Gezi Direnişi`ne Kitle Psikolojisi Kuramları ve Özneleşme

Transkript

Gezi Direnişi`ne Kitle Psikolojisi Kuramları ve Özneleşme
Gezi Direnişi’ne Kitle Psikolojisi
Kuramları ve Özneleşme Çerçevesinde
Bir Bakış
İdil Özkurşun – Oğuzhan Sezer – Uğur Sezer
Yakın zamanda dünya çapında birçok kitle hareketi ve direniş örneği açığa
çıktı. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve “tarihin sonu” tezlerinin yayılmasının
ardından durağanlaşan ve durağan şekilde devam edeceği düşünülen
toplumlarda, son yıllarda dünya çapında birçok beklenmedik isyan meydana
geldi. Bu süreç, doğal olarak birçok sosyal bilimcinin ilgisini çekti. Geçen sene,
biz de, bu eylemlere ister benzer olsun ister farklı olsun, bu eylemleri
çağrıştıran bir tecrübe yaşadık. Bu tecrübe Gezi Direnişi idi. Hepimiz sonraki
süreçte çeşitli etkinliklerde veya arkadaş ortamlarında yaşadıklarımızı
anlattık; çünkü bu hepimizin hikâyesiydi ve hepimiz orada faildik. Biz de kendi
çabalarımızla bu tecrübeyi anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştık. Literatürde
Gezi Direnişi hakkında sayısız sosyolojik ve siyasal analiz bulunmasına
rağmen çok az sayıda psikolojik çalışma olduğunu gördük. Bu yüzden
Freud’un kitle psikolojisi kuramlarını kullanarak Gezi Direnişi’ni anlamaya
çalıştık. Bu çalışmamızı direnişin içinde nerede durduğumuzu anlamak,
failliğimizin kapasitesini; yani bu sürecin bizi nasıl etkilediğini, etkiliyor
olduğunu ve ötesinde nasıl etkileyecek olduğunu anlamak üzere genişlettik.
Peki, kitleyi ne anlamda ele aldık? Bu çalışmada, Freud’un referans aldığımız
kitabının İngilizce adı “Group Psychology”. Buradan Freud’un sosyal
psikolojiye dair bir çalışma yaptığı anlaşılabilir; ancak kitabın Almanca orijinal
ismi “Massenpsychologie” yani İngilizceye çevirirsek “Mass Psychology”.
Türkçe’ye çevirirsek; “Kitle psikolojisi”. Freud’un İngilizcesi’nin, kendi
kitaplarının çevirilerini kontrol edecek kadar yeterli olmadığını bildiğimize
göre; çalışmanın asıl nesnesinin kitle olduğu anlaşılıyor. Zaten Freud kitabında
çokça Fransız sosyolog Gustave Le Bon’un teorilerinden hareket etmiştir. Le
Bon Fransız Devrimi’ni analiz ederek kitle psikolojisini çalışmıştır. Yani
araştırma nesnesi mobilize olmuş kitledir. Freud ise bu kitabında birey
52| Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015
psikolojisi açıklamalarından yola çıkarak kitle içindeki bireyin ruhsallığını
anlamaya çalışmıştır.
Birey psikolojisi ve Kitle psikolojisinin ayrılmazlığı
Bu noktada şöyle bir soru açığa çıkıyor; birey ve kitle arasında nasıl ilişki
kurulacağı sorusu. Freud buna şöyle cevap veriyor:
“Bireyin ruhsal yaşamında başkalarının model, obje, yardımcı dost ya da
düşman kişiler olarak her vakit rol oynadığı görülür. Dolayısıyla, bireysel
psikoloji bu geniş; ama düpedüz haklı nedenlere dayanılarak genişletilmiş
anlamda daha başından beri toplum psikolojisi kimliği taşır.” (Freud, 1975,
s.1)
“Kitlenin, bireyleri biçim ve davranış açısından etkileyişinde ilk insan
topluluğunun varlığını sürdürdüğünü görmekteyiz. Buradan da, kitle
psikolojisinin en eski insan psikolojisi olduğu sonucunu çıkarmak gerekiyor;
tüm kitlesel artıkları görmezlikten gelerek bireysel psikoloji adı altında
yalıttığımız şey; ancak geç olarak, yavaş yavaş ve neredeyse hala kısmen kitle
psikolojisinden doğup çıkmış bir özellik taşıyor.” (Freud, 1975, s.78)
Kitle psikolojisi ile bireysel psikoloji arasındaki ilişkiyi Oidipus Kompleksi’nde
de görmek mümkün. Bireysel psikoloji en basit anlamıyla aile içinde gelişir ve
aile kavramından bağımsız bir ödipal üçgen düşünülemez. Aile de en basit
kitleyi temsil eder.
“İlk insan topluluğunun atası, oğullarını direk cinsel içgüdülerine doyum
sağlamaktan alıkoymuştur; onları cinsel yönden bir perhiz hayatı yaşamaya,
dolayısıyla onların gerek kendisine, gerek birbirlerine ancak engellenmiş
cinsel içgüdülerden doğup çıkabilen duygusal yönelimlerle bağlanmaya
zorlamıştır. Adeta zorlayarak, bir kitle psikolojisi içine itmiştir onları: Kendi
cinsel kıskançlığıyla hoşgörüsüzlüğü, nihayet kitle psikolojisini yaratan etken
rolü oynamıştır.” (Freud, 1975, s.80)
Kültürün ve tabunun aktarımı da kitle içindeki bireyin ruhsallığından doğup,
kitle psikolojisinin temelini oluşturmuştur. Dolayısıyla kitle psikolojisi ile
birey psikolojisi birbirini zorunlu olarak etkiler, birbirlerinden bağımsız
düşünülemez.
Freud “Kitle Psikolojisi” kitabında Le Bon ve McDougall’ın teorilerini tartışır;
onları belli kısımlarıyla eleştirir. Bu isimleri seçmesinin nedeni; öncekilerin
aksine, onların grup değil kitle psikolojisini çalışmalarıdır. Bu kuramlar
çerçevesinde kitle psikolojisinin temel soruları; bireyin kitle içinde neden
beklenilene uymayan davranışlar sergilediği, kitlenin bireyin ruh dünyasını
nasıl bu çapta etkilediği ve kitlenin bireyde sağladığı değişimin içyüzünün ne
olduğudur.
Bulaşım ve Telkine Yatkınlık
Gustave Le Bon 1800’lerin ortasında doğmuş Fransız bir sosyolog,
antropologtur. Bir an için birbiriyle kaynaşmış ayrı tür (heterojen) öğelerin
oluşturduğu geçici varlığa “psikolojik kitle” adını verir. Le Bon, tek kişinin
bireysel yoldan edindiği özelliklerin kitle içinde silindiği, dolayısıyla kitle
içinde bireyin kendine özgü karakterinin kaybolduğunu iddia eder. Ona göre;
ırksal bilinçdışı kendini açığa vurup, heterojenite, homojenite içerisinde eriyip
gider. Le Bon’a göre kitle bilinçsiz bir kalabalıktır. Kitle içine giren bireye,
kitlenin duygu ve düşünceleri sirayet eder. Bu “bulaşım”ı kolay saptanabilen
Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015 |53
ancak nedeni açıklanamayan bir olgu olarak sunar. Bunu bir tür hipnoz
durumu olarak tarif eder. Bu hipnozun sebebini de kitle içindeki bireylerde bir
telkinsel yatkınlık bulunmasına bağlar. Kitle içindeki bireyler hipnoz yoluyla
birer otomata dönüşmüştür. Bu nedenle kitle psikolojisi ilkel psikolojisi
gibidir, der. Bireyler gerçek yerine illüzyonlara inanır, akıl yerine duygular ön
plana çıkar, aşırılıklara eğilim gösterir (Le Bon, 2009, ss. 21-24). Le Bon’un bu
görüşleri, Freud ve başka birçok kişi tarafından eleştirilmiştir. Temel
eleştiriler Le Bon’un teorisinin bireyin rolünü olabildiğince azaltması ve bu
artığı belirsiz bir hipnozitöre yatırmasıdır. Bunun yanında Le Bon duygu ve
düşüncelerin bu “bulaşım”ı hakkında çok bilgi vermez ve en önemlisi sebebini
belirtmez. Dolayısıyla Le Bon, kendisinden önce literatürde, kitleye sanatçılar,
siyasetçiler ve bilim adamları tarafından atfedilen özelliklere yeni bir şey
katmamıştır. Tıpkı onlar gibi, kitle içindeki bireyin rolünü pasifize edecek
açıklamalar yapmıştır (Freud, 1975, s.17).
Yığın mı, Örgütlenmiş Kitle mi?
William McDougall 1871’de doğmuş İngiliz bir psikologtur. McDougall kitleyi
yığın ve örgütlü kitle olarak ikiye ayırır. En yalın durumuyla kitle, pek bir
örgütlenme göstermeyen yığın (crowd) olarak tanımlanabilecek bir kitledir.
Le Bon’un kitle tarifi McDougall’ın yığın tarifine benzemektedir.
Örgütlenmemiş kitle yani yığın; içtepileriyle davranır, tutkularının esiridir ve
yargılarda acelecidir yani “arsız bir çocuk, tutkulu bir ilkel” gibidir (Aktaran
Freud, 1975, s. 22).
Duygu ve düşünceler, kitle içinde “duygusal ateşleme” yoluyla aktarılır; bu Le
Bon’un “bulaşım” açıklamasına benzemektedir. Kitle, bireyde sınırsız bir
otorite, yenilmez bir tehlike izlenimi uyandırır. Otoritenin gerçek sahibi bir an
için, tüm insan toplumunun yerini alır. Dolayısıyla kitle gözünde iyi olanlar
bireyin içinde yapılabilir şeyler haline gelir ve bazen de “kötülerle” kötü olmak
güven verici görülür. Le Bon’un kitlede heterojenitenin homojenite içinde
yitmesine yönelik açıklamalarını McDougall da kabul eder. Kitle içinde bir
kollektif zekâ engellenmesi söz konusudur der; fazla zeki olmayanların üstün
zekâlıları kendi düşük düzeylerine çektiğini söyler. Ancak yığında açığa çıkan
bu sorunlar, örgütlenmiş kitlede ortadan kalkacaktır. Yığının, örgütlenmiş
kitle olabilmesi için yani ruh düzeyini artırması için McDougall birkaç ilke öne
sürer:
•
•
•
•
•
Kitlenin varlığında belli bir sürekliliğin bulunuşu (aynı bireylerin
sürekli bu kitle içinde bulunuşu ya da belli konumlar olup, kişiler
değişse de bu konumların sabit kalması)
Kitlenin içyüzü, fonksiyonu vs. dönük bireylerde belli bir tasarımın
gelişmesi ve bunun sonucu kitlenin bütününe karşı duygusal bir
ilişkinin doğması
Kendisine benzeyen veya farklılaşan kitleler arasında bir ilişkinin
kurulabilmesi, saptanabilmesi
Kitlenin birtakım gelenekleri, adetleri ve kurumları elinde
bulundurması
Kitle içinde bir hiyerarşi oluşması, bunun da bir uzmanlaşma,
farklılaşma biçiminde kendini açığa vurması (Aktaran Freud, 1975, s.
23)
Böyle bir kitle, ilkel kitleden farklılaşacaktır. Ve bu koşulların sağlanması,
heterojenitenin homojenite içerisinde yok olmasını engelleyecektir.
54| Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015
Freud’a göre Le Bon ve McDougall’ın bu teorileri esinlenilebilir fakat tamamen
kabul edilebilir değildir. Önceki açıklamalardan farklılık göstermezler, aksine
sadece
onları
haklılaştıracak
entelektüel
altyapı
hazırlarlar.
Kavramlaştırmalar tutarlı olmasına rağmen bunların dayanak noktaları
eksiktir (Freud, 1975, ss. 25-31). Freud, bireyin etkiye sonsuz açıklığını ve
kitlenin ilkellikle bağdaştırılmasını da sorgular. Kendi kitle psikolojisini
anlatmak için kitleyi iki kutupta kavramsallaştırır. Bunlar; geçici–uzun
ömürlü, homojen-heterojen, doğal-yapay, ilkel-örgütlenmiş ve önderliöndersiz kitleler şeklindedir (Freud, 1975, s. 33).
Kitle psikolojisi, nevroz psikolojisinden yola çıkılarak anlaşılabilir mi?
Freud, Le Bon’un kitle psikolojisi açıklamalarını kendi nevroz açıklamalarına
benzetmiş ve kitle psikolojisini nevroz psikolojisiyle ilişkilendirerek
çalışmıştır. Bu sebeple Freud’un kitle psikolojisi açıklamaları “libido” ve
“ödipal üçgen”den bağımsız ele alınamaz. Libido en basit anlamıyla cinsel
dürtünün enerjisidir; ancak burada cinsel dürtü, cinsellikten öte, yaşam
dürtülerini ifade etmektedir.
“Libido deyince, sevgi adı altında toplayabileceğimiz ne varsa hepsiyle ilişkili
içgüdülerin henüz ölçülemeyen; ama nicel bir büyüklük gözüyle bakılan
enerjisini anlamaktayız.” (Freud, 1975, s. 28)
Freud öncesi açıklamalarda kitleyi oluşturan bireyler arası duygusal bağlar
göz ardı edilmiştir. Freud ise daha önceki “bulaşım” ve “telkine yatkınlık”
kavramlarının yerine “libido” ve “özdeşim” kavramlarını kullanır. Anne-babaçocuktan oluşan ödipal üçgende, erkek çocuğun babayla, kız çocuğun ise
anneyle olan özdeşimini, kitle içinde bireylerin önderle kurduğu özdeşime
benzetir.
“Sıklıkla yapılan bir itiraza ilişkin…”
Freud’un, kitleyi bir arada tutanın libido bağlanımları olduğu savına karşı
itirazların yöneltilmesi olasıdır, ki döneminde de bugün de bu itirazlarla
sıklıkla karşılaşılmaktadır. Bu itirazlara karşı yine Freud’un kendi sözleriyle
cevap vermek uygun olacaktır:
“Burada hemen şöyle bir soru uyanacaktır zihinlerde: Acaba belli çıkarların
oluşturduğu bir kitlede yalnız başına bu çıkarlar, hiçbir libido katkısını
gerektirmeden, kitledeki bireylerin birbirine katlanmasını ve davranışlarında
birbirini dikkate almasını sağlamaz mı ister istemez? Tarafımıza yöneltilecek
böyle bir itirazı, söz konusu çıkarların bensevide kalıcı bir kısıtlama
sağlamayacağı; çünkü böyle bir hoşgörünün ancak toplumun üyelerinden her
birinin ötekilerin çalışma ortaklığından dolaysız bir çıkar sağladığı süre ayakta
kalabileceğini söyleyerek cevaplandırabiliriz.” (Freud, 1975, s.46)
Buradan yola çıkarak sınıfların olduğu bir dünyada, özdeşimle açığa çıkan
libido bağlanımlarını gerektirmeyen bir hoşgörünün varlığından söz etmek
mümkün olmayacağını söyleyebiliriz. Eşitliğin gerçek bir biçimde algılandığı
bir anda, hoşgörü kendiliğinden açığa çıkacaktır.
Freud, ayrıca bu tartışmanın gereksizliği konusuna da vurgu yapar:
“Ne var ki, bu konu üzerinde bir tartışmanın pratikte sağlayacağı yarar,
umulduğu kadar büyük değildir; çünkü tecrübelerin ortaya koyduğu gibi, bir
işbirliği durumunda işbirliğine katılan üyeler arasında her vakit libido
bağlanımları gelişip ortaya çıkmakta ve bu bağlanımların üyeler arasındaki
Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015 |55
ilişkiyi çıkarlar ötesinde de sürdürüp pekiştirdiği görülmektedir.” (Freud,
1975, ss.46-47)
Eşit seven bir baba ve Özdeşim
Freud, iki yapay kitle örneği olan kilise ve ordu üzerinden yaptığı
açıklamalardan, önderin, kitle içindeki tüm bireyleri “eşit seven bir baba
figürü” olarak algılandığı sonucunu çıkarır. Kitle içindeki bağların temelinin bu
eşit sevme illüzyonu olduğunu söyler. Örneğin; İsa’da bu sevginin kesin bir
dille ifade edildiğini söyler:
“İsa karşısında bütün müminler eşittir, hepsi onun sevgisinde aynı ölçüde pay
sahibidir. Dolayısıyla Hıristiyan cemaatindeki aynı türdenliğin (homojenlik)
hep bir aile örnek gösterilerek anlatılmasındaki nedeni pek öyle derinlerde
aramamak gerekir; müminler İsa’da kardeş sözünü kullanırlar kendileri için,
yani İsa’nın onlara gösterdiği sevgi, aralarında bir kardeşlik yaratmıştır.
Müminlerin İsa’ya bağlılığının, aynı zamanda onların birbirine bağlılığının da
nedenini oluşturduğu şüphesizdir.” (Freud, 1975, ss.34-35)
Sözünü ettiği, öndere bağlılığın, bireyler arasında da bağlılığı doğurması
meselesini, Freud, bir şemayla açıklar (bkz. Şekil 1). Bu şemayı açıklamadan
önce “benlik ideali” ve “ideal benlik” kavramlarından söz etmekte fayda var.
Kabaca benlik ideali, egonun (benliğin) ulaşmak istediği ideali ifade eder, yani
basitçe benlikte “olunmak istenen”in fikridir. İdeal benlik ise, bu ideali taşıyan
ya da taşıdığı düşünülen bir nesneyi ifade eder, yani “olunmak istenen”in ifade
bulmuş halidir. Benlik idealine ulaşmak için bu dış nesneyle özdeşim kurulur.
Freud’un bu şemasında her bir yatay düzlem bir bireyi ifade etmektedir. Her
bir birey, önderi temsil eden bir dış nesneyle özdeşim kurarlar ve ego, buna
göre şekillenir. Dolayısıyla her bir birey arasında da bu özdeşimden dolayı ego
bağlılığı oluşur. Yani bu her bireyin birbirleriyle de özdeşim kurması
sonucunu doğurur.
“Böyle primer (birincil) kitle tek ve aynı objeyi ben idealinin yerine geçiren,
dolayısıyla kendi ‘ben’lerinde birbirleriyle özdeşleşen bir grup bireydir.”
(Freud, 1975, s.67)
Panik Fenomeni
Dolayısıyla bir kitleyi oluşturan bireyler, hem önderin kendisine (kilise
örneğinde İsa, ordu örneğinde başkomutan), hem de kitledeki öteki bireylere
libido bağlarıyla bağlıdır. Freud, bir kitleyi kitle yapanın o kitle içerisindeki
libido bağlanımları olduğunu askeri kitlelerde incelenebilecek “panik”
56| Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015
fenomeniyle gösterir. Burada, paniğin karakteristik özelliğini, bireylerden her
birinin ötekileri umursamaksızın kendi başının çaresine bakmak istemesi ve
üstlerin hiçbir buyruğuna kulak asılmaması şeklinde ifade eder. Kendisinden
önceki açıklamalarda algılanan bir tehlikenin paniği doğurmasından ve bu
paniğin kitlenin çözülmesine sebep olmasından bahsediliyordu. Oysa Freud,
algılanan bir tehlikenin paniğe dönüşmesine, kitlenin dağılmasının sebep
olduğunu söyler. Yani kitle zaten dağılmıştır ve bu sebeple panik ortaya çıkar.
Aksi halde, yani libido bağlarının çözülmemiş olduğu bir kitlede tehlike, paniği
doğurmayacaktır.
“Eğer birey panik özelliği taşıyan bir korkuya kapılarak kendi başının çaresine
bakmaya yöneliyorsa, o zamana kadar tehlikeyi kendisi için azaltıcı rol
oynayan duygusal bağların çözüldüğünü anlayıp sezmiş ve şimdi bunu
davranışıyla tanıtlıyor demektir… Buradan anlaşıldığı üzere panik tarzındaki
korkunun baş göstermesi, kitlenin libido yapısında bir gevşemenin varlığına
bağlıdır ve haklı olarak bu gevşemeye karşı gösterilen bir tepkidir, yoksa
bunun tersi değildir durum, yani kitledeki libido bağları tehlike korkusuyla
kopup parçalanmamıştır.” (Freud, 1975, s. 38)
Bu dağılmaya yol açan tipik nedeni, önderle bireyler arasındaki bağın kopması
olarak ele alır Freud. Askeri kitlelerde komutanın öldürülmesi birçok kez buna
sebebiyet vermiştir. Ancak özellikle dinsel kitleler gibi önderin bir dış
nesneden çok, bir düşünce olarak içselleştirildiği kitlelerde bu dağılmanın
daha zor olduğundan bahseder.
Freud’un bu saptamalarından yola çıkarak, kitle içindeki bireylerin, kitleyle
veya kitleden kopuk hareket etmesindeki etken; kişisel eğilimlerden öte,
kitlenin örgütlülük düzeyi ve kitle içindeki libido bağlanımları ve özdeşimin
gücüdür.
Gezi Direnişi’ne panik fenomeni çerçevesinde bakmak, bu savı
destekleyecektir. Yoğun polis saldırılarının olduğu birçok kez, kitleyi bir arada
tutanın örgütlü bir şekilde direnmek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kimi
zaman kitlede açığa çıkan paniğe ve bu durumda kitlenin geri çekilmek değil,
kaçmak eğiliminde olduğuna da şahit olduk ve bununla birlikte bu gibi anlarda
kitle içinden kimi bireylerin “Sakin olun!” çağrılarının ve yönlendirici
misyonunun kitleyi tekrar bir arada tutan unsur haline geldiğini de gördük.
Yani örgütlü bir biçimde hareket etmek, paniği açığa çıkarmayacaktır ve
görüldüğü üzere, kitle bireyleri de örgütlü hareketten kaçınmamakta, aksine
buna ihtiyaç duymaktadır.
Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor; Gezi kitlesi yığın mı, yoksa
örgütlenmiş kitle olarak mı tarif edilebilir? Buna belki çok keskin bir yanıt
vermek mümkün değil; ancak 31 Mayıs gecesinden yola çıkarak, ilk etapta
yığın olduğunu söylemek mümkün. Ancak ilerleyen süreçte mekânın
örgütlenmesiyle, iş bölümüyle, Taksim Dayanışması gibi bir yapı ortaya
çıkarması, mizah gibi belli kurumlarıyla öne çıkması ve kendi ortak taleplerini
doğurmasıyla örgütlenmiş bir kitle karakteri kazanabilmiştir. Gezi Parkı’ndan
çıkıldıktan sonra da bu kitlenin varlığını sürdürmüş olduğunu, libido
bağlanımlarının tam anlamıyla dağılmamış olduğunu söylemek mümkün. Kitle
içindeki bireyler sıklıkla kendisini “Gezici”, “çapulcu”, “direnişçi” şeklinde
tanımlayarak ya da “Ben de oradaydım” gibi sözlerle kitleye aidiyetlerini ifade
ettiler. Belli başlı kurumlar, eylemler vb. çerçevesinde tekrar bir araya geldiler
ve birçok söylemi, yineleyerek, o günden bugüne taşıdılar.
Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015 |57
Gezi’de önderin yerini tutan nedir?
Bu noktada yine bir soru sormak gerekiyor; Gezi kitlesi önderli bir kitle midir?
Ya da Gezi’de önderin yerini tutan nedir? Gezi Parkı’nda nöbetin başladığı ilk
günlerde açılan Karl Marx imzalı “Kapitalizm Gölgesini Satamadığı Ağacı
Keser” pankartından itibaren kitlenin bir önder arayışı içinde olduğu net bir
biçimde görülebilir. İlerleyen günlerde açığa çıkan “Mustafa Kemal’in
askerleriyiz”, “Pir Sultan’ın Torunlarıyız”, “Turgut Uyar’ın dizeleriyiz”, “Freddy
Mercury’nin askerleriyiz” ve hatta uç mizahi örnekler olan “Çare Drogba” gibi
sloganlar dahi bu önder arayışının birer yansımasıdır. Bu söylemler, ayrı ayrı
grupları ifade edenlerin, kitle içindeki varlığının bir öndere, bir dış temsile
dayalı anlatımlarıdırlar. Gezi kitlesi, birçok kitleyi içinde barındıran daha
kompleks bir kitle olarak düşünülmelidir. Dolayısıyla her bir kitlenin önceden
getirdiği aidiyetleri ve temsilleri vardı. Marxistler, Aleviler, LGBTİ bireyler,
Kemalistler, Kürtler, taraftarlar, sol örgütler ve daha birçok başka şekilde ifade
edebileceğimiz, kapsayan, kesişen ya da ayrışan birçok noktaları olan
kitlelerin bütünü… Bu noktada hepimizin dikkatini çeken ve bir yandan
anlamlandırmaya çalıştığı şu soruya geliyoruz; bu ayrı grupları bir arada tutan
neydi? Le Bon ve benzerlerinin açıklamalarında kitle içinde karakteristiğin
yitmesi ve heterojenitenin, homojenite içinde yitmesi olarak açıklanan bu
durumun aksine Gezi’de ayrılıklarının farkında olarak, ortak bir kimlik
üzerinden bir arada kalmak söz konusuydu. Bunu, kitle içindeki bu grupların
mekânsal olarak konumlanışında da gözlemlemek mümkündü. Dikkat
edersek, hepimiz, ulusalcıları, devrimci kurumları, Kürtleri vs vs. Gezi
Parkı’nın belli bölgeleriyle eşleştirdiğimizi fark edebiliriz. Bir anlamda tüm bu
kitle unsurları, Gezi Parkı’nda bir arada yaşamışlar ve ancak kendilerine belli
sınırlar çizmişlerdir, elbette ki bu kitle içinde birbirine yakın unsurların doğal
olarak yakınlaşmasından kaynaklıdır.
Peki bu toplamın, Gezi’nin bir önderi var mı? Ya da bu ortaklık, ortak kimlik ne
üzerinden kuruluyor? Freud’un şemasına tekrar göz atacak olursak, burada
dış nesnenin yerine geçenin “direnen insan”ı simgeleyenler, kitle içinden çıkan
kahramanlar olduğunu söyleyebiliriz (bkz. Şekil 2). Bunun benlik idealindeki
karşılığı ise “direnen insan olmak” şeklinde düşünülebilir, böylece kitle
içindeki tüm bireyler bir “direnişçi” kimliğinde ortaklaşmıştır. Direnmek, kitle
içindeki bireylerin libido bağlanımlarını oluşturan şeydir. Önderi temsil
edenin kitle içinden çıkan kahramanlar olması sebebiyle, önderin herkesi eşit
sevdiği bir ortamdan öte, herkesin birbirini eşit sevdiği bir ortam algısı söz
konusudur. Yine direnmenin, “direnişçi” kimliğinin ortaklaştırıcı olduğunu
“Kırmızılı Kadın”, “TalcidMan”, “Engelsiz Vatandaş”, “Duran Adam” gibi direniş
simgelerinin sosyal medyada “Yenilmezler” olarak ifade edilmiş olmasıyla
destekleyebiliriz.
58| Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015
Freud (1975) “Kahraman, şüphesiz kitlenin bir bütün olarak göze alabileceği
eylemleri gerçekleştirendir” (s. 96) der. Gezi’de açığa çıkan kahramanlar da
tam olarak bunu karşılar; zira kitle içinden çıkmışlardır ve direnmenin
ifadesidirler, uç ve olağandışı niteliklere sahip bize yabancı kimlikler değil, “O
yapıyorsa ben de yapabilirim” dedirtebilecek nitelikte, bizden kişilerdir.
Elbette şunu vurgulamak gerek; her önder bir kahramandır; ancak her
kahraman bir önder değildir.
Bu ortak kimlik meselesine ilişkin şöyle bir ek saptama yapmak mümkün: Gezi
kitlesini, bu az önce bahsettiğimiz toplamı ortaklaştırabilecek yegane kimlik
“ezilen” kimliğidir. Ve her ne kadar kitle içinden bireyler dahi hala “Orada işçi
yoktu” dese de yine bu toplamı karşılayabilecek ortak bir kimlik “işçi”
kimliğidir. Ancak bu kimlikler üzerinden ortaklık kurulmamıştır. “Orada işçi
yoktu.” Söyleminden beyaz yakalıların tam olarak “işçi” kimliğiyle
eşleştirilemediği sonucu çıkarılabilir. Ve kitlenin bütününün bir sınıf
aidiyetiyle orada var olmadığını da söylemek mümkün. Elbette ki bu kitlenin
öne çıkan unsurlarıyla ilişkilidir, nihayetinde özdeşim kurulanın temsiliyeti
üzerinden bu aidiyet gelişir. Örneğin; benzer bir eleştiriyi 15-16 Haziran
Direnişi için yapmak söz konusu olmayacaktır. Belki de Gezi Direnişi üzerine
tartışılması gereken temel noktalar; bir sınıf kimliğinde ortaklaşılamaması ve
beyaz yakalılarla mavi yakalılar arasında tam olarak ilişki kurulamamasıdır.
“Eşitlik koşulu, toplumsal vicdanın ve görev duygusunun köküdür”
Burada makale çerçevesinde bizi ilgilendiren kadarıyla Freud’un “ambivalans
(duygusal çiftdeğerlik)” kavramı; düşmanlık duygularının normalde sevilen
kişilere karşı yönelmesini niteler. Kitle içindeki birey, duygusal bağlanımın
devamı için bu nefret duygusunu kitle içinden olana değil, kitle dışından olana
yöneltir. Freud bunu kitle içi hoşgörüyü ve kitle dışından olana karşı
hoşgörüsüzlüğü açıklamak için kullanır. Dinsel hoşgörüsüzlüğün kaynağını da
buna dayandırır. Gezi’de de ortak “direnişçi” kimliği hoşgörüsüzlüğün içe
yansıtılmasını engelleyip, önceden çatışmalı olan unsurların bile bir arada
olmasına zemin hazırlamıştır.
Freud aynı zamanda, toplumsal yaşamın devamlılığı için, ötekinin kapasitesine
duyulan kıskançlığın bastırılması gerekliliğinden bahseder. “Eşitlik koşulu,
toplumsal vicdanın ve görev duygusunun köküdür… Toplumsal duygu,
düşmanca duygunun özdeşleşme karakteri taşıyan bir bağlanıma
dönüşümüdür.” (Freud, 1975, s. 75). Freud’un kitle psikolojisi kuramını
nevroz psikolojisinden hareketle geliştirdiğinden bahsetmiştik. Bu toplumsal
duygunun oluşumunu da frengi hastalarının ruhsallığından hareketle açıklar.
Frengi hastalarında, hastalıklarını başkalarına bulaştırma konusunda aşırı bir
Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015 |59
korku görülür, hastalarla yapılan psikanalizde bu korkunun, bilinçdışında
hastalığı başkalarına bulaştırmak ve böylece bir anlamda eşitlik duygusu
yaratmak arzusuna şiddetli bir biçimde direnç gösterilmesinden kaynaklı
olduğu açığa çıkmıştır. Kitle içinde özdeşimle kurulan libido bağlanımları bu
eşitlik duygusunu da doğurur. Saldırgan dürtünün kitle içinden bir başkasına
yöneltilmesi, bunun kişinin kendisine de dönmesiyle sonuçlanacaktır aksi
takdirde; zira o da kitlenin bir parçasıdır. Dolayısıyla kitle ideali ön plana
çıkar. Gezi Direnişi’nde de, daha önce bahsettiğimiz bir arada kalabilmek her
ne kadar mümkün olduysa da birçok kez açıkça baş gösteren bir sorun olarak,
kitlenin özellikle mitingler sırasında siyasi örgütlerin flamalarının varlığı
konusunda hassasiyet göstermesi, bu eşitlik duygusu çerçevesinde ele
alınabilir. Böyle bir saptama bizi iki noktaya vardıracaktır. Bunlardan ilki kitle
gözünde siyasi örgütlerin kitleden bağımsız ve hiyerarşi yaratabilecek bir
unsur olacağı kaygısı ve “flama” somut bir gösterge olarak açığa çıktığında
yeni bir özdeşimin yolunu açacağından, bunun kabul edilmemesidir. İkinci
noktaysa, bu durumun aynı zamanda kitle gözünde siyasi örgütlere güç
atfedildiğinin göstergesi olmasıdır. Ayrıca kitlede açığa çıkan bu toplumsal
duygu, herkesin eşit olduğu fikri, “öyleyse herkes her işi yapabilir” fikrini
doğuracağından, sorumluluk, bir kişiye ya da bir kesime ait olmaktan çıkar. Bu
da bireyi eyleme geçmeye, sorumluluk almaya itecektir. Ve özne olmanın ana
unsurudur. Aynı zamanda herkesin katılımcı olması, kişiyi de katılımcı olmaya
koşullar. Gezi’de bunun birçok örneğini görmek mümkün, barikat
malzemelerinin elden ele taşındığı ya da çöplerin elden ele toplandığı, insan
zinciri fotoğraflarının birer simge haline gelmesi boşuna değil.
Thanatos1, Dionysos2’a Dönüştü
Gezi Direnişi’nde ön plana çıkan bir başka unsur da mizahtır şüphesiz. Freud’a
göre mizah, bir savunma mekanizması olarak kullanılmaktadır. Endişeden
kaçınmayı sağlar. Aynı zamanda saldırgan dürtünün ve cinsel dürtünün çiğ
ifadesinden ziyade estetize edilerek makul hale getirilmesi söz konusudur.
Tarihsel olarak iktidarın baskısının arttığı dönemlerde, mizah da daima
artmıştır. Sansürün de en yoğun olduğu dönemlerden biri olan II. Abdülhamit
iktidarı, aynı zamanda mizahi yayın girişimlerinin en yoğun olduğu dönemdir.
Gezi Direnişi’nde de mizahın ne denli öne çıktığını gördük. Bir arada bir yaşam
içinde, saldırgan dürtüler, kitle içinden olana değil, otoriteye yöneltildi; bu
kimi zaman alenen çatışarak ortaya çıkarken, bir yandan da ortak yaşam
alanlarında mizahla açığa çıktı. Ve mizah ve sanat, kitlenin elinde bir silah
haline geldi, saldırının bir biçimi olma özelliği kazandı. İlk günlerde
küfürlerle, çiğ şakalarla kendisini açığa vuran saldırgan dürtü, zaman içinde,
çiğ bir dürtüsellik barındırmaktan öteye geçip, politize oldu. Mizah, salt
bireysel dürtü doyumu sağlayan değil, kitle ideali için kullanılan bir araç
haline geldi. Bu da yine bize, zamanla kitle idealinin, benlik idealinin önüne
geçtiğini tekrar gösteriyor.
Özneleşme ve Lenin
Gezi hakkında sıkça, Oidipus Kompleksi’ne dayalı analizler yapıldı. Gezi
Direnişi, baba figürüne karşı bir isyan olarak açıklandı. Oysa Oidipus
Kompleksi’nde erkek çocuk babanın yerini almak ister ve nihayetinde bunun
çözümünü babayla özdeşimde bulur. Gezi’de ise, iktidarı yıkmaktan ötesi
yoktu. Gezi kitlesi iktidarı istedi diyemeyiz. İktidara ortak olmak istedi demek
Thanatos Yunan mitolojisinde ölüm tanrısıdır. Bu sebeple Freud, kuramında, ölüm dürtülerini
(agresif dürtüler) Thanatos olarak adlandırmıştır.
2 Dionysos Yunan mitolojisinde şölen ve eğlence tanrısıdır.
1
60| Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015
daha yerinde olur. Fakat bu ortaklık, iktidarın burjuva biçiminden ziyade,
hayatı ilgilendiren kararlarda söz, yetki sahibi olmaktır.
Gezi Direnişi’yle birlikte, bireylerin öznelinde; özne olma hissi ve gerçekliği
kolektif içinde yaşandı. Özne, kişilerarasında üretilen bir olgu şeklinde ortaya
çıktı; hiç kimsenin değil, herkesin ürünü olarak. Bu durumda, bireyle toplum
arasındaki ilişkinin bir kez daha döngüsel bir biçimi olduğu gözlendi. Bireyin
veya toplumun nerede başlayıp bittiğini belirtmek çok zor; mümkün mü, bu da
bir tartışmadır. Gezi Direnişi’ni psikolojik açıdan ele alırken de, bireyleri
durağan bir psikolojide değil, sürecin içindeki değişimleriyle düşünmek
gerekiyor.
Gezi Parkı’nın işgali sırasında, psikolojinin klinik/kriminolojik tedavi
yönteminin askıya alındığını söyleyebiliriz. Terapistle danışan, seanslarını
bırakıp aynı barikatta buluşabilmiştir. Gezi, birçok “hasta”ya depresyon
ilaçlarını bıraktırmıştı. Savaş durumlarında birçok şey askıya alınıp, hayatın
eşikleri yükselir. Gezi’de, iktidara karşı kazanımla çıkan ruhla, bir savunma
savaşının can derdindeki ruhu karıştırmamak lazım. Gezi’de kurucu bir güçten
gelen iyimserlik ve değişimler insanları, dertlerini çözmeye götürüyordu.
Dünyadaki depresyon artışının, kapitalizmi dayatan iktidarla ilişkisi olduğunu
düşünürsek; Gezi’de insanların psikolojik açıdan rehabilite olmalarına da
şaşmamak gerek.
Gezi Direnişi’ne katılan bireyler, öncesinde örgütlü veya örgütsüz olsun, kendi
direnişçi kimliğini yarattı. Bu kimlik, direnen herkesin taleplerinin taşıyıcısı ve
simgesidir. Bu ve öznenin kolektifle ilişkili bir olgu olması sonucu, bizi bir kez
daha Lenin’i okumaya götürüyor. Leninist parti anlayışında, parti tüm
meseleleri burjuva iktidarı yıkmak üzere birleştirir ve örgütü kolektif bir özne
olarak görür. Bugün Leninist parti ve mücadele anlayışını diğer birçok
mücadele alanında olduğu gibi, bizi de değerlendirmeye sevk eden sebepler
bulmaktayız.
Son olarak, Gezi Direnişi’ne katılan bedenlere değinmezsek bu makale eksik
kalacak. Sosyal medyanın Gezi Direnişi’ndeki etkisi uzun uzun değerlendirildi.
Bedenin mücadeleye katılımı, belki de normal karşılandığından
değerlendirilmedi. Beden tartışması bir yanıyla da korkutucu; çünkü “güç”ü
tartışmaya çekiyor. Beden, insanın kavgadan gürültüden uzak kalmaya
çalıştığı, her şeyi akıl yoluyla çözmeye çalıştığı bu çağda, algıda kaba ve ilkel
bir varlık haline dönüştü. Fakat sınıf kavgasının kaba şiddeti barındırdığı
açıkken, bedeni de mücadeleye katarak sokaklarda, meydanlarda yer tutmak
zorundayız. Aklın izinde, bedenin cesaretiyle, iyi direnişler!
Kaynakça
Sigmund Freud, “Kitle Psikolojisi” (çev. Kamuran Şipal), Bozak Yayınları, 1975
Gustave Le Bon, “Kitleler Psikolojisi” (çev. Hasan İlhan), Alter Yayınları, 2009
“31 Mayıs 2013: Devrim Taksim’de Göz Kırptı”, Kaldıraç Yayınevi, Temmuz
2013
Ellias Canetti, “Kitle ve İktidar” (çev. Gülşat Aygen), Ayrıntı Yayınları, 2010
S. Budgen, S. Zizek, S. Kouvelakis, “Yeniden Lenin” (çev. Cumhur Atay),
Otonom Yayıncılık, Ocak 2011
Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015 |61
Vefa Saygın Öğütle, Emrah Göker, “Gezi ve Sosyoloji, Nesneyle Yüzleşmek,
Nesneyi Kurmak”, Ayrıntı Yayınları, 2014
Gezi, Kitle ve Özneleşme
Uğur Sezer, İdil Özkurşun, Oğuzhan Sezer
Fransız devrimiyle baruttan daha güçlü bir silah keşfedildi: Kitleler.* Bu olay kitlelerin
ne ilk ayaklanışıydı ne de son. Fakat aydınlanma çağının da paralelinde kitle olgusu
yeni yol, yöntem ve bakışlarla incelenmeye başlandı.
Kitle kavramı, akademik olarak, hareket tarzıyla kavramsallaştırıldığında herhangi bir
niteliğe sahip küçük ya da büyük insan topluluğu için kullanılabilir. Fakat bizim
araştırmamız, efendi köle ilişkisinin, köle konumunda olan gruplarının, kitlesel
hareketlerinde özgürleşme olanaklarını nasıl yaratabilecekleri üzerine.
Gezi Direnişi gibi iktidara karşı meydana gelmiş, süren ve başlayan birçok kitle
hareketi kısa ve uzun vadede özgürleşme yolları açmıştır. Kolektif yıkım aynı zamanda
kolektif yapımdır. Biz, bunun nüvelerini doğrudan görsek de, sömürüsüz bir kolektif
yaşama geçebilmiş değiliz. Fakat hareket kaybolmuş değil, dönüşmüştür. Ve
dönüşmeye devam edecektir. Bu dönüşüm tek başına olumlu bir kavram değildir.
İktidar ve direnenler arasındaki çatışmaya göre şekil alır.
Bizler de, 21. yy’da dünya çapında oluşmaya başlayan ve Gezi Direnişiyle bizim de
deneyimlediğimiz bir kitle hareketi üzerinden; Freud’un kitle psikolojisi kuramı ve
söylemsel psikoloji teorilerinden yararlanarak kitlesel eylemleri ve ortaya çıkardıkları
olanakları anlama arayışına girdik. Kitle kavramının ne manaya geldiği/
getirildiğinden başlayarak; Fransız İhtilali değerlendirilmelerinden, Gezi ve bugün
dünya çapındaki kitlesel eylemler üzerinden; kitlesel eylemleri özgürlük arayışı içinde
bir praksise yerleştirmek üzere ele alınacaktır.
* İhsanOktayAnar / YEDİNCİ GÜN
Navê Pêşkêşeyê: Gezî, Girse û Subjebûn
Uğur Sezer, İdil Özkurşun, Oğuzhan Sezer
Bi şoreşa Fransayê re çekeke ji barûdê bihêztir hat vedîtin: Girse.* Ev bûyer ne
serhildana pêşîn a girseyan bû ne jî ya dawîn bû. Lê li gel serdema ronakbîriyê
diyardeya girseyê bi rê û azîneyên nû hat vekolandin.
Têgiha girseyê, ji aliyê akademîk ve, gava ku bi awayê xwe yê tevgerê ve bê têgihkirin,
dikare ji bo komên mirovan ên biçûk an jî mezin ên xwediyê çawaniyekê bê bikaranîn.
Lê lêkolîna me li ser têkiliyên kole û koledar, tevgera kesên kole gelo dikare çawan
derfetên azadiyê biafirîne ye.
Gelek tevgerên girseyî yên ku wek berxwedana Geziyê li hemberî desthilatdariyan
dest pê kirine ûdomiyane pêk hatine, di demên kurt de derfetên azadiyê afirandine.
Hilweşandina kolektîf di heman demê de avakirina kolektîf e jî. Her çiqas em nîşanên
vê yekê rasterast bibînin jî, em hîna derbasî jiyaneke bê kedxwarî û kolektîf nebûne.
Lê tevger hîna winda nebûye, veguheriye. Û dê ev veguherîn bidome. Ev veguherîn bi
tena serê xwe ne têgiheke erênî ye. Li gor şerê navbera desthilatdarî û berxwedêran
teşe digire.
Me bi riya tevgereke girseyî ya ku di sedsala 21’emîn de li tevahiya cîhanê pêk hatiye û
bi berxwedana Geziyê me jî ew ezmûn jiya; ji teoriya derûniya girseyî ya Freud û
teoriyên derûniya vegotinî sûd wergirt û hewlda ku tevgerên girseyî û derfetên ku
diafirînin fêm bikin. Em ji wateya têgiha girseyê û wateyên ku lê tên barkirin dest pê
62| Eleştirel Psikoloji Bülteni, Sayı 6, Nisan 2015
bikin, şoreşa Fransayê binirxînin û bi riya Gezî û tevgerên girseyî yên li tevahiya
cîhanê ji bo lêgerîna azadiyê di nav praksîsekê de bi cih bikin û binirxînin.
Pêşkêşe dê bi taybetî li ser têkiliya navbera derketin û paşvekişîna ji kuçeyê;
dem/mekanên afirîner/ avakariya civakî yên ku bi hilweşîna civakî dest pê dikin; û bi
taybetî têkiliya di navbera girseyîbûn û Subjebûnê de binirxîne.
* İhsan Oktay Anar / YEDİNCİ GÜN
Gezi, Mass and Becoming Subject
İdil Özkurşun ,Oğuzhan Sezer ,Uğur Sezer
By the French Revolution, a weapon stronger than gun powder was discovered:
Masses*. This event was not the first revolt of masses nor the last. But parallel to the
age of Enlightenment, the phenomenon of mass was examined though new ways,
method and views.
The concept of mass, if conceptualized based on moving, can be used for any small or
big group of people having any kind of quality. But our research is on how the groups
on the slave position in the master and slave relationship, can create opportunities of
liberation in their mass movements.
Many of mass movements that rose against the powerful and continues and starts, like
Gezi Resistance, has opened ways of liberation int he short or the long run. Even if we
have seen the footprints of this directly, we haven’t found ourselves in a nonexploitative, collective life. However, the movement has transformed rather being lost.
And this transformation is going to continue. This transformation on its own is not a
positive concept. It takes shape according to the conflict between the powerful and the
resisting.
Using the mass movements that are coming into life in the 21th century and one of
which, by Gezi Resistance, we have experienced, we started our search for
understanding the mass movements and the opportunities that are brought forward
by them by using Freud’s theory on mass psychology and theories of discourse
psychology. Starting from what the concept of mass has been and made to be, making
evaluations on French Revolution, Gezi and mass movements throughout the world,
mass movements are taken into account in order to place them into a praxis in search
for liberation.
The presentation and the discussion is specially going to touch the subjects of, bodies
going to streets and going back; socially building/destructing places/times that start
with social destruction; and the relationship between becoming massive and
becoming a subject.
* İhsanOktayAnar / YEDİNCİ GÜN

Benzer belgeler

PDF olarak kaydet - Alternatif Politika

PDF olarak kaydet - Alternatif Politika kitabının İngilizce adı “Group Psychology”. Buradan Freud’un sosyal psikolojiye dair bir çalışma yaptığı anlaşılabilir; ancak kitabın Almanca orijinal ismi “Massenpsychologie” yani İngilizceye çevi...

Detaylı