Bitmeyen kriz, 1 Mayıs ve sonrası

Transkript

Bitmeyen kriz, 1 Mayıs ve sonrası
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SAY
E
I l H JM
AR
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
Mayıs 2009/05 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X133
Bitmeyen kriz,
1 Mayıs ve sonrası...
Ç 133 kapaks.indd 3
07.05.2009 14:36:09
•
editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler
Değerli okuyucu,
yeni sayımızla yine sizlerle
beraberiz.
Bu sayımızın Yeni İşçi Dünyası
sayfalarında ağırlıklı olarak 1
Mayıs'a yer verdik. Ayrıca krize
rağmen hala suskun olan işçi
sınıfının kimi direnişlerinin ve
grevlerinin haberlerine yer verdik.
Mayıs ayı işçi sınıfının devrim ve
sosyalizm mücadelesi açısından
çok özel bir yere sahiptir.
İşçi sınıfının uluslararası "Birlik,
Mücadele ve Dayanışma Günü"
1 Mayıs bu aydadır, Deniz'lerin
idamının yıldönümü 6 Mayıs bu
aydadır, işçi sınıfının ve Türkiye
halklarının kurtuluşunun ölümsüz
önderi İbrahim Kaypakkaya'nın
katledilişinin yıldönümü 18 Mayıs
bu aydadır vb.
Türkiye'nin (ve dünyanın) içinden
geçmekte olduğu ekonomik kriz,
kapitalizmin en iyi toplum olduğu
yalanlarının ne kadar büyük
bir kandırmaca olduğunu ayan
beyan gözler önüne serdi. Şimdi de
bunun kimi yanlış politikalardan
kaynaklı olduğu yalanını işlemeye
başladılar.
Hayır, buna izin vermemeliyiz!
İşçi sınıfını ve ezilenleri daha
fazla kapitalizm cehenneminde
uyutmalarına izin vermemeliyiz.
Bu nedenle her zamankinden
daha fazla, krizden, işsizlikten,
ulusal baskıdan, kadınlar
üzerindeki baskılardan,
çevre talanından kurtuluşun
biricik yolunun, bu sistemi
orasından burasından yamamak
olmadığını, bir bütün olarak
sistemi değiştirmek gerektiğini,
büyük bir sabırla işçi ve emekçi
arkadaşlarımıza anlatmamız
gerekiyor.
Yeni sayıda buluşmak üzere...
Yeni Dünya İçin Çağrı, 7 Mayıs 2009 ❧
ÖZÜR
Geçen sayımızda Yeni İşçi sayfalarında
EK:3'de yayınlanan “Zavallı milyarderler!”
başlıklı yazıdaki ikinci tabloda, '2008
kaybı' ile 'andaki kişisel serveti' başlıkları
yanlışlıkla yer değiştirmiştir. Düzeltir
okurlarımızdan özür dileriz.
Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı
- kitapçılarda -
GÜNDEM
Kriz ve işçi sınıfı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Bir seçim tantanası daha bitti. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4
Türkiye’den Obama geçti…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
Obama protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
NATO İzmir’de protesto edildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
İbrahim Kaypakkaya 60 yaşında!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
Ergenekon'da ikinci iddianame kabul edildi . . . . . . . . . . . . . . . 8
Ergenekon’da 12. dalga . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
Kayıplar için oturma eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
Sen neymişsin Muhsin Bey!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
GÜNCEL
DTP'ye yönelik yapılan operasyonu kınıyoruz. . . . . . . . . . . . . . 10
Bugün 23 Nisan! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
Tayland’da çoğunluk partisi şefinden “devrim” çağrısı… . . . . . . . . . 12
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Bitmeyen kriz, 1 Mayıs ve sonrası…. . . . . . . . . . . . . . . . . .
1 Mayıs'ta onbinler alanlardaydı... . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Akansel işçilerine uluslararası destek. . . . . . . . . . . . . . . . .
Asil Çelik işçisi direnişi yükselteceğini duyurdu... . . . . . . . . . . .
IBM işçilerinin mücadelesi sürüyor. . . . . . . . . . . . . . . . . .
DESA direnişinin 1. yılında Deri İş’ten açıklama. . . . . . . . . . . .
Bilinçli bir işçi anlatıyor.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Deri İşçileri Derneği 1 yaşında! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Toros Gübre'de 6. grev. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Yükselen değerimiz: Açlık ve yoksulluk sınırı. . . . . . . . . . . . .
Türk Metal üyesi bir işçi yazıyor.... . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Teğet geçme buysa…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:1
EK:2
EK:4
EK:4
EK:5
EK:5
EK:6
EK:6
EK:7
EK:7
EK:8
EK:8
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“Kıble”den gelen seda:“Meds Yeghern”. . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Çatışmasız bir bahar mümkün mü?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
YENİ KADIN DÜNYASI
1 Mayıs bizim de mücadele günümüz!. . . . . . . . . . . . . . . . . 15
PANORAMA
G20 zirvesinden de krize çözüm yok! - LONDRA / İNGİLTERE -. . . . . . 16
Savaş örgütü NATO’nun 60. yıldönümü kutlandı!- FRANSALMANYA - . . . 17
NATO zirvesi protesto edildi…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
G20 toplantısına karşı protestolar… . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
OKUR MEKTUBU
Bir hukuk mücadelesi üzerine notlar... . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Yeraltı barajları üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22
46 yeni termik santral yolda!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
Türkiye’de genç olmak mı! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul
• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 133 · Mayıs 2009 • ISSN 1301-692X133
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2.
Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected]
www.ydicagri.org
2
gündem
1 Mayıs yine resmi tatil…
Kriz ve işçi sınıfı
İşçi sınıfının Uluslararası Birlik,
Mücadele ve Dayanışma Günü 1
Mayıs 1980’den sonra tekrar resmi
tatil ilan edildi. Bu konuda öncelikle
1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesi-
tatil edilmesi taleplerine karşı aynı
hükümet bir günün tatil edilmesi ile
ülkenin uğrayacağı ekonomik zararı
hesaplamıştı. Bugünkü ekonomik
kriz koşullarında ne oldu da bir günün maliyeti unutuldu. Ve son olarak
Bakanlar Kurulunda yapılan değişik-
Mayıs 1960 darbesini Somali ordusu
mu yaptı? 12 Mart 1970 muhtırasını
Nikaragua ordusu mu verdi? 28 Şubat
muhtırası, 27 Nisan e-muhtırası
Endonezya’da mı verildi? 12 Eylül
1980’de gözaltına alınan, katledilen,
idam edilen, işkencelerden geçirilen,
fişlenen insanlar Papua Yeni Gine’nin
insanları mıydı? Toplumun vicdanını
hala yakan, 1980 faşist askeri darbesini kim yaptı? KİM YAPTI? Bugün
hala Anayasa ile korunan darbeciler,
Türk Silahlı Kuvvetlerinin 1980’deki
Orgenerali ve diğer kuvvet komutanları değil miydi? Biz başka bir ülkenin vatandaşları mıyız? Yaşadığımız
o karanlık günler hiç yaşanmadı, insanlar katledilmedi mi?
İlker Başbuğ aynı toplantıda toprak
altından çıkan silahların TSK’nin
envanterinde olmadığını, yani bu
silahlarla TSK’nin bir ilgisinin bulunmadığını söyledi. Bu açıklama
da inandırıcılıktan çok uzak. Çünkü
silahlar emekli askerlerin ve onlarla
ilişkili kişilerin krokilerinden ve arazilerinden çıktı, çıkıyor. Ayrıca bu silahların birçoğunun ordunun ve polisin kullandığı silahlarla aynı olması
rülmesine ve buna karşı koyuşların
oldukça az ve sınırlı olmasına bakarsak ekonomik krizin faturasının
çoktan işçilere ödetildiğini söyleyebiliriz. İşçilerin 1 Mayıs eylemlerine
katılımını da göz önüne alırsak, birkaç sonuca varabiliriz. Birincisi işçi
sınıfı örgütsüzlüğü, bilinçsizliği ve
biraz da korkusu nedeniyle saldırılara karşı koyamıyor. İkincisi varolan
sendikalara, sınıf örgütlerine güvenmiyor. Üçüncüsü kaderine boyun eğmiş bir şekilde her şeyin düzeleceğini
düşünüyor.
Bütün bu sonuçlar sınıf bilinçli işçilere, devrimcilere ağır bir sorumluluk yüklemektedir. Çünkü eğer
yukarıda yaptığımız tespitler doğru
ise bu tablonun oluşmasında bizlerin
de payı var demektir. Çünkü bizlerin, kendine devrimci diyenlerin işçi
sınıfını sendikalarda, siyasi partilerde örgütlemek ve bilinçlendirmek
görevi vardı. Bu görev yeteri kadar
gerçekleştirilememiştir. İşçi sınıfının
sendikalara duydukları güvensizliğin esas nedenini sermaye taraftarı
sarı sendikacılık siyaseti oluştursa
da sendikalı işçilerin sendikalara
tesadüf mü sadece?
olan güvenlerinin azalmasında sınıf
bilinçli işçi önderlerinin yaptığı hatalar, yetersiz müdahaleler de önemli
rol oynamıştır.
Somali ordusu darbe yapar, Kenya ordusu darbe
yapar, Türk ordusu darbe yapmaz. Orgeneral İlker
Başbuğ Ergenekon davasında TSK’nın adının çok fazla
geçmesi, kazılan her yerden silahların, bombaların
çıkması üzerine basın toplantısı yaptı. Başbuğ 2,5 saat
süren basın toplantısında çok “samimi” bir havada
“Arkadaşlar, ordu darbe yapmaz” dedi. Aslında bu
sözü bir komedyen sahneden söyleseydi 70 milyon
katıla katıla gülerdik.
nin işçi sınıfının mücadelesinin bir
kazanımı olduğunu, devletin bir lütfu
olmadığını belirtmek gerek. Ancak
diğer taraftan bu kararın hükümet
tarafından yerel seçimlerden alınan
başarısızlığı gelecek genel seçimlerde
gidermek için alındığını da söyleyebiliriz. AKP iktidar yürüyüşünü
sürdürebilmek için Hükümette kalmak zorunda olduğunu biliyor. Yerel
seçimlerde alınan sonuçlar ise AKP
açısından genel seçimlerde yeterli oy
alamayacağının sinyallerini verdi.
Bu nedenle AKP hükümeti önümüzdeki iki yıl boyunca toplumun tüm
kesimlerinden, her bölgeden eski oyları yeniden alabilmek için her şeyi
yapacaktır. 1 Mayıs’ın tatil edilmesi
ancak buna rağmen Taksim yasağını
sürmesi, yine de “makul bir sayının”
girişine izin verilmesi böyle anlaşılmalıdır. Kaldı ki geçen yıl 1 Mayıs’ın
likler hükümetin gelecek seçimlere
hazırlığı ile ilgili söylediklerimizin
bir kanıttır.
“Arkadaşlar, ordu darbe
yapmaz”
Somali ordusu darbe yapar, Kenya ordusu darbe yapar, Türk ordusu darbe
yapmaz. Orgeneral İlker Başbuğ
Ergenekon davasında TSK’nın adının
çok fazla geçmesi, kazılan her yerden
silahların, bombaların çıkması üzerine basın toplantısı yaptı. Başbuğ
2,5 saat süren basın toplantısında çok
“samimi” bir havada “Arkadaşlar,
ordu darbe yapmaz” dedi. Aslında
bu sözü bir komedyen sahneden söyleseydi 70 milyon katıla katıla gülerdik. Ama Orgeneral İlker Başbuğ
söyleyince üzerinde biraz düşünmek gerek. TSK darbe yapmazda, 27
Kapitalizmin krizi sürüyor…
Ekonomik kriz tüm şiddeti ve etkileri
ile sürüyor. İşçiler işten çıkarılıyor,
çıkarılmayanların ücretleri düşürülüyor, kazanılmış hakları gasp ediliyor. Bu konudaki son hak gaspı Türk
Metal Sendikasına üye Ereğli Demir
Çelik işçilerinin ücretlerinin %35
oranında düşürülmesi oldu. İşçilerin
ücretleri Türk Metal Sendikasının
patronlarla anlaşması sonucu düşürüldü. Ayrıca Adana Numune
Hastanesinde çalışan 155 işçinin
işine hiçbir açıklama yapılmadan son
verildi. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
İşten çıkarmalara, ücretlerin düşü-
İşçi sınıfının örgütlenmesinin, bilinçlendirilmesinin, mücadelesinin
arttırılmasının olanaklarını yaratmış
olan ekonomik kriz bir fırsata dönüştürülememiştir. Bu konuda öncelikli
görev devrimcilerin, sınıf bilinçli işçilerindir. Sınıf bilinçli işçiler işyerlerinde, fabrikalarında diğer işçileri
etkilemek, bilinçlendirmek için tüm
araçlarla, var güçleriyle çalışmak zorundadırlar. Bu karanlık tablodan
çıkmanın başka bir yolu yoktur.
02.05.2009 √
3
gündem
G
4
Bir seçim tantanası daha bitti
ürültülü bir seçim kampanyası ertesinde 29 Mart’ta nihayet yerel seçimler yapıldı.
Son iki-üç ay gündemi işgal eden,
sonuçta emekçi yığınların hayatı açısından hiçbir şey değiştirmeyecek
olan seçimler bitti. Seçmen kullandığı ve kullanmadığı oyuyla konuştu.
Seçimler yerel seçimler olmasına rağmen hem iktidar partisi hem de muhalefet partileri tarafından adeta bir
referanduma dönüştürüldü. Seçimler
Türkiye’nin geneli açısından bir
yanda AKP, diğer yanda tüm partiler; Kürt coğrafyasında ise bir yanda
AKP öbür yanda DTP arasında bir
yarış olarak sahnelendi. AKP’nin
başı Erdoğan daha 27 Temmuz 2007
seçimlerinin ertesi günü DTP’nin
elindeki Amed/Diyarbakır belediyesi, Dersim/Tunceli belediyesi;
CHP’nin elindeki İzmir belediyesini
ele geçirmeyi hedef olarak koydu.
Buna karşı DTP Diyarbakır kalesini
daha da güçlendirme hedefi yanında
AKP’nin elindeki belediyeleri de
alma hedefini koydu. CHP’nin iddiası ise Ankara’da Melih Gökçek’i devirmek, İstanbul’u da ele geçirmekti.
Kampanyada Doğan Medya ile hükümet arasında da önemli sürtüşmeler yaşandı. Doğan Medya genel çizgi
itibarı ile açıkça AKP karşısındaki
tavrıyla AKP’nin düşmanlığını kazandı. AKP kampanyanın özellikle
son bölümünde seçimlerde adeta
Doğan Medya ile yarıştı. Acayip gürültülü, bol bayrak pislikli, bol demagojili, bol palavralı ve oldukça yüklü
rüşvetli bir kampanya yaşadık.
Seçim sonucunda şimdi tabi her
parti, her zaman olduğu gibi kazananın kendisi, kaybedenin rakibi/
rakipleri olduğu konusunda bizleri
inandırmaya çalışacaktır. Daha ilk
sandıklar açılıp, ilk sonuçlar gelmeye başladığı andan itibaren bu
çalışma başlamış, yarışın oldukça çekişmeli geçtiği kimi illerde (örneğin
Adana’da, örneğin İstanbul’da) ilginç olaylar yaşanmıştır. İstanbul’da
CHP yarışı Kılıçdaroğlu’nun kazandığını ilan etmiş, Doğan Medya gazeteleri erken Anadolu baskılarında
İstanbul’da başa baş (Milliyet) bir
yarış başlıkları ile yayınlanmış, sonuçta nerde ise 8 puanlık bir farkla
Kılıçdaroğlu’nun kaybettiği ortaya
çıkmıştır. Adana’da sırası ile MHP,
CHP, AKP belediye başkanlığını
kazandığını ilan etmiş, sonuçta yarışı eski AKP, aday gösterilmeyince
MHP’li Aytaç Durak’ın 2000’e yakın
oy farkı ile kazandığı ortaya çıkmıştır. Muhalefet en başından itibaren
seçimlerin şaibeli olacağı temasını
işlemiş, seçim akşamı ise elektrik
kesilmeleri vb.’ni bu şaibenin tanıkları olarak ileri sürmüştür. Her seçim ertesinde olduğu gibi bu seçim
ertesinde de çöpten çıkan oylar vb.
belgelenmiştir.
Seçim sonuçlardan sonuçlarımız
şöyle:
* 2009 Mart Yerel Seçimlerinin devrimciler açısından gösterdiği en
önemli gerçek, emekçi yığınların
parlamenter düzenden hala büyük
beklentiler içinde olduğudur. % 84’e
yakın bir katılım çok büyük bir orandır. 900 000’e yakın geçersiz oy vardır. Birçok yerde beş ayrı sandıkta oy
kullanıldığı bilindiğinde bunların
büyük bir bölümünün yanlışlık sonucu geçersiz olduğu var sayılmalıdır.
Aynı şekilde seçimlere katılmayan %
16’lık bölümün de, gerçekte küçük
bir bölümünün bilinçli protesto tavrı
içinde olduklarından yola çıkmak
gerekir. Çıkan sonuç emekçi kitlele-
DTP’dir. Onun da gücünün temeli
Kürt ulusal kimliğinin esas temsilcisi olmasından gelmektedir ve esas
olarak Kürt partisi konumundadır.
Yani düzen dışı olduğunu iddia eden
sol’un kitle desteği olağanüstü sınırlıdır. Bunun bilincinde olunmalı,
bu sorgulanmalı, çıkış yolları aranmalıdır. Burada Komünistler gerçek
durumun bilincinde inatla, sabırla,
azimle işçi sınıfı içinde örgütlenmeye
yoğunlaşma doğru siyasetinde ısrarlı
olmalıdırlar. Tek çözüm budur.
* Seçimlerin gösterdiği ve devrimciler açısından önemli olan bir
gerçek, Kürt coğrafyasındaki iddialı
referandumda hükümet partisinin
beklentilerine kavuşamamış olması,
DTP’nin seçimlerden güçlenerek
AKP’nin bu seçimdeki kayıpları Türk milliyetçiliğini
ondan daha iyi yapan MHP’ye; dinciliği ondan daha
inandırıcı yapan Saadet Partisi’ne giden kayıplar;
bunun yanda bir de 22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin
diğer egemen sınıf partilerinden daha iyi olduğu, belki
Kürt sorununu çözebileceği umudu ile -DTP’nin de
parti olarak katılmadığı şartlarda- AKP’ye yönelen
oyların, AKP’ye de duyulan hayal kırıklığı sonucu
DTP’ye dönmesi biçiminde oluşan kayıplardır.
rin büyük çoğunluğu açısından her
şeye rağmen seçimlerin, parlamenter
sistemin hala umut olarak görüldüğü
sonucudur.
* Devrimciler açısından en önemli
ikinci sonuç, düzen dışı olduğunu,
bu düzeni değiştirmek istediğini
söyleyen sol’un seçimlere katılan kesiminin (ki katılmayan kesim kitle
desteği bakımından, katılan kesime göre daha geridir) durumudur.
Seçime katılan kesimin tümünün
(EMEP, ÖDP, TKP, bağımsız kimi
adaylar) oy oranları toplandığında
yüzde bir partisi bile olamamakta,
bindelerdeki (tek tek onbindelerdeki)
oranlarda dolaşmaktadırlar. “Sol”da
kitle partisi niteliğindeki tek parti
çıkmış olmasıdır. Bağımsız adaylarla
girdiği 22 Temmuz seçiminde yaklaşık yüzde 4 oranında oy aldığı tahmin
edilen DTP, Türkiye çapında % 5,5
oranında oy aldı. DTP AKP’nin bu
seçimlerde alma iddiasında olduğu
Diyarbakır ve Batman’da açık farkla
kazanırken, geçen dönemde AKP'nin
yönettiği Iğdır, Siirt ve Van’ı da aldı.
DTP sahip olduğu belediyeleri kaybetmedi ve yenilerini kazandı… Bir
kez daha Kürt yığınları açısından
Kürt kimliğinin, ulusal hakların siyasi tavır belirlemede diğer her şeyin
önünde geldiği bu seçimlerle görüldü.
Seçimler, Kürt yığınlarının PKK’siz
çözüm olmayacağı konusunda mesaj
verdiği –Newroz ertesinde- bu kez
sandıkta- ikinci barışçıl kitlesel eylemi oldu. Anlayana!
Egemen sınıfların partileri açısından da seçimlerin gösterdiği bir dizi
gerçek var:
*AKP egemen sınıf partileri içinde
Türkiye’nin/Kuzey Kürdistan’ın her
yanında var olan ve oy alan tek egemen sınıf partisi olduğunu bu seçimle de kanıtladı.
Bunun yanında 7 yıldan beri iktidarda olmasına, bütün diğer parti
ve güçlerin kendisi karşısında adeta
bir cephe oluşturmuş olmasına,
Türkiye’nin -bütün kapitalist dünya
ile birlikte en derin ekonomik krizlerinden biri içinde bulunmasına, bazı
kentlerde (örneğin Urfa’da, örneğin
Adana’da) belediye başkanı adayı belirlemede kendi içinden yeni rakipler
çıkarmasına rağmen, açık arayla (en
yakın rakibinden % 15 fazla oy alarak) birinci parti olarak çıktı bu seçimlerden. Bu seçimin de açık ara galibi AKP’dir. Eğer bu seçin bir genel
seçim olsa idi, AKP yine tek başına
iktidar olabilecek çoğunluğu kazanmış olacaktı.
Bu olgu olduğu kadar fakat şunlar da olgudur:
AKP kurulduğundan bu yana girdiği tüm seçimlerden oyunu arttırarak çıkmıştır. Bu seçimlerde AKP
oyları hem 2004 yerel seçimlerinde
aldığı oya göre, hem de 2007 22
Temmuz Genel Seçimlerine göre
düşmüştür. Kayıp yerel seçimlerle
karşılaştırmada % 2,3 iken, genel seçimlerle karşılaştırılabilir veri olan İl
Genel Meclisi oylarında, 22 Temmuz
2007 oylarına göre % 8 civarındadır.
Her iki halde önemli bir gerileme
söz konusudur. Ve AKP’nin sürekli
yükselen seçim grafiğinde ilk kez bir
düşüş söz konusudur. AKP bunun
yanında önüne almayı hedef olarak
koyduğu illerin belediye başkanlıklarını kazanamadığı gibi elinde bulundurduğu 16 şehir belediyesini de
muhalefete kaptırmıştır. Eğer seçim
genel seçim olsa idi, AKP bu seçimde
kazanmış olduğu oyla yine tek başına iktidar olabilecek çoğunluğa
sahip olacaktı (280/285 milletvekili)
ve fakat 60’a yakın milletvekilliğini
kaybetmiş olacaktı. Yani AKP’nin
seçim zaferi, AKP’de bir gerilemenin
başlangıç noktası olan acılı bir seçim
zaferidir.
AKP’nin bu seçimdeki kayıpları
Türk milliyetçiliğini ondan daha iyi
yapan MHP’ye; dinciliği ondan daha
inandırıcı yapan Saadet Partisi’ne giden kayıplar; bunun yanda bir de 22
Temmuz seçimlerinde AKP’nin diğer
egemen sınıf partilerinden daha iyi
olduğu, belki Kürt sorununu çözebileceği umudu ile -DTP’nin de parti
olarak katılmadığı şartlarda- AKP’ye
yönelen oyların, AKP’ye de duyulan hayal kırıklığı sonucu DTP’ye
gündem
dönmesi biçiminde oluşan kayıplardır. CHP’nin oy artışında AKP’den
CHP’ye fazla bir yönelme olduğunu
düşünmüyoruz. CHP’nin oy artışı
daha çok geçen dönemlerde sandığa
gitmeyen bir bölümün bu kez sandığa gidip, CHP’yi seçmesi sonucu
oluştuğunu düşünüyoruz.
AKP’den MHP, Saadet Partisi ve
DTP „ödünç oylarının“ çekilip, kendi
partilerinde toplanmaları (mesela bu
Ankara’da çok net yaşandı. MHP’nin
oyu % 4’den, yüzde 24’e çıktı; buna
karşı Melih Gökçek’in oyları düştü;
Kürdistan’da açık yaşandı; Saadet’in
oyunu ikiden fazlaya katlamasında
yaşandı) AKP’ye daha çok bir merkez
partisi görüntüsü veriyor, verecek.
Görünen AKP’nin 2007’deki %
47’lik seçim zaferinin konjonktürel
olduğu ve AKP’nin normal şartlarda
% 35-40 bantı arasında bir yerlerde
seçmen desteğine sahip olduğudur.
*AKP’nin oylarında azalma yaşanırken bu seçimlerde, 22 Temmuz
2007 seçimlerine göre CHP oylarını
% 2,4 oranında; MHP % 1,7 oranında;
Saadet Partisi % 3 oranında (oylarını
iki mislinden fazla arttırdı!) DTP ise
tahminen % 1,5 civarında arttırdı.
CHP’nin kazandığı yerler Ege ve
Akdeniz’de kıyı şeridi kentleri; MHP
onun hemen gerisindeki yerlerde
güçlü, AKP her yerden oy alıyor, fakat esas olarak Kuzey Kürdistan’ın
bir bölümü dışında Anadolu’da
güçlü, bunun dışında İstanbul -ki
Türkiye’nin 5’te biri- AKP’nin.
CHP’nin belediye başkanlığı seçimlerinde aldığı oy ile (% 28,5); il genel
meclisi seçiminde parti olarak aldığı
oy (% 23,3) % 5,2’lik fark var. Yani
CHP’ye yerel yönetimde gösterdiği
adaylara oy veren seçmenlerin küçümsenmeyecek bir bölümü CHP’ye
parti olarak oy vermemiş; yereldeki
adaylara oy vermiş. CHP’nin il genel
meclisi seçimleri bazında % 2,4’lük
oy artışında Genç Parti’nin seçimlere
katılmadığı (2007 seçimlerinde % 3),
SHP’nin seçimlere CHP saflarında
katıldığı da dikkate alınmalıdır. Yani
CHP oyunu arttırmıştır, fakat başarısı
hiç de abartılacak, CHP’nin AKP’ye
alternatif yapacak bir artış değildir.
Belediye seçimlerinde alınan oyla, il
genel meclisi seçimlerinde alınan oy
arasındaki büyük fark aslında CHP
açısından hem yönetimde ve hem
de siyasette bir değişiklik çağrısıdır.
Yine anlayana.
*Seçimlerden en karlı çıkan partilerden biri kuşkusuz MHP. Yerel
seçimlerle karşılaştırıldığında MHP
oylarını % 6,48 ile en fazla arttıran
parti! 2007 genel seçimine göre artış
% 1,7’ye düşüyor düşmesine, fakat
her halükarda MHP 2004’den bu
yana büyüyen parti görünümünde.
MHP’nin büyümesi azgın kafatasçı
“sivil” Türk faşizminin büyümesi
demek. Fakat bu büyümenin de tabii
bir sınırı var. MHP’nin en fazla büyüyeceği bant % 15-20 bantıdır.
*Bu seçimlerde oylarını en fazla
arttıran parti, genel seçimlerdeki
% 2,6’lık oy oranını, % 5,3 çıkaran
Saadet Partisi oldu. Bu bu partinin
oy oranını ikiye katladığını gösteriyor. Yüzde yüzü aşan bir oy artışı.
(Bu ikiye katlama % 0,5’lik oyunu %
1’e çıkaran BBP’de söz konusu, fakat bu bu partinin başkanı Muhsin
Yazıcıoğlu’nun seçimlere kısa süre
kala bir helikopter kazasında ölmesi
belirleyici rol oynadı. Sivas’ta da
Belediye başkanlığını BBP kazandı.)
Bu bu partinin başkan değiştirmesinin bu partiye kattığı canlılıkla;
AKP’nin hırsızlık/yolsuzluk dosyalarının ve türban sorununu çözememesinin, batıyla iyi ilişkilerinin dinci
tabanda yarattığı hoşnutsuzlukla
bağıntılı bir gelişme. Önümüzdeki
dönemde de bu partinin biraz daha
gelişmesi, AKP’den biraz daha oy
çekmesi olasıdır; fakat bu parti %
5-10 bantı arasında kalır.
Sonucun sonucu:
Halk için özde değişen bir şey yok.
Egemenlerin kendi aralarındaki
iktidar dalaşı açısından, AKP’nin
oylarının biraz gerilemesi, CHP ve
MHP’nin toplam oylarının hatta AKP
oylarını bir kaç bin de olsa geçmesi,
Kemalist elitteki “AKP’yi seçimlerle
götürmek mümkün değil“ umutsuzluğunu biraz da olsa kırdığı için, önümüzdeki dönemde biraz daha meşru
zeminlerde -tabii faulsüz değil- siyasi
yarışın şartlarını yarattı.
Şimdi değil, fakat ekonomik krizin
etkilerinin çok daha ağır yaşanacağı,
AKP’nin krizin siyasi sorumlusu olarak daha da güç kaybedeceği 2009
yılı sonrasında, CHP ve MHP’nin
AKP’yi erken seçime zorlamaya çalışması olası gelişmedir. AKP’nin ise bu
dönemin tümünü iktidar olarak kapamaya çalışması, bu arada 2010 yılında dünya çapında iktisadi krizden
çıkış için dua etmesi, krizden çıkış,
yeniden canlanma evresinde seçime
gitmek istemesi normal olandır. Tabii
bunun ön şartı, uluslararası alandaki
krizin 2010 ortalarında filan sonlanması, 2010 ikinci yarısında canlanma
belirtilerinin net olarak görülmesidir. Ki bu gerçekten bugünkü perspektifle „allahlık“ bir iştir.
AKP’yi önümüzdeki dönemde derinleşen ekonomik kriz beklemektedir. İşi çok zordur. O ekonomi alanındaki başarı eksikliğini, bir yandan sadaka ekonomisi ile, diğer yandan ise bugüne kadar olduğundan
daha çok demokrasinin savunucusu
görünümünde, uluslararası alanda
aktif politika vb. adımları ile kapatmaya çalışabilir. Seçim sonuçları,
onu merkeze daha çok çekip yerleştiren sonuçlardır. Bu merkeze yerleşme
işini fakat o, iktidar dalaşı yürüttüğü
bürokrat elit kesimle daha fazla uzlaşma çağrısı olarak da kavrayıp uygulayabilir. O zaman sonu ANAP’ın
sonu gibi olur.
Gelişmenin ne yönde olacağını birlikte yaşayacağız.
31 Mart 2009 √
Türkiye’den
Obama geçti…
A
BD Devlet Başkanı Barack
Hüseyin Obama ilk resmi ziyaretini Türkiye’ye yaptı. Bu
ziyaret Türkiye’nin bugünkü ABD yönetimi ve siyaseti açısından, ABD’nin
en önem verdiği müttefiklerden biri
olduğunu gösteren bir işaret, bir mesajdır. Bu duruma egemenlerin bir
bölümü sevinmedi değil. İki gün
Obama ile yatıp, Obama ile kalktık.
“Umut ve değişim” sloganı ile işbaşına gelen Obama, Bush döneminde
dünyada bozulan ABD imajını düzeltecek. Sert ve saldırgan siyaset yumuşatılarak sürdürülecek. Nitekim
Obama Türkiye ziyareti sırasında gelecekte yürütülecek siyasetin yumuşatılmış biçiminin nasıl olacağının
işaretlerini verdi.
Başkan Bush döneminde ADB
Türkiye ilişkilerinde çeşitli sorunlar
yaşandı. Çuval olayı ilişkileri gerginleştirdi. Kürt sorununda, İran ve
Suriye’ye karşı alınacak tavırda, Irak
işgali vb. sorunlarda çeşitli sorunlar
yaşandı. Türkiye’de dünyada olduğu
gibi Anti-Amerikancılık tavan yaptı.
Oba ma Cumhurbaşkanı Gü l,
Başbakan RTE ile görüştü. Mecliste
25 dakika süren bir konuşma yaptı.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal,
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli,
DTP Eş Başkanı Ahmet Türk ile görüştü. İstanbul’da tarihi ve turistik
yerleri gezdi. Çeşitli üniversitelerden
seçilmiş öğrencilerle yan yana geldi
vs. vs.
Kapalı kapılar arkasında Obama’nın
Erdoğan ve Gül ile neler konuştuğunu bilmemiz elbette mümkün değil. Ancak görüşmelerde, “PKK’nın
si la hsı z la nd ı r ı l ma sı, Tü rk iyeErmenistan ilişkileri, Irak, İran,
enerji sorunu vb.nin konuşulduğu sır
değil. Ortadoğu ve Kafkaslarda karşılıklı çıkarlar doğrultusunda beklentilerin, istemlerin neler olduğu
ortaya konulmuş olsa gerek.
Obama Meclis’te yaptığı konuşmada satır aralarında deyim yerindeyse her kesime boncuk dağıttı.
Beklenen mesajını konuşmasının
başında verdi:
“Bana Ankara ve İstanbul’u kapsayan bu ziyaretimle bir mesaj vermeye
çalışıp çalışmadığımı soranlar oldu.
Onlara cevabım çok net: Evet.
Türkiye, nüfusunun çoğunluğu
Müslüman olan, güçlü bir demokratik ve laik ülke olarak 21. Yüzyıl
için model oluşturmaktadır. Türkiye
ABD’nin önemli bir müttefikidir.”
Bu mesaj, “ABD, İslam ile savaşmıyor”, “Benim ailemde de Müslüman
var” sözleri ile birlikte ele alındığında mesajın kime verildiği açıktır.
Nüfusunun çoğunluğu ya da tamamı
Müslüman olan, şeriatçı örgütlenmelerin güçlü olduğu, şeriat kuralları
ile yönetilen ülkelere Türkiye model
olarak sunuluyor. Hükümet olan, iktidarı ele geçirme mücadelesi veren,
özel sermayeli büyük burjuvazinin
siyasi çıkarlarını savunmayı üstlenen, “ılımlı İslam” siyasetine sahip
AKP ile birlikte “Demokratik ve
laik Türkiye” 21. yüzyılda, ABD’nin
Müslüman ülkelere sunduğu modeldir. Bu model içinde şeriat hedefinden vazgeçme vardır. Model olarak
sunulmasının temelinde de bu gerçek
yatıyor. Bu modelin demokrasi ile laiklikle bir ilgisi gerçekte yoktur.
“Üyelik konusunda önemli bir ilerleme kaydettiniz. Ama şunu da biliyorum, Türkiye zor siyasi reformları
sadece Avrupa için iyi olduğundan
değil, Türkiye için doğru olduğundan
gerçekleştirmeye çalıştı. Son birkaç
yılda, devlet güvenlik mahkemelerini
kaldırıp, kendini savunma hakkını
genişlettiniz. Ceza yasasında reform
yapıp, basın özgürlüğü ve toplanma
ve gösteri hakkını düzenleyen yasaları
güçlendirdiniz. Kürtçe eğitim ve yayın
konusundaki yasakları kaldırdınız ve
dünya, yeni bir Kürtçe devlet televizyonu kanalıyla verdiğiniz önemli mesajı saygı duyarak izledi.”
Obama Türkiye’nin AB’ne üyeliğinin İslam dünyasına verilecek önemli
bir mesaj olacağı düşüncesini tekrar-
5
gündem
6
layarak, Türkiye’nin AB üyeliğini bütün gücüyle desteklediğini açıkladı.
AB yolunda yapılan yasal düzenlemelerden övgüyle bahsetti. TRT Şeş’e
atıfta bulunan Obama, “Kürtçe eğitim ve yayın konusundaki yasakları
kaldırdınız” demekle, olmayan bir
şeyi olmuş gibi gösteriyor. Belki de
danışmanları yanlış bilgi vermiştir!!
Ya da boncuk dağıtmada ölçü kaçırılmış olabilir!! Kürtçe eğitim bu ülkede
yok. Eğitim dili Türkçedir. Kürtçe
yayın ve konuşma konusunda bir
dizi yasak hala varlığını sürdürüyor.
Kürtçe konuşma yaptığı gerekçesiyle
hala insanlar hakkında soruşturma
açılıyor, insanlar mahkemelerde yargılanıyor. X, Q, W yasaklı harfler.
Kürtçe isim parklara verilemiyor.
Kürtçe afiş, davetiye soruşturmalık,
mahkemelik vb. oluyor.
Obama, Türkiye’nin önemli bir
müttefik olduğunu vurguladığı konuşmasında, PKK’yi terörist örgüt
olarak değerlendirip, ortak mücadeleden söz etti.
Türkiye’de demokratikleşme konusunda atılan adımları desteklediğini açıkladı ve fakat yapılacak epey
iş olduğunu da belirtti.
Bunun yanında ABD’nin şu andaki
Türkiye siyasetinden beklentilerini
de belirtti:
* Türkiye demokratik dönüşümler
çerçevesinde örneğin Heybeliada’daki
Ruhban okulunu açmalıdır.
* Türkiye tarihiyle yüzleşmeli,
1915’dek i “ kötü olayları” tarihiyle yüzleşerek sorun olmaktan
çıkarmalıdır.
* Türkiye Kürtler için eğitim ve diğer imkanlar yaratmalıdır.
* Türkiye Ermenistan’la olan sorunlarını aşmalı, bu bağlamda
Ermenistan sınırını açmalıdır.
* Türkiye Dağlık Karabağ sor u nu nu n ç ö z ü mü n e k a t k ı d a
bulunmalıdır.
* Doğu Akdeniz’deki sorunların,
bu arada Kıbrıs sorununun çözümüne katkıda bulunmalıdır.
* Türkiye Filistin sorununun
ik i devlet li çözümüne kat k ıda
bulunmalıdır.
* Türkiye Irak sorununun, Irak’ın
devlet/toprak birliği temelinde,
ABD askerlerinin de çekileceğinin bilincinde, çözümüne katkıda
bulunmalıdır.
* Türkiye İran’ın atom silahı geliştirmemesi için ABD tavrına destek
vermelidir.
Obama bütün bu konularda, bu
arada çok genel global sorunlarda
da (iktisadi kriz, çevre kirliliği, iklim felaketi, dünya üzerinde açlık
vb.) iki “stratejik müttefik” olarak
Türkiye’nin işbirliği yaptığını ve yapması gerektiğini vurguladı.
Obama başkan olmadan önce, seçim kampanyası sırasında Ermeni
soykırımını tanıma sözü verdi.
ABD’nin Ermeni soykırımını tanıması, Türkiye ABD ilişkilerini
bozabilir. Bunun bilincinde olan
Obama, kendisine sorulan “Ermeni
soykırımını tanıyacak mısınız?” sorusuna verdiği cevapta, her ne kadar
söylediklerinin arkasında olduğunu
söylese de ve Meclis’te yaptığı konuşmada 24 Nisan’da takınacağı tavrın
işaretlerini verdi. Normalleşmesi
planlanan Türkiye Ermenistan ilişkilerinin bozulmaması için büyük
olasılıkla Obama soykırım lafını
kullanmayacak. Meclisteki konuşmasında kullandığı gibi trajik ya da
başka bir kavram kullanacak. Türk
hakim sınıf larını esas olarak ürküten, zıvanadan çıkaran soykırım
lafıdır. Soykırım lafını kullanmadan istediğiniz kadar Ermenilere
yapılan zulümden bahsedebilirsiniz!
Bu egemenleri soykırım lafı kadar
ürkütmüyor!!
ABD’nin bütün bu talepleri, hem
özel sermayeli büyük burjuvazinin
talepleri, hem AKP’nin siyasi çizgisi
ile örtüşüyor. Obama’nın konuşmasında yaptığı “Müslüman ülkeler için
örnek” olabilecek ülke vurgulamaları da, ABD’nin bugünkü Türkiye
yönetiminden hoşnut olduğunu gösteriyor. Bu Obama ziyareti belli bir
anlamda ABD’nin Türkiye’deki iç
iktidar mücadelesinde AKP’ye desteğinin de bir ifadesi.
ABD’nin Türkiye’den taleplerinin
bir bölümü, Türkiye’nin burjuva demokrasisi yönünde atması gereken
kimi kaçınılmaz adımları (örneğin
tarihle yüzleşmek, örneğin Kürtlere
eğitim imkanı -ki bundan anlaşılan
ana dilde eğitim dışında bir şey değildir-, Heybeliada’da ruhban okulunun açılması) içeriyor. Diğer bölümü
ise, ABD’nin uluslararası stratejisine
uygun olarak Türkiye’ye de bu stratejiye uygun adımlar atma çağrısıdır ki
bunlar Türk burjuvazisinin de önemli
bölümünün çıkarlarına uygun adımlardır. Ancak ABD’nin bu isteklerinin önemli bölümü Türkiye’nin egemen bürokratik Kemalist eliti için
kabul edilemez taleplerdir. (Örneğin
Kıbrıs sorunu, tarihle yüzleşme, ana
dilde eğitim, şimdi Ermenistan sınırını açma). Bu yüzden Obama’nın
ziyareti bütün olarak değerlendirildiğinde, iç iktidar mücadelesi açısından AKP siyasetine destek veren bir
ziyarettir.
Emperyalizmde belirleyici olan
çıkarlardır. Çıkarların gerektirdiği
siyaset belirlenir ve uygulanır. Bu sadece ABD açısından değil, Türkiye
açısından da böyledir. Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülke olmasına
rağmen bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi öz siyasetine sahiptir.
Kendi siyaseti ile emperyalistlerin
siyasetinin çatıştığı noktada kendi
siyasetinin mücadelesini vermektedir. Türkiye Ortadoğu’da emperyalist emellere sahip bölgesel güç olma
yolunda emin adımlarla ilerliyor.
Ortadoğu’da emperyalistlerin sağlam
dayanağı olan Türk devletini yıkacak
güç, sosyalizmin yolunu açacak olan
işçilerin, köylülerin, emekçilerin demokratik halk devrimidir.
8 Nisan 2009 √
Obama protesto edildi
A
BD emperyalizminin Bush ile
bozulan imajını düzeltmek
için “umut” olarak sunulan
Barack Obama resmi bir ziyaret için
Türkiye’ye geldi.
Obama’nın Türkiye ziyareti, diğer
illerde olduğu gibi İzmir’de de protesto edildi.
Öğleden önce Konak Saat Kulesi’ne
kendilerini zincirleyen 4 Dev-Gençli
genç ve onlara destek verdiği iddia edilen 2 kişi gözaltına alındı.
Öğleden sonra, KESK İzmir Şubeler
Platformu Konak Eski Sümerbank
önünde bir basın açıklaması yaptı.
Basın açıklamasını KESK İzmir
Şubeler Platformu Dönem Yürütmesi
adına Ergun Demir okudu.
Basın açıklamasında;
“ABD emperyalizmine karşı çıkmak, ırkçılığa, gericiliğe, sömürü politikalarına, bölgedeki savaş ve işgal
politikalarına karşı çıkmaktır.
ABD emperyalizmine karşı, bağımsızlık, özgürlük, barış için dünyanın tüm ezilen, sömürülen halkları
ile birlikte antiemperyalist mücadele
bayrağını yükseltme günüdür.
Çünkü biz, eşit, özgür, bağımsız
ve demokratik bir ülkenin ancak bu
toprakların öz gücü ile yaratılabi-
2
leceğine inanıyor, emperyalistlerin
Ortadoğu’da oynamak istedikleri
oyunlara karşı, barıştan, kardeşlikten, özgürlükten, emek ve demokrasiden yana olan herkesi birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.” Denildi.
Emperyalizme karşı mücadele,
özellikle de ABD emperyalizmine
karşı mücadele; ABD emperyalizminin Ortadoğu’da sağlam müttefiki olan Türk devletini işçi sınıfı
önderliğinde devrim ile yıkma mücadelesinden bağımsız ele alınamaz.
Antiemperyalist mücadele, Türk
hakim sınıflarının devlet iktidarını
yıkma mücadelesidir. Emperyalizme
karşı mücadelenin merkezine, devlet
iktidarını yıkma mücadelesi koymayanların antiemperyalistliği boştur!
Basın açıklaması sırasında; “Katil
ABD Ortadoğu’dan defol!, ABD defol, bu memleket bizim!, Gün gelecek, devran dönecek, ABD halklara
hesap verecek!, NATO’dan çıkılsın,
üsler kapatılsın!, Katil ABD, işbirlikçi
AKP!, Emperyalizme, kapitalizme,
faşizme karşı omuz omuza!” vb. sloganları atıldı.
6 Nisan 2009
YDİ Çağrı/İzmir √
NATO İzmir’de
protesto edildi
. Dünya Savaşı’ndan sonra, sosyalist Sovyetler Birliği önderliğinde kurulan sosyalist kampa
karşı, 1949 yılında emperyalistler
de saldırı ve savaş örgütü NATO’yu
kurdular. 60 yıl içinde NATO dünyanın çeşitli ülkelerinde ezilen halklara
karşı savaş yürüttü, yürütüyor. Kore,
Somali, Yugoslavya, Afganistan vs. savaş yürütülen ülkelerden bazılarıdır.
NATO üyesi ülkelerin devlet
başkanları Fransa’nın Strasburg,
Almanya’nın Baden-Baden ve Kehl
şehirlerinde kuruluş yıldönümünü
kutlarken, dünyanın çeşitli yerlerinde
NATO’yu protesto eylemleri yapıldı.
İzmir’de Birlikte Başaracağız
Platformu, (BDP, DTP, DSİP, EMEP,
EHP, ÖDP, SDP, DİP, ESP, MESOP,
Yeşiller Partisi, SEH, DHF, KÖZ, TÖP,
Türkiye gerçeği Gazetesi, Ürün dergisi) KESK Şubeler Platformu ve TKP,
Buca’da bulunan NATO Orgeneral
Vecihi Akın Kışlası önünde protesto
eylemi yaptı.
Buca Şirinyer’de bulunan Tansaş
önünde toplanan Platform bileşenleri, NATO kışlası önüne yürüyerek
burada basın açıklaması yaptılar.
Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında, “Katil NATO Ortadoğu’dan
defol!, Katil ABD, işbirlikçi AKP!,
Kahrolsun ABD emperyalizmi!,
Su sm a h ay k ı r, NATO’y a h ayır!, Kahrolsun MGK, MİT, CİA,
Kontrgerilla!, NATO’dan çıkılsın,
üsler kapatılsın!, Emperyalistler, işbirlikçiler 6. Filoyu unutmayın!,
Yaşasın devrimci dayanışma!” vb.
sloganları atıldı.
Basın açıklamasında, “NATO’nun
dağıtılması”, “üslerin kapatılması”,
“NATO’nun defolması” talep edildi.
NATO savaş örgütünü kuranlardan, “NATO’nun dağıtılması”nı talep
etmek olmayacak duaya amin demeye
benziyor! Emperyalizm var oldukça,
savaşlar, NATO gibi savaş örgütleri
de var olacaktır. Savaşlara son vermenin, NATO gibi savaş örgütlerini
yok etmenin, “barış, özgürlük, eşitlik, demokrasi ve adalet”i gerçekleştirmenin yolu, emperyalist dünya
sistemini proleter dünya devrimi ile
mezara gömmekten geçmektedir.
4 Nisan 2009
YDİ Çağrı/İzmir √
gündem
M
İbrahim Kaypakkaya 60 yaşında!
ayıs ayı mücadele ile olduğu kadar, acılarla da
dolu bir aydır.
Mayıs ayı içinde onlarca komünist
ve devrimci hunharca katledilerek
bedenen aramızdan alınmıştır.
Mayıs ayı Kocadağlar, Ohannes
Bakırcıyanlar gibi komünist savaşçıların katledildiği; Denizler, Yusuflar,
Hüseyinlerin idam sehpalarında
faşizmi lanetleyip, devrimi haykırdığı, Sinanlar, Alpaslanlar, Kadir
Mangalar gibi nice yiğitlerin devrim
kavgasında tohum olup toprağa düştüğü ve 1977'de önce kızıl bayraklarla
kızıla boyanan Taksim/1 Mayıs alanının, yüreğine korku düşüp kuduran hakim sınıflar tarafından kana
boyandığı aydır.
Fa kat May ıs ay ında yitirdiklerimizden biri vardır ki, onun
yeri başkadır. O, Komünizmin,
Marksizm-Leninizm'in şanlı kızıl
bayrağını 1972'de yeniden göndere
çekmeye önderlik eden İBRAHİM
KAYPAKKAYA'dır.
Bundan 36 yıl önce proletarya en
büyük önderlerinden birini, İbrahim
Kaypakkaya'yı yitirdi. 1973 yılının
Ocak ayı sonunda henüz 24 yaşındaki bu genç komünist önderi bir
ihbar üzerine Dersim'de tutsak alan
devlet güçleri, 4 ay süren işkencelerde
şunları vurgulamak istiyoruz:
*İbrahim Kay pa k kaya'nın temel özelliği, onu dönemin bütün
devrimcilerinden ayıran özelliği,
onun komünist niteliğidir. İbrahim
Kaypakkaya, yalnızca "ser verip, sır
vermeme" tavrı öne çıkarılarak ve bu
onun en belirleyici özelliği imiş gibi
gösterilerek savunulamaz. Benzer
tavırları takınan bir dizi başka devrimci vardır. Fakat bu onların komünist olmasına yetmiyor.
*İbrahim Kaypakkaya 1972'de
Dünya Komünist Hareketi içinde süren iki çizgi mücadelesinde MarksistLeninist safta yer tutup, modern
revizyonizme karşı mücadeleye önderlik eden, bu noktada hiçbir ikircime düşmeyen tek komünist önderdir. İbrahim Kaypakkaya bu tavrı
takındığı sırada, Türkiye'de kendi
dışında Mao Zedung Düşüncesini
savunduğu iddiasında olan tek
akım, içinden geldiği Şafak revizyonizmidir. Şafak revizyonizminin
Mao Zedung Düşüncesi savunusu
ise gerçekte, Kemalist-milliyetçireformist-legalist bir çizginin "Halk
Savaşı" palavraları ile süslenerek
savunulmasından başka bir şey değildir. Sosyalizm adına konuşanların geri kalan kesimi, ya doğrudan
Rus sosyal-emperyalizminin ve re-
Bundan 36 yıl önce proletarya en büyük
önderlerinden birini, İbrahim Kaypakkaya'yı
yitirdi. 1973 yılının Ocak ayı sonunda henüz
24 yaşındaki bu genç komünist önderi bir ihbar
üzerine Dersim'de tutsak alan devlet güçleri, 4
ay süren işkencelerde ağzından örgüte ait tek sır
alamadıkları İbo'dan hınçlarını onu kurşunlayıp,
katlederek çıkardılar.
ağzından örgüte ait tek sır alamadıkları İbo'dan hınçlarını onu kurşunlayıp, katlederek çıkardılar.
Onlar İbrahim'in vücudunu genç
yaşında aramızdan söküp aldılar.
Fakat onun düşüncelerini ve davasını
yok edemediler, onun mücadelesini
yok edemediler. O bugün de yaşıyor
ve proletaryanın ve ezilenlerin mücadelesinde, "büyük insanlığın" Yeni
Dünya mücadelesinde her zaman
yaşayacak. Onu katledenler ise daha
sağlıklarında ölü olan, batan, çöken,
kokuşan bir davanın onursuz savunucuları olan "yaşayan ölülerdir". Ve
onlar eğer tarihte anılacaklarsa, ancak İbo'nun katilleri olarak lanetlenerek anılacaklardır.
Bu yıl yaşasaydı 60 yaşında olacak olan, İbrahim Kaypakkaya ile
dönemin devrimci önderleri olan
Denizler, Mahirler arasındaki ideolojik kimi farklılıklar hakkında kısaca
vizyonizmin yanında saf tutmaktadır, ya da Mahirler, Denizler gibi
"orta yolcu"luk yapmakta, Sovyetler
Birliği'ni de sosyalist olarak savuna
gelmektedir.
*İbrahim Kaypakkaya, proletarya
diktatörlüğünün sınıfsal niteliği; sosyalizm için mutlak gerekliliği; görevleri konusunda esas olarak MarksistLeninist görüşleri savunmuştur.
Marksizm-Leninizmi revizyonizmden ve her türden oportünizmden
ayıran bu belirleyici konuda o sosyalizm adına hareket edenler içinde
yine tek önderdir. Mahirler, Denizler
ve Şafak revizyonistleri Kemalizmin
etkisinden kurtulamadıkları için,
proletarya diktatörlüğünü teorik
düzeyde bile savunacak durumda
değillerdir.
*O, ulusal sorunda MarksistLeninist teoriyi özümsemiş ve bu teoriyi ülkelerimizin somutuyla ustaca
birleştirmeyi başarmıştır. O büyük
Türk şovenisti düşüncelerin, devrimcilik ve evet komünistlik adına
pervasızca savunulduğu ve hemen
hemen hiçbir ezilen ulus hareketinin
olmadığı bir dönemde, ulusal sorunu
Marksist-Leninist tarzda ele alıp,
Kürt ulusunun varlığını ve ayrılma
hakkını açık seçik savunan, çözüm
yollarını, uygulanacak temel politikaları ortaya koyan komünist önderdir. 1972'de İbrahim Kaypakkaya
"Kürt ulusunun ayrılma hakkı"nı kayıtsız koşulsuz savunurken, devrimci
sol henüz "Doğu Anadolu, Güney
Doğu Anadolu sorunu"nu tartışma
aşamasında idi! İbrahim bölünme
hakkını savunurken, Şafak revizyonistleri "bölücü"lerin hakim sınıflar
olduğunu ispat çabası içinde idi, vs.
O bu noktada Türkiye Sol'unda hakim olan şovenizm aysbergine ilk
darbeyi vuran komünisttir.
*O, mevcut devletinin faşist niteliğini Kemalist diktatörlük şahsında
dosta düşmana gösteren tek komünist önderdir. "Kemalizm küçükburjuvazinin en sol, en radikal
kesiminin milliyetçilik tabanında
anti-emperyalist bir tavır alışıdır"
(Mahir Çayan), "Kemalizm ile sosyalizm arasında Çin Seddi yoktur"
(Mihri Belli) gibi görüşlerin hakim
olduğu, Kemalizmin ilericilik, antiemperyalistlik ve evet devrimcilik
görüldüğü bir ortamda, İbrahim
Kaypakkaya, Kemalizmin faşizm
demek olduğunu cesaretle savunan,
bu alanda da buzu kıran komünist
önderdir.
*İbrahim Kaypakkaya yoldaşa yapılabilecek en büyük hakaret ve haksızlıklardan biri, onun bir dizi küçükburjuva devrimcisi ile birlikte "Türk
Solu" kabı içinde ele alınmasıdır.
Özellikle Kürt Ulusal Hareketi'nin
gelişmesine bağlı olarak, Kürt milliyetçisi örgütler tarafından "Türk
Solu"/"Kürt Solu" ayrımı yapılması
moda haline gelmiş, ve tüm "Türk
Solu" - bu arada onun içinde ele
alınan İbrahim Kaypakkaya da "Kemalizmden kopmama", "Misak-ı
Milli savunuculuğu yapma", "Ezen
ulus şovenisti pozisyonlarda olma"
ile suçlanmıştır. Kemalizme en ağır
ve bilimsel eleştirileri yönelten, bugün Kürt milliyetçiliğinin savunucusu örgütler daha ortada yokken
Kürt ulusunun varlığını ve ayrılma
hakkını savunan, hakim sınıfların
yüzüne "bölücü" olduğunu bar bar
bağıran İbrahim Kaypakkaya'nın,
gerçekten Kemalizm savunuculuğu yapan, Kürt ulusunun ayrılma
hakkını savunmayan Denizlerle,
Mahirlerle aynı kefeye konması, korkunç bir tarih çarpıtmasıdır.
*İbrahim Kaypakkaya kuşkusuz
genç bir komünist önder olarak hatasız değildi. Bütünlük içinde değerlendirildiğinde esası doğru, devrimci,
Marksist, komünist olan düşüncelerinin yanında, kimi önemli yanlış
düşünceleri de vardı. Onun yanlışları
siyasi tespitlerinden örgütsel çalışmaya kadar çeşitli alanlarda ifadesini
buldu ve örgütün aldığı ilk yenilginin ağırlığında rol oynadı.
Yanlışları ne kadar ciddi olursa olsun, İbrahim Kaypakkaya bir bütün
olarak değerlendirildiğinde MarksistLeninist bir önderdir. Onun çizgisi
üzerinde, onun çizgisindeki yanlışları özeleştiri ile aşarak ilerleyenler
Bolşevizme varmıştır.
İbrahim Kaypakkaya’yı anmak
demek, onun hatalarını aşmak,
onun Marksist-Leninist görüşlerini
temel alıp daha da geliştirmek demektir. Onun hatalarını sistemleştirme yolunda ilerleyenler, İbrahim
Kaypakkaya’nın ve onun kurduğu
partinin ismi arkasına gizlenerek,
onun nasıl anılamayacağının örneklerini sergiliyorlar!
İbrahim Kaypakkaya yoldaş Yeni
Dünya mücadelemizde yaşıyor,
yaşıyacak!
22 Nisan 2009 √
7
gündem
Ergenekon'da ikinci
iddianame kabul edildi
İkinci iddianame de birincisinde olduğu
gibi doğrudan ordunun askeri darbe
girişimlerini dava konusu eden bir
iddianame değil. Daha çok bir “terör
örgütü” davası iddianamesi.
İ
8
kinci Ergenekon iddianamesi kabul edildi ve dava açıldı.
Daha önce kimi bölümleri internet sitelerine düşen, 'Ergenekon''
soruşturmasına ilişkin 19'u tutuklu,
37'si tutuksuz 56 sanık hakkında hazırlanan, 1909 sayfadan oluşan ikinci
iddianame İstanbul 13. Ağır Ceza
Mahkemesi tarafından 25 Mart’ta
kabul edildi.
13. Ağır Ceza Mahkemesi, her iki
davanın birleştirilmesi yönünde karar vermedi, ikinci iddianameye ilişkin ilk duruşma tarihini 20 Temmuz
2009 olarak belirledi.
Davanın açıldığı açıklandıktan
sonra, iddianame resmen ortaya
çıktı. Şimdi hemen bütün gazetelerin
internet sitelerinde var. Daha önce
de yazdığımız gibi herkesin zahmet
edip okuması gerekli olan bir belge
bu iddianame. Türkiye’de egemen sınıfların kendi içlerindeki iktidar mücadelesinin boyutlarını, kullanılan
yöntemleri, devlet içindeki çeteleşmeyi, kendilerine aydın sıfatı yakıştıran kimilerinin burjuva anlamda
bile demokrasiden ne kadar bihaber
ve uzak olduklarını, darbeciliğin
Kemalizmin genetik kodu olduğunu
vb. anlamak açısından çok önemli
bir belge.
İkinci iddianamenin tamamlanmasına ilişkin İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığından yapılan yazılı açıklamada, iddianamede 21 tutuklu, 35
tutuksuz olmak üzere 56 şüpheli olduğu, yakın tarihlerde soruşturmaya
dahil edilen 48 tutuklu, 29 tutuksuz
olmak üzere 77 şüpheli hakkındaki
soruşturma evrakının tefrik edil-
diği ve bunlar hakkındaki soruşturmanın devam ettiği belirtiliyor. Bu
Ergenekon davasında henüz soruşturmanın tamamlanmamış olduğu,
en az 77 şüpheli hakkında üçüncü bir
iddianamenin de hazırlanma aşamasında olduğu anlamına geliyor.
5 bölümden oluşan iddianamenin
birinci bölümünde, ''Ergenekon'' soruşturmasının ilk aşamasıyla birinci
iddianamenin özeti yapılıyor. İkinci
bölümde soruşturmanın sonraki
aşamaları ve ''Ergenekon'' örgütü anlatılıyor. Üçüncü bölümde örgütün
işlediği suçlar genel olarak ve topluca
ortaya konuyor. Dördüncü bölümde
örgütün diğer faaliyetleri, başka örgütlerle sivil toplum ve medya kuruluşlarıyla ilişkileri yer alıyor. Beşinci
ve son bölümde ise iddianamede yazılı ''şüphelilerin bireysel eylemleri ve
bu eylemlerin oluşturduğu suçlar ve
sevk maddeleri ile hukuki durumları“ işleniyor.
12 şüpheli hakkında ''örgüt yöneticisi olmak'' suçlaması yer alıyor.
GATA izinlisi Şener Eruygur vb.
paşa eskileri bu davanın 1 ve 2 nolu
sanıkları.
''Ergenekon''da açılan ikinci davada
sanıklar arasında emekli Orgeneraller
Hurşit Tolon, Şener Eruygur ile Adil
Serdar Saçan, Mustafa Balbay, Arif
Doğan, Ferda Paksüt, Tuncay Özkan,
Sinan Aygün de yer alıyor.
İsta nbu l 13. Ağ ı r Cez a
Mahkemesince kabul edilen ikinci iddianameyle birlikte açılan ''2009/85''
numaralı ceza davası dosyasında, sanıklar hakkında isnat edilen suçlar
şöyle:
''2863 Sayılı Kanun'a aykırılık, askerleri itaatsizliğe teşvik etme, açıklanması yasaklanan gizli bilgileri
açıklama, açıklanması yasaklanan
gizli bilgileri temin etme bir adet
ateşli silah ve mutat sayıdaki mermileri bulundurma, devletin güvenliğine ilişkin belgeleri tahrip etme,
amacı dışında kullanma hile ile alma
çalma, devletin güvenliğine ilişkin
gizli belgeleri temin etme, hukuka
aykırı olarak kişisel verileri kaydetmek, pek az sayıda mermi bulundurma veya taşıma, resmi belgede
sahtecilik, ruhsatsız ateşli silahlarla
mermileri satın alma veya taşıma
veya bulundurma, sayı ve nitelik
bakımından vahim olan silah veya
mermilerin satın alınması, taşınması, bulundurulması, silahlı terör
örgütü kurma veya yönetme, silahlı
terör örgütüne üye olma, tehlikeli
maddeleri izinsiz olarak bulundurma
veya el değiştirme, Türkiye Büyük
Millet Meclisini ortadan kaldırmaya
veya görevini yapmasını engellemeye
teşebbüs etme, Türkiye Cumhuriyeti
Hükümetine karşı silahlı isyana
tahrik etme, Türkiye Cumhuriyeti
Hükümetini ortadan kaldırmaya
veya görevini yapmasını engellemeye
teşebbüs etme, uyuşturucu veya uyarıcı madde ticareti yapma veya sağlama, yargıç üzerinde nüfuz kullanmak, örgüte bilerek isteyerek yardım
etme, özel hayatın gizliliğini ihlal
etmek''
İkinci iddianamede yer alan 19’u
tutuklu toplam 56 sanığın listesi
şöyle:
''Levent Temiz, Hakan Şanlı,
Adnan Türkkan, Süleyman Solmaz,
Hatice Bahtiyar, Emcet Olcaytu, Adil
Serdar Saçan, Hamza Demir, Fatma
Sibel Yüksek, Erol Mütercimler,
Mahir Akkar, Mesut Özcan, Sinan
Aydın Aygün, Mustafa Ali Balbay,
Emin Şirin, Osman Gürbüz, Ufuk
Mehmet Büyükçelebi, Ercüment
Ovalı, Muhammed Murat Avar,
A h me t Tu nc ay Ö z k a n, Bi rol
Başaran, Adnan Bulut, Selim Utku
Gümrükçü, Ertaç Giray, Mehmet
Ali Çelebi, Merdan Yanardağ, İlker
Güven, Siyami Yalçın, Halis Yavuz
Işıklar, Kemal Aydın, Murat Ağırel,
Tunç Akkoç, Arif Doğan, Gürbüz
Çapan, Neriman Aydın, Hasan Atilla
Uğur, Barbaros Hayrettin Altıntaş,
Ahmet Hurşit Tolon, Mehmet Şener
Eruyg ur, Durmuş A li Özoğ lu,
İbra him Özcan, Levent Ersöz,
Turhan Çömez, Doğukan Yorulmaz,
Muzaffer Öztürk, Tanju Güvendiren,
Eren Mumcu, Hasan Hüseyin Uçar,
Noyan Çalıkuşu, Yaşar Tozkoparan,
Evrim Baykara, Önder Koç, Hüseyin
Nazlıkul, Yüksel Dilsiz, Hüseyin
Keskin, Ferda Paksüt.''
İkinci iddianame de birincisinde
olduğu gibi doğrudan ordunun askeri
darbe girişimlerini dava konusu eden
bir iddianame değil. Daha çok bir “terör örgütü” davası iddianamesi. Fakat
birinci iddianamenin tersine ikinci
iddianamede şimdi daha önce medyaya yansımış olan ve Ergenekon davasında yargılanan emekli paşaların
muvazzaflık döneminde giriştikleri
darbe girişimlerinin kimi belgeleri
de doğrudan yer alıyor. Daha önce
kamuoyuna yansımış olan “Sarıkız”,
“Ayışığı”, “Yakamoz” ve “Eldiven” adı
verilen ve darbe planları olduğu belirtilen dokümanlar da iddianameye
girmiş durumda.
Bunun anlamı şu:
Sivil yargının muvazzaf askerler
hakkında muvazzaf lıkları döneminde yaptıkları askeri eylemlere
(darbe hazırlığı askeri eylem midir?)
ilgili olarak dava açma yetkisi yok!
1982 Anayasası darbecilerin yaptırdığı ve darbecileri koruyan bir anayasa. Bu durumda esasında askeri
yargının devreye girip, darbe teşebbüsü hakkında dava açması gerekir.
Fakat bu Türkiye’de olmaz! Olsa bile
bir şey çıkmaz!
İkinci alternatif tabii üçüncü iddianame için bugünkü savcıların soruşturmayı derinleştirme aşamasında
yeni kimi paşa eskilerini tanık ve
sanık durumuna getirip, Ergenekon’a
dahil eylemesi, bu soruşturma sırasında kirli çamaşırların biraz daha
ortaya saçılması; darbe davası açılmadan da, darbecilerin ve darbenin
teşhir edilmesidir, ki görünürde olacak olan budur. Burada sivil yargının
darbe girişimini yargı konusu yapması mümkün olmayacaktır. Fakat
bu darbe girişiminin varlığının belgelenmesi, bunun teşhir edilmesinin
engeli değildir.
Her halükarda Ergenekon “daha çok
su kaldırır bir pilav”. Önümüzdeki
dönemde i k inci iddia na meden
bazı ilginç bölümleri okurlarımızla
paylaşacağız.
Bu iddianame her ha lükarda
Ergenekon’u ciddi olmayan bir dava
olarak tanıtmaya çalışanların, sanıklar hakkında “neyle suçlandıklarını
bile bilmiyor”lar yaygarasını biraz da
olsa ortadan kaldıracaktır.
Tabii aynı birinci iddianamede olduğu gibi bu iddianame de yayınlandıktan sonra Ergenekon savunucuları bu iddianamenin ne kadar ciddiyetsiz olduğunu ispat için ellerinden
geleni yapacaktır. Önümüzdeki günler iddianamenin detayları ortaya
döküldüğünde bu konuda yeni bir
kampanya yaşayacağımız kesindir.
10 Nisan 2009 √
gündem
E
Ergenekon’da 12. dalga
rgenekon soruşturmasında
arama ve gözaltılarla yeni delillere ulaşma dalgaları kesilmiyor. 13 Nisan’da bu çerçevede bir
12. dalga yaşandı. Bu kez soruşturma
dalgası öncelikle öne çıkan kimi öğretim üyelerine ve kimi Sivil Toplum
Kuruluşlarına yöneldi.
İstanbul ve Ankara başta olmak
üzere 18 ilde 120 adrese yapılan baskınlarda, toplam 40 kişi “örgüte üyelik ile yardım ve yataklık” suçlamasıyla gözaltına alındı.
Gözaltına alınan profesörlerin 2’si
anda aktif olan rektörler, üçü eski rektör, biri (Erol Manisalı) Cumhuriyet
Gazetesi yazarı.
Başkent Üniversitesi rektörü
Prof. Dr. Mehmet Haberal sabah saatlerinde Ankara'da, İnönü
Üniversitesi'nin eski rektörü Prof. Dr.
Fatih Hilmioğlu Malatya'da gözaltına alındı. Eski Uludağ Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran,
eski 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Ferit Bernay ile Giresun
Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Osman
Metin Öztürk ise evlerinde yapılan
aramanın ardından gözaltına alındı.
Kimi rektör ve eski rektörlere yönelik arama ve gözaltına alma dışında,
Haberal’ın sahibi bulunduğu Kanal
B Televizyonu, Başkent Üniversitesi
rektörlüğü, üniversite vakfına ait
Gölbaşı'ndaki Patalya Otel, Çağdaş
Yaşamı Destekleme Derneği, Çağdaş
Eğitim Vakfı ve Atatürkçü Düşünce
Derneği'nin kimi şubelerinde arama
yapıldı, çok sayıda bilgisayar ve dokümana el konuldu. Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği Genel Başkanı
Türkan Saylan'ın ise evi arandı.
Ergenekon soruşturma ve davasında her arama/gözaltına alma dalgasında olduğu gibi, bu dalgada da
Atatürkçüler “Atatürkçülük cezalandırılıyor”, “korku imparatorluğu
yaratılıyor”, “memleketimizin saygın
bilim adamları, aydınları saldırıya
uğruyor”, “hukuk siyasallaşmış, bu
gerici dinci hükümetin laik cumhuriyetten intikam alma girişimidir”,
“sivil darbedir” vb. yaygaraları kopardı, koparıyor, koparacaklar.
Bu yaygaralardan etkilenmemek
de oldukça zor. Çünkü Ergenekon
soruşturması gittikçe daha geniş haleleri içine alarak genişliyor; bu arada
toplumun bugüne kadar çok saygın
olarak tanıdığı kimi kişileri de kapsamına alıyor. Böylece demagojik
bir biçimde medyanın bir kesiminin
yaydığı Ergenekon herkesi kapsayabilir demagojisi taban bulabiliyor.
Esasında şimdi yayınlanmış olan
Ergenekon davası ikinci iddianamesini okumuş olanlar için bu yeni dalga
hiç sürpriz değil. Şimdi tutuklanan
bütün kişiler, aranan tüm kurumlar
hakkında hem birinci ve hem de öncelikle ikinci iddianamede bunların
askeri bir darbeyi kışkırtma yönünde
faaliyetleri olduğu konusunda verilmiş somut ifadeler, bunların isimlerinin ve eylemlerinin geçtiği deliller
var. Ve savcılığın haklarında çeşitli
iddialar olan bu kişileri sorguya
çekmesi, evlerini araması, delil toplamaya çalışması vb. şaşırtıcı değil,
“Atatürkçülere”, “Atatürkçülüğe” vb.
saldırı değil. T.C. yasalarına göre suç
olan bir şeyin, mevcut hükümeti yıkmak, parlamentoyu dağıtmak için terörcü faaliyetlere yönelme suçlamasının soruşturulmasıdır. II. İddianame
okunduğunda görülen şudur:
Şimdi “örgüte üyelik ve yardımyataklık” suçlamasıyla soruşturmaya
dahil edilen rektör ve akademisyenlerin, 2003-2004 yıllarında dönemin Jandarma Genel Komutanı
Şener Eruygur'la darbe toplantıları
yaptıkları, 'darbeye zemin hazırlayacak faaliyetler’de aktif olarak yer
aldıkları, örneğin 'Ordu Göreve'
pankartının taşındığı 'Cumhuriyet'e
Saygı' mitingine önayak oldukları
II. iddianamede var. Ayrıca Sarıkız
darbe planını hayata geçirmek için
Şener Eruygur tarafından kurulduğu
iddia edilen “Cumhuriyet Çalışma
Grubu'nun”, söz konusu rektörlerle
irtibatlı olduğu da değişik ifade ve
dinleme sonucu elde edilen delillerde
var. Şimdi Demirel’in havaalanına
kadar gidip sahip çıktığı, Mehmet
Haberal’ın sahibi olduğu Kanal B,
Kanal Türk ile darbe çağrıcılığı konusunda yarışan bir kanaldı.
Merkez binası ve değişik şubeleri
aranan, kimi yöneticileri gözaltına
alınan Çağdaş Yaşamı Destekleme
Derneği'nin ve arama yapılan kimi
STK’lerin kimi yöneticilerinin de
isimleri, somut kimi ifadelerde geçiyor; bu kuruluşların Ergenekon örgütlenmesi ile bazı ilişkileri olduğu
konusunda araştırılıp, soruşturulması gereken iddialar var. vs.
Yani kopartılan yaygara sonuç
olarak iddianamelere girmiş çok somut kimi suçlamaların araştırılıp,
soruşturulmasına karşı yönelen bir
yaygara.
Ergenekon davasında temel sorun,
davanın çok genişlemesinde, uzamasında, çok kişiyi kapsamasında
vb. değil, davanın yeterince derine
inmeden bitirilip kapatılması tehlikesindedir. Ve görünen odur ki, sonunda yeterince ilerlenmesi herhalde
engellenecek, dava suçlarını yüzüne
gözüne bulaştıran bir kaç darbe kışkırtıcısının göstermelik cezalandırılmaları, diğerlerinin aklanması ile
hal olacaktır. Yüksek Yargının kendisinin Ergenekon’un parçası olduğu
yerde, Ergenekon’un sivil ayağındakilerin bir bölümünün parlamento
çatışı altında olduğu yerde, bu kadar güçlü bir Ergenekon sulandırma
medya gücünün olduğu yerde, ordu-
nun bugünkü yönetim kademesinin
fazla ilerlenmesinden rahatsızlığını
açıkça dile getirdiği yerde, kendini
ilerici, aydın vb. sayan kamuoyunun
önemli bir bölümünün Ergenekon’u
“çağdaşlığa karşı çağdışıların saldırısı” olarak gördüğü yerde, bir askeri
darbe Anayasasının hüküm sürdüğü
bir toplumda ve askeri darbelerin
toplumun küçümsenmeyecek bir bölümünde gayet normal görüldüğü bir
toplumsal atmosferde daha fazlası da
zaten mümkün değildir.
Bu yeni dalga ve bunu izlemesi
olası yeni dalgaların, her halükarda
II. iddianame sonrasında üçüncü bir
iddianamenin de yolda olduğunun
yeni bir habercisidir.
Medyanın ağırlıklı bölümü, ki en
başta Doğan Medya olmak üzere,
Ergenekon soruşturmasının genişlemesinden rahatsız. Bir bölümü darbe
yanlılığını öne çıkaran bir tavır içerisinde. Anlamadıkları Ergenekon
İ
soruşturmasının hala gerçekte darbe
ve darbecilik soruşturması olmadığı,
bu gidişle de olamayacağı.
Anlamadıkları darbeciliğin, toplumda egemen olan darbecilik zihniyeti küçük bir azınlığın işi haline
gelmedikçe, bu gibi sorgulamalarla,
davalarla ortadan kaldırılamayacağı.
Olan kuşkusuz hiç yoktan iyidir.
Fakat o kadar. Fazlası değil.
Bu arada Ergenekon bağlamında
beklenen bir gelişme de, Kuzey
Kıbrıs’ta şimdi Ergenekon’un Kuzey
K ıbrıs ayağ ının sorg u la nmaya
başlanması oldu. Burada da tabii
“anavatan”daki Ergenekon’cular,
“yavruvatan”daki, vatansever!! kahraman!! dava arkadaşlarına hemen
sahip çıktılar. “Yavruvatan”da bilindiği gibi işgalci ordu esas söz
sahibi olan iktidar odağı. O yüzden burada Ergenekon’da ilerlemek
“anavatan”dakinden de zor!
15 Nisan 2009 √
Kayıplar için oturma
eylemi
HD İzmir Şubesi tarafından,
“Kayıpların bulunması, faillerin yargılanması” için her
Cumartesi Eski Sümerbank önünde
basın açıklaması ve oturma eylemi
yapılıyor.
11 Nisan Cumartesi yapılan basın açıklaması ve oturma eylemi,
18 Mayıs 1994 günü gece yarısı
evinden gözaltına alınan ve bir
daha kendisinden haber alınamayan Kasım Alpsoy’a adandı. Basın
açıklamasında, Kasım Alpsoy’ın
kızı Gülbahar’ın babasına yazdığı
mektup okundu.
“Her hafta aynı yere gidip seni ve
sesime ses verecek birilerini aramaya devam ettim. Zaman aktı.
Çok şeyler aldı. Ve çok şeyler bıraktı
ardı sıra. Bugün demir kapı, beton
duvarlar arasındayım baba. İçimin
bir yanı seni bekliyor hala büyümedi hiç, hala çocuk. Diğer yanım
kavgada. Şairin dediği gibi ‘Yeryüzü
aşkın yüzü oluncaya dek…’ Bugün
demir kapı beton duvar her yanım.
Ve ben yine mektuplar yazıyorum
sana. Okumayacağını bilsem de…
Gittiğinde seni ararken bir fotoğrafını taşırdım elimde. Soğuk sıcak
demeden sımsıkı kucaklardım o
fotoğrafını. Geçen gün gazetede
gördüm o fotoğrafı, gülen güzel
yüzünü. Küçük bir çocuğun elindeydi. Benim yıllar önce bıkmadan
usanmadan durduğum yerdeydi o
çocuk. Yağan yağmura aldırmadan
minik parmaklarıyla kavramıştı
seni, sımsıkı. ‘Kayıp’ diyordu. …
Bir ömre çok vedalar sığdırılıyor
baba. Uğurladıklarımızın hepsi
ayrı bir özlem. Yüreğimizde en
dayanılmaz ayrılığı senle yaşadım
ben. Vedalaşamadık seninle baba.
Veda edemeyince, kaybolunca babalar hep geri döner diye bekliyor
çocuklar.
Kayıplar senden sonra da devam etti. Baba bugün benim gibi,
torunun gibi kayıplarını arayanlar
o kadar çok ki. Çiçek koyacak bir
mezarı olmayanlar. Her gün yeniden yeniden yaraları kanayanlar.
Kayıpsın baba. Ve ben adressiz
mektuplar yazıyorum hala.
Kavgadayım ‘kayıplar’ olmasın
diye. Ve seni bekliyorum baba.
Gülbahar ile birlikte. Elimizde
senin fotoğrafın. ‘Babam kayıp’,
‘Kayıp’ diyorlar, gördünüz mü?”
Basın açı k laması sırasında;
“Kayıplar bulunsun, failler yargılansın!, Anaların öf kesi katilleri
boğacak!, Susma sustukça sıra sana
gelecek! Yaşasın halkların kardeşliği!” vb. sloganları atıldı.
Basın açıklamasının ardından
oturma eylemi yapıldı.
Kaybedenlerin kaybetmesi için,
devrim mücadelesini yükseltmeye!
11 Nisan 2009
YDİ Çağrı/İzmir √
9
gündem
Sen neymişsin
Muhsin Bey!
Ö
lenlerin arkasından onlara
yaşamlarında hiç sahip olmadıkları nitelikler atfetme
geleneğimizi çok iyi anlatan bir halk
deyimi var: Kel ölür sırma saçlı, kör
ölür badem gözlü olur.
Nedense ölenlerin arkasından kötü
söz etmek olmaz bir iş olarak görülür
dar “ilkeli”, “dik duran”, “vatansever”, “değerli” bir siyasetçi ve insan
olduğunu anlatıp durdular. Medya
onun yazdığı, okuduğu şiirler, hayat
öyküsü vb. ile doldu. Şimdi herhalde
Salı günü MM önünde yapılacak bir
devlet töreni ertesi yapılacak cenaze
töreni ertesine kadar bu güzellemeler sürecek. İnsan bütün bu medya
bombardımanı karşısında “Yahu bu
Muhsin Yazıcıoğlu ne muhterem, ne
kıymetli bir adammış, ne kadar çok
seveni varmış, Türkiye nasıl bir değeri kaybetmiş” demekten alamıyor
kendini.
Fakat balık bellekli olmayan insanlar için şimdi bu çok değerli “adam
gibi adam”ın gerçekte Türkiye’de sivil faşizmin önemli adamlarından
biri olduğu unutulacak bir şey değil.
Ölüm de şu gerçekleri unutturamaz:
Yazıcıoğlu MHP’nin vurucu yarı
Yazıcıoğlu MHP’nin vurucu yarı askeri örgütü Ülkü
Ocakları’nın Genel Başkanı idi. Daha sonra Ülkü
Ocakları kapatıldıktan sonra, 1978’de Ülkücü Gençlik
Derneği’ni kurdu ve Genel Başkanlığını yaptı. Bu
örgütler onlarca yurtsever, demokrat, devrimci ve
sosyalistin katili olan örgütlerdir.
kültürümüzde. Cenaze namazında
imamın sorduğu “Merhumu nasıl bilirsiniz?” sorusuna, ölünün hayattaki
en can düşmanları bile, tabii eğer cenaze merasimine katıldılarsa, hep bir
ağızdan “İyi biliriz!” cevabını verirler. Bu gelenek aslında sahtekarlık geleneğidir. Bir kişi öldüğünde onunla
ilgili bütün kötülükleri -varsa tabii- unutma, unutturma geleneğidir.
Bizim birçok şeyden olduğu gibi bu
gelenekten de kopmamız, ölenlerin
arkasından onların sağlığında ne deyip, düşündü isek; ölümü ertesinde
de bunu savunmalıyız.
Bunları neden söylüyoruz?
10
Günlerdir bütün medyada temel
bir haber var: BBP başkanı Muhsin
Yazıcıoğlu’nun geçirdiği helikopter
kazası. Bu kaza sonucu yanındaki
5 kişi ile birlikte ölmesi. Hangi TV
kanalını açsanız, hangi gazeteyi okusanız ilk ve en önemli haber Muhsin
Yazıcıoğlu. Sağlığında medya için
en iyi halde geçerken “diğer haberler” için iki satır, iki cümle anılan
Muhsin Yazıcıoğlu, ölümü ile birlikte
günlerdir evlerimizin başmisafiri
yapıldı medya tarafından. Onunla
kanlı bıçaklı olan siyasetçiler BBP
merkezinin kapısını aşındırıp, ölene
güzellemeler dizdiler. Onun ne ka-
askeri örgütü Ülkü Ocakları’nın
Genel Başkanı idi.
Daha sonra Ülkü Ocakları kapatıldıktan sonra, 1978’de Ülkücü
Gençlik Derneği’ni kurdu ve Genel
Başkanlığını yaptı.
Bu örgütler onlarca yurtsever, demokrat, devrimci ve sosyalistin katili
olan örgütlerdir. Muhsin Yazıcıoğlu
bu örgütlerin tüm cinayetlerinin siyasi sorumluları arasındadır. Son
dönemde, kendilerinin o dönemde
yaptıklarının askeri darbeye zemin
hazırlamış olduğu, “kullanılmış”
oldukları yönündeki “öz eleştirel!”
tespitleri o dönemdeki cinayetleri
ortadan kaldırmadığı gibi, o bugün
de Türk-İslam Sentez’li sivil faşizminin önemli temsilcilerinden biri
olmaya devam ediyordu. Faşizm
konusunda ilkeli bir faşistti yani!
BBP’nin gençlik örgütü konumundaki Alperen Ocakları’nın ismi hem
Hrant Dink’in katli ile ilgili davada,
hem Trabzon’daki Rahip Santaro cinayetinde anıldı. Yani örgütü bugün
de ilginç cürüm/cinai eylemlerde adı
geçen bir örgüttü.
Bunlar şimdi günlerdir ardından ağıtlar ve güzellemeler dizilen
Muhsin Yazıcıoğlu’nun kişiliğinin
unutulmaması gereken bazı yönleri.
Kısaca hatırlatalım dedik.
28 Mart 2009 √
DTP'ye yönelik yapılan
operasyonu kınıyoruz
DTP'ye yapılan operasyon ve son dönemde
Kürt coğrafyasında operasyonların artması,
PKK'nin çatışmasızlık kararına verilen bir
cevaptır. Çatışmalı ortam, savaşın tırmanması,
şehit cenazeleri, yÜkseltilen milliyetçilik vb. esas
olarak bürokratik, militarist Kemalist kanadın
işine geliyor.
G
özaltına alınanlar derhal serbest bırakılsın!
Diyarbakır Cumhuriyet
Başsavcılığının talimatıyla, Emniyet
Genel MÜdÜrlÜğÜ tarafından 13 ilde
DTP'ye yönelik 90 adrese eşzamanlı
olarak gerçekleştirilen operasyonda,
70'i aşkın kişi gözaltına alındı.
Göza ltına a lınanlar arasında
DTP genel başkan yardımcıları
Bayram Altun, Kamuran Yüksek'de
bulunuyor.
GÜn TV, GAP Belediyeler Birliği,
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi
Konuk Evi, Batman Belediyesi,
Batman Belediyesi Konuk Evi, Asrın
Hukuk Bürosu basılan kurumlar. Birçok evi basan polis, kapıları
kırdı. Gün TVnin bütün araçlarına
el koydu.
Bu operasyonu n PK K’nin "1
Ha zi ra n'a k ada r çat ışması zl ı k
kararı"nı ilan etmesinin arkasından
Obama ve Kürdistan Bölgesel Kürt
Yönetimi'nin yaptığı açıklamalar vb.
birlikte ele alındığında kapalı kapılar
ardında "Kürt sorunu"nun çözümü
yönünde pazarlıklar yapıldığı sır
değil.
29 Mart yerel seçimlerinde DTP'nin
oylarını artırarak çıkması, belediye
sayısını artırması ile "Kürt sorununun çözümü" konusunda yapılan
tartışmalar birlikte ele alındığında,
PKK "ilk defa çözüme gidilebileceği
umudu yaşandığına" dikkat çekerek
çatışmasızlık kararını uzattı.
DTP'ye yapılan operasyon ve son
dönemde Kürt coğrafyasında operasyonların artması, PKK'nin çatışmasızlık kararına verilen bir cevaptır.
Çatışmalı ortam, savaşın tırmanması,
şehit cenazeleri, yÜkseltilen milliyetçilik vb. esas olarak bürokratik, militarist Kemalist kanadın işine geliyor.
Kemalist kanadın bir bölümü Kürt
yapılması anlamlıdır. PKK, 29 Mart'a
kadar ilan ettiği çatışmasızlık kararını, "ilk defa Kürt sorununun çatışmasızlık ortamında çözüm sürecine
girebileceği düşüncesi ortaya çıkmıştır." gerekçesiyle 1 Haziran'a kadar
uzatmıştır.
Bilindiği üzere "PKK'nın silahsızlandırılması" planı üzerine kamuoyunda tartışmalar yürüyor. Erbil'de
yapılacak Kürt Konferansı, Talabani,
sorununun sistem içinde çözülmesini istemiyor. Çatışmalı ortamdan
nemalanan kesim, çatışmalı ortamın
sürmesini istiyor.
Tüm baskılara, inkar ve imha siyasetine rağmen ulusal kurtuluş mücadelesi engellenemedi, engellenemeyecek! Kürt ulusunun kendi kaderini
tayin edeceği özgür ortam mutlaka
bir gün yaratılacaktır.
15 Nisan 2009 √
gündem
Bugün 23 Nisan!
Bu polis, ne çeşit bir insan ki, 14 yaşındaki bir çocuğa
sadece Kürt olduğu için bunu yapabiliyor. Bu neyin
düşmanlığı? Bu nasıl bir kin ve düşmanlıktır ki, 14
yaşındaki bir çocuk vahşice dövülüyor.
H
akkâri’de 23 Nisan günü,
DPT’ye yönelik operasyonları ve tutuklamaları protesto etmek amacıyla eylem yapıldı.
Bağlar Mahallesinde yola barikat
kurarak lastik yakıp, yolu trafiğe kapatan yaklaşık 50 kişiden oluşan 2
gruba, çevik kuvvet ve özel harekât
polisi saldırdı.
Çevik Kuvvet ekipleri göz yaşartıcı bomba ve basınçlı su kullanarak
grubu dağıtmaya çalıştı. Göstericiler
de polise taş atarak karşılık verdi.
Polisin saldırısı ile göstericilerden 3’ü
yaralandı, 4 kişi de gözaltına alındı.
Yaralılardan 14 yaşındaki Seyfi
Turan bir özel harekât polisinin saldırısına maruz kaldı. Polis, Turan’a
hem elindeki tüfekle hem de tekmeyle
vurdu. Ağır yaralanan Turan’ın yardımına gazeteciler koştu. Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma
Hastanesi’ne sevk edilen Turan’ın
durumu ağır.
Bu polis, ne çeşit bir insan ki, 14
yaşındaki bir çocuğa sadece Kürt olduğu için bunu yapabiliyor. Bu neyin
düşmanlığı? Bu nasıl bir kin ve düşmanlıktır ki, 14 yaşındaki bir çocuk
vahşice dövülüyor. İnsanın kanı donuyor izlerken; Polis arkadan gizlice
gelerek çocuğu yakalayıp elindeki
makineli tüfeğin dipçiğiyle kafasına
defalarca vuruyor. O da yetmiyor,
yere yığılan çocuğu bir de tekmelemeye başlıyor. Ve çocuk hareketsiz
kalınca bırakıyor. Bir başka polis
gelip kanlar içinde kalan çocuğun
kolundan tutup sarsıyor, fakat çocuk
hareket etmeyince hiçbir şey olmamış gibi çekip gidiyorlar. Ölüme terkediyorlar. Eğer oradaki gazeteciler
tarafından görülüp ambulansla has-
taneye götürülmese, ağır yaralı çocuk beklide yaşamını yitirecek.
Seyfi Turan, bilinci yerine geldikten sonra şunları ifade ediyor:
“Olaylar çıkınca ben de merak edip
arkadaşlarımla birlikte bakmaya
gittim. Öylece duruyordum. Birden
dünyam karardı, yere yığıldım, hiç
bir şey hatırlamıyorum. Sonradan
polisin başıma dipçikle vurduğunu
söylediler” dedi.
Hakkâri Valisi Muammer Türker,
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk
Bayramı coşkusunun yaşandığı bir
günde, kentin Bağlar Mahallesinde
çıkan olayların kendilerini üzdüğünü
söyledi. Vali Türker, olaylarda 1 kişinin kafasından yaralandığını, 1 kişinin gazdan etkilendiğini, 1 kişinin
de polisten kaçarken suya düşerek
yaralandığını belirterek, “Bu olaylar tüm Hakkâri halkını da rahatsız
ediyor. Ümit ediyoruz ki bir daha bu
tür olaylar yaşanmasın. Hakkâri’de
ilk defa bu yıl 23 Nisan’da bu kadar
güzel bir etkinlik düzenlendi. Bu tür
güzelliklerin yansıtılmasını istiyoruz” dedi. Vali Türker ayrıca, yaptığı
açıklamada, çocuğa orantısız güç
kullanarak şiddet uygulayan güvenlik görevlisinin açığa alındığını ve işlenen suçun cezası neyse verileceğini
ifade etti.
Hakkâri valisi, saldırıyı yapan polisin bu yaptığının ödülünü, pardon
cezasının ne ise verileceğini söylüyor.
Tabi ya, bundan önce nasıl verdilerse
bundan sonrada vereceklerdir! Vali
beyin ne kadar samimi olduğunu göstermek için hala hafızalardan silinmeyen birkaç örnek verelim. Çok değil,
birazcık geriye gidelim; 21 Kasım'da
2004’te Mardin Kızıltepe'de, 'yasadışı
örgüt üyelerine operasyon' gerekçesiyle, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve
babası Ahmet Kaymaz acımasızca
öldürülmüştü. Ayrıca anne Makbule
Kaymaz hakkında da, yasadışı örgüt
üyesi ve yöneticisi olduğu gerekçesiyle, 15 yıla kadar hapis istenmişti.
Sanık polisleri ise idari soruşturma,
olay yerinde bulunduğu iddia edilen bir başka kişiyi kaçırdıkları için
kusurlu buldu. Göreve iade edildiler.
'Burada can güvenliğimiz yok' dediler, başka illere atandılar. İfadelerini
bulundukları illerde savcılıklarına
vermek istediklerini belirttiler. Bu
arada Kızıltepe Savcısı da, başka yere
tayin oldu!
Bir başka örnek; 7 Ekim 2007’de
Bahçelievler’de Yürüyüş dergisi satarken polisin açtığı ateş sonucu 17
yaşındaki Ferhat Gerçek felç kaldı.
Sakat bırakan polisler görevden alınmamış ve bu yetmezmiş gibi, sakat
kalan Gerçek’e 15 yıl dört ay, bu
saldırıyı yapan polislere ise dokuz
yıl hapis istenmişti. Bu olayı protesto etmek amacıyla, Temel Haklar
Federasyonu üyeleri Engin Çeber ve
dört arkadaşına polis, asker ve cezaevi görevlileri tarafından işkence
edildi. Engin Çeber dövülerek katledildi. Dava hala sürüyor.
En son yaşanan olay Mart 2009'da
Bursa’da, bir polisi vurduğu iddiası
ile gözaltına alınan Ender Bulhaz
Aktürk adlı devrimci, çok yoğun işkenceye maruz kaldı vb.
Bu suçları işlemiş polisler hala ceza
almış değiller. Zaten alsalar ne olur
ki; ödül gibi ceza alıyorlar. Bunun
yanında, bir çok dava da zaman aşımına uğruyor.
Bunun gibi birçok örnek verebiliriz fakat buna gerek yok. Bu kadar
yaşanmış örnek dahi polisin, devlet
tarafından korunup kollandığının
açık ispatıdır.
Asker ve Polisten ‘şefkat’
Özel harekâtçı tarafından dövülen Seyfi Turan’a, asker ve polisin
“şefkat” eli uzandı. Emniyet Genel
Müdürlüğü dayakçı polisi açığa aldı,
Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı
Korgeneral Yurdaer Olcan, Turan’ı
hastanede ziyaret edip, “geçmiş olsun” dedi.
Acaba bu ziyaretlerin sebebi gerçekten bu saldırıyı kınamaları mı?
Yoksa burjuva medyanın da kameralarına takılan bu olayı duymayanın
kalmamasından mı? Ve bu saldırının
23 Nisan kutlamalarına denk gelmesinin de etkisi olabilir mi?
Bir tarafta rengarenk süslenmiş
stadyumlar ve onların içini dolduran
on binlerce çocuk Atalarının kendilerine armağan ettiği bayramı büyük
bir coşkuyla kutluyorlar (bu arada
bu bayramdan başka hiçbir ülkede
yok çünkü bizim ülkemizde devlet
çocuklara o kadar kıymet veriyor ki,
onların adına bayram yapılıyor.).
Bir ülkenin işçi-emekçilerini ve
onların çocuklarını işsizlik ve bunun
getirdiği açlık, yoksulluk, sefalet ,
zam, zulüm altında inleteceksin, diğer taraftan kutlamalar yapıp, ülkede
çocuklara ne kadar değer verildiği
pozuna bürüneceksin. Bu iki yüzlülüktür. Devletin resmi rakamlarına
göre, Türkiye’deki çocukların yüzde
on sekizi yoksul. Tabi bu sayı gerçeği
yansıtmıyor. Eğer bu sayıyı iki, ya
da üçle çarparsak, gerçeğe yaklaşmış oluruz. Devlet gerçeği saklayıp
pembe bir tablo çizmeye çalışıyor
ama nafile. Diğer tarafta ise aynı gün
öldüresiye dayak yiyen 14 yaşında bir
çocuk. On binler eğlenirken o dayak
yiyor? Elbetteki emekçi bir aileye ve
Kürt halkına mensup olduğu için
tüm bunlara maruz kalıyor. Kürt
düşmanlığı devlet tarafından o kadar azdırılmış ki, internetteki bu
vahşi saldırının videosunu yapılan
yorumlardan anlayabiliriz. Şiddete
maruz kalan çocuğa hem küfürler
yağdırıyorlar, hem de az bile olmuş,
bunların hepsi öldürülmeli, deniliyor
ve polise de övgüler diziliyor.
Halkların barış ve huzur içinde kardeşçe yaşaması bu sistemde mümkün
değil. Burjuvazi, kendi asalak sistemini sürdürebilmesi için bizleri birbirimize her anlamda düşman edip
bölmek ve bu aşağılık sömürü sistemine karşı örgütlenmemizin olanaklarını ortadan kaldırmak istiyor.
Bu bir futbol takımı, din, mezhep, ya
da milli köken olsun, hepsine başvuracaktır bizleri bölmek için. Devletin
bu politikasına karşı halklar arasındaki düşmanlıklara karşı savaşmalı,
kardeşçe duyguları yeşertmeliyiz.
Kapitalist-emperyalist sistem ve bu
düzenin sahibi egemenlerin devletinden bunları beklemek ham hayaldir.
Halkların kardeşliğinin olanaklarını
yaratmak isterken kendimize kılavuz edeceğimiz şey ise, sosyalizm
bilimi olmalıdır. Halkların kardeşçe
bir arada yaşamasının imkanı, ancak ve ancak sosyalist bir sistemle
mümkündür.
Bolşeviklerin önderliğinde 1917’de
gerçekleştirilmiş olan Sovyet devrimi
bu yolda yolumuzu aydınlatmaktadır.
Halkların kardeşçe ve huzur içinde
bir arada yaşamasını engelleyecek
tüm olumsuzluklarla savaşılmış ve
halkların kardeşçe yaşamasının olanağı yaratılmıştır. Bolşevik devrim
sonrası, Çarlık Rusya’sı egemenliği
altında hiçbir hakkı olmayan, yok
sayılan tüm halklara eşit mesafede
yaklaşılmış, hiçbir ulusa ayrıcalık
tanınmadığı gibi kendi dilleri ve kültürlerini geliştirebilmeleri için olanaklar yaratılmış ve bu haklar yasa
altına alınmıştır.
Seyfi Turan’a yapılan bu saldırı ne
ilktir, nede son olacaktır. Faşist saldırılara son vermenin yolu örgütlenmek ve kokuşmuş bu düzeni yerle bir
edip, hak ettiği yer olan tarihin çöplüğüne göndermektir. Başka da bir
yol ve çıkış noktası yok!
Adana’dan bir YDİ Çağrı okuru.
25.04.09 √
11
halkların kardeşliği için
12
ayland’da egemen sınıf lar
arasında Türkiye’dekine benzer bir iktidar dalaşı sürüyor.
Bir yanda “ulusalcı” takılan, kendilerine “ilerici”, “aydın” vb. diyen, bürokratik devlet eliti var. Yüksek yargı,
ordunun esası, yüksek devlet bürokrasisi bağlı oldukları ve 1946’dan bu
yana Tayland Kralı olan Bumipol’un
saflarında iktidarlarını korumak için
mücadele ediyor. Bu takım birazcık
demokratik kurallar içinde yapılacak
bir seçimle çoğunluğun oyunu alarak
iktidarlarını sürdürme şansına sahip
değiller. O yüzden yer yer bizde olduğu gibi “bir çobanla bir profesörün
oyu eşit ağırlıkta olabilir mi” yollu
tartışmalar yürütüyorlar. Şimdilik
buldukları çözüm parlamentonun
seçimlerle değil, atama ile, Kral tarafından atanacak kişilerle kurulması!
Bunu aleni savunuyorlar. Bu kesimin
rengi sarı! Bu kesim sivil eylemlerde
taraftarlarını sarı renkte tişörtlerle,
sarı bayraklarla döküyor sokağa.
Geçen yıl seçimlerle işbaşına gelmiş
hükümeti düşürmek için yapılan sarı
renkli kitle gösterilerinin ideolojisi
ulusalcılık ve kralcılık, siyaseti darbecilikti. Nitekim bu kitle gösterilerinin ertesinde başbakan hakkında
alınan Anayasa Mahkemesi kararıyla
-yani yargı darbesiyle- hükümet devrildi. Yerine 12 Mart’ta olduğu gibi
parlamentoda seçilmiş bir çoğunluğun temsilcisi olmayan, ulusalcılardan oluşan bir teknokratlar hükümeti kuruldu.
Diğer yanda demokratik takılan,
globalleşmeci, gelişen özel sermayeli
büyük burjuvazinin temsilciliğini
yapan, halk yığınlarının desteğini
almada -halk yığınlarının çıkarına
bir takım tedbirler alarak- başarılı
olan kesim var. Bunlar devlet bürokratlarının iktidarı yerine, kendi
iktidarlarını kurmak istiyorlar.
Mücadelelerini açıkça Kraliyete karşı
bir mücadele olarak yürütmemelerine
rağmen, parlamentoya seçimle gelenlerin devlet iktidarının esas sahipleri
olmasını savundukları noktada kraliyetle de karşı karşıya geliyorlar. Bu
kesimin rengi kırmızı. Bu kesim tabanını kırmızı tişörtlerle ve kırmızı
bayraklar altında mobilize ediyor. Bu
kesimin kitle tabanı “sarı”larinkine
göre çok daha geniş ve bu kesimin
tabanı esasta ülkenin çoğunluğunu
oluşturan yoksul ve en yoksullardan
oluşuyor. Bu kesim 2000’li yıllarda
yapılan bütün seçimleri açık ara
farkla kazandı. Bu kesimin başını
çeken ve kendisi Tayland’ın dolar
milyarderlerinden biri olan Thaksin
Shinawatra başbakan oldu. 2006’da
Tayland’da egemen sınıflar arasında Türkiye’dekine
benzer bir iktidar dalaşı sürüyor. Bir yanda “ulusalcı”
takılan, kendilerine “ilerici”, “aydın” vb. diyen,
bürokratik devlet eliti var. Yüksek yargı, ordunun
esası, yüksek devlet bürokrasisi bağlı oldukları ve
1946’dan bu yana Tayland Kralı olan Bumipol’un
saflarında iktidarlarını korumak için mücadele ediyor.
ordu Kralın da desteklediği doğrudan bir askeri darbe ile Shinawatra’yı
devirdi. Shinawatra Tayland’ı terk
ederek, Londra’da yaşamaya başladı. Fakat onun partisi darbe ertesi
yapılan seçimlerde yine açık ara birinci oldu. Ve Thaksin’in en güvendiği adamlarından biri başbakan
oldu. 2007’deki sarı ayaklanma işte
bu emanetçi başbakanın devrilmesi
için yapılmış ve ardından gelen yargı
darbesi ile hedefine ulaşmış, seçilmiş
hükümet devrilmiş, yerine Abhisit
Vejajiva başbakanlığında Kralın/ordunun/yüksek devlet bürokrasisinin
hükümeti atanmıştı.
“Kırmızı”lar bu darbeye karşı en
başından itibaren direndiler, fakat
doğrudan sokak çatışmalarından vb.
kaçındılar. Zamanın kendi lehlerine
çalıştığının bilincinde, barışçıl eylemlerle ve parlamentodaki güçleri
üzerinden de, yeni seçimleri zorlama
ve seçimler üzerinden demokratik
yoldan iktidarı yeniden ele geçirme
yolunu tuttular. Bu yıl Tayland başkenti Bangkok’ta yapılan ASEAN
zirve toplantısı, bu kesimin bütün
dünyaya sesini duyurması ve gücünü
göstermesi açısından iyi bir fırsat sunuyordu. ASEAN zirvesi öncesinde
“Abhisit hükümeti derhal istifa etmeli”, “Derhal parlamento seçimleri
yapılmalı” talepleri temelinde ülkenin
her yanında “kırmızı” kitle gösterileri gelişti. Bu gösteriler ASEAN zirvesinin başlayacağı gün yüz binlerin
Bangkok’ta toplandığı bir kitle gösterisinde zirvesine ulaştı. Yüz binlerin
ASEAN zirvesinin yapıldığı Kongre
salonuna barışçıl yürüyüşünü durduracak güç yoktu. Kitleler ASEAN
zirvesinin yapılacağı salonu basıp,
ASEAN zirvesini başlamadan bitirip,
kendi demokrasi talepli zirvelerini
yaptılar. ASEAN zirvesini kendi yeni
hükümetleri için bir prestij gösterisi
olarak planlayan Tayland bürokrat
burjuvazisi için zirve tam bir fiyasko
olmuş, dünyanın gözü önünde bunların aslında Tayland toplumunu
temsil etmedik leri görülmüştü.
Bu broşürleri isteyin, okuyun...
T
Tayland’da çoğunluk partisi
şefinden “devrim” çağrısı…
Bürokrat egemenlerin bu fiyaskoya
cevabı sıkıyönetim ilan etmek, orduyu devreye sokmak, kırmızıların
gösterilerini tank paletleriyle ezmeyi
denemek oldu. Bu deneme şimdilik
başarılı değil. Kırmızılar tanklara
rağmen sokak gösterilerini sürdürüyor. Demokrasi ve seçim taleplerini
haykırmaya devam ediyor. Çıkan
çatışmalarda verilen ölüler de şimdilik hareketin hızını kesmiş değil. Bu
arada yeni bir gelişme var: Bugüne
dek kitle eylemlerinde şiddetten kaçınma çağrısı yapan Shinawatra ilk
kez “devrim” sözcüğünü ağzına aldı.
Yaptığı bir açıklamada, hükümet
sarayının önünde toplanan kitleye
yaptığı telefon konuşmasında “Eğer
üzerimize tanklar sürülüyorsa, o
zaman devrim zamanı gelmiş demektir.” dedi. Tabii bir milyarderin
ağzından toplumun en yoksullarına
yönelen devrim çağrısı, iktidara bizi
getirin dışında bir çağrı değil. Fakat
gelinen yerde egemenler arasındaki
iktidar dalaşında safların artık iyice
ayrışıp belirginleştiğinin, dönüşü olmayan yola girildiğinin ifadesi. Artık
ok yaydan çıkmıştır. Tayland’daki
bürokrat elitin iktidarının sonu görülmüştür. Tabii silahların gücüyle
kitlelerin ayaklanması kanla bir kere
daha bastırılabilir, fakat bu sonu geciktirmek, ertelemekten başka bir işe
yaramaz. Bugünkü iktidarın yerine
gelecek olan da işçiler ve emekçiler
açısından tabii ki gerçek demokrasi,
kurtuluş vb. olmayacaktır, fakat bu
mücadeleler içinde kitleler kendilerinin neler yapabileceğini gördükleri
noktada onlara ileriki kendi mücadeleleri için paha biçilmez deneyim
kazandıracaktır.
17 Nisan 2009√
Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Bitmeyen kriz, 1 Mayıs ve sonrası…
Taksim’de 1 Mayıs’ta yine
işçilere saldırı vardı…
İşçi sınıfının mücadele tarihinde
özel bir yere sahip olan bir 1 Mayıs’ı
daha geride bıraktık. Geçen yılki
yaşananlardan sonra uluslar arası
alandan ve ülkeden bir dizi gözlemcinin ve medya kuruluşunun gözlerinin üzerinde olduğu Taksim’de bu
sene devlet yine aynı rezil duruma
düşmemek için kolay kolay saldırmaz diyenler bir kez daha ne kadar
yanılabileceklerini, buranın Türkiye
olduğunu görmüş oldular. Her ne
kadar -doğrudan sendika liderlerine saldırılmamış olması nedeniyle
olsa gerek- medya bu yıl 1 Mayıs’ın
Taksim’de olaysız veya önemli olay
olmadan geçtiğini k-endi verdikleri görüntülerle çelişmesini de hiç
umursamadan- iddia etmiş olsa da,
önceki yıldan neredeyse farksız bir
biçimde devlet güçleri yine pervasızca 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak
isteyenlere saldırdı. Bunun zemini ise
zaten bir gün önceden valinin yaptığı
“makul sayıyı geçip de, güvenlik güçlerimizi saldırmak zorunda bırakmayın” çağrısında atılmıştı. Makul
sayının ne olduğunu ise küçük bir
matematik işlemle çıkarmak zor değildi: Türk-İş makul sayısını 500 kişi,
Hak-İş ise 1000 kişi olarak vermişti,
DİSK, KESK, TTB, TMMOB ve 70’e
yakın kitle örgütünün makul sayısı
da bu sayıların toplamının iki katı
olsundu, yani 3.000 civarında. Bu
rakam açıkça telafuz edilmese de valiliğin yaklaşık bu kadarını “makul”
gördüğü açıktı. Sendika konfederasyonlarının da vali ile mutabık kaldıkları bu karar ile, on binlerce insan
içinden 3.000 kişinin hangi kriterlere
göre seçileceği ve geriye kalanların
ne olacağına açıklık getirilmemişti.
Bu belirsiz kalan sorunun cevabı 1
Mayıs günü verildi.
Bayramını 1 Mayıs alanında, yani
Taksim’de kutlamaya gelen kafalarında sendika şapkaları ve ellerinde sendika bayrakları olan binlerce insan pervasız polis vahşetiyle
karşılaştı. Şişli’den Taksim’e çıkan
Halaskargazi Caddesi boyunca neredeyse her yüz adımda bir, sanki düşmanla cephe savaşına gidiyormuş gibi
hazırlanmış olan Çevik Kuvvet polisi
barikatlar kurarak deyim yerindeyse
sinek uçurtmuyorlardı. Grup halinde
gelen ve barikatı geçmek isteyen kitle
anında tazyikli su ve gaz bombalarıyla dağıtılıyordu.
Düzeni korumakla görevli “emekçiler” -polisler-, haklarını aramak
ve bayramlarını kutlamak isteyen
emekçilere tanklarla ve silahlarla
düşmanca saldırıyorlardı.
Taksim’in işçi sınıfı açısından
önemi/önemsizliği…
Nası l k i Tü rk iye’ni n sosyoekonomik ve kültürel yaşamının kalbi
İstanbul olarak kabul ediliyorsa, sınıf
mücadelesinin de kalbi İstanbul’dur
dersek yanlış olmaz. Bunun içindir
ki 1 Mayıs’ta da tüm gözler İstanbul’a
çevrilir, burada yaşananlar bir anlamda tüm Türkiye’nin aynasıdır.
İstanbul’da 1 Mayıs açısından da
Taksim Meydanı çok özel bir yere sahip. Taksim Meydanı işçi sınıfı tarihi
açısından en görkemli, en kalabalık 1
Mayıs’ların yaşandığı alan olarak ve
37 işçinin 1977’de hunharca katledilmesinin belleklere kazındığı alan olarak önemlidir. Bunun içindir ki işçi
sınıfı açısından bu alanın 1 Mayıs’a
açılması özel bir önem arzetmektedir.
Egemen sınıfları temsil eden devlet
güçleri de bunun bilincinde olarak
ne pahasına olursa olsun Taksim’i
işçilere, 1 Mayıs’a açmamakta inatla
direniyorlar. Devlet işçilerle inatlaşmayı o kadar saplantı haline getirmiştir ki, vahşetini tüm dünya önünde
sergilemekten ve İstanbul’un 2010’da
Kültür Başkenti olmasına gölge düşürmekten çekinmemektedir.
Taksim’i sınıf mücadelesi açısından
simge haline getiren yukarıda saydığımız etmenlere rağmen, yapılması
gereken doğru şey Taksim’i adeta fetiş
haline getirmek değildi. Evet, sonuna
kadar ve her türlü araçla Taksim’in 1
Mayıs’a açılması için mücadele etmek
doğruydu (Yeni Dünya İçin Çağrı
Gazetesi olarak “Devrimci 1 Mayıs
Platformu”nun da bileşeni olarak
çeşitli etkinliklerle bunun mücadelesini verdik) fakat işçi sınıfının bölünmesi, onbinlerin kendi bayramlarında ve mücadele günlerinde bir
araya gelmesinin engellenmesi pahasına bunun yapılması doğru değildi.
Bu konuda 1 Mayıs’ta esas hedeflenmesi gerekenin sınıfın “birlik, mücadele ve dayanışması” olduğunun nasıl unutulduğuna ve bir alanın nasıl
esas hedef haline getirildiğine DİSK
Genel Başkanının “önemli olan sayı
değil, Taksim’de olmamız” ifadesi
tipik bir örnektir. Bu yıl onyıllardan
sonra en kitlesel bir 1 Mayıs’ın kutlanması fırsatı kaçırılmıştır.
İşçi sınıfının gündeminde
olması gereken: Kriz, işsizlik…
Esas tartışmalar 1 Mayıs’ta Taksim
Meydanı’na kilitlenince işçi sınıfının
asıl gündemi de güme gitti. Devletin
1 Mayıs’ı bayram etmesinin ardından bazıları “sıra devrimde” diyerek,
devrimi gündeme almalarına karşın, hayatın gerçekliği işçi sınıfının
bırakalım devrimi, henüz kendi acil
ekonomik çıkarlarının bile yeterince
bilincinde olmadığını gösteriyor. İşçi
sınıfının bilinçsizliğinin ve isyan
etmezliğinin tek sorumlusu olarak
bizzat işçi sınıfının kendisini görmek
ama işçi sınıfının uyanmasını önlemek için elinden geleni yapan sendika bürokrasisi ile işçi sınıfının gerçek durumundan bihaber kendi hayal
dünyalarını gerçek yerine koyan kimi
“sol” grupların bunda payını görmemek son derece yanlış olur. Gerçek
sınıf öncülerinin sınıftan kopukluğu
bir türlü aşmayı başaramamaları da
önemli bir başka neden.
1 Mayıs 2009 için çıkardığımız bildiride, sınıfın gündeminde olması
gereken kriz ve krizden kurtulmanın
yolu hakkında şunları yazmıştık; “İşçi
sınıfının birlik, mücadele, dayanışma
günü olan 1 Mayıs’ı kutlamaya hazırlandığımız bu günlerde, sorumlusu
kapitalistlerin olduğu ekonomik kriz
giderek derinleşiyor. … Kriz işçiler,
emekçiler açısından işsizlik demektir.
Kriz yoksulluk, yokluk demektir. Kriz
işçilerin, emekçilerin yaşam standartlarının daha da düşmesi demektir.
Kriz açlık demektir. Kapitalist sistemin aşırı üretim krizleri, emekçiler
için yetersiz tüketim demektir. … 1
Mayıs, kapitalizme karşı mücadele
günüdür! 1 Mayıs, sömürüsüz yeni
bir dünya yaratmak için kavga günüdür! 1 Mayıs, işçi sınıfının gücünü
gösterme günüdür! 1 Mayıs, sınıfın
mücadelesinin gelişmesinin önünde
engel olan sendika bürokrasisini aşma
günüdür! 1 Mayıs’ta, sermaye düzenine karşı kinimizi haykırmak, krizin
faturasını kapitalistlere ödetmek için
alanlarda olalım. … Krizleri üreten
kapitalist sistemdir. Mücadelemizi
sadece AKP hükümetine karşı değil,
bir bütün olarak kapitalist sisteme
karşı vermeliyiz. Kapitalizm krizdir.
Sömürüdür. Çevre talanıdır. Ulusal
baskıdır. Milliyetçiliktir. Erkek egemenliğidir. Faşizmdir. Haksız savaşlardır vb.
Kurtuluş, işçi sınıfının köylüler,
emekçilerle birlikte sosyalizmin yolunu
açacak olan demokratik halk devrimidir. Kurtuluş işçilerin, emekçilerin kendi iktidarlarındadır. Kurtuluş
işçilerin, emekçilerin geleceği kendi
ellerine almalarındadır. Yaşasın devrimci 1 Mayıs!”
07 Mayıs 2009 ✓
EK:1
1 Mayıs'ta onbinler alanlardaydı...
İstanbul Taksim...
Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Devlet güçleri bu yıl da geçen yıl
olduğu gibi 1 Mayıs’ı Taksim’de
kutlamak isteyen işçilere saldırdı.
Sabah saatlerinde Türk-İş ve
Hak-İş’in göstermelik makul sayıdaki katılımla gerçekleştirdikleri
çelenk bırakma eyleminden sonra,
DİSK, KESK, TTB, TMMOB ve
diğer gruplar Taksim’e yürümek
için Pangaltında toplanmaya başladı. Ancak daha sabahın erken
saatlerinde Pangaltına gitmek isteyen işçiler, sendika üyeleri ve diğer
katılımcılar polisin Halaskargazi
Caddesi üzerinde nerdeyse yüz
metrede bir kurmuş olduğu barikatlarla karşılaştılar. Barikatları
zorlayarak buluşma alanına gitmek isteyenler gaz bombalarıyla ve
tazyikli suyla anında dağıtıldılar.
Bu olaylar daha sonra hem valinin açıklamalarında, hem de egemen medyada çarpıtılarak “marjinal grupların olay çıkarmak amacıyla polise saldırısı ve polisin de
izinsiz gösteri yapmak isteyen illegal grupları dağıtması” biçiminde
lanse edildi.
İlk açıklamalara göre sokak
arası çatışmalarda 108 kişi gözal-
tına alındı ve 21’i polis 41 kişi yaralandı. Daha sonra Pangaltında
bir araya gelen yaklaşık bin-iki bin
kişilik kitle Taksim’e doğru yürüyüşe geçti, Taksim’de katılım 5
bini buldu. Taksim’e çıkanlar büyük coşku yaşadılar. Hep bir ağızdan “İşte Taksim, İşte 1 Mayıs!”
sloganı haykırıldı. Taksim Anıtı
bayraklar ve f lamalar ile kuşatıldı. Kazancı yokuşunda DİSK ve
KESK başkanları Süleyman Çelebi
ve Sami Evren birer konuşma yaptılar. 1977’de katledilenler saygı
duruşuyla anıldıktan sonra yapılan konuşmalarda günün önemine
vurgu yapmakla birlikte devletin baskıcı tutumunu eleştirdiler.
32 yıl aradan sonra ilk kez böyle
bir katılımla Taksim’e çıkıldığı
söylendi.
YDİ Çağrı gazetesi olarak ve
“Devrimci 1 Mayıs Platformu”
bileşeni olarak f lamalarımızla,
dövizlerimizle ve bildirilerimizle
Taksim’e yürümek için toplanma
alanına girmek istememiz polisin barikatı ve saldırısı nedeniyle
mümkün olmadı. Değişik yollardan Taksim’e girmek için uğraşan
okurlarımız başarılı olamadılar.
İÇİNDEKİLER
Bitmeyen kriz, 1 Mayıs ve sonrası…. . . . . . . . . . . . . EK:1
1 Mayıs'ta onbinler alanlardaydı... . . . . . . . . . . . . . EK:2
Akansel işçilerine uluslararası destek. . . . . . . . . . . . EK:4
Asil Çelik işçisi direnişi yükselteceğini duyurdu... . . . . . . EK:4
IBM işçilerinin mücadelesi sürüyor. . . . . . . . . . . . . EK:5
DESA direnişinin 1. yılında Deri İş’ten açıklama. . . . . . . EK:5
Bilinçli bir işçi anlatıyor.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
Deri İşçileri Derneği 1 yaşında! . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
Toros Gübre'de 6. grev. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7
Yükselen değerimiz: Açlık ve yoksulluk sınırı. . . . . . . . EK:7
Türk Metal üyesi bir işçi yazıyor.... . . . . . . . . . . . . . EK:8
Teğet geçme buysa…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
EK:2
Bir bütün olara k değerlendirdiğ imizde
i ş ç i sı n ı f ı n ı n
uluslararası
Birlik, Mücadele
ve Dayanışma
günü 1 Mayıs
anlamına uygun
kutlanamamıştır. Egemenler
bir kez daha işçilere azgınca
saldırarak, işçilerin bayramlarını kutlamalarından bile ne kadar korktuklarını
açıkça göstermiş oldular. Onlar
polisleriyle, gazlarıyla, tanklarıyla
ve coplarıyla işçilere saldırarak işçilerin hak arama mücadelelerine
karşı duydukları kinlerini kustular
bir kez daha.
Kadıköy'de 1 Mayıs
Taksim'de ısrarcı olmayan, olursa
orada kutlarız olmazsa başka yerde
kutlarız tavrını başından beri takınan Türk-İş Valiliğin Taksim'e izin
vermemesiyle birlikte 1 Mayıs'ı
diğer konfederasyonlardan ayrı
olarak Kadıköy'de kutlama kararı
almıştı.
Bu karara uygun olarak, 1 Mayıs
günü saat 10 gibi de Kadıköy’de
Numune Hastanesi önünde toplanılmaya başlandı. 11.30 gibi de
yürünmeye başlandı.
Alanda başka sloganların yanı
sıra şu sloganlar atıldı: “Yaşasın
halkların kardeşliği”,”1 Mayıs
alanı Taksim Meydanı”, “Direne
direne kazanacağız”, “İşten atmalar yasaklansın” vs.
Taşınan dövizlerde şunlar yazılıydı: “Krizin faturasını ödemeyeceğim”, “Sözleşmelerde hak
gasplarına hayır”, “İşten atmalar
yasaklansın” vb.
Direnişte olan DESA, ATV ve
SABAH işçileri de eylemde yerini
almıştı.
Alana giriş tamamlandıktan
sonra İstiklal Marşı okundu büyük çoğunluk tarafından. Türk-İş
Genel Başkanı Mustafa Kumlu
kürsüye geldiğinde bir grup katılımcı tarafından yuhalandı. Bunun
üzerine Türk-Metal'ciler “Türk-İş
nereye, biz oraya” sloganını attı.
DESA direnişçisi Emine Aslan
ve ATV ve SABAH çalışanları
da k ısa konuşmalar yaptılar.
Yine Uluslararası Dayanışma
Derneğinden Almanya’dan gelen
temsilciler de birer konuşma yaptılar. (40 kişi gelmişti) Bunlar konuşmalarında özel olarak Taksim
yasağına dikkat çektiler. Mitingde
tiyatro ve sinema sanatçısı Gülsen
Tuncer bir şiir okudu.
Biz de ÇAĞRI çalışanları olarak
“Haydi 1 Mayıs’a ..." adlı bildiri-
lerimizden dağıttık. Bunun yanı
sıra kuşlamalarımızla alanı süsledik (bizden başka kuşlama yapan
yoktu).
Gençlerin yoğun katılımıyla
geçen mitingte katılım 8-10 bin
civarındaydı.
Adana’da 1 Mayıs...
İşçi Sınıfının Birlik, Mücadele
ve Dayanışma günü olan 1 Mayıs
Adana’da büyük bir coşkuyla kutlandı. Yaklaşık 10 bin kişinin katıldığı mitinge Taksim ve kriz sloganları damgasını vurdu. Hemen
hemen tüm kortejlerde “Her yer
Taksim, her yer direniş” sloganı
atıldı.
Saat 13’ten itibaren Mimar Sinan
Açıkhava Tiyatrosu önünde toplanan işçi ve emekçiler, saat 14’te
iki ayrı koldan Uğur Mumcu
Meydanına doğru yürüyüşe geçtiler. Bir kolda Türk-İş’e bağlı sendikalar, grevde olan Toros Tarım işçileri, ardından KESK’e bağlı sendikalar ve sonrasında demokratik
kitle kurumları ve sol partiler yer
aldı.
Diğer yürüyüş kolunda DİSK
pa n kar t ı arkasında Genel-İş
Emekli-Sen, Dev Sağlık-İş yer aldı.
Genel-İş korteji içerisinde ise işten atılan Makyal-Erka işçileri
yer aldı. Daha sonra TMMOB,
E ğ it i m-İ ş , A DD, E ğ it-D e r,
Sosyalist Feminist Kollektif, İHD,
İşçi Filmleri Kollektifi, Adana
Eczacılar Odası, Halkevi kortejleri
yürüdü. Sonrasında içerisinde YDİ
Çağrı’nın da yer aldığı Devrimci
1 May ıs Platformu kortejleri
“Yaşasın 1 Mayıs, Biji Yêk Gûlan”
ortak pankartı arkasında yer aldı.
Bu platform içerisinde Güney
Sanat Topluluğu kendi pankartı ile
yürüdü. YDİ Çağrı okurları flamaları ile ayrı bir blok oluşturdular.
Devrimci 1 Mayıs Platformunun
ardından sol partiler ve kurumlar
yerlerini aldılar.
Güney Sanat Topluluğu alana
girdikten sonra “Umut Kimde?”
oyunundan kısa bir bölüm sundu.
Oyunda çalışan işçiler ile işçilerin
daha hızlı çalışmasını emreden bir
patron ve bu tempoya dayanamayıp ölen bir işçi gösterildi. Ölen
işçi daha sonra diğer işçiler tarafından omuzlarda taşındı. Oyuncular
daha sonra tek tek insanlara giderek
“Umut Kimde?” diye sorarak oyunu
sonlandırdılar. Oyun izleyenler tarafından ilgiyle karşılandı ve sık sık
alkışlandı.
Tüm kortejlerin alana girmesi beklenmeden miting programı başlatıldı.
Enternasyonal marşı eşliğinde saygı
duruşunda bulunuldu. Saygı duruşunun ardından Tertip Komitesi adına
Eğitim-Sen Şube Başkanı Güven
Boğa ortak metni okudu.
Metinde krizini faturasının emekçilere ödetildiği, AKP Hükümetinin
çıkardığı ekonomik paketler ile sermayeye 54 milyar lira aktarıldığı,
buna rağmen işsizliğin artmaya devam ettiği vurgulandı ve somut işten
atmalar, baskılar ve bunlara karşı
mücadelelerden örnekler verildi.
Yapılan konuşmanın ardından
Eğitim-Sen üyesi olan Ferhat Başbağ
ve eşi Duygu Başbağ’dan oluşan Grup
Rüzgar ve MKM bünyesinde yer alan
Koma Pel sahne aldı. Miting Koma
Pel’in coşkulu şarkıları eşliğinde çekilen halaylar ile son buldu.
1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesine
rağmen bu yıl ki 1 Mayıs mitingine
katılım beklendiği gibi çok fazla değildi. Mitinge çok daha fazla insanın
katılması bekleniyordu. Ayrıca işçi ve
memur sendikalarının katılımı (bazı
sendikalar dışında) çok fazla değildi.
Kitlenin önemli bir bölümü siyasi
partiler ve demokratik kitle örgütleri
içerisinde yürüdü. Burada da ağırlık
lise ve üniversite öğrencilerindeydi.
Alana girdikten sonra işçilerin çoğunluğu da ayrılmaya başladı.
Katılımın çok fazla artmamasının
önemli nedenlerinden biri 1 Mayıs’ın
tatil edilmesine rağmen bunun birçok
işyerinde, fabrikada uygulanmamış
olmasıdır. Diğer bir neden de devletin 1 Mayıs öncesi tüm toplumu terörize etmeye çalışmasıdır. Özellikle
İstanbul’da düzenlenen operasyonlar
ile medya aracılığı ile 1 Mayıs’a katılacak olanlara mesaj verilmeye çalışılmıştır. Oysa her yıl olduğu gibi bu
yıl da kolluk güçlerinin müdahalesi
olmadığı durumlarda eylemler coşkulu bir şekilde yapılmıştır.
Eskişehir'de 1 Mayıs
Eskişehir’de 1 Mayıs saat 16’da
Anadolu Üniversitesi tramvay durağında toplanan sendika ve demokratik
kitle örgütlerinin mitingin yapılacağı
Sıhhiye Meydanı’na kortejler halinde
yürümesiyle başladı. DİSK, KESK ve
Türk-İş’e bağlı sendikalar, TMMOB,
TTB, meslek odaları ÖDP, EMEP,
DTP, DSP, CHP gibi siyasi partiler
ve demokratik kitle örgütleri katıldı.
Geçen yılki katılıma yakın ama coşkusuz bir 1 Mayıs kutlandı. Özellikle
Türk-İş’e bağlı gerici sendikaların
(Türk Metal, Çimse-İş) geçen yılkı
gibi bu sene de DTP’nin alana girmesiyle milliyetçi, faşizan tavırla slogan atıp DTP’yi yuhaladılar. DİSK’e
bağlı Birleşik-Metal-İş alana girerken
ismi tertip komitesi tarafından anons
edilmedi. DİSK’i tertip komitesine
almayan Türk-İş bu bağlamda da kimin yanında, kimin dostu, kimin çıkarlarını savunduğunu gösterdi. Adı
anons edilmeyen Birleşik-Metal-İş
alanı terk etti. Ardından bazı siyasi
parti ve demokratik kitle örgütleri de
alanı terk ettiler.
1 Mayıs’a DTP kitlesel katılımıyla
dikkat çekenlerdendi. Kürsüden yapılan konuşmalarsa dostlar alışverişte
görsün mantığıyla ruhsuz, işçi sınıfının çıkarlarından ve sorunlarından
uzak konuşmalardı. 1 Mayıs’ın içini
boşaltarak karnaval havasında geçirmeye çalışıp milliyetçi, şoven tavırlarla kutlamak isteyenlerden elbette
işçi sınıfı bir gün hesap soracaktır.
Halkların kardeşliği şiarının yükseltildiği, sömürücülere ve egemenlere
karşı ekonomik ve siyasi taleplerin
milyonlar tarafından sahiplenildiği
günler gelecektir. Nice bedellerle
ödenen bu kavga ruhuna yakışır bir
şekilde kavganın kızıllığıyla alanlarda kutlanacaktır. Sömürü çarkının dişlerini sürekli yağlayan sarı
gerici sendikalar da bunun hesabını
vereceklerdir.
ları için işten atılan Dev-Sağlık-İş
üyesi işçiler, Mersin Hilton Otelinde
Oleyis-İş sendikasına üye oldukları
için atılan işçiler de yürüdüler. Bu
yılki 1 Mayıs yürüyüşüne ilk defa
Roma-Sintiler da katıldı.
DTP korteji miting alanına girerken eline Türk bayrağını alan bir
kişi, bayrağı DTP’lilere sallayarak,
“Hepiniz bu bayrağın altında ezileceksiniz" şeklinde bağırdı.
Yürüyüşe katılanların Metropol
miting alanında toplanmasının
ardından 1977 yılında İstanbul
Taksim'deki 1 Mayıs kutlamalarında
hayatını kaybedenler anısına 1 dakikalık saygı duruşunda bulunuldu.
Saygı duruşunun ardından konuşan; Tertip Komitesi Başkanı ve
Petrol-İş Mersin Şube Başkanı Adil
Alaybeyoğlu, bugün dünyanın dört
bir yanında emeğin bayramının kutlandığını belirterek, İstanbul'da meydana gelen olaylara tepki gösterdi.
Alaybeyoğlu, Türkiye'de işsizliğin
had safhada olduğunu ancak bu durumun global krizle birlikte tırmanışa geçtiğini ifade etti. 1 Mayıs’ın
yasal olmasının hükümetin bir lütfu
olmadığını, mücadele sonucu kazanıldığını ve yasal olmasını selamladıklarını belirtti.
Daha sonra KESK MYK üyesi
Hüseyin Gürpınar kısa bir konuşma
yaptı. TÜMTİS Genel sekreteri Gürel
Yılmaz da bir konuşma yaparak liman
Mersin’de 1 Mayıs
Mersin son yılların en kalabalık ve
coşkulu 1 Mayıs’ını kutladı. İşçiler
sendikalarının önünde toplanarak
Hastane caddesini trafiğe kapatarak yürüyüşün başlayacağı yer olan
devlet hastanesine doğru sloganlar
atarak yürüdüler. Akansel işçileri
liman önünde bir araya gelerek ve
yürüyüş alanına sloganlar atarak yürüdüler. İşçi sendikalarının katılımı
oldukça yoğundu. Devlet hastanesi
önünde bir araya gelen binlerce işçi
ve emekçi Metropol miting alanına
doğru, “Krizin bedelini ödemeyeceğiz!.. Yaşasın 1 Mayıs” pankartının
arkasında yürüyüşe geçti. “Yaşasın 1
Mayıs, iş ekmek yoksa barışta yok, yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarıyla işçiler taleplerini dile getirdiler.
117 gündür direnişte olan AKANSEL
işçileri “Duydunuz mu! 117 Gündür
İşimiz İçin, Onurumuz İçin, Anayasal
Haklarımız İçin Direniyoruz” pankartı arkasında, “Direne direne kazanacağız”, “Limana sendika girecek,
başka yolu yok!”, “Yaşasın 1 Mayıs”
sloganları ile yürüdüler. 24 gündür
grevde olan Toros Tarım işçileri de
“Toros Tarım Grevci İşçileri” pankartı ile yürüdüler. Toros Devlet
hastanesinde 40 yaşını doldurduk-
işçilerinin duruma dikkat çekti.
Bursa'da 1 Mayıs
1 Mayıs İşçi Bayramı Bursa’da
uzun zamandan bu yana ilk defa bu
kadar yoğun bir katılımla kutlandı.
Demirtaşpaşa Mahallesinde başlayan
ve Fomara Meydanında biten yürüyüşe çeşitli sendika, kitle örgütleri,
partiler ve sol sosyalist dergiler katıldılar. Yürüyüş güzergâhı kitlelerin
yoğun olmadığı bölge olduğu için
isabetli bir tercih değildi. Polislerin
yoğun güvenlik önlemleri nedeniyle
katılımcıların miting alanına gelmeleri uzun sürdü. Kürsüde sunuculardan biri “Bu topraklarda Kürt, Türk,
Laz, Çerkez, Abaza, Gürcü, Alevi,
Sünni, Hıristiyan hangi etnik kökenden ve hangi dini inançtan olursa
olsun halkların beraber yaşamasında
hiçbir engel yoktur. Ama şovenizm
bu topraklarda kışkırtılmakta halklar vs. birbirine düşürülmeye çalışılmaktadır. Buna rağmen bizlerin
yan yana yaşamamızda bir problemimiz yoktur. Onun için hep bera-
ber birlikte yaşasın halkların kardeşliği birlikte haykıracağız.” dendi ve
kitle hep birlikte “Yaşasın Halkların
Kardeşliği” sloganını attı. (Ama bir
şey çok dikkat çekti. Bu topraklarda
en önemli sorun geniş emekçi kitlelerin Ermeni soykırımı konusunda şoven tavırlara sahip olması ve bu halkların kardeşliği için aşılması gereken
en büyük engeldir. Konuşmacının bilerek ya da bilmeyerek bu sorunu atlaması sadece sorunun büyüklüğünü
göstermeye yeter). Bütün kitle yerini
aldıktan sonra 1 Mayıs 1977’de ve diğer katledilen işçilerin anısına 1 dakikalık saygı duruşunda bulunuldu.
Saygı duruşu sırasında 1 Mayıs
marşı eşliğinde şehit olan işçilere şiir
okundu. Ardından platform temsilcileri Türk-İş 8. Bölge Temsilcisi
Mehmet Kanca, KESK Bursa Şubeler
Platformu adına Candan Coşkun ve
Birleşik Metal İş Sendikası Marmara
Bölge Temsilcisi Ayhan Ekinci sırasıyla konuşma yaptılar. Türk-İş
adına konuşan Kanca “Krize karşı
direndiğimizi, sermaye tarafından
krizin yükünü işçilere emekçilere
yüklemesini kabul edemeyeceğimizi
krizin sorumlusunun bizler olmadığımızı...” şeklindeki bilinen şeyleri
tekrarladı. Bu arada Kanca, konuşması sırasında devrimci sol gruplar
tarafından ıslıklarla ve sloganlarla
protesto edildi. Protestoları engellemek için KESK temsilcisi müdahale
etmek istedi fakat pek sonuç vermedi. Ne kadar krize karşı direnme
palavrasını söyleseler de direnişi
hiçbir zaman eyleme dönüştürmediklerini herkes biliyor. Daha sonra
Ayhan Ekinci “1 Mayıs 1977’de katledilen işçilerin önünde saygıyla eğildiğini ve Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamanın uzlaşma yolu ile değil, büyük
bir mücadele sonucu kazanıldığını”
belirtti. “Yarınları kazanmanın sadece mücadele ile gerçekleşeceğini”
söyledi. Konuşmasının devamında
“Asemat’ta 123, Asilçelik’te 93 gündür grevde olduklarını, işverenin “0”
zam dayatmasına rağmen sonuna
kadar direneceklerini bu onurlu mücadeleden geri adım atmayacaklarını
ve her ne pahasına olursa olsun her
türlü engelleme ve girişimlere rağmen onurla direnmeye devam edeceklerini…” vurguladı.
Yürüyüş ve miting sırasında işçiler
ve devrimciler yoğun olarak şu sloganları attılar:
“Direne direne kazanacağız.”,
“Sermayeye karşı omuz omuza.”, “İş
ekmek yoksa barışta yok.”, “İşçilerin
birliği sermayeyi yenecek.”, “Kurtuluş
yok tek başına ya hep beraber ya hiç
birimiz.”
Yürüyüşe katılım yaklaşık 8000
k işiydi. Mitinge; BMİS, KESK,
TÜRK-İŞ, BATİS, BAMİS, SP, DTP,
BDSP, Partizan, ESP, DHF, Halk
Evleri, DEV-LİS, DEV-GENÇ, ÖDP,
EMEP, Dernekler Platformu ve İşçi
Hakları Derneği katılım gösterdi.
Miting müzik dinletisi eşliğinde halaylar çekilerek son buldu. ✓
EK:3
Akansel işçilerine
uluslararası destek
Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
A
EK:4
kansel işçilerine destek
büyüyerek sürüyor. 29
Nisan 2009'da Petrol-İş
Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın
işçileri ziyaret ederek destek verdi.
Öztaşkın, bugün gelinen noktada
Türkiye'de sendikalaşma önünde
yasal ve gayri yasal engellerin olduğunu söyleyerek, "Biz örgütlenmek, sendikalaşmak istiyoruz
ama önümüze bin bir türlü engel
çıkarılıyor. İşçilerin örgütlenmesinin önüne çok katı engeller konuluyor. Bu engeller 12 Eylül askeri
yönetimince konmuştur ve bugün
halen mevcut 'Sendikalar Yasası'
ile 'Toplu İş Sözleşmesi Yasası', 12
Eylül'ün izlerini en fazla taşıyan
yasaların başında geliyor" dedi.
30 Nisan 2009'da Uluslararası
Taşıma İşçileri Federasyonu (ITF)
Kara Taşımacılığı Bölüm Başkanı
Mac Urata, Mersin Limanı'nda
işten çıkartıldıkları için 116 gündür eylem yapan işçileri ziyaret
ederek destek verdi. Urata, Mersin
Limanı'nda yaşananları rapor edip,
ITF Genel Sekreterliği'ne sunacağını söyledi. Saat 12.30'da yapılan
basın açıklamasına işçi aileleri, çocukları ve limanda çalışan işçiler
de katıldı. Sık sık "direne direne
kazanacağız, yaşasın işçilerin birliği" sloganları atıldı.
Urata konuşmasında, gerek limanın ana işletmecisi Mersin
International Port (MIP) ile gerekse de alt işveren olan Akan-Sel
yetkilileriyle görüşmelerde bulunduğunu söyleyerek sözkonusu görüşmelerde her iki firma temsilcilerinin de suçu birbirine attığını ve
bu durumda mağdur olanın liman
işçileri olduğunu belirtti. Urata;
"Mersin Limanında yaşanan gelişmeleri yakından takip ediyoruz.
2 yıllık özelleştirme sürecinden
sonra tek gördüğümüz, sadece kar
peşinde koşulduğudur. Sizlerin bu
şekilde mağdur edilmenizin tek
nedeni de kar hırsıdır. Onlar, işçilerin refahı ve güvenliğiyle ilgilenmiyorlar, bunu düşünmüyorlar"
dedi.
Urata, ülkesine döndüğünde
konu hakkında bir rapor hazırlayıp ITF Genel Sekreterliği'ne sunacağını da belirterek, konunun
takipçisi olacaklarını dile getirdi.
İşten atılan işçilerin yeniden işlerinin başına dönmesini talep ettiklerini ve işçilerin sendika çatısı
altında örgütlenmesi önündeki
engellerin kaldırılmasını istediklerini kaydeden Urata, söz konusu
talepler kabul edilinceye kadar eylemin devam edeceğini açıkladı.
Limandaki bazı işlerin Akan-Sel
firmasından alınarak yeni kurulan MPO adlı firmaya devredildiğini ve bu firmayla ilgili kuşkulu
olduklarını ifade eden Urata, bu
noktada liman yönetiminden
açıklama beklediklerini söyledi.
Liman işleticisi veya alt işverenin
her kim olursa olsun limanda çalışanların iş güvenliğinin, işten atılmama garantilerinin her zaman
sağlanması gerektiğini vurguladı.
Urata, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Bu sorun çözülene kadar
ITF ve dünyadaki 500 ortağı, bu
mücadelenizi destekleyecek. Eğer
birkaç gün daha bu mücadelenizi
sürdürürseniz, zafer kazanacağımıza inanıyorum."
TÜMTİS Genel Başkanı Kenan
Öztürk ise, Mersin Limanında
116 gündür hukuksuzluk yaşandığını ileri sürerek, liman işçilerinin
haklarına saygı gösterileceği yerde
baskı kurulmaya ve yeni paravan
şirketler devreye konularak işçilerin mücadelesinin kesilmeye, işe
geri dönüşlerinin engellenmeye
çalışıldığını söyledi.
YDİ -Çağrı / Mersin
02.05.2009 √
Asil Çelik işçisi direnişi
yükselteceğini duyurdu...
20
08-2010 Tis görüşmeleri, ücretsiz izinlere
çıkarmalar ve işverenin
“0” zam dayattığı Asil Çelik işçisi
bilindiği gibi 30 Ocak’tan beri
grevini sürdürüyor. 65 günü dolduran greve rağmen işveren krizi
fırsat bilerek,”0” zamdan geri adım
atmıyor. Ocak’tan beri defalarca
yapılan görüşmeler bu güne kadar bir sonuç vermedi. Asil Çelik
işçisi çok ağır koşullarda bu grevi
yürütüyor. Ücretsiz izinlere çıkarmalarda sendikanın yaptığı taktik hatalar ve bu grev sürecinde
yer yer pasif davranmaları işçileri
huzursuz ederek sendikaya karşı
tepkinin gelişmesine neden oluyor. İşveren de bu ortamı elinden
geldiği kadar iyi kullanıyor. Grev
kavgasını diri tutmak, moral üs-
tajı gerekmektedir. Sendika şubesi
bir grup işçiyle birlikte fabrika
kapısında toplanır. Burada da yatırımın montajının ''yasal'' olduğu
işçilere bildirilir.
Ancak işçilerin büyük çoğunluğunun tepkisi ile karşılaşılır.
Bunun üzerine şube, tüm çalışanlarını ayın altısında Asil Çelik
önünde toplanmaya çağırdı. O
gün şube sekreteri E.Bektaş kısa
bir açıklama yaptı: “Yatırım malzemelerinin montajı için gelecek
olanlar hiçbir şekilde içeri alınmayacak” dedi. Bunun üzerine Asil
Çelik işçisi “sonuna kadar direneceğiz. Birazdan Selçuk başkan
gelecektir o gerekli açıklamayı yapacaktır.” dedi.
Daha sonra Selçuk başkan “dışardan hiçbir şey içeri bırakılma-
tünlüğünü elde tutmak, daha aktif
eylemlikler, dayanışma geceleri aileleri ve esnafı dahil etmek için çok
çeşitli eylemlikler yapılmalıydı,
yapılmalıdır. Bu öneriler işçiler
tarafından getirilmesine rağmen
ne sendika şubesi ne de sendika
merkezi dikkate alıyor. Doğal olarak sendikaya olan güven tartışılır
duruma geliyor. Şube yönetiminde
olan kimi sorumluların, uzlaşmacı
ve pasif tavırlar takınmaları eylemin diriliğini kırıyor.
Kısa zaman önce işveren tarafından yatırım malzemesi içeri
alınmak isteniyor. İşçiler haberdar olduklarında bunu engellemek gerektiğini belirttiler. Ama
sendika şube yönetimi yatırım
malzemelerinin içeri alınmasının
yasal olduğu açıklamasını yapıyor.
İşçilerin tepkisine karşılık 'yasalara
göre hareket edersek bir şey yapamayız' deniyor. Bu gelişme üzerine
işçiler bu tavrın yanlış olduğunu
söylerler. İşveren açısından artık
bu yatırım malzemelerinin mon-
yacaktır. Bu süreç kavgalı bir süreç
olacaktır. Jandarma önümüze dikilse de direneceğiz. Yatırım yasal
olsa da, biz yasalara karşı değiliz ve
saygılıyız. ( Sayın başkana o zaman
sormak gerekir Disk ve BMİS’in 12
Eylül yasalarına karşı olduğu; ve en
önemlisi sendikalara getirilen anti
demokratik yasalara karşı olduklarını nasıl anlamak gerekir? Ama
bu reformist, sınıf uzlaşmacı tavrı
iyi anlıyoruz. Yeni de değildir. “ne
şiş, ne kebap” misalidir). Ama bu
süreç kavgalı süreçtir bunu sonuna kadar götüreceğiz. İşveren
boşuna bizi zorlamasın, bunların
üstesinden geliriz ve sonuna kadar
direneceğiz. Yatırım için taşeron
alımlarına fırsat vermeyeceğiz.
Hepimiz buna hazırlıklı olmalıyız.
Gerekirse Ankara’ya kadar yürüyeceğiz. Yönetimle konuşacağız
bir eylem planı çıkaracağız.” diye
duyurdu.
6.04.2009 Bursa
Bir YDİ Çağrı okuru √
IBM işçilerinin
mücadelesi sürüyor
B
İşçiler ayrıca başından beri sendikaları Tez Koop – İş’in beyaz
yakalıların örgütlenmesine önem
verdiğini bunun somut bir adımı
olarak da İstanbul 2 No’lu Şube
binasında Bilişim Örgütleme
Bürosu’nu faaliyete geçirdiğini ve
17 Nisan Cuma günü saat 12:30’da
bu büronun yapılacak açılışa tüm
dostları davet ettiklerini belirttiler.
Tüm beyaz yakalıları uyanmaya ve
örgütlenmeye çağırdılar.
Kriz bahane edilerek çeşitli işkollarında ve işyerlerinde toplu
işten çıkartmaların ve hak gasplarının yaşandığını, her geçen gün
işçi çıkaran işyerlerinin arttığını
buna karşı şu an yürüyen başta
ATV- Sabah grevi olmak üzere
tüm direnişleri selamladıklarını
dile getirdiler. Açıklamada bu
grev ve direnişlere tüm sendika ve
konfedarasyonların sahip çıkması,
mücadeleye öncülük yapmaları
istendi.
Ocak ayından beri süren ve kamuda çalışan 320 bin işçiyi kapsayan TİS görüşmelerinde bir
ilerleme sağlanamadığı belirtilen açıklamada Hava – İş ve Tek
Gıda –İş Sendikalarına işkolu itirazlarıyla, Deri – İş Sendikası’nı
soyarak, bilgisayar harddisklerini
çalarak Ergenekonla ilşkilendirmeye çalışılmasının ibret verici olduğunu ve tüm bunların amacının
muhalif sesleri bastırmaya yönelik
olduğu vurgulanarak bu karalama
ve baskılara son verilmesi istendi.
Açıklama boyunca “direne direne kazanacağız!, IBM işçisi yalnız değildir, işçiyiz haklıyız kazanacağız, yaşasın örgütlü mücadelemiz, zafer direnen emekçinin
olacak, işçilerin birliği sermeyeyi
yenecek, kurtuluş yok tekbaşına,
ya hep beraber ya hiç birimiz, söz
bitti sıra eylemde!” vb. sloganlar
sık sık atıldı.
Eyleme getirilen Tek Gıda – İş’in
ses aracında çalınan türkülerle coşkulu geçen açıklamanın sonunda
Tez Koop – İş sendikası İstanbul 2
No’lu Şube olarak İstanbul’da bu
yıl kutlanacak 1 Mayıs ile ilgili de
tavır belirttiler:
Birleşik, kitlesel ve görkemli bir 1
Mayıs kutlaması yapılmasını istediklerini 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi ve Taksim’in 1 Mayıs alanı
olarak işçilere açılmasını istediklerini, fakat 1 Mayıs öncesi gündemin merkezinde sadece alan değil
taleplerin yükseltildiği, kitlesellik
ve mücadele coşkusunu yaratma
hedefinin de yer alması gerektiğini
belirttiler.
Nisan 2009 √
N
isan 2008’de Düzce ve
İ s t a nbu l ’ d a bu lu n a n
DESA deri fabrikasında
çalışan işçiler, sendikal haklarını
kullanarak Deri İş Sendikası’na
üye oldu la r. DE SA pat ronu
Düzce’de sendika üyesi olan 41
işçiyi, İstanbul Sefaköy’de 1 işçiyi
işten çıkardı. 1 yıldan bu yana işten atılan işçilerin işlerine sendikalı olarak dönme mücadelesi sürüyor. İstanbul Sefaköy’de Emine
Arslan tek başına bütün saldırılara
rağmen, DESA önünde direnişini
sürdürüyor. Emine Arslan DESA
direnişinin sembolü haline geldi.
Deri-İş Sendikası İzmir Şubesi,
DESA direnişinin birinci yılında
Konak Eski Sümerbank önünde
bir basın açıklaması yaptı.
Basın açıklamasına TÜMTİS
İzmir Şubesi kendi pankartı ve üye
işçilerle katılırken, diğer sendikalardan Tek Gıda İş, Tez Koop İş
vs. katılım temsilci düzeyinde idi.
Basın açıklamasına Deri İşçileri
Derneği üyeleri de katıldı.
Basın açı k lamasını Deri-İş
Sendikası İzmir Şube Başkanı
Makum Alagöz okudu.
“Direnişlerini sürdüren üyelerimize yönelik para ve iş teklifleri ile
başlayan gözaltılar, açık tehditler
ve gözdağı vermelerle süren manevralar geçtiğimiz günlerde yeni
bir boyut kazanmıştır. Hükümete
yakınlığı ile bilinen Samanyolu
TV eliyle Sendikamıza yönelik
çirkin ve düzmece bir iftira kampanyası başlatılmıştır. Adı geçen
televizyon, Sendikamızca DESA
işyerlerinde yürütülen yasal ve
haklı örgütlenme mücadelesini
“Ergenekon tertibi” olarak nitelemiş, Sendikamızı kamuoyunca
Ergenekon” olarak bilinen yasa
dışı oluşumla bağlantılı imiş gibi
göstermeye çalışmıştır. Aynı yayın içerisinde sözlerine yer verilen,
üyelerimize yönelik eylemlerinin
yasa dışılığı mahkeme kararlarıyla
da tespit edilmiş bulunan DESA
işvereni ise, tüm işverenleri kendilerinin yasa tanımaz tavrına ortak
olmaya çağırmıştır.
Bu çirkin kampanyayı takiben
önce Sendikamızın web sitesi
çökertilmiş, 30 Mart gecesi ise
İstanbul’da bulunan genel merkezimize girilerek yazılı ve görsel arşivimizin bulunduğu bilgisayarlar
ve kameralar çalınmıştır. Birbirini
izleyen saldırıların tesadüf olmadığı açıktır.
Ancak tüm bu saldırılar, Türkiye
Deri-İş Sendikası’nı, kuruluşundan bu yana en zor koşullarda bile
ısrarla koruduğu mücadele geleneğinden bir adım bile saptırmayacaktır. Bugüne dek işverenler
ve yandaşlarının her türlü baskı
ve oyununa, her türden yasa dışı
uygulamasına kararlılıkla karşı
koymuş olan Deri-İş, deri işçilerinin yasal ve meşru temsilcisi
olarak bundan sonra da üyelerinin ve tüm işçi sınıfının hakları
uğruna mücadelesini aynı azimle
sürdürecektir.”
Basın açık laması sırasında;
“DESA işçisi yalnız değildir!, İş,
ekmek yoksa, barış da yok!, Yaşasın
sınıf dayanışması!, Satılmış medya
istemiyoruz!, DESA şaşırma, sabrımızı taşırma!, Yaşasın örgütlü
mücadelemiz! Direne direne kazanacağız!, Yaşasın onurlu mücadelemiz!” sloganları atıldı.
Yaşasın sınıf dayanışması!
İşçi ler i n bi rl iğ i ser mayey i
yenecek!
11 Nisan 2009
YDİ Çağrı/İzmir √
Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ir bilişim sektörü olan
IBM’de çalışanlar bir yıldan fazladır sendikalaşma
mücadelesi veriyor.
Hatırlanacağı gibi çalışanlar,
şimdiye kadar üyesi oldukları Tez
Koop – İş Sendikası’nın İstanbul 4
No’lu Şubesi’nin Levent’teki IBM
Genel Merkezi önünde yaptığı
basın açıklamaları ile gelişmeler
hakkında kamuoyunu bilgilendiriyor ve tüm emek dostlarını
mücadelelerine destek olmaya
çağırıyorlardı.
Çalışanlar yine bu amaçlarla
aynı yerde böyle bir basın açıklamasını 9 Nisan 2009 günü bu kez
Tez Koop – İş Sendikası İstanbul
2 No’lu Şube ile birlikte yaptılar.
Sendikanın büro çalışanları ve örgütlenme uzmanlarının yanısıra
IBM ile ilgili yapılan tüm eylem
ve etkinliklere destek veren EMO
İstanbul Şubesi yöneticileri ile Tek
Gıda – İş Sendikası Genel Merkez
ve Şube yöneticilerinin de katıldığı
açıklamada “IBM’de sendikal haklara saygı istiyoruz!” Tez Koop – İş
Sendikası imzalı pankart açıldı.
“IBM’de sendika düşmanlığına
son!, Direne direne kazanacağız!,
IBM işçisi yalnız değildir!, IBM’de
işten atılan temsilciler geri alınsın!, IBM’de mühendis, üniversitede şoför, Migros’ta kasiyer işçiyiz
Tez Koop – İş’liyiz!”, vb. dövizler
taşındı.
Açıklamada işçiler 2008’in başından bu yana sendikal mücadele
verdiklerini, patronun o günden
bu yana işkoluna, çoğunluğa itiraz ederek ve sudan gerekçelerle
üç temsilciyi işten atarak sendikalaşmayı engellemeye çalıştığını
belirttiler. Diğer açıklamalarında
olduğu gibi patronu bir kez daha
kınadılar.
Bu hafta hem işkolu, hem çoğunluk ve hem de işten atılmalarla
ilgili görülen davaların duruşmasının yapıldığını, işkolu itirazı ve
çoğunluk davası ile ilgili bilirkişi
raporlarının gerçeği içermesi ve
patronun kanıtsız suçlamalarıyla
gülünç duruma düşmesinin kendilerinin kazanacağının somut
delilleri olduğunu belirten işçiler,
önümüzdeki ayda karar alınacağını ve bu kararın TİS yolunu açacağını belirttiler.
Bu itirazları ile çalışanların bir
yılını çalan patronu, şimdiye kadar yaptığı gibi süreci uzatmaya
yönelik tavırlarından vazgeçmeye
çağıran işçiler şimdiye kadar hiçbir yerde haklı çıkmayan patronu
boşuna davayı temyize göndermemesi yönünde de uyardılar.
DESA direnişinin 1. yılında
Deri İş’ten açıklama
EK:5
Bilinçli bir işçi anlatıyor....
Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
M
EK:6
erhaba, yaklaşık üç yıldır
bir ecza deposunda çalışmaktayım. Bu üç yıl zarfında yöneticilerin biz çalışanların
çalışma koşullarını, her geçen gün
nasıl çekilmez hale getirdiklerinin
öyküsünü, elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım.
Bu ecza deposu kooperatif bir işletme. İşe ilk başladığımda çalışma
koşullarının diğer özel depolara göre
biraz daha rahat olacağı kanısındaydım. İlk başlarda öyle de oldu. Fakat
gün geçtikçe, var olan yönetici kademesi değiştikçe, üzerimizdeki baskılar
ağırlaşmaya ve çalışma koşullarımız
çekilmez hale gelmeye başladı. Ecza
depoları, eczanelere bağlı olarak mesai saatlerini belirlemekteler. Yani eczaneler ne zaman açıksa, ecza depoları
hizmet vermek durumundalar. Bölge
ve şehirlere göre eczane mesai saatleri
farklı olabiliyor. Bir şehirde Cumartesi
öğleye kadar açıksa, bir başka şehirde
kapalı olabiliyor. Benim çalıştığım
şehirde eczaneler Cumartesi kapalı,
fakat bizler Cumartesi çalışıyoruz.
Yaptıracak mutlaka bir iş buluyorlar
ve hiçbir iş bulamasalar, temizlik yaptırıyorlar. Nasıl olsa daha fazla çalıştırınca yanlarına kar kalacak, neden
çalıştırmasınlar ki!
Günlük mesai saati 8 saat olarak
gösteriliyor fakat bizler, en az on
buçuk saat çalıştırılıyoruz. Ve gün
boyu yalnızca otuz dakikalık öğle
yemeği molası var. (Bu arada öğle tatillerimizle ilgili bir olayı anlatmak
istiyorum. İlk başlarda öğle tatili bir
saatti. Fakat işlerin çok yoğun olması
bahanesiyle öğle tatilini kırk dakikaya düşürdüler. Bu yetmezmiş gibi,
işletme müdürü bizi denetlemek için
geldiği bir sırada hiç utanmadan, yemek saatinin uzun olduğunu, yarım
saatin bize yetebileceğini buyurdular. Ve artık tüm ihtiyaçlarımızı bu
yarım saate sığdırıyoruz.) Ellerinden
gelse onu da kaldıracaklar ama yemek
yemeyince çalışamayacağımız için,
maalesef buna göz yummak zorunda
kalıyorlar.
Bizler daha önce aylık ortalama yüz
lira fazla mesai ücreti alıyorduk. Fakat
bu ücreti vermemek için çalışma saatlerini değiştirip vardiya sistemine
geçiyoruz dediler. Bu uygulamayla ücretlerimiz en az yüz lira düşmüş olacaktı ve bizler doğal olarak buna itiraz
ettik. Yöneticiler dediler ki, bu uygulamayla ailenizle daha fazla zaman
geçireceksiniz, daha fazla dinleneceksiniz. Sonrasında buna mecburen
razı olundu. (Zaten hiçbir örgütlülüğü
olmayan ve sürekli bir biriyle çekişen
ve aynı kaderi paylaştığı çalışma arkadaşının kuyusunu kazanların başka
yapabileceği bir şeyi de yoktu.) Fakat
ben ve bir arkadaşım, çalışma saatlerimizi hesapladığımızda, eskisine
göre daha fazla çalıştığımızı gördük.
Ve bunu mesai arkadaşlarımıza aktardık. Zaten bu vardiya sisteminde
çalışanların hemen hepsi memnun
değildi. O zaman dedik ki, topluca
gidip bu uygulamayı istemiyoruz diyelim. Ve sonra topluca işletme şefinin karşısına çıktık. Sorunumuzun ne
olduğunu sorduğunda, kimse konuşmayınca konuşmak zorunda kaldım
ve sorunları tek başıma aktardım. Ve
tüm arkadaşlar olarak da bu düşüncede olduğumuzu ifade ettim. Şef diğer
işçilere dönüp, “Bu arkadaşınızın anlattıklarına katılıyor musunuz, başka
konuşmak isteyen var mı?” dediğinde,
bir kişi dışında hiç kimse konuşmadı.
Şef’e, “Sizin karşınıza çıkmadan önce
benim saydığım tüm sorunlardan
şikâyetçilerdi fakat sizin karşınızda
konuşmuyorlar”, dedim. Şef dedi ki,
“O zaman arkadaşınızın anlattığı bu
sorunlara katılıyorsanız el kaldırın.”
Fakat birkaç kişinin dışında elini kaldıran olmadı. Ve şef bu durumu işletme müdürüne aktaracağını söyledi.
Ertesi gün işletme müdürü ile beraber
şef, beni odalarına çağırıp sorguya
aldılar. Müdür bana, “Arkadaşların
bu sorunları bize topluca aktarmaları
için senin onları yönlendirdiğini söylediler. Seni kovarım. Bir daha ağzını
açmayacaksın. Eğer bir sorunun varsa
beni arayıp ilet. Topluca gelmekte ne,
kesinlikle topluca gelmeyeceksiniz.
Dışarıda binlerce üniversite mezunu,
yerini alacak sayısız insan var. İşinin
kıymetini bil ağzını açma.” Yaklaşık
yarım saat boyunca işimi kaybetmemek pahasına beni aşağılayan bakışlara ve sözlere katlandım.
Bu olay, bu kadar kötü sonlanmasına rağmen bir takım iyileşmeler
oldu çalışma koşullarımızda. Yani bu
kadar örgütsüz ve kişiliksiz bir karşı
duruş bile, bunları korkutmaya yetiyor. Örgütlenmemizden ödleri kopuyor. Bu burjuva uşakları, işletmede
çalışan işçilerden daha iyi biliyor işçiler örgütlenirse onların güçleri karşısında hiçbir şeyin duramayacağını.
Ama maalesef işçilerin bundan haberi
bile yok. Elbette bu habersizlikte biz
sınıf bilinçli işçi ve devrimcilerin de
sorumluluk payı var.
Daha sonra süreç içerisinde bu birazcık iyileşmenin yerine adım adım
daha ağır koşullar getirildi. Gece
vardiyasında olmasanız dahi, işlerin
yoğun olduğunu söyleyip artı hiçbir
ücret ödemeksizin bizleri günde bir
saat, kimi zaman daha fazla çalıştırmaya başladılar. İş yoğunluğu artıp,
bizim omuzlarımıza daha fazla yük
bindikçe, yani işletme daha fazla kazandıkça, bizim ücretler yerinde saymaya devam etti.
Herhangi bir aksaklıkta, sizin bundan sorumluluğunuz olsun ya da olmasın, yönetici tarafından hesap sorulur ve size cevap hakkı yoktur. Size
düşen sadece dinlemek, itaat etmek
ve söyleneni kabul etmektir. Yaşanan
herhangi bir sorunda, yönetici sizden
hesap sorar ve siz durumun farklı
olduğunu anlatmaya çalışırsınız fa-
kat siz, hemen yönetici tarafından
“sus sana cevap vermemeyi bir türlü
öğretemedim”, şeklinde azarlanarak
susturulursunuz. Yani kendinizi savunma hakkınız dahi yoktur. Tam bir
despotizm yaşanmaktadır.
Kendine insanım diyen ama insani
değer ve yargılardan bihaber olan,
yalnızca ve yalnızca kariyeri ve dolgun maaşını düşünen, kendilerine
sağlanmış olan ayrıcalıkların artması
ve devam etmesi için her şeyi yapan
insanların emrinde çalışmak ve kaderimin bu insancıkların iki dudağı
arasında olması, var olan bu aşağılık
sömürü sistemine karşı nefretimi taze
tutuyor ve mücadele hırsımı biliyor.
Biz işçilere, işveren ya da onların
çanak yalayıcı yöneticileri tarafından
yapılan saldırılara karşı, gerçek bir
karşı duruş sergilememiz için örgütlenmek durumundayız. Çünkü bizim
gücümüz örgütlenip birlikte hareket
etmemizden gelir. Fakat şu ya da bu
patron, şu ya da bu yönetici hedefimizde olmamalıdır. Mücadele hedefimiz, bizleri ölmeye çok, yaşamaya
az bir ücrete mahkum eden, (tabi
çalışacak bir işiniz varsa, eğer yoksa
vay halinize) her gün geleceksizlik endişesiyle güne başlarken, acaba işten
atılırsam ne yaparım, yaşamımı nasıl
sürdürebilirim, diye düşünmek zorunda bırakan kapitalizme olmalıdır.
Bütün bir ay gerçek birer köle gibi
çalışıyor fakat aldığımız ücret yal-
1
nızca bizi (yetersiz) doyurmaya yetiyor. Sinema, tiyatro ya da her hangi
bir yere gidip eğlenmek, yılda bir her
hangi bir yere ya da şehre gidip tatil
yapmak olanağını çok zor buluyoruz. Zamanı ve parayı denkleştirdiğimiz çok ender oluyor ya da hiç
olmuyor. Bunlardan herhangi birini
yaptığımızda ise birçok şeyden ödün
veriyoruz.
Yapamadığımız, mahrum olduğumuz ve maruz kaldığımız birçok şeyi
daha sıralamak mümkün. Ama bu kadarı bile yeter bu sömürü düzenin ne
kadar kokuşmuş ve zamanını doldurmuş olduğunu göstermeye.
Bunların böyle sürmesi de, sürmemesi de biz üretenlerin elinde. Biz
üreteniz! Biz halkız! Biz milyonlarız!
Sömürücüler ise bir avuç. Bizim örgütlü gücümüz karşısında bu parazitlerin yaşama şansı yoktur dediğimizde, büyük insanlık hak ettiği gibi
yaşama şansına erişebilecektir.
Fakat doğru temelde bir örgütlenmeyle anca k zafere u laşabiliriz; Lenin’in ve önderliğindeki
Bolşeviklerin yöntem ve metotlarını
doğru temelde kavrayıp, Bolşevik bir
mücadele anlayışı kazandığımızda ve
bunu uyguladığımızda, barbar kapitalist sömürü sistemini tarihin çöplüğüne atacağız. Ve büyük insanlığın,
barış ve huzur içinde yaşayabildiği,
ezenin ve ezilenin olmadığı, sınıfsız,
sömürüsüz bir dünyayı kuracağız.
Adana’dan sınıf bilinçli bir işçi.
05.04.09 √
Deri İşçileri Derneği
1 yaşında!
2 Nisan 2008’de Deri İşçileri
Dayanışma ve Yardımlaşma
Derneği kuruldu. Deri-Der,
deri işçileri arasında birliği ve
dayanışmayı örgütlemek, esnek
üretime, taşeronlaştırmaya ve
parça başı üretime karşı işçilerin haklarını savunmak, sendikal
örgütlülüğü geliştirmek, sağlıksız,
sigortasız çalışma koşullarına karşı
mücadele etmek, işçileri iş hukuku
konusunda bilgilendirmek için
yola çıktı.
1 yıl içinde iş hukuku ve işçi hakları seminerleri yapıldı. İşçilerin
haklarını gasp eden patronlara
karşı davalar açıldı. İşçilerin sosyal ve ekonomik sorunları ile ilgili
söyleşiler yapıldı, broşürler çıkarıldı. Güncel ve tarihsel mücadeleler ilgili eylemlere katılındı, çeşitli
direnişlere destek sunuldu vs.
Deri-Der birinci yılını, deri
işçileri havzası olan Basmane
Kapılar’da yaptığı bir etkinlikle
kutladı.
Et k in li k Deri-Der Başka nı
Süleyman Aslan’ın yaptığı konuşma ile başladı. Süleyman Aslan
konuşmasında, bir yıl içinde DeriDer’in yaptığı faaliyetler hakkında
bilgi verdi. Deri-Der’in bir yıllık
faaliyetlerini konu alan slayt gösterisi yapıldı.
Serbest kürsü bölümünde konuşan deri işçileri, işyerlerinde yaşadıkları sorunları, deri işçilerinin
ortak sorunlarını anlatarak, deri
işçilerinin birlikte mücadele ederek, örgütlenerek sorunlarının
üstesinden gelebileceklerini, DeriDer’in önemli bir araç olduğunu
vurguladılar.
Etkinliğe Deri-İş Sendikası İzmir
Şube Başkanı Makum Alagöz,
İstanbul Zeytinburnu Deri İşçileri
Derneği Başkanı da katılarak birer
konuşma yaptılar.
Etkinlikte, “Yaşasın DESA direnişimiz!, Yaşasın sınıf dayanışması!” sloganları atıldı.
Et k i n l i k g r up Yapıc ı la r ı n
Türküsü’nün söylediği türküler
eşliğinde çekilen halaylarla son
buldu.
11 Nisan 2009
YDİ Çağrı/İzmir √ √
Toros Gübre'de 6. grev
T
Öztaşkın daha sonra
toplu iş görüşmelerinden olumlu
sonuç alamadıkları için 7 Nisan
2009 tarihinde greve başlayan
Toros Tarım işçilerini de ziyaret
etti.
Saat 13.00’e doğru Toros Gübre
önüne gelen Öztaşkın konuşmasını; “ Bugün grevimizin 23. günündeyiz. Eski adıyla Akdeniz
Gübre yeni adıyla Toros tarım işçileri olarak 23 gündür emek ve
onur mücadelemizi sürdürüyoruz.
Bu grev Türkiye’deki krizin bir iş
yerine yansıması ve bu krizin etkileri sonucunda çıkılan bir grevdir.
Çünkü kriz Türkiye ekonomisini
vurmuştur ve derinden etkilemiştir. Üretim düşmüştür, kapasite
kullanımları % 60’lara kadar gerilemiştir. İşsizlikte rakamlar patlamıştır. Kriz başladığından bugüne
geçen 6 aylık süre içerisinde 850
bin işçi işini kaybetmiştir. Krizin
sonuçları itibariyle işsizlik her geçen gün artmaktadır. Krize neden
biz değiliz, çalışanlar değil. krize
karşı kaynak aktarılması ve korunması gereken insanlar biziz.
Öncelikle işimizin, ekmeğimizin
ve krize karşı sosyal koruma adı
altında paketlerin hükümet tarafından açıklanıp, devletin elindeki
bütün kaynakların krize karşı
emekçileri koruyan bir sosyal pakete dönüştürülmesi gerekiyor. ”
şeklinde sürdürdü.
Petrol – İş Sendikası Başkanı
Mustafa Öztaşkın konuşmasının
devamında ise; “ Bu iş yerinde hiçbir talebimiz olmamasına rağmen
ne yazık ki 23 gündür grevdeyiz.
Biz burada bütün idari ve sosyal
maddelerdeki teklif lerimizi geri
çektik. Sadece gerçekleşmiş enflasyon oranında ücretlerimizin arttırılmasını istedik. Durumumuzda
bir iyileşme, bir refah artışı istemedik. Var olan durumumuzu
korumak istediğimizi, ücretlerimizin geçen yıl gerçekleşen enflasyon oranında arttırılıp, reel
kayba uğramamasını talep ettik.
Tek istediğimiz geçen yıl % 10.06
oranındaki enflasyon rakamının
birinci yıl ücret zammı olarak uy-
umutsuzluk yoktur. Aksine mücadele kararlılığı, kazanma isteği,
kazanıncaya kadar bu mücadeleyi
sürdürme inancı vardır. Grevi kırmaya yönelik yapılan girişimlerin
hiçbir anlamı yoktur. Biz buradayız. Sendikanın en yetkili kişileri
buradadır. Uzlaşmak istiyorsanız
buradayız. Talebimizde ortadadır.
” dedi.
Akan-sel işçileri, sendikalar ve
sivil toplum örgütleri de grevdeki Toros Gübre işçilerine destek
verdiler.
Açıklamadan sonra Mustafa
Öztaşkın Petrol - İş Sendikası
Mer si n Şub e B a ş k a n ı Ad i l
Alaybeyoğlu ve Toros Tarım
İşçileri, Ceyhan Toros Tarım’da
grev yapan işçileri ziyarete gitti.
YDİ Çağrı Mersin
02.05.2009 √
Yükselen değerimiz:
Açlık ve yoksulluk sınırı
T
ürk İş, belli aralık larla
uluslararası kabul gören istatistiki normlar temelinde
Türkiye’de açlık ve yoksulluk sınırı ile ilgili araştırma yapıp, sonuçlarını yayınlıyor.
Uluslararası istatistik normları
açlık sınırı olarak, günde kişi başına 1 dolar ve daha az geliri sayıyor. Bununla kişinin ölmemek için
gerekli gıda maddelerine ulaşacağı
var sayılıyor.
Tü rk İş a r a şt ı r ma la r ı nd a ,
Türkiye’de ortalama aile büyüklüğü olan dört kişilik bir aileyi baz
alarak hesap yapıyor. Açlık sınırı
hesaplamasında 4 kişilik bir ailenin aylık çıplak gıda masraf ları
hesaplanıyor. Yoksulluk sınırı hesaplarında ise buna yaşamak için
gerekli diğer zorunlu harcamalar
(konut, giyim, ulaşım, haberleşme,
eğitim, sağlık vb. masraf ları)
ekleniyor.
Türk İş’ in açı k lanan Mar t
2009’a ait araştırma sonuçlarında
Türkiye’de Açlık Sınırı yükseliyor.
Araştırma sonuçlarına göre dört
kişilik bir ailenin sadece sağlıklı
beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı, yani
açlık sınırı 744,65 TL. Gıdanın
yanı sıra yapılması zorunlu konut,
ulaşım, giyim, eğitim, haberleşme
ve benzeri harcamalar da dikkate
alındığında, gerekli tutar, yani
yoksulluk sınırı ise 2 bin 425,55
TL. Bu Türkiye’de bir ailenin yoksulluk sınırında yaşaması için o
eve en az 4,6 kez asgari ücret tutarında gelir gerektiği anlamına geliyor. Türk-İş’in çalışmasına göre
dört kişilik ailenin bir önceki yıla
göre yapması gereken ek harcama
tutarı, gıda için 48 lira, toplam
harcamalar için 156 liraya ulaşıyor. Yani açlık ve yoksulluk sınırı
yükseliyor!
Şimdi bir de ekonomik kriz yaşanıyor. Yoksul emekçiler daha
da yoksullaşırken, fiyatlar artıyor.
Yoksullar açlık sınırına doğru itiliyor. Milyonlarca emekçi bugün
çıplak canını sürdürebilmek için
yiyeceğinden, gıdasından kesinti
yapmak durumunda. Kriz en çok
en yoksulları vuruyor. Bu duruma
egemenlerin bulduğu “çare”, emekçilerden alınan devlet ve belediye
gelirlerinin bir bölümünü yoksulların en yoksullarına sadaka olarak dağıtmak! Böylece bir yandan
emekçilerin parasını emekçilere
dağıtırken “hayırlı bir iş” yapmış
hayırseverler olarak tanıtıyorlar
kendilerini, diğer yandan milyonlarca emekçiyi kendilerine bağlı
dilenci durumuna düşürüyorlar.
Bu yolla toplumsal bir patlamanın
önüne de geçmiş olduklarını düşünüyorlar. Bunda şimdilik haksız
da değiller. Ama şimdilik!
Her uykunun bir sonu vardır.
Emekçilerin de egemenlerin yutturduğu uyku ilaçlarının etkisinden kurtulup, uyanacakları, kendi
davalarına sahip çıkacakları, hesap soracakları günler gelecektir.
Emekçilerin yarattığı toplumsal
zenginliğin emekçiler tarafından,
emekçiler lehine dağıtıldığı bir
toplumda açlık ve yoksulluk sınırları da kalmayacak; bugünün
Türkiye’sinin yükselen bu değerleri tarihe gömülecektir.
28 Mart 2009 √
Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ekfen Holding'e ait Toros
Tarım İşletmeleri'ne bağlı
Mersin ve Ceyhan fabrikalarında, işveren ile Türk-İş arasında
8 Ocak tarihinden 7 Nisan’a kadar
yürütülen toplu iş sözleşmeleri görüşmelerinden patronun sıfır zam
önerisinde diretmesi sonucu sonuç
alınamayınca, her iki iş yerinde de
işçiler 7 Nisan’da greve gitti.
Bu işyerinde 5 grev yaşayan işçiler, “BU İŞ YERİNDE GREV VAR”
yazısını işyerinin önüne asarak, 6.
grevlerinde davul zurna ile halaylar çekip “Direne direne kazanacağız” sloganını attılar.
Grevin 23. günü Petrol-İş Genel
Başkanı Mustafa Öztaşkın işçileri ziyaret etti. Öztaşkın önce
sabah saat 10.00 da Liman A kapısı önünde 115 gündür direnen
Akan-Sel işçilerini ziyaret ederek
burada işçilerle sohbet etti. Burada
bir konuşma yapan Öztaşkın şunları söyledi; “Biz örgütlenmek,
sendikalaşmak istiyoruz ama önümüze bin bir türlü engel çıkarılıyor. İşçilerin örgütlenmesinin
önüne çok katı engeller konuluyor.
Türkiye’de ne yazık ki sendikalaşma hakkı engelleniyor, hem de
yasalarla engelleniyor. Çünkü gerek Sendikalar Yasası gerek GrevToplu İş Sözleşmesi Yasası neredeyse sendikalaşmamanın ve neredeyse toplu iş sözleşmeleri yapmamanın yasası haline getirildi. Biz
işçilerin özgürce örgütlenmelerini
istiyoruz. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin
demok ratik leşmesinin önünü
açacağını düşünüyoruz. Örgütlü
bir toplumun yaratılacağını ve
Türkiye’nin en temel sorunlarının
ancak örgütlü bir toplumla çözülebileceğine inanmaktayız.”
Burada bir konuşma yapan;
Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri
S end i k a sı (T Ü M T İS) G enel
Başkanı Kenan Öztürk ise, “115
gündür eylemde olduklarını ve talepleri kabul edilinceye kadar da
söz konusu eylemi sürdürmekte
kararlı olduklarına” dikkat çekti.
Alkışlarla limandan ayrılan
Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa
gulanmasını istedik. Buna rağmen
ne yazık ki kendimizi grevde bulduk. Burada işveren iki yıl için %
0 zammı teklif etmiştir. 2 yıllık %
0 zam karşısında sendikanın ve işçilerin yapacağı hiçbir şey yoktu.
Biz bir şey istemiyoruz. Bizimde
talebimiz 0 anlamına gelebilecek bir taleptir. Biz yatay bir düzlemde ücretlerimizin korunmasını
istiyoruz. Biz bu grevi başarıyla
sürdürmeye devam edeceğiz. Bu
insanların sırtından miyarlarca
liralık karlar elde edilirken karı
paylaşmayan bir işverenin, bugün
zararı paylaşalım mantığıyla 0
zammı bize dayatması kabul edilemez. Biz bu durumu kabul etmediğimiz için bu greve başladık.
Bizim taleplerimiz dikkate alınıncaya kadar bu grevi sürdürmeye
kararlıyız. Bir tek arkadaşımızda
kafasında soru işareti yoktur ve
EK:7
Türk Metal üyesi
bir işçi yazıyor...
Türk Metal Sendikasına
üye bir işçi olarak
bu hırsızları bizlerin
aidatlarıyla darbe,
mafya, gayrı menkuller,
lüks yaşam vs. sürmeleri
nedeniyle utanç
duyuyorum. Ama Nazım’
ın deyimiyle “demeğe
de dilim varmıyor ama
kabahatın çoğu senin,
canım kardeşim!”.
Mayıs 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
B
EK:8
ilindiği gibi Ergenekon soruşturmasının 11. dalga
operasyonunda Türk Metal
Sendikası Başkanı Mustafa Özbek
de çetenin finansmanı suçu ile tutuklanmıştı. Ne kadar faili meçhul cinayet ve darbe girişimi varsa
altından bu Ergenekon çetesinin
çıktığını hep birlikte gördük. İşçi
düşmanı Mustafa Özbek haininin
evinde ve kendisine bağlı bulunan ART (Avrasya TV)’de yapılan
araştırmalarda ele geçirilen belgeler yine Ergenekon çetesinin kasasının Mustafa Özbek olduğu nu
gösteriyor. Sendika üyesi işçilerin,
emekçilerin aylıklarından kesilen
birer yevmiye sendika aidatlarını farklı amaçlar için kullanan
Özbek, kamuoyu önünde belgelerle
beraber suçüstü yakalanmasına
rağmen Türk Metal Sendikasının
Ocak 2009 114. sayılı aylık dergisi
şahsen Türk Metal Sendikasına
bağlı bir işçi olarak benim onuruma dokundu. Suçüstü yakalanmasına rağmen hala böyle bir kişiliği sanki bu güne kadar işçileri
savunmuş biriymiş gibi üzüntüsünü belli eden kara kaplı bir dergi
basıp sonra da derginin ön kabından arka kabına kadar ondan
bahsetmeleri beni daha da öfkelendirdi…! Toplu sözleşmelerde 'şu
kadarın altına imza atarsam şerefsizim' diyerek haykıran bu sendika
ağası bir yandan kendi koltuğunu
garantiye almış sefasını sürüyor,
diğer yandan yaklaşık 34 bin işçiden kesilen sendika aidatları (aylık eskiye göre 12 trilyon yeniye
göre 12 milyon TL geliri vardır…)
ile karanlık işlere yelken açıyor.
Sadece kendisini düşünen bu sendika ağasına ben Türk Metal işçisi
olarak (Türk Metal işçisi diyorum
çünkü onlara çalışmışız!) bütün
Türk Metal işçilerinin bu korkunç soygunculuğu görüp uyanmasını ve buna isyan etmelerini
umuyorum... Çıkarılan dergide
yorumları alınanlar arasında dikkat çeken kişilerin başında CHP
patronu Baykal ve eski Türk-İş
başkanı Bayram Meral gibileri dayanışmasını eksik etmiyorlar. Bazı
sendika temsilcilerinin de yorumu
bulunan dergide internetten ve basından yayınlanan haberlere yer
veriliyor. Türk Metal Sendikasına
üye bir işçi olarak bu hırsızları
bizlerin aidatlarıyla darbe, mafya,
gayrı menkuller, lüks yaşam vs.
sürmeleri nedeniyle utanç duyuyorum. Ama Nazım’ ın deyimiyle
“demeğe de dilim varmıyor ama
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”. Bu rezaleti aşmanın yolu
sınıf öncülerinin işletmelerde örgütleme, sınıfa karşı sınıf bilincini
işçilere taşımakla olur. Ancak o
zaman bu rezaletlerin üstesinden
gelebiliriz. Çünkü bu tam bir kara
lekedir…
Bu arada şunu söylemeden geçemeyeceğim: 1 Mayıs işçi
bayramı Bursa’ da Türk Metal’ e
bağlı 25 binin üzerinde sendika
üyesi olmasına rağmen böylesi
emek mücadele gününde Türk
Metal Sendikasının eseri dahi ortada olmaması bir yönü ile çok iyi
(ne kadar işçi sınıfı düşmanı olduklarını gösteriyor) diğer yanıyla
çok kötü (lafta da olsa işçileri böyle
anlamlı bir günde diğer sınıf kardeşleri ile mücadeleye katmamaları) bir durumdur.
Bursa’dan Türk Metal
üyesi bir işçisi √
Teğet geçme buysa…
Programa göre işsizlik oranının 2009'da
yüzde 13,5 olması bekleniyor. İşsizlik oranı
Aralık sonu itibarıyla yüzde 13,6'yla rekor
düzeyde idi.
1
3 Nisan’da “Yeni Ekonomik
Hedefler ve Katılım Öncesi
Ekonomik Program” (KEP)
Devlet Ba k a nı ve Ba şba k a n
Yardımcısı Nazım Ekren, Devlet
Bakanı Mehmet Şimşek ve Maliye
Bakanı Kemal Unakıtan'ın katıldığı toplantıda açıklandı. KEP'e
göre Türkiye ekonomisinin 2009'da
yüzde 3,6 küçülmesi bekleniyor.
Hükümet yılbaşındaki bütçede
büyümenin yüzde 4 olacağını öngörmüştü. 2010'da ise ekonominin
yüzde 3,3, 2011'de yüzde 4,5 oranında büyümesi öngörülüyor.
Programa göre işsizlik oranının
2009'da yüzde 13,5 olması bekleniyor. İşsizlik oranı Aralık sonu
itibarıyla yüzde 13,6'yla rekor dü
zeyde idi. Kriz nedeniyle düşüşe
geçen cari açığın yıl sonunda 11
milyar dolara kadar inmesi öngörülüyor. Toparlanmanın etkisiyle
cari açığın 2010'da 18,6 milyar dolara, 2011'de de 26,4 milyar dolara
çıkacağı tahmin ediliyor.
İhracatın bu yıl 104 milyar dolar,
2010'da 111 milyar dolar ve 2011
yılında da 120 milyar dolar olması
bekleniyor. Geçen yıl yüzde 1,5
olan genel devlet açığının GSYH'ye
oranının 2009'da yüzde 4,6'ya
yükselmesi bekleniyor. Geçen yıl
yüzde 1,7 olan IMF tanımlı devlet
FDF/GSYH oranı 2009'da yüzde
-0,6; toplam kamu FDF/GSYH
oranı ise yüzde -0,3 olarak tahmin
ediliyor.
Devlet brüt borç stokunun
G S Y H 'ye or a n ı n ı n 2 0 0 9 ' d a
yüzde 43,1'e yükselmesi bekleniyor. Genel devlet bütçe açığının
GSYH'ye oranının 2010'da yüzde
3,2, 2011'de yüzde 2,8 olması öngörülüyor. Mali kurala ilişkin
düzenleme 2009'da Meclis'e sevk
edilecek ve mali kurul 2011 yılı
bütçe süreci içinde bütünüyle uygulamaya girecek. Yeni bütçe dışı
fonlar oluşturulmayacak, mahalli
idarelerin borçlanma limitlerine
ilişkin istisnalar gözden geçirilerek
daraltılacak. Program kapsamında
GAP eylem planına 2008-2012 döneminde toplam 12,2 milyar Euro
kaynak aktarılacak. Vergi ve kamu
maaş politikalarıyla KİT fiyatları
kamu hedefleriyle uyumlu şekilde
ayarlanacak. Maktu vergi ve harç-
lar, genel ekonomik koşullar göz
önüne alınarak güncellenecek ve
gelir kaybına yol açacak düzenlemeye gidilmeyecek.
2010 içinde otomatik vergi tahsilat sisteminin hayata geçirilmesi
için eylem planı oluşturulacak.
Gelir vergisi sisteminin yeniden
şekillendirilmesine ilişkin çalışmaların 2009'da sonuçlandırılması öngörülüyor. Nazım Ekren,
kısa sürede tamamlanacak bir diğer paketin kredi garanti fonunu
güçlendirecek adım olacağını söyledi. Ekren, paketlerden bir diğerinin de istihdamla ilgili olacağını
ifade etti.
Hükümetin ekonomi yönetiminin bu açıklamaları en başta bundan çok değil kısa bir zaman önce
bütçe 2009 yılı için öngörülen ve
RTE’ın “büyüme hedefimizden
asla taviz vermeyeceğiz” diye dayılandığı % 4’lük büyüme hedefinden, şimdi % 3,6’lık bir ekonomik
küçülme öngörüsüne geçildiğini
gösteriyor. Yani % 7,6’lık bir hedef
sapması söz konusu. Kuşkusuz bu
hedef sapmasında şimdiki öngörü,
% 4’lük büyüme öngörüsüne göre
daha gerçekçi bir öngörü, fakat
şimdiki verilere göre yine de hala
iyimser bir öngörü. Küçülmenin
öngörülen bu büyüklükten daha
büyük olacağı kesin gibidir. İlk
ayların verileri bunu gösteriyor
ve düzelme belirtisi de yok. 2010,
2011 için öngörülen büyüme hedef leri de iyimser. Bunların temelinde 2010 yılında dünya ekonomisinin düzlüğe çıkacağı, yeni
bir canlanma dönemine gireceği
beklentisi yatıyor. Ki bu beklenti
bugün bir umut dışında bir şeyi
ifade etmiyor.
IMF AKP hükümeti kadar iyimser değil. IMF Türkiye ekonomisinin 2009 yılında % 5.1 oranında
küçüleceği, 2010 yılında ise % 1.5
oranında büyüyeceği tahminini
yaptı. Derinleşen ekonomik kriz,
hükümetleri, IMF ve Dünya bankası gibi emperyalist kuruluşların
öngörülerini yaz-boz tahtasına çevirdi. İşçilerin, emekçilerin sınıf
mücadelesinin de emperyalistleri
şaşırtacağı günlerde gelecektir!
22 Nisan 2009 √
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No:
29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: [email protected] • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş
Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 133’ün İşçi Eki ·Mayıs 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu
2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
halkların kardeşliği için
“Kıble”den
gelen seda:
D
ergimizin 132. sayısında
da dikkat çektiğimiz gibi
Ermenilere yönelik yapılan
soyıkırımı inkar eden Türk şovenlerinin dikkati, her 24 Nisan tarihinde “‘kıble’ye dönmüş gibi ABD
Başkanı’nın ağzından çıkacak kelimelere kilitlenmektedir.” Bu sefer de
böyle oldu.
Gerçi Obama Türkiye’ye geldiğinde
Türkiye-Ermenistan arasındaki görüşmeleri ve karşılıklı pazarlıkları
engelleyecek herhangi bir adım atmayacağını söylemişti, ama yine de,
o tarihi konuşma yapılıp neler söylendiği belli olmadan hiç bir şeyin
garantisi yoktu… Ne de olsa burjuva
siyasetin temelinde, egemenlerin çıkarları var ve bu çıkarlar takınılacak
tavırlarda belirleyicidir.
24 Nisan’a yaklaşırken medyaya
yansıtılan haberler, kimilerinde
Türkiye’nin Ermenistan ile kara sınırını açabileceği umudunu doğuruyordu. Hürriyet gazetesi gibi gazeteler Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın
ağzından “sona yaklaştık sınır açılabilir” manşetli haberler yayınlıyor
ve tarafların anlaşma sağlamasının
an meselesi olduğu biçiminde resim
çiziliyordu.
24 Nisan’da kara sınır yolu açılmadı ama, sınırın açılmasına götürebilecek bir “yol haritası” konusunda mutabık kalındığı kamuoyuna
bildirildi. Sözkonusu açıklamanın
zamanı ya da biçimi üzerine tartışmalar sürse de, sonuçta İsviçre’nin
arabuluculuğuyla yapılan görüşmelerin ürünü olarak taraflar ortak açıklama yapmıştı. Türk Dışişleri’nin ilk
açıklamada sözkonusu olanın “Ortak
Açıklama” olduğunu gizlemesi ise,
tepkilerin önlenmesi amacıyla yapılmış olduğu yönlü yorumlara neden
oldu. Yani sözkonusu edilen konu o
kadar “çetrefilli” ki bunlar için, bu
devletin hükümeti ve temsilcileri yapılan açıklamanın “Ortak Açıklama”
olduğunu bile gizleme durumunda
kalıyor. Hem de “yol haritası”nın tarafların uzlaşması açısından önemli
bir ilk adım olarak kitlelere sunulduğu bir durumda yapılıyor bu.
24 Nisan’a gelindiğinde gündemimize “yol haritası” sunuldu. Böylece
taraf lar kendi aralarındaki görüşmelerde belli bir aşama katettiklerini
dünya aleme duyurdu. Medyadan
yansıyan görüntülere bakıldığında
komşumuz Ermenistan ile “sıcak”
bir atmosfer yakalanmış gibiydi.
Fakat yine de işin sırrı Obama’nın
ağzından çıkacak kelimeler, cümleler
arasında saklıydı! Zaman durmadığına göre Obama’nın konuşmasının
“Meds Yeghern”
saati de gelip çattı. “Aman ha sakın
ya, o sözde kavramı kullanırsa” korkusu ve “inşallah kullanmaz…” duasıyla yönleri “kıbleye” çevrilmişti.
Sonunda olması beklenen oldu!
Obama açıklamasını yaptı. Kulaklar
“genocide” kavramına takılmıştı,
ama böyle bir kavram Obama’nın
ağzından çıkmadı. Çıkmadı da şu
“Meds Yeghern” de neyin nesiydi?
Antenler Amerikancaya ayarlı olduğundan Obama’nın kullandığı
“Meds Yeghern” ifadesinin Ermenice
“Büyük Felaket” anlamına geldi-
“Türk ve Ermeni halklarının, bu
acılı tarih üzerinde dürüst, açık ve yapıcı bir biçimde çalışılması çabalarını
kuvvetle destekliyorum. Ermeniler ve
Türkler arasında ve Türkiye içinde
cesur ve önemli diyaloglar gerçekleştiriliyor. Aynı zamanda Türkiye
ile Ermenistan’ın ikili ilişkilerini
normalleştirme çabalarını kuvvetle
destekliyorum.”
“Hiçbir şey, ‘büyük felaket’ ile kaybedilenleri geri getiremez.”
“Bugün, dostluk, dayanışma ve derin saygı duygularıyla her yerdeki
Obama bu konuda açıkça tarafını
belirlemiştir. Başkan olarak konuşmasında
soykırım kavramını kullanmaması kimi
Ermenileri kızdırırken, aynı biçimde
söylediklerinin içeriği de Türk tarafını
kızdırmıştır. Sonuçta Obama iki tarafa da
“tatmin edici” bir konuşma yapmamıştır.
Bu da esasında Türkiye-Ermenistan
arasındaki görüşmeleri olumsuz
etkilememek içindir.
ğini ancak tercüme edildikten sonra
öğrendiler.
Obama’nın soykırım kavramını
kullanmadığına sevinip rahat mı
edeceklerdi, yoksa yahu bu “Büyük
Felaket” de nereden çıktı diyerek
yeni bir “derde” mi düşeceklerdi…
Bu arada tabii ki “yol haritası” meselesi geri plana düşmüştü bile. 25
Nisan’dan itibaren başta devlet yetkililerinin açıklamaları ve tartışmalar
Obama’nın konuşmasına yoğunlaştı.
Obama ne dedi? Gerçek nedir?
Gazetelerden çıkan haberler ve yorumlar arasında aktarılanlara baktığımızda Obama şunları söylemiş:
“94 yıl önce, 20. yüzyılın en büyük
katliamlarından biri başladı. Her yıl,
Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde 1,5 milyon Ermeni’nin katledilmesi veya ölüme yürümesini anıyoruz. ‘Büyük Felaket’ (Meds Yeghern)
sadece Ermeni halkının kalbinde değil
anılarımızda da yaşamalıdır.”
“1915’te olanlar hakkında fikrimi
defalarca söyledim ve tarihin o dönemi
hakkında düşüncem değişmedi. O dönemin gerçeklerinin dürüst ve tam
olarak kabul edilmesini istiyorum.”
Ermeniler’in yanında duruyorum.”
Oba ma bunları söylemiş.
Obama’nın kendisi Ermenilere yönelik yapılan vahşetin soykırım olduğunu savunuyor ve bu konuda
görüşünün değişmediğini de açıkça
ifade ediyor. Fakat ABD emperyalizminin temsilcisi olması Obama’ya
soykırım kavramını kullanmamasını gerekli gördürüyor. Bu durum
emperyalistlerin, kapitalistlerin çıkarlarına göre davrandığını, davranacağını gözönüne aldığımızda
normaldir.
Fakat Obama ABD emperyalizminin çıkarlarını savunan, temsil eden
biri olduğu için söylediklerinin otomatikman yanlış olduğu anlamına
gelmiyor. Soykırım kavramına takılıp kalınmadığında 94 sene önce 20.
yüzyılın en büyük “katliam”larından
(siz bunu soykırım diye okuyun) biri
başlamıştır ve evet ABD’de de her
sene “1,5 milyon Ermeni’nin katledilmesi, ölüme yürümesi” anılıyor. Bunlar olgudur, gerçeğin dile
getirilmesidir.
Obama bu konuda açıkça tarafını
belirlemiştir. Başkan olarak konuşmasında soykırım kavramını kullanmaması kimi Ermenileri kızdırırken,
aynı biçimde söylediklerinin içeriği
de Türk tarafını kızdırmıştır. Sonuçta
Obama iki tarafa da “tatmin edici”
bir konuşma yapmamıştır. Bu da esasında Türkiye-Ermenistan arasındaki
görüşmeleri olumsuz etkilememek
içindir. “Meds Yeghern” tanımı, gerçekten de çoğu Ermeninin de kullandığı bir tanımdır ve Ermenice soykırım tanımı için kullanılan kavramın
‘tseghaspanutyun” kavramı olması
da Ermeniler için “Meds Yeghern”
tanımının soykırımı ifade etmek için
kullanılmasını dıştalamıyor.
Türkiye kamuoyunun hafızasının
zayıf lığından mı, yoksa medyanın
her gün yeni gündem oluşturup yakın
zaman gündemini unutturduğundan
mı, yaşananlar erken unutuluyor.
Daha 2008 yılı Aralık ayı ortalarında
internet üzerinde başlatılan “Ermeni
kardeşlerimden özür diliyorum”
kampanyasında “Büyük Felaket” tanımı kullanıldığından dolayı da tepkiler, baskılar, tehditler yapılmamış
mıydı? Sonuçta yaşanan gerçekten
de büyük bir felakettir. Sorun, bu
büyük felaketle Ermeni milletinin,
şimdi Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi sınırları olan coğrafyada,
öncelikle de Batı Ermenistan’da
planlı, örgütlü yok edilmeye çalışılması sorunudur. Bu tarihi gerçeklik
Türk devleti inkâr ediyor diye ortadan kalkmıyor, kalkmaz da.
O b a m a ’n ı n k o n u ş m a s ı n d a
bir şeye dikkat edin: “Osmanlı
İmparatorluğu’nun son günlerinde
1,5 milyon Ermeni’nin katledilmesi…” Aslında bu sorunun geleceği
açısında püf noktası burada yatmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti
ne kadar geciktirirse geciktirsin,
gidişat –tabii ki devrim yapıp bu işi
hemen çözme durumunda olmazsak– Ermenilere yönelik soykırımın
tarihi bir gerçeklik olduğu ve bunun
da Osmanlı İmparatorluğu’nun “son
günlerinde”, yani çöküşü sürecinde
yaşandığı; Türkiye Cumhuriyeti
devletinin ise soykırımdan sonraki
süreçte kurulduğu ve bu devletin
Osmanlı/ Türk devletinin devamı olmadığı vb. temelde kabul edilmesine
yöneliktir. Bu yöndeki gelişmelerin
temeli çoktan atılmış ve TürkiyeErmenistan arasındaki görüşmeler
de bu çerçevedeki gelişmelerdendir.
Obama’nın konuşmasına Türkiye
cephesinden, en üst yetkililerden
muhalefet partilerine kadar hepsinin
gösterdiği tepki, Türk şovenizminin
kendisini sürekli gösteren örnekleriyle doludur. Ama bunlarla uğraşmaya yer kalmadı…
27 Nisan 2009 √
13
halkların kardeşliği için
Çatışmasız bir bahar mümkün mü?
S
14
eçimler görece olarak sakin -büyük çatışmalar yaşanmaksızıngeçti. Bunda kuşkusuz şimdi
önemli ölçüde Güney Kürdistan’da
hazırlanan Kürt Konferansı’nda bir
biçimde temsil edilmeye kilitlenmiş
olan, bundan sonraki tavrı için bu
konferansın sonucunu görmek isteyen PKK’nin barışçıl tavrının rolü
büyük. Abdullah Öcalan son konuşmalarında sürekli olarak Kürt
Konferansı’nın barış için bir fırsat olduğunu, bunun için PKK’nin temsiliyetinin belirleyici olduğunu vurguluyor ve çatışmasızlık durumunun sürdürülmesinden yana tavır takınıyor.
KCK adına yapılan son açıklamada
da (Koma Civaken Kürdistan) daha
önce seçimlere kadar ilan edilen “çatışmasızlık” kararının 1 Haziran’a
kadar uzatıldığı duyuruldu.
Gündem Online’de yayınlanan haberde bu konuda şöyle deniyor:
“KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı,
yapılan son yerel seçimlere dikkat
çekerek “Türkiye'de tüm kesimlerin
genel seçim kampanyası biçiminde
yürüttükleri bir yerel yönetimler seçimi yapılmıştır. Herkes tarafından
dikkatle izlenen ve sonuçları merak
edilen Kürdistan'daki seçimleri yurtsever demokratik çizgi kazanmıştır. İç
ve dış dünyadaki taraflı-tarafsız tüm
siyasi ve basın çevreleri Kürt halkının
devletin ve AKP hükümetinin Kürt
politikasını reddettiğini belirtmiştir.
Önder Apo'nun, PKK'nin ve DTP'nin
dikkate alınmadan bu sorunun çözülemeyeceği ilk defa bu düzey ve kapsamda dile getirilmiştir. …
KCK seçimlerde halkın DTP'nin
programını onaylamasının kendilerine de sorumluluk yüklediğini ifade
ederek, “Seçimlerden Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun
demokratik yöntemlerle çözülmesi
gerektiği sonucu çok açık bir biçimde
açığa çıkmıştır. Türkiye halkları başta
AKP hükümeti olmak üzere siyasi karar alıcılarının önüne böyle bir görev
koymuştur. Kürt halkı Özgür Kimlik,
Özgür Önderlik ve Demokratik
Özerklik sloganıyla Newroz'u kutladı. DTP de başta demokratik özerklik olmak üzere bu sloganları kendi
seçim programında formülleştirdi.
Kürdistan halkının DTP'nin bu programını onaylaması, hareketimize de
önemli sorumluluklar yüklemektedir.
…
KCK, ilk defa çatışmasızlık ortamında çözüm sürecine gidilebileceği
düşüncesinin ortaya çıktığını belirterek '29 Mart seçimlerine kadar bir
eylemsizlik ve çatışmasızlığın yaşanması hareketimizin bu tutumu sonucu olmuştur. Türk ordusunun da
önemli oranda bizim bu tutumumuza
uyması sonucunda, Türkiye'de herkesin hissettiği ve dillendirdiği bir çatışmasızlık ortamı yaşanmıştır. İlk defa
Kürt sorununun çatışmasızlık ortamında çözüm sürecine girebileceği
düşüncesi ortaya çıkmıştır” değerlendirmesini yaptı.
'Hareketimiz, 29 Mart'tan sonra
halkın seçimde siyasi güçlere ve taraflara yüklediği diyalog ve demokratik
çözüm politikasına fırsat vermek için
bir süredir Türkiye'ye nefes aldıran bu
çatışmasızlık ortamının 1 Haziran’a
kadar sürdürülmesi tutumunu uygun
25 yıldan bu yana devam eden askeri
operasyon ve çatışmalarla, baskı ve
şiddet politikalarıyla sorunun bastırılamayacağı ve çözülemeyeceği anlaşılmıştır. Kürt sorununda çözümsüzlük
siyasetinin Türkiye dahil hiçbir güce
yararı yoktur. Kaldı ki uluslararası ve
bölgesel durum bu sorunun çözümünün çağdaş yöntemlerle sağlanmasını
dayatmış bulunmaktadır. Türkiye'nin
ve bölge ülkelerinin çıkarı da Kürt so-
PKK’nin “çatışmasızlık ortamında çözüm
umudu”na devletin bir bölümünün
verdiği cevap çatışmayı körüklemektir.
Bunu yapan kesim savaşın doğrudan
rantını yiyen, çatışmasızlıktan ve
barıştan öcüden korkar gibi korkan
kesimdir. Savaşın son bulması bu kesimin
rantının ve iktidarının da sonu demek.
görmüştür. Bu kararı tek kişilik İmralı
cezaevinde Demokratik Çözüm ve barış için büyük bir kararlılıkla çaba
gösteren Önderliğimiz de desteklemiştir. Böylece Demokratik Çözüm için
Demokratik Siyasetin devreye gireceği
yeni bir sürecin önü açılmış bulunmaktadır. …
Seçim sonrasında devlet güvenlik kuvvetlerinin sertleşen tutumu,
Halfeti'de iki Kürt gencinin sebepsiz
yere katledilmesi, yoğunlaşan tutuklamalar ve ardından gelişen askeri
operasyonlar sorunun çözümünü
zorlaştırdığı gibi, halen uluslararası
zeminlerde tasfiye projeleri üzerinde
durulması sorunun çözümüne hizmet etmemektedir. Kim dile getirirse
getirsin, PKK'yi terörist olarak damgalamalar çözümsüzlükte ısrar eden
güçleri cesaretlendirmektedir.
rununun diyaloga dayalı demokratik
siyasi çözümünden geçmektedir. Bu
açıdan Türkiye'nin de bölge ülkelerinin de bölgeyle ve Kürt sorunuyla
ilgili tüm çevrelerin de hareketimizin
tercihini ve tutumunu ortaya koyduğu
demokratik çözüm çabalarına destek
olmaları gerekmektedir. Türk ordusu
da olumlu yaklaşarak çatışmasızlık
sürecinin derinleşmesine katkı sunar
ve siyasi karar alıcılar da sorunun
çözümü için diyalog ve çözüm iradesi
ortaya koyarsa, Kürt sorununun çözümü kısa sürede imkan dahiline girecektir. …
Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözüm sürecine yapılması düşünülen Kürdistan Ulusal Konferansı’nın
da katkı sunabileceğini düşünmekteyiz. Böyle bir konferans çatışmasızlık koşullarını ortaya koyarak soru-
nun çözümü için ortam sağlayabilir.
Soruna taraf olanların çatışmasızlık
ortamında kalıcı çözüm için neler
yapması gerektiği konusunda kolaylaştırıcı rol üstlenebilir. …
Başta Türk devleti olmak üzere tüm
güçleri, barıştan yana olan demokratik çevreleri de bu sürecin devamı
için sorumlu davranmaya ve sorunun çözümü için katkıda bulunmaya
çağırıyoruz.
Tüm Kürdistani güçleri ve Kürt
demokratik kamuoyunu, sürecin
tasfiyeye değil, demokratik çözüm
sürecine dönüşmesi için ilkeli davranmaya ve çaba göstermeye çağırıyoruz. Başta ABD olmak üzere tüm
uluslararası güçleri ve bölge güçlerini
Kürt sorununda barışçıl yöntemlerle
çözümün gelişmesi için sorumluluklarına sahip çıkmaya ve katkı sunmaya
çağırıyoruz.”
Görüldüğü gibi PKK (KCK) en
azından bir Haziran’a kadar çatışmasızlıktan yana tavrını açıklıyor. Buna
devletin bir bölümünün cevabı önce
Halfeti’de geldi. Silahsız ve doğum
günü kutlamak için yola çıkan topluluğa ordu hunharca saldırdı. İki Kürt
emekçisi öldü. Onlarcası yaralandı.
Ardından değişik yerlerden askeri
operasyon, çatışma haberleri ve şehit
cenazeleri gelmeye başladı.
Son olarak da 14/15 Nisan’da
DTP’ye karşı geniş bir polis operasyonu gündeme geldi.
“Diyarba k ır Cumhuriyet
Başsavcılığı”nın talimatıyla 12 ilde
eş zamanlı baskın operasyonları
düzenlendi. Yalnızca Diyarbakır'da
polis ekipleri 27 ayrı noktaya baskın
düzenlediler. Operasyon kapsamında
DTP'li başkan yardımcılarının da
aralarında bulunduğu onlarca kişi
gözaltına alındı, tutuklandı.
PKK’nin “çatışmasızlık ortamında
çözüm umudu”na devletin bir bölümünün verdiği cevap çatışmayı
körüklemektir. Bunu yapan kesim
savaşın doğrudan rantını yiyen, çatışmasızlıktan ve barıştan öcüden
korkar gibi korkan kesimdir. Savaşın
son bulması bu kesimin rantının ve
iktidarının da sonu demek. Burada
tabii özellikle çatışma alanı dışındaki
toplumun tepkisi belirleyici olacak.
Barış yönünde ciddi bir kitlesel hareket geliştirilebilirse ve PKK bugünkü
bu iddia ve çizgisinde durabilirse
görece olarak çatışmasız bir bahar
yaşanması mümkündür. Bu Kürt ve
Türk halklarının çıkarınadır.
Tüm baskılara, inkar ve imha siyasetine rağmen ulusal kurtuluş mücadelesi engellenemedi, engellenemeyecek! Kürt ulusunun kendi kaderini
tayin edeceği özgür ortam, demokratik halk devrimi ile yaratılacaktır.
Yaşasın Kürt ulusunun ayrılıp ayrı
devlet kurma hakkı!
17 Nisan 2009 √
yeni kadın dünyası
1 Mayıs bizim de mücadele günümüz!
İ
şçi sınıfının Uluslararası Birlik,
Mücadele ve Dayanışma günü
olan 1 Mayıs’ı karşılamaya hazırlanıyoruz. 1 Mayıs sadece genel
olarak işçi sınıfının değil aynı zamanda işçi ve emekçi kadınların da
mücadele günüdür. 1 Mayıs’lar işçi
kadınların taleplerinin öne çıktığı,
bu taleplere sahip çıkarak kapitalist
sisteme karşı mücadelenin yükseltildiği bir gündür aynı zamanda!
Güçlünün zayıfı ezip geçtiği bir
dünyada yaşıyoruz! Egemenler her
geçen gün biraz daha pervasızlaşıyor. İşçi ve emekçi kitleler ise her
geçen gün biraz daha yoksullaşıyor!
Ve bütün bu gidişattan en çok etkilenenler biz işçi ve emekçi kadınlar
oluyoruz. Tüm dünyayı etkisi altına
alan ekonomik krizin bütün ağırlığını omuzlarında hissediyor yoksul,
emekçi kadınlar...
İşsizlik kadınları vuruyor!
Türkiye, 30 ülkenin üyesi olduğu
OECD'nin (Ekonomik Kalkınma ve
İşbirliği Örgütü) 2007 yılı istihdam
raporu verilerine göre, kadın işsizliğinin en yüksek olduğu ülkeler arasında 12 yılda 17. sıradan 6'ncı sıraya
yükseldi. Türkiye'nin 1994 yılında
yüzde 8.3 seviyesi ile kadın işsizliği
oranında yüzde 8.4 olan OECD ortalamasının altında ve OECD ülkeleri arasında 17. sırada yer alırken, 12
yıllık sürede basamakları hızla tırmanarak, 2006 yılında yüzde 10.6 ile
kadın işsizliğinin en yüksek olduğu
6. ülke konumuna geldiği belirtiliyor.
Geçen yıl kadın işsizliği oranının,
Avrupa Birliği'nin (AB) 15 üyesinde
yüzde 8.8, OECD ortalamasında ise
yüzde 6.6'ya kadar gerilediği belirtilirken, 1995-2006 döneminde kadın
işsizliği oranının 19 OECD ülkesinde
azaldığı kaydediliyor.
Yine OECD
verilerine göre Türkiye OECD ülkeleri içinde kadın işsizliği oranının en
hızlı yükseldiği 2. ülke durumuna
geldi. Kadın işsizliği Türkiye’de 2.3
puan artarken, OECD'de 1.9 puan,
AB'de 3.9 puan azaldı.
Ekonomik krizden en fazla etkilenenlerin kadınlar olduğu her geçen
gün biraz daha açık bir şekilde ortaya
çıkıyor. Türkiye'de kadın işsizliği giderek artıyor. Çalışabilir durumda
olan kadınların neredeyse yarısı işsiz. Bunlar içerisinde de önemli bir
çoğunluk çalışan fakat geliri olmayan ücretsiz aile işçisi konumunda.
Yetersiz mesleki eğitim, çocukların
bakımı sorunu, iş mesaisinin çok
uzun olması ve genellikle işyerinin
eve uzak olması, kadınların çalışma
hayatına katılmasının önündeki engellerin bazıları. Kadınların en fazla
iş bulma şansı olan tekstil sektöründe
dahi belirli engeller var. İşverenler
sorumluluğu olan evli ve çocuklu
Çünkü kadınlar 9-10 saat ev dışında çalıştıktan
sonra bir de evdeki işleri sırtlanmak zorunda.
Onlar işteyken çocuklara örneğin anneleri
bakmış olsa da, ayaklarını evin eşiğinden içeri
atar atmaz çocukların bakımı onların görevi
sayılıyor. Evin temizliği, alış-veriş, yemek
pişirilmesi ve göze görünmeyen binbir küçük
ayrıntısıyla, kadını evde "ikinci işgünü" bekliyor.
kadınları işe almıyor, tercih genç ve
bekâr kızlar yönünde oluyor. Çünkü
işveren açısından bunları işe almak
kadar, işten atmak da kolay. İşçi çıkartmalarda "ev geçindirme yükümlülükleri olmadığı" gerekçesiyle genç
kızlar ilk işten çıkarılanlar oluyor.
Yaş faktörü de iş ararken oldukça
önemli. 30 yaşını geçmiş bir kadının,
hele hele çalışma tecrübesi yoksa, iş
bulabilmesi oldukça zor. Aynı şekilde, çocuklarını büyütmek için çalışma hayatına ara veren kadınların
yeniden çalışma hayatına girmeleri
de oldukça güçleşiyor.
Kadınların çalışma
koşulları
ağır!
Sanayi ve hizmet sektöründe çalışan
emekçi kadınlar oldukça ağır çalışma
koşullarına tabidir. Uzun çalışma saatleri bunun başında geliyor. Çalışma
saatlerinin uzunluğuna bir de işyerinin uzak oluşu eklendiğinde bu daha
da çekilmez oluyor. Çünkü kadınlar
9-10 saat ev dışında çalıştıktan sonra
bir de evdeki işleri sırtlanmak zorunda. Onlar işteyken çocuklara örneğin anneleri bakmış olsa da, ayaklarını evin eşiğinden içeri atar atmaz
çocukların bakımı onların görevi sayılıyor. Evin temizliği, alış-veriş, yemek pişirilmesi ve göze görünmeyen
binbir küçük ayrıntısıyla, kadını evde
"ikinci işgünü" bekliyor.
Bütün bunlara karşın çoğunlukla vasıfsız işlerde
çalışan kadınların ellerine geçen ücret son derece düşük. Eğitimsizlik ve
örgütsüzlük bu konuda belirleyici bir
rol oynuyor. Örneğin İstanbul'da
konfeksiyon sanayiinde çalışan genç
kızların üçte ikisi ilkokul mezunudur. Daha yüksek bir okula gidememiş, bilgisayar, yabancı dil vb. gibi bir
beceri elde edememiş bu genç kızlar
için konfeksiyon sanayiinden başka
kapı yok gibidir. Onlar, fason dikiş
gibi son derece tekdüze, fakat büyük
dikkat isteyen ağır işleri en düşük
ücretlerle yapmak zorunda kalıyorlar. Konfeksiyon sanayiinde çalışan
kadınlar zaten çok düşük olan asgari
ücretin de altında ücret alıyorlar.
Ancak çok deneyimli olduklarında
ve büyük firmalarda çalıştıklarında
görece daha yüksek ücret alma şansını yakalayabiliyorlar. Özellikle
konfeksiyon gibi iş alanlarnda çalışan kadınların büyük bir çoğunluğu
herhangi bir işgüvencesinden yoksun
bir şekilde çalışıyor.
Sendikalar işçi kadınların
taleplerine sağır!
İşçi ve emekçi kadınların çalışma
koşullarının son derece ağır ol-
duğu bilinirken mevcut sendikaların kadınların çalışma koşullarını
iyileştirmeye yönelik hiçbir gayreti
yok. Sendikalarda örgütlü kadın sayısı son derece düşük. Kesin olmayan
verilere göre sendika üyesi işçiler arasında kadın oranı yüzde onları geçmiyor. Bu çalışan kadınların çok küçük bir azınlığının sendikalı olduğu
anlamına geliyor. Üyelik oranları
düşük olan kadınların sendikaların
karar organlarındaki temsili ise iyice
vahimdir. Kadınlar daha çok şubelerin alt kurullarında üye olarak yer
alıyor veya işçi temsilcisi olarak amatör biçimde görev yapıyor. Aslında
bu duruma fazla şaşırmaya gerek yok
çünkü sarı sendikaların sınıf uzlaşmacı karakteri erkek egemen yapıları
ve konumlarıyla tamamen örtüşüyor.
Kadınların temsil edilmediği bu sendikalardan kadınların çalışma koşullarını düzeltme yönünde herhangi
ciddi bir girişim beklemek boşuna bir
beklemedir. Tam tersine! Mevcut sarı
sendikaların işçi ve kadın düşmanı
tutumu, katmerli baskı ve sömürüye
maruz işçi ve emekçi kadınların sendikalarda örgütlenmesi yönünde teşvik edici olmaması bir yana caydırıcı
rol oynamaktadır. Onlar salt, vitrin
süslemek için göstermelik olarak kadınların yönetimde yeralmasından
yana olmak zorunda kalıyorlar. Fakat
kadınlar kendilerine lütfedilen yer
ve rolle yetinmeyip kendi bağımsız
çizgilerini ortaya koymaya başladıkları anda ayaklarının kaydırılmasına
çalışılıyorlar.
Kadınların sendikal mücadelede
aktif olarak yer almalarında sınıf bilinçli kadın işçilere önemli görevler
düşüyor. Sınıf bilinçli kadın işçiler,
kadın işçilerin çıkarlarını ve taleplerini gözeten bir faaliyet yürütmek
zorundadırlar. Bu faaliyet içinde sendikaların erkek egemen yapılarının,
işçi ve kadın düşmanı konumlarının
somut teşhiri büyük önem kazanıyor. Sendikal mücadelede hedef, kadın işçileri kendi davalarına sahip
çıkmaları yönünde eğitmek, kadınların sendikal faaliyete katılımının
önündeki engellerin kaldırılması
için mücadele etmektir. Hedef kadın
işçilerin haklarını gözeten devrimci
sınıf sendikacılığıdır. Yoksa her ne
pahasına olursa sendika yönetimine
kadınların da katılması değil!
İşçi ve emekçi kadılnlar! Bu düzen böyle sürüp gidemez! İnsanca
yaşamak için her türden kölelik
zincirlerini parçalamak ve yaşanılası bir dünya yaratmak bizim elimizde. Örgütlenelim ve dünyayı
değiştirelim!
Emperyalizme ve erkek egemenliğine karşı öfkemizle haydi alanlara!
1 May ıs bizim de mücadele
günümüz!
Mayıs 2009 √
15
panorama
PANOR AM A
G20 zirvesinden de
krize çözüm yok!
- LONDRA / İNGİLTERE -
M
16
ali kriz, ekonomik kriz vb.
tartışmalarında egemenler,
krizi, kimi aç gözlülerin
raydan çıkmış hırslarının, borsayı ve
tekelleri kötü yöneten menejerlerin
varlığına bağlıyor ve krize çözümün
de bu tür yaklaşımların kontrol altına
alınmasıyla sağlanabileceğini değişik
biçimleriyle anlatıp duruyorlar.
Krizin –ister mali ister ekonomik
kriz olsun– doğrudan kapitalist sistemin kaçınılmaz yol arkadaşı, ürünü
olduğu gerçeğinin üzerini örtmek
istiyorlar. Sömürücülerin krizi kimi
insanların yanlış yönetimine, aç gözlülüğüne bağlamaları türündeki propagandalara ne yazık ki inananlar
çok. Çünkü kapitalizmin nasıl işlediğinin farkında değiller.
Böyle olunca da, dünyanın büyük
talancılarının, devletin müdahalesiyle, “canlandırma paketleriyle”
ya da yeni kurallarla mali pazarları
denetlemeyle krize önlem alınacağı
yönlü kitleleri aldatma çabaları,
önemli ölçüde başarılı da oluyor.
Kuşkusuz ki egemenler daha büyük bir çöküş yaşamamak için önlemlerini almaya çalışıyor. Fakat bu
önlemlerin “büyük insanlık” için
olmadığı, tersine alınmakta olan ve
alınacak önlemlerin de “büyük insanlığa” karşı olan önlemler olduğu,
olacağı gerçeği hep bilinçte tutulmak
zorundadır.
En basitinde özellikle de ekonomik
kriz dönemlerinde işsizlik, yoksulluk, açlık gibi “büyük insanlığın”
sorunlarında katmerleşme durumu
yaşanmaktadır. Bir avuç haydut milyarlarca dolarını kurtarmaktayken,
milyarlarca yoksul insan yaşadığı
gün nasıl ekmek, yemek bulacağının
derdindedir. Kriz bile zenginlerle fakirleri çarpmada “sınıfsal” davranıyor! Ne de olsa kapitalizmin ürünü,
yol arkadaşı…
2008 yılı Kasım ayında yapılan
G20 toplantısında krize karşı önlemleri konuşmak ve kararlar almak için
1-2 Nisan 2009 tarihinde Londra’da
toplanmaya karar verdiler. 2009 yılı
Ocak sonu- Şubat başı Davos’ta yapılan ve daha geniş katılımlı olan
zirvede ise Nisan ayı başında yapılacak toplantıya bir nevi hazırlık
yapıldı. “Kriz Sonrası Dünyasının
Biçimlendirilmesi” hakkında bağlayıcı bir karar çıkmasa da tartıştılar.
2 Nisan’a doğru yaklaşılırken, BM,
IMF ve G20 toplantısına katılacak kesimlerin talepleri, görüşleri de medyaya yansımaya başladı. Bunlar arasında öne çıkan üç nokta şöyleydi:
a) IMF Başkanı ve BM Genel
Sekreteri’nin de dile getirdiği talep
ve sorunlar.
Bu ikisi de G20 liderlerine çağrıda
bulunarak küresel krize çözüm için
birlik olunmasını ve önlemler alınmasını talep ettiler. IMF Başkanı
Strauss-Khan diğer şeylerin yanısıra
şunları da söyledi:
“…Kriz milyonlarca insanı yoksulluğa mahkum ederken sosyal huzuru da tehdit ediyor. İç savaşları
ve ayaklanmaları bile tetikleyebilir.
Demokratik rejimleri de zora sokar.
Çünkü bazı ülkeler mali anlamda
kırılıyorlar. Krizde risk nedeniyle gelişmekte olan ülkelerden çıkışlar artıyor.” (Hürriyet, 25 Mart 2009)
BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon
ise G20 liderlerinden 1 trilyon dolarlık teşvik paketi talep ederken
IMF Başkanı’na benzer şu görüşü
savundu:
“Eğer halen yaşanan krizi kararlılık, güçlü bir siyasi liderlikle doğru
biçimde ele alıp önlem oluşturmazsak, korkarım ki bu sadece bir ekonomik kriz olmakla kalmayıp, bütün
dünyada bir siyasi istikrarsızlığa da
yol açabilecektir.” (Hürriyet, 27 Mart
2009)
Emperyalist kurum ve kuruluşların
başında gelen bu iki kurumun başları
G20 liderlerine böylesi uyarılarda ve
çağrılarda bulunuyorlar. Gerçekten
de ekonomik krizin siyasi krizlere ve
ayaklanmalara dönüşmesinden korkuyorlar. Bu korkuları, anda genelde
Kuşkusuz ki egemenler daha büyük bir çöküş
yaşamamak için önlemlerini almaya çalışıyor. Fakat
bu önlemlerin “büyük insanlık” için olmadığı, tersine
alınmakta olan ve alınacak önlemlerin de “büyük
insanlığa” karşı olan önlemler olduğu, olacağı gerçeği
hep bilinçte tutulmak zorundadır.
işçi sınıfının düzene karşı tehdit oluşturmaması olgusuna rağmen vardır.
Egemenleri işçilere, emekçilere karşı
birlikte hareket etmeye zorlayan temellerden biri de budur. Fakat bu
birlik nereye kadar sürecek?
b) G20 toplantısından önce medyaya yansıyan önemli noktalardan
biri de, burjuva ekonomistlerin de
içinde olduğu yorumcuların –burada “sol”, Marksist-Leninist kesimi
saymıyoruz bile–, G20 toplantısından krize karşı ciddi herhangi bir
kararın çıkmayacağına yönelik genel
kanısıydı.
c) Öne çıkan üçüncü nokta da tüm
birlik görünme, krize çözüm arama
propagandalarına rağmen, yapılan
tahminlerin en iyisine, en olumlusuna göre bile, andaki durumun kötü
olduğu, bu kötü durumdan ne zaman
çıkılacağı konusunda kesin bir şey
söylenemeyeceği noktasıydı.
Peki buna rağmen neden G20 toplantısı yapıldı diye de sorulabilir. En
azından krizin yıkıntılarının boyutlarını küçültmeye, her şeyden de
önemlisi sistemin kendisini ayakta
tutmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Sadece bunun
için de olsa toplanmaları, onlar için
değerdir.
Sadece bu da değil tabii ki, bu toplantıda ortak çözüm ya da kararlar
alınamazsa da, önümüzdeki süreçte
başka ne gibi adımlar atılabileceği
konusunda bir ön hazırlık yapılmış
olacaktı.
Zirveye mümkün olduğunca “birlik” görüntüsü verilmeye çalışıldı.
Fakat aralarında gerçek bir birliğin
olmadığı, daha zirvenin başlamasından önce ortaya çıktı. Diğer zirvelerde de olduğu gibi sonuç bildirisi
taslağı önceden hazırlandı, fakat bu
sefer katılımcılar arasında görüş birliği olmadığından taslağa son hali
ancak zirvedeki tartışmalar sonrasında, uzlaşmayla verildi. Üstüne
üstlük G20’nin toplantılarında alınan kararlar da bağlayıcı değil, ya
da alınan kararlara uyulup uyulmadığını denetleyecek bir mekanizması
yok. Örneğin 2008 yılı Kasım ayında
yapılan G20 toplantısında üye ülkelerin “korumacılığa” karşı tavır geliştirmesi ve uygulaması gerekiyordu.
Şimdi yapılan tespitlere göre en az 17
üye ülke bu karara uymamış, “korumacılık” siyasetini uygulamıştır.
Aslında G20 zirvesinde ortak olunan esas nokta, devletin ekonomiye
müdahale etmesi gerektiği, Keynesci
bir politikaya geçilmesidir. Buna
bağlı olarak da piyasaya bol miktarda para sunup banka ve tekellere
milyarlarca dolarlık destek paketleri
açmaktır. Şimdiye kadar açılan paketler bağlamında hemfikir olanlar
arasında, bundan sonraki süreç için
yeni paketlerin gündeme getirilip getirilmemesinde de yine görüş ayrılıkları gündeme gelmiştir.
Örneğin ABD ve İngiltere zirvede
de yeni “ekonomik canlandırma
paketleri”nin açılmasından yana tavır takınırken, Almanya ve Fransa
buna karşı çıkmışlardır. Bu görüşlerini de 1 Nisan’da, daha Kraliçe’nin
verdiği yemeği yemeden medyaya
açıkladılar. Bunların talepleri mali
sektörün disiplin altına alınması için
yeni kuralların ve düzenlemelerin
yapılmasıdır. Krize bunların çözümü
böyle… Bunun yanısıra bu ikilinin
ağırlık verdiği bir mesele de “vergi
cenneti”, daha doğrusu vergi ödememek için zenginlerin parasını kaçırıp
panorama
yatırdığı ülkelerin listesinin açıklanması meselesiydi.
Sözkonusu bu noktalarda, özellikle
yeni paket açma meselesinde herhangi bir karar alınmadı. Yeni kurallar koyma, mali sektörü disipline
etme meselesinde de esasında sorun
geleceğe ertelendi. Bu sorun aynı zamanda IMF’nin reforme edilmesi tartışmalarıyla da bağıntılı ele alınmaktadır. Buna rağmen katılımcı devletler kendilerini mali sektörü daha sıkı
kontrol etme, regüle etme konusunda
yükümlü kıldılar. Aslında bu “herkes bildiğini yapsın” demekten başka
bir şey değil. Örneğin kontrol altına
alınması istenen mali kurumların
“sistemde önemli mali kurumlar” olması önkoşulu getiriliyor. Hangi kurumun buna uyduğu ya da uymadığı
ise herkesin kendi yorumuna, değerlendirmesine bağlıdır.
G2 0 z i r ve si n i n “e v s a h ibi ”
İngiltere’nin Başbakanı Brown’un
Sarkozy’ye vergi kaçırılan ülkelerin
“kara listesi”nin G20 Zirvesi’nin sonuç bildirgesinde değil, OECD tarafından yayınlanacağı açıklamasının
ardından, sonuç bildirgesine eklenen
“G20 üyeleri OECD’nin listeyi açıklamasını selamlar” biçimindeki açıklamayla bu sorun da sonuçlandırıldı.
Böylece sonuç bildirisi, en azından dışarıya karşı birlik görüntüsü verecek
biçimde onaylandı. Sözkonusu “kara
liste”de OECD standardını tanımayan Costa Rica, Filipinler, Malezya
ve Uruguay’ın adı geçmektedir.
OECD’nin standardını tanıyan ama
uygulamada sorun görülen ülkeler
ise Belçika, Lüksemburg, Avusturya,
İsviçre ve Liechtenstein’dır.
Konjunktür programları önlemleri
bağlamında 2010 yılının sonuna kadar
5000 milyar dolar öngörülmektedir.
Mali yardım bağlamında ise zirvede, IMF’ye 1100 milyar dolarlık
bir kaynak (yardım paketi) sunuldu.
Bu adımı, dünya ticaretini ve ekonomisini yeniden rayına sokmak için
attıklarını anlatıyorlar emekçilere.
Bu arada ama IMF içinde de kimin
daha fazla söz sahibi olacağı konusunda rekabet yaşanıyor. “Parayı veren düdüğü çalar” misali, Çin, Rusya
veya Brezilya gibi ülkeler de IMF’ye
yatırdıkları, ya da aktardıkları para
kadar “düdüğü” çalmaya uğraşıyorlar. Bu G20 zirvesinin en kârlısı
IMF iken, Çin de IMF’de daha fazla
söz sahibi olmak için fırsatı değerlendirerek kârlı çıkan güçlerden biri
oldu. IMF’de daha fazla söz sahibi
olma konusundaki asıl pazarlıklar
ama, önümüzdeki süreçte sürdürülmek istenen IMF’yi reforme etmede
yaşanacaktır.
Özetle söylenmesi gereken şey,
G20 zirvesinin krize gerçek bir çözüm önerisi bile getiremediğidir.
Getirmesini beklemek de aslında
abesle iştigaldir. Egemenlerin kendileri bile önlemlerden bahsederken
“canlandırma önlemleri” gibi tanımlamalar kullanmaktadırlar. Yani yeni
bir şey aramıyorlar, canı çıkmaya
doğru yol alan, komaya giren bir şeyi
nefeslendirmeye çalışıyorlar.
Kısacası: Eğer işçiler, emekçiler
kendi sınıflarının gereğini yapabilecek bilinç ve örgütlenme düzeyine
sahip olsa ve sömürücü egemenlerin
canlandırmaya çalıştığı sisteme öl-
dürücü darbeyi vursa, dünyanın
ezilenlerinin bu barbar sistemden
kurtuluşu, anda göründüğünden çok
daha kolay olacaktır. Kapitalizm, sadece işçiler, emekçiler onu yıkabilecek durumda olmadığından dolayı
ayakta duruyor, yıkılamaz olduğun-
dan değil.
Biz vurmazsak onlar yıkılmaz!
Görev, işçilerin, emekçilerin bilinç
ve örgütlülük düzeyini yükseltmeye
çalışmaktır.
24 Nisan 2009 √
Savaş örgütü NATO’nun 60.
yıldönümü kutlandı!
- FRANSALMANYA -
N
ATO’nun 60. yıldönümü
kutlamalarının 3-4 Nisan
2009 tarihinde ve Fransa’nın
Strasbourg ve Almanya’nın Kehl
ile Baden Baden kentlerinde yapılacağını, dergimizin 131. sayısında
belirtmiştik
Fransa-Almanya ortaklığında örgütlenen NATO’nun 60. yıldönümü
kutlamalarına, hem egemenler hem
de NATO’ya karşı olan kesim yoğun
biçimde hazırlandı.
Egemenlerin sözkonusu kutlamalarda yerleştirmek istedikleri temel
düşüncelerden –bu aynı zamanda
şovlu görüntülerle desteklendi– biri
NATO’nun “dünyada barışı, güvenliği sağlayan” bir “barış” örgütü olduğu yönlü görüştü.
Bu görüşün NATO karşıtlarının
tavırlarındaki yansıması ise kendisini, NATO’nun “kuruluşunda bir
savunma örgütü” olduğu biçiminde
gösteriyordu. Yani NATO’ya karşı
olanlar arasında da, NATO’nun kuruluşundan özellikle 1989-90’a kadarki tarihi değerlendirmede yanlış
görüşler vardı, vardır.
Zirvede neler yapıldı konusuna
geçmeden önce, NATO’nun kuruluşunda da bir savaş örgütü olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulamak, bilince çıkarmak gerekiyor. NATO’nun
“savunma örgütü” olduğu tezinin
arkasında yatan gerçeklik, o dönem
ABD emperyalizmi önderliğinde
yaygınlaştırılan, Sovyetler Birliği
(SB) ve onun önderliğindeki Halk
Demokrasisi ülkelerin (Doğu Bloku
genel olarak) saldırgan ve yayılmacı
olduğu yalanının gerçekmiş gibi kabul edilmesidir. Hem tarih, hem de
olgular, saldırgan olanın emperyalist
güçler olduğunu; NATO’nun hem
sosyalizme karşı savaş, hem de ezilen
halkları köleleştirme aracı olarak kurulduğunu göstermektedir.
İçinde bulunduğumuz tarihi süreçte ise, aslında NATO’nun bir savaş örgütü olmadığını söyleyebilmek
için ya gerçekte siyasi cehalet içinde
olmak ya da büyük bir sahtekâr olmak gerekir. Emperyalistler, egemenler sahtekârdırlar. Onlar savaş
yürütürken bile “barış”tan bahsederler. Kitlelerin gerçekleri görmesini
istemezler, istemiyorlar…
ZİRVENİN KONULARI…
NATO’nun 60. yıldönümü kutlamalarının şov bölümünü bir kenara
bırakırsak karşımıza savaş hesap ve
planları çıkmaktadır.
Görünürde sadece eğleneceklerdi,
birbirlerini boğazlama yerine kucaklayacak ve etrafa gülücükler dağıtılacaktı. Şovun sıcaklığına herhangi birisinin soğuk su dökmesini özellikle
de 60. yıldönümünde istemiyorlardı.
Ama, savaş örgütünün toplantısında
her şeyin üzeri örtülemiyor. Dışa
karşı birlik görüntüsü verilmeye çalışılırken bile ne kadar tehditkâr
olduklarını görmek için fazla bir çabaya gerek kalmıyor.
Tartışılması istenen konuların başında NATO’nun yeni stratejisiydi.
Fakat bu konuda görüş farklılıklarının çok olduğu göz önüne alınarak
–kimi yorumcular bu tartışmada
NATO’nun dağılabileceğini bile söylüyor– ve şovlarına soğuk su katma-
mak için bu tartışmayı, “bilir kişilerin” bir taslak hazırlaması için geleceğe ertelediler.
Toplantının Fransa-Almanya ortaklığında yapılmasının en önemli
gerekçelerinden biri Fransa’nın resmen yeniden NATO’nun komuta
kademesine, askeri kanadına dönmesiydi. Bunun sembolü olarak da,
Fransa Başkanı Sarkozy dışındaki
yetkililer Almanya tarafında buluşup “İki Kıyı Köprüsü” üzerinden
Fransa tarafına yürüdü ve Sarkozy
de karşı taraftan gelip köprünün ortasında birleştiler. İtalya Başbakanı
Berlusconi’nin Erdoğan ile telefon
görüşmesi yapması nedeniyle aile
fotoğrafında yer almaması tartışmalara yol açsa da, köprü üzerindeki şov
tam bir komediydi.
NATO’nun 60. yıldönümünde üye
sayısı resmen 28’e yükseldi. Toplantı
öncesinde tüm üye ülkelerin onayıyla
Hırvatistan ve Arnavutluk NATO’ya
tam üye statüsüne kavuştu.
NATO’nun, artık “kaderini belirleyecek” savaş olarak düşünülen
Afganistan’daki savaş sorunu, zirvenin gündeminde öne çıkan sorunlardan biriydi.
Çiçeği burnunda ABD Başkanı
Obama toplantıya gelmeden önce
ABD’nin Afganistan’a yönelik pla-
17
panorama
18
nını, –kimi bunu yeni strateji diye kitlelere satmaya çalışıyor– kamuoyuna
aktardı. Buna göre Afganistan’daki
ABD işgal gücüne 21.000 asker
daha katılacaktır. Bunun 4000’i
Afganistanlıların askeri eğitimi ve
harekât danışmanı olarak planlanıyor. Öyle ya da böyle Afganistan’da
ABD askerinin sayısının 60.000’e
yükseltilmesi sözkonusudur. Buna
bir de anda Afganistan’da bulunan
diğer ülkelerin 30.000 civarında askeri eklenince işgal gücü 90.000’e
ulaşıyor. Kuşkusuz ki sayı bununla
kalmayacaktır.
Daha şimdiden kimi NATO üyesi
ülkeler yazın yapılacak Başkanlık seçiminin güvenliğini sağlama adına da
ek askeri güç göndereceği sözü vermiş
durumdadır. Taliban iktidardayken
başlatılan savaşta ordu gücü sayısı
5-10 bin civarında veriliyordu. İşgal
gücü sayısının giderek katlandığı
açıktır. Afganistan’da ABD askerinin sayısının yükseltilmesi kuşkusuz
ki savaş giderlerinin de yükseltilmesi
demektir. Mart 2009 itibariyle verilen
kimi rakamlara göre sadece ABD’nin
Afganistan’daki askeri-savaş giderleri ayda 2 milyar dolardır. Ayrıca bir
de “askeri olmayan” giderlerin ne kadar olduğu da belirtilmiyor.
Yeni diye kitlelere satılmaya çalışılsa da, sorunun sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceği meselesi,
yeniden dillendiriliyor. Asker ve polisin eğitilmesi dışında planlarında
yer alan konulardan biri de, –daha
önceki yazılarımızda da dikkat çekmiştik– Taliban güçleriyle işbirliğidir. Bu işbirliğini nasıl ve hangi temelde sağlayacakları net değil, ama
Irak’taki deneyimlerden yararlanmaya çalışıyorlar.
Vurgulanması gereken bir nokta
da artık Afganistan’daki savaşın
sözkonusu olduğu yerde, Pakistan
da sözkonusudur. Bu nedenle de kimileri NATO’nun savaşını Af Pak
savaşı olarak da adlandırıyor. NATO
zirvesinin sonucu başından belliydi:
Obama’nın planı NATO’nun planı
olarak kabul gördü.
Zirvede sözkonusu edilen bir konu
da NATO-Rusya-Konseyi çalışmalarının yaza kadar yeniden başlatılmasıydı. Sözkonusu çalışma, ya da toplantılar Rusya-Gürcistan savaşı nedeniyle dondurulmuştu. 60. yıldönümü
toplantısında Rusya’nın NATO için
önemli bir partner ve komşu olduğu
vurgulanırken bile, Rusya’ya Güney
Osetya ve Abhazya’yı tanıma kararını geri çekmesi ve Gürcistan’daki
askerlerini çekme işini bitirmesi uyarısında bulundular.
NATO’nun savaş örgütü olduğu
gerçeğini gözler önüne seren noktalardan biri de “yeni strateji” içinde
ele almak istedikleri, ama daha şimdiden kararlı oldukları uygulamadan
biri, “nükleer ve konvansiyonel yetenekli” dedikleri silahların kullanımıdır. Korkutma, ya da vaz geçirme
adına şu ya da bu ülkeye nükleer saldırının köşe taşları dizilmiştir.
Buraya kadar değindiğimiz tüm
noktalar, hem toplantı öncesindeki
görüşmelerde üzerine anlaşılan, hem
de kutlama şovu nedeniyle de mutlaka 3-4 Nisan 2009 tarihlerinde
sonuçlandırılması hedef lenmeyen
noktalardı. Birlik görüntüsünü bozmayacak, sıcak suya soğuk su katmayacak biçimde bunları hallettiler.
Fakat, 31 Temmuz 2009 tarihinde
görev süresi bitecek olan NATO Genel
Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer’in yerine yenisinin seçilmesi isteniyordu,
büyük güçlerce… Üzerinde anlaştıkları aday ise Danimarka Başbakanı
Anders Fogh Rasmussen idi.
NATO üyesi ülkelerin gücüne, büyüklüğüne ya da küçüklüğüne bakılmadan bir oy ve veto hakkı var.
NATO’nun reforme edilmesi sürecinde değiştirmek istedikleri noktalardan biri de, alınacak kararların
oy birliğiyle değil, çoğunlukla alınmasıdır. Fakat anda geçerli olan kural oybirliği olmasıdır. Türkiye toplantı öncesinde Rasmussen’in seçimine sıcak bakmadığını belirtmişti.
Başbakan biraz sert Cumhurbaşkanı
ise yumuşak biçimde bu görüşü dile
getirmişlerdi. Toplantıda Türkiye’yi
Cumhurbaşkanı Gül temsil etti. 3
Nisan’da –özellikle akşam yemeğinde ve sonrası süreçte– yürütülen pazarlıklar, yapılan görüşmeler,
Türkiye’nin kolay ikna olmayacağını
göstermişti.
Türk iye Cumhuriyeti devleti
temsilcileri, Rasmussen’in hem
Danimarka’da bir günlük gazetenin
Muhammed karikatürlerini yayınlaması ve buna karşı tepkilere; hem
de ROJ-TV’nin kapatılması taleplerine “bizde basın özgürlüğü var”
biçiminde tavır takınmasını içlerine
sindirememişlerdi.
Ellerine geçen fırsatı güçlerince
kullanmaya, Rasmussen’in seçimini
önlemeye çalıştılar. Veto hakkını
kullanarak böylesi bir durumu yaratmalarının kendilerinin fazla işine
gelmeyeceğini gördükleri yerde,
karşılığında alabilecekleri kadar taviz almaya çalıştılar. Neler elde ettikleri tam açık değil. Ama sonuçta
Obama’nın Gül ve Rasmussen ile
görüşmesi ve tarafların isteklerinin
yerine getirileceği konusunda kefil olması sonucunda, Türk tarafı
Rasmussen’e olurunu verdi. Böylece,
gecikmeli de olsa dışa karşı birlik görüntüsü vermenin koşulu oluşturulmuş, basın açıklaması aşamasına gelinmişti. Basın açıklaması yapılarak
ve yeni NATO Genel Sekreteri takdim edilerek zirve sonuçlandırıldı.
NATO’nun 60. yıldönümünde
bir de, Strasbourg/Kehl-Zir veAçıklaması yayınlandı. Sözkonusu
açıklama 62 maddeden oluşuyor.
Kuşkusuz ki elinize geçirirseniz,
dünyanın savaş kurmaylarının ne
düşündükleri konusunda bilgilenmek için sözkonusu açıklamayı okumak yararlı olacaktır.
Şimdiden bilince çıkarılması gereken noktalardan biri, NATO üyesi
ülkelerin bu çatı altında gerçekte
sağlam bir birliğe sahip olmadıklarıdır. Üye sayısı çoğalsa da, NATO
üyesi ülkeler içinde özellikle ABD,
Almanya, Fransa gibi büyük emperyalist güçlerin çıkarlarının çatışması
–kuşkusuz ki diğer tüm üye ülkelerin
diğerleriyle çatışan çıkarları sözkonusudur–, aynı zamanda bu birliğin
uzun vadedeki geleceğini soru işareti
haline getirmektedir. AB’nin militarizminin geliştirilmesi –şimdilik
NATO ile ittifak halinde davranılıyor–, güçlendirilmesi, NATO’nun en
azından ikiye bölünmesinin ihtima-
lini de içeriyor.
Bu ihtimalin ya da başka tahminlerin gerçekleşmesi daha birçok sene
sürebilir. Fakat, NATO üyesi ülkelerin
tümünün ortak çıkarlarını bir arada
tutup, hepsinin taleplerine cevap vermesi uzun vadede mümkün değildir.
Emperyalistler arası çelişkilerin şiddeti, bu süreci de belirleyecektir.
Dünyanın işçilerinin, emekçilerinin ve ezilen halklarının görevi,
emperyalist sistemi de, onun savaş
örgütlerini de tarihin çöplüğüne
atmaktır!
25 Nisan 2009 √
NATO zirvesi
protesto edildi…
“N
ATO’ya hayır! Savaşa
hay ı r!” sloga n la r ı,
NATO’nun 60. yıldönümü zirvesine karşı, protesto eylemlerinin baş sloganlarıydı. Bu sloganların içeriğini herkes aynı biçimde
doldurmuyorsa da, hatta “savaşa hayır” sloganı hem pasifist hem de haklı
haksız savaşı ayırmadığı için yanlış
görülse de; bu sloganlar NATO ile savaşın aynı şey olduğunu dile getirmek
için kullanıldı. Gerçekten de NATO,
emperyalistlerin, egemenlerin savaş
örgütüdür. Bu anlamda NATO’ya
hayır demek, onların savaşlarına da
hayır demektir.
NATO’nun emperyalistlerin savaş
örgütü olduğu ve buna karşı mücadelenin sisteme karşı mücadeleye bağlı
olması gerektiği düşüncemizi kuşkusuz ki her seferinde dile getirip buna
uygun mücadelemizi geliştirmeye
çalışıyoruz.
İçinde bulunduğumuz tarihi koşullarda, genelde devrimci, komünist
hareketin zayıflığı, işçi sınıfının bilinç seviyesinin ve örgütlülük düzeyinin düşüklüğü, sisteme ve sistemin
kurum ve kuruluşlarına karşı mücadeleye de yansımaktadır.
Örneğin NATO’ya karşı eylemler
gibi etkinlikler -biz komünistlerin,
devrimcilerin eylemleri de–, esasta
tepki eylemleri olma durumunda-
dır. Egemenler toplantı ya da zirveler
yapmaktadır, bizler de onlara karşı
olduğumuzu göstermek, sesimizi
yükseltmek için, onların toplantı
veya zirvelerinin tarihlerinde harekete geçiyoruz.
Kuşkusuz ki tepkimizi göstermek,
sömürücüleri ve onların kurum ve
kuruluşlarını istemediğimizi haykırmak hem doğrudur, hem de gereklidir. Fakat yine de “devrimci sol”
kesimin mücadelesinin esasının ya
da ağırlığının tepki eylemleri olması
durumu komünistler tarafından istenen bir durum değildir. Bizlerin
kendi eylemlerimizi, işçi sınıfının
eylemlerini geliştirip güçlendirmemiz gerekir.
3-4 Nisan 2009 tarihlerinde FransaAlmanya’da yapılan NATO Zirvesi’ne
karşı protesto eylemlerinin gösterdiği en temel gerçeklik, işçi sınıfının
devrim için mücadele edecek bilinç
ve örgütlülük düzeyine kavuşmadığı sürece; NATO’yu protesto etme
eylemleri gibi eylemleri de devrim
mücadelesinin bir parçası olarak ele
alıp önderlik etmedikçe; biz ezilenlerin ezenlere karşı zaferi elde etme
imkânımızın olmadığı gerçeğidir.
Hoppala! Bu da nereden çıktı? diye
sorarsanız, NATO’ya karşı protesto
eylemlerine katılan birinden şu cevabı alacaksınız: Fransa’da işçi sınıfı
panorama
reformist sendika önderliğinde hareket ettiği halde, hükümeti protesto
için, ya da istemediği herhangi bir yasayı engellemek için greve gittiğinde
milyonlarca işçi harekete geçiyor ve
hükümete geri adımlar attırıyor. En
son iki grevde bir milyon ile üç milyon arası işçi greve gitti ve kelimenin
gerçek anlamında Fransa’da hayatı
durdurdu. 4 Nisan’da Strasbourg’ta
planlanan NATO’ya karşı eylemleri,
–bloke etme ve yürüyüş– bu işçi sınıfı sahip çıksaydı, egemenlerin zirvelerini bu kadar rahat gerçekleştirmesi mümkün olmayacaktı, hatta
zirvenin Strasbourg bölümü iptal
bile edilebilirdi. Olmadı! Bırakın işçi
sınıfını, Elsaslı, Fransalı protestocuların sayısı bile başka ülkelerden
Strasbourg’a gidenlerin sayısından
daha azdı. Neysene, işçi sınıfının
rolünün önemine dikkat çekerek
NATO zirvesi bağlamında kimi bilgileri aktaralım.
Hepimizin bildiği gibi egemenler
kitleleri kandırmanın bir aracı olarak sürekli “demokrasi”den bahsederler, gerçekte savaş sürdürseler
de… Geçmişte yaşanan kimi olayları
sosyalizme saldırılarını yaygınlaştırmak için kullanırlar ve sosyalizmin
ne kadar “totaliter”, “baskıcı” bir sistem olduğunu biz emekçilere empoze
ederler. Bu arada tabii ki beynimize
kapitalizmin ne kadar “özgürlükçü”,
ne kadar “demokratik” olduğunu şırıngalamaya çalışırlar.
Dünya üzerinde anda yaşanan tüm
barbarlıkların kapitalizmin ürünü,
sonucu olduğu gerçeği karşısında ise
üç maymunu oynarlar!
NATO’nun 60. yıldönümünü kutlama şovuna hazırlık ve önlemlerin
kısa bir dökümü bile, bu sahtekârların
“demokrasi” maskesini yırtmaya
yeterlidir.
NATO zirvesi 3-4 Nisan’da yapıldı
ve esas olarak önlemler bu iki güne
yoğunlaşmıştı. Fakat toplantının yapılacağı bölgede, geniş çaplı bir coğrafyada kelimenin gerçek anlamında
olağanüstü bir hal yaşatıldı.
Hem Almanya kesiminde hem de
Fransa kesiminde toplantının yapılacağı alanlar çok önceden denetime
alınarak istedikleri önlemleri almanın yanısıra, olasılıklar hesaplanarak
gerek duydukları kimi işler de yaptılar. Örneğin Baden Baden kentinde
baş haydutları taşıyan Helikopterlerin
güvenliği için birçok ağaç kesildi.
Kanalizasyon sisteminin kapakları
özel yapıştırıcıyla yapıştırıldı, kaynatıldı. Kimi özel yollar döşendi vb.
vb.
Toplantı bölgeleri kırmızı ve sarı
bölgelere bölündü ve sözkonusu yerlerde ikamet edenler, ya da çalışanlar
ancak kendilerine verilen kırmızı ya
da sarı renkli kartlarla, tabii ki her
seferinde kontrolden geçirildikten
sonra evlerine, işyerlerine gidebildiler. Özellikle kırmızı bölgede oturanların pencerelerini açmasını bırakın,
pencerelerine yanaşmaları bile yasaklandı. Strasbourg’ta ise NATO’ya
Hem Almanya kesiminde hem de Fransa kesiminde
toplantının yapılacağı alanlar çok önceden denetime
alınarak istedikleri önlemleri almanın yanısıra, olasılıklar
hesaplanarak gerek duydukları kimi işler de yaptılar.
Örneğin Baden Baden kentinde baş haydutları taşıyan
Helikopterlerin güvenliği için birçok ağaç kesildi.
Kanalizasyon sisteminin kapakları özel yapıştırıcıyla
yapıştırıldı, kaynatıldı. Kimi özel yollar döşendi vb. vb.
hayır diyen protesto gösterisi içerikli,
hatta “Barış” yazılı pankart ya da
bezlerin asılmasına bile izin verilmedi. Yine de evlerinin duvarlarına,
pencerelerine böylesi pankartlar, yazılar asanlar polisin gözetimiyle karşı
karşıyaydı.
1-5 Nisan tarihlerinde Kehl ile
Strassbourg arasındaki tren ulaşımı
iptal edilmiş, özellikle 3-4 Nisan tarihlerinde Baden Baden ve Kehl’de
ikamet edenlerin büyük bölümü ancak polis refakatinde gitmek istediği
yere, örneğin alışverişe gidebiliyordu.
Sayısı belli olmayan sayıda insana
Alman polisi sözkonusu tarihlerde
evlerini terketmeleri yönünde mektup gönderiyor, kimi işyerlerinde
zorunlu olarak işi durduruyordu.
Basına yansıdığına göre 40’tan fazla
bilgi toplama merkezi, yani ajan
merkezi oluşturuldu. Hastahaneler,
hapishaneler boşaltıldı, yaralanacak
ya da tutuklanacak olanlara çok önceden yer hazırlandı. Örneğin çocuğunun doğumu için 3 Nisan’da hastahaneye yatması gereken kadın, bir
hafta önce ameliyat ediliyor ve çocuk
da bir hafta önce suni olarak dünyaya
gözlerini açıyordu…
Fransa NATO toplantısının güvenliğini sağlama adına 20 Mart
ile 5 Nisan arası dönemde Şengen
Anlaşması’nı donduruyor, hemen
hemen tüm Almanya ile olan sınırlarda, farklı düzeyde de olsa sınır
kontrolleri yeniden uygulanıyordu.
Kuşkusuz ki tüm bunlar içinde
doğrudan savaş güçleri de vardı.
AWACS uçakları gibi erken uyarı
uçaklarından savaş uçaklarına, helikopterlere, Almanya ile Fransa sınırı olan Ren Nehri üzerinde sürekli
turlanan polis botları vb. yani karadan, havadan, sudan… her taraftan
önlemlerini almışlardı. Kesin rakam
verilmemesine rağmen Almanya en
az 15.000 polis ve ek olarak yüzlerce
asker, Fransa ise en azından 10.000
kolluk gücü ile NATO’nun gerçek
yüzünü, savaş örgütü olduğunu gözler önüne seriyordu.
Kuşkusuz ki alınan önlemler listesi
çok daha uzundur. Ama iki günlük
toplantı için kelimenin gerçek anlamında sıkıyönetim uygulanması gerçeği bile burjuva demokrasisinin gerçek yüzünü göstermektedir: Ezenlere
demokrasi, ezilenlere baskı, zulüm,
terör! Aslında bu iki gün içinde yaşananlar bile, burjuvazinin demokrasisinin cilasının söküldüğünde, cilanın
altında faşizmin çirkin yüzünün or-
taya çıktığını yeniden gösterdi.
Baden Baden ve Kehl’de yapılan
protesto eylemleri –stand açma, miting yapma ya da yürüyüş gibi değişik eylemler yapıldı– esasta herhangi
bir çatışmanın yaşanmadığı, bu
açıdan “barışçıl” eylemlerdi. Baden
Baden’de protesto eylemine katılımın
azlığı gibi, katılanların da esas olarak
pasifist kesimden olması polisin işini
kolaylaştırdı.
4 Nisan’da Kehl’deki yürüyüşe ise
tüm engellemelere rağmen 6000 civarında insan katıldı. Bu yürüyüşe biz
YDİ Çağrı okurları Herşeye Rağmen
dergisi okurlarıyla birlikte katıldık.
Kehl’deki yürüyüş de esasta pasifist
kesimin damgasını vurduğu bir yürüyüştü. Avrupa Köprüsü’nü geçip
Strasbourg’tan gelen yürüyüş kolu
ile birleşmeye çalışma çabası da –bir
ara polisin saldırıya hazırlanmasıyla
hava biraz ısınsa da– sonuna kadar
sürdürülmedi.
Strasbourg bölümünde yaşananları özetleyerek anlatalım. 1-4 Nisan
tarihleri arasında hem kampa katıldık, hem de ayın 4’ünde sabah saat
4’ten akşama kadar sokaklarda önce
küçük gruplar ve sonra yürüyüş
kolu halinde NATO zirvesini rahatsız etmeye, protestomuzu güçlü biçimde göstermeye çalıştık. Kehl ve
Strasbourg’taki protestocuların toplam sayısı 30.000 civarında idi. Fakat
Strasbourg’takilerin de hepsi aynı
anda bir arada değildi.
Kampın örgütlenmiş olması iyiydi
ama kampta yapılacak eylemler için
merkezi bir örgütlenme yoktu. Tam
bir kaos yaşandı. Sürekli üzerimizde
helikopterler dolandı, yapılan kimi
küçük çaplı yürüyüşler ve askeri binaların camlarının kırılması gibi,
fırsatı bulanların sözkonusu bölgede arabalara, otobüs duraklarına
saldırıları da yaşandı. Bu çatışmalarda kimi bilgilere göre üçyüzelli
civarında insan gözaltına alındı.
Polis bir nevi “yorma” taktiği kullanıyordu. Kampta kimi bilgilere
göre 5000 kadar insan vardı, ama
bu rakamın abartılı olduğu da söylenebilir. Kampta, ya da toplantı çadırlarında sivil polislerin –özellikle
Almanca konuşanların– sayısı hiç de
az değildi. Esasında Fransız polisinin
yapılması planlanan eylemlerden haberleri vardı.
Bunun pratiğini 4 Nisan’da, şehir
merkezinde değişik yerlerde bloke
etme eylemlerini gerçekleştirme
amacıyla saat 4’te ortalama 200’er ki-
şilik gruplar halinde yürüyüşe başlamamızdan kısa süre sonra –yaklaşık
35 dakika sonra– gaz bombalarıyla,
ses bombalarıyla bize saldırılmasıyla
ve üzerimizde durmadan dönen ve
ışığıyla bizi kameraya alan helikopterlerle karşı karşı gelmeyle yaşadık.
Bize tıkanan bir yoldan ve atılan gazlardan sonra geri çekilip başka yol
arama ve yeniden aynı biçimde gaz,
ses bombası ve yer yer de plastik kurşunlarla karşılaşma oyunumuz, –onlar kedi biz fare gibi bizimle oynadılar
kelimenin gerçek anlamıyla– saat 10’a
kadar sürdü. Fakat gazlanma, ya da
saldırılar bitmedi tabii ki. Şehir merkezine gitmek, bu halimizle mümkün
değildi. Kendi aramızda şakalaşarak,
moralimizi üstün tutarak ve tabii ki
kendi kendimizle alay da ederek, cesaretli ve cüretkar olmayı sürdürdük
sonuna kadar. Fransız polisi, bakın
biz NATO’ya aitiz, NATO’ya geri
döndük dercesine havai fişekler gibi
bize gaz, ses bombası yağdırıyordu.
Yürüyüş alanına doğru bizi yönlendirdiler. Daha önce yolu açıp
ilerlediğimiz ve çoğumuzun zafer
nidalarıyla kutladığı yürüyüşümüzün yönünün, bilinçli olarak şehir
merkezinden dışa doğru açıldığını
farkettik.
Sonuçta, bize verilen yürüyüş rotasını yürümedik, Kehl’den gelecek yürüyüş koluyla birleşmek için Avrupa
Köprüsü’ne yürüdük. Köprünün
tam yanıbaşında pankartımızı açıp,
bildirileri dağıttık. Bu arada yaklaşık bir-birbuçuk saat polis saldırısı
yoktu. Kimi anarşistler eski gümrük
binasını ateşe verdiler. Daha sonra
bir otelin ve başka binanın yandığını gördük. Yürüyüş kolu köprüden geri çekildiğinde bu sefer daha
yoğun bir saldırıya uğradık. Miting
yapılmadı, yürüyüş kolu izin verilen
rotaya doğru ilerledi. Güç dengesinin açıkça bizim aleyhimize olduğu
bir durumda “göğü fethetmeye cüret
edenler” olarak gün boyunca cesaret
ve sükunetimizi koruduk. En büyük
çabamız da polisin saldırılarından
kaçanların paniğini engellemeye
çalışmaktı. Ne yazık ki her zaman
başaramadık.
Önemli bir noktayı bilince çıkararak yazıyı bitirelim. Fransa tarafından
polisle çatışmaların, ya da kimi yerlerin yakılmasının tersine Almanya
kesiminde herhangi bir çatışmanın
yaşanmaması, egemenler tarafından
daha fazla silahlanmanın, sıkı önlem
almanın hazırlığı için kullanılmaktadır. Bunu yapmakta olanlara göre
Fransız polisi Alman polisini örnek
almalıdır. Yani anlayacağınız, burjuva demokrasisinin cilası hep daha
fazla dökülüyor, döktürülüyor…
Bu deneylerden öğrenilmesi gereken en temel noktalardan biri de,
gücün ne kadar az olursa olsun, hareketin kuyruğuna takılmayacaksın!
Doğru olan ne ise ona bakacaksın!
25 Nisan 2009
Almanya’dan bir okur √
19
panorama
G20 toplantısına karşı protestolar…
E
20
gemenlerin krize karşı önlemler alma ve kendilerini
kurtarma çabaları sürerken,
“dünya ekonomisini kurtarma”
adına zirveler gerçekleştirirken, bu
zirvelere karşı protesto eylemleri de
gerçekleştirilmektedir.
G20’nin 1-2 Nisan tarihlerinde
Londra’da yapılan zirvesine karşı
protesto eylemleri aylar önceden
planlanmıştı. “Krize ve savaşa karşı
eylem haftası” olarak düşünülen ve
28 Mart’ta başlayıp 4 Nisan’da bitirilecek olan eylemlerle protestolar
gerçekleştirildi. Doğrudan krize ve
G20 zirvesine karşı olan eylemler ise
28 Mart’ta Avrupa’nın değişik merkezlerinde yapılan, “Sizin Krizinizin
Bedelini Biz Ödemeyeceğiz” sloganı
altında onbinlerce insanın katıldığı
eylemlerle başladı.
Sözkonusu eylemler 1 ve 2 Nisan
tarihlerinde Londra’da onbinlerce
insanın katılımıyla sürdürüldü.
Londra’da zirveye karşı protesto eylemlerine katılan onbinlerce kişiye
karşı polisin aldığı önlemler, burjuva
medya da bile “yoğun önlemler” olarak adlandırıldı.
Polisin engelleme çabalarına karşı
protestocular direnince, burjuva demokrasisinin gerçek, çirkin yüzü de
ortaya çıkıyor. En barışçıl ve şiddeti
ilkesel olarak reddeden göstericilere
karşı bile yoğun şiddet uygulandı.
Göstericiler finanz merkezi olarak bilinen City bölgesinde Merkez
Bankası önünde toplanırken, polisin
saldırısına karşı direnen kimi göstericiler ise Royal Bank of Scotland’ın
camlarını kırdı.
Kitlelerin attığı sloganlar arasında
öne çıkanlar, “Bankalardan nefret
ediyoruz”, “İnsanlar kârdan önce
gelir” ya da “Irak ve Afganistan’dan
çekilin” gibi sloganlardı. Kimileri
de “parayı yok edin” diye sesini
yükseltiyordu.
Protestocular arasında bu tür sloganlar atılırken, bu iki günlük zirvenin “güvenlik önlemleri” için 10
milyon sterlinin harcandığı bilgisi
medyaya yansıyordu. Kuşkusuz ki
protestocuların paranın yok edilmesinden anladığı şey bu değildi.
Bu protestolar arasında medyaya
yansıyan haberlerin başında, “bir
kişinin ölü bulunduğu” biçimindeki
haber geliyordu. Bu habere göre polis
Bank of England yakınlarında, göstericiler arasında bir kişiyi ölü olarak buluyor! Ne esrarengiz bir haber
ama! Sanki birisi kaybolmuş ve polis
de o kişiyi ararken, onu ölü olarak
bulmuş… Yalancının mumu yatsıya
kadar yanarmış! Tekniğin gelişmesi
yer yer egemenlerin gerçek yüzünü
ortaya çıkarmaya da hizmet ediyor.
Ölen kişi bir gazete satıcısı, bayii, adı Ian Tomlinson yaşı 47. The
Guardian tarafından sitesinde yayın-
lanan video, bir görgü tanığı tarafından çekilmiştir. Tomlinson işinden
evine giderken protesto eylemlerinin
olduğu yerden geçmekte ve polisin
saldırısına uğramaktadır. Tomlinson
yere düşer, görgü tanıklarına göre
kafasını yere çarpar. Eylemciler
Tomlinson’un kalkmasına yardım
eder, ama Tomlinson birkaç metre
sonra bir daha kalkmamak üzere
yeniden yere düşer. Ölü bulunduğu
açıklanan kişi Tomlinson’dur. Polis
açıkça katlettiği halde, gerçeğin üzerini örtmeye kalkışmıştır. Olayın
görgü tanığının videosu sayesinde
ortaya çıkması kuşkusuz ki polise
karşı protestoların da yükselmesini
beraberinde getirdi. Fakat bu cinayetin sorumlusunun İngiltere devleti ve
polis kurumu olduğu gerçeğinin üzeri
de daha başından itibaren örtülmeye
çalışılıyor. Soruşturmanın sonucunun ne olacağını birlikte göreceğiz.
Şimdiden açık olan şey, göstericilerin
1 Nisan’ı “Mali aptallar günü” olarak
gösterdiği şakacılığı karşısında polisin gayet ciddi olduğudur.
Londra’daki protestolar 2 Nisan’da
da sürdü, fakat 2 Nisan tarihinde
en yüksek katılımlı protesto eylemi,
Yunanistan’da gerçekleştirildi.
Yu n a n i s t a n G e n e l E m e k
Konfederasyonu (GSEE), 2 Nisan’daki
G20 zirvesini protesto etmek için
ülke çapında bir günlük genel grev
eylemi gerçekleştirdi. Grevin yanısıra
binlerce insanın katıldığı yürüyüşler
de yapıldı.
GSEE genel olarak ETUC, ITUC
ve Küresel Emek Federasyonu’nun
sendikal mücadeledeki yaklaşımını
destekleyen reformist bir sendika
konfederasyonudur. G20 zirvesine
karşı eylemde öne sürdüğü talepler
de sistem içi taleplerdir. Fakat buna
rağmen, en azından bizim bilgimiz
dahilinde olan Avrupa Birliği üyesi
ülkeler içinde, G20 zirvesine karşı 2
Nisan tarihinde genel greve çağrı ya-
pan ve bu çağrısını da önemli ölçüde
gerçekleştiren tek konfederasyondur.
Bu örnek aslında reformist sendikalar içinde de farklılıkların olduğunu
göstermektedir. Mücadeleci reformistlerle teslimiyetçi reformistler…
Teslimiyetçi reformistler arasında
örneğin Alman Sendikalar Birliği’ni
(DGB) ya da Türk-İş’i sayabiliriz.
GSEE Yunanistan’da bir günlük genel gereve giderken, DGB Başkanı
Sommer G20 zirvesinin kararlarını
“onurlandırmış” ve AB ile Alman
hükümetinin sözkonusu kararları
bir an önce uygulamasını talep etmiştir. Sommer ayrıca, kitlelerin
dünya çapında küresel ekonomi ve
mali sisteme güvenebilmesi için sendikaların da pazarlık masasında yer
alması gerektiğini salık vermektedir. Bunu da Uluslararası Sendikal
Birlik (IGB) adına öne sürmektedir.
IGB’nin (ITUC, CSI, IGB, TUAC,
Global Unions vb. kısaltılmış isimlerle, bunlar farklı dillerden olduğu
için) “Global Unions’un Londra
G20-Açıklaması” ise 34 maddeden
oluşuyor ve devlet ve hükümet başkanlarına sendikalarla nasıl çalışılabileceği, daha doğrusu işbirliği yapılabileceği; tabii ki daha kötü durumlara düşmemek için çalışanların ya
da işsizlerin de durumlarının gözönüne alınması gerektiği söylenerek,
akılbabalığı yapılıyor.
G20 zirvesinden önce Londra’da
31 Mart-1 Nisan tarihlerinde “G20
Sendika Liderler Toplantısı” adı
altında bir sendika toplantısı gerçekleştirildi. Sözkonusu toplantıya Türkiye’den Türk-İş Genel
Başkanı Mustafa Kumlu ile Türk-İş
Uluslararası İlişkiler Uzmanı Uğraş
Gök’ün katıldığı yönlü bilgi basına
yansıdı. Yukarıda adı geçen 34 maddelik sendika açıklaması, ayrı bir
açıklama yapılmadığı sürece Türkİş’in de tavrıdır. Kumlu, çalışan kesimin beklentileri hakkında şu açık-
lamayı yaptı:
“Hâlâ artma eğiliminde olan yüksek işsizlik, sosyal ve siyasi bir krize
dönüşmeden önce uluslararası ve bütünsel önlemler alınması gerekiyor.
Bu çerçevede G20 Zirvesi büyük önem
taşıyor. Biz sendikal hareket olarak,
G20 Zirvesi’nde öncelikle istihdamı
artıracak, gelir eşitsizliğindeki adaletsizliği giderecek, ücretlilerin satın
alma güçlerini artıracak ve insan
onuruna yakışır, daha adil bir ekonomik düzen oluşturacak kararlar alınmasını istiyoruz.
Zirvede, sendikaların uluslararası
kuruluşlarda daha fazla temsil edilmesini sağlayacak, ILO’nun dünya
üzerindeki etkinliğini artıracak, çevreye saygılı, iklim değişikliği konularına duyarlı bir küresel ekonominin
tesis edilmesini sağlayacak kararlar
alınmasını istiyoruz. İstihdam yaratmak amacıyla kamu yatırımlarının
artırılmasını, kaliteli kamu hizmetleri sunmak için inisiyatif alınmasını istiyoruz. Ayrıca, ücretli kesimin
kredi kullanımına borç alma güvenliği
getirilmesi gibi yine insanı temel alan
başka taleplerimiz var.” (AA, 1 Nisan
2009, internetten)
Türk-İş Genel Başkanı’nın bu tavrı
sözkonusu açıklamayla uyumludur.
Bu tavrın herhangi bir tekelin, ya da
lobinin temsilcisinin tavrından farkı
olmadığı da açıktır.
Sendika ağaları bu tür tavırlarla
işçileri, emekçileri dünyanın egemenlerine satmaktadırlar! Bunların
Londra’daki toplantıda IMF ve
Dünya Ticaret Örgütü temsilcileriyle
yürüttüğü görüşmelerde neler savunduğu ise öğrenilmeye değerdir.
Görev işçilerin, emekçilerin kapitalizme karşı mücadele gibi böylesi
işçi sınıfı düşmanı sendika ağalarına
karşı mücadeleyi de kendi ellerine almaları için mücadeledir. G20’ye karşı
mücadele sendika ağalarına karşı mücadele ile birleştirilmek zorundadır.
26 Nisan 2009 √
NOT: G20 tanımı genelde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında en gelişmiş ülkeler, yani G8 ve
artı 12 haydut grubu için kullanılmaktadır. G20, 19 ülke ve 1 devletler grubundan (AB) oluşmaktadır.
Fakat Londra’daki zirveye toplam 23
devlet ve AB temsilcisi katılmıştır.
Aslında G20’nin adının değişmesi
gerekiyor. Bunlar şunlardır: ABD,
Japonya, Almanya, Büyük Britanya,
Fransa, İtalya, Kanada, Rusya,
Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika,
Güney Afrika, Arjantin, Avusturalya,
Endonezya, Suudi Arabistan, Güney
Kore, Türkiye ve Avrupa Birliği
ile İspanya, Hollanda Tayland ve
Etopya.
okuyucu mektubu
G
Bir hukuk mücadelesi üzerine notlar...
erçek anlamda hukukun olmadığı bir ülkede yaşıyoruz.
Kağıt üzerinde hukuk var, yasalar var. Ama pratikte andaki mevcut yasalar değil, kafalardaki yasalar
uygulanıyor. Hukukun üstünlüğ ya
da hukuk devletinden söz edebilmek
için, hukukun ne olduğu sorusuna
doğru yanıt vermek gerekir. Hukuk
adil olmalı ve adil bir yargılama yapmalıdır. Hukuk, bir ülkenin demokrasi ve özgürlük alanının en önemli
ölçütlerinden biridir. Adil ve gerçek
anlamda bağımsız yargı, demokratikleşmenin temelidir. Hukukun
son ayağı da sorumluluktur. Eğer bir
ülkede sorumluluk kurallarını işletemezseniz ya da önünü tıkarsanız,
sorumlulardan hesap sormazsanız, o
ülkede hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden sözedilemez.
İlginç bir hukuk mcadelesini ve
Danıştay 5. Dairesi’nin verdiği bir
kararı anlatmak istiyorum. Daha
önce yaptığım açıklamalarda, yargılama sürecini, yargılamanın nasıl yapıldığını ve verilen hukuk dışı
kararları anlatmıştım. Bu hukuk
dışı kararları veren İzmir 8. Ağır
Ceza Mahkemesi üyeleri hakkında,
23.08.2005 tarihinde Adalet Bakanlığı
Ceza İşleri Genel Müdürlüğü nezdinde suç duyurusunda bulundum.
Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel
Müdürlüğü, 24.01.2006 tarihli bir
yazı ile dilekçeme cevap verdi.
Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel
Müdürlüğü, 23.08.2005 tarihli dilekçemde ifade ettiğim taleplerimin yerinde olmadığını, İzmir 8. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin başkan ve üyelerinin
“yargı yetkisi ve takdir hakkı” sınırlarını aşmadığını, bu hak ve yetkilerini
herhangi bir şekilde kötüye kullanmadıklarını ya da taraflı davrandıklarına dair bir delil elde edilemediğinden, mahkeme üyeleri hakkında
işlem yapılmasına gerek görülmediğini belirtiyordu. Adalet Bakanlığı
Ceza İşleri Genel Müdürlüğü, bu işleme karşı yazının tebliğinden itibaren 60 günlük süre içerisinde Ankara
İdare Mahkemesine müracaat edebileceğimi söylüyordu. Bir anlamda bakanlık bana yol gösteriyordu. Ben de
süresi içerisinde, Ankara Bölge İdare
Mahkemesi’ne başvurdum.
Ankara 6. İdare Mahkemesi,
14.04.2006 gün ve 2006/903 E.
2006/736 K. Sayılı kararı ile “İzmir 8.
Ağır Ceza Mahkemesi başkan ve üyeleri hakkında ileri sürülen iddialarla
ilgili yapılan inceleme sonucu soruşturma izni verilmemesi işleminin
ceza yargılamasına yönelik hazırlık
işlemlerinden olduğu, bu işlemlerin
idari davaya konu olabilecek nitelikte
kesin icrai mahiyetlerinin bulunmadığı, idari davaya konu edilemeyecekleri sonucuna...” varmak suretiyle
davanın incelenmeksizin reddine
karar verdi.
O ysa , davaya konu et t iğ i m,
Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel
Müdürlüğü’nün 24.01.2006 tarihli
kararında, 8. Ağır Ceza Mahkemesi
üyeleri hakkında soruşturma talebinin reddi gerekçesi açıklandıktan
sonra, bu karara karşı yazının tebliğinden itibaren 60 günlük süre içerisinde Ankara İdare Mahkemesine
müracaat edebileceğim belirtiliyordu. Bakanlık bana ne yapmam gerektiği konusunda yol gösteriyordu.
Ankara 6. İdare Mahkemesi’de, bakanlığın bu kararının idari dava konusu olmadığını söylüyordu. İdare
Mahkemesi aynı zamanda, bakanlığın soruşturma izni vermemesinin,
ceza yargılamasına yönelik hazırlık
işlemlerinden biri olduğunu, bu işleminde idari dava konusu olmadığını
belirtiyordu. Ankara 6. Bölge İdare
Mahkemesi’nin kararını temyiz
ettim.
Bu davayı açma hakkım vardı ve
davayı zamanın da açtım. Davalı
idarenin aldığı karar idari bir karar olup, kesin ve yürütülen bir işlemdir. Şöyle ki, soruşturma izninin
verilmemesi hakkımda yürüyen ceza
davasında şikayete konu ettiğim durum devam etti, hakkımda yanlış
bir ölçüde taraflı, yutdışına çıkışımı
engelleyen, işimden olmamı, ailemden uzakta kalmamı sağlayan hakimler görevlerine devam ettiler. Bu
anlamda benim yönümden kesin ve
icrai sonuçlar doğuran bir idari işlem sözkonusu idi. Adalet Bakanlığı
Ceza İşleri Genel Müdürlüğü yeterli
ve etkin bir soruşturma yapmadı.
Yürütülen soruşturma şekli olmaktan öteye gidemedi. Yargılandığım 8.
Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2005/419
E. sayılı dosyası iyi incelenmiş olsa
idi, ne kadar keyfi ve taraflı davranıldığı anlaşılacaktı.
Yargılama süreci boyunca, zorunlu olmamasına rağmen Yargıtay
9. Ceza Dairesi’ndeki duruşmada
dahil bütün duruşmalara katıldım.
Kaçmadım. Bilakis, neticede alabileceğim ceza bir yana, benim için artık
büyük ve apayrı bir cezaya dönüşmüş bu yargılama sürecinin hızlı yürümesi ve biran evvel sonuçlanması
için üzerime ne düşüyorsa yaptım.
Gözaltında işkence görmem sebebiyle ciddi sağlık sorunlarım oluştu.
Yargılanma sürecinin uzun süre devam etmesi sebebiyle, yeterli tedavi
imkanı bulamadım. Mahkemeye bu
yönde sağlık sorunlarımı da belirtir
doktor raporlarını sunmuş olamama
rağmen, durumum sürekli olarak
görmezden gelindi. Kimi başvurularıma ise hiç cevap verilmedi.
Danıştay’a verdiğim temyiz dilekçesinde, verilen hukuk dışı kararları
bir bir anlattım. Danıştay 5. Dairesi
nihayet temyiz başvurusundan 30
ay sonra, yani 2,5 yıl sonra bir karar verdi. Danıştay 5. Dairesi, temyiz
başvurumu kabul etti ve Ankara 6.
Bölge İdare Mahkemesi’nin kararını
esastan bozdu.
Türkiye’de hakim ve savcıları yargılayabilecek bir mekanizma yoktur.
Adalet Bakanlığı’nın izin vermesi
durumunda, hakim ve savcılar hakkında soruşturma ve kovuşturma
yapılabilmektedir. İzin verilmemesi
durumunda ise, ilgililer hakkında
soruşturma ve kovuşturma yapılmamaktadır. Bu durum ise, kamu
davası açılmasının yolunu kapamaktadır. Danıştay 5. Dairesi tamda bu
soruna dikkat çekmekte, anayasanın
36 ve 125 maddelerine atıfta bulunarak, “buna göre tarafsızlığı ve bağımsızlığından kuşku duyulmayacak
şekilde oluşturulmuş bir mahkemeye
başvuru olanağının tanınmadığı bir
idari rejimin adil yargılanma ilkesine
uygun olmayacağı kuşkusuzdur”
tespitleri yapılmaktadır. Dairenin
yaptığı ve benimde doğru gördüğüm sonuç bölümünü olduğu gibi
alıntılıyorum.
“İdari işlem, idari makamların
kamu gücü ve kudreti ile hareket ederek, kamu hukuku alanında yaptığı
tek yanlı ve kesin, doğrudan uygulanabilir işlemdir. İdari işlemin en belirgin özelliği, ilgilinin isteğine bağlı
olmaksızın, idarenin tek yanlı idaresi
ile ilgilinin hukuksal durumuna etki
yapabilmesidir.
İdarenin, kişilerle olan ilişkilerinde
sahip olduğu kamu gücü ve kudretini
yanına alarak hareket etme üstünlük
ve ayrıcalığı karşısında, kişilerin sahip olduğu tek güvence ‘etkin bir yargısal denetimin varlığı’dır.
Davacının şikayeti üzerine bazı
yargı mensupları hakkında yapılan
inceleme sonucunda işlem yapılmasına gerek görülmediğine ilişkin
olarak kurulan işlemin; davalı idarece kamu gücü kullanılarak takdir
yetkisi içinde kurulması ve hukuksal
sonuç doğurması nedeniyle tüm unsurları ile idari işlem olduğuna, incelenebileceği başka bir idari birim veya
yargı mercii kalmadığına ve bu nitelikte bir işleme yargı yolunu kapayan
bir yasa hükmü bulunmadığına göre,
Anayasanın 36. Maddesinde öngörülen ‘hak arama özgürlüğü’ ve 125.
Maddesinde öngörülen ‘idarenin
her türlü eylem ve işlemlerine karşı
yargı yolunun açık olduğu’ ilkeleri
uyarınca davaya konu edilebileceği
tabiidir.”
...
“Bu bakımdan, davacının şikayeti üzerine ilgili yargı mensupları
hakkında işlem yapılmasına gerek
görülmediğine ilişkin idari işleme
karşı açılan davada, işin esasına girilerek bir karar verilmesi gerekirken, sözü edilen işlemin idari davaya konu olamayacağı gerekçesiyle
davanın reddi yolunda verilen İdare
Mahkemesi kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, davacının
temyiz işleminin kabulüyle, Ankara
6. İdare Mahkemesi’nin 14.4.2006
günlü, E.2006/903, K.2006/736 sayılı
kararının 2577 sayılı idari Yargılama
Usulü Kanunun 49. Maddesinin 1/b
fıkrası uyarınca bozulmasına, aynı
maddenin 3622 sayılı Kanunla değişik 3. Fıkrası gereğince ve yukarda
belirtilen hususlar gözetilerek yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, 1.12.2008 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.”
Danıştay 5. Dairesi’nin yaptığı bu
tespitler doğrudur. İdare bir anlamda
kamu gücünü ve otoritesini kullanmaktadır. Suş işleyenler, hukuk dışı
karar verenler bir anlamda sistem
tarafından korunmaktadır. 8. Ağır
Ceza Mahkemesi üyeleri hakkında
soruşturma izninin verilmemesi,
Danıştay 5. Dairesi’nin 30 ay sonra
karar vermesi, hukuksal durumuma
etki yapmıştır. Şimdi ne olacaktır?
Dosya Ankara 6. İdare Mahkemesi’ne
geri gönderilmiştir. Ankara 6. İdare
Mahkemesi’nin önünde iki yol vardır. Ya 2006 yılında verdiği kararın
aynısını verecek ya da Danıştay 5.
Dairesi’nin verdiği karara uyacaktır. İdare Mahkemesi, daha önce
verdiği kararın aynısını verirse,
dosya Danıştay İdari Davalar Genel
Kurulu’na gidecektir. Danıştay İdari
Davalar Genel Kurulu’nun vereceği
karar, bağlayıcı karar olacaktır. İdare
mahkemesi, Danıştay 5. Dairesi’nin
kararına uyarsa, İzmir 8. Ağır Ceza
Mahkemesi üyeleri hakkında soruşturma yolu açılacaktır. Her halükarda
bekleyip göreceğiz! Benim açımdan
bir şey açık ve nettir. Sonuna kadar
davayı götüreceğim. İç hukukta bir
sonuç alamazsam, davayı AİHM’e
taşıyacağım.
Turkiye’de yaşanan hak ihlalleri ve
mahkemelerin verdiği hukuk dışı kararları, hergün yaşıyor ve görüyoruz.
Ne yazık ki hak arama mücadelesi yürüten insanların sayısı çok azdır. Bir
çok insan, nasıl olsa bir sonuç çıkmaz
düşüncesinden yola çıkarak, hakkını
yasal düzlemde aramamaktadır. Tüm
zorluklarına rağmen her bireyin, uğradığı haksızlıkları dile getirmesi ve
mücadele etmesi gerekir. En başında
hak arama mücadelesi yürütülürken,
sonuç düşünülerek hereket edilmemelidir. Öncelikle sonuçtan bağımsız olarak, hak arama mücadelesinin
gerekliliğini kavramak gerekir. Hak
arama mücadelesinin yükseltilmesi,
hukuksuzluğun, haksız uygulamaların, insanlık dışı uygulamaların geriletilmesi anlamına gelir. Özgürlükler
alanının genişletilmesi, bireylerin,
örgütlü yapıların yürüteceği mücadeleye bağlıdır. Mücadele yürütülmeden, demokratik kazanımlar elde
edilemez. Görev, her alanda mücadeleyi yükseltmektir.
Nisan 2008
Mehmet Desde √
21
yaşam temellerini koruma mücadelesi
G
Yeraltı barajları üzerine
ünümüzde yüzyıllardır sulama, içme suyu ve enerji
üretimi alanında kullanılan
barajlar üzerine kamuoyunda yoğun
olarak tartışılıyor. Barajların doğaya
verdiği zararlardan yola çıkarak, barajları genel olarak reddetmek gerektiğini savunan bir kesim var.
Ben bu yazıda genel olarak barajların zararları üzerine tartışmayacağım. Sadece sulama ve içme suyu
barajlarına alternatif olarak geliştirilen yer altı barajları hakkında okuyucuyu bilgilendirmekle kendimi
sınırlandıracağım.
Geleceği düşünmeden açılan kaçak
su kuyularıyla yeraltı suları tarıma
aktarıldığı için göller ve diğer sulak alanlar
beslenemiyor. Belli dönemler kuraklık
yaşanıyor ama sulak zamanlarda bile
artık kaynaklarımız gölleri, sulak alanları
beslemeye yetmiyor.
Türkiye’de su
22
DSİ Planlama Mühendisi Ahmet
Tomar şu bilgiye veriyor:
“Ülkemizde teknik ve ekonomik
anlamda tüketilebilecek yerüstü ve
yeraltı suyu miktarı 110 milyar metreküp. Ülkelerin gelişmişlik düzeyleri, yaşam standartları, su potansiyelleri gibi kriterler dikkate alınarak
yapılan çalışmalarda bir ülkenin su
zengini sayılabilmesi için kişi başına
10 bin metreküp su potansiyeline sahip olması gerekiyor. Ülkemizde kişi
başına su potansiyeli 3 bin 625 metreküp. Nüfus esas alınırsa kişi başına
düşen su miktarı 1.621 metreküp.
Kullanılan su miktarı dikkate alındığında ise bu rakam 648 metreküp.
Oysa bir kişinin gereksinim duyduğu en düşük yıllık su gereksinimi
toplamı bin metreküptür.” (Ahmet
Tomar, Referans Gazetesi, 18. 10.
2007)
“Türkiye’de suyun %72’si tarımda,
%18’i evsel ve %10’u da endüstride
kullanılıyor. Tarımsal sulamanın
%88’i salma sulama.
Kentlerdeki kayıp kaçak oranı
%40’lara ulaşıyor. Belediyelerin yalnızca %8’inde arıtma tesisi var.
OSB’lerde atık suyun %25’i arıtılmadan çevreye salınıyor. 1 litre atık
kirli su, 8 litre tatlı suyu kirletiyor.”
(Dünden yarına su politikaları, Tahir
Öngür)
Bu bilgilerden yola çıkıldığında, bilinenin aksine Türkiye’nin su zengini
değil, su fakiri olduğu ortadadır.
“Türkiye'de 50 yılda sulak alanların yarısı yok oldu. 50 yıl önce yaklaşık 2,5 milyon hektar sulak alana
sahip olan Türkiye'nin 1 milyon 300
bin hektarlık sulak alanını kaybettiği
söyleniyor.
Bu ya, tarımsal toprak kazanma
hırsıyla; ya, sulak alanları besleyen
akarsuların sulama ya da başka amaçlarla aşırı ketlenmesi ve tüketimiyle;
ya, aşırı yeraltı suyu çekimi nedeni ile
su düzeylerinin düşmesiyle; ya, sıtma
vb durgun sularla beslenen canlıların yaydığı hastalıklara karşı bilerek;
ya da başka nedenlerle yapıldı. Ama
sonuçta Türkiye’nin 3 Van Gölü büyüklüğündeki sulak alanı artık yok.
Ve bunun olumsuz, yer yer de yıkıcı
etkilerini yaşamaya başladık.
200 bine yakın kaçak kuyu açılarak sulama yapılan İç Anadolu'da,
Eşmekaya ve Ereğli sazlıkları kurudu, Akşehir Gölü neredeyse çöl
oldu, Beyşehir, Meke ve Tuz Gölü ile
Sultan Sazlığı da kuruma tehlikesiyle
karşı karşıya...
Akşehir'de 15 yıl önce 350 bin
dönümün üzerinde sulak alana sahip olan göl, bugün tam bir çölü
andırıyor.
Geleceği düşünmeden açılan kaçak
su kuyularıyla yeraltı suları tarıma
aktarıldığı için göller ve diğer sulak
alanlar beslenemiyor. Belli dönemler kuraklık yaşanıyor ama sulak
zamanlarda bile artık kaynaklarımız gölleri, sulak alanları beslemeye
yetmiyor.
Kapalı ya da dışa açık havzalarda
aşırı su çekimi nedeniyle en önemli
yeraltı suyu akiferlerinde su düzeyleri düzenli olarak düştü, geri dönülmez bir tükenme ile karşılaşıldı.
Ülkenin her yerinde yaşanan bu
sorundan ötürü İstanbul’un yeraltı
suyu akiferleri de artık yok.
Çerkezköy’de yeraltı suyu düzeyindeki yıllık ek düşümler 4,50 m’ye
ulaştı.
Konya kapalı havzasında bu süreç
yıkım düzeyine ulaşınca şimdi bu
havzanın dışından buraya tünellerle
su getirmeyi “asrın projesi” olarak
muştuluyorlar.” (Dünden yarına su
politikaları, Tahir Öngür)
Tahir Öngür su alanında yapılanları ve sonuçlarını böyle ortaya koyuyor. Aktardıklarımıza eklenecek tek
şey şudur: Bu duruma gelinmesinin
nedeni merkezinde daha fazla karın
durduğu kapitalist sistemdir.
Dünyada yeraltı barajları
Sulama ve içme suyu barajları artık
tüm dünyada ya çok az inşa ediliyor
ya da hiç yapılmıyor. Bunların yerine
yeraltı sularını daha fazla besleme
teknikleri geliştiriliyor veya yeraltı
barajları yapılıyor.
Sulama ve içme suyu barajları çok
yer tutarlar ve kısa ömürlüdürler.
Ekonomik ömürleri 40-50 yıl arasındadır. Yaz aylarında sular önemli
ölçüde buharlaşır ve geri kalan suda
tuz oranı önemli ölçüde artar. Bu
tuzlu su ile tarım alanları salma
(vahşi) sulama ile sulanır ve topraktaki su bir kez daha buharlaşarak daha da tuzlanır. Baraj suyu ile
sulamanın sonucu toprağın tuzlanmasıdır. Tuzlanmaya karşı bulunan
çözüm ise en az iki yıl toprağın bekletilerek yeni yağmurlarla yıkanması
sağlanmaktadır. Ancak bu yöntem
ile de yeraltına aşırı tuz gönderilmesi
engellenememektedir.
Yeraltı barajları, Brezilya ve Japonya
ile bazı Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere dünyanın her bölgesinde
yeraltı suyunu depolamak veya depolanan yeraltı suyunu arttırmak üzere
başvurulan bir yöntem. Brezilya dün-
yada yeraltı barajları bakımından
en zengin ülkelerin başında geliyor.
Brezilya’nın Pernambuco eyaletinde
1990’lı yıllarda 500 adet küçük ölçekli yeraltı barajı inşa edildi.
Türkiye’de yeraltı barajları
Devlet Su İşleri (DSİ), 20 yıl önce
Antalya’da ilk yeraltı barajı yapan
kuruluşlardan biri.
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü,
özellikle yağışların yetersiz olduğu
iç bölgelerde yaşanan kuraklık sorununun çözümü için yeraltı barajları
projesi geliştirdi. DSİ uzmanları, tüm
dünyada bulunan yeraltı barajlarını
da inceledikleri proje ile Çankırı,
Çorum, Kırıkkale ve Ankara’da yeraltı barajlarının yapılması için çalışmalara başladı.
Yeraltı baraj sistemi çok uzun süre
devam eden ve çok düşük maliyetli
bir sistem olarak adlandırılıyor. Bu
sistemde ihtiyacınız olduğu kadar
kaynağı kullanıyorsunuz su israf olmuyor. Üstelik su hiçbir işleme tabi
tutulmadan kaynağından sağlıklı bir
şekilde direk içime sunulabiliyor.
Kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya
bulunan Konya, İzmir, Bursa, Trakya,
Aydın, Manisa ve Erzurum gibi bölgeleri susuz bırakmamak için, yeraltındaki kapalı akiferlere su pompalanması planlanıyor. Doğal depo
olarak da tanımlanabilecek akifer;
yeraltı suyunu tutan ve ileten kayaç
ortamına (aquifer) deniyor. Akiferler
içlerine suyun serbestçe girebileceği
veya hareket edebileceği boyutta ve
miktarda birbiriyle bağlantılı boşluk
içeren kayaçlardan oluşmuş geçirimli
kesimlerdir.
Yeraltı suyu seviyesi kurak mevsimlerde ve son yıllarda aşırı çekimler nedeniyle düşmüştür. Sadece
İzmir’de içme ve tarımsal sulama
suyunun yüzde 60’ı yeraltı suyundan sağlanıyor. Aşırı kullanım nedeniyle yeraltı suları giderek azalıyor.
Konya’da yaşanılan kuraklık, yeraltı
suyunun aşırı çekimine, yer yer toprağın çökmesine, obrukların oluşmasına yol açmaktadır. Şehirlerde
aşırı betonlaşma şehir merkezlerinde
yeraltı sularının beslenememesine
neden oluyor.
Yeraltı barajları, suyun önünü keserek oluşturulan, çeşitli zararları
neden olan barajlara karşı alternatiftir. Yeraltında doğal olarak bulunan
barajların çevre üzerinde zararlı bir
etkisi yoktur.
Tarım alanlarının salma (vahşi)
sulama yerine, damlama ve yağmurlama yöntemi ile sulanması, % 70
oranında daha az suyun kullanılması
sağlanmakta, toprağın tuzlanması
önlenmekte, topraktan daha fazla
verim alınması sağlanmaktadır.
Bir YDİ Çağrı okuru
Nisan 2009 √ √
yeni dünya gençliği
T
46 yeni termik
santral yolda!
ürkiye’nin üç tarafının termik
santrallerle örülmesi planlanıyor! Evet, yanlış duymadınız!
Türkiye’de bulunan 15 adet termik
santral yetmemiş olacak ki, 46 adet
yeni termik santral daha yapılması
Kurulu) son yıllarda ithal ve yerli kömürle çalışacak irili ufaklı çok sayıda
termik santral için başvuruda bulunuldu. İçlerinde 46’sı 100 megavatın
üzerinde yani orta veya büyük güçte
termik santrallerdi. 46 santralin bir
Türkiye’de genç
olmak mı!
Gençlerin, çocukların sağlıklı bireyler
olarak onurlu bir yaşam sürmeleri
kapitalist sistemde mümkün değildir.
Çünkü kapitalist sistem çocuk kadın
demeden tüm insanlığın kanını
emmektedir. Çocukların ve gençlerin de tek
kurtuluşu sosyalist sistemdedir.
S
planlanıyor.
Yatağan, Afşin-Elbistan termik
santralleri şahsında, termik santrallerin doğa ve insan üzerinde yarattığı tahribatlar kamuoyu tarafından
yakından biliniyor. Kurulu bulundukları alanlarda başta tarım olmak
kısmına EPDK’dan lisans verildiği,
diğerlerinin ise işlemlerinin sürdüğü
belirtiliyor.
Termik santrallerin yapılması planlanan iller şunlar:
Şırnak 1, Hatay 5, Adana 7, Mersin
1, İzmir 4, Balıkesir 1, Manisa 1,
TC 86 yaşında olmasına rağmen, cumhuriyetin
kuruluşunun 10 yılında bestelenen “10. yıl
marşı” hala günümüzde övünülerek söyleniliyor.
Bu marşın içinde geçen “Demir ağlarla ördük
Anayurdu dört baştan “ dizesinin yerini “Termik
santrallerle ördük Anayurdu dört baştan” dizesi
alacak gibi!!
üzere, bitki örtüsünü yok eden, çeşitli hastalıklara neden olan termik
santraller, küresel ısınmanın nedenlerinden biri olan karbondioksit gazı
atmosfere salıyorlar.
Türkiye’de işletmede olan termik
santrallerden ikisi oldukça meşhur!!
1976 yılında açılan Yatağan Termik
santrali, 30 yıl sonra baca gazı arıtma
tesisine kavuştu. Hakkında bine
yakın dava açılan santral bir ara
Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı gizli
kararname ile çalıştırıldı.
Afşin-Elbistan Termik Santrali 20
yıl boyunca baca gazı arıtma tesisi olmadan çalıştırıldı. Kül tutma filtreleri 10 yıl boyunca arızalı olan santralin bacasından yılda 15 milyon ton
katı, sıvı, gaz ve radyoaktif madde
doğanın üzerine yağdı. Bölgede tarım bitti. Yer altı suları kirlendi.
EPDK’ya (Enerji Piyasası Denetleme
Kütahya 1, Bursa 1, Sakarya 2, Bolu
1, Çankırı 2, Çanakkale 5, Kocaeli 1,
Tekirdağ 1, Edirne 1, Zonguldak 6,
Bartın 1, Sinop 4.
TC 86 yaşında olmasına rağmen,
cumhuriyetin kuruluşunun 10 yılında bestelenen “10. yıl marşı” hala
günümüzde övünülerek söyleniliyor.
Bu marşın içinde geçen “Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan “
dizesinin yerini “Termik santrallerle
ördük Anayurdu dört baştan” dizesi
alacak gibi!!
Bir fosil yakıt olan kömürle çalışan
termik santraller doğa ve insan sağlığına zararlıdır. Buna rağmen hala
46 termik santral yapılması planlanıyorsa, bu sermayenin dininin ve
imanının hep daha fazla kar olduğu
gerçeğini bir kez daha gösteriyor.
Termik santrallere hayır!
22 Nisan 2009 √
on dönemlerde özellikle krizle
birlikte suç oranındaki artış
dikkat edilecek seviyeye ulaşmaya başladı. Ancak daha da ürkütücü olan gençlik suçlarındaki muazzam artış oldu. Bunun dışında çocuklara ve gençlere karşı işlenen suçlar da
her geçen gün artış yaşanmaktadır.
Gençlik suçların da ki artışın başlıca
sebepleri sıralanacak olursa gençleri suça iten nedenler çocuk yaşta,
aileden ve çevreden yeterince ilgi
görememe, sevgi yoksunluğu, otoriter aile yapısı, eğitimsiz anne baba,
eğitim sisteminin yanlış vede eksik
olması, ekonomik sıkıntılar, aile içi
şiddet, bazı gelenek ve görenekler,
göç, dışlanmışlık psikolojisi, örnek
alınan suçlu bireyler, televizyonda
suç işlemenin ve mafyalaşmanın
övülür hale gelmesi (kurtlar vadisi)
vb. bu sebeplerden beklide en çok
etkili olan televizyonlardır. Çünkü
televizyonlar bir kültür erozyonu yaratarak genç beyinleri bulandırarak
her birinin Polat Alemdar, Memati
Abdülhey oldukları kanısı uyandırıyor gençlerde…
Özellikle göç alan
şehirlerde suç işleyen gençlerin çoğunun Kürt oldukları gözden kaçmayan diğer bir unsurdur. Yoksulluk,
göç, eğitimsizlik dışlanmak kendi
dilini konuşamamak kürt çocuklarını diğer çocuklara nazaran hayata
1-0 yenik başlamaları anlamına geliyor. Yine alkol, sigara, uyuşturucu
maddeler gibi kötü alışkanlıklara
başlama yaşı da 11-12 yaşlarına kadar
inmiştir. Küçük yaşta bu tür ortamlara giren çocuklar ileride birer suç
makineleri haline gelebilmektedir.
Özellikle suç işletilen çocuklar seçilirken ceza almayacak yaşta olanlar
seçilmektedir. Bu sayede çocuk ceza
almazken tekrar yeni suçlarda kullanılabilmektedir. Çocukluların karıştığı suçların türleri incelendiğinde,
hırsızlık, gasp, adam öldürmek, dolandırıcılık, kundakçılık, yankesicilik gibi suçların sıklıkla işlendiğinin
görülmektedir.
Gençlik sorunu, tam
anlamıyla sistemsel bir sorundur.
Gençlerin, çocukların sağlıklı birey-
ler olarak onurlu bir yaşam sürmeleri
kapitalist sistemde mümkün değildir.
Çünkü kapitalist sistem çocuk kadın
demeden tüm insanlığın kanını emmektedir. Çocukların ve gençlerin de
tek kurtuluşu sosyalist sistemdedir.
İsterseniz sosyalist sistemde Sovyet
eğitim sistemini biraz inceleyelim.
Sovyetlerde eğitim, her çocuğun yeteneğini, etkinliğini, bilincini, kişiliğini ve insani yönlerini geliştirmeyi
amaçlamıştır. Sovyet sisteminde
kişiliğin biçimlendirilmesi öğretim
programına, ders kitaplarına ve ders
saatlerine sığdırılmamış eğitim bir
bütün olarak ele alınmıştır.14 yaşından küçük çocukların çalışması
yasaklanmıştır. İşgününün 18'inden
küçük gençler için altı, 16'sından küçük gençler için dört saate indirilmiştir. Başlangıçta 18, ileriki dönemde
20 yaşın altındaki gençler için gece
ve akort çalışma yasağı, gençliğin
sağlığına zararlı işletmelerde çalışma
yasağı konmuştur. Gençlerin işsiz
kalmasını engellemek için sanayide
gençliğe belirlenmiş bir oranda işyerinin ayrılması (kota) uygulaması
yapıldı. Çalışan gençler için iş yerlerinde poli teknik okullar kurularak
geleceğin sınıf bilinçli işçileri yaratılmıştır. Sosyalist devlet ezilen halkların gençliğini de kurtarmaktadır;
ona tüm siyasi hakları tanımakta ve
bazı, yasal ve kültürel tedbirle gerçek
eşitliği sağlamaktadır. SSCB'de, tüm
milliyetlerden emekçi gençlik ilk
defa, zihnen karanlıkta ve cehalette
tutulan, köleleştirilen kitleden özgür
ve tam hak sahibi yurttaşlara, dönüşmüştür.
Oysa bu ülkede Kürt gençleri
baskı ve korku içinde yaşamaktadır.
Dilleri, kültürleri yok sayılmaktadır.
Eşitlik sadece devletin ağzından çıkmış bir söz olarak kalmaktadır. Biz
gençler bilmeliyiz ki, kapitalist sistemi ancak zincirlerinden kurtulmuş
ellerimizle yıkabiliriz. Genç ve çocuk
işçi kanı emen bu sistemin alternatifi
vardır.
İnsan onuruna yakışır bir yaşam için TEK YOL SOSYALİZM’dir.
Ya Barbarlık, Ya SOSYALİZM! √
23
İBRAHİM KAYPAKKAYA
YENİ DÜNYA MÜCADELESİNDE YAŞIYOR!
Ç 133 kapaks.indd 2
07.05.2009 14:36:02

Benzer belgeler