bytes shıftıng - Muzeyyen Engin Erim
Transkript
bytes shıftıng - Muzeyyen Engin Erim
3. KİTAP Müzeyyen Engin Erim YİĞİT ALİ ADINI NASIL KAZANDI ve GELECEĞİN OKULU 7 Yaş ve üzeri için iki uzun öykü *** YİĞİT ALİ ADINI NASIL KAZANDI Köyüme İlk kez baharda dönüyordum. Aslında dönmek değil de uğramaktı bu. İş gezilerime denk düştükçe köye uğrardım. Kısa kaçamaklar gibi. Ağabeyimi ve çoluk çocuğunu görmeye, yanıma katacakları köy ürünlerini hazırlamalarını beklemeye yetecek kadar... Otobüsün iki yanındaki tarlalar göz alabildiğince yemyeşildi. Şoföre yol ayrımında ineceğimi söyledim. Bu coşkun yeşile bürünmüş güzel tarlalar, ağabeyimle son konuşmamızı anımsattı. “Düşün sen hele bir,” demişti ağabeyim. “Köylü, toprağını ekip biçmeyi bir durdursa, insanların hali nice olur? Düşünebiliyor musun? Sen hele düşün bir!..” Bırrrr! Böyle bir yok edişe dünyanın hiç bir yerinde girişilebileceğine inanamam. Düşünemem. Ne demişler? “‘Çiftçinin yüreğini açmışlar. İçinden kırk tane bahar çıkmış!” Ağabeyimin kırk umut yılı istiflenmiş yüreğine kavuşmayı özledim. Yol kıyısında çok beklemedim İlçenin minibüsü tez geldi. Kestane Pazarı’nda, Şadırvan karşısında, bakkal H. F. G. nin iş yerine çabucak vardık. Burası adresinin düşündürdüğü görünümden her zaman yoksundu. Şimdilerde bir köşesine tahıl çuvalları istiflenmiş beton bir depo olmuştu. H. F. G. işlerini küçük camlı bölmesinden çeviriyordu: Bir telefon, bir masa, bir kasa!.. Artık büyük tüccardı. 2 Güzel olan yanı dükkânı hâlâ bizim köyün buluşma yeriydi. Pazartesi günleri ilçe pazarına inen köylüler öğleden sonra saat ikide ve dörtte buradan onları toplayan minibüsle köye dönerlerdi. İlk postaya yetişmeyi hesaplamıştım. Dükkâna tanımadığım yüzler doluşmaya başladı. Aralarında yabancılık çektim. Heybesini omzundan yere indiren bir ihtiyara yaklaştım. Kimdi? Çıkaramadım. Ama sordum: "Ali Tokman pazara inmedi mi, Dede?" "Ali Tokman mı?... Yiğit Ali’yi mi soruyon, sen?" Dedi. Ağabeyimden Yiğit Ali diye söz etmekten hep kaçındım. Adını hak etmediğinden değil. Övünmek gibi geliyor da ondan! Aslında benim yanımda o ufak tefek kalır. Şimdilerde ise her görüşümde sanki daha da ufalıyor. Ama işte koskoca dede, ona Yiğit Ali demekte. "Aha!.. Geliyor!.." Döndüm baktım. Ağabeyim, sağlam beyaz dişlerinin armağanı kocaman gülüşüyle yaklaşıyordu. Sımsıkı kucaklaştık. Beni saran kolları ilk kez kurumuş ağaç dalları gibi kof ve hafif geldi. Peki beni böyle sımsıkı saracak gücü nerden buluyordu. Son yıllarda kendime eklediğim yirmi kiloyu düşününce bir gram yağ bulunmayan bedenine gıptayla baktım. Minibüsün en arkasına altı yolcu ve dizlerimde bir keçi kafasıyla birlikte dizilmiştik. Camdan dışarısını görmem olanaksızdı. Bu arada ağabeyim köyden haberler verdi: "Bu yıl, buğdayın çıkımı yok! Evinini alamadı buğday. Kuraklık gitti... Geçen yıl pamuk ekmiştik. Ama tarlayı çepellendirdik..." Geçen yıl tarlasını ayrık, kamış, kanyaşı, ot sarmıştı. Bu yıl da hasatın yüz güldürmeyeceği belliydi. Dertler yine de kavuşmanın sevincine gölge düşürmüyordu. Köye vardığımızda derenin bu yamacında biriktirmeye başladığı tahta ve kalas parçalarını gösterdi. Kafasında ve gönlünde büyük işler vardı. Bir tavuk damı yapacaktı. Köyden kadastro geçmişti. Şimdi karşı bayırda toprağı olmuştu. Oraya vişne fidanları dikmişti. Gözlerini kıstı. Keskin gözleri uzak yamaçta kımıldayan benekleri taradı. "Oğlanlar orda!.. Gece fırtına patladıydı. Bakalım zarar var mı? Anlıycez!" Bayırdaki benekler hızla bayır aşağı akmaya başladılar. Onlar da bizi görmüşlerdi. Eve döndüğümüzde kapıda kavuştuk. Oğlanlar, tepeme kadar sıçradılar. 2 3 Ertuğrul dokuz, Cenk, on ikisindeydi. Ablaları Zeynep, komşudan çıktı geldi. O, on üç yaşındaydı. Yaşına göre serpilmiş cici bir kız olmuştu. Yengem Mahide, beyaz tülbent başörtüsünü sıkılaştırarak kapıda göründü. Karnı Hüt Dağı gibi şişmişti. Gene gebeydi! Ağabeyim, biraz mahcup, bana yan gözle bakarak gülümsüyordu. "Sen bu kadar yavaş olmayaydın..." dedi, "Farkı biz kapatıyoruz. Nedecen..." Cenk gördüklerini yetiştirdi: "Bütün fidanları kırmışlar, baba. Ama göstericez onlara günlerini!.." "Onlar kim?" diye sordum. " Biri Uzun’un Osman! Önümüzden kaçtı, Kel’lerin oraya saklandı. Ama onu tanıdım. Valla oydu!" "Niye kırsınlar ki? Fırtına kırmış olamaz mı?" dedim. Cenk karşı çıktı. "Fırtına hepsini kırmaz. Ben biliyorum. Onlar yaptılar, bile bile yaptılar." Oğlanlar zıp zıp sıçrıyorlardı. Bir kez kuşkulanmak onlara yeterliydi. Harekete geçmeye hazırdılar. Tıpkı yıllar önce babalarının yaptığı gibi... Güneş tepenin ardına kaçmıştı bile. Hafif rüzgâr çıkmıştı. Otuz şu kadar yıl önce tam şu kapıda duran çocuktum sanki. Ağabeyimle göz göze gelince kahkahalarımızı saldık. Oğlanları kafalarından tuttu. Kendine çekti. Saçlarını karıştırdı . "Bir kuşkuyla şimdi urgana mı kıyacaz, ‘lan?.. " dedi, " Köy meydanında falaka mı kurdurtacanız bana. Fırtına yüzünden herkes merakından bahçesine koşmuştur. Amcanız anlatsın bir, sizin gibiyken ne haltlar yediydik. Sırf benim kuşkuculuğum yüzünden!" Akşam tez indi. Yediğimiz haltları onlara anlatmama zaman yetmedi. Yemekten sonra onlar bahçe sulamaya indiler. Ben tek başıma biraz dolaştım. Gökyüzünde tepeleri hizalayarak biçimlenen bulutların aralığından yıldızlara baktım. Sabah erkenden yolcuydum. Eve dönüp yattım. Ertesi sabah, daha otobüs yolculuğumda notlar almaya başladım. Bir dahaki gelişimde çocuklara Yiğit Ali’nin öyküsünü yazıp getirmeyi kafama koymuştum. İşte!.. Şimdi okuyacağınız bu öykü, Yiğit Ali’nin adını nasıl kazandığının öyküsüdür. O gün, daha gün batımında hava fırtınayı haber verir gibiydi. Güneş tepenin ardına kaçar kaçmaz rüzgâr savurganlaştı. 3 4 Teyzemin eltisi, eteklerini rüzgarda savuraraktan çıktı geldi. Diyeceğini anamın kulağına nefes nefese der demez gerisin geri Aşağı Köy’ün yolunu tuttu. Anam da beni tez, ağabeyimi çağırmaya koşturdu. Kendimi dikenlere yırttıra yırttıra tepeye vurup koşmaya başladım. Anlamıştım. Teyzemin vakti gelmişti. Bebesini doğuracaktı. Gizli kovuğa daha varmadan sesimi saldım. "Aliiiii!..... Anam çağırır, Aliiiiii!...." Vadiye dönük kovuk henüz güneşini yitirmemişti. Ali bu yeri kimse bilmesin isterdi. Bir tek ben biliyordum. Sıkı tembihliydim. Uzun otlar girişi gözden saklıyordu. İçindeki koca ağaç kökünü dere boyundan buraya sürükleyerek taşımıştık. Ali onu yontardı. Kendimi kıç üstü kovuğun çukuruna saldım. İşine öylesine dalmıştı ki ne kadar yırtınsam beni duyacak hali yoktu. Biraz oturup gözledim. Sonra kulağına bağırdım. "Anam çağırır, çabuk! Aşağı Köy'e gidiyor. Teyzemin vakti gelmiş! " Bana şöyle bir kaş çatarak baktı. Sonra yerinden fırladı. Anlaşılan kızmakla geçirecek vakti yoktu. Kenardaki çalı çırpı öbeğini kaptığı gibi yontusunun üzerini örttü. Kovuktan fırladı. Elini uzatıp beni de çekti. Koşmaya başladık. Dama girdiğimizde yer yatağımız seriliydi. Anam, babamın yatağını toplamış, yerine bizimkini sermişti. Babam köyün bekçisiydi. Gündüz uyur, gece köyü korurdu. Ocağın önünde sinideki sahanda çorbanın dumanı tütüyordu. Anam yanına ayran çalmış, yeşil soğan koymuştu. Hiç yüzümüze bakmadı. Ateşi külledi. Lâmbayı yaktı. Fitilini kıstı. Baş örtüsünü bağladı. Koltuğunun altına bohçasını aldı. Kapıya gitti. Karnı dağ gibi şişkindi. Biz de kardeş bekliyorduk. Gene de dal gibi incecik bir kadındı. Çıkmadan döndü. "Yiyin, yatın!" dedi, "Kapıyı dayayın. Hırsıza ursuza tetik olun!" Ardından bakmaya kapıya koştuk. Rüzgâr gömleklerimizi savurdu. Saçlarımızı karıştırdı. Büklümde kaybolmadan önce anam gene bize döndü. "İçeri girin! Hadiii!.." İçeriye kaçtık. Ali kapıyı kapadı. Kol demirini dayadı. Sürgüyü sürdü. Yemeğe oturduk. O her zamanki gibi ekmeğin büyüğünü bana böldü. Son lokmayı bana bıraktı. Ben altı yaşındaydım. Ali, dokuz! Bir süre rüzgârı dinledik. Fırtınaya dönüşmüştü. Pencere gömmesine sığışıp camdan baktık. Şimşek çaktı. Işığı bütün bayıra ağaçların resmini çizdi. 4 5 Yatağa kadar dört ayak gidip içine girdim. Ali yatağa gelmedi. Duvar dibindeki yer tahtalarını kaydırdı. Ahır kapağını açtı. Lambayı eline aldı. O zaman ben de yataktan fırladım "Önce ben inecem. Tut!" dedi. Lambayı bana verdi. "Anam dövecek ama..." dedim. "Beni döver. Korkma. Tut!" Lambayı aldım. O kerevetin altına girdi. Bir bohça çekip çıkardı. Kendi mintanından bohça yapmış, içine ot toplamıştı. Otları kalbura döktü. "Bel-Kaya’dan topladım. Çıldıran otu! Her bir hastalığa iyi!" Ali ne derse inanırdım. Gene de sordum. "Bunu yerse iyileşir mi?" "Sabaha ayağa dikilir." "Peki nasıl yedirecen?" Asıl iş oydu. Otları yedirebilmekti. Koca Sarı Balca öküz üç gündür aç açına, yemiyor, içmiyor, geviş getirmiyor, yattığı yerden her ahıra girene öylece bakıp duruyordu. Ali’yle çeşit çeşit otlar topladık getirdik. Ağzına sokmaya çalıştık. Sokturtmadı. Babam koca çatalla kıçını dürttü, kımıldatamadı. Anam,“Baytara götüremedik. Baytar getiremedik. Ne edeceğiz?” diye sızlandı durdu. Hastalandığına köyde önce kimse inanmadı. O, evlenenlerin uğuruydu. Akça’ların Suna Kız, “Düğün alayımın başında Sarı Balca yürümeden oğlan evine gitmem,” diye direndi. Düğününü erteletti. Her gün ahıra geldi. Alnını koca öküzün alnına dayadı. “İyileş, ne olur!” diye yalvardı. Balca öküzümüz, o gece de inadını sürdürdü. Ağzını açmadı, açtırtmadı. Geriye odaya çıktık. Ali lambayı kısıp yanıma girdi. Ben yalvardım. " Haydi masal söyle. Devi söyle! Ne olur!" Beni ikiletmedi. Bu masalı söylemeyi o da severdi. Korkudan titrer, Ali’nin elini arar bulur, sıkıca tutardım. O, başladı: ."Bir varmış... Bir yokmuş... Evvel zaman içindeymiş... Koca dağın yamacında bir dev yaşarmış!... Dağ yolundan geçenlerin çocukları kaçırır, götürür mağarasına kaparmış. Mağarasında çok çocuk varmış. Her gün bir tane közleyip yermiş..." Masalın sonunu getiremedim... Her zamanki gibi uykuya geçtiğimi bilmeden uyudum 5 6 Düşlerimizi bize Düş Perileri gördürür. Nereden mi biliyorum? Öyle inanıyorum da ondan. Niye inanmayayım? Bu konu üzerinde çok düşündüm. Masalcılar gibiyim: Yani onların yaratıcısıyım. Düşündüm ki çocuklara düş gördüren perilerle büyüklerinkiler farklı olmalıdır. Sanırım, çocuklarınkiler daha çocuklukları bitmemiş genç perilerdir. Onlar çocuktan, çocukluktan anlarlar. Ancak yanlarında bir de yetişkin peri olur. İkişer ikişer dolaşırlar. Çünkü yetişkin periler genç perilerin bir yandan eğitimlerini tamamlatır, öte yandan onları kontrol altında tutarlar. Kontrol altında tutulmasalar bu küçük periler küçük çocuklara kim bilir ne inanılmaz, ne hınzırca düşler gördürürler. Bence işte o gece, biri genç, öteki yetişkin iki düş perisi, düş gördürmeye biz iki oğlan kardeşin yatağının başucuna geldiler. Biz ayni yatakta yatardık. Uyurken ağabeyime iyice sokulurdum. Acemi periler sanırım bu kadar yakın uyuyanların düşlerinde bazen kargaşaya neden oluyorlar. Ya da birinin gördürdüğü düşü öteki etkilemeye kalkışıyor. Bizi perilerin gözünden anlatmayı deniyorum: Çocuklardan büyük olanı, kaşları çatılı, yumrukları sıkılı uyuyordu. Düş perilerinden genç olanı, “Şu sıkıntılı yüze bak! Yaramaz bir iş yapmış, belli! Onu bana bırak, ne olur! Ona korkunç bir düş gördüreyim,” dedi. Pek hevesliydi. Tam da korkunç korkutucu düşler gördürmeyi öğreniyordu. “Ne gördüğüne hemen kapılma... Önce onun yüreğini yokla! Sabırla yokla ki, bak neler bulacaksın,” dedi yetişkin düş perisi. Düş gördürecekleri kimselerin yanına varınca perilerin ilk yapacakları iş zaten buydu. Onların yakın zamanda yaşadıklarını, onları etkilemiş, yüreklerini hoplatmış olayları, o kişilerin belleklerinden seçip derlerlerdi. Şimdi de öyle yaptılar. Yetişkin düş perisi, “Beni izle!” dedi, “Bu üzgün çocuğa güzel bir düş gördürmeliyim. Ömrünce unutmayacağı bir düş! Doğrusu hak etmiş... Bak, ellerini bütün kanatmış. Bütün kaya diplerinden şifalı ot toplamış. Hasta öküzünü bir türlü iyileştiremiyor. Bu oğlan, Aşağı köyün yarış atı Duman’a tutkun. Bir kez binmek için canını verir. Onu Duman’a bindireceğim...” Yetişkin peri elini Ali’nin başının üzerinde tuttu. Ali anında kendini Aşağı köyde buldu. Aslında düşün içinde olduğunu biliyordu. Ama öylesine gerçekti ki... Kaya dibinde, pınarın orda çömelmişti. Bir de baktı Duman da pınardan su içmekte. Ortalıkta kimsecik yok! Bir Duman, bir kendisi... At kaçmasın diye usulca ayağa kalktı. Duman, kaçmak yerine yanına yanaştı durdu. “Haydi bin! Atla sırtıma!” der gibiydi. Ali, atladı Duman’ın sırtına. Atlar atlamaz Duman bir atılımda suyu, çimeni aştı. 6 7 Doğru ormana daldılar. Ali, Duman’ı dört nala sürüyordu. Rüzgâr gibiydiler... Nasıl da mutluydu... “Öf be!.. Yaman düş oldu!.. Uçuruma sür onları! Uçuruma sür!..” diye haykırdı düşü izleyen öğrenci peri. Yetişkin peri, hızlıca yaramaz genç perinin ağzını kapattı. Ali, önünde açılan uçurumdan kıl payı kurtuldu. Duman’ın uzun, güzel sıçrayışıyla yarın üzerinden uçtular, geçtiler... Yetişkin düş perisi küçük öğrencisine kızdı. “Benim gördürdüğüm düşü sakın bir daha etkileme! Yaparsan cezalandırırım. Kanadından tüy yolarım!.. Bak, söylemedi deme," dedi. “Niye kızıyorsun? Ne güzel uçurdun işte onları,” dedi küçük peri, “Düşün en güzel yeri oldu. Aslında bana kızamazsın. Korkulu düş gördürmeyi yeni öğrendim. Aklım hep korkutmaya gidiyor. Peki, o atla gezsin! Beni küçük kardeşle bırak. Yaramaz bir iş yaptıysa onu korkutabilirim, izin var,değil mi? Ama korkulu düş göremez ki bu! Baksana, melek gibi uyuyor! Biliyorum, biliyorum. Görünüşe kapılmayacağım. Yüreğini yoklayacağım. Sabırla!.." Küçük peri elini Hasan’ın alnına uzattı. “Oooo!.. Bunun yüreği ne taze korkularla, ne taze acılarla doluymuş!..” dedi, “Oooo!... Canının yanmasından korkuyor, bu!. Ateşten... Alevli ateşten korkuyor. Ne kabahat işledi ki, böyle korktu bu çocuk?..?" “Bana mı soracaksın?” “Azarlamasan olmaz... Ama nedenini buldum. Ateş kuşu yapacak çocuğa kibriti o götürmüş! Evet! Evden gizliden almış, ateş kuşu yapsın diye o kötü çocuğa götürmüş vermiş! Ağabeyinin kuşu kurtarıp salıverdiğini bilmiyor... Güzeeel!.. Şimdi Sivrikaya’daki mağaraya bırakacağım onu. Masaldaki devin tutsağı olacak! Mağarada daha başka devler de olsun. Koca bir ateş yakmışlar. Kötü kötü gülüyorlar. Sırf onu korkutmak için...” Şimdi ben de düşümdeydim. Düşümde ağabeyimden dinlediğim masalın içinde, devin mağarasındaydım. Bir çok dev daha, koca bir ateşin çevresindeydiler. Kayalık duvarda korkunç gölgeleri vardı... Kıllı korkunç yüzleriyle... Sivri korkunç dişleriyle... Korkunç eğleniyorlardı....... Bir tanesi ensemden yakaladı. Beni havaya attı. Havada elden ele geçirdiler. Ben debelendikçe bağırıyorlardı: “Yağlayalım!.. Tuzlayalım!.. Közleyelim yiyelim!.... Yağlayalım!.. Tuzlayalım!.. Közleyelim yiyelim!...." Sanırım yetişkin düş perisi öğrencisini burda durdurdu. “Bu kadar korkutulmaz bir küçücük çocuk!.. Korkuyu, kurtuluş umuduyla birlikte vermelisin ona!” dedi. Yaramaz düş perisi fazla ileri gittiğini kabul etti. 7 8 “Peki, peki, Ölçüyü kaçırdım. Peki!” dedi, “ İşte!.. Bak, babası yetişti... Devlerden bile büyük. Başı mağaranın tavanına değmekte. Zaten köyün bekçisi! Tabancası elinde. Bam!.. Bam!.. Bam!..” Düşümde babam bana bir kangal ip fırlattı: “Bağla köpoğullarını. Sabaha jandarmaya verelim. Görsünler günlerini!” dedi. Ama, ip birden alev kangalına dönüştü. Alevin içinden bir kuş bakıyordu. Nereye dönsem alevler... Burada öteki düş perisi gene işe karıştı. Kuş alevlerin içinden çıktı. Mağaranın kapısına uçtu, kaçtı kurtuldu. Alevler söndü..... Yatakta kuru kuru hıçkırıyormuşum. Hıçkırıklarım Ali’yi uyandırmış. O da beni uyandırdı. “Uyan, ne oldun ‘len? Uyan ne oldun?.. Korkma! Düş gördün! Geçti...” dedi. Ağzımı açtırdı bana. Başparmağını ağzıma soktu, damağıma bastırdı. Su getirip içirdi. Başımı koluna yatırdı. “Düş gördün. Haydi uyu!.. Yarın anlatırsın. Ben de düş gördüm. Belki daha görürüm... Şimdi uyuyalım...” dedi. Böylece ben düşümde babamın elini tutup köye döndüm. Ali, Duman’ın üzerinde kırlarda at bindi. Keyif sürdü. O gece gördüğümüz düşleri, o geceye tam yaraşacak türden,hiç unutulmayacak düşleri, biz de hiç unutmadık!.. Biz uyurken, köyün gece bekçisi babam, Veli Tokman, köyde devriye gezmekteydi. O geceyi ona sayısız kez anlattırmıştık. Neredeyse attığı her adımı, söylediği her sözü biliyorduk. Her gece köyü gözlerken, bir yandan bıyıklarını burar, bir yandan adımlarını saya saya tüm çevreyi dolaşırdı. O bıyıklar ünlüydü.Eve dönüp bizi öptüğünde çoğu kez yağmurdan ıslanmış olurlardı. Kendine bir yol haritası çizmişti. Haritasının yollarını hiç şaşmadan izlerdi. Köyün toprağında, taşında, ormanında her gece gezmediği bir karış yer kalmazdı. O gece de adımlarını sayaraktan köyü kollamaktaydı. Anamsa Aşağı Köy’e varmıştı bile. Anama uzun boylu derlerdi. Adımlarının uzunluğuyla ise değme erkek baş edemezdi. Teyzemgiller bize göre varlıklıydılar. Büyük evin içini telâşlı kadınlar doldurmuştu. Annemi sevinçle karşıladılar. Kazanda sıcak suyu hazır etmişlerdi. Ama Dudu Ebe ortalarda yoktu. Meğer daha önce Yukarı Köy’den çağrılmışmış. Daha da dönmemişmiş. 8 9 Dışarıda fırtına gümbürdüyor, yağmur damı dövüyordu. Camları buhar sarmıştı. Kadınlar teyzemin başına toplanmışlar, “Sabret, bekle, ıkınma, ebe gelmeden doğurma,” diye onu oyalamaya çalışıyorlardı. "Merak etme, eltisinin emmisini peşinden koşturduk. Gelir gari," dediler anama, "Gelir de bu havada nasıl gelir?.. Dur seni de bir yoklayalım, kız... Senin de vaktin gelmiş mi yoksa?" Anamı yoklayan kadın, "Anaaa! Doğurmak için hepiniz bu geceyi mi seçtiniz? Bu da yolda Kız! Bu da geldi geliyor!" dedil. Bizim köyde de şimşekler çakıyordu. Ali patlayan gümbürtüden sıçramış. Sıçraması beni de uyandırdı. Uyanık durunca, "Bir masal daha anlat!" diye tutturdum. "Başka bilmiyorum. Uyu! " dedi. Yatağın içinde oturdum, "Uykum yok," dedim. "Var. Gözlerini ovuyorsun." O sırada kapıya sertçe bir şey vurdu. İkimiz de sıçradık. Ali: "Sırık devrilmiştir," dedi. "Anamı isterim," diye sızlanmaya başladım. Ali beni avutmaya koyuldu. Başka zaman olsa kızardı. "Tez gelir. Bebe doğunca hemen döner. Hadi yat uyu..." O zaman daha da nazlandım. "O zaman babam gelsin! Babamı çağıralım." "Babam işinde gücünde... Köyün bekçisi değil mi babam? O köyü bekliyor. Köyü beklerken bizi de bekliyor. O olmasa meydan boş kalır. Hırsızlar, ursuzlar, katiller hep ondan ortaya çıkmıyorlar. Saklanıyorlar." "Peki, onlar...Hırsızlar... Katiller... diyosun. Nerede saklanıyorlar? "Ne bilem. Herkes kendi inine saklanır..." "Sen inlerini bilmiyo musun?" Ağabeyim alnını kırıştırdı. Sesine gizem kattı. "İnleri bilinmez. Bilinse babam yakalar." "Bizim köyde var mılar ki? Onlar.. Hırsız... Katil olan..." "Yok!" 9 10 "Ne biliyosun? Gizleniyorlarsa?" Ağabeyim sabırla bana anlatmaya girişti. " Adam adamın malını çalarsa hırsız olur. Bizim köyde kimin malı çalındı? Adam adamı öldürürse katil olur. Bizim köyde kim kimi öldürdü?" Bu kez iyice meraklandım. "Katil, nasıl adam ki?" Ali yataktan çıktı. Raftan katlanmış gazeteyi aldı. Yerde açtı. Kırışmışını düzeltti. Lambanın alevini büyüttü. Parmağını gazetede bir adam resminin kafasına bastırdı. "Nah, işte! Bu adam katil!" İkimiz de sustuk. Kıllı yüzlü korkunç surat bellenmek ister gibi bize bakıyordu. Ama benim içim rahatlamıştı. "Bizim köyde böyle adam yok," dedim." Bunun boyu, na tavana kadardır. Elleri, na bu sini kadardır. Sivri kayanın ordaki kovukta gizlenirler herhal... Babama söyliycem. Gitsin hepsini yakalasın... " Ali, sözcükleri söke söke fotoğrafın yazısını da okudu: "Hunharca cinayet. Davran canavarı suçunu itiraf etti. İki kardeş evde yalnızken kapıyı tanımadıkları adama açınca katilin kurbanı oldular. Devamı sa nokta yedi sü nokta beşte." Sonra yırtık gazeteyi özenle katladı. Gene rafa koydu. Lambayı kıstı. Yanıma yattı. "Hadi uyuyalım." Yatağımız anamın kucağı gibiydi. Dışarıdaki uğultuyu dinleyerek uyuduk... Dudu Ebe en sonunda teyzemgilin evine dönmüş. Eve girdiğinde kadınlar önünü kesmişler. Dudu Ebe’yi durdurdurup sormuşlar: "Yukarı Köy’e kız mı geldi, oğlan mı?" "Oğlan geldi, oğlan!.. Hem de nur topu gibi bir oğlan!" O zaman kadınlar, "Yaşa! Güveyimiz hazır desene!.." diye çığrışmışlar. Dudu Ebe hem soyunuyor, hem anlatıyormuş: "Tez yetiş, dediler. Bu havada dağ bayır demedim. Tez varayım diye keseye vurdum. Koş Allah koş... Bir de vardım. Velet beni beklememiş... Çoktan çıkmış gelmiş! O hırsla kıçına indirdim şamarı... İndirdim şamarı... Ama tosun gibi maaşallah! Suyu kaynattınız mı bari?" 10 11 "Çoktaaan! Dudu Ebe!" "Ana nasıl, ana? Anadan hiç ses gelmiyor. Hiç feryat duymadım." "Ana çook iyi, Dudu Ebe!" "Yoksa?.. Gene mi yetişemedim yoksa, kız? Açılın bakayım. Açılın..." Kadınlar o zaman açılmışlar. Ağzı kulaklarında teyzem, sarılıp sarmalanmış bebe açığa çıkmış. Kadınlar: "Gene yetişemedin, Dudu Ebe!" diye ona takıldıkça Dudu Ebe: " Aaaaa! Bu kadarı da fazla," diye yalandan kızıyormuş. Nedir bu zamane veletlerinin acelesi? Kızım mı oldu? Oğlum mu?" "Bir gelin kızımız geldi köyümüze..." Teyzem, kızının adını Dudu Ebe koysun istemiş. Dudu Ebe zaten hevesli. Bebeği kucağına almış, sevmiş: "Huri gibi güzel. Adı Huriye olsun," demiş. "Sağlığı kavi, bahtı açık, kısmeti bol olsun! Ömrünce çook gülsün, çok güldürsün İnşallah!... Hem çok çocuklu kocasın; hem çocuklarının çook hayrını görsün! Annem, "Yaşa, Dudu Ebe! Hayır duanla, tatlı dilinle bin yaşa!.." deyip, “Ben artık gideyim gari!” diye doğrulunca kadınlar hep birden karşı çıkmışlar. "Nereye gidiyorsun? Hava kötü. Bir saatlik yolun var." " Hava kötü, işte ondan gidiyorum.. Hırsız ursuz havası. Oğlanlar yalnız. Hasan ufak..." "Ufak olsun. Ne olmuş! Yiğit ağası var yanında. Hem de aslan gibi yiğit, Ali ağası!" O sırada anam gerilip ıhlamış. Dudu Ebe anamın karnını yoklamış. "Ne oldun, kız? Sancın mı tuttu? Amanıııın! Bu da geliyor! Yatak serin çabuk! Yer yapın!" diye ortalığı telaşa vermiş. Kadınlar anama yatak sermişler. Yer yapmışlar. Dudu Ebe’ye: "Gözün aydın! Bak kısmetin ayağına geldi!" demişler. Demek ki o gece çocuk doğurtmak Dudu Ebe’ye yazılıymış! Kız kardeşimiz de o gece geldi. Adını Dudu Ebe koydu. Onun da adı Huriye oldu. Biz onu hep Huri diye çağırdık. O gece, gece yarısıydı. Babam köy kahvesine vardığında kahveyi açık buldu. Pek sevindi. Kahvede Celebi görünce daha da çok sevindi. Celep zaman zaman Aşağı, Orta ve Uç köylerden mal toplamaya çıkardı. Aşağı Köyden yeni 11 12 çıkmışken kamyonetini çamura saplamış. O zaman geceyi bizim Orta Köy’de geçirmeyi yeğlemişti. Celebin gerçek bir adı olmalıydı. Ama biz bilmezdik. Onu hep işinin adıyla çağırır, Celep derdik. Bizim ora köylerinden kesmelik koyun, keçi toplardı. Şimdi kahveyi açtırmış, sandalyeleri dizdirmiş, üzerlerine yatmış, keyif yapıyordu. Babamla iyi ahbaptılar. Celep, çok iri, çok kara, çok güçlü bir adamdı. Babam ufak tefekti. Ama bıyıklarıyla ünlüydü. Aralarında şöyle konuştular: - Vay! Bizim Celep bu!.. Yav, ne arıyorsun burada? Hangi rüzgâr attı seni bizim köye? - Vay! Bizim Veli!.. Bakıyorum bıyıklar gene şampiyon! Gel, otur. Otur şöyle... - Kamyoneti yola saplamışsın ha? Tepeden gördüm. - Sorma. Yolu çamur basmış. Kurtaramadım. Yukarı köyde mal var dediler. Havadan gidemedim. Dinsin bekliyorum. Artık sabaha kaldı. - Hey, kurban olduğum, Allah’ım! Arkadaşım benim!.. Seni Allah gönderdi! Babamdaki gerçek heyecan Celep’i meraklandırdı. - Hayrola? Derdin ne, Veli? Bacım hasta değil ya. - İyidir. Hamdolsun, iyi! O, Aşağı köye gitti. Kardeşi doğuruyor... Yoksa bu gece seni konuk ederdim. - Sağ olasın... Ya bebeler? - Ne diyorsun! Ali, bir yiğit oğlan oldu. Dokuzunda. Hasan desen, ele geldi. Altısında var. Üçüncü de geliyor haaa! Eli kulağında. - İyi. İyi. Sevindim. - Sende ne var? İşler nasıl? - İyi şükür. Ne olsun. Peki sende ne bu hal? Bu heyecan ne? - Vallaha, seni Tanrı yolladı. Billaha, seni bana O yolladı. İki gözüm aksın!.. Yetiştin yani. Tam zamanında hem. - Söyle, hadi. Hadi ama, söyle! - Sarı Balca hasta. Benim Sarı Öküz!.. - Ben veteriner değilim, Veli. 12 13 - Dinle... Üç gündür yemiyor, içmiyor, gezmiyor. Bildiğin koca öküz... Öylece yatıyor. Aslında hasta masta da değil, biliyorum. Ama öyle yatıyor. Bu öğlen yanına vardım. “Nen var, Sarı Balcam, hadi söyle, söyle de bilem. Bildiğim kadarı hiç bir şeyin yok. Derdini bilem ki dermanın bulam, dedim. Nen var?” Bana dedi ki: “Derdimi deyiveremem. Çünkü, bilemem... Ama dermanım nedir, bilirim. Dermanım bıçak!.." dedi, "Bak, Veli Ağam, ben ömrümü tamamladım. Bil ki öbürsü güne sağ çıkamam. Bana iyi baktın. Hakkım helâl olsun. Yarın sabah beni kes ki sana son bir hizmetim olsun...” dedi. Sarıldım Balca öküzüme, iki gözünden öptüm. Hey koca öküz! Öküzlüğünü yapmayı bunca yıl bildi. Hâlâ da biliyor... İşte böyle, Celep! İşte böyle!" "Hay, koca Veli! İnsanın gözüne baka baka nasıl da yalan söylersin. Bıyıkların bile titremiyor. Koca öküz, şunu şunu dediymiş..." "İki gözüm önüme aksın böyle. Ben Sarı Öküzün dilinden anlarım. Aynen böyle!" "Vay, vay, vaay!... Eee, sonra?" "Sonrası seni Allah gönderdi. Ben kessem, çocuklar ağlaşacak. Sen satın al. Ben üstüne akçe ekler başka öküz satın alırım." "Vay vay vaay! Hasta öküzü bana mı yutturacan? Bana ha? Askerlik arkadaşına!" "Sana hasta değil diyorum. Veteriner kesme izni vermezse, o zaman konuş. Veterinerle dolaşmıyor musun? Nerede o?" "O, ilçede kaldı. Yarın buluşacağız". "Peki, senin kamyoneti buraya çıkartsak. Öküzü de içine atsan da götürsen... Yarın ilçede baktırsan... Olmaz mı?" "Olmasına olur da. Önce Balca’yı görmeliyim ki... Değil mi? Hele bir göreyim onu." "Eve gidemem şimdi. İşteyim. İşi bırakamam. Sabah seni burada bulur muyum?" "Ortalık ağarırken yola çıkacağım, haa. Ona göre." "Oldu! Oldu! Oldu be, eski dost! Dedim ya. Seni Allah gönderdi." Babam ağlayacak kadar çok sevinmiş. Celep kahkahayı basmış. "Hah ha haa! Bıyıkların şimdi titremeye başladı işte!" "Senin de gözlerin çakar alır oldu, hadi, hadi! Seni gidi eski kurt seni. Aldın kârlı işin kokusunu. Ne bu kıllar yüzünde, ursuz suratlı. Sakal mı koyveriyon?" 13 14 "Yok be Veli. Kanım azmış. Boyuna çıban çıkıyor. Tıraş da olamıyorum." Babam, "Az ye biraz. Az ye! Bol bol da su iç... Eee, ben gideyim gayri. Sen sabaha bizim evde ol." deyip, cebinden defterini çıkarıp açmış. "O ne o? O ne defteri o?" " Bu benim adım defterim. Bak şimdi! Buraya gelmeden tam şuradaydım. Koru yolunun başında, 203 üncü adımda. Şaşmayayım diye deftere yazıyorum." "Anlamadım. Nedir bu sayı işi? Adım işi? Deftere yazma işi?.. Ha, Veli? Bir iyice de bana." "Tüm köyü dolaşmayı sıraya koydum. Bütün yolların, geçitlerin sırası var. Ne yöne kaç adım gideceğimi karış karış biliyorum. Dalgınlıkla bir yer atlamak yok. Ayni yeri üst üste dolaşmak yok. Hele böyle zifiri gecelerde çok işe yarıyor." "Hay Veli, hay! Besbelli sen aklınla bıyığını besliyorsun, adamım. Bari arada sırada ters yüz ediyor musun? "Ters yüz etmek de neymiş? Yün mü örüyon?" "Sırayı ters yüz ediyor musun? Arada dolaşmaya ters yönden başlıyor musun? Ya da ortadan? Yani karıştırıyor musun?" "Sıraya koymanın yararı bu. Hiç karıştırmak yok." "Hay Veli, hay! Diyelim ursuzun biri seni üç gece gözledi. Ne yaptığını sırasıyla belledi. Şimdi sen, bellediğin yolu tutturup gidince, ardından meydanı ursuza bırakıyorsun oğlum. Ursuzun tek yapacağı, geçip gitmeni beklemek. Ardından ne halt edecekse edecek." "Haklısın, yav! Bunu hiç düşünmedim." "Yaa! İşte! Bak! Bunu da düşünmeli". Babamda yelkenleri suya inmiş görmek Celebi keyiflendirmiş. Bir sigara yakmış. Ama sigaranın yanan ucunu ağzının içine sokup öyle nefes çekmiş. Ağzından ayırıp dumanını üfleyince "Niye öyle baktın kaldın?" demiş babama. "Sigaranı sen niye öyle içiyorsun?" demiş babam. "Şu sigara, bu içine çektiğin duman, kanser yapıyormuş, diyorlar. Biliyorsun." "Eeee?" "Şu sigarayı şimdi yaktım, değil mi? Şu ucundan yandı, değil mi? Şimdi, ateşsiz uçtan içsem, sigaranın bütün dumanı, bütün sigaranın içinden geçip ağzıma geliyor. Bütün zehrini içime çekiyorum. Doğru mu, değil mi?.. Yaktığım 14 15 taraftan ağzıma alıp içime çektim mi ne oluyor? Yalnız yandığı yerin dumanını içime çekiyorum. Anladın mı şimdi?" "İyi ama sen yanlış iş yapmaktasın, babam. Bak! Yakmadığın taraftan içsen, içine çektiğin o duman, bütün sigara boyunca tütünün içinden süzülüp gelecek. Tütün, dumanı süzecek! Zehrin birazı sigarada kalacak. Ateşinden çektin mi, olduğu gibi bütün zehri ciğerine çekiyorsun... Bak, hâlâ bana bakıyon! Anlamadın, değil mi?" " Anladım, yahu! Tuh! Anladım. Tamam." "Yaa! İşte bunu da düşünmeli, babam." "Sen bana bu sigarayı bıraktıracan, be Veli." "Bırakmayı iste, kendin bırak. Niye ben bıraktıracakmışım?" O zaman Celep bastırmış sigarayı tablaya, söndürmüş. "İşte, bıraktım mereti!" demiş, "Sen tanıksın. Ama sen bıraktırdın. Canım sigara çektikçe sana eziyet hakkım var." "Daha neler? Eziyet hakkıymış! Hangi hukukta yazılı bu?" (Gerçekten, Celep sigarayı o gece bırakmış. Bir daha içmeyince sağlığı daha iyi oldu. Biraz da perhiz yapınca kan çıbanları da bir daha çıkmadı. Eziyet etmek bir yana her gittiği yerde hâlâ, “Veli’nin bana çok hayrı dokunmuştur!” der.) Anlatttıklarına göre babam sonunda kahveden ayrıldı. O gidince Celep baştan niyetlendiği gibi sandalyelerin üzerinde yattı. Gün ağarırken uyandı. Çayını kendi demledi. Bel kuşağına kasap bıçaklarının tümünü, en küçüğünden en büyüğüne sıralayarak soktu, donandı. Az biraz da sucuk ekmek yedi. Babamı bekledi. Babam gelmeyince kendisi bizim evin yolunu tuttu. Babamsa kendi icadı adımlama düzeninden ilk kez kuşku duymuştu. Adımlarını hâlâ saymakta olduğunu fark ettikçe saymaktan vazgeçiyordu. Bir kez, az biraz geri yürüdü. Dönemeçte, duvar dibine sinmiş bir gölge gördü. Işığını oraya tuttu. Adam, yüzünü ışıktan kaçırmaya çalıştı. Duvara daha da sindi. "Kimsin sen?" diye sordu babam. Adamdan ses çıkmadı. "Ne arıyorsun burada? Kimsin? De çabuk!" Babam böyle üsteleyince adam pantolonunu beline çekerekten doğruldu. Önünü kapamaya çalıştı. Bir yandan parmağıyla yeri, duvarın dibini gösteriyordu. "Ne ettiğini diyemedin mi?" dedi babam. "Di..di..dilim tutuldu..." dedi,köyden tanıdık çıkan adam. Tanıdık adam çabuk çabuk uzaklaşmaya baktı. Babam ardından seslendi. 15 16 "Bir daha kendi duvarını murdar et. He mi! El âleminkini değil!" Sonra yeniden dolaşmaya başladı. Gene adımlarını saydığını fark etti. Bu kez yandan çark edip orman yoluna girdi. Böylece yeni maceralara daldı. Biz, fırtınalı, yağmurlu bir geceden sonra doğanın en güzel günlerinden birine uyandık. Sabah gözümü açar açmaz havanın güzel olduğunu bildim. Ali de uyanmış, pencere gömmesine bağdaş kurmuş oturmuştu. Bir dışarıya, bir pencere içine dizdiği değerli birikimine bakıyordu. Bunlar cicik taşı, tüy, sicim, çubuk falan değil de, Kuran yazılarıymış da, çözemiyormuş gibi düşünceliydi. Bir ara gene dışarıya baktığında öylece baktı kaldı. Alnı iyice kırıştı... Bana döndü. Uyanık olduğumu gördü. Gene pencereye döndü. Hemen pencere içine tırmandım. Bir adam, keseden değil, yol ayrımından bize doğru geliyordu. Anlaşılan esnemek için, bir ara durdu. Ağzını ayırdı. Kollarıyla havayı itip gerindi. Kendi kendine güldü. Bizim eve doğru yürüdü. O zaman belinde dizili bıçakları gördüm. Ali’ye, "Katil, bu mu?" diye sordum, "Bilmiyorum. Hiç ses etme," dedi. Sonra hızla kapıya koştu. Sürgü kolunu denetledi. Beni yanına çekti. Pencerenin altına, duvarın dibine sindik. Adım seslerinin basamaklardan çıkıp yaklaşmasını dinledik. Adam kapının önünde durdu. Babamı sesledi. "Veli!.. Evde misin Veli?.. Dışarı gel! Öküze bakacam. Hadi!.." Duyduğum en kalın sesti. Hem de boğuktu. "Babamı sesliyor," dedim Ali’ye. Parmağıyla “Sus” yaptı. Ses gene konuştu. "Ben ahıra gidiyorum... İşim acele. Bekletme, Veli!" Adımlar bu kez merdivenleri indi. Ahıra dönmek için duvar kıyısından, duvar boyunca yürüdü. "Burada kal! Kıpırdama," dedi Ali. Kendisi koştu. Yıldırım gibi ahır kapağını açtı. İndi. Arkasından ben de koştum. Kafamı delikten sarkıtıp baktım. Ahırın kapısına da kol demirini vurdu. Balca’nın kafasını sevdi. Çabucak gene yukarı geldi. "Hiç ses etmeyeceğiz," dedi. Ahırın kapısından sesler geliyordu. Adam açmak için zorluyordu. 16 17 "Açamaz," dedi Ali. Sonra sesler kesildi. Az sonra adımlar gene duvarı döndü. Merdivenleri çıktı. Kapıya yanaştı. Adam bu kez kapıyı vurdu. "Uyanın! Uyanın, be!.. Heey!.. Veli’nin veletleri! Siz de mi yoksunuz evde?" Biz sustuk. Adımlar bu kez pencereye yanaştı. Adamın belindeki bıçaklar camı kapladı. Az sonra kendini eğdi. İçeriyi görmek için ellerini siper yapıp burnunu cama dayadı. Gözlerini kıstı. Biz karanlıktaydık. Bizi göremedi. Buruşturduğu kıllı, kırmızı, kocaman yüzü, açılan ağzında kanlı sandığım sivri dişleri, bugün bile içimi tuhaf yapıyor. İliklerime kadar titredim. Adam cama vurdu. "Uyanın be! Ulan, evde kimse yok mu? Açın, veletler. Sarı Öküze bakmaya geldim. Aliii! Hasaaan!.." Biraz açığa çekildi. Ben perdenin deliğini siper alıp baktım. Kafasını kaşıyordu. Cebinden sigara paketini çıkardı. Uzun uzun pakete baktı. Sonra bir küfürle birlikte paketi taa uzağa savurdu. "Sigarayı da bıraktırdın bana. Nedir bu ettiğin, Veli? Ah,Veli! Ah,Veli! Benden çekeceğin var!.." Sonra gene kapıya geldi. Bu kez hem vurdu, hem seslendi. "Ben kamyoneti getirmeye gidiyorum. Birileri hazır olsa iyi olur!" Adam uzaklaşıncaya kadar bekledik. Sonra cama koştuk. Yol ayrımında döndü, geri baktı. Bizi gördü sandım. Ama Ali yanımdaydı. Korkmadım. Ali oturup bir süre düşündü. Sonra peş peşe işe koyuldu. Ahır kapağını açtı. Aşağı indi. Bir kangal yeni urganımız vardı. Onunla kalın kurt sopamızı aldı yukarı getirdi. Merdiveni yukarıya, odanın içine çekti. Ahırın kapağını açık bıraktı. "Adam geldiğinde sen aşağı atlayacaksın, dedi. Atlayabilirsin. Korkma. Hemen atla. Samana saklan. Atla! Saklan!... Sakın durup bekleme." Merdiveni getirdi. Kapının açılınca bitiştiği duvara dayadı. Dolaptan biber çanağını çıkardı. İçindeki acı biberi anam yeni dövmüştü. Biberden tattı. Acıdan gözü yaşardı. Ama güldü. Çanağı pencere oyuğuna koydu. Kalın kurt sopasını merdivenin yanına dayadı. Merdivene çıktı. Merdivenin üzerinden ekmek rafına uzanmayı denedi. Erişemedi. İndi. Merdiveni biraz daha rafa yanaştırdı. Bu kez erişti. Benden çanağı istedi. Çanağı rafa koydu. Benden sopayı istedi. Sopayı merdivenin tepesine düz yatırdı. İndi. Anamın eğirdiği yün yumağını bohçadan çıkardı. Merdiveni rafa iyice yanaştırdı. Kapının iç yanında kocaman çiviler çakılıydı. Çeşitli işe yararlardı. Bu çivilerle merdivenin yan tahtası arasına yumağın ipini gergince dolamaya başladı. Gitti geldi, yumağı doladı, bitirdi. Merdiveni gene kapıya doğru geri çekti. Gergin duran yün ipler yere doğru ağdı. Merdivene çıktı. Rafa uzanabildiğini gördü. İndi. İşini bitirmiş gibi durdu. Sonra pencerenin önüne bir oturak çekti. Üstüne oturdu. 17 18 Ben de onun yaptığını yaptım. Bir oturak çektim. Yanına oturdum. Beklemeye başladık... O sırada annemiz köye dönüş yolundaydı. Annemi güç belâ o zamana kadar yatakta tutmuşlar. Kardeşimiz dünyaya gelirken güneş doğuyormuş. Aklı bizdeydi. Güneş bir adam boyu yükseldiğinde artık kimseyi dinlemedi. Bebe’yi sırtına bağlattı. “Pınar başında biraz eğlenirim.” dedi. Köyümüzün yolunu tuttu. O sırada babam Veli Tüten ise, karakoldaydı. Meğer Çeper’ler, yasak ağaçlardan çalı demetlemişler. Babam adımlamasını bozmasa sıyırırlardı. Ama yakalandılar, karakola düştüler. Bir süre komiserin gelmesini beklediler. Komiser kılı kırk yarardı. Böylece babam Celep'e yetişemedi. Yetişebilseydi elbette olaylar başka türlü olurdu. Ali’yle ben, adamın geri gelişini gördük. Yolun alt başında durdu. Sonra sıkı adımlarla bize doğru yokuşu çıktı. Ali bana “Git!” Dedi. Aşağı atlayacaktım ama önce Ali’nin ne yaptığını görmek istedim. Ahır kapağının başında bekledim. Ali merdivenin iyice tepesine çıktı. Sırtını duvara dayayıp durdu. Adam merdivenlerimizi çıktı. Sofada tahtaların üzerinde adımlarını duyduk. Kapıyı vurmadan önce seslendi. "Gene mi yoksun, Veli? Bu ne iştir? Bana oyun mu ettin? Bak, alacağın olsun... Çık ‘len ortaya!" Sanırım o kızgınlıkla kapıya bir tekme indirdi. Kapı açılmasa, belki de dönüp giderdi. Yün ipler gerili olmasa kapı ardına kadar açılacaktı. Ama ancak adam geçecek kadar aralandı. Gene de, adam çok iriydi. Geçemedi. İçeriyi görmeye çalıştı. İplikleri araladı. Kafasını içeriye uzattı. Ali adama “Hişt, hişt!” yaptı. Yapınca adam yüzünü sese kaldırdı. Ali biber çanağını elinde tutuyordu. İçindekinin hepsiyle çanağı adamın yüzüne kapattı. Adam önce yüzünü temizlemeye kalkıştı. Ellerini yüzüne gözüne sürttükçe, ”Uyy, anam!” diye feryadı bastı. Bir yandan gözünü silip görmeye çalışıyor, bir yandan “Uuyy! Uuyy! Uuyy!” diye debeleniyor, debelendikçe yün ipliklere dolanıyordu. Ali kurt sopasını sallamaya başladı. Merdivenin tepesinden adamın başını hizalamaya çalışıyordu. “Küt!” sesini duydum... Adam yere çöktü. Kapının ağzına uzandı. Ali merdivenden indi. Beni gördü. Yanına çağırdı. Önce urganın ucuyla adamın ellerini bağladık. Sora Ali adamın kuşağındaki kocaman bıçakla urganı böldü. Her bir ayağını ayrı ayrı sepet direklerine bağladık. Ali tüy tozakla yerdeki 18 19 pul biberi topladı. Gene çanağa koydu. Bana, “Köye haber vereceğim. Sen burada bekle,” dedi. Ama peşinden koştum. O, Osman Emmi’nin kapısında bağırdı. "Osman Emmi! Katili yakaladım. Osman Emmi! Onu yakaladım, yakaladım! Yakaladım, bağladım. Gel gör. Gör de jandarmayı çağıralım." Osman Emmi kapıda göründü. Öteki kapılara koştuk. Ben kapılara vuruyordum. Ali pencerelere bağırıyordu: "Katili yakalım. Koşun gelin. Onu bayılttım. Bağladım. Bekir emmi! Halil emmi! Babam yok daha. Daha dönmedi. Yardıma gelin. Hadi!" Halil Emmi elimizden tuttu. Yola çıkmışlarla birlikte bizim eve yürüdük. Arkamızdan daha da gelen vardı. Garip olanı, merdiveni çıkıp da adamı gören kişinin sesi soluğu kesiliyordu. Adamın üstünden atlayıp odaya girenlerle kapının dışında kalanlardan hiç biri ses etmiyordu. En sonunda Osman Emmi konuştu: "Bu, Celep, bu! Akşam kahvede gördüm. Bu Celep bu! Veli’nin askerlik arkadaşı... Ne oldu burada? Ne ettin bu adama, Ali? Ne etti bu adam sana?" "Hiç bir şey edemedi. Edemeden kafasına biber tasını boşalttım. Gözü yanınca kurt sopasıyla bayılttım." "Akşam kahvede Veli’yle konuşuyordu. Onları gördüm," dedi Osman Emmi. Hâlâ şaşkındı. Onun da Celep dediği adam, o sırada kendine geldi. "Uy gözlerim!.. Uy gözlerim!.. Yanıyorum!.. Uy yüzüm, gözlerim!.." diye bağırmaya başladı. O sırada babamın sesini duydum. "Ne oluyor burada? Neler oluyor?" Kendine yol açmaya çalışıyordu. Yol verip onu öne geçirdiler. Babam bir şey anlamadan bakıyordu. Celep’in baş ucuna diz çöktü. "Ne yapıyon burada arkadaşım? Ne bu halin?" dedi. "Ne ettin bana Veli? Yaktın beni. Uy gözlerim!.." "Hiç bir şey anladıysam, ne olayım kardaş... Ne oldu sana?" Osman Emmi babama anlattı: "Senin Ali oğlun koymuş bu hale. Kıskıvrak yakalamış haydut deye." O sırada Celep bağlı olduğunu fark etti. "Çözün beni. Çözün hele... Çabuk!.." Diye kükredi. 19 20 Hep birlikte Celebi çözmeye koyuldular. Bir çok düğüm atmıştık. Urgan yeniydi. Zor çözülüyordu. Elleri kurtulunca Celep belinden bir bıçak çekti. Geri kalan iplerini kendi kesti. Ayağa fırladı. Bacaklarını ayırıp orta yere dikildi. Masaldaki dev gibiydi. "Bizi ateşe atacak," diye titredim. İki koluna girip onu suyun başına götürdüler. Başını yalağa soktu. Bir çok kez soktu çıkardı. Gözleri kan çanağı gibiydi. Sonunda çevresine bakındı. Görmey çalıştı. Babamı seçti. Yakasından tuttu. Kaldırdı sarstı. Kaldırdı, sarstı. Kaldırdı, kaldırdı indirdi. "Sen ha? Sen ha? Ne istedin benden? Ne edeyim ben şimdi seni?.." Babam konuşabildikçe onu yatıştırmaya çalışıyordu. "Dur... Dur anlatayım... Yanlışlıkla... Yanlışlıkla... Dur da anlatayım..." Sonunda araya girdiler. "Dur, Celep Ağa! Dur da anlatsın. Dinle hele bir..." Bu arada Celep’in gözlerini limonla yıkadılar. Yüzünü yoğurda buladılar. Ne etseler can yanması dinmiyordu. Babamın yakasını da bırakmıyordu. Babam sonunda kendini kurtardı. Anlatmaya çalıştı. "Senin aklına uyup, adımlamada sırayı bozunca gece çok iş çıktı başıma. Karakola kadar vardık.Tez dönemedim...Dönünce de... Evde bir de baktım... Seni... Seni... Ben de bilmiyorum bir şey, kardaş. Kim biliyor?" Köylüler, “Ali oğlun biliyor!” Dediler. "Anlat, Ali!" dedi babam. "Onu haydut sandım!" dedi Ali. "İşte! Seni haydut sanmış!" dedi babam. O zaman Celep Ali’ye baktı. "Bende haydut suratı var mı ‘lan?" diye bağırdı. Bir sessizlik oldu. Sonra herkes kahkahayı saldı. Celep gücendi. "Bir de gülüyorsunuz," dedi. Ağabeyimle ben gülmüyorduk. Ama o ağabeyimi kaptığı gibi kolunun altına aldı. "Sana şimdi gösterecem ben haydudu!" Babam ne yaptı da Celep’i durdurdu, anlamadım. Ama durdurdu. Rüyamdaki devleri durduran da ayni babamdı. 20 21 "Eğer bir ceza vermek gerekirse, ben veririm babası olarak. Koy oğlanı olduğu yere!" dedi. Toplanmış köylüden de destek geldi. "Elbet cezasını babası verir, baba olarak. Hele bir dinlesin, anlasın... Cezasını verir," dediler. O zaman Celep bir şartla razı olduğunu açıkladı: "Cezayı gözümün önünde çekecek ama! Hele bir temizleneyim. Sen ekmeğini ye gel. Ben kahvedeyim!" dedi babama. Biz evde ekmeğimizi yerken babam Ali’ye olanları iyice bir anlattırdı. Ağabeyimin anlattıkları benim gördüklerimdi. Babam hiç bir şey demedi. Babamın ardından giderekten kahvenin yolunu tuttuk. Kurt sopası bu kez babamın elindeydi. Kahveye vardık. Masalar, sandalyeler kıyıya köşeye çekilmiş, kahvenin ortası meydan gibi açılmıştı. Neredeyse bütün köylü tplanmıştı. "Çaylar, kahveler benden!" dedi Osman Emmim. Burada cezayı kararlaştıracaklardı. Ama eğlence varmış gibiydi. Celep tertemiz giyinmiş geldi. Bunu nasıl yaptığını anlayamadım. Ben babamın kucağında oturuyordum. Ali arkamızda ayaktaydı. Beni yere koydu. "Ben Ali’yi dinledim," dedi babam." Benim anladığım şu. Bu bizim Celep’ bizim eve varırken benim Ali oğlum, onu pencereden görmüş. Bir kere onun Celep olduğunu bilemez, tanımaz. Tanıyamaz. Yüzünü gözünü kıl bürümüş. Onun gördüğü dev gibi biri. Adam azmanı! Bıçaklarıyla donanmış, baştan ayağa silah... Bir de camdan içeri bakmış ki, çocuklar bu suratı görmüş ki, onlara göre bu suratın niyeti belli... Ali ne yapmış? İlk evvel, kardeşini saklamış. Sonracıma... Bir merdivenle, ve de anasının bir top yünüyle ve de bir çanak biberle ne yapmış? uzak kurmuş!.. Ve de işte... Bu sopayla işi bitirmiş!... Ve de... Benim güreşte sırtı yere gelmemiş, kolunu büken olmamış, adam azmanı, yiğitlikte ünlü arkadaşım... pes etmiş! Burada Celebe döndü. "Onda bu surat varsa, bunda çocuğun ne günahı var?" Celep de ayağa kalktı. Kısa konuştu: "Yüz sopa!" "Ne?" "Yüz sopa. Eski usul! Falaka!" " Arkadaşım!.. Sen hiç sopa yemedin herhal. Ya da saymayı mı bilmiyon?" 21 22 Celep başını yokladı. Çıplak kafasında bir yumru peydahlanmıştı. O sırada Küçük Ali, elinde bir torbayla koştu geldi. "Al, buzunu getirdim, Celep Emmi! Al sana buz!" dedi. "Ne bulunmaz şeymiş..." dedi Celep. Torbayı kafasına, yumrusunun üzerine koydu. Eliyle hep orada tuttu. "Kusura bakma şişmeden yetiştiremedik," dedi, Osman Emmim. Neden bıyık altından güldüklerini anlamıyordum. Ali’yle ben dehşet içindeydik. Celep babama döndü. "Elli sopa!" dedi. "Bir değnek aşağı olmaz... Hem daha Sarı Öküzü görmedik! Gördük mü? Görmedik değel mi?.. Görmedik değel mi?" Babam bir süre ölçtü biçti. Düşünmüş gibi yaptı. Sonunda: "Değnek bende olacak," dedi. "Değnek sende olsun. Sayıyı ben sayacam," dedi Celep. "Falakayı meydana kuracaksın. Mustaf’ı da çağırtın. Gelsin, şu kılları kazısın suratımdan. Bu kadar acı çektikten sonra nasılsa ona da dayanırım..." Küçük Ali, bu kez Mustaf’a koşturuldu. Berber Mustaf zaten ne oluyor, anlamaya çıkmıştı. Hemen tasını, suyunu, sabununu getirmeye koştu. O zaman içinde bütün köy her şeyi duydu. Kızlı kadınlı herkes deliğinden çıkmış gibi meydanda toplandı. Kahve sandalyelerini çınarın altına dizdiler. Kızlarla küçük çocuklar kara dutun altında durdu. Bir tek Küçük Ali, hak kazanmış gibi Celep’in yanındaydı. Babam beni eve koşturdu: "Balca’yı dürttüğümüz sopalardan senin dürttüğünü al da gel," dedi. Titreye titreye eve koştum. Benim dürttüğüm sopa en ince olanıydı. Bazen Ali, bana o sopayla vururdu. Canım çok yanardı. Ahıra girince Balca bana baktı. Sopayı elime alınca da kımıldamadı. Başını sevdim. Bu hep yaptığımız şeydi. Ahıra giren çıkan onun başını severdi. Ahırdan çıktım. Sopayı avucuma vurup denedim. Canımı cetvelden daha çok yaktı. Meydana döndüm. Falaka lâfını hep duyardık. Eski zaman mekteplerinde varmış. Şimdi okulda öğretmen, çocukları cetvelle korkutuyordu. Çok yalvarınca Ali beni okula götürürdü. Hiç bir şey yapmasam da sıra dayağında o cetveli yerdim. Anladığım kadarıyla falakayı kurmuşlardı. Koca çınarın açığına iki iskemle konmuştu. Arkalıkları birbirine dönük duruyordu. Her bir iskemleye kocaman bir taş oturtmuşlardı. İskemleden iskemleye tepe tahtalarından bir ip gerilmişti. 22 23 Ali yerde sırt üstü yatıyordu. Babam belinden kayışını çıkardı. Onu Ali’nin ayak bileklerine doladı. Sonra ayaklarını o kayışla kaldırıp ipe dayadı. Kayışı ipe de doladı. Sopamı götürüp eline verdim. Sonra kara dutun altına öteki çocukların yanına gittim. Berber Mustaf’ın tek berber koltuğu meydana az biraz tepeden bakan bakkalın önüne kondu. Celep, bu koltuğa kuruldu. Babamla karşı karşıyaydılar. Kara dutun altından her ikisini yandan görüyorduk. Köylü öte yana çınarın altına birikmişti. Kimsede ses yoktu. Mahide, koyunlarıyla meydandan geçti gitti. Otlağa götürürüyordu. Çıngırak sesleri de onlarla birlikte geçti gitti. Celep, kızla koyunların geçmesini bekledi. Sonra işaretini verdi. Babam sopayı Ali’nin çıplak tabanlarına indirdi. Celep’in sesini duyduk: "Bir!......" Babam bir daha vurdu. Celep saydı: "İki!...... " Sonra Üç!... Sonra Dört’... On’a geldiklerinde Celep babama: "Sayıları artık sen say. Mustaf, tıraşımı yapsın," dedi. "Ama ben duyacağım, haa!.." Bir ara çevremde çocuklar kımıldadılar. Mahide’yi yanımda gördüm. Gözünde yaş vardı. Mahide köyün bütün çocukları gibi ağabeyimin arkadaşıydı. Ama nedense Ali’yle yalnız dolaşmayı severdi. Bazen koyunlarını Ali’yle birlikte güderlerdi. Ona koyunlarını sordum. Omuzlarını silkti. Omzuma el attı. Beni kendine çekti. Sanki bana güç vermeye gelmişti. Aslında her sopa inişte o da titriyordu Babam, her sopayı vuruşta gözlerini kısıp Celep’e bakıyordu. Sayı sayarken sesini de iyice kısmıştı. 16, 17, 18 den sonra durdu. Mendilini çıkardı. Hep mendili olurdu. Yüzünün terini sildi. Biraz dinlendi. Bütün bu sürede Ali’den gık çıkmamıştı. Onu da yandan görüyorduk. Sırtüstü yatarken kafasını ne sağa ne sola çeviriyordu. Gözünün yaşı sicim gibi gözünün kuyruğundan kulağına akmıştı. Babam sonraki vuruşunu saydı: “Yirmi!..” Celep’in sesinin gürlediğini işittik: "On dokuz!.. Sopanın hızını kestiği yetmiyor, bir de sayıda hile yapıyor!.." Babam, elini yakıyormuş gibi sopayı elinden düşürdü. Biraz vakit geçirdi. Sopayı yeniden eline aldı. “Yirmi!” Diye saydı. Sonra hiç gücü kalmamış gibi bir daha yere düşürdü. 23 24 Annem meydanda bitiverdi. Annem için köye dönüş keyifli bir yürüyüş olmuştu. Pınarın orda dinlenmiş, bebeğe süt vermiş, kendisi de azık yemişti. Yolda Mahide’nin koyunlarını başıboş gördü. Kimseye rastlamamayı garipsedi ama üzerinde durmadı. Meydana ulaşınca gördüklerine inanamadı. Hışımla doğruca babamın yanına dikildi: "Ne yapıyorsun sen?" Babam sopayı yerden alıp sandalyeye dayadı. "Hiç sorma..." dedi. "Sormaymış!.. Canavar mısınız siz?.. Baksana oğlanın tabanlarına..." Çabucak kayışı çözdü. Alinin bacakları yere düştü. Babam da yere çöktü. Annem yerde kımıldamayan ağabeyime bağırdı: "Çabuk eve!.. Daha duruyor!" Ağabeyim o tabanlarla yere nasıl bastı da eve döndü bugün de aklım almıyor. Mahide’yle peşinden gittik. Annemin meydandan gelen sesini duyuyorduk. "Ne biçim babasın, sen? İşkenceci misin? Ya sen, ne biçim muhtarsın sen? Bir de seyirci olmuş bakıyorsun. Ben şimdi jandarmaya şikâyet etmeyeyim mi?" Mahide bizimle birlikte koşturan öteki çocukları yanımızdan kovdu. "Ne arıyorsunuz peşimizde? Gidin işinize. Gidin, gidin... Hadi!" Ama Ali doğruca ahıra gitti. Girince kapısını yüzümüze kapadı. Mahide biraz durdu. Sora beni elimden tuttu. "Hadi biz koyunları toplayalım," dedi. Koyunları suyun başından topladık. Mahide koyunlarla gitti. Ben meydana döndüm. Anneme olanı biteni anlatmışlar. Ama o hep inatla, “Karşı çıkmadınız. Seyirci kaldınız. Hepiniz, işkencecisiniz!” diyordu. Ali’ye merhem çalmaya eve döndü. Ben meydanda babamla kaldım. Celep’in yüzü cascavlak ortaya çıkmıştı. Kıpkırmızıydı. Koşturup gene yoğurt getirdiler. Yüzünü bir güzel yoğurda buladılar. Celep: "İyi geldi. İyi!.. Bırakın gari.... Hadi gidin. Beni Veli’yle yalnız bırakın. Kahvede oturup iş konuşacağız," dedi. 24 25 Gerçekten kahvede oturup Sarı Balca Öküz’ü konuştular. Nasıl kımıldatacaklarını, nasıl kamyonete bindireceklerini... Bunlar bir bilmeceydi. Ama Celep, “Çaresine bakarız,” diyordu. Celep,Yukarı Köy’e çıkmaktan vazgeçmişti. Sarı Memet’i Aşağı Köye adam toplamaya yolladı. Kamyoneti kurtaracak, bizim evin önüne getireceklerdi. Babamla gene can ciğer arkadaştılar. Onlar konuşa konuşa, ben arkalarında sıçraya sıçraya eve dönüyorduk. Son büklümü döndüğümüzde sağ yandaki alçak taş duvarın ardında anamın başının görünüp görünüp kaybolduğunu gördüm. Ben koşup duvara çıktım. Babamla Celep yaklaştıklarında erik dallarının ardında durdular. Bu alçak duvar, kazan ocağına siper osun diye vardı. Kazan, hep ocağın üzerinde dururdu. Ocağın ötesinde anam Ali’yi dövüyordu. Elinde Balca Öküzü dürttüğüm sopa vardı. Bebemiz sırtında yoktu. Ali kaçmıyor, yalnızca sopaları savuşturmak için ya eğilip kalkıyor, ya tabanlarına yan basa basa sağa sola sekiyordu. Annem, “Aha, bu yünüm için... Aha, bu bibere... Aha bu urgana... Aha, bu yünüme... Aha, bu bibere... Aha, bu urgana...” diyerekten sopayı indiriyordu. "Anası senin gibi sakınmıyor. Bak, nasıl Allah yarattı demeden indiriyor," dedi Celep "Netsin, kadın!.." dedi babam. "Bir yumak yünü yitti... Daha yeni eğirmişti! Bir çanak biberi yitti. Daha yeni kurutmuştu! Koca kangal urgan yitti. Daha yeni almıştık, taa çarşamba pazarından!.." Sonra az biraz gürültü edip anama kendilerini belli ettiler. Anam döndü. Bizi gördü. Sopayı elinden fırlattı. Yürüdü gitti. Eve girdi. Ali sırtını kamburlamış, yamuk yamuk basa basa yanımızdan geçti. Doğruca çalılığa kaçtı. Benim karnım acıkmıştı. Hem de bebeyi görmeye, ben de eve girdim. Nasılsa Ali’nin nereye gittiğini biliyordum. Annem yatağımızı toplayıp yer açmıştı. Babamla Celep yürüyüp, kerevete geçip oturdular. Ben, “Açım!..” diye dört dönmeye başlamadan önce annem yufka ekmeğini çökerekle dürüm yaptı. Bir domatesle elime verdi. Sonra misafire yemek hazırlığına girişti. Celep yüzünün yoğurdunu silmişti. Belinde bıçakları da yoktu. Elinde çakısıyla oynuyordu. Yüzünü mü ekşitiyor, keyfinden gülüyor mu, belli değildi. Ben dürümümü yerken babamla sohbeti koyulttular. 25 26 "Düşünüyorum da... Galiba bu işten kârlı çıkan benim, sonunda... Dedi Celep. Adam dediğin adama benzeyecek, öyle ya! Artık bir daha saçı sakalına karışmış dolaşmam. İyice belledim." "Doğru! Sen kârlısın. Hiç değilse yüzünü bir güzel kazıttın." "Biberden cayır cayır yanıyor daha. Çıbanlarımı duymadım bile." "Yalan demiyorsan, sigarayı da bıraktın. De mi, arkadaşım?" "Benim yalan konuştuğumu gördün mü sen? Sözümü verdim mi bir kere... Verdim!" "Evet! Sen katmerli kârlı çıktın. İki kez kârlı çıktın. Ya fakir Ali oğlan netsin, neylesin? Önce falaka dayağını yedi. Ardından anasından yediği sopa cabadan! O ne belleyecek şimdi peki? "Bir kuşkulanmayla adam suçlamaya kalkmasın. En azından bunu bellesin. Ona ömürlük ders oldu bu." "Öyle olsun... Akıl erdirirse, bunu böyle bellesin. İyidir." "Doğrusuya... Yiğit oğlanmış, senin oğlan." "Orası öyle. Köylü de parmak ısırdı yiğitliğine." Celep burada başındaki yumrusunu yokladı. Kafası iyice yamulmuştu. "Benim yerimde başkası olsa, o kurt sopasını başına yese, ölürdü belki de." "Belki değil, ölürdü be! Hemencecik ölürdü." "Şuncacık oğlan, katil olmuştu şimdi". "Allah korusun. Tanrım yazdıysa bozsun..." "Bak, nasıl aklın sıçradı. Adam eyi düşünmeli, oğlum. Bunları öğret oğluna. Öyle bıyık burmakla babalık yapılmaz. Kız çocuğu olsa kolay. Terbiyesine anası bakar dersin, işin içinden çıkarsın. Ama oğlan bu." "Benim oğlanlara da anası bakar, be arkadaşım. Gündüz uyurum. Gece işteyim. Ama çocuklarım iyi çocuklardır. Bilirim." "Doğrusu, öyle! İyi çocuklar... Sana imrendim be Veli! Hani oğlanın o kadar sopaya gıkı çıkmadı. "Çıkmaz. Gıkı çıkmaz. Onurundan! Onurludur velet!" "Tabanlarını görmesem... Vurmuyorsun, değdiriyorsun, diyordum. Anası da eyi indirdi sopayı. Ne yapıyordur? Nerededir şimdi?" "Napsın? Eğleşiyordur bir yerde. Anası merhem yapmakta şimdi. Yollar. Acısı diner." 26 27 "Hadi gidelim, şu senin öküze bakalım yemeğe kadar." "He, ya! Bakalım hadi!" Celep anneme döndü: "Bacım! Bir Balca’ya bakıp gelelim. Vakit var mı?" Annem doğrulup Celep’e şöyle bir baktı. Öyle baktı mı ben korkardım. Ama Celep’e o bakış da vız geldi. Keyifle kapıya yürüdü. Babamla peşinden gittik. Ahır karanlıktı. Gözümüzün alışmasını bekledik. Celep kapının önünden çekilince içerisi aydınlandı. Balca gene hiç kıpraşmadı. Ama her birimize ayrı ayrı baktı. Celep bir süre Balca’yı karşıdan inceledi. Sonra bizi şaşırttı. Balca’nın karnını yoklamaya başladı. Bir yere bastıkça koca öküzün bütün sırtı titredi. Celep ayağa kalktı. Babamın yanına geldi. "Şunu bir daha konuştur. Ben de duyayım," dedi... "Cambazhaneye gireydin sen be Veli!... Kim bilir adamı güldürmeye neler bulurdun... Senin bu Koca Balca’nın derdi bıçak. Evet! Orası öyle. Ama senin dediğin kasap bıçağı değil. Bana kalırsa baytar bıçağı. Bu hayvan tel yutmadıysa ben neyim... İnşaatın orda otlattınız mı yakında?" Onu bilemedik. Ali’ye sormalıydık. "Önce bir ilçede hastaneye götürüp göstereyim, ister misin?" "İstemez miyim, arkadaşım, Allah senden razı olsun. Kesmeye niyetlendiğimi kimseye deyivermedim. Çocuklara ne derim diye kıvranır olmuştum...Tel yutmuştur haa?.. Akıl etse idim, çoktan götürürdüm ilçeye. Nasıl götürürdüm, o da başka ya... Allah senden razı olsun!" Tavandan bir gürültü geldi. Annem ahır kapağını açmış, merdiveni aşağı salmıştı. Aşağı seslendi: "Yukarı gel! Koş!" "Sana seslendi," dedi babam. "Herhalde bize böyle seslenmez," dedi Celep. Yukarı çıktım. Annem elime bir çıkın tutuşturdu. Bir de kara bulamaçlı bir tas verdi. "Ağabeyine götür. Tabanına sürsün." "Nerde?" dedim. "Bul!" dedi annem. 27 28 Çalılığa daldım. Mahide sanki beni bekliyordu. Yanımda yürümeğe başladı. Elimdeki tası sordu. "Merhem," dedim. "Bana ver," dedi. Artık Mahide’ye zor yetişiyordum. Hep önden gidiyordu. Besbelli ağabeyimin saklanma kovuğunu o da biliyordu. Ama oraya varınca durdu, beni bekledi. Çukura ikimiz birden yanaşıp baktık. Ali kendini tostoparlak yumak yapmıştı. Onu ensesinden görüyordum. Usulca, “Abi!” dedim. Kafasını kaldırıp baktı. Yüzündeki kirler yol yoldu. Mahide’yle çukura kaydık. Çıkını verdim: "Anam yolladı." Çıkını hızla açtı. Anam ona da dürüm yapmıştı. Ama içine kavurma koymuştu. Ali kıyıda duran su testimizi yanına çekti. Testi, dereden su taşımak içindi. Hep dolu tutardık. Suyu çoğunlukla ben getirirdim. Şimdi iyi ki doluydu. Ali sudan içti. Azığını ses etmeden yedi. Mahide çıkın bezini silkti, ıslattı. Ali’ye yüzünü sildirtti. Sonra ayaklarını uzattırdı. Ağabeyimin tabanlarını, üfleye üfleye kendi sildi. Sonra çanaktaki kara merhemle sıvadı. Hazırlıklı gelmişti. Cebinden beyaz iki bez kuşak çıkardı. Ali’nin her bir ayağını o bezlere sardı. Ali gene gık dememişti. Ama sarma işi bitince kendini sırtüstü yere bıraktı. Mahide’yle ben de yanına sırtüstü yattık. Başından beri hiç birimiz konuşmamıştık. Gene konuşmadık. Gök bulutsuz, boştu. Boşluktan arada bir, bir kuş uçup geçiyordu. Üçümüz de uyumuşuz. Çocukların çığırışlarına uyandık. Kenara tırmanıp otların arasından baktım. Köyün çocukları yamaca yayılmışlar, adını sesleyerek Ali’yi arıyorlardı. Beni gördüler. Birbirlerine seslendiler. O zaman Ali’yle Mahide de çukurdan çıktı. Çevremizi sardılar. Başlarında Bekir Abi vardı. "Balca’yı hastaneye götürecekler. Kamyon geldi. Bindirmek için seni bekliyorlar," dedi Ali’ye. Ali seke seke bayırı inmeye başladı. Bekir ağabey onu durdurdu. Kardeşiyle bilek bileğe tutuşup beşik yaptılar. Ali’yi beşiğe bindirdiler..Yola koyulduk. Bekir Abi, "Ali bizim ağamız," dedi. Köyümüzün yiğidi! Koca celebin işini bir sopada bitirdi!" Hepimiz bayır aşağı zıplaya zıplaya koşuştururken avaz avaz bağırır olduk: "Ali bizim ağamız, / Köyümüzün yiğidi! / Koca celebin işini / Bir sopada bitirdi!" 28 29 Eve arka yönden iniyorduk. Kamyonu ahır kapısının az aşağısına getirmişlerdi. Kasasının dibi ahıra dönüktü. Kasayla ahır kapısı arasına kerestelerden bir köprü yapmışlardı. Celep ahırın kapısından çıktı. Tahta köprünün üzerinde durdu. Dev gibiydi. Sus pus olduk. Ali o sessizlikte bilek beşiğinden kayıp indi. Ahıra girdi. Peşinden gittim. Babam içerideydi. Arkamızdan Celep de geldi. "Yürümüyor!" dedi. "Bir süre Balca’ya bakıp bekledik. Herkes bir çare düşünür gibiydi. Kimsenin Sarı Balca’yı yürütemeyeceğini biliyorduk.. Derken Celep birden Balca’yı boynuzlarından kavradı. Koca öküzün istifini bozmadan, ahır kapısına kadar kaydırır gibi sürüdü. Orada beklenmeyen bir şey oldu. Olayı sonradan “Mucize oldu!” diye anlattık. Sarı Balca, tam ahır kapısının önünde ayaklarının üzerine dikiliverdi. Ali, Balca’nın boynundaki ipinden tuttu. Tahtaların üzerinden yürüttü. Kamyona soktu. Arka kapağı kaldırıp kasayı üzerlerine kapattılar. Celep öne bindi. Kamyonu o sürdü. Arkalarından el salladık. Ali’nin Celep’le ilçeye gidişi hepimize olağan bir işmiş gibi geldi. Çocuklar dillerindeki tekerlemeyle zıplaya sıçraya uzaklaştılar: “Ali bizim ağamız, / Köyümüzün yiğidi! / Koca Celebin işini / Bir sopada bitirdi.” Neden sonra tüm çevreye sessizlik geldi... Annem bebeği emzirirken babam odanın içinde dört dönüyordu. Yatağa giremedi. Bir ara geldi, annemin karşısında durdu. "Aslında tasa edecek bir şey yok. Sen meraklanma. Adamın bir sürü çocuğu var. Bir boğaz daha ona fark etmez," dedi. Babamı yatıştıran annem oldu. "Sen Ali’yi merak etme. O kendine bakar. Hadi sen yat..." dedi annem. Babam yattı uyudu. Annemle ekmeğimizi yedik. Bebeğimiz ne yiyecek, merak ediyordum. Anneme sordum. "Dişleri çıkıncaya kadar benden süt içecek," dedi. Ali’yi çok gün sonra gördüm. Onu iyice özledikten sonra. Celep hem onu, hem Koca Sarı Balca’yı köye getirdi. "Canına yandığımın öküzünün hiç bir şeyi yokmuş. Ya da o kendini zaten iyi etmiş. Neyse, kasabada ona biraz iş gördürdük!" dedi babama. 29 30 Bu arada günü denk düşmüş. Ali’yi devlet yatılı sınavlarına sokmak istemişti. Hazırlığını da yapmışlar. Sınava da götürmüş. Ama saati şaşırmış, geç götürmüş. Bu yüzden Ali’ye sınavı kaçırtmış! Dövünüp duruyordu. "Dövünüp durma," dedi babam." O bizim elimiz ayağımız... Biz de onu yollamaya hazır değiliz. Dur bakalım. Arkadan Hasan yetişiyor. Belki o şansını dener." Dönüp bana baktılar. Elimde Balca’yı dürttüğüm sopa vardı. Celep uzanıp sopayı kavradı. Sıkıca tuttum. Nedense sopamı Celep’e vermek istemedim. O, sopayı biraz çekiştirdi, sonra salıverdi. "Bu kerata da başarır," dedi babama, "Sopayı kavramasından belli. Bu da tuttuğunu bırakmıyor!..." Mutluluk nedir?.. Geriye dönüp baktığımda mutluluk olarak Ali’nin köye döndükten sonraki günlerimi anımsıyorum. Devlet yatılı sınavına ben girdim. Kazandım da. İyi okuyan bir öğrenci oldum. Üniversiteyi de burslu okudum. Önemli görevlere geldim. Ne var ki. Yğit Ali ağabeyime ben hep, küçük kardeşi Hasan oldum!.... .************* 30 31 GELECEĞİN OKULU Bir gelecek zamandaymış... Henüz bizden çok uzak bir zamanda... Her şeyin, gene, 'Bir varmış!.. Bir yokmuş!..' olacağı bir zamanda... İşte, o gelecek zamandayız! Günümüzün Akdeniz'i, -sanırım kayan kıtaların sıkıştırmasıyla...şimdi büyük bir iç denize dönüşmüş. Büyük Tuzlu İç Deniz diye adlandırılıyor! Bu iç denizin kuzey doğu kıyısında, denize yumuşak yamaçlarla kavuşan bir dağ dizisi, o dağ dizisinin doğu ucunda bir orman köyü var ki yüksek ağaçlar gizlemekte. Hava taşıtıyla geçerken göremezsiniz. Kavlu, işte bu ormanlık dağ köyünde doğdu. Kavlu’nun köyü, keçi beslenmesine izin verilen sayılı köylerden biridir. Kavlu altı yaşından beri köyün keçi çobanıdır. Bütün kentlerin kocaman birer sığınak olarak yerin altında kurulduğu bir çağ düşünün. İşte Kavlu böyle bir çağda doğmuştu. Yalnızca sayılı köyler, zorunlu olarak yerin üzerinde bırakılmıştı. Bu köyler, besin ürünleri yetiştirmek için gerekliydiler. Kavlu'nun bir köy çocuğu olması, özellikle bu köyde doğması onun şansıdır. O, denizde, dağda, bayırda, güzel doğanın içinde, güneşi, ayı, yıldızları, dağları, ovaları doğrudan gözleriyle görerek, rüzgârı derisinde duyarak büyüdü. Ağaçları, hayvanları tanıdı, sevdi, onlara dokundu! Akşam üzeriydi. Güneş akça kavağın tepesine değdiğinde Kavlu için köye dönme vaktiydi. 31 32 Keçilerini bir araya topladı. Bayırdan aşağıya sürdüğü sırada, göz açıp kapayıncaya kadar, gökte bir parıltı köyden yana kaydı kayboldu. Kavlu onu gördü. Ancak ne olduğunu anlayamadı. Köye vardığında pırıl pırıl bir hava taşıtı meydanın ortasında duruyordu. Kendi kapılarının önüne toplanmış kalabalığı da gördü. Önce keçileri ağıla bıraktı. Koştu eve vardı. Kalabalığın içinden sıyrılıp öne çıktı. Babası onu görünce kaptığı gibi havaya kaldırdı. Öptü. “Kavlu!... Geleceğin Okulu’na seçildin! Bak! Belgelerin hava taşıtıyla geldi!” dedi. Bir adam masalarına oturmuş, önündeki yiyecekleri yerken ona gülüyordu. Masanın üzerinde yazılı kağıtlar vardı. “Düşün! Bütün yeryüzünden seçilmiş yetmiş çocuktan biri olmuşsun! Gitmene izin vermemizi istiyorlar. Elbette veririz!.. Kardeşin büyüdü. Keçileri güdebilir. Değil mi?” Annesi Kavlu’ya sarıldı. “Kavlu!.. Bak! Bu amcayla gideceksin! Seni okuluna kadar o götürecek. Ne güzel! Büyük kentte öğrenim göreceksin. Mutlu olmalısın!" dedi. Kafası azıcık karışmış olan Kavlu, “Büyük kent sordu. Daha altı yaşını doldurmamıştı. nedir?” diye “ 0ooo!.. Hiç görmediğin kadar çok insanın bir arada yaşadığı yerdir,” dedi babası. “Hem her üç ayda bir yanımıza gelecekmişsin. Her üç ayda bir on beş gün bizimlesin! Düşün! Bizi özlemeyeceksin bile!” dedi annesi. “Hemen mi gideceğim? Karnım aç!” dedi Kavlu. Hep birlikte güldüler. “Hemen otur. Sen de ye,” dediler. Onu da masaya oturttular. Kavlu yemeğini bitirinceye kadar sustu. Hep ötekiler konuştu. Sonunda, “Peki ne zaman üç ay sonra olacak?” dedi Kavlu. “Düşüneyim... Şöyle böyle, ilk kar düşünce!” dedi babası. “Hava taşıtı alanda seni bekliyor,” dedi kardeşi Kulkan. “Hava taşıtına bineceksin. Hiç mi sevinmiyorsun?” 32 33 Kulkan, Kavlu’dan bir yaş küçüktü. Kavlu üzülsün mü, sevinsin mi bilemiyordu. Ama, 'olmaz' diyen kimse çıkmayınca, kocaman kente gitmesi kesinleşti. Herkes Kavlu’yu kucaklamakta yarıştı. Onu övdüler, kutladılar. Bebekliğinden beri hep nasıl akıllı olduğunu, hep nasıl dikkat çektiğini anlattılar. "Yanında hiç bir şey götürmeyecek. Her şey orda var!" dedi, yabancı adam. Ama Kavlu, babasının tahtadan yonttuğu küçük keçi oyuncağını cebine koymakta direndi. Ertesi sabah bütün köy, uğurlama için alandaydı. Ama Kavlu’ya doya doya el bile sallayamadılar. Hava taşıtı bir anda yükseldi ve kayboldu. Hava taşıtıyla uçmak, kocaman bir balonun içindeyken dışarıdan üfürülmek gibi bir şeydi. İçeride ne ses, ne rüzgâr vardı. Her yandan dışarıyı görebiliyordun. Dağların, düzlüklerin, ormanların, suların, bulutların üzerinden gittiler, gittiler. Sonunda bir tepenin yamacına doğru süzüldüler. Altlarındaki yer şimdi sanki yeşili delip yüzeye çıkmış kazıklarla doluydu. Onların kule-yapılar olduğunu sonradan öğrendi Kavlu. Yeşilliklerin aralarında akan su gibi kımıldayan geniş kuşaklar vardı. Alçaldıkça bunlar, durmadan kayan geniş yollara dönüştüler. Taşıt böyle bir kayan yol üzerine kondu. götürdüğü yere gidiyorlardı. Şimdi de yolun Önlerinde bir tünel ağzı belirdi. İçine girdiler. Kavlu geriye baktı. Tünelin ağzından görünen kuleler tepelerine tırmanmak için var gibiydiler. İçine girdikleri tünel yarı aydınlıktı. Sonunda onları bütünüyle aydınlanmış dev bir kapının önüne getirdi. Kapı kendiliğinden açıldı. Taşıt, kapıdan geçti ve durdu. Durdu ama sanki Kavlu'nun içi kaydı. Çevrelerinde hiç bir şey görünmüyordu. “Asansördeyiz!” dedi, onu getiren adam. Hep gülümsüyordu, “Yerin çok, çok, çok altına iniyoruz.” 33 34 Az sonra taşıtın kapısı, karşılarında duran duvardaki kapıyla ayni anda açıldı. “Buraya kadar!.. Haydi, çık!" dedi adam, "Karşılayıcın gelmiş bile... Hoşça kal!.. Eğlenmene bak!” Taşıtıyla yukarıya doğru uzaklaşırken ona el sallayan biriydi artık... Yanında beliriveren yeni adam, “Şimdi soyun! Giysilerini şu delikten at!” dedi ve Kavlu’nun söyleneni yapmasını bekledi. Sonra hemen oracıkta bir duşu açtı. “ Şimdi yıkan!” dedi ve Kavlu’ya söylediklerini kendi de yaptı. Yıkanmaları bitince kocaman bir odaya geçtiler. Burada Kavlu’nun yaşıtı bir sürü çıplak çocuk vardı. Kavlu, hiç biriyle tanıştırılmadı. O çocuklarla birlikte bir sürü makinenin karşısına götürüldü. Makineleri kullananların onlara yap dediklerini yaptılar. En sonunda bir kadın, ona, “Aferin, Kavlu! Sağlıklı çıktın; çok sağlıklısın! Söyle saçın kaç santim olsun istersin?” dedi “Bilmiyorum,” dedi Kavlu. “Bence, beş santim iyidir!” Böyle dedikten sonra Kavlu’nun kafasına kocaman bir başlık geçirdi. Başlığı beş sayıncaya kadar tuttu, çıkardı. “Güzel oldun! Al! Bu da giysin! Giy! Kendini şurada görebilirsin.” dedi. Böylece Kavlu, bundan sonra her sabah başka bir temizini giyeceği beyaz tulumunun içinde, aynada kendine kocaman gözlerle bakan bu yeni çocuğu gördü. Ona gösterilen kapıdan çıktı. Kocaman bir alanda kendisi gibi beyaz tulumlarıyla başka kapılardan çıkıp gelen öteki öğrencilere karıştı. Kavlu, karantinada olduklarını, yeraltı kentine her gidenin karantinadan geçirildiğini, kesin temiz çıktıktan sonra kent halkına katılacaklarını orada öğrendi. Her üç ayın sonunda evlerine gidip döndüklerinde de, ilk on beş günlerini bu karantina alanında geçirdiler. Bu alan kocaman bir oyun yeriydi. Duvarlar sihirli düğmelerle donatılmıştı. Ne isteseler, ne sorsalar ilgilenen bir çok gözetmen vardı. 34 35 Bir çocuk su istedi. Gözetmen bir düğmeye bastı. Duvarın içinde oluşan girintiden bir bardak su çıktı. Aldı çocuğa içirdi. Düğmeler, duvarlardan yatakları indiriyor, yatakları duvarların içine sokuyordu. Düğmeler, duvarları açıyor, yemek masalarını, oturma sıralarını ortaya çıkarıyor, onları istenen yerlere kaydırıyor, yerlerine kaldırıyordu. Düğmeler yere kocaman halkalar çizdi. Her halkanın kıyısına kocaman birer kırmızı benek kondu. Çocuklar ilk oyunlarını bu halkalarda oynadılar. Her halka için onar kişi ayrıldı. Her bir gurup kendi halkasının çemberine dizildi. Böylece yedi çember oluşturdular. Her bir çemberdeki gözetmen çocuklardan birine kırmızı bir külâh giydirdi. Hep birlikte çizgilerin üzerinde dönmeye başladılar. Kırmızı külâhlı çocuk, kırmızı beneğe bastığı anda kendi adını bağırdı. Böyle on kez döndüler. Her dönüşte kırmızı külâhı başka bir çocuk taktı ve kırmızı benekteyken o kendi adını bağırdı. Daha sonraki on dönüşte kırmızı külâhlı çocuk kırmızı beneğe bastığı anda, bu defa öteki çocuklar onun adını bağırdılar. Sonra külâh başka bir çocuğa giydirildi. Sonra çocuklar başka çocuklarla yeni çemberler oluşturarak oyunu sürdürdüler. Gece yatağa girdiklerinde artık her bir çocuk öteki her bir çocuğun adını biliyor, istediği çocuğa adıyla seslenebiliyordu. Arkadaş olmuşlardı bile. Bu güzel enerji boşaltma günlerinden sonra kocaman kentin oda denen kutucuklarına neredeyse istiflendiler. Böylece “Dur! Otur! Yapma! Tırmanma!” günleri geldi. Kavlu, ilk kez köyüne Pınarkaya’nın dibindeki toprak incecik buzlarla çıtırdadığı gün döndü. Hava taşıtından indikten bir saat sonra Teke Çakçak ve Kulkan'la birlikte Pınarkaya’nın tepesindeydiler. Kavlu bir süre ormanın uğultusunu dinledi. Sonra cebinden bir beyaz çubuk çıkardı. Çizdiği çizgilerle, kayanın yüzeyinde tıpkı bir Çakçak oluştu. “Çizgi çizmeyi öğrendim. Seni de çizerim!” dedi Kulkan'a ve onu da çizdi. “Ne güzel çizdin. Bu, Teke! Bu, ben! Tıpkımız!" dedi Kulkan. 35 36 Kardeşine üzüntüsünü anlattı Kavlu. “İnanmazsın. Ama doğru! Kocaman Kent yerin içinde. Yerin üstünde de bir Kocaman kent var. Ama bomboş! Öyle bırakmışlar... Bir duvarlar kalmış. ” “Niye öyle?” “Bilmiyorum... Çok eskiden o yeryüzü yapılarında yaşarlarmış. Şimdi herkes yerin içinde. Kocaman Kent yerin altında olmasa iyiydi. Hapisteymiş gibi. Yeryüzünü çok özlüyorum.” Kocaman Kent’te ise, Geleceğin Okulunun toplanmışlar, yeni eğitim sisteminin ilk üç ayının tartışmaktaydılar. eğitmenleri sonuçlarını İlginçti. Okula alınan öğrencileri bilgisayar seçmişti. Ancak, sanki tek tek, yeryüzünün bütün keçi çobanlarını bir araya getirmişti. Sınıf, gelmiş geçmiş okulların en haşarı sınıfıydı. Eğitimciler şaşkın durumdaydılar. Verileri yüklerken hata yapmış olmalıydılar. Başkan, endişeleri yatıştırmak istiyordu : “Bilgisayarı biz programladık. Eğitimi, elimizdeki çocuklarla sürdürmek zorundayız. Elinizden geleni yapın, yeter. Zaten olağanüstü çocukları seçmeyi düşünmemiştik," dedi. “Onları en çok resim çizdirerek oyalıyorum. Siz de öyle yapın,” dedi rehber öğretmenlerden biri. Bu bir hanımdı. “Sanırım, resim çizdirmek derken, keçi çizdirmekten söz ediyorsunuz. Şu fotoğrafta görüyorsunuz, Söyler misiniz? Büyük Alan’ın tavanında bu keçi çizimlerinin işi ne? İletişim Merkezi, 'yeni simge'miz hakkında açıklama bekliyor.” Bunları söyleyen Başkan Yardımcısıydı. “Sanırım çocuklar keçilerini özlüyorlar,” dedi rehber öğretmen, “Kentte tırmanmadıkları yer yok. Her yere keçi çiziyorlarsa ben ne yapayım? Hem onları eğitmek yerine gütmek istiyorsanız, başlarına da keçi çobanı getirin.” Burada sesi titredi.Ağlamaya başladı. Güçlükle, “İzninizle, görevimi bırakmak istiyorum,” diyebildi. Zavallı kadını hep birlikte yatıştırmaya çalıştılar. 36 37 Ancak, çocukların kocaman kente uyum sağlamaları gerekiyordu. Sonunda, oybirliğiyle keçi simgesinden yararlanmaya karar verdiler. İstedikleri yere keçi çizebileceklerdi. İsterlerse taşa kazısınlar. Anıtsal biçime dönüştürsünler. Keçi, neden kentin simgesi olmasındı? Böylece Geleceğin Okulu’nun ikinci üç aylık döneminde çocuklar her yere rahat rahat keçilerini çizdiler. Buna karşın şaşırtıcı gelişme gösterdiler. Zaten o ve sonraki dönemlerde eğitim aksamadan sürdü. Öyle ki yöneticiler başarılarından dolayı her dönem sonu birbirlerini kutladılar. Doğrusu övünmekte haklıydılar. Geleceğin Okulu’nu tasarlayan, Tek Yönetim’e onaylattıran, büyük uğraşlarla bu uygulamayı başlatan onlardı. Çocuklara sekiz yıllık bir sürede, her dünyalının gereksindiği, üniversite düzeyinde genel bir eğitim verilecekti. Okulu bitiren çocuklar, bir süre, büyümeğe bırakılacaklardı. Bu süre belirsizdi. Çünkü her çocuk için değişebilirdi. Meslek seçimlerinde, ilgilendikleri her konuda, istedikleri her iş yerinde çıraklık yapabilecek, kendilerini deneyecek, ilgi ve çalışma alanlarını değiştirebileceklerdi. Şu var ki, karar verdiklerinde, yeteneklerinin de o mesleğe uygun olduğunu kanıtlamalıydılar. Seçimleri onaylanınca uzmanlık eğitimine başlayabilirlerdi. Amaç, yaşam boyu süren eğitimi kayıpsız sindirecek bireyi yetiştirmekti. On beşinci dönem sonuydu. Geleceğin Okulu eğitime başlayalı dört yıl olmuştu. Çocuklar yaklaşık on yaşlarındaydılar. Son dönemin durum raporundan özetler verirsek, “Genelde olağanüstü başarı gözlemlendi... Dokuz spor dalında dünya birincilikleri var... Resimde üç uzay ödülü!.. Fen bilimlerinde her zamanki gibi iyiler... Kavlu’nun bir müzik dehası olduğu söyleniyor... Tırmanma tutkuları sürüyor. Yerüstü kentinde kamp kurmak için özel izin istediler. İzin için bu dokuzuncu başvuruları!” Bu rapor kurulda okunurken, Başkan bu isteğe gene kesin bir tutumla karşı çıktı. 37 38 “Elbette olmaz!” dedi, “Tartışılmaz bile! Yerüstü kentlerini gezmek yasaktır. Herkese yasak... Çoluk çocuğa özel izin çıkartmakla uğraşacak değiliz. Konuyu sorumlulara iletin. Biz işimize dönelim.” Gene de, çocuklarla bu konuyu görüşmeleri için okula iki eğitmen gönderdiler. Bay Bula, çocuk güvenliği sorumlusuydu. Bay Dura, kent güvenliği sorumlusuydu. Bay Bula, tavana değecek kadar uzun bir adamdı. Elinde kocaman bir kitapla sınıfa girdi. “Bu kitap, bir zamanların Yerüstü Kocaman Kentlerinin bir derlemesidir. Bakasınız diye getirdim,” dedi çocuklara. O ayakta gezindi. Öteki sorumlu Bay Dura, gülmez yüzüyle kürsüye yerleşti. Çocuklar kitap sayfalarının büyütülmüş görüntülerini kocaman yansıtıcıda izlemeye başladılar. “Dışarıda böylesine güzel, hem de hazır kurulu kocaman kentler varken insanlar neden yeraltında yaşarlar ki,” diyecek oldu, Kavlu. Kürsüdeki Bay Dura hemen yanıtladı: “Elbette güvenlikleri için! Hem kentlerin, hem insanlarının güvenliği için!.. Eskiden, ülkeler durmadan savaşırlardı. Büyük kentlerde yaşamın nasıl yok edildiğini biliyor olmalısınız... Yerin altında bu korku yok!” “O eskidenmiş ama! Artık yeryüzünde savaş yok!” dedi Kavlu. “Ama ayni güçlü silahlar bu gün de var! Hatta daha güçlüleri var. Tek Yönetim’e karşı çıkan bir ülke düşünün... Kentleri yer üstünde olsa, cezalandırmak ne kolay olur, değil mi?.. Acaba beni anlıyor musunuz?” Sınıftan, “Hayır! Anlamıyoruz,” diyen çocuklar çıktı. Bay Bula oturduğu sıradan ayağa fırladı. “Çocuklarla böyle konuşma, Dura! Tek Yönetim bizi korkutarak yönetmiyor. Onlara doğru bilgi ver!” dedi. “Lütfen!.. Tartışma konumuzun dışına çıkmayalım,” dedi Bay Dura. "Çocuklara neden yerüstü kentlerine gidemeyeceklerini anlatmak için buradayız! Yerüstü kentleri geride bırakıldıkları zamandan beri oldukları gibi dururlar. Yapıları ayakta tutan kımes'ten başka her şey 38 39 yok edilmiştir. Giden insanlar birden toz batağına gömülebilir ya da asansör boşluklarına düşebilirler. Hiç bir güvenlik önlemi yoktur.” Sınıfta Menem adında bir kız elebaşılıkta Kavlu’ya eşlik ederdi. çocuğu vardı. Çoğu zaman Menem, “Onlar bizim için tehlike değil,” diye karşı çıktı. “Biz dört dinlenme dönemimizi dağcılık kurslarında geçirdik. Hem, biz kendi Kocaman Kentimize gideceğiz. Hemen üzerimizde. Hava taşıtlarımızdan çok gözlemledik. Gök-Kule’nin tepesine tırmanmak, iş değil. ” “Araştırma ekiplerine bile yerüstü kentlerine gitmek için özel izin gerekir. O da, çok önemli nedenler gösterilirse. Sizin yer üstü kentine gitmek için insanlık yararına bir öneriniz var mı?” Çocuklardan ses çıkmadı. “Demek ki, yok. Peki, Gök-Kule’nin tepesinde ne yapacaksınız?” “Hiç!” dedi Menem, “Ne yapılır ki? İnsan tırmanır. Dört bir yana bakar. Mutlu olur.” “Sorumsuzluğa bakın!.. Gök- Kuleye, bir “hiç” için mi tırmanacaklarmış! Bir sürü önemli konu arasında yönetimi hiçlerle uğraştıramazsınız!..” Böyle diyerek Bay Dura, pek kızgın, çıkıp gitti. “Sanki baş kaldırmışız gibi bize kızdı,” dedi Menem, “İsteklerimizi açıklama özgürlüğümüz var sanırdım.” Bay Bula, hiç de kızgın gibi değildi. Aksine hoşnut görünüyordu. “Elbette o özgürlüğünüz var!” dedi, “Size gazetemde yer vereyim mi? İsteklerinizi orada açıklayın. İster misiniz?” Çocuklar, “Heeeey!.. Yaşasın!.." dediler, " Yani... Siz gerçekten bizden yana mısınız.?” “Neden karşı olayım?” dedi Bay Bula. “Ama önce bana iyice anlatın. Yerüstü kenti size niye böylesine çekici geliyor? Oraya çıkmayı neden bu kadar çok istiyorsunuz?” Çocuklar koşup büyük boy bükülü bir karton alıp getirdiler. Yere yaydılar. 39 40 “Bu çizdiğimiz yapılar bizim tünel çıkışından gördüklerimiz!” dedi Kavlu, “Bazı pencereleri işaretledik. Bakın yanlarında birer ad var. Bizim adlarımız! Her birimizin penceresi var. Bazımızınki burada gözükmüyor... Çünkü çizime göre yapıların öteki yüzünde kalmış durumda.” “Onlar, evlerimiz!” dedi Menem. “Pencerelerimizden neler göreceğimizi de çizdik. Bakın!.. Bu çizimler doğru mu, bilmek istiyoruz. Aslında, bir oyun bu... Yani oyun gibi başladı.” “Tam size göre bir nedeniniz varmış!” dedi Bay Bula. “Özel İzinler Bürosu başkanıyla bir görüşeyim bakayım. Arkadaşımdır. Keşke izin alabilsek. Ben de sizinle gelirim... Ama fazla da umutlanmayalım.” Ama nedense, giderken pek umutlu bir yüzle sınıftan çıktı. Önceden düşünebileceğimiz gibi, Bay Bula’yı dinleyen Özel İzinler Bürosu Başkanı, öneriye şiddetle karşı çıktı. “Canımı sıkıyorsun, Bula! Bu keçi çobanlarını başımıza sarma. Kendine de dert arama!” diye kestirip attı. “Çocukları tehlikelerden söz ederek engellemek inandırıcı olmuyor,” diye direndi Bula. “Biliyorsun, yıllık dinlencemizi istediğimiz yerde, istersek yabanın içinde geçirebiliyoruz. Korunma önlemleri almak hiç de güç değil! Yerüstü kentlerine girmeyi yasaklayan yasa, çok eski bir yasa. Taa yeraltı kentlerine göçülen günlerden kalma. O yasa da yeniden ele alınabilir... Yerüstünde yaşamak bile yeniden ele alınabilir!” “Yerüstü kentleriymiş!.. Burada neyimiz eksik? Yansıtıcılar güneşi odalarımıza dolduruyor. Havamız tertemiz. Yüzme havuzlarımız, akvaryumlarımız, botanik bahçelerimiz, evcil hayvanlarımız, hepsi var. Düşün! Yeraltı kentlerinde nezle bile olunmaz. Biz burada enerjimizin zerresini boşa harcamadan işe çeviriyoruz. Kentlerimizin yeraltında olması, bir kere, üretime katkımızın güvencesidir!” “Dur, dur,” dedi Bula. “Çocuklar tümüyle yerüstünde yaşamak peşindelermiş gibi karşı çıkma. Gezmeye götürüleceklermiş gibi düşün.” “Olmaz!.. Bir kez size izin versem, başkasına yol olur. Kentten her çıkanın, dönüşte sağlık testlerinden geçmesi gerek. Karantina odalarımız yetmez.” “Karantina odalarımızı çoğaltabiliriz.” 40 41 “Öyle mi? Git bir de Sorgun’la konuş. Başında ne dertler var, sana anlatsın.” Sorgun, Kocaman Kentin Baş Mimarıydı. “Yeni gereksinimleriz için, benden her gün daha fazla alan yaratmamı istiyorlar,” diye yakındı Bula’ya. “Oysa çevremizdeki yer kabuğunu ne yatay, ne dikey, daha fazla oyamam. Uzay istasyonları kurulduğundan beri nüfus artışı kısıtlanmıyor. Ama kimse uzay istasyonlarında yaşamaya gönüllü değil. Çok çocuklu aile bireyleri birbirlerine daha bağlılar. Bir arada yaşamak istiyorlar. Dört kişilik bir aileye biz ancak yedi metre küplük özel alan ayırabiliyoruz... Bir düşün... Yer üstündeyken, her ailenin, en az iki yüz metre küplük bir konutu olurmuş. Ev dışındaki alansa sonsuz...” “Her aileye bir konut ha? Keşke o günlerde yaşasaymışız...” “Bizim için... Yani yeraltı ve yerüstü kentlerimiz birbirine bu kadar yakınken, aslında bence en iyi çözüm, üretimi yer altında sürdürmek, insanları yerin üzerinde yaşatmak olabilir!..” dedi Sorgun, dikkatlice. “Heey! Sen çözümü zaten bulmuşsun.” “Ama Tek Yönetim buna asla yanaşmaz!” “Tek Yönetim'e önermeyi denedin mi ki?.. Düşündüğün buysa, savunmalısın. Yardımcı olmamı, ister misin?.. Elimde Geleceğin Okulu çocuklarının çok ilginç istekleri var. Gazetemde bir nabız yoklaması yapalım. Ha, ne dersin?" On altıncı dönem sonuydu. Okulun dinlence döneminin başlangıcı bu kez Kasım sonuna rastlamıştı. İlk dönemdeki gibi! İlk dönemlerinde de çocuklar köylerine bu tarihte dağılmışlardı. Kavlu gene Pınarkaya’nın tepesindeydi.Yalnuzdı. Ormanın sesini dinlemek için yalnız gelmişti. Sesler kafasında soluğunu kesen bir müziğe dönüşüyordu. Gazeteci Bula’nın ona verdiği Yerüstü Kocaman Kentleri kitabını yanında getirmişti. Defalarca okuduğu önsözü Pınarkaya'da bir kez daha okudu. “Biliyorsunuz,” diyordu önsözde yazar, “Yeryüzünde peş peşe Büyük Dünya Savaşlarının patladığı bir dönem oldu. O zaman da savaşı seven yoktu. O zaman da akıllı insanlar savaşa karşıydılar. 41 42 Ama her egemenlik, diğerinden daha güçlü bir silah yaparsa savaşa engel olacağına inandı; ülkeler korkunç güçte bombalar yapmayı sürdürdüler. Böylece her yeni savaş, insanlığın başına öncekinden de büyük yıkım getirdi.” “Nükleer silah kullanılmaması, en büyük şansımızdır. Ancak en son yapılan güneşten enerji depolayan bombalarla yeryüzünde yaşanır bir kent bırakmadılar.” “Bütün bu olanlar dünya ülkelerinin TEK YÖNETİM çatısında birleşmesini sağladı." “TEK YÖNETİM, yeryüzü kaynaklarından yararlanmada insanlara eşitlik getirdi. Artık savaşmaya neden kalmadı.” “Ancak yeryüzünün kaynakları da, nüfusu da neredeyse tükenmek üzereydi. Emek çok değerliydi. Üretilen her şey, dayanıklı olmalı, ziyan edilmemeliydi. Kımes, bunu sağladı. Biliyorsunuz bu malzeme hiç bir koşul ve zamanda yıpranmayan bir alaşımdır. Bu buluş inşaatlarda kullanıldı." “Kocaman kentlerin kımes'le yeniden kurulmasına Yeryüzü Güvenliği Kurulu karşı çıkıyordu. Kurula göre, korkunç güçte bombaların yapılabildiği böyle bir çağda, insanlar yer altında kurulacak kocaman sığınaklarda barındırılmalıydılar." "TEK YÖNETİM görüşlerini onaylamayınca, sırf savlarını kanıtlamak için, yeryüzünün en görkemli kocaman kentini kendileriyle birlikte, kendi yaptıkları bombayla yok ettiler. Canlı cansız, o kocaman kentte kımes kullanılmış yapı kulelerinden başka her şey toz oldu.” “Böylece, korkunç güçte bombalar yapmayı öğrenmiş insanoğlunun başına bir daha böyle bir yıkım gelmesin diye, bütün büyük kentlerin yeni baştan ve yerin içinde kurulmasına karar verildi.” “Bu kitap size savaş günlerinin birer anıtı gibi duran yerüstü kocaman kentlerini ve terkedilmiş yaşam biçimlerini tanıtacak.” Kavlu, kitabı kapattı. Bu önsözü her okuyuşunda içi acımayla doluyordu. İnsanların korku yüzünden yer altına kapatılmaya razı gelmelerini anlayamıyordu. Ama, işte!.. Geçmişte ülkeler başka ülkeleri sömürmüş, insanlar başka insanları köle yapmıştı. Savaşlar yeryüzünü baştan başa yıkmış, bombalar 20 milyonluk kocaman kentleri yok etmişti. Bütün bu olanları da bu gün kavramak güçtü. 42 43 “Özgürlük, yerüstündedir... Özgürlük, evrenin bir parçası olmayı duyumsamaktır!” dedi, Kulkan’a, “Kocaman Kentte insanlara sor. Herkes, özgürüz der. Yerin üstündeki özgürlüğü bilmiyorlar ki! Bir pencereden bakmayı özlemek ne demek? Bunu bilen yok! Buradaki duygularımı bütün o insanlara duyurabilsem...” Kavlu’nun ilk senfonisi, “Yerüstü Sesleri”, doğdu!.. bu düşünceden Kocaman kentte eskiden beri sürüp gelen bir geleneğe uyularak, her Yeni Yıla Giriş, kutlanırdı. Büyük yönetecekti. Hol’de verilecek konserde, Kavlu kendi yapıtını Baş Mimar Sorgun, elbette konserdeydi ve on yaşındaki bir çocuğun "Yerüstü Sesleri" adlı eserini dinliyordu. Müziği gerçekten ilginç buluyordu. Bir diğer ilginç yanı, dinlediği müzik kulaklarına yerüstü seslerini, gözünün önüne yerüstü görünümlerini getiriyordu. Bula’nın gazetesinde yayınlamağa başladığı ‘Geçmişin Büyük Kentleri’ dizisi büyük ilgi toplamıştı. Sorgun’a, “Böyle düşünüyorsan bunları niçin savunmuyorsun?” diyen Bula, haklıydı. Sorgun o konserde kararını verdi. Ertesi gün arşive indi. Yani ortadan kayboldu. Kent ve Yapı Planları Bölümünde üç hafta çalıştı. Sonunda ortaya çıktı ve çevresine açıkladı. “Yeryüzünde daha güzel bir kent yoktur!.. Hangi yapının hangi penceresinden bakarsan bak... Gök, deniz, doğa ve güzellik görüyorsun... Kent, bütünüyle park!.. Pek az bir çaba ve yatırımla insanları gene yerüstünde yaşatabiliriz. İnanın güzel olacak!.. Evet, bayanlar, baylar; bundan böyle üzerinde çalışacağımız konu, 'Yerüstü Kentimizi Onarım Projesi ' dir!” Sorgun’un çevresindekilerin ilk tepkisi, “Ne?.. İnsanları gene yerüstünde yaşatmak mı? Sorgun çıldırmış!.. TEK YÖNETİM ne der?!” demek oldu. İnsanlar ne kadar şaşırsalar, Sorgun’un sunumları hızla taraftar topladı. Geleceğin Okulunun 19 uncu dönemi sona ermek üzereydi. Gazeteci Bula, Özel İzinler Bürosundan bir çağrı aldı. Başkanın odasına girdiğinde onu pek umutsuz gördü. 43 44 Masasındaki mektup yığınını gösterdi, Başkan. “Kazandığınızı bildirmek zorundayım, Bula! Bunlar yalnızca kuruluşlardan gelen mektuplar. Çocukları Tek Yönetim bile destekledi. Dahası, Sorgun’un ekibi de size katılıyor. Yerüstü Kocaman Kentinin Onarım Projesinde birlikte çalışacakmışsınız... İlkelliğe dönüş değilse nedir bu? Tek Yönetim de aklını kaçırdı. İnsanlar gene her aileye bir konut istiyormuş. Sen her evde ortaya çıkacak mutfak işini bir düşün... Her eve gerekecek ev eşyasını düşün...” Bula, Başkanı daha fazla konuşturmadı. Haberi vermek için Geleceğin Okuluna koştu. “Siz belki bir çağı değiştirdiğinizin bilincinde değilsiniz!” dedi çocuklara. “Evet! Siz bunu yaptınız! Önce beni etkilediniz. Sonra birlikte Sorgun’u etkiledik. Sonra hep birlikte düşünürleri, sonra yeraltı kentlerinin insanlarını, sonra kamu oyunun gücüyle Tek Yönetim’i etkiledik. Evet! Aydın insana düşen sorumluluğu üstlenmemiz için, siz çocuklar, bizi tam sırasında uyardınız.” Çocuklar, “Gerçekten mi?.. Öyle mi yaptık?..” dediler. “Gerçekten!” dedi Bula, “Bomba korkusuyla uygar insan üç yüz yıldır yerin altına sinmişti. Siz çocuksunuz. Topluca yok olmanın dehşetini iyi ki kavramıyordunuz. Bizi, kendi içimizdeki korkuya baş kaldırmaya zorladınız. Bizi arkamızdan ittiniz. İnsanlığı yeniden özgürlüğü aramaya ittiniz... İşte, ben yarınki başyazımda bunları yazacağım”. Çocuklar, “İyi! Yazın,” dediler, “Ama yerüstü kentine çıkıyor muyuz? Bize onu söyleyin.” “Evet!” dedi Bula, “Size onu söylemeye geldim.” “Heeeey!.. Yaşasın!..” diye bağrışan çocuklar coşkuyla Bula’nın üzerine atladılar. Tepesine çıktılar. Sevinçlerinden öyle şamata yaptılar ki okul yönetimi o günü ve her yılın o gününü, okul bayramı olarak kutlamaya karar verdi. Gazeteci Bula, baş yazılarına konu bulmakta Geleceğin Okulu öğrencilerinden her zaman bolca yararlandı. 5 Ağustos 2421 tarihli Kocaman Kent gazetelerinde şu çağrıyı okuyabilirdiniz: BÜYÜK KIYI PARKINA, GELECEĞİN OKULU 44 45 BİTİRİŞ TÖRENİNE, HEPİNİZ ÇAĞRILISINIZ Dört yıl önce kimse inanmazdı. Ama, işte!.. Kocaman Kent, üç aydır yeryüzünde yaşıyordu. Hem de yerüstüne ilk göçen kent olarak... Yerüstünde yaşam, insanlığa yeni baştan bir armağan oldu. Her günün yinelenmesinde, yaşadıkları gerçek gece ve gerçek gündüz... Sabah ile akşam... Şafak ve gün batımı... Karanlık gökte beliren yıldızlar... Ufuktan doğan dolunay... Kulağa erişen dalgaların sesi... Derilerindeki güneş... Saçlarındaki rüzgâr... Hepsi sonsuz bir macera gibiydi. İnsanları pek çok şey şaşkına çeviriyordu. Yürüyen yollara çıkıp gözlerinin önünde her an değişen görünümlere bakmaya doyamıyorlardı. Onlara, durup dinlenmeden, dış etkenlerden nasıl korunacakları öğretiliyordu. Gene de çok fazla hastalanıyorlardı. Yerin altında sürdürülen işlerde verimi düşürmemek için iş saatleri arttırılmıştı. Ama kimse yakınmıyordu. İnsanlar mutluydular. İş dönüşü, yerin altındaki küçücük uyku barınakları yerine bütünüyle ailenin olan bir konuta dönmek güzeldi. Duvarlarda tablo gibi duran pencerelerden doğruca dışarıya, yeryüzüne bakmak güzeldi. İnanılmaz bir uğraşla hazırlanan yemeği aileyle, konuklarla paylaşmak güzeldi. Çok güzeldi. Tören için Büyük Kıyı Parkında kocaman kayaya dikili keçi heykelinin çevresinde toplanıldı. Keçi, kentin simgesi olmuştu. Kavlu’nun Tekesi Çakçak’la Menem’in Tekesi Om, tören için getirtildiler. Henüz yeraltında yaşayan bütün öteki kentlerden ve on iki uzay kolonisinden gelen konuklar oldukça şaşkındılar. Tek Yönetim adına, Eğitim Yüksek Kurulu Başkanı, çocuklara kısa bir söylev verdi. 45 46 “Bilin ki başarınızla övünüyoruz,” dedi, “Bu genç yaşınızda tam bir üniversite eğitimi aldınız. Uzmanlık eğitiminize başlamadan önce büyümek, çocukluktan gençliğe geçmek gibi güç bir uğraş vereceksiniz. Tasarılarınız için Bilim Merkezimize baş vurun. Her türlü yardımı alacaksınız. Şimdi kendinizi bizim sonsuz bir uğraş ve çabayla sürdürdüğümüz yeryüzü barışına adamanızı istiyorum. Kendinizi BARIŞ’a adadığınıza söz veriyor musunuz?” Yetmiş ağız, hep birden “Söz veriyoruz!” dinmek bilmedi. diye haykırdı. Alkışlar Sonunda Başkan, kırmızı kurdelelere geçirilmiş keçi simgeli bronz madalyaları teker teker çocukların boyunlarına taktı. “İki saat sonra şölen başlayacak. Dağılabilirsiniz!” dedi. Çocuklar, şarkılar söyleyip yürüdüler. sesine eriştiğinden, çok güçlü çıkıyordu. Sesleri artık yetişkin Teke Çakçak’la Teke Om’u en öne almışlardı. Parktaki herkes onları görmek için birbiri üzerine yığıldı. Geleceğin Okulu, kesin olarak tam bir başarıydı. Herkesin övüncüydü. Aksini ileri süren yoktu. Ancak yetkililer, gene de sistemin yeryüzü çapında uygulanması için çocukların otuz beş yaşına gelene kadar izlenmesinde kararlıydılar. Gazetesine, “Güzel kentimiz, bu yer kabuğunun üzerinde, bu güzel doğanın bağrında yaşadıkça, Geleceğin Okulu’nun bu ilk öğrencilerini, bu keçi çobanlarını hiç unutmayacağız...” diye yazdı Bula, “Geleceğin Okullarının bütün gelecek kuşaklarının, insanlığa daha nice güzel sevinçler getireceğini, hep birlikte göreceğiz... Hiç kuşkunuz olmasın!..” Yıllar, yıllar, yıllar sonraydı... Kavlu gene bir hava taşıtında, kendi Kocaman Kentinin üzerinde uçuyordu. Her zaman yaptığı gibi, kentin yedinci tepesindeki keçi heykeline sevgiyle el salladı. Yeni kurulan On Üçüncü Uzay Kolonisinde verdiği konserden dönmekteydi. Her on beş dinlence gününü karısı Menem’in köyünde çocuklarıyla birlikte geçiriyordu. Menem, okyanus ürünleri planlayıcısıydı. Menem’e bir de müjde götürüyordu. Eğitim Yüksek Kurulu, en sonunda, Geleceğin Okulu 46 47 Eğitim Sistemini tüm yeryüzü için başlatmaya karar vermişti. En kısa (!) sürede uygulamaya geçireceklerdi. En kısa süre dedikleri, kim bilir ne kadar uzardı... İçi içine sığmayan Kavlu, bir kez daha, “İnsanlık, ne kadar yavaş ilerliyor!..” diye düşündü. BİTTİ 47