih Kılıç – Türk-İş Genel Başkanı
Mustafa Kumlu – Türk-İş Genel
Sekreteri
Ergun Atalay – Türk-İş Genel Malî
Sekreteri
Mustafa Türkel – Türk-İş Genel
Eğitim Sekreteri
Çetin Altun – Türk-İş Genel Teşk.
Sekreteri
13
yeni işçi dünyası
protokolü”nün içeriği, tek tek maddeleri de uygulanan yönteme tümüyle uygundur. Biraz da bunların
içeriğine bakalım:
Ücret “zamları”
14
Ücret “zamları” süre olarak üç aşamaya yayılmış. Birinci yıl zammı,
brüt çıplak ücretlerine yüzde 10’un
altına düşmemek kaydıyla “seyyanen
(herkese eşit biçimde / BN) 120,00
(Yüzyirmi) YTL/ay” olarak belirlenmiş. İkinci yılın birinci altı aylık
“zammı” ile ikinci yılın ikinci altı aylık zammı, yine brüt olarak ve çıplak
ücretlere, “yüzde üç” oranında belirlenmiş.
Ücret zammında taraflar esas olarak resmi enflasyon rakamlarını ve
resmi enf lasyon beklentisini çıkış
noktası almışlar ve güya bu orana ve
beklentiye uygun “zam” konusunda
birleşmişler. Enflasyon oranı işçinin
eline geçen ücretinin eriyen kısmını
belirten orandır. Enflasyon oranı düzeyinde ücret “zammı”, ücret zammı
değil, en iyi halde var olan ücretin
korunmasıdır. Fakat üzerinde anlaşılan ücret zammı brüt ücret zammı
olduğuna göre, işçilerin eline geçen,
gelirlerine yansıyan gerçek net ücret
zammı enflasyon oranının altında
olacaktır. Bu demektir ki, anlaşma ile
ücret zammı konusundaki anlaşma
aslında net ücret kaybı anlaşmasıdır.
Ücret kaybına “zam” dendiğini Türkİş ağalarından öğrenmiş oluyoruz.
İkinci nokta, resmi enf lasyon
oranlarının çıkış noktası alınmasıdır. Devletin resmi enflasyon oranlarını mümkün olduğunca düşük
göstermekten çıkarı olduğu (örneğin
ücret ve maaş artışlarını aynı oranda
düşük tutmak için) ve bu yüzden bu
resmi rakamlara güvenilemeyeceği
bilinmektedir. Buna rağmen resmi
enflasyon verilerinin çıkış noktası
alınması başından, gerçek enflasyon
oranının altında ve ücret kaybına yol
açan bir anlaşmaya imza atmak demektir.
Ücret zammı konusunda ücret sendikacılığının ufku genelde enflasyon
oranı ile sınırlıdır. Bu sınırlılık, eğer
işçiler sendika bürokrasisinden bağımsız yüksek ücret taleplerini sermaye kesimine kabul ettiremezse,
sürekli olarak işçilerin gerçek ücretlerinin düşüşünü beraberinde getirmektedir. Bu tür reformist, sarı sendikacılık anlayışına sahip olanların
pratikte oynadıkları rol, sınırlı ücret
sendikacılığını bile başarılı olarak
yapamadıklarıdır. Türk-İş tam da
bu noktada ücret sendikacılığını bile
yapma özelliğine sahip olmayan bir
sendikal kuruluş olduğunu göster-
miştir.
Türk-İş’in kendi yayınladığı aylık
açlık ve yoksulluk sınırı istatistikleri
vardır. Bu istatistikler laf olsun diye
değil de, sendikal çalışmaya, örneğin toplu iş sözleşmesi görüşmelerine yön versin diye yapılmıyorsa, ne
değeri vardır ki?! “Çerçeve Anlaşma
Protokolü” ile kamu işçilerine seyyanen verilen 120 milyon brüt artış, aylık net 94 milyon civarında bir nominal artıştır. Devlet işletmelerinde aylık 425 milyon net aylıkla çalışan bir
işçinin eline bu zamla geçecek olan
net aylık 520 milyon civarındadır.
Türk-İş’in kendi verilerine göre dört
kişilik bir ailenin Temmuz 2005 verilerine göre açlık sınırı 530 YTL’dir ve
yoksulluk sınırı 1.611 YTL’dir. Kendi
yayınladıkları verilere bile sahip çıkmayanlar, bu verileri toplu sözleşme
görüşmelerinde ve anlaşmalarında
en acil hedef olarak bile koymayanlar, objektif olarak milyonlarca açlık
ve yoksulluk çeken işçinin ve ailelerinin açlığının ve yoksulluğunun sorumluluğunu taşıyor demektir.
Fakat bu tür sorumluluklar Türkİş yöneticilerini niye ilgilendirsin ki?!
Seçildikleri son kongrenin hemen
ertesinde kendi yüksek maaşlarından ve arpalıklarından sorumlu olduklarını düşündükleri için onların
ilk işleri hemen yöneticilerin ücretlerine yeni yüksek zamlar yapmak
olmuştur. Kendi maaş zamları konusundaki titizliğin % 1’ini de işçilerin
maaş zamları konusunda da göstersinler ya!
Ücret “zammı” ile ilgili 1. maddenin ayrıntılarında da aynı teslimiyetçi tavrı görmek mümkün. Çerçeve
toplu sözleşmesinin “geçici maddesi”
olarak kararlaştırılan, “Farkların
Ödenme Zamanı” ile ilgili 6. maddesinde, “toplu iş sözleşmelerinin
birinci yılının birinci altı aylık döneminde oluşacak ücret ve diğer
tüm ödemelere ilişkin farklar dönem
içinde ödenmeyecek; bu farklar toplu
iş sözleşmesinin onüçüncü ayının
sonunda ödenecektir.” Demek ki işçiler 13 ay boyunca ücret “zammı”nı
bekleyecekler ama bedavadan kamu
patronuna 13 ay boyunca kredi verecekler!
Anlaşmaya göre işçilerin ikinci
yılının ikinci altı ayı için öngörülen
ücret zammı enflasyon oranının %
3’ü aşması halinde “aşan kısmının
tamamı” ilave edilmesi kararlaştırılırken, ikinci yılın birinci altı aylık
zammı, enflasyon oranı % 3’ü aştığı
taktirde, aşan kısmının tamamı” değil, “aşan kısmının % 80’i” “zamma”
eklenecektir. Niye enflasyon oranının tamamı değil de, ancak % 80’i
ücret “zammı”na yansıtılıyor? Sizin
% 3 zammın içindeki geri kalan % 20
zammı alacak kadar bile gücünüz ve
yeteneğiniz yok mu? Yoksa sizin yönetim sorumluluğunda işiniz ne?!
Dikkat edildiğinde görülen bir
başka “ayrıntı” da, ikinci yılın ikinci
altı ayının enflasyon oranının % 3’ü
aşması halinde, aşan enflasyon oranının ücretlere “ikinci yıl ikinci altı
ayın son günündeki ücrete takip
eden ayın birinci gününden geçerli
olmak üzere ilave edilecek” olmasıdır. Açıkça ikinci yıl ikinci ücret
“zammı”nın enflasyon oranının %
3’ü aşması durumunda aşan oran
ancak bu altı ayın sonunda ücretlere
yansıtılacaktır! Bu açıkca kamu işçilerinin kamu patronuna bedavaya ve
faizsiz kredi açmasıdır. Eğer işçinin
belirlenen ücret zammı patron tarafından geciktiriliyorsa, bu işçiye “gecikme zammı” ya da “gecikme faizi”
ile niye ödenmiyor? Ticaret kuralları
patronlar arasında ya da patronların
ve kuruluşlarının işçilere kredi aştığında çalışıyor da, işçiler patronlara
kredi açtığında niye çalışmıyor?!
sahip çıkmak isteyen işyeri işçi temsilcileri, şube ve sendikaların yönetimindeki yöneticiler ister kamuda
isterse de özelde olsun toplu sözleşmelerin kaderini sendika üst yönetimindeki sınıf işbirlikçisi, teslimiyetçi
yöneticilere bırakmamak için elinden
gelen herşeyi yapmalıdır.
Sendikaların başını tutan sendika
ağaları bırakalım işçilere gelirlerini
artırmayı, yeni haklar mücadelesini
vermeyi, var olanı bile koruma niyeti
ve niteliğine sahip değillerdir. Bunu
yapma yeteneğine sahip tek güç işçilerin kendi görev ve taleplerine sahip
çıkması, kendi kaderlerini, kendi hak
mücadelelerini kendi ellerine almasıdır. İşte o zaman aynı zamanda ücretlerde de gerçek ilerleme ve kazanım sağlanabilir.
Ağustos 2000 ✓
Ücrete Bağlı Ödemeler Oransal Ödemeler ve
Yeni Hak ve Düzenlemeler
Bu her iki madde de sendikaların ve
işçilerin elini kolunu bağlayan maddelere imza atılmış ve çok açık bir
biçimde Türk-İş üyesi sendikalara ve
kamu işçilerine yürüyen toplu sözleşmelerde ikramiye gibi ücrete bağlı
ödemeler ile ücret artışına bağlı ödemelerde “bir artış yapılmayacağı” ve
yine sendikaların getirdikleri yeni
tekliflerin “toplu iş sözleşmelerinde
yer almayacağı”, sadece “müktesap
hakların korunacağı” hükme bağlanmıştır.
İşte Türk-İş yöneticiliği!
İşte ihanetin yeni somut belgesi!!!
Yetkin olmadığı halde tut, yetkili
imiş gibi, bir çerçeve toplu iş sözleşmesi imzala ve bu toplu iş sözleşmesi
ile de işçilerin, daha fazla hak mücadelesi vermek isteyen sendikaların bu
imkânını –kamu patronu ile elbirliği
yaparak– engelle!
Bu sarı sendikacıların bırakalım
mücadeleci bir sendikacılık yapmalarını, ücret sendikacılığını bile yapabilecek nitelikleri ve niyetleri olmadığı çok açıktır.
SONUÇ
Aslında Türk-İş’in niteliği, onun bu
somut imzaladığı “çerçeve toplu iş
sözleşmesi” kadar açık.
Sınıf bilinçli işçiler, mücadeleci
sendika şubeleri ve sermayeye karşı
kendi onuruna ve sorumluluğuna
Sey­di­şe­hir Alü­min­yum
CE-KA Fir­ma­sı’nda …
U
zun sü­re­den be­ri fab­ri­ka­la­rı­
nın özel­leş­ti­ril­me­si­ne kar­şı
di­re­nen Sey­di­şe­hir Alü­min­
yum iş­çi­le­ri, sen­di­ka ağa­la­rı­nın yal­
nız bı­rak­ma­sı ve gü­ven­lik güç­le­ri­nin
bas­kı­sı so­nu­cu iş yer­le­ri­ni ter­ket­mek
zo­run­da kal­dı­lar.
Fab­ri­ka­yı sa­tın alan CE-KA fir­ma­sı
ile gö­rüş­me ya­pan Çe­lik-İş Sen­di­ka­sı
yö­ne­ti­ci­le­ri, iş­çi­le­rin ey­lem­le­ri­ni da­ha
ra­hat kır­mak için des­te­ği­ni çek­ti. Sen­
di­ka yö­ne­ti­ci­le­ri­nin, iş­çi­le­re sun­duk­
la­rı se­çe­nek­ler ise, iş­ve­re­nin is­te­di­ği
ko­şul­lar­da ça­lı­şır­sın ya da fab­ri­ka­yı
terk eder­sin an­la­yı­şı ol­du.
Bu­na gö­re, Sey­di­şe­hir Alü­min­
yum Fab­ri­ka­sı’nda özel­leş­ti­r­me­nin
ar­dın­dan iş­çi­le­rin bü­yük ço­ğun­lu­ğu
CE-KA fir­ma­sıy­la ça­lış­ma­ma ka­ra­rı
alır­ken, emek­li­lik sü­re­le­ri do­lan 400
ka­dar iş­çi de emek­li­ye ay­rıl­mak zo­
run­da kal­dı. Ge­ri­ye ka­lan ba­zı iş­çi­ler
ise, iş akit­le­ri fesh edi­le­rek ala­cak­la­rı
kı­dem ve ih­bar taz­mi­nat­la­rı­nın ar­
dın­dan söz­leş­me­li ola­rak CE-KA fir­
ma­sıy­la ça­lış­ma­ya de­vam ede­cek­ler.
Fab­ri­ka özel­leş­ti­ril­di­ği ta­rih­te 2300
ka­dar iş­çi­yi is­tih­dam edi­yor­du.
20.08.2005 ✓
yeni işçi dünyası
Özel­leş­tir­me­le­re Kar­şı
Ey­lem­ler
“Asgari ücreti kıralım;
keyfimize daha iyi bakalım!”
Z
T
e­le­kom ça­lı­şan­la­rı yurt ge­ne­
lin­de özel­leş­tir­me ve ta­şe­ron­
laş­tır­ma­ya kar­şı yü­rü­yüş ve
ba­sın açık­la­ma­la­rıy­la pro­tes­to ey­lem­
le­ri­ne baş­la­dı. Te­le­kom ça­lı­şan­la­rı,
hü­kü­me­ti özel­leş­tir­me ve ta­şe­ron­laş­
tır­ma­dan vaz­geç­me­ye ça­ğır­dı. Ka­tı­lı­
mın yük­sek ol­du­ğu ey­lem­ler­de, Te­le­
kom’un özel­leş­ti­ril­me­si ip­tal edi­le­ne
ka­dar ey­lem­le­rin de­vam ede­ce­ği me­
sa­jı ve­ril­di.
İs­tan­bul, An­ka­ra , İz­mir, Mer­sin,
Di­yar­ba­kır baş­ta ol­mak üze­re çe­şit­li
il­ler­de de­vam eden ey­lem­le­re di­ğer iş
kol­la­rın­dan da des­tek ve­ril­mek­te.
Öte yan­dan Te­le­kom ça­lı­şan­la­rı,
ken­di­le­ri gi­bi özel­leş­tir­me­ye kar­şı
mü­ca­de­le eden Sey­di­şe­hir Eti Alü­
min­yum iş­çi­le­ri­ni des­tek­le­me ey­le­mi
yap­tı­lar. İs­tan­bul’da, Te­le­kom İl Mü­
dür­lü­ğü önün­de ya­pı­lan ey­lem­de, Ha­
ber-İş 1 No’lu Şu­be, Ha­ber-Sen, Türk
Ha­ber-Sen, Bir­lik Ha­ber-Sen ve EMO
üye­le­ri özel­leş­tir­me­le­re kar­şı ya­pı­lan
ey­lem­le­rin or­tak ya­pıl­ma­sı üze­ri­ne
vur­gu yap­tı­lar.
Ha­ber-İş 1 No’lu Şu­be Baş­ka­nı Le­
vent Do­ku­yu­cu, “Te­le­kom ça­lı­şan­la­rı
ola­rak özel­leş­tir­me­ye kar­şı di­re­nen
Sey­di­şe­hir Eti Alü­min­yum’da­ki iş­çi
kar­deş­le­ri­mi­zin mü­ca­de­le­si­nin ya­
nın­da ol­du­ğu­mu­zu ve özel­leş­tir­me­ye
kar­şı bir­lik­te mü­ca­de­le et­ti­ği­mi­zi bir
kez da­ha gös­ter­mek için top­lan­dık”
de­di. Do­ku­yu­cu, Te­le­kom ça­lı­şan­la­
rı­nın ver­di­ği mü­ca­de­le ile Sey­di­şe­hir
iş­çi­le­ri­nin mü­ca­de­le­si­nin ama­cı­nın
or­tak ol­du­ğu­nu di­le ge­tir­di. Te­le­kom,
TÜP­RAŞ, PET­KİM, ER­DE­MİR, Sey­
di­şe­hir’in va­tan ol­du­ğu­nu, bu ül­ke­
nin emek­çi­le­ri ola­rak va­ta­na sa­hip
çık­ma­nın bo­yun­la­rı­nın bor­cu ol­du­
ğu­nu söy­le­yen Do­ku­yu­cu, İs­tan­bul
ve Tür­ki­ye’de­ki sen­di­ka­la­ra da çağ­rı
ya­pa­rak oluş­tu­ru­la­cak plat­form­lar­la
or­tak mü­ca­de­le­nin yük­sel­til­me­si­ni
is­te­di.
10.08.2005 ✓
Coca Cola işçilerinin Coca Cola Boykotu...
S
endikalaştıkları için işten çıkarılan Coca Cola işçileri üç aydan beri yılmadan bıkmadan
mücadelelerini sürdürüyorlar.
Mücadelelerine hiç ara vermeden
devam eden işçilere patronla işbirliği
içerisindeki devlet güçleri saldırılarını yoğunlaştırıyor. 20 Temmuz’da
işveren temsilcileri ile görüşmek
üzere aileleri ile birlikte fabrikaya gelen işçilere çevik kuvvet coplarla ve
kapalı alanda olmasına karşın gözyaşartıcı bombalarla saldırdı. Coca
Cola işçilerinin örgütlü oldukları
Nakliyat İş Sendikası devletin bu
çirkin saldırısını protesto ederek suç
duyurusunda bulundu. Suç duyurusunda devletin patronlarla işbirliği
içerisinde olduğu teşhir edilirken,
DİSK olarak Coca Cola’nın boykot
edilmesi hazırlıklarının yapıldığı da
kamuoyuna duyuruldu.
13 Ağustos’ta Coca Cola işçileri
Taksim Gezi Park’ta, DİSK Genel
Başkanı Süleyman Çelebi, DİSK/
Tekstil üyesi Örsan işçileri, Lastik İş,
Basın İş, Genel İş, Tümka-İş, Sosyalİş, Tekstil ve Belediye İş yöneticilerinin de destek verdiği bir Basın
Açıklaması yaptılar.
Basın Açıklamasında bir yandan
Rock’n Coke festivaline alternatif
olarak düzenlenen Barışarock festivaline çağrı yapılırken, diğer taraftan Çelebi yaptığı konuşmada DİSK
olarak Coca Cola’yı boykot kampanyasını başlattıklarını ilan etti. Bunun
için Türk İş, Hak İş ve KESK’e çağrı
yapacaklarını belirtti.
Tüm okurlarımızı haklı mücadelelerini kararlıca sürdüren Coca Cola
işçilerine destek vermeye çağırıyoruz. ✓
aten “ölmeye çok yaşamaya
az!“ asgari ücretin bugünkü
seviyesi bile sermaye kuruluşlarına çok geliyor. Patronlar ve kuruluşları asgari ücretin ülke çapında
seviyesini mümkün olduğunca düşük tutmak amacı ile ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar. Asgari ücretin
açlık sınırının çok altında olduğunu
bile bile daha da aşağılara çekilmesi
için sayısız gerekçeler sıralıyorlar.
Basit birer meta olarak gördükleri
ama diğer yandan kârlarının kaynağı
olduğunu bildikleri işçinin işgücünün en ucuza satın alınması onların
varlık şartları. Bir kapitalistin niyetinin kötülüğünden bağımsız olarak,
her kapitalist kapitalizm şartlarında,
anarşik kapitalist ekonomi şartlarında işçi üzerindeki sömürü ve
baskısını artırmak zorunda. Bu zorunluluk yalnızca ekonominin kötü
gittiği zamanlarda değil iyi gittiği
zamanlarda da hep görülür.
AKP hükümetinin iş başına geldiği
süreden bu yana Türkiye’de ekonomi
patronlar için önceki dönemlerle karşılaştırıldığında çok kıyak işlemektedir. Tam da bu dönemde sermaye
sözcüleri ve kuruluşları işçilerin genel olarak ücretlerinin, özel olarak da
asgari ücretin düşürülmesi amacı ile
baskılarını daha da artırmışlardır.
Patronların son iki yılda asgari
ücretin düşürülmesi yönündeki gerekçeleri peşpeşe sıralanmıştı. Bu
gerekçe ve oyunların son dönemde
öne çıkanı “bölgesel asgari ücret” talebidir.
İlk defa Ankara Sanayi Odası’nın
(ASO) basına da yansıyan bir raporla
tartışmaya açması ile gündeme gelen
“bölgesel asgari ücret” patron talebine,
sermayenin hükümeti olduğunu ispat etme gayreti ile hükümet temsilcileri de hemen olumlu tavır takınmış; Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen
en yetkili hükümet temsilcisi olarak
“bölgesel asgari ücret” önerisine destek vermiştir.
Hemen arkasından Uluslararası
Para Fonu Türkiye Temsilcisi Hugh
Bradenkamp, İSO’ya yaptığı bir ziyarette bu öneriye destek verdi. Böylece
sermayenin yerlisi ve yabancısı işçi
sınıfının asgari ücretinin düşürülmesi önerisi olan “bölgesel asgari
ücret” talebinde tek bir cephede birleşiverdiler.
Ne “yurtsever”dir “bizim” sermayedarlarımız ve onların hükümetleri! Kendi çıkarları sözkonusu olduğunda el ele vermeyecekleri, dost
olmayacakları hiçbir güç yoktur!!!
Diğer yandan ama aynı güçler işçilere “Türk’ün Türk’ten başka dostu
yoktur!” türünden yalanlarını yayarlar. Türkiyeli işçilerin tüm ülkelerin
işçileri ile gerçek ortak çıkarlar temelinde gerçek bir uluslararası ailede
birleşmesini engellemek için her türlü
yalan ve demagojiye başvururlar.
Kendi ülkesindeki işçinin bir lokma
ekmeğinde gözü olanlar, bu ülkenin
işçilerinin dostu olması imkânsızdır.
Bunlar işçilerin, emekçi sınıf ların
ancak düşmanı olabilirler!
14 Ağustos 2005 ✓
Bur­sa Nak­li­yat İş­çi­le­ri­nin
Söz­leş­me­si So­nuç­lan­dı
H
a­zi­ran ayın­dan bu ya­na de­vam eden Nak­li­yat İş­ve­ren­le­ri Sen­di­ka­sı
(NAK-İŞ) ve TÜM­TİS ara­sın­da sü­ren top­lu iş söz­leş­me­si gö­rüş­me­le­ri
an­laş­may­la so­nuç­lan­dı.
İş­çi­ler ya­pı­lan söz­leş­me­d e or­ta­la­ma yüz­de 18 ora­nın­da zam al­dı­lar. An­laş­ma
ko­nu­su olan di­ğer bü­tün mad­de­ler ise, bir ön­ce­ki söz­leş­me­de­ki gi­bi yü­rür­lük­te
kal­dı.
Ya­pı­lan iki yıl­lık söz­leş­me­ye ge­re­ğin­ce, 636 mil­yon li­ra üc­ret alan bir iş­çi 750
mil­yon li­ra ma­aş ala­cak. İkin­ci yıl için ise, bir iş­çi­nin ala­ca­ğı ma­aş 860 mil­yon
li­ra ola­rak be­lir­len­di.
Toplu iş söz­leş­me­sin­de se­vin­di­ri­ci ge­liş­me ola­rak de­ğer­len­di­ri­len ve söz­leş­
me­de yer alan bir baş­ka mad­de de: 1 Ma­yıs ve 8 Mart’ın üc­ret­li ta­til ola­rak
ka­bul edil­me­si­dir.
06.08.2005 ✓
15
yeni işçi dünyası
Çukurova Tekstil işçileri açlık grevinde
lışan arkadaşları tarafından dahi
yeterli desteği görmemişlerdi.
Bugün de patronun işçilere yönelik saldırısı devam ediyor. Ancak
bu defa Teksif sendikası işçilerin
yanında eylemlere katılıyor.
Ayrıca edindiğimiz bilgilere
göre Teksif Sendikası Tarsus Şube
yöneticilerinin bazı akrabalarının
Çukurova Tekstil ile ticari ilişkileri bulunuyor.
18.08.2005, YDİ Çağrı Adana ✓
De­ri İş­çi­le­ri Di­re­niş­te
M
16
ersin’in Tarsus ilçesinde
kurulu bulunan, M.
Emin KarameHmet
’in sahibi olduğu (Turkcell, Yapı
Kredi Bankası aynı gruba ait)
Çukurova Tekstil işçileri alamadıkları maaşları için açlık grevindeler.
2002 yılından bu yana düzenli
olarak maaşlarını alamayan, 15
maaş tutarında alacakları biriken
işçiler eylemlerini açlık grevine
dönüştürmüş durumdalar.
Fabrika önüne kurdukları çadırda eylemlerini sürdüren işçiler, 2002 yılından bu yana düzenli
maaş alamadıklarını, 2004 yılına
gelindiğinde ise içerde 15 ay alacaklarının biriktiğini ifade ediyorlar. Ziyaretlerimiz sırasında
görüştüğümüz işçiler; “2004’ün
Şubat ayında sendika (teksİF)
ile işveren bir protokol imzaladılar ve biz o günden bu güne ücretli
izinde görünüyoruz. Bu olayın
üzerinden yaklaşık 20 ay geçmesine rağmen, işveren içerdeki paramızı vermediği gibi çıkışımızı
da vermiyor. Bizlerde gelişen bu
olaylara karşılık geçen 20 aylık
sürenin sonunda açlık grevi eylemine başladık.” dediler.
Ağustos ayı ortalarında işçiler
seslerini duyurabilmek için 5 kişilik bir grup oluşturarak Ank
ara’ya yürüdüler. Sendikanın
patronu mahkemeye verdiğini
belirten işçiler, “mahkeme sonuçlanana kadar eylemimize devam
edeceğiz” dediler. Ayrıca işçiler ne
daha önceki eylemlerinde, ne de
açlık grevine başladıkları süreçte
“ağaçta kalan kedinin kurtarılışını haber yapan” medyanın kendilerini görmezden geldiğinden ve
Tarsus halkından da yeterli destek
göremediklerinden şikayetçiler.
Kendileri fabrika önünde çadırlarında, aileleri ise evlerinde açlığa terk edilmiş Çukurova Tekstil
işçileri işverenden “ya fabrikayı
üretime açmasını ya da çıkışlarının verilip tazminatlarının ödenmesini” talep ediyorlar.
Yaklaşık 2 yıl öncesinde de işten
atılan bir grup işçi eylem yapmıştı.
Bu süreçte örgütlü bulundukları
Teksif sendikası işçileri desteklememiş, Teksif Sendikasının Genel
Merkezi de işçilere kapılarını kapatmıştı. İşçiler Eğitim-Sen Tarsus
şubesinin de desteği ile eylemlerini
sürdürmüşlerdi. O dönemde işten
atılan işçiler, bizzat işyerinde ça-
B
alı­ke­sir’in Gö­nen il­çe­sin­
de­ki de­ri iş­let­me­le­rin­de,
iş­çi­le­rin sen­di­kal ör­güt­
len­me yap­ma­la­rı­nı ba­ha­ne eden
iş­ve­ren­ler, iş­çi­le­ri iş­ten at­ma­ya de­
vam edi­yor. De­ri iş­çi­le­ri, iş­ve­ren­le­
rin bu tav­rı­na kar­şı­lık, hak­la­rı­nı
ala­bil­mek için iş­yer­le­ri­nin önün­de
di­re­ni­şe baş­la­dı­lar.
Gün­de 12-16 sa­at ara­sı me­sai
yap­mak zo­run­da bı­ra­kı­lan ve kö­tü
ko­şul­lar­da ça­lı­şan iş­çi­ler, al­dık­la­rı
sen­di­kal bi­linç sa­ye­sin­de ör­güt­
Mersin Liman işçileri
direnişlerini sürdürüyor...
Ö
zelleştirme saldırısı ile karşı karşıya bulunan Mersin Liman işçileri
işyerini terk etmeme eylemlerini sürdürüyorlar. 13 Temmuz 2005 tarihinden beri işyerini terk etmeme eylemi gerçekleştiren işçiler 11
Ağustos’ta 24 saat iş bıraktılar.
Sık sık ziyaret ettiğimiz ve direnişlerini desteklediğimiz işçileri CHP, İP gibi
partilerin yanı sıra diğer devrimci kurumlar ve işçi/memur sendikaları da ziyaret etmekteler.
Limanların özelleştirilmesi ile işsizliğe, yoksulluğa ve açlığa mahkum edilecek olan ve 44 gündür işyerini terk etmeyen Liman işçileri özelleştirme saldırıları karşısında sonuna kadar direneceklerini ve işyerlerini “Çetelere Teslim
Etmeyecek”lerini belirtiyorlar.
Bizler de Ydi Çağrı okurları olarak işçilere “Özelleştirmeye Karşı Mersin
Liman İşçilerinin Eylemi Sürüyor!” başlıklı hazırladığımız bildirileri dağıttık.
Son yıllarda işçi ve emekçilerin haklarına yönelik en büyük ve kapsamlı
saldırıları özelleştirme ile gerçekleştiren burjuvaziye yanıt, işçi ve emekçilerin birliği ve örgütlülüğü ile verilebilir. Maalesef bugün birlik ve örgütlülük
istenen düzeyde değil. Bu durum aşılmadığı, işçi ve emekçiler burjuvaziye
karşı tek vücut olmadığı sürece saldırılar devam edecek, direnişlerin başarıya
ulaşma şansı zayıflayacaktır.
Görev; bu birliği sağlamaktır!
25.08.2005, Ydi Çağrı/Adana ✓
le­ne­rek hak ara­ma mü­ca­de­le­si­ne
baş­la­dı­lar. Ge­liş­me­ler­den ra­hat­sız
olan iş­let­me sa­hip­le­ri ise, so­ru­nu
çöz­mek için ça­re­yi ba­zı sen­di­ka­lı
iş­çi­le­ri iş­ten çı­kar­mak­ta bul­du.
Gö­nen’de iri­li ufak­lı 35 ka­dar iş­
let­me­de 800 ka­dar iş­çi ça­lış­mak­ta;
bun­la­rın 500 ka­da­rı sen­di­ka­ya üye
ol­du. Sen­di­ka­lı iş­çi­le­rin 150’si iş­
ten atıl­mış du­rum­da. Ge­li­nen aşa­
ma­da iş­ten atı­lan iş­çi­ler her gün
iş­yer­le­ri­nin önün­de di­re­niş­le­ri­ni
sür­dü­rür­ken, di­ğer yan­dan ça­lı­şan
iş­çi­ler de iş ya­vaş­lat­ma ey­le­miy­le
ar­ka­daş­la­rı­na des­tek ver­mek­te­ler.
Ay­rı­ca, ay­nı iş ko­lun­da ça­lı­şan
Tuz­la’da­ki de­ri iş­çi­le­ri “Gö­nen
De­ri İş­çi­le­ri”ni des­tek­le­me yü­rü­
yü­şü ya­ptı. Tuz­la, De­ri-İş Şu­be
baş­ka­nı Ha­san Son­ka­ya, des­tek
ama­cıy­la önü­müz­de­ki gün­ler­de
Gö­nen’e gi­de­cek­le­ri­ni bil­dir­di.
İş­ve­ren­ler ise, ken­di­le­ri açı­sın­
dan kö­tü gi­di­şa­tı leh­le­ri­ne çe­vir­
mek için iş­ten at­tık­la­rı iş­çi­le­re:
“Sen­di­ka­nız­dan is­ti­fa edin, iş­ba­şı
ya­pın.“ çağ­rı­sın­da bu­lu­na­rak, atı­
lan iş­çi­le­ri ik­na­ya ça­lış­mak­ta­lar.
Sen­di­ka­sız ça­lış­ma­nın es­ki gün­ler­
den da­ha olum­suz ko­şul­lar­da ça­lış­
mak an­la­mı­na ge­l­di­ği­nin far­kın­da
olan iş­çi­ler, do­ğal ola­rak pat­ron­la­
rın bu ta­lep­le­ri­ne olum­suz ya­nıt
ver­mek­te­ler.
Öte yan­dan Gö­nen ve Çor­lu’da
iş­le­rin­den atı­lan de­ri iş­çi­le­ri­ni
des­tek­le­mek ama­cıy­la ba­sın açık­
la­ma­sı ya­pıl­dı. TÜM­TİS, TEK­SİF,
Tez Ko­op-İş 2 No’lu Şu­be, gi­bi sen­
di­ka­la­rın yap­tı­ğı açık­la­ma­da, “Sen­
di­ka­laş­ma hak­kı­nı kul­la­nan iş­çi­ler
jan­dar­ma dip­çi­ği ve po­lis co­puy­la
kar­şı kar­şı­ya bı­ra­kı­lı­yor, gö­zal­tı­na
alı­nı­yor­lar. Ana­ya­sal bir hak olan
sen­di­ka­laş­ma hak­kı en­gel­len­mek­
te­dir. Bu uy­gu­la­ma­lar kar­şı­sın­da
AKP kör, sa­ğır ve dil­si­zi oy­na­mak­
ta­dır.” de­ni­le­rek tüm sen­di­ka­lar ve
kamuoyu, sal­dı­rı­la­ra kar­şı du­yar­lı
ol­maya ça­ğrı­l­dı.
08.08.2005 ✓
yeni kadın dünyası
AB İŞÇİ VE EMEKÇİ KADINLARIN UMUDU MU?
T
Kötünün iyisi çözüm değildir!
ürkiye’de burjuva kadın hareketinin önemli bir bölümü,
Avrupa Birliği’ne (AB) “eleştirel” temkinli bir umutla yaklaşıyor. Her ne kadar ‘biz kimseye değil,
kendi mücadelemize, kadın mücadelesine güveniyoruz’ türünden tavırlar içine giriyorlarsa da, yaptıkları
son tahlilde Avrupacılık oluyor; AB
süreci içinde kadınlar için bir takım
hakları elde etme peşinde koşma oluyor. Burjuva kadın hareketi, kadın
mücadelesini sistem içi mücadeleye
hapsettiğini AB sürecini “reddetme
lüksü”ne sahip olmadıklarını açıkladıklarında teslim etmiş oluyor. Peki
yapmak istedikleri ne? AB uyum
yasaları çerçevesinde Yeni Medeni
Yasa, Türk Ceza Yasası gibi yasal
düzenlemelerin –eksiklikleriyle de
olsa– yapılmasını önemli olumluluk
ve yer yer de ‘kendi başarıları’ olarak
değerlendiriyor ve kendilerine yeni
mücadele alanı olarak bu düzenlemelerin hayata geçirilmesi için çabaları
seçiyorlar.
Evet, AB uyum yasalarına bağlı
olarak Türk Medeni Yasası ve Türk
Ceza Kanunu değişti. Bunun yanısıra 50 bin nüfuslu her belediyede
kadın sığınma evi açılması gibi yasal düzenlemeler de yapıldı. Ancak,
defalarca tespit ettik ve ediyoruz: Bu
değişiklikler esasta kâğıt üzerinde
değişiklikler olarak kalıyor. Bu yasal
değişikliklerin gerçek yaşamda hayat
bulması için maddi koşulların yaratılması (ekonomik ve sosyal olarak)
hayal olarak kalıyor.
AB ülkelerinde kadın erkek
eşitliği yok!
AB’nin işçi ve emekçi kadınlar açısından ‘umut’ olarak gösterilmesine
biz kesinlikle karşıyız. Çünkü bu
gerçekliğe uymuyor. AB’nin en eski
ve “gelişmiş” ülkelerinde dahi kadın-erkek eşitliği yok. AB sözümona
“kadınlara yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırma” iddiasına sahip. Bu
konuda bir dizi sözleşmelere sahip.
Bunların en önemlileri şunlar:
* CEDAW (Kadınlara Karşı Her
Türlü Ay rımcı lığ ın Önlenmesi
Sözleşmesi)
* Parlamentolar Arası Birliğin
Eylem Planı (1994)
* Birleşmiş Milletler, Avrupa
E konom i k Kom i s yonu (A EK)
dir. AB ortalamasına göre, güvencesiz, düşük ücretli, kısmi çalışanların
% 80’ini kadınlar oluşturmaktadır.
Sosyal alanda büyük
kısıtlamalar kadın-erkek
toplumsal eşitsizliği
derinleştiriyor…
Bölgesel Eylem Platformu’nun bazı
bölümleri
* Pekin Eylem Platformu ve Planı
(1995) Kritik Alan G
* Birleşmiş Milletler Kadının
Statüsü Komisyonu’nun ‘Yönetim
ve Karar Vermede Kadının Yerine
İlişkin Benimsenen Sonuçlar’ kararı
(1999)
* Avrupa Konseyi, Kadın-Erkek
Eşitliği Dek larasyonu (İstanbul
1997)
* AB ve Konsey Tavsiye Kararı:
‘Karar Verme Sürecinde Kadın ve
Erkeğin Dengeli Katılımı’
* AB Üye Devletleri Konferansı
(1999)
Bu kararlarda kadın-erkek eşitliği
için sözleşmeyi imzalayan ülkelerin
yapması gerekenler ayrıntılı bir şekilde sayılıyor. Ancak, bu sözleşmelerin birçoğu bağlayıcılığı olmayan
tavsiye kararları niteliğinde. Yani en
baştan kulağa hoş gelen sözler, kâğıt
üzerinde kalacak iddialar olma özelliğini taşıyorlar.
Bunu ispatlamak için öyle çok uzun
boylu incelemelere de gerek yok.
AB’nin kadın-erkek eşitliği iddiasına
kendisinin ne kadar uyduğunun bir
göstergesi AB ülkelerinde kadınların
formel siyasi temsil oranlarıdır.
AB’ye üye ülkelerin parlamentolarında kadınların temsil oranı
Avrupa ortalaması olarak %16’dır.
En yüksek kadın temsil oranı %43
ile İsveç ve %37 ile Finlandiya’dadır.
Bunları %37’yle Danimarka, %36’yla
Hollanda, % 31’le Almanya, %28’le
Avusturya, %25’le Belçika, %22 ile
İspanya, %18’le İngiltere, %14’le
Portekiz, %11’le Fransa, %11’le İtalya
ve %6 ile Yunanistan izlemektedir.
Avrupa Konseyi’ndeki görevli kadın
oranı %6 ve Avrupa Komisyonu’nda
%10’dur. Yani siyasi temsil ve üst düzey kamu görevlerinde kadınların
temsil oranı hâlâ oldukça düşüktür.
AB ülkelerinin önemli bir bölümü
çok uzun yıllara dayanan bir kadın
mücadelesi geçmişine sahip olmasına
karşın kadın-erkek eşitliği noktasında erişilen nokta işte bu kadardır.
Bu siyasi temsil ve kamu hizmet üst
görevlerinde yeralan kadınların üst
ve orta sınıf burjuvazinin kadınları
olduğu da bilinçte tutulmalıdır.
Peki, işçi ve emekçi kadınlar
açısından AB’de durum nedir?
AB ülkelerinin bütün sosyal ve hukuk politikası sermayenin çıkarları
ve emekçilerin sömürüsü temelinde
düzenlenmiştir. Buna bağlı olarak
işçi ve emekçi kadınların ücretli çalışması ve sözümona ‘eşitliğe yönelik’
kimi düzenlemeler de esasta kadın iş
gücünün sermaye tarafından kullanımının güncel çıkarları üzerinde
yükselmektedir. Bu, sermayenin
ihtiyacına göre kadın işgücünün iş
alanlarına çekilmesi ya da yine sermayenin ihtiyacına göre iş alanlarından dışlanması anlamına gelmektedir. AB ülkelerinde yaklaşık olarak
son on yıldır “sistemin reformu” adı
altında işçi ve emekçilerin mücadelelerle kazanılmış haklarına muazzam
bir saldırı sözkonusudur. Bu işçi ve
emekçi kadınların çalışma ve yaşam
koşullarının ciddi bir şekilde kötüleşmesi anlamına gelmektedir. Bu
“reformlar” zincirinde örneğin kadın
emeğinin korunmasına ilişkin geçmişten kalan “kadınların gece çalışmasını yasaklayan” yasa kadın-erkek
eşitliği adına kaldırılmıştır. Eşit işe
eşit ücret AB ülkelerinde bir hayal-
AB ülkelerinde emekçi kadınların
toplumsal eşitliği gerçekleşmekten
oldukça uzaktır. Kadın işgücü sermayenin ihtiyacına göre iş alanlarına
çekilir ve yeniden dışlanırken, yeniden üretim esasta kadının sırtında
olmaya devam ediyor. Çocuk bakımı
ve yeniden üretim alanının örgütlenmesi bağlamında kaydadeğer ilerleme yok, tam tersine gerileme var.
Devletlerin sosyal alanda yaptığı kısıtlamalara bağlı olarak çocuk, hasta
ve yaşlı bakımında toplumsal değil,
bireysel çözümlerin güçlendirilmesi
sözkonusu. Çocukların, hastaların,
yaşlıların bakımının aileye yüklenilmesinin açıktan propagandası yapılıyor. Aile içinde de varolan erkek
egemen işbölümüne uygun olarak bu
yükler kadınların omuzuna biniyor.
Emekçilerin çocuklarının okul ve
meslek eğitiminin ciddi bir şekilde
kötüleşmesi de sözkonusu. Bunun
yerine Türkiye’den tanıdığımız zenginlerin çocuklarına her türden fırsatı tanıyan, emekçilerin çocuklarını ise bir an önce ‘hayata atılmayı’
zorlayan paralı eğitim yönünde bir
gelişme sözkonusudur. Bu alanda deyim yerindeyse uyum AB ülkelerinin
Türkiye’ye ‘uyması’ yönünde sağlanmaktadır.
AB ülkeleri erkek-egemen kapitalist yapılarını korumaya devam
etmektedir. Onlarca sözleşme, yasal düzenleme başka, gerçek hayat
başka konuşmaktadır. Bunun bir
diğer göstergesi de kadınlara yönelik
şiddete karşı mücadele alanıdır. AB
ülkelerinde de kadınlara yönelik şiddet oranı oldukça yüksektir. AB ülkeleri içinde eşitlik ve sosyal haklar
bağlamında hâlâ ileri seviyede olan
İsveç’te dahi yılda en az 16 kadın şiddet nedeniyle yaşamını yitirmektedir,
her yıl 10 binden fazla kadın şiddete
maruz kaldığını söyleyerek polise
başvurmaktadır. Almanya’da her
dört kadından birinin şiddete maruz
kaldığı tespit edilmektedir. Durum
bu iken, devletin kısıtlama politika-
17
klasiklerimizden öğrenelim
sından ilk etkilenenler yine mağdur
durumda olan kadınlar olmaktadır.
AB’nin en zengin ülkelerinden biri
olan Almanya’da ‘para yok’ gerekçesiyle kadın sığınma evleri peşpeşe
kapatılmaktadır.
AB ırkçı-şoven milliyetçiliği
körüklüyor!
Milliyetçilik, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin birbiriyle ilişkisini gören ve teşhir
eden burjuva kadın hareketi, bu açıdan da AB sürecine haketmediği bir
olumlulukla yaklaşıyor ve boş umut
dağıtıyor. Bunların kimi sözcülerine
göre, AB’nin güçlenmesi ulus devletlerin yokolması, dolayısıyla milliyetçiliğin de aşılmasını beraberinde getirecektir. Bu gerçek duruma uymayan bir tespittir. Ulus devletlerinin
‘yokolması’nın, AB içinde birleşme
sürecinin hiç de milliyetçiliği geriletmediğini görüyoruz. Tam tersi.
Bir yandan yerel milliyetçilikler güçlenirken diğer taraftan ve bununla
yanyana Avrupalı kimliğinin oluşturulmaya çalışıldığı yerde “Avrupalı”
olmayanlara yönelik bir ırkçılık
‘kültürel üstünlük’ taslama, ırkçılığın yeni görüntüsü olarak karşımıza
çıkmaktadır. Diğer taraftan, kadınların ezilmesine ve sömürülmesine
ideolojik dayanak sağlayan din propagandası da ağırlık kazanmaktadır.
AB’li kimliğinde ortak bir dine sahip
olmak, “Hıristiyan” olmak da sözkonusudur. ‘Diğer dini azınlıklar’ın
haklarının da korunması üzerine ne
kadar sahte vurgu yapsalar da, son
yıllarda özellikle “radikal-fanatik
Müslümanlığa” karşı mücadele adı
altında ırkçı-şoven kampanya yürütülmektedir.
Bunları alt alta dizdiğimizde ortaya çıkan tablo açıktır: AB pederşahi-emperyalist-kapitalist yapıya
sahiptir. AB’nin erkek egemenliğinin aşılması gibi bir amacı yoktur.
Bütün gelişme “aile”yi güçlendirme,
çocuk doğurmaya teşvik vb. yönündedir. AB’nin öngördüğü, kadınların
toplumsal konumlarının değişmediği, ev içindeki görev bölümlerinin
eşitsiz bir şekilde olduğu, kadınların
baskı altında olduğu bir düzendir.
Kadınların ezilmesinin devam ettiği
bir düzendir.
AB sürecine boş umutların bağlanması işçi ve emekçi kadınların
kurtuluş mücadelesinin önünde engeldir. Bizi AB değil, erkek-egemen
kapitalist sistemi yerle bir etmeyi ve
onun yerine sınıfsız sömürüsüz bir
dünyayı kurmayı hedefleyen mücadelemiz ileriye götürecektir!
18
15 Ağustos 2005 ✓
Klasiklerimizden Öğrenelim
Bolşevik devrim dışında
kurtuluş yoktur!
V. İ. LENİN
E
mperyalist savaşlar sorunu,
bugün dünyaya ha k im
olan; ve kaçınılmaz bir şekilde yeni emperyalist savaşlar yaratan, kaçınılmaz bir şekilde zayıf,
geri ve küçük halkların bir avuç
“ileri” güç tarafından ulusal bakımdan ezilmesini, yağmalanmasını, soyulmasını ve boğulmasını
duyulmamış ölçüde artırmayı beraberinde getiren finans-kapitalin
uluslararası politikası sorunu, işte
bu sorun 1914’ten beri dünyanın
tüm ülkelerinin tüm politikasında
bir köşe taşı olmuştur.
Sorun, burjuvazinin gözlerimizin önünde hazırladığı, göz
göre göre kapitalizmden kaynaklanmakta olan gelecek emperyalist savaşta, (1914-1918 savaşında ölen 10 milyon insan ve
bugün hâlâ sürüp gitmekte olan
tamamlayıcı “küçük” savaşlarda
ölenlerin yerine) 20 milyon insanın yokedilip edilmemesi, (kapitalizmin sürüp gitmesi halinde)
kaçınılmaz bir şekilde yaklaşan
savaşta (1914-1918 yıllarında sakatlanan 30 milyon insan yerine)
bu kez 60 milyon insanın sakatlanıp sakatlanmaması sorunudur.
Bu sorunda Ekim Devrimimiz
dünya tarihinde yeni bir çağ açmıştır. Burjuvazinin uşakları ve
bunların Sosyal-Devrimciler ve
Menşevikler kılığındaki, bütün
dünyanın güya “sosyalist” küçükburjuva demokrasisi kılığındaki
uzantıları, “emperyalist savaşın
iç savaşa dönüştürülmesi” şiarıyla
alay ettiler. Fakat bu şiarın tek
gerçeklik olduğu, kuşkusuz hoş
olmayan, kaba, çıplak, insafsız, ve
fakat en ince şovenist ve pasifist
yalanlar denizi içinde biricik gerçeklik olduğu görüldü. Bu yalanlar
şimdi yıkılıyorlar. Brest Barışı’nın
ne olduğu ortaya çıktı. Ve Brest
barışına göre çok daha kötü bir
barış olan Versailles barışının anlam ve sonuçları her geçen gün
daha acımasız bir şekilde ortaya
çıkıyor. Ve, dünkü savaşın ve yaklaşmakta olan savaşın nedenleri
üzerine kafa yoran milyonlarca
insanın önünde daha açık, daha
belirgin, dahası su götürmez bir
şekilde şu acı gerçek ortaya çıkıyor: Emperyalist savaştan ve bunu
kaçınılmaz şekilde yaratan emperyalist barıştan, emperyalist dünyadan, bu cehennemden, Bolşevik
mücadele ve Bolşevik devrim dışında kurtuluş yoktur.
Bırakın burjuvalar ve pasifistler, generaller ve küçük-burjuvalar, kapitalistler ve filistenler, tüm
imanı bütün hıristiyanlar, İkinci
ve İkibuçukuncu Enternasyonal’in
bütün şövalyeleri bu devrime kızgınlıklarını kussunlar. Onlar,
yüzlerce ve binlerce yıldır ilk kez
kölelerin, köle sahipleri arasındaki bu savaşa, “Köle sahiplerinin
ganimeti paylaşmak için sürdürdükleri bu savaşı, tüm ulusların
köklerinin, tüm ulusların köle sahiplerine karşı savaşına dönüştürelim!” şiarıyla açık bir şekilde cevap vermesini, bu tarihsel gerçeği
hiçbir kızgınlık, iftira ve yalan seliyle değiştiremeyeceklerdir.
Yüzlerce, binlerce yıldır ilk kez
bu şiar, anlamsız ve zavallı bir şiar
olmaktan çıkıp, açık ve kesin bir
siyasi program halini aldı, proletaryanın önderliğinde, ezilen milyonlarca insanın etkili bir mücadelesine, proletaryanın ilk zaferine,
savaşların yokedilmesi yolundaki
ilk zafere, sermaye kölelerinin zararına, ücretli işçilerin zararına,
köylülerin zararına, emekçilerin
zararına hani şu barış imzalayıp
savaş yapan çeşitli ülkelerin burjuvazisinin ittifakı üzerinde bütün
ülkelerin işçilerinin ittifakının ilk
zaferine dönüştü.
Bu ilk zafer, nihai zafer değil
henüz, Ekim Devrimimiz bu zaferi emsalsiz cefalar ve güçlükler,
işitilmemiş acılar içinde, ve kendi
payımıza büyük başarısızlıklar
ve hatalarla gerçekleştirdi. Sanki
başarısızlıklar olmaksızın, hatalar yapılmaksızın, tek başına geri
bir halk, dünyanın en güçlü ve
ileri ülkelerinin emperyalist savaşlarının üstesinden gelebilirmiş
gibi! Hatalarımızı kabul etmekten
korkmuyoruz ve biz bunları, bu
hataları düzeltmesini öğrenmek
için soğukkanlılıkla değerlendireceğiz. Fakat olgu şudur ki: yüzlerce, binlerce yıldır ilk kez köle
sahipleri arasındaki savaşa, kölelerin bütün köle sahiplerine karşı
bir devrimle “cevap vermek” için
verilen söz tamı tamına yerine
getirildi — ve tüm güçlüklere rağmen yerine getirilecek.
Biz başlangıcı yaptık. Ne kadar
zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna
kadar vardırırlar, bunun önemi
yok. Önemli olan, buzun kırılmış,
yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır.
“Anavatanı koruyoruz” diye ikiyüzlülüğe devam edin bütün ülkelerin kapitalist efendileri — Japon’un
anavatanını Amerikan’ınkine,
Amerikan’ınkini Japon’unkine
karşı, Fransız’ınkini İngiliz’inkine
karşı vs. vs.! İkinci ve İkibuçukuncu
Enternasyonal’in şövalye efendileri, bütün dünyanın pasifist ve
küçük-burjuvaları ve filistenleri ile
birlikte, yeni “Basel Manifestoları”
ile (1912 Basel Manifestosu örneğini izleyerek) emperyalist savaşa
karşı mücadele sorunundan “sıyrılmaya” devam edin! İlk Bolşevik
devrim dünyadaki ilk yüz milyon
insanı emperyalist savaştan, emperyalist dünyanın elinden kurtardı. Bundan sonraki devrimler
bütün insanlığı bu savaşlardan ve
dünyanın elinden çekip kurtaracaktır.”
(V. İ. Lenin, “Ekim Devriminin Dördüncü
Yıldönümü Üzerine”, 14 Ekim 1921,
Seçme Eserler Cilt 6, İnter Yayınları,
sayfa 520-522, Başlık bize aittir.)
panorama
ALMANYA
“Sisteme oy yok!”
İşçi ve emekçi kitleler sosyal hakların
kısıtlanması ve sermayenin azami kâr dürtüsüyle
saldırılarında giderek arsızlaşmasından rahatsızlık
duymaktadırlar. Şimdi ortaya çıkan “Sol Parti”
işte tam da bu rahatsızlığı kendisi için oya
dönüştürmeye ve kendini ezilen yığınlara alternatif
olarak sunmaya çalışmaktadır.
A
lmanya Eylül ayında gene l s e ç i m le re g id i yor.
“Sosyaldemokrat”–Yeşiller
koalisyon hükümeti, “Ajanda 2010”
sloganıyla seçimlerden bu yana uygulamaya koyduğu sistem reformuyla
tökezlediği ve skandallarla yıprandığı
için çıkış yolunu güven oylamasına
gitme ve böylelikle erken seçim yolunu açmada buldu.
“Sosyaldemokrasi” önderliğindeki hükümetin sözümona işsizliğin
artışını engellemek ve hatta işsizliği düşürmek için başvurduğu ve
Almanya’da işçi sınıfının haklarına
saldırı, ücretlerin düşürülmesi ve
bir bütün olarak çalışma koşullarının kötüleştirilmesi saldırısına temel
olan “Hartz” programlarının mucidi
bay Hartz’ın fuhuş skandallarına
adının karışması bardağı taşıran son
damla oldu. İşçilere, emekçilere kemer sıkmayı öğütleyenler rüşvet ve
fuhuş bataklıklarında debeleniyorlardı. “Hartz” programlarına karşı
işçi, emekçi ve işsizler ordusunda
varolan tepki bunun üzerine daha
yüksek sesle ifade edilmeye başlandı.
Sağcı muhalefetin bastırdığı, kitlelerin de homurdanmalarının giderek
arttığı ve sosyal demokrasi içinde
ciddi bir muhalif kopuşun yaşandığı
bu ortamda Başbakan Schröder ve
SPD yönetimi, kaleleri olarak gösterilen Kuzey Ren Vestfalya (NRW) bölgesinde yapılan eyalet seçimlerinde
partinin ağır bir yenilgiyle çıkmasının da sonucu olarak erken seçime
gitme taktiğine başvurdu. Başbakan
Schröder ve partisi eyaletlerde gücü
elinde bulunduran muhalefet karşısında “rahat” bir iktidar yürütemeyeceğini anlamıştı ve tabanın iyice erimesini engellemek için yeni bir çıkışa
ihtiyaç duyuyordu.
Eylül ayında genel seçimler yapılacak ve bu seçimlere Almanya,
“sosyaldemokrasi”nin “solu”nda yeni
bir “Sol Parti”yle girecek. Bu seçimlerin en önemli özelliği de bu olacak. Sosyaldemokrat Parti’den ayrılan Lafontaine’in Doğu Almanya’da
önemli bir güç olan Gysi önderliğindeki PDS ile seçim ittifakı temelinde
oluşturduğu “Sol Parti”nin önemli bir
çıkış yapması ve ilk çıkışta %12’lik bir
oy patlamasıyla kendisini göstermesi
beklentileri yaratılıyor. Bu beklenti
gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin,
Almanya’da dikkate alınması gereken
bir gelişme sözkonusudur:
“Sosyaldemokrasi”nin sağa kayışına
ve emekçi kitlelerin değil, sermayenin
çıkarlarını savunduğu noktasında
teşhir olmasına bağlı olarak kendi
tabanındaki desteğini kaybetmekte,
tabanda bir yandan muhafazakârlara
yöneliş gerçekleşirken diğer taraftan
da daha solda arayışlara açılma yönünde bir ayrışma yaşanmaktadır.
İşçi ve emekçi kitleler sosyal hakların kısıtlanması ve sermayenin
azami kâr dürtüsüyle saldırılarında
giderek arsızlaşmasından rahatsızlık
duymaktadırlar. Şimdi ortaya çıkan
“Sol Parti” işte tam da bu rahatsızlığı kendisi için oya dönüştürmeye
ve kendini ezilen yığınlara alternatif
olarak sunmaya çalışmaktadır.
Gerçekte hiçbir parti sosyal hakların budanmasına karşı gerçek bir
programa sahip değildir. “Sol Parti”
de değildir. Kaldı ki, şimdi “Sol
Parti”nin bileşeni haline dönüşen
PDS, bu hükümet döneminde bazı
eyaletlerde koalisyon ortağı ve dolayısıyla “Ajanda 2010”un uygulayıcısıydı. Diğer partilerden özde bir
farkı olmayan “Sol Parti”, burjuvazi
için ezilen yığınları sisteme bağlı
tutma rolünü üstlenmiş bulunuyor.
Almanya’da bir dizi sol grup ve bunlar arasında DİDF gibi Türkiyeli göçmen örgütleri de “Sol Parti”yi destekleme yönünde bir tavır belirliyorlar.
Halbuki, bu seçimlerde Almanya’da
demokrat, devrimci, sosyalist muhalefetin görevi, “Sol Parti”nin gerçek anlamda işçi ve emekçilerin çıkarlarını
savunma diye bir programının/seçim
programının olmadığının teşhiridir.
Kitlelerin kazanılmış hakların budanmasına, işsizliğe ve giderek artan
yoksulluğa karşı olan tepkisini sisteme
karşı mücadeleye doğru yönlendirmeye çalışmaktır. Kazanılmış hakların savunulması, sermayenin işçi ve
emekçi yığınlara yönelik saldırılarının
durdurulması tabandan yükselecek ör-
gütlü mücadeleye bağlıdır.
Almanya’da komünist faaliyet yürüten Bolşevik İnisiyatif gayet doğru olarak, bu seçimlerde sistem partilerinin
teşhirine, özellikle de işçi ve emekçi
yığınların sermayenin saldırılarına
karşı artan öfkesini kendisine oy potansiyeline dönüştürmeye, onları sisteme bağlamaya çalışan “Sol Parti”nin
teşhirine yükleniyor ve “Sisteme oy
yok!” şiarıyla seçimleri boykota çağırıyor. Bolşevik İnisiyatif’in ajitasyonpropagandasında Almanya’da emekçiler arasına ekilen düşmanlık tohumlarının, göçmenlere ve Hıristiyan
olmayan dini azınlıklara karşı ırkçı
şoven kışkırtmaların, “teröre karşı
mücadele” adı altında demokratik
hakların budanmasının teşhiri önemli
bir yer tutuyor.
12 Ağustos 2005
Aşağıda Almanya’daki seçimlere ilişkin Bolşevik Parti İnşası için yayınlanan
“Trotz Alledem” ("Herşeye Rağmen") dergisinin seçim bildirisini yayınlıyoruz.
Burada seçimlere ilişkin takınılan tavır bizim de Yeni Dünya İçin ÇAĞRI olarak
doğru bulduğumuz bir tavırdır.
YDİ Çağrı
Almanya’da Federal Parlamento Seçimleri 2005
Schröder mi, Lafontaine mi?
Merkel mi yoksa Gysi mi?
Hepsi bir gerçekte…
Bunlar arasındaki tercih bizi kimin
ezip soyacağı noktasında tercihtir!
Hangi domuzcuğu tercih
ederdiniz?
Bir zamanlar televizyonun çok seyredilen bir yarışma programında
Robert Lembke’nin yarışmacılara
sorduğu bu soru bugün federal seçimlerde gerçekte emekçilerin önünde
duran soru. Bugün seçimlerde emekçilerden oy isteyen partilerin tümü
geçmişte biz emekçilerin değil, sermayenin çıkarlarını savunduklarını
yüzlerce kez kanıtlamış olmalarına
rağmen bugün hâlâ emekçilerin büyük çoğunluğu bu partilerin birine
yeniden oy vermeyi düşünüyor.
Kırmızı-Yeşil mi?
Yoksa Kara-Sarı mı?
Yedi yıldır hükümeti oluşturan “patronların yoldaşı” olan Kırmızılar ve
Yeşil, lafta dünya hallerini düzeltme
şampiyonları, izledikleri işçi-emekçi
düşmanı siyasetlerle normlar koydular. Yeni hükümet ister Kara-Sarı isterse başka renklerden oluşsun, işçi
düşmanı siyasetleri Kırmızı-Yeşilin
getirdiği noktadan alıp sürdürecektir.
Kırmızı-Yeşil Alman emperyalizmini yeniden savaş katılımcılığı
konusunda etkin ve hazır hale getirmeyi kendi hanesine yazabilir. Alman
askerleri şimdi Hindikuş’ta güya “bizim özgürlüğümüzü” savunuyor ve
başka halklara kurşun sıkıyor.
Londra’da, Mısır’da… vb. yerlerdeki bombalama eylemleri egemenler tarafından temel hakları
kısıtlamak için bulunmaz fırsatlar
olarak değerlendirilip, kullanılıyor.
Antifaşistler, devrimciler kriminalize
ediliyor, özel hayatın özelliği telefon
19
panorama
dinlemeleri vb. yollarıyla kaldırılıyor. Emekçilerin hoşnutsuzluğunun
eylemlere dönüşmesi olasılığı karşısında Alman ordusunun ülke içinde
kullanılmasının yolu açılıyor.
İslama karşı haçlı seferi mantalitesi
canlandırılıyor. Irkçı demagoji bütün burjuva siyasetçilerinin günlük
silahlarından biri. On yıllardan beri
Almanya’da yaşayan ve yaşamlarının merkezi Almanya olan milyonlarca göçmen kadın ve erkeğin seçim
panayırına katılma, seçme-seçilme
hakkı bile yok hâlâ. Burjuvazinin demokrasi anlayışı o kadar geniş değil.
Bizler Almanya’da yaşayan her yetişkin insanın seçme ve seçilme hakkı
olmasının en basit bir demokratik
hak olduğu görüşündeyiz. Tüm göçmenler için seçme-seçilme hakkını,
parlamentarizm hayranı olduğumuz
için istemiyoruz. Hayır! Göçmenler
için de seçme seçilme hakkını isterken, sonucu önceden belli olan, bir
burjuva parti veya koalisyonunun,
bir başka burjuva parti veya koalisyonla yer değiştirmesi ile sonuçlanacak bir seçimin, ister Alman ister
göçmen olsun kadın-erkek işçiler ve
emekçiler için gerçek bir alternatif
olmadığının bilincindeyiz.
lizme karşı yönelmiyor. Tersine onlar sistem içinde yönetime katılma,
ekonominin demokratikleştirilmesi,
daha hakça bir dağılım, asgari ücret
vb. taleplerle yetiniyor.
WASG’ın internet sitesinde açıkça
“Parti (…) sosyalist vizyon ve hedeflere sahip değildir.” deniyor. WASG
açıkça burjuva demokrasisinden,
pazar ekonomisinden, özgür girişimcilikten ve kazançtan yana tavır
takınıyor. Bu partinin başına geçen
SPD eski başkanı Lafontaine SPD
içinde neoliberal siyasetlerin savunulmasında başı çekenlerden biriydi.
1980’li yılların sonunda o hafta sonu
tatilinin kaldırılmasından ve çalışma
saatlerinin, ücretler aynı seviyede
kalmaksızın düşürülmesinden yana
taşımaktadır. Federal Konsey’de
(Bundesrat) PDS, Kırmızı-Yeşil
Hükümetin “vergi reformu”nu ve
ırkçı göçmen yasasını onaylamıştır.
Öyleyse, böyle bir “Sol
Parti”den ne bekleyebiliriz?
Şimdi Lafontaine ve PDS seçim programlarında kimi “sol” laflar etseler
ve mesela Hartz IV’ün iptal edilmesini talep etseler bile, bunlar hükümette oldukları her yer ve zamanda
söylediklerinin tersini uyguladıkları
ortadadır. Bunların seçim talep ve
vaatlerini ciddiye alsak bile ve mesela bunların en fazla kazananların
daha yüksek oranda vergilendirilmesi, Hartz IV’ün gözden geçirilmesi taleplerinin ciddi olduğunu
“Sol Parti” Alternatif mi?
20
Bizim kapitalist sisteme yönelttiğimiz eleştirilerle hemfikir olduklarını söyleyen ve “Seçimler özde bir
şey değiştirmez” diyen bir çok, genç
isyancı insan, eleştirici işçi ve sendikacılar da bir noktada kocaman bir
“FAKAT” ekliyorlar sözlerine: “Sol
Partiyi seçsek, ona oy versek, devletçi
partilere bir ders vermiş olmaz mıyız?
Sol Partiye verilen oylar solu güçlendirir. Bir CDU-FDP koalisyonu bugünkü Kırmızı-Yeşil hükümetten de,
olası bir SPD-Grüne-PDS/Linke hükümetinden de daha kötü olacaktır.”
vs. vb.
Burada şu unutuluyor: Kötülerin
içinde daha az kötüye verilen oy da,
bu somutta “Sol Parti”ye verilen oy
da sonuçta sisteme verilen bir oy olacaktır. “Sol Parti”nin gerçekte nesi,
neresi sol?
“Sol Parti”, bilindiği gibi WASG ile
PDS adlı iki partinin bir seçim ittifakı ve bu ittifakın öne çıkan isimleri Gregor Gysi ve Oskar Lafontaine.
Kimi eski SPD’ liler, k imi eski
PDS’liler, kimi sendikacılar, ATTAC,
kimi işsizler inisiyatifleri vb. de bu
ittifak içinde yer alıyorlar. WASG,
PDS ile birleşene dek, parti değil bir
“toplanma hareketi” olma iddiasında
idi ve “…biz ortanın solunda duruyoruz.” diyordu.
“Sol Parti”nin açıklamaları kapita-
lere katılan tüm partiler pazar ekonomisi ve kapitalizm temeli üzerinde
hareket etmekte, bu temele sahip çıkmaktadır. Gerçek çözümler bugünkü
sistemin kökten sorgulanmasını ve
reddini gerektirir. Bunun bizim için
anlamı bu seçimlerde “kötülerin
içinde daha az kötü olan”ı seçmenin yanlış olduğudur. Bu seçimlerde
“seçmek” gerçekte egemenlerin sunduğu alternatifler arasında tercih belirtmek anlamına gelmektedir.
Seçimimizi yaptık:
Seçim boykotu!
Seçimler konusunda takınılacak
doğru tavır, boykottur. Herkese
şunu açıkça söylüyoruz: “Ben sunulan alternatif lere oy vermiyorum.
Seçimlerle özde değişecek bir şey
yok.” Egemenler bizden önümüzdeki
4 yıl için onay istiyor. Önümüzdeki
dört yıl demokratik meşruiyet istiyor. Onlara bu meşruiyeti vermeyelim. Burjuva partileri açısından “seçmen oyları için mücadele” seçimlerin
yapılmasıyla biter. Biz ise bir şeyleri
değiştirmek istiyorsak gerçekten mücadele etmeliyiz. Son yıllarda adım
adım elimizden alınan bir sürü sosyal
hak –örneğin 8 saatlik işgünü, hastalık halinde ücret ödenmesinin sürmesi, toplu iş anlaşmaları vb.– zorlu
ve uzun mücadeleler sonucu kazanılmış haklardı. Bunları bizden geri
alabildiler, çünkü direnişimiz yeterli
derecede güçlü ve örgütlü değildi.
Yalnızca Seçim Boykotu…
Yeter mi?
tavır takınmıştı. 1990’lı yıllarda iltica hakkının SPD tarafından kaldırılmasında başı çekenlerden biriydi.
Mart 2002’de Almanya’ya Doğu
Avrupa’dan Alman kökenlilerin göçünün sınırlandırılmasından yana
tavır takınmıştı. Lafontaine bu seçim
kampanyası sırasında bir miting konuşmasında şunları söylüyordu:
“Devlet, ucuz işgücü ülkelerinden
gelen yabancı işçiler işlerini ellerinden
aldığı için işsiz kalan aile babalarının
ve kadınların bu duruma düşmesini
engelleme yükümlülüğüne sahiptir.”
O Avrupa’ya göçü engellemek için
Kuzey Afrika’da kontrolü AB’nde olan
“Kaçak Kampları” kurulmasından ve
“önleyici işkence”den yanadır.
İttifakın büyük ortağı PDS de pazar
ekonomisinden yanadır. PDS, Berlin
ve Mecklenburg-Vorpommern’de
hükümet ortağıdır ve sosyal hakların budanmasında, Hartz IV programının uygulanmasında aktif rol
almakta, kimi göçmenlerin yurtdışı
edilme yoluyla işkence ve ölüme
gönderilmesinin sorumluluğunu
varsaysak, bunlar bile bu partileri
reform partisi yapmaz. Reformları
ciddiye alan bir işçi partisi kapitalizm şartlarında örneğin ücretlerde
bir düşüş olmaksızın çalışma zamanının radikal bir şekilde kısaltılması
ve yeni işçi istihdamını talep etmek
zorundadır. Reformları ciddiye alan
bir işçi partisi kapitalizm şartlarında
örneğin en yüksek kazanç grubundakilerin vergilendirilmesinin en az
% 75 oranında olmasını talep etmek
zorundadır. Gerçekte neredeyse 10
milyona yakın insanın işsiz olduğu
bir ülke ve ortamda ücretler aynı
kalmak kaydıyla 30 saatlik iş haftası
talebini bile seçim programına yazamayan bir parti reform partisi olarak
bile ciddiye alınamaz!
Ne olacak şimdi? Ne yapmalı?
İşsizlik, pahalılık, iç faşistleşme, savaşlar, çevre talanı, ırkçılık ve daha
bir dizi gerçek sorunda seçimlere katılan hiçbir parti çare değildir, bize
gerçek çözüm sunmamaktadır.
Bu sistem içinde bugün bu seçim-
Tabii ki hayır! Seçim boykotu ile yalnızca sistemin bizi kendi temsilcileri
arasında tercih yapmaya zorlamasına
hayır demiş oluruz. Bizim alternatiflerimiz başka yerdedir. Haklarımızı
işyerinde, yerleşim yerlerinde, sokakta, her alanda protestolarla, direniş eylemleri ile, grevlerle, gösterilerle
savunmalıyız, taleplerimizi mücadele
ile söke söke almalıyız. Sömürü ve
baskıya karşı, iç faşistleşmeye karşı
durmaksızın mücadele: Bizim siyasetimiz bu olmalıdır.
Bunun için bir komünist örgüte ihtiyacımız vardır.
Haydi, devrim için örgütlenmeye!
Komünizm için örgütlenmeye!
Sistemi seçimlerle değiştirmek, aşmak mümkün değildir. O sınıf mücadelesiyle, devrimle yıkılacak, aşılacaktır!
Biz seçim boykotunu,
sınıf mücadelesini seçiyoruz!
Emperyalist sisteme oy yok!
Seçimimizi yaptık:
Devrimi, komünizmi seçtik!
✓
panorama
İRAN
“Atom” görüşmeleri ve
savaş kışkırtıcılığı…
Ayetullah Ali Komeini: "Amerikalılar en büyük yenilgilerini yaşayacaklardır..."
A
ğustos ayı başlarından beri
İran’ın “atom programı”
sorunu üzerine tartışmalar
gündemi daha fazla işgal etmeye başladı. Buna paralel olarak başta ABD
emperyalizminin İran’a yönelik tehditleri, savaş hazırlığı ve İran’ı suçlamak için ileri sürülen iddialar da çoğalmaya başladı. Medyaya yansıyan
kimi haberlere göre Pentagon, İran’a
yönelik savaş planlarını, savaşın nasıl yürütüleceği, hangi adımlar atılacağı vb. biçimde daha da somutlayan
planlar yapmış durumda.
ABD emperyalizminin İran’a yönelik tehditlerinin, bugün ya da yarın
hemen savaş biçimine dönüşeceği,
savaşın kısa sürede başlatılacağı gibi
bir durum olmasa da, ABD emperyalizminin İran’a yönelik saldırı planlarının varlığı, en azından son iki-üç
seneden beri bilinmektedir.
İran, ABD emperyalizmi için “şer
ekseni”nde olan ve “terbiye” edilmesi
gereken bir ülke durumunda. ABD
emperyalizmi önderliğinde başlatılan saldırganlığın doğrudan bir
ürünü olan savaşın, Afganistan ve
Irak’tan sonra İran’a henüz ulaşmamış olması, ABD emperyalizmi istemediğinden değil, somut koşulların
buna elvermemesinden kaynaklanmaktadır. Bunun da birçok değişik
nedeni, kaynağı var.
ABD emperyalizminin özellikle
Irak bağlamındaki hesaplarının yanlış çıkması, emperyalist diğer güçlerin
kendi hesaplarına denk düşen farklı
tavırları ve esas olarak sorunu “diplomatik” görüşmeler temelinde çözme
yanlısı görünmeleri; İran’ın, atom
programı bağlamında AB-Üçlüsü
(İngiltere, Fransa, Almanya) ile görüşmeleri sürdürmesi ve Uluslararası
Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) ile
görüşmelerde onların kontrol etme
taleplerine uygun davranmaya çalışması siyaseti vb. olgular, gelişmeler
sözkonusu nedenlerden öne çıkanlarıdır.
Bunlara rağmen ama ABD emperyalizminin İran’a yönelik siyasetinden özde bir değişiklik yoktur.
Tersine her geçen gün daha fazla savaşa temel hazırlanmaktadır.
AB-ÜÇLÜSÜ İLE
GÖRÜŞMELERDE SON
DURUM…
Andaki durumu aktarmadan önce
birkaç noktayı hatırlatmakta yarar
var.
ABD emperyalizmi İran’ı açıkça savaşla tehdit ederken, İngiltere, Fransa
ve Almanya “diplomatik” görüşmeler, pazarlıklar yoluyla İran’ı kendi
istedikleri “hizaya” getirmeye çalışmaktadırlar. İşin özüne bakıldığında
emperyalistler arası çelişkilerde yol ve
yöntemlerde de farklılıklar gündeme
gelmektedir. ABD kırbaç siyaseti
yürütürken, AB-Üçlüsü havuç siyaseti gütmektedir. İşin ilginç yanı, bu
emperyalistler arasındaki çıkar dala-
şına rağmen, “gizli bir ortaklık” sözkonusu olmaktadır. Evet bu ortaklık
İran’ı istedikleri hizaya getirmektir.
İran ama öyle kolay kolay bunların
öngördüğü hizaya gelmiyor.
Bu emperyalist güçler atom silahlarına karşı değildir. Karşı oldukları şey, İran gibi “şer ekseni” içinde
gösterilen bir devletin atom silahına
sahip olma olasılığıdır. Genel formüle edilirse, emperyalistlerin karşı
olduğu şey, atom silahlarının istemedikleri güçlerin elinde olmasıdır. Bu
bağlamda İran’ın atom silahı üretme
olasılığına karşı çıkmalarını atom silahlarına karşı olma biçiminde göstermeleri büyük bir sahtekârlıktır.
Değişik yol ve yöntemler kullansalar da, emperyalistlerin İran’a yönelik siyasetin temel köşe taşlarından
biri, İran’daki petrol ve doğalgaz
kaynaklarına nüfuz etmek, egemenlikleri altına almaktır. Bu dalaşta
sadece ABD, Fransız, İngiliz, Alman
emperyalizmi yer almıyor. Rusya,
Çin ve Japonya da işin içindeler. ABD
emperyalizmini yer yer açıktan destekleyen Kanada ve Avustralya bile
bu dalaşın içinde yer alan güçler arasında.
Bu noktaları hatırlattıktan sonra
İran ile AB-Üçlüsü arasındaki görüşmelere bakabiliriz. Bilindiği gibi
İran, 22 Kasım 2004 tarihinde, bu
AB-Üçlüsü ile görüşmelerin devamının “sağlıklı geçmesi” amacıyla
uranyum zenginleştirme çalışmalarını geçici olarak durdurmuştu. İran
yönetimi sözkonusu kararın “nihai
bir anlaşma sağlanması amacıyla AB
ile görüşmeler devam ettiği sürece
geçerli” olduğunu da açıklamıştı.
Bu temelde yürütülen görüşmeler,
esas olarak AB-Üçlüsü’nün somut bir
plan, öneri sunmamasıyla Temmuz
2005 sonuna doğru bir çıkmaza girdi.
Kasım 2004 ile Temmuz 2005 arası
dönemde görüşmeler yer yer kopma
durumuna geldi ama ipler tam olarak
koparılmadı…
İşin belki de ilginç yanı, sözkonusu
görüşmelerde İran sorunu çözme
yanlısı bir resim çizerken ve emperyalistlerin ortaya koymuş olduğu
uluslararası kurallara uygun davranmaya çalışırken, AB-Üçlüsü işi
sürüncemede bırakma siyasetini gerçekleştiriyor ve karşılıklı görüşmelerin ilerlemesi için yapması gereken
önerileri yapmıyordu.
Öngörülen zaman içinde sözkonusu öneriler yapılmayınca İran
yönetimi, 2004 Kasım ayında durdurduğu uranyum zenginleştirme
çalışmalarına yeniden başlayacağını
açıkladı. Hatta, çiçeği burnunda İran
Cumhurbaşkanı Ahmedinecad, gö-
revi devraldığında yaptığı konuşmada kitle imha silahlarının dünya
çapında imha edilmesi çağrısında
bulundu.
AB-Üçlüsü ise gecikmeli de olsa bir
öneri paketini 7 Ağustos’ta sundu.
Sözkonusu öneri paketi İran yönetimi tarafından kabul edilmez bir
öneri ilan edildi. İran yönetimi ABÜçlüsü’nü uluslararası anlaşmalara,
özellikle de Paris anlaşmasına aykırı
davranmakla suçladı.
İran, sözkonusu görüşmelerde,
atom enerjisinin barışçıl amaçlarla
kullanılmasına izin veren uluslararası anlaşmaya uygun olarak, kendilerinin de barışçıl amaçlarla atom
enerjisini kullanma hakkına sahip
olduğunu, bu hakkın kabul edilmesi
gerektiğini savunmaktadır.
Buna bağlı olarak da İran, atom
enerjisini barışçıl amaçlar için kullandığını ispat etmek için, şimdiye
kadar olan uluslararası kontrolden
daha fazla bir kontrole hazır olduğunu ilan etmiştir.
Ayrıca ABD ve İsrail’in İran’a, atom
santrallerine saldırmayacağının garanti edilmesini de istemektedir İran
yönetimi. Bu garantiyi içermeyen bir
öneri paketinin, ticari açıdan bir çok
öneriyi içerse de, ciddiye alınmayacağını da açıkladılar.
Buna karşın ama başta ABD olmak
üzere, AB-Üçlüsü de İran’ın tamamen
ve tüm zamanlar için uranyum zenginleştirme çalışmalarından vazgeçmesini istemektedir. Bu talep aslında
kimi burjuva yorumcular tarafından
da, İran’a yönelik bir “haksızlık” olarak değerlendirilmektedir.
İran ile AB-Üçlüsü arasındaki görüşmelerin çıkmaza girmesinin andaki ilk sonucu, İran’ın uranyum
zenginleştirme çalışmalarını yeniden
başlatması oldu.
İran bunu yaparken bile, IAEA’nın
iznini alarak atom santralindeki kilitleri söktü ve çalışmaları başlattı.
IAEA, İran’a uranyum zenginleştirme çalışmalarını başlatmadan
önce, kontrol için santrale uzaktan
kumandalı kameralar yerleştirme talebinde bulundu ve İran bu talebe uygun davrandı. Sözkonusu kameralar
yerleştirildikten sonra ise çalışmaları
başlattı.
B u nu n ü z e r i n e A B -Üç lü s ü
IAEA’nın toplantısına karar taslağı
sundu ve sözkonusu tasarı kimi değişikliklerle karar haline geldi. Tasarıda
İran’ın nükleer programını dondurması istenirken, sorun şimdilik BM
Güvenlik Konseyi’ne devredilmedi.
IAEA toplantısında El Baradey’e 3
Eylül’e kadar İran ile ilgili yeni bir
rapor hazırlaması görevi verildi.
21
panorama
Bu gelişmelere bakıldığında emperyalist güçlerin tavırları aslında
–görüşmelerle çözme yanlısı görünülse de– savaşı kışkırtan, savaşa
temel hazırlamada ABD emperyalizmine dolaylı destek veren tavırlardır.
Görüşmeler şimdilik çıkmazda ama
yeniden başlanmayacağı anlamına
da gelmiyor. Genel bir tespit yapılırsa eğer, doğrudan savaş gündeme
gelmediği sürece görüşmeler değişik
biçim ve düzeylerde sürecektir. ABÜçlüsü savaş istemiyorsa, o zaman
İran’a belli tavizler verme –yani somut olarak uluslararası anlaşmalarda tüm ülkelere tanınan hakkın,
İran’a da tanınması bağlamında taviz verme, atom enerjisinin barışçıl
amaçlarla kullanılması hakkını kabul etme– durumunda kalacaktır.
Böylesi bir durumda bu güçler ABD
emperyalizmiyle karşı karşıya gelme
durumunda olacaklardır.
Gelişmeler böylesi bir durumu dıştalamasa da, esas olarak sorunun BM
Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesi ve
İran’a değişik yaptırımların gündeme
getirilmesine çalışılacağına işaret etmektedir. Eğilim, ABD emperyalizminin savaş hazırlığı istemine uygun
biçimde gelişme yönünde.
Kuşkusuz ki ABD emperyalizmi
kendisini hazır gördüğünde, sorunu
BM Güvenlik Konseyi’nin olası savaş
karşıtı tavrına rağmen kendi bildiği
biçimde “çözmeye” çalışacaktır.
ABD EMPERYALİZMİNİN KİMİ
HESAPLARI…
22
ABD emperyalizminin İran’a yönelik saldırganlığının kaynağında,
Humeyni’den sonraki İran yönetiminin esas olarak ABD’nin istemlerine uygun davranmaması ve bunun
da sonucu olarak ABD emperyalizminin İran üzerindeki nüfuzunu
kaybetmesi; İran’ın petrol ve doğalgaz kaynaklarına hükmedememesi
gerçeği vardır.
Bu durum ABD emperyalizminin
temsilcilerini iyice kızdırmaktadır…
Aynı zamanda “şer ekseni” içinde
ilan ettiği bir devletin atom silahı
üretme olasılığına sahip olması da
istenir bir durum değildir.
Saddam rejiminin yıkılmasıyla ABD
emperyalizminin Ortadoğu’ya yönelik
projesinin önünde engel olan ülkelerin
başında da İran gelmektedir.
İra n’ı n
durumu
ne
Afganistan’ınkine, ne de Irak’ınkine
benzemektedir. Hem askeri güç olarak, hem de rejimin kitlesel desteği
bağlamında İran’daki durum ABD
emperyalizminin işini zorlaştırmaktadır.
Bunun da doğrudan bir sonucu
olarak ve ABD emperyalizminin
Irak hesaplarının yanlış çıkmasına
da bağlı olarak gündeme gelen savaş
planları, karadan işgalden çok belirlenmiş hedeflerin bombalanmasının
planları olmaktadır. ABD emperyalizmi İran’a yönelik havadan saldırıda
atom silahlarının da kullanılmasını
planlamaktadır. Bu planlar içinde
İsrail’in de tehditleri yer almaktadır.
Savaşın hangi yol ve araçlarla yürütüleceği hesapları, İran’ı içten karıştırma, rejimi zayıflatma, hatta İran’ı
bölme planları ile tamamlanmaktadır.
Basına yansıdığı kadarıyla öne sürülen iddialar ABD emperyalizminin
İran’ın nükleer faaliyetlerini sürdürdüğü tesisleri yoğun biçimde bombalayacağı, İran rejimine muhalif
olan Halkın Mücahitleri örgütünün
desteğiyle askeri eylemler gerçekleştireceği, örneğin çeşitli tesislere
yönelik sabotajlar yapılacağı; Fars
ulusu dışındaki ulus ve azınlıkların
ayaklanmasının teşvik edileceği vb.
biçimindedir.
ABD emperyalizminin, İran’ın güneybatısında bulunan ve petrol yataklarının yoğun olduğu Kuzistan
bölgesini İran’dan koparıp bir
Arap Cumhuriyeti kurmak istediği
de öne sürülen iddialar içindedir.
Kuzistan’da yaşayanların esas olarak Şii Arap kesimi olduğu, bunların
Irak’taki Şii Araplarla yakın bağları
olduğu da söylenmektedir.
ABD emperyalizminin planları,
hesapları içinde Doğu Kürdistan’daki
Kürtler de var. Bilindiği gibi son dönemde İran yönetimi Kürtlere yönelik saldırılarını yoğunlaştırmış durumda. PKK’nin siyasi görüşlerine
yakınlığıyla bilinen PJAK güçleri ile
İran devletinin kolluk güçleri arasında sık sık çatışmalar yaşanmaktadır. ABD emperyalizmi bu durumu kitlelerin desteğini elde etmek
ve İran yönetimini zayıflatmak için
kullanmaya çalışmaktadır.
ABD emperyalizminin İran’a yönelik ileri sürdüğü bir suçlama ise
Irak’ta işgale karşı direniş gösteren
güçlerin kullandığı silahların bir bölümünün İran kaynaklı olduğudur.
Şimdilik açıktan İran devleti, hükümeti bunu yapıyor demeseler de, bu
konu İran’ın “terörizme destek veren” bir devlet olarak tespit edilmesinin temel taşlarından biridir.
İran’ın Suriye ve Irak’ın andaki yönetimiyle yakın ilişkileri de ABD’yi
rahatsız eden bir gelişmedir. İran’ın
Irak’taki Şii kesim üzerindeki etkisi,
ABD’nin hem Irak’taki hesaplarını,
hem de İran’a yönelik hesaplarını
zorlaştıran bir etken durumundadır.
Andaki durum özetle böyle. Bunun
beraberinde neler getireceğini, emperyalist saldırganlıkla dinci gericiliğin ortak noktada buluşma zemini
bulup bulmayacağını, ya da savaş
tam tamlarının ne kadar sesli çalınacağını zaman bize gösterecektir.
İşçiler, emekçiler, tüm ezilenler için
esas sorun, emperyalist barbarlığa ve
her türden gericiliğe karşı mücadeleyi yükseltmektir.
İşçilerin, emekçilerin, ezilen ulus
ve milliyetlerin sorunlarına ne emperyalistler ne de faşist mollalar
çözüm getirebilir! Çözüm işçilerin,
emekçilerin, ezilen halkların kendi
ellerindedir.
22 Ağustos 2005 ✓
IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN
Anayasa pazarlıkları
sürüyor...
ABD
emper yal i z m i önderl iğ i nde
Irak’a yönelik başlatılan savaş ve işgalin sonuçları, işgale karşı direniş
ve yerli işbirlikçilerin kendi çıkarları
için hesapları vb. olgular, emperyalistlerin savaş öncesindeki hesaplarının tutmadığını her geçen gün daha
da açık biçimde göstermektedir.
Sözkonusu hesaplarının yanlış olduğunu gördüklerinde ise yeni yol
ve yöntemlere, araçlara başvurmaya
yönelmektedirler. Örneğin direnişi
bastırmak için nasıl ki BAAS rejimi
döneminin asker, polis ve yönetici
kesimleriyle birlikte çalışmaya yöneldilerse, İslam dininin Irak’ın anayasasının dayanacağı bir temel olmasını
da kabul etme durumundadırlar.
Irak’ın anayasasının oluşturulması
üzerine yürüyen pazarlıklar sürecinde yeniden gündeme gelen sorunlar, ABD emperyalizminin beklentilerinin Irak-Güney Kürdistan
gerçekliğine çok uzak olduğunu
göstermektedir. İşgalci güç ve yönetimde belirleyici güç olmasına
rağmen ve sorunun özünü değiştir-
mese de, ABD emperyalizmi isteklerinden taviz verme, geri adım atma
durumunda kalıyor. Örneğin ABD
emperyalizmi Irak’a yönelik savaş
ve işgali haklı gösterme propagandasında “Irak’ı laik ve modern bir ülke”
haline getirmek istediklerini kitlelere empoze ediyordu. Gelinen yerde
İslam dininin de referans alındığı
bir anayasanın çıkarılmasına onay
verme durumundadır.
Anayasa taslağının 15 Ağustos’ta
parlamentoya sunulması planlanıyordu. Taraflar arasındaki çelişmeler şimdilik bir haftalık ertelemeyi
beraberinde getirdi ve taslağın 22
Ağustos’ta parlamentoya sunulması
kararı alındı.
Anayasa taslağını oluşturmak için
71 kişilik bir Anayasa Komisyonu
oluşturulmuştu. Bunların içinde seçimleri boykot eden Sünni kesimin
temsilcileri de vardı. Bu kesimin komisyona katılması, işgalci güçlerle
yerli işbirlikçileri tarafından başarı
olarak kabul edildi.
Anayasa Komisyonu’nun çalışmalarında daha önce taraflar arasında
varolan ve her seferinde çözülmeden
panorama
ertelenen sorunlar, taraflar arasında
anlaşmazlığın temelini oluşturdu.
Komisyonun bir Kürt üyesi olan Dr.
Mahmut Osman’ın açıklamasına
göre de ABD ve İngiliz yetkilileri soruna “inanılmaz müdahale”de bulunuyordu. Aslında anayasanın taslağı
komisyon üyelerinin önüne konmuş,
sadece onaylamaları bekleniyordu…
Fakat çelişkiler bu emperyalistlerin müdahalesiyle de öyle kolayca
ortadan kalkacak çelişkiler değildi.
Şiilerin kendilerine göre, Sünnilerin
ve Kürtlerin de kendilerine göre vazgeçmeyecekleri talepleri, yaklaşımları vardı.
Komisyonda yer alan kimi Sünni
temsilcilerinin öldürülmesine tepki
olarak Sünni temsilcilerin komisyondan çekilmesi de komisyonun
çalışmalarını zorlaştıran bir etkendi.
Görüşmeler sonucunda Sünni temsilcilerin ikna edilerek yeniden komisyon çalışmalarına katılmalarının
sağlanmasıyla en azından bu sorun
giderildi.
Fakat, federasyon, laiklik ya da şeriatın savunuculuğu, buna bağlı olarak İslam dininin anayasanın temel
dayanağı olup olmayacağı sorunu,
Kerkük’ün durumu, peşmergelerin
durumu ve Kürtlerin sekiz sene sonra
kendi kaderlerini tayin için referandum talebi, kadınlara tanınacak haklar
meselesi, petrolden elde edilecek gelirlerin paylaşımı vb. sorunlar tartışmaların gidişatını belirliyordu. Anayasa
taslağına son biçimi verilip yayınlandığında bu konularda somut olarak neler
savunulduğunu göreceğiz.
Fakat daha şimdiden bu anayasanın “Geçici İdare Kanunu” olarak
da adlandırılan geçici anayasadan
daha geri bir konumda olacağı tespit
edilebilir. Dinci kesimin daha güçlü
olmasının da sonucu olarak onların
taleplerinin anayasada daha fazla yer
alacağına kesin gözüyle bakılabilir.
Örneğin kadın haklarına yaklaşım
bağlamında oluşturulmaya çalışılan
anayasada, geçici anayasada yer alan
kadınların %25’lik seçim kotasının
kaldırılacağı, bunun da ötesinde kadının evlenirken ailesinin rızasını
alma zorunluluğu ve kocasının üç
kez “boş ol” demesiyle boşanabileceği gibi yasaların da anayasaya konacağı söylenmektedir.
13 Ağustos’a gelindiğinde, basına
yansıdığı kadarıyla 18 maddeden sadece üçü üzerinde anlaşma sağlanmıştı. 14 Ağustos tarihli gazetelerde
Şiilerle Kürtlerin birçok konuda
anlaştığı ama Sünnilerin sorun çıkardığı haberi veriliyordu. Üzerinde
uzlaştıkları söylenen birkaç konu
şöyledir:
“Irak’ın resmi adı Federal Irak
Cumhuriyeti olacak. İslam, yeni
Irak’ın dini olacak. Petrol gelirleri
Federal Hükümette toplanacak ve
gelirler her eyaletin nüfusuna göre
pay edilecek. Kerkük’ten Saddam döneminde zorla göçe zorlanan Kürtler
geri dönecek, ya da tazminat ödenecek. Peşmerge güçleri ‘Kürdistan
Güvenlik Güçleri’ olarak kalacak.”
Bu üzerinde anlaşıldığı söylenen
konulara bakıldığında da anayasanın oluşturulmasında fazla ilerleme
olmadığını söyleyebiliriz. Buna rağmen ama 22 Ağustos’ta taslağın
parlamentoya sunulması isteniyor.
Normal koşullarda, gidişata ve taraf lar arasındaki çelişkilere bakıldığında, anayasa taslağı üzerinde
anlaşmanın 22 Ağustos’a kadar da
gerçekleşemeyeceği açıktır.
Formel olarak da olsa anayasa taslağının parlamentoya sunulması ve üç
ay sonra da referanduma gidilmesi,
esas olarak ABD emperyalizminin
planlarını uygulama görüntüsü vermeye yaramaktadır. Bu “geçiş takvimini” dayatan ABD emperyalizmidir.
ABD
emperyalizminin
Afganistan’da İslam temeline dayalı bir anayasaya onay verdiği gerçeği bilindiğinde, Şiilerin taleplerine
onay vermesinin önünde engel yoktur. Şiiler hem şeriat istemine, hem
de kendilerinin çoğunlukta olduğu
bölgede “federal bir devlet” kurma istemlerine sahiptir. Federal bir devlet
kurmaları talebi Kürtler tarafından
savunulmakta, ama Sünniler tarafından reddedilmektedir. Şeriat bağlamında ise Sünniler Şiilerle ittifak ku-
Bu noktada başka “çözüm”ler araya
girmektedir… Ya süre yeniden uzatılır ve pazarlıklarda karşılıklı daha
çok tavizler verilir; ya da üzerinde
anlaşamadıkları konuları yeniden erteleme, mücadeleyi örneğin Anayasa
referandumu dönemine sarkıtma,
hatta referandumla Anayasa’yı reddetme mücadelesi yoluna başvurulabilir. Her iki durumda da ama çelişkiler varlığını koruyacak, sadece
ertelenmiş olacaktır.
Geçici Anayasa’da esas olarak
Kürtler için düşünülen veto hakkı;
18 eyaletten üçünde çoğunlukla reddedilmesi durumunda anayasanın
da reddedilmesini içerdiğinden, bu
hem Şiilerin hem de Sünnilerin etkin
olduğu eyaletlerde anayasayı reddetmesi imkânını da içermektedir.
Basına yansıdığı kadarıyla taraflar
arasındaki çelişkiler kısa sürede ortadan kaldırılacak çelişkiler olmadığını göstermektedir. ABD emperyalizmi de içinde olmak şartıyla taraflar
birbirlerine belli tavizler verseler de,
herkesi tatmin edecek bir anayasanın
oluşturulması zor görünüyor.
rabilir ama Kürtler laik bir Irak’tan
yana olduklarını savunmaktadırlar.
Bu tavırlar kendi içinde Irak’ın üçe
bölünmesi potansiyelini de barındırmaktadır. ABD emperyalizmi esas
olarak Irak’ın “toprak bütünlüğünü”
ve bir federal devlet yapısını savunmaktadır. Fakat taraflar arasındaki
uzlaşma sağlanmaz ve Irak’ın bölünmesi ABD’nin çıkarlarına uygun
görülürse, o zaman da ABD emperyalizmi bu yolu seçebilir.
S o n u ç o l a r a k I r a k- G ü n e y
Kürdistan’da kartlar hâlâ karılmaktadır. Bu durumda Irak-Güney
Kürdistan’daki gelişmelerin hangi
yönde olacağı kesin biçimde söylenemez. Yapılan tespitler esas olarak
andaki duruma bakarak olası gelişmelere dikkat çeken tespitlerdir.
Irak-Güney Kürdistan’ın işgalinde
öne çıkan kimi olgular ise şöyledir.
KİMİ VERİLER VE GELİŞMELER…
U lu s l a r a r a sı K ay ıpl a r a K a r ş ı
Mücadele Komitesi (ICAD) Irak’ta
gözaltında kayıpların arttığına dikkat çekerken durumu şöyle ortaya
koymaktadır:
“Saddam diktatörlüğü döneminde
alışık olduğu baskılar, ABD ve Büyük
Britanya öncülüğündeki işgalci güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından artarak devam etmekte.
İşkenceler, katliamlar, kaçırma ve gözaltında kaybetmeler günlük yaşama
damgasını vurmakta.” (2 Temmuz
tarihli basından)
Bu olgu tespiti bile emperyalistlerin, işgalci güçlerin halklara “demokrasi, özgürlük” “ihraç” edemeyeceğinin somut bir kanıtıdır.
Saddam rejiminin emperyalist
güçler tarafından yıkılmasından dolayı emperyalist güçleri selamlayan
ve “demokrasi” adına onların savunuculuğunu yapanların, gerçekte küçük hayduta karşı büyük hayduttan
yana tavır takındıkları da bir başka
gerçekliktir.
Aslında burjuva anlamda da olsa
demokrasi, işgalle, işgalci güç olma
olgusuyla bağdaşmayan bir şeydir.
Sorun bu gerçeğin kitlelere anlatılması, kavratılması sorunudur. IrakGüney Kürdistan’da siyaset arenasındaki temsilcilerin büyük bölümü,
bu gerçeğin üzerini örten, işgalci
güçlerle işbirlikçiliğini şirin gösteren
bir konumdadırlar.
İşkenceler, gözaltında kayıplar,
katletmeler Irak-Güney Kürdistan’da
son dönemlerin günlük yaşamının parçası haline gelmiş durumda.
İşgale karşı direnişin en alt düzeyde
olduğu ve “sükunetin en fazla” olduğu söylenen Güney Kürdistan’da
da işkenceler, gözaltında kayıplar,
katletmeler yaşanmaktadır.
Örneğin ABD askeri güçleri tarafından da resmen kabul ve tespit edilenlere göre son dönemde
180 civarındaki olayda Arap ve
Türkmen kökenliler hiçbir gerekçe
gösterilmeden tutuklanmıştır. Arap
ve Türkmenler ise bunun 600 civarında olduğunu söylemektedirler.
Türkmen ve Araplara karşı terörize
etme, kaçırma, tehdit etme olayları
da son aylarda giderek yoğunlaşmıştır. Tutuklananların da gizli biçimde
başka bölgelere sürgün edildiği basına yansıyan bilgiler arasındadır.
Gelişmeler bağlamında tavır takınan YNK’nin Kerkük’teki lideri
Cafer, yaşananları haklı çıkarmak
için bu yönlü olayların “bütünüyle
ABD askeriyle çalışmaktan” kaynaklandığını savunmaktadır. Yani YNK
Kerkük temsilcisi de böylesi olayların
yaşandığını kabul etmektedir.
Savaş ve işgal sürecinde öldürülen insanların sayısı bağlamında da
değişik hesaplamalar yapılmaktadır. Daha önceki sayılarımızda da
23
panorama
belirttiğimiz gibi kimi verilere göre
savaş ve işgal sürecinde öldürülen
Irak-Güney Kürdistanlı’nın sayısı
100.000 civarındadır. Bu rakam, 2526 Haziran tarihlerinde İstanbul’da
toplanan “Irak Dünya Mahkemesi”
katılımcıları tarafından da verilmektedir.
Savaşın ve işgalin resmini biraz da
olsa “düzeltmeye” çalışan kimi araştırmalara göre bile sözkonusu süreçte
Irak’ta 25 bin insan öldürülmüştür.
Öldürülen ABD askerinin sayısı ise
1800 civarındadır.
“Irak Dünya Mahkemesi” katılımcıları tarafından yapılan açıklamaya
göre 60 bin civarında insan işgalci
güç ve onun işbirlikçileri tarafından
zindanlarda tutulmaktadır. İşkence
günlük, sıradan bir olay haline gelmiştir. Gözaltında kayıplar, –yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi– giderek artmaktadır.
Kamuoyuna yansıyan haberlere
göre, ABD emperyalizmi savaş ve
işgal sürecinde Napalm bombası da
kullanmıştır. Almanca yayınlanan
“Junge Welt” (Genç Dünya) gazetesine göre bu süreçte 30 adet MK-77Napalm Bombası atılmıştır. Geçen
sene Kasım ayında Felluce’ye yapılan
saldırıda da bu bombanın kullanıldığı söylenmektedir.
Bu gelişmelerin yanısıra yer yer işçilerin ücret mücadelesi eylemleri de
gündeme gelmektedir. İşçilerin ücretlerinin artırılması mücadelesine
önderlik eden sendikalardan biri
Irak Sendikalar Birliği’dir (IFTU).
Bu sendika ABD emperyalizminin
işgaline onay veren ve işbirliği yapan güçler arasında yer alan “Irak
Komünist Partisi”nin ve bir süre
önce Başbakanlık yapan Allawi’nin
partisinin etkisi altındaki bir sendikadır. Sendika işgalci güç ABD tarafından resmen tanınan tek sendika
konumundadır. Örgütlü insan sayısı
200 bin olduğu söylenmekte, fakat
bu sayının “hayali üye” kaydıyla
–Türkiye’de olduğu gibi– olduğu da
belirtilmektedir. Bu sendika aynı
zamanda Güney Kürdistan’da KDP
ve YNK denetiminde olan Kürt İşçi
Sendikaları ile de yakın ilişkiler içindedir. Mücadelesi işgale karşı değildir. Fakat ücretlerin artırılması için
de olsa, Irak-Güney Kürdistan’da
işçilerin mücadelesi de yer yer gündeme gelmektedir.
Anayasa üzerine yürütülen pazarlıkların nasıl sonuç vereceğini ve
Irak-Güney Kürdistan’da nelerin yaşanacağını ise önümüzdeki süreçte
hep birlikte göreceğiz.
24
19 Ağustos 2005 ✓
KIBRIS
K
Siyaset masasında
birilerinin elinde
koz olmak…
ıbrıs sorunu sorun olarak
varlığını koruyor. Konuyla
ilgili olarak yayınladığımız
makalelerde Kıbrıs sorununun adadaki emperyalist ve işgalci güçlerin
kendi siyasi çıkarlarının bir aracı
olarak kullandıkları bir sorun olduğunu; bu güçlerin sorunun gerçek anlamda “çözümünü” istemediklerini,
her gücün “çözüm”den anladığının
kendi uluslara rası çı k a r ı
ç e rç e ve si nd e
bir “çözüm” olduğunu sık sık
belirtmiştik.
Annan Planı’nın referandum sonucu Güney Kıbrıs tarafından reddedilmesi ve Güney Kıbrıs’ın AB’nin
yeni üyesi sıfatını kazanmasının ardından Kuzey Kıbrıs açısından sorun daha da çetrefil bir hal almıştı.
Çünkü gerek Kuzey Kıbrıs yönetimi,
gerekse de bu yönetimin hamisi
Türk devletinin andaki hükümeti
açısından son yıllarda ortaya atılan
Annan Planı çerçevesinde “Birleşik
Kıbrıs” olarak Avrupa Birliği üyeliği
dışında önemli bir seçenek yoktu. Bu
seçenekle istenilen sonuca varılamamıştır..
Dahası AB üyeliği için müzakerelere başlayacak olan Türk devleti açısından yeni AB üyesi Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin (Güney Kıbrıs)
varlığı bugüne kadar izlenen siyasetin açmazlarına takılmak gibi bir sonucu beraberinde getireceği âşikârdı.
Nitekim beklenen oldu ve AB 3
Ekim’de başlaması düşünülen üyelik
görüşmeleri öncesinde Türkiye’nin;
a) Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınmasını da öngören “Ek Protokolü” imzalaması gerektiğini; b) AB’ye uyum
yasaları çerçevesinde kimi eksik yasaların çıkarmasını şart koşuyordu.
Bu şart çerçevesinde yasaların çıkarılması onca önemli değildi, çıkarıldı. Önemli olan ama ek protokolün
imzalanmasıydı. Ek protokol önemliydi; çünkü 17 Aralık 2004 kararıyla
ek protokolü imzalamakla yükümlendirilen Türkiye bu protokolü imzalarsa Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma
gibi bir pozisyona düşecekti.
Bunu gören Türk devleti “Gümrük
Birliği’nin bir parçası olarak ek protokolü imzalayacağı”, ancak “bunun
ötesinde çekinceleri olduğu”; “Rum
kesiminin sadece Rumları temsil
ettiği”, “Türkiye’nin garanti haklarının korunması gerektiği”, “KKTC
ile ilişkilerini sürdüreceği ama bunun yanında çözüm için uğraşacağı”
yönlü bir politika izlemeye başladı ve
bu yönlü bir şerhle ek protokole imza
atacağını söyledi.
Türk devletinin bu politikası o dönemde AB’nin belirli bir kanadı tarafından rahatsızlıkla karşılansa da
üyelik tarihinin önüne engel olarak
çıkarılmamıştı. Türkiye adada çözüm bulunmadığı sürece kendi deyimleriyle “Rum yönetimini” tanımaması üyelik görüşmelerinde şart
olarak ileri sürülmeyecekti.
Türk devleti bu ek protokolü ek
şerh notuyla Temmuz ayında imzaladı. Ek protokolün imzalanması
sonrasında hükümet adına konuşanlar yaptıkları açıklamalarda “Rum
tarafının ve çok kısaca ifade edilecek
olursa Türkiye’nin taraflarca kabul
edilecek bir çözüm bulunana kadar
Rum yönetimini resmen tanımadıklarını” beyan ettiler.
Ancak kazın ayağının öyle olmadığı kısa zamanda görüldü.
FRANSA “TAŞ KOYUYOR”…
Üyelik müzakerelerinin başlayacağı
3 Ekim tarihi yaklaşırken Türkiye’nin
ek protokol hesabı ve buna uygun
attığı adımlar da ilk yaralarını almaya başladı. Fransa Başbakanı
Dominique de Villepin bir açıklama
yaparak “Türkiye Kıbrıs’ı tanımadan
3 Ekim’de müzakerelerin başlaması
düşünülemez” dedi. Cumhurbaşkanı
Jacques Chirac ise Kıbrıs Cumhuriyeti
lideri Tasos Papadopulos’a bir mektup yazarak bu görüşü resmileştirdi.
Chirac mektubunda; “Türkiye’nin
önüne 3 Ekim’de Kıbrıs’ı tanıma
şartı koyacaklarını” yazdı.
Bu Türk hükümetinin izlediği
Kıbrıs politikasını tabiri caizse “altüst etti”. Türkiye’de imzayla birlikte
–şerh notuna rağmen!– “Kıbrıs Rum
kesiminin tanındığı-tanınmadığı”
tartışmaları başladı.
Muhalefet “uluslararası hukuka
göre tanımadığınız bir ülkeyle anlaşma, protokol gibi şeyler imzalandığında bunun fiilen tanıma anlamına geldiğini”, hükümetin tam da
bunu yaparak “Kıbrıs Rum kesimini
bal gibi tanıdığını”, “Kıbrıs davasını
sattığını” vs. söylerken; hükümet kanadı “Kıbrıs davasının satılması gibi
bir durumun sözkonusu olmadığını”,
“Kıbrıs Türklerinin her zaman olduğu gibi bugün de arkasında durulduğunu”, “artık AB’den Türkiye’nin
uzlaşmazlığına dair herhangi bir
itiraz gelmeyeceğini”, “müzakerelerin önündeki önemli bir engelin
‘onurluca’ geçildiğini” vs. işliyorlar.
Yani hükümet ile muhalefet arasında; diğer bir deyişle “AB üyeliğini
sonuna kadar savunan liberal burjuva kanatla” “laik” görünen tutucu
Kemalist kanat arasındaki çatışma
bu alanda da sürüyor.
Bu çatışmada ilginç olan Kuzey
Kıbrıs yönetiminin ikili tavrı…
Gittikçe Denktaşlaşan ve hizaya getirilen Mehmet Ali Talat bir yandan
Erdoğan ve hükümetinin ek protokolü imzalamasını olumlu bulup
Annan Planı çerçevesinde başlatılan
AKP-CTP yakınlaşmasının sürdüğü
mesajını verirken diğer yandan anda
“kalıcı” görünen diğer devlet kademeleriyle –Cumhurbaşkanı, ordu
gibi– ilişkilerini de –karşılıklı olarak–
düzeltme peşinde koşuyor. Bu noktada Mehmet Ali Talat “Denktaş’ın
izlediği eski Kıbrıs davasının miyadını doldurduğu”na vurgu yaparken
bunun yerini “yeni bir Kıbrıs davasının aldığını”; “Türkiye’nin AB ile
yapılacak görüşmelerde AB tarafından gelebilecek olası bir Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin açıkça tanıma talebinin kabul edilmemesinin bu yeni
davanın temel görüşlerinden birisi
olduğunu” ifade ediyor.
panorama
HERKES ÇIKARINI
DÜŞÜNÜYOR…
Buraya kadar aktardığımız gelişmeler son birkaç aylık Kıbrıs bilançosunda ortaya çıkan kimi başlıklar.
Gelişmelerden görülebileceği gibi
Kıbrıs sorunu emperyalist ve işgalci
güçlerin çıkarları temelinde şekillenen/şekillendirilen; bir nevi egemenlerin ellerinde kullandıkları bir koz
olarak gündeme geliyor, getiriliyor.
Herkesin bir hesabı var:
AB, Türkiye’yi üyelik görüşmelerinde köşeye sıkıştırmak ve mümkün olduğunca oyalamak için Kıbrıs
sorununu da gündeme taşıyor. Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin tanınmasını önkoşul olarak ileri sürüyor. Bu bağlamda
ek protokolün imzalanması –Türk
burjuva siyasetinde muhalefetin de
dediği gibi– objektif olarak Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni tanıma anlamına geliyor.
Bu konuda varolan tereddütler
Fransa yönetiminin yaptığı gibi iç
politikanın ve önümüzdeki dönem
Avrupa politikasının nasıl şekilleneceğine ilişkin kaygı ve planlarla birlikte ele alınıyor. Fransa
Türkiye’ye bir kez daha ve açıktan
“Kuzey Kıbrıs’ı tanıma” şartı getiriyor. Bununla andaki Fransa yönetimi bir yandan içte muhalefetin
Türkiye karşıtlığı kozunu elinden
almak istiyor; dışta ise Türkiye’ye
AB içinden destek veren İngiltere’ye
yönelik “ben varım” mesajı veriyor.
Yine Fransa’nın bu tavrı Almanya
seçimlerinde olası Türkiye’nin AB’ye
tam üyeliğine karşı çıkan bir yönetimin seçilmesi durumunda birlikte
hareket etmeye kapıyı açan bir tavır
olarak değerlendiriliyor.
Türk hakim sınıfları açısından AB
üyelik görüşmelerine başlama konusunda alternatifler bellidir. Türk
hakim sınıf ları ya imza, ya üyelik
görüşmelerin belirsiz bir tarihe ertelenmesi talebi karşısında imzayı
atmıştır. Ancak bu tavırda da önemli
olan Kıbrıs sorununun Türk devleti
açısından da alabildiğine masaya
sürülmesidir. Son dönemlerde Türk
hakim sınıf ları KKTC üzerindeki
ambargonun kaldırılması için çaba
harcaması, Kuzey Kıbrıs’ın kimi ülkelerle –örneğin Azerbaycan, örneğin İsrail– ilişkilerinin gelişmesine
destek vermesi Kıbrıs kozunu güçlendirmek içindir.
Kıbrıs Cumhuriyeti ve bu cumhuriyetin “hamisi” Yunanistan hesapkitap konusunda çok rahat bir pozisyondadırlar. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
üye sıfatıyla “veto” hakkını elinde
bulundurduğu, Türk devletinin AB
üyeliği için önüne konulan şartları
–er ya da geç– yerine getireceği hesabı içinde bu rahatlık anlaşılırdır.
Kimi çevrelerin dillendirmeye devam ettikleri “Birleşik Kıbrıs” türünden bir çözüm konusunda da Kıbrıs
Cumhuriyeti aceleci değildir.
Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini
destekleyen ve dönem başkanlığını yürüten İngiltere, bu avantajını
da kullanarak görüşmelerde mesafe alınmasını istemekle birlikte
bu konuda karşı çıkışları engelleyip
engelleyemeyeceğini önümüzdeki
dönemde göreceğiz. Ancak onların
Kıbrıs konusunda hassas davranmalarını mümkün kılan adadaki üsler
gibi, garantörlük gibi çok daha özel
nedenleri vardır. Bu bağlamda da
Kıbrıs sorunu İngiltere’yi yakından
ilgilendirmektedir ve Kıbrıs sorunu
ne zaman gündeme gelse İngiltere de
bir çeşit devreye girmektedir.
Benzer tavır ABD açısından geçerlidir. Çıkarları doğrultusunda ABD
Kıbrıs sorununa burnunu sokan
önemli güçlerden birisidir. KıbrısTürkiye-AB üçgeninde ABD, gerek
“Birleşik Kıbrıs”, gerekse “AB üyesi
Türkiye” siyasetinin gerçekleşmesi
için uğraşmaktadır. Bu siyasetin gerçekleşmesi AB içerisinde ABD yanlısı bloklaşmaya hizmet edeceği noktasında ABD’nin çıkarınadır. ABD
açısından da Kıbrıs çıkarlara, buna
uygun politikaların hayata geçirilmesinde kullanılacak bir araçtır.
Tüm bu hesap-kitap içerisinde
Kıbrıs halklarının durumu/konumu
gerçek temelinden uzak bir şekilde
gündeme gelmektedir. Güney Kıbrıs
halkları AB’ye üye olmakla “sorunun
ortadan kaldırıldığı”, “çözüldüğü”
yanılgısına kapılmışlardır. Kuzey
halklarının önemli bir kesimi de
“çözümün” AB’ye üyelikten geçtiğine inandırılmışlardır. Yani Kıbrıs
halklarının önemli bir bölümü anda
emperyalist ve işgal güçlerinin çıkarlarına endeksli siyasetin kuyruğuna
takılmışlardır.
Görev bu noktada gerçek çözümün
emperyalist ve işgalci güçlerin, bunların adadaki uzantılarının politikalarıyla gerçekleşmeyeceğinin çeşitli
ulus ve milliyetten Kıbrıs işçilerine
ve emekçilerine anlatılması, onların
gerçek çözüm olan devrim ve sosyalizm davasına kazanılmasıdır.
Görev, emperyalistlerin ve işgalcilerin adadan defolmasının propagandası ve bu temelde mücadelenin
yükseltilmesidir.
20 Ağustos 2005 ✓
Aşağıda Kıbrıs Sosyalist Partisi Merkez Komitesi adına yayınlanan bir basın
bildirisini yayınlıyoruz. Basın bildirisini “Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek” adlı gazetenin 154. sayısından aldık.
BASIN BİLDİRİSİ
Kıbrıs halkı, TC ile “KKTC” arasında imzalanan ekonomik ve
mali işbirliği protokolü ile yeni bir
yıkımla karşı karşıyadır. Protokol,
tam bir sömürgeci dayatmasının ve
sömürgeci-sömürge ilişkisinin örneğidir. Protokol, Kıbrıs halkının
barış ve birleşik ortak vatan özlem
ve talebinin tam tersine, güney
ekonomisi ile sözde rekabet edebilecek ve dolayısıyla de ayrılıkçı bir
ekonomik yapı öngörmektedir, ve
böylece de taksimci politik çizgi
güçlendirilmeye çalışılmaktadır.
Var olan cılız üretime de darbe
vurularak tamamen TC’ye bağımlı ve avuç açan bir ekonomik
yapı öngörülmektedir.
TC’nin liberal ve halk düşmanı
ekonomi politikalarının Kıbrıs’a
izdüşümü, yerli ve yabancı sermayedarların egemenliklerinin
perçinlenmesi ve kâr kapılarının
ardına kadar açılması, başta Kamu
İktisadi Teşebbüsleri (KİT) olmak
üzere hayatın birçok alanında
özelleştirmeler ile yeni hükümet
tarafından yaşama geçirilmektedir.
TİK Un Fabrikası, TAŞEL ,
Kıbrıs Türk Tütün İşletmeleri,
ETİ, Cypfruvex ilk etapta özelleştirilecek kurumlar arasında yer
almaktadır.
Dünyanın dört bir yanında işçiler ve emekçiler, özelleştirmeye
karşı protesto eylemleri ve direnişler örgütlerken, kendisini işçilerin ve emekçilerin yanında olan
bir parti olarak gösteren CTP’nin,
halkı yıkıma uğratacak olan yeni
protokole kayıtsız şartsız imza
koyması, taşların yerine oturduğunu göstermektedir.
Protokolde, ülkede yaşanan seçimler ve referandum sürecinden
dolayı bu tür ekonomik uygulamaların gerçekleştirilmediğinin
belirtilmesi, bu iddiamızı haklı
kılmaktadır.
Tüm devlet kurum ve kuruluşlarında yapılan “CTP operasyon”,
emperyalistler tarafından planlanan Kıbrıs’taki şekil değişikliğinin tamamlanmasının ve liberal
politikaların bundan sonra CTP
hükümeti ile gerçekleştirileceğini
göstermektedir.
Serbest piyasa ekonomisinin sınırlarının genişletilmesi, kamu kuruluşlarının hızla özelleştirilmesi
ve bununla ilintili olarak yabancı
ve yerli burjuvalara imtiyazlar ve
olanakların sınırsızca tanınması,
emekçi halkımızın yararına değil,
zararınadır. Halkımız özelleştirmenin, şu anda ayakta kalabilmiş
birkaç üretim tesisinin de tasfiyesi
ve kapanması anlamına geldiğini
Sanayi Holding’in özelleştirilmesi
deneyiminde yaşamış ve görmüştür.
Özelleştirmeler, ve dolayısı ile de
tesislerin tasfiyesi ile hâlâ daha büyük bir sorun olan işsizliğin daha
da artacağı, turizmin, sanayinin
geliştirilmesi maskesi altında yerli
ve yabancı burjuva-emperyalist
güçlere Kıbrıs’ın tüm yeraltı ve
yerüstü zenginliklerini talan etme
hakkı tanındığı gözle görülür bir
gerçekliktir.
Bu meyanda Kıbrıs Sosyalist
Partisi (KSP), “Ankara Ne Paketini,
Ne Para nı, Ne Memurlarını
İstemiyoruz!” sloganını tüm yurtsever, ilerici örgüt ve bireylerimizin kararlılıkla savunması gerektiğini belirtir.
KSP, Kıbrıs sorununu TC başta
olmak üzere Anglo-Amerikan
emperyalistlerinin çıkarları doğrultusuna endeksleyen ve yağma
ve talana dayalı ekonomik politikalarla ülkemizin emekçilerini
yıkıma ve darboğaza sürükleyen
CTP-DP koalisyon hükümetini
şiddetle protesto eder.
KSP, halkımızı kendine sosyalist
diyerek sermayenin çıkarları doğrultusunda halkımıza zarar verenlere karşı uyarır, ve tepki koymaya
çağırır.
KSP, Kıbrıs sorununun ve işçi,
emekçi halkımızın gündelik sorunlarının TC işbirlikçisi sağcı
politikalarla değil, TC başta olmak
üzere tüm emperyalist güçlere
karşı mücadele edilerek çözülebileceğini tekrardan ilan eder.
Kıbrıs Sosyalist Partisi
Merkez Komitesi(a)
Genel Sekreter
Kazım Öngen
6.6.2005
25
güncel
Almanya Sosyal Forumu yapıldı…
A
26
lmanya Sosyal Forumu 21-24
Temmuz tarihleri arasında
bir eski Doğu Almanya
şehri olan Erfurt’ta gerçekleştirildi.
4 gün süren foruma katılım 2.500
kişi ile beklenenin altında gerçekleşti. Bunda 4 gün boyunca havaların yağmurlu ve soğuk geçmesinin
payı vardı kuşkusuz. Ama bununla
birlikte katılımın kötü olması elbette
organizasyonla ve böyle bir oluşuma
genel yaklaşımla da alakalı idi.
Almanya Sosyal Forumu tıpkı
Avrupa Sosyal Forumu gibi Dünya
Sosyal Forumunun bir parçası olarak oluşturuldu. Bilindiği gibi
Dünya Sosyal Forumları “Başka bir
Dünya Mümkün!” sloganıyla, Dünya
Ekonomik Forumu’na alternatif olarak gündeme getirilen bir oluşum.
Almanya Sosyal Forumu’nu ATTAC
örgütü düzenledi – kuşkusuz bir dizi
kitle örgütünün katılımı ve desteği
ile. Almanya Sosyalforumu’na katılan 300’ün üzerinde kitle örgütü,
300’ün üzerinde konferans, seminer
ve atölye düzenledi. Konular insan
haklarından, çalışma yaşamı koşullarına ve Almanya’nın globalleşme
ve Avrupa Birliği içerisindeki yerine
kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsıyordu.
Dünya Sosyal Forumları’nda olduğu gibi alt Sosyal Forum’larda da
egemen olan düşünce globalleşmiş
olan dünya kapitalizminin dizginlenebileceğini. Yani biraz daha dizginlenmiş, aşırıklarından arındırılmış bir kapitalizm – yeni bir dünya
mümkün sloganındaki yeni dünya
böyle bir yeni dünya.
Diğer taraftan sosyal ve muhalif hareketleri düzen içi mücadeleye
bağlama görevine sahip olan Sosyal
Forumların devrimciler tarafından gözardı edilmemesi gereken iki
önemli özelliği daha var: birincisi bu
forumlara – parti ve dini kurum olamaması koşuluyla – her kurum katılabilir ve görüşlerini yayabilir; ikincisi bu forumlara katılanların büyük
bir bölümü sosyal forumları gerçek
anlamda yeni bir dünyanın savunucusu olarak görmekte ve bu nedenle
onlara katılmaktadır.
Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi olarak Sosyal Forumlara bizzat katılarak içinden mücadele yürütmenin
mümkün, gerekli ve doğru olduğu
düşüncesini ilk olarak üyesi olduğumuz ILPS içerisinde dile getir-
dik. ILPS’in geçmişteki tavrı Dünya
Sosyal Forumları’na bizzat katılarak
devrimci görüşlerin mücadelesini yürütmek yerine, onun dışında kalarak
ve ona alternatif forumlar düzenleyerek onun yanlışlığını göstermek oldu.
Bu tavrın sonucu olarak Selanik ve
Mumbai’de gerçekleşen uluslararası
etkinliklere alternatif forumlar düzenlendi. ILPS 2. Kongresinde bizim
de yürüttüğümüz mücadele sonucu
geçmişteki bu tavır üzerine tartışıldı
ve özeleştirel bir yaklaşım benimsendi.
Almanya Sosyal Forumu’nun parti
ve dini kurum olmaması koşuluyla
katılıma sınır koymaması ve katılan
kitlenin büyük bir çoğunluğunun
gerçekten yeni bir dünya özlemiyle
bu foruma katılması olguları, bizim
de Yeni Dünya İçin ÇAĞRI gazetesi
olarak Almanya Sosyal Forumunun
düzenleyicilerinden birisi olarak katılmamızda önemli bir rol oynadı.
21-24 Temmuz tarihleri arasında
Erfurt’ta gerçekleştirilen Almanya
S o s y a l F o r u mu’n d a “Av r u p a
Birliği’nde Türkiye?” başlıklı bir
atölye çalışmasıyla yer aldık. Bunun
yanı sıra bir dizi konferansa, seminere ve atölye çalışmalarına katıldık. Açtığımız sokak standında
Almanca’ya çevrilmiş dergilerimiz
yer aldı. Bizim gerçekleştirilen yürüyüş dahil bütün Sosyal Forum etkinliklerinde ön plana çıkardığımız
düşünce ve attığımız slogan şu oldu:
“Başka Bir Dünya Mümkün – Sadece
Sosyalizmde!”. Bu sloganımızı sözde
sosyalizmi yaşamış olan, ve şimdi
kapitalist batıyla birleşmiş olan eski
Doğu Almanya’nın Erfurt kentinde
atmamız yer yer şaşkınlıkla karşılandı. Yerel bir gazeteci sosyalizmi
kötü bir deneyim olarak yaşamış bir
halkın içinde sosyalizm sloganının
atılmasını tuhaf ve kışkırtıcı bulduğunu söyledi. Buna karşılık verdiğimiz cevapta, bu sloganı atmaktaki
amaçlarımızdan birinin de sosyalizmin hala kapitalizme tek alternatif
olduğunu göstermek olduğunu söyledik.
Bir bütün olarak değerlendirdiğimizde bu Sosyal Foruma katılmamız
bizim açımızdan olumlu geçmiştir.
Bundan sonra da Çağrı olarak bu tür
platformlara imkan ölçüsünde katılıp
çözümün devrimde ve Sosyalizmde
olduğunun propagandasını yapmamız son derece önemli. ✓
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“Aydın”lardan açıklamalar…
Türkiye’de kendini aydın sayanların büyük bölümü kemalisttir. Bunlar gerçek anlamda burjuva
demokratı bile değiller. Toplumun ileriye doğru gitmesinin, halkın aydınlanmasının önündeki en önemli
engellerdendirler. Demokratik kimi hakların savunuculuğunu yaptıklarında bile en temel yaklaşımları, Türk
şovenizmiyle yoğrulan devlet iktidarını savunma düşüncesidir. Kısacası bunlar işçi ve emekçilerin, ezilen
halkların demokratik haklarını savunmuyorlar. Onlar “aydın”lığın değil karanlığın temsilcileridirler.
T
ürkiye’de son dönemde giderek artan silahlı çatışma,
bombalama gibi olaylar karşısında kimi aydınlar kamuoyuna
açıklamalarda bulundu, bulunuyor.
Kimi Prof ’lar kendilerinin “aydın”
olmadığını ve kendilerine “aydın” yerine “düşünür” denmesini istese de,
sözkonusu açıklamalara imza atanlar kamuoyu tarafından da, medya
tarafından da “aydın” olarak kabul
edilmektedir.
Soruna işçi ve emekçilerin, ezilenlerin çıkarları bakış açısıyla yaklaşıldığında, gerçekten de Türkiye’de
“aydın” olarak kabul edilenlerin
büyük bölümünün “aydıncık” bile
olmadığını söylemek gerçeği tespit
etmektir.
Türkiye’de kendini aydın sayanların büyük bölümü kemalisttir. Bunlar
gerçek anlamda burjuva demokratı
bile değiller. Toplumun ileriye doğru
gitmesinin, halkın aydınlanmasının
önündeki en önemli engellerdendirler. Demokratik kimi hakların savunuculuğunu yaptıklarında bile en temel yaklaşımları, Türk şovenizmiyle
yoğrulan devlet iktidarını savunma
düşüncesidir. Kısacası bunlar işçi
ve emekçilerin, ezilen halkların demokratik haklarını savunmuyorlar.
Onlar “aydın”lığın değil karanlığın
temsilcileridirler.
Kuşkusuz ki Türkiye’de az da olsa
ezilenlerin haklarını savunan demokrat aydınlar da var. Tüm takibatlara, tehditlere, cezalara rağmen
kendi kimliğini korumayı sürdüren
ve az da olsa işçi ve emekçileri demokrasi mücadelesi için de olsa aydınlatan aydınlar –tüm görüş farklılıklarımıza rağmen– sahip çıkıp desteklenmesi gereken aydınlardır.
Türkiye’deki somut duruma baktığımızda da görünen şey aydın olarak
tanımlanan insanların da taraflı olduğudur. Yani aydın var, aydın var!
Burjuvazinin iktidarını savunanlar,
faşizmin savunucuları ya da burjuva
demokrasisinin savunucuları var;
burjuvaziye karşı işçi ve emekçilerin
çıkarlarını savunan, demokrat, devrimci, komünist aydınlar var.
Aydın olarak tanımlananların
hangi sınıfın, ya da hangi cephenin
çıkarlarını savunduğu, temsilciliğini
yaptığı ise, kuşkusuz ki takındığı somut tavırda ortaya çıkar. Bu yaklaşım temelinde yapılan üç açıklamayı
karşılaştırabiliriz.
Olayları takip eden herkesin bildiği gibi, özellikle son dönemde
Türkiye’de silahlı çatışmalar, eylemler giderek yoğunlaşarak gündemi
işgal etmektedir.
Bunun perde arkasında iktidarı
elinden giderek kayan “derin devlet”in
AKP hükümetini zayıflatma, düşürme
planları, hesapları var. AKP hükümeti
de kuşkusuz ki bu iktidar dalaşında
kitle desteğini en azından elde tutma,
hatta Kürt seçmenin de desteğini alarak kitle desteğini güçlendirme çabası
içindedir.
Derin devlet “terörizme karşı mücadele” adına savaşı yoğunlaştırıp
tırmandırırken AKP ise “demokrasicilik” oyunu oynamaktadır.
Kısaca tespit edilirse, Kongra-Gel
(PKK) güçlerine karşı savaşı tırmandıran derin devlettir. Türkiye’deki
silahlı eylemlerin önemli bölümü
de devletin hesabına yazılması gerekir. Kongra-Gel (PKK) durmadan
“bize saldırmazsanız biz çatışmayız,
savaş istemiyoruz” açıklamaları yapmakta, yaptığı eylemleri “meşru savunma eylemleri” ya da “misilleme
eylemleri” olarak açıklamaktadır.
Gerçekten de eğer devletin güçleri
onlara saldırmasa, silahlı eylemler
yapma durumunda değiller. Yani özcesi: Çatışmaların kaynağı, sorumlusu, suçlusu devlettir.
“Çatışmalardan kaygı duyan”, “barış isteyen”, “insanlarımızın ölmemesini” talep eden ve bunun için tavır
takınan aydınların, herşeyden önce
bu gerçeği tespit etmeleri ve buna uygun tavır takınmaları gerekir.
15 Haziran 2005 tarihinde 150
civarında “aydın” tarafından imzalanan ve bir basın açıklamasıyla
kamuoyuna bildirilen, 16 Haziran
tarihli gazetelerde yayınlanan açıklamada ise bu yaklaşımın izi yoktur.
Kendilerine “Türk aydınları” diyen
imzacıların tavrı şöyledir:
“Son günlerde yoğunlaşan çatışma
ortamından derin kaygı duyuyoruz.
15 yıl süren ve 30 bini aşkın insanımızın kaybına yol açan, taraflarca
‘düşük yoğunlukta çatışma’ veya ‘kirli
savaş’ olarak adlandırılan dönemin
acıları, milyonlarca insanımızı derinden yaraladı. Artık insanlarımız ölmesin. Barış için adil yaşam sürelim.
PKK’nin silahlı eylemlerine derhal ve
ön koşulsuz son vermesini istiyoruz.
Hükümetin kalıcı barışın sağlanması
ve herkesin demokratik hayata katılabilmesi için gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirmelerini de talep ediyoruz.” (16 Haziran tarihli Hürriyet)
Barış istemi, çatışmaların durması,
insanların ölmemesini istemek kendi
başına ele alındığında iyi niyetli bir
tavırdır. Fakat kendisine “aydın” diyenlerin iyi niyetlerini belirtmeleri
yetmez. Çatışmaların gerçek kaynağını ortaya koyması ve talebini örneğin: “Devletin silahlı güçlerinin Kürt
halkına karşı saldırılarına son vermesini, Kürtlerin en temel demokratik haklarını tanımasını istiyoruz”
biçiminde ortaya koyabilmeleri gerekir. Koymuyorlar.
Türk şovenizminin yağız savunucularını kızdıran “taraf larca” ifadesiyle sorunun iki tarafı olduğunu
ifade etseler de, onlara göre çatışmaların kaynağı Kongra-Gel (PKK)’dir.
Onun için de silahlı eylemlere önkoşulsuz son vermesini talep ediyorlar. Bu arada silahlı eylemlerine son
vermelerini talep etmelerinin, somut
olarak “devletin silahlı güçleri size
saldırdığında kendinizi savunmayın”
çağrısı anlamına geldiğini gözardı
etmektedirler. Devletten, pardon hükümetten utangaçça istedikleri ise
bir “genel af”tır.
Sözkonusu “aydınlar” o kadar tek
yanlı ki, bu taleplerini önce af sonra
PKK silahlı eylemlerine son versin
biçiminde bile sıralama durumunda
değiller.
Takındıkları bu kısa tavır içinde
birçok noktada gerçekleri tersyüz
etmekte ve kitlelerin bilincini karartmaktadırlar. PKK’nin silahlı eylemlerine son vermesi ve hükümetin
“herkesin demokratik hayata katılması için gerekli yasal düzenlemeleri” yapması durumunu “kalıcı barışın sağlanması” olarak göstermektedirler. PKK bugün sadece silahlı
eylemlere son vermeyi değil, silahlarını teslim edip kendisini lağvetse de,
sözkonusu yasal düzenlemeler yapılıp onlara legal siyaset alanı açılsa da
“kalıcı barış” sağlanamaz.
Savaşın kaynağı varlığını koruyor.
Sadece devlet olarak değil, sistem
olarak da. Evet, savaşın kaynağı kapitalist sistemdir, bu sistemin koruyucusu ve kollayıcısı Türk devletidir.
Kalıcı barışın sağlanmasını gerçekten
isteyenlerin, kaynağın kurutulması
için mücadele etmesi gerekir.
“Türk aydınları”nın esas görevi
Türk devletinin Kürtlere ve milli
azınlıklara uyguladığı ulusal baskılara, zulme karşı mücadele etmesidir. Sömürgeciliğe karşı mücadele
etmeyen, Kürtlerin kendi kaderini
tayin etme hakkını savunmayan
kimse, ne demokrat olur ne de aydın.
İmzacıların tavrı sonuç itibariyle
ezenlerden yana olan bir tavırdır; aydın tavrı değildir. “Türk aydınları”
olarak kendilerini ayırmaları bile,
bunların doğru bir konumda olmadığının işaretidir.
“Türk aydınları” bu tavrı takınır-
27
halkların kardeşliği için
28
ken kendisini “Kürt aydınları” olarak gören 260’tan fazla imzacı “Türk
aydınları”nın açıklamasını destekleyen bir tavır takındılar. Yukarıda aktardığımız açıklamayla birlikte şunu
belirtmektedirler:
“Biz aşağıda imzası bulunan Kürt
Aydınları; 15.06.2005 tarihinde, ülkemizin değerli bilim adamları, aydınları ve sanatçılarının kamuoyuna
sundukları aşağıda metni bulunan
açıklamaya katıldığımızı ve desteklediğimizi kamuoyuna duyuruyoruz.”
(indymedya)
Bu kesim için de şimdilik söylenmesi gereken şey, bunların da “Türk
aydınları”nın yanlışına ortaklık ettikleridir. Bunlar da çatışmaların
kaynağının, sorumlu ve suçlunun,
sömürgeci Türk devleti olduğu gerçeğinin üzerinin örtülmesine hizmet
havadan ve karadan bombalıyor;
Ankara’nın göbeğinde kelepçelediği ve
ayağından yaraladığı genci kurşuna dizerek naklen infaz gerçekleştiriyor.
Devlet şovenizmi kışkırtıyor; Kürt
halkını ‘sözde vatandaş’ olarak anıyor;
Trabzon’ da faşistlerin öncülüğünde
sahnelenen linç girişimlerini cesaretlendiriyor. Başbakan ve ana muhalefet partisi başkanı, linççilerin ‘hassasiyet’ini
anlayışla karşıladığını söylüyor. Solcugericiler, faşist saldırganlığa ‘ulusalcı’
mazeretler uyduruyor. Faşist hareket
kışkırtılıyor.
Devlet anadilde eğitimi savunduğu
için Eğitim-Sen’i tasfiye etmekle tehdit
ediyor.
Devlet, topluma resmi ideolojiyi dayatıyor; 1915 Ermeni tehcirinin gerçek boyutlarını kabul etmek bir yana,
Türk Tarih Kurumu (TTK) ve Yüksek
yatın ve toplumun aydından beklediği
sorumluluğu yerine getirmekten kaçınmayacağımızı duyuruyoruz.
İşçi sınıfı hareketini, tüm demokratik
kitle örgütlerini, emekçileri ve toplumun
bütün ezilenlerini birleşik bir cephe gibi
davranmaya, birlikte mücadele etmeye
çağırıyoruz.” (indymedya)
etmektedirler. Ulusal baskının varlığı olgusunu bile gözardı eden bir
tavırın “aydın” bir tavır olamayacağı
açıktır.
Sonuç itibariyle çatışmalara karşı
olma, barışı isteme, suçsuz insanların ölmesine karşı gelme iyi niyetiyle
takınılan tavır, kölelere köleliklerini
kabul etmeyi vaaz eden bir tavır olmaktadır.
“ Tü r k ayd ı n l a r ı” ve “Kü r t
aydınları”nın açıklamaları dışında
yapılan bir açıklama da 98 aydının,
demokratın imzaladığı açıklamadır.
Sözkonusu açıklamanın tümü şöyledir:
Öğrenim Kurulu (YÖK) bünyesinde
oluşturduğu sözde komisyonlar aracılığıyla gerçekleri çarpıtıyor, ezen ulus
milliyetçiliğini yeniden üretiyor.
Kaynağı bizzat devletin kendisi olan
şiddetin sorumluluğunu başka adreslerde aramak, aydının vicdanıyla da,
bilimsel gerçekçi kimliğiyle de bağdaşmaz.
Nitekim 1990’lı yıllarda JİTEM hesabına çalışan itirafçıların son haftalarda
yaptıkları açıklamalar, organize şiddetin ilk ve dolaysız sorumlusunun devlet
olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Kaçırıp kaybetme ve yargısız infaz gibi
kontrgerilla uygulamalarının ayrıntıları, bizzat kontrgerilla tetikçileri tarafından açıklanmasına karşın, devletin
ilgili birimlerinin suçluları yargılamaya
dönük hiç bir girişimde bulunmaması,
saldırganlığın yeniden başlamasını
özendiriyor.
Bizler, halklarımızın ufkunun karartılmasına izin vermeyeceğimizi, ha-
liğe göre ayırmamalarıdır.
Kısaca değerlendirilirse, bu açıklamada sözkonusu olan gerçekler
ortaya konmaktadır. “Devlet savaş
politikasında ısrar ediyor.” “Devlet
militarizmi körüklüyor.” “Devlet şovenizmi kışkırtıyor.” “Şiddetin kaynağı devletin kendisidir, sorumlusu
devlettir.” vb. vs.
Bu “aydınların” açıklamalarında
işçilerin, emekçilerin çıkarları ve mücadelesi için umut veren, “Türkiye’de
demokrat aydınlar da var” dedirten
bir açıklamadır. Bilinmelidir ki, savaşa, insan ölümüne karşı çıkmanın
kendisi tek başına demokrat olmanın, aydın olmanın ölçüsü değildir.
Bu açıklamaların yapıldığı süreçte
kimi başka gelişmeler de yaşanıyor.
“Türk aydınları” Başbakan Erdoğan
tarafından kabul edilip, “Kürt sorunu” üzerine görüş alışverişi yapılıyor. Başbakan Erdoğan Diyarbakır’a
gidip “Kürt sorunu benim sorunum”,
“AYDINLARIN BİLDİRGESİ
-Militarizme ve Şovenizme karşı–
Halklarımızın ufkunda kara bulutlar
dolaşıyor.
Bunun sorumlusu devlettir.
Devlet, militarizmi körüklüyor;
Tunceli’ de sivil ve silahsız insanları
Bu açıklama, çatışmaların, savaşın, ölümlerin kaynağını, suçlu ve
sorumlunun kim olduğunu gösterme
ve bunlara karşı mücadele etme çağrısını işçi sınıfı hareketine, demokratik kitle örgütlerine, emekçilere
ve genelde ezilenlere yöneltmesiyle,
diğer “aydınların” açıklamalarından
nitelik olarak ayrılmaktadır. Yine
temelde farklı olan bir yanı, imzacıların değişik milliyetlerden olması,
kendilerini şu ya da bu ulusal kim-
“demokratik cumhuriyet çerçevesinde çözülecek demokrasi sorunudur” vb. türünden açıklamalarda bulunuyor ve bu konunun tartışılması
Türkiye’nin gündemini işgal ediyor.
Bu gündem içinde burjuva medyada yürütülen tartışmalarda iki
eğilim kendisini gösteriyor. Birincisi,
“Türk aydınları” ve “Kürt aydınları”
tarafından savunulan ve bu tavırların destekçilerinin görüşü, “vatanın
ve milletin birliği ve bölünmez bütünlüğü” yaklaşımı çerçevesinde “80
yıllık bir sorunu çözmek”, Kürtlere
belli demokratik haklar tanımak gerektiği biçimindeki yaklaşımdır.
Bu yaklaşım aslında liberal burjuva
yaklaşımı olarak da tanımlanacak
olan ve esas olarak keskin AB’ci kesimin yaklaşımıdır.
Gerek sözkonusu “aydınların”
açıklamalarının etkisi, gerekse de
Başbakan Erdoğan’ın bu açıklamayı
yapanların temsilcileriyle görüşmesi ve ardından Diyarbakır’a gidip
“Kürt sorunu vardır” vb. tespitlerini
yapması; Türk devletinin egemen
sınıflarının bir bölümünün TC’nin
Kürtleri bütünüyle inkâr siyasetini
yumuşatmaktan yana olduğunu ve
bunun için adımlar atmaya çalıştığını göstermektedir.
İkinci eğilim ise, TC’nin kuruluşundan beri varolan inkarcı, açık
şoven, kafatasçı yaklaşımıdır. Bu
görüşün medyadaki temsilcileri,
“taraflar”dan, “halklar”dan bahsedilmesini bile hazmedememekte, bunun TC’nin ve Türk milletinin “birliğine ve bölünmez bütünlüğüne” ters
olduğunu savunmaktadırlar.
Kısaca vurgulandığında, bu iki
eğilim de Türk şovenizminin, egemenliğinin savunuculuğu temelinde yükselmektedir. Her ikisi de
sorunun bir ulusal sorun olduğunu
reddetmekte ve adını açıkça koymamaktadır. Aralarındaki fark, “vatanın bölünmez bütünlüğünün” daha
fazla baskıyla, yok etmekle mi korunacağı, yoksa belli haklar tanınarak mı… İkinci eğilim giderek güçlenmektedir. Başbakan Erdoğan’ın
Diyarbakır’daki açıklamalarına da
bu bakış açısıyla bakılmalıdır. Bu
ikinci eğilim giderek güçlenirken,
iktidar dalaşının daha fazla kızışmasını da beraberinde getirmektedir.
Sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin bu, temelde aynı olan iki eğilim
arasından birini seçme zorunluluğu
yoktur. Türkiyeli işçi ve emekçilerin
görevi, Türk devletinin uyguladığı
inkâr siyasetine, ulusal baskının her
türüne karşı, ezilen ulus ve milliyetlerin özgürlüğünden yana tavır
takınması ve bunun için mücadele
etmesidir.
15 Ağustos 2005 ✓
okuyucu mektubu
B
✉
BİR İŞKENCE ÖYKÜSÜ ÜZERİNE
u yazı hayali bir olayı değil, yaşadığım ve başımdan
geçen olayları ifade etmek
için kaleme alınmıştır. Yazılanlar
bir gerçeği ifade etmektedir. Burası
Türkiye, bu ülkede her şey olabiliyor
ve yaşanabiliyor. Bu ülkede binlerce
insan gibi, ben de işkence gördüm,
hapishaneye atıldım, en temel haklarım çiğnendi. İnsan ister istemez
biraz hukuk diyor, altında mantık
arıyor. Ama hukukun üstünlüğü,
yargının bağımsızlığı sadece basit
söylemlerden ibaret. Hukuk yerine
karşımıza guguk çıkıyor. Türkiye bir
hukuk devleti mi, guguk devleti mi,
anlamak gerçekten zor.
İşkence mağdurlarının kimliğinin
bir önemi yoktur. Çünkü Türkiye’de
herkes işkence mağduru olabilmektedir. İşkencenin başlayıp bittiği yeri
saptamak mümkün değil. İşkencenin
görüntüleri değişebilir. Ama bir toplumun ruhunu kemirecek, kişiliğini
belirleyecek kadar yaygınlaşmış olan
işkence, her adımda farklı kisvelere
bürünerek sürecektir.
İşkencenin sadece yöntemleri değişmiştir. Bugün esas olarak iz bırakmayan ve psikolojik işkence uygulanmaktadır. İşkencenin kapalı kapılar
ardında ve yaşamın her alanında uygulanmaya devam ettiği bir gerçektir. Bu kapıların anahtarı, işkenceye
uğramış, tanık olmuş ya da kendilerine işkence vakaları anlatılmış kişilerin ellerinin altındadır. Anahtar
bilgidir. Eğer bilgi anahtarsa, işkence
gören insanların suç duyurularında
bulunmaları, yaşadıklarını kaleme
almaları ve insan hakları kuruluşlarına başvurmaları gerekir. Bir işkence mağduru olarak tam da bunu
yapmaya çalıştım, çalışıyorum.
9 Temmuz 2002 tarihinde araba
ile seyahat ederken, İzmir Menemen
Asarlık beldesinde Mehmet Bakır ile
birlikte gözaltına alındım. Aylardan
Temmuz, günlerden Salı. Hava sıcak
olduğu için üzerimde bir tişört, kısa
pantolon ve ayağımda sandalet var.
İzmir çıkışı Menemen Asarlık beldesi trafik ışıklarında yolumuz elinde
makinalı tüfek olan bir polis tarafından kesiliyor. Sağa çekmemizi işaret
ediyor. Önce rutin bir trafik kontrolü
olduğunu düşünüyoruz. Arabayı sağa
çekmemizle birlikte, sivil ve resmi
polislerin sayısı artıyor. Önce kimliklerimiz kontrol ediliyor. Araba
aranıyor, ama bir ‘suç’ oluşturabilecek herhangi bir şey bulunamıyor.
Bize nereden gelip, nereye gideceği-
İzmir çıkışı Menemen Asarlık beldesi trafik ışıklarında
yolumuz elinde makinalı tüfek olan bir polis
tarafından kesiliyor. Sağa çekmemizi işaret ediyor.
Önce rutin bir trafik kontrolü olduğunu düşünüyoruz.
Arabayı sağa çekmemizle birlikte, sivil ve resmi
polislerin sayısı artıyor.
mizi soruyorlar. Kuşadası’ndan gelip
Altınoluk’a gideceğimizi söylüyoruz.
Bunun bir trafik kontrolü olmadığını
hemen anlıyoruz. Telsizlerle sürekli
konuşuyorlar. Mehmet’e cep telefonunu kapatmasını söylüyorlar. Kendi
aralarında gerçek isimlerle hitap
edilmemesi için birbirlerini uyarıyorlar. Bir süre sonra beyaz renkli bir
dolmuş geliyor, içinde sivil polisler
var. Ben ve Mehmet’e dolmuşa binmemiz söyleniyor. Bu arada arabanın
anahtarını da alıyorlar. Bize, verilen
emir üzerine merkeze götüreceklerini söylüyorlar. Nedenini soruyoruz.
Herhangi bir bilgilerinin olmadığını
söylüyorlar. Dolmuşu kullanan polis
diğer polislere neden Menemen değil
de, İzmir’e götürüyoruz diye soruyor.
Dolmuşa binmemizle birlikte
ayrı ayrı koltuklara oturtuluyoruz.
Birbirimiz ile konuşmamamız gerektiği söyleniyor. Dolmuş hareket
ediyor
Mehmet polislere merkezde ne kadar kalacağımızı soruyor?
‘Bilmiyoruz’ yanıtını veriyorlar.
Mehmet ‘herhalde uzun sürmez’
diyor.
Yolda giderken ekip şefi telsizle
‘misafirleri aldık geliyoruz’ anonsunu yapıyor.
Yeşilyurt Devlet Hastanesi’ne geliyoruz. Hastanede ne işimizin olduğunu soruyoruz. Hastanede muayene olacağımızı, bu uygulamanın
lehimize bir uygulama olduğunu
anlatıyorlar. Hastane girişinde sol tarafta küçük bir oda var. Tek tek içeri
alıyorlar. Doktor tişörtü kaldırıp göğüs ve sırt bölümüne bakıyor. ‘Darp
ve cebir izi yoktur’ cümlesini rapora
yazıyor.
Hastaneden sonra dört gün kalacağımız İzmir Bozyaka ‘Terörle
Mücadele Şubesi’ne götürülüyoruz.
Binanın önüne geldiğimizde arabamızın orada park edildiğini görüyoruz. Polisin biri arabayı kimin
kullandığını soruyor. Ben olduğumu
söylüyorum. ‘Arabanın yanına gel’
diyor. Arabada ne olduğunu soruyor.
Arabada bir şeyin olmadığını söylüyorum. Oysa arabayı yolumuzu keserken ince bir aramaya tabi tutmuşlardı. Mehmet’i apar topar yukarı çıkarıyorlar. Arabayı yeniden ince bir
şekilde aradıktan sonra, teyp kasetlerinden bir kaçını alıyorlar. Polis eşliğinde en üst kata çıkıyorum. En üst
iki katın ‘Terörle Mücadele Şubesi’
olduğunu anlıyorum.
Çok acele ediyorlar. Nezarethane
polisi üstümü aradıktan ve eşyalarımı aldıktan sonra bir kağıdı
imzalamam gerektiğini söylüyor.
İmzalayacağım kağıdı okumak istiyorum. Buna gerek olmadığını, imzalanacak belgenin gözaltına alındığıma ilişkin bir kağıt olduğunu, bunun bir kopyasını da bana vereceğini
söylüyor. Göz gezdirdikten sonra imzayı atıyorum. Çok acele ediyorlar.
İmza attıktan sonra, ‘tamam bunun
işi bitti, alabilirsiniz’ diye diğer polislere sesleniyor. Kapının önünde kısa
boylu, hafif kilolu bir polis, yurtdışında ne iş yaptığımı soruyor? Çifte
vatandaş olup olmadığımı soruyor?
Oracıkta kırmızı bir bezle gözlerim
bağlanıyor. Koluma giren bir polis
‘yürü’ diye sesleniyor. Kısa bir yürümeden sonra sorgu odasına geldiğimi anlıyorum. Plastik bir sandalyeye oturtuluyorum. Önce kısa bir
sessizlik yaşanıyor. Sonra etrafımda
dolaşmaya başlıyorlar. Ayak seslerinden 5-6 kişi olduklarını tahmin
edebiliyorum. Kısa bir sessizlikten
sonra birisi adımı, soyadımı soruyor.
Ben adımı ve soyadımı söylüyorum.
Soyadımı bilinçli olarak yanlış telâffuz ediyorlar. Ben Desde diyorum,
onlar defter vb. şeklinde söylüyorlar.
Sorgu odasında sol yanımda fan ile
soğuk hava veriliyor. Sağ yanımda
ise kuvvetli bir ışık yüzüme vuruyor.
Bu yüzden konuşurken, dudaklarımın hemen kuruduğunu fark ediyorum. Işığın etkisi ile gözbağının
altında karşımda bir masa olduğunu
ve masanın arkasında birisinin oturduğunu görüyorum. Bu kişinin sorgucu timin şefi olduğunu tahmin
ediyorum. Bu kişi kalın sesiyle, önce
bana bir nutuk çekiyor! Kendilerine
dağda kurşun sıkanların bile burada
konuştuğunu, kendileri ile açık konuşmam gerektiğini, aksi taktirde
burada alacağım darbelerin etkisini
yaşam boyu üzerimde taşıyacağımı
söylüyor. Sorgucu başı ısrarla, 7 gün
zamanları olduğunu, benim 7 gün
boyunca orda kalacağımı söylüyor.
Ben söylenenlerden hiçbir şey anlamadığımı, neden gözaltına aldıklarını ve suçumun ne olduğunu soruyorum. ‘Hakkında ihbar var, onun için
tahkikat yapıyoruz’ diyor. Sorgucu
sürekli tehdit ediyor. Beni bir bidona
koyacağını ve üzerine beton dökerek
ege denizine atacağını söylüyor.
Sorgucu başı ailem ile ilgili sorular soruyor. Nerede oturduğumuzu,
kaç kardeş olduğumuzu, kardeşlerimin ne iş yaptığını ve ne zaman Almanya’ya gittiğimi soruyor.
Sorduğu bütün bu sorulara cevap
veriyorum. Neden Alman vatandaşı
olduğumu soruyor? Alman vatandaşı
olmak sanki bir suçmuş gibi soruna
yaklaşıyor. Israrla benim Alman vatandaşı olmadığımı, taşıdığım kimliğin sahte olduğunu söylüyor. Sahte
kimliği açığa çıkaracaklarını belirtiyor. Kimliğimin sahte olmadığını
söylüyorum. Sorgucu, sahte kimliği
ortaya çıkaracaklarını belirtmeye
devam ediyor.
Sorgucu başı her şeyi bildiklerini,
benim örgüt üyesi olduğumu, MK’da
yer aldığımı, kendilerini fazla uğraştırmadan her şeyi anlatmam gerektiğini, aksi taktirde beni konuşturacaklarını söylüyor. Sorgucu başı sürekli
buraya gelen herkesin konuştuğunu,
benim işkenceye dayanıp dayanmayacağımı soruyor. Ben söylenenlerden hiçbir şey anlamadığımı, örgüt
vb. işlerle ilgimin olmadığını söyleyince, enseme darbeler inmeye başlıyor. Avuç içi ile vuruyorlar. Vuran
kişinin sorgucu başı mı yoksa başkası mı olduğunu ayırt edemiyorum.
İçlerinden biri “bunu pikniğe götürelim” diye sesleniyor. Beni ayağa
kaldırıyorlar. Kolumdan tutan biri
‘kuzu etini mi, yoksa tavuk etini mi
seviyorsun?’ şeklinde bir soru yöneltiyor. Cevap alamadıktan sonra şunu
“kamyonun arkasına atalım” dedikten sonra “yürü ulan” diye sesleniyor. Bu arada polisin biri “Bolşevik
Parti”nin hangi kanadından oldu-
29
✉ okuyucu mektubu
30
ğumu soruyor. Hiç bir kanadı ile ilgimin olmadığını söylüyorum. Kısa bir
yürümeden sonra göz bağım açılıyor.
Hücrenin önündeyim.
Hücreye girmemle birlikte kapı
kapanıyor. Öncelikle hücremi incelemeye başlıyorum. Hücrenin küçük
kamera ile izlendiğini farkediyorum.
Aylardan Temmuz, günlerden Salı
idi. Temmuz sıcağının hücreye nasıl
yansıdığını anlatmak istemiyorum.
Hücrede pencere yok, kapının üzerinde mazgal var. Mazgal deliklerinin
üzerinden hücreye kuvvetli bir ışık
yansıtılıyor. Işığın hücreye vurması
ile sıcağa dayanmak dayanılmaz bir
hal alıyor. Su verilmiyor, ilk gün yemek için hiçbir şey verilmedi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, hücrenin kapısı açılıyor. Gel diye işaret
ediyorlar. Gözlerim bağlanmıyor. Bir
alt kata iniyoruz. Merdivenin hemen
sağ yanında bir odaya alınıyorum.
Odanın kapısının üzerinde ‘Şube
Müdürü’ levhası var. Odanın içi sivil
polisler ile dolu. Bir kişi büro masasının arkasında oturuyor, etrafındaki
polislere talimat veriyor. Bu yüzden
bu kişinin Şube Müdürü olduğunu
anlıyorum.
Şube Müdürü beni neden odasına çağırdığını anlatmaya başlıyor.
Herkesi odasına çağırmadığını, benimle konuşmak için odasına çağırdığını, Türk polisinin güçlü olduğunu, her şeyi bildiklerini, benim
‘parti üyesi’ olduğumu, ‘MK’da yer
aldığımı ve İzmir ‘sorumlusu’ olduğumu söylüyor. Şube Müdürü konuşmamın kendi yararıma olacağını,
burada insan hakkının olmadığını,
Amerika’nın bile Afganistan’a saldırırken insan hakkı gözetmediğini, insan hakkı savunucusu kesilen kimi ülkelerin bile, Amerika’nın
Afganistan’da yaptıklarına ses çıkarmadığını söylüyor. Şube Müdürü sürekli bana işkenceye dayanıp dayanmayacağımı soruyor. Buraya gelen
herkesi konuşturduklarını, konuşmamam halinde alacağım darbelerin etkilerini yaşam boyu üzerimde
taşıyacağımı söylüyor. Bana bazı
isimler söylüyor. Bu kişilerin bilmem
hangi örgütün MK’sında olduklarını
ve burada konuştuklarını söylüyor.
Ben sürekli söylenenlerden hiç bir
şey anlamadığımı, örgüt vb. şeylerle
ilgimin olmadığını, konuşacak hiç
bir şeyin de olmadığını söylüyorum.
Bu konuşma faslından sonra, tekrar
hücreye götürülüyorum.
Gece saat 02.00’de yeniden Şube
Müdürünün odasına götürülüyorum.
Şube Müdürü bana hakaret ediyor.
Kişiliğime, insanlık onurumu zedeleyen küfürler ediyor. Kafama bir
tokat atmayı da ihmal etmiyor. Diğer
polislerle birlikte hakaret ediyorlar.
‘Bunlar hepsi ibne, birbirlerinin karılarını ayarlıyorlar’ diyor polisin biri.
Şube Müdürü Türk polisinin ne kadar
güçlü olduğunu anlatmaya başlıyor.
Üç evi tespit ettiklerini, diğerlerinin
de kısa sürede alınacağını söylüyor.
Konuşmam halinde, ceza indiriminden yararlanacağımı söylüyor. Ben
konuşacak bir şeyin olmadığını söylüyorum. “Bunu götürün” diye polise
sesleniyor. Böylelikle 9 Temmuz 2002
tarihi geride kalıyor.
10 Temmuz 2002: Saatim alındığı için, saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Tahminen öğlen sonrası
olabilir. Hücreden çıkarılıyorum.
Gözlerim bağlandıktan sonra, bir
odaya götürülüyorum. Odanın sorgu
odası olduğunu hemen anlıyorum.
Oda da birileri sorgulanıyor. Kim olduğunu bilmiyorum. Sesinden Şube
Müdürünü tanıyorum. “Oğlum” diyor bana, arabayı kimden aldığımı
soruyor. Arabayı otel sahibinden
ödünç olarak aldığımı söylüyorum.
Tamam geri götürün diye polise sesleniyor. Koluma giren polis, bana hakaret ediyor. Yarım saat zamanımın
olduğunu, sorguya alınacağımı, her
şeyi açık açık anlatmamı ve kendilerini fazla uğraştırmamamı söylüyor.
Yarım saat içinde düşünmemi, isteklerini yerine getirirsem, birlikte çay,
kahve içip eve gidebileceğimi söylüyor! Tekrar hücreye geri geliyorum.
Kendimi işkenceye hazırlıyorum. Bu
defa elektrik ve diğer işkence metotlarını uygulayabileceklerini aklımdan geçiriyorum. İşkenceye hazırım,
ama gelmiyorlar. Polisin verdiği süre
çoktan sona ermişti. Gözüm kapıda,
her an geleceklerini düşünüyorum.
Akşam saatlerinde saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Hücrenin kapısı
açılıyor, gel diye işaret ediyorlar.
Gözlerim açık, kapısında “Bölücü
Terörle Mücadele Şube Müdürü” yazılı tabelanın olduğu bir odaya alınıyorum. Bir kağıt ve kalem veriliyor.
Özgeçmişimi yazmam gerektiği söyleniyor. Kısaca nerede doğduğumu,
nerede oturduğumu ve nasıl yakalandığımı yazdıktan sonra, başka
yazılacak bir şeyin olmadığını belirttikten sonra imzalıyorum. Hücreye
geri dönüyorum.
Aradan belli bir zaman geçtikten
sonra yeniden çağrılıyorum. Bir polis kağıt, kalem uzatıyor. Alfabede
yer alan 29 harfi yazmamı istiyor.
Bunların ne işe yarayacağını soruyorum. ‘Dosyana koyacağız’ diyor.
Harf leri yazıyorum. Rakamları da
yazdıktan sonra imzalıyorum. Tekrar
hücreye geri dönüyorum.
Gecenin geç saatlerinde sorgu
odasına götürülüyorum. Kalın sesli
sorgucu başı konuşmaya başlıyor.
Önce bana nutuk çekiyor. Kendisinin
ne kadar başarılı olduğunu, şimdiye
kadar istediği her şeyi yaptığını, kendisine hayır cevabının verilmesinden
hiç hoşlanmadığını, buraya gelen herkesin konuştuğunu, benimle de konuşmak istediğini söylüyor. Ben bildiğim konularda sordukları sorulara
cevap verdiğimi, başka konuşacak
bir şeyimin olmadığını söylüyorum.
İşkenceci çok sinirleniyor, adeta küplere biniyor. Odada bulunanlardan
biri “Dur komutanım sinirlenme onu
biz konuştururuz” diyor. “Konuşacak
mısın?” diye soruyorlar. Hayır cevabından sonra üzerinde oturduğum
plastik sandalye çok hızlı bir şekilde
çekiliyor. Betona yığılıyorum. Betona
yığılmamla birlikte, gelebilecek darbelerden korunmak amacı ile öncelikle kafamı tutuyorum. Yerde sağlı
sollu tekmelere maruz kalıyorum.
Yere yığılmamla birlikte bilmediğim
bir cisim ile karın sol alt kısmında
bir çizik meydana geliyor. Sağlı sollu
tekmeler yedikten sonra yeniden kaldırılıyorum. Plastik sandalyeye oturuyorum. Biri konuşmaya başlıyor. O
ana kadar bu kişi hiç konuşmamıştı.
Tanıyorum bu sesi. Şube Müdürü konuşuyor. Artık her şeyi bildiklerini,
... nın her şeyi anlattığını, benim konumumun açığa çıktığını, istersem
göz bağımı açabileceğini, inanmıyorsam ...yı getirip yüzleştirebileceğini
söylüyor. ...nın anlattıklarını bana
anlattıktan sonra, birisini daha alacaklarını söylüyor. Ben gözbağının
açılmasını ve ... kişi ile yüzleşmeyi
reddediyorum. Konuşacak hiç bir şeyin olmadığını ...nın anlattıklarının
doğru olmadığını söylüyorum. Şube
Müdürü devamla; işkenceye dayanıp
dayanmayacağımı soruyor ve ekliyor.
“Şimdi seni soyacaklar, biz hepimiz
erkeğiz, bu duruma dayanamayız”
diyor.
Sorgucu başı sürekli tehdit ediyor.
Konuşmazsan buradan sağ çıkamazsın diyor. Sorgucu başı konuşurken,
genç bir ses kulağıma eğilip ‘şimdi
seni soyup sinkaf edeceğiz’ diyor.
Sorgucu yeniden “konuşacak mısın?”
diye soruyor. Hayır cevabını aldıktan
sonra göğsüme ve sırtıma darbeler
inmeye başlıyor. Gözlerim bağlı olduğu için neyle vurduklarını tam
olarak çıkaramıyorum. Vurmaya
devam ediyorlar. Her vuruşta konuşacak mısın? diye soruyorlar. Hayır
cevabından sonra kuduruyorlar.
Kalk ulan ayağa soyun diye bağırıyorlar. Zorla soyunduruluyorum.
Beni zorla domal pozisyonuna getiriyorlar. İçlerinden biri cop sokalım
diyor. Anüsüme göremediğim sert
bir cisim sürüyorlar. Tecavüz etmekten son anda vazgeçiyorlar. Kalk
ulan ayağa diye sesleniyorlar. Kalkıp
giyinmeye çalışıyorum. Sorgucu başı
yeniden yatırın bunu diye komut veriyor. İçlerinden biri kısa pantolonu
tuttuğu gibi düğmesini koparıyor.
Beni yere yatırıyorlar. Biri kollarımı
sıkı bir şekilde tutuyor. Ağzıma çaput
yerleştiriliyor. Biri ayaklarımı sıkı bir
şekilde tutuyor. Öyle bir duruma getiriliyorum ki hareket etmem mümkün değil. Nefes almakta zorlanıyorum. İşkencecilerden biri hayalarımı
sıkmaya başlıyor. 10-15 dakika hayalarımı sıkmaya devam ediyorlar.
Hayalarımı sıkarken diğer yandan
da “konuşacak mısın?” diye bağırıyorlar. Hayır yanıtından sonra daha
da kuduruyorlar. İşkence seansından
sonra beni yeniden kaldırıyorlar. Bu
bir başlangıç, seni pikniğe götüreceğiz diyorlar. Git elini yüzünü yıka
yeniden sorguya alacağız diyorlar.
Polis eşliğinde tuvalette elimi ve yüzümü yıkıyorum. Yeniden gözlerim
bağlanıyor. Koluma giren polis beni
koridorda dolaştırıyor. Daha sonra
hücreme götürülüyorum.. Bunun bir
taktik olduğunu anlıyorum.
Nezarethane polisine saatin
kaç olduğunu soruyorum. Saatin
gece 02.00 olduğunu öğreniyorum.
Müthiş acılar içinde kıvranıyorum.
Nefes almada zorluk çekiyorum. Her
nefes alışımda müthiş ağrı hissediyorum. Nefes almak için ağzımı açık
tutuyorum. Kımıldayacak durumda
değilim. Yarı baygın şekilde ölü gibi
yatıyorum. Hücre kamera ile izleniyor. Durumun ciddiyetini gören nezarethane polisi sık sık beni kontrole
geliyor. Böylece 10 Temmuz 2002 tarihi de geride kalıyor.
11 Temmuz’da yeni bir güne başlıyorum. Müthiş ağrılarım var. Yeniden
sorguya alıyorlar. Sorgucu başı dün
kaldığımız yerden devam edeceğiz
diyor. Tekrar ailemle ilgili sorular
soruyor. Bu soruları daha ilk günde
sormuşlardı. Sorgucu baklayı ağzından çıkarıyor: “Bunlar yemek yapmanın ön hazırlığı idi” diyor. “Şimdi
sıra yemek yapmada” diyerek, konuşmaya devam ediyor. Neden Alman
vatandaşlığına geçtiğimi soruyor.
Alman vatandaşı olmak bir suçmuş
gibi soruna yaklaşıyor. Sorgucu başı
tam burnumun dibinde konuşuyor.
Sürekli tehdit ediyor. Seni pikniğe
götüreceğiz diyor. Bugün konuşmaktan başka seçeneğin yok diyor. Ben
bilmediğim konularda konuşmayacağımı söyleyince kızıyor, bağırıyor.
Tabi vurmayı ihmal etmiyor. Yine
göğsüme ve sırtıma yassı bir cisimle
vuruyorlar. Kafama çok dikkatli vuruyorlar. İşkence faslından sonra
hücreye dönüyorum.
15.08.2005
MEHMET DESDE
(Devam edecek) ✓
okuyucu mektubu
S
İstanbul- Sarıgazi’de jandarma
bir genci katletti
uat Kandemir adlı 19 yaşındaki
inşaat işçisi, 15 Ağustos 2005
günü mahallede yanında iki
kardeşi ile birlikte özel otolarıyla gezerken jandarma tarafından tek kurşunla beyninden vurularak komaya
girdi. Ölümle pençeleşen genç üç gün
sonra, 18 Ağustos günü akşamı yaşamını yitirdi.
Bu katliamı protesto etmek ve kamuoyuna duyurmak için İstanbul
İHD Şubesi’nde 18 Ağustos 2005 günü
bir basın açıklaması yapıldı.
Olay anında orda olan iki kardeşi
ile annesi, ağabeyi ve akraba çevresinin katıldığı bu basın açıklamasında
verilen bilgiye göre; ehliyetsiz olan
Suat, jandarmayı görünce otosunu bir
sokağa çekerek kardeşleriyle yaya olarak mahalleye çekilirler. Bir süre sonra
jandarmanın gittiğini düşünerek kardeşi Fuat ile otolarının yanına gelirler. Otoya binip çalıştıracakları sırada
jandarma sokağın başında “Dur!” ihtarında bulunmadan arabadaki gençlerin kafalarına nişan alarak ateş eder
ve direksiyondaki Suat’ı vururlar.
Fuat, jandarmaya ağabeyinin vurulduğunu ambulans çağırmalarını
söyler. Fakat onlar buna hiç aldırış
etmeden Fuat’a yaralıyı bırakarak kü-
fürlü bir şekilde yere yatmasını emrederler. Daha sonra buna uymayan
Fuat’ı dipçik, tekme tokatla yere yatıran Jandarma, ellerine kelepçe takıp,
ayaklarını ise kendisinin kemeriyle
bağlayarak orada işkence yaparlar.
Bununla yetinmeyen jandarma hastanede de elleri ayakları bağlı Fuat’a
işkence yapar, yerlerde dakikalarca
sürükleyerek üzerindeki elbise ile birlikte omuzunda derileri yırtılmasına
neden olurlar.
Suat’ı vuran ve 16 yaşındaki Fuat’a
bu şekilde davranan Jandarma 24 saat
boyunca aileye haber vermez.
Bingöl’den zorla göç ettirilmiş olduğunu belirten aile fertleri ve Suat’ın
annesi Hazal Kandemir büyük bir acı
içinde “Bu ne biçim adalet? Bunu müslüman müslümana yapar mı?” şeklinde sorular soruyor, hakkını sonuna
kadar arayacağını katillerden hesap
soracağını söylüyor, hesap sorulması
için herkesin üzerine düşeni yapmasını istiyordu.
Küçük yaşta babaları ölen çocuklarını yetim büyüttüğünü belirten anne,
“Şimdi de bu yoksulluğumuzla yetim
bırakılan iki çocuğa yaşlı ve hasta bir
kadın olarak nasıl bakacağım?” diyerek gözyaşı döküyordu.
1 Eylül Dünya Barış Günü kutlamalarına
Diyarbakır’da izin verilmedi....
D
iyarbak ır Demokrasi
Platformu’nun 1 Eylül Dünya
Barış Günü dolayısıyla yaptığı başvuru Valiliğin yasaklamasıyla
karşılaştı. Saat 18.30’da meşaleli olarak
gelen kitle Koşuyolu parkındaki “İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi” anıtı
önünde bir basın açıklaması yaptı.
“Barış İçin Görevdeyiz!” (DDP) ve
“Biji Aşiti! (Yaşasın Barış) pankartları
açıldı. Barış isteklerinin dillendirildiği
çeşitli dövizler de taşıyan, yaklaşık
olarak 1500 kişi “Barış hemen şimdi!”,
“Yaşasın halkların kardeşliği...” sloganlarını attılar.
Basın açıklamasında günün anlam
ve önemine vurgu yapıldı. Gerillanın
ateşkesine devletin karşılık vermesi
gerektiğine vurgu yapıldı. Uzatılan barış eline bir el daha uzatılmalı dendi.
Basın açıklamasında beyaz balon ve
güvercinler “barış elçisi” olarak gökyüzüne uçuruldu.
Açıklama sonunda parkta açılan “barış çadırına” doğru yüründü. Burada
Öcalan lehine atılan sloganlara polis
“yasadışı” olduğu gerekçesiyle izin vermedi, kitle sloganlarda ısrar etmedi.
Hemen şimdi barış isteyenler, ya da
barış eli uzatanlar karşılık bulmayan
uzlaşı siyasetlerinde ısrar etmeye devam etmektedirler.
Başbakanın sözde Kürt sorununu
dillendirdiği zaman üzerinden çok
geçmeden böylesi anlamlı bir günün
Diyarbakır’da kutlanmaması devletin
ne kadar demokrasi istediğinin bir
göstergesidir. Sözde atılan adımların
cevabını Diyarbakır halkı pratik adım
atması yönünde bir uyarı olarak vermiştir, tüm sansasyonel girişimlere
rağmen halk başbakanı dinlemeye gitmemiştir.
İnkar, askeri tedbirler ve parçala-bölyönet politikalarına devam eden devlet bugün sözde “Kürt realitesi” vardır
noktasına gelmiştir. Ama bu noktada
da kendi çıkarlarının elverdiği inkarda
ısrar etmeye, ona uygun adımlar atmaya devam etmektedir.
Sorunun bir yönüyle devletin bazı
kurumları tarafından da dillendirilmesinin temelinde bilinçli bir ulusal
uyanış ve onun tamamlayıcısı gerilla
kuvvetinin varlığı yatmaktadır.
Bugün barış gününe bile tahammül
etmeyerek etkinliğe izin vermeyen militarist devletin, bir halkın kendi kade-
Bu olay devletin nasıl bir demokratik
hukuk devleti olduğunu gösterdiği gibi
keyfi gözaltılar, tecrit, işkence, yargısız
infazlar v.b. şeklindeki saldırılarının
da olanca hızıyla devam ettiğini gösteriyor.
Gözaltılar, yargısız infazlar, yaşlı çocuk denilmeden insanlar katledilmesi
bugün de devam ediyor. Devrimci
tutsaklar tecrit hücrelerinde ağır işkencelere tabi tutularak tabutluklara
atılıyorlar. Şimdiye kadar binlerce yargısız infaz yapıldı. Bunların yüzde kaçı
hakkında soruşturma açıldı? Hangimiz
“tipi teröriste benziyordu” gerekçesiyle
cadde ortasında devletin güvenlik görevlileri tarafından kurşunlanmayacağımızdan emin olabiliriz? Ceza yasasında idam yok. Egemenler için yargılamanın zahmetli iş olarak görüldüğü,
idamın kaldırılmasından bu yana yargısız infaz ve gözaltında kayıpların sayısının artışına bakılınca anlaşılıyor.
Bütün bunlar hükümet ve devletin
✉
en yetkili ağızlarından dillendirilen
“demokrasi”, “özgürlük”, “kardeşlik”,
“demokratik sosyal hukuk devleti” demagojileri eşliğinde yapılıyor. Bunlar,
bugün de hala devletin faşist karakterinin devam ettiğini gösteren olgulardır.
Şimdiye kadar “demokratikleşme”
adına yapılan değişikliklerin yüz katı
daha değişim yapsalar dahi bir halklar
hapishanesi olan bu topraklara özgürlük, demokrasi, eşitlik ve halkların kardeşliği ancak işçi sınıfı önderliğinde, işçilerin köylülerin devrimci-demokratik
iktidarıyla gelir.
Demokratik haklarımızı korumak ve
yenilerini elde etmek için birleşelim,
örgütlenelim! Ancak başarılı olmak
istiyorsak mücadelemizi devrim hedefi
ile yürütmek zorundayız!
Unutmayalım; emperyalizmin işbirlikçisi büyük sermayenin kanlı saltanatı altında bizlere rahat yüzü olmadı.
Bundan sonra da olmayacaktır.
Ağustos 2005 ✓
Aşağıda enternasyonalist dayanışmanın güzel bir örneği olarak,
Avusturya’lı KOMAK-ML (Komünist Aksiyon- Marksist Leninist) örgütünden yoldaşlarımızın bize bağışladıkları 500 Euro ile birlikte gönderdikleri
mektubu okurlarımızın bilgisine sunuyoruz. YDİ Çağrı
Değerli kadın ve erkek yoldaşlar!
Kadın ve erkek işçilerin ve diğer emekçilerin devrimcileştirilmesi konusundaki çabalarınızda başarılar dileriz.
2005’in ilk yarısında Avusturya’da derginizle dayanışma kampanyası başlattık. Bu kampanya çerçevesinde derginize Türk devleti tarafından sürekli
uygulanan baskılar konusunda bilgi verdik.
İlkbaharda Avusturyalı Sandra Backutz’un tutuklanmasıyla ve onu takip eden terörizme karşı dava ile Türkiye/Kuzey Kürdistan’daki koşullara
ülkemizdeki ilgi hızla arttı. Bu durumdan, derginizi ve özellikle de onun
Almanca baskısı “Aufruf”u daha da tanıtmak için faydalandık.
28 Mayıs 2005’de Viyana’da gerçekleştirdiğimiz Çağrı-DayanışmaEtkinliği Çağrı kampanyamızın zirvesi ve sonu oldu. Elbette derginizin
propagandasına ve yaygınlaştırılmasına bundan sonra da devam edeceğiz.
Ajit-Prop buluşmalarımızda işçiler arasında gerçekleştirdiğimiz bağış
kampanyasının ve örgüt bağışımızın bir sonucu olarak topladığımız 500.Euro’yu mücadelenize küçük bir maddi katkı olarak gönderiyoruz.
Devrimci selamlarımızla
Komak-ml
www.komak-ml.tk
rini tayin hakkına tahammül etmesini
düşünmek saflık olur. Bu anlamda Kürt
halkının temsilcileri uzlaşıcı sistem içi
politikalarından arınmalıdır.
Tehlike böyle devam ederse Kürt ulusal hareketi gelecekte bugün barış için
hareket ettirdiği gücü arkasında bulamayacaktır. Devletin iki yüzlü politikalarından medet umar bir noktaya çekilen hareket küçülmeye mahkumdur.
Bu hareket devlete karşı haklı başkaldırıyla nasıl bir kitle hareketi olduysa,
bu gücün önemine uygun politikalarla
pratik yansımasını bulacaktır. Yoksa
harcanan onca emek ve bedelin ka-
zançlısı devlet olacaktır.
Dünya barış günü olarak tüm dünyada kutlanan bu günde halkları yeni
bir dünya kurulana kadar mücadele
beklemektedir. Böylesi bir günün emek
cephesi için anlamı tüm dünya emekçileri ve halklarının kardeşliğini ve birliğini geliştirmektir.
Gerçek barış haklı savaşlarla gelir,
onun için haklı devrimci savaşları geliştirmek, emperyalist savaşların son
bulması için olmazsa olmaz bir koşuldur.
Diyarbakır’dan bir YDİ Çağrı okuru ✓
31
✉ okuyucu mektubu
28-31 Temmuz tarihinde yapılan Munzur Doğa ve
Kültür Festivalinden izlenimler ...
H
er yıl geleneksel olarak yapılan festivalin bu yıl altıncısı yapılacaktı. Güvenlik
gerekçesiyle bu yılki festivalin Valilik
tarafından 45 gün ertelendiği gerekçesi!?. eskiden yapılan bir dizi etkinliğin yapılamamasına neden oldu.
Resmen olmasa da festivalin yapılmaması anlamına gelen karar yasaklamayla aynı anlama geliyordu. Sivil
toplum örgütleri ve Belediyenin resmen olmasa da festivalin yapılmasını
tüm kamuoyunun desteklemesini
istemesiyle ve il dışından çok sayıda
insanın destek için Dersim’e akın
etmesiyle kısmen de olsa festival yapılmaya çalışıldı ve halk tarafından
sahiplenilerek ilgiyle karşılandı.
Olağanüstü-hal koşullarını aratmayan bir önlemin alındığı Dersim’de
devletin bütün olumsuz tutumuna
rağmen müzik dinletileri ve paneller yapıldı. Munzur’un doğa ve
barışın simgesi olması için herkes
elbirliği etmişçesine çaba gösterdi.
O eski görkemli konserler yapılamasa da TUDEF (Tunceli Dernekleri
Federasyonu) ve dergi çevreleri ve
Belediyenin de desteğiyle halkın katıldığı kimi etkinlikler tüm engellemelere rağmen yapıldı.
Ayın 28’inde misafirlerin Pertek’te
karşılanması engellemeler üzerine
yapılamadı. Gelen TUDEF arabalarını bekleterek geri dönmeleri için
baskı oluşturan devlet güçleri bunda
başarılı olamadılar. Yıldırma çabaları
sonuç vermedi ve 13 saat çeşitli yerlerde bekletilen misafirler, sonunda
ile gelebildiler. Bütün baskılara rağmen birlikte hareket ederek Dersime
girdiler. Aynı gün kitle örgütleri ve
dernekler tarafından 20.30’da yeraltı
çarşısında bir basın açıklaması yapıldı. Katılımcılar Tunceli girişinde
bekletilen TUDEF’li misafirlerin
girişi sağlanmadan dağılmayacaklarını belirttiler.
Yaklaşık beş bin kişilik kitlenin katıldığı bu basın açıklaması girişimleri
hızlandırdı. Belediye Başkanı Songül
Erol Abdil “Gelen misafirler kitlenin
dağılmasından sonra ilimize alınıp
misafir edilecektir.” demesine rağmen, yeterli duyarlılık göstermediği
gerekçesiyle ‘yuhalandı’. TUDEF’li
yöneticilerin araya girmesiyle alkışlar
ve sloganlar arasında kitle dergilerin
kurduğu standlara gelerek halaylar
çekmeye başladı. Devletin kolluk
güçlerinin tüm provokatif davranışlarına rağmen olumlu davranış gösteren kitle herhangi bir olayın gelişmesine meyil vermedi.
Saat 23.00’da misafirler ile alındı,
misafirlerin bir kısmı kitleyle buluşma noktasına ulaştı, alkışlarla
karşılandı.
Dersim’de festivalin ikinci gününde yapılması planlanan paneller
yapıldı. Program dahilinde açılması
gereken kadın-evinin açılışı yapıldı.
Açılış Grup Yorum ve diğer sanatçıların katıldığı bir konserle devam
etti. Çeşitli sloganlarla festivalin
ertelenmesi kınandı. Akşam saatlerinde standların yanında yine bir
basın açıklamasıyla vali ve erteleme
kınanırken devrim şehitleri anıldı.
Üçüncü gün kutlamalar programa
uygun olarak devam etti.
Saat 9.00’da “Munzur’da barajlara
ve siyanürle altın çıkarmaya” karşı
kitlesel bir katılımla Dersim merkezden Ovacık yolu üzerindeki Dikilitaş’a
kadar yüründü. Yürüyüşte barajlar ve
siyanürle altın çıkarmaya karşı halktan destek istendi, Dikilitaş’ta yapılan basın açıklamasından sonra kitle
kortejler halinde geri geldi. Böylece
Dersimliler Munzur’a sahip çıkarken siyanürle altın çıkarılmaya karşı
da yek vücut olacaklarını belirttiler.
Yaklaşık olarak beş binin üzerinde
kitle bu yürüyüşe katıldı.
Akşam saatlerinde sanat sokağının
açılışı Belediye Başkanı Songül Erol
Abdil tarafında yapıldı. Ferhat Tunç
ve diğer sanatçıların katıldığı bir
konser yapıldı.
Dördüncü gün Gençlik Merkezi’nin
açılışı yapıldı, sanatçıların katıldığı
bir konser Otogar’da yapıldı. Kapanış
konuşmasının ardından kitle yeraltı
çarşısına doğru yürüyerek burada
bir basın açıklamasının ardından
dağıldı.
Polisi, jandarması ve sivil kolluk
gücüyle şehrin her yanı abluka altına
alınarak en üst düzeyde ‘güvenlik’
önlemleri alınmıştı. Tabi ki halkın
güvenliği değil, kendi güvenlikleri
için bu önlemleri almışlardı. Çünkü
halk oluşturulan güvenlikten rahatsızdı, buna ihtiyaçları da yoktu.
Bu arada şehir merkezindeki ka-
palı salon toplantıları kararlaştırıldığı gibi yapıldı, diğer ilçe kapalı salon toplantıları yapılmadı. Etkinlik
programında olan tiyatro gösterileri
ve akşam konserleri yapılamadı. Bir
çok sanatçı ve aydın programladıkları gibi etkinliğe katıldı. Bir kısmı
da katılmadı. TUDEF kendi inisiyatifinde ikinci gün Nazımiye programı
ve üçüncü gün Ovacık programını
kararlaştırdığı gibi yaptı.
Festivalde iki Partizan okuru bildiri dağıttıkları için alıkonuldu, 3
insan da sivil araçlarla evlerinden ya
da evlerine giderken gözalıtına alındılar. (Basından)
Ertelemenin yasaklamayla aynı anlama geldiği bir durumda, bir konser
tüm duyarlı kitlenin desteğinde ve
Dersim halkının büyük çoğunluğunun katılımıyla kısmi de olsa engellemelere rağmen yapıldı. Yasaklara
rağmen, devrimcilerin ve kitlenin
desteği sayesinde, standların açılması
ve yasaklı bir festivalin yapılması başarılmıştır.
Devrimciler ve demokrat kitleler
sahiplendiklerinde engeller engel
olmaktan çıkmaktadır. Munzur’un
doğasının korunması ve talan edilmemesi için, daha güzel bir çevre
bilincinin yaratılmasına hizmet etmesi için, özgür bir dünyada daha
özgür festivallerin yapılabilmesi için
örgütlü bir toplum yaratmamız gerekiyor.
Birleştiğimizde ve örgütlendiğimizde engellemeler kağıttan kaplan
olacaktır.
Munzur’un özgür akması için tek
yol devrim.
Özgür Dersim, YDİ Çağrı okuru ✓
Yayınevimizden çıkan Eğitim Broşürleri Dizisini okudunuz mu?
32
İsteyin!
Tanıtın!
Okuyun!
Tartışın!
ibretlik haberler
ATAT Ü R K K Ö Ş E S İ
!
AYIN KUPÜRLERİ
Tatbikat böyleyse gerisini düşünün artık!
İyi değil; hiç iyi değil!
Efendim; uzun bir süreden beri yazmıyordum. Bir vesile ile tekrar karşınızdayım. Vesile şu yukarıdaki gazete kupürü. Ne yazıyor, iyi bakın…
‘Atatürkçülük’ dersleri artırılmış! Peki bu manşetin altında ne yazıyor?
“Genelkurmay Başkanlığı’nın önerisi üzerine ilköğretimde T.C. İnkılap Tarihi
ve Atatürkçülük dersleri 2 saatten 3 saate çıkarıldı” Evet aynen böyle!
İyi bir şey diye düşünebilirsiniz, haberi okuduğunuzda… Ama hayır; bu hiiiç iyi bir şey değildir!!!
Nedeni var mı?
Herşeyden önce böyle bir şeyin yapılması için illa Genelkurmayın öneride
bulunması mı gerekiyor? Hükümet bunu düşünemiyor mu? Görüldüğü kadarıyla düşünemiyor; ki Genelkurmay emrediyor; şey yani öneriyor!!!
Bu meselenin bir yanı!
Diğer yandan yapılan ders sayısı beni pek ikna etmedi… Ne demek haftada
iki ders? İki saatlik dersle biz Atatürkçü gençlik yetiştirebilir miyiz? Elbette
hayır! Hayır, üç saate de çıkarılsa yetmez! En iyisi bütün dersleri kaldırıp bunların yerine T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi okutmak lazım!
Matematik, fizik, kimya, biyoloji falan filan öğrenen çocuk kendini bile koruyamaz ama Atatürkçü çocuk vatanı dahili ve harici bedhahlara karşı koruyabilir! Talebim bütün derslerin yerine Atatürk dersinin okutulmasıdır;
Genelkurmay bunu en kısa sürede Milli Eğitim Bakanlığı’na öneri olarak emretmelidir!
ABD şimdi mahvoldu işte!
Koç gibi bakanın kupürlerinin yanında
diğer kupürler hiç kalır! İşte bazıları…
En Atatürkçü Yazar
Sıddık Niyetinibozar
SÖZ MECLİSTEN DIŞARI…
“Şakşuka Efe sözünün bir anlamı yok. Ben
şakşukanın hem şarkısını hem yemeğini
severim. Ama ben şakşuka değilim, ben
hünkârbeğendiyim. Çünkü beni halkım da,
sayın Genel Başkanım da çok beğeniyor.”
Atilla Koç — Kültür ve Turizm Bakanı,
Bir CHP milletvekilinin kendisini “Şakşuka Efe” olarak tanımlaması
üzerine verdiği demeç,
29 Haziran 2005 tarihli gazeteler
33
!
ibretlik haberler
Türk turizmine katkımız!
H
abere göre Beyoğlu Platformu ve Beyoğlu Belediyesi yabancı turistlere
Türk kültürünün tanıtılması amacıyla kampanya başlatmış… Kampanya
kapsamında yabancı turistlere nazar boncuğu takılacak, geleneksel Türk
tatlıları sunulacak, Türk kahvesi, isteğe göre ince belli bardaklarda çay veya isteyene şerbet veya boza ikram edilecek, Türk lokumu tattırılacak, otelden ayrılan
turistlerin arkasından su dökülecekmiş…
Çoook iyi bir girişim… Aynen destekliyoruz… Yalnız haberi okuduğumuzda
turistlere gösterilecek Türk gelenek göreneklerinin eksikliğini farkettik. Gidermek
için hemen kaleme kâğıda sarılarak önerilerimizi sıraladık. Öyle ya, Türkiye’de
durumdan vazife çıkarmak kültürümüzün önemli bir taşıdır! Aşağıda durumdan
çıkardığımız vazifenin naçizane sonuçlarından birkaçını yayınlıyoruz:
— Yabancı turiste “bugün git yarın gel” denilmelidir… Eğer turist gelme kararlılığını gösterirse o zaman diğer örf ve adetlerimiz devreye sokulmalıdır.
— Yabancı turistler daha havalimanında yapılacak törenle, kesilen kurbanlar
eşliğinde karşılanmalı; hırsızlık ve trafik kazası olaylarına karşı orada efsunlanmalı, okunup üflenmelidir. İsteğe bağlı olarak kurşun dökülmesi turiste nazar
değmesine birebir gelecektir.
— Erkek turistlere sünnet elbisesi giydirilerek sünnet edilmelidir. Bu
yapılırken otel odası Türk gelenek göreneklerine göre süslenmelidir. “Maşallah” lafının
ne anlama geldiği özel olarak
anlatılmalıdır.
— Yabancı kadın turistler müze, sergi salonları gibi kamusal alanlarda başörtüsü takmalıdırlar. Takmayanlar buraya alınmamalıdır.
— Yabancı turistlerin isimleri Türkiye’de kaldıkları süre için değiştirilmelidir.
Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi geleneksel isimlerimiz yabancı turistlere pek
de uyacaktır. Bu arada ismini değiştirmeyenlerin isimlerinde q, x, w gibi harfler
olanlar hakkında koğuşturma açılmalı, daha da olmazsa sınırdışı edilmelidir.
— Turizmi ciddiye almak gerekir… Mesela kahve verilecekmiş turiste…
Yetmez… Turistlere sunulacak kahve sonrası fincanlarını ters çevirmeleri söylenip fallarına da bakılmalıdır. Bunun için yabancı dilde fal yorumu yapabilecek
insan kaynakları değerlendirilmeli; devlet falcı kadrosu açmalıdır. Falcıların Türk
kültürüne uygun fala bakıp bakmadığı oluşturulacak falcı denetimcileri tarafından kontrol edilmelidir. Kontrolcülerin denetimi ise Devlet Denetleme Kurulu
tarafından yapılmalıdır.
— Gelen yabancı turistlere kültürümüzün önemli bir parçası olan polis dayağı
ikram edilmelidir… Olmazsa olmaz!
— Kültürümüzün diğer önemli parçaları olan cezaevi, hücre ve işkence kültürünü tanıtmak boynumuzun borcudur. Bizi bu özelliklerimizle tanıyıp memleketimize gelen turistleri bu özel gelenek ve göreneklerimizden mahrum bırakmak
ne misafirperverliğe ne de insanlığa sığar!
— Ülkemize çift olarak gelen yabancı turistlerin kadın olanı “hem severiz, hem
döveriz” haykırışları eşliğinde eşek sudan gelinceye kadar dövülmelidir. Erkek
turiste ise “karının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” lafı bi
güzel anlatılmalı, sıpa işi erkek turiste bırakılmalıdır.
— Turist kadınlara tecavüz geleneğini hatırlatmaya gerek yok; zaten yapılıyor.
Ancak bu konuda işi ilerletip belki bir festival düzenlemek; en iyi tecavüzcüyü
seçmek filan gibi işler yapmak gerekir.
— Turist kazıklama geleneğini de hatırlatmaya gerek yok; çünkü turistin ilk
öğrendiği geleneklerimizden birisi budur…
— Yabancı turistlerin çocuklarını boş bırakmamak gerek. Tatillerini bir kaportacının, berberin, marangozun yanında çıraklık yaparak geçirmeleri için her türlü
önlem alınmalı, çırak yeri bulamayanlara birer boya sandığı, simit tablası, su bidonu tedarik edilerek tatillerini verimli geçirmeleri sağlanmalıdır. Eminiz turist
çocuklar iş hayatı içinde karşılaştıkları çocuklarla bayağı kaynaşacak, Türk çocuk
kültürünün tanınmayan yönlerini tanıyacaklardır.
— Yabancı turistler mevsimine göre eğer uyarsa üniversite seçme sınavlarına
sokulmalıdırlar. Öyle ya, üniversite seçme sınavlarına girmek Türk kültürünün
en önemli bir parçasıdır! Bunu turistten gizlemek ayıp kaçacaktır!
— Gelen yabancı turistlere askeri ve siyasal gelenek ve göreneklerimizi göstermek boynumuzun borcudur. Mesela otelin etrafı silahlı kuvvetlerce sarılmalı, yer
yer bombalanmalı; daha da olmazsa tank geçidiyle turiste balans ayarı yapılma-
34
lıdır. Eğer mümkün olabilseydi darbe geleneğimizden de tattırsaydık iyi olurdu
ama şimdilik bu geleneğimizden vazgeçtiğimiz için turistten özür dilenmelidir.
— “Allahuekber” bağırtıları arasında oteller taşlanmalı, eğer uyarsa ateşe verilmelidir … Malum iyi bir gelenektir! Hem yerli turiste uygulayıp, yabancı turiste
uygulamamak Anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır, olmaz…
— Turiste asgari ücretle nasıl geçinilebildiği konusunda onyıllardır oluşturduğumuz geleneğin özellikleri sayılmalıdır. Dahası Türkiye’de geçirecekleri sürede
ellerine o kadar para bırakıp gerisine giderken verilmek üzere el konulmalı; turistin asgari ücretle yaşamaya çalışması sağlanmalıdır. Böylece bu geleneğimiz
uygulamalı olarak kavranmış olacaktır ki; kalıcı olan budur. Tabii eğer uygulama
sonunda turist yaşıyorsa çok büyük bir deneyim elde etmiş sayılacaktır!
Valla, aklımıza ilk gelen öneriler bunlar… Aslında daha çok da yerimiz yok…
Eveeeeet… Biz gelenek ve göreneklerimizi hatırlatıp görevimizi yaptık…
Uygulanıp uygulanmayacağına ilgililer karar versin… Yaparlarsa turizm kalkınır,
yapmazlarsa kendileri bilir…
Ne farkeder?
Aşağıdaki telsiz konuşması Galiçya kıyısındaki İspanya Denizcilik İstimdatı
”Costa de Fisterra” tarafından 16 Ekim 1997’de kaydedilmiştir.
Galiçyalı: (arkada hışırtı) ... A 853 konuşuyor, çarpışmayı engellemek için
lütfen rotanızı 15 derece güneye doğru kaydırın... Doğrudan üzerimize geliyorsunuz, mesafe 25 deniz mili...
Amerikalı: (arkada hışırtı) ... Çarpışmayı engellemek için biz size rotanızı 15
derece kuzeye kaydırmanızı tavsiye ederiz.
Galiçyalı: Olumsuz yanıt. Tekrarlıyoruz: Çarpışmayı engellemek için rotanızı 15 derece güneye değiştirin.
Amerikalı: (başka bir Amerikalının sesi) Burada Amerika Birleşik Devletleri
Deniz Kuvvetlerinin bir gemisinin kaptanı konuşuyor. Israr ediyoruz:
Çarpışmayı engellemek için derhal rotanızı 15 derece kuzeye kaydırın.
Galiçyalı: Biz bunu ne yapılabilir ne de gerekli görüyoruz, çarpışmayı engellemek için rotanızı 15 derece güneye kaydırmanızı tavsiye ediyoruz.
Amerikalı: (oldukça sinirli emredici bir tonla) BURADA, AMERİKA
BİRLEŞİK DEVLETLERİ DENİZ KUVVETLERİNİN İKİNCİ BÜYÜK
SAVAŞ GEMİSİ “USS LİNCOLN” UÇAK GEMİSİNİN KOMUTANI KAPTAN
RİCHARD JAMES HOWARD KONUŞUYOR. BİZE, BİZİ HER ZAMAN
DESTEKLEMEYE HAZIR, İKİ ZIRHLI GEMİ, ALTI TAHRİP GEMİSİ, BEŞ
SEFER GEMİSİ, DÖRT DENİZALTI VE ÇOK SAYIDA GEMİ REFAKAT
EDİYOR. ASKERİ BİR MANEVRAYA HAZIRLIK VE IRAK’A KARŞI
SALDIRI İÇİN İRAN KÖRFEZİNE DOĞRU YOL ALIYORUZ.
SİZE TAVSİYE ETMİYORUM... SİZE ROTANIZI 15 DER ECE
KUZEYE DOĞRU DEĞİŞTİRMENİZİ EMREDİYORUM!!!! EĞER BUNA
UYMAZSANIZ, UÇAK GEMİSİNİN VE DENİZ KUVVETLERİNİN
EMNİYETİNİ SAĞLAMAK İÇİN GEREKLİ ADIMLARI ATMAK ZORUNDA
KALACAĞIZ. SİZ MÜTTEFİK BİR DEVLETİN ÜYESİ, NATO’NUN ÜYESİ
VE BÖYLELİKLE BU ASKERİ GÜCÜN ÜYESİSİNİZ... LÜTFEN DERHAL
EMRE UYUN VE YOLUMUZDAN ÇEKİLİN!!!!!!
Galiçyalı: Burada Juan Manuel Salas Alcantara konuşuyor. Biz iki kişiyiz.
Bize köpeğimiz, yemeğimiz, iki bira ve şimdi uyuyan Kanarya adalarından bir
adam refakat ediyor. Denizcilik isdimdatı kanal 106’nın ve Cadena Dial del la
Coruna’nın tam desteğine sahibiz. Hiçbiryere doğru yol almıyoruz, çünkü size
karadan konuşuyoruz. Biz Galiçya kıyısındaki A853 Finisterra fenerindeyiz.
İspanya fenerleri arasındaki rütbemizin ne olduğu umurumuzda bile değil.
Ve siz de boktan uçak geminizin emniyetini sağlamak için isteğiniz adımları
atabilirsiniz. Yalnız haberiniz olsun, birazdan geminiz Galiçya kıyılarında kayalara çarpacak ve parçalanacak. Ve bu nedenle bir kez daha ısrar ediyoruz
ve size sesleniyoruz, siz ve adamlarınız için en iyisini, en sağlıklısını ve en
akıllıcasını yapın; çarpışmayı engellemek için rotanızı 15 derece güneye kaydırın....
(Yukardaki telsiz kayıdının yayınlanmasına Mart 2005’te İspanya askeri makamları tarafından izin verilince tüm İspanya gazeteleri bunu yayınlamıştır.
İspanya halklarını kahkahaya boğan, internetten aldığımız bu telsiz konuşmasının okurlarımızı da eğlendireceğini düşünerek çevirdik.)
bulmaca
1
SOL­DAN SA­ĞA — 1– Le­onar­do da
Vin­ci’nin “La Gi­ocon­da” ya da “La Ja­
kond” da de­ni­len tab­lo­su (re­sim); Bir
ki­ta­bın bö­lüm­le­rin­den her bi­ri; 2– Ya­
pı­sın­da­ki gaz do­lu kü­çük boş­luk­lar ne­
de­niy­le süt­sü gö­rü­nüm­lü olan si­lis mi­
ne­ral­le­rin­den kris­to­ba­li­tin de­ğer­li taş
ola­rak kul­la­nı­lan tü­rü; Bir cüm­le­yi ar­
ka­dan ge­len bir cüm­le­ye tür­lü il­gi­ler­le
bağ­la­mak için kul­la­nı­lan edat; Ağır­lık
kal­dır­mak için kul­la­nı­lan diş­li araç; 3–
Ter­si; ile­ri sü­rü­len ye­ni bir dü­şün­ce, sav;
De­ğiş-to­kuş et­mek; Ter­si, Tür­ki­ye’nin
pla­ka işa­re­ti; 4– Dün­ya; Ge­niş ol­ma­yan,
sı­kı; Bir tür de­niz ta­şı­tı; 5– Her bey­tin
so­nun­da uyak­tan son­ra yi­ne­le­nen söz­
cük; Ma­te­ma­tik­te sa­bit bir sa­yı; 6– Bir
şe­yi an­lat­ma, an­la­tım; Ter­si, ko­bal­tın
sim­ge­si; 7– Bir çi­çek tü­rü; Ter­si, ya­ban­cı;
8– Ye­din­ci sa­nat; Vi­la­yet; 9– Bir tür mü­
zik ale­ti; Al­tı ayak­lı bir­ta­kım uçu­cu bö­
cek­le­rin ge­nel adı; Ter­si, Le­sot­ho’nun
pla­ka işa­re­ti; 10– Bir dev­le­ti ya da bir
ken­ti ta­nı­tan re­sim, harf ya da çiz­gi­den
ku­rul­muş olan işa­ret; Bir tür ka­dın el­
bi­se­si; 11– Dün­ya­nın uy­du­su; Ter­si, ya­
ba­ni hay­van ya­ka­la­ma işi; İla­ve; İşa­ret;
12– Atın yav­ru­su; Av­ru­pa ta­ri­hin­de 14.
yüz­yı­lın so­nuy­la 15. ve 16. yüz­yıl­la­rı
kap­sa­yan dö­ne­mi ta­nım­la­mak­ta kul­
la­nı­lan, Es­ki Yu­nan ve Ro­ma kül­tü­rü­
nün can­lan­dı­ğı, dü­şün­ce­de, ede­bi­yat­ta,
re­sim­de, hey­kel­de, mi­mar­lık­ta bü­yük
de­ği­şik­lik­le­rin ol­du­ğu dö­ne­me ve­ri­len,
Fran­sız­ca­da ye­ni­den do­ğuş an­la­mı­na
ge­len söz­cük.
YU­KA­RI­DAN AŞA­ĞI­YA — 1– Ki­mi
cins­le­ri ze­hir­li olan, iri bir si­nek tü­rü;
Ter­si, lit­yu­mun sim­ge­si; Za­ma­nı gös­ter­
me­ye ya­ra­yan araç; 2– Pet­rol İh­raç Eden
Ül­ke­ler Ör­gü­tü’nün kı­sa ya­zı­lı­şı; Ar­
go­da boş, an­lam­sız; 3– Do­ğa­dan baş­ka
ger­çek­lik ol­ma­dı­ğı­nı sa­vu­nan fel­se­fe öğ­
re­ti­le­ri­nin ge­nel adı; 4– Kır­mı­zı; Se­bep;
Su; 5– Ter­si, ede­bi­ya­tın kı­sal­tıl­mı­şı; Mü­
zik­te du­rak­la­ma imi; Sa­nat; 6– İs­tenç­li;
Ha­tay sı­nır­la­rı için­de bir ova; 7– Baş;
Kı­sa za­man sü­re­si; Ge­niş­lik; 8– Ge­lir ge­
ti­ren mülk; İş ba­şar­ma gü­cü, bir di­ren­
me­yi yen­me gü­cü; 9– Ter­si, stron­si­yu­
mun sim­ge­si; Ter­si, ara­ba­lar­da hay­van
ko­şu­lan düz, uzun bö­lüm; 10– Biz­mu­
tun sim­ge­si; Yu­nan mi­to­lo­ji­sin­de şid­det
tan­rı­ça­sı; 11– Es­ki­çağ­lar­da kent­le­rin
ku­rul­du­ğu te­pe­nin üze­rin­de bu­lu­nan
“ken­tin yu­ka­rı bö­lü­mü” an­la­mı­na ge­len
ilk yer­le­şim bö­lü­mü­ne ve­ri­len Yu­nan­ca
isim; Man­ga­ne­zin sim­ge­si; 12– Er­ken
Rö­ne­sans dö­ne­mi­nin en ün­lü res­sam­la­
rın­dan­dı. 1445-1510 ta­rih­le­ri ara­sın­da
ya­şa­dı. Ger­çek adı Ales­sand­ro di Ma­
ri­ano Fi­lip­pe­pi’ydi. İtal­ya’nın Flo­ran­sa
ken­tin­de doğ­du. Bir ku­yum­cu­nun ya­
nın­da çı­rak­lık yap­tı. Da­ha son­ra dö­ne­
min ün­lü res­sam­la­rın­dan Fra Fi­lip­po
Lip­pi’nin çı­ra­ğı ol­du. Us­ta­sı öl­dük­ten
son­ra sa­nat­çı­la­ra des­tek ve­ren Me­di­ci
ai­le­si­nin ya­nın­da re­sim ça­lış­ma­la­rı­na
de­vam et­ti. 1481’de Pa­pa ta­ra­fın­dan
Ro­ma’ya çağ­rıl­dı. Bu­ra­da di­ni içe­rik­li
du­var re­sim­le­ri yap­tı. İki yıl son­ra ye­ni­
den Flo­ran­sa’ya dön­dü ve bir­çok ki­li­se
2
3
4
5
6
7
8
9
10 11 12
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
ve şa­pe­lin du­var­la­rı­na re­sim ve fresk­ler
yap­tı. En bü­yük ya­pıt­la­rı­nı Ro­ma’dan
dön­dük­ten son­ra­ki sü­reç­te ger­çek­leş­
tir­di. “Ve­nüs’ün Do­ğu­şu” ile “Mars ve
Ve­nüs”’te ken­di­ne öz­gü bir renk uyu­mu
ya­rat­mış ve Rö­ne­sans re­sim sa­na­tı­nın
ge­liş­me­si­ne ön­cü­lük et­miş­tir.
91. SAYIDAKİ BULMACANIN ÇÖZÜMÜ
SOLDAN SAĞA: 1– METİN ALTIOK; 2– ULAM; LA; EM; 3– HAMASET; LA; 4– LN;
MANİ; ED; 5– CEREN; MI; 6– SOL; MN; SAS; 7– AN; KA; BUNAMA; 8– BO; BARAN; 9–
ASIM BEZİRCİ; 10– RA; UN; ALA; 11– SRİ LANKA; KİP; 12– USLAMLAMA; KA.
YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1– MUHLİS AKARSU; 2– ELAN; ON; SARS; 3– TAM; CL; BI;
İL; 4– İMAME; KOMELA; 5– SARMA; AM; 6– ALENEN; BE; NL; 7– LATİN; BAZUKA;
8– SURİNAM; 9– ANAR; 10– SANCAK; 11– KELEM; İLİK; 12– MADIMAK; APA.
karika [türlü]
BÖLGESEL ASGARİ ÜCRET GÜNDEMDE…
YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜRELİ YAYIN
ASGARİ ÜCRETLİ
BÖLGESEL ASGARİ ÜCRETLİ
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü:
Aziz Özer
◆
Yönetim Yeri ve Adresi:
Hüdavendigar Caddesi
Saffeti Paşa Sokak, Nuri Bey İşhanı,
No: 11, Kat: 2, Daire 5
34112 Sirkeci - İstanbul
Tel.: (0212) 519 81 78
Fax: (0212) 519 81 79
e-mail: [email protected]
www.ydicagri.com
◆
Banka Hesap No:
Türkiye İş Bankası
Galatasaray-İstanbul
Hesap No: 1022 0 738654
◆
Yurtdışı Temsilciliği:
Güney Kitabevi
Frohlinder Strasse 60
44577 Castrop-Rauxel
Tel.: (02305) 542846
Fax: (02305) 542845
◆
SAYI: 92 · EYLÜL 2005
ISSN 1301-692X92
◆
Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL)
Yurtdışı: 2,50 Euro
◆
Baskı: Senfoni Matbaası (493 37 60)
35

Benzer belgeler