Bölüm Oku

Transkript

Bölüm Oku
Hayatımın
Filmi
Douglas Kennedy
Çeviri
Zeynep Yılmaz
Birinci Bölüm
5
1
Her zaman zengin olmak istedim. Kulağa biraz ahmakça gelebilir ama doğru. Bu, gerçek bir itiraf.
Bir yıl kadar önce, dileğime kavuştum. Kötü geçen on
yıllık bir süreden sonra -sonsuz sayıdaki ret mektubunun
zehirli birikintileri, “bunu da aşacağız” avuntuları, kıl payı
kaçırılan birçok fırsat (“keşke geçen ay başvursaydınız, tam
da böyle birini arıyorduk”) ve (tabii ki) hiçbir zaman geri
aranmadığım başvurular arasında (koca bir on yıl boyunca)- tesadüfün tanrıları sonunda benim de yüzüme baktı.
Ve bir telefon çaldı: hayatta kalmak için çırpınan herkesin
hayalini süsleyen türden bir aramaydı.
Arayan sabırlı ajansım Alison Ellroy’dan başkası değildi.
“David, sonunda sattım.”
Kalbim neredeyse duracaktı. “Sattım” lafını elbette defalarca duymuştum… aslında doğrusunu söylemek gerekirse, bunu daha önce hiç duymamıştım.
7
“Neyi sattın?” diye sordum. Yazdığım beş deneme senaryosu, muhtelif yapım şirketleri ve çekim stüdyoları
arasında mekik dokuyup duruyordu.
“Pilot bölümü,” dedi.
“Televizyon için olanı mı?”
“Evet. Seni Satmak’ı sattım.”
“Kime?”
“FRT.”
“Ne?”
“FRT. Front Row Televizyonu, hani kablolu yayında
olan en orijinal programların en akıllı ve en iyi yapımcısı
olan…”
Bir kalp masajına ihtiyacım vardı.
“Kim olduklarını biliyorum Alison. FRT benim pilot
bölümümü mü satın aldı?”
“Evet, David. FRT biraz önce Seni Satmak’ı satın aldı.”
Uzun bir sessizlik oldu.
“Para veriyorlar mı?” diye sordum.
“Tabii ki veriyorlar. İster inan ister inanma, bu bir iş.”
“Özür dilerim… Sadece… Ne kadar veriyorlar?”
“Kırk bin.”
“Peki.”
“Pek heyecanlanmışa benzemiyorsun.”
“Hayır, heyecanlandım. Sadece…”
“Biliyorum, milyon dolarlık bir anlaşma değil. Ancak
senaryosu ilk kez kabul edilmiş birinin milyon dolar kazanması, en iyi ihtimalle yılda iki kere görülen bir şeydir.
Kırk bin de pilot bölüm için standart rakam… Özellikle de
daha önce hiçbir senaryosu prodüksiyonu yapılmamış bir
yazar için. Neyse, Book Soup’ta sana ne ödüyorlar?”
“Yılda on beş bin.”
8
“O zaman bu duruma şöyle bakabilirsin; bir yılda kazandığının neredeyse üç katını bir anlaşmayla kazandın.
Ayrıca bu daha başlangıç. Sadece senaryonu almakla kalmayacaklar… ayrıca prodüksiyonunu da yapacaklar.”
“Sana öyle mi söylediler?”
“Evet.”
“Ve sen de inandın mı?”
“Bak canım, yalancıların evrendeki başkentinde yaşıyoruz ama yine de belki bir şansın olabilir.”
Başım dönüyordu. Çok fazla iyi haber vardı.
“Ne diyeceğimi bilemiyorum,” dedim.
“Mesela ‘Teşekkür ederim’i deneyebilirsin.”
“Teşekkür ederim.”
Alison Ellroy’a sadece teşekkür etmekle kalmadım. Bu
telefon konuşmasının ertesi günü, Beverly Meydanı’na gidip ona 375 dolarlık bir Mont Blanc dolmakalem aldım.
Öğleden sonra hediyesini verdiğimde oldukça etkilenmiş
görünüyordu.
“Bunun bütün iş hayatım boyunca bir yazardan aldığım
ilk hediye olduğunu biliyor muydun? Kaç senedir bu işteyim biliyor musun?”
“Sen söyle.”
“Neredeyse otuz yıldır. Neyse, her şeyin bir ilki vardır.
O zaman… teşekkür ederim. Ama sözleşmelerini imzalamak için bunu ödünç alabileceğini zannetme.”
Diğer taraftan eşim Lucy, ajansım için böylesine pahalı
bir hediye almış olmam karşısında dehşete kapılmıştı.
“Ne yaptın?” dedi. “Sonunda bir anlaşma yapabildin
-sektördeki en az telifle diyebilirim- ve birdenbire Steven
Spielberg mi oluverdin?”
“Sadece bir jestten ibaretti.”
9
“375 dolarlık bir jest.”
“Karşılayabiliriz.”
“Ah, gerçekten mi? Hesap yapsana David. Alison kırk
bin dolar üzerinden zaten yüzde on beş komisyon alıyor.
Vergi dairesi de yüzde otuz üçünü aldıktan sonra, bize sadece yirmi üç bin doları kalıyor.”
“Bütün bunları nereden biliyorsun?”
“Hesap yaptım. Ayrıca kredi kartı borcumuzun da hesabını yaptım; şimdilik on iki bin dolar ve her geçen gün
daha da artıyor. Bir de Caitlin’in geçen sömestr okul parası
için aldığımız kredinin ödemesi duruyor; altı bin dolar ve
o da her ay artıyor. Ayrıca en az iki arabayla yaşanabilen
bu şehirde sadece tek bir arabayla yaşamaya çalıştığımızı
da biliyorum. Bahsettiğimiz bu araba da on iki yaşında bir
Volvo. Yeni bir şanzıman almamız gerekiyor ama onun
için bile paramız yok, çünkü- ”
“Anladım, anladım. Savurgan davrandım. Mea maxima
culpa*. Bu arada bugünümü bile mahvedebildiğin için teşekkür ederim.”
“Hiç kimse senin gününü mahvetmeye çalışmıyor David. Dün haberi bana verdiğinde ne kadar heyecanlandığımı biliyorsun. Bu bizim son on bir yıldır hayalini kurduğumuz şey. Söylemeye çalıştığım tek şey şu David, sana
verecekleri parayı çoktan harcadık.”
“Tamam, tamam. Anladım,” dedim ve konuşmayı kestim.
“Ayrıca Alison’ı ve Mont Blanc dolmakalemini kıskanmıyorum ama hediye almak için aklına gelen ilk kişinin
on bir yıldır tamamen iflas etmememiz için uğraşan kişi
olmasını beklerdim.”
* Lat. Benim hatam.
10
“Haklısın. Çok üzgünüm. Ama bak, daha rahat olacağız
artık paramız var.”
“Umarım haklısındır,” dedi sessizce. “Bir molayı hak
etmiştik.”
Yanağını okşamak için uzandım. Gergindi ve yorgunca
gülümsedi. Son on yıl her ikimiz için de dik bir yokuşta
keskin bir tırmanış olmuştu. Doksanların başında Manhattan’da tanışmıştık. Doğduğum kent olan Şikago’dan
birkaç sene önce gelmiştim. Senaryo yazarı olmak için
çok kararlıydım ama onun yerine kendimi Broadway’deki küçük sahnelerde rejisör olarak buldum. Kiramı bile
Gotham Kitap Çarşısı’nda envanter sayımı yaparak ödeyebiliyordum. Kendime bir ajans buldum. Senaryolarımı
gerekli kişilere ulaştırdı. Hiç birinin prodüksiyonu yapılmadı ama hiç olmazsa birinin -OakPark’ta Sıradan Bir
Akşamüstü (banliyö hayatı hakkında bir kara mizahtı)- B
Caddesi Tiyatro Grubu tarafından ‘sahne okuması’* yapıldı (en azından C Caddesi değildi). Lucy Everett de oyunculardan biriydi. Oyunun birinci haftasında, birbirimize
âşık olduğumuza karar verdik. Oyunun üçüncü gösterimi
yapılana kadar, Lucy’nin Doğu 19. Cadde’deki stüdyo dairesine taşınmıştım bile. İki ay sonra ABC için hazırlanmış
bir senaryonun pilot çekiminde rol almak üzere çağrıldı.
Deli gibi âşık olduğumdan, “Benimle gel,” dediğinde tereddüt bile etmedim.
Los Angeles’a taşındık ve kendimizi Batı Hollywood’da Kings Road’da daracık, iki odalı bir dairede bulduk.
İkinci küçük yatak odasını çalışma odasına çevirmiştim.
Lucy’nin oynadığı pilot bölüm de kanal tarafından redde* Oyunların sahnede, kostümlü ya da kostümsüz oyuncular tarafından
metin olarak seyircilere okunması.
11
dilmişti. Yaşlanmış eski Vietnam askerleri tarafından yapılan bir banka soygununu anlatan Biz Üç Hırlayanlar adlı
ilk deneme senaryomu orada yazdım. “Kara mizahi silahlı
soygun hikâyesi” olarak tanımladığım bir türdü. Sonuçta
hiçbir şey elde edemedim ama en azından Alison Ellroy’u
kendi tarafıma çekmeyi başarabildim. Alison soyu tükenmekte olan bir türün son örneğiydi; tasarım harikası blokların içinde değil de Beverly Hills’te, kendi küçük ofisinde
çalışan bağımsız bir Hollywood ajansı. Bu “kara mizahi”
senaryomu ve daha önce sahnelenen “kara mizahi” oyunumu okuduktan sonra beni müşteri olarak kabul etmeye
karar verdi. Aynı zamanda bana şu öğütleri de vermekten
geri kalmadı:
“Hollywood’da senaryo yazarak hayatını kazanmak istiyorsan, genel tarzda yazman gerektiğini unutmamalısın…
tabii ki içine biraz “kara mizah” serperek. Ama kara mizahı
sadece serpiştirmen gerekiyor. Bruce Willis de kara mizah
yapar, ama bir yandan da Alman teröristleri öldürüp karısını yanan yüksek bir binadan kurtarmayı ihmal etmez.
Anlatabildim mi?”
Kesinlikle anlamıştım. Sonraki sene ona üç tane daha
deneme senaryosu verdim: Bir aksiyon filmi (Müslüman
teröristler Akdeniz’de, içinde Amerikalı üç çocuğun olduğu bir yatı kaçırıyorlar); bir aile dramı (gençken hamile
kalıp korkunç bir üvey anneye bırakmak zorunda kaldığı
çocuklarıyla hesaplaşan, kanserden ölmek üzere bir kadının hikâyesi); ve bir romantik komedi (balayında her ikisi
de eşinin kardeşine âşık olan yeni evli bir çift, Private Lives’dan araktı). Üçü de herkese hitap etme kuralına göre
yazılmıştı. Üçünün içinde de kara mizah içeren bölümler
vardı. Üçü de hiçbir işe yaramadı.
12
Bu arada, pilot bölümü hiçbir iz bırakmadan ortadan
yok olan çekiminden sonra Lucy, oyunculuk kapılarının
kendisine çok da fazla açık olmadığını anladı. Orada burada reklam filmlerinde oynadı. Showtime kanalı için yapılacak, kemik kanseriyle savaşan bir maraton koşucusunun
hayatını anlatan bir filmde, sevimli onkoloğu oynayacağı
rolü az daha kapıyordu. Başka bir korku filminde haykırarak öldürülen bir kurbanı canlandıracaktı. Aynı benim
gibi o da bir hayal kırıklığından diğerine savruldu. Bu arada banka hesabımız dibe vurmak üzereydi. Düzenli maaş
veren işlerde çalışmak zorundaydık. Ben, az bütçeli Book
Soup’ta (Los Angeles’ın muhtemelen en iyi bağımsız kitapevi) haftada otuz saat çalışmaya başladım. Lucy ise işsiz
bir Televizyon Oyuncuları Cemiyeti üyesi arkadaşı tarafından tele market sektörüne girdi. Başlarda işten nefret
ediyordu ama içindeki oyuncu, telefonda karşı karşıya kaldığı “zor satış” rolüne alıştı. O kadar nefret etmesine rağmen, birinci sınıf bir tele pazarlamacı olmuştu. Ortalama
bir para kazanıyordu -yılda otuz bin dolar kadar. Bu arada
(farklı roller için) seçmelere gitmeye devam ediyordu. Ne
var ki doğru bağlantıları kurmakta sürekli başarısız oluyordu. Böylece tele pazarlamacı olarak kalmaya devam etti.
Daha sonra ise hayatımıza Caitlin girdi.
Kızımıza bakabilmek için Book Soup’tan izin aldım.
Bu arada yazmaya devam ediyordum -deneme senaryoları, yeni bir tiyatro oyunu, bir de televizyon dizisi için
pilot bölüm. Hiçbiri satmadı. Caitlin’in doğumundan bir
yıl kadar sonra Lucy Televizyon Oyuncuları Cemiyeti’ndeki üyeliğini feshetti ve tele pazarlamacılıktan pazarlama eğitmenliğine terfi etti. Ben de Book Soup’taki işime
geri dönmüştüm. Vergileri ödedikten sonra ikimizin top13
lam maaşı yıllık ancak kırk bin ediyordu: bir oyuncunun
doktorlar tarafından uydurulmuş hafif bir akciğer hastalığı ilacına ödediği bu meblağ bu şehirde bozuk para bile
sayılmıyordu. Yeni bir daire bulmaya paramız yetmezdi.
İlk Reagan hükümeti zamanında yapılmış eski püskü bir
Volvo’yu bile ortak kullanıyorduk. Kendimizi sıkışmış hissediyorduk -sadece evdeki fiziksel yerin azlığından değil,
daha çok kendi dar hayatlarımızın içinde kapana kısılmış
gibiydik. Tabii ki kızımızın varlığından mutluyduk. Ama
yıllar giderek daha da hızlandığında -ve her ikimiz de
otuzlu yaşlarımızın sonlarına gelmek üzereydik- birbirimizi yaşadığımız bu hapishanenin gardiyanı gibi görmeye
başladık. Farklı farklı konulardaki profesyonel başarısızlıklarımızla başa çıkmaya çalışırken, tanıdığımız herkesin
Clinton zamanındaki yatırımlarının kazancını topladığının farkındaydık. Biz ise hiçbir yere varamamıştık. Lucy
ileriye dönük tüm oyunculuk hayallerinden vazgeçmiş
olsa da ben bolca yazmaya devam ediyordum -onun, evin
geçimini asıl sağlayan kişi olduğu için omuzlarındaki yük
nedeniyle hissettiği haklı bıkkınlığa ve yorgunluğa rağmen. Sürekli bana Book Soup’taki geçici işimi bırakmam
ve yolumu daha düzenli bir işte çizmem için ısrar ediyordu. Ama ben, yazı hayatımı sürdürebilmem için en uygun
işin kitapçı dükkânı olduğunu söyleyerek direniyordum.
İkircikli bir ses tonuyla utandırmayı da aşan bir üslupla,
“Yazı hayatın mı?” dedi bir gün. “Saçma sapan konuşma.”
Doğal olarak bu, evliliğin, pişmanlıklar, düşmanlıklar
ve her iki kişinin de dünyayı başına yıkan ağır laflar içeren
termonükleer çatışmalarını tetikledi. Benim bencil biri
olduğumu, Caitlin’in geleceğini düşünmek yerine hiçbir
sonuca varamadığım yazı hayatımı düşündüğümü söyledi.
14
Ben de, evle ilgili sorumluluklar bakımından örnek biri
olduğumu (ki öyleydim), profesyonel olgunluğuma tam
olarak erişememiş olduğumu söyleyerek cevap verdim.
“Şimdiye kadar tek bir senaryo bile satmayı beceremedin ve bana profesyonel olmaktan mı bahsediyorsun?”
dedi.
Sokağa fırladım. Bütün gece araba kullandıktan sonra
San Diego’nun kuzeyine vardım. Del Mar sahilinde yürürken, güneye doğru devam ederek Tijuana’ya gitneyi ve
bir felaket olan hayatımdan kurtulacak kadar umursamaz
olabilmeyi diliyordum. Lucy haklıydı: bir yazar olarak
tam bir başarısızlık örneğiydim. Ama yine de bir kızgınlığa kapılıp kızımı terk etmeyecektim. Böylece arabaya geri
döndüm, kuzeye gittim ve güneş doğmadan hemen önce
eve vardım. Eve geldiğimde Lucy’yi karmakarışık oturma
odamızdaki koltukta kıvrılmış ama uyanık buldum. Karşısındaki berjere kendimi bıraktım. Uzun bir süre hiçbir şey
konuşmadık. Sonunda sessizliği Lucy bozdu.
“Bu yaptığım korkunçtu.”
“Evet,” dedim. “Öyleydi.”
“Öyle demek istememiştim.”
“Ben de.”
“Sadece çok yorgunum David.”
Elini tuttum. “Kulübe hoş geldin,” dedim.
Böylece öpüştük, barıştık ve Caitlin’e kahvaltısını yedirdik, okul servisine bindirdik ve kendi saygın işlerimize
gittik -ikimize de hiçbir zevk vermeyen ve parası da iyi olmayan işlerimize. Lucy akşam eve geldiğinde ev içi huzur
tekrar sağlanmıştı, o kötü kavgadan bir daha hiç bahsetmedik. Ama sözler bir kere söylenince, söylenmiş oluyor.
15
İşler gayet iyi gidiyormuş gibi davranmaya çalışsak da aramıza soğukluk girmişti.
İkimiz de bununla yüzleşmek istemiyorduk ve bu nedenle ikimiz de kendimizi sürekli meşgul ettik. Ben bu
arada Seni Satmak adlı otuz dakikalık bir sitkom* için pilot
bölümü yazdım. Şikago’da bir halkla ilişkiler firmasının
içindeki birbirine geçmiş entrikaları anlatıyordu. Başkarakterler bir grup nevrotik insandı. Ve evet, kara mizahtı. Alison neredeyse sevmişti bile -ona göre kara mizahı
yine de biraz fazla kaçırmış olsam da yıllardır beğendiği
ilk senaryomdu. Yine de FRT’nin geliştirme departmanına yolladı. Departman, senaryoyu kablolu yayın için seri
sitkomlar üretmekle meşhur olmaya çalışan Brad Bruce
adındaki bağımsız bir yapımcıya teslim etti. Brad okuduğu
senaryoyu beğendi… ve ben de Alison’dan az evvel bahsettiğim telefonu aldım.
İşler değişmeye başlamıştı.
Brad Bruce’un da nesli tükenen türden biri olduğu
ortaya çıktı -Melekler Şehri’nde alaycılığın hayatla başa
çıkmak için tek yöntem olduğunu düşünen bir adamdı.
Otuzlarının sonlarındaydı, Milwaukee’den (Tanrı yardımcısı olsun) gelen bir Orta-Amerikalıydı ve hemen kaynaşmıştık. Daha da iyisi beraber uyumlu bir çalışma disiplini
geliştirmekte gecikmedik. Onun eleştirilerine olumlu yaklaşıyordum. Birbirimizle çok iyi anlaşıyorduk. Birbirimizi
güldürüyorduk. Hatta bu senaryonun sattığım ilk senaryo
olduğunu bilmesine rağmen bana, televizyon savaşlarında
kıdemli biriymişim gibi davranıyordu. Ben de karşılığında
çok çalışıyordum çünkü artık bir ortağım vardı. Yine de,
* Tek bir mekânda geçen durum TV komedi dizilerine verilen isim.
16
eğer bu pilot bölüm tutmazsa ilgisinin hemen başka bir
yöne kayacağını biliyordum.
Brad aynı zamanda işini bilen bir işletmeci de olduğu
için pilot bölümün yapılmasını sağladı. Bir pilot bölümde olması gereken her şeye sahipti. Sıkı çalışılmış ve iyi
yönetilmişti, çekimleri iyiydi ve komikti. FRT seyrettiği
bölümü beğendi. Bir hafta sonra, Alison beni aradı.
“Otur,” dedi.
“İyi haber mi?”
“En iyisi. Brad Bruce’tan şimdi haberini aldım. Zaten o
da seni hemen arayacaktı ama haberi veren ben olmak istedim. Şunu dinle; FRT başlangıç için Seni Satmak’ın ilk sekiz
bölümünü sipariş etti bile. Brad ilk dördünü senin yazmanı
ve tüm dizinin senaryo danışmanı olmanı istiyor.”
Dilim tutulmuştu.
“Hâlâ orada mısın?”
“Sadece ağzımı kapatabilmeye çalışıyorum.”
“O zaman ağzını kapatmadan önce teklif ettikleri rakamları duymalısın. Bölüm başına yetmiş beş bin -sadece
yazmak için 300 bin. Sana ayrıca danışmanlığını yaptığın
bölüm başına 150 bin de ayarlayabilirim. Bu arada “Yaratıcı” sıfatıyla bütün dizinin gelirinden beşle on arasında alacağın yüzdenden bahsetmiyorum bile. Tebrikler, zengin
olmak üzeresin.”
Book Soup’tan o akşam istifa ettim. Haftanın sonunda Wiltshire’da, İspanyol mimarisine göre yapılmış hoş,
küçük bir evin ön ödemesini yaptık. İhtiyar Volvo yeni
bir Land Rover Discovery ile değiştirildi. Kendime, Seni
Satmak’ın ikinci sezonu çekilirse bir Porsche Carrera alma
sözü vererek bir Mini Cooper S kiraladım. Lucy’nin hayatımızdaki bu değişiklikler karşısında gözleri kamaşmıştı.
17
Hayatımızda ilk defa maddi bir rahatlık içindeydik. Tasarımcıların imzasını taşıyan doğru düzgün mobilyalar, havalı elektronik eşyalar alabiliyorduk. Bu arada ben de bölümleri yetiştirebilmek için kendimi inanılmaz bir baskı
altında hissettiğim için -dört bölümümü teslim etmek için
önümde sadece beş ayım vardı- Lucy evi dekore etme işini
üstlendi. Bu arada yeni bir grup tele pazarlamacıyı eğitmeye başlamıştı ve bu da günde on iki saat çalışması anlamına
geliyordu. Boş zamanlarımızın hepsinde kızımızla vakit
geçiriyorduk. Bu durum kötü olmaktan çok uzaktı, çünkü
günleriniz tamamen dolu olduğunda zarar görmüş bir evliliğin sinsi çatlaklarını görmezden gelebiliyorsunuz. Her
ikimiz de meşguldük. Bu durumumuzun ne kadar olağanüstü olduğu hakkında konuşuyor ve aramızda her şey
düzelmiş gibi davranıyorduk... her ikimiz de bunun böyle
olmadığını elbette biliyorduk. Zaman zaman kendimi bir
melankolinin içine dalmış, paranın ikimizi yakınlaştıracağına daha da uzaklaştırdığını düşünürken buluyordum.
Neredeyse bir yıl sonra, Seni Satmak’ın birinci bölümü
yayınlanıp hemen en çok izlenilenler arasına girdiğinde,
Lucy bana dönüp şunu söyledi: “Sanırım şimdi beni terk
edeceksin.”
“Seni neden terk edeyim?” dedim.
“Çünkü artık terk edebilirsin.”
“Böyle bir şey olmayacak.”
“Olacak. Çünkü bir başarı senaryosu bunu gerektirir.”
Tabii ki haklıydı. Ama bu, önümüzdeki altı ay içinde olmadı. Bu arada Mini Cooper’ı değiştirip, yerine kendime
daha önce söz verdiğim o Porsche’yi almıştım. Dizi gelecek sezon için onay almakla kalmamış, Seni Satmak sezonun en iyi dizisi, mutlaka görülmesi gereken bir program
18
haline geldikçe bir anda ben de hatırı sayılır bir toplumsal ilginin odağı olmuştum. Eleştiriler harikaydı. Esquire,
“Sevdiğimiz Adamlar” adlı bölümünde benden “kablolu
televizyonun Tom Wolfe’ı” diye bahseden beş yüz kelimelik bir yazı yazmıştı. Buna pek de itiraz etmemiştim aslında. Ve Los Angeles Times benden uzun yıllar süren profesyonel bekleyişimde, Book Soup’ta uzatmalı eleman olarak
çalışırken ve birdenbire “herkes gibi yazmayan az sayıdaki
Los Angeles yazarından” biri olduğum zaman neler yaşadığım hakkında bir röportaj yapmak istediğinde hayır demedim.
Asistanıma röportajı gazeteden kestirip Alison’a gönderttim. Üzerine yapıştırdığım nota, “ ‘Herkes gibi’ seni
düşünüyorum. Öpücükler ve sevgiler. David,” diye yazdım.
Bir saat sonra ofisime Alison’ın ajansından bir kutu geldi. İçinde paketlenmiş bir hediye paketi ve bir kart vardı:
“Siktir git… Sevgiler, Alison.”
Kutunun içinde senelerdir gıpta ettiğim bir şey duruyordu; bir Waterman Edson dolmakalemi… Yazı gereçlerinin Ferrari’si, fiyatı da aynı oranda yüksek: 675 dolar.
Ama Alison’ın parası buna yeterdi, özellikle “yaratıcı katılımımın” Seni Satmak’ın ikinci sezonu için öneminin neredeyse 1 milyon dolar olduğuna dair yeni bir anlaşmayı
imzaladıktan sonra. Onun da yüzde beş hakkı vardı tabii
ki.
Benimle ilgili haberlerde Alison’ın adı oldukça sık geçiyordu. Her zamanki gibi eğlenceli üslubuyla bir muhabire, geçirdiğim o kadar kötü ve verimsiz zamanlara rağmen
beni hiçbir zaman yarı yolda bırakmamasının nedenini,
“Beni ne zaman aramaması gerektiğini iyi biliyordu ve
19
bana inanın, bu şehirde bu yeteneğe sahip çok fazla yazar
yok,” diye açıkladı. Ayrıca, şöyle dokunaklı bir şey söyleyerek beni şaşırtmıştı da: “David, yeteneğin ve azmin Hollywood’da kazanabileceğinin yaşayan kanıtıdır. David, diğer birçok etkileyici yazarın bırakacağı noktada azimle çalışmaya devam etti. Ve işte bu yüzden, her şeyi hak ediyor:
parayı, ofisi, asistanı, prestiji ve şöhreti. Ama en önemlisi
şu ki, eskiden geri dönüş alamadığın yerlerin hepsi şimdi
onu istiyor ve ben de sürekli ondan randevu istemek zorunda kalıyorum. Çünkü aklı başında olan herkes David
Armitage’la çalışmak ister.”
Seni Satmak’ın ikinci sezonunu planlama aşamasında
çalışırken bu randevuların çoğunu reddediyordum. Ama
Alison’ın da teşvik etmesiyle, Fox kanalında çalışan genç
bir yöneticiyle bir öğlen yemeğe gittim.
Alison, “Ben onu sadece bir kez gördüm,” dedi, “ama
piyasadaki herkes onun bir gün çok büyük işler başaracağını düşünüyor. Elinin altında geniş bir bütçe var. Ve Seni
Satmak’a neredeyse tapıyor. Doğruyu söylemek gerekiyorsa o kadar çok seviyor ki senin yazacağın herhangi bir otuz
dakikalık pilot bölümü çekmek için çeyrek milyon vermeye çoktan hazır.”
Bu söylediğinden sonra bir an duraksadım.
“250 bin sadece bir pilot bölüm için mi?” diye sordum.
“Evet ve ayrıca bu dizi yatarsa tazminatta ödeyecek.”
“Peki, elimdeki bu işi bitirmeden başka hiçbir şeyle ilgilenemeyeceğimi de biliyor mu?”
“Bunu da anlayışla karşıladı. Beklemeye hazır olduğunu
söyledi. Pilot bölüm için anlaşmayı şimdiden imzalamak
istiyor çünkü aslına bakarsan, David Armitage’ı bağlayacak
bir anlaşma yapmış olması onun da piyasa değerini arttırır.
20
Bunu bir düşün, iknci sezonla üçüncü sezon arasında altı
hafta boşluğun olacak. Bir pilot bölüm yazman ne kadar
sürebilir ki?”
“En fazla üç hafta.”
“Ve kalan üç haftada bir yerlerde deniz kenarında otururken, eğer hâlâ o kadar uzun oturabiliyorsan, yirmi bir
gün içinde çeyrek milyon dolar kazandığını düşünecek bol
bol vaktin olacak.”
“Haklısın, haklısın. Yemeğe gideceğim.”
“Akıllı çocuk. Kadını seveceksin. İnanılmaz zeki ve çok
güzel.”
Alison haklıydı. Sally Birmingham çok zekiydi. Ve çok
güzeldi.
The Ivy restoranındaki randevuyu onun asistanıyla benim asistanım ayarladılar. Her zamanki saat on trafiği nedeniyle birkaç dakika geciktim. Çoktan güzel bir masaya
oturmuştu bile. Beni karşılamak için ayağa kalktığında güzelliği karşısında büyülenmiştim bile (göstermemek için
çok uğraşmış olsam da). Uzun boyluydu. Belirgin elmacık
kemikleri, pürüzsüz bir cildi, kısa açık kahverengi saçları
ve muzip bir gülüşü vardı. İlk bakışta onu Doğu Kıyısı’nın
göz kamaştırıcı zenginlerinden, on yaşından beri kendi
midillisi olan şu kız çocuklarından biri olduğunu sanmıştım. Ama konuşmaya başladıktan sonraki on beş dakika
içinde, Westchester County Anglosakson geçmişini, şehirli bilgelikle kurnazca birleştirdiğini fark ettim. Evet, Bedford’da yetişmişti. Evet, Rosemary Lisesi ve Princeton’a
gitmişti. Bu kadar iyi bir eğitim almış olmasına rağmen
-bir sinema aşığı olarak- Hollywood hakkında farklı bir
algısı vardı. “Oyunculuk” oyununu oynamayı sevdiğini
söylemişti. Fox’taki büyük başların ona neden böylesine
21
değer verdiğini hemen görebiliyordum: çok kaliteliydi ve
onların dilinden konuşuyordu. Ve dünyanın en etkileyici
gülüşüne sahipti.
“En sevdiğim Los Angeles hikâyesini dinlemek ister
misin?” diye sordu.
“Tabii ki.”
“Tamam. Geçen ay Fox’un kurumsal ilişkiler başkanı
Mia Morrison’la yemek yiyorduk. Garsona seslendi ve,
‘Bana sularınızdan bahsedin,’ dedi. Garson, gerçekten
profesyonel biriydi ve hiç duraksamadan ellerindeki suları saymaya başladı: ‘Fransa’dan Perrier marka, İrlanda’dan
Pellygowan, İtalya’dan San Pellegrino…’ Mia birdenbire
garsonun sözünü kesti: ‘Hayır, hayır San Pellegrino olmaz. Onlar haddinden fazla zengin zaten.’ ”
“Sanırım bu lafı çalacağım.”
“Acemi şairler taklit eder, olgun şairler çalar.”
“T.S. Eliot?”
“Gerçekten Dartmouth’ta mı okudun?” diye sordu.
“Geçmişimle ilgili yaptığın araştırmadan etkilendim.”
“Ben de senin T.S. Eliot bilginden etkilendim.”
“Fakat açık ki alıntıyı dizimde bolca referansta bulunduğum Dörtlüler isimli eserinden seçmişsin?”
“Bence sen daha çok Çorak Ülke kitabı tarzında bir
adamsın ama.”
“Hiç de değil, o kitap haddinden fazla zengindi.”
Her dakika yükselen bir ahengin yanında, hayat hakkında hemen hemen her şeyden konuşuyorduk. Evlilikler
dâhil.
Parmağımdaki yüzüğe gözü takılmıştı. “Peki,” dedi,
“evli misin yoksa gerçekten evli misin?”
Sesi neşeliydi, ben de kahkaha attım.
22
“Evliyim,” dedim. “Sadece evliyim.”
“Ne kadardır?”
“On bir yıl.”
“Çok etkileyici. Mutlu musun?”
Omuzlarımı silktim.
“Bu alışılmadık bir durum değil,” dedi. “Özellikle on
bir yıldan sonra.”
“Biriyle görüşüyor musun,” diye sordum. Kayıtsız görünmeye çalışıyordum.
“Biri vardı… ama bir süreliğine gönül eğlendirmek
içindi sadece, daha fazlası değil. Dört ay önce beraber bitirmeye karar verdik. O zamandan beri yalnızım.”
“Evlilik işine hiç girmemeyi mi tercih ettin?”
“Hayır… aslında felaketle sonuçlanacak bir şey yapmış
olabilirdim. Mesela Princeton’daki erkek arkadaşımla evlenmek gibi. Bana bu konuda sürekli baskı yapıyordu ama
ona üniversitede tanışıp evlenen çiftlerin iki yıldan daha
fazla beraber yaşayamadığını anlatmaya çalıştım. Aslında
tutku bittiğinde, bayağılaştığında bütün ilişkiler bitiyor.
İşte bu yüzden kimseyle üç yıldan fazla beraber olamadım.”
“Yani ‘ruh eşi’ safsatasına inanmıyor musun?”
Bir kahkaha daha patlattı. Ama sonra, “Aslında inanıyorum. Sadece daha o kişiyle karşılaşmadım,” dedi.
Bir kez daha kaygısızca konuşuyordu. Bir kez daha,
gözlerimiz bir saniyeliğine de olsa birbirimize takıldı.
Ama bu sadece bir bakıştı ve bir an önce kendimizi
toplayıp sohbetimize geri döndük. Hiç susmadan konuşmamıza çok şaşırmıştım. Birbirimize çok rahat uyum sağlıyorduk ve hayata neredeyse aynı bakıyorduk. Aramızda
kurulmaya başlayan bağ olağanüstüydü. Eğer her şeyi yan23
lış anlamadıysam, aramızdaki çekim de aynı oranda şahaneydi.
Daha sonra iş konuşmaya başladık. Aklımdaki pilot bölümle ilgili sorular sordu. Bir cümleyle özetledim:
“Orta yaşlı bir evlilik danışmanının problemli iş ve özel
hayatı.”
Gülümsedi. “İyi. Birinci soru, boşanmış mı?”
“Tabii ki.”
“Sorunlu çocukları var mı?”
“Annesinin gerçekten bir geri zekâlı olduğunu düşünen
ergenlik çağında bir kızı var.”
“Daha da iyi. Bir eski kocası var mı peki?”
“Evet ve yirmi beş yaşındaki bir yoga öğretmeniyle kaçmış.”
“Sanırım Los Angeles’ta geçiyor.”
“Ben San Diego olur diye düşünmüştüm.”
“Evet, orası da olur. Los Angeles’ın hayatını anlatan
Güney Kaliforniya tarzı. Bu evlilik danışmanımız birileriyle çıkıyor mu peki?”
“Hiç durmadan hem de ve hepsinin sonucu birer felaket.”
“Bu arada, hastalarıyla…?”
“Onlar da bu işe hayır demezler, inan bana.”
“Adı?”
“Tartışarak Çöz.”
“Satın aldım bile o zaman,” dedi.
Geniş gülümsememi saklamaya çalıştım.
“İkinci sezonu bitirmeden çalışamayacağımı biliyorsun
değil mi?”
“Alison bana bunu söylemişti zaten. Benim için bir sorun yok. Önemli olan şu ki seni kapmış oldum.”
24
Elimi hafifçe okşadı. Ben de geri çekmedim.
“Bence iyi oldu,” dedim.
Bakışlarımız buluştu. “Yarın akşam yemek yiyelim mi?”
dedi.
Ertesi gün Batı Hollywood’daki evinde buluştuk. Kapıdan girer girmez birbirimizin kıyafetlerini parçalarcasına
çıkarmaya başlamıştık. Daha sonra, yatakta serilmiş, sevişme sonrası Pinot Noir’larımızı yudumlarken bana, “İyi bir
yalancı mısındır?” diye sordu.
“Yani, bu yaptığımız şey hakkında mı?”
“Evet.”
“Yani, Lucy ile beraber olduğum on bir yılda böyle bir
şeyi ikinci kere yapıyorum.”
“İlk seferi ne zamandı?”
“99 yılında, çalıştığım kitapçıya gelen bir aktrisle tek gecelik bir ilişkim olmuştu. Lucy o zaman Caitlin’le beraber
doğuya, annesiyle babasını ziyarete gitmişti.”
“Bu kadar mı? Evliliğin kurallarını çiğnediğin tek sefer
bu kadar mı?”
Başımı salladım.
“Tanrım, gerçekten iyi bir iraden var.”
“Bir tür güçsüzlük, bunun farkındayım. Özellikle bu
piyasada.”
“Şimdi suçluluk hissedecek misin peki?”
“Hayır,” dedim tereddütsüz bir biçimde.
“Neden?”
“Çünkü Lucy ile aramız son zamanlarda eskisi gibi değil. Ayrıca…”
“Evet?” diye sordu.
“Bahsettiğimiz kişi sensin.”
Dudaklarıma eğilip yumuşacık öptü.
25
“Bu bir itiraf mıydı?”
“Sanırım öyleydi.”
“Peki. O zaman benim de sana bir tane itirafım var.
Dün senden ayrıldıktan on dakika sonra senin aradığım
kişi olduğunu hissettim. Bütün gece ve bütün gün saatin
yedi olmasını ve senin gelmeni bekledim. Ve şimdi…”
İşaret parmağıyla çeneme dokundu.
“…gitmene izin vermeyeceğim.”
Onu öptüm. “Bu bir söz mü?” diye sordum.
“İzci sözü hem de. Ama bunun ne demek olduğunu
biliyorsun herhalde… en azından kısa vadede, değil mi?”
“Evet, nasıl yalan söylemem gerektiğini öğreneceğim.”
Aslında buna hemen başlamıştım. Sally ile olan ilk gecemde Lucy’ye Vegas’a uçtuğumu ve bir sonraki bölüm
için kısa bir alan araştırması yapacağımı söylemiştim. Sally saat on bir civarında onun telefonundan Lucy’yi arayıp
The Bellagio Otel’de olduğumu, rahatça vardığımı ve onu
çok özlediğimi söylememe aldırış bile etmedi. Ertesi gün
eve gittiğimde Lucy’nin şüphelenip şüphelenmediğini anlamak için dikkatle suratına baktım. Ayrıca The Bellagio’yu
arayıp aramadığını anlamaya çalıştım. Ama beni sevgiyle
karşıladı ve dün akşam nerede olduğum veya neler yaptığımla ilgili hiçbir şey sormadı. Aslında, çok tutkuluydu ve
o gece erken yattık. Tabii ki suçluluk çanları kulaklarımda
çalmaya başlamıştı. Ama onları da bastıran daha önemli bir
şey vardı: Sally Birmingham’a deliler gibi âşıktım.
Ve o da bana âşıktı. Ezici bir kesinliği vardı bunun. Hayatının geri kalanını beraber geçirmek istediği erkek bendim. Beraber çok eğlenecektik. Büyük işlere imza atacak,
dünya güzeli çocuklar yapacaktık. Ve birçok evliliğin ana
duygusu olan tutkusuz bıkkınlıkların tuzağına düşmeye26
cektik -çünkü birbirimize karşı heyecandan başka ne hissedebilirdik ki? Işıl ışıl parlayacaktık, bu bizim kaderimizde vardı.
Bu arada bunlara ulaşabilmek için tek bir sorun vardı;
ben hâlâ bir başkasıyla evliydim. Bir yandan da ileride yapacağım herhangi bir evliliğin Caitlin üzerindeki olumsuz
etkisinden endişeleniyordum. Sally ise tamamen anlayışlı
davranıyordu.
“Senden evi hemen terk etmeni istemiyorum. Hazır
olduğun zaman doğru adımları atarsın, özellikle Caitlin
hazır olduğunda. Bekleyeceğim. Çünkü sen beklemeye
değersin.”
Hazır olduğunda. Eğer hazır olursan değil. Kesin bir
cümle. Ama Sally’nin bu kadar kesin olması beni rahatsız
etmiyordu. Ya da iki hafta içinde işlerin bu kadar ilerlemiş
olması da. Çünkü beraber kuracağımız gelecek hakkında
onun kadar ben de kendimden emindim. Sadece karımın
ve kızımın kalbini kırmaktan endişeleniyordum.
Sally bir kere bile evden ayrılmam için bana baskı yapmadı. En azından, önümüzdeki sekiz ay içinde yapmadı
-bu süre zarfında ben de ikinci sezonu bitirmiş ve evlilik
dışı ilişkimin izlerini yok etmekte büyük bir ustalık kazanmıştım. Yeni dizinin ilk üç bölümünü yetiştirmeye
çalışırken, Lucy’ye üzerimdeki gerginliği bahane ederek
Santa Barbara’daki Four Seasons Otel’de iki haftalığına inzivaya çekilerek çalışacağımı söyledim. Gerçekten de orada kaldığım sürede üç bölümü bitirdim -Sally bir haftayı
ve hafta sonlarını benimle geçirmiş olsa da. Dizi ekibiyle
beraber çekimleri yapmak üzere bir hafta Şikago’da kaldıktan sonra, orada eski arkadaşlarımı görmek için bir hafta daha kalmak istediğimi söyledim. Aslında W Otel’deki
27
süit odamızda Sally’le birlikteydik ve neredeyse odadan
bile çıkmamıştık. Dikkatle hazırlanmış plan programlar
ve çeşitli hokkabazlıklar sayesinde -Westwood Marquis’de
tuttuğumuz odayı hesaba katmıyorum bile- her hafta iki
gün beraber öğlen yemeği yiyor ve en az bir geceyi mutlaka Sally’nin evinde geçiriyorduk.
Suç delillerimi kapatmak ve her şeyi örtbas edebilmek
konusundaki yeteneğime gittikçe daha çok şaşırıyordum.
Profesyonel bir hikâye yazarı olarak aslında yazacaklarımın
bir alıştırmasını yapıyor gibiydim. Ama geçmişte kendimi
hep çok kötü bir yalancı olarak görmüştüm. Öyle ki evlilik dışı tek ilişkimi Lucy’nin anlaması sadece birkaç dakika
sürmüştü ve bana dönüp, “Başka biriyle yattın değil mi?”
diye sordu.
Tabii ki reddettim. Tabii ki betim benzim attı. Tabii ki
söylediğim hiçbir kelimeye inanmadı.
“Hadi bana hayal gördüğümü söyle,” dedi. “Ama sana
bakınca içini görebiliyorum. Tamamen şeffafsın.”
“Yalan söylemiyorum sana.”
“Ah, lütfen…”
“Lucy…”
Lucy odadan çıktı ve bu konuyla ilgili bir daha konuşmadı. Bir hafta içinde yoğun suçluluk duygum (ve tabii ki
yakalanmış olmaktan ileri gelen korkum) tamamen ortadan kaybolmuştu ve bir daha hiçbir zaman böyle bir sadakatsizlik yapmayacağıma yemin etmiştim.
Bu yemine altı yıl boyunca sadık kaldım, ta ki Sally Birmingham’la tanışana kadar. Ama onun dairesinde geçirdiğim o ilk geceden sonra, biraz suçluluk hissettim biraz da
kederlendim. Belki de evliliğimin gittikçe azalan keyfiydi
beni üzen. Ya da belki de Sally ile olan romantik ilişkim
28
gibi bir şeyi daha önce kimseyle yaşamadığım için böyle
hissediyordum.
Hissettiğim bu net duygular beni kaçamak uzmanı haline getirmişti. Lucy zaten geceleri geç saatlere kadar çalıştığımda bile bana hiçbir şey sormuyordu. Aslında, şu son
zamanlarda hiç olmadığı kadar tutkulu ve destekleyiciydi.
Tabii ki maddi durumumuzun düzelmesi bana olan aşkını
alevlendirmişti (veya ben böyle düşünüyordum). Ama bölümlerimin son halini teslim edip yeni diziler için yazılmış
dört senaryonun düzeltmesini yaptıktan sonra, Sally ilişkimize bir isim koymak hakkında patırtı çıkarmaya başladı.
“Bu gizli kapaklı duruma bir son vermeliyiz artık,”
dedi. “Seni sadece kendim için istiyorum… tabii sen de
hâlâ beni istiyorsan.”
“Tabii ki seni istiyorum. Bunu biliyorsun zaten.”
Ama bir yandan da yüzleşme gününü -Lucy’ye oturup
her şeyi anlatarak onun kalbini kıracağım günü- yapabildiğim kadar ertelemeye çalışıyordum. Bir süre oyalanmaya
devam ettim. Ama Sally gittikçe daha da huzursuzlanıyordu. Ve ben de, “Bana bir ay daha ver,” demeye devam ediyordum.
Sonra bir akşam eve gece yarısına doğru gittim, Brad
Bruce’la uzun bir iş yemeğinin ardından. Eve geldiğimde
Lucy’yi oturma odasında beklerken buldum. Berjerin yanında benim valizim duruyordu.
“Sana bir şey sormak istiyorum,” dedi. “Ve bu sorunun
cevabını son sekiz aydır merak ediyorum: Mızmız bir kadın mı, yoksa ona kimsenin dokunmasını istemediği bir
soğuk nevalenin teki mi?”
“Neden bahsettiğini gerçekten bilmiyorum,” dedim.
Şaşırmış ve kızmış görünmeye çalışıyordum.
29
“Yani son yedi, pardon sekiz aydır becerdiğin kadının
adını bilmediğini mi söylüyorsun bana?”
“Lucy, hayatımda kimse yok.”
“Yani Sally Birmingham kimse değil mi?”
Oturdum.
“Duraksadın,” dedi, sesi çok kızgındı.
Sonunda konuşmayı başardım. “İsmini nereden biliyorsun?”
“Benim için biri öğrendi.”
“Ne yaptın?”
“Özel dedektif tuttum.”
“Yani beni takip mi ettirdin?”
“Bana böyle ahlaki saçmalıklara gelme aşağılık herif.
Başka biriyle beraber olduğun o kadar belliydi ki…”
Nasıl bilebiliyordu? O kadar dikkatli, o kadar özenli
davranmıştım ki.
“…tabii ki başka biriyle beraber olduğun, sıklaşan eve
gelmemelerinle de kanıtlanınca bir özel dedektifle konuştum.”
“Çok pahalı değil miydi?”
“Üç bin sekiz yüz dolar. Boşanma davasında bunu da
senden talep edeceğim tabii ki.”
Kendimi, “Lucy, ben boşanmak istemiyorum!” diye
haykırırken buldum.
Sesi monotondu, garip bir şekilde sakindi. “Senin ne istediğin umurumda bile değil David. Seni boşuyorum. Bu
evlilik burada bitmiştir.”
Birden bütün vücudumu umutsuz bir korku kapladı,
üstelik işin kirli tarafını Lucy yapmasına rağmen. Tam da
istediğim oluyordu… ve bu beni ölümüne korkutuyordu.
“Keşke öğrendiğinde bana hemen söyleseydin…”
30
Yüzü gerildi. “Ne diyecektim?” dedi. Artık siniri iyice
gözle görülür hâle gelmişti. “Sana on bir yıllık beraberliğimizi, kızımızı ve son on yıllık boktan hayatımıza rağmen
şu anda rahat ettiğimizi mi hatırlatacaktım?”
Birden kendini kaybetti ve gözlerinden yaşlar boşandı.
Ona uzandım ve kendini hemen geri çekti.
“Bana bir daha hiç dokunmayacaksın,” dedi.
Sessizlik oldu. Daha sonra, “Şu metresinin adını öğrendiğimde ne düşündüğümü biliyor musun? ‘Gerçekten
de zengin olunca karısını değiştirip daha üst bir kademeye
zıpladı!’ Fox Kanalı’nın komedi dizileri yöneticisi! Yüksek
akademik başarıyla Princeton’dan mezun olmuş. Ve gönül
eğlendireceğin bir kadın.’ Özel dedektif işini çok iyi yapan
bir adam. Bayan Birmingham’ın fotoğraflarını bile getirdi.
Çok fotojenik, değil mi?”
“Bunu konuşarak halledebiliriz…”
“Hayır, konuşacak hiçbir şeyimiz yok. Tabii ki aşk şarkılarında anlatılan zavallı eski eş karakterini oynayıp kendimi sadakatsiz kocaya acındıracak değilim.”
“Peki bu kadar zaman neden sustun?”
“Çünkü kendine geleceğini düşünmüştüm…”
Tekrar ağlamaya başladı. Duygularını kontrol altında
tutmaya çalışıyordu. Bu sefer ona dokunmaya çalışmadım.
“Sana bir süre bile verdim,” dedi. “Altı ay ki bu altı ayı
önce yedi sonra da sekiz aya çıkarmıştım. Ama geçen hafta,
bu evi terk etmeye kesin karar verdiğini anladım…”
“Öyle bir karar vermedim,” diye yalan söyledim.
“Saçmalama. Her hâlinden belli oluyordu… Senin yerine bu konuşmayı ben yapmaya karar verdim. Şimdi çık.
Çık git evimden.”
Ayağa kalktı. Ben de kalktım.
31
“Lucy, lütfen. En azından bir deneyelim...”
“Neyi? Bu sekiz ayın hiç yaşanmadığını mı?”
“Caitlin ne olacak?”
“Ah, sonunda kızın olduğunu hatırladın mı yoksa?”
“Onunla konuşmak istiyorum.”
“Tamam, yarın gelip konuşabilirsin.”
Geceyi koltukta yatarak evde geçirmek ve sabah her
şeyi daha sakin bir kafayla konuşmak konusunda Lucy ile
tartışmaya devam edecektim ama dinlemeyeceğini biliyordum. Neyse. Bu, tam da benim istediğim şeydi. Değil
miydi yoksa?
Valizimi aldım. “Özür dilerim,” dedim.
“Şerefsizlerin özrünü kabul etmiyorum,” dedi ve yukarı çıktı.
On dakika arabada hareketsiz oturdum ve şimdi ne yapacağımı düşündüm. Birden kendimi ayağa kalkmış evin
kapısını yumruklayıp karımın ismini bağırırken buldum.
Bir dakika sonra Lucy kapının arkasından seslendi.
“Git buradan David.”
“Bana bir şans daha- ”
“Ne için? Bana daha çok yalan söylemen için mi?”
“Çok büyük bir hata yaptım!”
“Ne kötü. Ama bunu aylar öncesinden düşünmüş olman gerekiyordu.”
“Senden sadece bir şans daha- ”
“Artık konuşacak daha fazla bir şey yok.”
“Lucy- ”
“Bu iş burada bitti.”
Cebimden evin anahtarlarını çıkarttım. Kapıya takıp kilidi çevirmeden önce Lucy benden daha çabuk davrandı ve
kapıyı içeriden kilitledi.
32
“David bu eve bir daha gelebileceğini düşünme. Artık
bitti. Sadece git, hem de hemen.”
Sonraki beş dakika boyunca da kapıyı tekmeleyip yumrukladım, beni eve alması ve affetmesi için yalvardım.
Ama beni dinlemeyeceğini anlamıştım. Bir tarafım bu
durumun farkına varıp korkudan tir tir titrerken -ailem
kibirim, yeni eriştiğim başarılarım yüzünden dağılıyordudiğer tarafım da neden bu yıkıcı tecrübeyi yaşamam gerektiğini sorguluyordu. Ayrıca Lucy kapıyı açıp beni eve alırsa
ne olacağını da biliyordum: Kıyamet gibi bir hayata geri
dönecektim. Bir yazar arkadaşımın karısını başka bir kadın
için terk ettiğinde söylediklerini hatırladım. “Tabii ki her
evliliğin küçük sorunları vardır ama bu sorunlar o kadar da
yorucu değildir. Elbette biraz bıkkınlık olacak fakat bu birlikte geçirdiğimiz on iki senenin bir parçası. Peki, neden
terk ettim? Çünkü kafamın içinde ince bir ses bana hiç
durmadan aynı soruyu soruyordu: Hayat bundan mı ibaret?”
Ama benim içimdeki başka bir ses, bu soruyu bastırıyordu: Ben bunu yapamıyorum. Daha da ötesi, şöyle düşünüyordum: Tam bir klişe erkek modelisin. Hayatında senin
için önemli olan ne varsa hepsini yıkıp önündeki bilinmezliğe doğru gitmek istiyorsun. Bu düşüncelerle cep telefonumu çıkarıp Lucy’yi aradım ve telefonu açar açmaz
“Sevgilim, senin için her şeyi yaparım…” dedim.
“Her şeyi mi?”
“İstediğin her şeyi.”
“O zaman siktir git ve öl.”
Telefon kapandı. Evimize bakakaldım. Alt kattaki ışıklar kapalıydı. Derin bir nefes aldıktan sonra arabaya doğru
yürüdüm ve bindim. Cep telefonumu çıkarıp bir süre dü33
şündükten sonra arayacağım kişinin “Geri Dönüşü Olmayan Yol”a girmekle aynı anlama geldiğini biliyordum.
Aradım. Sally cevap verdi. Sonunda karımla konuşabildiğimi ve evden ayrıldığımı söyledim. Lucy’nin bunu
nasıl karşıladığıyla (‘Hiç iyi değil,’ gibi cevaplar verdim) ve
benim nasıl hissettiğimle (‘Bu işin artık bitmiş olmasına
seviniyorum’) ilgili birkaç can alıcı soru sorduktan sonra
birden çok heyecanlandı. Bir an için bütün bu olanları bir
tür zafer olarak görüp görmediğini merak ettim -veya bir
tür kazanç. Ama o an geçti ve bana ne kadar âşık olduğunu,
bu olanların benim için ne kadar zor olabileceğini bildiğini
ve her zaman benim yanımda olacağını söylediğinde her
şey normale dönmüştü. Bütün bu söyledikleri sayesinde
rahatlamış olsam da, hâlâ umutsuzca boşlukta hissediyordum ve bu şartlar altında normal olmasına rağmen hiçbir
şekilde azalmıyordu.
“Hadi eve gel sevgilim,” dedi.
“Gidecek başka bir yerim yok zaten.”
Ertesi gün Lucy ile yaptığım kötü bir telefon konuşmasında Caitlin’i okuldan sonra alabileceğime karar verdik.
“Ona söyledin mi?” diye sordum.
“Tabii ki ona söyledim.”
“Ve?”
“Tüm güven duygusunu yerle bir ettin David.”
“Bekle,” dedim, “bu evliliği bitiren ben değilim. Bu senin kararındı. Dün akşam söylediğim gibi, kendimi kanıtlamam için bana bir şans daha- ”
“Yemezler,” dedi ve telefonu suratıma kapattı.
Caitlin’i okuldan almaya gittiğimde beni görünce öpmedi. Elini tutmama izin vermedi. Arabaya bindiğimizde
benimle konuşmuyordu. Santa Monica sahilinde yürü34
yüş yapmayı önerdim. En sevdiği restoran olan Beverly
Hills’teki Johnny Rockets’te akşam yemeği yemeyi teklif
ettim. Veya Beverly Merkezi’nde FAO Schwartz’da bir gezinti yapabilirdik. Değişik ihtimalleri sıralarken aklımda
şu cümle yankılanıyordu: Çoktan boşanmış bir baba gibi
davranmaya başladım bile.
“Eve, anneme gitmek istiyorum.”
“Caitlin, olanlar yüzünden ne kadar üzgün- ”
“Anneme gitmek istiyorum.”
“Bunun senin için ne kadar zor olduğunu biliyorum.
Benim kötü bir insan olduğumu düşü- ”
“Anneme gitmek istiyorum.”
Sonraki beş dakikayı benimle konuşması için onu ikna
edebilmekle harcadım ama beni dinlemiyordu bile. Söylediği tek şey, anneme gitmek istiyorum, oldu.
Böylece, yapabileceğim tek şeyi yaparak Caitlin’i eve
götürdüm.
Evin ön kapısına geldiğimizde kızım Lucy’nin kollarına
koştu.
“Beynini yıkadığın için teşekkür ederim,” dedim.
“Benimle bir daha konuşmak istiyorsan, bunu avukatın
aracılığıyla yap.”
İçeri girdi.
Sonunda Sheldon ve Strunkel Hukuk Bürosu’ndaki
avukatlar aracılığıyla Lucy ile konuşabilir hale gelmiştim.
Bu avukatları bana Brad Bruce (son iki evliliğini bitirmek
için bu avukatları kullanmıştı ve eğer üçüncü için de gerekirse kullanılmak üzere bekliyorlardı) tavsiye etti. Avukatlar, Lucy’nin avukatlarıyla konuştu. Lucy’nin Melissa
Levin adında bir avukatı vardı ve hukuk anlayışı piyasada
“Hadi şu serserinin canına okuyalım,” olarak biliniyordu.
35
Davayı aldığından beri sadece bütün mal varlığımı almak
istemiyordu, ayrıca bu boşanmadan yorgun, hırpalanmış
ve dağılmış olarak çıkmamı umuyordu.
Uzun süren kavgaların sonucunda benim avukatlarım
mal varlığımı korumayı başardılar ama yine de zararımız
oldukça fazlaydı. Lucy evi (ve içindeki tüm eşyalarımı)
aldı. Ayrıca nafaka ve çocuğun giderleri için aylık 11.000
dolar ödemem de kabul edildi. Yeni işim sayesinde bu
miktarları karşılayabilirdim ve tabii ki ben de Caitlin’in
her ne isterse alabilmesini istiyordum. Ama bundan sonra
yıllık brüt gelirimin iki yüz bin dolarının direkt onlara gideceğini düşünüp dehşete düştüm. Ayrıca avukat Kazıklı
Levin’in boşanma anlaşmamıza koyduğu şu maddeden de
pek hoşnut olduğum söylenemezdi: Lucy’ye kariyeri gerektirdiği takdirde Caitlin’le beraber istediği şehre yerleşme hakkı veriyordu.
Hızlıca halledilen boşanma davamızın bitmesinden
dört ay sonra Lucy, Marin County’deki bir yazılım firmasında insan kaynakları pozisyonu için bu hakkını kullanmak istedi. Birdenbire kızım artık yolun aşağısında, ulaşabileceğim bir yerde olmayacaktı. İşten öğleden sonraları
kaçıp onu okuldan alıp Westwood’da buz patenine veya
Malibu’ya götüremeyecektim. Kızım birdenbire benden
uçakla bir saat uzaklıkta olacaktı ve diziler arttıkça ben onu
görmeye gitmek için zaman bulamamaya başlayacaktım.
Bu düşüncelerle Sally ile Batı Hollywood’da kiraladığımız
çatı katında uyku tutmayan gecelerde bir aşağı bir yukarı
yürüyüp duruyordum. Ne için ailemi bu kadar incittiğimi
bulamıyordum ama nedenlerini biliyordum: Heyecanını
kaybeden bir ilişki ve Bayan Birmingham’ın göz kamaştırıcı güzelliği, başarısına eşlik eden baştan çıkarıcı enerji36
si (ve benim başarısızlıkla geçmiş yıllarımı arkada bırakıp
kapıyı çarpıp gitme isteğim). Ama sabahın dördüne kadar
oturduğum gecelerde umutsuzlukla sarmalanmış bir halde düşünmeden edemiyordum: Bu kadar çabuk pes etmemeliydim. Tabii ki Lucy’yi beni geri alması için ikna edebilirdim. Tabii ki bir şansım daha olabilirdi.
Ama sabah olduğunda bitirilmesi gereken bir senaryo,
imzalanması gereken bir sözleşme, buluşulması gereken
bir işveren, kolumda Sally ile gitmek durumunda olduğum bir davet her zaman vardı. Bu kısa başarı tatminleri
sırasında kayıtsızlığa kapılıyordum. Öyle bir ivmeyle yaşıyordum ki hayatı, arada bir kendini gösteren titrek suçluluk duygusunu geçiştirip kararlarımla ilgili tereddütlerimi
ortadan kaldırmamı sağlıyordu.
Tabii ki evlilik hayatımın değişikliğe uğraması Hollywood tarafından hemen mercek altına alındı. Herkes
endişeyle bir takım yorumlarda bulunuyor (yüzüme karşı bile) ve bir evliliği sonlandırmanın zorlukları hakkında konuşuyordu. Evden, Hollywood piyasasından genç
bir televizyon yöneticisi için “kaçmış” olmam (bu berbat
kelimeyi kullanmışlardı) itibarımı hiç de zedelememişti.
Lucy’nin dediği gibi daha üst bir kademeye zıplamıştım ve
Brad Bruce bunu bana şöyle özetlemişti, “Herkes senin
akıllı bir adam olduğunu biliyordu David ama şimdi herkes senin gerçekten akıllı bir adam olduğunu düşünecek.”
Ajansımın tepkisi ise beklendiği gibi iğneleyici oldu.
Alison, Lucy’yi tanır ve severdi -Seni Satmak’ın ilk sezonunun anlaşmaları sırasında beni evimden ayıracak tüm
dürtülerden uzak durmamı öğütlemişti. Sally ile yaşamaya
başladığımı ve Lucy’den ayrıldığımı söylediğimde, Alison
bir süre sessiz kaldı. Sonra, “Sanırım bunu yapmak için
37
bir yıl bekleyebildiğinden dolayı seni tebrik etmem gerekiyor,” dedi. “Galiba büyük bir şey yakalamayı başaran
herkesin başına aynı şeyler geliyor.”
“Aşığım, Alison.”
“Tebrikler. Aşk çok güzel bir şeydir.”
“Böyle davranacağını biliyordum.”
“Canım, hayatın sadece on tane hikâyeden ibaret olduğunu bilmiyor musun? Ve sen de şu anda bunlardan birinde yaşıyorsun. Ama şunu söylemeliyim ki en azından
senin hikâyende birkaç değişik durum var.”
“Nasıl yani?”
“Senin durumunda, yazar yapımcıyı beceriyor. Benim
tecrübelerime göre her zaman tam tersi olur. Bravo, Hollywood’un yerçekimi kurallarına karşı geliyorsun.”
“Ama Alison, en başta Sally ile beni tanıştıran sendin.”
“Bana mı söylüyorsun. Bu arada endişelenme, gelecekteki projelerin için yüzde on beş komisyonumu senden
isteyecek değilim.”
Alison, Sally ve benim şimdilerde oldukça popüler bir
çift olduğumuzu ve bu nedenle Fox’a yaptığım yeni pilot
bölümü yayınlamaktan vazgeçmemizin daha iyi olacağını
söyledi.
“Gerçeklerle yüzleşmek gerek. Eğer çekerseniz, Sally’nin sana hediyesi gibi görünecektir. Tabii ki Peter Bart
gibi saçma sapan gazetecilerin bunu, Daily Variety gibi gazetelerde ne kadar büyüteceğinden bahsetmiyorum bile.”
“Sally ile bunu çoktan konuştuk. En iyisinin pilot bölümü unutmak olduğuna karar verdik zaten.”
“Yatak muhabbetiniz de pek güzelmiş.”
“Kahvaltıda konuşmuştuk.”
“Seviştikten önce mi sonra mı?”
38
“Neden seni dinliyorum ki acaba?”
“Çünkü, ‘bir arkadaş olarak’ gerçekten senin yanındayım. Ayrıca senin arkanı kolluyorum. Bu arada sana biraz
önce verdiğim tavsiye kırk bin dolarlık komisyon ederdi.”
“Çok fedakârsın Alison.”
“Hayır, sadece aptalım. Yine de ablan olarak, senden
karşılığında para istemeyeceğim bir tavsiyem daha olacak.
Önümüzdeki aylarda çok göz önünde olma. Şimdiye kadar yeterince ilgi çektin zaten.”
Tavsiyesini dinlemek isterdim aslında ama Sally ile birlikte ‘güçlü çift’ oyunu oynuyorduk. ‘Yeni Hollywood’un
mükemmel yüzleriydik: en iyi üniversitelerde okumuş
ama bir yandan da televizyonun yakıcı dünyasında başarılı olmuş kişilerdik. Çok varlıklıydık ama bundan nefret
ediyormuşuz gibi davranıyorduk. Çatı katımız minimalist
bir dekorasyona sahipti; Porsche’m ve Sally’nin Range
Rover’ı akılcı arabalardı. Doğru açılışlara, en iyi davetlere
çağrılıyorduk. Ama biri benimle röportaj yaptığında ona
her zaman, şöhretin cazibesine kapılmayı reddettiğimizi
veya çok zengin, üst sınıf bir profil çizmek istemediğimizi söylüyordum. Zaten ikimizin de gece hayatının hızına
kapılacak vaktimiz yoktu. Los Angeles genel olarak erken
uyuyan bir şehirdi. Sally bir yandan sonbahar için yeni bir
komedi kuşağı önerisi hazırlıyor, bir yandan da Seni Satmak’ın ikinci sezonunun çekimlerini denetliyordu. Sosyal hayat için, hatta birbirimiz için bile zamanımız yoktu.
Anladığım kadarıyla Sally hayatını aralıksız bir zaman-hareket takviminde yaşıyordu. Hatta hiçbir zaman söylememesine karşın, kendine haftada belli sevişme saatleri bile
belirliyordu. Rasgele sevişmeye başlamışız gibi görünen
zamanlarda bile her şey o kadar önceden planlanmış hissi
39
veriyordu ki sanki her şeyi hesaplamıştı. Mesela kimseyle
kahvaltıya gitmesi gerekmiyorsa sevişip karşılıklı orgazm
olabilecek on-on beş dakika ancak bulabiliyorduk.
Yine de durumumdan şikâyet etmiyordum, çünkü
-Lucy ve Caitlin’le ilgili hissettiğim sürekli suçluluk duygusu dışında- her şey istediğim gibi gidiyordu.
Yeni arkadaşım Bobby Barra gecenin geç saatlerinde
bana (o gün günlerden cumaydı), “Herkesin seninkiler
gibi problemleri olsa keşke,” demişti. Çok martini içmiştim ve ona evliliğimi yıkmaktaki başarımla ilgili hissettiğim suçluluğu itiraf etmiştim.
Bobby Barra onu günah çıkaracağım bir papaz olarak
kullanmamı seviyordu. Çünkü bu, ikimizin yakın arkadaş
olduğu anlamına geliyordu. Dahası Bobby Barra benimle
yakın arkadaş olmak istiyordu çünkü çok ünlüydüm, bir
karakter olmuştum; umutsuzluk ve her yeri kuşatan başarısızlıkla dolu bir şehirde gerçek kazananlardan biriydim.
“Bir de şu açıdan bakmak lazım. Evliliğin hayatında
hiçbir şeyin yolunda gitmediği bir döneme ait. Şansın dönüp de işler yolunda gitmeye başladığında, tabii ki sırtındaki yüklerden kurtulman gerekiyordu.”
“Sanırım haklısın,” dedim. Söyledikleri pek inandırıcı
gelmemişti.
“Tabii ki haklıyım. Yeni bir hayat her şey demektir.”
Yeni bir hayat, aynı zamanda tabii ki Bobby Barra da
demekti.
40