Brooklyn`deki `sanat kovuğu`

Transkript

Brooklyn`deki `sanat kovuğu`
PİYASA
16
IstanbulArtNews
Şubat, 2016 Sayı: 28
Brooklyn’deki ‘sanat kovuğu’
Pırıl Gündüz, hayalini kurduğu boşluğu Türkiye’de bulamayınca soluğu New York’ta alan sanat profesyonellerinden. Aynı zamanda sanatçı olan Gündüz, The Hollows
adlı mekanda ilgi çekici sanat projeleri gerçekleştiriyor. Önümüzdeki dönem projelerini Türkiye’ye taşımayı planlıyor.
zaman da kısa süreliğine ve bir projeyi
gerçekleştirmek üzere. Yaratıcı mesleklerdeki insan sayısı hayli fazla ve New
York pahalı bir şehir. Dolayısıyla herkes
çok çalışıyor ve herkes çok hırslı.
Türkiye’deki galericilerin tümünün
işlerini gönülden yaptıklarını, çoğu
zaman kendilerinden ödün vermek
pahasına devam ettiklerini düşünüyorum. New York’ta ise farklı çevreler
var; Chelsea, Upper East Side, Lower
East Side, Williamsburg, Bushwick gibi
merkezler ve bu semtlerdeki galerici
profili birbirinden çok farklı. Chelsea’deki galerileri kaymak tabaka olarak nitelendirebiliriz. Ancak şu sıralar
birkaç galeri Chelsea’deki yerlerini kapatıp New Museum’un da bulunduğu
Bowery Caddesi’ne, yani Lower East
Side’a taşındılar. Lower East Side’taki
galerilerin Chelsea’deki galerilerden
temel farkı daha az kurumsal olmaları.
Lower East Side’ta daha genç sanatçılar, daha bağımsız galericiler ve daha
küçük galeriler söz konusu.
ELVİN VURAL
[email protected]
“Bir kere geliyoruz bu dünyaya” diyerek okyanusun öte yakasına geçmeye
karar vermiş Pırıl Gündüz. Kimseyi tanımadığı New York’ta sanat kariyerine
başlamış ki önyargılar, yerleşmiş repertuvarlar yaratıcılığının, kariyerinin
önüne geçmesin. Eğitim ve stajların
ardından üretimini artırmak ve daha
özgür üretebilmek için de kendi mekanını açmaya karar vermiş.
Bu motivasyonla mekansal bir boşluk yaratırken bu boşluğun pozitif
referanslar taşıyan, üretime gebe bir
boşluk olarak konumlanmasını istemiş.
O boşluğu şu sözlerle anlatıyor Gündüz: “‘Hollow’un Türkçede yeryüzü
şekillerinde ya da ağaç gövdelerinde
görebileceğimiz ‘oyuk’, ‘kovuk’ anlamına geliyor. Zaten dışarıdan bakınca
sanat alanı olmasını beklemeyeceğiniz
bir mekan bizimkisi. Brezilyalı sanatçı
Talita Zaragoza’nın tavanımız için yaptığı kalıcı mural de coğrafi anlamda bu
boşluğun altını çiziyor. Ayrıca mahallenin yerlilerden sonraki ilk ismi 17. yüzyıl Flemenkçesinde ‘ormandaki küçük
şehir’ anlamına gelen ‘Bosjwick’miş.”
Direktörlüğünü ve eş kuruculuğunu üstlendiği Bushwick Avenue Brooklyn’deki The Hollows’u bir galeriden
ziyade sanat alanı olarak nitelendiren
Gündüz, vaktinin çoğunu buraya ayırsa
da kendi sanatsal projelerini üretmeye
de devam ediyor. Önümüzdeki dönemde İstanbul ve İzmir’de projeler gerçekleştirecek olan Pırıl Gündüz’den
New York’ta galerici olma hikayesini
dinledik.
Brooklyn’de bir sanat galerisi kurup
yönetmenizi mümkün kılan eğitiminizi
öğrenebilir miyiz?
Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi
Bölümü’nde okumak üzere İzmir’den
İstanbul’a taşındım ve lisans eğitimim
esnasında Film Çalışmaları sertifika
programını tamamladım. Üniversiteden sonra kavramsal sanatçı Genco
Gülan’ın tiyatro ve fotoğraf işlerinde
asistanlık yaptım. Daha sonra New
York’taki New School’da Medya Çalışmaları yüksek lisans programına
kabul edildim. 2011’den bu yana
Brooklyn’de yaşıyorum. Hem sanatsal üretim yapıyor hem küratörlükle
ilgileniyorum ama 2013’ten bu yana
küratörlüğe ve yazı yazmaya daha çok
ağırlık verdim. Sergi ve program küratörlüğünün yanında eş kuruculuğuyla
yöneticiliğini de üstlendiğim The Hollows ise 2014’ten beri var.
New York’ta bir sanat galerisi açmadan
önce ne gibi sektörel tecrübeleriniz
oldu?
Üç yıl boyunca dijital sanat odaklı çalışan küratör Christiane Paul’e üretim
sürecinde olan sanat eserlerinin tartışıldığı “Beta Sessions” konuşma dizisinde ve “Mixed Messages” adlı sergi
serisinde asistanlık yaptım. Christiane
Paul 2015’in sonunda Borusan Contemporary Perili Köşk’ün ağırladığı
“Görünenin Ardındaki” sergisinin de
küratörlüğünü üstlenmişti. Daha sonra
MoMA PS1 Müzesi’nde bir staj deneyimim oldu ve bu staj kapsamında “Sunday Sessions” adlı performans bazlı etkinliklerin organizasyonunda çalışma
fırsatı buldum. MoMA PS1 kâr amacı
gütmeyen bir organizasyon ve orada
nasıl para kazanılır sorusu masaya yatırılmadığı, bütçe sıkıntısı da yaşanmadığı için keyifle çalışan küçük ama iyi
bir ekibe sahip. Stajımın çok verimli
geçtiğini söyleyebilirim. Oradayken katıldığım toplantıların hep çok keyifli
geçtiğini hatırlıyorum.
Aslında MoMA PS1’daki stajım ilk
müze deneyimim değil. Üniversitedeyken bir yaz İstanbul Modern’de çalışmıştım. ABD’ye gelmeden önce, 2011
itibariyle çeşitli mekanlarda sergiler
düzenledim ve kendi heykellerimi, video serilerimi üretmeye devam ettim.
Yüksek lisans eğitimim sırasında aldığım felsefe odaklı seminerlerden sonra
aralarında Deleuze Çalışmaları Konferansı ve Royal Holloway, University of
London’da düzenlenen Kritik Düşünce Konferansı’nın da bulunduğu birkaç konferansta yazılarımı sundum.
Tüm bu deneyimlerden sonra galerici
olmaya nasıl karar verdiniz?
The Hollows fikri en başta, sürekli
bir sergi mekanı olduğu takdirde daha
kararlı iş üretilebileceği varsayımıyla
ortaya çıktı. Yüksek lisans eğitimi sırasında tanıştığım sınıf arkadaşım Jessica
Kingdon’la beraber, sanatçı tarafımızın tetiklemesi sonucu verdiğimiz bir
karardı galeri, daha doğrusu bir sanat
alanı açmak.
Kendi adıma MoMA PS1’daki stajımdan sonra güçlü bir karara dönüşmüştü bu fikir. Birçok kurum büyüklüklerinden kaynaklandığını düşündüğüm
dinamiklerden ötürü risk almaya pek
yanaşmıyor. Bu durum isimleri sürekli
zikredilen sanatçıların eserlerinin dahil edildiği, hatırı sayılır teorisyenler tarafından da kolaylıkla meşrulaştırılan,
böylece birçok ülkeyi gezen sergileri
ortaya çıkarıyor.
Jessica’yla bağımsız bir mekanımız
olursa baskıdan uzak kalabileceğimize,
ses getireceğine inandığımız projeleri
Türkiye’den takip ettiğiniz sanatçılar,
sanat kurum ve kuruluşları neler?
Boğaziçi’ndeyken Kutluğ Ataman’ın
işleri hakkında yazıyordum, bu yüzden
üstüne çok düşünme fırsatı buldum.
Kutluğ Ataman bildikçe, düşündükçe
daha çok seveceğiniz sanatçılardan.
Ayrıca Serkan Özkaya’yı ve Nilbar
Güreş’i takip ediyorum. Bir de genç
sanatçılardan New York’ta çalışan ama
Türkiye’de tanıştığım Ahmet Civelek
var. İstanbul’a her geldiğimde ARTER
ve SALT’a mutlaka uğruyorum.
Pırıl Gündüz
üretebileceğimize ve fikirlerimizi test
etme şansını yakalayacağımıza inandık.
Şu anki yerimizi bulunca da hemen
kolları sıvadık. The Hollows’un bulunduğu 708 Bushwick Avenue’daki bina,
iç mimarisi bakımından projemize çok
uygundu. Binada yer alan altı odanın
her birinde özel banyolar bulunuyor,
üretim ile sergiler için de ortak alanlar
mevcut. Özellikle New York’ta sıklıkla rastlanan, kahverengi kumtaşından
örülmüş olması sebebiyle ‘brownstone’
olarak adlandırılan bu bina tipinin iki
katlı versiyonunu bulmuş olmak da verdiğimiz kararda etkili oldu.
Ekip ise açılış gününden bu yana zaman içerisinde büyüdü. Mesela program küratörlüğünü, ekibe bu sene katılan Marion Guiraud’yla paylaşıyorum.
Performans sanatçılarına erişmek çok
kolay olmuyor ancak Marion’la güçlerimizi birleştirince daha dolu bir takvim
elde edebiliyoruz. Genel sergiler içinse
Baptiste Semal’le birlikte çalışıyoruz.
Baptiste özellikle ışık tasarımı ve yerleştirme konusunda daha ön planda.
Geçtiğimiz yıl New York ve Miami’de
iki fuar deneyimimiz de oldu. Yalnızca
fuar zamanları ekibe katılan iki takım
arkadaşımız var. Bu dönemsel işbirliklerinin haricinde stajyerlerimizi de
ekibin parçası olarak görüyorum, onlar da yaratıcı katkıda bulunuyorlar ve
birçok kararda, araştırma aşamasında
söz sahibiler.
The Hollows’u neden galeriden ziyade
bir ‘sanat alanı’ olarak tanımlıyorsunuz?
Bu soruyu cevaplayabilmek için mekanın projelerinden ve profilinden
bahsetmem gerekiyor. The Hollows
klasik bir galeri değil. Dolayısıyla bu
mekanda sergi üretmek hem zorlayıcı
hem de çok keyifli. Brownstone yapılarda; şömine, çatı katı, merdivenler,
gökyüzünü gösteren camdan tavanlar
gibi birçok farklı yapı mevcut. Mesela 9
Mart-2Nisan tarihlerinde sunacağımız
sergi, ilhamını ‘ev’den, yaşam alanından alıyor. Sergi, “Permeate the House” adını taşıyor ve küreselleşmiş genel
geçer iç tasarım alışkanlıklarını sorguluyor. Sanatçılar, işlerini sergilemeyi
yapacakları yüzey üzerinden düşünüp
pratiklerini bu yönde yorumluyorlar.
Kısacası değişik bir seyirci deneyimi yaratacağız. Söz konusu duvarsa, duvar
yalnız resme destek olma fonksiyonundan öte bir rol kazanıyor; meselenin
kendisi haline geliyor. Böylelikle seyirci sergiyi gezerken detaylara, kenar ve
köşelere, parmaklıklara, yere, tavana
vs. dikkatini yöneltip, eserleri arayıp
bulmak durumunda kalıyor. Bu konuda düşünmek isteyenlere Bernard
Cache’nin “Earth Moves-Toprak Hareket Ediyor” adlı kitabını şiddetle öneriyorum. Aslen mimariyle ilgili bir kitap
olsa da son derece felsefi bir metin.
Bu serginin dışında 2015’in sonbahar sezonunda birkaç program başlattık. Bunlardan biri “Nighttime at The
Hollows”. İlhamını geceden alan işler
barındıran bu seride her ayın ikinci
cumartesisi 10.00-13.00 saatleri ara-
sında bir eseri gösterime çıkarıyoruz.
Bushwick, New York’taki gece hayatının en aktif olduğu, yeraltı diye nitelendirebileceğim muhitlerden. Bu seri
aracılığıyla biz de insanların yemekten
sonra, gece çıkmadan önce vakit geçirebilecekleri bir yer olarak akılda kalmayı hedefliyoruz. Ulaşmak istediğimiz
hedef gece hayatında alternatif bir sosyalleşme seçeneği haline gelebilmek.
Gece dışarıya çıkmak alkol tüketiminden ibaret değil ve alkol kullanmayan
insanlar için bar kültürünün geceyi domine etmesi bir şanssızlık. Bu yüzden
piyasaya alternatif sunabilmeyi özellikle çok istiyoruz. Bir diğer program serimiz ise “Histories of Art” sanatçı söyleşileri. Bu söyleşiler için sanatçılarımız
kendi pratiklerinde faydalandıkları,
ilham aldıkları ünlü isimlerden sanat
tarihinin kıyıda köşede kalmış, hatta
‘egzantrik’ olarak adlandırabileceğimiz sanatçılarına uzanan sanat tarihi
seçkileri hazırlayıp sunuyorlar. Bu mikroskobik seçkiler her sanatçı kendi alanını çok iyi bildiği ve araştırdığından,
herkesin yeni bir şeyler öğrenebildiği
keyifli sohbetlere dönüşüyor.
The Hollows’un önemli bir bileşeni
olan performans kapsamında nasıl
etkinlikler düzenlediniz ve düzenleyeceksiniz?
Geçmiş bir etkinlikle başlayayım:
“Parasomnia”, uyurgezerlik gibi uyku
bozukluklarından yola çıkan bir koreografiye sahipti. Performansçılar yatak
odalarından iki katlı sergi alanına yayılan siyah ışıklar altında bir dans performansı gerçekleştirmişlerdi. Önümüzdeki dönem için bir caz grubunun
bütün üyelerinin tek başlarına farklı
odalara yerleştirileceği, bu üyelerin
ayrı odalarda birbirlerini görmeden
müzik yapacakları bir gece planlıyoruz.
Birbirlerini bluetooth kulaklıklar aracılığıyla duyacaklar ancak seyirci grubun
müziğini yalnızca ortak alanda deneyimleyebilecek, odalara geçtiklerinde
ise her bir müzisyeni ve onun müziğini
duyumsayabilecekler.
“Nighttime at The Hollows” serisi
kapsamında yer alan ve bizi heyecanlandıran bir başka proje ise tekrara dayalı elektronik dans müziği üreten Berlin çıkışlı bir grubun burada vereceği
küçük konser. Deleuze’ün öne sürdüğü
en temel meselelerden olan “Vücut neler yapabilir?” sorusundan yola çıkarak,
kişilerin basit kar maskeleri takarak
dans etmelerini sağlayacağız konserde.
Dans ederken anonimseniz nasıl dans
edersiniz? Garip bir teşhircilik durumu
oluşacak. Teşhircilik ama yüzünüz de
yok bir yandan. Utangaçlık ve rahatlığı
aynı anda uyandıran bir durum.
Dans, erken yaşlardan beri hayatımın
bir parçası. Belki de en büyük tutkum.
Ancak mecrası çok kısıtlı. Çoğu zaman
bir gösteri formunda üretiliyor. Ortalama bir insanın dansla ilişkisi gece
hayatıyla sınırlı kalabiliyor. Bir sürü insan ücret ödeyerek, derslere katılarak
gideriyor dans etme ihtiyacını. Dansın profesyonellerle sınırlı kalmadığı,
herkesin bir parçası olabileceği türlü
bağlamlara yoğunlaşmak istiyorum.
Önümüzdeki sene orta yaştaki farklı
kadınların vücutlarının güçlü ve güçsüz taraflarının altını çizen bir koreografi üretmeyi de amaçlıyorum.
Sanat alanınızı New York’ta açmanızın
belirli bir sebebi var mı?
Açıkçası New York’ta hiç kimseyi
tanımıyordum. New York’ta var olmanın gerçek anlamda fikirlerimi test
edeceğine inandığımdan meslek hayatıma burada başlamaya karar verdim.
Künyenizin işaret ve temsil ettikleri yüzünden Türkiye’de belli önyargılarla
karşılaşabiliyorsunuz. Yaşınız, mezun
olduğunuz lise, büyüdüğünüz şehir
gibi unsurlardan bahsediyorum.
Türkiye’dense Amerika’da profesyonel
bir hayat kurmanızın temel sebepleri
nelerdi?
Toplumsal cinsiyet meselesi 20’lerimin başında beni çok ilgilendiriyordu,
Boğaziçi Üniversitesi’nde de kuir teorisi odaklı dersler almıştım. Ortam,
haberler ve toplumsal doku, ürettiğim
işlerin toplumsal cinsiyet problematiğinden, ataerkillik sorunundan beslenmesine sebep oluyordu. Doğduğunuz
yer ve zaman kimliğinizi sizin istediğinizden daha çok belirleyebiliyor. Naif
bir şekilde bir kere dünyaya geldiğimizi
düşündüm ve 20’li yaşlarımın ortasında beni en çok hassaslaştıran bu sorun
denkleminden dışarı çıkmanın iyi bir
fikir olduğuna inandım. New York’ta
başka teorilerin ve problemlerin tartışıldığı, düşünüldüğü bir ortamda kendimi yeniden yorma ihtiyacı hissettim.
Bunun dışında İstanbul’da üniversite
öğrenciliğim sırasında eleştirel sanat
projelerime konu olan dil farkı, New
York’a yerleştikten sonra çok keyifli bir
pratik haline geldi. İngilizce ve Türkçe
arasında kelimeleri tercüme ederken
birçok kavramın tam karşılığının bulunmaması, Doğu ve Batı kültürlerinin
ne gibi değerlere önem verip hangilerine vakıf olmadığını anlamamda yardımcı oluyor. Bu, küratörlük ve metne
dayalı işlere ağırlık vermemde büyük
rol oynadı. Kendimi İngilizce iyi anlatamamak veya İngilizce sayesinde fark
ettiğim, haberdar olduğum bir unsuru Türkçede kolayca ifade edememek
önümde sonsuz düşünce vadileri ortaya çıkardı. Bu konulara daha fazla kafa
yorabilmek için birçok dili iyi derecede
konuşamasam da olabildiğince fazla
kelime ve kavram öğrenmeye çalışıyorum.
Peki galericilik anlamında Amerika ve
Türkiye’yi nasıl karşılaştırıyorsunuz?
Sanıyorum en büyük fark çevre. New
York’ta çok fazla ve farklı çevreler söz
konusu. Bu, işi hem kolaylaştırıyor hem
zorlaştırıyor. İşin ve fikrin kendisi daha
çok önem teşkil ettiğinden ortam daha
tarafsız fakat sanat arzı aşırı fazla. New
York dünyanın en çokkültürlü şehri
olmasının yanında son derece geçici
bir şehir. New York’ta doğup büyüyenlerin dışında pek çok insan buraya tek
başına ve bir amaç için geliyor, çoğu
The Hollows’un öncesinde kürasyonuyla ilgilendiğiniz projelerden ve sanatsal
çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
The Hollows’daki projelerimizden
önce New School’da başlattığım Bricollab adlı öğrenci kolektifiyle birtakım
işlere imza attık. En gurur duyduğum
işlerimin arasında seyirciyi kritik etmeyen, yani seyirciyi aptal yerine koymayan sanat işlerini savunan Jacques
Rancière’in denemelerinden yola çıkan makalem, benim için çok özel bir
mekanda sergilenen insanın ve eşyaların silikondan aldığım kalıplarını heykel olarak yerleştirdiğim işim ve 2010
yılında ürettiğim YouTube’dan indirdiğim videoları gelecekteki bir zaman
diliminde antropolojik çalışmalarmışçasına yorumladığım ‘mockumentary’
stilindeki video serimi sayabilirim.
Bu çalışmam, kullanıcılar tarafından
üretilen, insanların kendi vücutlarına
uyguladıkları dövme, ağda gibi süreçler ve topuklu ayakkabı gibi eşyaların
kullanımıyla ilgili yönlendirme videolarının, arkeolojik bulgular gibi algılanıp
yorumlanması üzerine. İnsanların kendi vücutlarına uyguladığı yaptırımlarla
ilgili kendilerinin yayınladığı videolar
bunlar; mağdur kavramını işin içinden
çıkılmaz bir hale getiren denklemler.
Dolayısıyla sanatçı olduğumu söylemektense şimdilik birkaç sanatsal denemem oldu diyebiliriz. Nefes ölçme
aletlerinin raporlarını kırarak oluşturduğum çizimlerimi de unutmamak
gerek.
Önümüzde İzmir’de çekeceğim bir
video projem var. Amacım, yaptığım
her işin mecrasının kendi doğasında
bir yenilik öne sürmesi. Video projem
için de bunu kotardığımda üretime
başlayacağız.
Önümüzdeki dönem için kesinleşen
başka ne gibi projeleriniz var?
The Hollows’daki mekanımızda ortak
alanların dışında sergi zamanında galerilere dönüştürdüğümüz ve seyirciye
açtığımız altı odamız var. Kendi odamı
“Curator’s Room” adını verdiğim ana
sergiyle ilişkili bir yerleştirme projesine dönüştürüyorum. Mart ayında bu
projenin dördüncüsü gerçekleşecek.
İleride bu sergileri kitap haline getirmeyi planlıyorum. Projenin benim için
önemi, küratörlüğün ve felsefe yapmanın yazıya bağımlı olmayan bir biçimde
tezahürünü sahip olduğum ve rast geldiğim objelerle, yerleştirmelerle mümkün kılması; bir küratörün kullandığı
araçları, metotları izleyiciye açması.
Martta açılacak olan edisyon, The Hollows’daki misafirlerin, ev sahiplerinin,
oda arkadaşlarımın, sanatçıların ve evi
satın almaya çalışan gayrimenkul aracılarının geride bıraktıkları obje ve eşyaları merkeze alan bir proje olacak. Ne
atılmalı, ne saklanmalı, ne korunmalı?
Kiraların çok yüksek olduğu bu şehrin
düşündürdüğü sorular. Mekanın öncesi ve sonrası, benim işgal ettiğim yerin
sertçe olmasa da parçalanması üzerine
bir proje olacak.
Türkiye’ye dönme niyetiniz var mı?
Kesinlikle! The Hollows’da başlattığımız “Live/Work/Exhibit” (Yaşa/Üret/
Sergile) modelini 2016’da İzmir’e,
2017’de de İstanbul’a getirmek için
ilk adımlar atıldı. Her ikisi için de çok
heyecanlıyım. İstanbul’daki versiyon
farklı sosyal fonksiyonları barındıran
çok daha kapsamlı bir proje olacak.
Şu an için Türkiye’ye temelli dönme
planım yok fakat oradaki projeler rayına oturana kadar Türkiye’de kalmayı
planlıyorum. Sanatçıların misafirlik
süresi üç-altı ay arasında değiştiği için
hedefimiz senenin belli zamanlarını Türkiye’de, belli zamanlarını New
York’ta geçirmek.

Benzer belgeler