söyleşi: 3661 yıllık bitmeyen döngü

Transkript

söyleşi: 3661 yıllık bitmeyen döngü
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
2012: Marduk’la Randevu kitabının yazarı Burak ELDEM ile söyleşi
Katastrofların sebebi nedir?
2023- Türkiye’de ve dünyada son günlerde gündeme gelen önemli bir konu iklim
değişiklikleri ve küresel ısınma. Siz “2012: Marduk’la Randevu” isimli kitabınızın önemli
bir kısmında, 5000 yıllık bir tarihsel süreç içinde yaşanan iklim değişiklikleri ve bunların
yol açtığı etkilerden bahsediyorsunuz. Bunlar nelerdir anlatabilir misiniz?
Burak Eldem- Aslında 5000 yıl, yazının bulunmasından sonraki dönemi içeren bir evre oluyor.
İnsanlık tarihinin ya da gezegenin tarihinin çok daha gerilerine giden dönemde defalarca
yaşanmış iklim değişiklikleri var ve bunlara ilişkin izler zaman zaman net hatlarla, kimi zaman
ise daha kaba verilerle bulunuyor bilim adamları tarafından. Fakat insanın ortaya çıktığı,
uygarlıkların geliştiği dönemlerde yaşanan iklim değişikliklerini incelemenin daha başka bir
ilginçliği var: Uygarlıkları, insan topluluklarının hayatını nasıl etkiledi bu iklim değişiklikleri? Bunu
analiz etme ve sonuçlarını görme gibi bir şansımız oluyor. Bu anlamda hemen şunu belirtmek
lâzım: İklim değişikleriyle ilgili somut, elle tutulur verilere ulaşmak kolay değil. Bilim adamları
düzenli olarak ölçüm yapılan, düzenli olarak inceleme yapılan son 150-200 yıllık dilim içinde
değerlendirme yapıyorlar daha çok. Teknolojinin de zâten atmosferdeki değişiklikleri izleyecek
seviyeye gelmesi, son 100-200 yıllık dilim içinde oluyor. Ama bunun öncesine uzanan
zamanlarda da birtakım tarihsel kayıtlardan yararlanılıyor, onların yetmediği, güvenirliliğinin
tartışıldığı noktalarda daha başka bilim disiplinlerinin yardımları giriyor devreye, meselâ jeoloji
giriyor devreye. Bunlara dayanılarak saptanmış birtakım evreler var.
İklim, Uygarlık Üstünde Etkili
İnsanlık tarihinde yakın dönemde -son 5000 yıllık dönemi kast edersek eğer- birtakım iklim
değişikliklerinin yaşandığı ve gerçekten uygarlıkların izlediği seyir üzerinde ciddî etkilerde
bulunduğunu gösteren veriler var. Meselâ, bu tarihlerden bir tanesi -giderek son dönemdeki
bulgularla iyice kesinleşiyor- bundan 5100, 5200 yıl öncesi... Yâni M.Ö.3200-3100 yıllarına denk
1 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
gelen dönemde çok ciddî bir iklim değişikliği olmuş. Bu değişiklik atmosferik hareketlere yol
açmış ve deniz kıyılarına yakın alçak düzlükleri su basmış. Bunların aslında birçoğu yerel
olaylar olarak gözüküyor; bilim adamları bunu bu şekilde değerlendirme yolunu seçiyorlar.
Mezopotamya’da bir su baskını olmuş, İndüs ırmağı kıyılarında bir baskın olmuş; bunlar tarih
olarak birbirine yakın olabilirler, ama sonuçta ayrı tarihlerde olmuş, dolayısıyla münferit olaylar
olarak değerlendirme yolunu seçiyorlar. Ama bir döneme yayılmış bu kadar sık atmosferle ve su
ile ilgili doğal âfetin izini gördüğünüz zaman, ister istemez aklınıza kutsal metinlerde sözü edilen
“tufan” gibi olaylar geliyor. Benzeri biçimde jeologlar M.Ö.2100-2000 yıllarına denk gelen
dönemde de bir iklim değişikliğinin izlerini bulmuş durumdalar. Bu iklim değişikliğinin nerede
olduğu aşağı yukarı kesin, yâni değişikliğin dünyanın diğer bölgelerinde değil, yalnızca
Mezopotamya’nın kuzeyinde, Babil ve Akad İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü bölgelerde
yaşandığını anlıyoruz bu verilerden. Aşağı yukarı 21. yüzyıl oluyor İsa’dan önce ve bu dönemde
de Akad İmparatorluğu’nun tamamen çöküp dağılmasına yol açmış etkileri söz konusu bu iklim
değişikliğinin. Ama dediğim gibi bu lokal bir şey. M.Ö.3200-3100 dönemi arasına denk gelen
tarihteki değişiklikte ise, lokal gibi gözüken ama, zincirleme dünyanın bütün coğrafyalarında belli
sıklıklarla görülmüş olaylardan bahsetmek mümkün. Yine benzeri çok büyük bir âfet var ki, bu
jeolojik âfetlerle kombine bir şekilde gelmiş bir süreç aslında. Yâni deprem ve yanardağ gibi
hareketliliklerle birlikte gelmiş bir şey.
2023- Bunun tarihi nedir?
Burak Eldem- M.Ö.1650’den hemen sonrası. Önceleri 1500’ler civarı olduğu düşünülüyormuş
bunun. Minos uygarlığının yok olmasına sebep olmuş. Bugünkü adıyla Santorini, eski adıyla
Thera yanardağının patlaması, onu izleyen dönemlerde meydana gelen zincirleme depremler,
atmosferik hareketler falan. Ancak yeni elde edilen veriler, özellikle Grönland’daki buz
tabakalarında yapılan araştırmalar, ağaç halkaları yöntemiyle ve yeni karbon-14 testi gibi
tekniklerle elde edilen veriler, olayların M.Ö.1650’nin hemen sonrası, M.Ö. 1649-48 gibi bir
evreye rastladığını gösteriyor. Jeologlar bunun gelişim seyrini bile aşağı yukarı bulmuş
durumdalar. Önce Doğu Akdeniz bölgesinde bir dizi güçlü deprem başlıyor denizde, adalarda.
Bu depremler sırasında Girit’in de Thera’nın da büyük bir bölümünün -ki o zaman Thera’daki
kentin adı Akrotiri- büyük bir hasar gördüğü, bütün duvarlarının ve binaların yıkıldığı anlaşılıyor.
Ancak depremin etkisi geçtikten sonra o zamanın büyük uygarlıklarından biri olduğundan
hemen onarım çalışmaları yapılmaya çalışılıyor. Bunun da izleri bulunmuş, duvarlar yeniden
yapılmaya çalışılıyor. Onarım çalışmaları başlamış, ama yarıda kalmak zorunda kalmış, çünkü
bu sefer yanardağ faaliyete geçmiş. Son bulgularda bunların birbirini tetiklediği düşünülüyor,
özellikle 1999 yılında Dünya Arkeoloji Kongresi’nde sunulan raporlarda çok ilginç veriler var.
2 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
Bütün dünyayı etkileyen felaket
Yanardağın faaliyete geçmesi, onu izleyen dönemde tsunami denilen deprem dalgalarını ve onu
izleyen yıkımları da gündeme getiriyor; ama çok daha önemli bir etkisi var: Tarihte bilinen en
büyük yanardağ patlamalarından biri olan Thera’nın patlaması, korkunç miktarda duman ve
kükürt bırakılıyor atmosfere, çok yüksek tabakalar çıkıyor ve aşağı yukarı Ege Denizi’nden
başlayıp yavaş yavaş bütün Yakındoğu bölümüne mürekkep lekesi gibi yayılan müthiş bir bulut
var. Bu bulutun kalınlığı ve yoğunluğu da çok fazla. Zamanı çok kesin değil, ama en az üç hafta,
belki daha fazla, aylarca güneşin gözükmediği, gündüzleri bile insanların karanlıkta kaldığı garip
bir dönem yaşanıyor.
Bununla da sınırlı kalınmıyor. Bütün akarsuların, su kaynaklarının üzerine bulutlarla gelen
kükürtler inmeye başlıyor; bu ise suları zehirliyor, bu suları içen hayvanlar ölüyor ve insanlar
susuzluk çekiyor. Ortalık karanlıkta kaldığı için bitkiler fotosentez yapamıyor, tarlalardaki bütün
ekinler etkileniyor, kıtlık başlıyor, yâni Yakındoğu uygarlıklarının hepsi (Mezopotamya, İndüs,
bütün o bölge) etkileniyor. Hatta etki Çin’e kadar gidiyor. Çin kayıtlarına göre bir hanedanın
değişmesine sebep oluyor o kargaşalar. Xia Hanedanlığı yıkılıyor, Şang Hanedanlığı kuruluyor.
Bütün Yakındoğu’nun sosyolojik tarihini değiştiren bir jeolojik âfet, devamı da iklim değişimleri
ile birlikte geliyor. Yine Dünya Arkeoloji Kongresi’nde sunulmuş ve Jan Driessen isimli bir
Belçikalı bilim adamının hazırladığı rapora göre, gökyüzünü kaplayan bu dumanlar volkanik kış
bir etki yaratmış; meselâ yaz ortasında don olayları, beklenmedik zamanda kar yağması, belli
bölgelerde ciddî kuraklıkların görülmesi gibi...
Tabiî iklimin değişmesi “Bugün hava çok sıcak ya da çok soğuk!” gibi değerlendirmelerin çok
ötesinde hayatımızı etkileyen bir şey. Uygarlık denilen bir şey var ise, kentlerimiz var ise, bunu
tarıma borçluyuz. Tarım olmadığı zaman hiçbir şeyin anlamı kalmıyor. İklim değişikliğinin tehdit
ettiği şeylerin başında da tarım geliyor.
2023- M.Ö.1648 tarihinde yaşandığını söylediğiniz iklim değişikliği kaç sene sürdü?
İklimin yeniden normalleşmesinin, kabul edilebilir sınırlara gelmesinin bir tarihi var mı?
Burak Eldem- M.Ö.1648’deki yanardağ patlamasını izleyen dönemde jeolojik bir olayla
3 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
tetiklenmiş bir iklim değişikliği var. Dolayısıyla etkilerinin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz, o
yanardağın serbest bıraktığı kükürt bulutunun dağılması ne kadar sürdü ise o kadar. Jeologların
bu konudaki görüşleri değişiyor.
2023- Peki bunun sosyolojik etkilerini ölçme şansımız var mı?
Burak Eldem- Evet, bu şansımız var. M.Ö.1650’den başlayıp aşağı yukarı 100-110 yıl kadarlık
bir zaman dilimine ilişkin elimizde kayıt ya da belge yok. Çok enteresan bir şey, dönemin büyük
devletlerinin hiçbirinin bu konuda kaydı yok. O dönemde Bronz Çağı’nın oturmuş, zamanın
ölçülerine göre süper devletlerinin olduğunu biliyoruz. Akad-Babil sonrası imparatorluğunun,
Mısır uygarlığının, Hindistan’da Harappa uygarlığının, Ege adalarında ve Türkiye’nin batı
kıyılarında Minos uygarlığının izleri var. Bunların hepsi o dönemin son derece gelişmiş
toplumsal yapıları, özellikle Mısır kayıt tutmaya çok önem veren bir uygarlık. Söz konusu
döneme ilişkin hiçbir kayıda rastlamıyoruz, öyle bir sarsıntı yaşanmış ki. Meselâ Mısır, bunu
izleyen 100 yıllık bir dönem içinde çevreden gelen yağmacı kavimlerin işgali altında kalmış, işte
“Hiksoslar” deniliyor bunlara. “Yabancı Krallar” ya da “Çoban Krallar” deniliyor, bu konuda farklı
çeviri anlayışları var. Aşağı Mısır, yâni deltanın olduğu bölge -ki zamanın süper devleti; değil
saldırmak, yağmalamak; sınırlarına yaklaşmayı dahi kimsenin aklından geçirmediği güçlü bir
devlet- göçebe kavimlerin işgaline uğruyor. Orada bir iç savaş sonucu -ki bu benim teorimaşağı Mısır’ın o zamana kadar hor görülen kesimi iktidara el koyuyor. 100 yıl kadar süreyle de
iktidarı ellerinde tutuyorlar. Eski Mısır’ın egemenleri prensler, firavunlar, Teb’e, Yukarı Mısır’a
kaçmak zorunda kalıyorlar.
Benzer bir şekilde Babil, dönemin göçüne, Hint-Avrupa kabilelerin baskılarına dayanamıyor. O
kadar baskın oluyor ki, bu akınlar o dönemin süper devletleri yerle bir oluyor ve yeni güçler
ortaya çıkıyor. İşte Anadolu’da Hititler ortaya çıkıyor. Benzeri şekilde İndüs kıyısındaki Harappa
uygarlığı yerle bir oluyor doğal âfetlerin ve iklim faciasının sonrasında. Çevrede Aryanlar
bulunuyor, onlar da boşaltılan, yıkılan, terk edilen bölgelere gelip yerleşiyor, İndüs vadisinin yeni
sahipleri hâline geliyorlar. Çin’de, sözünü ettiğim gibi, tanrısal bir hanedan olarak 1000 yıldır
varlığını sürdüren Xia Hanedanı, Şanglar denilen bir ailenin çıkardığı isyân ile devriliyor. Xia
Hanedanı için o dönemde; “O kadar erdemsizdi ki son döneminde doğa bile ona isyân etti,
güneş ve ayın günleri şaştı. Karanlıkta kaldık, ekinlerimiz çürüdü ve Tanrı’nın yardımı ile Şang
Hanedanı iktidara geldi” deniliyor. Yâni bütün sosyolojik dengeler altüst olmuş. Bu 100 yıllık
döneme ilişkin kayıt bulmakta çok zorlanıyoruz, ama bulduğumuz kayıtlara göre bütün büyük
devletler büyük tehlikeler atlatmıştır.
4 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
Mısır’ın Karanlık Dönemi
2023-Mısır gibi Nil’in yükselmesi ve alçalması ile tarımını yönlendiren, dolayısıyla astronomik
olayları kayıt altına alan bir ülkede, 100 yıllık bir kayıt boşluğunun yaşanması da hayli ilginç!
Burak Eldem- Tabiî, tabiî. Kayıtlar o kadar hassas tutuluyor ki... Bunun çeşitli nedenleri var: Bir,
ekonomik; ekonominin merkezleri tapınaklar. Tarım ürünlerinin toplandığı yerler. Bildiğiniz gibi
Nil’in taşmaları, yükselmeleri bir yıl öncesinden yapılan kâhin ya da astronom gözlemleri ile
saptanıp tarımın ne zaman yapılacağı belirleniyor, bunların kayıtları çıkartılıyor. Bir de
hanedanların megalomanileri var. Bütün firavunlar her şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrenmeye
çalışıyorlar. Ama o döneme ilişkin bir kayıt bulamıyorsunuz. İşin ilginç yanı, sonradan yeniden
Aşağı Mısır’ın güneydeki prenslerin eline geçtiği ve onların birliği yeniden sağlayıp “Yeni Krallık”
denilen dönem başladığında bile, Mısır o eski gücüne, görkemine ulaştığı zamanda bile, o
dönemi anmamaya dikkat ediyorlar. Onlar için utanç o; yâni öyle büyük bir sarsıntı yaşamışlar
ki, leke sürülmüş tarihlerine. Bu kadar da uzak durulan bir tarih.
2023- O dönemde ortaya çıkan Hiksoslar kim?
Burak Eldem- Bu şimdi büyük muammalardan biri. Hem Egyptologlar (Mısır-bilimciler) hem
Yakındoğu tarihi uzmanları bu konu üzerinde çok tartışıyorlar. Kelime anlamından yola çıkıp
“Yabancı Krallar” ya da “Çoban Krallar” nitelemesi kullanılıyor Hiksoslar için. Mısır’ın
doğusundan, Filistin-Kenan tarafından ya da Arap Yarımadası’nın kuzeyinden, Sina’nın doğu
taraflarından Mısır üzerine yürüyüşe geçen göçebe yağmacı kabileler bütünü diyorlar. Ama o
kadar enteresan bir şey ki, bunların isimlerine daha önceki kayıtlarda rastlamıyorsunuz.
Önemsenen bir topluluktan bahsetmiyoruz burada, sağda solda dolaşan göçebe topluluklar
bunlar. Bunların Mısır’a saldıracak kadar hem cesaret sahibi olmaları, hem de hakikaten
kendilerini böyle bir tehlikenin içine atmayı göze alabilmeleri için, bence çok insanî bir şeyden
ötürü gözlerinin dönmüş olması lâzımdır. Yiyecek bir şey yok, ortalık yıkılıyor, zengin olduğu
varsayılan bir yerlere saldırıp yağmalamak lâzım, başka çâre yok! O yağmalamayı göze
alacaksanız, onların gücünün kırılmış olduğunu da biliyor olmanız lâzımdır.
5 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
2023- Dolayısıyla bunlar, jeolojik değişimin tetiklediği iklim değişikliğinden etkilen
kavimler...
Burak Eldem- Savaşçı ve yağmacı bir kavim olarak anlatılıyor ama, daha sonra bunların izine
rastlamıyoruz. Eğer bunlar gerçekten savaşçı, yağmacı, tedhişçi bir kavimin mensupları
olsalardı, sonraları bir Hiksos devletinin varlığını sürdürmesi gerekirdi. Ben bundan şunu
anlıyorum ki, savaşmaktan ziyade aslında son derece barışçı bir hayat süren göçebeler, ya
ticaretle ya hayvancılıkla uğraşan kavimlerdi bunlar ve ciddî bir iklim faciası yaşandığı için bir
yerlere saldırmaya mecbur kaldılar, o kadar...
Marduk, “Geçiş Gezegeni”
2023- Bu iklim değişikliğini jeolojik değişikliklerin tetiklediğini söylediniz Size göre
jeolojik değişikliği hangi olay tetikledi?
Burak Eldem- Buna yanıt verirken şunun altını çizmekte çok büyük yarar var; yaptığım fikir
yürütmelerinin ya da veri analizlerinin büyük oranda spekülasyon sınırlarına girdiğini kabul
ederek başladım ben bu çalışmaya. Bunu baştan söylüyorum, çünkü ortodoks bilim adamları
ciddî tepkiler gösteriyorlar buna, yüzde yüz olgulara dayanmayan bir veriyi nasıl sunabildiğime
ilişkin. Benim bununla ilgili görüşüm şu: Sözü edilen dönemde, yâni M.Ö.1650’den sonraki
dönemde yaşanan jeolojik hareketlilikler ve onların beraberinde getirdiği yanardağ patlamaları,
depremler ve iklim değişiklikleri, dünyanın çok büyük bir coğrafyasında etkin oluyor ve bunlar
tarihte izine çok sık rastladığımız âfetler değil. Dolayısıyla ben bunun dünyanın kendi
dinamiklerinden ziyade, “dünya dışı” yakın geçiş yapan bir gökcisminin yarattığı dolaylı etkilerle
bağlantılı olduğunu düşünüyorum.
6 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
2023- Bu sizin bulgunuz ve şahsî çıkarımınız mı?
Burak Eldem- Hayır, bu kafadan uydurulmuş bir şey değil. Aslında buna ilişkin verileri, eski
toplumların astronomi bilgilerini kazdığımız, eşelediğimiz zaman buluyoruz. Bir “Onuncu
gezegen”den ya da o zamanlar “Tanrısal gezegen” olarak adlandırılan farklı bir gök cisminden
söz ediliyor. İşte Sümer’de “Nibiru” adıyla anılıyor. “Ortayı ele geçiren, ortadan geçen ya da
geçiş gezeni” diyor Zecharia Sitchin. Babil’de en büyük tanrıları “Marduk” adını vermişler bu
gezene. Bu gezegenin çok uzun zaman aralıklarıyla dünyanın yakınından geçtiği, bunun bir
yandan olumlu bir sinyal olarak algılandığı -Tanrı’nın yaklaşması şeklinde-, ama her gelişinde
beraberinde doğal âfetleri getirdiği için bir yandan da, inançsızların ve kötülerin cezalandırılması
şeklinde algılandığı yolunda veriler var bütün Yakındoğu kültürlerinde. Dolayısıyla, eğer böyle
bir veri varsa ve astronomiye çok önem verdiğini, çok hassas kayıtlar tuttuğunu bildiğimiz
toplumların söylediklerinin doğruluğunu kabul etme ya da etmeme noktasına geliyorsak, o
zaman “tarihte böyle bir âfet zinciri var mıdır” diye bakmamız gerekiyor. Yâni, “gerçekten
bunların sözünü ettiği gibi bir gök cismi geliyor ve muazzam âfetlere sebep oluyor mu?”
şeklinde... İşte onu aradığımız zaman da, özellikle M.Ö.1650 sonrası âfetlerle karşılaşıyoruz.
Dolayısıyla ben bunların tetikleyici nedeninin, dünyanın çok yakınından geçen bir gökcismi
olduğunu düşünüyorum.
2023- Bu gezegen de kitabınıza adını veren Marduk ya da X gezegeni olarak adlandırılan
gezegen öyle değil mi?
Burak Eldem- Bu, taş ve kayadan oluşan bildiğimiz anlamda bir gezegen de olmayabilir. Mars,
Dünya, Merkür ve Venüs gibi bir gezegen de olmayabilir; Jüpiter, Satürn gibi gaz devirli bir
gezegen de olmayabilir; tabiî böyle bir şey de olabilir, ama olmayabilir de. Bir kuyruklu yıldız
olabilir. Bu; yakıtını yitirmiş, “Kahverengi Cüce” denilen, ama yoğun kitleye sahip bir yıldız
olabilir. Sonuçta yakın geçişi büyük tehlikeler yaratan bir gökcisminden bahsediyoruz.
2023- Bunun geçmiş medeniyetlerde verileri var, dediniz. Bunlardan biraz bahsedebilir
misiniz?
7 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
Burak Eldem- Bütün antik toplumlarda -ki kitapta da ben bunu vurgulamaya çalıştım- gözardı
edilemeyecek kadar ilginç bir merak var: Gökyüzünü inceleme, yıldız hareketlerini takip etme ve
onların kayıtlarını tutma merakı. Astronomiyi geliştiren de zâten bu. Evreni anlamanın, dünyayı
anlamanın yolunun gökyüzünü anlamaktan geçtiğini düşünüyorlar çok büyük oranda. Bu
kayıtları tuttukları süre boyunca oluşan bilgi birikimiyle de, işte kendi astronomilerinin,
evrendoğum, kozmogonilerinin ve kozmolojilerinin çekirdeği ortaya çıkmaya başlıyor. Bunun
merkezinde sürekli olarak çok önemsenen bir gökcisminin varlığını görüyorsunuz. Bu aslında
çok mantıklı gelmiyor, çünkü gökyüzünde en parlak ve hayatı en çok etkileyen cisim Güneş.
Benzeri şekilde Ay geceleri çok önemseniyor. Dolayısıyla dünyanın her yerinde Güneş ve Ay
kültleri var. Bunlar varlığını sürdürürken bir başka gökcisminin bu kadar önemsenmesi, bu
cismin ciddî etkiler yarattığını ve toplumsal bellekte ciddî izler bıraktığını düşündürüyor insana.
Dolayısıyla Sümerler’den Babil’e kadar uzanan yıldız biliminde farklı bir gezegenin varlığından
söz eden metinleri de ciddiyetle dikkate almak gerektiğini düşünüyorum.
Genellikle şöyle bir şey var; bu bilgi, bugün bizim pozitif bilimin uyguladığı gibi saf ve paylaşılan
bir bilgi biçiminde yaşamıyor Sümer, Babil toplumlarında ya da eski Yakındoğu toplumlarında.
Genellikle “tapınak rahipleri” dediğimiz bir grubun tekeli altındaki bir bilgi bu. Bilginin üzeri okült
şifrelerle kodlanıyor, örtülüyor. Biraz dinî, biraz mistik, biraz da mitolojik hikâyeler biçiminde
sunuluyor topluma. Dolayısıyla o toplumların astronomi bilgilerinin özünü yakamaya
çalıştığınızda, o mitolojilerin okült bilgilerini ya da geleneklerin üstündeki yaldızı kazımanız
gerekiyor; kazıdıkça altından bu çıkıyor zâten. Meselâ Akad dilinde yazılmış ünlü Yaradılış
Destanı (Enuma Eliş) uzaklardan gelen bir gökcisminin bir çarpışmaya neden olmasını, bu
çarpışma sırasında gezegen yörüngelerinin ortaya çıkmasını, yâni bizim güneş sistemimizin
oluşumunu tarif eden, ama bunu tanrılar olarak anlatan bir metin. Oradaki tanrılar aslında
gökcisimleri. “Savaşlar” dediği göksel çarpışmalar. Bu anahtarlar ile baktığınız zaman bu
gezegenin varlığı konusunda ciddî ipuçlarının verildiğini görüyorsunuz. Bu izleri tabiî çok başka
yerlerde de görüyoruz; okyanusun diğer tarafında Maya, Olmek uygarlıklarında da, İndüs’de de,
Minos’da da, Mısır’da da görüyoruz.
Maya Takvimi
2023- Maya takvimine dayanarak 2012 tarihine ilişkin bir değerlendirme yapıyorsunuz ve
yine Maya takvimine dayanak Marduk’un 3661 yıllık bir geçiş periyodundan
bahsediyorsunuz. Bu tarihlere nasıl ulaştınız?
8 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
Burak Eldem- Mayalar kendilerinden önce olan uygarlıkların devamı niteliğinde. Mayalar’dan
önce Olmekler var, onlardan önce La Venta kültürü var yerleştikleri bölgede; ama bunlarda kim
oldukları bilmediğimiz bir toplumun bıraktığı belli bir bilgi birikimi var. Yâni kuşaktan kuşağa
aktarılan bir bilgi var, buna dayanarak oluşturdukları muazzam bir astronomi birikimi söz
konusu. Maya takvimi dediğimiz şey; aslında bizim bildiğimiz anlamda takvim olmanın
ötesindedir ve gök cisimlerinin yörüngelerini, periyotlarını, onların karşılaşma ve aynı hizaya
gelme olasılıklarını, Güneş tutulmalarını, Ay tutulmalarını hesaplayan muazzam bir astronomi
birikiminin işaretçisidir.
Günümüzde modern bilim adamları Mayalar’ın bıraktığı kodeksleri -çok az şey kalmış ne yazık
ki elimize- incelediklerinde, ciddî şaşkınlığa düşmüşler; çünkü günümüzden 1500-2000, hatta
daha eskilere dayanması mümkün olan gökyüzüne ilişkin bilgilerde, içinde yaşadığımız
dönemde gerçekleşmiş Güneş tutulmalarını, Ay tutulmalarını günüyle falan vermişler. Venüs
gezegeninin yörüngesinin çok ciddî olarak hesaplandığını gösteren şeyler var. O kadar
hassasiyetle hesaplanmış ki, bugün bile ancak o rakamlara ulaşılıyor. Güneş yılının çok doğru
hesaplanması falan gibi. Astronomiye, takvim yapmaya bu kadar meraklı Maya toplumun takvim
geleneğini incelediğimizde, şöyle bir görüntü çıkıyor karşımıza: Bugün bizim kullandığımız gibi
(tarım, vs.) günlük hayatı düzenlemeye yardımcı olacak bir Güneş takvimleri var, “Haab” diyorlar
buna. Bir kutsal takvimleri var “Tzolkin” dedikleri, 260 günlük bir döngüye sahip, bunun ne
olduğunu hâlen çözebilmiş değil bilim adamları. Bir de çok büyük bir zaman dilimini ölçen “Uzun
Hesap” (Long Count) dedikleri bir takvimleri var. Bu takvim, aşağı yukarı 5125 güneş yılı
civarında evrelere ayırıyor insanlık tarihini ve bunların her birine “İnsanlık çağları”, “Güneşler”
diyor bunlara; birinci, ikinci güneş gibi.. Bu çağların her biri bir doğal âfet zinciri ile kapanıyor ve
yenisi başlıyor. “Şu anda 5. çağın içindeyiz” diyorlar ve “bu beşinci çağ da, işte bizim takvimize
göre şu tarihte bitecek” diyorlar. “Şu kadar Haab, şu kadar Tzolkin geçtikten sonra bitecek”
diyorlar. O tarihler üzerinde arkeo-astronomlar uzun süre uğraştıktan ve bizim Grogeryen
takvimimizle nasıl çakıştırırız diye çalıştıktan sonra, içinde yaşadığımız çağın başlangıcının
bizim takvimimize göre M.Ö.3113 yılına karşılık geldiğini görüyorlar. Mayalar’ın bu çağın bitişi
için öngördükleri tarih de önümüzdeki 2012 yılı. Diyorlar ki, “M.Ö. 3113 yılında su ile gelen
âfetlerle 4. Güneş Çağı bitti ve içinde yaşadığımız 5. Güneş Çağı başladı. Bu 5. Güneş Çağı da
yerkabuğundan gelen âfetlerle sona erecek ve yeni bir çağ başlayacak!” Bu verileri tarihle
sınadığınız zaman çok provoke edici şeyler çıkıyor insanın karşısına.
2023- Ne gibi neticeler elde ettiniz?
Burak Eldem- M.Ö.3100 çok kritik bir tarih, bugün bizim bütün bildiğimiz uygarlıkların çıkış tarihi.
9 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
Sanki bir yerden biri start vermiş gibi. Mısır Krallığı’nın kuruluşu aşağı ve yukarı Mısır’ın birleşip
bir merkezî devlet hâline gelişi M.Ö.3100. Sümerler’in o görkemli uygarlıkları ile ortaya çıkışı,
çivi yazısının gelişimi M.Ö.3100. Harappa uygarlığının ortaya çıkışı M.Ö.3000-3100 tarihlerine
rastlıyor Hindistan’da. Minos uygarlığı İsa’dan önce 3000 yılına rastlıyor. İngiltere’deki
Stonehenge ya da benzeri megalitik anıtların çoğunun ilk yapılış dönemlerini araştırdığımızda
M.Ö.3000 dolaylarında bir tarihe rastlıyoruz. Yâni “İnsan Krallar” çağı olarak adlandırılan içinde
bulunduğumuz son çağ bununla başlıyor.
“Su ile gelen âfetlerle bitti” deniliyor. Bilim adamlarının da üzerinde anlaşmaya vardığı biçimde,
M.Ö.3200-3100 arasında bir iklim değişimi yaşanmış dünyanın değişik coğrafyalarında. Alçakta
kalan düzlükleri su basmış, atmosferik hareketler olmuş, yâni “tufan” diye aktarılan olgular
yaşanmış. Dolayısıyla ciddî bir şeylerden bahsediyorlar. Başlangıç tarihini doğruluyorsunuz,
peki o zaman bitiş tarihi ile ilgili söyledikleri doğrulanabilir mi? Yerkabuğundan gelen âfetlerden
bahsediliyor. Dünya tarihine bakıp jeoloji ile ilgili depremler, yanardağ patlamaları ile ilgili bir
büyük âfetler zinciri ile karşılaşıyor muyuz? Size de söz ettiğim gibi, ben bu taramayı
yaptığımda M.Ö.1650 yılını buldum. Bu tarih benim beklemediğim kadar erken bir döneme
işaret ediyordu. Çok daha geç bir tarihte bunu bulmayı bekliyordum. Eğer 2012 tarihini bitiş
kabul edip M.Ö.1650-1649 tarihini de başlangıç olarak varsayarsanız, 3661 gibi bir zaman dilimi
ortaya çıkıyor. Ama o dönem henüz Mezopotamya-Babil astrolojisiyle derinlemesine
tanışmadığım bir dönemdi. Aslında tanışmamı büyük oranda Engin Ardıç’a borçluyum.
1999 yılında Star gazetesinde bir dizi yazı kaleme aldı Ardıç ve o yazıda eski Babil
geleneklerinden, Zecharia Sitchin’nin yaptığı araştırmalardan ve 3600 yılda bir gözüken bir
gezegenin varlığından söz etti. 3661 yılının çok biçimsiz bir döngü olduğunu düşünüyordum, bir
anda anlam kazandı. Konunun üzerine gittiğimde, Babil ve Mezopotamya astronomisiyle bunu
sınamaya başladığımda, şunu gördüm: “Şar” dedikleri bir tarih, 3600 yıllık bir zaman dilimini
ölçüyor ve bir gök cisminin yörünge periyodunu vurgulamak için belirtilmiş. Ama 3600 olarak
verilen bilgi yuvarlak bir rakam. Kesin 3600 yıllık bir yörüngeden değil de, buna yakın bir tarihten
bahsediliyor. Bu araştırmayı yaparken 3600’ün Babil astronomisinde ve matematiğinde önemli
bir rakam olduğunu fark ediyorsunuz; çünkü bizim 10 tabanlı matematiğimize karşılık onlarda 60
tabanlı matematik var ve 60’ın üstleri üzerine kurulmuş. 60 üzeri 0, 60 üzeri 1, 60 üzeri 2 gibi
basamakların belirlendiği bir matematik. 3600 rakamı önemli, çünkü 60’ın karesi, yâni ikinci
kuvveti. Ama 3661 çok daha önemli bir sayı olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü 60’ın 0, 1 ve 2.
kuvvetlerinin toplamına eşit oluyor yani 60’ın ilk üç kuvvetinin toplamına. Altmışlı sistem içinde
bu onlar açısından kutsal bir sayı. Sonra bu sayının onların çivi yazı basamaklı konumlama
sisteminde nasıl gösterildiğine baktım. O da 60’ın her kuvvetinden kaç tane varolduğunu
işaretledikleri için 60 üzeri 0’dan bir tane, 60 üzeri 1’den bir tane, 60 üzeri 2’den (yâni 3600’dan)
bir tane var. Dolayısıyla üç basamaklı “bir” anlamına kullanılan çentiğin, çivi yazısının
simgesinin yer aldığı, bugün baktığımızda Roma rakamıyla üçe (I I I) benzetebileceğimiz bir
işaretin varlığını gördüm. Araştırmamı derinleştirdiğimde hakikaten bu simgenin Marduk ile ilgili
kutsal bir simge olarak kullanıldığını gördüm. Yâni “Şar” hecesinin de bu rakamın
kodlanmasından oluştuğunu gördüm. Daha da enteresanı, İncil’in sonundaki Vahiy bölümünde
10 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
“666 şeytanın rakamıdır, o belirdiğinde artık kıyamet gelecektir” şeklinde birtakım ifâdeler vardır.
Bu ifâdelerin zâten göksel bir şeyle ilişkili olduğu belli oluyordu, bu çözümleme bağlantıyı
kurmamı sağladı.
2023- Bu bağlantıyı nasıl kurdunuz?
Burak Eldem- Şimdi burada İbranî toplumunun Mezopotamya toplumu ile karşılaşması gibi bir
olasılıktan yola çıkıyoruz ki, bu zâten var. Babil kralı Nebukadnezar zâten bunları almış sürgüne
götürmüş, orada Babil astronomisi ile tanışmışlar. Hatta Tekvin’in, Genesis’in oluşması
sırasında, Babil’den edinilen bilgilerin yoğun kullanıldığına dair ciddî izler var. Bu noktada eğer
Marduk ile ilgili verilere ve onun gizli simge sayısına rastladılarsa, bunu da nasıl algılayacakları
aslında açıktır: Babil düşmandır, İbranîler’i esir etmiştir; Babil’in tanrısı ise ancak şeytan olabilir,
çünkü düşmanın tanrısıdır ya da şeytanın uşağı olabilir! Bu mantık ile baktığınızda ortaya
çıkıyor. Çünkü onun simgesi “bir” anlamına gelen yan yana üç tane çizgi (I I I). Bu çizgi İbranî
alfabesindeki “vav” harfine benziyor. İbranî alfabesinde her harfin bir sayısal değeri var; “vav”
harfinin sayısal değeri de 6. Bunu yanyana üç tane 6 olarak algılıyorlar. Yâni 666’ya yol açan
bu.
Başa dönersek, bir gökcisminin yol açtığı âfetler zincirinden söz edeceksek, bunun için en
uygun tarih M.Ö.1650-49 dönemi. Bitiş tarihi de, eğer astronomiye bu kadar önem veren
Mayalar’ın sözünü ettiği 2012 ise, 3661 yıllık bir periyot var. Ve bu periyot anlamsız, rastgele bir
periyot değil. Babil astronomisinde, Babil matematiğinde, Eski ve Yeni Ahit’e varana dek her
yerde karşımıza çıkan bir süreci ya da göksel olguları doğrulayan nitelikte bir süreç.
Asya ile Amerika Arasındaki Güçlü Bağlantı
2023- Mayalar’daki 5125 yıllık tarihi nasıl açıklıyorsunuz?
Burak Eldem- Bu daha kültürler arası bir etkileşim ya da enterpolasyon sorunu aslında. Bunun
mantığını çözebilmek için bir hayli uğraşmam gerekti. Orta Amerika kültürlerinin oluşum
11 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
evrelerini incelendiğinde homojen bir yapı olmadığı görülür. Yucatan yarımadası, Meksika
Körfezi batısı, Mexico City’nin güneyindeki platolar gibi bölgelerde, birbirinden bağımsız
kurulmuş yerleşim bölgeleri var. Bunların tarihteki ilk öncüllerine baktığınızda, ilk ne zaman
kurulduklarına baktığınızda, veriler birdenbire çok karışıyor. Bu bölgede uygarlığın, Bering
Boğazı aracılığıyla Asya’dan yapılan ilk göçlerle başladığı söyleniyor; ama oldukça yakın bir
tarih veriliyor bunun için: M.Ö.12.000-14.000. Bunu doğrulayacak çok veri olmamakla birlikte,
Asyalılar’la hem kültür hem de etnolojik anlamda bağlar var gibi. Ama çok başka bir şeyin izleri
daha var ki, o bölgeye Asya’dan daha önceki ve sonraki tarihlerde de göçler yapılmış. Meselâ
ben Türk kültürü ile Mayalar ve Orta Amerika kültürü arasında ciddî yakınlıklar buluyorum.
Meselâ Orta Amerika kültürünü oluşturan toplumlarla Türkler’in ortak atadan gelmiş
olabileceklerini düşünüyorum. “Onlar Türk’tü” gibi radikal ve sivri bir iddia ortaya atmıyorum tabiî
ki, ama ortak bir kültürden yola çıktıklarını düşünüyorum. Çünkü astronomilerinde de, inanç
biçimlerinde de birebir kullandıkları bazı sözcükler var.
2023- Meselâ?
Burak Eldem- “Kaan” sözcüğü yılan anlamına geliyor Orta Amerika kültürlerinde, ama özel bir
yılan. Başrahip güçlü ve kral dedikleri kişi de o. Kaan dedikleri yönetici rahip, hükümdar rahip.
Gücünü göksel bir güçten alıyor. Türkler’de de kağan var, o da Göktengri’den gelen bir gücü
kullanıyor ve damga mühürlerinde birbirine sarılmış çift yılan vardır kağanı simgeleyenler
arasında. Dolayısıyla kağan sözcüğünün yılan ve hükümdar anlamına gelen ikili niteliğinin hem
Türkler’de, hem Orta Amerika’da varolduğunu gördüm. Kavramsal yakınlık ve benzerlik içeren
başka sözcükler de var. Ama daha önemlisi, sözcük yakınlıklarından çok, evren felsefesi ve
astronomiyle ilgili benzerlikler. Her iki kültürde de Venüs ve Pleiades (Süreyya) kritik öneme
sahip, her iki kültürde de yeşimtaşı kutsal nitelik taşıyor, her iki kültürde de birbirine çok
benzeyen “göksel ejderha” kavramları var. Atatürk’ün bu konuda incelemelerde bulundurduğu
biliniyor yine.
Tabiî genel konumuzun dışında olduğundan buna pek girmek istemiyorum. Sonuçta, Asya
kökenli göçler de yaşanmış ve bölgede birçok farklı yerel kültür söz konusu.
M.Ö.4000-3000’den başlayan ve günümüze gelen tarih aşamalarını inceleyen Orta Amerika
araştırmacıları, iki kültürün yanyana yaşadığından ve kültür etkileşimine girdiğinden
bahsediyorlar. Bunlar kullandıkları simgelerden dolayı “Yılanlar” ve “Jaguarlar” olarak
adlandırılıyorlar. Bunların hem etnolojik farklılıkları, hem kültürel farklılıkları var; ama yakın
oldukları noktalar da var. Yılan kültü olarak adlandırılan grubun astronomisinin ve inanç
sisteminin Venüs gezegenini temel aldığı düşünülüyor. Jaguar kültü ile ilgili olarak ise iş biraz
12 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
karışıyor; bir başka gökcismini temel aldığı söyleniyor, ama bunun ne olduğu bilinmiyor. Zaman
zaman ona vekalet etmek üzere Büyükayı Takımyıldızı seçilmiş, zaman zaman Boğa
Takımyıldızı’ndaki Ülker-Süreyya grubunu temel almışlar. Yâni her iki kültün de birer tanrısı var;
Venüs’ü temel alanların, Aztekler’in “Quetzalcoatl”, Mayalar’ın “Kukulkan” dedikleri bir tanrıları
var. Tüylü yılan diyorlar, zâten yılan kültü denmesi de buradan geliyor, Venüs’ün görüntüsü ile
bağdaştırdıkları bir şey. Diğerlerinin tanrısının adı Aztekler’de “Tezcatlipoca”, Mayalar’da
“Hunrakan” -İngilizce’deki kasırga anlamına gelen “hurricane” (hörrikeyn) de buradan geliyor,
çünkü fırtına tanrısı- şeklinde geçiyor. Birinin simgesi jaguar, diğerinin simgesi yılan. Bu iki
kültün zaman içinde farklı coğrafyalarda aynı anda yan yana varolduğu, kimi zaman aralarında
çatışmalar yaşandığı, ama süreç içinde ikisinin bilgilerinin bir şekilde paylaşıldığı biliniyor.
Benim teorimin dayanağı şu 1649 ise, bu gezegenin bir önceki geçişi M.Ö.5310 yılına denk
geliyor.
2023- Peki bu tarihte bir doğal âfet zinciri buluyor muyuz?
Burak Eldem- Evet buluyoruz. William Ryan ve Walter Pitman’in yazdığı “Nuh Tufanı” diye bir
kitapları var ve son dönemde araştırmaları ile bayağı bir sansasyon yarattılar, hatta National
Geograhpic dergisi bu mesele ile çok ilgilendi. M.Ö.5300-5400 yılları civarında Karadeniz
taşkını denilen olayın yaşandığını düşünüyorlar. Karadeniz aslında daha küçük bir su birikintisi
iken ve çevresindeki ovalarda yaşam hüküm sürerken, ciddî bir su taşkını nedeniyle bugünkü
hâline geldi. Bunun tarihlemesini de 5300-5400 yılı civarına yapıyorlar. Bu benim hesabımla
oldukça uyumlu bir tarih.
Orta Amerika kültürlerinde son çağın başlangıcı dedikleri 3100 tarihi ile ilgili ne bulabilirim diye
baktığımda şunu gördüm: 3113 yılına “Venüs’ün Doğumu” diyorlar. Bir insanın doğması gibi,
Venüs’ün o gün doğduğunu söylüyorlar. Bunun mitolojik karşılığı şu: Adını ona verdikleri tanrı
kendini insanlar için feda edip yeniden doğuyor, aynı zamanda rakibi ile bir göksel savaş, bir
göksel çarpışma yapmış. Şimdi rakip olarak iki kavim olduğunu ve ikisinin de kendi tanrıları
olduğunu biliyoruz. Bu tanrılardan birinin göksel karşılığı Venüs, diğerinin temsil ettiği gökcismi
ise muamma. Bir göksel karşılaşmadan söz ediliyor ve bunun sonucunda Venüs’ün 3100
civarında doğduğu anlatılıyor.
Ben buna uygun olarak, spekülasyon olduğunun altını da sürekli çizerek, şöyle bir senaryo
öngörüyorum: M.Ö.5310 yılındaki yaklaşması sırasında bu gezegen Venüs ile bir karşılaşma
13 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
yaşadı, bu doğrudan bir çarpışma olmayabilir. Venüs önceden daha farklı bir yörüngedeydi, bu
karşılaşma Venüs’ün o yörüngeden çıkıp dünyaya daha yakın bir konuma gelmesine yol açtı ve
bu da dünyada 2000 yıl süren müthiş bir kaotik evreyi başlattı. Bu süre içinde de göktaşı
yağmurları, seller, jeolojik felâketler falan yaşandı. Bu nedenledir ki kalıcı, o kendinden emin,
büyük devletler kurulamadı; çünkü bu tür devletlerin kurulabilmesi için gerekli olan istikrar ancak
3100’den sonra sağlandı. Bunu sevinçle karşıladılar, Venüs’ün doğumu dediler, çünkü Venüs
yeni yörüngesinde sabah yıldızı olarak belirdi. Bunu takvimlerine işaretlediler ve “çağ
başlangıcı” dediler.
Bu sözünü ettiğim “yılan” kültünden gelen ve Venüs kültünü devam ettiren insanların inanışıydı,
ama diğer “jaguar” kültünün kendine tanrı olarak seçtiği gök cismi M.Ö.1649’da bir kez daha
belirdi. Bu kültür alışverişinde de bir karmaşa çıktı ortaya. Çağın başlangıçı olarak 3100’ü işaret
ettiler. Bitiş tarihi de aslında diğer gök cisminin yeniden geliş tarihine göre yeniden ayarlanmış,
ama o gök cismi görmezden gelinmiş ve Venüs’ün doğumu temel alınmıştı. Dolayısıyla aslında
3661 yıllık döngülerle Venüs’ün yaşadığı serüvenle bir enterpolasyonu yapılmış bunun ve
5125,36 yıllık yapay çağlar ortaya çıkmış. Bir ilginç nokta da, Mayalarda “insanlığın tarihi” olarak
görülen 5 çağın toplam uzunluğu olan 25.627 yılın, 3661’in tam 7 katı olması. Yani astronomik
hesaplarında “En Küçük Ortak Kat” yöntemini sık sık kullanan Orta Amerikalılar, bu gezegenin
yörüngesiyle, öngördükleri insanlık çağları arasında “7’ye 5” bağıntısını kurmuş gibi
görünüyorlar.
Uzayı Avucumuzun İçi Gibi Bilmiyoruz
2023- Günümüze gelirsek, bu geçiş gezegeni için 8 senelik bir süre var. Büyük olduğu
söylenen bir gezegenin varlığının tespit edilmiş olması gerekmez mi?
Burak Eldem- En çok sorulan ve en çok tartışılan sorulardan birisi de bu. Bana yönelik
eleştirilerden, karşıma en çok çıkan eleştirilerden, özellikle pozitif bilim dünyasından gelen
eleştirilerden birisi de bu. Somut bir bulgu olmadıkça astronomların böyle bir iddiayı onaylamak
adına bir şey söylemeleri mümkün değil; ama gerçekten pozitif bilimden yana tavır alınacaksa,
“Böyle bir şey yoktur ve olamaz” da denilemez. Ama maalesef benim bilim adamı değil “bilim
bürokratı” olarak adlandırdığım bir kesim bunu söyleyebiliyor. “Böyle bir şey yoktur, olsaydı
görürdük” diyebiliyor rahatlıkla. Oysa “sağlam” kabul edilen birçok teorinin yirminci yüzyılda
sallanıp çöktüğüne ve yerini yenilerinin aldığına tanık olan gökbilimcilerin, “olanaksız” yargısını
14 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
kullanmaktan kaçınmaları gerekir diye düşünüyorum.
Çok ilginç şeyler yaşanıyor. 1994 yılında Shoemaker-Levy adı verilen kuyruklu yıldız 21 parça
hâlinde Jüpiter’e çarptı, biliyorsunuz. Eğer Jüpiter’de hayat olsaydı hayat bitmişti.
Shoemaker-Levy adlı kuyruklu yıldız, o çarpışmadan yalnızca bir yıl önce keşfedilmişti. Çok
yakın bir zamanda benzeri bir şey oldu. Geçtiğimiz Mart ayının sonlarında bir amatör astronom
-daha önce de bir çok kuyruklu yıldızı bulan William Bradfield diye bir adam- yeni bir kuyruklu
yıldızın varlığını tespit ettiğini duyurdu. Sonra NASA onayladı bunu. Mart’ın son haftasında
onaylandı, 17 Nisan’da dünyaya en yakın geçişini yapıyordu bu kuyruklu yıldız. Yâni en yakın
noktadaki geçişinden 20 gün önce buldular bunu. Ya o kuyruklu yıldız yakın geçiş yapmayıp da
dünyaya çarpacak olsaydı? Ya da bırakın çarpmasını, çok yakınımızdan geçip birtakım afetlere
neden olsaydı?
İstediğimiz kadar teknolojimiz olsun, gökyüzü, avucumuzun içi gibi bildiğimiz, elimizi attığımızda
her şeyin yerini bildiğimiz bir yer değil. Uzayda ne kadar çok yörüngeye yerleştirilmiş
teleskoplarımız olursa olsun, tarayabileceğimiz alan sınırlı, o taramaya ayrılacak zaman sınırlı.
Hubble teleskobunu kullanmaya kalkınız. Diyorlar ki, “her bilim adamı kullanabilir Hubble’ı”, ama
söyledikleri kadar kolay değil! Önce başvuracaksınız, sonra hangi bölgeyi taramak istediğinizi
ve amacınızı anlatacaksınız, o amaç mâkul bulunacak ve kabul görecek, sonra da 6 ay gibi bir
süreye yayılmış bir zaman dilimi içinde kısıtlı bir süre için, 5-10 dakika gibi kısa bir süre için
Hubble teleskobunu kullanma ve onunla fotoğraf çekme hakkını elde edeceksiniz. Sanki uzayda
teleskoplarımız var, istediğimiz zaman istediğimiz şeyi görebiliyoruz şeklinde sunuluyor. Hayır,
göremeyebiliyoruz! Nereye bakacağınızı bilmeniz lâzım.
Bir de, beklenen gök cisminin “büyüklüğü” meselesinin, somut bir veri ya da iddia olmayıp, antik
metinlerdeki tanıklıklardan kaynaklandığını unutmamakta yarar var. “Bu kadar büyük bir
gezegeni görürdük” deniyor. “Ne kadar” büyük? Büyüklüğünü nereden biliyorsunuz? Yani bütün
itiraz büyüklüğüne mi? Yakın geçişi tehlike yaratacak iri bir kuyrukluyıldızsa bu, ne olacak? Ya
da belki ancak Merkür büyüklüğünde ama çekim gücü yüksek bir yıldız eskisi, bir kahverengi
cüceyse? Antik bilgiden deşifre edilen bir olguyu biçimciliğe hapsetmemek, esnek düşünmek
gerek.
Birçok gökbilimci de bu işe daha temkinli yaklaşıyor, meselâ Patrick Moore bunlardan biridir,
“Gezegen X oralarda bir yerdedir. Nereye bakacağımızı bilmeden şu anda bulacağımızı
sanmıyorum, ama bir gün çıkacak ortaya” diyor. Ben bunun yeni keşfedilen Sedna kadar çok
uzakta olduğunu da sanmıyorum, yalnız çok aykırı ve farklı bir yörüngede, şu an için tesbit
edemediğimiz bir noktadan yaklaşmakta olduğunu düşünüyorum. Şu andaki tahminlerim bunun
bir kahverengi cüce olduğu yolunda ki, bu, ışığının fark edilemeyecek kadar uzak olduğu
15 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
anlamına geliyor. Eğer böyle ise, ancak kızıl-ötesi teleskoplarla keşfedilecek bir şey bu.
Kızılötesi teleskoplarla da gökyüzünün hangi bölgesini tarayacağınızı bilmeniz gerekiyor.
Tamam bilim adamları “Şimdiye kadar biz böyle bir gezegenin izine rastlamadık, dolayısıyla
böyle bir ihtimali ciddiye alamayız” diyebilirler, bu doğru bir bilim adamı tavrı; ama “Böyle bir şey
olamaz, olsa biz bilirdik” yaklaşımı da bilim adamı tavrı değil, bilim bürokratı tavrıdır.
2023- X gezegeni ile ilgili olarak aslında dünyada da yoğun tartışmalar yaşanıyor. Meselâ
NASA’nın bundan haberdar olduğuna ilişkin iddialar bile var. Bunlardan biraz bahseder
misiniz?
Burak Eldem- Belli bir noktadan sonra bu tartışmalar ister istemez komplo teorisi denilen
noktaya varıyor. Bu komplo teorisi lafını sevmiyorum, açıkçası Amerikan icadı bir laf bu. Nerede
bir kargaşa, karışıklık varsa ve siz “Bir dakika, orada bir şeyler mi oluyor?” dediğinizde, hemen
sizi komplo teorisi kurmakla suçlarlar. Komplo teorileri oldu ve olacak, çünkü insanlık tarihi
yönetimlerin çok şeffaf olduğu, vatandaşların olan biten her şeyi bildiği bir tarih değil ki! İnsanlık
tarihi komplolarla, entrikalarla, dalaverelerle dolu bir tarih. Komplolar var ki komplo teorileri de
var. Bu noktadaki tartışmalar “komplo teorileri” noktasına varabiliyor. 1930’lardan beri böyle bir
gezegenin varlığı aranıyor, özellikle 60’lardan sonra bu uğraşı çok ciddî bir şekilde yoğunlaşmış
durumda. Özellikle çok önemli gökbilimciler bu konuda çalışmış, Robert Harrington meselâ
bunlardan biri. Tom Van Flandern bunlardan bir diğeri. İkisi bir ara birlikte çalışmışlar ve mutlaka
tespit etmek üzereler. Harrington çok kuşkulu bir şekilde öldü, bu noktada komplo teorileri var
“bir şeylere ulaşmıştı ve ortadan kaldırıldı” şeklinde. Ben o konulara girmiyorum ve o kadarını
bilemem, ama birçok bilim adamının çalıştığı bir konu bu.
NASA her şeyin ötesinde, militarize bir yapıya sahiptir ve doğal olarak Amerika’nın çıkarları için
çalışan bir kuruluştur. NASA tarafından tespit edilen herhangi bir şeyin kamuoyu ile
paylaşılması denen bir sürecin tanımlanması bile yok Amerikan yasalarında. Çok yakın
zamanda böyle bir şey yaşandı, bir göktaşının dünyaya çarpma olasılığının olduğunu fark etmiş
NASA bundan dört ay kadar önce. Ciddî bir panik yaşanmış ve o anda NASA’da görevli olan
astronomlar “Peki ne yapacağız?” demişler. Bu durumda kime haber verilir, ne yapılır?
Bakmışlar ki böyle bir prosedür yok. Daha sonra hesapta yanlışlık olduğu anlaşılmış, göktaşı
uzağımızdan geçmiş ama bu yaşanan gelişme böyle bir sıkıntı yaşandığında yapılması
gerekenlerin yasal düzenlemesinin hazırlanmasını gerekli kılmış. Şimdi bir kurul çalışıyor,
Ağustos ayına kadar o yasal düzenlemeyi bitirecek. Bunlar bile belli değil.
NASA Güvenilir Değil
16 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
2023- Böyle bir bilgiye ulaşsa NASA insanlıkla paylaşır mı?
Burak Eldem- Bence böyle bir bilgiye sahip olsa bile -kötü niyetle söylemiyorum- alabileceği
önlemleri aldıktan sonra belki kısmen, yavaş yavaş paylaşmaya başlayacaktır. Bu bir varsayım,
fikir yürütme tabiî. NASA’nın elinde büyük imkânlar var, meselâ 1984 yılında güneş sistemimizin
uzaklarında beliren ve IRAS denilen kızıl-ötesi teleskopla saptanan bir gökcismi var. Sonradan
“değil” dendi. Bu konu üzerinde çok spekülasyon yapılıyor. “Aslında biz gezegen zannetmiştik,
ama değilmiş, bir tür galaksi biçimiymiş falan” denildi. Bunlar dezenformasyon olabilir, ayrıca
doğru da söylüyor olabilirler. Ama bulgular IRAS’la sınırlı değil. Sözgelimi Amerikalı ünlü
astrofizikçi John Matese ve İngiltere’nin en ünlü astronomlarından John Murray oldukça yakın
bir tarihte, birbirine çok benzeyen ilginç verilerle ortaya çıktılar. İkisinin de 90’ların sonlarında
elde ettiği bulgular, kahverengi cüce olduğu çok büyük olasılıkla netleşen bir cismin dünyaya
yaklaşmakta olduğu şeklinde. Bu tip bulgular hâlâ havada uçuşuyor, hiçbir şey kesin ortaya
çıkmış, yalanlanabilmiş ya da doğrulanabilmiş değil. Ama hep gelip o soruya kitleniyoruz: NASA
bizimle paylaşır mı?
NASA kimdir? NASA neye hizmet eder? Bunları çok iyi bilmek gerekiyor. İnsanoğlu uzaya çıktı,
insanoğlu aya ayak bastı, deniliyor. NASA çıktı. NASA kim? Amerika... Yâni aslında insanlığın
yararına bir şey yapmak için gitmediler ki oraya, orada yararlanacak bir şey varsa onları bulup
çıkarmak için gittiler. Bakın yakında çok ciddî şeyler olacak. AB de Ay’a insanlı uçuş
düzenlemek istiyor. Çin birtakım şeyler plânlıyor. Şimdi aynı anda birkaç grubun indiğini ve
araştırma yaparken çıkarlarının çatıştığını düşünün. Yâni sömürgecilik döneminin modern bir
versiyonunu yaşama ihtimalimiz bile var. Dolayısıyla NASA militarize yapısı, politik ve ulusal
kimliğiyle çok güvenilecek bir kurum değil.
Gözardı Edilemeyecek Değişim
2023- Siz günümüzdeki iklim değişikliği ile ilgili gelişmeleri de yakından takip
ediyorsunuz. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Burak Eldem- Tabiî konuyla ilgili birçok bilim adamının değerlendirmeleri var. Son dönemde
insan faktörünün küresel ısınmaya olan etkisi inkâr edilmemekle birlikte, uzak geçmişte de
dramatik iklim değişiklikleri olduğuna dikkat çekenler var. Bakın bu konuda ciddî araştırmalar
yapan Woods Hole Oşinografi Enstitüsü isimli kuruluş çok uzun zamandır âni iklim değişiminin
kapıda olduğu tehlikesini vurgulayan değerlendirmeler yapıyor ve bu kuruluşun sitesinde bol
miktarda doküman var. Enstitü Başkanı Robert Bagosian; “İklim değişimi potansiyeli üzerine
17 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
araştırma ve tartışmaların çoğu, konunun ekolojik ve ekonomik etkileriyle birlikte, atmosfere
yığılıp sera etkisi yaratan gazların küresel ısıyı yavaş yavaş artırdığı düşüncesi üzerine
kuruludur. Ne var ki, bu düşünme biçimi, bir başka iklim senaryosunu gözden kaçırır. Dünya
ikliminin geçmişte defalarca âni ve dramatik biçimde değiştiğine ve gelecekte de bunun
olabileceğine ilişkin, son yıllarda hızla artan kanıt birikimini gözardı eder” diyor.
Yine aynı şekilde bu bilim adamları, “dünyanın ısı düzeyinin düzenini, sıcak su ile soğuk suyun
yer değiştirdiği bu akıntılar sağlar” diyorlar. Son yıllarda, özellikle son iki yılda Gulf Stream
akıntısında ciddî bir bozulma olduğunu, akıntının rejiminin değişmiş olduğunu dile getiriyorlar.
Bu akıntının eskiden Amerika’ya yakın geçerken, şimdilerde okyanusun daha ortalarına
yönelmeye ve gücünü kaybetmeye başladığını dile getiriyorlar.
Belki biraz dikkatleri dünyanın uzağına çevirmekte de yarar var: Galaktik kozmik ışınlar (GCR –
Galactic cosmic Rays) denilen, uzayın derinliklerindeki galaksi, süpernova gibi kaynaklardan
(aynı zamanda güneşten de) gelen ışınların zararlı etkilerine karşı, dünyanın manyetik zırhı,
kalkan vazifesi görüyor. Güneşte olağandışı manyetik aktivite olduğunda, patlamalar ve güneş
fırtınaları gibi hareketlilikler ortaya çıktığında, bizim manyetik alanımız ciddî sarsıntıya uğruyor
ve dışarıdan gelen zararlı ışınlar doğrudan kutup noktaları, özellikle de kuzey kutup noktası
üzerine etkide bulunuyor. Kutuptaki buzlar eridikçe okyanusa daha fazla miktarda tatlı su
karışıyor ve bu da Gulf Stream gibi okyanus akıntılarının rejimini etkiliyor. “Küresel ısının
düzenleyicisi” olarak nitelenen akıntılar, tuzlu ve tatlı sular arasındaki geçişlerle bağlantılı.
Sonuçta güneşteki patlamaların küresel ısınmaya etkisi olduğu söylenebilir. Ama bu durumda
soruyu başka bir yere aktarmış oluyoruz: Güneşteki değişimi etkileyen şey nedir? Güneş lekesi
çevrimleri denilen belli bir periyot var: Aşağı yukarı 11 yıl aralıkla yinelenen, güneşteki yoğun
manyetik aktivite dönemleri. Bu çevrimin son zirvesi, 2001 yılının hemen başındaydı ve ilginçtir
ki bir dahaki zirve noktası 2012 yılında öngörülüyor. Fakat şöyle bir garip durum var: Meselâ
2001’deki zirvenin üzerinden 3 yıl geçtikten sonra bu yıl bu manyetik hareketliliğin azalma
eğiliminde olması lâzımdı. Ama geçen sonbahardan beri güneşte sıradışı bir hareketlilik
yaşanıyor. Geçen sene Kasım ayındaki patlamalar haberleşmemizi engelleyecek kadar büyük
bir etkiye sebep oldu. Geçtiğimiz Temmuz ayında da yine güneşte beklenmedik bir manyetik
aktivite gözlendi. Bu noktada yanıtlar tükeniyor ve yine spekülasyonlara başvurmak durumunda
kalıyoruz. Ben güneşin manyetik çevrimlerinde gözlenen bütün bu sıradışı aktivitede, yaklaşan
bir gökcisminin etkisi olduğunu düşünüyorum.
2023- Ve bunun mâlum gezegen olduğunu düşünüyorsunuz...
18 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
Burak Eldem- Evet. Giderek artmaya başladığını düşünüyorum bu etkilerin de. Şunun altını da
çizmeye çalışıyorum: Hayat hep böyle gidecek, 2012 yılının bir sabahı uyanacağız ki her şey
değişmiş. Hayır! Ben böyle bir şey söylemiyorum. Zaman içinde artan ya da azalan bir etkiden
söz ediyorum. 2008 ve 2009 sonrasında hayat zâten zorlaşacak diyorum.
2023- Bu tarihlerde hayat zorlaşacak, bunun önemlerini almak gerekiyorsa alalım, diyorsunuz!
Burak Eldem- Evet. Alabiliyorsak…
(Kutu)
ABD “Hiksoslar”dan korkuyor
2023- Serdar Turgut’un sizin kitabınızı da referans alan ilginç değerlendirmeleri var.
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik âni, uluslararası meşruiyeti çok da gözetmeyen, aceleci
olarak nitelendirilebilecek işgalini nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz de Serdar Turgut gibi
ABD’nin muhtemel Hiksos saldırılarını engellemeye çalıştığını mı düşünüyorsunuz?
Burak Eldem- Ben kitabımda potansiyel Hiksoslar’ı ortadan kaldırma ve Hiksos saldırılarının
yoğunlaşacağı yerleri kontrol altına alma telâşı olduğu gibi bir değerlendirmede bulunmuştum.
Eğer dünyayı denetleme iddiasındaki bir süper gücün elinde, yakın ya da orta vadede dünyayı
etkileyecek bir iklim değişikliği ile ilgili bir bilgi varsa, bu süper güç geçmişteki büyük devletlerin,
19 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
yâni Mısır’ın, Babil’in, Harappa’nın yaşadığı şeyi yaşamak istemeyecektir. Ayrıca bugün küresel
egemenlik gibi bir dertleri var. Bu güçlerin, bunu herhangi bir yerinden kesintiye uğratacak,
bozacak bir ayaklanma girişiminin, kaosun ortaya çıkmasına izin vermeme gibi bir eğilimleri
olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında ekonomik olarak nedenleri de var. Meselâ Ortadoğu
dünyanın en önemli bölgelerinden biri, hem enerji kaynakları hem de su kaynakları açısından.
Suyu ve enerji kaynaklarını barındıran kritik bölgelerin mutlaka elde tutulması gerekecek. Bunun
için de birtakım gerekçeler yaratılması gerekiyor. Bunu da zâten işte Amerika, “Batılı değerlere
karşı bir terör saldırısı var, bu da Müslümanlar’dan kaynaklanıyor” şeklinde bir masalla yarattı.
Bunun aktörlerini kendiniz geliştirip beslerseniz -ki ben bunun böyle olduğuna inanıyorumgerekçenizi de kendiniz yaratmış oluyorsunuz.
Benimle yapılan söyleşilerde sıklıkla vurguladığım “Project for New American Century (Yeni
Amerikan Yüzyılı Projesi)” diye bir örgüt var. Bu örgüt 1999 yılında kurulmuş, Bush’u iktidara
getiren kadro bunlar. Bunlar kuruluş amaçlarını çok açık olarak ortaya koyuyorlar. “Önümüzdeki
dönem, dünya için kaosun kapıda gözüktüğü, güç dengelerinin bozulacağı, ciddî tehlikelerin
yaşanacağı bir dönemdir. Böylesi bir dönemde masaya yumruğunu vuracak, gücünü
hissettirecek ve dünyanın çıkarlarının sahibi ve koruyucusu olduğunu hissetirecek bir devlete
ihtiyaç vardır. Bu devlet de ABD olmalıdır” mantığı ile ortaya çıkan bir kuruluştan bahsediyoruz.
Bu örgütün kurucuları arasında Paul Wolfowitz, Dick Cheney, Richard Perle, Donald Rumsfeld
gibi isimler var…
Bu kuruluşun, Amerikan yeni savunma sisteminin nasıl olması gerektiğine ilişkin bir raporu var,
orada diyorlar ki: “Şu şu sistemlerle savunmamız güçlendirilmeli, atak ve cesur olmalıyız,
üzerimizdeki ürkekliği atmalıyız, ama elimizi kolumuzu bağlayan şeyler var, uluslararası yasalar,
duyarlılıklar, insan hakları, vs. gibi. Bunu ortadan kaldırmak için de katalizör etkisi yapacak
faktörlere ihtiyacımız var. Yeni bir Pearl Harbour gerekiyor.”
Bu rapor 2000 yılının başında yayınlandı, 2001 yılında 11 Eylül hâdisesi oluyor. Yâni bana göre
her şey o kadar açık ki! Ben başlatılmış bulunan askeri-siyasal operasyonun Ortadoğu ile sınırlı
kalmayacağını düşünüyorum. En kalabalık Müslüman nüfusa sahip Endonezya ve gelişen
Malezya var Uzak Asya’da. Bölge aynı zamanda doğal gaz, petrol, tarım ürünleri, değerli
madenler açısından son derece kritik öneme sahip. Yavaş yavaş oraya da yöneleceklerini
düşünüyorum. 2003 yılında Amerikan Dışişleri Bakanlığı terörle mücadeleye ilişkin bir rapor
yayınladı. Bu rapor Dışişleri’nin internet sitesinde de yayımlandı. “İslâm kaynaklı mıdır bu terör?
Evet, İslâm bu terörde başrol oynamaktadır. Peki İslâmî terörü kim desteklemektedir? Uzak
Asya ülkelerinden de destek almaktadır” şeklinde bir yaklaşım geliştirmeye başladılar.
Arkasından CNN bir haber programı hazırladı, Endonezya, Filipinler ve Malezya gibi ülkelerdeki
Müslümanlar’ın El-Kaide terör örgütüne destek verdiği şeklinde. Potansiyel hedef Amerikan
halkının kafasına yavaş yavaş sokuluyor. En son çok yakınlarda AP bir haber geçti,
“Endonezya’da çok sayıda El-Kaide hücresi var, bunlar burada ticaret yapıyorlar, hükümet
20 / 21
SÖYLEŞİ: 3661 YILLIK BİTMEYEN DÖNGÜ
bunlara bir şey yapamıyor” diye. Uzak Asya çok büyük bir ihtimalle bunların ajandasında yer
alıyor. Kritik bölgeleri kontrol altında tutmak istiyorlar, aceleleri var, gerekçeler bunun için
yaratılıyor. Emperyalizmin klâsik metotlarını uygulayarak yitirecek zamanları yok, yürütecekleri
politikaları daha militarize hâle getiriyorlar.
Kaynak: 2023 Dergisi Kay.Tar: 25.8.2008
21 / 21

Benzer belgeler