Bosch Komplosu

Transkript

Bosch Komplosu
Ann-Katrin için.
M.S. anısına.
Kötülük düşmanımızdır.
Dostumuz olsa
Daha kötü olmaz mıydı?
Leonardo da Vinci
Cehennem meraklılar içindir.
Saint Augustin
1
16 Ocak 1510, sabah saat dört suları, Bois-le-Duc, Brabant Düklüğü, Saint-Jean Kilisesi
papaz evi
Rüzgârla sallanan demir parmaklıklı giriş kapısı sağır edici bir gürültüyle çarptı. Papaz evinin
en üst katında kalan Jacob Aloysius, örtüsünü kafasına doğru çekerken suratını buruşturdu.
Başpapazın dairelerinin üstünde bulunan çıplak duvarlı küçük odasında, ayaklarını karnına
toplamış yatan Saint-Jean kilisesi hizmetlisi savsaklığına lanet yağdırdı.
Bakışları, odadaki tek pencere olan gri yün bir perdeyle örtülü yuvarlak çatı penceresine
doğru yöneldi. Neredeyse tamamen karanlıktı; odaya erişen tek aydınlık kasabayı kaplayan
buzlu kar örtüsünden yayılıyordu. Kilise hizmetlisi titredi ve birbirine kavuşturduğu ellerini
donmuş, pörsümüş bacaklarının arasına sıkıştırarak tekrardan gözlerini yumdu.
-
Lanet olsun şu kapıya ve kilidine!, diye sızlanarak söylendi.
Kırk yaşında olmasına karşın Jacob Aloysius neredeyse yaşlı bir adam gibi gözüküyordu.
Notre-Dame kardeşliğinin üyelerinin iyilikseverliği sayesinde uzun yıllardır tek başına burada
yaşıyordu. Kendilerini tamamen Meryem Ana’nın yüceltilmesine adayan bu insanlar onu
himayeleri altına almışlardı. Jacob, kırk çanlı Bois-le-Duc şehrindeki kiliselerin en
kalkınmışlarından birinde hizmetli olarak çalışma şansını onların bu desteğine borçluydu ve
hatırladığı kadarıyla 1495 ve 1500 yıllarında yaşanan şiddetli kışlarla boy ölçüşebilecek
sertlikte geçen bu kıştan korunmak dışında başka bir arzusu yoktu.
Yün bir takkeyle örtülü koca kel kafası sağdan sola sallanıyordu. Buz gibi havaya yoğun
buharlar bırakarak aralıklarla kesik kesik soluyan Jacob geceliğini çıkarmaya niyetli değildi.
Üstüne iki kat giysi daha aldı, çoraplarını giydi, başpapazın bağışı olan gurur duyduğu ayı
kürkünü sırtına almadan önce bir üstlük daha geçirdi. En sonunda başlığını taktı ve omuzlarını
ensesine doğru çekerek elinde mumuyla odadan çıkmaya yeltendi.
1
Avluda, yerdeki karı havalandıran ve şiddetle savuran sert rüzgârın etkisini daha da artırdığı
karşı konulmaz bir soğuk vardı. Jacob yere yığılacakmış hissine kapılmıştı. Papaz evinin
avlusuna açılan demir kapının parmaklıklarıyla arasında otuz adım vardı. Başını eğdi ve
çoraplarının geri dönmeden önce kaçınılmaz bir şekilde ıslanacağını düşündü. Titreyen
yanakları kara kışın acısıyla çoktan ıslanmıştı.
Tiz bir çığlığın ve yere düşme sesinin ardından yükselen sağır edici bir kapı çarpması rüzgârın
uğultusunu bastırdı. Jacob sıçradı ve mezarlığın kuzey duvarına açılan küçük kapıya doğru
döndü. Kara bulutlar göğü kapladıkça kilisenin devasa yapısı alacakaranlıkta eriyip gidiyordu.
Sadece, arduvazları buz parçacıklarıyla parlayan çanın gölgesi duvarın üzerinden
seçilebiliyordu. Bir kez daha titreyen Jacob sulanan gözlerini ovuşturdu ve küçük kapıya
yaklaşmak için birkaç adım attı. Aziz Côme vitrayının arkasından bir hale parlıyordu. Parlak
ışık önce hafifçe hareket etti sonra yer değiştirir gibi oldu ve Notre-Dame kardeşliğinin
şapelinin yakınında tekrardan göründü.
Hareketsiz kalan Jacob’un düşünmek için kendini zorladığı sırada bir çarpma sesi daha
duyuldu ve mihrap bölümündeki bütün vitrayların üzerine ışıldayan bir sütun çizen ışık daha
da kuvvetlendi. Jacob kapıya yaklaşırken yavaş ve yalpalayan adımları kara gömülüyordu.
Arkasındaki açık kalan parmaklıklı kapı bir daha gıcırdadı ama Jacob artık dönüp
bakmıyordu. Ayak izleri buzlu tabakada derin deliklerle uzayıp giden bir çizgi yaratıyordu.
Bakışları zayıf ışığa kenetlenmiş olan Jacob kilidi açıp mezarlık yoluna girdi. “Baltacılar,
yoksa hırsızlar mı? Ne olurlarsa olsunlar şeytan onları yolluyor işte! Ama Aziz Jean beni
korur” diye düşündü.
Döşemede yuvarlanan kurşun sesine benzeyen garip bir ses ve takibinde boğuk bir çığlık onun
aniden Bois-le-Duc’ü ününe kavuşturan çanı yapanların inşa ettiği gösterişli mahzenin önünde
durmasına sebep oldu. Birçok kez istavroz çıkarıp arkasına göz ucuyla baktı. Bulutlar dağıldı
ve ayın solgun ışığı taştan haçın devasa gölgesini bir an kilisenin önüne kadar yansıttı.
Jacob kilisenin duvarına vardığında artık ışığı görmüyordu. Bir an hareketsiz kaldı, ardından
kilisenin anahtarını getirmediği için kendisine lanet etti.
-
Şeytanlar, serseriler ya da sapkın cadılar, hepsini burada kıstırırdım, diye kısık bir
sesle homurdandı bir yandan da kızgınlıkla yumruklarını sıkarken.
“Yedek anahtarlar!”, aklına rahip evinden çıkan hizmetçilerin kullandığı kapının diğer
tarafında bulunan kendisinin birkaç metre ilerisindeki
kduşkudşinde1
asılı duran kutu
gelmişti.
Kapının kolunu iterken belli belirsiz bir gıcırtı duyuldu. Jacob kapıyı daha fazla aralamaya
cesaret edemeyerek telaşla aralıktan içeri girdi.
1
Kduşkudşin: Kilisede ayin eşyalarının saklandığı kısım.
2
Gözlerinin yarı karanlığa alışmasını bekledi. Ayaklarının altında hissettiği kuru döşeme ona
güven veriyordu. Buhur kokusuyla dolu aşina nemli havayı içine çekti. Koro alanının önünü
kapatan devasa koyu renkli tahta sandalyenin çevresini dolaşarak kduşkudşinedoğru yöneldi.
Tam sandalyenin önünden geçtiği sırada ışığın neden kaybolduğunu anladı: parlak hale
sandalyenin kenarında duruyordu.
Yeniden bir hareketlenme hissetti ve sonra hiç düşünmeden kduşkudşine ulaşmak için adım
attı. Sandalyeyi geçmeyi başarıp koronun karşına vardı. Işık onu kendinden geçiriyordu.
Haykırmak için ağzını açtı ama bir tek ses bile çıkmadı. Bütün vücudu titremeye başlamıştı.
Korkudan donup kaldığı anda devasa bir karaltının tüm bedenini kavrayan gölgesini fark
edebildi. Parlak pençeler, gaga gibi bir ağız, kanatlara benzer kollar ve koskoca siyah bir
manto görebilmişti. Kaçamayacağını biliyordu, zaten bacakları kıpırdamıyordu. Sadece
yüzünü korumak için ani bir hareketle kolunu kaldırabilmişti. Tiz bir ıslık sesiyle kendinden
geçti. Kesik gırtlağından akan sıcak kanı hissetmiyordu. Bir kukla gibi, önce dizlerinin üstüne
çöküp sonra da yere yuvarlandı. Korku dolu gözlerini siyah bir perde kapladı.
-
Vade retro1... diye sayıkladı.
Ama dudakları kıpırdamıyordu bile.
2
Bois-le-Duc, Saint-Jean Kilisesi papaz evi – 16 Ocak, sabah sekiz suları
İnatçı soğuk, Johannes Van Breuglen’in içini kemiren sıkıntının sadece çok küçük bir kısmını
delip geçebiliyordu. Soğuk yeni doğan gün ile birlikte odaya girmek için sabırsızlanırken,
Saint-Jean kilisesinin başpapazı dünden beri bitip tükenmek bilmeden biriken aksilikleri
sıralıyordu. Kötü bir uyku, sıradan bir uyanış, cehennemin alevleri gibi can yakan şu kar...
Tek eksik her gün kendisini ateşi yakmadığından dolayı buz gibi bir odada uyanmak zorunda
bırakan ve mutfakta kendisinin yemesi için bir parça yemek hazır etmeyen şu acınası
Jacob’un ortalarda olmayışıydı. Kilise hizmetlisi her hata yaptığında başpapaz, Notre-Dame
kardeşliğinin güçlü üyelerine yaranamama ve bu yüzden cömert bağışseverleri kaçırma
korkusuyla onu kovamamasından dolayı duyduğu ezikliğin yeniden içinde yükseldiğini
hissediyordu. Kürklü mantosuna sarılı, bu zayıf ve kel adamı, kilise hizmetlisinin verdiği
hizmetin vasatlığından ziyade bu eziklik küplere bindiriyordu.
-
İşten kaytarmak için her fırsatı kolluyor, diye söylendi başpapaz. Saint-Jean
hizmetlisi, ne komedi ama! Bekle ki dam onarılsın; piskoposlukta ben o lanet olası
burjuvaları başımdan savmanın bir yolunu bulurum nasılsa!
Kızgın bir şekilde iç avluyu süzdü.
1
Vade Retro: Latince “Geri git”.
3
“Bin ateş, altı bin ruh ve bunlardan biri de şu soğuğu kıramıyor! Korkaklar!” Kıpkırmızı bir
suratla bağırırken sinirini kilise mensuplarından çıkarmaya çalıştığının farkındaydı. “Onlara
iğne deliğinden ve cehennemdeki işkencelerden bahsedeceğim...”
Küçük kapının yarı aralık görünümü onu yalnızbaşına sürdürdüğü bu serzenişlerinden
alıkoydu. Arkasında kalan kduşkudşine doğru kızgın bir bakış attı.
-
Bir kapıyı bile kapamaktan acizler! Acizler!
Ayakkabısının pençesini damda biriken karı düşürmek için taştan kirişe vurdu ve binada
soğuğun kol gezdiğini sezerek içeri girdi.
Orta sahında onu tam bir sessizlik karşıladı. Vitrayların arasından geçen ışık süzmeleri aşina
karanlığı tırmalıyordu. Önce duraksadı ardından garip bir kokuyla etrafı saran havayı
koklayarak birkaç adım ilerledi.
-
Burada bir şey yanmış, dedi yüksek sesle.
Tabanlarının bir birikintinin içinde olduğunu fark edince yeniden durdu. Ayaklarının dibinde
karanlık bir yansıma gördü ve felaketin nereden kaynaklandığını anlayabilmek için gözlerini
bulunduğu sahnın tavanına çevirdi.
-
Yine mi şu lanet olasıca sızıntılar! Bütün azizler adına, hiç bitmeyecek değil mi!,
diye sinirli bir şekilde söylendi tekrardan. Şu kar da her işi bozuyor ve adamların
damı onarmalarına engel oluyor!
Başka bir şey fark etmediğinden, belediye başkanlığına veya Notre-Dame kardeşliğinin
üyelerine açıklamak zorunda kalacağı ek işlerin sıkıntısını düşünerek kduşkudşine geri döndü.
‘Charybde ve Sylla1’yı acıyla aklından geçirdi. Bir kısmı, bu koca yapıtın zararına olacak bir
şekilde sanata ve güzelleştirmeye fazla para harcadığını söyleyerek kendisini eleştirecek, bir
diğer kısmı da dört sene önce şehrin ressamlar topluluğuna ısmarlanan oyma mihrap
arkalığının tamamlanmasına verilebilecek milyonlarca florinin basit bir arduvazları
destekleme işine harcanması fikrine sağır kalacaklardı...
Düşünceleri aniden durdu. Ağzından korku dolu bir çığlığın yükselmesine engel olamadı.
Tüm vücudu donup kalmıştı. Alnındaki ter damlaları parlıyordu. Sersemleyerek sallandı,
dengesini kaybediyordu. Tam karşısında, kilisesinin koro yerinde bakmaya tahammül
edilemeyecek bir görüntü vardı.
Ana sahnın iki yanından iki korkunç beden sarkıyordu, biri meclis tahtının üzerindeydi diğeri
ise kutsal kâsenin saklı durduğu işlemeli dolabın en yakınındaki iskemlelere bırakılmıştı.
Dehşet habercileri gibi canice bırakılmış bu şeylerin sürüklenerek bulundukları yerlere
getirildikleri apaçık ortadaydı. Kızılımsı izler, bedenlerin başpapazın adını anmakta tereddüt
Charybde ve Sylla: Yunan Mitolojisinde Poseidon ile Gaia’nın kızı olarak geçen Charybde, Herakles’e ait olan
Geryoneus’un sürüsünden sığır çalmakla suçlanmış ve Zeus tarafından bir deniz canavarına dönüştürülmüştür.
Bu canavar günde üç defa ağzına fazlasıyla su doldurmakta, bu sırada gemileri ve balıkları da yutmakta, sonra da
geri çıkarmaktadır. Önceden bir su perisi olan Sylla da cezalandırılarak deniz canavarına dönüştürülmüştür. Bu
iki canavar denizin ortasında karşı karşıya durmakta ve denizcilere tehlikeli anlar yaşatmaktadırlar. Mecazi
olarak iki tehlike arasında kalınmışlık için kullanılmaktadır.
1
4
ettiği yerin koro alanına doğru sürüklenmiş olduğunu gösteriyordu. Gövdesinde ve
uzuvlarında derin yaralar bulunan çıplak bedenin bir kolu ve bacağı kesilip ayrılmıştı;
parçalanmış gırtlağına bir kuş kafası yapıştırılmıştı. Gördüğü dehşetten gözlerini ayıramayan
başpapaz farkında olmaksızın “çavuşkuşu” diye hızlıca geçirdi aklından.
Diğeriyse tam tersine, şiddetli işkenceler öncesinde bir insana ait olması muhtemel bir
bedenin varlığını belirtiyordu. Bu lanetlenmiş surat, koltuğa yerleştirilmeden önce üzerine
insan giysileri geçirilmiş bir domuz bedeninin üzerine kabaca dikilmişti.
Sıçrayan kan damlaları tahta parçalarının, koro alanını çevreleyen halıların ve mermer
döşemelerin üzerine yayılmıştı. Aralıklardan ve taşların arasındaki boşluklardan süzülen kan
dolambaçlı yolları izleyerek sahna inen basamaklara kadar erişiyordu.
Başpapazın gözüne tekrardan kutsal kâsenin içine bırakılan domuz başıyla ana sahnın üzerine
fırlatılmış kol parçası ilişti. Yanarak dehşet bir şekilde kömürleşmiş et yığınının arasından
eklem ve kemikler görülebiliyordu. Bir darbe yemiş gibi gerileyen başpapaz gözlerini
ayaklarına çevirdi. Gün ağardıkça artan aydınlıkta kırmızı rengi artık fark edebiliyordu, kanın
içinden yürümüştü. Papazın görüşü bozuldu. Bakışları sahnın üzerinde asılı duran ve bir
yardım çağrısını andıran devasa haça takılıp kaldı. Anlamayı reddeden gözleri fal taşı gibi
açıldı: haçın iki yanına kollar ve eller asılmıştı, ortasındaysa Jacob Aloysius’un cansız bedeni
tüyler ürperten dehşet ifadeli suratıyla uzanıyordu.
3
Floransa, Benci Sarayı – 16 Ocak, akşam dokuz suları
-
Bırrr... Bu gece her yer taş gibi donup kalacak! Bu soğuklar Floransa’da o kadar
nadir oluyor ki başka yerlerdekinden daha sert sanılıyor. Sevgili Usta, ısınmak için
bir bardak daha grappa alır mıydınız? diye sordu Luigi Benci şişeyi misafirine
doğru uzatarak.
Ona bir av kuşu edası veren parlak ve çıkık elmacık kemiklerinin üzerindeki içe doğru
gömülmüş küçük siyah gözleri, hitap ettiği adama odaklanmıştı.
Soru sorduğu adam ise kendisine dönüp bakmamıştı bile; kendinden geçmiş bir halde akşamın
biraz daha erken saatlerinde toplanan büyük kütüklerin yandığı mermer şöminenin kenarlarını
isleyen alevleri izliyordu.
Kendisi gelir gelmez Luigi Benci ona yan salonda atıştıracak bir şeyler almasını önermişti;
daha sonra birlikte portrelerin olduğu salona yerleşmişlerdi. Antik sahnelerle bezenmiş ve
canlı renklerle boyanmış kirişleri olan tavanın altındaki koyu mavi ve altın rengiyle donatılan
duvarlar odaya biraz soğuk bir görkem katıyordu.
5
İki adam ateşe en yakın yere konulan alçak iki koltuğa karşılıklı oturmuş küçük yudumlarla
likörlerini içiyorlardı.
Şöminede yanan tahta parçalarını göstererek “Kestane ağacından; Pistoia’daki topraklarımdan
geliyor” diye tekrardan söze başladı hüküm süren sessizlikten rahatsızlık duyan bankacı.
Leonardo da Vinci cevap olarak suratının büyük bir bölümünü kaplayan kıvrık, gür sakalının
altından zar zor seçilebilir bir tebessüm göstermekle yetindi. “Tıpkı Homeros, Şarlman veya
Aristo gibi... Onu hiç şu beyaz yumağı olmaksızın görmedim” diye aklından geçirdi bankacı.
Sakallarına karışarak ressama bir büyücü havası katan uzun ve bakımsız saçları suratını
çevreliyordu. “Bu akşam gerçekte kim acaba? Bütün Avrupa’da tanınan büyük sanatçı, bilge,
yaratıcı, ressam yoksa heykeltıraş mı?” diye içinden soruyordu Luigi Benci onu baştan ayağa
süzerken.
Yaşlı adam kafasına kırmızımsı bir bere geçirmiş ve sırtına ilginç bir biçimde örülmüş siyah
uzun bir manto giymişti. Mantosunun kısa kolları kalın yünden bir hırkayı ortaya çıkarıyordu.
Anlaşılmaz çehresi bulundukları yerin bütün eşyalarını tek tek inceliyor, yüzü kibarlıkla ironi
arasında bir ifade barındırıyordu.
-
Bu hava şartlarında Milano’dan buraya kadarki uzun yolculuğunuz sizi yormuş
olmalı.
-
Pek değil, diye yanıtladı ressam biraz isteksiz bir şekilde. Üstelik burada
bulunuşumun sebeplerini bilmeyişimden kaynaklanan şaşkınlığımı neden sizden
saklayayım? Sanırım böylesine uzun bir kış yolculuğunu yapmamı size akşam
yemeğinde eşlik etmem ya da zaten pek de güzel olmayan şu grappayı sizinle
tatmam için istememişsinizdir?
Bankacı cesaretini toplamak için iç ceketinin kahverengi fırfırlarını düzeltti. Kısa boyuna ve
yaşından kaynaklanan kamburuna rağmen ressamın tavır ve duruşundaki her şey onu
etkiliyordu. O ki İtalya’nın birçok büyük beyini elinde tutan korkulası bankacıydı, o ki hitabet
rahatlığı ün salmıştı lakin şimdi söyleyecek söz bulamıyordu. Lafa başlamaktan çekindiğinden
misafirinin gözlerindeki soğuk bakışların sıradışı sivriliğinin üstesinden gelemiyordu.
-
Tabii ki hayır, diye mırıldandı bankacı en sonunda elini farkında olmaksızın kel
kafasına götürürken. Bir an nasıl devam edeceğini bilemeyerek duraksadı. Sizden
bir tablo ricasında bulunacaktım. Şu duvarı görüyor musunuz? diyerek hiçbir şey
asılmamış boş yüzeyi işaret etti. Buraya Aziz Jean-Baptiste’in portresinin olduğu
bir tuvali asmayı çok isterim. Bildiğiniz gibi Laurent de Médicis’nin vefatından bu
yana Floransa bir çöle dönüştü. Azıcık özenle çalışan bir atölye bulmak
imkânsızlaştı. Üstelik bu isteğimi bizi birbirimize bağlayan dostluğumuzdan dolayı
kabul edebileceğinizi düşündüm...
Ressam kısa bir süre yerdeki dokumayı inceledi, ardından yadsımayla suratını asarak sıcak
şömieye döndü.
6
-
Aslında şu sıralar fırçalardan keyif almıyorum. Uzun süredir şövaleleri bıraktım.
Belki biliyorsunuzdur, kendimi bana geriye fazla boş vakit bırakmayan bilimsel
çalışmalara verdim.
Luigi Benci kafasını kaldırmadan devam etti:
-
Eşim Ginevra’ya ne kadar bağlı olduğumu biliyorsunuz, dedi gözlerini şöminenin
üstünde görkemle duran portreden yana çevirerek.
Bankacının nikâhı dolayısıyla 1474’te Leonardo da Vinci tarafından yapılan bu tablo, canlı bir
ifadesi ve duru bir çehresi olan genç bir bayanı tasvir ediyordu. Gizli bağcıklı bir korse
giymişti ama boynunda ve kollarında hiçbir takı yoktu. Hafif bukleli saçlarının çevrelediği
yüzünün arka planında ağaçlar vardı. Ressam iğne yapraklı kalın ardıç dallarıyla genç
hanımın adına duyduğu saygıyı vurgulamak istemişti. Belirgin karşıtlıklar gösteren aydınlık
ve karanlık alanlar ortaya sıradışı bir duyarlık çıkarıyordu. Tablonun bütününden gizemli bir
güzellik ve sadelik hissi fışkırıyordu. Sadece eserin alışılmadık formatı sanki tablo en az on
santimetre ufaltılmış gibi kendini ele veriyordu. Ginevra’nın portresinin alt kısmı ilginç bir
şekilde eksikti.
-
Geçen kış ölümüyle beni ve kızımız Gabriela’yı derin bir yasa boğdu, diye ekledi
Luigi Benci alçak ve hafif titreyen bir sesle. Sevgili Usta, eseriniz benim nadir
tesellilerimden bir tanesidir. Size itiraf etmeliyim ki bu tablo olmasaydı benim için
bu kadar değerli olan bir yüz her geçen gün aklımdan biraz daha silinirdi!
Leonardo da Vinci ne diyeceğini bilemez bir halde başını öne eğdi. Tablo ona daha yirmilerini
yaşayan genç ve solgun kadını hatırlatmıştı. Aklına bu sayede aldığı yüklü miktar para da
geldi. Bu ısmarlama onu Verrochio’nun atölyesindeki imrenilen genç ressam haline
getirmişti.
-
Bu tablonun yarım kalması ne büyük talihsizlik, diye ekledi bankacı daha dinç bir
sesle.
Luigi Benci bunları söylerken başını tekrardan benzersiz ve hüzünlü güzelliği yansıtan tuvale
çevirmişti.
-
Sizi Floransa’ya çağırmamın tek sebebi aziz Jean-Baptiste tablosu ısmarlamak
değildi; aynı zamanda sizden büyük bir iyilik rica etmek istiyorum sevgili Usta.
Bu sözleri duyan ressam kaşlarını çattı.
-
En sonunda benim canım Ginevra’mın ellerini çizerek eserinizi bitirmeyi kabul
ederseniz size sonsuz minnet duyarım, dedi bankacı en sonunda dileğini ifade
edebilmiş olmanın verdiği rahatlamayla.
Leonardo da Vinci suratındaki memnuniyetsizlik ifadesini belirginleştirdi. Uzun süren bir
sessizliğin ardından ressam tabloya gömülen gözlerini karşısındaki adama çevirdi.
-
Bu ne yazık ki mümkün değil, dedi kararlı bir sesle. Size belirttiğim gibi kısa bir
süre önce insan anatomisi üzerine yoğun bir çalışmaya başladım. Bu meşakkatli iş
7
bütün zamanımı alıyor. Ismarladığınız aziz Jean-Baptiste tablosunu ve uzun zaman
önce yapılmış bu tabloyla ilgili arzunuzu aynı anda yetiştiremem. Üstelik bu tablo
bence zaten mükemmel ve...
Bu sırada salonun kapısı açıldı ve içeriye dinç bir bedenin gölgesi vurdu.
-
Baba, baba... Bu akşam mükemmeldi, bana eşlik etmeliydiniz!, diye sevinçle içeri
girdi genç bir kadın beyaz kürklü başlığını çıkarırken.
Luigi Benci ayağa kalktı:
-
Usta, izin verin size kızım Gabriela’yı tanıtayım!
Genç kadın hemen onun ardından giren hizmetçiye kalın yün mantosunu çıkarıp uzatırken
yaşlı ressam da onu izliyordu.
Orta boylu, güzel yapılıydı Gabriela; geniş dantelli bir örtüyle ensesinde toplanan parlak
kumral saçları zarif bir şekilde alnının iki yanından önüne düşmüştü. Bu genç kadın etrafına
yaşlı ressamın bakışlarını alıkoyan bir enerji, bir güç yayıyor ve aynı zamanda da tablodaki
genç kadın portresinin ikizi niteliğinde gözden kaçmayan bir benzerlik yansıtıyordu.
Büyük Leonardo da Vinci karşısında heyecanlanan Gabriela iki adama birkaç adım uzaklıkta,
ellerini arkasında kavuşturmuş, sessizce duruyordu. Böylesine ünlü bir kişiyle karşılaşma ve
gündelik ahbaplıklarını oluşturan kaliteli Floransa sosyetesinin sıkıcı, dar çerçevesinden
çıkabilme fırsatını öngörülmemiş bir şekilde yakalamanın onurunu duyarak eğildi ve onları
selamladı.
Güçlü ve nasırlı ellerini, kısa parmaklarını ve köşeli tırnaklarını incelerken ‘Leonardo da
Vinci... Böylesine hassas çehreleri bu ellerin resmetmiş olması mümkün mü acaba? Ben de
tüm dünyanın tanıyacağı bir eser ortaya koymak için kendi kaderimin üzerinde yükselebilmek
isterdim! Onun tuvallerini gördükten sonra tutkunun şeytan icadı olduğuna kim inanabilir
ki...’ diye içinden geçirdi Gabriela.
Annesinin görüntüsü bir an gözünün önüne geldi; bununla birlikte kendisine ağırbaşlılığı,
itaati ve gelecekteki eşine adayacağı bir ev kadını ruhunu savunan itaatkâr ahlâka ters düşen
öğrenme, seyahat etme ve keşfetme hayallerini annesiyle paylaşmasından doğan ve sürekli
zıtlaşmalarına sebep olan tartışmalarını da hatırlamıştı... Ata binmeyi öğrenmek için
tartışması, gizlice kitaplar alıp yunanca ve latinceyi öğrenmek için kurnazlık yapması ve
eyaletin birçok hatırı sayılır adamıyla evlendirilme isteklerini geri püskürtmek için
diplomasinin servetlerini ortaya dökmesi gerekmişti. Ölüm döşeğinde bile, annesinin ona
uygun gördüğü hayattan kendisini uzaklaştıracağından korktuğu hayal gücünden ve tutkulu
huylarından bahsettiğini hatırladığında dalıp uzaklara gitmişti. Gabriela onu ikna edecek
yollar veya en azından hiç bitmeyen tartışmalarını sonlandıracak bir anlaşma noktası
bulamadan annesi ölmüştü...
-
Gabriela?
Babasının sesi onu içine düştüğü hüzünlü düşüncelerden çekip çıkardı.
8
Soğuktan etkilenen yaşlı adam zorlukla ayağa kalktı. Onun tavrından yaklaşabileceğini
anlayan genç kızın önünde belirsiz bir selam verdi.
“Otur çocuğum” dedi Luigi Benci, yanlarındaki hizmetçiye şöminenin yakınına bir koltuk
yaklaştırmasını işaret ederken. “Sana bu odaya bir Jean-Baptiste tablosu koymak istediğimden
söz etmiştim. Şu anda bunu ısmarlıyordum!” diye devam etti banker biraz zorlama bir
neşeyle. “Senin içeri girdiğin sırada da Ustayı sevgili annenin portresini bitirmesi için eline
yeniden fırçalarını almaya ikna etmeye çalışıyordum!”.
Gabriela babasının aylardan beri devam eden ve artık takıntıya dönüşen bu arzusunu
biliyordu.
-
Ama görüyorsun ya çocuğum, dostumuz beni bu mutluluktan mahrum etmek için
kendi çalışmalarını bahane ediyor.
Bankerin konuşma şekline şaşıran ressam genç kıza döndü:
-
Sinyorina, babanıza sadece aradan otuz sene geçtikten sonra aynı çalışmaya tekrar
dönmenin benim için imkânsız olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Üstelik artık
karşımda bir model de yok, diye ekledi Leonardo merhamet dilenen bir tonda.
Bu sözler Luigi Benci’nin neşeli ifadesine gölge düşürdü; acı gözlerinden okunuyordu.
Sadece şöminedeki ateşin çıtırtılarının bozduğu bir sessizlik yerleşti odaya.
Gabriela babasına doğru eğilip, kolunu okşayarak yumuşak sesiyle “Baba... Belki bir yolu
vardır” dedi.
Şaşkın Luigi Benci sessiz kalırken Leonardo’nun yorgun gözünde ani bir ilgi parıltısı belirdi.
Genç kız hemen avuç içlerini açarak ressama doğru döndü.
-
Acaba benim ellerimi resmetmeniz yeterli olmaz mı?, diye sordu onu
yumuşatmaya çalışarak.
Sonra Da Vinci’nin etkileyici bakışlarını bırakarak babasına döndü:
-
Ne dersin? Hep söylersin ya ‘annesine ne kadar da benziyor’ diye... dedi duygulu
bir tavırla.
Afallayan bankere karşılık verme fırsatı bırakmadan yeniden ressama döndü:
-
Siz de fark etmişsinizdir... Aynı modeli bende bulacağınızdan eminim, eğer size
daha az zahmete yol açacaksa sizinle Milano’ya gelirim.
‘Tanrım lütfen evet desin, onu izleyim, düşünüp hareket etmesini göreyim ve beni birlikte
olduğu bilgeler ve büyük düşünürlerle tanıştırsın!’ diye düşündü Gabriela.
-
Yalvarırım sevgili Usta, hayır demeyin, diye tutkuyla titreyen bir tonla
konuşmasını bitirdi.
-
Tabii ki karşılığınızı benden fazlasıyla alacaksınız, diye ekledi banker.
Ressam bir kez daha hiç yanıt vermedi ama Luigi Benci onun gözlerinde parıldayan ilgiyi
görünce can alıcı noktaları yakaladığını hissediyordu.
Vinci sanki bu konuşmayı kısa kesmek ister gibi genç kıza döndü.
9
-
Bize akşamınızın nasıl geçtiğini anlatın bari Sinyorina. Size ne bu denli heyecan
verebildi?, diye sordu samimi bir tavırla.
-
Birkaç arkadaşla beraber, Josquin des Prés’ye ait olan motet’in1 sunulduğu Santa
Maria Novella’daydım. Müzik ve o ilahi sesler, hele ki böylesine sert bir kış
mevsiminde içimi hoş bir sevinç ve sıcaklıkla kapladı, diye yanıtladı Gabriela.
-
Çok güzel bir kilisedir ve bakın sizi nasıl da onurlu bir zevkle donatmış, dedi
ressam; genç kızın sadeliğinden keyiflenmiş bir hali vardı.
-
O zaman anlaştık?, diye tekrardan söze başladı okkalı önerisinin hedefi tam
ortadan vurduğunu anlayan banker; elindeki fırsatı iyi değerlendirmek istiyordu.
-
Şimdi müsaade ederseniz odamda biraz dinlenmek istiyorum, diye şaşırtıcı bir
şekilde bankeri yanıtladı Leonardo güçlükle ayağa kalkıp gabriela ve babasını
selamlarken.
Büyük, altın bir şamdan taşıyan hizmetçi eşliğinde odadan çıkacakken ressam Gabriela’ya
döndü:
-
Sizi yarın sabah on birde tam burada bekliyorum hanımefendi, dedi teatral bir
tavırla.
Luigi Benci, Leonardo da Vinci çıkarken gururla gülümsedi. Sonra da ellerini ovuşturarak bu
zaferi kutlamak için son bir grappa2 içmeye karar verdi.
4
Bois-le-Duc Piskoposluğu – 17 Ocak, öğle civarı
Bois-le-Duc Piskoposu Urs Van Leyden ellerini arkasında kavuşturmuş görüşme salonuna
açılan devasa büroyu arşınlıyordu. Parkede attığı adımların sesi, silme bezeli tavandaki koyu
renkli tahtalardan yankılanıyordu. Odanın diğer ucunda ayakta duran üç kilise adamı sabırla,
sessizce bekliyordu. İkisi önü ilikli siyah rahip giysilerinden giymişti, üçüncünün giydiği
siyahlı beyazlı kıyafet ise onun Dominikan sınıfından olduğuna işaret ediyordu. Genç yaşı,
uzun boyu ve heybeti onu diğerlerinden bir bakışta ayırıyordu. İnce ve hatları aşina olan
1
2
Motet: Kilisede müzik eşliği olmaksızın okunan çok sesli ilâhî.
Grappa: Özellikle İtalya’da yapılan damıtılmamış üzüm suyu, hayat suyu olarak da geçer.
10
yüzünde derin, karanlık bir bakış vardı. Aslında üçünde de belirgin hatlar ve karamsar bir
bakış fark ediliyordu.
-
Kilise tamamen kapatıldı mı? Peki ya inançlarını koruyanlar?, diye sordu yüksek
mevkili papaz üç adamdan en küçüğüne bakarak.
-
Evet efendim. Hepsi Saint-Jean topluluğundan, iyi aile çocukları ve hiçbir soru
sormuyorlar. Zaten üzücü olay yaşandıktan hemen sonra kapıya bağlanan
zincirler...
-
İyi bir başlangıç, dedi piskopos adamın sözünü bölerek.
-
... tüm içeri girişleri engelliyor. Bu gece bütün izleri ortadan kaldıracağız. Fazla
geç kalmamak gerek çünkü soğuğa rağmen koku...
Bir hareketle Urs Van Leyden tekrardan adamın sözünü kesti.
-
Yeter. Aziz Jean’a dua edelim de binanın yıkılma tehlikesi ve tavan için gereken
acil yapılanma çalışmalarıyla ilgili yaptığımız açıklamalar bize yeteri kadar zaman
kazandırsın. Habercinin Roma’ya varması için kaç güne ihtiyacımız var?
-
On dört efendim, hava şartları biraz düzelirse ve trenle zorlarsak on iki gün.
-
En çabuk şekilde gitsin, dedi piskopos pencereye dönerken.
Ufukta, şehrin ahşap evlerinin arasından yükselen çanlar ormanının arasında gözünü SaintJean kilisesinin çanından ayıramıyordu.
-
İkinci cesedin kime ait olduğu anlaşıldı mı?, diye sordu bir süre sonra.
-
Daha değil, diye cevapladı en küçük adam. Geriye kalanları incelerken belki bir
şeyler buluruz ama belki de bir dilenciye, hırsıza ya da şehirde kimsenin
tanımadığı bir yabancıya aittir.
-
Daha da kötüsü olabilir, diye söylendi piskopos kendi kendine.
Ağır adımlarla açılı biçimde pencerenin karşısına yerleştirilmiş geniş tahta sırtlıklı
piskoposluk koltuğuna yöneldi.
Sanki bir işaret almış gibi üç adamdan ikisi piskoposu selamlayıp çıktılar. Dominikan rahibi
Nicolaa Van Rosendal kımıldamadan duruyordu.
-
İmparator’u olanlar hakkında haberdar etmeyecek misiniz? diye sordu en sonunda.
Piskopos başını öne eğdi.
-
Daha değil, zaman kazanmak istiyorum. Bu iş bize düşer. Cinayet kutsal alanda
işlendi ve görünüşe bakılırsa pek de insan işine benzemiyor. Kendi topraklarımızda
iblisle savaşmamız gerekiyorsa, bu zaten bizim işimiz. Bunları yapanın bir insan
olduğuna dair kanıt gelirse onu haberdar edeceğim.
Piskopos oturduğu yerden kalkıp Dominikan rahibini kolundan çekti.
-
Gel, manastırda birkaç adım yürüyelim, burada sanki havasız kalıyorum.
Ağır ağır çıktılar. Genç din adamı bir anda daha önce sık sık yaptıkları gezintilerde
olduğundan daha kuvvetli bir şekilde yaşlı adamın bütün ağırlığını üzerinde hissetti. ‘Sanki
11
bir üflemeyle yıkılacakmış gibi...’ diye düşündü. Yoksa yıllardır korktuğu şey yaklaşmakta
mıydı? Piskoposun demir yumruğunun açılmaya başlayıp gücünün azalmaya başlayacağı an
yakın mıydı? Bu an aynı zamanda Nicolaa Van Rosendal’ın kanatlanıp uçmaya başlaması,
daha çok küçükken, onu himayesine alan kişiden öğrendiği dersleri kullanmaya başlaması
anlamına geliyordu. ‘Şüphesiz sadece bir yorgunluk belirtisi bu; ama bütün bu tehditleri
düşünmek yerine benim ona yardım etmem gerekiyor’.
Manastıra kadar sessizce yürüdüler ve piskoposun gizli şapeline giden merdivenlerin önünde
durdular.
-
Görüyorsun ya Nicolaa, feleğin tekeri bizim hep en kötüye hazırlıklı olmamız için
tasarlanmış. 1463’te şehirde yangın vardı. Ben o zaman sadece bir çocuktum ama
alevler hâlâ gözümde canlanıyor, üzüntü dolu haykırışlar hâlâ kulağımda
yankılanıyor. Savaşlar ve şu lanet olasıca savaş lideri Maartin Van Rossum’un
planladığı yağma vardı; hepsinin üzerinden on yıl geçti... İblisin bu kadar uzun
zaman boyunca kendini kanıtlamadan durmayacağını biliyordum. Bütün o
dönemlerde onun işaretini gördüm. Ama şu an eli bize o kadar yakından
dokunuyor ki! Soluğu o kadar sıcak ve maskesi o kadar ince ki! Bu eylemi kendisi
yapmış ya da birilerini etkileyerek yaptırmış da olsa bize ve kendi evinde İsa’ya
meydan okuyor demektir. Hayır, bu gerçekleri görmemek olur. Kötülüğün,
neredeyse maskesizce bu denli dehşetengiz bir cinayet işlemesi için belirli sebepler
olmalı...
Sesini alçaltarak devam etti:
-
İşte bu yüzden İmparatorluk yetkililerine haber verilmesini istemiyorum.
Genç adama yanaştı:
-
Belirsizliklerle dolu zamanlar yaşıyoruz oğlum. Kötülük akılları çelip onları
kiliseye karşı gelmeye itiyor. Burasının Erasmus’u cezalandırdığını ve daha birkaç
sene öncesine kadar o Macropedius ateistinin şehir üniversitesinde okumakta
olduğunu unutmuyorum! Özgür Fikir Kardeşleri adında bir grubun şehrin
sınırlarında eyleme geçeceği bile bildirildi bana... Reform! İşte şeytanın yeni
kurnazlığı, yeniden körüklemeye çalıştığı şey budur. O Luther’in ilahi emirler
aldığı güne lanet olsun... Bütün bunlar o kadar tehlikeli ki insanlar bazılarının
Hindistan ya da başka yerlerde gösterdikleri yeni dünyalarla heyecana kapılıyorlar.
Sanki başka âlemlere ihtiyacımız varmış gibi!
Piskopos, Dominikan rahibinin etrafında ufak ve telaşlı adımlarla dönüp sanki o endişe dolu
ortamdan yeni bir güç alırmış gibi gezintisine devam etti.
-
Bunlara karşılık ülkenin ve Hıristiyan âleminin bütün güçlerinin birleşmesi ve
Kilise’nin bütün Avrupa krallıklarının birleştiricisi, ortak noktası olması gerekir.
Bu anlamda İmparator Maksimilyen ile Papa arasındaki anlaşmalar çok önemli.
12
Şöyle bir durumda bu çeşit karmaşaların açığa çıkmasından daha kötü bir şey
olamaz. Bu sapkın davranışlar ve şeytani güçler ile şehrimiz ve İmparatorluk
arasında bir bağ kurulmamalı. İmparator, Bois-le-Duc’ü bu bölgenin merkezi ilan
etti. Bundan yaklaşık otuz yıl evvel –ben daha genç bir papazdım- burada Altın
Post toplantısı düzenleyerek şehri onurlandırmıştı. Burada sabırla, saygıyla,
kendini İsa’ya adayarak İmparatorluğun bir vitrinini oluşturdu. Bütün bunlar da
dikkatleri şehrin üzerine çekti.
Tutkuyla genç adama bakıyordu:
-
Paris’te, Londra’da hatta Roma’da bile şehrimizden Küçük Roma diye
bahsediliyor. İnan bana şeytan hedeflerini hiçbir zaman rasgele seçmez. Bu
iğrençliklerin devamını engelleyip, aynı zamanda da onları anlamaya çalışarak
şeytanın etkisiyle savaşmak bize düşüyor. O zavallının kim olduğunu bularak ve
dua ederek...
Dominikan rahibini farkında olmaksızın kutsayıp devam etti:
-
Haydi, gidip talimatlarımızın uygulanışını denetle ve neler söyleniyor bir bak.
Başpapaz kardeşimizi de gör, onun dinlenmesini sağla. Yaşadıklarından sonra
kendisini tekrardan o dehşet dolu anları hatırlatacak görüşmelerde bulunmaması
çok iyi olur. Ve bütün bunlar hakkında düşün. Bana gelirse, ben Aziz Jean’a dua
edeceğim, dedi merdivenleri çıkarken.
Manastırı terk ederken, Nicolaa Van Rosendal kilise eşyalarının üzerine yerleştirilmiş o
korkunç görüntüleri, komşu manastırdaki tezhipçinin kurşunla alelacele krokisini çizdiği
işkence sahnelerini kafasından silip atamıyordu. Parçalanmış başı ve tanınmaz hale gelmiş
suratı gözünün önüne getirdi. Kim böylesine kuvvetli nefret ve şiddetli bir kızgınlık
uyandırabilirdi ki? Renkler olmasa da bu resimlerden sanki kan fışkırıyordu. Genç adam
ürperdi, tekrardan kar yağmaya başlamıştı.
5
Arno kıyısı, Floransa – 17 Ocak öğle suları
-
Bu gezintiyi kabul ettiğiniz için teşekkürler Matmazel. Bu şehrin yumuşak ve
kendine has çizgilerini tekrar bulmak için sabırsızlanıyordum. Üstelik itiraf
etmeliyim ki soğuktan uyuşan bedenimin bu güzel güneş altında ısınmaya pek
ihtiyacı vardı. Ocak ayının ortasında böylesine parlak bir güneş ancak Floransa’da
bulunabilir! İki sene önce bu şehri terk ettiğimden beri özlemini fazlasıyla
duyduğum tek şey bu!
13
Çevredeki tepelerden yükselen parlak ışık süzmeleri Leonardo da Vinci’nin üzerindeki
mantonun kıvrımlarında ve yün beresinden dışarı çıkan beyazlıklarda oynuyordu.
Gabriela, ressamın yavaş adımlarını ve başı topuzlu bastonundan destek alarak Arno
rıhtımında yürüyüşünü incelerken ‘O zavallı yaşlı bir adam’ diye geçirdi aklından. Yine de
burada olduğu kadar bütün İtalya’da da Vinci’nin ünü öylesine yayılmıştı ki, genç kız onun
çevresinde bulunabilmekten duyduğu gururu görmezden gelemiyordu. Hatta onun birkaç
dostuyla tanışmayı bile düşlemişti. Ama bu çocuksu arzudan ziyade, bir önceki gece saatler
boyunca kendini uyumaktan alıkoymuş ve şu anda onu kıvrandırmaya devam eden ‘ressamın
gözünde küçük, kasabalı bir kız gibi görünme’ endişesini duyuyordu. Eline geçen fırsat
gündelik hayatını doldurmak ve genç kızın dört elle sarılmak istediği bu yeni hayat
doğrultusunda büyük bir adım atmak için fazlasıyla uygundu. Demek ki bu sabah odasından
indikten sonra gerçekleşen bu ilk baş başa kalışı iyi değerlendirmesi gerekiyordu.
Bu kararlaştırılmamış gezinti için uzun bir elbise ve bedeninin inceliğini ortaya koyan siyah
bir üstlük giyen Gabriela, başını mükemmel bir gülümsemeyle ressama doğru çevirerek “Size
eşlik etmekten mutluluk duyuyorum” diye yanıtladı.
Ressam onun kolundan tutarak devam etti: “Söyleyin genç bayan, babanızın, yıllar önce
resmettiğim annenizin portresiyle ilgili arzusu hakkında gerçekten ne düşünüyorsunuz?”
Gabriela’nın çehresinde bir karamsarlık belirdi.
-
Annemin ölümü hepimiz için ama özellikle de babam için bir dramdı. Hâlâ yastan
çıktığını söyleyemem. Onu çoğu zaman sizin tuvaliniz karşısında ağlarken, yıkkın
bir şekilde buluyorum. Eğer onun bu dileğini gerçekleştirirseniz kendisini büyük
bir rahatlığa kavuşturmuş olacaksınız...
-
Ama ben elleri sevmem... Ellerden tiksinirim!, diye çıkıştı Leonardo da Vinci
bastonuyla toprağa vurarak. Onlar insana ait bütün aşağılıkların kaynağıdır.
Gabriela’nın elini kuvvetlice sıkıp yeşil gözlerini ona dikerek ekledi: “Eller... eller şeytanın
habercileridir!”
Ressamın sözlerinin şiddetinden şaşıran, ne diyeceğini ve yumruğunu sıkıca tutan elden nasıl
kurtulacağını bilemeyen Gabriela ‘Deli mi acaba?’ diye geçirdi aklından.
-
İnsan vücudunun genel görünümü hakkında detaylı çalışmalar sürdürmekte
olduğumu biliyor muydunuz?, diye devam etti ressam daha sakin ve kalın bir sesle;
genç kızın kolunu bırakıp tekrardan yürümeye başlamıştı. Bir sanatçının
keşfetmesi gereken en mühim şey, yaşayan her canlı yaratığın ruh haline göre nasıl
hareket ettiğidir. Teşrih doğanın gizli işleyişlerini ve içinde gizli kalan şeytanlıkları
daha iyi anlamamı sağlıyor. Zaten bunlardan birçoğunu bir anda yakalayabilecek
bir seri keşif yapmış bulunmaktayım!
14
-
Bütün bunlar ne kadar da heyecanlandırıcı!, diye yanıtladı genç kadın. İyi ama tam
olarak ne tür keşiflerden bahsediyorsunuz? Rica ederim bana daha fazlasını
anlatınız! Size bir itirafta bulunayım, ben de doğanın gizlerine ilgi duyuyorum!
Leonardo da Vinci böylesine bir tepkiyle karşılaşmış olmaktan şaşırarak yeniden duraksadı.
-
Gerçekten mi?, diye sordu bankerin kızını meydan okuyan bir bakışla incelerken.
-
Gerçekten!, diye yanıtladı Gabriela samimiyetle. İnsan vücuduyla ilgili her şey
beni heyecanlandırıyor. Aslında, babam her ne kadar bu mesleğin genç bir kızın
geleceği için uygun olmadığını anlatıp dursa da, benim hayalim tıp eğitimi
almaktı!
-
Babanız kesinlikle haklı! Kadınlar bilimden anlamazlar. Ama ben yine de size ilk
tıp dersinizi vereceğim. Size söyleyeceğim şeyi bu güne kadar kimse anlayamadı...
‘Bu gezinti hiç beklenmedik ve zevkli bir gidişat almaya başladı. İşte bütün İtalya’nın önünde
saygıyla eğildiği bir yaşlıyı sokak ortasında dinliyorum!’ diye aklından geçirdi Gabriela.
-
Bakın, Pavie Üniversitesinde Marco Antonio Torre eşliğinde sürdürdüğüm son
çalışmalarım her kasın ve her organın işleyişlerinin uzun süreli gözleminin
sonucudur. Bu meşakkatli çalışmalar size günümüzde insanlığın hâlâ görmezden
geldiği bir şeyi açıklamama olanak veriyor...
Düklük sarayına yaklaşırlarken genç kız biraz daha fazlasını bilmek için ressama kocaman
yuvarlak gözlerle bakıyordu.
-
Analojileri iyice hatmettikten sonra hiçbir kuşku payı olmadan size söyleyebilirim
ki ereksiyon sırasında erkek cinsel organını sertleştiren şey sadece ve sadece kan
akışıdır..., diye devam etti ressam bilgili bir ses tonuyla.
Gabriela bir anda kıpkırmızı kesilmişti. Böylesine açık sözlü bir açıklama beklemiyordu. ‘İşte
bana bilgeliği öğretecek kişi’ diye geçirdi aklından; ne söyleyeceğini bilemiyordu. Leonardo
da Vinci, onu böylesine şaşırtmış olmanın gururuyla ve hafif alaycı bir gülümsemeyle genç
kızı inceliyordu.
-
Eğer bu sizin ilginizi çektiyse sizi teşhir atölyemde ağırlamaktan büyük mutluluk
duyarım. Biliyorsunuz, sanat ve bilim bir madalyonun iki yüzüdür. Sanatçı
doğanın aynası olmalıdır; ama bilinçli bir ayna olmalıdır, diye devam etti ressam.
Size keşfetmekte olduğum bütün gerçeklikleri göstereceğim. Eğer gerçekten tıbba
ilgi duyuyorsanız bedenin en gizli mekanizmalarını görmezden gelemezsiniz
Matmazel. Ama emin olun, insanda günahın merkezi, uzantısının olduğu yerde
değil, bambaşka yerlerdedir!, diye, ressam daha da gizemli bir havayla
konuşmasını sonlandırdı.
Konuşmanın gidişatını değiştirme derdinde olan genç kız, Usta’nın koluna girerek onu nehir
boyunca yürümek için yönlendirdi. Gölgede kalan kıyının üzerinden, günün bu saatinde
15
herkesin toplandığı Vecchio Köprüsüne doğru yönelmişlerdi. Gabriela uzaktan köprünün
üzerini kaplayan, giren çıkanı bol küçük dükkânları görebiliyordu.
Hâlâ Leonardo’nun söylediklerinin etkisi altındaydı, şaşkına dönmüştü. Bu beyaz saçlı, sakallı
adam şu anda kendisine daha yakın gibi görünüyordu. Bir an onu sırdaş benimsemek
istemişti.
-
Ben de doğanın beni etkileyen farklı şeyleri arasında bağlar kurabilmek isterim
gerçekten. Ama ne yazık ki bilimsel eğitimimin yüzeyselliğinden endişe
ediyorum...
-
Her ne konu üzerine olursa olsun bir eğitim almak zihin için faydalıdır matmazel,
diye yanıtladı ressam kendinden emin bir ses tonuyla.
Gabriela zamanın çizgilerini yüzünde taşıyan yaşlı adama sempati duyarak baktı.
-
Eğer babanızla ısmarladığı tablonun fiyatı hakkında anlaşırsak ay sonuna kadar
Milano’da benimle birkaç gün geçirmeyi düşünür müsünüz?, diye devam etti
aklına yeniden Luigi Benci’nin ısmarladığı tabloyu getiren Leonardo da Vinci.
Gabriela ressamın Floransa’da vakit kaybetmek ve başka herhangi bir resim işini üzerine
almak istemediğini anlamıştı. Bu Milano’ya seyahat fikri onu mutlu ediyordu. Ginevra’nın
vefatından sonra genç kız babasından uzaklaşma fırsatı bulamamıştı; üstelik Milano, tıp
fakültesini keşfetmek ve oradan hocalar veya öğrencilerle tanışmak için iyi bir fırsat
sunabilirdi...
-
Mutlulukla.
Ben
babamı
ikna
ederim!,
dedi
hem
kendini
daha
da
heyecanlandırmak hem de ressamın bir anda işin parasal yönünden duyduğu
endişeyi yok etmek için.
-
Tamamdır! Böylece Milano’da şeylerin doğası hakkındaki ilginç muhabbetimize
de devam etme şansını bulabiliriz. Bu işleri size bırakıyorum.
Ressam kafasını çevirip çenesiyle ters istikameti işaret etti:
-
Artık dönelim, ben acıktım!
Leonardo söz geçiren bir tavırla Gabriela’nın elinden tutarak onu nehre dik giden ve Benci
sarayına varan küçük sokaklara doğru yönlendirdi.
6
Londra, Kraliyet Sarayı askeriye salonu – 30 Ocak, öğleden sonra saat dört suları
-
Majesteleri İngiltere Kralı!, diye bağırdı, eskrim ustası genç hükümdarı gördüğü
anda.
Kalabalık arasından fısıltılar yayılıyordu. Ellerinde birbirlerine yönelttikleri silahlarıyla
talimin ortasında olan askerler öylece kalakalmışlardı. O öğleden sonra sayıları oldukça fazla
16
olan kadınlar kral önlerinden geçerken diz çökmüşlerdi. Kral kendine adanan bu sahneyi
izlemek için bir an durdu. ‘Burada bile hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ diye geçirdi aklından
genç krallığının ağırlığını her gün üzerinde biraz daha fazla hissetmeye başlayan VIII. Henri.
-
Devam edin baylar, devam edin!, dedi Kral kendisine bakan askerlere.
Birbiriyle çarpışan kılıçların sesleri tekrardan devasa salonun Tudorların av ganimetleriyle
donatılmış lambrili duvarlarında yankılanmaya başladı.
Kral bu basit çalışma için pamuklu krem rengi bir pantolon ve botlarının renginde siyah deri
bir yelek ile önü kapatılmış aynı renk bir bluz giymişti. İnce bir bıyığı vardı ve başında bir şey
yoktu. Bu kıyafetindeki tek incelik her fırsatta takmaktan zevk duyduğu değerli yüzükleriydi.
“Ne endam! İşte bizi değiştiren adam!” diye fısıldadı Kraliçe Cathrine d’Aragon’a eşlik eden
kadınlar topluluğunun ortasında oturan kumral genç kadın.
-
On dokuz yaşında, böyle bir fizikle hanımımız hiç de zararlı çıkmadı, diye devam
etti yanındaki kadını dürterek.
-
Kral da zararlı çıkmadı, unutmayın!, dedi bir üçüncüsü. Tahta çıkışından kısa bir
süre sonra önceki sene ölen kardeşinin karısıyla evlenerek sadece onun
güzelliklerine erişmeyi değil, kayınpederi Ferdinand d’Aragon ile de değerli bir
ittifak kurmayı becermiş oldu. Fransa kralı korksa iyi olur!
-
Kesinlikle!, diye yanıtladı ilki. Henri salonda sürdürülen savaş alıştırmalarıyla
yetinecek türden bir adam değil... diye devam etti eskrim ustasıyla antrenmana
başlayan hükümdarın hayranlık uyandıran kaslarını incelerken.
Hamlelere karşılık vermekle meşgul olan VIII. Henri, iki danışmanı Thomas More ve Thomas
Wosley’nin salondan içeri girdiğini fark etmemişti. Adeta statülerinin getirdiği gücü
göstermek için oradaki muhasipleri selamlamayarak uygun adımlarla yürüyen danışmanlar,
beraber sürdürdükleri görevin tavırlarından gölgelerine kadar onları aynılaştırdığını ortaya
koyarcasına ikiz gibi ilerliyorlardı.
Thomas More alçak sesle “Bitirmesini bekleyelim, fazla uzun sürmez” dedi.
Kral aslında karşısındakinin salonun köşesinde sıkışana kadar güç durumda kalmasını
sağlamak için bütün ustalığını göstermeye niyetliydi. Eskrim ustası kolunu havaya kaldırarak
dövüşü böldüğünü işaret etti.
-
Evet baylar, işte gördünüz! Bu zavallı eskrim ustası bana daha fazla dayanamazdı!,
diye bağırdı en sonunda iki adamı fark ettiğinde.
-
Kendimi temize çıkarmak ve siz Majestelerinin hakkını yememek için yılların
yorgunluğunu taşıdığımı söyleyebilirim. Üstelik çocukluğunuzdan beri siz
Majesteleri benim hamlelerime karşılık vermeyi çok iyi öğrendiniz, diyerek
kendini savundu nefes nefese kalan yaşlı adam maskını çıkarırken.
17
Kral, on beş yıl evvel eskrim ustasının kılıcı eline ilk verdiği zamanı hatırlamanın
duygusallığıyla gülümsedi.
“Bu yiğit düelloları ne kadar sevdiğimi tahmin edemezsiniz” dedi VIII. Henri kolunun tersiyle
alnındaki terleri silerken. “İyi ama siz bu karamsar suratlarla ne iş peşindesiniz?” diye sorarak
konuyu değiştirdi More ve Wosley’nin alışılmadık ciddi tavırları karşısında.
İki danışman onu izleyenlerden biraz uzaklaştırmak için birkaç adım attılar.
-
Sör, Kutsal İmparatorluğun merkezinde, Brabant’da, tam olarak Bois-le-Duc’te
çok kötü olaylar meydana geldi. Eğer önlem almazsak Avrupa çapındaki hassas
dengelerin işin içine girmesi mümkündür, diye yanıtladı en sonunda Thomas
More.
Şaşıran VIII. Henri elinde tuttuğu kılıcı silahlığa bıraktı.
-
Konu nedir?
-
Roma’daki ajanlarımız kaygı verici olaylardan en kötülerinin gerçekleştiğini bize
henüz bildirdiler. Birkaç gün önce Bois-le-Duc kiliselerinden birinde tüyler
ürperten bir katliam olmuş.
-
Görüntü öylesine korkunçmuş ki görenlerden büyük bir çoğunluğu akıllarını
yitirmişler, diye ekledi Wosley. Bu cinayet kutsal topraklar civarında
gerçekleştirilen bir dizi cinayetlerle bağlantılı olmasa neyse... Üstelik bu cinayetler
kilise otoritelerinin isteği üzerine gizli tutulmakta. Bunların birikmesi sonucunda
piskopos Roma’ya haber yollamak zorunda kalmış, bu sırada da adamlarımız
onların mektuplarını ele geçirmiş. Vicdansızca gerçekleştirilmiş bu cinayetlerin
çizimleri öylesine korkunç ki piskopos bile bu işin içinde şeytanın parmağının
olduğunu söylemekte tereddüt etmiyor!
VIII. Henri farkında olmaksızın bıyığını kaşırken kaşlarını çattı. “Şu noktada?” diye sordu bir
anda değişen karamsar bir tavırla.
Wosley cevap vermeden önce muhasiplerden sakınan bir bakış attı.
-
Seferlerinizde gördüğünüzden kat be kat daha kötü bir katliam Sör, dedi kaygılı bir
tavırla. İşkence görmüş, yakılmış, tütsülenmiş, kesilmiş ve hayvan cesetlerine
karıştırılmış bedenler...
Kral eldivenini kaldırdı, iğrenmiş bir surat ifadesiyle “Yeter, sözüne güveniyorum...” dedi.
-
XII. Louis de olan bitenden haberdar ve bizim kulağımıza gelenlere göre bu konu
hakkında oldukça hassas davranıyor, diye devam etti Thomas More. En kötü
suçlamalar Fransa Sarayında duyuluyor; Fransa kralının çevresindekiler İmparator
Maksimilyen’i bütün bu sapmalarla ve özellikle de Kutsal İmparatorluğu şeytani
bir yere dönüştürmekle suçluyorlar! Din üzerine ciddi bir dava ortaya çıkıyor. Bu
korkunç cinayet resimlerinin ve civarlara bırakılan yazıların yorumu en korkunç
varsayımlardan birine zemin hazırlıyor... Papa bile cinayet yerlerinde bulunan
18
bütün izlerin açıklanması ve sonrasında ne olabileceğinin belirlenmesi için özel bir
okul oluşturmuş.
VIII. Henri hiçbir şey demiyordu. Onun da suratına danışmanlarının yüzünden okunan endişe
yerleşmişti. XII. Louis’yi sevmezdi; İspanya ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ile en
hızlı biçimde ittifak kurabilmek için Fransa’yı fethetme niyetindeydi. Bu amaca ulaşmak için
sarf ettiği çabalar taç giydiği günden beri politikasının temel taşını oluşturuyordu. Bu olanlar,
yaşlı İmparator Maksimilyen’in itibarını sarsmaya doğru gidecek ve böylelikle kendi
planlarını mı zedeleyecekti? Sadece bu fikir bile genç hükümdarın ürpermesine yol açmıştı.
Bu kadar sabır ve dalaverenin ardından hiçbir şey şansa bırakılmamalı ve yürütülmekte olan
planın çarkının dönmesine engel olma tehlikesini taşıyan en küçük kum tanesi bile göz ardı
edilmemeliydi. ‘İmparator Maksimilyen’e yönelik bir tehdit bana da yapılmış demektir’ diye
düşündü İngiltere hükümdarı.
-
Kraliçe!
Bu kelimenin duyulmasıyla askeriye salonu büyüleyici bir sessizliğe büründü. Üç adam
sustular. Eşiyle karşılaşmak üzere olan kral bile bu eğlence yerindeki beklenmedik ziyaret
karşısında şaşırmışa benziyordu.
Catherine d’Aragon, donup kalan ve bu şekilde erkeklerin hüküm sürdüğü bir alanda basılmış
olmanın şaşkınlığını yaşayan, kendisine eşlik eden kadınların önünden geçerken tek kelime
etmeden, kibirli bir tavırla geçti.
-
Madam... Geleceğinizden haberdar olsaydım sizi karşılamak için daha uygun bir
kıyafet giyinirdim. Bu bana size ormanların Robin’i kılığında Windsor’da eşlik
ettiğim günü hatırlattı!, dedi kral elini tutunması için karısına uzatırken.
Kraliçe gülümsedi. Yüzünü çevreleyen asil başlık, alnına mükemmelce yapıştırılmış
saçlarının sadece bir kısmının görünmesine izin veriyordu. Dar elbisesi dantel, kare yakalı hoş
bir dekolteyle güzelleştirilmişti. Harika altın bir kolye boynunun zarafetini ortaya çıkarmıştı.
-
Babam tarafından sizin için gönderilen bu mektup henüz elime geçti. Sizin
antrenmanınızı bölmemi gerektirecek kadar acil olduğunu düşündüm, diye açıkladı
yumuşak ve heyecanlı bir sesle.
Kılıç sesleri tekrardan yükselirken VIII. Henri İspanyol hükümdarının kişisel mektubunu
okumaya başladı. Danışmanları tarafından elde edilenlerden daha belirsiz bilgiler ışığında
kayınpederi Ferdinand d’Aragon da Bois-le-Duc’te yaşanan katliamdan bahsediyor ve
damadına, her satırda XII. Louis’ye duyduğu nefreti vurgulayarak ve her zamanki gibi pek
değerli önerilerini yağdırarak gerekenden fazla ihtiyatı göstermesini öneriyordu.
Mektubu okuduktan sonra kral kısa bir süre durup düşündü: ‘XII. Louis, İmparator
Maksimilyen, Papa II. Jules ve Ferdinand d’Aragon... İşte çok uzun zamandır Avrupa’daki
oyunların başında olan yaşlı aktörler... İyi bir kurnazlık yapmam gerekecek! Hepsi de bana
19
yeni yetmeymişim gibi davranıyor, ama daha beni tanımadılar. Entrikalarına kolay yem
olmayacağım!’
VIII. Henri karısına teşekkür edip onu kendisine eşlik eden hanımları selamlarken bırakıp
Thomas More ve Wosley’ye yaklaştı.
-
Beyler, diyerek söze başladı kral kararlı bir ses tonuyla. Avrupa, saltanatlarının son
zamanlarını yaşayan morukların elinde. Bunlar birbirleriyle kapışmak için her
fırsatı kolluyorlar. İngiltere’nin itibarını ve otoritesini tekrardan sağlamak
istiyorsak iki katı dikkatli davranmalıyız. Haklısınız, kiliselerdeki bu katliam
hikâyeleri bana bir şey ifade etmiyor! Böylesine belirsiz bir durumun kendi
kendine gelişmesini izlemektense boş yere endişelenmek daha iyidir.
-
Papa ne yapacak?, diye sordu Thomas More.
-
York başpiskoposu Christopher Bainbridge’e sormamız gerekiyor. Biliyorsunuz,
bir yıldır kendisine, Papa II. Jules’ün yakınlarında bulunabileceği kendini
gösterecek bir yanaşma işi vermiştim. Ona güvenirim! Wosley Roma’ya gidip
oralarda neler döndüğünü daha iyi anlayabilmek için onunla temasa geçiniz. Aziz
Peder ile yakınlaşma stratejilerimizi genişletmek için de bu seyahatten
faydalanabilirsiniz. Kiliseyle alakalı konumunuz size birçok kapıyı aralayacak ve
kuşkuları sınırlandıracaktır.
Sonra Thomas More’a dönerek:
-
Siz de İmparator Maksimilyen’in yakınında büyükelçi olarak bulunacaksınız.
Kilise’nin ulu riyakârlarının ona kendi İmparatorluğunda ne suçlamalarda
bulunmaya cesaret ettikleri konusunda kendisini bilgilendirmeli ve Bois-le-Duc’te
yaşananlara fazla önem vermediğimizi hissettirerek onunla olan ittifakımızı
kuvvetlendirmeliyiz. Kendisine resmi olarak İngiliz askerlerinin Flandre’da
Gueldre dükü ile mücadele etmesi için emrinde olacaklarını söyleyiniz. Bu onu
rahatlatacaktır. Baylar, hepsi bu! Kurnaz olunuz ve en kısa zamanda beni
bilgilendirmek için geri dönünüz.
İki adam salonu terk ederken genç kral kısa bir süre düşünmeye devam etti. “İşte sonunda
piyonlarımı ilerletmek için karşıma belki de iyi bir fırsat çıkmıştır!” dedi kendi kendine eline
tekrardan kılıcını alırken.
-
Evet beyler, kim kılıcımın tadına bakmak istiyor?, diye bağırdı ortalığa meydan
okurcasına.
7
Bois-le-Duc Büyük Meydanı - 3 Şubat sabah altı suları
20
Hieronymus Bosch fırçasını bırakıp gözlerini bir rahlenin üzerine yerleştirilmiş tahta panodan
ayırmadan birkaç adım geriye gitti. Çevresine yerleştirilen altı büyük şamdanın alevleri,
pencerelerden sızıp örtülerin altına giren dondurucu rüzgâr ile titriyordu. Gözlerini kısan
ressam uzun bir süre hareket etmeden kaldı; sol eliyle sağ elinin parmaklarını ovuşturuyordu.
-
Lanet olasıca romatizma, diye söylendi alçak sesle.
Soğuk ve yorgunluk eklemlerine yerleşen uyuşmaları arttırıyordu.
-
Yine de boşuna sabahlamadım, diyerek kendini teşvik etmeye çalıştı eserini
bırakıp şömineye doğru yönelirken.
Bitmek üzere olan şömine odunu artık etrafa iyi bir aydınlatma sağlayamasa da güçlü bir
sıcaklık yaymaya devam ediyordu. Ellerini ateşliğin üzerine koyup kendini, acı çeken elinin
eklemlerini hareket ettirmeye zorladı.
Karşı konması imkânsız bir güç tarafından alıkoyulmuş gibi bakışlarını eserinden tamamen
ayıramıyordu. Yeni boyanmış kısmın ortasında siyahla çizdiği motiflerin üzerinden tekrar
geçti. Dün akşam tuval üzerinde var olmayan sahne şimdi gözünün önünde apaçık duruyordu.
Yüksek ağaç ve otların arasından, çenesini budaklı bastonunun üzerinde kavuşturduğu ellerine
dayamış, üstü abalı yaşlı adamın arkasından, gülüyorlar mı ağlıyorlar mı belli olmayan garip
suretler çıkıyordu.
Yaklaşık altmış yaşında, kemer burunlu bu küçük, cılız adam, yanılgıya düşmeden
insanoğlunun gerçek doğası hakkındaki soruya cevap aramaya devam ediyordu.
Günlerdir atölye olarak kullandığı, kardeşi ve yeğeniyle beraber çalışıp öğrencileri kabul
ettiği zemin kattaki bu büyük odada akıp geçen zaman, sadece badem gözlerinin kenarındaki
kırışıklıkların ve dudağındaki buruşuklukların artmasına sebep olmuştu. Kafasındaki gri
fötrün kenarlarından çıkan saç tutamları daha seyrekti ve yıllar geçtikçe daha da çok
ağarmıştı. Şövalesinin karşısında bitip tükenmek bilmeyen saatler boyunca ayakta kalmakta
zorluk çeken ressam, bir koltuğun ve kendisi için özel olarak yapılmış bacakları eşit uzunlukta
olmayan bir sandalyenin odaya konulmasını kabul etmişti. Bütün bu yaşlılık belirtilerine
rağmen tutkusundan hiçbir şey kaybetmemişti. Denklerinin kendine bakışını umursamadan,
finansmanlarının (komanditlerinin) bile yargılarını küçümseyerek Bosch resimlerindeki o
garip cinlerinin, korkunç suratların ve nerden çıktığı belli olmayan korkunç yaratıklarının
fışkırmasını izlemek için yaşamaya devam ediyordu.
Büyük Meydan’dan gelen bağrışmalar sıçramasına neden oldu.
-
Ne oluyor?, diye çıkıştı boya karışımlarına dökmesi gereken yağı unuttuğunu fark
ederken.
Birkaç dakika sonra aceleci ayak sesleri ve daha büyük bir kalabalıktan çıktığı anlaşılan
bağrışmalar tekrardan dikkatini dağıttı.
-
Huzur içinde çalışmak mümkün değil mi! Aleit!, diye bağırdı kızgınlıkla.
Kapının girişinde beliren gölge onu biraz yumuşattı.
21
-
Gir, hadi gir işte, dedi daha alçak bir sesle.
Cılız bedenli, başı örtülü küçük bir kadın sessiz adımlarla tek kelime etmeden içeri girdi.
Bosch ona yumuşak bir ifadeyle bakıyordu.
-
Ne oluyor bakayım? Orada öyle durma! Beni rahatsız eden sen değilsin, şu patırtı.
Daha erken; dışarıda neler oluyor?, diye sordu pencereye yönelirken.
Karısının narin sesi onun hızını kesiverdi:
-
Gerçekten çok erken hayatım. Ve siz pek de aklı salim görünmüyorsunuz çünkü
anladığım kadarıyla bütün geceyi ayakta geçirmişsiniz. Sizi doyurmak için kalkıp
bir şeyler hazırlamayı ve iki saat içinde uyandırmayı düşünüyordum, ama bir kere
daha gördüm ki...
Ressam rahatsız olmuş gibi bir hareket yaptı:
-
Resim yapmam gerektiyse ne yapabilirdim?
-
Aziz Antoine bekleyemez miydi?, diye hafif alaycı bir tavırla sordu kadın.
Bu tavır karşısında Bosch tek kaşını kaldırdı. Önce duraksadı, ardından o da gülümsedi.
-
Öyle bir durum olsaydı ne olurdu? O zaman tablonun teslim edileceği zaman da
uyumak gerekirdi.
-
Piskoposluk kurulu üyeleri kabul ederse tabii.
Ressamın gülümsemesi kayboldu. Bakışları bir saniyeliğine sağındaki duvara yaslanmış olan,
üstü örtülü büyük bir çerçeveye kaydı.
-
Bundan bahsetmeyelim.
Sanki pencerelerden içeri itiliyormuşçasına gelen gürültüler ikiye katlandı. Cilasız,
renklendirilmiş vitraylı camlardan sadece hareket halindeki gölgeler görülebiliyordu.
-
Bu hiç bitmeyecek mi! diye tekrardan çıkıştı ressam. Ne bu gürültü patırtı böyle! O
lanet olasıca öğrenciler uyusalar ya da çalışsalar çok iyi ederler! diye söylendi
sabahlamasının meyvesi olan eserine dönerken.
Gözleri alev alev yanıyor ve eli hâlâ acıyla kıvranıyordu; yine de yeni yarattığı
kompozisyonuna kapılmış bakıyordu. Kendini, beyaz sıvayı geçerken ve çizdiği figürleri
üzerlerinden geçerek belirginleştirmeden evvel
siyah kenarlıklarının yarı görünür halde
bırakırken hayal ediyordu. Şimdiden Aziz Antoine’ın giysilerini, vücut rengini, iblislerin
kırmızı şişkin yanaklarını ve ön planda yüzgeçlerini açan garip balığın sarı pullarını kafasında
canlandırabiliyordu...
Odanın diğer ucunda ressamın karısı Aleit Van der Mervenne göz ucuyla orada bulunduğunu
unutan kocasının tekrardan işine gömülüşünü izliyordu. Pencereye yaklaşıp ortasından ayrılan
kanadı açtı.
-
Hieronymus!
Ressam, karısının dehşet dolu çığlığıyla içine daldığı seyir âleminden çıkıverdi. Geriye dönüp
baktığında onu ellerini gözlerine götürmüş, açmakta olduğu pencereden uzaklaşırcasına
22
kendisini geriye atarken buldu. Soğuk, pencere aralığından fırtınayla beraber içeri girdi. Sağır
edici bağrışmalar odaya doluşuyordu.
Afallayan Bosch karısının istavroz çıkararak ve tökezleyerek karşı duvara kadar gerilediğini
gördü.
Gidip pencereye yanaştı. Soğuk hava gözlerini ve yüzünü acıtıyordu. Ani bir rüzgâr başındaki
takkeyi neredeyse savuracaktı. Sonra öylece kalakaldı. Başındakini kuvvetle tutan eli gevşedi
ve uçuşmasına izin verdi. Takkesi cansız bir beden gibi yere düştü.
-
Gökteki bütün aziz ve melekler adına, bu kargaşa da nedir böyle?, diye mırıldandı.
Şüphesiz ilk geçenlerin bağrışmalarıyla dışarı fırlayan yarı çıplak işsiz güçsüzler Büyük
Meydan’ın orta kısmına yaklaşmaya cesaret edemeden dağınık bir şekilde ortalıkta
dolanıyorlardı. Bir kısmı ürkmüş ifadelerle koşarak kaçışıyor, başka bir kısmı donmuş gibi
birbirlerine yapışmış öylece duruyordu. Yeni gelenler, hâlâ yarı karanlıkta kalan orta alandaki
dar sokakları tıkamaya devam ettikçe bağrışmalar da yükselmeye devam ediyordu.
Sadece nöbetçi üniforması giymiş olan birkaç adam ilerlemişti. Onlar da hareketsiz kalmış,
önlerinde uzanan inanılmaz görüntü karşısında ne yapacaklarından emin olmayan bir halde
duruyorlardı.
Meydanın ortasına bırakılmış saman arabasının üzerindeki koyu renkli tahtadan yapılma üç
haç, yeni doğan günün taze parlaklığına göz kamaştıran yansımalar saçan devasa metal bir
çemberin tam ortasında duruyordu.
Bosch ağzı açık bir şekilde donup kalmıştı. Haçların ikisinin tepesine işkenceden tanınmaz
hale gelen, başlarında insan suratları olduğu zorlukla fark edilebilen kırmızı beden yığınları
asılmıştı. Başları aşağıya gelecek şekilde sarkıtılmış bedenlere Fransiskan ve Dominikan
rahiplerinin giydiğine benzer kıyafetler giydirilmişti. Haçların iki koluna çivilenen kıyafetler
bedenlerin birinde teke diğerindeyse domuz bacaklarını açıkta bırakıyordu. Ortada, üçüncü
haçın üzerine bir kuzu cesedi çivilenmişti.
Atlıların sesleri ressamın dikkatini o yöne çevirdi. Zırhlarının yanlarında şehri
simgeleyenrenkleri taşıyan eşarplar takmış yaklaşık yarım düzine süvari hızla meydana
ilerliyorlardı. Korkunç heykele birkaç adım kala duraksadılar; hepsi de, zorlukla, kalabalıktan
ve kokulardan dehşete düştüklerini belli etmemeye çalışıyordu.
Aralarından birisi gece nöbetçilerine “Haydi, yok bir şey, burayı boşaltın ve şu haçları
indirin!” diye bağırdı.
Gece nöbetçileri tereddütle seyircilerin arasına gerilediler, büyümeye devam eden kalabalığı
sınırlandırmak için ellerindeki mızrakları havaya kaldırıyorlardı. Onlar kalabalık üzerinde
baskılarını arttırdıkça bağrışmalar da oradan buradan yükseliyordu:
-
Şeytanlar! Lanetliler! Hepimizin ve şehrin üzerinde ölüm dolaşıyor!
Bir adım gerileyen Bosch, hâlâ duvara yapışmış halde duran karısına döndü.
-
Çabuk, bir müsvedde ve fırçamı getir!
23
Bir gözüyle meydanda olup bitenleri izlemeye devam eden ressam karısının çabuk olmasını
sağlamak için kolunu emredercesine sallıyordu. En sonunda karısı yaklaşarak istediği
malzemeleri titreyen bir elle kendisine uzattı. Bosch kalabalığı kontrol altına almaya çalışan
askerlerin korkunç sahneyi daha bozamadıklarını görünce sevindi. Canlı çizgilerle görüntüyü
resmetmeye başladı.
Parmakları kâğıt üzerinde uçuşurken “Ne korkunç” diye mırıldandı.
Ressam krokisini bitirdiği sırada, takviye kuvvetlerinin hızla meydana yaklaştığını gördü.
-
Bunları kaldırın gözümün önünden!, diye öfkeyle bağırdı süvari şefi, askerler tam
önünden geçerken.
Sonra atından inerek hızlı adımlarla, ressamın evinin biraz uzağında, neredeyse bir başına
Büyük Meydan’ın cephelerinden birini oluşturan karanlık yapıya doğru ilerledi.
Bosch İmparator’un elçisi olan, kaba hatlı ve okkalı bir görünüme sahip şehir tümgenerali
Johannes Rindt’i hemen tanıdı. Korkunç at arabasının olduğu yerden aldığı parşömen
rulosunu elinde tutan adam, taş duvarın tek kapısından içeri girdi.
Bosch kısa bir süre daha meydanı boşaltmaya çalışan askerleri izledi. Sonra geri çekilip
pencereyi kapadı.
Tam pencerenin kolunu çevirdiği sırada ortadaki haç devrilip korkunç bir gürültüyle at
arabasının yük kısmına düşüverdi.
8
Innsbruck, İmparatorluk Sarayı – 8 Şubat, öğle
Büyük salonda hüküm süren sessizliği hiçbir şey bozmuyordu. Duvara asılı devasa halıya
resmedilmiş, ellerinde dünyayı taşıyan devlerin soğuk bakışları altında herkes çevrenin tek
hükümdarının sessizliği bozmasını bekliyordu.
Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun hükümdarı, İmparator Maksimilyen I. Habsbourg en
sonunda endişeli bir yüz ifadesiyle tabağını bıraktı. Yaşının derinleştirdiği yüz çizgileri,
imparatorluğun her yerine yayılan resmi portrelerinde de beliren zarafeti ve ağırbaşlılığı hâlâ
taşıyordu. Sadece buruşuklukları biraz daha derinleşmiş, hareketleri biraz daha ağırlaşmıştı.
-
Ne yazık! diye üzgün bir sesle söze başladı. Papalık her geçen gün daha da
dayanılmaz hale gelen bir yozlaşma ve kokuşmuşluk görüntüsü sunuyor. Bu
yaygaracı gösterişler ve lüks düşkünü hayat en sonunda gelip yine Kutsal
Kilise’nin
kendisini
ilgileneceklerine
vuracak!
kendi
Üstelik
aylaklıklarının
açgözlülüğünden size daha bahsetmedim bile...
24
halkları
peşinden
dindarlığa
koşan
yöneltmekle
keşişlerimizin
-
Çok ilginçtir baba, diyerek araya girdi İmparatorun yan tarafında oturan genç
adam. Sizin söyleminizde kısa bir süre önce Wittenberg kilisesinde duyduğum
etkili bir vaazın yankılarını buluyorum. Kürsüdeki vaiz Martin Luther edasıyla
başarılı bir şekilde günümüzde Hıristiyan vicdanının dini buyrukları ile özellikle
Romalı yüksek rütbe sahibi papazların uygulamaları arasında açılmış olan derin
yarıktan bahsediyordu.
İmparator Maksimilyen genç adamın sözünü onaylayıcı bir tavırla başını salladı. İlk
evliliğinden dünyaya gelen ve tacının varisi olan oğlu Philippe de Habsbourg’un varlığının
kendisine sağladığı huzurla bir kez daha sonsuz iç rahatlığı hissetmişti. Oğlunun yüzündeki
alışıldık hatlara, bakışlarındaki mertlik ve açıklığa ve daha bir çocukken ona Güzel Philippe
adını vermelerine sebep olan o sıcak bakışın mal olduğu doğal çekiciliğe belli etmeksizin
hayranlıkla bakarken “Acaba insan, kendini çocuklarına adamak için daha genç kalabilir mi?”
diye soruyordu kendine.
-
Peki ya siz sevgili Dürer, siz ne diyorsunuz?, diye sordu İmparator üçüncü bir
davetliye dönerek.
İmparator Maksimilyen’in sorusuyla afallayan sanatçı, bir yudum şarap içerek kendisine
düşünme zamanı kazandırdı. İmparatorluk masasında kahvaltıya davet edilmenin verdiği
mutlulukla kendisine ne denli bir onur duyulduğunu ölçmekle meşguldü.
-
Savaşlar, açlık ve veba insanoğlunun günahlarına karşı verilmiş birer cezaysa,
Kutsal Kilisemizin bazı uygulamalarının da tartışma konusu olmasına şaşırmam,
diye yanıtladı sanatçı. İtalya’ya yaptığım uzun bir seyahatten dönmüş
bulunmaktayım. Geleneklerin çökmekte olduğunu ben de fark ettim. II. Jules’ün
etrafındaki sanatçılar bile öylesine şüphe uyandırıcı bir maddi bolluk içinde
yaşıyorlar ki... Odalarını süslemek için Papa’nın genç Rafael’e ne derece şaşırtıcı
bir ödeme yaptığını bir bilseniz!, diye devam etti Dürer, güven veren bir ses
tonuyla.
-
Bütün
bunları
duyduktan
sonra
kiliselerimizin
katliam
tiyatrolarına
dönüştürülmesine nasıl şaşırabiliriz ki! diye atıldı İmparator Maksimilyen.
-
Bu arada baba, Bois-le-Duc’te yaşanan olayların sonuçlarıyla ilgili olarak oldukça
endişeliyim. Avrupa’nın bütün sarayları ayağa kalkmış durumda. Bana
söylenenlere göre Kutsal İmparatorluk endişelendirici olduğu kadar hain
saldırıların da odağında...
İmparator tek kelime etmeden iç çekip bir el hareketiyle oğluna daha alçak sesle konuşmasını
işaret etti. O anda özel kıyafetli bir sürü hizmetçi disiplinli hareketler eşliğinde ilk gelen
yemeğin boşalan tabaklarını alıp ikinci yemeği servise sunmak için belirdiler.
Dürer bu anı gözlemleyip kendisini çevreleyen her şeyi aklına yazmak için fırsattan istifade
etti. Ressam, iskemlesinin üzerine çökmüş kemerli bir burna sahip olan yaşlı adamı profilden
25
incelerken, “İmparator Maksimilyen her geçen gün yaşını daha da belli eder bir hale geliyor”
dedi kendi kendine.
-
Üstelik subaylarımızın raporları birçok çevre şehirde yaygınlaşan isyancı hislerden
ve bunların şiddetle bastırılmak zorunda kalındığından bahsediyor, diye üsteledi
Philippe. Bu kötülükleri toplu olarak ve kökünden halletmek gerekmez mi? Bana
sorarsanız bütün bunların gerçekleştiği yere gidip kendimizi göstermemiz
gerekmektedir.
İmparator bu öneriyi uygun bulan bir tavırla başını salladı.
-
Bu doğru. Birkaç günlüğüne buradan Bois-le-Duc’e gideceğiz oğlum. Varlığımız
Brabant halkına güven verecektir...
-
Mükemmel, diyerek onayladı Philippe. Böylece bu korkunçlukların temelinde kim
olduğunu da keşfetmeye çalışabiliriz. Kötülüğü, bunların sebebi olarak gösteren
güvenlik
kuvvetlerinin
raporlarına
anlam
veremiyorum!
Bütün
bunların
gerçekleştiği yere gidersek neler olduğunu daha açıkça görürüz belki!
-
İzin verirseniz... diyerek utangaç bir ses tonuyla söz aldı Dürer.
İmparator Maksimilyen’in gülümsemesi devam etmesini buyurdu.
-
Bois-le-Duc’e yaptığınız ziyarette ressam arkadaşım Hieronymus Bosch ile
karşılaşacaksınızdır; o, son korkunçlukları ilk görenlerden biriydi. Bana son
yolladığı mektubunda olanların ürkütücülüğünden bahsetmiş. Sanıyorum ki resim
müsveddelerinden birinde tam olarak sahneyi canlandırmıştır da...
-
İşte bizim güvenlik kuvvetlerimizin büyük ihtimalle göz ardı ettiği şey, diye dikkat
çekti Philippe ressama doğru dönerken. Belki de bu resimlerde bizi suçlulara
götürecek ipuçları bulabiliriz.
Dürer, Philippe de Habsbourg’un gözlerinde parlayan kıvılcıma baktı; İmparatorun oğlunun
görkemli duruşuna hayranlıkla bakarak “Bu genç adam hareket görmek istiyor” diye aklından
geçirdi.
-
Oğlum, aynı zamanda size bildirmeliyim ki bu sabah VIII. Henri tarafından buraya
gönderilen Thomas More ile görüştüm; kendisi Gueldre düküne karşı bizi
desteklemek için birlik göndermeyi teklif ediyor. Böylesine beklenmedik ve
değerli bir öneriyi sevinçle kabul ettim...
-
Bak sen!, diyerek şaşkınlığını belli etti Philippe. Genç ve atik kuzenim VIII. Henri
Kutsal İmparatorluğun bu kadar eleştiriye maruz kaldığı bir dönemde bu şekilde
dostluğunun elle tutulur bir teminatını mı vermek istemiş?
-
Şüphesiz, diye yanıtladı İmparator Maksimilyen. Yine de bu ittifak tam zamanına
denk geldi; her şeyin ötesinde genç İngiltere kralının babasından daha kurnaz bir
strateji anlayışına sahip olduğunu söylemem gerekir! Bu krallığın, Brabant olayları
ortaya çıktığından beri XII. Louis’nin bize karşı eylemci tutumlar peşinde
26
olduğunu bize bildirmekte işe yaradığı da başka bir gerçek. Aptal değilim, VIII.
Henri’nin bu ilgisi art niyetlerden yoksun değildir... Zaten İngiltereli kuzenim bana
en azından özel konularımı benim saklanmam için uzun süre gizli tuttuklarını ve
eğer cinayetler halk geneline yansımasaydı bunları saklamaya devam edeceklerini
bildirme inceliğini gösterdi!, diyerek yükselen bir kızgınlıkla sözüne devam etti.
Sesinin sadece oğlu tarafından duyulmasına çabaladığından ses tonu daha da sertleşmişti.
-
Piskopos beni yanıtlamalı. Philippe, bu konuyla sizin ilgileneceğinize inanıyor ve
size güveniyorum. Ben de bu sırada diplomatik bir başarı göstermeli ve şehirde
düzeni sağlamak için kendimi göstermeliyim.
Bu sırada kapı açıldı ve genç saray soylusu kapıda belirdi. Philippe ona yaklaşmasını işaret
etti. Soylu yeni yetme, fazlasıyla utangaç bir tavırla İmparatorun oğluna birkaç kelime
fısıldamak için yanaştı.
Görünene göre İmparator Maksimilyen olan biteni anlamıştı; bir el hareketiyle oğluna
sıvışabileceğini işaret etti.
-
Konu Jeanne... dedi Philippe de Habsbourg soğuk bir sesle; kendisini selamlamak
için ayağa kalkan Dürer’i ne yapacağını bilemez bir pozisyonda bırakmıştı.
-
Lütfen kalkmayın, diye emretti İmparator davetlisine.
Dürer Philippe de Habsbourg’un bu ani gidişinin, karısı Jeanne’ın geçirdiği bunama
krizlerinden biriyle ilgili olduğunu anlamıştı. On beş sene erken evlenen, İspanya kralının kızı
aslına bakılırsa her şeyden elini eteğini çekmiş bir halde yaşıyordu ve ciddi delilik krizlerine
giriyordu. Onun taşkınlıklarını sadece kocası kontrol edebiliyordu. Ressam kendi kendine
“İşte tam anlamıyla haksız iç acısı çeken bir prens” diye düşündü.
-
Şimdi yalnız kaldığımıza göre sizden beklediğim şey hakkında konuşsak iyi olur,
diye söze başladı İmparator bıkkın bir sesle; oğlunun ani gidişinin yarattığı
rahatsızlığı dağıtma derdine düşmüştü. Benim onuruma bir zafer tankı kondurmak
isteyen Nuremberg şehrine onay verdim ve bu yapının gravürlerini yapmayı kabul
ederseniz mutluluk duyacağım.
Dürer sevinçle kızardı. Böylesine bir onur beklemiyordu.
-
Ne demek Majesteleri, naçizane yeteneğimi İmparatorun zaferi için kullanmayı
büyük bir zevkle kabul ederim.
-
Çok iyi, diye hüzünle gülümsedi İmparator Maksimilyen. Bu kadar mütevazı
olmayınız. Sizin yeteneğiniz Kutsal İmparatorluğun itibarına çok şey katıyor. Aynı
zamanda size yıllık yüz florin ödenmesine karar vermiş bulunmaktayım.
Ne diyeceğini bilemeyen ressam daha da fazla utanmıştı; ayağa kalkıp İmparatorun önünde
saygıyla eğildi.
-
Bütün bunları eğer isterseniz Bois-le-Duc’ten dönüşümde tekrardan konuşacağız.
Biraz dinlenmeye çekileceğim, dedi İmparator masadan kalkarken.
27
Salonda tek başına kalan Dürer oraya bırakılan bir sepete uzanıp bir armut aldı ve koca bir
ısırıkla bu teklifin tadını çıkardı.
9
Roma, Papa’nın ikametgâhı – 8 Şubat, öğleden sonra iki suları
-
Bunun, Aziz Peder’in seçiminden sonraki kesinlikle en korkunç kriz olduğuna
karar vermiş bulunmaktayım!
Toplantıya katılanlar arasında bu kararı onaylayıcı fısıldaşmalar duyuldu. Parşömen
kâğıtlarıyla boğulmuş rafların üzerindeki koyu renkli tahta tavanlı kütüphanenin boğucu
havasına fark edilir bir gerginlik eklenmişti.
Sion Piskoposu Matthieu Schiner sabahın ilk saatlerinden itibaren çevresinde toplanan
kilisenin hatırı sayılır kişilerinin endişeli suratlarına tek tek bakıyordu. II. Jules’ün kendisine
bir anda çok ağır gelen bu görevi neden verdiğini hâlâ sorgulayıp duruyordu. Aceleyle
toplanan Papa’ya sadık kardinallerden, farklı dini tarikatların temsilcilerinden ve din
bilimcilerden oluşan bu komisyonun, Brabant’da gerçekleşen trajik olayların esas önemi
hakkında fikir birliğine varmaktan yoksun olduğunu düşünüyordu.
-
Beyler, rica ederim!, dedi güçlü bir sesle masa etrafında sessizliği sağlayabilmek
amacıyla. Çalışmalarımıza dönelim. Aziz Peder bizden hızlı bir terkip bekliyor.
Kardeşimiz, Bois-le-Duc Piskoposu Urs Van Leyden’in belirttiği gibi bu şehirde
gerçekleştirilen katliamların dehşet dolu ve insanlık dışı özellikleri olduğunu kabul
edersek şeytanın ta kendisinin bu işte parmağı olduğuna kanaat getirmemiz
gerekir!
Masanın çevresinde tekrardan bir uğultu baş gösterdi.
Aynı anda kilise muhafızı toplantının sürdürüldüğü papalık binalarına ait kütüphanenin çift
kanatlı, kapitoneli kapısını açtı ve II. Jules’ün gelişini duyurdu.
Katılımcılardan her biri Aziz Peder’i selamlamak için ayağa kalkarken iki genç yeniyetme de
Papa’ya ayrılan ahşap işlemeli ağır bir koltuğu ileri ittiler.
III. Pie’nin halefinin kütüphaneden içeri girişini ve ağır bir jestle komisyon üyelerini
selamlayışını izleyen Matthieu Schiner ‘Yüzünden yorgunluk akıyor’ diye geçirdi aklından.
Papa koltuğa kendini bırakıverdi. Beyaz iç giysisinin üzerine kalın beyaz bir kakım ile ikiye
katlanmış kan kırmızısı kadife bir cüppe giymişti. Bu kalın giysi bütün vücudunu kaplıyordu.
Aynı kumaştan yapılma bir başlık da kafasını soğuktan koruyordu. Kabarık beyaz sakalı her
zamanki gibi mükemmel bir şekilde taranmıştı. Sol eliyle koluna bağlı olan mendili sıkıca
tutuyordu.
Papa bir anlık sessizliğin ardından söze başladı:
28
-
Beyler, bilin ki sizin burada toplanmanıza yol açan olay Avrupa’nın bütün
saraylarında göz ardı edilemeyecek tepkiler yaratmaktadır. Venedik Devletiyle
uzlaşma yoluna gittiğim şu sıralarda bütün bunlar beni oldukça rahatsız ediyor. Ve
sizin vardığınız sonuçları da duymak için acele etmekteyim, diyerek II. Jules başını
Sion piskoposundan yana çevirdi.
-
Çok aziz Pederimiz, Bois-le-Duc piskoposunun raporlarını büyük bir özenle
inceledik, diye söze başladı Schiner. Bize bu ürkünçlüklerin şehirde sahnelenmesi
pek de önemsiz gibi gözükmemektedir. Bu sahneler Kutsal Roma-Germen
İmparatorluğu’nun merkezinde gerçekleşmektedir. Ne yazık ki hepimiz uzun
yıllardır bu topraklar üzerinde ne denli tehlikeli ve yıkıcı düşüncelerin var
olduğunu biliyoruz. Bazılarının ‘reform’ olarak adlandırmakta tereddüt etmediği
bu kaba eleştiriler Katolikliğin temelini bile tartışma konusu yapmayı
hedeflemektedir!
-
Pek Aziz Peder, diyerek araya girdi Sion piskoposunun sağ tarafında oturan yaşlı
bir Dominikan rahibi. Ben bile kısa bir süre önce Wittenberg kilisesinde görevli
genç Luther’in verdiği vaazı dinlerken Roma’ya ve Kilise’ye karşı biriken o şiddeti
hissedebildim. Bu düşünce kangreninden şu anda bütün Kutsal İmparatorluk
etkilenmiş gibi görünüyor!
Matthieu Schiner tekrar söze başlamadan evvel II. Jules’ün tepkisini anlamaya çalıştı. Papa,
gözleri yarı kapalı, cilalı ahşap masaya dayanıyordu.
-
Bu bölgedeki geleneklerle ilgili bazı işaretler bizi endişelendiriyor, diye devam etti
piskopos. Her şeyin yanı sıra eserleri bize ciddi hakaretler gibi gelen bazı
sanatçıların taşkınlıkları söz konusu.
-
Neden bahsediyorsunuz?, diye birden rahatsız olmuşçasına araya girdi Aziz Peder.
Rica ederim daha açık olunuz!
-
Bu masada bulunan çoğu kişi mesela Hieronymus Bosch tarafından yapılan
tabloların içeriği hakkında oldukça endişe ediyor, diye belirtti Matthieu Schiner;
papanın bu tepkiyi göstermesine şaşırmıştı. Tuvalleri canavarlar ve acayip, şeytani
yaratıklarla dolu. Bütün bunlar gerçek bir hırıstiyanın aklına gelecek türden değil!
Bu çizilen sahnelerin ilham kaynağının kim olduğunu bulmak ve kiliselerimizin
içine girene kadar bu tabloları hoşgörüyle karşılayıp karşılamayacağımıza karar
vermek zorundayız!
Toplantıya katılanlar arasında yeniden onaylayıcı fısıldaşmalar duyuldu.
-
Fazlasıyla tesadüf var Aziz Peder, diye devam etti Matthieu Schiner. Bu katliamlar
tam olarak o lanetli ressamın yaşadığı şehirde, Bois-le-Duc’te gerçekleştirildi.
-
Söylemek istediğiniz, bu Hieronymus Bosch’un şey olduğu mu? ..., diye endişeyle
sordu II. Jules.
29
Sion piskoposu bunu yanıtlamadı.
-
Bütün bunlar çok çok daha kötü! diyerek yeniden sesini yükseltti yaşlı Dominikan
rahibi öfkeden çatallaşan bir sesle. Gözlerimizi açalım! Yeni Ahit’te yazılı
kehanetleri hatırlayalım! İlk altı meleğin trompetleri çalmadı mı? Kardeşlerim,
ekinleri yok eden donlar, yer sarsıntıları, taşan nehirler, güneş tutulmaları, volkan
alevleri ve çekirge felaketleri gördük. Kehanet gerçekleşmek üzere, yedinci
meleğin zamanı geliyor, dedi yaşlı din adamı daha da coşkulu bir sesle.
-
Yedinci melek! Trompeti çaldığında Tanrı’nın gizi gerçekleşecektir, diye ruhsuz
bir sesle İncil’deki ayeti tekrarladı Papa.
-
Kesinlikle, diyerek tekrar söze başladı Sion piskoposu. Aramızdan birçoğumuz
Yeni Ahit’in son kitabındaki kıyamet alametlerini yeryüzündeyken yaşayacağımızı
var sayıyor. Kutsal kitabın bütün kanıtlarını görmedik mi? İlahi gizin
gerçekleşmesinin zamanı gelmedi mi?
Papa’nın yüzüne canlılık geldi.
-
Bu insanlık adına müthiş ve güzel bir haber olacaktır, diye cevap verdi. Ama bütün
bunlar benim sorularıma yanıt değil! Bu katliamlar, neden böylesine korkunç
oluyor?
-
Pek Aziz Peder, endişemiz büyük. Urs Van Leyden tarafından tasvir edilen
sahneler sıradan, herhangi bir cinayet zanlısının hayal gücünden doğmuş olamaz.
Üstelik sizin de bildiğiniz gibi piskoposun raporlarına göre cesetlerin hepsine
şeytanın rakamları yazılmış. Bizce İblisin bu işareti bir tesadüften ibaret değildir...
-
Yaratık, Aziz Peder! Yaratık!, diye bağırdı gözlerinden alevler fışkıran yaşlı
Dominikan rahibi.
-
Kıyamet günü metninin bizi nasıl bilgilendirdiğini unutmayalım: ‘Dipsiz
derinlikten yükselecek olan yaratık onlarla savaşacak, onları yenip öldürecek. Ve
cesetleri büyük bir şehrin ortasında olacak...’
Toplantıdakiler sessizliğe gömülmüşlerdi. Sion Piskoposu, Aziz Peder’in solgunlaştığını ve
masanın üzerinde ellerini kavuşturmuş vaziyette düşüncelere dalar bir hale girdiğini
görüyordu. Matthieu Schiner, “Tabii dua etmiyorsa...” diye geçirdi aklından.
-
Eğer sizi doğru anladıysam, kötü güçler, harekete geçmek için özellikle Şeytanın
krallığındaki kötülüğe en yatkın şehrin merkezini seçmiş olmalılar. Bütün bu
ölümlerden Şeytanın ta kendisinin kehanetleri değiştirmeye çalıştığından endişe
duyduğunuzu mu çıkarmalıyım?, diye sordu II. Jules.
Böylesine açık bir yargı karşısında kimse cevap vermeye cesaret edemiyordu.
-
Eğer sizin fikirlerinizi biraz daha ileri götürürsek, iblisin, yeryüzünde kendi
krallığını kurabilmek amacıyla bu civarlarda şiddetin en korkuncunu yaymak
30
istediğini de düşünebiliriz, öyle mi? diye sorguladı Aziz Peder garip bir şekilde
yumuşaklaşan bir ses tonuyla.
II. Jules’ün kendi kendine bu korkunç sonuca varabilmesiyle rahatlayan Sion piskoposu
başıyla onayladı.
-
Aslında eriştiğimiz varsayım budur, diyerek karamsar bir şekilde başını eğdi. Ama
bütün bunların doğruluğuna varabilmemiz için araştırmalarımızı devam ettirip,
elimizdeki kanıtları daha detaylı bir biçimde incelememiz gerekiyor. Kötülüğün
güçlerinin bu şekilde yeryüzüne karışma girişiminde bulunduğuna dair kanıtlara
ihtiyacımız var. Hiçbir detayı atlamamak için bu cinayetlerin zavallı görgü
tanıklarıyla da konuşmalıyız. Tabii siz Saygıdeğer Azizimizden de bizim
çalışmalarımıza devam etmemiz için izin vermenizi rica ediyorum.
-
Devam edin! Ama biraz hızlı devam edin! diye yanıtladı Papa. Umarım Bois-leDuc Piskoposluğu’nun aldığı önlemler işe yarar. O zavallıların bedenlerinde
şeytanın rakamlarının var olduğunun ortaya çıkması Brabant sınırlarının çok
ötesindekileri bile telaşa sevk edecektir ve geri dönüşü olmayan politik sonuçlara
yol açacaktır. Fransa kralı şimdiden harekete geçti. Bana birkaç gün sonra elçisinin
buraya geleceği bildirildi ki, bu hiç hayırlı bir haber değil!
Büyük koltuğundan zorlukla kalkarken Papa son defa Matthieu Schiner’e döndü:
-
Size teşekkür ederim.
Sonra komisyon üyelerine dönerek:
-
Kardeşlerim, zaman çok kötü ve varsayımlardan kurtulup kesin sonuçlara varmak
zorundayız. Size Kutsal Kilise’nin korunması için çalışmalarınızın ne kadar önemli
olduğunu hatırlatmama gerek yok. Mevcut bütün yöntemleri kullanın! Gerekiyorsa
gündüz gece durmadan çalışın! Ben de üzerime düşeni yapıp komisyonunuzun
İlahi Kudret tarafından aydınlanması için aralıksız dua edeceğim.
Papa çıkmak üzereydi ki tekrar döndü:
-
Bu olayların şu topluluk dışında kimse karşısında açığa çıkarılmaması konusunda
sizi özene davet etmeme de gerek yok, diyerek din görevlilerine sırayla baktı.
Endişeleri besleyip bizim hareket alanımızı sınırlandıracak hiçbir şeyi dışarıya
yansıtmamalıyız. Aziz İsa’ya karşı olan görevimiz aklımızın ve kalbimizin onun
isteklerine açık olduğu kadar dudaklarımızın kapalı olmasını gerektiriyor.
II. Jules salonu terk ederken Sion piskoposunun sesi tekrardan yükseldi:
-
Rica ederim beyler, devam edelim!
10
Roma, Büyük Saint-Pierre Kilisesi şantiye alanı – 8 Şubat, öğleden sonra beş suları
31
-
Geliyor, geliyor, yürüyerek geliyor!
Heykeltıraş çırağı, Papa II. Jules’ü birkaç adım ötede görmüş olmanın şaşkınlığını yaşıyordu.
Birlikte çalıştığı yaşlı iş arkadaşının isteği üzerine küçük çocuk, şantiyenin ucundaki bir
çadırın içinde, eğri bacaklı kötü bir masanın üzerine tutturulmuş kubbe planlarını gözden
geçirmekle meşgul olan Donato Bramante’ye koşup haber vermek için elindeki aletleri
bırakmıştı.
-
Teşekkürler!, dedi sadece mimar doğrulurken. Şimdi koş, işine dön ve yaptığın
şeye biraz gönül ver yoksa hiçbir zaman bana iş arkadaşı olamazsın!, diye ekledi
Bramante tüyen çocuğun omzuna yumuşakça dokunarak.
Mimar, çadırından henüz çıkmıştı ki uzaktan görünen garip korteji fark etti. Papa ve
devamındakiler devasa şantiyenin içindeki geçitten zorlukla ilerlemeye çalışıyorlardı. Şaşkın
işçiler Aziz Peder’in geçişini görmek için birer birer işlerini bırakıp bakıyorlardı. Bazıları
karşısında diz çöküyor, daha utangaç olan diğerleriyse gözlerini kaldırıp bakmaya bile cesaret
edemiyorlardı.
II. Jules ağır adımlarla ilerliyordu. O öğleden sonra Roma’da esen rüzgârdan korunmak için,
üzerine narçiçeği renginde kolsuz bir palto giymişti. Papa, Bramante’ın bir an kim olduğunu
çıkaramadığı genç bir adamın kolundan destek alarak zorlukla yürüyordu. Bu sürprizin ve taş,
levha yığınları arasında yapmakta olduğu öngörülmemiş gezintinin yarattığı etkiden besbelli
mutlu olan Papa işçileri kutsuyordu şimdi.
-
Pek Aziz Peder!, diye bağırdı mimar II. Jules’ün papalık yüzüğünü öperken. Sizi
bu kadar erken beklemiyordum. Sizi daha sakin bir şekilde ağırlayıp şantiyenin bu
karmaşasından uzak tutmak isterdim!
-
İşlerin ne halde olduğunu o kadar çok merak ettim ki, dostunuz Raffaelo
Sanzio’dan size kadar gelebilmem için bana yardım elini uzatmasını rica ettim
sevgili Bramante.
-
Sizi burada görmek ne büyük mutluluk!, diye bağırdı Bramante genç ressamı
kolları arasında sıkarak. Az önce, uzaktan bu koyu giysilerinizle sizi
tanıyamamıştım!
-
Sizin eşliğinizde Hıristiyan dünyasının en şahane şantiyesini ziyaret etmek bir onur
ve bir zevktir, diye cevap verdi İtalya’nın Raphaël adıyla tanıdığı adam.
-
Bana bu dâhiyi tanıştırdığınız için size ne kadar teşekkür etsem azdır, dedi Papa
Bramante’ye. Dairelerim için gerçekleştirdiği çalışmalar sonsuza açılan gerçek bir
dekor! Daha yeni biten Kutsama Zaferi beni çok etkiledi. Güzellik, İyilik,
Gerçeklik ve Doğruluktan oluşan böylesine güzel bir sentezi daha önce hiç
görmemiştim... Neyse boş konuşuyoruz; buraya, size büyük Raphaël’in yeteneğini
32
övmek için gelmedim! Sayın mimar, kilisemin şantiye işlerindeki ilerleme
durumunu detaylıca bilmek istiyorum; çalışmalarınız başlayalı dört sene oldu!
Bramante ayağa kalkmadı. Müşterisinin, büyük kilisesinin yerden yükselirken görmeyi ne
kadar çok arzuladığını ve hazırlık çalışmalarının masrafları hakkında nasıl endişelendiğini çok
iyi biliyordu.
-
Sakinleşin Aziz Peder, haberler iyi. Kısa süre önce çökmek üzere olan eski
Konstantin bazilikasını yıktık. Alan artık bütün rahatsız edici yıkıntılardan
temizlenmiş durumda. Molozlar Tibre tarafından boşaltıldı. Kilisenin yapımına
başlayabileceğiz, dedi Bramante Papa’yı ve Raphaël’i hâlâ masanın üzerinde duran
planlara yönlendirerek.
Papa ilgisini belli etmek için başını sallayarak taslaklara yakından bakıyordu.
-
Yakında kubbeyi destekleyecek kemerleri inşa edebileceğiz, diye açıkladı mimar
plan üzerinde farklı yerlere işaret ederek.
-
Niyetinizi doğru anladıysam, koroyu eski Konstantin bazilikasının olduğu yere
inşa edeceksiniz...
-
Aynen öyle düşünüyorum. Sizin istediğiniz gibi burada Katolik dünyasının en
görkemli kilisesi yükselecek, diye cevap verdi mimar üzerinde yaklaşık kırk beş
metre yükseğinde bir kubbe bulunan Yunan haçı biçimindeki krokiye parmağıyla
işaret ederek.
-
Çok iyi, dedi Aziz Peder. Ama rica ederim elinizi çabuk tutun! Bu yapı dünyaya
Kilise’nin gücünü kanıtlamalı! Gerekiyorsa iki katı daha fazla işçi kullanın. Az
zamanımız var!
Bir kilise muhafızı yanlarına yaklaştı. Sıkıca bağlanmış hırkası önde kemerinin üstüne çıkan
sivri uçlu bir kenar işlemesiyle sonlanıyordu. Rengârenk kumaş şeritleri kol kenarlarının ve
omuzluklarının kabarık kısımlarını süslüyordu. Adamın göğsünde piskoposluğa ait haç
şeklinde, işlemeli iki anahtar vardı.
Raphaël şekilleri ve renkleri yakalamaya alışkın bir sanatçı gözüyle askerin üniformasını
incelerken muhafız, Papa’nın önüne damgalı bir zarf koydu.
II. Jules sade bir hareketle kırmızı mumu söktü.
Bramante, Papa yazıyı hızlıca okurken solgunluğun, kırışık yüz hatlarına hâkim oluşunu
izledi. Bir hareketle Papa, yazılı sözcükleri saklamak istercesine mektubu katlayıp yeninin
içine doğru itti. Bir an ne yapacağına karar veremedi, ardından zorlama bir gülümsemeyle
başını kaldırdı.
-
Kilise’nin işleri beni bu bereketli ziyareti kısa tutmak zorunda bırakıyor sayın
mimar! Gördüklerim beni çok sevindirdi, ama sizden rica ediyorum şantiyedeki
işleri hızlandırın. Söz konusu olan sizin ününüz ve dünyanın selameti... diye ekledi
Aziz Peder tekrardan Raphaël’in kolundan destek alırken.
33
II. Jules yakındaki Sixtine şapeline doğru yöneldi. İçeri girdikten sonra dua etmek için yalnız
kalmak istediğini bildirdi.
Kendisine ayrılmış dua iskemlesine çökmüştü ki, şapelin sol tarafındaki duvarda bulunan gizli
kapı açıldı ve içeri Matthieu Schiner girdi. Sion Piskoposu Aziz Peder’in tam yanına, genelde
Papa’nın onurlandırmak istediği din adamlarının durduğu yere diz çöktü.
Bir anlık sessizliğin ardından II. Jules fısıldadı. Bu yüksek ses çıkarmama çabasına rağmen
kelimeler, sanki iki adamı çevreleyen süslemeleri henüz tamamlanmamış duvarlar tarafından
yutuluyormuş gibi, hâlâ fazlasıyla yankılanıyordu.
-
Mesajınızı göz önünde bulundurursam, endişe ettiğimiz şey gerçekleşti mi?
-
Korkarım ki pek Aziz Peder, diye yanıtladı piskopos. Bu dokümanı bana kilise
muhafızlarının yüzbaşı verdi. Öyle görünüyor ki şu anda Roma’da bunların birçok
kopyası dolaşıyor. Bu da günün ilk saatlerinde Latran kapısının üzerine asılı
vaziyette bulunmuş.
-
Bana o kötü yazıyı tekrar okuyun, dedi II. Jules cüppesinin iç cebine sakladığı
örneği çıkarıp piskoposa uzatarak.
Bu isteğe biraz şaşıran kardinal kâğıdı alıp alçak sesle okumaya başladığında Papa
kavuşturduğu elleriyle yüzünü kapatıyordu:
-
Ne mutlu bu sözleri okuyan ve burada yazılı şeyleri saklayan kişiye. Çünkü zamanı
geldi! Büyük Roma yoldan çıkmış Sodom’a benzerken Küçük Roma’da bir
kuzununkine benzer boynuzları olan ve bir ejderha gibi konuşan başka bir yaratık
yükselecek. Her kim bu yaratığın görünüşüne tapmazsa öldürülecek. Büyük küçük,
zengin fakir, özgür ya da köle herkesin sağ elinde ya da alnında bir iz olacak. Aklı
olan yaratığın sayısını hesaplasın ve bu sayı altı yüz altmış altı olsun! Evet,
yakında geliyorum!
Ardından ağır bir sessizlik çöktü. Piskopos bu sessizliği bozmaya cesaret edemedi. Sadece
hafif dudak hareketleriyle canlılığını belli eden bir çehre ve kapalı gözlerle dua eden II.
Jules’e bakıyordu.
-
Sizin de doğruladığınız gibi, Bois-le-Duc piskoposumuzun bildirilerine göre bütün
cesetler alınlarından ya da sağ ellerinden altı yüz altmış altı sayısıyla
damgalanmışlar, öyle mi?
Matthieu Schiner başını öne eğdi.
-
Ve yine piskoposun dediğine inanırsak Brabant’da işkence görenlerin parçalarını
kimse görememiş?
-
Kimse!, diye yanıtladı piskopos.
-
Kimse... ve böyle bir kanıtı Roma sokaklarında buluyoruz!, diye çıkıştı II. Jules.
-
Tabii eğer Notre-Dame kardeşliğine üye olan bazı yüksek soyluları bu kötülüklerin
izlerini ortadan kaldırmadıysa, kimse... Bois-le-Duc piskoposu önlem olarak
34
onların sessizlik yemini etmelerini sağlamış. Zaten Bois-le-Duc’ten gelen dosyada
her birinin cesetler üzerinde sıradışı hiçbir şey fark etmediklerinin yazılı olduğu
tanıklık belgeleri saklanıyor.
-
Zekice bir önlem! Yine de bunun, bizi daha yeni tehdit etmeye başlayan söylenti
dalgalarını dindirmeye yetmemesinden endişe ediyorum. Geçmişin büyük
korkuları yeniden fışkıracak. Halkların tepkileri öylesine tahmin edilmekten uzak
ki! Sanki Venedik’i tehdit eden veba, ardı arkası gelmeyen savaşlar ve açlık bize
yetmiyor!
-
Bu yeni kanıtı sabahtan beri toplanmış halde bulunan komisyona göstermem
mümkün mü?
-
Tabii ki!, diye atladı Papa. Hatta en kısa sürede Yeni Ahit’in son kitabından
alınmış bir bölüme benzeyen bu taklidi aydınlatacak bir tahlil bekliyorum. Bütün
bunların ardında gizlenen şeyin ne olduğunu tabii ki bilmiyorum, ama bir tek
şeyden eminim: harekete geçmek için uzunca bir süre bekleyemeyeceğim.
-
Aziz Peder, o zaman hemen komisyona katılmaya gidiyorum. Sabahlayacağız!,
dedi Matthieu Schiner şapeli terk etmek için ayağa kalkarken.
-
Öyle olmalı! Lütfen Raphaël’e yanıma gelmesini söyleyiniz, dedi Papa da ayağa
kalkarken. Alınacak kararlar hakkında düşünmeye ihtiyacım var. Bu, genç
sanatçımıza söz verdiği portreye başlama fırsatı sunacaktır.
11
Milano, Leonardo da Vinci’nin atölyesi – 15 Şubat, sabah saat on suları
Çenesini yukarı doğru kaldıran Gabriela bakışlarını pencerenin kenarı üzerinden dışarı
yöneltti. Bir ışık süzmesi gözlerini kamaştırınca ufka kadar uzanan yüksekliklerin tepelerini
görebilmek için gözlerini kıstı.
Uzaktan bir tablonun arka planındaki renkli küçük çizgilere benzeyen ağaçlar gibi görebildiği
kavaklarla bezeli bu tepeye babasının dört at tarafından çekilen arabasıyla geldikleri
akşamdan beri üç uzun gün geçmişti bile. Soğukta ve çamurda geçen uzun seyahatten bitkin
düşen genç kız bir örtüye sarınmış uyurken gürültülü bir kargaşa onu uykusundan
alıkoymuştu. Dört atlı adam eşliğindeki konvoy iniş sırasında bata çıka ilerlemeye
çalışıyordu. Hayranlıkla bakarken, ağaçların dallarında yoğunlaşan sis kıvrımlarının ardında
şehir sınırlarının, surların, San Lorenzo kapısının ve daha uzakta Duomo’nun karanlık
gölgesinin olduğunu tahmin etmişti.
35
Tepesinde bir topuzla topladığı saçları, boynundan ve yükselen göğsünden hiçbir şey
sakınmayan zümrüt yeşili elbisesi, bedenine bitişik durmayan çıplak kolları ve öne doğru
uzattığı avuç içleriyle, kerevetin üzerinde ayakta duran Gabriela duyguların kendisini yeniden
ele geçirdiğini hissediyordu: hep hayalini kurduğu şehir Milano o duvarların ardında, elinin
hemen altındaydı! Ve üç gündür hiçbir şey görmemiş, üniversitenin duvarlarını bile
seçememişti! Neredeyse kapkaranlık olan, sadece çok yükseğe yapılmış pencerelerden gün
ışığı alan ve dondurucu hava akımlarının gelip gittiği bu devasa salonda, homurdanıp duran,
sürekli bıyığının altından söylenen, kendisine bir kez bile bakmadan uzun süre boyunca durup
karmaşık bir resme gömülebilen Leonardo’nun karşısında üç gündür dinlenmeden duruyordu.
Üfledi...
-
Bozuyorsunuz!
Leonardo’nun boğuk sesi bir kırbaç gibi çarptı. Kendine gelen Gabriela suçlu bakışlarla
ressama döndü.
-
Hâlâ hayal kuruyorsunuz Matmazel!, diye homurdandı. Ne dedim ben? Doğal bir
hareket istiyorum, elleriniz canlansın istiyorum. Ben burada görüneni ya da dallar
üzerine dizilen kuşları kopyalamıyorum Matmazel!
Ani bir hareketle elindeki fırçayı bıraktı. O modeline yaklaşırken adımları sessizliğin içinde,
büyük salonun her yerinde yankılanıyordu. Kerevitin ucuna geldiğinde genç kıza aniden
kızgın gözlerle baktı.
-
Beni ilgilendiren tek şey maddeyi canlandıran yapıyı anlamaktır. Yani gözlemeye,
şu durumda sizi gözlemlemeye ihtiyacım var, diye diretti elini tutarak. Öyle
gözlemlemeliyim ki kaslarınızı ve eklemlerinizi canlandıran hisleri anlayabileyim.
Bunun için de sizin dikkatinize ihtiyacım var. Ben doğayı taklit etmiyorum,
yeniden yaratıyorum! Anlıyor musunuz? Acılar içinde kucağında cansız İsa’yı
taşıyan
Meryem’i
çiziyorsam
Meryem
Ana’nın
yüzündeki
gözyaşlarını
resmetmiyorum; Meryem’in gözlerinden süzülen gözyaşlarını salgılayan salgı
bezlerine su buharının erişmesini sağlayan duyguları, gerilimleri ve parlamaları
resmediyorum.
Çene kemikleri oynadı.
-
Siz ise bu sırada düş kuruyorsunuz! Yoruldunuz mu? Bu sabah çalışmaya başlayalı
daha üç saat oldu!
Konuşmayı kesip Gabriela’nın elini bırakan ressam bir adım geriye çekildi. İki elini
dudaklarının önünde dua edecekmiş gibi birleştirirken yüzüne garip bir gülümseme yerleşti.
Ardından başını öne eğdi.
-
Ama yok, tabii ki, ne kadar da aptalım, şehrin uğultusu sizin dikkatinizi dağıtıyor;
çocuk gibisiniz. Konumlarından dolayı kırların güzelliklerinden zevk almanızı
engelleyerek sizi rahatsız eden pencereleri böyle yükseğe yaptırmamın sebebini
36
biliyor musunuz? İşte, tam olarak bu yüzden. Tabii bir de ışık için; ve gerçeklik
çağrışımını kendimde, kendi derinliklerimde aramam gerektiğini unutmamak için...
diye göğsüne vurarak belirtti ressam. Ama aynı zamanda, belki de en önemlisi
modellerimin bana vermek zorunda olduklarına odaklanmalarını hiçbir şeyin
engellememesi için...
Ressam yeniden yaklaşıp daha yumuşak bir ses tonuyla tekrar söze başladı:
-
Evet, rica ediyorum Matmazel, bir çaba sarf edin, görmek istediğim hareketi
gösterin bana ve bırakın vücut yapınızın ruhunu yakalayayım.
Ressamın tutkusundan heyecanlanan ve dağınık bir dikkatle suçüstü yakalanmaktan utanan
Gabriela cevap vermeden çenesini aşağıya indirdi.
Leonardo önünde üzeri defter, kurşun kalem, dolma kalem ve mürekkeplerle dolu olan iki
küçük masa olan koltuğa iki yana sallana sallana ağır adımlarla ilerledi ve fırçasını yeniden
eline aldı.
Genç kızın sesiyle kafasını tekrardan kaldırdı.
-
Vitruve gözyaşlarının mekanik bir parlama olduğunu söyler. Demek siz onun
ilkelerine inanmıyorsunuz?
Ressam sol elinde tuttuğu kalemi gülümseyerek bıraktı.
-
Görüyorum ki bilim yapma arzunuz devreye giriyor; tebrik ederim. Tıp doktoru
olmak isteyen biri için Vitruve değerlidir Matmazel, ama yine de ben insanoğlunda
aslında hiçbir şeyin mekanik olmadığına, her şeyin tutkudan ibaret olduğuna ve
arzularımızın çıkış noktası tarafından kontrol edildiğine inanıyorum. Bilinç
dâhilindeki eylemlerimizde bile bu böyledir. Ve ben, biz farkında olmasak bile,
bunların bütün oluşumuz için de böyle olduğuna inanıyorum: işte bu yüzden
hastalıklarımız mizaçlarımızın ve arzularımızın bir yansımasıdır bence.
Ressamın ses tonuna belirsiz bir yoğunluk hâkimdi.
-
Örneğin, diye devam etti. Anneniz Madam’ın ne gibi talihsiz bir hastalığı vardı?
Gabriela bir darbe almış gibi sendeledi. Annesinin yataktaki görüntüsü bir anda aklında
canlanmıştı. Aydınlık odadaki bedenini, korkunç zayıflığını, perdelerden daha solgun tenini
ve sadece o kısa solukların böldüğü sessizliği yeniden yaşıyordu. Genç kız sarardı ama
ressamın o anda tekrar dikkatle kendisine odaklandığını görünce çenesini yukarı kaldırdı.
-
Annem, kendisini beslenmekten alıkoyup günden güne erimesine yol açan bir
iltihaplanma yüzünden öldü, diye yanıtladı ifadesiz sandığı ama üzüntüsünü ele
veren bir ses tonuyla.
-
Ve kılavuzları okudunuz, klasik reçetelere baktınız ve nafile olduklarını fark
ettiniz, diyerek devam etti Leonardo. İşte, ben tedavideki başarısızlığın, fiziksel ve
ruhsal bozuklukları birleştiren bağların daha önceden çözümlenmemiş olmasından
kaynaklandığına inanıyorum.
37
O anda Gabriela’nın gözlerinden süzülen yaşlar parlıyordu.
-
Bütün bunlardan başka bir zaman tekrar bahsederiz, dedi ressam daha yumuşak bir
sesle. Dilerseniz bu konu hakkında sürdürdüğüm ve kayda değer olduğuna
inandığım araştırmaları gösteririm. Özellikle de kendisini tıbba adayan birine, diye
ekledi neredeyse alaycı bir tavırla.
Gabriela, yavaş yavaş kendine geldiğini hissediyordu.
-
Affınıza sığınıyorum, böylesine hassas olduğunuz bir hatırayı canlandırmamam
gerekirdi, diye özür diledi Leonardo Gabriela iç çekerken. Ama karşımda siz
varken onu yeniden görür gibi oluyorum: elleriniz, çok ilginç, tıpkı onun elleri...
-
Çalışmalarınızın meyvesinden bana sunmak istediğinizi büyük bir sevinçle
keşfedeceğim. Bundan onur duyarım, diye soğuk bir sesle böldü genç kız
umursamaz bir tavırla devam etmeden önce. Konuştuklarımıza dönersek; eğer
misal, kendimizi, sadece üzerimizde etkili olan Tanrı’nın elleri arasına bırakırsak,
arzularımız beden tarafından gerçekleştirilen bir eyleme katkıda bulunmaz.
Leonardo, kendisinin her yöne çekilebilir hale getirdiği konuşmayı başladığı noktaya getirmek
için bu sefer mükemmel bir dizginlemeyle tekrardan söz alan genç kıza bakarken gözlerini
kıstı.
-
Bulunmaz Matmazel, bulunmaz. Böyle bir varsayım düşünülebilir. Ama aslında,
bu çeşit bir müdahalenin pek nadiren görülebileceğine inanınız.
Gabriela, canlı bir el hareketiyle saçlarını tutan topuzdan sarkan bir tutam saçı düzeltti,
dudaklarını araladı, ardından düşüncesinden cayarak sessizliğini korumaya devam etti.
Leonardo kaşlarını çatmıştı.
-
Söz duruşa değil, tam tersine hayale engel olur. Başka bir şey mi diyecektiniz?
-
Bu, diye söze başlayan Gabriela tereddüt etti. Tanrı’nın etkisi hakkında bu düşünüş
aklıma fikrinizi öğrenmek isteyeceğim bir soru getirdi, ama sizi rahatsız etmekten
endişe ediyorum.
-
Bu da mı tıpla ilgili?
-
Hayır değil, diye ressamı tersledi Gabriela kızararak.
-
Bana hissiyat ya da ahlâkla ilgili olduğunu söylemezsiniz herhalde? diye devam
etti konuşmanın gidişatının keyfini almaya başlayan Leonardo.
O konuşurken Gabriela büyülenmiş bir halde onun sol elinin kesin ve hızlı hareketlerle
taslaklar ve lakırdılar arasında gidiş gelişini izliyordu.
-
Yeniden dikkatinizin dağılmasına izin vermeyin, diyerek şakalaştı Leonardo.
Bakın, sağdan sola, şeytanın eliyle yazıyorum: sıkı anlaşma! Ya buna alışacaksınız
ya da konuşmalarımız birbiriyle bağlantısız olacak. Evet, bendeki ışığın sizin
meraklı aklınızı aydınlatabileceğine inandığınız soru nedir?
38
-
Söz konusu olan Kutsal İmparatorluk’ta gerçekleşen korkunç olaylar hakkında
anlatılan ürkütücü hikâyeler. O zalim eylemler. Siz Tanrı’yı izleyenlerden
bahsediyordunuz.
Gabriela sesini alçaltarak devam etti:
-
Söylenenlere göre ve bana bahsedildiği kadarıyla Roma’nın surlarına dek her
tarafa dağıtılan o metinlerin de yazdığı üzere şeytani hareketler olabilirmiş.
Ressamın yüzündeki eğlence belirtileri bir anda kaybolmuştu.
-
Ben Tanrı’nın elinin nadiren insanoğlunun arzusunun yerini aldığını söyledim.
Aynı şeyi nadiren şeytanın eli de yapar ve zayıf iradeli insanların bazen ihtiyaç
duydukları tek şey, önlerine deliliklerini besleyecek herhangi bir şeyler
bırakılmasıdır.
Ressamın ses tonuna aniden hâkim olunamaz bir öfke yerleşmeye başlamıştı. Sessiz kalan
Gabriela anlamadan dinliyordu.
-
İktidar sahiplerine, Papa’ya söyledim: Topraklarında tehlikeli örneklerin
barınmasına izin veren bir İmparator’un sorumluluğu büyüktür...
-
Demek istediğiniz, o din adamları...
-
Hayır değil!, diye böldü neredeyse bağırmaya başlayan Leonardo. Din adamları
belirtilerdir, ama hastalık değildirler çünkü onlar delilere dokunmazlar. Ama o
ressamlar, o ressamlar... Kendisine Bosch diyen o adamın neleri resmettiğini
gördünüz mü Sinyorina Benci? Esas ahlâk bozukluğu insanoğluna kendi ruhunun
karanlık kısmını göstermektir. İmparator’un bu noktada büyük bir sorumluluğu var
ve Tanrı izin verirse bundan pişman olacak noktaya gelmez. Ben ruhların
güzelliğini resmederim Matmazel ve onları insanoğlunun çağrıldığı yerlere,
yukarılara taşırım. Bosch ve İmparator’un ressamları hepimizi alçaklığa geri
yolluyor. Böylesine bir sanatı besleyen bir ülkeden asla iyi şeylerin çıkması
beklenemez. Neyse, çalışalım, çalışalım. Haklısınız Matmazel, dikkatimizi
dağıtmayalım. Avuç içleriniz lütfen, genişçe açın, başparmak dışarıya doğru, işte
bu ve doğal hareketi koruyun; rica ediyorum kasmayın... deyip bıraktığı fırçayı
tekrar gergin eline alarak sözünü bitirdi.
Artık daha kuvvetli gelen ışığın altında Gabriela’nın ellerinin duvara vuran gölgesi uçan bir
kuşun kanatlarını andırıyordu.
12
Vatikan – 15 Şubat, sabah on bir suları
39
Dörtnala yaklaşan süvariler, Aziz Masumlar Meydanının köşesini sağır edici bir gürültüyle
döndüler. Ayinden çıkan ve San Nicolo kilisesinin önünde dağılan korkmuş müminler panikle
kilise kapısına çıkan basamaklara gerilemişlerdi. Küçük grup hiç bakmadan şimşek gibi geçti.
Aylakların kötü bakışları onları küçük meydanın ucundan devasa bazilika şantiyesinin hemen
yanındaki papalık sarayına doğru yönelene kadar takip etti.
-
Sancakları Fransa’ya ait, diye fısıldadı bir adam yanındakine.
Diğeri, basamaklardan düşmek üzere olan küçük bir çocuğu yakasından tuttu, ardından
tiksinti dolu bir ifadeyle geriye döndü.
-
Sanki savaş gösterisine çıkan silahlı Fransızlar... Peh, böyle bir ziyareti karşılayan
Papa Hazretlerine Tanrı yardım etsin.
Uzaktan hâlâ süvari birliğinin sağır eden gürültüsü duyuluyordu.
-
Fransa Kralı askerleri!, dedi sadece telaşlı süvarilerden biri yüksek bir sesle.
Süvari, papalık sarayının giriş çıkışlarını denetleyen muhafıza birkaç adım kala
atını durdurmuştu.
Kilise muhafızı gözlerini kendisini tepeden tırnağa süzen ve yayan muhafızları etkilemek
istercesine atının başını öne eğip kaldırmasına izin veren yabancıya doğru kaldırdı. Tek
kelime etmeden, konuşan askeri geçip grubun geri kalanına doğru ilerledi.
-
Kim görevli?, diye sordu.
Sanki savaşa gidermiş gibi zırh giydirilmiş büyük, siyah bir atın üzerinde olan yuvarlak kafalı,
mavi gözlü ufak bir adam silah arkadaşlarından öne çıkmak için atını ilerletti.
-
Ben Pierre de Terrail, başkomutan, Fransa ve Navarre kralı temsilcisi. Ünvanlarım
ve haklarım, hepsini burada ve bu soğukta saymaya kalkarsam hem can sıkıcı
olacaktır hem de bizim ölümümüze yol açacaktır. Papa Hazretlerine Hıristiyan
kraldan bir mesajım var. Mesajın yerine ulaşmasını geciktirmemenizi isteyeceğim,
diye ekledi yeteri kadar tehdit edici bir ses tonuyla; gözlerini muhafıza dikmişti.
Kilise muhafızı gözlerini kırpmadan ufak garip adamı çevreleyen süvarilerden birinin uzattığı
mektupları aldı. Kararlı bir tavırla birinin mührünü açıp okudu.
Pierre de Terrail atının dizginlerini tuttuğu demir zırh eldivenini çıkardı; öfkeyle suratını
asmıştı.
-
Önceden fazla okumayın beyefendi. Pierre de Terrail kendisine gizli bir kapıya
sattığı ürünleri bırakmaya gelen bir tüccarmış gibi davranılmasından hiç
hoşlanmaz. Ve bilin ki eğer size veya efendinize karşı kötü bir niyetimiz olsaydı
zaten çoktan ölmüştünüz.
Muhafız, başını kaldırmadan okumasını bitirip kendisine mektupları vermiş olan adama onları
geri verdi.
40
-
Bu efendi aynı zamanda sizin de efendinizdir bayım, diye karşılık verdi ufak
adama aynı ses tonuyla.
Ardından, Terrail’ın suratını kızartan siniri fark etmemiş gibi davranarak “Girebilirsiniz,
yayan olarak ve bize silahlarınızı bıraktıktan sonra...” dedi.
Ufak adam yumruklarını sıkıyordu; atından aşağıya atladı ve atının dizginlerini
yanındakilerden birine verdi. Muhafıza bakmadan kılıcını ve diğer tarafta asılı duran bıçağını
ona verdi. Ardından demir şakırtılarıyla birlikte tek başına kapı sundurmasının altından geçip
papalık dairelerine doğru giden büyük beyaz merdivene yöneldi.
Papa sekreteri kardinal Alexandre Grimari tahta kaplamanın içine yerleştirilen dikiz
deliğinden sinirli bir şekilde holde ilerleyen garip ziyaretçiye bakmak için eğildi.
-
Elçiler... Diplomatik bir şeyler ne âlâ!
Yanında duran genç papaz omuzlarını silkti.
-
Fransa kralının güven mektubunu taşıyor. Mühürleri resmi, üstelik ziyaretin
gerçekleşeceği daha önceden belirtilmemiş miydi?
Kardinal şaşkın bir halde kafasını salladı.
-
Aslında belirtilmişti, ama böyle olacağı belirtilmemişti.
-
Adı Pierre de Terrail’mış. Bu adamı tanıyor musunuz?
-
Tanıyorsam?, diye yanıtladı kardinal gözlerini garip ziyaretçiden ayırmadan. Bu
ufak adamın boyu bir çocuk kadar ve omuz genişliği bizim Roma
manastırlarımızdaki papaz çömezlerininki kadar. Fazla güvenme! Pierre de Terrail
ismi pek de önemli değil. Bu onun sadece vaftiz adı; ama kendisine Bayard
dedirtir, Fransa şövalyelerinin en cesuru ve en değerlisi olmasıyla övünür. Ve işte
bir kişiden veya şeytandan aldığı bu adla ününü sağlamlaştırmayı bildi. Anlıyorsun
ya, bu elçilik görevinde pek hayırlı bir şey göremiyorum, ama bir kral böyle bir
adamı diplomasi oyunları çevirmekle görevlendirmek için nasıl bir haber yollamak
ister ki?
-
Yani o bir asker öyle mi?
-
Asker mi? Sadece asker değil, kana susamış bir katil!
Sekreter kardinal derin bir nefes aldı ve bir anda sessizliğe bürünen genç papaza döndü:
-
Onu karşılayacağım. Tabii ki Papa Hazretlerinin bu sınıftan böyle kaba bir askerle
yüz yüze gelerek gözünü kirletmesi söz konusu bile değil. Bu adamın sadece
varlığı bile bu kutsal yerleri lekelemeye yeter. Git ve onu benim odama getir.
Genç papaz, yalnız kalınca gözünü gizli deliğe dayadı. Ardından, onun kapıdan içeri girmesi
gerektiğinin bilincine varınca zorlukla yutkundu ve Kardinal Grimari’den sonra Venedik’ten
ayrılmış olmanın pişmanlığını duydu.
41
Papa’nın en yakın çalışma arkadaşına ait olan koyu renkli tahta lambrilerle kaplı odaya
girerken Pierre de Terrail sinirini yeniden kontrol altına almışa benziyordu. Koyu mavi
gözlerindeki öfke yerini kurnazlığa bırakmış ve ince dudaklarına belirsiz bir gülümseme
yerleşirken yüzünün kızarıklığı dinmişti.
Pencerenin önünde gün ışığına arkasını dönmüş bir şekilde ayakta duran kardinal karşılama
işareti olarak ellerini açtı. ‘Ne garip bir adam’ diye geçirdi aklından fazlasıyla büyük olan
kafasına yapışan seyrek kızıl saçları, kısa kol ve bacakları ve ilginç bir şekilde incecik olan
ellerini incelerken.
-
Hoş geldiniz sayın elçi. Sanırım Fransa krallığının yerinden böylesine ayrılması
için gerçekten acil bir sebebi olması gerekir? Öyle acil olmalı ki, savaş
kıyafetlerinizi
çıkarıp
diplomasi
kıyafetlerinizi
giyinmeye
bile
vakit
bulamamışsınız?
-
Kıyafetin hiçbir önemi yok Yüce Kardinal, diye yanıtladı Bayard soğuk bir
şekilde. Olmadığım bir kişinin görünümünü almaya hiç niyetim yok. Efendimin
isteklerini de yorumlamıyorum. Silahlara gelince, sizin bölgelerinizde bile yolların
güvenli olmadığı ve temkinli olmak gerektiği sizin de gözünüzden kaçmamıştır.
Kardinal başını eğdi ve bir koltuk işaret ederek yol gösterdi.
Bayard koltuğun tepesindeki değerli taşlarla süslü, büyük, İsa’lı haça çalımlı bir bakış atarak
bu öneriyi reddetti.
-
Zaten at üzerindeydim ve çok kısa bir süre sonra yeniden ata binmiş olacağım.
Görevimi tamamlar tamamlamaz, zaman kaybetmeden Fransa kralının huzuruna
çıkmak için sadede geleceğim.
Aralarında birkaç metre olan iki adam karşılıklı duruyorlardı. Yüksek rütbeli papazın gölgesi
kendisinden neredeyse bir baş kadar daha kısa olan adamın üzerine düşüyordu.
-
Buyurun Sayın Olağandışı Büyükelçi.
-
Fransa kralı çok meşgul Sayın Kardinal. Çok meşgul. Papa Hazretlerine giden
yollar pek de güvenli değilse, bu, Hıristiyan âleminde çok daha az güvenli yerler
olduğunu gösterir. Ve gerçeği söylemek gerekirse, Brabant’a hacca gitmektense
Türklerin olduğu yerlere seyahat etmeyi tercih ederim.
Kardinal içinden ürperse de dışarıya bir şey belli etmemek için kendini zorladı.
-
Bu bölgede gerçekleşen olaylar her yere fazlasıyla bulaşma riski taşıyor. Oralarda
kökünden kazınması gereken bir sapkınlık ateşi var. Fransa kralı halkının selameti
için endişeleniyor ve bu çirkinliklerin kapımıza dayanmalarını bekleyecek kadar
hoş görülemeyeceğini düşünüyor.
-
Ve?
-
Ve bu doğrultuda, Fransa kralı Papa Hazretlerinin, bu olayların önüne geçmek için
en başta kendisinin çaba göstermesi gerektiği besbelli ortada olduğuna göre, hangi
42
yollarla bu krize karşılık vereceğini bilmek istiyor. Efendimiz ahlaksızca
davranışları için insanları cezalandırmak ister ve sapkınlıklarla boğaz boğaza
gelmeye niyetlenirse, sizin de gözünüzden kaçmamıştır ki Sayın Kardinal, halklar
başkalarının sapkınlıklarının bedelini ödemek zorunda kalmaktan endişe duyarlar
ve bitkin düşerler. Pierre’ın tahtı tarafından bir işaret verilmezse bu lanetli
topraklarda etki yaratmak için halk ayaklanmalarının ortaya çıkmasından endişe
ediyorum.
-
Çok iyi farkındayım ve bu yeni gelişmelerden ne gibi duyguların beslenebileceğini
de kolaylıkla tasavvur edebiliyorum, diye cevap verdi kardinal soğuk bir ses
tonuyla.
-
İleteceğim bir yanıtınız var mı?, diye sordu Bayard sözüm ona saygılı bir tavırla.
-
Papa hazretleri, Fransa kralının nedenlerine ve niyetlerine bütün yüreğiyle
katılıyor. Gerisi için de Papa Hazretleri niyetlerini ve kararlarını öncelikli olarak
Fransa kralına bildirecektir. Fransa’nın inancını korumak ve Aziz Pierre tahtına
destek vermek için gösterdiği özeni ileten bu haberi gönderdiği için kendisine
teşekkür ediyor.
Bayard hafifçe eğildi.
-
Sözlerinizi kralıma iletmek için sizin kelimelerinizi kullanırken en sonunda gerçek
bir diplomat gibi konuştuğumu hissedeceğim. Tanrı sizi korusun Kardinal.
-
Sayın elçi!
Sinirli adımlarla çoktan kapıya varmış olan Bayard tekrar döndü:
-
Ve rica ederim, diplomat olarak bir dahaki gelişinizde muhafızlarıma kalça
zırhınızdaki hançeri de bırakınız...
Bayard vahşi bir ifadeyle gülümsedi.
-
Silaha karşı silah Kardinal; bu işin yoluna girmesini engellemesinden endişe
ettiğim yavaşlıktan kurtulunuz. Bize tanınan süre sonsuz değil ve zaman bize karşı
oynuyor.
Kapı kapanırken Kardinal Grimani de üzerinde dinlenmeyi sevdiği büyük, deri koltuğun
sırtını farkında olmaksızın okşuyordu.
-
İşte böyle kaba bir askerin verebileceği türden diplomatik bir tepki, diye mırıldandı
endişeli bir havayla.
13
Milano, Leonardo da Vinci’nin atölyesi – 16 Şubat, sabah saat dokuz civarı
-
Bu taraftan Matmazel... Bu taraftan!
43
Ses Gabriela’yı yönlendiriyordu.
Birkaç dakika önce Luigi Benci’nin kızı Leonardo da Vinci’nin atölyesine geldiğinde her yeri
bomboş görünce şaşırmıştı. Bir süre sonra ne yapacağını bilemeyerek ressama seslenmeye
başlamıştı. O zaman mahzenin derinliklerinden gelen bir ses kendisini yanıtlamıştı. Gabriela
ardına kadar açık olan bir kapıya yanaşmış ve dönerek inen dik merdivene el yordamıyla
tutunmuştu. Bu alışılmadık karşılamadan heyecanlanan, kendisini çevreleyen karanlık ve
soğuktan etkilenen ama uzun süreli model olarak durma seanslarından kaçmanın sevincini
yaşayan Gabriela yaşlı ustanın sesini takip ederek merdivenden iniyordu. En sonunda,
yaklaşık bir yirmi basamak indikten sonra hatırı sayılır boyutlara sahip olan tonozlu bir salona
erişmişti; salon o kadar zayıf bir aydınlatmaya sahipti ki, Gabriela yarı karanlıkta görmeye
alışabilmek için gözlerini kısmak zorunda kalmıştı.
Salonun ortasında dört köşesinden büyük şamdanlarla aydınlatılmış devasa dikdörtgen bir
masa bulunuyordu. Masanın ortasına yerleştirilen şekilsiz bir nesnenin üzerine bir örtü
yayılmıştı. “Sanki bir kilise” diye geçirdi içinden Gabriela gözleriyle Leonardo da Vinci’yi
ararken.
-
Buradan! İşte, geldiniz Matmazel!, diye bağırdı salonun bir köşesinde bulunan ve
garip cam kavanozlarla pek meşgul görünen ressam. Sizi bu şekilde karşıladığım
için üzgünüm, diyerek ışığın altına, orta masaya yaklaştı. Zamanın nasıl geçtiğini
anlamamışım! Burada sabahlayabileceğime asla inanmazdım; ışığın yokluğu da
insana zaman kavramını kaybettiriyor!
Ressamın giysisini fark edince Gabriela’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. Leonardo da Vinci
üzerine kalın bir manto giymişti ama mantonun üzerinde kan lekeleriyle dolu deri bir önlük
garip bir biçimde göze çarpıyordu. Her zamanki beresini giymiş olan yaşlı adamın elleri
arasında, içinde cenine fazlasıyla benzeyen bir şeyin garip bir sıvıda yüzdüğü şeffaf camdan
bir kavanoz vardı.
Gabriela’nın bakışlarındaki dehşeti fark eden ressam gülümsedi.
-
Kandan korkuyor muydunuz Matmazel? Yoksa sizin sararmanıza yol açan şu ölü
doğan çocuğun görüntüsü mü?
-
Hayır değil, daha ziyade ininizin dondurucu soğuğu rahatsız etti, diye yanıtladı
genç kadın aklını başına toplamaya çalışırken.
-
Herhalde teşrih atölyemden bahsediyorsunuzdur?, dedi alaycı bir tavırla ressam
büyük masaya yaklaşırken.
Ani ve neredeyse teatral bir hareketle masanın üzerindeki örtüyü çekerek yarı saydam bir
bedeni ortaya çıkardı. Cesedin kafası yoktu, göğüs kısmı aşağısına kadar yarıktı, kasları ve
sarkan et parçalarını açıkta bırakıyordu.
Dehşetten nutku tutulan genç kadın yine de daha yakından görebilme merakıyla yavaşça
cesede yaklaştı. Ressam onu büyük bir dikkatle izliyordu.
44
-
Yaklaşın, dedi kısık sesle ressam. Yaklaşın ve pek az insanın görme zevkine
eriştiği bir manzarayı, sırrı keşfedin. Görüyor musunuz, dedi iç organları ortaya
çıkarmak için iki eliyle kaburga kemiklerini ayıran Leonardo. Bütün kuralları ve
temel ilkeleri kesin olarak ilan edebiliriz. İç mekaniğimizin işleyişini anlamanın
tek yolu kesinlikle budur! Hatırlayabildiğim en küçük yaşlarımdan beri yaşayan
canlıların teşrihine ilgi duyuyorum. Yine bütün geceyi taslaklar yaparak geçirdim.
Ne bu kasların her birinin görevini, ne de insan coğrafyasının karmaşıklığını hayal
edemezsiniz, dedi ressam garip bir hissiyatla cesedin önce kalbini, ardından
karaciğerini ellerken.
Gabriela ne yapacağını bilmiyordu. Bu kıpırdamayan bedenin sarımtırak rengi ona fazlasıyla
birkaç ay öncesinde ölüm döşeğinde olan annesinin acı dolu görüntüsünü hatırlatıyordu. Ama
merak kendine çekiyordu; genç kız yabancı bedenin üzerine eğildi.
-
Biraz daha bakın, diye tekrardan söze başladı ressam iç organları kurcalayarak.
Her zaman nasıl işlediğimizi anlayacak bir fırsat bulamazsınız! Kâinatın en büyük
gizemi gözlerinizin önünde!
Gabriela, bulundukları yerin soğukluğundan ziyade cesetten yayılan keskin kokudan
rahatsızdı. Pis koku en sonunda onu biraz gerilemek zorunda bıraktı; dekoltesinden çıkardığı
işlemeli ve kokulu bir mendille kokudan korunmaya çalıştı.
-
Bütün gece bu mide bulandırıcı kokunun içinde nasıl nefes aldınız?
-
Her zamanki soru..., dedi Leonardo sırıtarak; örtüyü tekrardan cesedin üzerine
çekti. Eğer doktor olmak istiyorsanız size şimdiden en kötü kokulara alışmanızı
öneririm. En güzel şeylerin çoğunlukla en kötü kokuları yayan şeyler olduğunu
biliyor muydunuz? Ben kendi açımdan, sadece kaslara devinim veren mekanik
hareketi tasvir edip tanıyabileceğime değil, aynı zamanda hislerin barınağını ve bu
etleri yönlendirip hareket ettiren sıvının sırrını keşfedebileceğime inanıyorum.
Alnını silerken şakağında kırmızı bir leke oluştu.
-
Bizi dünyanın ve insanoğlunun gerçekliği hakkında bilgilendirdiklerini öne süren
budalalar bize bunları açıklayabilirler mi? Şu haldeki bir kadın ve adamın ne
olduklarını,
farklılıklarını,
onları
birbirlerine
bağlayan
çekimin
sırrını
söyleyebilirler mi? Tabii ki hayır!, diyerek hiddetlendi Vinci kesik bedeni
ellemeye devam ederken. İşte benim çalışmalarımda odaklandığım heves budur.
Aniden uzaklaştığı sakinliğine yine aniden kavuşan Leonardo, Gabriela’ya döndü.
Düşünceli görünen genç kız apaçık ortaya çıkan etlerin görüntüsünü unutamıyordu.
‘Kaçarcasına uzaklaşmam gerekirdi, ama buradaki hiçbir şey, ne bu cesedin ne tür bir
rezilllikle buraya gelmiş olabileceği düşüncesi ne de burada bulunuşumun, Kilise’nin
mahkum edeceği ölümcül bir günaha ortaklık etme anlamına gelmesi beni korkutmuyor.
Onun gözlerinde parlayan garip düşünceler ve sesindeki tuhaf titreme bile beni korkutmuyor’
45
diye düşündü şaşkın bir şekilde. Sadece soğuktan dolayı titrediğini iyice göstermek için
kabanına sarındı. “Belki de gerçekten cerrah olabilirim!” diye aklından geçiriyordu ressamın
dik bakışlarla kendisini incelediğinin farkına varmadan hemen önce.
-
Sayın Leonardo, kesinlikle çok şaşırtıcısınız. Aynı anda hem en mükemmel
güzelliği resmedip hem de bu kanın ve pis kokulu etlerin içinde gizemli
güçlerimizi keşfetmekten zevk almayı nasıl başarıyorsunuz?
Ressamın gözleri parıldadı.
-
Sorunun kendisi bile bir çeşit cevap zaten, ama atölyeme çıkalım, ne dersiniz?
Orası daha sıcaktır.
Geniş, aydınlık atölyeye geçince Gabriela yeniden nefes aldığını hissetti. Leonardo önlüğünü
çıkarırken o da nemden ve pis kokudan uzak olan havanın hafif ılıklığının tadını çıkarıp
şömineye yaklaştı. Ressamın sesi bedenini ele geçirmeye başlayan uyuşukluktan sıyrılmasını
sağladı.
-
Şu lanet olası Lorenzo bir kez daha ateşin sönmesine izin vermiş, diye söylendi
yaşlı adam şöminede küllerin arasında kırmızı kırmızı duran birkaç kor parçasını
görünce. O yaramazı elime geçirirsem dayaktan pestilini çıkaracağım!
Havaya dikilen saçları ve geceliğiyle, Gabriela’nın daha önceki günlerde karşılaşma fırsatı
bulduğu genç Lorenzo o sırada içeri girmek üzereydi; ince gölgesi giriş kapısının döşemesine
düşüyordu. Henüz on altı yaşına girmiş olan çocuk hâlâ uykunun pusları arasındaydı.
Gabriela’dan daha ufak olan çocuğa doğa meleksi bir surat ve derin mavi bakışlar armağan
etmişti. Ustanın öfkeli olabileceğini aklına getirmeden sırıtıyordu. Leonardo’nun poposuna
savurduğu tekme onu kendine getirdi.
-
Yine şömineyi bırakıp gitmişsin, üstelik Sinyorina Benci’nin duruş seansı için
şövalemi bile hazırlamamışsın! Boşuna öyle melekler gibi gülümseme, daha
dikkatli davranmazsan seni dağlara geri yollarım, diye ekledi Leonardo daha
yumuşak bir ses tonuyla.
Gabriela, göz ucuyla Leonardo’nun bakışlarında beliren tutkuyu şaşkınlıkla inceliyordu.
Lorenzo ocaktaki ateşi tekrar kuvvetlendirirken ressam şöminenin yakınındaki bir koltuğa
kendini bırakmıştı. Derin yorgunluğu suratından okunuyordu.
-
Babanız yakın bir zamanda Milano’ya gelecek mi?, diye sordu Leonardo
Gabriela’nın ayakta kalmasıyla ilgilenmeden.
Genç çırağının seyrine dalan ressamın bir anda büründüğü ilgisiz tavrı önemsemez gibi yapan
Gabriela, bu sorunun kendisini nasıl iki arada bir derede hissetmesine yol açtığını fark etti:
Milano’ya geldiğinden beri yaşadığı özgürlüğün harikulade ve görülmemiş zevki, babasını
görmek için duyduğu sabırsızlıkla çatışıyordu.
46
-
Evet, son yolladığı mektuba göre işleri kısa bir süre sonra burada bana katılmasına
olanak sağlayacakmış. Annemin portresini size kendisinin getirmek istediğini bana
daha önce zaten belirtmişti. Tabloyu korumak için özel tasarlanan bir arabayla
gelecek.
-
Çok iyi, çok iyi, diye mırıldandı yaşlı adam.
-
Bu arada, taslakları bitirmek için size daha ne kadar duruş seansı gerektiğini
belirlediniz mi?, diye sorma cesaretini gösterdi genç kız koltuğun arkasında ayakta
dururken.
Leonardo suratını asmıştı.
-
Sabırsızlık, hep sabırsızlık! İşte bu gençliğin katlanılması zor bir hatası! Eğer
çalışmalarımın çok ağır olduğunu düşünüyorsanız siz de Alman ressamları çağırın.
Bosch veya Dürer’in sizin telaşınıza karşılık vereceğinden eminim, üstelik çok
daha cüzi bir ücret karşılığında!
Gabriela bu tepkinin şiddeti karşısında sessiz kalmıştı.
-
İhtiyaç duyulan zamanı hesaplamaya ne gerek var! Resim bir sanattır Matmazel.
İnsanlık için ne kötüdür ki bazıları bunu ucuza satılabilecek kaba bir ticaret nesnesi
olarak görüyor. Sonsuzluğun bile çoğaltılabileceği bir ticaret! Anlıyorsunuz ya,
ben onlardan değilim!
-
Ama... diye araya girmeye çalıştı şaşkın genç kadın.
-
İşte bu yüzden artık resim yapmıyorum! O lanet olasıca Almanlar sadece buraya
kadar gelip bizi taklit etmiyorlar, aynı zamanda bize yapılan siparişleri elimizden
alarak ayağımızı kaydırmaya çalışıyorlar.
Ressamın ani öfkesine üzülen ve bir yanlış anlaşılma durumunda kalmak istemeyen genç
kadın yaşlı adamın önüne diz çöktü ve ellerini avcuna aldı.
-
Sayın Vinci, sizi böyle bir duruma sokmak istememiştim. Asla, asla... Ne babam
ne de ben bu çalışmayı başkasının eline teslim etmeyi hiç düşünmedik...
Leonardo cevap vermedi. Derin bir soluk verdi ve samimiliğini kanıtlamak istercesine genç
kadının gözlerine baktı.
-
Varlığının bir kez açığa çıkması bile beni büyük tehlikelere atabilecek bir yere
girmenize izin vererek size büyük bir güven gösterdim. Kilise bilimsel işlerden hiç
de hoşlanmıyor ve bilgi arayışını büyücülük olarak nitelendirmeyi pek seviyor.
-
Ağzımı kapalı tutacağıma söz veriyorum. Hafiyelikten ve bunu destekleyen
vicdansız kanunlardan daha dayanılmaz başka bir şey... diye haykırdı Gabriela
ressamın devam etmesine izin vermeden.
-
Biliyorum, daha doğrusu neden bilmiyorum ama size güveniyorum. Hatta daha da
doğrusunu söylemek gerekirse size güvenmek hoşuma gidiyor genç bayan ve ben
kimin ne diyebileceğini umursamadan hoşuma giden şeyleri hep yapmışımdır.
47
Sorun bu değil. Benim ilgime bağlı kalacağınızdan şüphem yok. Ama
görüyorsunuz ya, diye devam etti yeniden yumuşayan bir ses tonuyla, ilk
izlenimlerimin beni yanıltmasından nefret ediyorum ve umarım sizinle ilk
karşılaşmamızda edindiğim izlenimler değişmez.
Gabriela gülümsedi.
-
Bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum bayım ve size minnettarlığımı temin
ediyorum. Sabrın ne büyük bir erdem olduğunu da biliyorum ve size söz veririm
kendimi bunu geliştirmeye adayacağım. Buna inanıyorum çünkü uzun bir süredir
bütün büyük erdemlerin bir arada olması gerektiğine ve sanki bunlar birbiriyle
zıtlaşıyormuş gibi bizi aralarında seçim yapmaya zorlayan eğitim biçiminin ne
denli aptalca olduğuna kanaat getirmiş durumdayım. Bu yüzden aynı anda hem
tutkulu hem de sabırlı olacağım!
Keyiflenen ressam tekrar gülümsemeye başlamıştı.
-
Öyle olsun! Şimdilik lütfen beni yalnız bırakın, dedi sadece boğuk ve soluklanmış
bir sesle. Şimdi burada, bu koltukta biraz uyuyacağım. Yarın yeniden başlarız.
Gabriela, sanki bir anda uykuya gömülen Leonardo da Vinci’nin gözlerini kapadığı sırada
ellerini yavaşça bıraktı.
14
Bois-le-Duc, Büyük Meydan – 28 Şubat, akşam saat altı suları
Ortalık neredeyse çöl gibi bomboştu. ‘Olayların’ başlangıcından beri tüm Bois-le-Duc
sakinleri hava kararır kararmaz evlerine giriyorlardı. Sekiz at tarafından çekilen araba Büyük
Meydanı kolaylıkla geçmişti. Gecenin sessizliğinde nemli taşların üzerinde sadece
tekerleklerin gürültüsü yankılanıyordu. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunu temsil eden
renklerdeki araç yirmi süvari muhafızı eşliğinde ilerliyordu.
-
İşte geldik baba!, diye haykırdı Philippe yolcuları soğuktan korumak için takılan
geniş perdeyi kaldırırken. Manastırın hemen yanında bekleniyoruz.
-
En sonunda!, diye cevap verdi İmparator Maksimilyen. Bize kalacak gösterişsiz bir
yer bulmaları için Notre-Dame kardeşliğine rica ettiğimden dolayı seviniyorum.
Yarın sabah bütün şehir imparatorun ve oğlunun subayların yoğun korumalarından
veya piskoposluğun özel konforundan uzak bir şekilde halkın içinde uyuduğunu
bilecektir!
-
Umarım, yine de kalacağımız yer sizin dinlenmenize uygundur. Bu soğuklarda
böyle bir yolculuk benim tahminimden daha da çetin oluyormuş.
48
-
Sevgili oğlum, o kadar endişeliyim ki yorgunluğu düşünecek lüksüm olmadı! Ama
güzel bir ateş ve sıcak bir çorbanın çok iyi geleceği de bir gerçek!, dedi imparator
ısınmak için ellerini ovuştururken.
Araba, Notre-Dame kardeşliğinin en kıdemlisine eşlik eden subay generali Johannes Rindt’in
ayakları dibinde durdu. Konut kapısının önünde yalnız bekleyen iki adam ellerinde,
uçlarındaki alevin rüzgârın esintisiyle titrediği birer meşale tutuyordu. İlk inen Philippe pek
de protokole uygun olmayan bu karşılamanın tuhaf gidişatını inceledi.
-
Beyler,
gelişimizin
mahremiyetini
kesin
kılmak için verdiğim
emirleri
uyguladığınızdan dolayı size teşekkür ederim, dedi imparator arabadan inerken.
Rahatlık için giydiği ve ona bir hükümdardan ziyade bir tüccar havası veren siyah üstlük ve
pantolonunun sadeliği karşısında şaşıran iki adam İmparator Maksimilyen’in önünde eğildiler.
Sadece sağ elinin parmaklarına taktığı yüzükler gerçek mevkisini ortaya çıkarıyordu.
-
Haydi beyler, içeri girelim, böyle bir havada saray gösterilerinin yeri yoktur, diye
karşılama rutinini böldü İmparator Maksimilyen.
Arkadaki yük taşıma kısmında ayakta yolculuk eden üç hizmetçi bagajları indirmeye
başlarken imparator ve oğlu kıdemli üye tarafından ilk katta bulunan dairelerine doğru
yönlendirilmişlerdi.
Çevrenin sadeliğinden memnun olan İmparator Maksimilyen iki örtüyle kaplı bir masanın
olduğu salondaki beyaz mermerden yapılmış büyük şöminede dans eden alevlere yaklaştı.
-
Hemen Hieronymus Bosch’u evinde aramaya gitmenizi rica ediyorum, dedi
arkasına dönmeden kapının eşiğinde bekleyen Rindt’e hitaben.
General tek kelime etmeden topuklarını geriye döndürürken Philippe de babasının yanına
gelmişti. Yaşlı hükümdarın yorgun ve süzülmüş bedeninin yanında onun atletik duruşu daha
da görkemli gözüküyordu.
-
Durum tahmin ettiğimizden daha kötü, dedi Philippe masaya yerleşirken. Az önce
Kardeşliğin başkanıyla konuştum. Şehirde ani halk toplanmaları olmadan bir tek
gün geçmiyormuş. Ayaklanmalar endişe verici bir durumdaymış.
Kendine bir kadeh şarap koyan imparator kaşlarını çatmıştı.
-
Beklenmedik gelişimiz işe yarayacaktır. Ümit ediyorum ki varlığımız bu kargaşayı
dindirecektir, dedi küçük yudumlarla şarabını içerken. Bana anlatılanlara
dayanırsak bu şehir başka hiçbir yerde görülmemiş bir dehşet yaşamış. Burada
yaşayanların korkularını anlamamız gerekiyor.
-
İzin verirseniz baba, kıdemli üyenin endişesi bu korkunun çok ötesindeydi. Bu
yürekli adam, bu büyük korkunun bedelini Yüce Kilise’nin ödemek zorunda
kalmasından endişe ediyor. Reform yanlıları kasabalara sızmış. Piskopos ve Roma,
bu çılgınların saldırı hedefleri haline gelmişler!
49
İmparator Maksimilyen cevap vermedi; dumanı tüten bir çorba tasını taşıyarak sessizce gelen
hizmetçiye bakıyordu. Ses çıkarmamaya devam ederek tabaklarına çorba servisi yapmak için
çevrelerinde dolandı.
-
Bu söyledikleriniz önsezilerimle uyuşuyor, diye tekrardan söze başladı İmparator
Maksimilyen. Aslında, yola çıkışımızdan önce, Roma’ya giden anneniz
Blanche’tan II. Jules ile Brabant’ın durumu hakkında görüşmek için bir fırsat
yaratmasını rica ettim. Vatikan’ın nasıl tepki vereceğini bilmem gerekiyor. O
taraftan en çabuk şekilde haber almayı diliyorum!
Çorbasını içerken Philippe, yaşlı imparatorun olaylar üzerinde etkin kalmaya çalışmak için
nasıl çaba sarf ettiğini düşündü.
-
Bosch’u bu akşamdan görme isteği neden?
İmparator Maksimilyen oğluna bakarak gülümsedi.
-
Birçok sebepten ötürü... Öncelikle yeteneğini beğeniyorum. Bildiğiniz gibi
ressamlarla iletişim halinde olmayı seviyorum. Ama daha da önemlisi, geçen üç
şubatta gerçekleşen ikinci dehşet sahnesi ortaya çıktığında Bosch Büyük
Meydan’daki atölyesinde olayı öncelikli izleyenler arasındaymış... diye ekledi
alçak bir ses tonuyla.
-
Şey yapabileceğini mi düşünüyorsunuz...
-
Hiçbir şey düşünmüyorum, ama belki de Hieronymus Bosch’un bize öğreteceği
şeyler vardır. Çünkü...
-
Çünkü?
-
Çünkü tabloları bazen fazlasıyla tuhaf olabiliyor. Her biri birbirinden daha düşsel
olan o tip karmaşalarından hiç etkilenmediniz mi? Bosch’un ilham kaynağı
kolaylıkla soruşturmaların odağında olabilir, diye devam etti İmparator.
Soğukkanlı ve sessiz olan hizmetçiler tabakları kontrol etmeye devam ediyorlardı.
-
Hiçbir şeyi hafife almamamız gerekiyor. Güçler arasında yeniden ittifak
paylaşımları yapıldığı şu sıralarda bu iş politik bir gidişata kayabilir. Eğer
araştırmayı kendimiz yürütmek zorundaysak o zaman biz de bunu Kutsal
İmparatorluk adına yaparız, dedi İmparator abartılı bir tavırla ve önündeki tavuğun
budundan kopardı.
Babasının, yıllar geçtikçe azalmış olan iştahına rağmen böylesine iştahla yemek yemesinden
mutluluk duyan Philippe sessizce yemeğine devam etti. “Babamla çok az vakit geçirebildim.
Çabucak hüzne boğulan bir kadınla erken evlenince şimdiye kadar saray işlerine doğrudan
nüfuz etme şansını hiç yakalayamamıştım” diye geçirdi aklından.
İmparator’a Hieronymus Bosch’un geldiği bildirilirken hizmetçiler akşam yemeğinin
bulaşıklarını toplamayı bitirmek üzerelerdi.
50
Ziyaretçi bitişik odaya alınmıştı. İmparator Maksimilyen, içeri girdiğinde ufak tefek adamı,
oranları neredeyse bir küpünkine yakın olan odanın ortasında, biraz solunda ayakta dururken
bulmuştu. Yerden tavana kadar uzanan iki geniş pencereyle aydınlanan ve bakıldığında,
içerisinde bulunan ressamın eski püskü kaldığı oda bütünlüğü, silmelerin ve tavan
süslemelerinin yoğunluğunun altında ezilmişe benziyordu. Bosch giysilerini değişecek zaman
bulamamıştı. Biraz eskimiş ve bir sürü yerinde boya lekeleri olan uzun bir gömleği vardı.
Hükümdarı görünce eski gri fötrünü çıkarmayı ancak becermişti.
-
Hieronymus Bosch, sizi gördüğüme çok sevindim, dedi sadece imparator
romatizmalarının kendisine izin verdiği ölçüde eğilen ressama yaklaşarak.
Hizmetçiler kır havası taşıyan iki kaba ahşap iskemle getirmişlerdi. Oturduklarında iki adam,
sadece alelacele yakılmış, sabit olmayan iki şamdanla aydınlatılan neredeyse bomboş bu
odada yüz yüze kalmışlardı.
-
Sizi davet etmemin sebebi bu şehrin sahne olduğu korkunç katliamlar hakkındaki
hislerinizi bilmek istememdi. Bu felaketlerin taslaklarını yapabilmiş olduğunuzu
biliyorum, yine de bu olayların tasvirini bir de sizin ağzınızdan duymak isterim
Ressam bu hatıraların aklında bir anlık bile canlanması bile kendisine acı verirmişçesine bir
an durakladı.
-
Üç haç Saygıdeğer Majesteleri, Büyük Meydan’a dikilmiş üç haç vardı. Bunlardan
birinin üzerinde bir kuzu cesedi, diğer ikisinin üzerindeyse... İkisinin üzerinde...
Hieronymus Bosch cümlesini tamamlamakta zorluk çekiyordu. İmparatorun beklenmedik
varlığı karşısında duyguları daha da yoğunlaşmıştı. İki adam bir süre sessizliğe büründü.
İmparator Maksimilyen diyalogu koparmak istemiyordu.
-
Hislerinizi anlıyorum. Zaten sizden General Rindt’in bildirgesinde tüm detaylarını
okuyabildiğim bu olayların yeni bir tasvirini talep etmiyorum, diye ekledi
İmparator yumuşak bir ses tonuyla. Üstelik biliyorsunuz, ne yazık ki Kutsal
İmparatorluğun her yerinde olduğu gibi Bois-le-Duc’te de söylentiler hızla
yayılıyor. Bazıları en şaşırtıcı suçlamaları yöneltmeye çekinmiyorlar. Sizin
eserleriniz ile bizi ilgilendiren bu canavarlıklar arasında tuhaf bağlantılar olduğu
bile kulağıma geldi, diye ekledi imparator sesini alçaltıp ressama yaklaşarak.
Bu ani suçlama karşısında, gergin vücudu ve hükümdarınkine birkaç santimetre uzağında
duran şaşkın suratıyla Bosch sandalyesinde donup kalmıştı.
-
Ama... Bu doğru değil... Bu alçaklık... diyerek kendini savunmaya çalıştı şaşkın bir
sesle ressam.
-
Tabii ki, bütün bunlar yanlış, diye yanıtladı İmparator Maksimilyen daha kuvvetli
bir ses tonuyla. Ben de bu bayağılıklara aynı şekilde cevap verdim. Yine de bu
suçluları bulup durdurmadığımız sürece bu çeşit söylentiler yayılacaktır.
Hükümdarın yüzünde sevimli bir gülümseme belirdi.
51
-
Gözlem yetinizi biliyor ve takdir ediyorum. Şans eseri eğer aklınıza bir kanıt
gelirse...
-
Majesteleri kendilerine faydamdan emin olabilirler, diye yanıtladı hemen ressam
içinin rahatladığını belli eden bir tavırla. Öyle veya böyle gerçeğin ortaya
çıkarılmasında yardımım olacaksa bütün gücümü kullanacağım. Yine de işe
yaramamaktan endişe ederim.
-
En ufak kanıt, beni iyi anlayınız, en ufak kanıt bile bizi tehdit eden alçaklıkların
kökenini kurutmayı başarmamız için önemli olacaktır, diye ekledi İmparator
Maksimilyen konuşmanın bittiğini ressama belirtmek için ayağa kalkarken. Bu
soruşturmada hiçbir şey küçümsenmemeli, hiçbir şey... diye tekrarladı.
15
Vatikan – 1 Mart, akşam saat dokuz suları
Konserin bitişinde bir alkış gürültüsü duyuldu. Çok büyük bir kalabalık oluşturan davetliler
duruma uygun olarak papalık dairelerinin büyük karşılama salonlarına yerleştirilen
iskemlelere yerleşmişlerdi.
Papa’nın sağında oturan Habsbourg Maksimilyeni’nin eşi Blanche Sforza alışkanlıkla
yelpazesini kendine doğru sallıyordu. Bir önceki akşam geç saatlerde Roma’ya gelmiş ve
Aziz Peder’in davetini şereflendirme lütfunda bulunmuştu. Yine de o akşamın başlangıcında
yüzünde yorgunluk belirtileri vardı. Farlara ve pudralara rağmen gözünün etrafındaki halkalar
bakışlarını sönükleştirmişti.
-
Ne hayranlık!, diye fısıldadı II. Jules’e etraftakilerin kutlama sesleri yükselirken.
-
Davetlilerim arasındaki varlığınız da buna eklenen bir mutluluktur, diye yanıtladı
İmparator’un karısına hoş görünme derdinde olan Aziz Peder. İmparator’un size
eşlik edememesi ne kadar da üzücü! Size onun haberlerini sormaya daha fırsat
bulamadım?
-
Çok iyi! Çok iyi!, diye tekrarladı Blanche. Size saygılarını ilettiğini bildirmemi
istedi.
Papa gülümseyip ayağa kalktı; böylece, kapıları birkaç dakika önce açılmış olan bitişik
odalarda istiflenen davetlilerinin de kendisini örnek almalarını sağlamış oldu. Devasa masalar
yiyeceklerle donatılmıştı.
Blanche orada sunulan besin bolluğundan, özellikle de gösterişli ve büyük meyve
sepetlerinden çok hoşnuttu. Hizmetkârlar bohamyen kristalinden yapılmış dizili kadehleri
Chianti şarabıyla doldurmaya başlamışlardı.
52
-
Majesteleri, size arkadaşlarımdan sıradışı bir yeteneği olan genç bir ressam
tanıtabilir miyim?
Blanche, arkasına döndüğünde yemeğini bu şekilde bölen kişinin, oldukça yakışıklı bulduğu
genç bir adam eşliğinde gelen Donato Bramante olduğunu fark etti.
-
Sizi tekrar görmek ne büyük zevk Bay Bramante, dedi elini uzatırken.
-
O zevk bana aittir Majesteleri, diye yanıtladı saygıyla eğilen mimar. Milano’da,
amcanızın evinde geçirdiğim gün benim için hâlâ capcanlı bir anıdır.
-
Bunu tekrar hatırlamak ne güzel! Delice gülüşlerimizi hatırlıyor musunuz? Genç
ve tasasızdık, öyle değil mi?
Ne diyeceğini bilemeyen Donato, Blanche Sforza’nın yanıtında hissettiği rahatsızlığı
arttırmamak için eğilmekle yetindi.
-
Bana tanıtmak istediğinizi belirttiğiniz bu genç adam da kimdir?
-
Karşınızda gelecek zamanların en büyük ressamlarından biri duruyor. Daha
şimdiden sadece Raphael olarak tanınan kişiyi tanıtmama izin verin Majesteleri.
-
Ah genç adam, ben sizi tanıyorum! Bugüne kadar hiç karşılaşmamış olsak bile
ününüz bize kadar erişti. Şu sıralar Papa’nın dairelerini dekore ettiğinizi bile
biliyorum.
-
Doğrudur. Majesteleri oldukça bilgilenmişler, diye yanıtladı genç ressam
hükümdar eşini incelerken.
-
Roma gezintim sırasında eserinizi keşfetme mutluluğunu tatmak istesem?, diye
sordu Blanche daha pırıltı dolu, parlak bakışlarla ressama odaklanarak.
Raphael de bakışlarını eğmeden cesaretli bir ses tonuyla yanıtladı:
-
Eğer Aziz Peder için bir sorun teşkil etmeyecekse hizmetinizdeyim!
-
Ben de Papa Hazretleri’nin bana yapımını sipariş ettiği bazilikanın planlarını
gösterme şerefini sizden rica ediyorum, diye araya girdi Bramante. Bütün
Hıristiyan âleminin en görkemli kilisesini inşa etmek coşku verici bir görev.
Şantiye buradan iki adım uzaklıkta!
-
Zevkle sevgili Bramante. Bu devasa çalışmalardan Almanya’da da oldukça
bahsediliyor. Mimariye duyduğum ilginin ne denli büyük olduğunu unutmadığınızı
fark etmek çok hoş! Görüşmek üzere beyler. İmkân bulur bulmaz sizlerle ne zaman
tekrar görüşebileceğimizi bildireceğim, diye konuşmasını sonlandırdı Blanche iki
adamın yanından uzaklaşırken.
Uzaktan, yan salonda Sion piskoposu ile hararetli bir konuşma içinde olan II. Jules’ü gördü.
Bu baş başa konuşmayı bölmeye yeltenmeyen İmparator’un karısı biraz dinlenme ümidiyle
masalardan birine doğru yöneldi. Masaya yaklaşırken yanına tanımadığı bir kilise adamı
geldi; orta boylarda, solgun ve zayıf bir suratı, donuk bakışları olan bir adamdı. Yumuşak
sesinden zar zor fark edilebilir vurgularına kadar her yanı ağırbaşlılık ve gizem tütüyordu.
53
-
Majesteleri, affınıza sığınarak umarım; size küstahça yaklaşıyorum... Ben York
başpiskoposu Christopher Bainbridge.
Yüksek
rütbeli
papazın
çekingen
tavrına
rağmen
Blanche
onu
devam
etmeye
cesaretlendirecek bir biçimde bir baş hareketi yaptı.
-
İzin verirseniz Majestelerini XII. Louis’nin çevirdiği dolaplar hakkında uyarmak
istiyordum.
Blanche’ın bakışları ciddileşti.
-
Ne söylemek istiyordunuz?
-
Kısa bir süre önce Fransa kralının sıradışı bir elçisi Papa’ya yakın kişilerle
konuşmak için teşrif etti. Bu görüşme Brabant’da meydana gelen olaylar ile
ilgiliydi...
-
Bilmem gereken?, diye böldü konuşmanın gidişatından rahatsızlık duyan
hükümdar eşi kuru bir ses tonuyla.
Bainbridge sesini alçaltmak yerine aynı ses tonuyla konuşmasına devam etti:
-
Kaynaklarıma güvenecek olursam, Papa’ya bile bir ültimatom verilecekmiş. XII.
Louis, Kutsal İmparatorluğa ters düşecek ani kararlar almak zorunda kalacakmış.
-
Başka ne biliyorsunuz?
-
Şimdilik bu kadarını biliyorum, diye yanıtladı başpiskopos biraz fazla saygılı bir
şekilde. Yine de siz Majestelerine İngiltere kralının İmparator Maksimilyen ile
bağlarını daha da sağlamlaştırmak için çabalayacağını temin ederim!
Daha fazla bilgi alamayacağını anlayan Blanche, başpiskoposu selamlayıp kararlı adımlarla
Sion piskoposu ile konuşmasını henüz tamamlayan Papa’nın yanına yönelmişti.
-
Bu harikulade yemekleri tatmaya fırsatınız oldu mu?, diye sordu II. Jules büfedeki
yiyeceklere bir el hareketiyle işaret ederek.
-
Papa Hazretleriyle özel görüşebilir miyim?
-
Tabii ki. Ofisime kadar geliniz; iki adım ötede. Orada daha rahat konuşabiliriz.
II. Jules, ofisine giden koridordan geçerken İmparator Maksimilyen’in eşinin koluna
tutunmuştu.
Özel üniformalı iki kilise muhafızı kapıda bekliyordu. Geçerken Papa’yı selamladılar.
Oda ortalama bir genişlikteydi ve zayıf bir şekilde aydınlatılmıştı. Kâğıt tomarları ve açık
kitaplardan oluşan dağınıklık Pierre’in ardından göreve gelen II. Jules’ün masasında hüküm
sürüyordu. Blanche köşede kullanılmış kumaşla kaplanmış olan bir dua iskemlesi gördü.
Duvarda kimin resmettiğini çıkaramadığı iki adet İsa’nın çarmıha gerilme sahnesini
canlandıran tablo vardı. Başka bir duvarın tamamı fevkalade bir biçimde dizilmiş sayısız
kitaplarla kaplıydı.
II. Jules davetlilerine ayrılan koltuklardan birine oturmuştu. İmparator’un karısı da onun
hemen yanına oturdu.
54
-
Pek Aziz Peder, Brabant’daki olaylardan doğan durumun İmparator Maksimilyen’i
en üst dereceden endişelendirmekte olduğunu sizden saklamayacağım. Eşim şu
anda oğlu Philippe’in eşliğinde, o çevreyi yatıştırmak amacıyla Bois-le-Duc’te
bulunuyor. Bu felaketlerin gerçekliğine erişebilmek için böyle önceden habersiz
bir şekilde gitti. Size bunları bildirmemi istedi, diye belirtti Blanche.
-
Zaten bu sabah, İmparator Maksimilyen’in Bois-le-Duc’te olduğunu bildiren
piskoposumuza ait bir haber güvercini almış bulunmaktayız. Bilin ki bu benim için
büyük bir ferahlıktır. Philippe eşliğinde, oradaki varlığı sanıyorum ki bu üzücü
olaylar konusunda eşinizi sorumlu tutan kötü söylentileri sonlandıracaktır!
Blanche Papa’nın böylesine doğrudan bir şekilde İmparator Maksimilyen’den söz etmesini
duyunca sarardı.
-
Bu söylentiler tam olarak Fransa kralının bu doğrultuda bir tutum izlemesine mi
yol açıyor?, diye sordu hükümdar eşi soğukkanlılığını koruyan bir tavırla.
Papa bir el hareketiyle sakalını sıvazlayarak gülümsedi.
-
Aslına bakarsanız bütün Avrupa ayaklanmış durumda. Bazı ittifakları sorumlu
tutmak için bu cinayetler çok uygun bir tablo hazırlıyor.
-
Pek Aziz Peder, ne yapmalıyız?, diye sordu Blanche neredeyse yalvaran bir ses
tonuyla. Öneriniz nedir?
-
Ne yazık ki bu katliamın sorumlularını kendisinin bulması dışında yapabileceği
başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Ben, kendi açımdan elimden geldiği sürece
hepsinin baskılarına direnme niyetindeyim. Bunu yapabilmek için, bu sırrın en
azından bir bölümünü aydınlatması için papalığa ait bir araştırmacı atamayı
düşünmekteyim.
-
Belki şimdiden bu görev için aklınızda uygun bir isim vardır?, diye sordu
kendilerine zaman kazandırabilecek bir desteğin çabasını anında fark eden
Blanche.
-
Sizin bana önereceğiniz bir isim var mı?
-
Gençken, amcam Ludovic le More’un sarayında Leonardo da Vinci’yle çok sık bir
araya gelirdik. Yazışma yoluyla kendisiyle bağımı koparmamaya çalıştım.
Bilginler camiasındaki ünü ve tanınan otoritesi, böylesine zorlu bir soruşturmada
onu çok değerli bir işbirlikçi haline getirecektir.
Papa yeniden gülümsedi.
-
Bu öneri için size teşekkür ederim. İmparator’u en kısa zamanda rahatlatın;
düşmanlarının hırpalamalarına karşı direnmeden pes etmeye niyetim yok.
Yüzündeki gülümseme hızla yok olmuştu.
55
-
Yine de sizden endişelerimi saklamıyorum. Durumun acil ve etkili bir hareket
almamızı gerektireceğini biliniz. Arzum tektir, ama hüküm sürdüğü çevreden
tamamen ayrılması imkânsız...
İmparatoriçe, bu anlaşılması güç cümlenin her kelimesini tartarak sonuca erişmeye çalıştı.
-
Şimdi davetlilerimin yanına dönmeliyim, dedi II. Jules güçlükle ayağa kalkarken.
Yokluğumuzun, kötü niyetliler tarafından bir işaret olarak yorumlanmasını
istemem.
16
Bois-le-Duc, Sainte-Gertrude Manastırı – 1 Mart, gece yarısı
Karla karışık yağmur neredeyse yarılması imkânsız beyaz bir sis yaratıyordu. Sainte-Gertrude
Manastırı avlusunun güney duvarına vuran gölgenin adımları daha da hızlanmıştı. Kafasına
mantosunun kapüşonunu çeken gece gezgini, kare avluyu çevreleyen taş rüzgârlığın
bulunduğu yere kadar fırtınanın kendisini itelemesine artık engel olamıyordu.
-
Veba gibi hava, diye söylendi buz tutmuş yerde düşmekten son anda kurtulunca.
Dikkatlice yürümeye devam etti, sonra koyu renkli, ahşap küçük bir kapının önünde durdu.
Ziyaretçi, el yordamıyla kapı tokmağını arayıp üst üste birçok kez tıklattı.
-
Rica ederim çabuk açın yoksa burada donacağım, diye fısıldadı.
Kapı en sonunda açılıca o da aralıktan içeri girdi.
Adam sanki sessizliğe alışmak istercesine bir süre hareketsiz durdu. Rüzgârın uğultusu,
avlunun kalın duvarlarından geçerken gücünü kaybediyordu. Kapüşonunu çıkarıp mantosunu
ağırlaştıran donmuş su damlalarını üzerinden silkeleyen Johannes Rindt, soluklandıktan sonra
kendisine kapıyı açan kişiye doğru gözlerini kaldırdı.
-
Evet Nicolaa Van Rosendal, bu Kilise topraklarındaki gece görüşmesini neye
borçluyum acaba?
Tümgeneral, içeri davet edilmeyi beklemeden mantosunu çıkarıp odanın köşesindeki
şöminede yanan ateşe yaklaştı.
-
İliklerimi ısıtmama müsaade edin. Bütün azizler adına, atımın buraya kadar
gelemeyeceğini sandım. Muhafız takımındakiler de gecenin bir vakti yerimi
yurdumu bırakıp bir kilise avlusuna geldiğimi görünce benim ya delirdiğimi ya da
kötü işler peşinde olduğumu sanmışlardır. İftira edilirse en azından siz iyi niyetime
kefil olabilirsiniz.
Bir ürperme kısa süreliğine susmasına sebep olmuştu.
Kendi sınıfını temsil eden, sade bir cüppe giymiş olan Nicolaa Van Rosendal, tonozlu geniş
odanın büyük bir kısmında hüküm süren karanlığı geride bırakıp, bir halı ve yanlarına
56
yerleştirilmiş iki koltuğun önündeki ateşe doğru yaklaştı. Odada tahta bir sandık, bir dua
iskemlesi ve üç parçadan oluşan küçük, açılır kapanır bir tablodan başka bir şey yoktu.
-
Ne yazık ki sayın subay, diye cevap verdi soğuk bir tavırla Dominikan rahibi.
Bunu sizin için bile açıkça yapamam çünkü görüşmemizin gizli kalması gerekiyor.
Biraz sıcak şarap alır mıydınız? Buradaki konfornsınırlıdır ama size en azından
bunu ikram edebilirim.
Subay arkasına dönüp bu teklifi bir baş hareketiyle kabul ettiğini belirtti. Ardından,
nezaketine ve hizmetinde olan unvana kanmadığını gösterircesine papazın gözlerine
odaklandı.
-
Sizi dinliyorum, dedi sadece.
İkisi de oturdular. Rindt sırf piskoposun güveninin kendisine böylesine büyük bir tesir gücü
verdiği bu genç adama merakla bakıyordu.
-
Size belirttiğim üzere, müracaatım yarı resmidir. Kolaylıkla tahmin edebileceğiniz
gibi
cezalandırılmamış
cinayetler ve sizin
sürdürdüğünüz
araştırma ile
ilgilenmekteyim. Bazı detayların Kiliseyi, öncelikle bu araştırmanın ilerlemesi ve
başarılı olmasıyla ilgilenmek durumunda bıraktığını anlayacaksınız. Hâlbuki
benim kulağıma gelenlere göre bu ilerleme pek de sizin dilediğiniz hızda
gitmemekte...
Rosendal bitirmediği cümlesine devam etmeden önce birkaç saniye süren ciddi bir sessizlik
oluşmuştu.
-
... öyle ki, siz – ya da imparator – bu olayların gerçek yüzünü değerlendirmek için
şehrimize dış yardımcılar çağırmayı düşünmüşsünüz.
Rindt, hiçbir şey belli etmeyen bir yüz ifadesiyle sessiz kalmıştı. Derin bir soluk alıp öne
doğru eğildi.
-
Aslında araştırma hiç ilerlemiyor. Kurbanların ne kim olduğunu, ne de neden bu
şekilde katledildiklerini hâlâ bilmiyoruz. Kilisenin Saint-Jean mühürlerini
kaldırmakta ivedilik göstermediğini söylemem gerek, dedi neredeyse sinirlilik
sınırına dayanan bir ses tonuyla. Oradaki araştırmamız sırasında önemli kanıtlar
çoktan ortadan kaldırılmıştı. Aynı şekilde kurbanların cesetleri de elimize
geçmedi...
-
Kilise topraklarındayız, diyerek böldü Rosendal. Ama bu konu hakkında belki de
daha fazla yardımlaşacağımız ortak bir yön bulabiliriz.
Johannes Rindt’in gözleri ilgiyle parlamıştı.
-
Hangi koşulda? Eminim ki bir ‘koşulunuz’ vardır...
Nicolaa Van Rosendal gülümsedi.
-
Evet, hatta üç tane var: eğer araştırmalarımızın bütün meyvelerini paylaşacaksak,
eğer kontrol edemeyeceğimiz herhangi bir dış müdahalenin bizim için bir
57
talihsizlik olacağı konusunda hemfikirsek ve eğer Hieronymus Bosch ile ilgili
niyetlerinizi ortaya koymayı kabul ederseniz...
Rindt de gülümsedi.
-
İşte belirgin olan bir şeyler... Ama siz koşulları fazla zorluyorsunuz. İmparator,
Kilise’nin bu konu hakkında bazı şeyleri gizli tutmasından ve Bois-le-Duc’te
gelişen cinayetler hakkında Roma’yı kendisinden daha fazla bilgilendirmesinden
pek hoşlanmadı. Bu kadar fazla önkoşul koyacak durumda mısınız?
Nicolaa Van Rosendal ayağa kalktı ve aceleci bir ses tonuyla tekrar söze başlamadan önce
sessizce birkaç adım attı.
-
Bosch hakkında yanılıyorsunuz.
-
Yanılıyor muyum? Peki siz benim Bosch hakkında ne düşündüğümü biliyor
musunuz?
-
Tahmin edilmesi pek de zor olmayan şeyi biliyorum: onu sevmiyorsunuz. Şehirde,
onun çizim tarzından korkanlar tarafından yayılıp birkaç kıskanç tarafından
desteklenen dedikoduları duyuyorsunuz, yeni akımlara tutkun olan birkaç
topluluğa ait olmasını beğenmiyorsunuz...
-
...Ve kendisinin Kilise tarafından bu derece beğenildiğini bilmiyordum!
Rahip bu alaycı tavra karşılık vermedi.
-
Ve son olarak da polisin her zamanki açıklarını kapatma amacıyla onun günah
keçisi ilan edileceğini biliyorum. Ve öyle olmamasını diliyorum.
Johannes Rindt dişlerini sıktı.
-
Neden istemediğinizi doğrusu merak ediyorum. Aslında, şurada asılı duran bu
güzel üçlemeyi yapan ressamın, kendisini ünlü eden ve başarılı kılan siparişlere
sadece piskoposun desteği sayesinde erişmiş olduğundan başka bir şey
düşünmüyorum.
Elinde bir tepsi ve üzerinde dumanı tüten iki tas ile rahibe içeriye girince konuşmaya ara
verdiler. Nicolaa Van Rosendal teşekkür edip şarap çanağını dudaklarına götürdü, ardından
konuşmaya devam etti:
-
Gereksiz yere kırıcı olmayınız. Kilise’den ziyade Bosch’u şu anki konumuna
getirenin imparatorun oğlu olduğunu hatırlatmama gerek var mı? Bundan beş sene
önce Mahşer üçlemesinin siparişi büyük bir başarı getirdi; bundan tek faydalanan
da Bosch değildi: bütün şehir ve buradaki kurumlar bundan yararlandı. Önemli
olan da bu, diyerek çıkıştı Rosendal. Sahip olduğu gözlemleme bilgisiyle Bosch’un
bu cinayetleri anlamamıza yardımcı olabileceğine inanmaktayım. Aynı zamanda,
bu kötülüklerin kentimizle ilişkilendirilmesini önlemek gerektiğinden dolayı onu
korumak zorunda olduğumuza da inanıyorum. Tek elimizi keserek herkesin
gözünde borcumuzu ödemiş olacağımıza inanmak bir deliliktir. Eğer ki bu
58
olayların kaynağının kendimizde olduğunu kabul edersek, inanın bana, halk hasta
uzuvla beraber bütün bedenin yakılmasını talep edecektir. İşte bu yüzden ne ben ne
de Kilise dış müdahale istemiyoruz. Bu araştırmanın kontrolünü birlikte elimizde
tutmalı ve kötülüğün kaynağının bizimle bir ilgisi olmadığını kanıtlamalıyız.
Johannes Rindt başını öne eğdi.
-
Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama belki de artık çok geçtir. İmparatoriçe
Roma’da.
Nicolaa Van Rosendal sararmıştı.
-
Açıkgözlü davranmamız için fazladan bir sebep daha, diye fısıldadı neredeyse
kapalı dudaklarının arasından. İmparator böyle bir karar alarak çok büyük bir riske
girdi. Sayın subay, bu olayların ardında ne var bilmiyorum, diye devam etti acı bir
ses tonuyla karşısındakine yaklaşarak. Tanrı bizi korusun, eğer, Roma’ya dek
bazılarının korktuğu gibi, iblis bu felaketin iplerini elinde bulunduruyorsa bu
felâketin sorumluluğunu camiamızdan uzaklaştırmayı isteyerek belki de gülünç bir
oyun sürdürmüş olacağız. Ama eğer durum böyle değilse...
Rahibenin yeniden odaya girmesiyle konuşma tekrardan bölünmüştü.
-
Ne oluyor? Diye sordu şaşıran Dominikan rahibi.
-
Silahlı adamlar efendim, avlunun kapısındalar...
-
Silahlı adamlar mı? Peki, kalkanları nasıl?
-
Subayınki ile aynı efendim; tümgenerali arıyorlar. Duymamayı yeğleyeceğim
başka felaketler söz konusuymuş, dedi istavroz çıkararak.
İki adam sessizce birbirlerine baktılar. Ardından Johannes Rindt kürklü mantosunu toplayıp
giyindi ve tek kelime etmeden kapıya doğru yöneldi.
-
Sizinle geliyorum, diye atıldı Nicolaa Van Rosendal tartışmaya kapalı bir ifadeyle.
Johannes Rindt mavi gözleriyle ona odaklanmıştı.
-
En azından üstünüze bir şeyler giyin; üzerinizdekiler sizi soğuktan korumaya
yetmeyecektir. Adamlarımdan ikisini arkamda bırakacağım, onlar size eşlik
ederler.
Subay, yanıt beklemeden korkmuş rahibenin arkası sıra yürüdü.
Sıcacık kürklere sarınan Nicolaa Van Rosendal da manastırın Büyük Meydan’a açılan
kapısından dışarı süzüldüğünde fırtınanın şiddetiyle şaşkınlığa uğradı. Yağan yağmura ve
esen rüzgâra bir de, yüze çarpan ve giysilerin içine dolan ince bir dolu eklenmişti. Kendisini
beklemekte olan ve ellerinde eğerli bir atın dizginlerini tutan iki kollukçudan bir tanesi
Rosendal’ın anlamadığı bir şeyler bağırarak ona atın dizginlerini uzattı. Rosendal daha fazla
açıklama istemeden eğerin üzerine çıkıp iki adamı takibe koyulmuştu.
59
Buz tutmuş, kapkaranlık sokaklarda atlar attıkları her adımda tökezleme tehlikesi geçirerek
hızla ilerliyorlardı. Birkaç dakika sonra kendini tanıyamaz hale gelen Dominikan rahibi bu
baskının içinde yer alma kararını ciddi bir şekilde yadırgamaya başlamıştı. Aklına,
uzaklaştırmasına fırsat kalmadan, Yeni Ahit’in son kitabından1 cümleler geliveriyordu.
Kendini dualar okumaya zorlayarak, “Hadi canım, soğuktandır” diye geçiştirmeye çalıştı
aklındakileri.
Önünden giden adam bir şeye işaret etmek için ona doğru kolunu uzattığı sırada soğuk, kalın
eldivenlerinin arasından nüfuz ederek parmaklarını hissizleştirmeye başlamıştı bile. Başını
hafifçe yukarı kaldırdığında Nicolaa, Yardımsever Hastanesini tanımıştı; bir anda yapıyı
çevreleyen büyük duvarın dibinde dakikalardır at sürmekte olduklarını fark etti.
Açık olan kapıdan içeri süzülebilmek için biraz daha ileriden döndüler ve çevresinde üç
binanın bulunduğu avluyu geçip dümdüz ilerlediler.
-
Şapel... diye kendi kendine mırıldandı Nicolaa korkunç bir önseziyle.
Attan indiğinde kendisine eşlik eden adama dizginleri fırlatıp manastıra doğru hızla yöneldi.
Şapele girdiğinde, alışkanlıkla yaptığı ilk şeyi yapmak, istavroz çıkarmak için ellerini kutsal
su çanağına götürmek oldu. Tam parmaklarını suya daldırmak üzereyken dehşet içinde
geriledi: kısa sahnın ilk kıvrımına gömülü taş tabakası kutsanmış suyla değil kanla doluydu.
Sahnın ortasında ayakta kalakalan Nicolaa Van Rosendal, cehennem yerine dönen şapele
bakmaktan kendini alıkoyamıyordu. Dominikan rahibi, şapeli süsleyen tabloyu büyülenmiş
gibi izlerken, üzerlerinde anında geniş kırmızı lekelerin oluştuğu beyaz örtülerle kaplı
sedyeler sıra halinde yanından geçiyordu; kenara çekilecek fırsatı bile bulamamıştı. Ana
mihrabın üzerinde asılı duran bu tablonun orta bölümünde mahşer günü, sol kapağında
cennetten bir görünüm ve sağ kapağında cehennemden bir görünüm resmedilmişti. Bir kısmı
yakılmış olan cennet kanadının sadece yarısı görülebiliyordu; bu yetmezmiş gibi seçilebilen
yerleri de, üçlemenin orta bölümünde İsa’nın suratına yapıldığı gibi kan izlerine bulanmıştı.
Sadece Cehenneme dokunulmamıştı. Cehennem mahkûmlarının acı çeken suratları ve onlara
eziyet edenlerin mutlu yüzleri, iki saattir cinayetin izlerini saklamaya uğraşan hemşire ve
askerlerin işlerini kolaylaştırmak için duvarlara asılan meşalelerin solgun ışığında ortaya
çıkıyordu. Yine de, içeriye verilen zarar ve her yana saçılmış olan paramparça cesetlerin
korkunç görüntüsüne rağmen Rosendal’ın dikkatini, işkence edilen dört ceset ile tabloda
cehenneme mahkûm edilen bedenlerin duruşundaki benzerlik çekmişti.
Johannes Rindt’in yorgun sesi, onu dalmış olduğu derinliklerden çıkarıverdi:
-
İşimiz zorlaşacak değil mi? Belki de ben subayı uyarmaya giderken siz de
piskoposunuza haber verseniz daha iyi olur. Ortak isteğimizin uzun süre bu sırrı
Yeni Ahit’in son kitabı: Orijinal adı Kıyamet günü (Apocalypse) olan bu kitap dünyanın sonunu ve
yeryüzünde Tanrı’nın krallığının kuruluşunu anlatmaktadır.
1
60
saklamaya ve sizin korumanız altındaki kişinin o veya bu şekilde bütün bunları
açıklamak zorunda kalmamasına yetmeyecek.
-
Kısa bir süre içinde üstlerimize haber veririz, diye mırıldandı Rosendal başını
çevirmeden. Şu an için yapmam gereken başka bir ziyaret var.
-
Nereye gidiyorsunuz?, diye sordu şaşıran Rindt.
-
Gün içinde size bahsedeceğim, diye yanıtladı sadece Dominikan rahibi.
Ve eldivenlerini yeniden giyerek çıkışa doğru yöneldi.
Büyük Meydan’a geri dönmek Rosendal’a çok daha uzun ve zorlu gelmişti. Yorgunluk
gözlerinin etrafında belirginleşmiş ve katliam yerlerinde hüküm süren o korkunç kokuyu
düşünmek bile midesini bulandırmıştı. “Acaba saat kaç oldu? Belki üçtür? Önemi yok, bu iş
bekleyemez” dedi kendi kendine gözlerini koskocaman açmaya çalışarak.
Hastanenin şapelinde asılı duran üçleme Philippe de Habsbourg için yapılan üçleme kadar
güzel değildi. Ama kullanılan boya öylesine canlı, belirgin ve orijinaldi ki, Hieronymus
Bosch’a ait olduğunu ele veriyordu.
Hieronymus Bosch, geceliğinin üzerine sadece biçimsiz bir manto geçirmiş, kafasında
beresiyle her zamankinden daha soluk bir halde ayakta duruyor ve Dominikan rahibinin
neredeyse tamamen karanlığa gömülmüş salonda önden ilerleyişine bakıyordu. Etrafı çok az
aydınlatan iki tabla üzerine yerleştirilmiş mumlar, Dominikan rahibinin her adımını etkileyici
birer gölge oyununa dönüştürüyordu.
-
Bize yardım etmeniz gerekiyor, diye söze başladı Rosendal. Bu tuvali siz yaptınız,
o sahneleri gördünüz; sizin gözünüz bizim görmediklerimizi görüp anlayabilir.
Bizim için değerli bir yardım unsuru olabilirsiniz. Zaten başka bir seçeneğiniz de
yok.
-
Size yardım etmek mi?, diye inanmaz bir ses tonuyla karşı çıktı ressam. İyi ama siz
soruşturmalardan ve şeytanlıklardan bahsediyorsunuz! Ben ikisinde de işe yarar bir
şey bulamıyorum. İmparatora da belirttim, benim tek bilip ilgilendiğim şey
resimdir...
Rosendal memnuniyetsizce ressama baktı.
-
Zaten söz konusu olan şey de bu ya! Eğer hâlâ sanatınızı koruyup gelecekte de
resim yapma şansını bulmak istiyorsanız tek çözüm bu! Rica ederim anlayınız
bayım, tehlikedesiniz! Siz kabul edin ya da etmeyin, bütün bunlar ne yazık ki
sizinle bağıntılı. Ve çok az zamanımız var. Bana yardım ederseniz, sizi
koruyabilirim. Yakınlarınızın ve sizin güvenliğinizi sağlayıp soruşturmanın odak
noktası olmanızı engelleyebilirim. En azından bir süreliğine bu güce sahibim, diye
ekledi.
61
Bu sözleri takip eden sessizlik boyunca Dominikan rahibi, yıkanmamış gözlerinin ardında ne
karar alacağını anlayabilmek için yaşlı ressamı süzdü.
-
Cesetleri görmek istiyorum, hepsini...
Nicolaa Van Rosendal gülümsemesini saklayarak başını öne eğdi.
-
Göreceksiniz bayım, göreceksiniz.
17
Bois-le-Duc, Büyük Meydan – 2 Mart, sabah on bir suları
Yüz hatları yorgunlaşan Johannes Rindt, dizginlerini kısaltıp eldivenli eliyle atının boynunu
okşadı. Kalabalığın bağrışlarından korkan hayvan irkilip gerilemeye çalışıyordu. Rindt
kendine doğru koşan bir askerin sesini duyabilmek için öne doğru eğildi.
-
Başkaları da geliyor, dedi sadece adam, meydanın diğer ucunda bulunan ‘au Four’
sokağının dar girişine işaret ederek.
-
Çapı genişlet ve destek çağırmaları için iki adam yolla, diye yanıtladı Rindt.
Doğrulurken bakışlarını topluluğa doğru çevirdi. Gece gerçekleşen katliamın haberi bütün
şehirde bir yangın gibi yayılırken, sabahtan beri ufak ufak toplanmakta olan kalabalık sanki
daha da fazlalaşmıştı. Homurdanmalar daha yüksek çıkıyordu. Uğultunun içinden belirgin
sözcükler yükseliyordu: “Ceza”, “Tanrısız”, “Öç”...
Rindt, atını şaha kaldırıp, meydanın sol yarısına geçişi engelleyen iki sıra askerin çevrelediği
alanı dörtnala geçti. Sainte-Gertrude kapısının önüne geldiğinde yere ayak basıp atını
muhafızlardan birine bıraktı. Bir el hareketiyle kapının açılmasını emretti. Kalabalığa göz attı;
elli adım uzaklıktan karşı karşıya oldukları tehdit onu daha az endişelendirmeye başlamıştı.
Sonra dönüp yarı aralanan kanattan içeri daldı.
Muhafızlar kanadı kapatma fırsatı bulamadan, önce tiz bir ıslık ardından da kuru bir çarpma
ve cam kırılması sesi duyuldu.
-
Sapan!, diye bağırdı birisi.
-
Vitray...
Cümlenin sonu bir yığın taşın duvarlara ve kapıya çarpma gürültüsünde kaybolmuştu.
Duvarın dibine sığınan Rindt, kapıya yerleştirilen göz deliğinden dışarı baktı.
-
Yandaki eve hedef alıyorlar, ressamınkine... diye fısıldadı içeriye sığınan
muhafızlardan biri.
-
Bundan bana ne!, diye bağırdı Rindt öfkeyle. Fırlattıkları taşlar manastırın yan
cephesine isabet ediyor. Acaba aralarından kaç tanesi imparatorun, manastırın
diğer tarafındaki bitişik binada olduğunu biliyor! Bu insan yığınını kaldırın
62
ortadan, diye ekledi küçümser bir tavırla. Ne olacaksa olsun, bunu gözümün
önünden yok edin! Atlı nöbetçileri çağırın ve bize taş fırlatmalarına engel olun!
Meydanda kopan gürültüye sırtını dönen tümgeneral, manastırın dehlizlerine giden ve daha
birkaç saat önce kar fırtınasında geçtiği yolu takip ederek, büyük adımlarla imparatorun
konaklamakta olduğu yere doğru ilerledi.
-
Ayaklanma mı?
Kırmızı kadife kaplı bir koltukta oturan Habsbourg Maksimi, aslan ayaklı kolluklardan
ellerini sallandırmış ve kaşlarını çatmıştı.
-
Bir duygu taşkınlığı majesteleri; şehirdekiler dayanma sınırına geldi...
Gece mavisi mantosunun kürklü kolunu bir el hareketiyle kaldıran imparator sessizliği sağladı
ve ardından karşısında ayakta duran adamları inceledi.
Yüzleri solgunlaşan ve yorgunluktan gözleri kan çanağına dönen Nicolaa Van Rosendal ve
Johannes Rindt bir adım geride duruyorlardı. Onların önünde az önce konuşmakta olan
komutan, Bois-le-Duc piskoposu ve imparatorun iki danışmanı, hükümdarın sessizliği
bozmasını bekliyorlardı.
-
Beyler, bu böyle devam etmemeli. İmparator olan biteni izlemek için seyahat
etmiyor. Yalnızca benim varlığım şehrime huzur vermeli ve böylelikle şu anda
karşı karşıya olduğumuz sorun çözülmüş olmalıydı. Hâlbuki buraya geldiğimden
beri duyduğum tek şey unutturma yalanları – piskopos başını önüne eğmişti- ve bir
sonuca
varmayan
bağlılık
gösterileri.
Bütün
Avrupa’da
bu
sorunları
sonlandıramama becerisizliğimle dalga geçildiği kulağıma kadar geldi. Kötülüğü
ve onun emirlerini destekleyen tavır ve fikirler barındırmakla suçlanıyorum! Ve
şimdi de ayaklanmalar baş gösteriyor!
Kuvvetle vurgulanan bu son kelimelerin yankısı, günü şehirde geçirdiği düşünülerek
imparator için çalışma odası haline getirilen karşılama salonunun tavanlarında duyulmuştu.
-
Bu entrikalar sona ermeli ya da kaybetmemizi isteyen gerçekten şeytansa o zaman
bari bunu bilelim! Belki de İmparatoriçenin sözünü dinleyip şimdiye kadar
Roma’nın aldığı karara güvenmeliydim.
Biraz geride kalmış olan Philippe de Habsbourg imparatora yaklaştı.
-
Babacığım, izin verin bu akşam İtalya’ya gitmek için yola çıkayım. Papa’dan
resmi bir araştırma isteyeceğim. Bildiğimiz olaylara...
Bir an duraksadıktan sonra ekledi:
-
Ve tabii ki Hieronymus Bosch’a dayanan bir araştırma...
İmparator oğlunun ifadesindeki otorite tarzını beğeniyle izlerken Nicolaa Van Rosendal
tedirginliğe kapılmıştı.
-
Onun hakkında hiçbir kişisel endişem ya da kendisinden şüphe duymamı
gerektiren hiçbir sebep yok, diye devam etti İmparator Maksimilyen. Kendisini
63
gördüm; bu adamda tehdit unsuru sayılabilecek hiçbir şey yoktu. Ama halk onu
yakmak isterse sayın komutan, size emrediyorum buna engel olun. Benim
şehrimde baştan savma bir adalet uygulanmaması sizin sorumluluğunuzda. Aynı
zamanda bu suçlamaların resmi ve tartışmasız bir şekilde göz ardı edilmesini
istiyorum. İşte bu yüzden sizin fikrinize katılıyorum oğlum. Yola çıkınız.
İmparatoriçenin konuştuğu ve amcası Sforza’nın tanıdığı Vinci’yi görmeye
gidiniz. Kendisi, Papa hazretlerinin şahsen güvendiği, şanı dört bir yana yayılmış
bir uzman, bir bilge, bir ressam olarak kabul ettiği bir kişidir. Araştırsın ve bizi
gerçeklerle donatsın.
Prens saygıyla eğildi.
-
Size gelince beyler, diye ekledi hükümdar mesafeli bir ses tonuyla, önünde ayakta
duran adamlara dönerek. Sayın Piskopos, sizin caddelerde ve akıllarda dinginliği
sağlamanızı istiyorum. Ne gerekiyorsa yapın, dua ve günah çıkarma ayinleri
düzenleyin, ne dilerseniz yapın, ama rica ederim bu öfkeyi dindirin!
İmparatorun salonu terk ettiği sırada Rosendal, Johannes Rindt’in kulağına eğilip alçak sesle
konuşmaya başladı:
-
Bu gece Bosch’u ziyaret ettim. Bize yardım etmeye razı oldu. Ben ona yol
göstereceğim. Siz sadece gizli bir şekilde onun güvenliğini sağlayın. Roma işin
içine engizisyon görevlilerini karıştırmadan ilerlememiz gerekiyor. İnanın bana,
Vinci ya da başka birileri, Vatikan’ın cezalandırmayı kabul edeceği bütün kutsal
olmayan şeyleri yakından takip edeceklerdir...
Rindt başıyla onaylayıp aynı hareketi derin bir öne eğilmeyle uzatarak İmparatorun çıkışını
selamladı.
-
Öyle olsun, ama umarım ne yaptığınızı biliyorsunuzdur. Ve unutmayın, bu
anlaşma sadece resmi araştırmacılar sınırlarımızı geçene kadar geçerli olacaktır.
-
Tabii ki, diye yanıtladı Rosendal, ikisi birlikte odadan son olarak çıkarken. Morga
ne zaman gidebiliriz? Bosch cesetleri görmek istiyor, ben de Kilise tarafından
muhafaza edilenleri bu öğleden sonra itibariyle oraya götüreceğim.
Rindt sıkıntıyla soluk verdi:
-
Bu gece. Ama önce adamlarımın morgu kaç tane yeni cesetle donattığını kontrol
etmem gerekiyor...
18
Blois Şatosu – 2 Mart, öğleden sonra iki suları
64
Saltanat arabasının penceresine kolunu dayayan Fransa krallığı Papalık elçisi ve Kardinal
César Ambrosini krallık şatosunun devasa görüntüsünün belirginleşmesini keyifsizce
izliyordu. Loire nehrinin kuzey kıyısından ilerlediği süre boyunca içinde tuttuğu ve boğazında
düğümlenen kaygı, nehri geçer geçmez su yüzüne çıkmıştı. Ve şimdi, mazgallı surlara doğru
küçük bir tepenin yamacından kıvrıla kıvrıla giden dar yola girmişlerken, kardinal, bu davetin
pek de hayırlı olmayacağını kendine itiraf etmek zorunda kalmıştı.
-
Kurnaz prens armasını iyi seçmiş, diye mırıldandı koca cüsseli adam küçük, etli
ellerini ovuştururken. Baştan sona hırçınlık, şüphecilik, saldırganlık, tehlike ve
belirsizlik kokuyor...
Eğim dikleştikçe artan sarsıntılardan korunmak için oturağa sıkıca tutunmuştu. Hayvanların
canı çıkmıştı; arabacı, onları hızlandırmak için daha da fazla bağırmaya başlamıştı.
Birdenbire bütün bu gürültüye bir atlı süvari birliğinin gürültüsü eklendi. Kardinal bir eliyle
pencerenin perdesini hafifçe kaldırarak dışarıya göz attı. Altı süvari, bir an için uçuruma
doğru sarsılan saltanat arabasının hemen yanından geçmeye çalışarak dörtnala geldi.
Süvarilerden birinin çizmeleri Vatikan armasının olduğu kapıya çarpmıştı. Şaşıran ve korkan
kardinal oturağın üzerinde geriye doğru çekildi.
-
Lanet olasıcalar, hiçbir şeye saygı göstermiyorlar!, diye homurdandı tavrını
yeniden takınmaya çalışarak.
Tekrar pencereye yanaştığında, atlı süvari grubunun, hemen yakındaki kapı sundurmasının
korkunç bir gıcırtıyla kalkıp inen parmaklığının ardında kaybolduğunu gördü. Başlarında
ufak, cılız bir adam vardı.
Toplantının başından beri onuncu kez XI. Louis’den miras kalan, madalyalarla donatılmış fötr
şapkasını düzelten Fransa kralı, yüzünün kararlılık ifadesiyle çelişen garip bir yalvarma
hareketiyle narin ve bembeyaz ellerini kavuşturdu. Uzun görünümü ve gergin hareketleri de
tutumundan taşan endişe halini pekiştiriyordu. Öfkeli mizacını ele veren sadece ince dudakları
ve keskin bakışlarıydı.
-
Yanlış anlaşılmak istemem Sayın Büyükelçi, diye söze devam etti Fransa kralı
neredeyse sinir eden bir tavırla. Tekrar ettiğim için de lütfen beni bağışlayın;
Fransa’nın çabası sınırları dahilinde huzuru ve dünya üzerinde Katolik ahlâkının
yayılmasını sağlamaktır. On yıldır azimle bu amaçlar peşinde koşuyoruz.
Adamlarım bu amaçlar uğruna kan döküyorlar. Ordularım bu yüzden uzak
topraklarda savaşıyorlar. Şu anda burada bulunan birliklerimin vurucu gücü
şövalye Bayard bu konularda bizi aydınlatabilir. Bizzat kendim de, Milano dükünü
korumak ve o lanet olasıca Venediklilerin kökünü kurutmak için üç yıldır
birliklerimin başında, İtalya’daydım!
65
Kardinal, salonun girişinde bulunan ve içeri girdiği andan beri sinsi bakışlarıyla kendisini
süzen o cılız adama bakmamayı yeğlemişti.
-
Bu çarpışmalarda her zaman aynı saflarda değildik, diye devam etti XII. Louis;
ama olsun, daha fazla geçmişten konuşmayalım. Venedikleri, Türklerle ticaret
yapma çabalarından dolayı cezalandırmak için Cambrai’de kararlaştırılan ittifakın
ardından, iki senedir aydınlık, kutsal ve hoş karşılanabilir bir yolda olduğumuzu
ümit ediyordum.
Kral elini havaya kaldırarak ekledi:
-
Bir seneden daha kısa bir süre önce bu kol, Agnadel’de Venediklere karşı
oluşturduğumuz ittifaka zafer kazandırdı!
Ardından yılgın bir tavırla kolunun düşmesine izin verdi.
-
Ama bugün şartlar beni yanıldığımı kabul etmeye zorluyor.
-
Majesteleri... diye böldü Papalık büyükelçisi.
-
Yanıldım, yanıldım, diyerek kendini doğruladı XII. Louis.
Kral ayağa kalkıp, bakıldığında sadece çevrenin bulanık manzarasını gösteren büyük vitraya
doğru yöneldi.
-
Ve ben hatamı yeniden askıya alıyorum. Yine de bir şey çok açık: krallığımın
gerçek yüzünü göstermeyi bilemedim. Bu gerçekten de anlaşılabiliyor. Bakınız
Sayın Büyükelçi, siz bile bugün buraya gelene kadar ne fark ettiniz? Gülüp
eğlenen, hoş ve sakin bir kasaba mı? Korkuya yol açan hiç mi bir şey yok?
Gittikçe daha da endişelenmeye başlayan Papalık büyükelçisi krala çözümlemesinin ne denli
hatalı olduğunu göstermemek için kendini zor tutuyordu.
-
İşte bu da yanlış bir inanç; eğer şatoyu terk ederken diğer yamaçtan inseydiniz,
üzerinde iki kol ve iki bacaklı korkunç meyveler açan ağaçların bulunduğu bahçeyi
görürdünüz!
Büyükelçi irkilmekten kendini alamamıştı.
-
Daha bu sabah nereden geldikleri belli olmayan ve amaçlarını açıkça anlatamayan
üç İngiliz askeri asıldı. Sorun bu; Fransa’dan yeterince korku duyulmuyor çünkü
Fransa, ne tavırlarında ne de söylemlerinde gerçek değeriyle saygınlık görmüyor.
Kralın konuşma tarzı daha da sertleşmişti.
-
Peki ya Papa Hazretleri’nin, İspanya, İngiltere krallıkları ve İmparatorluk arasında
ne tür tartışmaların yürütüldüğünden haberi var mı? Venedik’te bile Papa’nın,
bundan sadece on ay önce halkına karşı alınan aforoz kararını kaldırmaya niyetli
olduğu söyleniyor!
Bütün bu müzakerelere Fransa davet edilmiyor! Papa
Hazretleri, Sion piskoposunun İsveçli müttefiklerimizi bize karşı kışkırtmaya
çalıştığı bu müzakerelerin Fransa’nın kulağına gelmediğini mi sanıyor?
Fransa kralı, Papalık büyükelçisinin tam yanına gelmek için yeniden salonu turlamıştı.
66
-
Bundan yaklaşık üç hafta önce Papa Hazretlerine şövalye Bayard aracılığı ile çok
açık bir ileti yolladım. Vatikan’ın pek de sözü geçmeyen kişilerle sürdürdüğü
müzakerelerin yanlış yorumlanmasını engelleme amacıyla yollanan bir dostluk
mesajıydı bu. Hatta destek bile önerdim. Ve tüm bunların karşılığında aldığım tek
şey oyalayıcı lakırdılar oldu! Ama artık tüm bunlar sona eriyor Sayın Büyükelçi,
sizi buraya, bana bu lakırdıları tekrar etmeniz için davet etmedim. Şu andan
itibaren sadece Roma’ya isteklerimi iletmenizi rica ediyorum.
Bu kelimeler Papalık büyükelçisine tokat gibi gelmişti.
-
Majesteleri, Papa Hazretleri...
-
Dinleyin, diye tekrardan söze başladı kral, ölecekmiş gibi kalbi çarpan kardinalin
kolunu sıkıca tutarak. Kuzenim Habsbourg’un devletlerinde neler döndüğünü
biliyorum. Tüm Avrupa başkentleri bununla çalkalanıyor ve insanlar endişe içinde.
Buralarda
kapağı
aralanamaz
şeytanlıklar
dönüyor.
Papa
Hazretlerinden
İmparatorluğun bütün adamlarının aforozunu ilan etmesini ve aynı amaç
doğrultusunda, bu topraklarla sürdürülen bütün askeri, diplomatik veya ticari
ittifakları yasaklamasını büyük bir ciddiyetle talep ediyorum. Bedenleri ele geçiren
vebadan daha da kötü olan bu hastalığın yayılmasını önlememiz gerekmektedir.
Kral, kardinalin kolunu bırakarak, konuşmasının etkisini değerlendirmek için geri çekilmişti.
Büyükelçi zorlukla yutkunup hızlıca cevap vermeye çalıştı:
-
Anladım Majesteleri, ileteceğim. Ama size şimdiden söylemeliyim ki...
-
Ve bu sefer oyalayıcı lakırdılar olmasın, diye kardinalin konuşmasını böldü kral
sanki kardinalin bir cümleye başladığını hiç fark etmemiş gibi davranarak. Bu olay
kısa bir sürede çözülmelidir, yoksa ne hale geleceğini açıklamak bile istemiyorum.
Elveda Sayın Büyükelçi. Umarım geri dönüşünüz, zamanın barındırdığı tehlikeler
hususunda verimli bir uzlaşmaya vesile olur. Ve kulağıma gelenlere göre
İmparator, geç kalanlar için krallığında kendisine her an saati öğrenebileceği bir
cep mekanizması yapan Peter Henlein adında yetenekli bir sanatçıyı ağırlıyormuş:
Papa
Hazretleri’ne,
İmparator
Maksimilyen’den
aynısını
talep
etmesini
önermelisiniz!
Kral, hemen ardında vahşi gülümsemesi suratından silinmeyen Bayard ile birlikte cevap
beklemeden çıktı.
19
Milano, Leonardo da Vinci’nin atölyesi – 2 Mart, akşam yedi civarı
67
-
Söyleyin... Söyleyin, her ne olursa olsun hiçbir zaman işimizi bitirmedik mi?, diye
çıkıştı Leonardo da Vinci. Bu portreye başlayalı beş seneden fazla oldu, yine de
hâlâ bitmedi...
Ustanın atölyesinde o akşam gizlice toplanan davetliler birkaç dakikadır kavak ağacından
yapılma ince bir destek üzerine yerleştirilen tanınmamış bir tabloya beğeniyle bakıyorlardı.
Portrenin üzerindeki örtüyü kaldırdığı anda meslektaşlarının hayranlık belirtileriyle övünen
yaşlı adam onlara bir ders verme zevkinden de geri kalmadı :
-
Gördüğünüz üzere, panoyu birçok kez sıva tabakasıyla kapladıktan sonra resmi
doğrudan doğruya tablonun üzerine çizdim, diye bilge bir tavırla açıklama yaptı,
bu yenilik ve ustalık taşan, genellikle zorunlu görülen sayısız hazırlanma ve taslak
çıkarma aşamalarını ortadan kaldıran fikir tarafından büyülenen ressamlara.
Ardından resmi, yoğunluğu fazlasıyla azaltılmış benzin eklediğim yağ ile
boyadım; bu da gördüğünüz şeffaf renk katmanlarını oluşturup, resmi çok daha
gerçekçi kılmamı sağladı.
-
Peki, insan bedenini çizmek için mükemmel olan bu tekniğe ne ad veriyorsunuz?
-
Sfumato1, sevgili Raphaël, bu tekniği sfumato adıyla kutsadım!
Hayranlıkları gitgide artan ressamlar sevinçli bir uğultuyla ustanın çalışması hakkında
yorumlar yapıyorlardı.
-
Bakınız, lütfen bakınız, diye bağırdı soluk tenli cılız bir adam. Bu kadının gözleri
öylesine saydam ve gırtlak boşluğundaki damarlar öylesine canlı ki... Bu adeta
hayatın ta kendisi!
-
Haklısın Giorgione, diye karşılık verdi yanında oturan ressam.
Gözleri mutlulukla parıldayan Leonardo gururla tablosuna bakıyordu. Floransa’daki
atölyesinde geçen uzun poz verme seanslarının tadını keyifle hatırlamıştı. ‘Acaba bu çehre
daha ne kadar aklımdan çıkmamaya devam edecek?’ diye kendi kendine sordu yaşlı ressam.
-
Sayın Vinci, bunu bizden saklamıştınız! Bu mucize sizin bir daha fırça tutmama
düşüncenizden şikâyetçi olan herkesi mutlu edecektir, dedi Mikelanjelo2.
-
Gerçekten de öyle düşünüyordum, diye fısıldadı bu iltifattan gurur duyan yaşlı
adam. Size tüm gerçeği söylemeliyim. Resmetmenin tadına yeniden vardıysam, bu,
Banker Benci’nin son ısmarlamasının sonucunda olmuştur. Uzun yıllar önce
başladığım eşine ait olan portreyi bitirmemi istemişti. Tam burada, kızıyla
geçirdiğim saatler şövalemin başına geçme arzumu yeniden körükledi. Bugün,
Sfumato Tekniği: Resim ya da çizimde, renk ve tonlar arasında yumuşak geçişleri sağlayan gölgeleme
yöntemi. İlk kez Leonardo da Vinci tarafından uygulanan bu yöntem, çoğu kez aydınlık alanlardan karanlık
alanlara geçişlerde kullanılır. Bu tekniğin geliştirilmesiyle 15. yüzyılın keskin dış çizgili biçimleri belli bir
yumuşaklık kazanmıştır.
1
2
Michelangelo Buonarroti
68
inanılmaz gelse de, kendimi Benci’nin hayalini kurduğu Aziz Jean-Baptiste
tablosunu bile yapmaya hazır hissediyorum!
Bu duyurunun ardından, katılımcıların şaşkınlığı ve memnuniyetini beli eden bir fısıldaşma
başlamıştı: aylardan beri hepsi Vinci’nin kaybettiği ilhamdan yakınmıştı; şimdiyse
karşılarında duran yaşlı adam, kendilerine dünya üzerindeki tüm ressam meslektaşlarının
karşılaştıkları zorlukların simgesiymiş gibi görünüyordu.
Leonardo, şimdi hepsinin, Benci’nin kendisine teklif ettiği ücreti hesaplamaya çalıştığını
düşünerek gülümsedi.
-
İyi ama bize söyler misiniz, bu büyüleyici gülüşe sahip olan kadın kimdir? Adı
nedir?, diye sordu Mikelanjelo, gizemli tabloya yaklaşarak.
Yaşlı ustanın gülümsemesi kaybolup kaşları çatılmıştı. Bir el hareketiyle az önce kaldırdığı
beyaz keten örtüyü yeniden portrenin üzerine örttü.
-
Kardeşlerim, yeterince çene çaldık. İşimizin başına dönelim!
Atölyenin ortasına yerleştirilen büyük yuvarlak masayı işaret ederek “Sizi yerlerinize
geçmeye davet ediyorum” dedi.
Vinci’nin, üzerine keyif amaçlı çalışırken kullandığı resimleri ve defterleri koyduğu masalar,
herkesin yerleşebilmesi amacıyla duvarlara dayandırılmıştı.
Genç Lorenzo, yuvarlak masaya her kişi için birer tabure yerleştirirken, rahat bir koltuğa
yerleşen yaşlı usta söze başlamadan önce boğazını temizledi.
-
Aranızdan birçoğunuzun talebi üzerine acilen meslek birliği toplantımızın bu
bölümünü
düzenlemiş
bulunmaktayım.
Zamanında
burada
olabilmek
ve
toplantılarımızın ihtiyacı olan gizliliği sağlamak için birçoğunuzun çok zorlu
yolculuklar sonunda buraya geldiğini biliyorum. İspiyoncuların sayılarının ne
kadar fazla olduğunu biliyoruz ve gelip bizim işlerimizle ilgilenmelerini istemeyiz!
Konuşmasına bir an ara veren Leonardo, hâlâ çok da iyi tanımadığı bu yeni nesil ressamların
tek tek yüzlerine baktı. Hepsi de başarı ve şöhrete aç gözüküyordu. O anda yılların ağırlığının
omuzlarına çöktüğünü hissetmişti. Uzun zaman önce, aynı akıma bağlı kalan bu ressamlar
topluluğunu, tutkularının ve hayallerinin seviyesinde, gerçek bir güç unsuru haline
dönüştürme sorumluluğunu üstlenmiş ve vasiyet yoluyla ressamlar birliğinin başına
getirilmişti. Geçmişi yâd ederek, ‘On beş yaşındaydım... Verrocchio beni buraya ilk
getirdiğinde öylesine küçük ve etrafımda olanlardan öyle bihaberdim ki...’ diye düşündü
Leonardo.
Bakışları bir süre daha toplantıya katılanların üzerinde dolaştı. Rafaello’nun neredeyse
mükemmel olan yüz hatlarına, etli dudaklarına ve geniş göz kapaklarına dikkatle bakmıştı.
Her karşılaşmalarında bu genç adamın güzelliği, kendisini şaşırtmaya devam ediyordu.
Ardından bakışlarını, kısa bir gövdeye, boğumlu kollara ve Rafaello’nun zarifliğinin tam
tersine savaşçı yüz hatlarına sahip olan Mikelanjelo’ya doğru çevirdi. ‘Böylesine kaba bir
69
bedenin içinde nasıl da incelik saklı!’ diye düşündü Leonardo. Oradaki hiçbir sima kendisine
yabancı değildi. Üstelik hepsinin tarzlarını, kendilerine has fırça veya kalem tutuşlarını, her
birinin renkleri hazırlarken, pigmentleri1 karıştırırken, paraçollarını kontrol ederken, renk tonu
ve verniklerini belirlerken kullandıkları sırları tasvir edebilirdi.
-
Kardeşlerim, zor zamanlar yaşıyoruz, diyerek söze başladı en sonunda. Önümüzde
Papa II. Jules’ün ısmarlamaları haricinde atölyelerimizi işletip çıraklarımızı
beslememizi sağlayacak hiçbir şey yok! Artık manastırlar bile kilise ve şapelleri
için bize yönelmiyorlar. Boş kalan çıraklarımızın sayısı her gün artıyor.
Topluluğumuzun vaktiyle dolup taşan kasası şu anda tüm Avrupa’da sanat
pazarındaki ustalığımızın teminatını ve yeni yeteneklerin kollanmasını sağlayan
bilgi sağlayıcılar ve elzem arabulucular ağının ihtiyaçlarını karşılayamama
tehdidiyle yüz yüze.
-
Eğer bir şeyler yapmazsak hepimizin kökü kuruyacak, diye araya girdi Titien
adıyla anılan ressam. Geçen ay, adını saklamayı yeğleyeceğim Romalı zengin bir
aile, haddini bilmeksizin ikinci kızlarının portresini yaptırmak için o Dürer
hayvanını seçtiklerini bildirdi!
Sadece bu ismin telaffuz edilmesi bile ressamların öfkesini ortaya çıkarmıştı.
Meslektaşlarının bağırıp çağrışmalarından rahatsız olan Leonardo da Vinci, biraz sükûnet
sağlayabilmek için sesini zorlayarak bağırdı:
-
Sakin olalım, rica ederim sakin olalım. Öfkenizi anlıyorum; bu lanet Almanların
bugün çok düşük fiyatlara tablolarını satmak için bizim tekniklerimizi
yağmaladıkları doğrudur!
-
Acilen harekete geçmemiz gerekiyor!, diye bağırdı suratı kızaran Mikelanjelo.
Leonardo, kendisine hiç de alışıldık olmayan bir tavırla gür beyaz sakalını okşuyordu. Uzun
bir süre düşündükten sonra “Bu uğursuz Alman modasıyla savaşmamız için ne
öneriyorsunuz?” diye sordu.
Leonardo da Vinci’nin bakışları yuvarlak masa etrafında oturan ressamların yüzlerine tek tek
odaklanırken ressamlardan her biri başını öne eğiyordu.
-
Benim belki bir fikrim olabilir, dedi Raphaël. Brabant’da, tam olarak Bois-leDuc’te gerçekleşen korkunç olaylardan hepinizin haberi vardır. Papa’ya yakın bir
çevrede oluşum birçok konu hakkında bilgilenmeme olanak veriyor. Bu katliamlar
hakkında konuşurken Papa Hazretlerinin birçok defa Bosch’un ismini andığını
duydum.
Bu söylem karşısında toplantıyı yeniden düzensiz bir uğultu aldı.
Leonardo masaya, üzerindeki bardakları yerinden oynatacak kadar hızlı bir yumruk indirerek
sessizliği sağladıktan sonra sadece “Dinleyelim!” dedi.
1
Pigment: Her türlü boyanın renk verici ana maddesi.
70
-
Söylenenlere göre Bosch, tam da Bois-le-Duc’te bulunan atölyesinde neredeyse bir
münzevi gibi yaşıyormuş. Eğer bütün bu korkunçluklara gerçekten karıştıysa, bu,
onun ve dolayısıyla meslektaşlarının ününe ciddi anlamda gölge düşürmek için hep
beklediğimiz fırsat değil midir? Büyük İtalyan aileler eserlerini hâlâ şeytanın
yandaşlarına ısmarlamak isterler mi sanıyorsunuz?
-
Yine de bu suçun kanıtlarına erişmemiz gerekiyor, diye tepkisizce araya girdi
Giorgione.
-
Kanıtlar, kanıtlar! Kanıtlar zaten kendi kendilerine ortaya çıkıyor!, diye çıkıştı
genç Raphaël. Üstelik sadece başkalarının körüklediği korların üzerine üflememiz
yeterli olabilir. Ortalık zaten gerilmiş durumda. Her şeyin dengesini yitirmesi için
çok fazla şey yapmak gerekmeyecektir. İmparator’un, herhangi bir sebeple, şu
anda Fransa’yı ve İtalya devletlerini çalkalamakta olan öfkeye yenilmesi yeterli
olacaktır!
Leonardo zeki bir gülümsemeyle Papa’nın gözde ressamına bakıyordu.
-
Ne diyorsunuz beyler?, diye sordu usta.
-
Ciddi sıkıntılarımız var, diye söze başladı Giorgione. Venedik’teki atölyem
neredeyse çöle döndü! Üstelik veba şehri kasıp kavuruyor. Bütün bunlar yine de
bir adamı böyle kolayca suçlamak için yeterli sebepler midir? Bu katliamlar
hakkında tam olarak ne biliyoruz?
-
Gözünüzü açın! Ruhunu şeytanın esir aldığını anlamak için Bosch’un son
tablolarını görmeniz yeterli olacaktır, diye karşılık verdi Mikelanjelo heyecanlı bir
şekilde.
Leonardo katılımcıların bu fikri desteklercesine kafalarını sallamalarını izliyordu. Birkaç yıl
önce Venedik’te karşılaştığı o Bosch’dan hiç de hoşlanmıyordu. Onu marazi görünümlü cılız
bir adam olarak hatırlıyordu. Leonardo, bu saf yeteneğin, deha kanıtının karşısında
hayranlıktan çok daha güçlü bir kıskançlık duymuştu. Bosch’un yeteneğinin, kendisine insan
ruhunu okuyabilir, bedeni kesmeye gerek kalmadan otopsi yapıp kalbin derinliklerine inebilir
bir özellik kazandırmış olduğunu fark ettiğinde, bu capcanlı anıyı kendinden saklamak ister
gibi ‘Bu Almanla, yaş dışında başka hiçbir benzerliğimiz olamaz’ diye düşünmüştü art
niyetle.
Leonardo, karşısındaki ressamlara hiçbir zaman sahip olamadığı oğullarına bakarmış gibi
bakarken, ‘Onları kollamak bana düşer; daha o kadar gençler ki...’ dedi kendi kendine.
Michel-Ange’ın sesi tartışmaya geri dönmesini sağladı.
-
Sayın Vinci, yalvarırız harekete geçelim. Durum idare edilebilecek gibi değil,
kaynaklarımız tükenmiş halde. Acil olarak yeniden hayatta kalma yolları
bulmalıyız!
71
-
Öyle olsun, eğer istiyorsanız sizin adınıza harekete geçeceğim! Yine de çok
ihtiyatlı davranmalıyız. Bois-le-Duc’teki cinayetler ve bunların Bosch ile olan
gerçek bağları hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. İmparator Maksimilyen
güçlüdür; onu düşman edinmek söz konusu bile olamaz. Giorgione, bu açıdan
haklısın! İmparator’un oğlu Philippe yakında Milano’ya gelecekmiş. Bütün bunları
aydınlatıp, işleri ele almak için onunla görüşmeye çalışacağım.
-
Yalvarırım ihtiyatlı olalım, diye üsteledi Giorgione. Ortaya bir komplo atarak
destekçilerimizin
güvenini
yeniden
bulamayız.
Brabant’daki
cinayetlerin
korkunçluğunu sadece Almanların şöhretine gölge düşürme amacıyla lehimize
kullanamayız. Bizim de bu cinayetlerle suçlanabileceğimizi hesapladınız mı? Rica
ederim düşünün Sayın Vinci! Mesela sizi suçlamak ne kadar kolay olacaktır. Fesat
kişiler, insan vücudu hakkındaki çalışmalarınız ile Bois-le-Duc’te parçalanan
bedenler arasında ilişki kurarlarsa neler olabileceğini bir düşünün... Bu çok
tehlikeli bir oyun!
Ortalık, Venedikli ressamın bu direnişinden rahatsız olan toplantı üyelerinin kınama sesleriyle
dolmuştu. Leonardo da öfkelendiğini hissediyordu. Giorgione’a kızgınlıkla baktı.
-
Ne cüretle? Ne cüretle?, diye homurdandı.
-
Oylayalım, diye böldü Mikelanjelo.
-
Evet, oylayalım, diye onayladı başka biri.
Meslektaşlarının arasında gerginliğin arttığını hisseden Leonardo kendini sakinleşmeye
zorladı.
-
Rafaello’nun önerisine kim karşı çıkıyor?
Bir tek kişinin eli havaya kalkmıştı: yüzü sararan Giorgione’du bu.
-
Karar verilmiştir! Hepinizi çok ihtiyatlı olmaya davet ediyorum ve bugün,
konuştuklarımızın saklı kalacağına daha önce olmadığı kadar derin bir içtenlikle
yemin etmenizi istiyorum.
-
Yemin ederiz, diye neredeyse mükemmel bir şekilde hep bir ağızdan bağırdı
ressamlar.
-
Ya söylendiği gibi şeytan... diye hemen hemen sönük bir tonda konuşmaya çalıştı
Giorgione.
Leonardo şiddetli bakışlarla süzdü onu.
-
Endişe etme, gerekirse şeytanla da ilgilenirim.
Ressam, bu gizemli cümleye biraz daha ağırlık katmak için bir an sustu; ardından daha
kuvvetli bir sesle yeniden konuşmaya başladı:
-
Şu andan itibaren bu işle ilgili her konuda itaatkâr davranacağınızı ve her birinizin
tam bağlılığına güvenebileceğime inanıyorum. Dilediğinizin bu olduğundan emin
misiniz?
72
Ressamlar yeniden onayladılar; sadece Giorgione sessiz kalmıştı.
-
Öyle olsun. Ortaklığımızın bize sunduğu bütün yolları kullanma hakkını üzerime
alıyorum, diye ‘bütün’ kelimesini hafifçe vurgulayarak sözlerini sonlandırdı Vinci.
Gözleri garip bir şiddetle parıldayan Leonardo da Vinci, Rafaello’nun heyecanlı bakışlarıyla
karşılaştı. Bir saniyeliğine yüzünde bir gülümseme belirdi, ardından Lorenzo’yu çağırmak
için ellerini çırptı. Bir süre sonra, hâlâ yabani olan genç çocuk şaşkın bir ifadeyle kapıda
belirmişti.
-
Lorenzo, seni lanet olasıca, yine nerede uyukluyordun? Bize içecek servisi yap!,
diye emretti Leonardo da Vinci.
20
Bois-le-Duc, Charité Hastanesi morgu – 2 Mart, gece yarısı
-
Dikkat edin, taşlar kaygandır.
Hieronymus Bosch, morga inen taş merdivenlere yönelen Nicolaa Van Rosendal’ın omzunun
üzerinden ihtiyatlı bir şekilde baktı.
Belirli aralıklarla duvara sabitlenmiş olan çırakmanların ışığı altında taşları aşındıran nemin
yarattığı yeşil tabakalar tahmin edilebiliyordu. Kandil yağının kokusu, içeride kapanıp kalan
hava ve basamakların tepesinden görünmeyen odadan yükselen ağır çürük kokusuna
karışıyordu. Eşiği geçtikten sonra tüm bunlar boğazı yakıyordu; bu yüzden Bosch, ağzına ve
burnuna sıkıca bağladığı kâfuruya batırılmış bezi verdiği için Rosendal’a minnet duymuştu.
Onları ayıran aralığı kısa tutmak için yeteri kadar hızlanmaya çalışan ressam, gözlerini
Dominikan rahibinin koyu mantosuna sabitlemişti. Arkasında, Johannes Rindt’in bıraktığı ve
kendisini korumakla mı yoksa gözetlemekle mi görevli olduklarını bilmediği muhafızların
varlığını hissediyordu. Adımları, tonozdan hantalca düşen su damlaları gibi, boşlukta
yankılanıyordu.
-
İşte geldik, dedi Rosendal Bosch’a yol vermek için arkasına dönerek.
Bosch basamaklar bittiği için öylesine rahatlamıştı ki ayaklarının altında toprağı hissetmek
neredeyse hoşuna gitmişti. Gözlerini kısarak görüşünün yarı karanlığa alışmasını sağladı.
Henüz ayak bastıkları devasa odanın sınırlarını yavaş yavaş daha belirgin bir şekilde görmeye
başlamıştı. Biraz yüksekten, sadece tonozu destekleyen masif sütunlar tarafından ayrılan,
sonsuza kadar birbirinin ardı sıra devam eden odalardan oluşan bir yere benziyordu.
-
Bu her zaman kullanılan oda değil; ama gizli kalacak ve güvenle girilebilecek bir
yer gerekiyordu. İşte bu yüzden cesetler hastanenin zeminine kazılan bu odalara
konuldu. Hepsi burada; isteğim üzerine Kilise...
Rosendal bir an doğru kelimeyi seçeceğinden emin olamamıştı:
73
-
... bulduğumuz bütün parçaların aynı yerde toplanmasını kabul etti.
Dominikan rahibi, üzerinde örtülerle kaplanmış belirsiz şekiller uzanan büyük kare bir
masaya eliyle işaret etti.
-
Çürümeyi engellemek için masayı buz ile çevreledik ve kapladık. Etlerin
yanmasını engellemek için de buzların etlerle temas halinde olmamasına da dikkat
ettik.
Ressam tek kelime etmeden masaya doğru yaklaştı.
-
Meşaleler getirmeliyiz, nasılsa daha önceden destekleri konulmuş, dedi Rosendal
masanın dört bir yanına sabitlenen direkleri göstererek.
Muhafızlar birer birer meşaleleri yaktılar.
-
Bakalım, defterlerimi nereye koyabilirim?, diyerek Bosch en sonunda sessizliğini
bozdu.
Nicolaa Van Rosendal duymakta olduğu sesin nereden geldiğini anlamak için etrafına şöyle
bir bakındı. Hiçbir şey yoktu. Bosch’un sürdürdüğü titiz çalışmaya yeniden odaklanmaya
çalıştığı sırada sanki sürüklenen bir bez gibi çıkan kayma sesini yeniden duydu. Arkasında
anlaşılmaz bir şekilde birinin varlığını hisseden Dominikan rahibini bir korku almıştı. Aniden
arkasına döndü ve kanının donduğunu hissetti. Biçimsiz bir surat ve parlak pençeler üzerine
saldırıyordu...
-
Peder!
Askerin sesi Rosendal’ı kendine getirmişti. Gözlerini açtığında çevresinde toplanan askerlerin
ve Bosch’un yüzünü gördü. O anda oturur biçimde yere düştüğünü fark etti.
-
Bağırdınız, dedi asker.
Rosendal soluk vererek başını salladı.
-
Bayılmış olmalıyım. Kötü bir rüyaydı, kusuruma bakmayın. Rica ederim
çalışmanıza devam ediniz, diye Bosch’a hitap etti.
-
Ne kadardır? Ne kadar zamandır buradayız?, diye sordu kendisini kaldıran ve yere
düşen sandalyeyi toparlayan askere.
-
Gece yarısından itibaren iki ya da üç saat geçmiş olmalı efendim.
Şaşıran Rosendal Bosch’un çalışmasına bakmak için yaklaştı. Cesetlerin üzerinden alınan
örtüler yere, masanın çevresine bırakılmış ve ressama çalışırken kullanabileceği geniş bir alan
açmak için buz torbalarının bir kısmı kaldırılmıştı; ressam bu boşluğu üzerine masif
ağırlıklarla sabitlenmiş parşömen kâğıtları dizmişti. Bu parşömenler, mürekkep veya kara
kalem ile çizilmiş resimler ve yazılarla doluydu. Yaşlı adam genç Dominikan rahibine
bakmak için işine ara verdi.
-
Görmek istediklerimi gördüm. Birkaç resmi daha numaralandırıp tamamlamam
gerekiyor, sonra bu cehennem odasından çıkabiliriz.
74
Rosendal bu içinde şeytanın adı geçen bu cümleyi duyunca ürpermişti.
Dominikan rahibinin rahatsız olduğunu fark etmeyen Bosch devam etti, “Bakınız, şu resme
bakınız”.
Rosendal, Bosch’un gözünün önünde tuttuğu taslağı inceledi.
-
Bu çalışma, tabii bu yapılana çalışma dersek, bir amatörün işi değil. İnceleyin, dedi
Rosendal’a parşömeni uzatırken. Ardından inanılmaz bir hızla masanın etrafında
dönerek toplanmış cesetlerin arasında gözleriyle bir şey aradı. Hah, işte burada!
Ressam parmağıyla başı ve tek kolu olmayan bir gövdeye işaret ediyordu.
-
Elinizde tuttuğunuz resim kabaca şu kısımları göstermekte, diye açıkladı kesilmiş
omuz ve boyun etlerini işaret ederek. Şurada, şurada ve şurada da kesiklerin
bilinçli yapıldığı ve her darbede biraz daha derinleştiği açıkça görülebiliyor, diye
belirtti aynı anda bir eliyle resmi diğer eliyle de ceset üzerinde bahsettiği yerleri
göstererek. Bu işi yapan acemi değilmiş, silahını nasıl kullanacağını ve istediği
etkiyi nasıl elde edeceğini, yani kan akışının en yoğun ve hızlı olacağı yöntemi
biliyormuş. Bana kalırsa bu adamın önce kolu ardından kafası kesilmiş, diyerek
parmağıyla kimliği belirsiz gövdeyi gösterdi. Kafası kesildiği sırada zaten ölmüş.
Bu da katilinin bir uzman ve bir cani olduğunu kanıtlıyor. Katil her şeyden önce
yarattığı mizansen ile korku salmak istemiş ama kurbanının kafasını kopardığı
darbenin aynısıyla onu uygun bir şekilde hızlıca öldürmek yerine ona vahşice acı
çektirmekten de kendini mahrum etmemiş.
-
Şeytanın iyi araçları ve hizmetçileri vardır, diye mırıldandı Rosendal kendi
kendine konuşur gibi.
Ressam, kuşağına bağladığı çoktan lekelenmiş olan beze ellerini sildi; ardından konuşmaya
devam etti.
-
Aslında bu yaralara bakınca mükemmel bir şekilde tasarlanmış birçok farklı silah
ile yapıldıklarını anlıyoruz. Bu silahlardan birinin -şu omzu, ya da şuradaki bacağı
yavaşça kesen- dişli bir bıçağı varmış, diyerek başka bir ceset göstermek için
masaya doğru eğildi. Ve nadiren de bir savaş silahı, düz bir bıçak kullanılmış.
Rahip dikkatle Bosch’u dinliyordu.
-
Peki ya kurbanlar?
Bosch şüpheli bakışlarla cesetlere baktı.
-
Kurbanlar hakkında fazla bir şey söylemek zor. Zaten hiçbir şekilde ayırt
edilemiyorlar. Hepsi erkek, sadece şuradaki bir tanesi kadın, ama ondan da geriye
fazla bir şey kalmamış. Yine de hepsinin erişkin olduklarını ve bedenlerinin her
yerindeki eski yara izlerine ve zayıflıklarına bakılırsa bu cani son evvelinde de pek
rahat ve çekilebilir bir hayat sürdürmediklerini düşünebiliriz. Serseriler ya da
dilenciler olduklarına bahse girerim. Saint-Jean kilisesinin zavallı görevlisi
75
bunların dışında kalıyor ve sanırım ne yazık ki kurbanlar arasında bulunuyor
olması tamamen bir tesadüften ibaret.
Bosch, Rosendal’a yaklaştı.
-
Başka bir şey daha var, diye fısıldadı kulağına. Ama bir noktayı, pencerelerimin
altında, Büyük Meydan’da gerçekleştirilen katliamı resmettiğim taslaklarla
karşılaştırarak teyit etmeliyim. Aynı zamanda ilk cinayet mahalliyle ilgili olarak
sizin çizimlerinize de ihtiyacım var. Kesinlikle acil bir şekilde onlara ihtiyacım
var, diye üsteledi. Sizin de papaz adaylarınız ve benim tarafımdan çizilen ve
imparatora gösterilen taslakların herbirinin kontrol edemeyeceğiniz eller arasında
dolaşmasını engellemeniz gerekiyor.
Rosendal samimi bir şekilde Bosch’a odaklanmıştı.
-
Anlaşıldı. Ama daha sonra bana her şeyi anlatmanız gerekiyor. Sözünüze
güveniyorum?
-
Güvenin.
-
Emir vereceğim, taslaklar bir, en fazla iki saat içinde Sainte-Gertrude manastırında
olacaklardır. Buradan çıkınca, ihtiyacınız olanı almanız için evinize uğrayacağız.
Seher, manastır binasının ardından ilk ışık süzmelerini ortaya çıkarıyordu. Çok az uykuyla
geçen iki geceyi düşününce Rosendal’ın suratı asılmıştı. Talimatı üzerine askerlerin,
atölyesinden beri taşıdıkları kartonları karıştıran yaşlı ressamın yorgunluktan daha az
etkilendiğini biraz kıskançlıkla fark etmişti. Koltuğuna oturmuş elinde bir kâse tarçınlı şarap
tutan Dominikan rahibi ressamın hareketliliğini izliyordu. Aradığını bulduğu anda
memnuniyet homurdanmaları çıkaran Hieronymus Bosch parşömen kâğıtlarını kendi çalışma
masası üzerine yığıyordu.
-
İşte bu, diye mırıldandı en sonunda ressam.
Rosendal sıçrayarak oturduğu yerden kalktı.
-
Bu mu?
Bosch arkasına döndü. Dominikan rahibi onun ifadesindeki derinliğe bakakalmıştı.
-
Gördüğünüz gibi, meydanın taslağını çıkarırken, bazı öğeler nedenini bilmediğim
bir şekilde gözüme çarpmıştı. Ama işlenen diğer cinayetlerin de resmini
gördüğümde anladım. Siz de hastanedeki parçalanmış tablo ile bu kurbanların
öldürüldüğü yerlerin biçimlendirilişindeki benzerliğe dikkat etmişsinizdir. Bu
ustaca yapılmış bir gözlemdi, ama gerçek bundan çok daha şaşırtıcı. Bu
cinayetlerin gerçekten ortak bir noktası var...
Rosendal ressamın dudaklarına odaklanmıştı.
-
Ben, ya da daha doğrusu benim resimlerim...
Dominikan rahibinin yüzü bir anda sararmıştı.
76
-
Daha da açık olmak gerekirse, benim hiç çizmediğim bir tablom.
Rosendal neredeyse şaşkınlıktan nefessiz kalacaktı.
-
Hiç çizmediğiniz mi!, diye bağırdı. Ama bu çok saçma!
Ressam başıyla Dominikan rahibini reddetti.
-
Hiç değil. Anlayacaksınız. Bu üç sahneyi birbirine bağlayan şey, daha önce
Zevkler Bahçesi adlı tablonun benzeri olması gereken bir resim için yıllar önce
hazırlamış olduğum taslaklarda çizilenleri temsil eden bazı orijinal unsurların
varlığıdır; size göstereceğim. Bu yeni eser Cehennemi ya da İşkenceler Bahçesini
oluşturacaktı. Ama tablo ısmarlanmayınca ben de onun sadece hazırlık
çalışmalarından birini, az önce aradığım resmi saklamıştım.
-
İyi ama bu nasıl mümkün olabilir?, diye söylendi Rosendal. Kendinizi mi
suçluyorsunuz? Siz delirdiniz mi?
-
Bir dakika... Sadece hazırlık çalışmalarından birini saklamış olabilirim, ama tablo
olmasa bile bu çalışmaların meyvesi olan iki tek renkli kabartma taklidi var. Artık
benim elimde olmayan ikiz panolar...
-
Peki bunlar kimde?
-
İki alıcının ellerinde. Birini çok iyi tanırım, Aix-la-Chapelle yakınında oturuyor.
Diğeri, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Fransa’da, Provins yakınlarında. Adını
kolaylıkla bulabilirim.
21
Bois-le-Duc civarları – 5 Mart, sabah dokuz suları
Patikanın aşağısına gizlenen iki adam yolu gözlüyordu. Kısa bir süre önce güneş, sabahın ilk
dakikalarında yoğunlaşan pustan sıyrılmaya başlamıştı. Ufuk belirginleşmiş ve uzaktan Boisle-Duc’te göze çarpan ilk damlar artık görülebilir bir hal almıştı. O sabaha değgin sıcaklık
geceden kalan buzlanmalarla tezatlaşıyordu. Seherin beyaz örtüsü yerine nemli bir pembelik
bütün yolları kaplamıştı.
-
Orada, bak! Orada!, diye bağırdı iri yarı olan adam yol arkadaşına ormanın ucunu
işaret ederek.
Gerçekten de uzaktan, Brabant’ın başkentini çevreleyen sık ağaçlıklı ormandan bir adamın
çıktığı görülebiliyordu. Üzerinde büyük, yıpranmış bir manto olan adamda seyyar tüccar
havası vardı. Belindeki ip, kuşak görevi görüyordu. Üzerinde yırtık bir örtüyle sarılı, yükünü
yığdığı sağa sola yalpalayan el arabasını zorlukla çekiyordu.
-
Bekleyelim! Ağaçlığı aştıktan sonra önüne çıkarız!, dedi gözünü deri bir bantla
kapatmış olan daha küçük adam.
77
Arabayı çekmekten nefes nefese kalan sokak satıcısı bir süre durdu. Alnını silmek için
cebinden yırık pırtık bir bez çıkardı. Ardından, nefesi eski haline dönünce başlığını düzeltip
yeniden ilerlemeye devam etti. O yaklaşırken, iki suç ortağı adamın omzunda taşıdığı renkli
kuşu fark etmişti. Ayağının birisi zincirle adamın bileğine bağlı olan kuş usluca sahibinin
giysilerine tutunmuştu.
Saklandıkları yerden çıkan iki serseri “Ölüme! Ölüme!” diye bağırarak ortaya atladılar.
Bağrışmalardan korkan ve adamların bir anda karşısına çıkmasıyla şaşkına dönen adam,
başına neler geleceğini anlamakta çok geciktiğinden olduğu yerde kalakalmıştı. Bir bıçağın
keskin sırtıyla gırtlağı kesilmeden önce bağıracak zamanı bile bulamamıştı.
-
İncik boncuk! İncik boncuk!
Sessizliği sadece korkmuş papağanın boğuk sesi bozuyordu.
Adamlardan büyük olanı kuvvetli bir yumrukla kuşu haklamıştı.
-
Lanet olasıca kuş!, diye bağırarak, ayağına bağlı olan zinciri kopardıktan sonra
hayvanı öfkeli bir tavırla hendeğe doğru fırlattı.
Başka bir şey konuşmadan iki adam el arabasını yolun aşağısına doğru itmişlerdi. Araba,
üzerindeki incik boncukları ve diğer değersiz malları etrafa saçarak aşağıdaki çayırlığa doğru
sürüklenmeye başlamıştı.
İri olan adam bütün kuvvetini gösterircesine tek bir hareketle zavallı yoksul adamın cesedini
omzuna aldı.
Ormanın içine dalmak için hızlı adımlarla yürümeye başladıklarında arkadaşına dönüp sadece
“Bir tane daha!” dedi.
Artık doruğa ulaşan güneşe rağmen hâlâ karanlık olan ormanda yirmi dakika boyunca
yürüdükten sonra iki adam sık ağaçlığın ortasında yeni kesilen ağaçların oluşturduğu boş
alana doğru sapmışlardı.
Bu düzlük, büyük ağaçlara saklanmış olan altı nöbetçi tarafından korunuyordu. Bu garip
kamp alanının ortasında ağaçlardan yapılan birçok kulübe barınak olarak kullanılıyordu.
İri adam gelir gelmez tüccarın cesedini bu kulübelerden, içinde birkaç çıplak bedenin daha
olduğu birinin içine bıraktı.
-
Oynama sırası sende dilsiz!, diye üzerinde kasaplarınkine benzer geniş bir önlük
olan adama dönerek homurdandı katil.
Bodur ve kırmızı suratlı adam döndü. Elinde tuttuğu bilenmiş baltayı, çalışma tezgâhı olarak
kullandığı kocaman bir ağaç gövdesine sapladı. Cesedi görünce, siyahlaşmış korkunç dişlerini
ortaya çıkararak sırıttı. İki adam kulübeyi terk ederken, dilsiz, avının giysilerini çıkarmaya
başlamıştı; tüccarın üzerinden teker teker çıkardığı her giysiyi, birkaç metre ötede yanan ateşe
fırlatıyordu.
Düzlük alanın ortasında, tahtadan yapılma bir sürü haç tersten toprağa dikilmişti. En
büyüğünün dibinde yakacak kütüklerden yapılmış oldukça geniş bir kulübe vardı.
78
-
Girin, dedi üzerinde siyah uzun bir giysi olan adam iki suç ortağının kapının
girişinde beklediklerini görünce.
Hiç pencere olmadığından, kulübenin içi fazlasıyla karanlıktı. Odayı sadece kafataslarının
ortasına dikilmiş olan mumlar aydınlatıyordu. Duvar boyunca uzanan kütüklerin üzerinde
içleri ağızlarına kadar pıhtılaşmış kanla dolu olan Kudas1 kapları vardı. Düzlük alanı
oluşturmak için kesilen kütüklerden kabaca oyulmuş birkaç mobilya dışında başka bir şey
yoktu.
Siyah giysili adam onlara dik dik baktı. Yarı uzun saçları ve sivrileştirilmiş siyah sakalının
oluşturduğu karaltının ortasında gözleri alev gibi parlıyordu. Üç ayaklı bir taburenin üzerinde
oturuyordu.
-
Sonuç?, diye sordu katı bir ses tonuyla.
-
Bu sabah yollarda pek fazla bir şey yoktu, diye yanıtladı tek gözlü adam. Yine de
bir tüccar getirdik. Dilsiz işe başladı bile!
Adam onlara biraz cana yakın bir şekilde baktı.
-
Hemen bir daha ava çıkın! Bugün için tek bir ceset yetmeyecektir.
İki haydut cevap olarak sadece kafalarını önlerine eğmişlerdi.
-
Burada yaptığımız şey bizi aşıyor, diye gürledi sinirli adımlarla odanın bir ucundan
diğer ucuna gidip gelmek için ayağa kalkan siyahlı adam.
Durdu ve gitmelerini emreden bir el hareketi yaptı.
-
Şimdi, kaybolun gözümün önünden.
Siyahlı adam yeniden oturdu ve cebinden ucunda büyük, keçi suratlı bir madalyon olan altın
bir kolye çıkardı. Yavaşça madalyayı okşadıktan sonra mücevheri özenle boynuna geçirdi.
O sırada çok ufak bir adam kulübeye süzülüverdi. Vücut yapısından dolayı kendine has
biçimli aksak yürüyüşü bir hayvanı andırıyordu.
-
Efendim, size haberlerim var!
-
En sonunda! Seni bekliyordum! Yaklaş cüce. Bois-le-Duc’te geçirdiğin günler
boyunca neler topladığını öğrenmek için sabırsızlanıyorum! Şehir korkuya
gömüldü mü? Yoldan sapmışlar neler diyor?
-
Huzursuzluk diz boyu efendim. İmparator ve oğlu birkaç gün önce geldiler...
-
İmparatorun kendisi ha!, diye hırıldadı efendi. Demek onu ininden çıkardık!
-
Evet, oldukça alçakgönüllü bir şekilde manastırın yanındaki binaya yerleşti.
Sürekli birileri girip çıkıyor.
-
Herif tacını kaybetmekten korkuyor...
Kudas: Hz. İsa'nın havarileriyle birlikte yediği son yemeği anmak için, Hıristiyanların kilisede bir kap içinde
ekmek ve şarabı kutsayarak yaptıkları tören, liturya
1
79
-
Bütün şehir kendini kaybetmiş durumda. Her yerde bir anda ayaklanmalar
çıkıveriyor ve büyücüler ele veriliyor! Tümgeneral Rindt nereye el atacağını
bilemez halde; komşu şehirlerden destek birlikler geliyor.
-
Bu da bizim daha ihtiyatlı davranmamızı gerektiriyor, diye mırıldandı birden
endişeli bir tavır alan siyahlı adam. Ortalığa kuşkular sızdırdın mı?
Cüce, açıklamalarının önemini belirtmek için cevap vermeden önce duraksamıştı.
-
Pazarda konuşan cadalozları dinledim. O şirretlerin arasında Aleit Van der
Mervenne’i hemen tanıdım.
-
Bosch’un karısı!
-
Aynen! Pencereleri altında ona sunduğunuz görüntü onu öylesine alt üst etmişe
benziyor ki dilini tutamıyor! Hieronymus’un sadece Büyük Meydan’daki
görüntünün değil aynı zamanda morgdaki cesetlerin de taslağını çıkardığını
öğrendim.
Cüce söylediklerinin ne etki yarattığını daha iyi anlayabilmek için yeniden duraksadı.
Efendisinin suratında hafif bir kaş çatması dışında başka hiçbir tepki yoktu.
-
Haydi, devam et!
-
Aslında dangalak ressam, yarattığımız mizansenin kendi tablolarının birinden
esinlenerek yapıldığını sanıyor. Yaşlı kadın İşkenceler Bahçesi adlı bir eserin iki
taslağından açıkça bahsediyordu. İkisi de uzun zaman önce kocası tarafından
satılmış!
Bu açıklamayı belli belirsiz bir gülümseme izledi.
-
Aynı zamanda Bosch, bütün bunların kendi hayatını tehlikeye atacağı korkusuyla o
iki tabloyu kendisi bulmaya karar verdi. Kısa bir süre sonra Dominikan rahibi
Nicolaa Van Rosendal eşliğinde gitmeye hazırlanacaktır.
-
Emin misin? İleri sürdüğün şeyden emin misin?, diye diretti siyahlı adam.
Söylediklerine verilen önemden memnun olan cüce onayladı.
-
Üstelik Saint-Jean başpapazının boşboğazlığı sayesinde İmparatorun Bois-leDuc’e geldiği akşam Hieronymus Bosch ile görüştüğünü de öğrendim!
-
Bütün bunlar pek ilginç. Hemen Bois-le-Duc’e geri döneceksin, diye karşılık verdi
efendisi. Daha fazla tepki göstermemekte kararlıydı.
-
Amacım ne olacak efendim?, diye sordu cüce.
-
Bosch’un ve Nicolaa Van Rosendal’ın yola çıkmalarını geciktirmek için her yolu
deneyeceksin! Hep olduğun gibi gizli kal. Eğer çok geç değilse bize bir iki gün
kazandırmaya çalış!
Cücenin suratının asıldığını görünce siyahlı adam kabalaştı:
-
Zamana ihtiyacım var! Başarısızlığa uğrarsan başına neler gelebileceğini unutma!
-
Bulacağım efendim, bulacağım...
80
-
Git atlarını zehirle! Eğer tahmin ettiğim gibi yolculuklarını gizli sürdürmek
istiyorlarsa bu onları yeteri kadar oyalayacaktır.
Siyahlı adam sakalını parmakları arasında okşuyordu.
-
Ama gitmeden önce sana bir sorum daha olacak, dedi bir süre sessiz kaldıktan
sonra. İki tablo olduğundan emin misin? Dikkatli ol, cevabın çok önemli!
-
Evet efendim. Kadın gerçekten iki tablo dedi; eğer duyduğum bu değilse
çarpılayım!
-
Benim de korktuğum buydu, diye kendi kendine söylendi siyahlı adam. Şimdi git
ve görevini tamamlamadan sakın dönme!
Cüce geri geri yürüyüp defalarca efendisini selamlayarak dışarı çıktı.
Adam üzerinde yazıp çizecek malzemeler olan ufak bir masanın başına oturdu; kendi kendine
ve yüksek sesle konuşuyordu.
-
Efendimizi ikinci tablonun varlığı hakkında uyarmalıyım, diye mırıldandı kalemini
mürekkebe batırırken.
22
Milano, Leonardo da Vinci’nin ikametgâhı – 16 Mart, sabah on bir suları
Salonun ortasında hareketsizce duran Güzel Philippe sağ elindeki eldiveni çıkarıp sol avcunun
içine vurmaya başlamıştı. Önceki gece Milano kapılarına erişen imparatorun oğlu, amcası
Sforza’nın sarayında sadece birkaç saat uyuyabilmişti. Yağmur ve çamurda geçen on beş
günlük zorlu seyahatin yorgunluğu omuzlarına çökmüş ve Leonardo da Vinci’nin atölyesine
geldiğinden beri beklemek zorunda kalması durumu daha da dayanılmaz kılmıştı.
Büyük ve soğuk salonun sessizliğini bozan tek şey ocak ateşliğine yerleştirilmiş odunların
alevlerle çıkardığı çıtırtılardı.
Ağır adımlarla tuvaller, heykeller ve üzerinde resim levhaları bulunan kartonlar arasındaki
gezintisine devam etmeye koyuldu. Geniş salona, insanda anlaşılmaz bir güvensizlik hissi
uyandıran kendi içinde tutarlı bir dağınıklık hâkimdi. Üzerine neredeyse tamamen kapalı olan
pencerelerden bir ışık süzmesi düşen küçük masaya dalgınca bakıyordu.
-
Hangi cehennemde aramaya gittiler bu adamı!, diye homurdandı sabırsızca.
Memnuniyetsizliğini belirtmek için kapıya doğru yönelecekti ki ufak bir detay duraklamasına
sebep oldu. Bir adım gerileyerek, yarı açık olduğu için arasından kömür kalemle çizilmiş bir
taslağın yarısı görünen resim defterine odaklandı. Kâğıdın sol yarısında farklı açılardan
çizilmiş narin eller ve yarı bükülü parmaklar vardı. Ama prensin dikkatini çeken kısım bir
parçası defterin siyah deri kapağının altında kalan resmin diğer yarısıydı. Eldivenini sol eline
alan Philippe kâğıdı biraz çekerek resimdeki çehrenin üst kısmını, boynu açıkta bırakacak
81
şekilde topuz yapılmış dolgun bukleleri, badem gözleri, düzgün burnu ve sanatçının hafif bir
gölgelendirmeyle hatlarını belli ettiği elmacık kemiklerini inceledi. Prens en sonunda taslağın
bütününü görebilmek amacıyla siyah deri kapağı kaldırdı. Resimdeki çehrenin mükemmel
oval yapısı ortaya çıkınca, gülümsemesindeki yumuşaklık ve dudaklarındaki incelik prensi de
gülümsetmişti.
-
Efendim, siz Altesi bu çalışma mekânında sabırla beklemeye mecbur bıraktığım
için çok mahcubum!
Resmi seyre dalan Prens irkilerek defter kapağını bıraktı ve tavrını takınmaya çalışarak salona
az önce girmiş olan kişiye döndü.
Yarattığı etkiden memnun olan Leonardo iki büklüm olana dek aşırı bir selamlamada
bulunduktan sonra yavaşça doğrulup, genizden gelen sesiyle konuşmaya başlamadan önce
arkasındaki kapıyı kapattı.
-
Sizi evimde görmek çok büyük bir şereftir Efendim. Hizmetçime, birkaç
dakikalığına
atölyemde
özellikle
kullandığım
ve
alışkanlık
yaratan
bu
aydınlatmanın fark etmeme engel olduğu şeyleri bahçemde keşfetme ümidiyle
dışarı çıktığımı haber vermediğim için çok üzgünüm. Beklenmedik yüce bir şeref...
diye ekledi ressam prensin yeşil gözlerine odaklanarak.
-
Teşekkürler Sayın Vinci. Bu sabahki ansız ziyaretimin görgü kurallarından uzak
oluşu sizin keskin algılayışınızdan kaçmamış. Ama acele ve gizlilik, bu
buluşmanın diğer seferlerde olacağı gibi planlı olmasına müsaade etmiyordu.
Ressam gözlerini hafifçe kısarak, dikkatle prensi dinliyordu..
-
Emrinizdeyim Efendim. Hangi konuda faydalı olabilirim?
Ellerini arkasında kavuşturan prens atölyenin içinde yürümeye başlamıştı.
-
Sayın Vinci, ününüz artık kanıtlanmaya ihtiyacı olmayan bir gerçektir. Şöhretiniz
çok uzun zamandır Milano sınırlarını aşıp Alplere erişmiş durumda. Amcam
Sforza sadece sizin yeteneğinize güveniyor ve başka kimsenin beden yapısının
sırlarıyla aynı anda sanatkâr bir ifadeyi böylesine bütüncül bir şekilde
barındıramayacağını savunuyor.
Övgüleri duyan Leonardo kurumlanmıştı.
-
Üstelik Papa’nın güvenine de sahipsiniz. İmparatorun gözünde bütün bunlar sizi
duruma uygun kişi haline getiriyor. Biraz sıradan ve rahat olmayan bir durum...
diye aceleyle ekledi prens İtalyan ressama dönerken. Sizinle açık konuşacağım. Şu
günlerde göz ardı edilemeyecek diplomatik riskler alınıyor. Saraylarda hem
Papalığı hem de İmparatorluğu rahata erdirecek ya da zayıf düşürecek müzakereler
dönüyor. Hiçbir şey bu niyetin karşısına çıkmamalı. İki senedir, 1508’den itibaren
babam Kutsal İmparatorluğun hükümdarı unvanına sahip. O zamandan beri
düşmanlarımız kutsallaştırma ayininin onayını sürekli geciktirmeye çalıştılar.
82
Kendi tarafından Papa Hazretleri de –sayıları gün geçtikçe artan ve kendilerinin
papa olduğunu ilan edenleri saymazsak- papalığının resmiliğini eleştiren sapkın
talipler tarafından zor durumlarda bırakıldı! Size bahsettiğim müzakereler bu iki
sorunu yoluna koyup, bütün dünyaya uzun süreli bir huzurun üzerine
yerleştirilebileceği sağlam temelleri sağlayabilir.
-
Efendimiz beni bağışlasınlar, ama burada benim sıradan yeteneğimle ilgili bir
şey...
-
Oraya geliyorum, diye araya girdi prens. Sizin yetenekleriniz, bu görüşmeleri ciddi
biçimde karmaşıklaştıran ve üstelik İmparatorluğun devletlerini birbirinden
koparan bir azgınlığı dindirmeye yarayabilir.
-
Cinayetler...
-
Evet, cinayetler, diye öfkeli bir sesle onayladı prens. İnsanlara korku salan ve
şeytani veya insani güçlerin alevleri parlatmak için ateşin üzerine yağ dökmeye
çalışarak düzenledikleri, bütün Avrupa’yı ayaklandıran, korkunç cinayetler!
İmparator, Papa’ya benim aracılığımla, bağımsız olarak araştırma yapıp bu olaylar
ve İmparatorluktaki kişilerle, özellikle aralarından bazılarıyla ilişkileri hakkında
neyin doğru olup neyin olmadığını söyleyebilmeniz amacıyla görevlendirilmenizi
danışacak...
-
Bosch...
Prens ressamı onayladı:
-
Evet, Hieronymus Bosch. Belki kendisini tanıyorsunuzdur?
-
Bundan yıllar önce, ben Venedik’teyken orada bir gün geçirdiğinde karşılaşmıştık.
Çalışmalarını da biliyorum; atölyesinden çıkan birçok tuval İtalya’ya kadar geldi.
-
Ben de bundan altı yıl önce kendisine konusu kıyamette yargı günü olan bir
üçleme ısmarlamıştım.
-
Biliyorum, diye garip bir şekilde yineledi Vinci.
Ressam bir an için düşüncelerine gömülür gibi olmuştu; ardından, yapmacık bir şekilde
gülümsemeye çalışarak kendini toparladı.
-
Siz de Papa’ya açılmadan önce benim böyle bir öneriyi kabul edip etmeyeceğimi
öğrenmek istiyorsunuz?
Philippe gülümsedi.
-
Aynen öyle Sayın Vinci.
Ressam yeniden abartılı bir reverans yaptı.
-
Eğer Papa Hazretleri bunu uygun görürse, Tanrıya ve insanlara bu vesileyle hizmet
etmeyi tabii ki zevkle isterim. Bu gibi durumlarda bir Hıristiyanı başka ne türlü bir
niyet ayakta tutabilir ki?, dedi gözlerini kapatarak.
83
Sessizlik uzamaya başladığından Leonardo gözlerini açıp dudaklarında gizemli bir
gülümsemeyle misafirine döndü. ‘İşte bu çok iyi oldu; en sonunda Papayla ilgili bir görevin
tertemiz giysilerini takınarak bu oyunun içinde yer alabileceğim. Daha iyisini hayal
edemezdim. Şimdiden itibaren atak olup, sağlam adımlarla ilerlemek gerekiyor’ diye geçirdi
kafasından.
Gitmeye hazırlanan Philippe çoktan mantosunun, yüzünün yarısını örten başlığını kafasına
geçirmişti. Hareketsizce salonun diğer tarafına açılan yarı aralık kapının eşiğine gözlerini
dikmişti.
Kapı aralığından, o sırada koridordan geçmekte olan Gabriela’nın bedeni ve melek suratı
önünden vuran ışıkla belirmişti. Rahatsız olan genç kız, atölyede olup biten durumu
görmesine engel olan ışıktan eliyle korunmaya çalışıyordu.
Güzel Philippe büyülenmiş bir şekilde kaçamak baktığı kömür kalem çiziminin
cisimleşmesini izliyordu...
23
Louvain – 16 Mart, akşam on suları
Bois-le-Duc’ten beri süren yolculukları fazla uzun sürmüş sayılmazdı ama yaşlı adam çok
çabuk uykuya dalmıştı. Onun yanında oturan Rosendal koşum dizginlerini elinde tutuyordu.
Sürüyle yol sarsıntısının arasında patikaya düşmemesi için göz ucuyla da Hieronymus
Bosch’u kolluyordu. Akşam çökerken yola çıkan iki adam Dominikan rahibi kıyafetleri
giymişlerdi.
Geniş
başlıklarının
ardına
saklanmak
şehirden
gizlice
çıkmalarını
kolaylaştırmıştı. Bir önceki gün tek atın çektiği manastırdan ödünç alınan arabaya yanıltma
amaçlı iki şarap fıçısı yüklenmişti.
Rosendal, uzaktan hedefleri olan Louvain Şatosunu görünce yol arkadaşını hafifçe sarsarak
uyandırdı.
-
Sanırım geldik!
Tek gözünü açan ressam gülümsemişti. Bu macerada rahibin kendisine eşlik etmeyi kabul
etmesinden mutluydu.
-
Bu lanet olasıca arabadan ineceğim için hiç de üzülmüyorum. Yol sarsıntılarından
belim büküldü!
-
Neyse ki hava karardığından itibaren dolunay yolumuzu aydınlattı. Öyle olmasaydı
yolda mola vermek zorunda kalacaktık, diye yanıtladı yaşlı adama kendisinin de
gizli kaçışlarının sona ermiş olduğundan memnun olduğunu itiraf etmeye cesaret
edemeyen Rosendal.
84
-
Uzun yıllardan beri böylesine bir yolculuk yapmamıştım, dedi yaşlı ressam hafif
alaycı bir tavırla.
Rosendal gülümsedi. Bosch’un saygıdeğer tavrı, cesareti ve dayanıklılığı onu etkiliyor, aynı
zamanda da Bosch’a duyduğu cana yakınlığı arttırıyordu.
-
İşkenceler Bahçesinin ilk taslağını sattığım Bay Van der Hasselt’ı iyi tanırım.
Kendisi sadık bir dosttur. Böylesine geç bir saatte bile bizi memnuniyetle
karşılayacağından eminim. Konukseverliği bütün Brabant’da bilinir. Onun evinde
yiyip içtiğim kadar başka hiçbir yerde yiyip içmemişimdir.
Ay görkemli şatoyu aydınlatırken Rosendal iki adamın dörtnala asilzadenin evinden
uzaklaşarak kendilerine doğru hızla ilerlediğini fark etmişti. Patika dar olduğundan, çarpışma
tehlikesini önlemek için at arabasını durdurdu.
İki atlı arabaya dikkat bile etmeden hızla geçip gitti.
-
İşte gerçekten acelesi olan bir tayfa!, dedi Hieronymus Bosch.
-
At arabasını dikkat çekmemek için dışarıda bırakalım, dedi Rosendal. Sonra da
atların yeniden yürümesini sağlamak için dilini damağına götürerek ses çıkardı.
Şatonun avlusuna geldiklerinde ikisi de ortalıktaki sessizliği garipsemişti.
-
Burada kimse yok mu?, diye sordu Dominikan rahibi aniden endişelenerek.
-
Bu çok saçma... diye yanıtladı şatonun içine girmek için adımlarını sıklaştıran
Bosch.
Geniş karşılanma odası da boştu; yine de büyük şamdanlar yeri aydınlatmaktaydı.
-
Hey! Kimse yok mu?, diye bağırdı git gide daha da endişeye kapılan Rosendal.
Daha önce geldiği bu yerleri hatırlayan Bosch elinden geldiği kadar hızlı bir şekilde misafir
salonlarına çıkan merdivenleri tırmanmaya başlamıştı. Önce alevlerini duvarlara yansıtan bir
şöminenin olduğu, mavi halılar serili küçük bir salondan geçti. ‘Hâlâ kimse yok’ diye
düşündü o kattaki sürüyle odanın kapılarını teker teker açarken.
Rosendal, Van der Hasselt’ın oda kapısının önüne geldiklerinde ona yetişmişti. Dominikan
rahibi yaşlı adama geçmesine izin vermesi için işaret edip kararlı bir adımla içeri girdi. Oda
bir sürü el şamdanıyla fazlasıyla aydınlatılmıştı. Şöminenin önünde Van der Hasselt kan gölü
içinde yatıyordu, ipek hırkası da kana bulanmıştı. Dostunu o şekilde bulan Hieronymus Bosch
korku dolu bir çığlık attı.
-
Tanrım!
Nicolaa hemen yakından teşhis etmek için Van der Hasselt’ın dibine diz çökmüştü.
-
Yaşıyor! Yaşıyor... soluğunun sıcaklığını hissedebiliyorum.
Ressam da mümkün olduğunca yakınlaşmak için dizlerini çöktü.
-
Benim, Bosch, Hieronymus Bosch, dostum, beni duyuyor musunuz? Ne oldu?
Fazlasıyla derinden gelen ve zayıf bir sesle Van der Hasselt ancak mırıldanabiliyordu:
-
Tablo... Tablo... Tabloyu çalmak ist...
85
Cümlesini bitirememişti.
-
Öldü, dedi Rosendal, Louvain Senyörü’nün gözlerini kapatırken. Ruhunun ebedi
huzura erişmesi için dua edelim.
Yaşadıklarına inanamayan Bosch, gözlerini hareketsiz surattan ayıramıyordu. Rosendal,
düşüncelere dalan ressamı rahatsız etmeye çekinerek ona bir süre dokunmamıştı. Ardından,
önce istavroz çıkarıp sonra da Bosch’un ayağa kalkmasına yardımcı olmak için onu
omzundan tuttu.
-
Burada kalmamamız gerekiyor, dedi yumuşak bir tavırla. Arkadaşınızın bu büyük
şatoda yalnız yaşadığını sanmıyorum. Hizmetçiler nereye gitmişler?
-
Korkaklar ilk çığlığı duyar duymaz kaçmış olmalılar, diye yanıtladı Bosch solgun
bir ses tonuyla.
Gözlerini yukarı doğru çevirmiş, duvarları inceliyordu.
-
Bakın! Buradaymış... dedi duvarda, görkemli bir dolabın üzerinde içi boş bir
şekilde duran tahta çerçeveyi göstererek. Taslak, tam karşımızda, bu duvardaymış!
Ölçülerini çok iyi biliyorum! Çerçeveyle uğraşmamak için taslağı bıçakla sökmüş
olmalılar!
-
Demek bu tuvali çalmak için onu öldürdüler. Bu bizim kuşkularımızı doğruluyor,
diye karşılık verdi Dominikan rahibi.
-
Tanrım, Tanrım, bu nasıl olabilir?, diye sızlamaya başlamıştı ressam.
Rosendal düşünüyordu; ‘Atlarımız aniden zehirlenmeseydi, buraya tam zamanında gelmiş
olurduk. Doğru tahmin etmişiz. Bois-le-Duc’teki cinayetler ile bu tablolar arasında bir ilişki
var. Bu zavallı Bosch’un solgun yüzüne bakıldığında, bütün bu olanlarla hiçbir ilgisi
olmadığına inanmak pek de zor değil!’
-
Korkunç canlandırmaları için sizin resimlerinizi kullananlar şeytani bir biçimde
planlanmış olmalılar. Yine de Van der Hasselt’ı öldürerek bize çok değerli bir
ipucu vermiş oldular!
-
Anlamıyorum?, diye sordu yüzü sapsarı olan ressam.
-
Anahtar, eğer varsa, sadece geriye kalan tabloda olabilir. Düşünün! Dostunuz Van
der Hasselt hâlâ bu odada birkaç dakika öncesine kadar o tabloya sahiptiyse,
demek ki cinayetlere ilham veren tablo bu değildi! Tabii Louvain Senyörü bu
katliamların elebaşı değilse...
-
Zavallı adam böyle bir şey yapmış olamaz, diye karşı çıktı Bosch. Ondan daha
yumuşak başlı bir dost tanımıyorum!
-
Demek ki bu cinayetlere ön ayak olan ikinci tabloydu. O Fransız’a sattığınız tablo
şeytanın hoşuna gitmiş olmalı!
-
Haklısınız, bütün bu işlerden sıyrılmamın tek yolu ol lanet Fransız’ı ikinci taslak
hakkında sorgulamak.
86
O sırada şatonun avlusunda uğultular duyulmaya başlamıştı. Rosendal, pencereden baktığında
ellerinde meşaleler, yaba ve sopalar olan erkekli kadınlı bir grubun şatoya doğru yaklaştığını
gördü. Bosch çatı altında kendini korumaya çalışarak yaklaşırken, o geriye çekildi.
-
Hizmetçiler... Senyörlerini kurtarmak için gruplar oluşturarak geliyorlar, dedi
ressam.
-
Kaçalım, diye bağırdı rahip başlarına gelebilecek tehlikenin büyüklüğünü ölçerek.
Onlar için çok uygun suçlularız. Uşaklar bizi şu anda öldürmeseler bile, kim sizin
buraya bir kanıtı ortadan kaldırmak için gelmiş olmadığınıza inanır ki?
-
Bu taraftan, diye işaret etti Bosch. Bu düşünceden kendisi de korkmuştu.
Tablonun bulunduğu duvarın tam karşısında asılı duran halıyı kaldırdı.
-
Van der Hasselt bu gizli geçitle övünürdü. Bu geçit, bitişik dairelerde yaşayan
sevgili karısından kaçamaklarını saklamak istediği dönemlerde şatodan gizlice
dışarı çıkabilmesini sağlıyordu!
Güruh, kendilerine güven kazandırmak için olduğu kadar saldırganları korkutmak için naralar
atarak şeref salonuna girerken, Dominikan rahibi kıyafetlerine bürünmüş iki adam da gizli
kapıyı dikkatlice kapadıktan sonra dar merdivenden inmeye başlamıştı. Duvardaki halı eski
halini aldığından, odanın içinden hiçbir şey belli olmuyordu.
Geçit, şatonun dışına, iki adamın arabalarını bıraktıkları yerin yakınlarına açılıyordu.
-
Neyse ki nöbetçi bırakmamışlar, dedi geçitten ilk çıkan Rosendal.
-
Onlar yeniden dışarı çıkmadan kaçalım! Bu vahşiler bizi dinlemeden
katledebilirler, dedi arabanın üzerindeki rahatsız oturağa yeniden çıkan ressam.
Yaşlı adamdan daha esnek olan Dominikan rahibi çoktan yerleşip atın yola koyulması için
kırbacı eline almıştı.
Başlıklarıyla yüzlerini örten iki Dominikan rahibi uzun dakikalar boyunca takip edilip
edilmediklerini kontrol etmek için sürekli arkalarına bakarak ilerledikten sonra Rosendal en
sonunda yerine rahatça yerleşmişti.
-
İyi sıyrıldık!
-
Evet, Tanrıya şükür, diye karşılık verdi ressam.
-
Ama Bois-le-Duc’e geri dönemeyiz. Zamanımız azalıyor. Tek çözüm yolu o
Fransız’ı konuşturmak için Provins’e gitmek... Gece uzun olacak; arkanızda
bulunan örtülerle soğuktan korunmanızı öneririm, dedi Dominikan rahibi yumuşak
bir ses tonuyla.
-
Teşekkürler dostum, diye karşılık verdi ressam minnettar bir tavırla. Anlaşılan
zorlukların sonuna gelmiş değiliz...
24
87
Milano – 23 Mart, akşam yedi suları
Uzun davetli kuyruğu Sforza Sarayı’nın büyük şeref merdivenlerine doğru ilerliyordu. Ailenin
armasını taşıyan uşakların ellerinde tuttuğu sadece dört büyük şamdanla aydınlatılmış devasa
dış cephenin koskoca gölgesi gelenlerin oluşturduğu sıraya düşüyordu.
Arabası sarayın köşesine yanaşırken kalabalık manzarayla karşılaşan Leonardo küçümser bir
tavırla ‘Bir parça ekmek kırıntısının etrafında toplanan karıncalar...’ diye düşündü. Yaşlı
ressam geri dönüp dönemeyeceğini hesapladıktan sonra ‘Ben de az sonra bu sıkıntının içinde
tıkılıp kalacağım!’ diye söylendi.
İçeride, şatafatlı salonunun girişinde, İmparator Maksimilyen’in eşi Blanche Sforza, ev sahibi
olan abisi ve üvey oğlu Philippe de Habsbourg eşliğinde davetlilerin kendilerini takdim
edişlerini karşılıyordu. Babasının karısına kendini beğendirme endişesi taşıyan, aynı zamanda
Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun böylesine zor bir döneminde uyandıracağı izlenimin
öneminin de farkında olan Philippe bu törene canla başla hazırlanmıştı.
Üstlerinde bütün hizmetçilerin giydiği yeşilli beyazlı kıyafet bulunan iki çığırtkan davetliler
içeri girdikçe onların isimlerini ilan ediyorlardı.
Sforza ailesi tarafından toplanan Milano’daki bütün soylu ve saygıdeğer kişiler Philippe
onuruna düzenlenen bu akşam yemeğine davetliydi.
Leonardo, sabırla geçirdiği uzun dakikaların ardından en sonunda şatonun girişinde bulunan
merdivenin tepesine erişebilmişti. Tam eşikten içeri girecekken ani bir uğultu kafasını
çevirmesine sebep oldu. Altı atın çektiği görkemli bir araba basamakların bitiminde durmuştu.
Luigi Benci arabadan indi. Hâlâ Ginevra’nın yasını tutan Floransalı zengin banker, diğer
davetlilerin süslü kıyafetlerinin zıddına koyu bir kıyafet giymişti.
Arabanın diğer tarafına geçen Benci kapıyı kendisi açıp elini içeri doğru uzattı. Gabriela
arabadan inmek için zarifçe babasının koluna tutundu.
Genç kadının görünmesiyle kalabalık arasında mırıldanmalar başlamıştı. Güzelliği öylesine
göz kamaştırıcıydı ki Leonardo tebessüm etmekten kendini alıkoyamamıştı. Gabriela,
göğüslerini yarı ortaya çıkaran geniş dekolteli solgun pembe renkte tafta bir elbise taşıyordu.
Kırmızı kadife bir kurdele kuşak gibi kullanılmıştı. Ama ressamın dikkatini en fazla çeken şey
onun ışıldayan çehresi olmuştu. ‘İşte baharla birlikte açan bir çiçek’ diye düşündü babasının
solgun yüzüyle kızının saçtığı ışıltı arasındaki zıtlığı ölçen yaşlı adam.
Yarattığı etkiden memnun olan Gabriela beyefendilerin kendisine odaklanan bakışlarını
hissedince pembeleşmişti. Bu akşamı sabırsızlıkla bekliyordu. Annesinin ölümünden beri ilk
defa babası yasını bozmuş ve onun isteğiyle yeniden insan içine çıkmıştı.
Leonardo da Vinci birkaç dakika daha süren sabrın ardından en sonunda ev sahiplerinin önüne
varmıştı. Sforza ailesinin bu sarayında içtenlikle çalıştığı zamanlarda daha ufacık bir genç kız
olarak tanıdığı Blanche’ı oldukça samimi bir şekilde selamladı.
88
İmparatoriçe, eskiden gözlemlediği utangaç çocuğa hiç de benzemiyordu. Ressam, onun
tavrının hangi kısmının kıyafetiyle, boynunu ve alnını süsleyen parıltılı yakutlardan oluşan
değerli mücevherleriyle ilişkilendirilebileceğini sordu kendi kendine.
-
Evinize hoş geldiniz, dedi Blanche kaybolan çocukluğunun gülümsemesiyle.
Vinci sessizce eğildi. Tekrar doğrulduğunda bakışları Philippe’inkilerle kesişmişti.
-
Sayın Vinci sizi bu kadar çabuk tekrar görebilmek ne büyük mutluluk, dedi genç
adam samimiyetle ressamın ellerini sıkarak.
-
O mutluluk ve şeref esas bana ait efendim, dedi ressam Philippe’e yaklaşarak.
Ardından sesini kısarak.
-
Bugün elime ulaşan bir mektupta Papa Hazretleri beni Roma’ya çağırma lütfunda
bulunmuşlar. Birkaç gün içinde orada olacağım. Bundan kısa bir süre önce
yaptığınız ziyaret içinize doğanların bir kanıtı olmalı, diye ekledi yaşlı adam
komik bir şekilde bıyık altından gülerek.
-
Sizin yardımınızı fazlasıyla arzuluyoruz, diye karşılık verdi sadece Philippe
ressamın kolunu bırakırken.
‘Durumlardan faydalanmak yetmez’ diye düşündü Leonardo da Vinci. Bakışları, önünde
hemen yeni bir grup davetlinin toplandığı prensi izliyordu. ‘Başlamaktan korkmamalı; sadece
zayıflar korkar büyük ve korkunç şeyleri gerçekleştirmeye...’
Yaşlı ressam dudaklarındaki gizemli gülümsemeyle diğer davetlileri ayrıcalıklı bir konumdan
incelemek için biraz daha orada oyalandı. Neredeyse girişin tam karşısına düşen bir banka
otururken ‘Bu güzel Milano sosyetesinin Sforzaların önünde boyun eğdiğini görmek benim
için yeri doldurulamaz bir manzara olarak kalacak’, diye aklından geçirdi.
-
Bay Luigi Benci ve Sinyorina Gabriela Benci diye ilan etti bir hizmetçi.
Philippe de Habsbourg, birkaç gün önce Leonardo da Vinci’nin atölyesinde görüp hayran
kaldığı hatlara sahip olan esmer genç kadını heyecanla hemen tanımıştı. İçinde bir ürperti
hissetti.
Ressam gözünün ucuyla genç prensin bakışlarındaki şiddetli ateşi uzaktan hissetmişti.
Bu gösterişli karşılamanın etkisi altında kalan Gabriela, gözlerini hükümdarın bakışlarına
doğru kaldırmaya pek cesaret edememişti. Genç kız uzaktan ressamı görünce babasının
kolundan çıkıp onu selamlamak için o tarafa doğru yöneldi.
-
Sizinle burada karşılaşmaktan ne kadar mutlu olduğumu bilemezsiniz, diyerek
Ustanın yanına oturdu.
-
Ben de Matmazel... ben de! Mutlu olan sadece ben değilim sanırım, diyerek hâlâ
birkaç adım ötede davetlilerin takdimlerini kabul eden Philippe’e çenesiyle işaret
etti.
Kafasını çevirdiğinde genç kadın en sonunda İmparatorun oğlunu görmüştü. Genç adam,
arada biriken uzun davetli sırasına rağmen gözlerini Gabriela’dan ayıramamışa benziyordu.
89
Leonardo, son günlerde birçok kez resim kâğıdına aktarmış olduğundan dolayı artık çok iyi
bildiği o bakışların parıltısını süzdü. Şu birkaç sevimli kelimenin ardından, Gabriela sanki
prensin görünüşüne kapılmış ve kaybolup gitmiş gibiydi. Yaşlı ressam genç kızı ele geçiren
aşikâr büyülenmeyi fark edince ‘Çocuğun, beyaz üniformasının içinde pek de güzel
durduğunu kabul etmek gerek’ diye düşündü.
Artık son davetliler devasa yemek salonuna geçmek için acele ediyorlardı. Philippe de
Habsbourg, birkaç dakika önce babasının eşlik etmeye başladığı Gabriela’nın olduğu tarafa
doğru yürürken onlara pek de dikkat ediyor gibi gözükmüyordu. Prens önlerinden geçerken
Luigi Benci ve Leonardo mümkün olduğunca eğildiler. Sadece Gabriela gözleri Philippe’e
odaklanmış bir şekilde dimdik kalmıştı. Genç adam ona gülümseyip, hafifçe başını eğdi.
Genç kadın, kendisine bir ömür gibi gelen bir süre boyunca onun uzaklaşmasını izledi.
-
Hayrola kızım, rüyada mısınız?, diye sordu babası.
Bütün konuklar kendilerine ait masalarda çoktan yerlerini almışlardı.
Gabriela göz kamaştıran bir şekilde gülümseyip babasının uzatmakta olduğu koluna girdi.
-
Habsbourg Prensi hakkında ne biliyorsunuz?, diye sordu genç kadın doğruca.
Uşaklardan biri onları masalarına doğru götürüyordu.
Nal şeklinde kocaman bir masa salonun büyük bir kısmını kaplıyor, hizmetle görevli herkes
ortadaki boşlukta oradan oraya koşturuyorlardı. Masanın üzerine üst üste konulan gümüş ve
altın kaplama tabaklar, konuklara ışık sağlamak için duvarlara asılan büyük şamdanlara
yaraşıyordu. Alevlerin ışığında bütün salon değerli metallerin yansımasıyla parıldıyor, her
tarafa ışıltı saçıyordu.
-
Ne mi biliyorum? Tabii ki herkesin bildiği kadarını biliyorum! Philippe Marie de
Bourgogne’un oğludur. Annesi ölünce Hollanda kendisine miras kaldı. Katolik
Kralların kızı Jeanne ile evli ve ondan sanırım bundan on sene önce Gand’da
dünyaya gelen bir oğlu var. Ne yazık ki...
-
Yazık mı?
-
Tabii ki kızım! Aklınız nerede sizin?, diye şaşırdı Luigi Benci. Karısının akıl
sağlığından dolayı her şeyden elini eteğini çektiğini bilmiyor muydunuz? Jeanne
kapalı yaşıyor. Avusturya arşidükü pek de mutlu olmasa gerek, inanın bana!
Gabriela ve babası en sonunda yerlerine geçtikleri sırada salonun dört köşesinden çalan
trompetler ilk sıcak yemek servisinin yapılacağını duyuruyordu.
Genç kadın Philippe’e sadece on metre uzaklıkta bir yere oturduğunu fark etti. Genç adamın
kafasında altından gür saçlarının göründüğü kısa kenarlıklı kızıl bir başlık vardı. Gabriela ile
bakışları kesişince özel, yumuşak bir gülümseyişle başını eğerek selam verdi. Genç kadın
görgü kurallarını umursamayarak gözlerini indirmemişti. Tam tersine o da en hoş gülümseyişi
ve hafif bir baş hareketiyle karşılık vermişti.
90
Sforzaların pek de uzağında oturmayan Leonardo bu manzaranın bir anını bile kaçırmamıştı.
Blanche yaşlı ressamı özellikle kendi yakınına yerleştirmişti. Fazla vakit kaybetmeden
konuşmaya başladı.
-
Sayın Vinci, kulağıma yeniden resimden tat almaya başladığınız geldi. Üstün
gerçeklik anlayışı olan bir tablodan bahsedildiğini duydum. Daha önce kimsenin
uygulamadığı bir teknik kullanmış olmalısınız... Herkes modelinizin büyüleyici
tebessümünü konuşuyor.
-
Bana karşı çok iyisiniz Majesteleri, diye karşılık verdi bu iltifatla koltukları
kabaran yaşlı usta. Aslında, tadını uzun zamandır unuttuğum bir zevki yeniden
keşfettim. Majesteleri görme dileğini bahşettiği zaman size bu tabloyu gösterme
onuruna erişmeyi isterim, diye ekledi Leonardo aşırı bir saygıyla.
-
Ne hoş bir fikir! Sanırım bir dahaki sefere sizin Almanya’ya gelmeniz imkânsız
değildir?, diye sordu sesini alçaltarak.
-
Aslında bu ihtimaller dahilinde, diye yanıtladı ressam aynı ses tonuyla. Yeni
görevinin kendi amaçlarına ne kadar uygun olduğunu düşünüyordu bir yandan da...
-
Seyahatiniz bittiğinde, beni ziyaret edeceğinizden eminim, diye diretti Blanche.
İmparator sizi tekrar gördüğüne sevinecektir. Size çok değer veriyor. Şunu
söyleyebilirim ki size çok büyük bir güven duyuyor, diye ekledi Blanche ciddi bir
tavırla.
-
Buna layık olmaya çalışacağım, diye karşılık verdi ressam.
Bu cevaptan tatmin olan Blanche gülümsedi ve yemeğe başlamak için onun işaret vermesini
bekleyen sabırsız konukların bakışları altında iştahla az önce önüne bırakılan üzümlü
bıldırcınlardan yemeye başladı.
Leonardo başını döndürdüğünde Luigi Benci’nin dediklerini duymuştu:
-
Hiçbir şey yemiyorsunuz! Ne var aklınızda sizin?
25
Milano – 23 Mart, gece yarısı
Gabriela nefes almak için kısa bir süre durdu. Uzakta, kendisini caddenin köşesine bırakan
araba sarsılarak gidiyordu. Kısa bir süre sonra arabanın feneri gecenin karanlığında sönüp
gitmişti. Genç kız kalp atışlarının Milano’nun dar sokaklarındaki bu gece yolculuğundan mı
yoksa akşamki duygularından mı kaynaklandığını artık bilmiyordu. Yolunu yürüyerek
tamamladı.
Bu gece farklı bir şekilde güzeldi. Kuru bir hava vardı; dolunay etrafa hafif bir aydınlık
sunuyordu. Gitmekte olduğu beklenmedik davetin heyecanıyla Gabriela, Milanoluların övünç
91
kaynağı olan bu şehir içindeki bahçenin tadını çıkaramamıştı. Genç kadının içinden geçtiği
park Sforzalar tarafından şehre hediye edilmişti; şatonun arazisinden en azından iki metrelik
kalın bir duvarla ayrılıyordu. Özel mülke giriş ve çıkış sadece ufak demir bir kapıdan
mümkündü.
İşaret edilen yere, ferforje kapının önüne geldiğinde genç kız dikkatle saçlarını düzeltti. Bir el
hareketiyle gecenin bu soğuğunda biraz katılaşmış olan pembe elbisesinin kıvrımlarını
düzeltti. Derin bir soluk aldıktan sonra, söylenildiği gibi soğuk demir kapıya üç kez tıklattı.
Kapı yavaşça gıcırdayarak açılmıştı.
-
Hızlı geldiniz. Sizi bu kadar erken beklemiyordum, diye fısıldadı Philippe
gülümseyerek.
Gabriela, dolunayın ışığında prensin parlak gözlerinin ışıldadığını görüyordu. Görkemli
duruşunun gölgesi genç kızın bütün bedenini kaplamıştı.
Philippe gülümsemesini bozmadan bir adım ilerledi.
-
Sınırları dahilinde hiçbir sıfatımın olmadığı bu saraya hoş geldiniz Sinyorina.
Rüzgâr esintisiyle titreyen Gabriela kolsuz üstlüğünü omuzlarına örttü. Gözlerini
kaldırdığında ayın bulutların arasından sıyrıldığını gördü. Soğuk ışığın altında çalılar ve
çiçekler de patikalara gölge oyunları yapıyordu.
-
Babam yorgundu. Biz döner dönmez uyumak için odasına çekildi. Kimseye fark
ettirmeden evden çıkabildim. Ama belki de Altesim daha şimdiden burada
oluşumdan pişmandır?
-
Hayır değil! Tam tersine, burada bulunuşunuzdan mutluluk duyuyorum; bu sıradışı
gece buluşmasına gelerek beni onurlandırdığınız için teşekkür ederim.
Gabriela, İmparatorun oğluna artık derin bakışlarla bakıyordu. Birkaç saat önce, akşam
yemeğinin ardından Philippe’in kendisini aniden kenara çekip herkesin duymasını sağlamak
için özellikle fazlaca yüksek sesle konuştuğu o ateşli anları yeniden yaşıyordu: “Herkül mü?
Hayır Sinyorina! Gözleriniz sizi yanıltmış olmalı! Bu heykel Nessus’un bluzuyla zehirlenen
yarı tanrıya değil, Chronos’a ait, ısrar ediyorum Chronos!”
Ne yapacağını şaşırdığından kendisinin heykel kürsünün mermer ayaklığına kadar
sürüklenmesine izin vermişti. O zaman Philippe kalabalığa sırtını verip tıpkı şu anda ay
ışığında yüzünü aydınlatırcasına gülümsediği gibi etkileyici ve ışıltılı bir şekilde
gülümsemişti. Ardından parmaklarını açmadan yumruğunu uzatmış ve bir pusula vermişti.
Gözlerini prensin gülümsemesinden ayıramayan ve kâğıdın üzerinde daha o andan itibaren ne
yazdığı merakına kapılan Gabriela hiç düşünmeden uzatılan elin içindeki pusulayı almıştı. Ve
bir an elleri arkasında, orada öylece yalnız kalakalmıştı. Ardından babasıyla birlikte geri
dönüş yoluna katlanmak zorunda kalmış, kuşağına sıkıştırdığı ve ateşe atılmış bir demir gibi
bedenini yakan pusulayı okuma fırsatı bulamamıştı.
Odasında yalnız kalana kadar beklemesi gerekmişti.
92
“Matmazel,
Bu mesajın size ne denli yersiz hatta belki de terbiyesizce gelebileceğini biliyorum. Yine de bu
sözcükleri yırtmayacağınıza ya da ateşe atmayacağınıza inanıyorum. Size bu satırları
yazarken şu an yemek yediğimiz bu sarayın bahçelerinde gece yarısı benimle yeniden
görüşmeye tenezzül edeceğinizi bilmekten başka bu dünyada daha fazla hiçbir şey
istemediğimi itiraf etmek zorundayım. İnanın ki ikimizin de çıkarlarını aşan, karar alınması
gereken bir konudan size bahsetmek önemle iştigal etmekte. Kabulünüz ümidiyle...”
Bu satırlar, gizli kapıdan girmek için neler yapılması gerektiğini anlatan tariflerle devam
ediyordu.
-
Lütfen oturunuz, diye yeniden söze başladı Gabriela’nın düşündüklerini bölen
Avusturya Arşidükü. Bu taraftan, buralara yerleştirilmiş bir bank olduğunu
hatırlıyorum, diyerek daha uzaklara götürdü Gabriela’yı. Orada daha rahat ederiz.
Sanırım Sayın Leonardo da Vinci’yi tanıyorsunuz?
-
Evet! Evet... çok iyi tanıyorum. Babam kendisine kısa süre önce Aziz JeanBaptiste tablosu ısmarladı. Eğer burada, Milano’daysam, bu, onun yıllar önce
başladığı annemin portresini tamamlayabilmesi içindir!
-
Aziz Jean-Baptiste mi? Bu mükemmel bir fikir. Sanırım önceki gün atölyedeki
resmide gördüğüm de sizdiniz.
-
Siz... Siz onun atölyesinde miydiniz?
-
Tabii ki; prensler her zaman şatolarda yaşamaz. Ben de bazen sokaklara çıkarım!
Babam Sayın Vinci’ye birincil dereceden önemli bir görev emanet etmek istedi.
Burada oluşumun bir kısım sebebini de bu teşkil ediyor. Bana böylesine geç bir
saatte eşlik etmenizi istediysem, bunun sebebi yarın gün doğarken Milano’yu terk
etmek zorunda oluşumdur. Gitmeden evvel, Vinci’nin kişiliğini daha iyi
belirlemek istedim.
Biraz sarsılan Gabriela bir an düşündü.
-
Ne yazık! Korkarım sizi hayal kırıklığına uğratacağım! Bu akşam siz Altesin
aradığı bilgileri sunabilecek bir sürü davetli vardı!
-
Şüphesiz! Şüphesiz! Ama dürüst olmak gerekirse Matmazel Benci, bunları sizin
ağzınızdan duymak isterdim, diye devam etti Philippe sesini alçaltarak.
Bu iltifat Gabriela’yı etkilemişti.
-
Benim de dürüst olmam gerekirse, Leonardo da Vinci için büyük bir hayranlık
besliyorum.
-
Ben de, yeteneğine hayranım. Varlıklara ve nesnelere böylesine büyük bir hayat
verme yetisi taşıyan bir ressam ile nadiren karşılaşmışımdır. Siz kendisine
modellik yaparken, size hiç Kutsal İmparatorluktan bahsetti mi?
93
-
Altes, sanıyorum ki Sayın Vinci ülkenize hiç de gönülden bağlı değil. Hatta
ressamlarınızı kötüleyen şiddetli konuşmalarına fazlasıyla şaşırmıştım. Bundan
kısa süre önce Bosch ve Dürer hakkındaki korkunç eleştirilerine şahit olmuştum. O
bazen fazlasıyla yumuşak başlı olurken bazen de öylesine öfkeli oluyor ki...
Arşidükün kaşlarının çatıldığını görünce Gabriela hemen konu değiştirmek istemişti.
-
Biraz dırdırcı olduğu doğru, ama aynı zamanda her şeye meraklı. O büyük bir
bilgin. Şu sıralar insan vücudunun haritasını çıkarmakla uğraşıyor.
-
İnsan vücudunun mu dediniz? Ne kadar garip!, diye şaşırdı Philippe üzerinde
uzunca düşünerek.
-
Garip mi?, diye karşı çıktı genç kız. Bana sorarsanız oldukça heyecan verici. Onun
etkisiyle bütün kitapları okuyarak daha da fazla şey öğrendim.
Philippe’in şaşkın ifadesi karşısında genç kız gülümsedi.
-
Ben tıp doktoru olmak istiyorum. Ustadan beni dostu Profesör Marco Antonio
Torre’ye önermesini rica ettim. Pavie Üniversitesinde onun eğitimlerini takip
etmeyi çok isterim.
-
Tıp doktoru mu? Bir bankerin kızı için gerçekten de tuhaf bir uğraş.
-
Babam gibi konuşuyorsunuz!
Bunu söylediği sırada genç kız, prensin yüzünün ay ışığıyla aydınlanmasını izliyordu.
Gözlerinde onu sarsan bir derinlik okuyordu.
-
Ben de bilimle ilgilenmek isterdim. Ama ne yazık ki durumum buna uygun
değildi.
Bu karşılıklı güvenden etkilenen Gabriela cevap vermeye yeltenememişti.
-
Belki Pavie’de ruhları da tedavi etmeyi öğrenmek zorunda kalırsınız?
-
Bunun sadece bir okulda öğrenilebileceğine inanıyor musunuz?
-
Ah! Bu doğal halinizi nasıl sevdim bir bilseniz! Bugüne kadar böylesine sade ve
güzel bir genç kızla karşılaşmamıştım, diye fısıldadı prens Gabriela’nın elini
öpmek için tutarken.
Bu duygu Gabriela’yı şaşkına çevirmişti.
-
Ama siz üşüyorsunuz, diye bağırdı prens. Ne kadar de düşüncesizim! Üzerinizde
sadece elbiseniz var ve vakit gece yarısını geçti. Biraz yürüyelim mi? Isınırsınız,
dedi Philippe kendi ceketini çıkarıp özenle genç kadının omuzlarına bırakırken.
-
Teşekkürler, dedi sadece bankerin kızı; yaşadığı anı elinden geldiğince uzatmak
istiyordu. Çok küçüklüğümden beri bu parkı keşfetmeyi hayal etmiştim. Beni
gezdirmek ister misiniz?
-
Zevkle, diye yanıtladı Philippe davetlisine kolunu uzatırken.
Bu gezinti boyunca Gabriela kendisini öylesine alışılmadık bir hafiflikle beşikte
sallanıyormuş gibi hissediyordu ki, neredeyse hiçbir şey söylememişti. Mutluluk içinde
94
prensin kendine her ağaçlığı tasvir edişini dinliyordu. Arşidük ne kadar da çok şey biliyordu!
Onun için ağaçların arasından nadir bulunan esansları topluyordu. Aynı zamanda, tıpkı üvey
annesinin kendisine zamanında anlattığı gibi, komik bir şekilde Sforzaların bu bahçede
başlarından geçen talihsizlikleri de anlatıyordu.
-
Ve bir gün, dük, sizin tam şu an bulunduğunuz yerde duruyormuş, dedi bir çalılıkla
bir çiçekliğin gölgelerinin kesiştiği yeri işaret ederek. Metresinin geldiğini sandığı
için yere diz çökmüş, ama gelen kâhya kadınmış!
Gabriela’nın boğuk kahkahasının gürültüsü sessizliği bozmuştu. Büyülenen Philippe bu
kahkahanın Milano gecesinde sönüp gitmeden önce her notasını aklında tutmaya çalışır
gibiydi.
-
Çok geç olmalı, dedi Gabriela küçük ferforje kapının yakınına giderken. Zamanı
durdurmak ne güzel olurdu! Mutluluk anları hiç bitmemeli...
-
Bana söz verin, dedi aniden Philippe ciddi bir ses tonuyla.
-
Ne konuda?
-
En kısa sürede yeniden görüşmemiz konusunda.
-
Size söz veriyorum. Hiçbir şey ve hiç kimse sizi yeniden görmeme engel olamaz,
diye fısıldadı genç kadın prensin kulağına.
O anda Philippe’in sıcak soluğunu yüzünde hissetti. Gabriela gözlerini kapatıp dudaklarının
genç adamınkilerle birleştiği anın tadını doyasıya çıkardı. İki genç uzun dakikalar boyunca
birbirlerine sarılmış şekilde öylece kalakaldılar.
En sonunda prens yumuşak bir ses tonuyla sessizliği bozmuştu.
-
Ayrılmamız gerekiyor.
-
Biliyorum, diye üzüntülü bir tavırla karşılık verdi Gabriela prensin ceketini ona
geri vermek için omuzlarından indirirken.
Prens eliyle ceketin onda kalmasını işaret etti.
-
Gitmeden önce! Sözünüzü hatırlayın Gabriela!
-
Hiçbir şey ve hiç kimse! Size söz veriyorum, diye vurguladı Gabriela bahçe
kapısına yönelirken.
Genç kadın daha bahçe duvarını geçmemişti ki işittiği kuvvetli bir çığlıkla arkasına dönüp
baktı. Korkmuş bir şekilde elini ağzına götürdü: üç serseri yerde yatan Philippe’in bedenini
çevrelemişti.
-
Philippe! Philippe!, diye bağırdı atılarak.
Bir dakika sonra adamlardan biri tarafından yakalanmış ve bir saman çöpünün rüzgârda
havalanışı gibi yerden kaldırılmıştı. Genç kadın var gücüyle boşuna çırpınıyordu, saldırganın
kolları arasından hiçbir şey onu kurtaramazdı. Adam Gabriela’nın haykırmasını engellemek
için eldivenli elini kabaca ağzına kapamıştı.
95
-
Elinizi çabuk tutun da bu şirreti de öldürmek zorunda kalmayayım!
Kurtulmaya çabalamak için elini ayağını oynatan Gabriela diğer iki haydudun prensi bağlayıp
kafasına bezden bir torba geçirdiklerini gördü. Ardından büyük olanı prensi çizmelerinden
kaldırdı, küçük olan da prensin başını kavramıştı.
-
Küçük kapıdan çıkın, diye emir verdi hâlâ Gabriela’yı tutan adam. Atlar caddenin
aşağısında. Çabuk gidin, ben gelirim!
Genç kız boynuna şiddetli bir darbe yiyip bilincini kaybetmeden hemen önce imparatorun
oğlunun ortadan kaybolduğunu görmüştü.
Gabriela, doğan güneşi karşılayan kuşların cıvıltısıyla kendine gelmişti. Kendini bu şekilde
çayırda yatar halde bulunca şaşırmıştı; yaşananlar yavaş yavaş hatırına geliyordu. Akşam
yemeği, gece buluşması, uzun yürüyüş, öpüşmeleri, kaçırılma, hepsi aklında sıraya giriyordu.
Ağrıyan boynunu ovuşturarak ne yapması gerektiğini düşündü. ‘Hiç kimse o gece benim
onunla yalnız olduğumu bilmemeli! Yoksa imparatorun oğlunu kaçırma komplosuyla
suçlanabilirim! Bunu kim yapmış olabilir?’
Dengesini toparladığında genç kız küçük ferforje kapıdan, kapıyı arkasından kapatmaya özen
göstererek, çıktı ve bahçeyi terk etti.
Hâlâ uyanmamış olan şehrin damları üzerinden güneş yükselirken Gabriela kuşku
uyandırmadan babasının evine dönmek için acele ediyordu.
Kararı kesindi:
-
Sözümü tutacağım: hiçbir şey ve hiç kimse onu yeniden bulmama engel olamaz!
26
Büyük Papalık Bölgesi – 25 Mart, sabah yedi suları
Louis Cottard birkaç kuru dal atarak ateşi canlandırmıştı. Alevler çabucak hanın geniş
salonundaki büyük şöminede yükselmeye başladı. Birkaç sene önce karısı ve beş çocuğuyla
buraya yerleşen hancı, Paris’e doğru yolculuk yapanlara kiraladığı odaların geliriyle oldukça
sade bir şekilde yaşıyordu. Gösterişli yapı Seine nehrinin kıyısında, Montereau yolu boyunca
uzanıyordu. Nehir Cottard ailesinin günlük yemeğini karşılayacak kadar verimli bir balık
avına olanak sağlıyordu.
Yolculara ayrılmış olan katta sadece iki oda doluydu. Bu iyi adam önceki gün, akşamın
oldukça geç saatlerinde uzun bir yolculuktan bitkin düşmüş iki Dominikan rahibini
karşılamıştı. İkisi de yemek yemeye zaman ayırmamıştı. Louis Cottard onlara sadece birer
bardak süt ve sırf yiyecek bir şey olsun diye birkaç ceviz çıkarmıştı.
96
Hancı yeni sağdığı sütü sıcak tutmak için tencereye boşalttığı sırada iki Dominikan rahibi
aşağıya indi.
-
Erkencisiniz kardeşlerim!
-
Tanrı hizmeti zaman tanımaz, diye cevap verdi daha yaşlı olanı belirgin bir alman
aksanıyla.
-
Haklısınız, dedi ev sahibi istavroz çıkararak. Buyurun oturun! Gördüğünüz gibi bu
sabah kalabalık değiliz. Ben de tam biraz taze süt ısıtıyordum.
İki rahip ateşe en yakın masaya yerleşirken Cottard da onlara esmer ekmek ve tahta bir
tepsiye konmuş yuvarlak bir peynir getirdi.
-
Bu briyi1 tadın. Ville-Saint-Jacques’dan geliyor, bakalım nasıl bulacaksınız?
Birkaç kelime mırıldandıktan sonra genç olanı istavroz çıkarıp iştahla yemeye koyulmuştu. O
sırada hancı önlerine birer koca kap sıcak süt koyuyordu.
-
İşte! Peynirimi şereflendiriyorsunuz, dedi hancı yolcuların masasına oturmak için
bir tabure çekerken. Ülkenizde her gün yeme fırsatı bulamıyorsunuzdur değil mi?
Yaşlı rahip gülümsedi ve burnunu yeniden süt kabına soktu.
-
Söyleyin hancı, biz Louis de Beuze adında birini arıyoruz; belki siz
tanıyorsunuzdur?, diye sordu genç olanı.
-
Louis de Beuze! Tabii ki tanıyorum. Moret kapılarının orada, Loing’in dış
tarafında oturur. Demek bu şarap ona gidiyor!
-
Yok yok, değil, diye böldü genç rahip. Melun’daki Dominikan kardeşlerimize
götürüyoruz. Başrahip Moselle şarabına bayılıyor...
-
... Biz Bay de Beuze’e sadece bir haber iletecek olan elçileriz, diye devam etti yaşlı
olanı.
-
Anlıyorum, dedi Louis Cottard alnını kaşıyarak.
-
Onu iyi tanıyor gibisiniz?
-
Buradaki herkes onu tanır! Evlerin ve toprakların dörtte üçüne sahiptir kendisi!
-
O kadar zengin demek?
-
Ne diyorsunuz, servetini İtalya seferlerinden elde etti! Bundan on sene evvel
Bayard şövalyesinin yanına yerleştiğinde sadece basit bir demirciydi. Napoli’de
büyük bir hazine bulduğu söyleniyor, diye ekledi hancı kendinden emin bir
ifadeyle.
1
Bri (Brie): Bilinen en ünlü Fransız peyniri olma özelliği ile “peynirlerin kraliçesi” olarak ayrı bir üne sahip
olan Brie, tatlı yapımında kullanılan başlıca peynirlerden biridir. Büyük tekerlekler görünümünde üretilir.
Tadının en yoğun olduğu dönem peynir yüzeyinin kahverengiye dönüşmeye yaklaştığı aşamadır. Tahta bir kutu
içerisinde saklanması önerilen Brie’nin, oda sıcaklığında servis edilmesi tavsiye edilir. Aromalı tadından dolayı
krakerlerle servis edilir.
97
İki Dominikan rahibi duyduklarının önemini birbirlerine belli edercesine bakıştılar. Tek
kelime daha etmeden yemeklerine devam ettiler.
Yemek masraflarını ödedikten sonra Nicolaa Van Rosendal ve Hieronymus Bosch yeniden
arabalarına binip Moret-sur-Loing’e gitmek için Seine nehri boyunca uzanan yola
koyulmuşlardı.
-
İçimde garip bir his var, dedi dişlerinin arasından Rosendal.
-
Benim de, diye karşılık verdi Bosch. Beuze ve Bayard arasındaki ilişki bana hiçbir
şey ifade etmiyor. Umarım onu da öldürülmüş olarak bulmayız!
Rosendal kafasını salladı. Nedenini bilmese de ressamın yanında oluşu ona güven veriyordu.
‘Saatler geçtikçe onun hakkında yanılmadığıma kanaat getiriyorum’.
Otoritelerin kendisine verdiği görev, yaşlı adam karşısında kendisini deneyimden yoksun
hissetmesini ve yaşına rağmen taşıdığı güce hayran olmasını engellemiyordu.
-
Üşümediğinizden emin misiniz? Arka tarafta fazladan bir tane daha örtümüz var,
dedi yol arkadaşına yumuşak bir ses tonuyla.
Bosch içtenlikle gülümseyip kafasını salladı.
Bir saat sonra iki adam, Seine nehrinin kıvrımlarından birine hâkim olan burnun üzerine inşa
edilmiş yapının yakınlarına gelmişlerdi.
Çevrelerini saran iri bekçi köpeklerinden dolayı, ısırılmak korkusuyla araçlarından inmeye
cesaret edememişlerdi. Köpeklerin havlamaları ve korkan atın kişnemeleri nihayet evden üstü
başı kir pas içinde olan genç bir kızın çıkmasıyla sona erdi.
Kız, iki yırtıcı hayvanı bağlayıp Dominikan rahiplerini kepenkleri henüz tam açılmamış olan
bir salona götürdü. Salon, zaferli zamanların anılarıyla doluydu. Duvarlarını, iki adamın da
nereden geldiğini çıkaramadığı türden ganimetler süslüyordu. Kıvrık bıçaklı garip silahlar,
yabancı yazılarla donatılmış panolar: her yerde, ülkelerin fatihi tarafından gerçekleştirilen
seyahatlere ve yaşı dolayısıyla onu burada tutan anılara tanıklık eden eşyalar vardı.
Sabır içinde geçen uzun dakikaların nihayetinde kapı açıldı. Bosch, birkaç yıl önce
kendisinden İşkenceler Bahçesinin taslağını satın alan çevik centilmeni karşısında gece
kıyafeti giyinen şişman bir adam olarak görünce tanımakta zorluk çekmişti.
Adam sapsarı ve vücudu şişmişti. Kafasında düğümlü bir bez vardı. Donuk bakışları kendisini
bitkinleştiren hastalığı belirginleştiriyordu.
-
Kimsiniz, benden ne istiyorsunuz?, diye sordu yırtık elbiseli kızın çektiği koltuğa
yığılmış vaziyette içeri giren Louis de Beuze.
Hieronymus, Louis de Beuze’ün kendisini tanımadığını fark etmişti. ‘hastalığından dolayı
gözleri iyi görmüyor olsa gerek’ dedi ressam kendi kendine; böyle kimliği belirsiz kalabilmek
iyiydi.
Durumun çıkarını anlayan Rosendal söze başladı.
98
-
İsmi saklı kalması gereken önemli bir şahsiyet tarafından gönderildik. Bu bilgili
koleksiyoncu, bundan birkaç yıl önce Bois-le-Duc’ten satın alınan bir tabloya
sahip olduğunuzu öğrenmiş.
Louis de Beuze cevap olarak sadece kafasını eğdi; böylece Nicolaa’ya da bahsettiği konuya
devam etmesini işaret etmişti.
-
Müvekkilimiz bu tuvali yeniden satın alabilmek için size makul bir ücret ödemeye
hazır.
Bu sözlerin ardından hastayı bir ürperti almıştı.
-
Söz konusu olan Bosch adında bir ressamın çizdiği bir taslak mı?
-
Aynen öyle, diye yanıtladı Nicolaa.
-
Boşuna gelmişsiniz! Onu elimden çıkarmak istemiyorum, diye homurdandı
konuşmanın bittiğini işaret edercesine ayağa kalkan de Beuze.
-
En azından tabloyu görebilir miyiz?, diye sordu Bosch.
-
Müvekkilinizin yüklü bir ödeme yapmaktan çekinmeyeceğini mi söylüyorsunuz?,
diye sordu yaşlı ve hasta adam bir anda yeniden koltuğuna oturarak.
-
Kesinlikle! Yoksa böylesine uzun bir yolculuğa neden çıkalım ki?
-
Peki, para yanınızda mı?
-
Müvekkilimiz bizi öylesine yüklü bir parayla yolculuğa gönderecek kadar saf
değildir. Bizi sizi bulup, elinizdeki eserin gerçekten onun aradığı tablo olduğunu
teyit etmemiz için görevlendirdi.
-
Hayır! Tekrar söylüyorum, hayır! Boşuna ısrar etmeyin. Ben satıcı değilim, diye
tekrar etti de Beuze. Yine de ne yerinden kalkmış ne de konuşmanın bittiğini
belirten bir işarette bulunmuştu.
-
En azından iletmemiz için bize bir fiyat verin, diye önerdi Bosch. Bu sizi
zorlayacak bir şey değil!
-
Şu var ki...
-
Evet!
-
Şu var ki... Size hiçbir şey söyleyemem! Ben hasta bir adamım ve siz beni daha
sabahın köründe rahatsız ediyorsunuz. Bütün bunlara kafa yoramam...
-
Gerçekten çok üzgünüz, dedi Nicolaa yumuşak bir ses tonuyla. İyileşmeniz için
dua edeceğiz. Gün içinde daha geç bir saatte gelmemizi ister misiniz? Belki o
zaman tabloyu görebiliriz?
-
Teşekkürler! Teşekkürler, diye karşılık verdi yaşlı adam yorgun bir tavırla.
Dualarınıza gerçekten ihtiyacım var. Neredeyse hiçbir şeyi göremiyorum! Bu
eziyeti haftalardır çekiyorum. Ateşle beni bitkin düşüren bu hastalıktan nasıl
kurtulacağımı bilmiyorum...
99
Bunları dedikten sonra adam, yükselen ateşinden dolayı terden parlayan alnını sildi. Nicolaa
dizleri üzerine çöktü ve Bosch’un da aynısını yapmasını sağladı. Ellerini kavuşturup ev
sahibinin iyileşmesi için dua etti.
-
Bu tabloyu iyi bir fiyatla elimden çıkarmaya karşı gelmezdim. Ama... dedi biraz
rahatlık bulan adam aniden.
-
Ama?, diye araya girdi Bosch adamın biraz daha konuşmasını sağlamak için.
-
O tablo artık benim elimde değil!
-
Çalındı mı? Ne zaman?, diye sordu Nicolaa.
-
Kimse benden bir şey çalmadı! Ben onu Noel hediyesi olarak verdim! Yine de
müvekkiliniz iyi bir ücret ödemeye hazırsa, onu mutlaka geri alabilirim...
-
Ne yazık ki, eğer resmin orijinal olduğunu kanıtlayamazsak bu teklifinizi kendisine
iletemeyiz, diye sabırsızlandı Nicolaa. Peki, onu kime vermiştiniz?
-
Bunu size söyleyemem!
-
O zaman uzlaşma mümkün olmayacak, diye üsteledi Louis de Beuze’ün direncinin
kırıldığını hisseden Bosch.
-
İyi düşünün Bay de Beuze. Böyle bir teklifi görmezden gelebilir misiniz? Zengin
koleksiyoncumuzun fikir değiştirdiğini düşünsenize. O zaman ufak bir serveti geri
çevirdiğinize üzülmez misiniz?
Dinleyicisinin tereddütte olduğunu gören Van Rosendal doğru yolda ilerlediğini anlamıştı.
-
Size güvenebilir miyim?
-
Kıyafetlerimiz yeteri kadar güven vermiyor mu?
-
Öyle tabii, öyle! Kusuruma bakmayın, hastalıktan dolayı çok kötüledim, gerçekten
kendimde değilim. O resmi büyük bir dosta hediye ettim. Her gelişinde tabloya
hayran kalıyordu. Geçen senenin sonuydu. Sırf bu resmi ona vermem için
yalvarmaya gelerek beni şaşırttı. Karşı koyamadım, dedi yaşlı adam çaresiz bir
gülümsemeyle.
-
Güveniniz bizi şereflendirdi, dedi aldığı cevaptan memnun kalan Nicolaa. Bu
dostun adını istesek güveninizi kötüye mi kullanmış oluruz? Belki tabloyu
görmemiz için bizi ağırlamayı kabul eder? Belki söz konusu olan fiyatları
anlayacaktır...
-
Ne yazık ki! Korkarım bu imkânsız!
-
Ne kadar da sır doluymuş, dedi Bosch da sakin bir tavırla. Eğer gerçek bir dostsa
anlayacaktır... Belki de kendisini, sizin ne kadar istekle de olsa bu kadar bağlı
olduğunuz bir tabloyu kaybettiğinizden dolayı nasıl acı çektiğinize onu
inandırabiliriz...
-
İhtimamınız beni etkiledi, ama ne yazık ki söz konusu olan dost kendisinden böyle
bir şey istenilebilecek türden bir adam değil! Yine de belki deneyebilirsiniz...
100
-
Kesinlikle!, diye cevap verdi daha fazlasını bilmek isteyen Nicolaa.
Louis de Beuze sırayla iki Dominikan rahibine baktı.
-
O tabloyu, Uzun yıllar boyunca İtalya’da yanında savaştığım ünlü Bayard
şövalyesi Pierre de Terrail’a verdim. Hayatımı ona borçluyum! Onun cesareti
olmasaydı Napoli’deki ilk çatışmada ölmüş olurdum!
Bosch ve Rosendal bakışarak anlaşmışlardı.
27
Paris, Louvre Sarayı – 25 Mart, akşam dokuz suları
Hafif bir yel suyun yüzeyini rüzgârın yönünü belli edercesine hareketlendirmiş ve Seine nehri
üzerinde sessizce ilerleyerek sağ kıyıdan bölge adasını dolaşan küçük geminin beyaz
yelkenini havayla doldurmuştu.
Arka tarafta dümencinin yanında oturan yolcu gözünün önünden geçen yapıları inceliyordu.
Üzerindeki kahverengi cekete sıkıca sarınmış ve Montereau kıvrımında, Yonne ile Seine
nehirlerinin kesiştiği yerden kayığa bindiğinden beri tek kelime bile etmemişti. Arada sırada
bulutların arasından sıyrılan ay ışığı, askeri kimliğini belli eden bir şekilde baldır zırhını
aydınlatıyordu.
Küçük gemi, Châtelet yakınlarında hızını azaltıp kıyıya yanaşmaya başladı. Kısa süre içinde
Louvre’un gölgesi dalgaların üzerine yayılmıştı ve gemi çalışanlarının kendilerini koyu
karanlığa gömülmüş gibi hissetmelerine yol açmıştı. Gemi rıhtıma gelip durduğunda
tayfadakilerden biri gemiyi bağlamak için kıyıya sessizce atlarken diğer ikisi de yelkeni
indirmek üzereydi.
Yolcu, kolayca atlayıp rıhtıma uzanan basamakları çıktı. Bomboş alanda bir an bile tereddüt
etmeden ilerleyip çekme köprünün yakınlarında duran nöbetçi muhafızların önünden sadece
kel kafasını örten tepesi sivri başlığını indirerek geçmişti; dudaklarını kıpırdatmamıştı bile.
Baş muhafız adamın uzaklaşmasını bekledikten sonra arkadaşlarına dönerek fısıldamıştı:
-
Bana öyle geliyor ki başkomutanımızın canı sıkkın. Kim bilir, kötü haberler vardır
belki...
Onun yanında duran iki asker iç çekip kötü kötü baktılar.
-
Dikkat edin, diye fısıldadı biri. Bayard’ın suratı asıksa onunla tartışmaya
girmemek gerekir. Bu adam ölmekten korkar mı bilmem ama öldürmeye
çekinmeyeceğinden eminim...
101
Kralın çalışma odasına gelen Bayard suratını renkten renge sokan öfkesini biraz olsun
dizginlemişti. Yine de birbirine kenetlenmiş çene kemikleri, içinde bulunduğu gerginliği
yeterince belli ediyordu.
Başkomutan bekleme odasında bir süre durup derin bir soluk aldı. Ardından mantosunu ve
yan tarafında asılı duran ağır kılıcını çıkarıp açık renk, tahta bir bankın üzerine koydu.
O sırada kralın uşağı içeriye girdi...
-
Majesteleri Sayın Başkomutanı bekliyorlar, dedi eğilerek.
Bayard tek kelime etmeden kapıdan içeri girdi. Uşak ağır kapıyı sessizce kapanması için
bıraktı.
Aslan ayağı şeklinde oyulmuş iki oturtmalık üzerine yerleştirilen beyaz taş bir tabladan oluşan
çalışma masasında oturan ve kürklü, mavi bir manto giyen Fransa kralı Bayard’a hesap soran
gözlerle bakıyordu.
-
Evet?, diye sorguladı zorlu bir tavırla. Sinirden titreyen beyaz ellerini dua eder gibi
kavuşturmuştu.
Bayard, kısık gözlerinde beliren parlaklık ile kralına bakmaya devam etti.
-
Temas kurmadık Sör, diye karşılık verdi sadece.
Kral yumruğunu vurdu.
-
En ufak bir işaret de mi yok?
-
Yok. Üstelik adamlarımın bildiği bütün protokol cezalarına rağmen yine de
olmadı.
-
Ne kadardır?
-
Üç gün. Ama daha kötüsü var.
Kralın gözünde hafif bir endişe belirmişti. Elleri masanın taş tablasını tutuyordu.
-
Olabilir mi....? diye sorusunu yarım bıraktı.
Bayard olumsuz cevabı belli etmek için başını eğdi.
-
Hayır Sör, şu noktada sizi endişelendirecek hiçbir şey yok. Kimse bizim
endişelenmemizi gerektirecek bir bağlantı kurmadı. Üstelik şu Bosch’un devam
ettirmekte kararlı göründüğü araştırma bana pek bir şey ifade etmiyor. Az önce
Louis de Breuze ile görüştüğünü kendi gözlerimle gördüm.
Kral irkildi.
-
Bu nasıl mümkün olabilir? Peki, ne dedi?
-
Bilmiyorum, saklandığımdan dolayı uzaklarında kaldım, ama vakit kaybetmeden
öğreneceğim ve gözümü ressamdan ayırmayacağım.
-
Aslına bakılırsa şu konumda yeterince endişe edilecek şey var, diye yorum yaptı
kral boşluğa bakarak.
Kapıdan gelen sesler iki adamın da kapıya doğru dönmesine sebep olmuştu.
102
-
Bu saatte? Kimseyi beklemiyorum, diyerek şaşkınlığını belli etti kral küçümser bir
tavırla.
Kapı tokmağı oynadı ve uşak kapıda göründü.
-
Bir güvercin, Sayın Başkomutan. Emir subayınız tarafından getirilen ve
büyükelçilerin yüzüğünden taşıyan beyaz bir güvercin, dedi sağ yumruğunu
uzatırken.
Kaşları çatılan Bayard küçük metal kesesini aldı ve keseyi dikkatlice açmak için uşağın
çıkmasını bekledi. Ardından içine sokuşturulan parşömen rulosunu alıp açtı.
-
Roma’dan geliyor, diye başladı.
Başkomutan bağıracakken son anda kendine hâkim oldu. Değişmiş bir ses tonuyla devam etti:
-
Sör, durum fazlasıyla karışmışa benziyor.
-
Ne demek bu? Ne yazıyor?, diye sordu kral sesini titretecek kadar sinirli bir tavırla.
-
Habsbourgların varisi Güzel Philippe Milano’da ortadan kaybolmuş, kimliği
belirsizler tarafından kaçırılmış.
Gözleri fal taşı gibi olan ve ağzı açık kalan Fransa kralı şaşkına dönmüş gibiydi.
Dudaklarından kelimeler dökülmeye başlamadan önce bir süre sessiz kalmıştı.
-
Her ne pahasına olursa olsun Bayard, her ne pahasına olursa olsun adamlarımızı
bulup başlarına ne geldiğini öğrenmemiz gerekiyor. İmparatorun oğluna gelince...
Bayard, XII. Louis’ye yanaşmıştı:
-
Sör, gözümüzden kaçan bu olaylar...
Kral, başkomutana öfkeyle baktı.
-
Siz delirdiniz mi? Rica ederim susun!
Bayard sarsılmaksızın devam etti:
-
Bizim işimize yarayabilir.
Artık Fransa kralının kulağına konuşuyordu:
-
Bütün bunlar insanları daha da fazla endişelendirebilir ve Vatikan ile
İmparatorluğun arasındaki güvensizliği besleyebilir. Tehdit arttıkça Papa Jules’ün
korkulu tavrı da artacaktır; bu da bizim için daha iyi olacaktır. Yine de bu
beklenmedik gelişmelerin ardında kimin eli olduğunu öğrenmek gerekir.
Kral şüpheli bir şekilde baktı.
-
Belki de doğru diyorsundur Bayard. Ressamı izle ve adamlarımızı ara.
Sesi daha da duyulmaz hale gelmişti.
-
Ama aynı zamanda dua et de o el bir insana ait olsun ve İmparatorluğa yayılan kan
kokusu Kötülüğün kızgınlığını canlandırmış olmasın.
Bayard tam cevap verecekti ki fikrini değiştirip başıyla saygılı bir selam vermekle yetindi.
103
Çıkarken kapıyı kapatmak için döndüğünde Fransa kralının kırmızı bir kumaşla kaplı dua
iskemlesine diz çöküp titreyen ellerini garip şapkasına iliştirilmiş madalyalara götürdüğünü ve
alçak sesle dua etmeye başladığını görmüştü.
Başkomutan, kapıyı kapayıp topukları üzerinde dönmeden önce krala kibirli bir tavırla baktı.
28
Milano – 25 Mart, akşam saatleri
Kendi çalışma odasının meşe pencere pervazına kulağını dayamış olan Salvatore Ricci
içindeki endişenin arttığını hissediyordu. Gömleğinin manşetinden mendilini çıkaran Benci
ailesinin Milano temsilcisi, alnında boncuk boncuk biriken teri sildikten sonra konuşmanın
gidişatından endişeli bir halde tekrar eski konumuna döndü.
Yirmi yıldır Lombardiya’daki Benci tezgâhını işleten bu şişman adam, birkaç gün için kendi
çatısı altında böyle misafir gibi yaşama zorunluluğunun gündelik hayatta yaşadığı tasasız ve
mutlu özerkliği tehdit ettiğini düşündüğünden ev sahibinin ziyaretlerini hep endişeyle
karşılamıştı.
Luigi Benci’nin bir önceki akşam gelişi kurallara uygun olmuştu. Yağmur altında ve soğukta,
haber verildiğinden çok daha geç bir saatte gerçekleşen gelişi beklemek zorunda kalan Ricci,
mecburi misafirinin gerginliğini ve keyifsizliğini daha ilk dakikalarda fark etmişti. Tüccarın
getirdiği büyük, değerli ahşap kutunun düşmesi hiç de iyi olmamıştı. Yağmura, kaygan
kaldırım taşına ve sakar hizmetçilere boşuna lanet yağdırmıştı; bütün akşamı sıkıcı bir
sessizliğe gömülü halde geçiren Luigi Benci’nin yüzünü hiçbir şey güldürememişti. Ve işte
şimdi de sevgili kızının, Milano’da günden güne daha çok büyüdüğünü fark ettiği
Gabriela’nın gelişi bile babasının öfkesini dindirmeye yetmiyordu. Daha da kötüsü, kapıdan
bir kısmını duyabildiği konuşmanın tonuna bakılırsa, ikisi birden başka hiçbir açıklama
yapmadan onu kapıda bırakarak, bürosuna çekildiklerinden beri durum daha da ciddileşmişe
benziyordu.
-
Düşünemiyor musun?! Aklını mı kaybettin?
Ricci, Luigi Benci’nin öfkesinin patlak verdiğini duyunca irkilmişti.
Endişe içinde, bundan daha da kötüsünün kapıda onları dinlerken yakalanmak olacağına karar
verince, ev sahibinin muhtemel teftişine karşı, hesap defterlerini daha önceden bırakmış
olduğu odaya doğru aceleyle gitti.
Başı hafifçe dik, gözleri parıldayarak, solgun bir ten ve birbirine kenetlenmiş çene
kemikleriyle odanın ortasında hareketsiz duran Gabriela, babasının, Milanolu temsilcisinin
burgu ayaklı masasının etrafında sinirli bir şekilde hareket edişini izliyordu.
104
-
Hayır, hayır ve hayır!, diye karşı çıktı gür bir sesle. Söz konusu bile değil!
Buradaki işlerimi gözden geçirdikten sonra benimle Floransa’ya geri döneceksin.
-
Hayır.
Genç kızın sakin ifadesi ve billur sesi babasını şaşkınlıkların en büyüğüne sürüklemiş gibiydi.
-
Hayır, diye tekrar etti genç kız bir adım öne çıkarak.
Duygularını ortaya koyan tek şey burun deliklerinin hafif hareketiydi. Ellerini sıkıca
kavuşturmuş, kemikleri parmaklarının baskısı altında bembeyaz gözükmüştü.
-
Kalıyorum. Ne olduğunu öğrenmek istiyorum.
Kulaklarına inanamayan Luigi Benci ne demek istediğini anlamaksızın kızına dikkatle
bakıyordu. Ağzını açtı, vazgeçti, konuşmayı noktalamak istermiş gibi birkaç adım attı, tekrar
döndü, yeniden tereddüt etti:
-
Ama minik kızım, tehlikenin farkında mısın?, diye kendini görülür biçimde
zorlayarak daha yumuşak bir ses tonuyla yeniden söze başladı. Zaten bu hikâyenin
şimdiye kadar...
Ses tonu yine sertleşmişti.
-
... Yani, şimdiye kadar zaten bunun gibi yeterince göz önünde bulundurulmamış
tehlikelere girdiğini düşünmüyor musun? Sana ne oldu? Yalnız gittiğin o buluşma,
o adamla, tanımadığın bir prens!
Gabriela gözünü bile kırpmıyordu. Çalışma masasının üzerindeki el şamdanlarının titrek ışığı
altında yanakları yeni bir kırmızılıkla parlıyordu.
-
Konumuz bu değil baba. Benim yapmak istediklerimden bahsediyoruz...
-
Yapmak zorunda olduklarından, diye düzeltti babası bezgin bir tavırla.
-
... ve istediğim, silahlı adamların bir prensi Milano gibi bir şehrin ortasında neden
kaçırdıklarını bilmek.
-
Ama Tanrı aşkına, Gabriela!
Yaşlı adam ellerini havaya kaldırdıktan sonra tükenmiş bir şekilde kollarını bıraktı.
-
Ne sanıyorsun? Hangi çağda yaşadığımızı sanıyorsun? Cinayetler, aldatmacalar,
şeytanlıklar, çöküşler... İşte bizim günlük hayatımız... Çıldırdın mı, bir şeyleri
değiştirebileceğini
mi
sanıyorsun?
Ve
nasıl,
hangi
mucizeyle?
Ve
yetkilendirildiğini sandığın hangi görevle?, diye arka arkaya sordu kuşkulu bir
tavırla.
-
Onu kurtarmak istiyorum.
Luigi Benci’nin neredeyse kalbi duracaktı.
-
Onu kurtarmak mı?, diye zorlukla sordu. Bu duyduğum en saçma şey... Buna sen
karar veremezsin...
Gabriela, babasının dudaklarına elini koymak için ilerledi.
105
-
Şşşt, daha fazla bir şey söylemeyin, sizi sinirlendirmek istemiyorum. İşlerinizle
ilgilenin. Floransa’ya geri dönün. Bırakın yapayım. Prensle konuşmak için parka
neden gittiğimi biliyorum. Bizim çevremizde dönen işlere inanmadığınızı daha iyi
görüyorum. Ve burada piyonlar gibi kalıp sızlanıp hayatta kalmaya çalışmaktan
başka bir kaderimizin olmadığına inanmıyorum. Hareket etmek istiyorum.
Luigi Benci o anda kızının, yanağını okşayan elini hissetmişti.
-
Ama neden?, diye yeniden sordu aşırı duygusal bir tavırla.
Gabriela kızardı ve ilk defa gözlerini yere indirdi.
-
Yüreğimde hep doktor olma arzusunu taşıdığım ve sizin bu fikirden duyduğunuz
rahatsızlıkla aynı sebepten ötürü; tutku...
Luigi Benci kararsız kalmıştı, arkasını döndü. Odanın ucundaki şövalede duran tabloya doğru
gözlerini kaldırarak, resimdeki göz kamaştıran ve onların kavgalarını yatıştırıcı bakışlarla
izleyen genç kadına hüzünlü bir şekilde gülümsedi.
-
Beni çıldırtıyorsun, derken dili dolaştı. Ne düşüneceğimi bilmiyorum. Buraya
yalnız başına gelmene asla izin vermemem gerekirdi. Eğer annen...
Sesini kontrol etmek için sözüne ara vermişti.
Gabriela yumuşak bir tavırla yaklaştı.
-
Başka bir şey demeyin, diye yineledi.
-
Ama tek başına nasıl yapabilirsin? Senin için çok korkuyorum, diyerek sızlandı
babası.
-
Korkmayın. Ben korkmuyorum. Küçük bir kızken annem bana yapılması gerekeni
gösterir, bana güven verir ve beni yönlendirirdi. Ve bu sefer, ben onu içimde
taşıyorum. O bana nereye gitmem gerektiğini söylüyor; bana yol gösteriyor.
Tabloya doğru döndü.
-
Bu eserin sizin için önemini biliyorum. Ama bu resim, sizin içinizdeki, kalbinizin
derinliklerindeki o sesin yaptığı gibi sizinle konuşamaz.
Luigi Benci iç çekmişti.
-
Düşün Gabriela, dedi yeniden daha yumuşak bir tavırla. Rica ederim düşün, yarın
yeniden konuşuruz. Bu delilik olacaktır... Gitmene izin veremem.
Genç kızın sesi bir anda kırıcı bir tona büründü:
-
Hayır. Ben seçimimi yaptım, diye vurguladı.
Arkasına dönüp, kapıyı açık bırakarak oradan uzaklaştı.
Salvatore Ricci haberleri öğrenmeye cesaret etmeden evvel bir on dakika kadar sessizce
beklemişti. Kapının eşiğine geldiğinde, karısının tablosu önünde ayakta duran Luigi Benci
onun geldiğini fark etmemiş gibiydi. Ricci özenli bir şekilde kapıyı kapatıp parmaklarının
ucunda gitti.
106
29
Bois-le-Duc, Sainte-Gertrude Manastırı – 26 Mart, gün ağarmadan önce
Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun hükümdarı Birinci Maksim, saatler öncesinden girip
oturduğu küçük şapel ile kilisenin korosunu ayıran tahta haç kollara alnını dayadı.
Gözüne uyku girmeyince, içinde sadece iki halı ve Habsbourg mühürlü birkaç küçük sandalye
bulunan dar ve soğuk odada, karanlığın içinde dikilip kalmıştı.
Biraz vakit geçtikten sonra gece yarısı, sabah ayinlerini okumak için gelen rahibeler sessizce
içeri girmişlerdi. Narin sesleri onu biraz da olsa düşüncelerinden uzaklaştırmıştı. Ama hâlâ
gözüne uyku girmiyordu.
Önceki akşam geç saatlerde aldığı oğlunun kaçırılma haberi, çok iyi tanıdığı ve uzun yıllar
boyunca içini kemirip duran endişeleri su yüzüne çıkarmıştı.
Gözlerini kapayan imparator elini kalbini üzerine götürüp soluk alış verişini yeniden kontrol
etmeye çalıştı. Rahibelerin ezgileri Salve Regina1 ile yeniden yükselirken, ‘O kadar çaba,
yıllardır sürdürülen o kadar çaba! O kadar fedakârlık! Görev ve güç adına unutulan aşk ve
tutku... Peki bugün kimim? Papa’nın seçimimi kutsal törenle onaylamayı erteleme noktasına
gelecek kadar tahtından şüpheye düşülmesine, kendisine kuşkuyla bakılmasına engel
olamayan bir hükümdar, bir imparator. Öyle ki krallığımın inanç bütünlüğünden şüphelenilip,
sapkınlık
ve
sahtekârlıkları
beslemekle
suçlanıyorum;
hâlbuki
Avrupa’nın
bütün
başkentlerinde din önemsenmeksizin komplolara girişiliyor... Ne kadar aptalım, çocuklarımı
bile bu yolda kurban ettim...’ diye geçirdi içinden.
İmparator, kendisinden sadece birkaç metre ötede, ikinci sıradaki sırtı dönük karaltıya
odaklandığı sırada irkilmişti. Bu karaltının adımları, orta sahnın beyaz taş döşemeleri üzerinde
neredeyse duyulamayan tıkırtılar çıkararak adeta kayıyordu.
Dudaklarından bir mırıltı dökülmüştü:
-
Pardon.
Karşısında, boynuna kadar başörtüsüyle sarılı bir baş, ilahinin dizemine uygun bir şekilde
sallanıyordu. Örtü diğer rahibelerinkinden farklı değildi, ama Maksim İmparatoru biliyordu,
bin tanesinin arasında bile onu tanırdı. On iki yaşında Sainte-Gertrude sörlerine2 emanet
edildiğinden beri imparator belirli aralıklarla bu şapele gelip dua etmişti. Onun hatlarının
olgunlaşmasını izlemiş, solgun ten rengine ve narin çehresine hayran kalmış ve onda tanıdık
bir ifade aramıştı. Aradan on yıl geçmişti ve Barbara Disquis, imparatorun gayri meşru kızı
olmanın cezasını çekerek, herkesten uzak, münzevi bir hayat yaşıyordu. İşlediği en büyük
Salve Regina: ‘Selam sana kraliçe’ anlamına gelen bir kilise ilahisi.
Sör: (fr. Sœur), Katolik mezhebinde kendini dine adayan ve manastırda yaşayan ya da dinle ilgili bir
yükümlülük almayan ancak din uğruna hemşirelik, hasta bakıcılık vb. işlerde çalışan kadın.
1
2
107
cinayet, evlilik dışı ilişkisinden olan kızını sadece, varlığının ortaya çıkmasından ve bunun,
Roma’ya yakınlaşmak için sürdürülen diplomatik oyunlar üzerinde olabilecek olumsuz
sonuçlarından korktuğunda aklına getirmekti. Bütün bunları düşünürken, ‘Acaba bugün, bu
şekilde cezalandırılmam mı isteniyor?’ diye sordu kendi kendine...
Altın işlemeli mantosu artık omuzlarına daha da ağır gelir olmuştu. ‘Bu cinayetler ve şimdi de
Philippe’in kaçırılması...’ Durumu tartışmak, varsayımları değerlendirmek ve bu alçaklığı
yapanlar bulunduğunda yapılması gerekenlerin listesini çıkarmak için bu soğuk manastırda
aceleyle toplanan danışmanlar arasından hiçbiri, konuşulması gereken –aslında hepsinin
aklında olan- yegâne konuyu açmaya cesaret edememişti: Philippe bulunabilecek miydi, şayet
bulunursa, ölü mü yoksa diri mi bulunacaktı?
İmparator bu saatte ulakların, bütün dost başkentlere ve İmparatorluğun garnizonlarına doğru
dörtnala gittiğini düşünüyordu. ‘Dünya dengesini yitirip, cehennem kapılarını açtıysa dostlar
ve askerler ne işe yarar ki?’ diye düşündü yeniden. Alnı yavaşça tahtaya yaslanmıştı.
Gözlerini kapadı.
Derebeylerinden birinin armasına işlenmiş tek kelimeden oluşan ve uzun zamandır kendisine
çok güzel ve hafif gelen özlü söz aklında belirmişti: “Umut”. Bu kelime birdenbire
dayanılmaz bir yük gibi sırtına yüklenmişti.
Gürültüyle başını kaldırdı. Ayin, o farkına varmadan bitmişti ve rahibeler korodan birer birer
ayrılıyorlardı. Barbara’nın siyah elbisesinin, karanlıklar dünyasının kapı aralığından
kayboluşunu izledi.
Kendisini yeniden çevreleyen sessizlik onu tedirgin etmişti. Koro alanının vitraylarından
doğan günün ilk ışıkları süzülüyordu.
30
Milano – 28 Mart, gece yarısı
Gabriela göz ucuyla dolu bavullarına baktı. Bunlardan ikisi kapalı ve ailenin saltanat
arabasına konmaya hazırdı. Bir an suratı asıldı. Babası, geçen akşamki konuşmalarının
devamının gelmeyeceğini sanacak kadar kızını yanlış mı tanımıştı? Şu anda babasının,
aralarındaki sessizliği bir kabullenmeymiş gibi yorumlayarak rahatça uyumakta olduğunu
düşününce içinin derinliklerinde bir öfke hissediyordu.
Genç kız kendine çok büyük gelen bir mantoyu sırtına geçirip kafasına da yün bir başlık
takmıştı. Kulak kabartarak evin hâlâ sessizlik içinde olup olmadığını kontrol etti. Her şeyin
yolunda olduğuna kanaat getirince gülünç kılığını incelemek için bir an durdu.
-
Zavallı Ricci, diye mırıldandı Gabriela. Babasının vekili, dayanıksız Gabriela’nın
kaçmak için, gardırobundan uygun kıyafetler çekip aldığını fark edince –ki bunun
108
olabildiğince uzun bir süre sonra olmasını diliyordu- kim bilir nasıl da ani bir
korkuya kapılacaktı. Bunu düşünürken gülümsedi.
Deneyimsiz elleriyle alelacele yaptığı düzeltmeler fazlasıyla büyük olan kumaş parçalarına
garip, sarkık bir görünüm vermişti.
‘Neyse, önemli olan fark edilmeden geçmek’ diye düşündü Gabriela eliyle kalçalarını
yoklarken. Ve elinde sadece küçük bez bir çıkınla, ayağının ucuna basarak sessiz evden servis
kapısına kadar ilerledi.
Kapanan kapının çıkardığı ses kalp atışlarının hafifçe hızlanmasına yol açmıştı. Babasının
şaşkınlığını ve endişesini, onun gidişini geciktirmekteki ısrarını, kendisini bulmak için
girişeceği aramaları düşündü; dikkatli olmalıydı...
Kaşlarını çatan genç kız bu fikirleri aklından çıkarıp yeşil gözlü siyah bir kedinin dolandığı
karanlık sokağa doğru süzüldü.
Kaybolmaktan endişe ettiği kadar kötü kişilerle karşılaşmaktan da korkan Gabriela, henüz
kimsenin olmadığı şehirde yavaş yavaş ilerliyor, ışık gördüğü yerlerden dolanıyor, bir kapı
sundurmasından diğerine atlıyor ve ilerleyişine ara sıra mola veriyordu. Dişlerini sıkarak,
aklını ele geçiren korku ve endişeleri kontrol etmeye çalışıyordu. Aklına sürekli aynı söz
kalıbı geliyordu: “küçük çılgın, çılgın”. Adımlarını hızlandırmıştı.
Kapalı bahçenin bitişiğindeki, Leonardo’nun hem yaşayıp hem çalıştığı dikdörtgenimsi evin
önüne gelmişti. Hafif yüksekte duruşundan dolayı, damların üzerinden modellik seansları
sırasında onu heyecanlandıran ovayı yarı karanlıkta seçebiliyordu. Ovayı sadece ayın
parlaklığı soluk bir ışıkla aydınlatıyordu.
Bir kez daha tereddüt etti.
Kendi içinde ‘Zaten başka seçeneğim yok. Bu şehirde sadece Leonardo’yu tanıyorum ve
babama verilmiş sözünün olması bana ihanet etmesine imkân vermeyecektir; neden
bilmiyorum ama bundan eminim. Bana yardım edebileceğinden de eminim. Ortalıkta dönen
her şeyden haberdar ve bu sırların hepsinin farkında. Hadi bakalım’ diyerek kendiyle
hesaplaştıktan sonra saklandığı yerden çıkmaya yeltendi. Tam arazinin köşesindeki bahçe
kapısını açan büyük anahtarı eline almıştı ki duyduğu gıcırtıyla olduğu yerde hareketsiz kaldı.
Avluya bir gölge uzandı ve ince bir karaltı ses çıkarmadan Leonardo’nun evine kadar giden
çapraz yola girdi. ‘Bunu duymam bir mucizeydi’ diye düşündü Gabriela.
Karaltı tam karşısından geçtiği için ay bir anlığına kafasına geçirdiği başlığın yanından
gözüken koyu ve bukleli saçlı genç adamın yüzünü yandan aydınlatmıştı. İnce hatları, hafif
kemerli burnu, geniş göz kapakları ve uzun kirpikleri ona neredeyse kadınsı bir güzellik
veriyordu. Soğuk ışığın altında Gabriela, görünen hatlarda bir zalimlik olduğunu sanmıştı.
Adam canlı ve hafif adımlarla yürüyor ve genç kızın hiç beklemediği bir şekilde doğrudan
ressamın kapısına ilerliyordu. Kapı tokmağını sanki gizli bir şifreyle çalarmış gibi garip
109
ritimle birçok kez üst üste çaldı. Kapı yarı açıldıktan sonra adam tek kelime etmeden içeri
girmişti.
Gabriela kısa bir süre daha saklandığı yerde sabrettikten sonra bahçeyi geçmeye niyetlendi.
Duvarın dibinden küçük bahçe kapısına gelinceye kadar yürüdü, anahtar deliğini
gıcırdatmamaya çalışarak kilidi açtı ve oradaki son günlerinde ressam ile turladığı parka girdi.
Çıkınını bir zeytin ağacının dibine bıraktıktan sonra sessiz adımlarla binaya yaklaştı. Avluya
açılan terasa birkaç metre uzaklıktaydı ki konuşma sesleri dikkatini çekti. Atölyede sesler
yükseliyordu. Sesleri duyabiliyordu; Leonardo’nun boğuk tonunu ve tanıyamadığı ama
kahverengi bukleli saçları olan genç adama ait olduğunu düşündüğü başka bir sesi daha ayırt
edebilmişti. Ne yapması gerektiğinden emin olamayarak dikkatlice yürüdü. Ressamın
atölyesine çıkan merdivenin ayağına geldiğinde hemen kendini ortaya çıkarmanın doğru
olmayacağına karar verdi; en azından tanımadığı adamın kimliğinden emin olana kadar
gizlenmeliydi. Artık konuşulanları daha iyi duyabiliyordu, kelimeleri ve cümle parçacıklarını
yakalayabiliyordu.
-
Çok büyük bir tehlike... diye bağırıyordu Leonardo. Harekete geçmeli... Bir dakika
bile kaybetmemeli.
Gabriela ilk basamakları çıkıp tırabzana dayandı.
-
Her şey önceden hesaplandı, diye söze başladı genç adam. Bize on gün gerekli.
Uzun bir süre, ama işlek yollardan uzak duracağım. Araba hazır. Dostlarımız beni
bekliyor.
Bir süre sessizliğin ardından Vinci yeniden konuşmaya başladı:
-
Bois-le-Duc’e gidişimi geciktiremem; oraya gidip bu sırrın gerçek yüzü
hakkındaki önsezilerimin doğruluğunu kontrol etmem gerekiyor. Sana ne olduğunu
bildireceğim. Papa senin yokluğuna şaşırmayacak mıdır?
-
Hayır, Papa Hazretleri, kendi odasına yapılacak freskler için fazladan taslak
malzemesi almaya gittiğimi sanıyor. Bilim ve sanat koruyuculuğu eserinin zaferini
sağlayan hiçbir şey onda şüphe uyandırmayacaktır...
-
Çok iyi. O zaman git ama dikkatli ol. Adamlarımızın bu kısımda rollerini iyi
oynayacaklarını ümit ediyorum. Zaten başka seçeneğimiz yoktu. Önümüze bundan
daha iyi bir fırsat çıkamazdı. Bu görev bizim büyük bir risk almamızı gerektiriyor,
ama bu risk bizim tutkularımıza eş değer...
Gabriela iki adamın birbirine sarıldığını anlamıştı. Çıkışa doğru yönelen adımları duyunca
genç kız da alelacele daha tamamlanmamış mermer bir Herkül büstünün arkasına saklandı.
Leonardo’nun sesi yeniden duyuldu:
-
Raffaello, sana gösterdiğim dolaylı yoldan beni mutlaka her gün haberdar et.
Durum o kadar tehlikeli ki her an planlarımız için gerekli olan değişikliklere açık
olmak zorundayız. İmparator beklenmedik şekillerde hareket edebiliyor ve
110
oğlunun kaçırılmasıyla doğan karmaşa, bütün Avrupa’yı etkisi altına alacak
değişken bir süreci tetikleyebilir. Bunun üzerinde oynamak da bize düşüyor. Bu,
bizim amacımız için ölüm kalım meselesidir. Sana o şeyi yolladığımda ne yapman
gerektiğini çok iyi biliyorsun değil mi?
Kısa bir süre sonra gizemli genç adam Gabriela’nın varlığından habersiz onun az ötesinden
ikinci defa rüzgâr gibi geçti.
Genç kız adamın kartala benzeyen profilini yeniden gördü. İnce dudaklarında tüyleri ürperten
bir gülümsemenin izleri duruyordu. ‘Bu sefer eminim, bu kesinlikle Rafaello. Ama bu ne
anlama geliyor ki? Peki ya imparator hakkında söyledikleri?’ diye düşündü onun giriş
kapısına doğru uzaklaşmasını izlerken.
Tam merdiveni gözetleyerek saklandığı yerden çıkacaktı ki ressamın dev karaltısı eşikte
beliriverdi. Merdiveni zorlukla indi. Ne yapacağını şaşıran Gabriela kapana kısılmış gibiydi;
ressamın bahçeye doğru yönelmeyip odalarına doğru ilerlemesi için dua ediyordu.
Ressam bir an hareketsizce durdu; o an Gabriela’ya sonsuzluk kadar uzun gelmişti. Ardından,
sol elini kalın kahverengi mantosundan çıkardı ve parmaklarının arasında tuttuğu altın zincirin
ucunda dönen mücevheri daha iyi incelemek için kolunu kaldırdı.
-
Gökler ve cehennem birleşsin ki seni Venedik’e yollamak zorunda kalmayayım,
dedi zincirin ucunda sallanan mücevherle konuşarak. Kısık sesle gülüyordu.
Şaşkınlık çığlığı atmamaya çalışan Gabriela hissettikleri karşısında az kalsın sendeleyecekti:
ressamın göz hizasında, son olarak Philippe de Habsbourg’un göğsünde gördüğü Toison d’or
madalyonu sallanıyordu.
31
Roma – 30 Mart, akşam beş civarı
-
Hepsi burada.
Papa II. Jules, sekreteri Alexandro Grimari’nin sesini duyunca irkilmişti.
-
Uyuyakalmışım, diye itirafta bulundu Papa Hazretleri birkaç dakika önce sessizce
odasına giren çalışma arkadaşına. Neredeler?
-
İki büyükelçi farklı salonlardalar. Leonardo da Vinci’yi onlarla karşılaşmaması
için kütüphaneye götürdüm. Bu pek de kolay olmadı, hele o acımasız Fransız
askeriyle! Neyse ki sonunda hallettim. Şu anda bu küçük topluluk Papa
Hazretlerinin teşrif etmesini bekliyor.
Papa bu ihtiyatı beğendiğini belli etmek için kafasını salladı. Gün boyunca karşı karşıya
kaldığı durumu düşünmüştü. Kendisini yeniden ön saflarda bulmuştu. Vatikan diplomasisinin
kurnaz oyunlarına alışkın olan, diplomatik kıvraklıklar yapmayı iyi bilen üst rütbeli papaz II.
111
Jules, bu şekilde öne sürülmekten nefret ediyordu. Bois-le-Duc’teki cinayetlerin yarattığı
korku bütün Avrupa saraylarını etkisi altına almıştı. Bu durumu, Vatikan’dan Kutsal
İmparatorluğa karşı katı önlemler almasını istemek için kullanan XII. Louis yanılmamıştı.
Esas amacı fazlasıyla belliydi! VIII. Henri’nin zayıf iradesinden endişe duyan Fransız,
İngiltere kralını değerli bir ittifaktan yoksun bırakmak için Maksimilyen’i zayıflatmak
istiyordu. Aynı zamanda Hıristiyan camiası, İmparator Maksimilyen’i topraklarında kutsal
Kilise düşmanlarını barındırmakla suçlayarak reform fikirlerini savunanlara ibret olacak bir
ceza verilmesini istiyordu.
Diğer taraftan da İspanya’nın Katolik derebeyleri Maksimilyen’i desteklemesi için Papa’ya
baskı yapıyorlardı.
-
İşte gönüllülükle vazgeçebileceğim bir oturum başlıyor, diye iç geçirdi Papa
odanın daha iyi aydınlanması için perdeleri açan sekreterini izleyerek.
Akşamüzerinin etrafı yalayan güneşi aniden odaya süzülüp Papa’nın bir an gözlerini
kamaştırmış ve II. Jules’ün masasının etrafındaki sütunların üzerine yerleştirilmiş bembeyaz
dört büstü ham bir ışıkla aydınlatmıştı.
-
Papa Hazretleri, eğer izin verirseniz...
II. Jules bir baş hareketiyle onay verdi.
-
Bu yaşlı ressamın güvenilebilirliğinden gerçekten emin miyiz? Hakkında
gerçekten korkunç şeyler anlatılıyor!
Papa tek kelime etmeden ona öylesine sorgulayıcı gözlerle bakmıştı ki Grimari devam edecek
cesareti bulmuştu:
-
Şimdiden davranışları hakkında hiçbir şey kanıtlanmadan bazı araştırmalar
yapılmasına yol açtı. Aslında, edinimlerim doğruysa, Milano’daki atölyesinde,
insan vücudu üzerinde en basitinin bile sorgulamalara tabi tutulabileceği deneyler
yapıyor!
-
Bunların hepsini çok iyi biliyorum, diye iç geçirdi Papa. Yaşlı ustayı bana
Maksimilyen’in eşi önerdi. Görünüşe bakılırsa, bilgilerinden dolayı Fransızlar
tarafından da kabul görüp saygı duyuluyor. Üstelik Sion başpiskoposu Matthieu
Schiner’in dediğine göre, bu cinayetlerin doğaüstü olup olmadığına karar verecek
yeteneğe sahip olan nadir bilginlerden birisiymiş. Siz de biliyorsunuz, bu
korkunçlukları tamamen aydınlatmazsak hiçbir şeyi kontrol edemeyiz. Durum
kontrolden çıkmadan önce elimdeki son şans bu ressam!
Kardinal cevap vermedi.
II. Jules, odasında bulunan görkemli koltuğa geçmek için çalışma masasının arkasında duran
iskemlesinden zorlukla kalkmıştı. Küçük bir kerevet, konumuna konuklarıyla arasındaki
mesafeyi belli edecek bir yükseklik katıyordu.
-
Girmelerini söyleyin!, dedi sadece Papa koltuğuna yerleştikten sonra.
112
Kardinal Grimari kapıyı açıp koridorda nöbet tutan kilise muhafızlarına işaret verdi.
Matthieu Schiner’in ardından II. Jules tarafından araştırma komisyonu için seçilen üyeler
teker teker girdiler. Papa bir baş hareketiyle hepsini selamladı. Din adamları odanın iki yanına
sıralanmışlardı; sadece aralarından en yaşlı olanı ve zorlukla yürüyeni bir tabureye oturma
hakkına sahipti.
Onları böyle çeşitli kıyafetlerde gören Papa her birinin dini sınıfının insanlık için neler ifade
ettiğini düşündü. Estetik bir bakış açısıyla kilise kıyafetlerinin rengine hayran kalmaktan
kendini engelleyemedi.
-
Beyler, diye söze başladı güçlü ve ciddi bir ses tonuyla. Brabant’da gerçekleşen
cinayetler hakkında vardığınız sonuçları sağlamlaştırması için bugün, görevi
tezlerinizi doğrulayacak ya da geçersiz kılacak nesnel kanıtlar araştırmak olan,
papalığa ait bir araştırmacıyı sizlere duyurmaya karar verdim! Seçkin anlayışlı,
birçok farklı alanda edinimleriyle kabul görmüş bir bilim adamı seçtim, diye ekledi
Papa Hazretleri.
Papa kısa bir aralık verip sekreterine doğru döndü:
-
Rica ederim fazla gecikmeden Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun ve Fransa
Krallığı’nın aracılarını bulup getiriniz!
Birkaç dakika sonra Kardinal Grimari, Bayard ve Benedikt Buchs eşliğinde geri döndü.
İmparator’un elçisi kısa boyluydu. Üzerinde sade bir kıyafet vardı ve başını öne eğerek
yürüyordu. Hal ve tavrı Fransa başkomutanının burnu büyük duruşuna tamamen ters
düşüyordu. Fransa başkomutanı silahlarını çıkarmayı kabul etmemişti: bütün geleneklere
rağmen Papa’nın karşısına yanında kılıcı ve belinde hançeri ile çıkıyordu.
-
Sayın Büyükelçiler, diye söze başladı papa fazla beklemeden. Sizi çağırmamın
sebebi sizi kararım hakkında bilgilendirmek istememdi. Bugünden itibaren Boisle-Duc’te gerçekleşen korkunç cinayetlerin sırrını aydınlatmakla görevli papalığa
ait bir araştırmacı atamış bulunmaktayım. Derebeylerinizden her birinin bu
korkunçlukların sonuçları hakkında ne denli ihtiyatlı davrandıklarını biliyorum.
Hepsi bilsin ki Kutsal Kilise tüm gerçekliği ortaya çıkarmaya niyetlidir!
-
Papa
Hazretleri,
burada
Maksimilyen
Habsbourg
İmparatoru’nun
sizin
kararlarınıza tartışılmaz güveninin kanıtı olarak bulunmaktayım, diye ince bir sesle
söze başladı Benedikt Buchs papanın karşısında selam verdikten sonra. Sizin özel
görevlinizin işini kolaylaştırmak için olası bütün yollar harekete geçirilmiştir.
Kendisi, Brabant’daki bütün subay komutanlarına dayanabilir ve sahip olduğumuz
bulguların bütünüyle temasa geçebilir!
-
Çok iyi, diye yanıtladı Papa. Kutsal İmparatorluktan böyle bir destek bekliyordum.
İmparator Maksimilyen’e teşekkürlerimi ve dostluk dileklerimi bildirirsiniz.
II. Jules konuşmaya davet etmek için tam Bayard’a dönmüştü ki Bayard gürlemeye başladı:
113
-
Ben burada Fransa kralını temsil ediyorum! Kral XII. Louis Papa Hazretlerinin bu
yeni kararından mutluluk duyuyor. Kötülüğün yükselişine şahit olan topraklardaki
salgının durdurulması için önlemlerin alınmasını şiddetle diliyor!, diye ekledi
şövalye kötü bakışlarını zavallı Buchs’un üzerine çevirerek.
-
Bu bir ültimatom mu? diye sordu Papa.
-
Fransa Kralı sadece Papa Hazretlerine Saint-Jean Bayramından1 önce durumun
gerektirdiği bütün önlemlerin yürürlüğe geçmesi isteğini tekrar ediyor. Özellikle
bütün önlemlerin alınmasını söyledi, diyerek bir sırıtmayla karşılık verdi.
II. Jules tepki göstermemişti. Zavallı büyükelçinin nasıl sarardığını izliyordu. ‘Demek ki
Alman halkını aforoz etmek zorunda kalmamam için sadece üç ayım var. Eğer Vinci bu
karmaşıklığı acilen çözmezse tam bir din savaşı başlayacak! Schiner’in haklı olduğuna
inanmak gerek. Bu şeytandan başkasının işi olamaz!’ diye düşündü din hükümdarı.
-
Fransa kralına isteğini iyi anladığımı söyleyiniz, diye kısaca karşılık verdi II. Jules.
Görüşme sona erdiğinden iki büyükelçi Papa Hazretlerini selamlamıştı. Papa devam etti:
-
Bununla
birlikte
Sayın
Büyükelçiler,
siz
çekilmeden
önce
Papalık
soruşturmacısının ilk konuşmasına katılmanızı istedim. Böylece söylemlerimin
sadık şahitleri olabilirsiniz!
Papa’nın el hareketine karşılık olarak Kardinal Grimari yan kütüphanede bekleyen ressamı
getirmeye gitmişti. Birkaç dakika sonra buğday sarısı genç bir oğlanın omzuna tutunmuş olan
konukla beraber geri döndü.
-
Sayın Vinci, her şey yolunda mı?, diye sordu bu birlikte gelişe şaşıran Papa.
Leonardo Papa Hazretlerinin önünde eğildi.
-
Papa Hazretleri rahat olsunlar ve kusuruma bakmasınlar. Sadece biraz kalçalarım
ağrıyor... Bu ağrılar beni huzurunuza çırağımla birlikte çıkmak zorunda bıraktı.
-
Sayın Vinci, Papalık araştırmacısı olarak göreve atandığınızı size yazılı olarak
bildirdik, diyerek yeniden söze başladı din hükümdarı daha ciddi bir ses tonuyla.
Yaşlı ressam yeniden eğildi.
-
Göreviniz bugünden itibaren başlamıştır. Kutsal Kilise adına, size Bois-le-Duc’te
haftalardır
gerçekleşmekte olan cinayetleri
araştırıp soruşturma
görevini
veriyorum. Bu katliamların kaynağını bulup bana Saint-Jean bayramından evvel
bir rapor sunmalısınız!
Bu sözleri söylerken II. Jules fark ettirmeden Fransa büyükelçisini gözlüyordu. Bayard aynı
asık ve düşman suratla Papa’ya bakıyordu.
1
Saint-Jean Bayramı: Aziz Jean-Baptiste adına 24 Haziran’da yüksek ateşler ve çiçeklerle kutlanan Katolik
bayramı.
114
-
Bu kâğıtlardasahip olduğumuz bütün bilgilerin bir özetini bulacaksınız, diye Papa
konuşmasına devam ederken sekreteri de ressama kalın bir kâğıt tomarı
uzatıyordu. Soracağınız ya da dilediğiniz bir şey var mı?
Leonardo bir kez daha saygı gösterisi olarak eğildi.
-
Yaklaşınız Sayın Vinci diye emir verdi ayağa kalkan din hükümdarı.
Papa, papalık yüzüğünün yanında taşıdığı bir yüzüğü parmağından çıkardı. Yaşlı ressamın
elini alıp yüzüğü onun serçe parmağına taktı.
-
Bu sahip olduğunuz yetkinin simgesidir. Nerede olursanız olun Kutsal Ana
Kilisemizin temsilcileri bu yüzük sayesinde makamınızı bileceklerdir.
Herkesin şaşkınlığı içinde Papa, Leonardo da Vinci’yi kucaklamak için kollarının arasına aldı.
-
Elinizden gelenin en çabuğunu yapın ve benden hiçbir şey saklamayın, diye
fısıldadı II. Jules ressamın kulağına. Avrupa’nın barışı artık size bağlı!
Bu beklenmedik güven belirtisiyle gururlanan yaşlı adam son bir kez eğildi ve Lorenzo’yu
arkasından ufak adımlarla yürümeye mecbur bırakarak ilerlemeye başladı.
32
Karanlıkta
Yerde yığılı olan Philippe de Habsbourg bacaklarını altına kıvırmış ve kendisini fazlasıyla
zorlayarak yarı doğrulmayı başarmıştı. Tekrardan, az önce kendisini uyandıran keskin
gıcırtıları duydu. Sırtına kenetlenen elleri ve bağlı ayak bilekleri canını acıtıyordu.
Hava sıcak ve yoğundu, ne olduğunu çıkaramadığı mide bulandırıcı bir koku vardı. Prens
gözlerini iyice açmıştı, ama boşuna... İçinde bulunduğu oda tamamen karanlığa bürünmüştü.
Bileklerini bağlayan zinciri parmaklarıyla tutup ilerletebildiği kadar ipi yukarı çekmeye
çalışarak asıldı. Halkalar uzaklığını tahmin edemediği bir duvara sabitlendiklerini belli
edercesine gerildi. Üzerinde bulunduğu yer nemliydi.
-
Neredeyim?, diye mırıldandı Prens.
Bir kez daha hatırındakileri toparlamaya çalıştı. Gabriela’nın yüzünü yeniden gördü.
Yabancılar kendisini tutmak için bir anda ortaya çıktıkları ve Gabriela tam arkasına döndüğü
sırada onun yüz hatlarındaki son şaşkınlık ifadesini yeniden canlandırmak için o görüntüye
odaklandı. Yeniden alçak sesle bu ismi hecelerine ayırarak tekrar etti:
-
Gab-ri-e-la.
Gözlerinden öfke yaşları akıyordu. ‘Yeter ki ona bir şey olmamış olsun’ diye geçirdi içinden.
Kafası ağırlaşmış ve düşünce akışı yavaşlamış gibiydi, yine de kendisini kaçıranların
kimliğini tahmin etmesini sağlayacak başka detaylar hatırlamaya çalışıyordu. Boşuna...
115
Aklına sadece bir yere taşındığı hissi, esintisini hissettiği soğuk rüzgâr ve bu karanlık odaya
atıldığından beri duyduğu korkunç çığlıklar geliyordu.
Hafif bir yanık kokusu burun deliklerini doldurmuştu. Yüzünü buruşturdu. ‘Belki de
ölmüşümdür’ diye düşündü.
Sıcaklık artmıştı. Nereden geldiğini anlayamadığı çıtırdamalar duyuyordu. ‘Ateş, ve bu
koku... Tanrım, ne eti yakılıyor böyle...’
Ne dendiğini anlamadığı o korkunç çığlıklarla kesintiye uğrayan gıcırtılar daha da duyulur
hale gelmişti. ‘Bu çığlıklar, bu sıcaklık... Tanrım, bu Cehennem mi, Araf mı...’
Yakınında birinin varlığını hissedince irkildi. Kafasını çevirerek yakınında beliren yaratığın
ne olduğunu umutsuzca anlamaya çabaladı. Kısık bir soluk sesi kendisine yaklaştı ve amansız
bir el onu gırtlağından kavradı. Bu korkunç varlık tek kelime etmeden gırtlağına bastırıyordu.
Philippe boşuna haykırmaya çabalıyordu. Korkunç yanık et kokusu artık bütün odaya
yayılmıştı.
Prens saldırganının hatlarını bir daha belirlemeye çalışmış ama başaramamıştı. Ardından
prensin görüşü bulanıklaştı ve sert bir şekilde yere düştü. Kalleş saldırgan gırtlağını sıkmaya
devam ediyordu. Nefes almak için tepinerek ağzını açtı. Gözlerinin önünde renk lekeleri
beliriyor, ciğerleri yanıyordu.
Kendisini yere yapıştırarak gırtlaklayan insanüstü güçlü yaratığın mide bulandırıcı nefesini
suratında hissetti ve ağzı sulanır bir tavırla fısıldayan boğuk sesini işitti:
-
Benimsin!
Ardından bilincini yitirdi.
33
Paris, Notre-Dame Katedrali avlusu – 10 Nisan, sabah on bir suları
Katedral kulelerinin gölgesi hâlâ alanın büyük bir kısmını kaplıyordu. Kulelerin tepesini
aşmakta geciken sabah güneşinin ışık süzmeleri sadece Seine nehrinin sularını parıldatıyordu.
Tezgâhların arkasında, Bièvre kıyılarının yakınlarındaki bahçelerden gelen bostancılar, gün
ağardığından beri üzerlerinde biriken yorgunluğu hissetmeye başlamışlardı. Seyyar satıcılar,
su taşıyıcıları, sokak göstericileri ve masalcılarıyla artan renkli aylaklar kalabalığından, dikkat
çekmek için birbirinin üstüne çıkmaya çalışarak birbirine karışan yüzlerce kişinin
bağrışmalarından yoğun bir uğultu yükseliyordu. Notre-Dame’ın büyük kapısından çıkan son
kilise mensupları şaşkınlık içersinde, kalabalığa girmemek için hangi yoldan ilerlemeleri
gerektiğine bir anda karar veremiyorlardı.
Aralarından hiçbiri, katedralin köşesini dönmeden evvelki duvarın dibinden ilerleyen
karaltıya dikkat etmemişti. Üzerinde ham ipekli yünden bir manto olan kimliği belirsiz yaya,
116
cambazın attığı taklalara ve boşu boşuna kendisini çağırmaya çalışan yaygaracının elinde
çevirdiği kartlara ilgi göstermeksizin, başını bir kere bile kaldırıp bakmadan son tezgâhları da
geçip biraz daha ileride, bir araba kapısının ardında durmuştu. Tam oraya yerleşiyordu ki
kalabalığın hareketlenmesiyle gelip geçenlerin bir kısmı onun bulunduğu sokağa dökülmeye
başladı. Uzaktan, satıcıların ve sanatçıların bağrışmalarını bastıracak kadar kuvvetli bir
şekilde gürleyen bir ses duyuluyordu.
Herkes şaşkınlık içinde, kalabalıkta kendine yol açmaya ve parmak uçlarında yükselmeye
çalışarak bu itişmenin nedenini anlamaya çalışıyordu. Sadece birkaç adım geriye çekilen
gizemli yabancı hareketsizce duruyordu.
-
Armagedon1! Armagedon!, diye bağırıyordu biri.
Sessizliğe bürünen aylaklar, katedralin kapı sundurmasından kalabalığa seslenen dağınık
saçlı, gür sakallı adamın dehşet dolu bakışlarını izliyordu. Dengesiz bir şekilde ana kapının
sütunlarından birine tüneyip bir melek heykelinin kanatlarına tutunan üzerinde beyaz bir
gömlek, ayaklarında sandaletler olan bu adam, gözlerini havaya kaldırarak ilenmelerine
devam ediyordu:
-
Gözlerini aç Tanrı’nın halkı! Göklerin krallığını yeryüzünde yeniden savunmanın
zamanı geldi!
Bir an soluk almak için durduktan sonra bu sefer doğrudan ortaya çıkışıyla afallayan aylaklara
seslenerek yeniden konuşmaya başladı:
-
İblis kapılarımıza dayandı kardeşlerim. Şer, komşu civarlara yayılıyor ve kanımız
pahasına inancımızın gücünü kanıtlama zamanımız geliyor. Tanrı der ki, beni
izlemek isteyen her şeyini bırakıp adımlarıma tutunsun. Yeniden imansızla
çarpışıp Hıristiyan topraklarının terk edildiği ve sapkınlar tarafından ele geçirildiği
Doğuya yürüme zamanı geldi! Şerrin kapılarımızda etkisini yaymasına izin mi
vereceğiz? Tanrı tarafından bize bahşedilen dünyada şeytanın kendine krallık
kurmasına izin mi vereceğiz? Size söylüyorum kardeşlerim, aslında çağımızı
temizlemesi için emir Fransa Krallığına verildi! Bu kutsal ve kurtarıcı görevin
kolları olmak bize düşer!
Yeniden ara verip konuşmasının kalabalık üzerindeki etkisini göz ucuyla ölçtü. Şaşkın
yolcuların büyük bir kısmı oldukları yerde dikilip kalırken gezginler ve seyyar satıcılar usulca
nehrin sağ kıyısına uzanan köprüye çekiliyorlardı.
-
Geçmiş zamanlarda masum azizlerin haçlı seferlerinde olduğu gibi halk yol
göstersin! Tanrı der ki: Küçükler önde yürüyecek, o yüzden efendilerimize yol
açalım, dinsizlerin üzerinde yürüyelim, cezalandıralım onları; güçlülerin ve
1
Armagedon: Hıristiyanlık’ta Kıyamet günü Deccal ile İsa arasında geçeceğine inanılan savaşa verilen ad;
İslamiyet’te Melhame-i Kübra olarak geçer.
117
kralların bizim ardımızdan gelmek için silahlandığını ve Aziz Pierre’in kutsal
öfkemizi onayladığını görmek bizi çok mesut edecektir!
Artık daha sakin bir sesle ve dudaklarında beliren bir gülümsemeyle konuşuyordu.
-
Kardeşlerim, size söylüyorum, kutsal Paskalya bayramının ardından altmış gün
geçmeden imparatorun toprakları üzerinde bayram ediyor ve ateş ve kanla yeni
Armagedon’u temizliyor olacağız! Silahlara kardeşlerim, silahlara...
Vaizin son kelimeleri, Hôtel-Dieu kapısından girip habersiz konuşmacıya doğru koşturan
muhafız birliğinin uğultusunda eriyip gitmişti.
Silahlı askerlerin yarattığı panik havası o sırada meydandan geçmekte olan insanları harekete
geçirmişti. Kapı sundurmasının altında saklanan ipek mantolu adam, bölüğün bir kısmı
koşarak önünden geçerken meşe kapının kanadına saklandı. Polis memurlarıyla kalabalığa
seslenen adamın ayakları dibinde yarım daire şeklinde toplanan arkadaşları arasında küçük bir
çarpışma başlangıcı patlak vermiş ve o karmaşaya eklenmişti.
Gizemli gözlemci, polis asayişi sağlamadan önce istemeyerek olay yerinden uzaklaşıp
sessizce katedralin köşesinden kayıplara karışmıştı.
Maubert’e giden köprünün ayağına gelince, adam çevresinde konuşanları dinlemek için bir
süre yavaşladı.
-
Her gün aynı şey, diyordu biri. Daha dün duydum. İki binden daha fazla dilenci
Doğu ovasından Reims’e kadar uzanan bir alanda toplanmış ve İmparatorluk
topraklarına yürümek için sadece bir işaret bekliyorlarmış.
-
Eğer doğru diyorsa ve Kıyamet Günü... diye başlamıştı bir diğeri.
-
Venedik’i kusturduk, devamı niye olmasın? Dedi bir üçüncüsü.
-
Haklı, diye karşılık verdi onların arkasında duran bir kadın. Çocukları
boğazladıkları, canavar ve şeytan putlara tapındıkları söyleniyor...
İpek mantolu adam yanındaki grup kendinden uzaklaştıktan sonra yürümeye devam etti.
Rıhtıma geldiğinde Bièvre nehri boyunca yürüyüp dar bir sokağa saptı. Arkasına bakıp yalnız
olduğundan emin olduktan sonra yüzünü saklayan başlığı indirdi.
Bayard’ın küçük suratında bir sırıtma belirmişti.
-
Tam zamanında, diye mırıldandı. Esen yel korları iyi harlıyor. Bunların artık Papa
Hazretlerinin ayaklarını ısıtmaya başlaması gerekir.
34
Bois-le-Duc – 13 Nisan, akşam sekiz suları
-
Haydi, haydi, acele edelim, bu beyler neredeyse kahvaltılıklarını ve çorbalarını
bitirdiler. Etleri pişirmeye başlayın, şişleri daha hızlı yapın ve biraz daha ıslatın!
118
Hieronymus Bosch’un aile evinin zeminindeki devasa mutfakta her yöne koşuşturan ressamın
karısı Aleit Van der Mervenne, Notre-Dame kardeşliğinin yıllık yemeği için hazırlık yapan
aşçıları sesi ve hareketleriyle teşvik ediyordu.
-
Haydi, çabuk olun, bu beyleri bekletmeyelim. Ve şarap, şarap götürün!
Ellerini önlüğüne silen evin hanımı, hâlâ ocakta pişen domuz yavrularına endişe içinde son bir
kez göz attıktan sonra elinde iki küçük testi şarap taşıyan bir kadınla çarpışmaktan son anda
kurtularak mutfaktan çıktı. Kapının eşiğinde ortamın ne durumda olduğunu anlamak için
durdu. Mobilyalardan arındırılmış büyük salonu kaplayan U şeklindeki masanın etrafında,
ikisi Hieronymus Bosch’un tipik imzasını taşıyan üç büyük tablonun altında, hepsi
yanındakiyle konuşurken bir yandan da önlerindeki yemeği sömüren rahip meclisinin yüz kırk
üyesi hallerinden memnun görünüyordu. Davetlilerin üzerilerindeki şatafatlı kıyafetlerin
renklerine keskin ve cezbeden baharat kokularının bezediği canlı tonlardaki yemekler eşlik
ediyordu.
Aleit derin bir soluk aldı. Kocasının tereddütlerine karşın, son haftalarda meydana gelen
olaylara rağmen 1318’de başlatılan geleneksel akşam yemeği toplantısının ertelenmemesi için
o kadar diretmişti ki...
Bakışlarını Hieronymus’a çevirdi. Ressam arkadaşları Alart Duhamel ve Adrien Van Wesel
ile birlikte masanın merkezinde oturuyor ve memnun gözüküyordu. Aleit’in içi rahatlamıştı.
Gözlerini bir saniyeliğine kapamıştı ki, yakınında birinin sessiz varlığını hissedince irkilerek
yeniden açtı.
-
Beyefendi’yi istiyorlar bayan, diye bilgilendirdi saygılı bir şekilde hizmetçi kız.
Endişe yeniden ressamın karısının içini kaplamaya başlamıştı; kalbinin sıkıştığını
hissediyordu. Tam da her şey daha iyiye gideceğe benziyorken! Bu saatte kim olabilirdi?
Bois-le-Duc’teki herkes bu akşam kardeşliğin toplantısı olacağını bilmiyor muydu? Bu
toplantıyı kim bölmeye cüret ederdi?
Bakışlarıyla hizmetçi kızı sorgulamıştı.
-
Muhafız takımı eşliğinde gelen bir adam... Yabancı bir aksanı var, dedi kızararak.
Adını bilmiyorum ama acil olduğunu söyledi. Bir de...
-
Bir de ne?, diye fısıldadı Aleit onu kapıya doğru götürerek.
-
Arabası... Arabasında Papalık arması var!
Leonardo da Vinci, yemek teklifini reddettikten sonra kendisine ikram edilen çorbayı minik
yudumlarla içerken hâlâ büyük atölyenin ortasındaki şövalede duran Aziz Antoine’ın İğvası1
tablosunu seyre dalmışa benziyordu.
1
Aziz Antonius’un Baştan çıkarılışı: Eserin orijinal ismi La Tentation de Saint Antoine’dır; 3. ve 4.
yüzyıllarda yaşadığı tahmin edilen Aziz Antoine’ın Yemen çöllerinde şeytanın yoldan
çıkarmalarına karşı uzun süreli ve acılı direnmelerini canlandıran Hieronymus Bosch
tarafından yapılan üçlemenin adı.
119
İçeri giren Hieronymus’un ayak sesleri arkasına dönmesine sebep oldu.
-
Sizi beklettiğim için binlerce kez özür dilerim değerli Usta, ama kimse geldiğinizi
bana söylemedi. Şaşırdım...
-
Benim nasılsa, diye böldü Leonardo. Sizin karşılamanızdan çok daha uygunsuz
olan bu ani ziyaret için üzgünüm.
-
Bu yıl için ev sahibi seçildiğim, şehrimizin bir geleneği olan Notre-Dame
kardeşliğinin yıllık yemeği vardı, diye özür dileyen bir tavırla açıkladı Bosch.
Vinci başını salladı.
-
Meziyetlerinizi fazlasıyla doğrulayan bir onur, diye karşılık verdi karışık bir
gülümsemeyle. Sizi misafirlerinizden uzun süre ayırmak istemezdim, ama
anlıyorsunuz ya, görevimin gerektirdiği aciliyet dolayısıyla ısrar etmek zorunda
kaldım.
Mantosunu bırakıp Bosch’un gösterdiği koltuğa yüzünü buruşturarak yerleştiği sırada Bosch
da şaşmaz zayıf hatlarıyla, her zamanki iskemlesine oturuyordu.
Leonardo üzüntüyle bacağını göstererek gülümsedi:
-
Yol... Ve özellikle ne yazık ki hızla geçen zaman... Sizinle ne kadardır
görüşmedik? On yıl mı?
Bosch reddedercesine kafasını salladı:
-
Neredeyse yirmi... 1493’te Venedik’te görüşmüştük. Albrecht Dürer ile seyahat
ediyordum. Sizinle önce Bellini’nin atölyesinde, ardından da hafızam beni
yanıltmıyorsa Kardinal Grimari’nin evinde karşılaşmıştık.
Leonardo gülümsedi:
-
Hafızanız mükemmel. Şüphesiz benimkinden çok daha iyidir. Yaşlanıyorum
değerli Usta, daha şimdiden yaşlı bir adam oldum.
Bosch buna itiraz etmek için harekette bulunacaktı ki Leonardo ona lafını bölmemesini işaret
etti.
-
1493’te elimdeki imkânların bolluğu içindeydim. Başladığım önemli eserler çoktan
tamamlanmıştı. Ve sizin için en güzel dönem daha yeni başlıyordu.
Öne doğru eğilip samimi bir ses tonuyla devam etti:
-
İmparator’un oğlunun size ısmarladığı üçlemeyi gördüm, Tanrı onu korusun, dedi
istavroz çıkararak. Bir başyapıt. Ve Kardinal Grimari’nin sizden satın aldığı
tablolar da dikkate değer... O yıllar sizin için, benim için olduğundan daha çok
verimliydi değerli Usta. Neyse, konumuz bu değil.
Bir süre iki ressam da sessizlik içinde bakıştılar.
-
Papa Hazretleri, benden son haftalarda şehrinizi ve İmparatorluğun topraklarını
lekeleyen olayların içeriğini aydınlatmamı isteyerek beni onurlandırdı, diye daha
canlı bir ses tonunda yeniden söze başladı Leonardo. Yeteneğimin sınırlı olduğunu
120
söyleyerek itiraz ettim fakat Papa Hazretleri, nasıl diyeyim, itiraz kabul etmedi.
Ben de – bana yardımcı olabilecek kişilerin arasından – burada neler olduğunu
öğrenmek için sizi dinlemeye geldim.
Bakışları, sessizliğini bozmayan Bosch’a odaklanmıştı.
-
Bu görevden haberdarım, diye söze başladı en sonunda. En azından amacından. Ve
hayatımızın sükûnetini fazlasıyla zedeleyen bu korkunç hikâyeleri aydınlatmaya
yardım edebilecek her şey gibi bundan da mutluluk duyuyorum. Kendi hayatımdan
daha ziyade şehirdeki insanların hayatından bahsediyorum. Ama size tam olarak
nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyorum...
Leonardo koltuğunda toparlandı.
-
Size kurnazlık taslamaya çalışmayacağım değerli Usta, dedi iğneleyici bir tavırla.
Bois-le-Duc piskoposu tarafından gönderilen dosyadaki parçalardan haberdarım.
Olayların resimleri, cesetlerin taslakları ve çok açıklayıcı tutanaklar var. Belki
resme az duyarlı, bu işi fazla bilmeyen insanlar neyin söz konusu olduğunu hemen
fark etmemiş olabilirler. Benim açımdan, hafızam pek iyi olmasa da, gördüğüm
tuval ve taslakları hâlâ hatırlayabilecek durumdayım. Ve Kardinal Grimari’nin
evinde bana gösterdiğiniz o eskizleri çok iyi hatırlıyorum. Hani şu başlayıp da
sonradan daha klasik bir konu seçerek yarım bıraktığınız tablonun eskizleri... O
eskizlere “kuru ot arabası” adını takmıştınız; açgözlülüğün etkisi altında sonu,
ahiret mutluluğunu unutup cehennemde yanma noktasına gelene kadar bir kuru ot
arabasına gözlerini dikmeye varabilecek insan ahmaklığıyla ilgiliydi. Bir
üçlemeydi, değil mi?
Bosch yavaş yavaş sararmaya başlamıştı.
-
Evet, bir üçlemeydi, ama hiçbir zaman bitirmedim.
-
Bunu biliyorum, diye karşılık verdi Leonardo. Ve bu yüzden böyle benzerliklerin
nasıl mümkün olabildiğini soruyorum kendi kendime. İşte size sorduğum şey de
bu; sizin yardımınızın benim en değerli desteğim olabileceği apaçık ortada.
Bosch rahatsızlığını belli etmemek için dudaklarını sıkmıştı. Rosendal’ın sözleri kulağında
çınlıyordu. Fransa’ya yaptıkları gizli yolculuklarının dönüşünde ve imparatorun oğlunun
ortadan kayboluşuyla ilgili haberi büyük bir korkuyla öğrendiği sırada yol arkadaşı onu
uyarmıştı: “Hiçbir şey demeyin. Kimseye. Papa’ya bile. Bu araştırmayı kendi kendimize
sürdürmek zorundayız. Bütün bunlardan üçüncü bir kişiye bahsetmemiz, bu komplo ile bizi
ortadan kaldırmayı hedefleyen kişilerden saklanabileceğimizin garantisi olmayacaktır.
Kendimizi aslanın ağzına atmamalıyız!” Bosch bu fikri onaylamıştı.
-
Usta...
Leonardo’nun yumuşak sesi Bosch’un kendine gelmesini sağlamıştı.
İtalyan ressamın ayağa kalktığını fark etti.
121
-
Sizi misafirlerinizden daha fazla ayrı tutarsam küstahlık etmiş olacağım. Ve size
itiraf etmeliyim ki yolculuk beni yorgun düşürdü. Bu konuşmaya daha sonra da
devam ederiz. Daha sonra, ama en kısa zamanda, diye düzeltti. Bizi meşgul
etmekte olan konu zamanımızı kısıtlıyor. Telafisi mümkün olmayan sonuçlar
gerçekleşmeden önce bu işe bir düzen vermeliyiz.
Yemeğe katılmayı reddeden Leonardo yüksek rütbelilerin kendisini davet ettiği biraz ötedeki
Sainte-Gertrude Manastırına gitmek için arabasına binmişti.
Kapıyı kapadıktan sonra Hieronymus Bosch bir süre kapının önünde düşüncelere daldı.
Endişelenen Aleit küçük adımlarla ona yaklaşmıştı.
-
Her şey yolunda mı?, diye sordu gergin bir tavırla elini sıkarak.
Bosch başını evet manasında salladı. Ardından önce yemek salonuna doğru yönelip sonra
yeniden geri döndü.
-
Nicolaa Van Rosendal’a haber ver. Onu görmem gerekiyor. Acilen...
35
Innsbruck, İmparatorluk sarayı – 14 Nisan, Öğleden sonra saat üç suları
Altın kaplamalarla süslü müzik salonunun ortasında oturan İmparator, genç İngiltere kralı
VIII. Henri ve eşi Catherine’i kabul etmeden önce yalnız kalmak istediğini belirtmişti; her
zamankinden daha yorgun görünüyordu ve bembeyaz kesilmişti. ‘Ne istiyor? Ona ne
diyebileceğim? Bu ziyaret hiç de iyi bir zamana denk düşmedi!’ diye düşünüyordu
Maksimilyen.
Kapı dikkatlice açıldı ve kapının aralığından Blanche’ın çehresi göründü.
-
Rahatsız edebilir miyim?, diye alçak sesle sordu imparatorun eşi parmak uçlarında
içeri girerken. Konuklarımızın sarayın kapısından geçtikleri duyuruldu.
-
Bu kadar erken mi!, diyerek şaşırdı yaşlı adam ayağa kalkarken.
Göğsünde incelikle düğümlenen dantel korseyle tamamlanmış gece mavisi renkte göz
kamaştırıcı bir elbise giyinen Blanche saçlarını geriye doğru toplamıştı. Bu sıkı saç modeli
garip bir şekilde suratına daha da yumuşaklık katıyordu.
Maksimilyen’e yaklaşıp sevecen bir tavırla yanağını okşadı.
-
Endişeli görünüyorsunuz. Bu ziyaretin sizi üzdüğü hissine kapıldım. İngiltere kralı
bizim müttefikimiz değil mi? Bu atılgan ve tutkulu genç adam hakkında çok iyi
konuşulduğunu duymuştum!
-
Ama ben ona Philippe hakkında ne diyeceğim?
122
-
Gerçeği! Ona gerçeği söylemelisiniz! Zaten şüphesiz kendisi çoktan bu konuda
bilgilendirilmiştir. İngiltere Krallığı hafiyeleri Avrupa’nınkilerden çok daha iyiler.
İmparator üzüntü içinde başını önüne eğdi. VIII. Henri’ye karşı Blanche’ın duyduğu kadar
hayranlık duymuyordu. Aslında İmparator Maksimilyen bir yıl önce babasının ölümünün
ardından tahta çıkan bu genç kralı pek de iyi tanımıyordu, ama onda savaşa fazlasıyla aç
olduğu izlenimini uyandırmıştı.
İmparatorluk askerlerinin koridorda aniden duyulan koşum takımlarının şakırtıları, İngilizlerin
gelişinin yaklaştığını bildiriyordu. İki soylu delikanlı müzik salonunun çift kanatlı kapısını
açarlarken İmparator Maksimilyen ve Blanche da gerektiği gibi ziyaretçilerini karşılamak için
ayağa kalkmışlardı.
VIII. Henri gülümseyerek içeri girdi. İmparator, hükümdarın gençliğine ve güzelliğine hayran
kalmıştı.
-
Sizi görmekten mutluluk duydum kuzenim, dedi Maksimilyen VIII. Henri’nin hâlâ
eldivenli ellerini ellerinin arasına alırken.
-
Aynı mutluluğu paylaşıyoruz Majesteleri! Kraliçe ve ben sizinle görüşmek için
acele ediyorduk, diye hızla yanıtladı VIII. Henri.
İmparator Maksimilyen, kraliçenin derin reveransına karşılık olarak selam verirken genç
kadını inceliyordu. Duruşundaki aşırı ılımlılıktan etkilenmişti. Kömür siyahı gözleri Akdeniz
kökenini ele veriyor ve yüzüne parlak bir aydınlık katıyordu. Oğlunun çektiği evlilik
sıkıntılarını düşünerek ‘ne kadar da uyumlular’ diye geçirdi içinden İmparator.
-
Ziyaretiniz Kutsal İmparatorluğun en kederli dönemine denk geldi, diye iç geçirdi
İmparator İngiliz hükümdarı imparatorluk armasıyla işlenen koltukların olduğu
kerevete doğru götürürken.
Daha geride, iki hükümdarın bekleme odasına çekilen eşleri, onların neler konuştuklarını
tahmin ederek uzaklaşmalarını izliyorlardı.
-
Bu konu hakkında bazı söylentiler duydum, diye karşılık verdi VIII. Henri acılı bir
ses tonuyla. Zaten burada oluşumun en önemli sebebi de bu. Size hislerimi
bildirmek istedim. Roma’daki büyükelçim vasıtasıyla şu cinayetlerin gizemini
ortadan kaldırmakla görevli olacak bir Papalık araştırmacısının tayinini kabul
ettiğinizi öğrendim. Yine de, size karşı dürüst olmam gerekirse bu görevin olası
başarısı hakkında kuşkularım var!
-
Bana kanıt olarak sunabileceğiniz...
-
Şu ana kadar kesin hiçbir şey yok, ama sağlam kuşkular var, diye İmparatorun
sözünü böldü kral kendinden emin bir ses tonuyla. Önsezilerim Fransa Kraliyeti
tarafından yönetilen bir dalaverenin söz konusu olduğunu söylüyor!
123
‘İşte buyurun! Bu kadar basit! Daha sonrasında Fransa Krallığı’na ayak basma arzularını daha
haklı göstermek için Brabant’da geçen olayları basitçe menfaatine uygun kullanmaya
çalışmıyor mu?’
-
Paris’te artık İmparatorluğun bütün öznelerine karşı resmi olarak aforoz isteminde
bulunulduğunu biliyor muydunuz?, diye araya girdi Blanche. Kısa bir süre önce
Roma’da Papa ile şahsen görüştüm. Vatikan en saçma söylentilerle çalkalanıyor.
Fransa hakkındaki önsezilerim sizinkiyle tamamen aynıdır Majesteleri.
-
Kısa bir süre sonra Vinci’yi de ağırlamam gerekecek, diye yeniden söze başladı
Maksimilyen. Ben kendi açımdan gerçekliği ortaya çıkarmaktan vazgeçmedim. Bu
kötülüklerin üzerine düşen ışık geçirmez örtüyü hâlâ onun kaldıracağını ümit
ediyorum. Biliyorsunuz sevgili kuzenim, Bois-le-Duc’e bizzat gittim. Orada
gördüklerim beni gerçekten dehşete düşürdü. Bütün bunların bir dış güç tarafından
yönetilebildiğine inanmakta zorluk çekiyorum!
-
Bosch hakkında düşündünüz mü?
İmparator bu ismi duyar duymaz irkildi.
-
Yine bana iletilen bilgilere göre bu ressamın adı varsayımlarda oldukça geçeceğe
benziyor. Bu kötülüklerin belirtisi olabilecek tablo veya resimlerden bile
bahsediliyor!
-
Bu düşünülemez!, diye karşı çıktı İmparator Maksimilyen. Romatizmadan dolayı
hareket edemez halde olan bir yaşlı nasıl böylesine bir korkunçluğun kaynağı
olabilir? Onunla görüştüm, deli değil! O tablolar onu fazlasıyla potansiyel suçlu
gibi gösteriyor... bir de zaten, söyler misiniz, neden böyle bir şey yapmış olsun?
-
Anlıyorsunuz ya, Bosch’a olan inancınıza katılıyorum, diye hâlâ yumuşak bir ses
tonuyla söze devam etti VIII. Henri. Her şey onu suçlu konumunda bırakıyor;
seçilen şehir, tuvallerine uygunluk... Bütün bunlar apaçık ortada. Sadece
örgütlenmiş bir güç böyle bir dalavereyi etkili bir şekilde yönetebilir... Böylece
benim varsayımıma geri dönüyoruz.
Maksimilyen, eşinin bir baş hareketiyle İngiltere kralının fikrini onayladığını gördü.
-
Yine de... diye söze başladı İmparator.
-
Yine de?
-
Bazı din adamları, özellikle de Papa Hazretlerine en yakın olanları doğaüstü
kötülüklerin bu işin içinde olduğuna inanıyor gibiler. Başka açıklanması mümkün
olmayan olaylar da XII. Louis hakkındaki bu suçlamanızı desteklemeyişime
sebeptir. Tabii ki bu durumu kendi çıkarına kullandığı gün gibi ortada ama ben
yine de kendi kendime ciddiyetle soruyorum: Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu
acaba şerrin saldırısına uğruyor olamaz mı?
124
VIII. Henri önce kahkahalarla gülmüş, ardından, İmparatorun gayet ciddi olduğunu anlayınca
bir anda susmuştu.
-
Şeytan mı?! Bois-le-Duc’teki katliamların sebebi Şeytan, ha! Siz bu fikre inanıyor
musunuz?
-
Oldukça gençsiniz kuzenim, diye karşılık verdi Maksimilyen üzüntülü bir tavırla.
Ben yaşlı bir adamım, o kadar fazla şey gördüm ki! Gerçek nedenleri mantık
sınırlarından uzak o kadar fazla kanlı çatışmalara şahit oldum ki! Nice bana
benzerlerin cesetleri önünde ağladım. İnanın bana, dünyanın üzerindeki tiyatro
sahnesinde İyilik ve Kötülük arasında bitmek bilmeyen bir savaş oynanıyor, diye
devam etti İmparator bezgin bir ses tonuyla. Sizin gibi ben de Tanrı’ya
inanıyorum. Halkımın ve ailemin korumasını sağlamak için her gün O’na dua
ediyorum. Bütün bunlar varken nasıl olur da şerrin varlığını inkâr edebilirim?
VIII. Henri ne cevap vereceğini bilememişti.
İki hükümdar eşi arasında muhabbet koyulaşırken Maksimilyen, VIII. Henri’ye yaklaşmak
için eğildi.
-
Kuzenim, sizden Fransa Krallığı’na karşı tam bir ihtiyat isteyebilir miyim?, diye
eşlerine duyurmadan çok alçak bir sesle sordu İmparator.
Genç İngiltere kralı başıyla onayladı.
-
Açık olmak gerekirse, Brabant’daki olayların hemen ardından benim için çok daha
korkunç başka bir üzüntü geldi ve bu beni daha da tedbirli davranmaya zorluyor,
diye devam etti yaşlı adam.
-
Bahsetmek istediğiniz nedir?, diye sordu bu güven belirtisine açıkça şaşırdığını
belli eden VIII. Henri.
-
Benim sevgili oğlum Philippe ortadan kayboldu...
-
Nasıl yani kayboldu?
-
Bundan üç hafta evvel Philippe, Leonardo da Vinci ile görüşmek için Milano’ya
gitti. İmparatoriçe’nin amcası tarafından Sforza Sarayı’nda verilen akşam
yemeğinin ardından odasına çekilmiş. Sabah gün ağrırken şehri terk edip benim
yanıma, Bois-le-Duc’e dönecekti. Sabah ilk horoz öttüğünde muhafız komutanı
kendisini göremeyince odasının kapısını zorlayarak içeri girmiş. Oda boşmuş!
Yatağa bile dokunulmamış. Philippe buharlaşır gibi ortadan kaybolmuş! O
zamandan beri kendisinden hiçbir haber alamadık. O 23 Mart gecesinde ne olmuş
olabileceği hakkında da hiçbir fikir yok!
-
Ama sonuçta... Öylece ortadan kaybolunmaz ki! Kaçırılmış!
-
Benim de ilk aklıma gelen buydu. Ama bu mümkün değil. Odası sarayın en üst
katlarından birindeydi. Onu kaçırmış olan olası kişiler ancak kapıdan içeri girerek
125
onu ele geçirmiş olabilirler. Hâlbuki size söyledim, oda anahtarla kilitliymiş.
Philippe, zavallı eşinin geceleri aniden içeri girmesinden korunmak için uzun
zaman önce böyle bir alışkanlık edinmişti. Komutan kendinden emin. Ona
odasının kapısına dek eşlik etmiş ve ona iyi geceler diledikten sonra içeriden
kapının kilitlendiğini duymuş. Gün ağarırken kapı hâlâ kilitliymiş. Saraydaki
mükemmel güvenlik önlemlerine inanacak olursak oğlum bu şekilde karşı
koymadan nasıl kaçırılmış olabilir? O akşam üzerinde olanlar hariç bütün
giysilerini bulduk!
-
Peki ya oğlunuz, muhafız farkına varmadan dışarı çıktıysa?, diye sordu daha da
şaşıran VIII. Henri.
-
Saat oldukça geçmiş ve Philippe ertesi sabah mümkün olduğu kadar erken yola
çıkabilmek için kendisi yatmak istemiş. Neden yatağına bile girmeden yeniden
çıkmış olabilir ki? Tahmin edersiniz ki saray ve çevresi boşu boşuna tekrar tekrar
arandı. Hiçbir zorlanma yok. Hiçbir şiddet izi yok. Üstelik eğer herhangi ustaca
düzenlenmiş bir dalavereyle kaçırılmış olsaydı bile onu kaçıranlar çoktan fidye
istemek için kendilerini bana belli etmiş olurlardı!
Kısa bir süre sessizliğin ardından İmparator kısık sesle konuşmaya devam etti:
-
Umarım artık endişemi ve ihtiyatlı davranışımı daha iyi anlamışsınızdır. Philippe’i
ufacık da olsa bulma ihtimalimiz varsa bu ihtimali tehlikeye atacak hiçbir şey
yapmamalıyız! Anlıyorsunuz değil mi kuzenim, hiçbir şey! Ben tesadüflere
inanmam. Sayarsanız Philippe’in ortadan kaybolmasının, Bois-Le-Duc’teki ilk
katliamdan altmış altı gün sonra gerçekleştiğini göreceksiniz! Altmış altı; yani
Brabant’da işkence çekenlerin bedenlerinde bulunan uğursuz sayı! Şu durumda
nasıl bir işaret görmeyeyim?
Maksimilyen’in saklamadığı kederden etkilenen VIII. Henri duygularını belli etmek için yaşlı
adamın ellerini tuttu.
-
İngiltere’nin oğlunuzu bulmak için şu andan itibaren her şeyi yapacağından emin
olabilirsiniz
kuzenim.
Aynı
zamanda
bunların
aramızda
kalacağına
da
güvenebilirsiniz.
İmparator üzgün bir şekilde gülümsedi. Bu şevk dolu genç adama güvenmeye başlıyordu.
-
Bu akşam bunları konuşuruz dilerseniz?, dedi kısık sesle.
Ardından daha kuvvetli bir ses tonuyla hâlâ aralarında konuşan iki hükümdar eşine dönerek:
-
Haydi bayanlar, gelenekler Majestelerinin şerefine verilen akşam yemeğinden önce
İngiltere soylularını selamlamamızı gerektiriyor, dedi
Ayağa kalkarken, VIII. Henri sendelememesi için doğal bir şekilde elini uzatmıştı.
126
36
Venedik – 14 Nisan, öğleden sonra dört suları
Gabriela derin derin nefes alıyordu. Genç kız az kalsın ucuna atladığı kayıktan düşeyazmıştı.
Geriye, diğerlerinden biraz daha uzağa oturmuştu. Uzakta, Dukaların Şehri ufukta belirirken
artık kafasını toparlayabiliyordu. Denizin üzerindeki pusun arasından görünen bütünlükten
artık aşıboyalı dış cepheler ve onların önünde yer alan, küçük gemilerin olduğu yolu süsleyen
canlı renklerle boyanmış kazıklar ortaya çıkıyordu. Gabriela, biraz daha uzakta kiliselerin
çanlarını görebiliyordu.
Denizçulluğunda çoğunluğu siyah kıyafetli adamlardan oluşan yaklaşık yirmi kişi vardı.
Deniz yolculuğundaki insanları inceleyerek, ‘Kesinlikle tüccarlardır’ diye geçirdi aklından
genç kadın.
Serin deniz havası ona iyi gelmişti. Orada bulunmaktan neredeyse mutluluk duyacaktı.
Oturduğu yer şans eseri günün son güneş ışınlarından yararlanmasına olanak veriyordu.
Denizcilerin kürek ritimlerine uygun bir şekilde kendini sallanmaya bırakmıştı.
Gabriela, Milano’dan ayrıldığından beri geçen on yedi günü düşündü. Geminin ön tarafında
uyumakta olan vücut hatları ince, gençten adamı uzaktan izlerken ‘Az kalsın kaç defa
kaybedecektim onu!’ diye düşündü. Kırlardan buraya, Venedik’in kapılarına kadar onu
sürükleyen koşuşturmacalı takibi hatırladı. Uzaklardaki Venedik damlarına bakarken tüm
kalbiyle Philippe’i yeniden bulmayı ümit ediyordu. O trajik 23 Mart gecesinden beri
görüntüsü gözünün önünden gitmeyen, birkaç saat içinde kendini kaybedercesine âşık olduğu
Philippe’i... Aklına sürekli Leonardo’nun atölyesinde kesitlerini duyarak şaşırdığı konuşma
geliyordu. Yaşlı ustanın elleri arasında sallanan, prensin Toison d’or madalyasının belirgin
görüntüsü onu Rafaello’nun izini bırakmaması gerektiğine inandırmıştı.
Genç ressamı hem kaybetmeden hem de ona yakalanmadan takip etmek pek de kolay
olmamıştı. Bazen bir adam bazen de basit bir köylü kızı kılığına giren Gabriela, kendisi ile
sevdiği arasındaki tek bağı elinden kaçırmamak için ne hilelere başvurmuştu. Rafaello’nun
beş gün boyunca hiç dışarı çıkmamak üzere yerleştiği hanın yakınlarındaki tahıl ambarında
bir dilenci gibi geçirdiği gecelerin dondurucu soğuğunu üzüntüyle hatırladı. Gabriela,
Leonardo’nun yollamasına rağmen, genç ressamı doğrudan Venedik’e gitmemeye iten
nedenleri hâlâ anlamıyordu.
Rafaello az önce uyanmıştı. Kıpırdamadan, sadece tutulan kolunu öne doğru uzatarak, keskin
ve endişeli bakışlarıyla, göz ucuyla diğer yolcuları incelemeye koyulmuştu. Temkinli olmak
için genç kadın, başını çevirerek Piza kulesi ile eş zamanda ufukta beliren deniz gümrüğünün
seyrine dalmış gibi yaptı.
127
Bir önceki gece yanlarında kaldığı Dominikan rahibelerinin manastırından arakladığı dini bir
kıyafet giymişti. Yüzünü çevreleyen sıkı başlık ona oldukça ciddi bir ifade vermişti. Bu rüküş
kıyafet içinde Gabriela olduğundan iki kat daha yaşlı görünüyordu.
Kısa bir süre sonra gemi Dukalar şehrine yanaşmıştı. Gabriela Arsenal rıhtımından yere ayak
bastı. Batmak üzere olan güneş burada inen yolculara sıradışı bir manzara sunuyordu. Günün
bu saatinde lagüne bakan bina cepheleri adeta kızıl bir ateşle yanıyordu. Gabriela ressamın
izini kaybetmekten o kadar endişe ediyordu ki bu manzaranın tadını çıkarmaya fırsat
bulamamıştı. Makul bir mesafeden yürüyerek onu takip ediyor bununla birlikte iskeleden beri
genç adamın dikkatini çekmemeye de özen gösteriyordu. Dini kıyafetinin, birkaç eşyasını
koyduğu çıkınının ve erkek çocuğu gibi duruşunun, onu şehirdeki sürüyle manastırdan birini
ziyarete gelmiş bir rahibe gibi gösterdiği doğruydu.
Rafaello buraları çok iyi biliyor gibiydi. Gabriela ise, şehirdeki sürüyle kanalın arasında kalan
dev sokaklar labirentinde kendi kendine yolunu bulmaktan çabucak vazgeçmişti.
‘Bütün köprülerin birbirine benzediği bu su üzerindeki şehre’ sayıp söven genç kız ‘bana iki
haftadır bu kadar zaman kaybettirdikten sonra şimdi de bir anda ortalıktan kayboluveriyor!’
diye söylendi kendi kendine.
San Giorgio Okulu’nun amblemini taşıyan bir binanın yakınına gelen genç kadın, ressamın
küçücük bir kilise ile üç katlı bir ticaret dükkânının arasında kalan gösterişsiz küçük bir
yapıya girdiğini görmüştü. Kıvrık ferforje tabela yolculara bu binanın bir otel olduğunu
kanıtlıyordu. ‘Her halde bu saatte gidip yatmaz!’ diye düşünerek endişelendi Gabriela.
Birkaç dakika sonra, bayan “rahibe” oradan pek de uzak olmayan bir banka oturup İncil’e
benzer bir kitap okumaya başlamıştı ki Rafaello, Gabriela’nın hiç tanımadığı genç bir adamla
dışarı çıktı. İkisi birden önünden geçerken Gabriela’ya hiç dikkat etmemişler ve ilk sokak
arasından dönmüşlerdi.
Genç kız, gittikçe büyüyen yakalanma tehlikesinin farkında olarak onları izlemeye koyuldu.
Büyük Kanal’a yaklaşırlarken etraf daha da kalabalıklaşmaya başlamıştı. Gabriela iki suç
ortağının peşinden giderken üzerinden geçtiği Rialto köprüsünün sıradışı mimarisine kendini
kaptırmadan edememişti.
Oradan birkaç sokak ileride iki adam, küçük bir bahçeyle çevrili alçakta kalan bir eve
girmişlerdi. Gabriela parmaklıklara yaklaştığında bunun bir ressamın atölyesi olduğunu
anlamıştı. Şövaleler camlı pencerelerin altına dizilmişti ve odanın ucunda canlı renklere sahip
bir sürü tuval göze çarpıyordu. Misafirler tarafından kullanılan kapı besbelli ana giriş değildi.
Emin olabilmek için yapının etrafını dolaşıp küçük bir boşluğun olduğu yere saklandı. Bu
açıdan bakıldığında, aşıboyalı dış cephesiyle ev oldukça asil duruyordu. Büyük açık bir
kapıdan görüldüğü kadarıyla bir kilisenin hemen yanındaydı.
Genç kadın fazla düşünmeden binaya girmeye karar vermişti. Burası ıssız ve oldukça
karanlıktı. Sadece ışığı titreyen bir mum mihrabı aydınlatıyordu. Karşısında tahtadan oyma
128
günah çıkarma yerini fark eden Gabriela içeri süzüldü. Birkaç dakika sonra onun yerine
içeriden bir adam çıkmıştı. Böylece kılık değiştirmiş olan genç kız dini kıyafetini günah
çıkarma iskemlesinin altına saklamıştı. Saçlarını içine topladığı geniş başlığı neredeyse
gözlerini kapatıyordu. Gabriela eve yaklaştı.
‘Bu atölyede ne yapıyor olabilirler?’ diye sordu kendi kendine. Hava kararmaya başlamıştı.
Dar sokağı kaplayan karanlık elverişli bir durum oluşturuyordu. Kimsenin kendisini fark
edemeyeceğinden emin olduğu bir anda, bir sıçrayışta ufak bahçeye girdi. Genç kadın kapının
tokmağına elini koydu. Hiçbir gürültü çıkarmadan, parmak uçlarında yürüyerek o büyük
salona girdi. Atölyenin camlı pencereleri boş gözüküyordu. Ortaya bırakılan şövale
yığınlarının ve muhtemelen genç çıraklar tarafından kullanılan sürüyle farklı nesnenin
arasından geçebileceği bir yol açmak zorunda kalmıştı. Baş döndüren vernik kokularına
karışan yoğun bir boya kokusu başına vurmuştu. Tabloların renkleri ve oraya buraya bırakılan
denemeler birbirine uyumsuz renkler curcunası oluşturuyordu. İçeriden konuşma sesleri
duyuluyordu. Kalbi çarpan Gabriela, evi atölyeden ayıran pelesenk kapıya yaklaştı.
O anda, korkunç bir miyavlama tüm sessizliği bozdu.
Şimdi öfkeyle kaçarak önünden geçtiği şövaleyi bile deviren siyah büyük bir kedinin
kuyruğunu ezmiş olduğunu fark ettiği sırada Gabriela irkilerek ‘Lanet olasıca hayvan’ diye
mırıldandı. Şövalenin döşeme üzerine düşerken çıkardığı tok ses genç kızı panikletmişti. Tam
duvara yapıştığı sırada burnunun önündeki kapı ani bir şekilde açıldı.
-
Size bu sesi çıkaranın benim kedim olduğunu söylemiştim. Bakın, şu şövaleyi
devirmiş!, dedi içeriden gelen bir ses.
Adam atölyeye girmeyip Gabriela’yı ardına kadar açılmış kapı ile duvar arasında sıkışmış
biçimde bırakarak eve geri döndü.
Genç kız artık her konuşmayı açıkça duyabiliyordu. Birlikte geldiği adam ve bir başka adamla
daha konuşan Rafaello’nun ses tınısını tanımıştı.
-
Ama bu delilik... Korkunç bir delilik, diyordu az önce kapıyı açan ve ev sahibine
benzeyen adam. Venedik gizlenilecek son yer. Bütün krallıklar büyük masraflara
girerek orada en iyi ispiyoncularını bulunduruyorlar! Orada bütün bunlar
gecikmeden duyulacaktır! Dukalık inzibatının Avrupa’da en iyisi olduğunu
unutuyorsunuz galiba?
-
Ama biraz sakinleş Giorgione!, diye uyarıda bulundu Rafaello Gabriela’nın daha
önce duymadığı sert bir ses tonunda. Sadece Leonardo’nun emirlerini uyguladık!
-
Titien ve sen, o yaşlı deliye körü körüne bağlı kalarak meleyen koyunlar haline
geldiğinizin farkında mısınız? Bu iş fazlasıyla çizmeyi aştı! Atölyelerimizin
işlerini koruma bahanesiyle ucu tek bir konuya bağlı olan bir suç yoluna giriştiniz.
İnanın bana dostlarım bundan sonra bizi bekleyen tek tehlike darağacına
129
götürülmemiz. İmparator Maksimilyen’in bizi bağışlayacağını mı sanıyorsunuz?,
diye ekledi ressam boğuk bir sesle.
Hâlâ duvara yaslanmış vaziyette bekleyen Gabriela dikkatlice dinliyordu. İmparator hakkında
konuşulması, Rafaello’yu izlemekle ne denli doğru bir iş yaptığının kanıtıydı. Konuşmanın
tek bir kelimesini bile kaçırmamaya odaklanan genç kız korkuya yenilmemeye çalışıyordu.
-
Yani doğru anladıysam, senin yardımına güvenemeyeceğimizi söylüyorsun?
Kardeşlik görevlerini yerine getirmeyi reddeden üyelerin ne bedel ödediğinden
haberin var mı?, diye homurdandı Titien.
-
Bu bir tehdit mi? diye çıkıştı Giorgione buz gibi bir tonda.
Buna yanıt olarak Gabriela’nın duyduğu tek şey ana kapı olduğunu düşündüğü kapının
çarpma sesi oldu.
Ardından eve uzun süreli bir sessizlik hâkim oldu. Bu sırada Gabriela yakalanma korkusuyla
yerinden kıpırdamaya cesaret edememişti. Sonra, evin içinden hâlâ hiçbir ses çıkmamaya
devam edince yavaşça burnuna değen kapıyı itip sessizce dışarı süzülmeye karar verdi.
Dar sokağa çıktığında Gabriela tamamen karanlığın çöktüğünü fark etti. Yeniden yapının
çevresinden dolanan genç kadın kararlı adımlarla giriş kapısına yürüdü. Ressamın kapısını
çalarken ‘Bilmem gerekiyor!’ dedi kendi kendine.
37
Venedik, Giorgione’un atölyesi – 14 Nisan, akşam yedi suları
Gabriela’nın kapıyı çalmasından oldukça uzun bir süre sonra kapı açılmıştı. Ressamların
kullandığı gri bir önlük giyen genç bir çocuk basamaklı sekide duruyordu. Bu ziyarete
şaşırmış bir halde karşısında duran genç adamı ve geniş başlığını şüpheli bir gözle
inceliyordu.
Gabriela kendini Venedik’e yeni gelen ve gecikmemesi gereken acil bir konu için amcasını
görmek isteyen Giorgione’un uzaktan kuzeni olarak tanıtmıştı.
Ne yapacağını bilemeyen çırak onu girişteki neredeyse bomboş olan salona davet etti.
-
Burada bekleyin. Bay Giorgione’un bu akşam sizi görebileceğinden emin değilim,
diye uyardı kapıyı kapatırken.
Oda çok karanlıktı. Gabriela bir süre karanlığa alışmaya çalıştı. Cesaretinin daha yeni farkına
varıyordu. Bir an Piazzetta’ya açılan pencereden atlayarak kaçmayı düşündü. Ama hemen
Philippe’i aklına getirerek bu fikirden vazgeçti.
Kapı yeniden açıldı ve elinde titrek ışıklı üç mumun olduğu bir şamdan taşıyan çırak kapıda
belirdi.
130
-
Ustam sizi görecek! Beklerken oturabilirsiniz, dedi kibarca odada bulunan tek
sandalyeye işaret ederek.
Elindeki şamdanı eskimiş üç çekmecesi olan konsolun üzerine bıraktı. Çırak dışarı çıkarken
Gabriela minnettar bir tavırla çocuğa gülümsedi.
Yeniden yalnız kalan genç kız şapkasını çıkararak bakımlı uzun saçlarını serbest bıraktı ve
ensesinde alçak bir topuz yaptı. Odayı dolaşırken, biçimsizce duvara yanaştırılan masanın
üzerine bırakılmış tabloyu fark etti. Daha iyi incelemek için tabloya yaklaştı. Ön planda iki
kişi vardı; uzun bir gezgin değneğine dayanarak duran genç bir çocuk ağaçlığın ucunda
bebeğini emziren bir kadına bakıyordu. Çocuk dizlerinin üzerinde biten garip kısa
pantolonunun içine dar bir tayt giymişti. Üzerinde kolları dantellerle süslenmiş beyaz bir
gömlek vardı. Kırmızı bir ceket kıyafetini tamamlıyordu. Emziren anneyse sanki Gabriela’ya
bakıyordu. Çıplaktı, sadece omuzları üzerinde oturduğu beyaz kumaşla örtülmüştü. Uzakta,
ırmağın üzerindeki köprünün oralarda bir şehrin kenar mahallelerini oluşturan ilk yapılar
seçiliyordu. Tablonun büyük bir kısmını gökteki yoğun bulutlar kaplamıştı. Tehlikenin
habercisi bu göğün arasından güçlü ışık süzmeleri çıkıyordu. Gabriela en yüksek evin
çatısındaki beyaz güvercini bile fark etmişti.
Genç kız ürperdi. Bir tablo karşısında hiç bu kadar etkilenmemişti. Kucağında bebeği olan o
genç kadın kimdi? Neden çocuğa bakmıyordu? O çocuk yolculuğa mı çıkacaktı yoksa yeni
dönen bir arkadaş mıydı? Anneyi ve bebeği gökyüzünde patlamak üzere olan fırtınadan kim
koruyacaktı? En kötüsünden endişe etmek... Yalnız olmak... Görülmemek... Terk edilmek...
Yeniden buluşmak... Gabriela gözlerinden yaşlar aktığını hissediyordu.
Kapı yeniden açıldı.
-
Beni izleyin!, dedi sadece genç çırak.
Çocuk, Gabriela’nın tanımakta hiç de zorluk çekmediği pelesenkli kapıya işaret etti.
-
Bay Giorgione atölyesinde sizi bekliyor.
Atölye hâlâ darmadağınıktı ama oda her biri küçük camlara konulan bir sürü mumla
aydınlatılmıştı. Bu ışık parçaları camekânın üzerine bir sürü dans eden yansımalar
gönderiyordu.
Bu yarı büyülü sıcak ortam Gabriela’nın biraz rahatlamasını sağlamıştı. Şövalesinin önünde
ayakta sanatını icra eden ressamı arkadan görünce gülümsedi. Giorgione’un onun içeri
girdiğini duymamış olduğu açıkça belli oluyordu. Tek kolunu sırtına doğru kıvırmış geniş ve
dairesel el hareketleriyle önündeki tabloyu boyuyordu. Bir süre önce genç kadını fazlasıyla
korkutan siyah kedi mırıldanarak sahibinin ayaklarına sırnaşıyordu.
Ne diyeceğini bilemeyen genç kız varlığını belli etmek için öksürdü.
-
Yaklaş kuzenim! Hangi şehirden geliyorsun?
Kuzeninin cevap vermemesine şaşıran ressam ziyaretçisinin kim olduğunu anlamak için
arkasına döndü. Karşısında Gabriela’yı görünce kaşlarını çatmıştı.
131
-
Ben size... Ben... Yalan söyledim!, diye kekeledi ressamın dik bakışlarına daha
fazla dayanamayan genç kız.
-
İyi ama kimsiniz?, diye sordu yaklaşmak için elinden fırçasını bırakan ressam daha
kuvvetli bir sesle.
-
Size her şeyi anlatacağım!, diye atladı genç kadın.
Daha da şaşıran ve bu erkek kılığı içindeki kızın güzelliğinden etkilenen Giorgione kollarını
kavuşturarak genç kızın karşısına geçti.
-
Sizi dinliyorum!
-
Adım Gabriela Benci, Banker Luigi Benci’nin kızıyım ve Milano’dan buraya çok
derin bir sırrı açığa çıkarma ümidiyle geldim.
Giorgione tek kelime etmeden, karanlık suratı ve kavuşturduğu kollarıyla duruyordu.
Gabriela bir an tereddüt ettikten sonra devam etti:
-
Philippe de Habsbourg’u arıyorum...
Bu ismin telaffuz edildiğini duyduğu anda Giorgione yeniden kaşlarını çattı.
-
...ve sizin benim onu bulmama yardım edeceğinize inandığım sebeplerim var!,
diye ekledi aniden her şeyi göze almakta kararlı görünen genç kadın.
Bakışlarıyla daha da sorgulayıcı bir tavra giren ressam genç kızı baştan ayağa kadar
incelemeye başlamıştı.
-
Bu akşam bundan şüphe duymama sebep olan bir kılığınız olmasına rağmen
Banker Benci’nin kızı olduğunuza inanmak isterim! Yüzünüz bana yabancı
gelmiyor. Şanslısınız ki uzun süre önce sanırım Leonardo da Vinci tarafından
yapılan annenizin büyük bir portresini çok iyi hatırlıyorum!
Biraz içi rahatlayan genç kız Giorgione’a en güzel haliyle gülümsedi. Korkuyla kıyafetinin
ressamın gözünde kendisini nasıl da acayip göstermiş olabileceğini düşünüyordu. İçinden
Ginevra’nın bu portresini sipariş ettiği için de babasına teşekkür etmişti. ‘O tuval olmasaydı
Philippe ile asla karşılaşamaz ve burada bu akşam Banker Benci’nin kızı olduğumu
kanıtlamakta şüphesiz çok fazla zorluk çekerdim’.
-
Gerisi hakkındaysa Matmazel, neden bahsettiğinizi bilmiyorum!, diye kestirip attı
ressam yeniden resmine devam etmeye girişirken.
-
Sayın Giorgione, yeteneğinize hayranım. Az önce salonunuzda duran gerçeklik ve
samimiyet ile dolu o tabloyu gördüğüm anda sarsıldım... Hâlâ gözlerimde yaşları
duruyor!
-
Aslına bakarsanız hissettikleriniz bana samimi geliyor, dedi ressam misafirinin
yüzünü incelerken. Yine de size söyleyecek hiçbir şeyim yok, diye ekledi sert bir
tavırla.
Gabriela ürpermişti.
-
Sayın Giorgione... Yalvarırım, bana güvenin!
132
Ressam şaşkın bir tavırla yeniden Gabriela’ya döndü.
-
Size bu akşam burada anlatması çok uzun sürecek sebeplerden dolayı kendimi
bana her geçen gün daha da korkunç gelen bir entrikanın içinde buluverdim, diye
yeniden söze başladı genç kız duygusal bir tavırla. Tanıdığınız adamlar gaddar
amaçları uğruna her şeyi yapmaya hazırlar...
Genç kızın önünde dua eder gibi kavuşturduğu elleri aklında biriken kelimeleri pekiştiriyordu.
-
Lütfen beni dinleyin! Ne bu adamların adımlarının beni neden buraya kadar
getirdiğini ne de sizin bana ne şekilde yardım edebileceğinizi gerçekten
bilmiyorum, ama size yalvarırım, şu an kalbim sizin elleriniz arasında...
Gabriela derin bir nefes aldı, neredeyse bayılmak üzereydi.
-
Ve çok daha büyük tehlikeler de sizin elinizde. Şu anda kaderi tehlike altında olan
kişinin kimliğini size söyleyemiyorum, ama çok önemli bir karar söz konusu;
sadece benim için değil, diye ekledi birden bire sönük bir ses tonuyla.
-
Size söyledim, neden bahsettiğinizi anlamıyorum, dedi emin bir şekilde, aslında
kendine olan güveninin bir kısmını kaybetmeye başlayan ressam.
-
Rafaello’yu tanımıyor musunuz?
-
Bu kadarı yeter! Yeterince şey duydum... diye çıkıştı Giorgione.
Şaşıran Gabriela yavaş yavaş endişenin kendisini ele geçirdiğini hissediyordu.
-
Philippe de Habsbourg’un yaşamı kesinlikle tehlikede. Tabii şimdiye kadar talih
ona kötü bir oyun oynamadıysa!, diye yeniden canlı bir şekilde çıkıştı genç kız
heyecandan titreyen bir ses tonuyla.
-
Sizi bana ve şu anda böylesine bir heyecana kadar getiren şeyin ne olduğunu
bilmiyorum, diyerek genç kızın konuşmasını böldü Giorgione duygusuz bir ses
tonuyla. Eğer sizin gibi bir genç kız için oldukça şaşkınlık verici kılığınızı göz
önünde bulundurursam, bunun sıradan bir macera olmadığına gerçekten inanmak
isterim. Yine de sizi uyarıyorum: temkinli olun. Bütün bunlardan uzak durun. Ve
rica ederim sizi sadece sorduğunuz sorularla bile tehlikeye atacak davranışlardan
kaçının!
-
Beni korumak istediğinize göre neler döndüğünü biliyorsunuz!, diye karşı çıktı
Gabriela ümitsiz bir gülümsemeyle.
-
Ben hiçbir şey bilmiyorum Sinyorina Benci! Ben sadece zavallı bir sanatçıyım.
Tek yeteneğim burada şu tuvallerin üzerine hayatın sırlarını dökmektir! Buyurun,
şuna bakın; bu resim insanlara bütün sözlerden daha fazla şey ifade eder, dedi
endişeli bir tavırla. Etrafına korku dolu gözlerle bakıyordu.
-
Bu tablo... Size gereken şey bu tablo, diye fısıldadı Gabriela’ya şaşırtıcı biçimde
bir derinlikle bakarak.
133
Gabriela şövalede duran tabloya kaçamak bir bakış attı. Daha tamamlanmamış olan
kompozisyonda üç kişi vardı; ilk ikisi taslak üçüncüsüyse eskiz halindeydi. Ressam, hâlâ
kaskatı bir tavırla gözleri Gabriela’nınkilere odaklanmış bir şekilde kısaca üçünü de tasvir etti.
-
Üç filozof, bilgeliğin ve evrensel değerinin yeniden doğuşu... İlki Ptoleme, ikincisi
Al-Betani, üçüncüsü...
Bir an durdu. ‘Sanki bana bambaşka bir şey anlatmaya çalışıyor... Ama neyden korkuyor?’
diye düşündü şaşkın genç kız.
Aklından bu kelimeler geçerken pencerelerden birinin arkasından bir karaltı geçtiğini görür
gibi olmuştu. İrkilmişti; ressamın yüz ifadesinde panikli bir hal vardı.
-
Galileo...
‘Ne kadar da korkuyor’ diye düşündü genç kadın. Ressamdan ümit ettiği şeyi bulamadığı için
öfkeliydi. Yine de dürüstlüğü aklında daha fazla endişe kalmamasını sağlamıştı.
-
Bay Giorgione, size güveniyorum. Anlaşabileceğimize inanıyorum. Bana izin
verirseniz konuşmamıza devam etmek için en kısa zamanda yeniden geleceğim.
-
Buna gerek yok, diye homurdandı ressam Gabriela ile bitmeyen tablo arasında
parlayan tutkulu bakışına tezat soğuk bir tavırla. Size her şeyi söyledim.
Gabriela, ressamı eseriyle baş başa bırakarak atölyeyi terk etti.
Giorgione’un evinden çıkarken genç kadın onları izleyen gizemli karaltının izine
rastlayamamıştı.
‘En sonunda amaca yaklaşıyorum, bunu hissediyorum. Onu öyle veya böyle konuşturmayı
başaracağım!’ dedi kendi kendine ve küçük meydana çıkan dar sokaklardan rast gele birine
girdi.
38
Bois-le-Duc – 15 Nisan, öğleden sonra dört suları
Leonardo, Sainte-Gertrude Manastırı’nın avlu koridorunun tam ortasında yanında getirdiği bej
rengi bir kumaştan yapılma şemsiyenin altına sığınarak siyah tahta bir sandalyeye oturmuş,
dizlerinin üzerinde bir parşömen defteri ve elinde fırçası ile çalışmaktaydı.
Yemekhanenin kapısından girip doğruca kendisine doğru yönelen küçük topluluğu fark
edince ressam defterini aceleyle kapatıp solunda duran servis masasının üzerine koydu. Yanı
başında ayakta duran Lorenzo’dan destek alarak gözle görülür bir çaba sonucunda ayağa
kalkabildi.
Ressam, genç adama tutunmaya devam ederek Habsbourg Maksimilyen’i bahçeyi çaprazlama
geçene kadar abartılı bir reveransta bulundu.
134
-
Evet Bay Vinci, özel yeteneklerinizi saymakla bitiremeyen İmparatoriçe’den sizi
izlemek isteyen kişilere çoğunlukla izinizi kaybettirdiğinizi duymuştum, ama Boisle-Duc güneşinin bir İtalyanı saklanmak zorunda kalacağı kadar rahatsız
edebileceğini düşünmüyordum! Sainte-Gertrude güllerinin görevli olduğunuz
soruşturmanın bir parçası olduğunu da!
Kendisi için getirilen tahta oturan İmparator ressama da oturmasını işaret etti.
-
Siz rahatsızsınız!, diyerek endişesini belli etti imparator Vinci’nin suratını
buruşturarak zorlukla çalışma pozisyonuna döndüğünü görünce.
-
Ağrılı romatizmalar Majesteleri. Önemli bir şey değil. Ama Bois-le-Duc havasının
bu ağrıların canlanması için elverişli olmasından endişeleniyorum. Güneşe gelince;
hayatım boyunca ondan kaçınmış ve onun tehlikeli olduğuna inanmışımdır.
Aldığım önlemin tek amacı çoğunlukla beni rahatsız eden migren ağrılarımdan
uzak kalmaktır. Bu ağrıların, bize az zaman bıraktığını hatırlatmakta haklı
olduğunuz soruşturma sürecini aksatmalarından endişe ediyorum...
Yorgun yüz hatları ve solgun yüzüyle Maksimilyen, sanki ressamın daha ilk kelimeleri bütün
enerjisini ve sağlam duruşunu alıp götürmüş gibi bir baş hareketiyle onu onaylamıştı.
-
Aslında bütün sınırlar dâhilinde zaman azalıyor. Ama biz konumuza geri dönelim.
Bu şehre geldiğinizden beri göreviniz nasıl gidiyor Sayın Vinci?
Leonardo da Vinci gözlerini kısıp el alışkanlığıyla sakalını sıvazlamaya başlamıştı.
-
Yerleri ve insanları gözlüyorum Majesteleri...
-
Ve?
Leonardo sandalyesinin üzerinde doğruldu.
-
Sizinle kısa bir süreliğine bire bir görüşme ricasında bulunabilir miyim?
Ne diyeceğini bilemeyen Maksimilyen tereddüt eder gibiydi.
-
Öyle olsun, buyurun yürüyelim.
Leonardo ayağa kalkarken yüzünü buruşturarak sandalyesinden destek alırken imparator
üzüntülü bir tavırla gülümseyip yaşlı adamın tutunması için kolunu uzatmıştı. Ressam
fısıldayarak teşekkür etti ve imparatorluk tahtının arkasında duran şakın nedimlerin bakışları
altında gizemli ve sessiz ikili küçük adımlarla sütun sırası boyunca yürümeye başladı.
-
Bana eşlik edenlerin duymamalarını gerektirecek kadar gizli olan şey nedir?, diye
sordu Maksimilyen endişeli bir tavırla.
-
Bu soruşturma daha yeni başlıyor Majesteleri. Bu acil durum hızlı hareket
etmemizi gerektiriyor çünkü Papa Hazretleri bu ayın sonundan evvel Roma’da
olmamı emrettiler. Henüz her şey gün gibi ortada olmasa da size bir hissimi
açabilirim. İnsana ait olsun ya da olmasın, bu olayların ardında olan güç henüz
amacına ulaşmış değil. Hissimi size açıkça söylemem gerekirse Majesteleri, benim
en büyük endişem bunların devam etmesi...
135
İmparator kaşlarını çatmıştı.
-
Peki, buna sizi inandıran nedir?
-
Şu an için suçlamalarda bulunacak durumda değilim. Yine de herkesin gözü
önündeki ve hatta en kutsal yerlere kadar her yerdeki, insan ruhunun bile karanlık
taraflarını canlandıran resimlerin bizim soruşturmamıza pek de yabancı olmadığına
inanıyorum.
Maksimilyen kuşkucu bir tavırla soluk almıştı.
-
Daha açık olun.
-
Yapamam Majesteleri. Sebep belirlenmedikçe sonuçlar ortaya konulmamalıdır.
Yine de gönül yüceliğinizin, özgürce ifade edilmesine müsaade ettiği bu sanat
eğilimine karşı sizi korumamın vazifem ve hatta şu anki yetkimin bir parçası
olduğuna inanmaktayım.
-
Ben sormadan bana tavsiyelerde bulunulmasından hiç haz etmem, diye soğuk bir
tavırla tersledi İmparator.
Leonardo’nun keskin bakışlarında bir parıltı belirmişti:
-
Böyle bir şeye cüret etmem Majesteleri. Ama her ne kadar öfkenizi kabartıyor
olsam da ileride devletlerinizin sanat icraatını kontrol etmek ve bu icraatın her
açıdan siz Majestelerinin arzularına uygun kalmasını sağlamak amacıyla
hizmetlerimi size sunmaya cüret edeceğim.
Maksimilyen cevap vermeden önce bir süre sessizce durdu.
-
Sizi anlıyorum Sayın Vinci, sizi anlıyorum. Ve konuştuklarınızın gizemliliğinin
ardında eşimin bana sizde bulabileceğimi temin ettiği samimi dürüstlüğü görmek
istiyorum. Bununla birlikte şu an için sizden istenen çözüme odaklanın. Ve
unutmayın ki resim sanatının geleceğinden ziyade milyonlarca adam ve kadının,
ailemin ve büyük ihtimalle Avrupa barışının minnettarlığı sizin çözümlemelerinize
bağlıdır.
Leonardo tek kelime etmeden eğildi. Yeniden doğrulduğunda imparator tekrar yürümeye
başlamıştı. Leonardo’nun gözleri bir an hükümdarın kamburlaşmış omuzlarının sadece
yarısını gizleyen görkemli kolsuz üstlüğe takıldı. Ardından, dişlerini sıkarak avlunun ortasına
o da geri döndü. Daha sadece birkaç adım atmıştı ki Lorenzo yanına koşup kolunu tuttu. Yaşlı
adam gözlerinden okunan bir rahatlama hissiyle Lorenzo’ya tutundu.
-
Bir zavallı, Lorenzo... Sadece kendisine oğlunu teslim eden kişiye güvenecek,
ortada dönen oyunları anlamaktan yoksun bir zavallı... diye sövüp saydı orayı terk
etmek üzere olan imparatorluk kortejine bakarak. Yazık, onun için yazık!
Sonra genç adama doğru döndü.
-
Onların geldikleri sırada bana getirdiğin pusula?
-
Kolumun içinde, diye mırıldandı Lorenzo.
136
-
Peki, ne diyor?
Çocuk kızarmıştı.
-
Haydi, diye devam etti ressam, çırağın düzeyinde konuşarak. Okuduğunu
biliyorum. Beni ilgilendiren şey merakın değil, üçüncü kişilere karşı ağzını sıkı
tutman...
-
Sadece üç cümle vardı: adamların konuştuklarını ve bir daha konuşmayacaklarını,
Kirpi’nin1 emirlerine sağdık kalmaya devam ettiklerini ve son olarak da sizin
görüşmenizin ardından bir adamın gizlice Hieronymus Bosch’u ziyarete gittiğini
yazıyordu.
Gözleri parıldayan Leonardo duraksadı.
-
Tabii ki, tabii ki, diye mırıldandı kendi kendine. Bunu kendim bile tahmin
etmeliydim. İşin aslına bakılırsa ne garip bir görünüş, dedi neşeli bir şekilde.
Sonra da Lorenzo’ya dönerek:
-
Peki, o adam? Adı neymiş?, diye sordu.
-
Nicolaa Van Rosendal.
Vinci iç geçirdi.
-
Usta, o kim?
-
Dominikan rahiplerinden biri, diye küçümser bir tavırla çırağını yanıtladı
Leonardo. Ama bunun hiçbir önemi yok.
Yeniden yerine oturup defterini açmıştı. Defterin içinden kopardığı bir sayfaya birkaç kelime
yazıp kâğıdı Lorenzo’ya uzattı.
-
Bu cevabı ilet. Önce diğer haberi ver, ardından da bunu de.
Genç adam başıyla itaat edip gitmek için arkasına döndü. Leonardo onu tutmak için canlı bir
tavırla bileğinden yakaladı.
-
Ve çabuk dön, dedi açgözlü bir tavırla.
39
Paris, Louvre Sarayı – 16 Nisan, sabah yedi suları
-
İyi ama neler dönüyor? Diye bağırdı XII. Louis.
Gergin Fransa kralı geceliğiyle odasında bir uçtan diğerine yürüyüp duruyordu; kafese
kapatılmış vahşi bir hayvan gibiydi. Sabahın köründe bu şekilde aniden uyandırılmak zevkine
hiç de hitap etmiyordu.
On beş dakika önce Bayard bizzat Louvre’a gelmekten çekinmemişti. Doğası gereği, saray
muhafızlarını zorla geçmek suretiyle görgü kurallarını hiçe saymıştı. Birkaç bağrışma ve
1
Kirpi: Amblem olarak kirpiyi seçen Fransa kralı XII. Louis için kullanılan bir takma ad.
137
itişmenin ardından en sonunda kraliyet odasına girebilmişti. Böyle bir davranış onun dışındaki
herkes için ağır bir cezalandırma gerektirirdi. Yine de ilk bakışta durumun ehemmiyetini
anlayan kral hiçbir şey diyememişti.
Sabırsızlıktan açıkça yerinde duramadığı fark edilen şövalye Bayard’ın o gece gözüne uyku
girmemişti. Bir önceki günden beri kendisine Avrupa’nın bütün büyük şehirlerinden tehlike
bildirileri geliyordu. Kral adına tuttuğu bütün casuslar her yerde aynı şeyleri tasvir
ediyorlardı. Hükümdarı kirpi amblemli yatağında sıçratarak uyandırmadan evvel bu
inanılması güç haberlerin anlamını kavramaya çalışmak için dört dönmüştü.
-
Bu mümkün değil! Adamlarımız onlara verdiğin yönergeleri aşmış olamazlar değil
mi? Onlarla iletişime geçtin mi? diye sordu XII. Louis yazı masası olarak
kullandığı maun ağacından yapılma küçük masanın önüne otururken.
-
Hayır, onlardan hiçbir haber almadım. Biliyorsunuz, bu zaten geçmişte
gerçekleşmiş olan bir şey. Yine de bu olaylarla... diyerek başını önüne eğdi
Bayard.
XII. Louis tasdik etmeyen bir sessizlikle kafasını salladı.
-
Onlara kendime güvendiğim kadar güvenirim. Her birini ince eleyip sık dokuyarak
seçtim. Eğer talihsizlik eseri aralarından biri itaat etmezse hepsi de başlarına neler
geleceğini çok iyi biliyorlar. İnanın bana Sör, ancak bizim ceset doğuran
bölüğümüzden daha düzenli bir örgüt bütün bu işleri bu kadar az zamanda
çevirmiş olabilir. Üstelik Bois-le-Duc’ten başlayarak ülkenin bütün büyük
şehirlerini aynı anda ele geçirmek mümkün değil. Elimdeki resmi mektupların
karşılaştırılmasına bakılırsa bu olayların bir düzmeceden ibaret olduğunu
gösteriyor, diye konuşmasına devam etti Bayard ceketinin iç cebinden bir tomar
kâğıt çıkarırken. Güçlü ve fazlasıyla iyi düzenlenmiş bir örgütle karşı karşıyayız.
-
Bana bunu tekrar et!, diye emir verdi kral.
-
Londra, 13 Nisan: şehir merkezinin çeşitli yerlerinde insan bedeni parçaları
bulunmuştur. Kutsal su çanaklarının içindeki kesik eller Londra’nın büyük
kiliselerinde çalışan hizmetliler tarafından sabahın erken saatlerinde fark
edilmiştir. İlk incelemelere göre bu birbirinden alakasız uzuvlar hem erkeklere
hem kadınlara, hem gençlere hem de biraz daha yaşlılara aittir. Huzursuzluk
başkentte çabucak yayılmıştır. İlk vaizlerin hepsi bu yaşananları Brabant’daki
olaylarla bağdaştırmıştır. Genel tepkiler Almanya’ya yaptırım uygulanmasına
doğru gitmektedir.
-
En azından bu bizim için mükemmel bir fırsat, diye araya girdi sinirden elleri
titreyen kral.
138
-
Devamını dinleyiniz: Innsbruck’a giden VIII. Henri’nin yokluğunda saraydaki
görevlilerin çoğu Fransa’yı ele vermeyi düşünmektedir. Paris’e ilerlemesi için
birlik gönderilme ihtimali bile açıkça konuşulmaktadır.
Bu sözleri duyan XII. Louis sapsarı kesilmişti.
-
Devam et!
-
Bu bildirilerin hemen hepsi aynı şeyden bahsediyor, diye açıkladı Bayard rast gele
başka bir pusula çıkarırken. ‘Milano, 13 Nisan, haber güverciniyle iletildi:
şaşkınlık ve öfke dün bütün şehre yayıldı. Aslına bakılırsa papazlar kiliselerinin
kutsal kudas vazolarında insan elleri bulmuştur. Kurul Papa’ya Maksimilyen’e
karşı hızlı önlemler alması konusunda baskı yapmak için acilen toplanmıştır.
Fransızlar şehri koruyamamakla suçlanmaktadırlar. Lille, 14 Nisan: akşam ayini
sırasında dini görevliler kilisede buldukları parçalanmış ve oraya buraya saçılmış
eller bulunca dehşete düşmüştür. İnsanlar Fransa krallığına karşı tepki göstermeye
başlamıştır... Aynı şeyler Lyon, Cenevre, Amsterdam’da da yaşanmaktadır...’
Tabii ki daha fazlasını öğrenebilmek amacıyla bu şehirlerden her birine hemen
güvenilir kişiler yolladım.
Kralın kızgınlıkla bakan gözleri yeniden parıldadı.
-
Philippe de Habsbourg’la ilgili haberlerin var mı?
-
Hiçbir haber yok! O taraftaki adamlarım kendilerinden eminler. Maksimilyen
hiçbir şey bilmiyor. Kendisine hiçbir fidye talebinde bulunulmamış. Zavallı adam
neredeyse çıldırmış durumda. Oğlunu aldığı için şeytanı sorumlu tutacak kadar
kötü durumda!
-
Bunların benim için hiçbir önemi yok. Açık konuşalım Bayard, bütün olayların
kontrolü bizden çıkmış durumda!, dedi kral öfkeyle.
Şövalye Bayard gözlerini çizmelerinin burunlarına dikmiş, Fransa kralının açık eleştirisi
karşısında o güvenli tavrından eser kalmamıştı. Kral ise karşısındaki duvarda asılı duran
halıya bakıyordu. Pencerenin vitrayından sıyrılan ilk güneş ışınları resmin ortasına işlenmiş
tek boynuzlu at figürünün altın ipliklerine ışıltı saçarak halıya vuruyordu.
-
Bu olaylardan elimizi eteğimizi çekebileceğimiz hakkındaki fikirlerini çok iyi
biliyorum! Bunları zaten bana söyledin. Ama bütün bunlar için artık çok geç.
Bunun olacağını biliyordum! Korkunç mizansenlerinle Bois-le-Duc kiliselerine
saygısızlıklar düzenleyerek belki de şerrin ateşini körledik!, dedi kral istavroz
çıkararak.
Hâlâ başı öne eğik duran Bayard güçsüzlük belirtisi olarak omuzlarını düşürmekle yetinmişti.
-
İşleri bizzat sen eline alıyorsun, diye emretti XII. Louis. Oraya şeytanı taklit
etmeleri için yolladığımız adamları bulup onların bağlılığından emin olman için
sana bir hafta müddet veriyorum. Zamanında git ve bul onları! Ben de Papa’nın
139
gözündeki sert tavrımdan ödün vermeden hasarları kapamaya çalışacağım, diye
ekledi hükümdar konuşmalarının sonlandığını belirtmek için sırtını dönerken.
Bayard kralı selamladıktan sonra bir daha göz göze gelmemek için çıkmakta acele etmişti;
XII. Louis ise tam bu sırada yeni bir şeyler söylemeye başlamıştı:
-
Bu sırada mümkün olduğunca gizli bir şekilde Leonardo da Vinci ile de görüşmeye
çalış. Hâlâ Bois-le-Duc’te olmalı. O yaşlı tilkinin bu işe neden burnunu soktuğunu,
neyi araştırdığını ve ne işe yaradığını öğrenmek istiyorum. Sana söyledim, bir
haftan var!
40
Venedik – 16 Nisan, akşam dokuz suları
Gabriela bir elin mantosunda gezindiğini hissettiğinde gerildi ve ani bir hareketle arkasına
döndü. Sessiz adımlarla arkasından yürüyen adam şaşırıp bir adım geriledi. Dar bir kanalla
çevrelenmiş küçük sokağa süzülen zayıf ışığa rağmen Gabriela, hemen arkasındaki duvara
dayanan karaltının geniş sırtını ve yapılı omuzlarını fark edebiliyordu. İkisi de yarı karanlıkta
birbirlerini süzmek için bir an öylece kalmışlardı; sonra adam ona doğru bir adım atarak
parlak gözlerini ve neredeyse yarım düzine eksik dişli korkunç sırıtmasını ortaya çıkardı.
-
Sakin olun bayım, dedi boğuk bir sesle; erkek kıyafetleri ve Gabriela’nın yüzünü
örten geniş kenarlıklı şapka onu yanıltmıştı. Sizi bu denli gergin kılan gece midir
yoksa bu yer mi?
Gabriela kalbinin hızla çarptığını hissediyordu. Endişeli olduğunu belli etmemeye çalışarak
sessizce yutkundu. Adam, avına yaklaşmamaya dikkat ederek adım adım etrafında
dönüyordu.
Korkan Gabriela adamın kendisi ile köprü arasına geçerek onun kanalın üzerindeki köprüyü
aşmasına engel olmaya çalıştığını anlamıştı.
Tereddüt etmişti. Adam birkaç adım daha attı. Mantosunun ucunu eliyle kaldıran Gabriela sağ
elini kalçasına doğru götürdü. Kınından çekilen bıçağın ıslığı sessizliği bozmuş ve ay ışığı av
bıçağının çelik kısmını parlatmıştı.
Saldırgan donup kalmıştı; bakışlarını bıçaktan Gabriela’nın kararlı yüzüne çevirip kaderinin
ne olduğunu anlamaya çalıştı. Aniden tabanları yağlayıp köprüye doğru uzaklaşmaya başladı
ve aynı hızla gecenin içinde kayboluverdi. Tabanlarının çıkardığı ses bir an daha küçük
sokakta yankılandı; ardından sessizlik yeniden hükmünü buldu.
Gabriela bıçağı kınına sokup sendeleyerek soğuk taş duvarın dibine kadar geriledi. Nefes alıp
verişini düzenleyebilmek için duvara dayanıp bekledi.
140
Bu takip bir anda ona delilik gibi geldi. Başı dönmeye başlayınca, elinde kalan az paradan
tasarruf etmek adına hâlâ akşam yemeğini yememiş olduğunu hatırladı. Bir erkeğin ismiyle
kaldığı gösterişsiz hanın yemek salonunda dikkat çekmemek için görünmekten de kaçınmıştı.
Böylece son iki gününün neredeyse tamamını küçük odasında geçirmiş, Rafaello ve
yoldaşlarının izini yeniden bulabilmek için sadece sabah çok erken saatlerde ve geceleri dışarı
çıkmıştı. Ama ressam geldiği gün yerleştiği, San Giorgio okulunun yakınındaki otelde bir
daha görünmemişti. Genç kız onların izlerini tamamen kaybetmişe benziyordu ve ümitsizliğe
kapılmaya başlamıştı. Bu rastgele gece gezintisinin nedeni de buydu; Gabriela, Giorgione’un
atölyesine gitmek için Arsenal’in pek de tekin olmayan dar sokaklarında maceraya atılmakta
tereddüt etmemişti.
Derin bir nefes alıp, adamın kendisini takip etmediğinden emin olmak için arkasına kaçamak
bakışlar atarak yoluna devam etti. Sokağın köşesini dönüp Giorgione’un çalıştığı dış cephesi
aşıboyalı küçük evin bulunduğu bahçeye çıktığı sırada elleri hâlâ titriyordu.
Genç kız ses çıkarmadan eve yaklaştı. İçeride insan olduğunu belli eden hiçbir ışık
göremeyince, bir işe yaramasa da kapalı pencerelerin tahta aralıklarından içeriyi görmeye
çalıştı.
Hafif bir gürültü onu irkiltmişti. Arkasına dönüp baktığında siyah bir kedinin çeviklikle
pencerenin dayanağından atlayarak adeta mucizevî bir şekilde binanın yan cephesini iki
sıçrayışta tırmanıp kısa cephenin kalkanının ardına saklandı.
-
Ben seni tanıyorum, o gün atölyedeydin, dedi Gabriela kendisini yeşil gözlerle
izleyen hayvana.
Kedi kafasını içeri sokup kaybolmuştu. Kısa bir süre sonra evin içinden tiz bir miyavlama
duyuldu. Gabriela kulağını pencere kanatlarına dayadı: kedi orada, atölyenin içinde
duruyordu.
-
Sen nasıl girdin içeri?, diye mırıldandı genç kız.
Birkaç adım geriye çekilerek damı görebilmek için parmak uçlarında yükseldi. Metrelerce
yükseklikte katlardan birindeki dış cephede birkaç kaygan taş ve pencere dayanakları dışında
başka tutunacak bir şey mevcut değildi.
Gabriela son bir defa ortalığın sessiz ve tenha olduğundan emin olduktan sonra duvara
yaklaşarak çatıya kadar bir şekilde tırmanmaya girişti.
İlk kiremitlere yetişmek için bir yol ararken oldukça uzun zaman geçirmişti ve az kalsın
aşağıya düşüyordu. Sayısız önlemle biriken yosunun üzerinde kaymamaya dikkat ederek hafif
eğimden kendini bıraktı.
Bir bulutun arkasından geçmekte olan ay çatı pencerelerinden birinin camına yansıyordu.
Gabriela kolunu yukarıya doğru uzatarak pencerenin pervazına tutunup kapı zembereğine
eriştiğinde içeri girebileceğini anlamıştı. Genç kız pencere aralığına kadar tırmanıp el
141
yordamıyla pencereyi tamamen açtı. Aralıktan hiçbir şey fark edilmiyordu; ne bir ses ne de bir
hareket...
-
Haydi bakalım, diye mırıldandı.
Ve dar pencereden ayağını içeri uzattı.
Ayakları zemine değince rahat bir soluk almıştı. Ellerini bırakır bırakmaz yere düşmüş ve
gözleri yarı karanlığa alışıncaya dek o şekilde bir süre beklemişti.
Hatlar yavaş yavaş belirginleşmeye başlıyordu. Gabriela bir odada bulunduğunu anlamıştı.
Odadaki eşyalar döküntü bir yatak, bir oturak ve bir sandıktan oluşuyordu. Süslemesiz
duvarlarda resimler ve resim malzemeleri asılıydı.
Gabriela iç geçirdi; ‘en azından ne aramakta olduğumu bilseydim... Neyse sonuçta
buradayım’ dedi içinden. Kapıya doğru yönelmişti. Sahanlığı geçip ressamın atölyesine inen
merdivenlere ulaştı.
Büyük salon yağ ve boyaların baş döndüren ağır kokusuyla dolmuştu. Şöminede hâlâ korlar
parlıyordu. Gabriela tabloların ve şövalelerin ortasında duran tahta masanın üzerindeki gaz
lambasını yaktı. Lambayı omuz hizasında tutup kendi çevresinde dönerek etraftaki eşyaların
arasında yeni bir şeyler aradı.
Gözlerini yere doğru indirdiğinde siyah kedinin sakince bacağına sürtünmek için kendisine
doğru yaklaştığını gördü.
-
Teşekkürler, diye fısıldadı vakit geçirmeden ortalıktan kaybolan hayvana.
Işığın karanlıktan kurtardığı ufak bir alanda kendini belli eden tabloya gözü takıldığı sırada
Gabriela Giorgione’un nerede olabileceğini düşünüyordu. Giorgione’un anlaşılmaz bir ısrarla
ona üzerinde çalıştığı bu kompozisyonu işaret ederken ancak yarım yamalak görebildiği üç
kişiyi şaşkınlık içinde incelemeye başladı. Tablo neredeyse tamamlanmıştı. Adamlardan biri
oturmuş diğer ikisi ise ayaktaydı. Oturan adam gençti ve elinde bir gönye tutuyordu; bakışları
boştu, adeta düş kuruyordu. Doğu tarzında bir giyime sahip olan ikinci adam üzerinde bir
başlık ve kalın kırmızı bir entari taşıyordu. Gabriela, Giorgione’un söylediklerini hatırladı.
-
Ptolémée, Al-Betani... diye mırıldandı adamların suratlarını incelerken.
Gözleri üçüncü adama kaymıştı: konuşmaları sırasında oldukça belirsiz olan bu surat şimdi
tamamlanmıştı.
-
Galileo...
Gabriela, bu üçüncü adamın yüzünde Leonardo da Vinci’ninkilere benzer hatlar görünce
şaşkınlık içinde bağırdı. Solgun benzi ve kafasını örten kahverengi mantosuyla, ellerinin
arasında yazılarla dolu bir parşömen kâğıdı sıkıştırmış, öfkeli bir ifadeyle diğer iki adama
bakıyordu.
Gabriela tuvale ışığı yaklaştırdı. Parşömen kâğıdının üzerindeki satırlar okunmuyordu, sanki
bilinmedik bir alfabeyle yazılmıştı. ‘Bir mesaj... Bana kesinlikle bir mesaj vermek istedi.
Mesajı yazamayınca, izlenebileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak onları yanıltmak için
142
mesajı tabloya aktarmaya çalışmış olmalı. İşte bu yüzden bu tabloya bakmam için bu kadar
ısrarlı davrandı! İyi ama mesaj nerede olabilir?’
Gabriela dikkatlice tablonun arkasına baktı, ama bir şey bulamadı. Ardından Vinci’nin elinde
tuttuğu parşömen üzerine yazılan garip işaretleri yeniden inceledi. Ona modellik yaptığı
sıralarda Vinci’nin masa başında çalışır hali gözünün önüne gelivermişti.
Geriye çekilerek masaya doğru yöneldi ve bütün salonu gözleriyle taradı. Şöminenin olduğu
yere kadar gidip ocak ateşliğinin yanına bırakılan kalaylı tabağı eline aldı ve onu parlatmak
için elbisesine sürttü. Sonra yeniden tablonun başına geçerek resimdeki yazıların tam
karşısına gelecek şekilde kalaylı tabağı tuttu ve resmedilen sahnenin tabaktaki yansımasını
incelemeye koyuldu.
-
Hay şeytan! Vinci soldan sağa doğru değil, sağdan sola doğru yazar; Giorgione da
onun tarzını taklit etmiş, diye mırıldandı.
Heyecan içinde yazıları okumaya koyuldu.
Gabriela, fal taşı gibi açtığı gözleriyle en ufak ayrıntıları bile okumaya çalışırken yakındaki
kilisenin çanının gecenin sessizliğini bozan yankıları duyulmaya başlamıştı. Ne yapacağını
şaşıran genç kız olduğu yerde kalakalmıştı; panjurların arasından etraftaki evlerde birer birer
ışıkların yanmaya başladığını görüyordu.
-
Alarm çanı mı?, diye mırıldandı panjurlara yaklaşırken.
Meydanda karaltılar görmeye başlayınca tabloya son bir defa bakıp, okumakta olduğu yazının
şaşkınlığı içinde atölyeden çıktı. Kattaki odanın pencere pervazına tutunarak çatıdaki
kiremitlerin üzerine çıkıp gecenin karanlığında yeniden kayboldu.
41
Roma, Papa’nın malikânesi – 16 Nisan, akşam dokuz suları
II. Jules, akşam ayininin ardından en yakın arkadaşlarıyla odasının bitişiğindeki küçük
salonda oturduğu günün bu özel anını fazlasıyla seviyordu. Geç saatlerdeki bu gece
oturumları ona çocukluğunda genelde buz gibi soğuk olan yatağına girmeden önce ateşin
çevresinde oturarak dinlediği masalcıları hatırlatıyordu.
O akşam her zamanki gibi yine Sixtine şapelinde yapılan ayin sırasında Papa, karşılaştıkları
durumu düşünmekten kendini alamamıştı. Hatta tütsülüğün ana sahnın üzerine doğru
kaldırıldığı sırada iki gündür Vatikan’a bildirilen korkunç keşifleri düşünürken irkilmişti.
Papa’nın gözünün önüne kiliselerde bulunan o kesik, kanlı eller geliyordu. O akşam kutsal
ayine katılmış olan ayrıcalıklı kişilerin gözlerinden kendisini kayıtsızlıkla suçlayan bütün
Hıristiyan âleminin yergilerini okuyabiliyordu.
143
Bütün akşam boyunca içi kavrulup durmuştu. Zaten kendi özel dini görevlileri tarafından
hazırlanan çorbaya da neredeyse hiç dokunmamıştı.
Salona girdiği anda II. Jules az da olsa iç huzuruna kavuşmuştu. İçeride sadık sekreteri
Kardinal Alexandre Grimari, Sion piskoposu Matthieu Schiner ve Fransa Krallığında olan
bitenden din hükümdarını haberdar etmeye gelen Kardinal César Ambrosini bulunuyordu.
Ateşin kenarına yerleştirilmiş geniş koltuklarda oturan üç adam, Aziz Peder’in özel mahzeni
için üretilen bir şişe şarabın tadına bakıyordu. Papalık hükümdarının içeri girmesiyle üçü de
ayağa kalkmıştı. Papa da onlara başıyla selam verip oturmalarını işaret etti.
Her biri yeniden yerlerine otururken II. Jules de her zaman oturduğu, şömineye en yakın olan
koltuğa yerleşti. Onun rahatı için endişelenen rahibelerin şöminenin yakınında ısıttıkları el
kürkünü seve seve kabul etti.
-
Şaşırtıcı bir soğuk var değil mi? Bütün akşam boyunca titreyip durdum!
-
Emin olun ki Roma’nın hava koşulları o kadar yadırganacak gibi değil; biz Paris’te
Nisan’ın ilk günü bile kar gördük!, diye karşılık verdi Papalık büyükelçisi
Ambrosini.
-
Doğru, işimize dönelim! Fransa Krallığı’ndan ne haberler var? Orada hüküm süren
ahlaki durumu öğrenmek için sabırsızlanıyorum, dedi Papa Hazretleri.
César Ambrosini’nin böyle bir espri anlayışı vardı. Yüzünde nükteli bir gülümseme belirmişti.
Bununla birlikte Papa’nın sorusuna cevap vermeden önce büyükelçi kendisine ikram edilen
şarap kadehinden bir yudum şarap tattı.
-
Diyebileceğim şu ki Fransa’da fırtınalar kopuyor. Her geçen gün olayların sayısı
artıyor. Piskoposlarımızın fazlasıyla endişelendiğini sizden saklayacak değilim.
Sanırım Kardinal Grimari’nin az önce bize sözünü ettiği son bulgular pek de bir
şeyleri yoluna koyacak cinsten değil...
-
Peki, söyler misiniz, el altından bütün bu huzursuzlukları sarayda yaratan Fransa
Kralı ve onun aynasızları değil midir?, diye yeniden sordu Papalık hükümdarı.
Kardinal Ambrosini bir yudum daha şarap aldıktan sonra başını salladı.
Konuşmaya başlamak için kilise adamlarının rahatlarının yerinde olup olmadığını kontrol
etmeye gelen rahibenin arkasından kapıyı kapatmasını beklemişti.
-
Kral’ın ortalığı sakinleştirmek için hiçbir girişimde bulunmadığı kesin! Ama halk
isyanının göstermelik olmadığından da eminim. Almanya’nın gizli köşelerinden
çıkıp gelen reformcu vaizlerin sesleri artık Fransa’nın en küçük kilise bölgelerinde
bile duyuluyor! Söylemek zorundayım ama hepsi sabırsızlık içinde sizin
kararlarınızı bekliyorlar. Bundan daha bir hafta evvel bana topluluklarının
beklentilerini pek de diplomatik sayılamayacak bir şekilde ifade etmeye gelen
başrahipleri dinliyordum!
Papa derin düşüncelere dalmış gibiydi; karşılık vermedi.
144
-
Peki ya siz Schiner, siz ne düşünüyorsunuz?, diyerek aniden Sion piskoposuna
döndü.
-
İki günden beri piskoposlarımız tarafından bize iletilen bilgiler doğruysa -ve şu
anda hiçbir şey bu bilgilerden şüphe duymama yol açamaz- korkarım ki bana
yöneticiliğini yapmamı buyurduğunuz araştırma komisyonunun çıkarımları
fazlasıyla doğru olacaktır.
Papa, Schiner’in normalde daha keyifli olan ses tonunun ciddiyetiyle gerilmişti.
-
Bu ne anlama geliyor?
Matthieu Schiner cevap vermeden önce kısa bir süre tereddüt etmişti.
-
Son günlerde kiliselerde bulunan kesik ellerin hepsinin üzerinde şeytanın sayısı
var!
Papa ve diğer iki kardinal endişelerini belli etmekte güçlük çekiyorlardı.
-
Bois-le-Duc’te yaşanan cinayetler sırasında bu sayının kullanımı sizden başka
birileri tarafından da görülmüş müydü?, diye sordu Papa.
-
Hayır Aziz Pederim. Bu bilgiye sahip olan herkes şu anda bu salonda oturuyor.
-
Kutsal Kilise’nin yüce menfaati adına bunu hiçbir zaman açığa çıkarmamanızı
emrediyorum.
Papa çenesinin altında ellerini kavuşturmuş bir vaziyette bir süre sessizce durdu.
-
Grimari, bu olayların kimse tarafından yeniden şekillendirilmemesi için yarından
tezi yok piskoposlarımızın raporlarını yok edeceksiniz, diyerek yeniden söze
başladı.
-
Bu en doğrusu, diye fikrini beyan etti Schiner biraz daha canlı bir tavırla. Zaten
sanırım artık her şey açıklığa kavuştu. İmparatorluğu feda ederek bu taşkınlıkları
kontrol altına alma zamanı gelmedi mi?
-
İmparatorluğu aforoz etmekten bahsediyorsunuz! Ama böyle bir kararın hangi
şekillerde sonuçlanabileceğinin farkında mısınız?, diye çıkıştı Papa.
-
Fransa Kralı’nın da yapmaya çalıştığı bu, diye araya girdi Kardinal Ambrosini.
Huzursuzluğunu daha fazla kontrol edemeyerek kadehini bırakıp ayağa kalktı:
-
Roma’ya gelişimden hemen önce Bayard hayvanıyla yeni bir atışma daha yaşadım.
Kurnaz adam beni açık biçimde tehdit etmeye kalkıştı. “Papa Fransa Kralı’nın
gerekliliklerini duymazdan gelmeye devam edecekse Fransa Kralı da Aziz
Anamızın adına gerekirse bir başına savunmaktan çekinmeyecektir!” dedi.
Bu tehdidin şiddeti salondaki herkesi bariz bir şekilde etkilemişti. Sadece Papa büyükelçinin
ilettiği bu sözlerden etkilenmemişe benziyordu. II. Jules piskoposun ses tonuna benzer bir
ifadeyle açıklamaya başlamıştı:
-
İşte bizim daha da temkinli davranmamızı gerektirecek tehditler bunlardır. Size
doğrusunu söylemem gerekirse, Kutsal Kilise’yi böylesine koruma düşkünlükleri
145
bana sadece bir sis yığını gibi geliyor! XII. Louis’nin baskısına boyun eğip
İmparatorluğu aforoz edersem aynı zamanda hırslı İngiltere Kralı’nın da
Maksimilyen’i savunma bahanesiyle Fransa Krallığı’na saldırmasına zemin
hazırlamış olurum. VIII. Henri bunun olması için sabırsızlıkla bekliyor; bunu
biliyorum. Normandiya’ya ayak basması için ona tek bir ispat bile yeterli olacaktır
ve benim alacağım kararın kendi koalisyon hayallerini yıkmasını istemeyecektir. O
zaman İspanya ne yapacaktır? Hatta daha da kötüsü hassas İtalyan dengesi ne hale
gelecektir? XII. Louis, İngiltere, Kutsal İmparatorluk, İspanya ve bazı İtalyan
devletlerinin oluşturacağı bir ittifakın ne denli tehlikeli olabileceğinin gayet
farkında. Hâlbuki bu ittifak diplomatik yollardan yavaş yavaş kurulmaya başlandı
bile. Fransa Kralı bunu göz ardı edemez. VIII. Henri’nin geçen yıl Catherine
d’Aragon ile evlenmesi bu söylediğimin en iyi kanıtı değil mi? Maksimilyen ile
güçlü Sforza ailesinin arasındaki eski bağları saymadım bile! Kirpi şiddetli bir kriz
yaratarak genç İngiliz hükümdarının yüzeysel tepkisini garantilemiş oldu. İnanın
bana, o hileci, Avrupa’nın büyüklerinin yeni bir birleşme oluşturduğunu
görmektense yerinde ve zamanında kurulmuş askeri bir ittifak ile savaşmayı tercih
edecektir. Dikkatli olalım: beni bu şekilde Kutsal İmparatorluğu saf dışı bırakmaya
zorlayarak bu hamleyi sekteye uğratıp savaşın tek galibi olmayı arzuluyor.
Gerçekten onun tuzağına düşmeli miyim?, diyerek konuşmasını sonlandırdı Papa
Hazretleri her birinin yüzüne bakarak.
Sadece Matthieu Schiner söz aldı:
-
Muhakemenizi çok iyi anlıyorum ve kendi açımdan XII. Louis ile ilgili olan
çözümlemelerinize katılıyorum.
II. Jules bir baş hareketiyle Sion piskoposuna teşekkür etti.
-
Bununla birlikte Kutsal Kilise’nin uzun geçmişi karşısında bu toplumsal
düşüncelerin
ne değeri var!?
Bize miras kalan ve ileride karşısında
yargılanacağımız o geçmiş… İzin verin de Papa Hazretleri sorgulayayım: kaç
yüzyıldır dünya üzerinde kendi krallığını kurmaya gelen şeytanın yoğun
saldırısından korkuyoruz?
Papa İsviçre piskoposunun hicvine devam etmesi için karşılık vermedi.
-
Dürüst olmak gerekirse ben o lanetli zamanın geldiğine inanıyorum! Buna artık
inanıyorum… Şeytan kıyameti değiştirmek istiyor! Bizim… sizin göreviniz şu
andan itibaren kangrenli kolu kesmek değil midir Aziz Papa Hazretleri?
İmparatoru, ailesini ve halkını aforoz ederek sadece bunu bekleyen Hıristiyan
âlemine şerre karşı direnmek için işaret vermiş olacaksınız. Bakın en büyük
şehirlerimizde neler oluyor. Kangren hepimize yayılıyor! İstirham ederim,
146
hastalıklı kısmı kurban etmek için daha fazla beklemeyin. Kutsal Anamızın
Kilisesini kurtarmak için tek şans bu!
Bu beklenmedik şiddet yüklü konuşma karşısında şaşıran diğer iki kardinal de ağızlarını açıp
karşılık vermeye cesaret edemiyordu. Schiner’in gösterisinden bunalmış gibi başlarını öne
eğmişlerdi.
II. Jules’ün o ana dek hiç konuşmayan sekreteri söze başlayarak salonda hüküm süren ağır
sessizliği bozdu:
-
Aziz Papa Hazretleri, şüphesiz çok tehlikeli bir dönemdeyiz. Maruz kaldığımız
saldırıların endişelendirici bir kaynaktan güç aldığının farkındayım. Bununla
birlikte buradaki herkese Papa Hazretlerinin kısa bir süre önce yeni bir papalık
araştırmacısı atamış olduğunu hatırlatmak isterim. Piskoposumuzdan aldığım
haberlere göre Leonardo da Vinci günlerdir Bois-le-Duc’te bulunuyor.
Soruşturmaları ilerlemekte. Bana öyle geliyor ki onun çıkarımlarını bilmeden
böyle bir karar almak zor olacaktır. Hıristiyanlığı ateşlere atma tehlikesini göze
alabilir miyiz? Söz konusu olan sadece ince hesaplar yapan bir avuç haydut ise, II.
Jules, İsa peygamber huzuruna çıktığında bütün bunlardan şeytanın sorumlu
olduğunu savunursa gülünç duruma düşmez mi?
-
Öyle olsun. Biraz daha zaman tanıyalım. Tüm Kutsal Kilise ile ve sizlerle dua
ederek Vinci’nin fikrini bekleyeceğim, diye sözlerini noktaladı zorlukla
koltuğundan kalkan Papa.
II. Jules başka hiçbir şey söylemeden yakındaki odasına kapanmak üzere üç adamı daha ateşli
bir tartışmaya devam etmeleri için bırakarak salonu terk etti.
42
Viyana, Arsenal Mahallesi – 16 Nisan, akşam on bir suları
-
Veba! Veba!
Gabriela kaçarken etrafta bağrışmalar duyuluyordu. Mantosuna sarınan genç kız Giorgione’un
evinin köşesinden dönen küçük sokağa girmişti. Bağrışmaları duyunca irkildi ve adımlarını
yavaşlatarak arkasına dönüp baktı.
Meydanda sürüyle insan, ellerinde meşaleler, bağrışlar ve ağlayışlar içinde sağa sola koşuşup
duruyordu.
-
Kara bela şehirde!
-
Masumlar Hastanesinde! Dün on iki denizci öldü! Arsenal’de de altı kişi!
Diğer taraftan yaklaşan adım sesleri duyunca Gabriela bir kapı sundurmasının altına saklandı.
147
Kısa bir süre sonra silahlı bir düzine adam onun varlığını fark etmeksizin önünden geçiyordu.
Hepsinin de yüzü sadece gözlerini açıkta bırakan beyaz fularlarla sarılmıştı. Onlar geçerken
ortalığı keskin bir sirke kokusu kaplamıştı.
Başlarında yürüyen adam sakin ve kararlı bir ses tonuyla konuşuyordu:
-
Alarm çanları susup bütün halk çıktığında sınırlama talimatlarını bütün ikmal
noktalarına belirtmek için sadece iki saatimiz olacak. Ardından Arsenal sınırına
kadar yolumuz var. O saatten sora kimse bölgeyi terk edemez. Oturanlardan hiçbiri
belirtilen karantina yerleri ve çevreleriyle temasa geçmemeli.
Adam Gabriela’nın saklandığı kapı sundurmasına birkaç adım kala durdu, Gabriela soluğunu
tutuyordu.
-
Bakın, hastanenin etrafındaki Yahudi binalarını temizlemeye başladılar, dedi koyu
mavi göğe doğru yoğunlaşıp yükselen siyah dumanı göstererek. Yakınlarda olan
bütün binalar bu gece yıkılacak…
Gabriela adamların meydanın diğer ucundan kaybolmalarını beklemişti; ardından, askerlerle
karşılaşan halkın yakınma çığlıklarını duymazdan gelerek kaçmaya devam etti.
Tüm şehirde karmaşa vardı. Gabriela’nın, labirent gibi kanallarda kaybolma korkusu içinde
hızla geçtiği sokaklarda, kapı kapanmalarına ve haftalardır bahsetmeye cesaret edemeseler de
korktukları tehlikenin su yüzüne çıkmasıyla uykularından sıçrayarak uyanan insanların
bağrışmalarına çan sesleri karışıyordu.
Genç kız meyve pazarını geçip Büyük Kanal’a paralel olan dar sokakları takip ettikten sonra
kuzeye doğru yöneldi. Damların üzerine yükselen duman ay ışığını kapatırcasına yoğun ve
korkutucu bir tabaka oluşturmaya başlamıştı. Karanlığa gömülmüş sokakları sadece dört bir
yandan görünen alevlerin kızıllığı aydınlatıyordu.
Gabriela, kaldığı otelin bulunduğu sokağın başından evlere birkaç adım uzaklıkta olan Yahudi
binalarının
kalaslarını
kavuran
alevlerin
çıkardığı
çıtırtıları
duyabiliyordu.
Demir
baldırlıklarını ve parlayan kasklarını aydınlatan meşaleleri taşıyan askerlerin oluşturduğu
barikatı fark edince aniden durdu ve durumu değerlendirmek için yeniden saklandı.
İçlerinde kendi kiraladığı odanın da bulunduğu dört gösterişsiz pansiyondan başka önemli bir
yapı olmayan sokağın diğer ucunda adamlar duruyordu. Ne yapacağını şaşıran Gabriela,
askerlerin çağrısıyla o sokağın gerisine çekilen kalabalık topluluğunun barikatın diğer tarafına
geçtiğini gördü. Bulunduğu uzaklığa ve etrafın karanlığına rağmen, bu kalabalığın içinde,
kaldığı pansiyonda karşılaştığı insanları tanımıştı. Ardından ellerini kollarını oynatarak
insanları yönlendirmeye çalışan hancının şişman karaltısını gördü.
Bir yandan yanı başında durduğu binaların arka tarafından devasa alevler yükselirken diğer
yandan da korkunç bir yıkılma sesi duyulmuştu. Gabriela kendisini korumaya çalışarak
sokağa yaklaştı. Dehşet içinde sokağın alevler arasında kaldığını fark etti. ‘Oteller…
148
Hastaneye yakın olan ve içlerinde sürüyle yabancı ve yolcunun kaldığı otelleri yakıyorlar!’
diye düşündü ürkmüş bir şekilde.
İçgüdüsel bir hareketle geriye çekilen Gabriela korkusunu yenmeye çalışıyordu. ‘Düşün!
Çabuk düşün!’ diyerek kendini kontrol etmeye çalıştı.
Aklına Arsenal müfrezesini yürüten adamın söyledikleri geldi. Bedeli ne olura olsun barikatın
ardında kalıp asla kaçamayacağı bir alanda kısılmaması gerektiğini düşündü. Odaklanmaya
çalışarak Rafaello’nun nerede saklanmış olabileceğini bulmaya çalışırken incelediği
mahallelerin ve kilise bölgelerinin planını gözünde canlandırdı. Kuzey ve doğu karantina
altında olduğuna göre önce kanal boyunca kaçması, ardından da lagünün zıt yönünde batıya
doğru gitmesi gerekiyordu.
Bir ses onu düşüncelerinden çekip çıkarmıştı:
-
Hey, sen! Yaklaş!
Gabriela kendini bir anda karanlığa doğru atıp elinden geldiği kadar hızlıca koşmaya başladı.
Her kaldırım boşluğunda bir düşme tehlikesi atlatıyordu.
Soluksuz kalıp da duraksadığında nabzı fazlasıyla hızlanmıştı ve ciğerleri yanıyordu. Ama
artık yangının kokusu ve sıcaklığı damların üzerinde yer alan turuncu bir haleden, kıyısında
durduğu kanalın sakin sularının üzerinde ise bir yansımadan başka bir şey değildi.
Gabriela, başını kaldırdığında bir kilisenin kapı sundurmasına dayanmış olduğunu fark
etmişti. Bakışları başının üzerinde asılı duran ve kendisine yumuşak bir gülümseme ile bakan
Meryem Ana heykelciğine odaklandı. Ardından, kendine doğru kıvırdığı bacaklarının üzerine
mantosunu çekerek kapı sundurmasının boşluğuna büzüşüp derin bir uykuya daldı.
Omzunda hissettiği bir elin ağırlığıyla uyanıp gözlerini açtığında sabahın erken saatleri çoktan
geçmişti. İrkilerek ani bir hareketle bıçağına sarıldı.
-
Sakin ol, sakin ol genç adam!, diye bağırdı bir kadın yorgun ve telaşlı bir sesle.
Parıldayan gün ışığından dolayı gözlerini kırpıştıran Gabriela başlığı altından kendisine doğru
dostça bir ifadeyle uzanan rahibenin güler yüzünü tam olarak görebilmek için bir süre daha
baktı.
-
Su ister misiniz?, diye sorarak arkasında duran testiyi işaret etti.
Gabriela kafasını sallayınca rahibe de tasa su koydu.
Genç kız rahibenin kendisine uzattığı tası istekli bir şekilde kavrayıp bir dikişte suyu içti. Su
kurumuş boğazının yanmasını biraz hafifletmişti.
-
Teşekkür ederim, dedi velinimetine gülümseyerek. Bana nerede olduğumuzu ve
Arsenal’e ne kadar uzaklıkta olduğumuzu söyleyebilir misiniz?
Rahibenin şaşkınlığı karşısında Gabriela kızardı ve açıklama yapmak için acele etti:
-
Ben Venedikli değilim. Floransa’lı bir tüccarın oğluyum. Dün akşamki
karmaşadan önce buraya işlerimizi halletmek için birlikte gelmiştik. Sonra ben
kayboldum…
149
Rahibe ona acıyan bir ifadeyle bakıp, koluyla kanalın üstündeki köprünün diğer ucundan
devam eden sokağı işaret etti.
-
Semt oldukça yakında. Ama ne yazık ki o alana geçme ihtimaliniz çok düşük. Şu
anda her şey sıkıca kontrol ediliyor ve geçişler yasak.
Gabriela dişlerini sıktı.
-
Yine de önce şansımı deneyeceğim rahibe; olmazsa haber beklemek için
Ravenne’deki dükkânımıza giderim.
Rahibe gülümsedi. Sonra genç kızı derin bir karışıklıkla bırakarak uzaklaştı. Yalnız başına,
kolay yaşantısından uzaklarda ve veba tehdidi altında iken hâlâ Rafaello’yu bulup, atölyeye
son gittiğinde kararını aldığı fikre, onun izini takip ederek Philippe’e erişebileceğine nasıl
inanabiliyordu?
Bir önceki gün Giorgione’un tablosunun karşısında aynadan okuduğu kelimeler gözünün
önüne geliyordu. Tablo doğru yolda olduğunu gösteriyordu. Başka seçeneği yoktu.
Üzerinde uyuduğu basamağa dayanarak doğrulup ayağa kalktı. Çekilen kaslarının ve karnını
tırmalayan yoğun açlığın etkisiyle suratını buruşturdu. Dişlerini sıkarak yavaş adımlarla
ressamın atölyesine doğru yola koyuldu.
Küçük meydana açılan dar sokağın iki duvarı arasına yerleştirilen tahtalarla birbirine çakılmış
iki kalastan oluşan sağlam barikat Gabriela’nın geçmesine engel oluyordu.
Nöbet değiştiren dört askerden biri ona tehdit edici bir tavırla bakıyordu.
-
Geçemezsiniz. Buradan itibaren karantina emirleri geçerli.
-
Rica ederim, babamın dün satın aldığı ressam Giorgione’a ait olan tabloyu mutlaka
almak zorundayım, diye yalvardı Gabriela telaşlı bir ses tonuyla. Atölyesi…
Asker onun konuşmasını keserek sırıttı:
-
Haydi geri dönün, yanlış bir iş peşindesiniz. Meydandaki bütün evler gibi
ressamınızın evi de bir saat içinde yanmış olacak. Venedik cumhurbaşkanının özel
emrine göre salgının yayılmasını önlemek için yangınla temizlenecek bölgenin
çapını genişletmemiz gerekiyor.
Gabriela sapsarı kesilmişti.
-
Yakmak mı? Peki ya tablolar!
-
Veba mı tablolar mı?, diye homurdandı asker. Şehir sakinlerinin yarısı geçen
salgın sırasında öldü. Kargaların oyduğu gözlerden başka bir şey kalmayınca
tablolar, incelememiz için çok işe yarayacaktır… Zaten alınması gereken tablo gün
doğarken arkadaşları tarafından götürüldü. Bir vebalının evine girecek kadar
cesaretlilerdi…
Gabriela irkilmişti.
-
Vebalı mı?
150
Adam ona sabrı tükenir bir halde baktı.
-
Bilmiyor musunuz? Giorgione öldü. İlk veba kurbanlarından biriydi. Bana bunu
söyleyen de tabloyu almaya gelen o adamdı.
-
O mu?
-
Görünüşe bakılırsa o da ressamdı. Genç, ince yüz hatları olan sizin gibi bir yeni
yetmeydi, dedi Gabriela’yı inceleyerek.
Genç kız önce bir adım geri çekildi ardından donup kaldı. Aynadan okuduğu kelimeler
yeniden gözünün önüne geliyordu.
-
San Michele, diye mırıldandı. Michele halkası…
Asker ona kuşkulu gözlerle bakıyordu.
-
Evet, ölüler adası, diye karşılık verdi onun kendisiyle konuşmadığını fark
etmeyerek.
Şaşıran Gabriela askere gözlerini dikerek baktı.
-
Nerede olduğunu biliyor musunuz?
Adam omuzlarını silkti.
-
Lanet olası, bilmez olaydım! San Michele adası, diğer adıyla ölüler adası; Yahudi
bölgesinin arkasındaki rıhtımın karşısındaki mezarlıktır. Ölümlerin sebebinden ilk
şüphelenildiğinden beri cesetler yakıldıktan sonra oraya gömülüyor. Cehenneme
giden yol… diye ekledi gizemli bir ses tonuyla. Bu işten sorumlu olan tövbekârları
ve sizin şu Giorgione’unuz gibi feda olanları Tanrı korusun.
Gabriela gözlerini fal taşı gibi açarak adama baktığından adam başını önüne eğmişti.
-
İşte bu taraftan gitti, diye karantina bölgesinin diğer tarafındaki sokağı işaret etti.
Bir saat önce, her şey yakılmadan önce gitti; dediğine göre arkadaşını terk etmek
istemiyordu. Onu mezarına kendisi götürmek istiyormuş. Ne hoş bir davranış değil
mi?
Hiçbir yanıt alamayınca adam arkasına döndü. Şaşkınlık içinde genç adamın artık orada
olmadığını fark etti.
43
Bois-le-Duc civarı – 17 Nisan, öğleden sonra saat üç suları
-
Oradalar! Kilise muhafız askerleri arabanın etrafındalar! Bunlar onlar... Eminim!
Hızlanın!
Bayard’ın etrafındaki on beş kişilik atlı birlik tepeden indi. Uzakta saltanat arabası taşlı yolda
iki yana sallana sallana, yavaşça daha aşağılara doğru iniyordu. Gösterişli arabanın etrafında
zengin giyimli sekiz muhafız askeri vardı. Kortej Bois-le-Duc’ü yaklaşık bir saat evvel terk
151
etmişti. Uzaklığa rağmen Bayard kapıları süsleyen Papalık armalarını hemen fark etti.
‘Zamanıydı! Az kaldı gözümden kaçıyordu!’ dedi kendi kendine Vatikan arabasını çabucak
yakalamak için atını şaha kaldırırken.
Bayard’ın ne yapmak istediğini anlayan Fransızlar yolu arabanın önünden ve arkasından
kapatacak şekilde hemen harekete geçmişlerdi.
-
Silahları indirin! Fransa Büyükelçisi! Fransa kralı görevcisi! Silahlarınıza
sarılmazsanız hiçbir zarar gelmeyecek!, diye bağırdı Bayard ne yapacağını şaşıran
subaya yaklaşarak.
Kilise muhafız askeri bir el hareketiyle korteji durdurdu. Fransız askerler korteje yaklaşırken
Bayard saltanat arabasının yanına gitmek için atından indi. Sarışın dik saçlı biri neden yol
ortasında durduklarını anlamak için arabanın kapısından başını çıkardı.
-
Sen! İn oradan!, diye bağırdı çeviklikle arabanın basamağına atlayan asker.
Zavallı çocuk karşılık veremeden Fransız asker ani bir hareketle kapıyı açıp onu kolundan
yakalayıverdi. Bir fırlatışta onu yere attı. Neye uğradığını şaşıran saf genç, Bayard’ın arabanın
içine dalıp kapıyı yeniden örttüğünü ve kalın sarı kadife perdeleri çektiğini gördü.
-
İyi ama... Siz de kimsiniz? Ne istiyorsunuz?, diye kekeledi arabanın içindeki yaşlı
adam.
-
Pierre de Terrail, Majesteleri Fransa Kralı’nın elçisi... Sizin için buradayım Sayın
Vinci, diye yanıtladı şövalye ressamın karşısına oturmak için onu sıkıştırırken.
-
Yine dalavereler mi!? Peki kalfama ne yaptınız?, diye homurdandı Vinci.
-
Koruyucunuz çiçek toplamaya gitti. Emin olun geri dönmekte gecikmeyecektir!
-
Ne kabalığınızdan ne de dalga geçen tavrınızdan hoşlanmıyorum. Unutmayın ki
karşınızda Papa tarafından görevlendirilmiş bir soruşturmacı var, diye söylendi
ressam II. Jules tarafından kendisine verilen altın yüzüğü Bayard’ın gözüne
sokarak.
-
Tabii ki konumunuzdan hiç şüphemiz yok. İnanın bana elçiliğimden korkmanızı
gerektirecek hiçbir şey yok! Tabii uzlaşmacı davranırsanız... diye ekledi Bayard
tehditkâr bir ses tonuyla.
-
Bunu Papa Hazretleri’ne bildireceğim!
-
Sayın soruşturmacı, şimdilik biraz sohbet etmek için önümüzdeki yoldan
faydalanalım, ne dersiniz?
Bayard, ressamdan cevap beklemeden kendi adamlarının kilise muhafızını etkisiz hale getirip
getirmediklerinden emin olmak için perdeyi aralayarak dışarı baktı.
-
Her şey yolunda komutan, diye kuvvetli bir sesle bağırdı. Sayın Vinci benimle
konuşmak için can atıyor! Üstelik sizi daha fazla geç bırakmamak için adamlarım
bize yolu açacaklar.
152
Saltanat arabası gıcırdayarak yeniden hareket edip yolcuların sarsıntılardan etkilenmemesini
sağlamak için yavaşça yola koyulmuştu.
Siniri hafifleyen Leonardo da Vinci neredeyse sinsi bir gülümsemeyle şövalye Bayard’a
bakmaya başlamıştı.
-
Demek Fransa Kralı benim için en yiğit şövalyesini yollamış! Telaşınıza bakılırsa
tek derdinizin benim sağlığımdan haber almak olmadığı aşikâr...
-
Yanılıyorsunuz Sayın Vinci! Kral, Brabant’daki ağır şartları bildiğinden sizinle
ilgilenmemi istedi!
-
Bu söylediklerinizden size mahkûm olacağım anlamını çıkarmalı mıyım? Belki de
tutsağınız?, diye sordu Leonardo kurnazca.
-
Nasıl isterseniz Sayın Vinci! Fransa Kralı’nın tutsağı olmanızı gerektirecek bir
durum mu var?
-
Sayın Louis benim tutsağım olamayacağına göre!
Bayard yaşlı adama şaşkınlık içinde bakıyordu; ‘İşte korkusuzun teki! İşim pek de kolay
olmayacak!’ diye düşündü.
-
Bu tarz imalardan hiç hoşlanmam, diye homurdandı.
-
Ben de sizin tavırlarınızdan hiç hoşlanmadım! Sadede gelecek misiniz? Rica
ederim daha fazla uzatmadan Fransa Kralı’nın benden ne istediğini söyleyiniz.
Bayar Leonardo’ya doğru eğildi.
-
Majesteleri Bois-le-Duc’te gerçekleşen olaylardan endişe duyuyor. Size ne kadar
değer verdiğini size bildirmemi istedi! Sizin de bilebileceğiniz gibi, soruşturmacı
olarak bu göreve atanmanızı kral bizzat talep etmiştir. Sınırsız yetenekleriniz
Fransa sarayında dillere destan Sayın Vinci.
-
Beni fazlasıyla yücelttiniz... Başka?
-
Kaynaklarımıza göre Bois-le-Duc’te İmparator Maksimilyen ile görüşmüşsünüz.
Fransa Kralı aranızda geçen konuşmaların yanlış anlaşılmalara yol açmış
olabileceğinden endişe etmekte. Soruşturmanızın öngörülen sonucunu hiçbir şeyin
baltalayamayacağından emin olmak istiyor...
-
Fransa Kralı’nın hafiyeleri iyi bilgi edinmişler. Zaten son birkaç haftadır Fransızlar
Bois-le-Duc civarlarından hiç eksik olmadılar, diye çıkıştı Leonardo şövalyenin
kendisine daha da yaklaşan suratına yeşil parlak gözlerini dikerek.
Kendisine hâkim olmaya çalışan Bayard görünürde hiçbir şey belli etmiyordu. Yine de
ressamın imaları işe yaramıştı.
-
Ne demek istiyorsunuz?
-
Şimdiye kadar bildiklerinizden farklı bir şey değil. Sizin elçilik görevinize dönelim
isterseniz. Benim de Majesteleri XII. Louis’nin şahsına çok saygı duyduğumu
iletiniz. Ne yazık ki İmparator ile görüşmem bu sorunu aydınlatabilmemi
153
sağlamadı. Dürüst olmak gerekirse, bu konu Bois-le-Duc’teki olayları aşmış
durumda, diye ekledi ressam neredeyse güven uyandıran bir ses tonuyla. Ne var ki
konuşmamızdan, tıpkı Hieronymus Bosch ile gerçekleştirdiğim görüşmelerde
olduğu gibi net bir sonuç elde edemedim...
-
Belki de Fransa kralı size eksikliğini duyduğunuz açıklığı sağlayabilir, diye
cüretkârca söze atladı Bayard.
-
Çeşitli tarafların sessiz kalışı ve olanları saklayışı nihayetinde çok da önem
taşımasa da her şeye açığım: benden sakladıklarını sandıkları birçok kart zaten
benim elimde...
Bayard yeniden söze başlamadan evvel artık kısık gözlerle kendisine bakan ressamın
kafasından neler geçirdiğini tartmak için bir süre bekledi.
-
Doğru anladıysam XII. Louis’ye sizin kendisine destek olacağınızı bildirmemi
onaylıyorsunuz, öyle mi?
-
Lafı ağzınızda gevelemeyin Sayın Büyükelçi. Beni gayet iyi anladınız! İmparator
Maksimilyen’den hiçbir bilgi edinemedim. Artık Majestelerinin önerilerini dikkate
alacağım. Fakat zaman daralıyor. Papa en kısa zamanda soruşturmanın sonuçlarını
bekliyor.
-
Fransa Kralı’nın emri tek; sizin erişmeyi dilediğiniz bütün ayrıntılı bilgileri
gecikmeden elde etmenizden sorumluyum!
-
Çok iyi! Umarım size güvenebilirim, diye sözlerini sonlandırdı Leonardo
bastonunun altın başlığıyla arabanın tavanına vururken.
Araba durur durmaz Bayard kapıyı açtı.
Arabadan indiğinde karşısında nefes nefese kalan zavallı Lorenzo’yu görünce kahkahalarla
gülmekten kendini alamadı. Çocuk bir türlü yetişemediği arabanın arkasından koşup
durmuştu. Tıpkı az önce arabadan dışarı fırlattığı gibi kalfayı yeniden arabanın içine ustasının
ayakları dibine bir paketmişçesine bırakıverdi.
Leonardo bu müdahaleden yararlanıp askere gülümseyerek bağırdı:
-
Yolunuz açık olsun Sayın Büyükelçi! Umarım kötü bir şeylerle karşılaşmazsınız.
Ve Majestelerine bu konuya kendimi ne denli adadığımı bildiriniz! Yollarımızın
ayrıldığı anda buradan pek de uzakta olmayan bir açıklıkta oldukça garip bir
konaklama yeri bulacağımdan şüphelenmemeliyim öyle değil mi? Görüyorsunuz
ya, menfaatlerimiz birbiriyle fazlasıyla örtüşüyor... diye ekledi yaşlı adam gizemli
bir ses tonuyla araba hareket etmeye başladığı anda.
Sözlerinin sonu tekerlek gürültülerinin arasında kaybolup gitmişti. Atının üzerinde doğrulan
Bayard arabanın uzaklaşmasını izliyordu.
44
154
Venedik – 17 Nisan, akşam altı suları
Öğleden sonradan itibaren artan rüzgârın haber verdiği fırtına lagünün üzerinde kopmak
üzereydi. Gabriela rıhtımın ucundan etrafı gözetlemeye başladığından beri kaldırımlara tuzlu
su damlaları sıçratan boradan korunmak için mantosuna sarınmıştı. Uzakta denizden yükselen
yağmur sisiyle görüntüsü bulanıklaşan San Michele adası ufuk ile birleşiyordu.
Göğü aydınlatan bir şimşeğin ardından şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu. Şimşekle birlikte
bir anlık görünen ada gözden kaybolurken, su yüzeyi gökten düşen büyük su taneleriyle
hareketlenmeye başlamıştı. Denizin gitgide artan çalkantısı rıhtımı yalıyordu ve iskeleye
bağlanan kayıklar dalgalarla uyum içinde dans ediyordu.
Küçük bir at arabasının tekerlek gıcırtıları genç kızın dikkatini çekmişti. Rıhtımın diğer
ucundan bir cenaze alayı fırtınada zorlukla ilerliyordu. Her biri dört adam tarafından çekilen
iki tahıl arabası, tepelerinde asılı duran çanların sesi eşliğinde iskeleye doğru yavaşça
ilerliyordu.
At arabaları gondolların yanında durmuştu. Adamlar birbirlerine birkaç kelime ettikten sonra
birini arıyorlarmışçasına arkalarına dönüp baktılar. Ardından her biri at arabalarının tahta
bölmelerine sabitlenmiş sırıklardan birine sarıldı.
- Aman Tanrım, cesetleri taşıyorlar, diye mırıldandı adamların taşıtın içindekileri
kayıklara boşaltmaya uğraştıklarını gören Gabriela.
Belirli bir uzaklıkta kalmaya çalışarak ve sadece ağız ve burunlarını kapatan bezleri biraz
daha sıkıca bağlamak için ara veren adamlar geminin korkunç yüklerini birer birer
aktarıyorlardı. Evler ile adamların bulunduğu rıhtım kenarı arasındaki alanı hızlı adımlarla
geçen yaşlı bir adam geldiğinde onlar da işlerini bitirmek üzerelerdi.
Gabriela gizlenmeye çalışarak biraz yaklaştı.
-
En sonunda, amma da geciktin! Peki ya diğer kayıklar?, diye yakındığını duydu
cesetleri boşaltan adamlardan birinin Gabriela.
-
Geliyorlar, ama iki tanesi taşımaya teminat vermek istemedikleri için kaçtılar. Bu
yüzden muhafızların iki tanesine daha el koymak için gondolculara gitmeleri
gerekti. Az sonra burada olurlar.
-
Yolcularının işlerini yapacaklar, diyerek sırıttı az önce konuşan adam. Bizse
bunları boşaltıp sıvışacağız! Zaten bu din adamları pek de uzağa gitmeyecekler...
Gondolcu gondoluna garip pozisyonlarda yığılmış, kolları ve bacakları alakasız yerlerden
çıkan yarı çıplak cesetlere tiksinerek bakıp kafasını salladı.
-
Bu kadar yeter, rıhtım ile ada arasında giderken alabora olmak istemem. Zaten şu
rüzgârla ilerlemek fazlasıyla zor olacak. Diğerlerini yükleyin artık, geldiklerinde
başlarının çarelerine baksınlar.
155
-
Öyle görünüyor ki buraya da asker yollayacaklar; sanki biz burada eğleniyoruz ya
da bu yükleme işinden keyif alıyoruz... dedi ilk konuşan adam sinirli bir tavırla.
-
İşleri hiç de zor olmayacak, diye dalga geçti gondolcu. Cesetlerin onlara direnecek
hali yok ya; üstelik bu yasak adayı farelerden başka abluka altına alabilecek başka
bir canlı olduğunu da sanmıyorum! Ben sadece o cesetleri boşaltıp kayığımdan
inmeden geri döneceğim, diye ekledi ağzını burnunu eşarpla kapatırken.
Kısa bir süre sonra yüklerinden kurtulan at arabaları, engebeli yoldan dolayı çalan çanların
eşliğinde uzaklaşıyordu. Gabriela, mantosundan içeri sızmaya başlayan nemi hissedince
titredi. “Şu zavallılardan birinin tuttuğu bir nesneye dokundum mu ya da hastalardan biriyle
konuştum mu Tanrı bilir” diye geçirdi aklından hastalık belirtisi olmaya yetecek bir
ürpertiyle. Gizlice okuduğu, büyük salgınlar üzerine yazılmış olan anlaşılmaz kitapların
sayfalarını hatırlamaya çalışıyordu. “Burun ve ağız kapatılmalı, pişmemiş aş yenmemeli,
kaynamamış su içilmemeli... O adaya gitmek bir delilik, ama bu bir tesadüf olamaz: tabloya
gizlenen mesaj ve bir gün öncesinde en küçük bir belirtisi olmadığı halde vebadan ölen
Giorgione... Evet, bu sırrın anahtarı kesinlikle orada!”
Gondolcu kayığına atlamış ve kayığı rüzgâr yönüne döndürmeden önce ustaca palamarları
çözmüştü. Kayık kıyıdan uzaklaşarak dalgaların arasında hızlandı. Pupa kısmında ayakta
duran ve küreği iterek kayığı yönlendiren gondolcu âdeta cehenneme ölüleri taşıyan Kharon1
oluvermişti.
Kayık pusun içinde gözden kaybolmadan önce Gabriela gondolcunun arkasında elveda der
gibi göğe uzanan bir kol gördü. Bomboş rıhtımda birkaç dakika daha bekledi. Gözlerinin
önünde, taş yığınlarının ilerisinde cesetlerle dolu iki gondol çalkantılı suda ağır ağır
ilerliyordu.
Genç kız en sonunda saklandığı yerden çıkıp dubalı köprüye doğru ilerledi. Kayıklardan
yayılan keskin sirke kokusu burnunun direğini sızlatıyordu. Sirke kokusunu kötü bir şekilde
bastıran rehavetli çürük kokusunu duyduğunda midesi bulandı.
Biraz daha yaklaştığında ağzı açık, gözleri yarı kapalı, morarmış ve şişmiş bir çehre gördü.
Görmemek için mantosunu yüzüne doğru çekti, dişlerini sıktı ve ters yöne koşarcasına
uzaklaşmamak için kendisini zor tuttu.
-
Haydi, bundan başka şansım olmayabilir. Belki de oradadır... diye alçak sesle
kendini cesaretlendirmeye çalıştı.
Parıldayan rıhtımın kenarına çömeldi ve palamarın bağlı olduğu taşlara tutunarak suyun
üzerinde hafifçe sallanan kayıkları bıraktıkları iskeleden suya indi.
Bedenine değen buz gibi su titremesine yol açmıştı. Hafifçe başını kaldırarak rıhtıma doğru
baktı. Rıhtım boyunca aceleyle yürüyen iki adamın gölgelerini görmeden önce adımlarını
duydu.
1
Kharon: Ölü ruhları Hades’in ülkesine taşıyan zalim kayıkçı.
156
Gabriela, adamlar birkaç adımlık mesafeye yaklaşana kadar bekleyip ardından nefesini tutup
tamamen suya daldı. Soğuk tüm vücudunu ele geçirmişti, dibe batmamak için kayığın
bordasına parmaklarını geçirdi.
Gabriela son bir gayretle gondolun ön tarafına geçerken iki adamdan birinin tuttuğu fener
pupayı aydınlatıvermişti. Gondolcu kısık sesle küfrederek gondola atlayıp palamarları çözdü.
Birkaç dakika sonra gondol karanlığın içinde sessizce ilerliyordu.
45
Paris – 17 Nisan, akşam yedi suları
Notre-Dame Katedrali’nin çanları var gücüyle çalıyordu. Uzakta, Seine nehrinin diğer
yakasından yükselen yoğun simsiyah bir duman şehrin kenar mahallelerinde başlayan yangını
haber veriyordu.
Bu gürültüyle irkilen XII. Louis kendisini Louvre Sarayı’na götüren saltanat arabasının
penceresinden başını uzattı.
-
Neler oluyor böyle?
-
İsyanlar Majesteleri, isyanlar! Parisliler Almanların evlerini işgal ediyorlar.
İntikam çığlıkları atıyorlar ve sapkınları yakmak istiyorlar!
Aldığı cevabın duygusuzluğuna şaşıran Fransa Kralı yeniden oturup kendisiyle konuşan
kadının garip bir şekilde sakin görünen suratına bakmaya koyulmuştu.
Dizlerinin üzerine muntazamca koyduğu elleri, hafif öne eğik başı ve yarı kapalı gözleriyle
Anne de Bretagne karşısında duruyordu. Bir yıl evvel evlendiği kadını incelerken “Ne kadar
büyüleyici” diye düşündü XII. Louis.
Fransa Kraliçesinin, uzun çehresi, fazlasıyla uzun burnu ve çekik gözleriyle çok da güzel
olduğu söylenemezdi. Yine de XII. Louis, kendisinden önceki hükümdarın karısıyla evlenmek
için, Jeanne de France ile olan daha önceki birlikteliğini sonlandırabildiği için seviniyordu.
Daha on bir yaşındayken üzerine Britanya Düklüğünün sorumluluğunu almak zorunda kalan
kadının keskin zekâsını ve kararlılığını takdir ediyordu.
Kral bunları düşündüğü sırada, saltanat arabasının yanından ilerleyen atlı muhafızların
komutanı olan yüzbaşı kapıya doğru yanaştı.
-
Ne var?, diye bağırdı kral tekerleklerin taşların üzerinde çıkardığı sesi
bastırabilmek için.
-
Majesteleri, endişelenmekteyiz! Halk kontrolden çıkmış gibi. Uzaktan veya daha
yakından Alman’ı andıran herhangi biri bu suç kovuşturmasına maruz kalabilir. Bu
157
gece bütün aileler kollanmaksızın evlerinden atıldı. Şimdi de onların oturdukları
evler ateşe veriliyor. Hiçbir şey yapılmazsa bütün şehir küle dönüşecektir Sör!
-
Geçişi açın, diye emretti kral yüzbaşına. Gecikmeden Louvre’a gitmeliyim.
Adamlarınızdan birini önden gönderin. Gittiğim anda Bayard’ı karşımda görmek
istiyorum!
Yüzbaşı bölüğüne birkaç emir verdi. Kral ve Kraliçe, arabacının koşum atlarını dörtnala
koşturup, XII. Louis’nin arabası etrafında toplanan meraklıları dağıtmak için indirdiği
kırbacın havada yarattığı ıslığı duydular.
-
Almanlara ölüm! Aforoz edin! Kral bizimle!, diye bağırıyordu etrafta toplananlar
zaman geçtikçe biraz daha artan bir uğultuyla. Bu sırada muhafızlar az ilerdeki
Louvre Sarayı’na varan yolu açmaya çalışıyorlardı.
-
Bu halk taşkınlıklarından hiç hoşlanmıyorum! Hiç kimse çıldıran bir kalabalığın
neler yapabileceğini tahmin edemez, diye söylendi Anne de Bretagne.
-
İşte biri hükümdar olduğu topraklarda Hıristiyan zihniyetinden uzaklaşırsa
olacaklar bunlardır! Umarım Papa artık bu gevşekliğin nelere mal olduğunu anlar,
diye karşılık verdi Kral.
Anne de Bretagne cevap vermedi. Seine nehrinin diğer yakasında kaynaşan kalabalığa
bakıyordu.
Sarayın girişinde daha da hızlanan kraliyet korteji kapıda duran aylakların kaçışmasına yol
açmıştı. Bayard, savaşçı bakışlarıyla bahçede hükümdarı bekliyordu.
-
Gelin, dedi sadece XII. Louis Bayard’ı ileriye yönelterek; Kraliçenin arabadan
inmesini bile beklememişti.
Bekleme odası olarak kullanılan yere girdikleri anda Kral daha mantosunu çıkarmaya
yeltenmeden, Bayard’ı sorgulamaya başladı:
-
Parisliler
çıldırmış
durumdalar,
bütün
şehri
ateşe
verecekler!
Durum
kontrolümüzden çıkmadan evvel gereken bütün önlemleri al!
-
Her şey hazır Sör, bölükler kenar mahallelerine bir saat uzaklıktaki mesafelerde
konuşlanmış durumda. Yine de, izin verirseniz, Majestelerine biraz daha
beklemesini önereceğim. Bu güzel halk öfkesinin yayılmasına izin vermek
gerekmez mi? diye sordu şövalye, yüzünde vahşi bir sırıtma belirirken. Papalık
büyükelçisi Roma’da, bırakalım da Notre-Dame’ın dört bir yanında gezinen
hafiyeleri durumun aciliyetini anlasınlar.
-
Öyle olsun. Yine de kapılarımıza dayanmak üzere olan bu isyanları gözlemeyi
ihmal etmeyelim, diye karşılık verdi XII. Louis bir koltuğa yerleşerek. Ee,
Brabant’daki adamlarımızdan haber var mı?
Bayard hayır anlamında kafasını salladı.
158
-
Elini çabuk tut çünkü sanırım papa olacak o adamı tuzağa düşürecek bir planım
var. Ama onlardan haber alamazsak bunu gerçekleştiremeyiz!
-
Arıyoruz Sör, arıyoruz... Kamp alanı bomboştu, hiçbir ipucuna rastlayamadık. O
düzenbaz Leonardo da orayı arayacaktır, ama hiçbir şey bulamayacak!
-
Peki ya Philippe de Habsbourg? Onun başına neler geldiğini öğrenebildin mi?
Bayard aynı hareketle kafasını sallayarak, bu konudaki güçsüzlüğünü belli etti.
-
İmparator’un oğluna ne olduğunu kimse bilmiyor... Belki de bu gizemi kendi
yararımıza kullanabiliriz... diye kendi kendine yüksek sesle konuştu alev almış
evlerin üzerine yükselen yoğun dumanların gözüktüğü pencereye yaklaşmak için
ayağa kalkan XII. Louis.
O sırada kraliçe hafif aksak yürüyüşüyle odaya girmişti.
Bayard hükümdar eşini selamlar selamlamaz dışarı çıktı. Kapı kapandığında Anne, XII.
Louis’ye yaklaştı.
-
Size önereceğim hiçbir şey yok sevgilim. Yine de biliyorsunuz ki daha önce
İmparator Maksimilyen ile evliydim. Bu vekâlet gereği gerçekleştirilen evlilik
hiçbir zaman uygulanmamış olsa da İmparatoru iyi tanıdığımı sanıyorum...
-
Ve?, diye sordu XII. Louis.
-
Ve bana öyle geliyor ki ateşle oynamak çok tehlikeli... diye karşılık verdi sadece
Anne de Bretagne uzaklardaki alevlere bakıp şefkatle kocasının elini tutarak.
46
Venedik, San Michele Adası – 17 Nisan, akşam dokuz suları
Soğuktan donan Gabriela avuç içleriyle tutunmaya çalışırken artık ellerini hissetmiyordu. Bu
kısa geçiş sırasında neredeyse on kez bayılacağını ya da yığılıp kalıvereceğini sanmıştı.
Belindeki kuşağı koşum takımı gibi kullanıp gondoldaki çengellerden birine kendisini
bağlamayı başarmasaydı bu gölde boğulup gidecekti.
“Biraz daha” diyerek cesaretlendirdi kendisini; soğuğa rağmen, adamın gondolunu kıyıya
çekip uzaklaşmasını hareketsizce beklemeye kararlıydı. Gondolcunun dubalı köprüye
atladığını duyup kıyının biraz daha iç tarafına dikilen tahta kulübeye doğru ilerlediğini gördü.
Adamın ayak sesleri uzaklaşır uzaklaşmaz genç kız da dubalı köprünün üzerine atladı.
Tırmanırken yana saptı, biraz daha uzağa gidince, büyük ceset yığınlarının gömülmesi için
kazılmış mezarların açığa çıkarılmış topraklarını işgal eden yüksek otların arasına gizlenmek
için yarı doğruldu.
159
Yukarıda, San Michele manastırının ve bitişiğindeki şapelin geniş alanında kazıların ve gayri
muntazam bir şekilde kenarlara atılmış toprak yığınlarının gölgeleri uzanıyordu. Yapının
içinde hiçbir ışık görülmüyordu. Sadece binanın yan tarafında yakılmış olan bir ateş turuncu
ışığıyla damlardaki kiremitleri aydınlatıyordu.
Gabriela su içinde kalan mantosunun kopçalarını çözerken titredi. Bu korkunç ortamda kaç
kişi olduğunu merak ediyordu.
Ani esen rüzgâr, burnuna iğrenç odun kokusunu getirmişti. Midesi bulanan genç kız bir
yandan elindeki fular ile yüzünü kapatırken diğer yandan da başını toprağa doğru eğdi.
Yeniden doğrulduğunda etrafındaki gece manzarasını inceledi. Aklına, Giorgione’un
tablosunda okuduğu kelimeler geliyordu. Leonardo’nun atölyesinde geçirdiği saatleri
düşününce ürperdi...
-
Üç çember... Yazıt üç çemberden bahsediyor. İlkine su ile erişiliyor; San Michele
çemberi... İkincisine gök ile erişiliyor; San Giorgio... Ve üçüncüsüne ateş ile
erişiliyor; Mithra çemberi... İlki adaysa, ikincisi...
Küçük şapelin vitrayları ardında bir ışık belirince Gabriela aniden durdu.
-
Gök çemberi!, dedi yeniden doğrulurken.
Ağaçların gövdelerine saklanmaya özen göstererek, ağır adımlarla yapıların başladığı yere
kadar olan boş alanı geçti. Bir elips çizerek toplu mezarları dolaşıp şapelin girişine otuz adım
kala durdu.
Işığı artık göremiyordu.
Otların arasından çıkıp şapelin duvarına kadar hızla koşup duvara yapıştı. Orada bir süre
öylece durduktan sonra, sessizlikten cesaretlenip duvar dibinden ilerleyerek kduşkudşinin
kapısı olduğunu düşündüğü yere kadar gitti. Bir çarpmayla dişlerini sıkmasına yol açan kapı
zembereğini itti.
İçeriye girdiğinde kduşkudşinin tamamen karanlığa bürünmüş olduğunu gördü. Önce bir süre
gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi. Sadece koyu renkli vitraylar dağınık ışık süzmeleriyle
tahta oturakları ve küçük sunağı aydınlatıyordu.
Genç kız sessizce duvarlardan birini tamamen kaplayan büyük dolaba yaklaştı. İlk çekmeceyi
kulbundan çekerek açtı. Çekmece sessizce açıldı. Orada bulmayı ümit ettiği bez yığınlarını
bulunca Gabriela’nın yüzünde bir gülümseme belirdi. Eliyle yoklayarak içlerinden bir tane
tören giysisi çekip aldı ve ıslak giysilerini çıkararak üzerini değişip beline de bir ip bağladı.
Ardından başına kukuletasını geçirip şapele doğru yöneldi.
Bir gıcırtı duyunca genç kız perdenin arkasına saklanıverdi. Dışarıdan fark ettiği zayıf ışık
yeniden görünmüştü. Gözleri kamaşan Gabriela, ışığın âdeta yerden çıktığını görebiliyordu.
-
Kilise bodrumu, diye fısıldandı dişlerinin arasından. Tabii ya, kilise bir payen
tapınağının üzerine inşa edilmiş olmalı. Eski tapınağın yıkıntıları da bodrum haline
getirilmiştir. Evet, kesinlikle bu Mithra çemberi, ilkel bir tapınak olmalı!
160
Basamaklardan gelen ayak sesleri onun tekrar aniden durmasına sebep oldu. Rafaello’nun
sesini tanır tanımaz irkildi.
-
Cesedi götür ve yak. Benden çaldığı kâğıtları da mutlaka yak.
Gabriela’nın yüreğini karşı konulmaz bir sıkıntı kaplamıştı. Rafaello’nun elinde taşıdığı
meşalenin aydınlığında, orta sahnın yanından çıkan merdivenin başında onun gaddar suratını
görmüştü.
-
Meraklılara gelince... Korku onların buraya gelmesine engel olacak en etkili
silahımız. Cesetleri taşımaları için para verilen kayıkçılar bile geriye ne kaldığını
bile sormadan kaçmaya çalışıyorlar. Sen sadece çıkışları iyice kapalı tutmaya ve
sana gösterdiğimiz gibi ıslak bezlerle tıkamaya özen göster. Ne gösterilen fıçılar
dışında başka su kullan ne de aşağıya yerleştirilen salamura yiyeceklerden başka
bir yiyecek çıkar.
Rafaello’yu takip eden gölgeden itaatkâr bir homurtu duyuldu.
Ardından ressam orta sahnın karşısındaki manastıra açılan kapıya doğru ilerlerken gölgede
kalan adamın ayak sesleri tapınağa inen basamaklarda yankılanmaya başlamıştı.
Kalbi sıkışan Gabriela, bir süre bekledi ardından tereddüt etmeden o da dar basamaklara
doğru yöneldi.
47
Venedik, San Michele adası – 17 Nisan, akşam on suları
Gabriela, tapınağa giden merdivenden duvara tutunarak inerken birkaç hafta evvel Leonardo
da Vinci’nin mahzenine getirilen cesedi düşünüyordu. Aynı keskin koku genzini yakıyordu.
Biraz daha aşağıda yeniden bir ışık halesi fark eder etmez genç kız duruverdi.
Dakikalar boyunca odadan ses çıkmayınca Gabriela son üç basamağı da indi ve kendisini
tonoz tavanlı, bomboş bir odada buldu. Göz kararıyla odanın ortasına yerleştirilen ufak bir
şöminede ateş çıtırdıyordu. Genç kız ısınıp kafasını toparlamak için şömineye yaklaştı.
“Nereye gitti bu adam?” diye sordu kendi kendine önünden aşağıya inen adamı düşünerek. Bu
kapalı odada şapele giden açıklıktan başka bir çıkış göremiyordu. Soğuktan uyuşan ve
kıpkırmızı kesilen parmaklarını ateşe yaklaştırırken etrafı biraz daha inceledi. Odanın
ortasında üzerinde yemek artıkları olan kaba bir masa vardı. Bir dilim siyah ekmeğin ve bir
parça kuru Parm peynirinin yanına yarı boş kirli bir bardak bırakılmıştı. Oldukça iyi bilenmiş
bir bıçak ekmeğin hemen yanına saplanmıştı; bıçağın keskin ucu neredeyse bir santimetre
kadar masanın yumuşak tahtasına girmişti. ‘Bıçağı ne kadar garip bırakmış’ dedi içinden
Gabriela; bir yandan da bıçağın peynir kesmek için kullanıldığını düşünüyordu.
161
Bir süre sonra genç kız etraftaki renkleri fark etmeye başlamıştı. Kulakları sağır eden ve iç
kıyan bir ses aniden durmasına yol açtı. Yaklaşmakta olan bir tehlike hissedince elini
ayakkabısının kenarına sıkıştırdığı bıçağa götürdü. Bıçağın orada olmadığını fark ettiğinde
gölü geçerken suda kaybetmiş olabileceğini düşündü. Hızla masaya doğru yönelip elini bıçağa
doğru uzattı. Bıçağın keskin ucu masaya öyle saplanmıştı ki Gabriela bıçağı çekip
çıkaramıyordu. Dişlerini sıkıp var gücüyle yeniden asıldı. Bıçak en sonunda çıtırdayarak
masadan ayrıldı. Genç kız saklanmak için sessizce birkaç basamak yukarı çıktı.
Şöminenin yanındaki duvarın bir kısmı korkunç bir gıcırtıyla öne çıktı. ‘Gizli bir geçit!’ dedi
Gabriela içinden. Heyecandan nefesi kesilen genç kız, geçitten henüz çıkan adamın suratını
görmeye vakit bulamamıştı; yine de dev cüssesini ve yürürken eğilmesini zorunlu kılan o
uzun boyunu fark edince korkuyla irkilmişti. Elindeki fener tam da genç kızın durduğu yeri
aydınlatıyordu.
-
Hey! Kim var orada?, diye bağırdı adam merdivene doğru yönelirken.
Genç kız şapele doğru kaçmak yerine bir basamak aşağıya indi. Dev gibi adam onu görünce
hırçın bir homurtu çıkararak kıza doğru saldırdı.
Adam, Gabriela’nın tüm gücüyle iki elinin arasında göğüs hizasında tuttuğu keskin bıçağın
soğuk ucuna devrilivermişti. Genç kız bir an onun şarap kokan soluğunu yüzünde hissetti ve
ardından geçirdiği şok ile sendeledi.
Cansız beden merdivenlere yığılırken dehşet bir gürültü çıkarmıştı. Sendeleyen ve soluk
soluğa kalan Gabriela bayılacağını sanmıştı. Baş dönmesiyle duvara yaslandı. Gözlerini
kapayıp yavaş yavaş kendine gelmek için kendini zorladı. Bıçağı hâlâ elinde tuttuğunu fark
edince irkildi. Göz hizasında bıçağı kaldırıp ucunda biriken kıpkırmızı kana baktı.
Derin bir soluk alıp bıçağı adamın pantolonuna silerek temizleyip, çizmesinin yanına
yerleştirdi. Ardından cesedin üzerinden atlayıp, neyse ki düşerken sönmemiş olan feneri aldı
ve açık kalan gizli geçide doğru yöneldi. Önünde uzun bir koridor vardı. Ayaklarının altındaki
sert toprak sanki özellikle kaygan bırakılmıştı. Duvarlardan yeşilimsi bir sıvı akıyordu. Genç
kız elindeki feneri ince su yollarının oluştuğu tonozlu tavana doğru uzatarak “Lagünün
yakınlarında olmalıyım” diye düşündü. Bacaklarının arasından koskocaman bir sıçan geçince
yeniden irkildi.
Tam da yolunu kaybetmiş olabileceğini düşündüğü sırada Gabriela, sekizgen biçimli,
fazlasıyla yüksek tavanlı ve sürüyle farklı koridora açılan geniş bir salona varmıştı. Sırt üstü
yatmış, kolları çapraz duran bir adam salonun ortasında duruyordu. Genç kadın gözyaşlarını
tutamayarak cansız bedenin yanına diz çöktü.
-
Giorgione!, diye bağırarak ressamı canlandırma umuduyla sarstı.
Gırtlağının kesildiğini fark edince Gabriela yeniden titremeye başladı. Gözünün önüne
Philippe geliyordu; gözyaşlarına boğuldu. “Onu asla canlı bulamayacağım!”
162
Milano’dan ayrıldığından beri ilk defa ne yapacağını bilmiyordu. Yere uzanmış bir vaziyette
uzun bir süre boyunca hıçkırarak ağladı. Sonra, yavaş yavaş aklını başına topladı. Aklından
binlerce şey geçiyordu: “Zavallı Giorgione’un kanını akıtmışlar. Ama ne üzerinde ne de
etrafında hiçbir iz yok... Demek ki buraya kadar taşınmış. Az önce Rafaello’nun yiyecek ve
içecek hakkında söyledikleri herhalde bir ceset için değildi... Ya hedefime yaklaştıysam?
Yoksa Giorgione beni buraya kadar getiren ipuçlarını tablosuna işler miydi?”
Yeniden eline feneri alan genç kadın bu yeraltı diyarının köşe bucağını araştırmaya kararlıydı.
Karşısındaki ilk koridora girmeden evvel ihtiyatlı bir tavırla bıçağın hâlâ çizmesinin yanında
durup durmadığını kontrol etti.
Genç kız, daha birkaç metre ilerlemişti ki kendini geniş, ağır ve tahta bir kapının karşısında
buldu. Biraz daha yaklaştığında yüzünün hizasında yerinden oynayan bir sürgü gördü.
Gabriela, tahta sürgüyü kaydırdığında karşısına zifiri karanlık bir hücre çıktı.
Yerde, saman yığınlarının arasında insan bedenine benzer bir şey yatıyordu.
-
Philippe! Philippe!, diye bağırdı genç kız bir anda İmparatorun oğlunun
kıyafetlerini ve vücut yapısını tanıyarak.
Yerdeki adam kıpırdamıyordu. Gabriela kalbini sıkıştıran düşünceyi reddederek kendisini
sevdiği adamdan ayıran o lanet kapıyı vahşice yumruklamaya başladı.
-
Philippe! Philippe... Yalvarırım cevap verin!
Ona hiç bitmeyecekmiş gibi gelen birkaç saniyeden sonra adamın hareket ettiğini görerek
rahatladı. Philippe de Habsbourg, kapıya yaklaşmak için sendeleyerek ayağa kalkmıştı.
-
Gabriela, siz misiniz?, diye sordu bitkin bir ses tonuyla.
-
Evet! Evet, benim! En sonunda sizi buldum! Yaşıyorsunuz! Ah, şükürler olsun
sana Tanrım!
-
Ne işiniz var sizin burada? Ve ben neredeyim? Siz de mi bu canavarların elinde
tutsaksınız?
-
Venedik, Venedik’teyiz! Büyük ihtimalle lagünün, San Michele adasının
altındayız, diye karşılık verdi genç kız elindeki feneri kapının en yakınına getirip,
tutsağı kurtarmak için bir yol ararken. Size söz vermemiş miydim?, diye ekledi
titreyen bir ses tonuyla.
Elindeki bıçakla kapının anahtar deliğini zorlamaya başladı. Birkaç başarısız denemenin
ardından Philippe ona seslendi:
-
Onu bana verin. Bu taraftan kilidi oynatabilirim. Nem bu deliği aşındırmış ve bu
bıçakla...
Prens dikiz deliğinden bıçağı alıp bütün gücüyle kilidi zorladı. Bir çatırdamayla birlikte kilit
kırılmıştı.
Gabriela kendisini prensinin kolları arasında buluverdi. Onu tutkuyla öperken Sforza
Sarayının bahçesindeki ilk öpüşmelerinin zevkini yeniden yaşıyordu.
163
-
Gelin, burada kalmayalım!, diye bağırdı prensin kollarından çekerek. Hepsi
delirmiş...
Yoldaşını elinden tutarak götürüyordu. Hücrede geçirdiği zifiri karanlık günlerin ardından
uyuşan Philippe en başta genç kızın hızlı temposuna ayak uyduramamıştı. Gabriela, zavallı
Giorgione’un cesedinin önünden geçtikten sonra prensi koridor boyunca koşturarak
sürüklemeye devam etmişti.
Tapınağa geldiklerinde Gabriela duvar yüzünü iterek kapatırken korkunç bir gıcırdama
duyulmuştu.
Ardından elinde dörde katlanmış kâğıt desteleri tutarak Philippe’e döndü:
-
Rafaello’nun sözünü ettiği belgeler burada olmalı. Onun üzerindeydi. Sizin
gardiyanınızdan onları yok etmesini istemişti, diye açıklama yaptı.
-
Rafaello... diye mırıldadı Philippe; kulaklarına inanamamıştı.
-
Size daha sonra anlatırım. Ama şimdi yalvarırım oyalanmayalım, diye karşılık
verdi Gabriela.
-
Buradan!, diyerek bu sefer şapele çıkan merdivenlere yöneldi.
Yeryüzüne yaklaşmaya başladıklarında genç kadın özenle elindeki feneri söndürdü. Yukarı
çıktıklarında feneri ana sahnın üzerine bırakıp Philippe’e çok dikkatli olmasını işaret ederek
parmağını dudaklarına götürdü.
Dışarıda her şey yolunda görünüyordu. Manastır gecenin sessizliğine bürünmüştü. Etrafta
artık yanan korlar yoktu. Rüzgâr bile hafiflemişti.
Genç kadın, imparatorun oğlunun elini yeniden tutarak onu, akşam saatlerinde vardığı, uzun
otların olduğu dubalı köprüye doğru götürdü. Yoldaşının yumuşacık elini tutarken, Gabriela
artık hiçbir şeyden korkmuyordu. Yorgunluğu ve ümitsizliği kendiliğinden uçup gitmiş
gibiydi.
-
Nereye gidiyoruz?, diye fısıldadı Philippe onun kulağına.
-
Veba Dükalar şehrini sardı, diye açıkladı Gabriela kısık sesle. Bu adayı da cesetleri
yakmak için kullanıyorlar... Sizi kaçıranlar geri dönmeden buradan gitmeliyiz.
İlerideki iskele ve biraz daha uzağına dikilen tahta kulübe bomboştu.
-
Kayıkları götürmüşler, Kapana kısıldık!, dedi Gabriela şaşkınlıkla.
-
Belki de kısılmamışızdır, diye karşı çıktı Philippe parmağıyla karşılarında duran
Murano adasına işaret ederek.
Bu sefer Philippe genç kadını çoğunlukla Murano adasına giden kayıkların bırakıldığı bomboş
iskeleye doğru götürdü.
-
Yüzme biliyor musunuz?, diye sordu sadece.
Gabriela, olumlu bir yanıt verircesine gülümsedi.
Kaçacakları yere doğru yüzmek için karanlık sulara ilk Philippe atladı.
164
Gabriela da Philippe’in ardından buz gibi suya girerken, bu sefer mutluluk içinde,
kıyafetlerini bu gece ikinci kez kurutmaları gerekeceğini düşündü!
48
Venedik, Murano adası – 17 Nisan, gece yarısı
Akıntı azdı; bir adadan diğerine yüzmeleri on dakikayı geçmemişti. Yine de adaya
vardıklarında Gabriela da, Philippe de nefes nefese kalmışlardı. Kıyafetleri sırılsıklamdı.
Uzakta, ufuktan kopuk bir şekilde duran Dükalar şehrinin siluetini görebiliyorlardı.
Genç kız Philippe’e sarıldı. Islak gömleğinin ardındaki sıcak teni hissedebiliyordu.
O anda Gabriela babasının sözünü dinlememekte ne kadar haklı olduğunu düşündü. Sforza
Sarayı’nın bahçesindeki o ilk gecede hissettikleri doğruydu. Hiç olmadığı kadar mutluydu
artık. Philippe kurtarıcısına tüm sevecenliğiyle bakıyordu.
-
Nasıl... Beni nasıl buldunuz?, diye kekeleyerek sordu.
-
Bu çok ama çok uzun bir hikâye, dedi yeniden Philippe’in dudaklarına doğru
uzanırken. Herhalde, sizin başınıza neler geldiğini bulmadan, uslu uslu babamın
evine döneceğimi sanmıyordunuz!
Prens gülümsedi.
-
Titriyorsunuz, bunları daha sonra anlatırsınız. Burada durmayalım, ısınmamız
gerekiyor. Sanıyorum ki bu ada da terk edilmiş, dedi Philippe genç kızı
götürürken.
Ortalıkta görünen birkaç ev boş gibiydi; hiçbirinin bacasından duman tütmüyor ve
pencerelerinden ışık gözükmüyordu. Binaların hemen bitişiğinde olan cam atölyeleri de
ıssızdı. Zanaatkârların kullandığı fırınlar da buz gibiydi.
-
Vebadan dolayı korkup kaçmış olmalılar. Kendimize kalacak bir yer bulalım, dedi
Gabriela soğuktan titreyerek.
-
Bakalım... Şu olsun, diye önerdi genç adam göl kıyısında ufak bir evi işaret ederek.
İki genç el ele tutuşarak büyük ihtimalle balıkçı ailesine ait olan mütevazı bir eve yaklaştılar.
Kapı kilitli değildi. Ayaklarının ucunda içeri girdiler. Ev bomboştu; ev sahipleri eşyalarının
bir kısmını alıp evi terk etmişlerdi.
Philippe evin içindeki üç odayı kontrol ederken Gabriela da şöminede yakmak için bir şeyler
bulmuştu. Genç kız giysilerini kurutmak için ateşin dibine girdi.
Philippe’in odaya girdiğini duyunca döndü.
-
Kimse yok. Gecenin kalan kısmını burada geçirebileceğiz.
Hâlâ soğuktan titreyen Gabriela Philippe’e gülümsedi. Sarılmak için ona yanaştı.
165
-
Sizinle kaldığım basit bir balıkçı evi bütün saraylardan daha zengin geliyor bana,
diye itiraf etti Philippe. Tutsak kaldığım günler boyunca sizi düşünmekten bir an
bile vazgeçmedim. Gecenin karanlığında yüzünüzü aradım. Sesinizi duymak beni
hep karamsarlığa kapılmaktan alıkoydu. Bu sınama benim gerçekleri anlamam için
yeterliydi...
-
Sizi kaybetmekten o kadar korktum ki, diye Philippe’i böldü Gabriela onun
yüzünü okşayarak.
Genç kadının boynunu öpen Philippe onun ıslak elbiselerini çıkarmaya başladı. O anda, artık
Kutsal İmparatorluk hükümdarının oğlu değildi. Hayatında ilk defa kendisini özgür
hissediyordu.
-
Seninim, diye fısıldadı genç kadın Philippe’in kulağına.
Philippe, önce şefkatle ardından tutkulu bir zevkle Gabriela’ya farkında olmadığı bir zevkin
yollarını açmıştı. Gabriela, ona güvenerek kendisini teslim etti. Bu anları o kadar çok hayal
etmişti ki her saniyesinin tadını çıkarmak istiyordu.
İki sevgili sabaha karşı bitkin vaziyette şöminenin önündeki tahta yatakta, üzerlerinde
dolapların birinde unutulan örtüye sarınarak uyuyakalmışlardı.
49
Murano adası – 18 Nisan, sabah on bir suları
Pencerenin kenarlıklarına vuran güneş ışınları odanın duvarlarına yansıyordu. Bulutlarla
birlikte güneş ışınları da kısa aralıklarla kaybolup yeniden ortaya çıkıyor, Gabriela’nın hâlâ
uyumakta olduğu yatağı yalayıp geçiyordu.
Genç kız tek gözünü açmadan önce suratını buruşturdu. Elini yan tarafına götürüp de yanını
boş bulunca şaşırdı.
-
Günaydın.
Philippe’in yumuşak ve neredeyse keyifli gelen sesi onu irkiltmişti. Gabriela yüzüne vuran
ışığa engel olmak için elini alnına götürdü. Prensin yüzünü yeniden görünce gülümsedi.
Üzerinde basit beyaz bir gömlek ve kalın kumaştan beyaz bir denizci pantolonuyla bir
sandalyede oturmakta olan Habsbourg veliahdı, ayakları çıplak ve saçları darmadağın bir
şekilde sessizce genç kızı izliyordu. Sadece bileklerindeki kırmızılıklar ve solgun rengi uzun
süre tutsak kalmışlığını ele veriyordu.
Gabriela’ya yaklaşıp yatağın yanına oturdu ve onun ellerini tuttu.
-
Peki ya şimdi ne olacak kurtarıcım, Matmazel?
Gabriela elinin tersiyle Philippe’in gömleğini yumuşakça okşadı.
-
Kıyafet mi çaldınız?
166
Philippe oyuncu bir tavırla şaşırmış gibi yaptı:
-
Ne diyorsunuz siz! Hiç de değil. Bunları bu sabah erken saatlerde satın aldım.
Sizin için elbise almayı da düşündüm ama en azından bu ülkeden uzaklaşana kadar
genç delikanlı kılığında kalmanız daha akıllıca olacaktır.
Prens bir an sustu ardından da yüz hatlarında üzüntülü bir hal beliriverdi.
-
Şu an yapmamız gereken şey bu ablukadan kurtulmanın bir yolunu bulmak. Şehre
giriş yasaklanmış durumda ve dışarıya da kimse çıkamıyor...
-
Kesinlikle, diye prensin sözünü kesti Gabriela. Açık denizde kalan bütün gemiler
yüklerini boşaltmadan bekleme mecburiyetindeler. Başka bir liman bulmaları
gerekiyor. Sicilya’ya doğru ineceklerdir; belki de Napoli’ye kadar giderler. Bize
gereken tek şey o gemilere erişip bordada saklanmanın bir yolunu bulmak. Orada
bu zavallılardan korunabiliriz.
Genç kızın yüz hatları gerginleşmişti.
-
Rafaello... Beni gördü. Şüphesiz beni tanıyacaktır. Ve Leonardo... Acaba gerçekten
bütün bunları başlatan o muydu?
Philippe şüphe içinde Gabriela’ya baktı.
-
Dün akşam getirdiğiniz kâğıtlar çok etkileyici. Bana bu gece gösterdiğiniz gibi,
okumasını bilen için, kendi konumunu korumak, gücünü ve zenginliğini arttırmak
için hiç tereddüde düşmeden karşısındakini öldürebilecek bu adamın korkunçluğu
hakkında yeterince şey ortaya çıkarıyorlar. Yine de her şey Bois-le-Duc’te başladı.
Ve eğer Leonardo benim kaçırılmamı ve ondan sonra gelen cinayetleri planladıysa,
bu Leonardo’nun başlangıç noktası olmadığı anlamına gelir. Bizim oraya gitmemiz
gerekiyor. Bizim öldüğümüzü ya da kaybolduğumuzu düşünmeleri daha iyi; bu
bize araştırma yapmamız için gereken rahatlığı sağlayacaktır. Oraya geri
dönmemiz gerekiyor.
-
En azından babanıza bir görünerek onu rahatlatabilirsiniz, diye önerdi Gabriela.
Philippe olumsuz bir hareketle kafasını salladı.
-
Kesinlikle olmaz. Düşmanlarımız saklanıyorlar. Sadece kendimize güvenebiliriz,
başka kimseye değil.
Prens ayağa kalkıp pencereden dışarı baktı.
-
Geceyi bekleyelim, diye yeniden söze başladı Gabriela. Sonra bir kayığa binip
ticaret gemilerinden birinde saklanmak için lagünü geçeriz.
Prens gülümsedi.
-
Öyle yapalım. Şimdi de sizi bana getiren yolda neler görüp nelerle karşılaştığınızı
anlatmanızı istiyorum.
Gabriela doğrulup dizlerinin üzerinde oturdu, gözlerini kapatıp derin bir soluk aldı ve
hikâyesini anlatmaya başladı.
167
50
Milano, Leonardo da Vinci’nin konağı – 23 Nisan, öğle saatleri
Önce korkunç bir gürleme sesi bütün odada yankılanmış, ardından da alçıdan yapılan büst
merdivenin köşesine çarparak kırılmıştı. Bir toz bulutu Rafaello ve Lorenzo’nun görüş
alanlarını darlaştırdı. Odanın bir köşesine sığınan Lorenzo, bir anda buz gibi esen o sessizliğin
ortasında, korkmuş bir halde beyaz bulutun bitmeyen kıvrımlarla kendisine yaklaşmasını
izliyordu. Toz bulutu dindikçe Leonardo’nun vücut hatları yeniden görülür olmuştu. Yere
fırlatmadan önce eline aldığı yarı tamamlanmamış büstü havaya kaldırdığındaki duruşuyla,
elleri havada, öylece duruyordu. Yaşlı usta sinirden donup kalmış gibiydi. Tuniğinin kıvrık
kollarından gözüken şişik kasları, kıpkırmızı suratı, birbirine kenetlediği çene kemiği ve
çıldırmış gibi bakan gözleriyle bir süre daha hareketsiz durdu. Ardından kocaman ellerini iki
yanına doğru bırakınca üzerindeki tozlar havalandı.
Onun hareket etmekteki güçlüğünü bilenler için oldukça beklenmedik bir atılmayla
Rafaello’nun üzerine yürüyüp onu hırkasından tuttu.
-
Söylediklerini
kulakların
işitiyor
mu?
Onun
kaçmasına
izin
verdin!
KAÇMASINA!, diye bağırdı kendisine canlılık katan öfke nöbetiyle.
“Kesin onu öldürecek” diye düşündü Lorenzo sığındığı köşede biraz daha büzüşürken.
-
Kız ne biliyor? Onlar ne biliyorlar? Ve bütün bunları gidip kimlere
anlatacaklarından haberin var mı? Seni görüp görmediklerini bile bilmiyorsun! O
kız tesadüfen orada değildi!
-
İyi ama nasıl... O... diye geveledi Rafaello daha şimdiden nefes almasına engel
olan elden kurtulmaya çalışarak.
Leonardo, Rafaello’yu bırakıp küçümser bir tavırla bir adım geriye çekildi. Sonra da kapıldığı
öfkeyle yerde gezinen alçı parçalarını biraz daha ufaladı.
-
Bu büst olmamıştı zaten, dedi kurumlu bir tavırla. Bugün her şey kötü
sonuçlanıyor.
Gözlerinde aniden yeni bir pırıltı beliriverdi.
-
Ne yapalım, öyle olsun, diye sakin bir ses tonunda yeniden söze başladı. O küçük
kızın bizimle başa çıkabildiğine inanması kaderin bize bir uyarısı olmalı. Şeytan
araya girmedi, bu ani değişikliklerin sorumluluğunu hiç zorluk çekmeden
üstlenebilirdi. Onlara korktukları şeyi vereceğiz.
Dudaklarında gaddar bir gülümsemeyle yeniden Rafaello’ya döndü.
168
-
Ne bilirlerse bilsinler, onlara kim inanacaktır ki? Anlatacakları şeyler inanılır gibi
değil, birer deli hikâyesi. Ve düşündüğüm gibi birbirlerine düşkünlerse sırf
birbirlerinden ayrılmamak için susacaklardır.
Leonardo derin bir nefes aldı.
-
Bizden kesinlikle kaçamazlar. Onları yeniden yakalamamız gerekiyor, ortalıkta
serbestçe dolanmaları çok tehlikeli. Ama aynı zamanda bir şeyleri tekrar
alevlendirip ortalığı karıştırmamız gerekiyor. Avrupa korkuyla ne kadar savrulursa
bu olaylardaki gerçeği aramaya o kadar az vakit bulur. Ortalığa, bizi bir süre
saklayacak bir sis bulutu yaymamız gerekiyor, en azından tam bir patlama olana
kadar... İmparatorluk aforoz edilince işlerin akışını değiştirmek için çok geç
olacaktır. Bosch ve yandaşları ortadan kaybolacak ve kimse başka hiçbir sav öne
sürmeye yetkin olmayacaktır. Yaptıkları her şey Papa’nın sinirlenmesine yol
açacaktır. Bu yüzden biraz zaman kazanmak bize yetecektir. Rafaello, ajanlarımızı
uyar. Avrupa’nın her yerinin yeniden cinayetlerle kavrulmasını istiyorum. Her yere
korku salmalıyız, herkes korkudan titremeli. Ve Fransa kralına özel bir işaret
gönder.
Rafaello zorlukla yutkundu.
-
Özel bir işaret...
-
Beni çok iyi anladın, dedi Leonardo acımasız bir ses tonuyla. Sonuçta bu alevi ilk
yakan oydu. Parmaklarının uçları kendi körüklediği ateşle biraz yansa fena mı
olur...
Rafaello alnındaki toz ile birleşerek kahverengi bir pudra oluşturan teri sildi.
-
Kaçaklara gelince... diye devam etti sözüne ressam tehditkâr bir ses tonuyla.
Bedeli ne olursa olsun onların tekrar bulunmalarını istiyorum.
Bir an yumruklarını sıkarak durdu, ardından yere eğilip alçı parçalarından birini eline aldı.
-
Neyse... Ben de önüme çıkmak için böylesine istekle duran bu güzel baş ile kişisel
olarak ilgileneceğim...
Alçı parçası, ressamın kavuşturarak baskı uygulayan elleri arasında kuru bir çıtırtıyla ezildi.
Ressam bembeyaz olan ellerinin arasından tozların dökülmesini izledi.
-
Süpür bunları, diye emretti Lorenzo’ya.
Korkudan hâlâ soluklarını tutan iki genç adamı daha fazla önemsemeyerek, yeniden yaşlı bir
adama dönüşüp, hastalıklı yürüyüşüyle atölyesine giden basamaklara doğru ilerlemeye
başladı.
51
Paris, Louvre Sarayı – 25 Nisan, akşam altı suları
169
Sapsarı kesilen Fransa kralı, ellerini kavuşturmuş, dudaklarında bir tiksinçlik ifadesiyle
odasının ortasında ayakta duruyordu.
Bayard, hükümdarından bu korkunçluk abidesini saklamak için ağır bir hareketle kanlı örtüyü
kapattı. XII. Louis önce gözlerini kapadı, ardından başkomutanın yanına giderek onun
kolundan tuttu.
-
Emin misin? Kesinlikle emin misin? Bunlar gerçekten...
-
Bizim adamlarımızın elleri, evet; dört sağ el arasından, Milano’da, benim gözümün
önünde Burgonya kılıcıyla iki parmağını kaybetmiş olan Garuet’ninkini
tanıyabiliyorum. Ve dört sol el arasından, bir yabandomuzunun sebep olduğu
avcundaki L şeklindeki garip yara izini taşıyan Privat’nınkini ayırt edebiliyorum.
En azından artık mesajlarımıza neden cevap vermediklerini biliyoruz, dedi soğuk
bir ses tonuyla.
-
Peki, kim yaptı? Birilerinin anlamış olabileceğini düşünüyor musun?
-
Her şeyden şüphe duyabiliriz Sör. Birisi Brabant’da neler döndüğünü anlamış ve
ipleri kendi eline almaya karar vermiş. Yeni cinayetler yaratmaya, bizi bu
hastalıklı yola doğru kışkırtmaya ve İmparator’un oğlunu kaçırmaya cesaret
edecek kadar becerikli ve deli biri...
-
Papa mı?
-
Onun bunu yapmaya ne cesareti ne de becerisi yeter; üstelik günahkâr bile değil...
Hayır, bu farklı bir düşman. Benim yüzünü de amacını da kesin olarak
bilemeyeceğim bir düşman... Ama ben onun maskesini düşürmeyi bilirim. Onu,
kendisini açığa çıkarmaya mecbur etmek ve işleri yeniden ele almak gerekiyor.
-
Ama nasıl?
-
Papa zaman kazanmaya çalışıyor. Komisyonun ardından başlayan özel bir görev
belirleyip, şu Leonardo da Vinci’ye de onu öne çıkaracak ve gizemli bir tavır
takınmasını sağlayacak bilirkişi raporu hazırlama sorumluluğunu verdi. O da
sizinle bir buluşma talep etti. Bütün bunlar sadece kısa süren bir komediydi. Artık
onu karar vermeye zorlamak ve Roma’ya resti çekmek gerek...
XII. Louis kolunu kaldırarak başkomutanın yergisini yarıda kesti.
-
İlke olarak haklısın ama vardığın sonuç hatalı. II. Jules’ü nasıl yanlışa
sürükleyebileceğimizi biliyorum.
Bayard, XII. Louis’nin, kesik elleri gördüğü anda yaşadığı şaşkınlığı atlatmasından
memnuniyet duyarak sırıttı.
-
Tüm dünyaya Papa’nın konumunu hak etmediğini göstereceğiz. Halk baskısına
cevap vermek istemedi mi? İyi o zaman, biz de onun yerine hareket etmeye karar
verdiğimizi göstereceğiz. Konseyimi ve Fransa kardinallerini toplantıya çağır.
170
Kral yeniden Bayard’a döndü; ama bu sefer gözleri parlıyordu.
-
Piza’da, Papalık bölgesinin hemen yakınında bir konsey düzenleyeceğiz. O
zamana kadar hiçbir şey olmaz ve İmparatorluğun aforoz edildiğini gösteren bir
belirti ortaya çıkmazsa o ipli kuklayı yerinden ederiz. Bu fikri yaymak için birkaç
yol bul. Aynı zamanda İmparator’a oğlunun kaçırılmasının arkasında Papa’nın ya
da o İngiliz’in olduğu fikrini nasıl aşılayabileceğimizi düşün. Hafiyelerimiz
mektuplar mı yazıyorlar, notlar mı yolluyorlar; bir şekilde bunun Habsbourg
soyunu kurutmak için yapılan bir dalavere olduğunu ima etsinler. Böylece Kutsal
divan tarafından İmparator olarak kabul edilmeyişinin mantıklı bir devamı olmuş
olur. Hemen harekete geç, kaybedecek bir dakikamız bile yok.
Bayard, Kral’ı selamlayıp tam çıkmak üzereydi ki Kral bir hatırlatmada bulundu:
-
Ve rica ederim söyle de şu artıkları götürüp köpeklere atsınlar!
52
Roma – 30 Nisan, sabah dokuz suları
-
Konsey mi?
II. Jules’ün sesi boğuk çıkmıştı; Alexandre Grimari, onun ellerini boğazına götürdüğünü görür
görmez kendisine destek olmak için yanına koştu. Papalık hükümdarı öfkeyle silkindi.
-
Bırakın beni! Yok bir şeyim, diye devam etti daha sakin yine de hâlâ sinirli
olduğunu belli eden bir ses tonuyla. Cesaret edebilir mi?
-
Ediyor Papa Hazretleri, diye Papa’yı düzeltti Papa’nın kendisini ağırladığı çalışma
odasının diğer ucunda, kapının yakınında ayakta duran Matthieu Schiner.
-
Vakit kaybetmeden harekete geçmek gerek Papa Hazretleri. Piskoposluklara haber
vermeli ve bir karşı ateş yakmalıyız, dedi Alexandre Grimari.
-
Karşı ateş mi? Nasıl?, diye sordu II. Jules.
-
Bir konsey... Kirpi’nin sapkınlığını ortaya koyacak, üstelik sizin karar verme
isteğinizi belli edip art niyetli söylentilere son verebilecek bir konsey
düzenlemeliyiz, diye karşılık verdi Grimari.
Sion Piskoposu birkaç adım öne çıktı:
-
En doğrusu bu Papa Hazretleri. İlâhî cezanın Venedik topraklarını ve Venedik
sakinlerini
kasıp
kavurduğu
sırada
gösterdiğiniz
merhametin
ardından
İmparatorluğa da merhamet göstermenize anlam veremeyen insanlar artık seslerini
yükseltiyorlar. Bütün bu endişeleri yok etmenin zamanı gelmiştir. Roma’da
düzenleyeceğiniz bir konsey ile kontrolün elinizde olduğunu göstermiş olacaksınız.
Böylece iktidarınızın harekete geçtiğini de kanıtlamış olursunuz.
171
-
Peki konsey toplanmadan evvel hiçbir haber çıkmazsa?, diye sordu karşısındaki iki
adamı ilgiyle dinleyen II. Jules.
Kızıl duvarlı buz gibi odada Papa’nın bedeni her zamankinden daha da güçsüz görünüyordu.
Matthieu Schiner ve Alexandre Grimari birbirlerinin gözlerinde aynı endişeyi ve öfkeyi
okuyarak bakıştılar.
-
O zaman karar verip, bedeli bir ittifaka mal olacaksa bile, İmparatorluğun aforoz
edildiğini duyurmanın vakti gelmiş demektir, diye yanıtladı en sonunda Sion
Piskoposu.
-
Kangrenle uğraşmaktansa bir tek eli kesmek yeğlenmelidir, diye onayladı Papa’nın
özel sekreteri. Ne denli saçma olursa olsun, Maksimilyen ve halkının aleyhine
alınacak kilise hukukuna ait bir kararı o Fransız’a bırakmak söz konusu bile değil.
II. Jules, bazilika şantiyesine açılan pencereye doğru ağır adımlarla ilerledi. Henüz tepeleri
inşa edilmeyen taş kolonlar göğe uzanan kalın mumları andırıyordu. Yine de hayatının bu
bitmeyen eseri Papa’ya artık o gizemli heyecanı vermiyor gibiydi. “Yarın öbür gün acaba
bunu bitirmek için, hâlâ hayattayken, mali destek ve gereken iş gücünü bulmaya devam
edebilecek miyim?” diye düşündü.
-
Barış zamanının geldiğini sanmıştım... Ne aptalım... diye mırıldandı.
Ardından danışmanlarına dönerek:
-
Leonardo’dan haber var mı?
-
İmparatorluğun sınırlarında olduğu haber verildi.
-
Bu konseyden önce ne kadar zamanımız var?
-
Dört hafta, diye yanıtladı Matthieu Schiner kesin bir ifadeyle.
-
Dört hafta... Öyle olsun... Dört hafta içinde her şey kesinleşmiş olacak.
53
Bois-le-Duc – 10 Mayıs, öğleden sonra üç suları
Yumruklar ikinci defa ağır kapıya vuruluyordu; yine de kapının açıldığı yoktu.
-
Sayın Hieronymus! Açın! Rica ederim açın!
Evin içinden bir tek kulun bile yaşadığını belli edecek hiçbir ses gelmiyordu.
O öğleden sonra, pazarın kurulduğu Büyük Meydan kalabalıkla dolup taşıyordu. Brabant’ın
dört bir köşesinden gelen çiftçiler bu şehre gelmek için dünden beri aynı yöne doğru akın
ediyorlardı. İlkbahar güneşinin altında her taraf daha da eğlenceli gözüküyordu. Alış verişin
yanı sıra fuar, etraftan hem en önemli konular hem de gereksiz ayrıntılar hakkında bilgi almak
için de işe yarıyordu. Tüccarlar her zamanki yerlerine geçip, yanlarındaki komşularıyla bir ay
önce yarım bıraktıkları konuşmalara devam ediyorlardı.
172
-
Papazın dediğine göre Fransa kralı Papa’nın yetkisini elinden almak için konsey
düzenlemiş!
-
Bana ne bunlardan! Bu saray atışmaları sadece savaş kokuyor!
-
Ne yazık ki öyle! Bedelini yine bizim çocuklarımız ödeyecek!
-
Kesinlikle! Yaşlı olsa da İmparator karşılık vermekte gecikmeyecektir.
-
Şehirde Maksimilyen hakkında neler dendiğini biliyor musunuz?
-
Hayır...
-
Derin bir hüzne gömülmüş!
-
O mu?
-
İmparatorluk mutfağına malzeme sağlayanlardan birinin yanında çalışan bir
kuzenim var, o anlattı. İmparator, oğlu ortadan kaybolduktan sonra oldukça çaresiz
kalmış olmalı!
-
Yakışıklı Philippe...
-
Kaybolmuş dostum! Milano’ya yaptığı bir seyahat sırasında ailesini acı içinde
bırakarak ortadan kaybolmuş. Daha önce buharlaşan bir prens görmemiştik değil
mi?
-
İşte bir lanet daha!
Bu konuşmaların sürdüğü yerden birkaç adım ötede ressam Bosch’un kapısını boş yere
çalmaktan yorulan iki değirmenci Büyük Meydan’a doğru ilerliyorlardı.
-
Satıcılara soralım, belki bize bir şeyler söyleyebilirler, diye önerdi aralarından
daha iri olanı.
Onların yaklaştığını gören çiftçiler kaşlarını çatmışlardı. İkisi de koyu renkli birer bluz
giymişti. Suratlarında beyaz un lekeleri vardı. Giysilerinde en çok göze batan şey ise
sırtlarındaki çuvalları indirirken kafalarını darbelerden korumak için taktıkları içi dolu, tepesi
sivri başlıklarıydı.
Biri köylülere seslendi:
-
Ressam Hieronymus Bosch’u arıyoruz. Şuradaki büyük evde oturuyor, diye eliyle
pencere kanatları kapalı olan yapıya işaret etti değirmenci. Kimse kapıyı açmadı.
Nerede olabileceği hakkında fikri olan var mı?
İki tüccar birbirlerine sırıtarak baktılar.
-
Belki de buharlaşmıştır, diye dalga geçti biri.
-
Ya da şeytan götürmüştür!, diye ekledi diğeri kahkaha atarak.
İki değirmenciden iri olanı bu şakalaşmalara omzunu silkerek karşılık verdi.
-
İşin aslına bakılırsa biz de neler olduğunu bilmiyoruz, diye yeniden söze başladı
ilk tüccar. Gariptir ama Bosch’un evi gerçekten de kapalı. Beş senedir bu fuara
katılırım, bu evin hiç böyle kapalı kaldığına şahit olmamıştım!
-
Belki Astrid’e sorabilirsiniz...
173
-
Astrid kim?
-
Ressam Hieronymus’un hizmetçisi. Onu daha bu sabah gördüm. Evin arka
tarafındaki ek binalardan birinde yaşıyor olmalı. Bu sokaktan gidebilirsiniz, diye
yön gösterdi çiftçi.
İki değirmenci onlara teşekkür ettikten sonra hızlı adımlarla işaret edilen sokağa doğru
yöneldiler. Astrid’in yaşadığı evi bulmak hiç de zor olmamıştı.
Genç kadın onları karşıladığında kapıdan içeriye davet etmedi. Sarı saçlarını açıkta bırakan
bir başlık takıyordu. Üzerinde büyük tertemiz bir önlük vardı.
-
Hayır, efendimin nerede olduğunu bilmiyorum! Gecenin bir vakti eşyaları ve
karısını alıp buradan gitti. Üstelik benim paramı bile ödemedi!
-
Peki nerede olabilir? Bir fikriniz var mı?
-
Ne bileyim ben! Bütün bu felaketlerden kaçıp kurtulmak istemişlerdir herhalde...
-
Belki bir arkadaşlarının ya da aileden birilerinin yanına gitmişlerdir?, diye ısrarcı
bir tavırla sordu iri olan değirmenci.
-
Hey! Siz ne kadar meraklı değirmencilersiniz öyle! Size söyleyecek hiçbir şeyim
yok, diye terslendi genç kadın. Eğer efendim bir şey ısmarladıysa kusura bakmayın
ama burada ücretinizi ödeyebilecek kimse yok! Başka bir şey istiyorsanız ben
yardım çağırmadan buradan uzaklaşsanız iyi olur!
Daha fazla bilgiye ulaşamayacaklarını anlayan iki değirmenci tekrar geleceklerini söyleyerek
uzaklaştılar.
-
Şeytan bunları da alıp götürsün!, diye söylendi genç kadın kapıyı sinirli bir tavırla
kilitlerken.
-
Şimdi ne yapacağız?, diye sordu değirmencilerden biri diğerine.
-
Bir fikrim var, dedi diğeri adımlarını hızlandırırken.
Pazar alanı tıka basa insanla doluydu. Hem sepetlerini doldurmak hem de sıcak ilkbahar
güneşinden faydalanmak için gelen temizlikçi ve hizmetçilerin arasından zorlukla ilerlemeye
başladılar.
-
Bu kadar küçük bir alanda bu kadar fazla insanı bir arada hiç görmemiştim, diye
bağırdı iri olan değirmenci Büyük Meydan’ın diğer ucuna en sonunda
eriştiklerinde.
-
Halkın içine hoş geldiniz!, diye şakalaştı başlığına terini silen yol arkadaşı nefes
nefese kalmış bir sesle.
Diğeri gülümsedi.
Birkaç dakika soluklandıktan sonra bu sefer Sainte-Gertrude Manastırı’na doğru yola çıktılar.
Dev yapının önüne vardıklarında kapıların kapalı olduğunu fark ettiler.
-
Bize yardım edebilecek kişi burada oturuyor. Ama bu hiç de alışıldık değil. Bu
girişin daha önce kapalı olduğuna hiç şahit olmamıştım!, diye endişelendi iri olanı.
174
Kendisini güney duvarından takip etmesi için diğerine eliyle işaret etti. Böylece, dışarıdan
manastırın bu kısmını yürüyerek koyu renkli, küçük tahta bir kapının önüne vardılar. Kapı
aralık duruyordu.
İri olan içeriye girdi.
-
Gelin, yol açık, dedi kısık sesle.
Ufak tefek olan değirmenci tam içeri girerken karşı sokaktan o tarafa doğru koşan ellerinde
bıçakları olan iki adam fark etti.
-
Philippe!, diye bağırdı ince bir sesle kapıyı ardından kapatırken.
54
Bois-le-Duc, Sainte-Gertrude Manastırı – 10 Mayıs, öğleden sonra dört suları
Gabriela içeri girdikten hemen sonra Philippe küçük tahta kapıyı hızlıca kilitlemişti.
-
Tam zamanında!, dedi, avlarını kaçırmış olmanın öfkesiyle kapıyı dışarıdan
yumruklayan zanlıları duyduğunda.
-
Bizi Bosch’un evinden beri takip etmiş olmalılar. Belki de o çenesini tutamayan
Astride bizi ele vermiştir, diye karşılık verdi soluk soluğa kalan genç kız; SainteGertrude Manastırı’nın yüksek duvarlarının ardında korunduğunu anlayınca
rahatlamıştı.
-
Buraya kadar gelişimizden anlamış olmalılar. Kaybedecek vaktimiz yok, dedi
Philippe bluzunu ve başlığını çıkarırken. Artık saklanmamıza gerek kalmadı.
Şimdi Nicolaa Van Rosendal’ı bulmaya çalışalım. Kendisi oldukça güvendiğim bir
dominikan rahibidir. Ve şüphesiz ressamı bulmamızı sağlayabilecek tek kişi...
İki sevgili giysilerini çıkardıktan sonra manastırı araştırmaya başlamışlardı.
-
İyi ama burada hiç kimse yok, diye şaşkınlığını belirtti genç kız boş koridorlardan
geçerken.
Odaların hepsinde mükemmel bir düzen hâkimdi; bu din adamlarının buradan hiç de aceleyle
ayrılmadığının en belirgin kanıtıydı.
Şapelin yakınlarında, tonozların altından konuşma sesleri yankılanıyordu. Philippe, kendisini
takip etmekte olan Gabriela’ya çok dikkatli olmasını işaret etti.
Manastırı şapelden ayıran kapıyı yavaşça itti. Şapel bomboştu; sadece ana sahnın üzerinde
yanan bir mum vardı. ‘Yok canım, kendi kendime duymadım herhalde’ diye düşündü Philippe
sessiz adımlarla şapelin içinde ilerlerken. Konuşma sesleri yeniden belirmeye başlamış ve
gitgide daha da belirginleşmişti.
Rosendal’ın kendine has sesinin tınısını tanımıştı. Bu seslerin nereden geldiğini bir türlü
anlayamayan Philippe, peşinden gelen Gabriela ile birlikte sahnı dört dönmüştü.
175
En sonunda arasından ince bir ışık süzülen orta boylu bir döşeme kapısını fark etti.
-
Bakalım burada ne var, dedi Gabriela.
-
Bekleyin! Yalnız değil! İnmeden önce temkinli olmalıyız, dedi Philippe, döşemeyi
açmak için atılan genç kızın kolundan tutarak.
Aşağıda neler konuşulduğunu daha iyi duyabilmek için kulağını tahtaya dayadı.
-
Şanslıyız, Bosch ile birlikte, dedi ayağa kalkarken. Fazladan tek kelime etmek yok,
diye buyurdu genç kızı şaşırtan bir ciddiyetle.
Onun şaşkınlığını fark edince prens gülümsedi.
-
Bana güvenin, diye fısıldadı.
Ardından usulca döşeme kapağını kaldırdı.
Aşağıdaki iki adam şaşkınlık içinde kafalarını yukarı kaldırıp ağızları açık kalakalmışlardı.
-
Siz! Burada! diye kekeledi dominikan rahibi.
-
Evet ben! Sizin de ikinizi bir arada ve hayatta görmek ne güzel!, diye karşılık verdi
Philippe kilise bodrumunun taş kaplı zeminine atlarken.
En az rahip kadar şaşkın olan Hieronymus da İmparator’un oğlu karşısında selam vermek için
zorlukla ayağa kalkmıştı.
-
Sizi yeniden görebildiğim için ne kadar mutlu olduğumu bilemezsiniz, dedi genç
adam yaşlı ressama sarılırken.
Bu sırada Gabriela da aşağıya atlamıştı. Erkek kıyafeti içindeki görünümüne şaşıran iki
adamın yüz ifadelerini görünce kendini gülmekten alıkoyamadı.
-
Size Gabriela Benci’yi takdim edeyim, dedi sadece Philippe.
-
Buyurun efendim, diyerek odanın bir köşesinde duran iki tabureye işaret etti din
adamı. Karşılamamızın sıradanlığını mazur görünüz; sizin bu şekilde gökten
düşeceğinizi aklımın ucundan bile geçirmemiştim!
Philippe karşılık vermedi, etrafına bakınıyordu. Bir köşede gördüğü demir başlıklı yatak ve
bir güğüm burada yatıldığının en iyi kanıtıydı. “İşte Bosch’un gizli sığınağı” diye düşündü
Philippe pek de dar olmayan odanın geri kalanını da incelerken. Odadaki mobilyalar bir masa
ve dört adet tabureden ibaretti. Etrafı, paskalya şamdanlarına benzeyen iki kalın mum
aydınlatıyordu.
Sessizliği ilk bozan Nicolaa Van Rosendal oldu.
-
Ben de... Biz de sizi burada sağlıklı bir halde görmekten ne kadar mutlu olduk
bilemezsiniz efendim, dedi başıyla kendisini onaylayan Bosch’a bakarken.
Ortalıkta saçma sapan söylentiler...
-
Size kadar nasıl geldiğimi anlatmam çok uzun sürecektir diyerek Rosendal’ın
sözünü böldü Philippe iki adamın karşısına otururken. Müsaade ederseniz ben sizi
dinlemek istiyorum. Sayın Bosch bu kilise bodrumunda ne arıyorsunuz?
Hayatınızın tehdit altında olduğundan mı endişeleniyorsunuz?
176
-
Aslına bakarsanız efendim, Nicolaa Van Rosendal’ın akılcı tavsiyeleri
doğrultusunda evimi bir hırsız gibi terk etmeyi kabul etmiş bulunuyorum... diye
karşılık verdi yaşlı ressam bezgin bir ses tonuyla.
-
Daha doğrusu, bu sığınmayı ayarlamak için manastırın bir ay boyunca boş kaldığı
Paskalya Haccı döneminden yararlandık. Gece kaçtığımız için kimse yakınlarda
gizlendiğimizi fark etmedi. Herhalde art niyetlilerin Hieronymus’u, tüm Brabant’ı
kasıp kavuran cinayetlerin baş sorumlusu olmakla suçladığından haberiniz vardır...
-
Hepsi de bir tablo için hazırlanan ilk eskize göndermeydi değil mi? diye sordu
Maksimilyen’in oğlu. Yaşlı adamın umutsuzluğunu görünce bu soruyu sorduğuna
pişman olmuştu.
-
Aynen öyle. Katliam sahneleriyle ustamızın resimleri arasındaki benzerlikler
kuşkuları ortadan kaldırıyordu. Biz de bu yüzden araştırmamızı Paris’e kadar
devam ettirdik. Ve bu meşhur resimlerden birinin aylardır çok ilginç birinin elinde
olduğunu öğrendik.
-
Kimmiş?
-
Ünlü şövalye Bayard.
-
Demek ki bütün bunları düzenleyen Fransa Kralıydı!, diye şaşkınlığını belli etti
Philippe.
-
Kesinlikle efendim; bunun kanıtları da elimizde.
Philippe şaşkın gözlerle bakıyordu.
-
Kanıt mı? Gerçekten mi?
Rosendal dudaklarında hafif bir gülümsemeyle odanın köşesine doğru ilerleyip duvara doğru
eğildi. Taşlardan birini yerinden oynatmak için biraz uğraştıktan sonra duvardaki dar boşluğu
açabilmişti. Üzerinde mavi balmumu lekeleri görülen bir sürü kâğıdı elinde tutarak ayağa
kalktı.
-
Bu kâğıtlar, cinayetlerin Kutsal İmparatorluk topraklarına erişmeden ve Bois-leDuc’te o korkunç sahneleri gerçekleştirmeden evvel uzun dolambaçlardan geçerek
İtalya üzerinden iletildiğini ortaya koyan geçiş belgeleridir. Üzerlerinde Fransa
mührü bulunuyor. Bu da, Bayard’ın, XII. Louis’nin talimatlarını detaylıca yazdığı
bir mektup... Fazlasıyla bilgilendirici bir anlatıma sahip, diye sözlerini sonlandırdı
Rosendal Prens’e elinde tuttuğu kâğıtları uzatırken.
-
İyi de siz bu belgeleri nasıl ele geçirdiniz?
-
Bunu, o eşkıyalardan biri, vicdan azabından değil de salt korkudan hareket eden
bir cüce, hayatını bağışlamam ve korumam koşulları altında bana verdi. Kendisiyle
aynı görevi yapanların, hiç tanımadığı adamlar tarafından zindana atıldıklarına ve
eziyet gördüklerine şahit olduğundan kendi hayatını kaybetmekten öylesine
177
korkmuştu ki gecikmeksizin yok edilmesi gereken bu belgeleri taşımakla sorumlu
olan o adam bana kadar geldi.
“İşte XII. Louis’nin sözde endişelerini yıkan ve Piza’da düzenlediği görümlük konseyin
anlamsızlığını ortaya koyan bir bilgi” diye düşündü Prens.
-
İyi ama açıklar mısınız, Fransa kralı neden öfkesini sizden çıkarmak istesin ki?
-
Çünkü Fransa’ya yaptığımız seyahat sırasında bu işlerin onunla bağlantılı
olduğunu anlayabilirdik, diye karşılık verdi ressam.
-
Yine de haklısınız efendim; bizim kaçışımızın esas sebebi bu endişeler değildi.
Eminim ki Hieronymus size dostu Leonardo da Vinci ile olan görüşmesini
anlatmayı kabul edecektir, diyerek dominikan rahibi ressama döndü.
-
Öncelikle şunu bilmelisiniz ki efendim o yaşlı tilkiyi çok iyi tanıyorum. Bundan
yıllar önce İtalya’da karşılaşmıştık. Büyük bir bilgin ve yadsınamayacak derecede
göze çarpan bir ressam. Ama aynı zamanda sapkın geleneklere kapılmış bir kötü
niyetli... Vinci, Avrupa’da neredeyse her yana yayılmış olan çok güçlü bir örgütün
başında. Bu kardeşlik sadece ressamları kabul ediyor. Elinin altında bulundurduğu
adamları bütün saraylardan ve takımlardan haber alabiliyorlar. Hepsi de
kardeşliğin üyelerine ısmarlanacak eserleri ayarlıyor ve her biri kazancından göz
ardı edilemeyecek bir miktarı kardeşliğin yararına bırakıyor. Kardeşlik bu
yöntemle önemli boyutta bir servet edinmiş durumda. Yaş gereği kardeşliğin
duayeni olan Leonardo da bir sürü entrika yardımıyla başlarına geçmeyi becermiş.
Anlayacağınız bu servete dokunabilen tek kişi sadece ve sadece kendisi...
Yandaşım olan birkaç ressam ile birlikte onun bu iktidar gaspından şikâyetçi
olduk. Canımıza okudu! Bir sürü dalavereler çevirdikten sonra bizi kardeşlikten
sürdü. Neyse ki sizin ve babanızın bize olan güveniniz sayesinde birçok aileden
ısmarlamalar almaya devam ettik. Bizim başarımız, kardeşlikten ayrılmak isteyen
başka ressamlara da cesaret kaynağı oldu. Leonardo buna fazlasıyla içerledi ve
bunun öcünü almaya yemin etti. Yaşlandıkça daha da gözü kara oldu! Bu
söylediklerim ne kadar acı olursa olsun biliyorum ki daha şimdiden bazı ressamlar
bu cesaretin bedelini hayatlarıyla ödemişlerdir!
‘Biz de gidip Papalık araştırmacısı olarak onu seçtik’ dedi kendi kendine Philippe yaşlı
ressamı dinleyip Leonardo’nun kendisi için hazırladığı sonu düşünürken.
-
On üç Nisan’da beni evimde ziyaret etti, diyerek sözüne devam etti Bosch. O
akşam bana karşı duyduğu bütün nefreti onun gözlerinden okuyabiliyordum.
Korktum. İşte bu yüzden, Nicolaa Van Rosendal’ın yardımıyla ailemi İsviçre’deki
bir manastıra yollamayı ve bu deliğe sığınma fırsatını bulabildim.
-
Doğru anladıysam, size göre Leonardo yönetimindeki bu kardeşliğin bütün bu
katliamlarla bir ilişkisi var...
178
-
Fransa kralı ile kardeşlik arasındaki ilişki hakkında hiçbir kanıtımız yok. Sadece...
-
Sadece?
-
On altı Nisan günü cesur, genç bir delikanlı Papalık soruşturmacısı arabacısının
yerine geçmiş. Zavallı adam ateşlenince İtalya’ya geri dönememiş. Buradan biraz
uzakta, bana bunları aktaran kişinin dediğine göre Leonardo da Vinci’nin
konvoyuna Bayard eşlik etmiş. Arabanın içinde baş başa uzun zaman boyunca
konuşmuş olmalılar...
-
Bütün bu bilgiler için teşekkür ederim; benim için çok değerli haberler bunlar...
Papa Hazretleri için daha da değerli olacaklardır, diye konuşmasını noktaladı
Philippe yorgunluğu kireç gibi suratından okunan zavallı Hieronymus’un soğuk
ellerini sıkarken.
Yaşlı adam uzanmadan önce teşekkürlerini bildirirken Prens bir süre daha durdu. Bosch’un
kendisine verdiği belgeleri elinde tutarken Leonardo ile alman ressamlar ve onları takdir edişi
hakkındaki konuşması aklına gelmişti.
-
Neredeyse kendimi kurdun pençelerine teslim edecektim, diye mırıldandı.
55
Roma – 10 Mayıs, öğeden sonra dört suları
Din adamlarından oluşan küçük grup bazilikanın devasa kapısından geçip, saatler öncesinden
koro alanının girişine yerleştirilen sehpaya doğru ilerlerken Saint-Jean de Latran Kilisesi’nin
çanları tüm gücüyle çalıyordu. Hizalarını bozmadan basamakların başında duran kırk kilise
muhafızı daha şimdiden bunaltıcı Roma ilkbaharının sıcaklığına gömülen boş alanı
gözlüyorlardı.
Papa’nın sekreteri Kardinal Alexandre Grimari, Matthieu Schiner’e ve onun hemen yanında
duran Dominikan baş rahibi Thomas Cajétan’a baktı. Ardından elindeki parşömen rulosunu
açarak öne çıktı.
-
Aziz Sacro, diye okumaya başladı boş alanda yankılanan kuvvetli bir sesle.
-
Siz de görüyorsunuz ki Papa Hazretleri...
II. Jules çanlardan uzakta bir ses duyunca kafasını çevirmişti. Papa’nın dikkatinin dağıldığını
fark eden Rafaello konuşmasını yarıda bırakmıştı.
-
Devam edin, devam edin, dedi II. Jules.
Ressamın kararsız kaldığını görünce anlayışlı bir gülümsemeyle karşılık verdi.
-
Burada olmayışınızdan dolayı politikayla ilgili konuşmalarımıza ara vermek
zorunda kaldık. Ama biliyorsunuz ki Latran Bazilikası’nda beşincisi düzenlenecek
179
olan konseye hazırlanıyoruz. Bu çanlar da konsey dolayısı ile hazırladığım papalık
genelgesinin Hıristiyan âlemindeki tüm piskoposluklara dağıtılmadan evvel tüm
halka okunmak üzere olduğunu haber veriyor. Müstensihler gece gündüz
çalışıyorlar. Şu andan itibaren, Fransa kralı tarafından Piza’da düzenlenen sapkın
konseye katılmaya karar verenler bu kararlarından ötürü aforoz edilebileceklerini,
ama yine de herkese, yüce gönlüm vesilesiyle, günah çıkarırlarsa üç haftadan daha
kısa bir süre içinde tam burada gerçekleşecek olan konseyin açılışı sırasında Kilise
birliğine katılma imkânı vereceğimi ve böylece bağışlanmış olacaklarını bilmeliler.
Papa sıkıntılı bir tavırla kaşlarını çatmıştı.
-
Sayın Vinci benden zaman istedi, kesin bir karara varmaktan çekiniyor. Benim
huzurumda gösterdiği tek şey Bosch’un kutsal Kilise’ye karşı olan sadakatinden
duyduğu ciddi endişelerdi. Ama bu süregelen kötülüğü durduracak bir önerisi
olmadı...
Rafaello sükûnet içinde cesareti kırılmaz bir tavırla bekliyordu.
-
Rica ederim siz devam edin, diye yineledi Papa yorgun bir ses tonuyla. Eserinizin
güzelliği, yaşlı bedenimin omuzlarına çöken yükü kısa süreliğine de olsa
hafifletiyor...
Üç adamın ayak sesleri Latran Bazilikası’nın orta sahnında yankılanmaktaydı. Alexandre
Grimari, genç bir papaz çömezinin kendisine uzattığı bez ile alnından akan terleri silip diğer
iki dostuna dönerek derin bir soluk verdi.
-
Ok yaydan çıktı... Dua edelim de kardinaller bu emre uysunlar, yoksa... dedi kısık
sesle, bir yandan da istavroz çıkarıyordu.
Matthieu Schiner bu sözleri onaylamayan bir tavırla Papalık sekreterine döndü ve kereveti
inşa etmekte olan bir grup işçiye işaret ederek aynı ses tonuyla konuyu değiştirdi.
Vitraylardan süzülen güneş ışınları etrafı yalayıp geçiyor, kıvrımlı taşların üzerine işlenen
renklerle oynaşıyordu.
-
Konseyin bütün oturumları bu bazilikada gerçekleşecek. Koltuğu kerevetin
ortasına yerleştirilecek olan Papa’nın etrafını çevreleyen kardinaller burada
duracaklar. Daha aşağıda piskoposlar ve başpiskoposlar olacak. Büyükelçiler bu
tarafta duracaklar, diyerek sol tarafta kalan sahna işaret etti. Onların karşılarında da
tarikat temsilcileri...
Thomas Cajétan başıyla bu söylenenleri onaylamıştı.
-
Şu ana kadar elimize kaç cevap ulaştı?, diye sordu Grimari, Matthieu Schiner’in
söylediklerini duymazdan gelerek.
-
Kardinallerin on beşinden cevap geldi, ama bunların belgeleri henüz hazırlık
aşamasında.
180
-
Peki ya İmparatorluk ve Fransa?
-
Hiçbirinden cevap yok, diye yanıtladı sıkıntılı bir tavırla Schiner. Sanırım
Fransızlardan
umudu
kessek
iyi
olacak;
cesaretli
davranmayacaklardır.
İmparatorluk ise katılmak için Papa’nın o kararı vermeye hazır olup olmadığını
bilmek isteyecektir.
Grimari yeniden alnını sildi.
-
Öylesine büyük entrikalar dönüyor ki acaba tehlikeli bir işe mi kalkıştık diye
düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bu arada dominikan baş rahibinin kalın sesi duyuldu:
-
Fransa Kralı’nın iyi iş çevirdiğini kabul etmek gerek; kendi konseyini
düzenleyerek Papa’yı, kendine paye çıkarma entrikasına dahil olmak ile
saygınlığını yitirmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakıyor. Eğer Papa
Hazretleri geçerli bir sebep olmaksızın İmparatorluğu aforoz etmekten vazgeçerse
Fransızlar rahat rahat çevrelerindekiler gibi davranabilecek ve Pierre’in güçlü
hükümdarlığı bundan ciddi şekilde etkilenecektir. Ve bunun tam tersine, eğer
İmparatorluğun aforoz edildiği duyurulursa o zaman da Fransa’ya karşı
İmparatorluk ile tasarlanmış olan bütün ittifaklar bir anda dağılacaktır... O zaman
da boşu boşuna İngiltere ile yapılacak ittifaka güvenmiş olacağız çünkü o hayal
edilen koalisyonun eli kolu bağlanmış olacaktır... Her şekilde kazanan yine
Fransızlar oluyor!
Matthieu Schiner hemen önünde durdukları heykele doğru döndü.
-
Bizi bu konuda sizin aziz isim babanız yönlendirecektir kardeşim, diye karşılık
verdi üzerinde Aziz Thomas’ın isminin yazılı olduğu heykel kürsüsüne dokunarak.
Hiçbir kanıt ya da sebep aramadan inanabiliyorsak ne mutlu bizlere...
-
İnanç ve umut tabii ki büyük erdemlerdir, diye yeniden söze başladı dominikan
ciddi bir ses tonuyla. Ama sanırım burada konuştuğumuz şey daha ziyade
politikadır...
-
Farkındayım, diye böldü Schiner. Şeytan da bunun farkında. Her ne olursa olsun,
her şey şu andaki konumunda kalırsa konsey açıldığı anda aforozun duyurulması
gerekecektir.
-
O zaman dua edelim kardeşlerim, diye konuşmayı sonlandırdı Alexandre Grimari
kduşkudşine doğru ilerlerken.
-
Evet, dua edelim, yürekten dua edelim, diye mırıldandı Matthieu Schiner bir kez
daha ahşap heykele göz ucuyla bakarken.
56
181
Bois-le-Duc, Sainte-Gertrude Manastırı – 10 Mayıs, öğleden sonra beş suları
Gabriela ve Philippe’e yol veren Rosendal kilise bodrumundan en son çıkan kişiydi.
Hieronymus Bosch’a eliyle bir hareket yaptıktan sonra kapağı kapatmıştı.
-
Sizinle günah çıkarabilir miyim?, diye sordu Philippe dominikan rahibine.
Bu isteğe fazlasıyla şaşıran rahip Prens’e orta sahnın yakınlarında bir günah çıkarma kabinini
işaret etti.
Genç adam Nicolaa’ya kararlı adımlarla yetişmişti. Rahip çoktan yerine yerleşmiş ve
mesleğinin simgesi olan atkısını boynundan geçirmişti.
-
Size sonsuz güvenim var. Bu görüşmeyi günah çıkarma adı altında yapmak
istediysem, bunun sebebi sizden ağır bir sır saklamanızı talep etmektir, diye söze
başladı Philippe de Habsbourg. Kutsal İmparatorluk büyük tehlike içinde. Sizin de
anladığınız gibi XII. Louis babamı saf dışı etmek için her türlü entrikanın içine
girmiş durumda. Aforoz tehditleri küçümsenecek gibi değil. Şu anda Avrupa’daki
dengeleri korumak ve Piza’da gerçekleşecek olan şu saçmalığa tek başına fazla
uzun süre dayanamayacak olan zavallı Papa’ya destek olmak için elimi çabuk
tutmalıyım. Bizimle Roma’ya gelirseniz sevinirim. Sizin varlığınız ikna etmemiz
gereken kişiler üzerinde daha etkili olabilir.
Dominikan rahibi karşılık vermedi. Sadece hafif bir baş hareketiyle Prens ile aynı fikirde
olduğunu belirtmesi yeterli olmuştu.
-
İnanın bana bu seyahat tehlikelerle dolu olacaktır, diye yeniden söze başladı
Philippe. Biz buraya gelene kadar izlendik. Bizi yok edene kadar hiçbir şey onları
durduramayacaktır! Bu günah çıkarma mahremiyeti dahilinde bilmeniz gereken bir
şey daha benim Leonardo da Vinci’nin isteği üzerine kaçırılmış olmamdır.
Gabriela’nın cesareti olmasaydı, Venedik’te, San Michele adasının altındaki gizli
bir zindanın dibinde o korkunç ressamlar kardeşliğinin aynasızları tarafından
öldürülmüş olurdum şüphesiz. Bu adamlar aynı zamanda Fransa Kralı’nın
adamlarının ellerini kesen ve sizin bahsettiğiniz cüceyi de dehşete düşüren
adamlar...
Prens’in bütün bunları söylemesiyle rahibin suratına şaşkınlık ifadesi yerleşmişti.
-
Nasıl yani? Papalık soruşturmacısının buna cesaret ettiğini mi...
-
Hieronymus Bosch’un anlattıklarını dinledikten sonra bütün bunlara şaşırmamanızı
beklerdim, diye karşılık verdi Philippe. XII. Louis ile Leonardo arasındaki ilişkiyi
tam olarak anlayamamış olsam da ikisi de her şeyi göze almışa benziyorlar...
Rahip karşılık vermedi. Gözlerini kapamış dua etmekteydi. Bir süre sonra Prens yeniden söze
başladı:
182
-
Kişisel sebeplerden ötürü sizden ve Bosch’dan isteyeceğim önemli bir hizmet
olacak. Onun yakınlarındayken benim tercümanım olabileceğinize inanmaktayım.
Şu an için ortaya çıkışımın kimse tarafından bilinmemesini istiyorum. Aynı
zamanda sizinle olan bu görüşmemizin de her ne olursa olsun kimseye
aktarılmamasını rica edeceğim. Philippe de Habsbourg kaçırıldı. Israr ediyorum,
böylesi belki de daha iyidir!
Rosendal tekrardan bir tek kelime etmeden Prens’i onaylayarak hafifçe başını salladı.
-
Bedenen günah işledim ve bu sebepten ötürü Tanrı’dan bağışlanmayı diliyorum,
dedi en sonunda genç adam başını öne eğerek.
-
Sanıyorum ki kalbiniz tertemiz. Eğer bundan sonraki hayatınızı doğru şekilde
devam ettirirseniz Tanrı sizi bağışlayacaktır sevgili oğlum. Çektiğiniz acıları
biliyor. Bir tek nasihatte bulunmama izin verin: bırakın insanlık ve Hıristiyanlık
vicdanınız size seçimlerinizde yardımcı olsun.
Dominikan rahibi onu günahlarından arındırırken Philippe de dua ediyordu.
Çıktıklarında Gabriela’yı bir sandalye üzerinde sızmış halde buldu. Minik bir öpücükle onu
uyandırıp yanına oturdu.
-
Roma’ya gideceğiz!
-
Roma mı? İyi ama babanıza bir görünseydiniz daha iyi olmaz mıydı? Bu kadar
uzun süreli yokluğunuzdan acı duyuyor olmalı, dedi Gabriela üzüntülü bir ses
tonuyla.
-
Hayır, şu anda her şey Papa’nın çevresinde dönüyor. Bize eşlik etmesi için
Rosendal’ı ikna ettim. Onun varlığı bizim için çok yararlı olabilir. Eğer zamanında
orada olup II. Jules’ü ikna etmeyi başarabilirsek İmparatorluğu kurtarmamız
mümkün olabilir. Babama gelince, o iş Roma’dan sonra... Bunu o zaman
konuşuruz, diye mırıldandı genç adam.
Gabriela sevgilisine sıkıca sarıldı.
-
Teşekkür ederim, diye fısıldadı kulağına. Hâlâ günlerimi sizinle geçirebiliyor
olmaktan o kadar mutluyum ki! Bu sefer hangi kılığa bürüneceğiz?, diye ekledi
genç kız yeniden heyecanlı bir ses tonuyla.
-
Tabii ki keşiş kılığına! Keşiş olacağız sevgili kızım! Değil mi sevgili peder?, diye
kendilerine yaklaşan dominikan rahibine döndü Philippe aynı neşeli tavırla.
-
Efendim, gecikmeden hazırlansak iyi olur. Gecenin karanlığından yararlanarak
manastırın başka bir kapısından dışarı çıkıp buradan pek de uzakta olmayan
papazlar topluluğuna ait çiftliğe sorunsuzca gidebiliriz. Orada ihtiyacımız olan
kıyafetleri bulabiliriz.
-
Çok iyi, diye karşılık verdi Philippe. Peki ama ressam dostumuz ne yapacak?
183
-
O da bizimle gelecek. Çiftçiler güvenebileceğimiz insanlardır. Biz yokken
kendisine gereken ihtimamı göstereceklerdir.
Philippe başını sallayarak rahibin önerisini onayladı.
-
O zaman daha fazla vakit kaybetmeyelim!
57
Roma – 29 Mayıs, sabah on suları
Serin bir rüzgâr hâlâ Tiber nehrinin kıyılarını yalayıp geçiyordu. Ellerini cüppesinin siyah
ceplerine sokan ve kafasını iyice başlığına gömen Nicolaa Van Rosendal, iki atın çekmekte
olduğu siyah arabayı görünce sabahın sakinliğinde adımlarını hızlandırmıştı. Araç, SaintAnge şatosunun gölgesinde duruyordu. Ortalıkta sadece hareketsiz beklemekten sıkılan atların
toynak sesleri ve kişnemeleri yankılanıyordu.
Dominikan kapıyı açıp bir sıçrayışta arabanın içine girdi. Siyah deriyle kaplı koltuğa oturdu.
-
Her şey yolunda. Papa, hâlâ kendi sarayında ve sarayı ancak öğleden sonra
Latran’a giderken terk edecektir.
Onun karşısında oturan Gabriela ve Philippe sessizce Rosendal’ı dinliyorlardı.
-
Haydi bakalım, oyun sırası bizde, dedi Dominikan rahibi omuzlarına kahverengi
kalın bir örtü atarken.
Karşısındakilerden yanıt beklemeden kapıya dönüp aşağıya indi; bu sırada Philippe,
Gabriela’yı öpmek için eğilmişti.
-
İyi şanslar, diye mırıldandı Gabriela.
-
Tanrı sizi korusun, dedi Prens yere atlarken.
-
Durun! Geçemezsiniz!
Sinirli Kilise muhafızı, baltalı mızrağını tam karşısında duran diğer kilise muhafızınınki ile
çapraz biçimde tutarak, sakin adımlarla V. Nicolas kalesinin yakınlarına yerleştirilen muhafız
kabinine doğru ilerleyen iki adamın yolunu kesmişti. Silahların demirlerinde parlayan gün
ışığı göz kamaştırıyordu.
Mantolarının ardına saklanan iki kimliği belirsiz kişi ilerlemeye devam ediyorlardı.
-
Hey durun orada! Kime diyorum!, diye tekrar etti muhafız.
-
Gördün mü, sana buradan geçemeyeceğimizi söylemiştim!, diye bağırdı
adamlardan biri diğerine kaba bir şekilde. Seni gidi inatçı keçi!
-
Nedenmiş o?, diye karşı çıktı diğeri yürümeye devam ederken. Gitmek istediğim
yerden bir asker mi alıkoyacak beni!
-
Yaklaşmayın; geri çekilin yoksa sizi ben durduracağım!
184
-
Geri çekil eşek kafalı! Bizi öldürtecek misin?, diye yeniden bağırdı adamlardan
ilki.
Diğer adam ani bir sinirle bağıranın üzerine atladı.
-
Benle böyle konuşmaktan vazgeç, diye bağırdı dengesini yitiren arkadaşını iterken;
yine de düşmesine engel olmuştu. İkisi birden muhafızların gözü önünde
yuvarlanıp hararetli bir şekilde kavga etmeye başlamışlardı.
-
Sakin olun! Hey! Siz, şu sarhoşları ayırmama yardım edin diye bağırdı muhafız
uzakta dinlenmekte olan ve yeni ayağa kalkan diğer iki muhafıza.
Onlar da koşup geldiklerinde dördü birden hakaret ederek birbirlerini yumruklayan iki adamı
ayırmaya giriştiler.
-
Hey! Kudurdunuz mu siz?, diye bağırdı kilise muhafızlarından biri havaya
sallanan yumruklardan birine isabet eden başını iki eliyle tutarken.
Karmaşanın devam ettiği sırada birbirine giren iki adam sanki bir işaret almış gibi bir anda
kavgayı kesip kendilerine engel olmaya çalışan iki muhafıza yöneldiler ve tabanları yağlayıp
kaçmadan önce ikisini birden ittiler.
Donakalan iki asker bir an şaşkınlıkla etraflarına bakındı ardından yere yuvarlanan
başlıklarını alıp toza bulanmış üst başlarını silkelemeye koyuldular.
-
Lanet olasıca sarhoşlar, dedi biri diğerine.
Meydan yeniden bomboş kalmıştı. Askerler yavaş adımlarla eski yerlerine dönerken Vatikan
kalesine süzülmek için yaratılan karmaşadan faydalanan ince bedeni fark etmemişlerdi bile...
Kolalı Klaris mezhebi1 kıyafetinin el verdiği kadar hızlı bir şekilde saraya çıkan merdivenin
basamaklarını
tırmanan
Gabriela,
kalbinin
yerinden
fırlayacakmış
gibi
çarptığını
hissediyordu. Kafasında, Nicolaa Van Rosendal’ın kendisine son birkaç saattir tekrarlattığı,
aklında tutması gereken saray planının detayları vardı. Önünden geçtiği yüksek balkonun tam
aşağısında yer alan Saint-Damaso koridorunu tanımıştı.
Tam karşısında Borgia Ailesi’nin kalesini görebiliyordu.
-
Solda saray ve dam köşkü... diye mırıldandı.
Ayak sesleri duyduğunu sanarak bomboş koridorda bir an duraksadı.
-
Haydi, soğukkanlı olmalıyım...
Derin bir nefes alıp Papa’nın özel dairelerinin olduğu tarafa doğru yöneldi. Yarıya kadar koyu
renkli meşe döşemelerle bezenmiş beyaz duvarlar, koyu kızıl halılarla kaplı ve demir
süslemeli kapılarla zenginleştirilmiş koridorları olduğundan da geniş gösteriyordu.
Kırk adım ötede koridor hafif kıvrılarak devam ediyor ve eğimli bir şekilde tapınağın ikinci
kutsal odasına kadar uzanıyordu. ‘Sağda özel şapel, solda oda, devamında sofa ve çalışma
1
Klaris Mezhebi: Aziz Francesco’yu takip eden Clara’nın öncülüğünü ettiği bir rahibe tarikatı.
185
odası’ diye aklından geçirdi Gabriela. Giysisinin altından altın bir tepsi, bir tas ve küçük bir
şişe çıkardı.
Kolalı yakalığının altında, sırtından ve yüzünden ter damlaları akıyordu. Onun adımlarını
duyup kendisine dönen kilise muhafızlarını görünce irkildi. Gözlerini kaldırmadan tepsiyi
gösterdi.
-
Papa Hazretleri... dedi yumuşak bir ses tonuyla.
Papalık evi rahibesinin kıyafetiyle aldanan muhafız kenara çekildi. ‘Tanrı’ya şükür ki Nicolaa
bu planı iyi tasarlamış’ diye içinden geçirdi genç kız hafif bir baş hareketiyle iki kilise
muhafızının yanından geçerken; gözleri hâlâ yere bakıyordu ve suratını elinden geldiğince
başlığı ile kapatıyordu.
Tepsiyi tek eline alıp tam II. Jules’ün armasıyla işlenmiş büyük kapıyı çalmaya yelteniyordu
ki kapının tek kanadı aniden açıldı.
Bir an için dengesini kaybeden Gabriela az kalsın elindeki tepsiyi düşürüyordu.
Bu ani karşılaşmadan dolayı şaşıran Kardinal Grimari bir adım geriye çekilip anlaşılmaz bir
ses tonuyla özür diledi.
-
Gerçekten mi? dedi yine anlaşılmayan bir ifadeyle. Etrafa fazlasıyla ışık saçan
odaya dönerek yarım kalan konuşmasına devam ediyor gibiydi.
Kalın bir ses, konunun kapandığını belli eden bir tavırla cevap verdi:
-
Ok yaydan fırladı Alexandre.
Kardinal ağır adımlarla uzaklaştı. Gabriela önce onu gözleriyle takip edip ardından açık kalan
kapıya döndü ve kararlı bir adımla içeri girdi.
Odayı aydınlatan parlak ışık bir an için gözlerinin kamaşmasına sebep olmuştu; bu yüzden ilk
girdiğinde Papa’nın nerede olduğunu fark edememişti. Papalık hükümdarı, bazilika
şantiyesine açılan pencerenin önünde hareketsizce duruyordu. Sadece belinde kavuşturduğu
ve sağ yumruğunu kavramakta olan sol elinin parmakları gergin olduğunu ele veriyordu.
Gabriela sessizce ilerleyip, elindeki tepsiyi mermer bir masanın üzerine bıraktı. Tepsinin
mermer üzerinde çıkardığı sese irkilen Papa arkasına dönmüştü.
-
Ne var...? diye söze başladı hırçın bir ses tonuyla.
Gözleriyle önce görmeye alışkın olduğu başlığı inceledi, ardından kısa bir süre şaşkınlıkla
tepsiye baktı sonra yeniden bakışlarını genç kızın üzerinde odakladı.
-
Ben hiçbir şey istemedim!
Daha da inceleyici bir şekilde bakmaya başlamıştı. Gabriela başını kaldırarak bir adım daha
ilerledi.
İçini bir endişe saran Papa’nın yüz hatları gerilmişti.
-
Kimsiniz?
Gabriela Papa’nın ayakları dibine diz çöktü.
186
-
Aziz Papa Hazretleri, buraya bir adaletsizliğe engel olmak için gönderilmiş bir
elçiden başka biri değilim.
Donup kalan Papa, genç kızı bir yandan şaşkınlık bir yandan da korku dolu gözlerle
inceliyordu.
-
Kimsiniz?, diye yeniden sordu. İsminizi söyleyin yoksa muhafızları çağıracağım!
-
Adım Gabriela Benci, Papa Hazretleri; aslen Floransalıyım. Ama ismimin pek
önemi yok.
II. Jules sinirli bir tavırla kapıya doğru yöneldi.
-
Boş laflarla harcanacak ne zamanım ne de sabrım var. Bu delilik..., diye çıkıştı.
-
İmparatorluk ailesinin size saygılarını sunarım Aziz Papa Hazretleri.
Papa şaşkınlık içinde yeniden genç kıza döndüğünde onun karşısında durduğunu fark etti.
Gabriela bir an süren sessizlikten cesaret alarak yeniden söze başladı:
-
Aziz Papa Hazretleri, birkaç saat içinde ilk karar verildiği gibi konsey başlatılırsa
Yüce Efendimiz sizin vasıtanızla Kilise’yi, aslında kangren olmayan bir üyeden
mahrum etmiş olacak. Kanıtlarım var.
Eliyle kapıyı tutan Papa irkilmişti.
-
Papa Hazretleri, Tanrı aşkına muhafızları çağırmayın. Size yemin ederim
kanıtlarım gerçektir. Bütün bunlar, sizin de arzu ettiğiniz bir ittifakı engellemek için
uydurulmuş bir entrikadan ibaret!
Papa elini kapıdan çekip beyaz mantosundan aşağı sarkıtmıştı.
-
Bir Pater duası1 kadar zamanınız var; sonra Grimari’yi ve muhafızları
çağıracağım.
-
Bu hikâye Bois-le-Duc’te başlıyor Papa Hazretleri..., diye söze başladı Gabriela.
58
Roma, Vatikan – 29 Mayıs, öğleden sonra saat iki suları
Bazilikanın kapılarında biriken halk, uzun süredir yürümekte olan ve konseye katılacakların
girişini kolaylaştırmak için yerleştirilen koridora giden meydana doğru ilerleyen kardinaller
ve piskoposlar kortejini izleyebilmek için itişiyordu.
Yakıcı güneşin alnında işlemeli ayin kaftanlarının altın ve gümüş iplikleri etrafa ufak ışıltılar
saçıyordu.
Tahta bariyerlerin ardına dizilen Romalılar din adamlarının yüzlerini görebilmek ve değerli
giysilerine dokunabilmek için birbirlerini itip kakıyorlardı. Beyaz ve altın kaplamalı bir
Pater duası: (Orijinal adı Pater Nostre) Hıristiyan aleminin en bilinen dualarından biridir. "Göklerdeki
babamız" olarak Türkçe'ye çevrilebilir.
1
187
gölgeliğin meydanın diğer ucunda gözükmesiyle itiş kakış daha da artmıştı. Halk, adeta
kocaman bir dalga gibi, avluya geçişi engelleyen kilise muhafızlarının oluşturduğu şeridi
zorlayarak ileri atılıyordu. Çığlıklar yükselmekteydi: “Papa! Bu Papa!”
Uzaktan bu insan denizinin ortasında yüzüyormuş gibi gözüken, başında değerli taşlarla
bezenmiş altın tacı taşıyan Papalık hükümdarının belli belirsiz görüntüsü müminlerin hevesli
dalgalanmaları arasında kaybolup belirdikçe muhafızlar daha da fazla endişeleniyorlardı. On
iki kişinin taşıdığı ve etrafında büyüleyici bir eskortun olduğu tahtta oturan II. Jules, dizlerinin
üzerine dümdüz koyduğu elleri ve yarı kapalı gözleriyle adeta uyuyor gibiydi.
Taht meydanın ortasına geldiğinde geçirdiği ufak sarsıntıyla uyanmışçasına parmaklarının
ucuyla insanların yeniden coşkuyla bağırmalarına yol açan bir kutsama hareketi yaptı.
“Lânetlilere ölüm!” diye bağırdı kalabalığın içinden birileri; “Yasaklayın! Yasaklayın!”
sesleri arkadan yükseliyordu.
Papa irkilmişe benziyordu. Bata çıka ilerleyen kortej en sonunda bazilikanın avlusuna
erişmişti.
Porto kardinali ve başpiskoposu tarafından, konsey katılımcılarının aydınlanmaları için
gerçekleştirilen gösterişli Kutsal Ruh ayini sona ermek üzereydi. İki saatten daha uzun bir
süredir yüksek rütbeli papazlar ve kenarlarda biriken insanlar, o öğleden sonranın yakılan
tütsülerle yavaş yavaş daha da boğucu bir hal alan kavurucu sıcağında birbirine kenetlenen
parçalar gibi hareketsiz kalmışlardı.
Vaiz olarak seçilen Spalato başpiskoposu Bernard, Papa’nın üzerinde oturduğu tahtın önünde
eğilip yeniden yerine geçmişti. O andan itibaren sadece birkaç fısıldaşma ve yelpazelerin
çıkardığı esinti bazilikada hâkim olan sessizliği bozuyordu.
Hükümet örgütleri sekreteri Balthasar Tuard koro alanını geçerken ağır adımları tonozun
altında yankılanıyordu. Başı öne eğik bir şekilde Papa’nın önünde diz çöküp Papa’nın
kendisine okumakla yükümlü olduğu giriş metnini vermesini bekledi. Ardından koro alanının
girişinde bulunan ve üzerine rahle yerleştirilmiş sehpanın arkasındaki yerine döndü.
Bazilikada artık mutlak sessizlik hâkimdi.
Balthasar dudaklarını aralayıp Kutsal Ruh’a yakarış duasını okumaya başladı.
İlk sırada duran Alexandre Grimari bir bez parçasından daha solgundu, Matthieu Schiner ise
soluğunu tutuyordu.
Ardından konseyin davet sebeplerini içeren okuma başladı:
-
...dinin özünden ayrılan sapkınlıkların dışlanması, Hıristiyan prenslerin ittifakı ve
barışı, Kilise’de yürütülen reformlar ve Türklere karşı olan savaş için... diye okuyordu
Balthasar Tuard sabit bir ses tonuyla.
-
Bu amaçla, diye okumasına devam etti kısa süreli bir sessizliğin ardından.
Pierre’in devamı İkinci Jules, biz, bütün Hıristiyanların haberdar olmaları ve böylece
188
bizim kararımızı takip ederek eylemleriyle yüce Tanrı’yı memnun etmeleri için
duyururuz ki adalet savaşlarının zaferine erişmek adına İngiltere Kraliyeti ile Kutsal
Roma İmparatorluğu arasında birliktelik hareketine geçilecektir...
Bazilikayı ani bir uğultu kaplamıştı. Alexandre Grimari gözlerini göğe çevirdi.
Dominikan mezhebinin en yüksek rütbeli üyesi olan Thomas Cajétan elini belini süsleyen
kuşağa götürmüştü.
Balthasar aralıksız okumasına devam ederken haber kulaktan kulağa bazilikanın dört bir
yanına yayılıyordu:
-
Aforoz ilan edilmedi!
-
Emir günü değiştirildi!
Kalabalığın tam ortasında vücut hatlarını belli etmeyen mantolar giymiş iki kişi birbirlerine
sarıldılar.
-
Başardı, dedi sadece Nicolaa Van Rosendal.
Yüzünün neredeyse tamamını kapatan başlığın kenarından görünen gülümseme Philippe de
Habsbourg’un yüzünü aydınlatıyordu.
59
Roma – 30 Mayıs, sabah sekiz suları
-
Bakın, tam burada İmparator Hadrien kendisi için devasa boyutlarda bir saray inşa
ettirmiş. Yaşamının son yıllarını burada sorumluluklarının bıraktığı yorgunluğu atarak
geçirmiş.
Sabahın erken saatlerine rağmen Gabriela, Philippe’in bir önceki akşam kendisine önerdiği bu
gezintiden oldukça hoşnuttu. Onu bu kadar mutlu kılan şey bu koskoca yıkıntılardan ziyade
sevdiği adamla birlikte zaman geçirebiliyor oluşuydu. Her anın keyfini çıkararak, prensinin
doğduğu günden beri sahip olduğu sorumlulukları yeniden üstlenmek için kendisini terk
edeceğini düşünmemeye çalışıyordu. Kaldıkları ev, kırsal alanda, buradan pek de uzak
olmayan bir yerdeydi. Dominikan papazları, her şeyden ve herkesten uzak bu çiftliği onlar
için hazırlamışlardı.
-
Bütün buralar 125 senesine doğru inşa edilmiş olmalı, diye açıkladı Philippe.
Habsbourg veliahdı yollarda o kadar fazla zaman geçirmişti ki, Mayıs ayının o sıcak güneşi
tenini koyulaştırmıştı. Sade bir pantolon ve beyaz bir gömlek ile Innsbruck Sarayı’nın kraliyet
salonunda asılı duran kendi portresinden ziyade bir kumaşçının oğluna benziyordu.
-
Şu kabartmalara bakın, diyerek genç kıza yarısına kadar toprağa gömülü, ağır
mermer bir blok gösterdi. Şu bile erkenden kalkıp buralara gelmemize değdi! Üstelik
189
size söylediğim gibi, bu saatte burada bizden başka kimse olmaz, dedi ufka doğru
bakarak. Kimin aklına gelir ki bizi burada aramak?
-
Gelin benim yanıma oturun, diye Philippe’i yanına çağırdı Gabriela, dinlenmek
için bulduğu taş banka işaret ederek. Sizinle konuşmak istiyorum.
Philippe incelemekte olduğu mermer parçasını bırakıp genç kadının yanına geldi; kibar bir
hareketle elini tuttu.
-
Ayrılma zamanımızın yaklaştığını biliyorum. Siz görevinizi tamamladınız. Şu
andan itibaren sizin yeriniz babanızın ve sizin...
Fazlasıyla duygusallaşan Gabriela bir an için duraksadı.
Philippe hiçbir şey demiyordu. Gözleri Tivoli tepelerine sabitlenmiş, öylece duruyordu.
İçinden çekip çıkarılması zor düşünce buhranlarına kapılmış gibiydi.
-
Ben de hayalimin peşinden gideceğim, diye yeniden söze başladı Gabriela içinde
bulunduğu hüzünden sıyrılmaya çalışarak. Nerede nasıl yapacağımı bilmiyorum ama
Floransa’daki evime geri dönmeyeceğim.
Derin bir soluk alarak sağ elini uzattı. Parmağındaki yakut yüzük parlıyordu.
-
Bu yüzük annemin en sevdiği yüzüktü; anneme bu yüzüğü babam almıştı, o da
bana vermişti. Bunu babama yollayacağım. Böylece benim hayatta olduğumu bilecek.
Ama artık onun yanına dönemem. İstediklerimi de anlatamam; beni anlamayacaktır.
Yeniden iç geçirdi.
-
Doktor olacağım. Ruhları kurtarmaktansa bedenleri kurtaracağım. Ah, tabii ki
İmparatorluğun milyarlarca yurttaşlarını değil ama en azından birkaç kişi... Erkek,
kadın ya da çocuk hastalar... Onları belki sadece acılarından ve şiddetli ateşlerinden
kurtaracağım. Ama benim alın yazım bu, biliyorum. Kendi yolumu bu yönden
çizeceğim.
Gözlerini Philippe’in gözlerine odaklamak için yüzünü döndü.
-
Ama bilmenizi isterim ki bu yolda ilerlerken sizinle birlikte geçirdiğimiz anlar
sonsuza kadar kalbime kazınmış olacak.
Philippe kısa bir süre daha sessiz kaldı.
-
Haklısınız, görevimin getirdiği sorumluluklar saymakla bitmez, diye karşılık verdi
en sonunda. Ama sizinle Milano’da, Sforza Sarayı’nın bahçelerinde geçirdiğimiz o ilk
akşamdan beri ben de çok fazla düşündüm. Görüyorsunuz ya, İmparator Hadrien gibi
görevimin gerektirdiği sorumlulukların yükünden kurtulmak için günün birinde
kendime bir saray yaptırmak zorunda kalmak istemiyorum! Sizinle birlikte, gündelik
yaşamın, şimdiye kadar hiç farkında olmadığım, hafifliğini ve ufak mutluluklarını
keşfettim.
Gabriela gülümsedi. Bu itiraf onu derinden etkilemişti. O anda kendisini Philippe’e çok yakın
hissediyordu; onunla aynı heyecanı ve kelimeler vasıtasıyla aynı hisleri paylaşıyordu.
190
-
Ben de artık geçmiş hayatıma dönmeyeceğim Gabriela, dedi Prens ciddi bir
tavırla.
Gabriela Philippe’in bakışlarının ötesine geçip onun düşüncelerine erişmek istermişçesine
gözlerini fal taşı gibi açtı. İnzivaya çekilen karısının, ailesinin ve ufacık bir çocuğun karanlık
bir iz yaratan gölgeleri Philippe’in parıldayan gözlerinden görülebiliyordu.
-
Peki ya oğlunuz, onu düşündünüz mü?, diye atladı Gabriela.
-
İnanın bana fazlasıyla düşündüm. Charles on yaşında. Karakteri daha şimdiden
belli; hükmetmek için dünyaya gelmiş. Biliyorum; bunu hissedebiliyorum!
-
Hükümdarlığı öğrenebilmek için babasına ihtiyacı olacaktır, dedi Gabriela başını
öne eğerek.
‘Daha şimdiden geçmişten bahsetmeye başladık’ diye düşündü Gabriela heyecan içinde.
-
Bitirmeme izin verin, diyerek sevgilisinin çenesini kaldırdı genç adam. Bakın,
Charles, İmparator Maksimilyen’in ve anne tarafından da Ferdinand d’Aragon’un
torunu! Ona hükmetmeyi öğretecek daha iyi bir miras olabilir mi? İkisi de yaşlılar;
kraliyeti çoktan öğrendiler ve bu mesleğin ana hatlarını Charles’a da öğreteceklerdir.
Üstelik ben ölürsem Flandres, l’Artois ve Franche-Comté ona miras kalacaktır. Bütün
bunlar asil kana sahip olan genç adamın otoritesini kurması için yeterli olacaktır.
-
Ama ben ölmenizi istemiyorum!
-
Kim ölmekten bahsetti ki?
Prens bir zıplayışta ayağa kalktı.
-
Gabriela, diye devam etti heyecanlı bir ses tonuyla. O zindanda ölebilirdim. Ve siz
olmasaydınız şüphesiz ölecektim. O zaman öyle olsun: Güzel Philippe öldü...
Seçtiğiniz yolda size yoldaşlık edecek bir yabancı ister misiniz?
Gabriela irkilmişti.
-
Ben yaşamak istiyorum, diye bağırdı Philippe Roma köyünün mavi göğünü
kollarııyla kucaklamak için dönerken. Güneşin, hayatın, şarabın ve tıpkı bu sabah
burada birlikte yaşadığımız gibi basit ve gizemli lütufları olan anların tadını çıkarmak
istiyorum!
Gabriela’nın ellerini tuttu.
-
Kutsal İmparatorluk üzerine kurulan gizli komployu açığa çıkararak görevimi
yerine getirmedim mi? Benim de kendi hayatımı yaşamaya hakkın yok mu? Bizim
hayatımızı... Tutkumuzu...
-
Ah! Aşkım!, diye mırıldanarak kendisini Philippe’in kollarına bıraktı Gabriela.
-
Üzülün üzülün iyi insanlar!, diye bağırdı genç adam. İmparator Maksimilyen’in
oğlu, İspanya’nın Katolik hükümdarlarının damadı Güzel Philippe bir bahar akşamı
Milano’da buharlaştı! Bu böyle bilinsin!
191
O güzel sabah güneşinin altında ikisi birden birbirlerine sarılmış halde, kahkahalar atarak
uzun süre dans ettiler.
60
Roma – 8 Haziran, akşam on bir suları
Ellerini arkasında kavuşturan II. Jules, bir an gezinmesine ara verip, bulundukları kare biçimli
çalışma odasındaki duvarın tamamını kaplayan kocaman şöminenin karaltısında hareketsiz
duran üç adamı bakışlarıyla sorguladı.
-
Burada olması gerekiyordu!, diye sabırsızlığını belli eti Papa.
-
Gelecektir, dedi Matthieu Schiner kendinden emin bir ses tonuyla.
Bomboş sarayda duyulan adım sesleri üçünün de susup, gözlerini Belveder sarayına açılan çift
kanatlı kapıya çevirmelerine yol açtı.
Kapı açılırken, ay ışığının solgun aydınlığında kilise muhafızının kıyafeti görünmüş, eşlik
ettiği adamın önünden çekilmeden önce başlığı parıldamıştı.
-
Kıra uygun kıyafetlerinizle işte buradasınız bayım, dedi II. Jules parlak baldırlık
ve dizlikleri bakışlarıyla süzerek.
Bayard, Papa’nın kendisine uzattığı sağ elindeki yüzüğü öpmeden önce Papa ile bakıştı.
Ardından, arkasında duran üç adamı fark edince doğrulup dikleşti.
-
Kardinal Grimari’yi tanıyor musunuz?, diye sordu Papa.
Gözü kararan Bayard ‘evet’ anlamında başını öne eğerken II. Jules konuşmasına devam etti:
-
Sion Piskoposu Matthieu Schiner’i de tanıyorsunuzdur.
Bayard bariz bir şekilde homurdanmıştı.
-
Ve Aziz Dominikan mezhebine üye Nicolaa Van Rosendal...
Bayard’ın bakışları bir an için Rosendal’a takılıp kaldı.
-
Nicolaa Van Rosendal’ı tanımıyorum ama kendisinden bahsedildiğini duydum,
dedi umursamaz bir tavırla; yine de koyu yeşil gözleri ilgiyle bakıyordu.
-
Aramızdaki konuşmaların belleklerde açıkça yer etmesi açısından bu görüşmeye
katılmalarını istedim, diye yeniden söze başladı Papa. Bu şekilde ve bu saatte
görüşmede bulunmamın pek de alışılagelmiş olmadığı gözünüzden kaçmamıştır. Bu
görüşmenin bu şekilde gerçekleşmesini istememin sebebi size istisnai bir şey
söyleyecek olmamdır.
-
Fransa Kralı davetinizden etkilendi ve...
-
Beni iyi anladığınızı sanmıyorum, diye Bayard’ın sözünü böldü II. Jules. Şu anda
söz konusu olan şey elçilik veya diplomasi ile ilgili değil.
192
Papa, Bayard’ın yeniden söze başlayamayacağı kadar kısa bir süre için sustu.
-
Şu an benim aklımı iki soru kurcalamakta: kardeşlerini sahtekârca lanetlemeye
çalışana nasıl bir ceza verilebilir? İşin iç yüzünü bilerek dünya üzerinde hüküm süren
prensleri parçalamaya çalışarak Kilise’yi güçsüz kılmak isteyene nasıl bir ceza
verilebilir?
Bayard’ın gözlerinde artık endişe belirmişti.
-
Bunun cevabını aradım. Dua ettim ve danıştım. Ve cevabını aldım. Bu cevap bana
şöyle söylüyordu: Böyle bir sorgulamayla karşı karşıya olan gurur sahibi kişi kendisini
yargı aracı olarak görmelidir. Bu güce sadece Tanrı muktedirdir ve böylesine büyük
cinayetlerle karşı karşıya olunduğunda Yüce Tanrı’nın kendisinin suçluları
cezalandırmak isteyeceğinden şüphem yok.
Papa pencerenin kenarına yerleştirilen ve ay ışığının aydınlattığı kırmızı koltuğa doğru ilerledi
ve ayakta dikili kalan ve her geçen dakika durumdan daha da rahatsız olan Bayard ile
konuşmasına devam etmeden önce oturdu.
-
Kıtayı şu son aylarda zor durumlara sokan işler sırasında bir konu hakkında içim
rahat; Tanrı, doğru düşünüşlerin el birliği sayesinde İmparatorluğu cezalandırmama
engel olacak sebepleri karşıma çıkararak, düzmece oyunların hesabını masumlardan
sorma hatasından beni alıkoydu.
-
Burada... diye yeniden söze başlamaya çalıştı Bayard.
-
Diplomasi olmayacak demiştim ve size bunun sebeplerini de açıkladım. Fransa
Krallığı’nın, politik çıkarlar uğruna kendisine karşı oluşturulacak bir ittifakın
temellerini yıkmak için ne çeşit dalaverelerle cinayetlere ve küfürlere karşı hiçbir şey
yapmayarak kendini alçalttığını çok iyi biliyorum. Katillerinizi şeytan kılığına
sokmanın gerçekten Kilise’nin sağduyusunu sarsmaya yeteceğine mi inanıyordunuz?
Kendisine verdiğim göreve ihanet eden Vinci’nin başkanlık ettiği ressamlar
kardeşliğinin, sizin başlattığınız katliam dalaverelerinin aynılarını kullanarak durumu
nasıl kendi lehine çevirmeye çalıştığını da biliyorum. Bütün bunları biliyorum... Ve
işte kararım: Fransa Krallığını iki koşul altında aforoz etmeyeceğimi efendinize
bildirin.
Bayard sapsarı kesilmişti.
-
Bu koşullardan ilki, bu görüşmeye kadar haftalardır devam etmiş olan olayların
hepsinin bir sır olarak kalmasıdır. İkincisi ise, başka hiçbir cinayet veya ayaklanmanın
gerçekleşmemesidir. Yeterince açık mı?
Şaşkına dönen Bayard kafasını salladı.
-
Bundan sonra edilecek bir tek kelime bile haberdar olduğum bütün bu olayların ve
devamında meydana gelen sonuçların ortaya çıkmasına sebep olacaktır, diye ekledi II.
Jules tehditkâr bir ses tonuyla.
193
Papa, Bayard’a görüşmenin sonlandığını belirtmek istercesine ayağa kalktı.
-
Bütün bunlardan Fransa Kralı’nı haberdar etmeye gitmeden önce son bir sözüm
daha var. Leonardo da Vinci tam zamanında ortalıktan kayboldu. Şu sıralar sizin
sınırlarınıza girmeye çalışacağını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Çenesini
kapalı tutmasını sağladığınız sürece onu barındırmanızı kabul edeceğim. Bana aynı
koşullar altında cevabınızı bildirirsiniz.
XII. Louis’nin gönderdiği elçinin ardından kapı kapanırken Alexandre Grimari II. Jules’e
yaklaştı.
-
İyi ama Papa Hazretleri, neden bu kadar cömert davrandınız?
Saint-Ange Şatosu’nun arkasına kadar kıvrılarak giden Tevere nehrini izleyerek Roma
gecesinin o eşsiz manzarasını seyre dalan Papa cevap vermeden önce bir süre sessizce durdu.
-
Çünkü yedi yıldır savaşıyorum Alexandre ve yedi yıldır Tanrı işleriyle dünyevi
işleri birbirine harmanlayıp durdum. Çünkü bir yıldır böylesine acı bir şekilde
Venediklileri aforoz etmek zorunda bırakılmaktan üzüntü duyuyorum. Ve yeniden
aynı hataya düşmek istemiyorum.
-
Ama XII. Louis...
-
... kendi çıkarları için, milyonlarca erkek ve kadının ruhu pahasına, şeytan kılığına
girerek ağır bir suç işledi. Bunu biz de biliyoruz, Tanrı da biliyor. Yine de krallarının
hatasından dolayı Fransızları cezalandırmak için ortada bir sebep göremiyorum.
-
Ama en azından sadece onu ve yandaşlarını cezalandırabilirdiniz!
Fransa Kralı’nı aforoz etmek mi? Bu delilik olur! Böylece bütün Avrupa
hükümdarlıklarını yıksa mıydım? Bu da tabii ki Kilise’yi reforma sokmak ve halkları
hükümdarların himayesinden kurtarmak isteyen o delilerin lehine olurdu! Ne konsey
ama!, diye çıkıştı Papa.
Hararetli bir şekilde eski dostuna döndü:
-
Alexandre; yazılı tarihte belki kendi zaferiyle meşgul, koruyucu bir adam ve bir
azizden ziyade bir savaşçı olarak anılacağım. Öyle olsun, ne yaptığımı Tanrı bilir!
Ama bu Pandora kutusunu en azından burada açmamış olacağım! Emin ol şeytan hep
yoklayacaktır; bu onun en bilindik özelliğidir. Günün birinde o lanetlilerin ruhunu
elbet ele geçirecektir. Yine de Fransızlar halk babalarını sevmeye devam edebilirler.
Bu düzeni değiştirmek bize düşmez. İyi ya da kötü, Tanrı bunu böyle istemiştir.
II. Jules düşünceli bir tavırla bir an durdu, ardından yeniden canlı bir ifadeyle sözüne devam
etti:
-
Üstelik hiç kimse İmparator’un oğlunun kaçırıldığını bilmemeli. İmparatorluk
bundan ziyadesiyle etkilenecektir. Philippe Venedik’te vebadan öldü; hepsi bu. Neden,
nasıl, ne zamandan beri oradaydı? Bunların hiçbir önemi yok. Kimseyi ilgilendirmez.
Bu işler böyle: Ressamların deliliğinin yol açtığı şey gerçekmiş gibi gösterilmemeli.
194
Anlıyor musun? Öylesine kuvvetli bir prensin kaçırılması mümkün değil. Kimse böyle
bir şeyi kafasında tasarlayamaz. Bundan sonrası için de, Vinci Avrupa üzerinde
kurduğu maddi saltanatından vazgeçmek zorunda kalarak cezalandırılmış olacaktır.
Fransa Kralı ile el birliği yapıp karşılıklı olarak birbirlerinin müdahalelerini
kıyaslasınlar artık...
Papa, Nicolaa Van Rosendal’a doğru döndü:
-
O genç kız hakkında benden rica ettiğiniz şey ne kadar garip olsa da
gerçekleştirmenize izin veriyorum. Pierre devamında gelen Papa’nın bir adaletsizlik
yaparak Hıristiyan âlemini tehlikeye atmasına engel olmayı becermiş olmasından
dolayı bu isteği bizim ona borçlu olduğumuz bir şeydir. Sırrını saklayacağız. Bunu hep
birlikte saklayacağız. Kendisi Milano’da kayboldu ve o zamandan beri bir daha hiçbir
yerde görülmedi...
II. Jules, yeniden Rosendal’a odaklanmadan önce diğer iki adama şöyle bir baktı.
-
Siz de benimle kalacaksınız. Bitirmemiz gereken hâlâ çok önemli işler var;
Fransa’yı yalnız bırakacak hükümdarlar birliğini, o kutsal beraberliği artık sağlayıp
XII. Louis’nin az kalsın mahvetmek üzere olduğu fikri gerçekleştirmeliyiz.
Kısa bir süre sustu.
-
İmparator bilseydi, diye yeniden söze başladı. Dindarca söylenmiş bir yalan...
Cümlesi garip bir şekilde yarım kalmıştı. Papa yorgun adımlarla, üç kişinin bakışları altında
salonu terk etti. Üç adam yalnız kalınca bir süre sessizliğe odaklandılar. Ardından sanki aynı
güdüyle harekete geçmiş gibi, üçü birden altın yaldızlı çerçevenin ortasında az önce kapıdan
çıkarken sırtında taşıdığı endişe ve şüphelerden arınmış bambaşka bir II. Jules portresine
gözlerini çevirdiler.
61
Bois-le-Duc, Hieronymus Bosch’un atölyesi – 25 Haziran, öğle saatleri
Aleit Van der Mervenne bitişik odada heyecan içinde ellerini sağa sola savururken
Hieronymus Bosch’un öğrencileri ve arkadaşları olan kardeşler de Bosch’un kapısının önünde
içeride neler olup bittiğini öğrenmek için itişip duruyorlardı.
-
Haydi, haydi, geri çekilin, birbirinizin üstüne çıkmanız hiçbir işe yaramayacaktır,
diye emretti bir grup askerle birlikte ressamın atölyesine giden koridorda duran
Johannes Rindt. Geri çekilin diyorum size, diye tekrarladı sesini fazla yükseltmemeye
özen göstererek.
195
Oradan birkaç adım ötedeki büyük atölyede I. Maksimilyen ressama doğru döndü:
-
Peki, buna ne ad verdiniz?
-
İsa tarafından kurtarılan adam, Majesteleri.
İmparator yeniden tahta panoya gözlerini çevirirken kafasını salladı.
-
Bu suratı sevdim, dedi sönük bir sesle. Bana oğlumun yüz hatlarını hatırlatıyor.
Şapelime gönderirsiniz, dedi daha kuru bir sesle.
Hieronymus kendisine duyulan hürmete karşılık vermek için eğilerek selam verdi.
İmparator atölyeyi dolduran bitmiş ve henüz tamamlanmamış olan tabloların hepsini
göstererek yeniden söze başladı:
-
Az kalsın bunların hepsini yakacaktık! Köylerimizi de beraberinde... Bu işin
içinde şeytanın parmağı var mıydı bilmiyorum ama bu işte bir büyü kokusu alıyorum.
Şüphesiz halkım kurtulduğu ve II. Jules bilgeliği dahilinde benim masumiyetimi kabul
ettiği için sevinmeliyim... Yine de görüyorsunuz ya Sayın Bosch, oğlu ortalıktan
kaybolan bu babayı savuran acı fırtınasında, bir imparator o mutluluk ışığını fark
edemiyor bile... Toprağa gömebileceğim bir ceset bile yok elimde...
İmparator dişlerini sıkıp bir süre boşluğa dalarak sustu.
Ne yapacağını bilemeyen Bosch hareketsiz duruyordu.
-
Sizden duyulan şüphelerin de ailemin her üyesinden duyulan şüphelerle birlikte
ortadan kalktığını herkesin önünde kanıtlamak için buraya gelmek istedim. Yarın
birliklerimiz Papa’nın ve İngiltere Kralı’nın birliklerine katılacak. Fransa bir başına
kaldı...
Gözlerinde kısa bir an için savaşçı parıltısı belirdi; belirdiği hızla da kaybolup gitti.
-
Geleceği düşünmek istiyorum: ziyaretimin bir sebebi de benim için çalışmanızı
teklif etmekti. Sizden, torunum Charles’ın bir portresini istiyorum. Yapacaksınız.
Bosch gülümsedi ve yeniden eğilerek selam verdi; tam teşekkürlerini bildirmek için söze
başlayacaktı ki Maksimilyen yeniden söze başladı.
-
Bu portreyi yapmanızı istiyorum çünkü onu kendi üslubunuzla hazırlamanızı
istiyorum: mirasçımın sadece görünüşünün dış çizgilerini değil onun ruhunu, iç
gerçekliğini de ortaya çıkarmanızı istiyorum.
İmparator bir an tereddüt etti, ardından Bosch eşliğinde kapıya doğru yöneldi.
Eşiğe geldiğinde yeniden Bosch’a döndü:
-
Dar ve zorlu bir yol seçtiniz Sayın Bosch. Ama seçtiğiniz bu yola artık daha da
içtenlikle inanıyorum. Kendinize dikkat edin ve unutmayın, o portreyi gecikmeden
istiyorum.
62
196
Blois – 30 Haziran, akşam saat on suları
Leonardo da Vinci, kolları iki yanından sallanır halde salonun girişinde durmuş, şüpheli
bakışlarla büyük salonu şöminenin olduğu yere kadar dolduran yığılı sandıkları inceliyordu.
Kurumdan kararan duvarlar, dar pencereler ve kabaca döşenmiş yer arasında gözleri gidip
geliyordu.
-
Peh, diye tepki verdi rahatsız bir tavırla.
Elinin tersiyle üzeri toz kaplı bir tabureyi silip, oflayarak kendini tabureye bıraktı.
-
Rica ederim bir kukla gibi etrafta dolanıp durmaktan vazgeç!, diye çıkıştı birden
bire, göz ucuyla dört bir yana koşuşturan ve ellerinde kitapları ve yazıtları taşıyan
Lorenzo’yu süzerken.
-
Lanet olasıcalar, diye yeniden söylenmeye başladı ressam yumruklarını sıkarak.
İşte beni bu hale getirmek istediler. Beni bu kümese ve yoksulluğa tıktılar!
Ayağa kalkıp günün son ışıklarının görüldüğü pencereye yaklaştı.
-
Işık olmayan, buz gibi bir ülke...
Ressamın yeniden kendisine bağırmasından endişe eden Lorenzo sakin adımlarla ve temkinli
bir şekilde yaklaştı.
Leonardo, onun yakınında olduğunu hissedince saçlarını karmakarışık edip aniden sakinleşen
bir ses tonuyla sözüne devam etti.
-
Haydi, karamsarlık yok! İş başına Lorenzo. Bütün bunları toplamalıyız, haklısın.
Hem sonra...
-
Sonra?, dedi Lorenzo ustasının yeniden hareketlenmesine sevinerek.
Sonra en yakın mezarlığın nerede olduğunu öğrenmeye çalışacaksın, dedi
Leonardo boşluğa bakarak.
Lorenzo omuriliklerinden irkildiğini hissederken ressam duyarsız el hareketleriyle genç
çırağının baldırlarını sıvazlıyordu.
63
Portsmouth – 1 Temmuz, öğle civarı
-
Göz kamaştırıcı değil mi sevgili Thomas?, dedi arabasından inen kral kendinden
geçerek.
VIII. Henri, sağdık Thomas More eşliğinde birliklerinin, İngiliz donanmasının rüzgârda
dalgalanan bayraklarıyla Portsmouth limanından son geçişini hayranlıkla izliyordu.
197
Donanmanın komutanlığına getirdiği Sör Edward Howard gemi direği gibi dimdik ayakta
bekliyordu.
-
Donanma emir ve komutanıza hazırdır Majesteleri, diye gürledi amiral rıhtım
boyunca uzanan gemilerin düdük çalmasını komut verirken.
Parlak öğle güneşi altında İngiltere Kralı, donanmasını gözden geçirmek için ağır adımlarla
dalgakıranda bir başına ilerleyerek tören yürüyüşüne başladı. Kral, her geminin önünde kısa
bir süre duruyordu. Gemi güvertesinde sıraya dizilen denizciler hükümdarlarını gördükçe
birbirleri ardına “yaşa!” diye bağırıyorlardı.
-
Efendim, Mary Rose üzerine armamı işledim, diye açıklama yaptı sör Howard,
Kral’ın karşısında duran beş yüz tonluk dev gemiye işaret ederek. Filonun geriye kalan
on yedi gemisi en iyi kaptanlarımızın komutasında. Amiral, Naip ve Hükümdar
eşliğinde ilerleyecek. İsteğiniz üzerine komutası Thomas Wyndeham’a verildi.
-
Mükemmel, o yiğit bir adam! Diye onayladı Kral.
-
Hafiyelerimizin ilettiklerine göre Fransız filosu yirmi iki yelkenliye sahip. Fransa
Kralı tarafından güçlükle bir araya getirilen bu gemiler Brest geçidinde demir atmış
durumdalar, diye açıklama yaptı amiral.
Kral, XII. Louis’ye vereceği dersi aklından geçirirken gülümsedi.
-
Fransızların kurtulamayacağı bir strateji kullanacağız. Filomuz yaklaşık otuz
Hollanda yük gemisiyle desteklenecek. Bu alçak bordalı gemilerin askeri hiçbir değeri
yok. Yine de yelkenlilerimizin sayısını gören Fransızların Brest limanına sığınmak için
demir alacaklarından eminim. Bize düşen de arkada kalan gemiyi veya gemileri
halletmek olacak... Kurnazca bir plan değil mi sevgili Thomas?, diye sordu gözleri
parlayan genç hükümdar.
-
Öyledir, öyledir... dedi More heyecansız bir şekilde.
-
Thomas, diyerek arkadaşının kolunu tuttu kral, amiralin konuşulanları duymaması
için biraz uzaklaşırken. İtirazlarını biliyorum. Ama baksana! Aç gözlerini! Yeni bir
dünyaya yayılan bayrağımızın renklerinin nasıl da dalgalandığını görmüyor musun?
İngiltere Krallığı yeniden gücüne ve ihtişamına kavuşuyor. XII. Louis, Kutsal
İmparatorluğa karşı geri püsküren eylemlerinden dolayı eski konumunu kaybetti.
Çevresinde destek bulamayacaktır. Papa fazlasıyla korktu, bundan sonra bir şeye
karışmayacaktır. Maksimilyen ise... Şu zor zamanlarda en sağdık destekçisi olmadım
mı? Katolik hükümdarların Fransa’ya karşı olan nefreti öylesine büyük ki, işin içine
karışmak isteyeceklerini sanmıyorum.
-
Yine de...
-
Yine de ne?, diye çıkıştı hükümdar. Fazlasıyla yaşlılar! Ben gencim ve fetihlere
açım. Zaman bizim zamanımız. Bir daha böyle fırsatlarla karşılaşamayabiliriz!
Thomas More gülümsedi.
198
-
Şüphesiz haklısınız efendim.
-
Ne bekliyorsunuz amiral, rüzgâr esiyor ve Kralınız gibi adamlarınız da sabırsızlık
içinde bekliyorlar! Gidin ve lütfen gecikmeyin!
İlk gemiler Fransız kıyılarına doğru harekete geçerken VIII. Henri denize karşı dimdik
bakıyor, rüzgârın sürüklediği İngiliz yelkenlileriyle dolu olan sonsuz ufkun ihtişamını
ömrünün sonuna kadar aklında tutmak istiyordu.
-
Çok uzun zamandır bu anı beklemiştim. Hiç kimse ve hiçbir şey beni durduramaz!
64
Sevilla, Casa de Pilato – 30 Kasım, akşam dokuz suları
At arabası Altın Kule’yi geçip bir süre daha Guadalquivir üzerindeki yola devam etti.
Arabanın penceresine dayanan genç kadın on iki kürekli üç sandal tarafından açık denize
doğru çekilen yelkenliyi izliyordu.
-
Soğuktan donacağız, dedi yol arkadaşı. Rica ederim şu kapıyı kapatmama izin
verin.
Genç kadın istemeye istemeye geri çekilip perdeyi bıraktı; gecenin soğuk ve sert rüzgârı
kesilmişti.
Araba şehir merkezine doğru ilerleyip katedralden döndü, saray boyunca yoluna devam etti ve
ardından ara sokakların içinde kayboldu. Kısa bir süre sonra tekerleklerin taşlar üzerinde
çıkardığı ses sona ermiş ve araba durmuştu. İki yolcu, arabacının inip basamakları
yerleştirmesini ve kapıyı açmasını beklediler.
Arabadan indiklerinde aşina kapı sundurmasıyla karşılaştılar.
-
Öyle görünüyor ki bu kapıya bir servet vermiş olmalılar, diye fısıldadı adam.
-
Casa de Pilato, ne görkemli ama... diye karşılık verdi arkadaşı.
Bu eski Roma sarayında verilen kabul töreninin yoğunluğunu belli eden arabalar ve ev halkı
küçük meydan üzerine dağılmışlardı.
Kapıdan geçen çift, en baştaki iki Endülüs avlusuna giden bayraklı yolu takip etmeye
başladılar. Gözlerine takılan süslemeler, renkli hilafet mozaikleriyle bezeli klasik kolonlar göz
kamaştıran bir bolluğu tasvir ediyordu. Hayranlıkla beyaz taşlı geniş merdivene doğru
yöneldiler.
-
Bu kadar para nereden geliyor?, diye sordu kavalyesinin kolunda merdivenleri
çıkan genç kadın alçak sesle. Ve bu gizemli adam kim?
-
Dedikoducuların bir kısmı, onun Mağripliler ile ticaret yaptığını, bir kısmı da
Hıristiyanlığı benimseyen bir Yahudi olduğunu söylüyor; bana sorarsan kimsenin bir
199
şey bildiği yok. Hiçbir zaman ortalıkta gözükmüyor. Kendi evinde verilen bu yemekte
bile bulunacağından şüpheliyim...
-
Gerçekten mi?
-
Evet. Bilinen tek şey Kilise’ye, şehir topluluklarına ve devlete karşı cömert
olduğudur.
Merdivenin tepesine geldiklerinde soğuktan titreyerek şehrin mükemmel manzarasına açılan
terastan geçtiler ve geniş davet salonuna girdiler. Soluk tonlarda fresklerle dekore edilmiş
salonun küçük bir kısmını işgal eden yaklaşık on kişinin konuşma sesleri yükselmeye
başlamıştı. Ellerindeki tepsilerde içecek ve yiyecek taşıyan hizmetliler ortalıkta dolaşıyordu.
-
Peki ya kadın?, diye sordu bu sırlar diyarına hayran kalan genç kadın. O da
bahsedildiği kadar güzel ve gizemli mi?
-
Sokak çocuklarını tedavi ediyor. Ve gerçekten de çok güzel.
-
Çok mu güzel? diye sordu kadın hafif bir kızgınlıkla. Ne demek bu?
Adam, Sevilla soylularının içeri girmek için daha şimdiden acele etmeye başladığı salona
girmeden önce hafifçe gülümsedi.
-
Az sonra görür kendiniz karar verirsiniz. Benim için güzel...
Eşinin şaşkın bakışlarını görünce bir an susup devam etti:
-
... İtalyan bir ustanın tablosu kadar güzel.
‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡
200
Yazarların notu
Bu romanda adı geçen kişilerin büyük bir çoğunluğu gerçekten yaşamışlardır. Sadece bir
kısmının romandaki rolleri entrika gereği değiştirilmiştir. Meselâ, dominikan rahibi Nicolaa
Van Rosendal gerçekten de o dönemde Bois-le-Duc’te yaşamış ama böylesine tehlikeli bir
soruşturmaya iştirak etmemiştir. Giorgione da gerçekten veba salgını sırasında Venedik’te
ölmüş ama bu entrikaların içinde yer almamıştır. Aynı şekilde Sion piskoposu Matthieu
Schiner de Papa II. Jules yakınlarında, Fransa kralı aleyhinde oldukça aktif roller üstlenmiş,
ama bahsedildiği gibi olağanüstü bir komisyona başkanlık etmemiştir.
Romanın baş kahramanları arasından sadece Gabriela Benci hayali bir karakterdir; ama anne
ve babası, Luigi ve Ginevra Benci gerçekten yaşamış kişilerdir. Leonardo da Vinci tarafından
yapılan, elleri eksik olan ve şu anda Washington Müzesinde sergilenen Ginevra tablosu da
gerçektir.
Kısacası, bazı roman kahramanlarında belirgin özellikler yarattık: tarihte altın harflerle adları
geçen Bayard, hiçbir zaman Papalık soruşturmacısı olmamış Leonardo da Vinci ve XII.
Louis’nin karakterlerini karalarken, Birinci Maksimilyen ve resimleri gibi bilinmez ve gizemli
kalan Hieronymus Bosch’unkileri de hoş özelliklerle süsledik.
Kronolojik tarih doğruluğu ile ilgili olarak itiraf etmemiz gereken tek şey 1506’da İspanya’da
ölen ve Şarlken’in babası olan Güzel Philippe’in hayatını fazladan dört yıl uzatmış
olduğumuzdur.
Cinayetler, cinayetlerin altında yatan sebepler, suçlular, ressamlar kardeşliği tabii ki bizim
hayal gücümüzün ürünleridir. Buna karşın, bu entrika etrafında dönen olaylar ve olayların
geçtiği yerler tamamen gerçektir.
İki konsey ve Latran’dakinin düzenlenmesi, Papa’yı saf dışı bırakmak için Fransa Kralı
tarafından yürütülen entrikalar, büyük Avrupa devletlerinin aralarında dönen ittifak oyunları,
Venedik’te yaşanan veba salgını, Fransa’ya yapılan İngiliz çıkarması, İmparator
Maksimilyen’in, Bois-le-Duc’teki Sainte-Gertrude kilisesinde geçirdiği günler, Hieronymus
Bosch’un ve Leonardo da Vinci’nin eserleri üzerine yapılan çağrışımlar, yine Leonardo da
Vinci’nin yürüttüğü bilimsel çalışmalar ve saatin icadı, İmparator’un gayri meşru kızı Barbara
Disquis’nin varlığı ya da Roma’daki Saint-Pierre Bazilikası’nın inşası gibi bir çok detay için
yukarıda söylenen geçerlidir.
1
2