kasatura

Transkript

kasatura
KASATURA
Yazan: Gürkan SARIDAŞ
©Kasım 2010
BÖLÜM - 1
Bir yandan günlük gazetenin üzerine “Halil” diye ismini yazarken bir
yandan da hiç görmediği annesini düşünüyordu. Acaba nasıl bir yüzü, vücudu
vardı? Kendine benziyor muydu? Uzun muydu yoksa kısa mı? Zaten ara sıra
aynanın karşısına geçer ve annesinin yüzünü tahmin etmeye çalışırdı.
“Gökyüzünde yaşamak ne garip anne! Bulutlardır ki sana benzer,
yağmurlardır ki gözyaşın olur. Eşkin düşer üzerime damla damla.” dedi. “Seni
ne kadar çok özledim. Keşke rüyalarımdaki gibi gelsen yanıma, elimi tutsan,
sarılsan… Anne kokusu nasıldır acaba? Ana kucağı dedikleri yer nasıl bir
yerdir?”
Düşünceler bir bir kafasından geçerken gazetede isminin yazılmadığı yer
kalmadığını fark etti. Hayatını düşündü. Ne kadar çarpık, salaş ve korku
doluydu. Çocukluğunu hatırladı. Gülümsedi. Kafasını hafif eğerek bir yandan da
üzüntüsünü hatırladı.
Sabah karton kutuların üzerinde uyandığında etrafına toplanmış
çocukların onu izlediğini hatırladı. Korkmuş ve şaşırmıştı. İçlerinde elebaşı gibi
görünen esmer çocuk “Kimsin sen?” diye sormuştu. Sonra iç beklemeden “
Bizim mıntıkamızda uyuyan uyandığında bizim malımız olur, bizim için çalışır.”
demişti.
Toplamda dört kişi olan bu grup Halil ile birlikte beş kişi olmuştu. Şafak
aha yeni aydınlanıyor, gölgeler daha yeni oluşuyordu. Halil gölgesine bakarak
“Sakin ol, bunlarla arkadaş olabiliri.” demişti. Dolambaçlı sokaklardan
geçerek bir caddeye çıktılar. Sanki hep aynı yerde dolaşıyorlardı. En sonunda
yıkık bir harabenin önüne geldiler. Eskiden tiyatro olarak kullanılan bu yer
şimdi önlerinde bir savaş alanı gibi duruyordu.
İçeriye girdiklerinde ise kendi yaşlarında birçok çocuğun burada
yaşadığını hemen anlayıverdi. Kimisi bir şeyler atıştırıyor, kimisi bali çekiyor,
kimisi uyuyor, kimisi ise zar atarak para kazanmaya çalışıyordu. Kapıda
belirdiklerinde ise herkes durup onlara baktı. Ele başları “Tarla fareleri herkes
buraya baksın.” diye bağırdı. Zaten hemen hemen hepsi onlara bakıyordu.
Uyuyanlarda uyandırıldı. “Bu yeni bir fare ve aramıza katıldı. Ahmet’le birlikte
çalışacak. Uygun bir yerde yatsın. Şimdilik yiyecek bir şeyler verin.” dediğinde
her biri ıslık, alkış ve gülüşmelerle “Hoş geldin” mesajı verdi.
İlk iki üç gün işe çıkmadı. Sadece çalışacağı yeri ve arkadaşlarını
tanımakla vakit geçirdi. Hepsi kendisi gibi insanlarken içlerinde birkaç
tanesinden hiç hoşlanmamıştı. Özellikle de İsmail’den.
İsmail yaşça diğerlerinden büyük ve elebaşlarından daha çok sözü geçen
biriydi. Aralarında bir çekişme olduğu gayet net ortadaydı. İsmail’in kilolu
olması ve kısa boylu hali onun güvenilir olmadığını çığırıyordu sanki.
İşe çıkmadan önceki akşam bütün her şeyi anladığını kontrol etmek için
Ahmet’le birlikte konuşuyorlardı. Polisten kaçma, parayı muhafaza etme, daha
fazla para kazanma yollarını anlatıyordu. O sırada içeriye giren hippiler gibi
giyinmiş adam bir şeylerin değişeceğinin habercisiydi.
“Yeni bir tarla faresi” diye sessiz ve sinsice seslendi. Sanki “Seninle ilgili
hain planların var.” der gibiydi. Elebaşından bütün bilgileri aldıktan sonra
yanına gelip başını okşadı. “Çok çalışırsan çok rahat edersin. Az çalışırsan
ölürsün.” dedikten sonra biraz sertçe kafasının arkasına vurup gitti.
Her şey uzun zaman önce olsa da her şeyi rahat bir şekilde
hatırlayabiliyordu. Her gün hafızasındaki kirli bir iz gibiydi. Sanki bir kabus
görüyordu ve bu kabustan onu uyandıracak kimse yoktu.
Hele o çalıştığı ilk gün geçirdiği kaza ve yediği dayak onun için hayatının
çilesiydi ve bunlardan daha çok başına gelecekti. Nasılda hatırlamazdı ki o kaza
anının. Mıntıkasındaki ilk gününü… Adıyaman’ın sokaklarını…
BÖLÜM - 2
Şırnak’taki sayılı zenginlerin arasında bulunan İslam ağa Zara köyünün
ağasıydı. Babasından kalan bu özellik ona çocukluktan bugüne bir ayrıcalık
tanıyordu.
Evlendiğinde ise sadece 17 yaşındaydı. Babasının yatağa düşmesi onun
erken evlenmesine ve ağalık görevini devralmasına neden olmuştu. Ama
çocuklarının da yardımıyla 19 yaşında ilk erkek çocuğu dünyaya gelmiş, 22
yaşındayken de bir kız çocuğuna sahip olmuştu.
İhtiyar heyeti ile arasının iyi olması ağalık görevinin sorunsuz devamını
sağlamıştı. 25 yaşından sonra ise artık ihtiyar heyetini ve köyü yöneten tam ağa
olmuştu. Köylünün memnun olduğu bir ağa olması da onun artı yönlerinden
birisiydi. Yan köyün ağası ve zenginleri de İslam ağayı çok seviyorlardı.
39 yaşına geldiğinde oğlunu evlendirmek için yaptığı düğün Şırnak halkı
tarafından aylarca konuşulmuş ve takılan altınların bir servet değerinde olması
dilden dile abartılarak aktarılmıştı. O sırada kızı Zilan ise 17 yaşında genç bir
kızdı. Sülün gibi salınarak gezen kaşı gözü yerinde ve yüzlerce erkeğin
rüyalarını süsleyen afet gibi bir kızdı.
Zilan’ın evlilik zamanını yaklaşması, İslam ağanın moralini bozuyor ve
endişelendiriyordu. Şimdiden istemek için haber gönderen çok olmasına rağmen
kızını kıskandığından “yaşı ufak” bahanesiyle teklifleri nazikçe reddediyordu.
Zilan’ın annesi ise kızının gönlünün birisinde olup olmadığını anlamak için
türlü taklalar atıyordu. Yine de Zilan sır verip ser vermiyordu.
Komşu köyün ağası Doğan ise iki oğluna kız aramaya başlamıştı.
Oğullarının çapkınlıkları Doğan ağayı kızdırıyor ve başlarını bağlamak
istiyordu. İslam ağa ile kavgalı ve küs olmasa belki de onun kızını alabilirdi.
Doğuda kan davası önemli bir olay olduğundan barışmaları da imkansızdı. O
ancak intikam alabilirdi ve almalıydı da. Bunun büyük oğlu Hüseyin yapacaktı.
Fakat kan dökülmeden olmalıydı, hapis işi olmamalıydı.
Aradan iki yıl geçtikten sonra Doğan ağa oğlu Hüseyin ile konuşarak
İslam ağadan öcünü almasını, kanının yerde kalmaması gerektiğini ve bunu
hapse girmeden yapmasını istedi. Hüseyin o gün 21 yaşına girecekti.
Hüseyin’in hayatını karartan bu sözler onu düşüncelere ve içine
kapanmaya itti. Babasının söylediklerini yapmak zor ve çelişkiliydi. Plan
yapmalı ve hatasız işletmeliydi. Kusursuz bir plan uzun çalışmalar ve titizlik
istiyordu fakat yapmalıydı.
İki aydan biraz dazla zaman geçmişti ki Zilan’ın ahretliği evlenme
aşamasına geldi. Bir ailenin tek oğluna gelin gidecekti. Herkes görücü usulü
sanarken onlar anlaşarak evlenecekti. Güzel ve sade bir düğün töreni olması
için hazırlıklar yapılıyordu.
Köyün geleneklerine göre gelin ata binecek ve düğün yerine gidecekti.
Sabaha kadar eğlenceden sonra damat ile gelin gerdek gecesine gireceklerdi.
Ziyaretçiler ise damat içeri girerken sırtına vuracaklar ve eğlenmeye devam
edeceklerdi.
At yola çıkmadan önce gelin ve en iyi arkadaşı yani ahretliği de odada
hazırlanmaya başlamıştı. Odada gelinliği giyerken heyecandan yerinde
duramayan gelini Zilan yatıştırmaya çalışıyordu. Ne kadar başarılı olabilirse
artık. Zaten kendisi de evli olmadığı için hiçbir nasihatte bulunamıyordu.
Sadece annesinden duyduğu birkaç yüz kızartıcı şeyler dışında pek bilgisi yoktu.
Sadece tahmin ve hayal gücü.
“Canım arkadaşım tek söyleyebileceğim korkmaman ve sakin olman.
Zaten erkekler bunu daha önce yaşadıklarından sana yol gösterecektir.” dedi
Zilan. Şaşkın şaşkın bakan gelin “Ya çok büyükse canım yanarsa?” diye
sorduğunda birden “Ya çok küçükse bir şey anlamazsan?” deyiverdi Zilan.
Tam da bunlardan konuşurken kapıya tekme atan bir adam içeriye girdi.
Kapı kırılmış sallanıyordu. Bir geline bir Zilan’a baktı. Gelin beni mi
kaçıracaklar acaba sorusunu kendine soramadan adam bir hışımla Zilan’a tokat
atarak onu bayılttı ve omzuna attığı gibi kapıdan çıkıp karanlığa karıştı. Gelin
şok olmuş etrafa baktıktan sonra çığlık atmaya başladı.
BÖLÜM - 3
“İstanbul’a bir kişilik bay lütfen” dedi orta boylarda sakin sakallı hafif
kamburu çıkmış bir genç.”İsminiz?” diye sorduğunda görevli “Orkun” diye
cevapladı. Biletini alıp kontrol ettikten sonra saatini kontrol etti. Yaklaşık 20
dakika sonra araç hareket edecekti. Bekleme salonuna geçti ve beklemeye
başladı.
Otobüs, İzmir otogarından İstanbul’a doğru hareket etmeye başladığında
İstanbul’da onu nelerin bekleyeceğini merak ediyordu. Askeri Lise Sınavlarını
kazandığı halde ailesinin yaşantısı kötü olduğundan askeriyeye olunmamıştı.
Gerçi ailesi dediği sadece annesinden ibaretti ve babasının kim olduğunu bile
bilmiyordu. Herkesten sakladığı kadar artık kendisinden de saklıyordu
annesinin hayat kadını olduğunu.
Annesinin hiç bahsetmediği bu baba, konsomatrislik yaparken aşık olduğu
bir adamdı. Bu adamdan hamile kalmış ve adam bunu yalnız bırakınca babasız
bir çocuk oluvermişti. “Ne kötü, ne garip” dedi kendi kendine. Şimdi ise ailesi
yüzünden kabul edilmediği askeriyeye karşıdan hayran hayran bakmaktan başka
yapabileceği bir şey yoktu. Gerçi askeriyeden biraz nefret ediyordu. Bu aslında
nefretten çok bir kırgınlıktı. Keşke babasının bir asker olduğunu ağzından
kaçırmasaydı annesi.
Anne ve baba kavramı o kadar boş ve itici geliyordu ki ona evlilikleri ve
evlenmeyi hiç düşünmüyordu. Bir hayat kadının oğlu olmaktan daha kötü bir şey
olamazdı herhalde. Her ne kadar annesi doğum yaptıktan sonra işi bıraktığını
söylese de geceleri eve tanımadığı erkekler alıp onlarla yattığını hayal meyal
hatırlıyordu.
İyice aklı başına gelip ortaokula başladığında da artık annesi iyice
yaşlanmış ve müşteri sayısı azalmıştı. Annesinin bu konuda tek bahanesi vardı o
da “Para kazanmamız gerek oğlum” olmuştu. Tabi orta okulun son sınıfına
geldiğinde annesinin kendi erkeklik organı ile oynadığını hissedip yataktan
fırladığında ise içindeki öldürme hissi ile nefret birleşmiş ve evi terk etmişti.
O yılı matematik öğretmeni sayesinde bitirmiş ve diplomayı alır almaz iş
hayatına başlamıştı. Hamallık, ayakkabı boyacılığı, çaycılık derken 2 sene
geçmiş ve artık daha çok iş kolunun olduğu bir yere gidip kendi işini kurması
gerektiğine karar vermişti. Belki de tekrar sınavlara girer ve asker olabilirdi.
En kötü ihtimal ise askere gittiğinde teskere bırakıp Uzman Çavuş olarak
askeriyede görev alabilirdi. Tabi aile araştırmasından geçebilirse bu
mümkündü. Belki de uzman çavuş olurken daha yüzeysel bir araştırma
yaparlardı ve işe alınabilirdi.
Araç Bolu’da mola verdiğinde düşüncelere ne kadar çok daldığını fark
etti. Bütün hayatı dört saatte gözlerinin önünden geçmişti. En çok da o kapıdan
son çıkışında geri dönüp annesine baktığında annesinin yüz ifadesini
unutamıyordu. Şaşkın, utangaç ve üzgün. “Hak etti” diye düşündü. “Onun seks
oyuncağı olmayacağım” dedi.
Mola yerinde sadece bir bardak çay içti. Artık geçmişe değil geleceğe
bakma zamanıydı ve yapacaktı da. Geçmişi bu kadar kötüyken geleceği bir o
kadar parlak olmalıydı. En azından bir masa başı iş bulup hayatını bu işe
adayabilirdi. “Ne tür işte çalışabilirim?” diye düşündü. Çaycılık, ayakkabıcılık
ve hamallıkta masa başı bir iş olamazdı.
İstanbul’u tanımadığı için yine en alt tabakadan başlayacak ve en üste
doğru tırmanacaktı. “En üst basamak… Patronluk.” diye düşündü otobüs mola
yerinden hareket etmek üzereyken. Kendini masada siyah takım elbise, beyaz
gömlek, kırmızı kravat ve önündeki evrakları imzalarken hayal etti. “Hiç fena
değil” dedi.
Cebinden bir kağıt ve bir kalem çıkararak yapabileceği işleri yazmaya
başladı. En üste “Ne iş olursa yaparım” yazdı. Altına yazmaya başladı.
Sekreterlik, garsonluk, satış elemanı, anketör diye sıraladı. İnsanlarla iç içer
olmak aslında hoşuna gidiyordu. Hatta eğlenceli bir iş olmalı diye düşündü.
Eğlenceli ve insanlarla iç içe sadece halktan birisi olarak yapabileceği bir iş.
İstanbul il sınırından geçeli yaklaşık bir saat olmuştu. Kalbi bir anda
heyecanla çarpmaya başladı. “İşte yeni hayatımı geçireceğim yer” dedi kendi
kendine. Pencereden dışarısı çok sıcak kanlı ve bir o kadar da kompozit
görünüyordu. Acaba bu büyük ilin neresinde çalışacaktı. “Olmuşken en iyisi
olsun” dedi ve Avrupa yakasına geçti.
Otogara otobüs yanaşırken yavaşça ayağa kalkıp insanları gözlemlemeye
başladı. Telaşlı ve kimse birbirini tanımıyordu. Gülümsedi. Sıraya geçti ve
otobüsten yavaş yavaş indi. Otobüsün önünde durdu karşıya baktı, derin bir
nefes çekti içine ve “Haydi başlıyoruz” diyerek koşmaya başladı.
BÖLÜM – 4
“Mustafa sıranın ilk başında sen çıkacaksın ve diğerleri seni takip
edecek” dedi Profesör Soner. “Peki hocam” diyerek karşılık verdi Mustafa.
Bölüm birincisi olduğu için mi yoksa sınıf numarası en küçük olduğu için mi
anlam veremedi Mustafa.
İsimler okunmaya başladığında dışarıda bulunan kalabalık çılgınca
alkışlamaya, ıslıklar çalmaya başladı. Başlarında kep, üzerlerinde pelerin ile el
ele tutuşmuş 37 kişi amfi tiyatronun sahnesine dizildi. “”Diplomalarını vermek
üzere sayın rektörümüz Prof. Dr. Kemal Ersöz’ü davet ediyorum” dedi sunucu.
İşte o an Mustafa’nın kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu.
Rektör yavaş adımlarla gülümseyerek geldi. “Aferin evlat, seninle gurur
duyuyorum” dedi. “Teşekkür ederim hocam.” diyerek karşılık verdi Mustafa.
Rektör Mustafa’nın elini sıkıca tuttu ve yanaklarından öperek diplomasını verdi.
O sırada karşı tarafta patlayan flaşlar ve sahne ışıkları seyircileri seçmeyi
zorlaştırıyordu. Ailesinin ve arkadaşlarını görmek için gözlerini oldukça
zorlaması gerekiyordu.
Diplomalar verildikten sonra hep birlikte keplerini alıp ortaya koştular.
Bir daire oluşturduktan sonra keplerini havaya attılar. Kimin kepini kimin aldığı
artık önemli değildi. Yerden rastgele bir kep alıp diğer arkadaşlarının da
diploma almaları için sahneyi boşalttılar.
Sahnenin arkasında arkadaşları ile tokalaşıp öpüşen Mustafa, ailesinin
yanına gitmek için sabırsızlanıyordu. Altındaki kumaş pantolon ve uzun kollu
gömlek çok şıktı. Bir de boynundaki kravat takımı tamamlıyordu. Sevgilisinin
seçtiği renk uyumu ise mükemmeldi.
Arkadaşları ile vedalaşıp ailesinin yanına gittikten sonra onların da
tebriklerini kabul etti. İyi bir evlat olmanın ve başarının getirdiği gurur
koltuklarını kabartıyordu. Gülümsedi, annesinin ve babasının elini öptü.
Sevgilisine doyasıya sarıldı.
Bir lokantaya gidip güzel bir kutlama yemeği yediler. Yemeğin yanında
içtikleri kırmızı şarap ise olayın kıvamını artırmıştı. Okuldan ve ne kadar hızlı
geçtiğinden konuştuktan sonra babası Mustafa’ya günün sorusunu sordu.
“Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?” Mustafa bir anda afalladı bu
soruya. Zaten bu soruyu en kısa zamanda bekliyordu.
Annesi her ne kadar evlenme konusunda ısrarcı olsa da Mustafa bu
konuda çok netti ve geleceğini kendi çizmek istiyordu. Şimdi bütün konuşmalar
durmuş Mustafa’nın ağzından çıkacak cevap bekleniyordu. Masadaki iki bayan
evlilik mesajlarını, baba ise iş mesajlarını umut ediyordu. Fakat Mustafa hepsini
bozguna uğratarak kendi düşüncesini söyledi. “Askere gideceğim.”
Mustafa dışındaki herkes şaşırmıştı birbirlerine bakıyorlardı. Babası
durumu kurtararak sessizliği bozdu. Kadehini kaldırarak “Asker oğlumun
askerliğine içelim o zaman” dedi. Herkes kadehini kaldırdı ve gülümsedi.
Mustafa içkisinden büyük bir yudum alarak kendini ve düşüncelerini onayladı.
Daha sonra sevgilisine bir göz kırparak onun gönlünü de almayı ihmal etmedi.
Haziran ve Temmuz ayları Mustafa için dinlenme ve kendi psikolojisini
askerliğe hazırlamakla geçti. Memleketi olan Tekirdağ’da bol bol gezdi.
Arkadaşlarıyla buluştu ve sivil hayatın tadını çıkardı. Nasıl bu iki ay çabuk
geçtiyse askerlikte inşallah çabuk geçer düşüncesiyle kendini metin tutmaya
çalışıyordu. Yaptığı tek şey moral toplamak olmalıydı ve bunu da bol bol yaptı.
1, 2 ve 3 Ağustos’ta sınav yapılacaktı ve Mustafa 3. gün girecekti. O gün
geldiğinde ilk defa bir askeri birliğin içine girmiş ve komutanlarla yüz yüze
konuşmuştu. Daha rütbeleri dahi bilmediğinden ne diyeceğini nasıl
konuşacağını kestiremiyordu. Sınavda kısa dönem askerliği seçti ve sorulan
bütün sorulara cevap verdi.
Sonuçlar 10 Ağustos günü ilk dakikalarda açıklanacaktı. Askeri birliğe ise
12 Ağustos saat 17:00’ye kadar teslim olması gerekiyordu. Elinden geleni
yapmış ve iyi bir yer çıkmasını umut etmeye başlamıştı. Arkadaşları ile
konuşuyor kafasındaki sorulara birer cevap arıyordu. Yavaş yavaş valizini de
hazırlıyordu. Gerçi ne götüreceğini bilmese de internetteki kaynakları
kullanarak bir liste çıkarmıştı.
10 Ağustos, saat 12:30’da sonuçların açıklandığını öğrendi ve hemen
internetten Kimlik Numarası’nı sorguladı.
BÖLÜM – 5
30 Ağustos’tan 10 gün önce, Pazartesi günü bir grup asker ve önlerinde
bir Üsteğmen ile bir Tuğgeneral esas duruşta bekliyordu. Tabur Komutanı
Yarbay Mehmet konuşmaya başladı. “Sayın komutanım, sevgili silah
arkadaşlarım. Bugün burada…”
Konuşma devam ederken Bayram ilk mezuniyetini düşünüyordu. Nasıl bir
komutan olmak istediğini ve bu konuda aldığı kararları. Atatürk gibi bir asker
olmak ve onun gibi askerlik yapmak istiyordu. Onun çizdiği çizgiden
ayrılmamak.
Yarbay Mehmet konuşmasını vurguyla bitirdi. “Karargah Takım
Komutanlığına Üsteğmen Bayram’ın atandığını bildiririm. Arz ederim.” O
sırada Bayram irkildi ve gülümsedi. Tabur Komutanının ve Tuğgeneralin
tebriklerini kabul ettikten sonra silah arkadaşları ile tokalaştı. Daha gencecik
otuzlu yaşlarına basmamıştı. Komutanından müsaade isteyerek askerlere döndü
ve “Artık birlikteyiz arkadaşlar. Bir aile, arkadaş, dost olacağız sizlerle. Bir abi
kardeş olacağız.” dedi. Askerler alkışlayarak yeni komutanlarını tebrik etti.
Öğleden sonra odasının koltuğuna oturduğunda kendine güldü. İçi içine
sığmıyordu. Yıllar geçtikçe, çalıştıkça rütbesi yükselecek ve bir gün Orgeneral
olacaktı. Şimdiden kendini bir Orgeneral olarak hayal edebiliyordu.
Hemen Takım Astsubayı’nı çağırarak yapılmış işleri incelemeye başladı.
Neler yapıldı, neler yapılacak ve başka neler yapılabilir. Kendince defterine
notlar aldı. Birkaç saat sonra rastgele dört asker çağırdı. Takım konusunda
bilgi aldı. İsteklerini ve sıkıntılarını sordu. Çözüm önerilerini ve düşüncelerini
dinledi. Daha sonra notlarına eklemeler yaparak durum değerlendirmesi yaptı.
Yapılacak ilk iş bir kütüphane oluşturmak ve askerlerin el becerilerini
geliştirmek olmalıydı. Okuma kültürünün zayıf olduğu bu ülkede bunu
kazandırmalıydı. Hemen emir verdi ve en yeni kitapların olduğu bir kütüphane
oluşturuldu.
Akşam mesaisinden sonra bir saat daha kalıyor ve askerlerle sohbet
ediyordu. Güncel konulardan konuşuyor ve haberlerden geri kalmamalarını
sağlıyordu. Bu arada askerlerde birisiyle konuşmayı, tartışmayı öğreniyor
bunun yanında genel kültür sahibi oluyorlardı. Bazen de el becerileri üzerine
çalışmalar yapıyorlardı. Çok sık olmamakla birlikte bağlama eşliğinde türküler
söylüyorlardı.
Aradan yıllar geçtikçe rütbesi ve görevi değişiyordu. Takım
komutanlığından, bölüm komutanlığına geçmiş, çalışmalarını genişleterek bu
bölükte de uygulamıştı. İdealistliği ve başarıları ile göz dolduruyordu.
Üstlerinden ve amirlerinden her zaman taktire şayan sözler duyuyordu.
Yüzbaşı rütbesinden binbaşı rütbesine geçtiğinde Harekat ve Eğitim
Subaylığı’na atanmıştı. İşte en çok istediğim görev diye düşündü. Bütün taburun
eğitimini hazırlayacak ve askerlere yararlı olacak bir çok projeyi eğitimin içine
koyabilecekti.
Etrafındaki bütün rütbeler idealistliğinden rahatsız oluyor ve “yine bize iş
çıkarıyorsun” gibi sözler söylüyordu. Hatta bir gün bir subayın “Komutanım
çok idealistsiniz.” dediğinde “İlk teğmen olduğumda sen çok idealistsin ama
zamanla geçer dediler. Yıllar geçti idealistliğim geçmedi.” şeklinde cevap
vererek bozmuştu. Hatta bununla kalmayıp Atatürk zamanında her rütbenin
okuması emredilen “Beyaz zambaklar ülkesinde” adlı kitabı ona hediye etmiş
“Belki sizde idealist olursunuz” diye aralarındaki mesafeyi açmıştı.
Artık Yarbay’lığa yükselmiş ve taburun yönetimini ele almıştı. Bu arada
doğu hizmetine gitmiş doğudaki askerlikle, batıdaki askerliği kıyaslama fırsatı
bulmuştu. Her ne kadar doğuda görevde olsa da ideallerinden vazgeçmemiş, her
fırsatta katkıda bulunmak için elinden geleni yapmıştı.
Doğudaki silah arkadaşlarının morallerini yüksek tutmak için
çalışmalarda bulunmuş, her zaman bir sonrakine, ileriye yönelmişti. Hedeflerini
ve amaçlarını yüksek tutarak başarıdan başarıya koşmaktaydı. Doğru üstlendiği
ve başardığı en büyük görev ise bulunduğu yerdeki insanların askerliğe ve
ülkeye karşı olan görüşlerini değiştirmek olmuştu.
En son katıldığı bir operasyondan döndükten sonra telefonlar Tümgeneral
yanına çağırmış, konuşmak istediğini belirtmişti. Birden tedirgin olan Bayram
“Emredersiniz komutanım.” diyerek telefonu kapatmış ve aracıyla birlikte yola
çıkmıştı.
Yolda tek düşündüğü ise bu huysuzlukları ile meşhur Tümgeneralin
kendisi ile ne konuşacağıydı. Acaba hangi konuda onu uyaracak veya
uyarmayla kalmayıp onu azarlayacaktı? Yoksa sürgün mü yiyecekti? Kendi
içinden “Yılma, sen idealistsin” dedi ve gülümsedi.
BÖLÜM – 6
Zilan’ı omzuna atan adam hızlı ve koşar adımlarla arabaya doğru
yöneldi. Kaçırma planı günler öncesinden tasarlanmış olacak ki görevli herkes
yerindeydi ve zamana riayet ederek hareket ediliyordu. İtina ile hazırlanmış bir
planın suya düşmesi için bir neden görünmüyordu.
Gözleri sarılmış ve ağzına bir bant yapıştırılmış Zilan, kendine geldiğinde
zorlukla nefes alabiliyordu. Elleri arkasından bağlanmış ve yanında oturan
adamların kaslarını daha çok hissediyordu. Arabada olduğu için çığlık atmaya
çalışması sadece işleri zorlaştırıyordu.
Araba yavaş bir hızla kötü yollarda ilerliyordu. Yaklaşık 10 dakika
geçmemişti ki ayıldı ve hemen başka bir araca bindirildi. Bu araç büyük
ihtimalle bir arazi aracıydı. Çok kötü ve engebeli yollardan büyük gürültüyle
çalışan motoruna gaz vererek yaklaşık 20 dakika daha gittiler. En sonunda varış
noktasına ulaşmışlardı. Hiç öğrenmek istemediği Kürtçe konuşan adamların ne
dediğine hiçbir anlam veremiyordu.
Gayet kaba ve sasıcı bir şekilde ite kak bir yere doğru götürmeye
başladılar. Ayaklarının altındaki taş parçacıkları çıplak ayaklarının
yaralanmasına yol açıyordu. Uzunca bir süre yürüdükten sonra bir yere
girdiler. Sesi kalın ve otoriter olan birisi ile konuştular. Konuşmalardan
anladığı kadarıyla kaçırma olayını sormuş ve sorunsuz olduğu talimatların
yerine getirildiği konusunda brifing almıştı.
Birisinin koluna dokunmasıyla irkilen Zilan eterin etkisinden
kurtulamamıştı hala. Uzun zamandır baygın olmak onu sersemletmişti.
Yanındaki adam sert bir sesle konuşmaya başladı. “Az sonra gözlerini ve ağzını
açacağım. Sadece yemeğini ye. Kaçmaya ve yardım istemeye çalışma. Zaten
burada kimse seni duyamaz.” Kelimelerin arkasında eklenen kötü adam gülüşü
Zilan’ı iyice tedirgin etmeye yetmişti.
Etrafına baktığında bir dağdaki mağaranın içinde olduğunu anlamıştı.
Köylerine sürekli gelen ve babası ile konuşup giden adamlara benziyorlardı.
Fakat ne için kaçırıldığını ve ne için buraya getirildiğine dair bir fikri yoktu.
Yanındaki insanların Kürtçe konuşması ve Zilan’ın konuşma çabalarına karşılık
vermemeleri onu daha çok karamsarlığa itiyordu.
Sadece yemek yiyerek ve tuvalete giderek üç gün geçirdi. Etrafında
onlarca insanın sesini duyuyor fakat sadece kendine yemek getiren ve karşısında
nöbet tutan adamı görebiliyordu. Özellikle yemek yediği yerin yanına iki adamın
karşısında tuvaletini yapmak çok sıkıntı oluyordu Zilan için.
Üzerindeki elbiselerin kirlenmiş, yırtılmış bir haldeyken yine de çok çekici
göründüğünü diliyordu. Özellikle de tuvaletini yaparken nöbet tutan adamın
Zilan’a bakarak mastürbasyon yapması bunu gösteriyordu. Şimdi Zilan’ın tek
düşündüğü ne zaman geri dönecekti bu pis ve zalim yerden.
İki gün daha geçti. Öğleden sonra tıraşlı, uzun boylu, kısa saçlı, yakışıklı
sayılabilecek birisi elinde telefonla içeriye girdi. Nöbet tutan adamın telaşlanıp
ayağa kalkmasından önemli birisi olduğu anlaşılıyordu. Telefon konuşurken bir
yandan da Zilan’a bakması onun hakkında bir şeyle konuştuğunu gösteriyordu.
Kişi zaman zaman gülüyor, kimi zaman kızgın ve öfkeli bir şekilde bağırıyordu.
Konuşmalar bittikten sonra nöbet tutan adama dönüp yine Zilan’ın
anlayamadığı bir şeyler söyledi. Nöbetçi Zilan’a bakıp gülümsedikten sonra
tekrar adama döndü. Adam bir şeyler anlattıktan sonra nöbetçi adama
“Anlaşıldı” diyerek çıktı. Zilan o an her şeyin planlı olduğunu ve kendisinin
anlamaması için Kürtçe konuşulduğunu anladı.
Nöbetçi adam dışarıya çıkar çıkmaz içerideki adam Zilan’a doğru
yürümeye başladı. Yüz ifadesinden pek dostça olmadığı anlaşılıyordu. Zilan
korku ve endişeyle geriye doğru kaçmak isterken adam birden üzerine atıldı ve
kollarından tutup yere yatırdı. Kendi de üzerine yatarak kasıklarını Zilan’ın
kasıklarına bastırdı.
Burun buruna yerde yatarken Zilan artık çığlık atmanın zamanı geldiğini
düşünerek “İmdat, yardım edin” diye bağırmaya başladı. Adam gülümsedi.
“Burada kimse seni duyamaz güzelim.” diyerek boynundan, dudaklarından ve
kulaklarından öpmeye başladı. Bir yandan da kasıklarını ritmik bir şekilde
Zilan’ın kasıklarına bastırıyordu.
Adam ani bir hamle ile Zilan’ın üzerindeki yarı parçalanmış bluzu
yırtınca dolgun göğüsleri dışarı fırladı. Adam birazda bunları öptükten sonra
Zilan’ın üzerindeki bütün elbiseyi yırttı. Zilan çırılçıplak adamın karşısında
yatıyordu. Adam da hemen soyunarak Zilan’a defalarca tecavüz etti.
Zilan hiçbir karşılık vermeden sadece göz yaşlarını dökerek buna boyun
eğmek zorunda kaldı. Bu güzellik ve çekiciliğin böyle bir yerde böyle bir sona
ulaşması olmaması gereken bir şeydi. Zilan’ın gözlerindeki umutsuzluğa kin,
öfke, acı ve intikam eklendi. Bekaretini vermiş ve adam Zilan’a defalarca
tecavüz etmişti. Belki beş, belki de altı kez. Aslında Zilan’a göre bu süre sonsuza
yakın bir süreydi.
BÖLÜM – 7
“Bu sokak senin mıntıkan artık” dedi Ahmet Halil’e. Halil, sadece
kafasını sallamakla yetindi. “Bu ilk günde fazla para kazanmanı beklemiyoruz
ama işi bugün öğrenmiş olman gerek.” dedi Ahmet. Halil tedirgin ve korkak bir
ifadeyle “Ya bana para vermezlerse?” diye sordu. Ahmet gayet rahat ve alışmış
bir ifadeyle omuzlarını yukarıya çekip ellerini ikiye açarak “Öyle bir şansları
yok ki.” dedi.
Ahmet’in ayrılması ile Halil mıntıkasında tek başına kalmıştı. Kırmızı
ışıkta duran arabalara bir şeyler satmaya çalışıyor, camlarını temizliyor ve
karşılığında para istiyordu. Zor bir iş olmasa diye düşündü. Sonuçta
arkadaşlarının aldığı parayı düşündüğünde gayet iyi gelirli bir iş sayılırdı. “Bu
yaşta günlük 100 lira oldukça iyi” dedi. Geleceği için iyi bir başlangıç
olabilirdi.
Trafik ışıklarının yanına geçti ve kırmızı ışığın yanmasını bekledi.
Yaklaşık 1 dakika sonra kırmızı ışık tekrar yandı ve arabalar birikmeye başladı.
“Haydi bakalım” diyerek tekrar işe başladı. “Bu işte en önemli şey ısrarcı
olmak “ diye geçirdi içinden. Israrcı ol. Hemen ilk arabanın yanına giderek su
ve selpak markalı mendilleri uzatmaya başladı. Bir yandan da oldukça acıklı bir
şekilde “Abi ekmek parası için alır mısın?” diye soruyordu.
Sarı ışık ve ardından yeşil yandığında arabalar ilerlemeye başladı. Şimdi
sadece hızlı geçen arabalar görüyordu. Elini cebine attı. Bozuk paralar
şıngırdayarak eline geldi. Hepsini kavrayıp çıkardı. 1,5 lira. İlk kazanç bu
kadardı. Hemen aklından bir oran kurdu. 100 kez kırmızı ışık yanarsa 150 lira
kazanabilirdi. Gülümsedi ve trafik lambasının yanında bir sonraki kırmızı ışığı
beklemeye başladı.
Birkaç kırmızı ışık daha yandı ve hepsi de beklediği gibiydi. İşine alışmış
ve artık ustaca duygu sömürüsü yapar olmuştu. Kendine bir hikaye bile
oluşturmuş detaylı soru soran kişilere bu uydurma hikayeyi anlatıyordu. Artık
hikayeyi bile benimsemişti.
Saat 11:30’a yaklaşırken cebinde yaklaşık 50 lira birikmişti ve bu Halil’i
mutlu etmeye yetiyordu. Tekrar kırmızı ışık yandı ve Halil koşarak arabaların
yanına geldi. Son model lüks bir arabanın içinde genç bir adamla bir bayan
oturuyordu ve bu Halil’in sevdiği yağlı müşterilerden bir tanesiydi. Sırf
yanındaki bayan rahatsız olmasın diye paraları vererek gitmesini sağlayacaktı.
İkisi de mutlu bir şekilde ayrılacaklardı sonra.
Yağlı müşterisinin yanına yanaşıp mendil ve uzattı. “Alır mısın abi?”
dedi. Adam hiç yüzünü bile çevirmeden “Hayır” dedi. Fakat Ahmet’in de dediği
gibi içinden “Israrcı ol, direnci kırılacaktır.” dedi ve tekrar “Bir tane al abi,
ekmek parası için.” dedi. Adam yüzüne sinirli sinirli baktıktan sonra “Hayır”
diyerek camı kapattı. Artık bir şey satamazdı. Şimdi sıra cam yıkamaya gelmişti.
Hemen elindeki köpüklü suyu ön cama boşaltıp çekmeye başlamıştı ki
adam içeriden bağırmaya başladı. “Çekil çocuk oradan. Bela mısın?” dedi.
Halil ısrarcılığında kararlıydı ve tekrar köpüklü suyu boşaltarak çekmeye
başladı. Adam sinirle arabasının kapısını açtı ve bir hışımla Halil’e doğru
atıldı.
Halil’in yakasına yapıştığı gibi suratına tokatı indirdi. Halil ne olduğunu
bile anlamadan “Aman abi?” dedi. Hemen arkasından ikinci tokat gözüne
doğru geldi ve Halil dengesini kaybedip yere serildi. Hemen toparlanarak
kaçmaya başladı ve adam arkasından küfürler savurduğunu duydu.
O sırada kırmızı ışık, yeşil ışığa dönmüş arabalar ilerlemeye başlamıştı.
Halil bir yandan adamdan kaçıyor, bir yandan da arabaların altında kalmamak
için çaba harcıyordu. Araçlar ilerledikçe hızları da artıyor ve kaçmak
zorlaşıyordu.
Arkadan gelen siyah Citroen Marka C4 hızla Halil’e çarparak Halil’i
altına aldı. Büyük bir çarpmayla yere yığılan Halil en son etrafına toplanan
kalabalığı gördü. Gözlerini kapattıktan sonra ise birkaç dakika boyunca
etrafından gelen bağrışmaları duyabiliyordu.
Halil’e çarpan araç hemen hızlanarak ortadan kayboldu. Şok içinde olan
şoförün bunu bilinçsizce yaptığı dışarıdan belli oluyordu. Halil’i tartaklayan
adam da aynı şekilde hızla arabasına binerek ortadan kayboldu. Etrafında
olayın görgü tanığı birkaç kişi dışında kimse yoktu. Bir de meraklı ve endişeli
görünen birkaç yaya.
Halil bayılır bayılmaz Ahmet koşarak yanına geldi. Hemen üzerine eğilip
uyandırmaya çalıştı fakat Halil tepki vermedi. Görgü tanıklarından birisi hemen
112 acil yardımı arayarak ambulans istedi. Polis ise ambulans ile birlikte
gelecekti.
Ambulans acı sireni ile birlikte kalabalığı yarıp Halil’in yanına geldi. İlk
tetkikleri yaptıktan sonra hemen sedye ile kaldırıp hastaneye doğru ilerlemeye
başladı.
BÖLÜM – 8
Bilgisayardaki bilgileri görünce Mustafa gülümsedi, hatta kahkaha attı.
TC Kimlik Numarası adı, soyadı, baba adı ve askerliğini yapacağı birlik
yazılıydı ekranda. Boğaz Doğusu Askeri İnzibat Tabur Komutanlığı yazılıydı
birliğinde. Yer olarak da Selimiye/İSTANBUL belirtilmişti.
Babası Mustafa’ya dönerek “Şanslı oğlum benim” dedi. Gerçekten de
şanslıydı. Tekirdağ ile İstanbul yaklaşık 200 km idi. Belki de her izninde evine
gelebilir ailesini görebilirdi. Hatta ailesi bile gelebilirdi. “Rahat bir askerlik
olacak” diye geçirdi içinden.
Ayın 12’sinde saat 17’ye kadar teslim olması gerekiyordu. Hemen
internete girip nerede askerlik yapacağını görmek istedi. Resimlerden arama
yapınca büyük kere şeklinde tarihi bir bina gördü. Hemen boğazın yan tarafında
büyük bir helikopter pisti ve birkaç bina vardı. Acaba gerçekten de burası mı
diye düşündü. Çünkü burası aynı zamanda 1. Ordu Komutanlığının Karargah
binası olarak da kullanılıyordu.
O gün öğleye doğru valizini kontrol ederek eksiklerini tamamladı. Belki
havacı olurum umuduyla almadığı iç çamaşırlarını aldı. Artık karacıydı ve iç
çamaşırlarını yeşil renk alması gerekiyordu. Atlet ve çoraplar derken çantası
iyice kabarmış aynı zamanda eksikte kalmamıştı.
Akşama kadar arayan arkadaşlarından edindiği bilgilere göre belki de en
iyi yer ona gelmişti. Kimisi Denizli’ye, kimisi Ankara’ya, kimisi Mardin’e kimisi
de kendisi gibi İstanbul’a düşmüştü.
Kendisi gibi kısa dönem askerlik yapan kişileri arayarak bilgi almak
istedi. Gitmesi gereken malzeme veya yapılması gereken bir şey var mı diye
öğrendi. Tek söylenen vatka alması gerektiği oldu. Askeri botlar ayağını
burabilir diye yumuşak bir şeyler bulundurması iyi olurdu.
12 Ağustos günü ailesiyle birlikte özel arabalarıyla yola çıktılar. Her biri
ne kadar mutlu olsa da annesi ve sevgilisi kendini tedirgin ve hüzünlü
hissediyordu. Öğleye doğru İstanbul’a gidip biraz dolaştıktan sonra yemek
yemek için bir restorana oturdular. Mustafa’nın aklında sadece askerlik vardı.
Her ne kadar diğerleri konuyu değiştirmek istese de Mustafa konuyu hep
askerliğe getiriyor ve aklındakileri paylaşıyordu.
Masada büyük bir hüzün vardı. Mustafa her ne kadar neşeli olsa da
annesi ve sevgilisi bir o kadar durgundu. Zaten Mustafa’nın neşeli olması
gerekiyordu ki. Teslim olduktan sonra annesinin daha çok üzülmemesi
gerekiyordu.
“158 gün nedir ki anne hemencecik geçer.” dedi. Aslında kendiside
biliyordu hemen geçmeyeceğini fakat kendi kendine bir tereddüt içindeydi.
“Gerçekten de hızlı geçer mi?” dedi annesi. Mustafa annesine moral veriyor
daha fazla üzülmesini istemiyordu. zaten rahat bir askerlik olacak gibi
görünüyordu. Gerçi rahat olmasa bile telefonda konuşurken rahat demek
zorundaydı.
Saatler atlı kovalarcasına ilerliyordu. Sabah 8’den bu yana 7 saat geçmiş
ve saat öğleden sonra 3 olmuştu. “Evet son iki saat “ dedi kendi kendine. “Ve
sonra bütün özgürlüğüm elimden alınacak. Arabayla birliğine doğru yola
çıktılar. Birliğe geldiklerinde saat 4 olmuştu. Şimdiye kadar ki hayatı gözünün
önünden geçiyordu. Sanki idama giden bir mahkum gibi diye düşündü. Bir
yandan mahkum gibi bir hissederken bir yandan da bunu kendi içinde
reddediyor ve askerliği kabullenip güzel günler geçireceğini hayal etmeye
çalışıyordu.
Birliğin önündeki nizamiye girişinde yaklaşık 45 dakika beklediler.
Sırasıyla bir annesine sarılıyor, bir sevgilisine sarılıyordu. “Paylaşılamamak
güzelmiş” dedi ve herkesi güldürdü Mustafa. Yine Mustafa hep askerlikten
konuşuyor ve “Geçer ya” diyerek herkesi teselli ediyordu. Aslında tek teselli
ettiği kişi kendisiydi.
Derken bir asker dışarıya doğru seslendi. “Yığılma olmaması için
beklemeden giriş yapalım lütfen.” Zaman dolmuş, gong sesi duyulmuştu. “İşte
ayrılık zamanı” dedi Mustafa. Hafifçe gülümsedi. Tek tek sarılmak ve hepsine
birden ufak mesajlar vermek istiyordu. Bir gece önce uyuyamamış ve bu anı
düşünmüştü hep.
Önce babasına sarıldı. Babası gururla oğlunu kolları arasına aldı.
“Vatan sana emanet. Sen askerliğini yap ki biz rahat uyuyalım.” dedi. Önce
Mustafa “Emredersiniz komutanım” diyerek herkesi güldürdü sonra usulca
“Anneme dikkat et fazla üzülmesin” diye fısıldadı babasına. Sonra sıra annesine
geldi. Annesi sarıldığında hemen kendini koyuverdi ve ağlamaya başladı. “Güle
güle oğlum” diyebildi sadece. Sıkı sıkıya sarıldı, ağlamaktan ve ayrılmaktan
korkuyordu. “Üzülme anne bir bakmışsın bu da geçmiş.” dedi. Annesiyle sıkı
sıkı sarıldılar. Sıra sevgilisine geldi. Sevgilisi Hülya ise zaten ağlamaya
başlamıştı. “Sen de mi Brütüs?” diyerek espri yapmaya çalışsa da Hülya hemen
boynuna sarılarak hıçkıra hıçkıra ağladı. “Kendine iyi bak beni düşünme. Su
akar yolunu bulur.” dedi ve ondan da ayrıldı.
Arkasını dönüp birliğin kapısına baktı. “Askerliğim başlasın” diyerek
koşar adımlarla birliğindeki nizamiyeye yöneldi. “Bu adımlarım gibi zaman da
hızlı hızlı aksın” dedi.
BÖLÜM – 9
İstanbul’da tanıdığı birisi olmadığı için önce kendine ucuz bir pansiyon
ayarladı. “İsminiz bayım?” dedi resepsiyondaki sakin ve yaşlı amca. “Orkun”
diye cevapladı. Etrafına göz gezdirdiğinde buranın sakinlerinin aslında sürekli
kalan insanlar olduğu anlaşılıyordu. Birkaç yaşlı adam oturmuş televizyondaki
evlendirme programlarına bakıyordu. Orkun dayanamayıp güldü.
Odasına çıktığında cebindeki kağıdı çıkardı. Yapabileceği sektörler ve
işlerin yazılı olduğu listeyi gözden geçirdi. En kısa zamanda bir iş bulmalıydı
kendine . Giyecek çok fazla bir kıyafeti olmadığı gibi kendini idare edecek fazla
bir parası da yoktu. Cebinden paralarını çıkarıp saydı. “En fazla 7 gün” dedi.
“Daha fazla dayanmaz”
Hemen odasında çıkıp resepsiyona gitti. Pansiyonun adresini ve telefon
numarasını aldı. Ayrıca kendinden de bahsetmeyi ihmal etmedi. İş aradığını ve
yönlendirebileceği birisi olup olmadığını sordu. Birkaç iş tavsiyesi alsa da
bunlar aradığı tipten işler değildi.
Pansiyonun bulunduğu sokağa çıktı ve bir keşif turu attıktan sonra
sokaklarda iş ilanı aramaya başladı. Birden aklına bir soru takıldı. “İş
başvurusunda bulunduğum insanlar bana nasıl ulaşacaklar? Pansiyondan mı?”
En kısa zamanda bir cep telefonu almalıyım.” dedi. Bir telefoncuya girerek en
ucuz telefonu ve bir mobil hat aldı. Numarasını da kaydederek çıktı. Artık iş
aramak için her şey tamam görünüyordu.
Amele, yamak, garson vasıfsız eleman… “Başka yok mu?” dedi kendi
kendine. Bunlar güzel işler olabilirdi fakat ilerlemesi olmayan işlerdi. Halbuki o
biraz da masa başı bir iş arıyordu. Zaman ilerliyor ve günü iş başvurusu
yapmadan kapatmak istemiyordu.
Önce bir komi olarak lokantaya başvurdu. Şartlar ve ücret iyiydi fakat
masa başı olmadığı için “ Bu ücret benim açımdan uygun değil” diyerek ikinci
bir iş başvurusunu bir mağazaya yaptı. İçini sıkan bir durum dolayısıyla bilerek
bu anlaşmayı da zorlaştırdı ve iptal etti.
Sıkıntı ve moral bozuklu ile sokaklarda avare avare dolaşmaya başladı.
Artık iş aramıyor, sadece etrafına bakıyordu. Karnı acıkmış, dolaşmaktan
yorulmuştu. Bir alış veriş merkezinin yanında durdu. Banklara oturarak
soluklanmak istedi. Daha şimdiden umutsuzluğa kapılmıştı bile. O sırada yoldan
geçen simitçiyi gördü ve yanına çağırdı. İki adet simit alarak parasını ödedi. İş
bulana kadar karnını böyle doyurmalıydı.
Simitleri yedikten sonra ayaklarını uzattı ve gökyüzüne doğru başını
kaldırdı. Ellerini ensesine birleştirerek derin bir nefes aldı. Kuşlar geçiyor,
bazen de bir uçak görüyordu. Büyük ve yüksek binaların arasında sadece bir
tane ağacın olması ne garip diye düşündü. Ağacın üzerindeki levhada ise Radyo
Doğa yazıyordu. “İsminden dolayı bir ağaç dikilmiş sanırım.” dedi sessizce.
Daha sonra gözlerini bilinçsizce radyonun yerini aramaya bıraktı. Ağacın
arkasındaki binanın 3. katında logosunu gördü. Logonun tam yanında da bir
ilan. “Bizimle çalışmak ister misiniz?”
Hemen hızlı adımlarla radyonun bulunduğu binaya yöneldi. 3. kata
asansörle çıktı ve kapının önünde durdu. Bir home Office tarzını andırıyordu.
“Sanırım yerel bir radyo” dedi içinden. Kapıyı çaldı içeriye girdi. Belki de bu
düşündüğü hayal ettiği tarzda bir iş olacaktı.
Ortalıkta dolaşan birkaç kişi vardı. “İlan için gelmiştim” dedi. İçlerinden
bir bayan “Beni takip edin” diyerek bir odaya doğru ilerledi. Kapıyı çaldı ve
hemen içeriye girdi. Demek ki içerideki kişi önemli ve cana yakın birisiydi.
Yoksa “Gel” sesini duymadan girmemeliydi. Demek ki kapısı herkese açıktı.
İçeride hafif yaşı ilerlemiş, saçları dökülmüş, normal kiloların üzerinde
bir adam oturuyordu. Bilgisayarındaki işi bırakarak kapıya döndü ve “Buyrun”
dedi. Orkun’un yanındaki bayan “İş ilanı için gelmiş müdürüm” dedi ve odadan
ayrıldı. Müdür hemen masadan kalkarak Orkun’un elini sıktı ve oturması için
yer gösterdi. Cana yakın olduğu belliydi.
Orkun şartları dinledikten sonra parayı konuştu. Çok makul bir ücret
olmasa da tatmin edici sayılırdı. Tabi bu sektörde iş tecrübesi olmadığı için
müdür biraz tereddütlüydü. Orkun ise bu işi çok istediğini ve hayallerini anlattı.
Bu kadar samimi ve içten olmayı o da beklemiyordu.
Yaklaşık 2 saat kadar muhabbet ettikten sonra müdür “Biz sizi ararız”
diyerek Orkun’u uğurladı. İşte o an Orkun yine umutsuzluğa kapılmış ve canı
sıkılmıştı. Bu işi kaçırabilirdi ve bunun için çok üzüleceği kesindi. Müdürün
bahanesi ise diğer ortağı ile görüşmek olmuştu. Yolda yürürken Orkun kendi
kendine “Biz sizi ararız” dedi ve güldü. Ne kadar basit ve küçük düşürücü diye
düşündü.
“Artık bu kadar yeter” dedi ve pansiyona doğru yol almaya başladı.
Yaklaşık 1 saat yürümesi gerekiyordu. Pansiyonun bulunduğu sokağa girmişti ki
cebindeki cep telefonu titremeye başladı. Hiç tanımadığı bir numara tarafından
aranıyordu. Hemen cevapladı. “Alo?”
BÖLÜM – 10
Yarbay Bayram kapıyı çaldı. İçeriden sert ve sinirli bir ses “Gel” diye
seslendi. Bayram kapıyı açtı yüksek bir sesle Yarbay Bayram dedi ve topuk
selamı vererek içeriye girdi. Tuğgeneral gözlerini ayırmadan Bayram’a
bakıyordu. Generalin masasının üç adım ilerlisinde durdu ve “Beni
emretmişsiniz komutanım” dedi.
Tuğgeneral gülümsedi “Hoş geldin Bayram” dedi. “Otur lütfen.” Bayram
şaşkın bir halde gösterilen koltuğa oturdu. “Konunun ne olduğunu merak
ediyorsun değil mi?” diye sordu general. Bayram başı ile onayladı. General
masasından doğruldu ve çok gizli bir bilgi verecekmiş gibi Bayram’ın kulağına
eğildi. “Yozgat’taki alayı biliyor musun?” dedi. “Evet” dedi Bayram sert bir
şekilde. “30 Ağustos günü albaylığa yükseleceksin ve o alayın başına
geçeceksin.” dedi general.
Bayram şaşkınlığını üzerinden atamazken ikinci bir şok dalgası ile
sarsıldı. Bahsettiği alay bir tugayın dağıtılması ile oluşmuştu ve askerliğin
disiplinsizliği önlenemez olmuştu komutanlar çözüm bulamaz olmuştu. “Ama”
dedi Bayram. Kelimelerini itina ile seçerek. Bilmeden saygısızlık etmekten
çekiniyordu. “Orası sürgün yeri ben başarılı olabileceğim bir yer bekliyordum
açıkçası.” dedi.
General büyük bir kahkaha attıktan sonra “İşte” dedi. “Generalliğe geçiş
için atlaman gereken basamak bu. Eğer başarılı olursan ki ben buna inanıyorum
o zaman benim koltuğuma geçebilirsin. Sana güveniyorum Bayram. Oradaki
disiplini sağla.” dedi. “Emredesiniz komutanım” diyerek odadan ayrıldı.
Kafasındaki yüzlerce soru işareti ile birlikte.
30 Ağustos yaklaşık 20 gün sonraydı ve 30 Ağustos’ta Yozgat’ta alayda
olmalıydı. Devir teslim töreni olacaktı. Ailesini de alarak Yozgat’a yola çıkmalı
lojmanlarda yer ayarlamalı ve çevreyi tanımalıydı. Gerçi en büyük sorun
alaydaki disiplinsizliği tekrar sağlamak olacaktı.
Konuyu eşine ve kızına açtığında ikisi de mutlu görünmeye çalışsa da
Yozgat’ta yaşamak canlarını sıkmıştı. Yine de ailesini kollarına alarak onları
teselli edecek hayaller kurmayı başarabildi. Eşi hemen kolileri ve bavulları
hazırlamaya eşyaları toplamaya başladı. 8. sınıf öğrencisi kızı ise yeni
arkadaşlar ile tanışmanın heyecanı içindeydi.
30 Ağustos günü alayda devir teslim töreni oldu. Törenden sonra alayı
kontrole çıkan Albay Bayram tahminlerinden bile kötü bir ortamla karşılaştı.
Askerler bakımsız ve saygısızdı. Eğitimleri kötü ve hantallardı. Ortak yaşam
alanları sağlıksız ve bakımsızdı. Er gazinoları, banyoları, tuvaletler, mutfaklar,
yemekhane hepsi birbirinden kötüydü. Özellikle de araçlar ve teçhizatlar.
1 Eylül itibari ile bütün askerleri toplayarak bir konuşma yaptı.
Konuşmasında bir çok şeyin değişeceğini ve eskisi gibi olmayacağının
vurgusunu yaptı. Dediği gibi de oldu. Önce sağlıktan başladı ve hijyen isteyen
her yere hijyen getirdi. Daha sonra da askerlerin eğitimlerini ve spor
çalışmalarını denetleyerek düzenledi. Alayda arama yapıldığında ise cep
telefonu, elektronik aletler, esrar gibi yasak şeyler ele geçirildi.
Alayda köklü bir değişiklik başlamıştı. Denetimler artmış her şey yerinde
ve zamanında yapılır olmuştu. Alaydaki değişiklikler gözle görülür bir hale
gelmişti. Artık tek bir amacı vardı burayı örnek bir alay haline getirmek
istiyordu.
Askerin boş vakti kalmamış sürekli spor yapan, eğitim alan, el becerilerini
geliştiren hale gelmişti. Yemek yeme dersleri, görgü kuralları, düzgün konuşma
dersleri alıyorlardı. Alayda küfür yasaklanmış, komutanlar da dahil herkes
düzgün konuşuyor olmuştu.
Eğitim ve sporla sıkılan askerler için eğlenceler düzenleniyor, ünlülerin
çağrılıp moral bulmaları sağlanıyordu. Asla düzelmez artık gözüyle bakılan
alayda bir aile ortamı oluşturulmuştu. Saygı ve sevgi kat kat artıyordu.
Askerler televizyon kurbanı olmamış, türkü söyler, kitap okur, siyasi ve
ekonomik tartışmalara katılır olmuştu. Sinema salonu ile en son çıkan filmleri
takip ediyorlardı. Bir kültür sanat akımı oluşturulmuştu. Şiir yazan askerlerin
şiirleri toplanmış bir kitap haline getirilmişti.
Tüm bu aşamaların gerçekleşmesi tam 4 yıl sürdü ve bu süre sonunda
gerçektende değiştirmiş, askerliği sevilen bir duruma sokmuştu. Tıpkı Atatürk
zamanında olduğu gibi.
BÖLÜM – 11
Orkun’un kalbi o kadar çok hızlı çarpıyordu ki her an bayılabilirdi.
“Radyo Doğa’dan arıyorum.” dedi karşıdaki ses. Büyük ihtimal ilk karşısına
çıkan o kadın olmalıydı arayan. “Evet?” dedi Orkun. “Dinliyorum.” Bayan
gülümsedi. “Sanki ne için aradığımı bilmiyorsun” der gibiydi. “Müdürümüz
diğer ortaklarıyla görüşmüş en kısa zamanda işe başlayabilirsiniz.” dedi. Orkun
bir elini yumruk yaparak hafifçe eğildi ve ses çıkarmadan bağırdı. “Evet.” Aynı
zamanda da hoplamıştı.
Ertesi gün pansiyondan o kadar çok neşeli çıkmıştı ki resmen radyoya
koşar adımlarla ilerliyordu. Radyoya girdiğinde yine aynı bayan karşıladı. Çok
sıcak bir ortamda çalışacağı kesindi. Bütün arkadaşları güler yüzlüydü ve
yardımsever görünüyorlardı.
Bayan, Orkun’u Betül isminde bir Dj’in yanına götürdü. “Artık
birliktesiniz.” dedi. “Programlara birlikte devam edeceksiniz ve işi öğrendikten
sonra yeni bir programa başlayacaksınız” dedi. Betül her ne kadar diğer
arkadaşına göre soğuk davransa da Orkun daha sıcak olduğunu tahmin
edebiliyordu. Program gayet basit bir formattaydı. Güncel konular üzerinden
insanların hayatlarını anlatıyor, bazen de çözülmeyen cinayetlere kurban gitmiş
kişileri ve olayları inceliyordu.
Betül birkaç metin gösterdi. İncelemesini istedi. Hatta iki saat sonra
gireceği yayında anlatacağı metni uzattı. Metinde eskiden gazeteci olan ve
Ermeniler üzerine oldukça derin araştırmalar yapmış bir profesör anlatılıyordu.
Profesörün açıklamalarını Orkun’da hatırlıyordu. Günlerce tartışılmıştı. Metni
incelemeye başladığında hayretler içerisinde kaldı. Belki de çoğu insanın
bilmediği bir çok detaya değinilmişti. Orkun bu kadar detaya ulaşabilme
becerisine çok şaşırmıştı açıkçası.
“Yarının konusu belli mi?” diye sordu Betül’e. Betül;”Aslında belli
elimde bir taslak var fakat eğer istersen gelişinin şerefine kişiyi değiştirebiliriz.”
dedi. Orkun omuzlarını kaldırıp dudağını bükerek fark etmez şeklinde cevap
verdi. Betül, “O zaman taslağı ilerletelim sonrakini sen seç.” dedi.
Orkun taslağı okuyup cümleleri düzenledi. Aslında kişi hakkında çok fazla
bir şey bilmiyordu ama taslak güzel detaylandırılmıştı. En özel bilgilere kadar
inilmişti. Bir gazetecinin bu kadar detaya nasıl inebildiğini çok merak ediyor
fakat soramıyordu.
Ertesi gün Betül yayına girdi. Orkun taslağı düzenlemiş ve merak
uyandırıcı güzel bir metin haline getirmişti. Betül ara ara dinlenerek metni
okumaya başladı. Orkun bir yandan yayını dinlerken bir yandan da kendi
hazırladığı metni okumasının ne garip olduğunu düşünüyordu.
Yayından sonra Betül ile Orkun çay makinesinden çay alarak ilk birlikte
yaptıkları yayını kutladılar. Betül gülümseyerek Orkun’a “Haydi ünlü bir isim
söyle son zamanlarda aklında yer etmiş.” dedi. Orkun biraz düşündükten sonra
yurtiçi ve yurt dışında büyük yatırımlar yapmış fakat çapkınları ile başı beladan
kurtulmayan bir iş adamının ismini verdi. Son birkaç gündür gazeteler ve
televizyonlar onun çapkınlarından bahsediyordu.
“Tamam, çok güzel” dedi Betül ve Orkun için sorgulama zamanı başladı.
Orkun ise beklenen soruyu sordu. “Betül, sen bu kadar detayı nereden
buluyorsun? Ben nasıl ulaşabilirim bunlara?”dedi. Betül kahkahalarla güldü.
Bu soruyu beklediği belliydi. “Önce internet.” dedi. “Hatta sadece internet.”
dedi. “Sen taslak için bütün bilgileri oluştur. İnce detaylar için yarın sabah
birlikte çalışırız.” dedi.
Mesai bitiminden sonra radyodaki arkadaşları hep birlikte bir kahve
içmek, Orkun’la daha yakından tanışmak için Starbucks’a gittiler. Orkun’un
yıllarda özlemini duyduğu sevilme ve kabullenme hissi orada tatmin olma
başlamıştı. Önce Orkun hayatından bahsetti, daha sonra da diğerleri teker teker
kısa özetler geçtiler.
Orkun pansiyona döndüğünde gerçekten çok mutluydu ve mutluluğu
yüzünden okunuyordu. Resepsiyondaki ihtiyar bile bunun farkına varmış olacak
ki “Güzel günler, güzel anılardır.” demişti. Yatağına uzandı, gözlerini tavana
dikti. Hala gülümser bir halde geçmişini ve şu anı düşündü. Geleceğini hayal
etti.
Sabah işe giderken daha mutluydu. İş yerine vardığında artık burayı
benimsediğini fark etti. Betül’e taslağını gösterdiğinde ilk tepkisi “İnce detaylar
eksik” olmuştu. Daha sonra ekledi.” İlk çalışma için harika”. Şimdi ince
detayları ekleme zamanıydı. Bilgisayarı açtı ve Orkun’un yüzüne bakarak
gülümsedi. “İşte büyük ama küçük sırrımız.” dedi.
BÖLÜM – 12
Yaşıyordu. Hala yaşıyordu. Ağlamaktan şişmiş gözlerini açıp etrafa
baktığında midesi bulanıyordu. Büyük bir öğürtüyle oraya kustu. Kendinden,
kişiliğinden ve vücudundan nefret ediyordu. Bütün umutları, hayalleri yıkılmış,
bir paçavra gibi kenara atılmıştı. Oysa ne büyük umutları vardı. Köyün ağasının
kızı Zilan evlenecekti. Genç, güzel, alımlı, bakire… Halbuki bunların hepsi şimdi
gitmiş yerine bir ucube gelmişti.
Artık umudunu kesmiş bir şekilde sadece hayvani ihtiyaçlarını karşılayan
sadece yere boş boş bakan ve durmadan sallanan birisi haline gelmişti. Bir iki
gün boyunca üzerine kıyafet bile giymemişti. Daha sonra birisinin getirdiği ve
giydirdiği kıyafetleri taşır olmuştu. Hiç sormadı, hatırlamıyordu da kaç gün
geçtiğini. Belki de aylardır oradaydı.
Başında bekleyen korumaya bir başkası gelip kulağına fısıldadı. Hemen
yerinden kalkıp Zilan’ın koluna girdi ve sürüyerek boş bir odaya götürdü. Boş
ve karanlık bir odaya. Hiç güneşin ulaşamadığı bu oda sanki sesi de
geçirmiyordu. Hiç kimsenin sesi duyulmuyordu.
Bir iki günde böylece geçti. Artık Zilan perişan bir şekilde ölümü
bekliyordu. Günde üç öğün yemek getiriyor ve kendinden yemesi isteniyordu.
Eğer yemezse zorla yediriliyordu. Tuvaletini ise yine yattığı yere yapmak
zorunda bırakılmıştı. Bir gün boyunca yemek vermedikleri bile oluyordu bazen.
Aylardır buradaydı sanki. Vücudu iflas etmeye başlamıştı. Birden kapı
açıldı ve içeriye birisi girdi. İçeriye dolan güneş ışığı Zilan’ın gözlerini
kamaştırdığı için içeriye girenin kim olduğunu göremedi. Zaten bütün hafızası
silinmişti. Kim olduğunu bile bilmiyordu artık. İçeriye giren kişi belindeki
kemeri çıkartarak Zilan’ın üzerine yürüdü ve kemeri vücudunun her yerine
vurdu. Acımadan, hunharca…
Günlerce dayak yedi Zilan. Her dayaktan sonra yemeği geliyor ve
yemekten sonra tekrar dayak atılıyordu. Cezalandırılan vahşi bir hayvan gibi
içinde sıkıştırılmış bir yaratığı oynuyordu. Hem ölmesi, hem de ölmemesi için
uğraşılıyordu. Günler geçmiyor, saatler ve dakikalar ilerlemiyordu.
Haftalar boyu Zilan bu şekilde dayak yedi. Yemeğini yedikten sonra dayak
atılacağı aklına geliyor ve yediği yemeği de çıkarıyordu hemen. Gün ışığına ve
insanlara, düzgün yemeklere hasret kalmıştı. Çürümüş ve sinek toplamış
dışkılarının yanında kalmaktan kokuşmuştu. Konuşmayı bile unutmuştu artık.
Tek bildiği bağırmak ve ağlamaktı. Kim bilir kaç gündür tek bir kelime bile
konuşmamıştı. Belki de yıllardır.
Günler ilerledikçe gördüğü işkencenin şiddeti azalıyor, yemekler daha
güzel geliyordu. Üzerini değiştirmedi için biraz temiz kıyafet ve yıkanması için
su bile bırakılmıştı. Sona yaklaştığını biliyordu Zilan. İnfaz geliyordu. İnfaz
anında bakımlı görünmesi gerekiyordu.
Daha Zilan uykudan kalkmadan iri yarı bir kadın kapıyı açıp içeriye
girdi. Zilan’ı saçından yakaladığı gibi başka bir yere götürdü. Acı içinde
olmasına rağmen Zilan ağlamıyor, bağırmıyordu. Kadın Zilan’ın üzerindekileri
yırttı. Çırılçıplak kalmıştı yine. Tazyikli ve soğuk suyu açarak Zilan’a doğrulttu.
Zilan hemen olduğu yere çökerek cenin pozisyonu aldı. Kadın kocanın içindeki
deterjanlı suya fırçayı batırarak Zilan’a sürtmeye başladı. Dakikalarca.
Suyu kapattığında kadına baktı. İri yarı esmer, yüzü gözü kara bir peçe
içinde, şalvarlı bir kadındı. Kadın Zilan’a yaklaştı. Kolundan tutarak ayağa
kaldırdı ve üzerini giydirdi. Aynı kendisi gibi bir şalvar, siyah bir kazak ve bir
peçe ile giyindi. Kadının itip kakmasıyla bir odaya gitti ve üzerinden kapı tekrar
kilitlendi.
Odanın tavanındaki camdan güneş ışığı giriyordu. Odada bir yatak,
lavabo ve bir klozet bulunuyordu. Çeşmeyi açtığında temiz su aktığını gördü.
Battaniye yastık ve yatak temizdi. Odada masa ve bir ışık vardı. O sırada bir ses
gelmeye başladı. Bir bant yayınıydı sanki. Daha önceden kaydedildiği belli
oluyordu. “Kim olduğunu, nereden geldiğimi bilmiyorum. Amacım öldürmek ve
yok etmek. Acı duymam. Kimseyi sevmedim, sevgi nedir bilmem…” diyerek
uzayan bir bant kaydıydı.
Bu odada aylarca kaldı ve bant kaydı hiç susmadı. Uyurken, uyanıkken
yemek yerken, tuvaletini yaparken, yıkanırken… Hiç susmadı. Sürekli devam
etti. Artık işkence görmüyor, düzenli yemek yiyor, insanca davranılıyordu.
Zaman geçtikçe kendini kaybediyor, anılarını siliyordu.
Artık kaydı
ezberlemişti. Bazen çılgına dönüp etrafı yıksa, kaydı susturmak için bağırsa da
kimse onunla ilgilenmiyordu. Birisi hemen gelip ortalığı düzenleyip gidiyordu.
Kayıt ise hiç susmadan devam ediyordu.
Öğleden sonraydı. Güneş odanın tepesinden yenice ayrılmıştı. Zilan,
odanın köşesinde oturmuş kaydı dinliyordu. Kayıt tekrar baştan başlamış,
devam ediyordu. Birden kayıt sustu. Fakat Zilan’ın beyninde hala kayıt
konuşmaya devam ediyordu. “Tık” diye bir ses duyuldu. Arkasından ayak
sesleri… Sesleri dinledi. Seslerden iki kişi oldukları anlaşılıyordu. Sesler
giderek odaya yakınlaşmaya başladı. Kapının arkasında birbirlerine
fısıldadılar. Kapı açıldı ve esmer bir adam kapıda belirdi. Zilan’a bakıyordu.
BÖLÜM – 13
Yatakta uzanmış yatarken elini birisinin tuttuğunu hissetti. Sessiz bir
şekilde birisi ikinci kez sesleniyordu. “Haliiiillllll… “ Gözlerini aralamaya
çalıştı. Sanki gücü tükenmiş gibiydi. Daha güçlü bir şekilde tekrar denedi.
Kirpikleri hafifçe oynamıştı. Tekrar denedi ve gözlerini etrafını görebilecek
şekilde araladı. Yorgunluğu sanki hiç tükenmeyecekmiş gibiydi.
Etrafına baktığında hastanedeydi ve yanında Ahmet vardı. Ahmet’i
gördüğü için sevindi. Gülümsemeye çalıştı fakat olmadı. Ahmet “İyi misin?”
diye sorduğunda gözleriyle “Evet” diyebildi sadece. Biraz zaman geçtikten
sonra kendini toplamayı başarabilmişti. Artık etrafı görebiliyor ve
konuşabiliyordu.
Şimdi bile bunu hatırlarken Halil aynı yorgunluğu hissedebilmişti. “Ne
gündü ama?” dedi kendi kendine. O sırada odaya giren birisi ile irkildi.
Arkadaşı selam verip çıktıktan sonra önündeki gazetenin her yerine kendi ismini
yazdığını gördü. Koltuğun arkasına yaslandı. Geçmişini düşünmeye devam etti.
Dilenmeye aylarca devam etmişti fakat eline bir şey geçmemişti. Para
saklamak istediği zamanlarda da dövülüp daha çok çalıştırılıyordu. Günlük
kazancının az olduğu o gün ele başı tarafından dövüldükten sonra karar
vermişti Adıyaman’dan ayrılmaya. Bütün izleri arkasında bırakıp yeni bir
hayata yelken açmaya. Peki o zaman şu an bulunduğu konumda olacağını
bilseydi yine de ister miydi ayrılmayı?
“İstanbul’a ne cesaretle gelmişim?” dedi kendi kendine. O zamanlar
sadece 11 yaşındaydı ve bir kamyonla İstanbul’a gelmişti. İstanbul’a geleceği
gece arkadaşlarıyla, özellikle de Ahmet’le vedalaşmış ve gece yarısı orayı terk
etmişti. Doğruca kuru gıda haline gitti. Oradaki yaşlı bir amcaya “İstanbul’a
giden kamyon var mı?” dediğinde yaşlı amca konuşmadan bir kamyonet
göstermişti. Halil hemen kamyonete doğru yönelip etrafını keşfetti. Kasasına
atladı ve beklemeye başladı. Sabaha karşı kamyonetin kasasında uyuya kaldı.
Büyük bir sarsıntıyla uyandığında kamyonet yolda ilerliyordu. Kafasını
dışarıya çıkardığında yüzüne çarpan rüzgar ve hızdan dolayı midesi bulanmıştı.
Hemen içeri girdi. Düşünmeye başladı. İstanbul’da ne yapacaktı? Nasıl karnını
doyuracaktı? Hayatını kaderine ve zamana bırakmaktan başka çaresi yoktu.
Çuvalların üzerine yatarak beklemeye başladı.
Güneş tepede yükselirken kamyonet durdu. Halil şaşkınlık içinde uykuya
dalmış gözlerini açtı. Kafasını hafifçe dışarı çıkardı, ses yoktu. Otoyolun
kenarında bir lokantanın yanına park etmiş bir şekilde bekliyordu. Etrafta
binaların olmaması mola verdikleri anlamına geliyordu. Acaba inmelimiydi?
Karnı hafif acıkmıştı.
Vazgeçti. Yeniden geriye dönüp yattığı yere uzandı. Çuvallar her ne kadar
rahatsız etse de eskiyi düşündüğünde şimdi daha rahattı. Derken lokantanın dış
kapısının açıldığını duydu. Kalın bir erkek sesi “Görüşmek üzere” diyerek
kapıyı kapattı. Ayak sesleri. Kamyonete yaklaşıyordu. Kamyonetin kapısı
açıldığında Halil rahatlamıştı. Fark edilmeden yola devam edecekti.
Kapı birden kapandı ve ayak sesleri arkaya doğru gelmeye başladı.
Halil’in kalp atışları hızlanıyordu. Birden branda açıldı ve irkilen adam “Sen
kimsin çocuk” diye bağırdı. Farkında olmadan “Davetsiz misafir” diyiverdi.
“Ooo kaçak yolcu diyelim bir ona” dedi adam ve eliyle “Haydi gel” işareti
yaptı. Daha sonra bidondan biraz içme suyu doldurarak şoför mahalline geçti.
Halil’de yanına.
İstanbul’a doğru ilerlerken şoför Halil’i soru yağmuruna tutuyordu.
Nereli olduğunu, nereden geldiğini, neden İstanbul’a gittiğini, ailesi falan…
Halil bazılarına kaçamak cevap verse de şoför sormaya devam ediyordu.
“Evden mi kaçtın çocuk sen?” dediğinde ise Halil “Hayır” dedi. “O zaman
ailen nerde, neden onlarla birlikte değilsin? sorusuna “Benim ailem yok.”
demek zorunda kaldı. Hem de hiç istemeden.
Bir iki saat sonra şoför ıssız bir yerde aracı durdurmuştu ve Halil’in
vücuduna dokunmaya başlamıştı. Halil korkmuş, direnmiş ve çaresiz kalmıştı.
Şimdi ise o günleri hatırlamak bile istemiyordu. Sırf İstanbul’a gitmek için ve bu
ıssız yerde ölmemek için büyük bir acıya katlanmış ve şoföre istediğini vermişti.
“Her şeyin bir karşılığı vardır” dedi sessizce otururken ve tekrar
hayallere daldı. İstanbul’a geldiğinde hâlde aracı park ettikten sonra “Bu gece
burada uyuyabilirsin” deyip horlaya horlaya uyuyan şoföre 4 bıçak darbesi
indirmiş ve onu öldürmüştü. Ardından hemen kaçmıştı. Bütün anılarını silerek.
Zaten o güne dair hatırladığı tek şey şoktan kurtulduktan sonra çöpe atığı o
kanlı bıçaktı. Ne tecavüzü ne de öldürmeyi hatırlamak istiyordu. Beyni inkar
ederek bütün anıları silmişti.
BÖLÜM – 14
O yılın sonunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin çıkardığı bütün yayınlarda
Albay Bayram’ın ismi ve alayın durumu manşetler halinde verilmişti. Hatta
alayı bastığı şiir kitabı Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından çıkarılan
dergiye eklenmiş ve tüm Türkiye’ye örnek olması için gönderilmişti. Bir
basamağı daha başarıyla sonuçlandırmış ve artık Generalliği garantilemişti.
Bağlı olduğu Tugay, Tümen, Kolordu ve Ordu komutanları tarafından tek tek
ziyaret edilmiş ve tebrikleri kabul etmişti. Bayram ve ailesi bu başarının gururu
ile akşam yemeğinde toplanmış ve bunu kutlamışlardı. Daha teğmen olarak
atandıktan sonra başlayan idealleri ve çalışmaları damladan şelaleye dönüşmüş
gidiyordu.
Aradan bir haftaya yakın bir zaman geçmişti ki Genelkurmay başkanının
alayı ziyarete geleceğini öğrendi ve telaşa kapıldı. Bu çok nadir görülen bir
olaydı ve her şey dört dörtlük olmalıydı. Hazırlıklara başladı ve üç gün
sonrasına alayın hazır olması için her tabura ve birliğe emiler gönderdi.
14 Mayıs günü havalar daha yeni yeni ısınıyorken askerler helikopter
faaliyeti için telaşlanıyorlardı. İtfaiye aracı sağlık aracı ve güvenlik timi hazır
bekliyordu. Hava trafiği kontrol edilmiş güvenlik seviyesi artırılmıştı. Askerin
günlük eğitimlerine devam ettiği saatlerdi. Kışla amirinden, en düşük rütbedeki
askere kadar herkes tedirgin ve gergindi. Genelkurmay Başkanı ilk defa alayı
ziyaret edecekti.
Emirde belirtilen rotadan farklı bir rotayı takip edecek olan helikopter
Ankara’dan havalandı. Helikopter pisti askerler tarafından temizlendikten sonra
her şey hazırdı. Helikopter büyük bir gürültü ile pistteki yerini aldı. Fakat
görünen kişi beklenen kişi değildi. Beraberinde getirdiği güvenlik timi
helikopterden inerek alayın güvenliğine katıldı. Aradan geçen 5 dakika sonra
inen helikopterde ise emir subayı ve emir astsubayı vardı. En son ise kendisi
indi. Kendisini bekleyen araca Albay Bayram ile bindikten sonra kendisine eşlik
eden bir sinyal bozucu ve bir eskort ile alayın karargah binasına doğru hareket
ettiler.
Araçta oldukça tedirgin olan Bayram’ı yumuşatmak için Genelkurmay
Başkanı oldukça ter dökmüştü. Genelkurmay Başkanının bu kadar sevimli ve
babacan olduğunu şimdiye kadar hiç düşünmemişti Bayram. Birkaç dakika
sonra karargah binasına girerek odaya çekildiler. Bayram hemen alay
konusunda brifing vermeye başlamıştı bile.
“En yüksek binalara bile üstten bakarsan küçük görünürler. Bencil
olmadın” dedi. Genelkurmay Başkanı’nın geliş amacı ise onu Tugay Komutanı
yapmaktı ve önümüzdeki 30 Ağustos’ta general yani Tuğgeneral olacaktı.
Müjdeyi alan Bayram ise çok sevinçliydi. Hatta bu müjdeyi Genelkurmay
Başkanından almak daha bir gurur vericiydi.
Sayılı gün çabuk geçer misali 30 Ağustos Bayram için çabucak
gelivermişti. Bu sefer Erzurum’da bulunan Tugay’a komutan olarak
gönderiliyordu ve tabii ki ailesi de onunla birlikte yolcuydu. Bu sefer kızı
onlarla birlikte gelmeyecekti çünkü kızı üniversite sınavına girmiş ve
kazanacağına emindi.
Temmuz ayında sınav sonuçları açıklandığında ise yanılmadıklarını
gördüler. Kızları Aylin, İstanbul Üniversitesi Kamu yönetimi bölümünü
kazanmıştı. Şimdi taşınma zamanıydı ve eşi toplanarak Bayram’ın yanına
geliyordu.
Bayram için Tuğgenerallik ve aracındaki tek yıldız her şeyi değiştirmişti.
Artık zırhlı bir araçla geziyor ve kendine özel bir askeri araç kullanıyordu. Her
sabah evinden araçla alınıyor, akşam yine bırakılıyordu. Hızlı yükseliş ve Türk
Silahlı Kuvvetleri’ndeki bunca haberle artık bilinen ve övülen bir insan olmuştu
Bayram.
Yine bir sabah rutin olarak evine gelen araca binen Bayram, Tugay’a
doğru yol almaya başladı. Erzurum’un sokaklarında ilerlerken her seferinde
değiştirdiği yollardan geçiyordu. Kırmızı ışıkta duran araçta Bayram günlük
gazetelerini gözden geçiriyordu.
Binaların birinde kendisine doğrultulmuş silahtan habersiz yeşil ışığı
bekleyen Bayram’ın içindeki kasveti anlamaya çalışması uzun sürmeyecekti.
Dürbündeki artı işareti önce Bayram’ın kalbine sonra kendinden tarafta
bulunan sol gözüne doğru yer değiştirdi.
Saniyeler yavaş yavaş ilerlerken keskin nişancı tüm ayarlarını yapmış ve
elini tetiğin üzerine yerleştirmişti. Nefes almalarını düzenledikten sonra silahı
omzuna yapıştırdı. Son olarak nefesini alıp biraz verdikten sonra nefesini tuttu.
O an duyulan patlamanın sesiyle sanki zaman durmuştu. Bayram bile
kendine doğru gelen kurşunu hissetmiş olacak ki kafasını o yöne çevirmişti.
Kurşun hızla cama doğru yaklaştı ve cama saplandı.
BÖLÜM – 15
Birkaç gün boş geçse de beyin olarak çok yoğundu. Kafasındaki soru
işaretlerine cevap bulmak için herkesle konuşmuştu. Her kafadan bir ses çıkıyor
ve kafasını daha çok karıştırıyordu. Sonunda “Burayı anlamak zor olacak”
dedi.
Askeriye acemilik eğitimine başlamışlar ve 28 günlük döneme girmişlerdi.
İlk önceleri “Sağa dön” “Sola dön” komutlarını görürlerken günler ilerledikçe
tüfek ve atış eğitimlerini almışlardı. Birliğinde eğitimi alamayan veya komutu
yerine getiremeyen kişilere “Fırsat eğitimi” yaptırılıyordu. Fırsat eğitimi ise
sürünme, çökme kalkma gibi insan anatomisini zorlayan hareketlerdi. Aslında
buna “Fırsat cezası” veya sadece “ceza” diyebilirdi.
Gün geçtikçe eğitimler artıyor ve zorlaşıyordu. Eğitimi veren
komutanların verecekleri eğitimde yetersiz olması ise Mustafa ve arkadaşları
karşısında komik duruma düşmelerine neden oluyordu. Halbuki Mustafa
askeriyenin son derece eğitimli ve bilgili olduğu konusunda katı düşüncelere
sahipti. Ellerinde “yanaşık düzen talimatnamesi” ile konu anlatan komutanları
ellerinde kitapla ders anlatan öğretmenlere benzetiyordu. Bu durum sivil
hayatta olsa öğretmenine “Oradan bende okurum hocam” derdi kesinlikle.
Atış eğitimi ve eğitim sonrası yaptıkları atışları ise hayatın sonuna kadar
anlatırdı herhalde. Çuvalın üzerine yerleştirdiği G3 model Makine Kimya
üretimi silahı hedefe doğrulttuğunda çok heyecanlıydı. Doğru hedef alma
tekniklerini uygulamış ve hedefe kilitlenmişti. Arkada duran komutan “3 atım,
atım serbest” dediğinde ise kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.
Yanındaki arkadaşlarının tetiğe basması ile patlayan merminin sesi
kulağını patlatacak gibi olmuş ve sanki kendini savaşta sanmasını sağlamıştı.
Geçici bir duyma kaybına kapıldığında ise kalbi hala hızlı hızlı çarpıyordu.
Derken diğer arkadaşı ve diğer tetiğe basmıştı. Kulakları tıkanmıştı artık. Sanki
boşluktaydı. Hedefini tekrar gözden geçirdi. Bu sefer tetiğe basan Mustafa oldu
ve ilk defa bir silahın ellerinde patlamasına tanık oldu. Kendi tüfeğinden çıkan
ses o kadar şiddetliydi ki kulakları hala bir şey duyamıyordu. Tüfeğin geri
tepmesiyle omzunda hafif bir sızı meydan gelmişti.
Artık acemilik bitmek üzereydi. Sona yaklaştıkça eğitimler azalıyordu.
Hemen hemen bütün eğitimleri almışlardı. Aldıkları cezalar da azalıyordu artık.
Yürüyüş eğitimleri başlamış ve yemin törenindeki tertiplenme hazırlıkları
başlamıştı.
Son iki hafta kala sadece yürüyüş ve spor yapıyorlardı. Uygun adımda
yürüme, belirtilen yere gelindiğinde tören adımında yürüme derken günler
geçiyordu. Artık kendilerini gerçekten de asker gibi hissetmeye başlamışlardı.
Artık onlar “çakı gibi asker” olmuşlardı.
Yemin törenine ailesini de çağırmıştı Mustafa. O gün geldiğinde ise daha
önce hissettiği çaresizlik ve sinir gitmiş yerine gurur ve heyecan gelmişti.
Herkes o yemin metnini her duyduğunda gözleri yaşarıyor ve göğsü
kabarıyordu.
Ailesi yerini aldığında askerler ailelerin göremeyeceği bir yerde
bekliyordu. Beklenen komut geldi. “Kısa dönem erbaşlar istikamet tören alanı.
Uygun adım, Marş!” Onlarca kişi sanki tek bir insanmış gibi aynı hizada ve
aynı anda hareket ediyordu. Ayak sesleri ise ailelerin kulaklarına kadar
gidiyordu. “Rap, rap, rap…” Aileler yaklaşırken yeni bir komut geldi. “Vatan
sana canım feda. Yürüyüş kararı sayılacak, Say!” İşte o an Mustafa emindi ki
ailelerden ağlayanlar mutlaka olmuştu. Bir sonraki sözler ise “Her Türk asker
doğar” olmuştu. Gururla yürüyen askerler ayak sesleri ile ailelerin karşısına
geçti. Heyecanlı, gururlu ve dimdik…
Konuşmalar, şiirler, hediyeler derken sıra yemin etmeye gelmişti. Komut
duyuldu “Kısa dönem erbaşlar, yemin için tertip al!” Masaların üzerine
konulan M3 model ağır makineli tüfeklerin etrafında sağlı sollu yerleştiler.
“Silah ve arkadaş tut!” Bir el tüfekte bir elde arkadaşında gözler kararlı ve
ileriye bakar halde söylenenleri tekrar ettiler…
“Denizde, karada ve havada. Her zaman her yerde… And içerim.” Bütün
herkes ayakta askerleri alkışlıyorlardı. Aileler gururlu ve gözleri yaşlı,
komutanların tebriğine karşı güçlü bir sesle “Sağ ol” dediler. O kadar güçlüydü
ki yankısını herkes tekrar tekrar duymuştu.
Yemin töreninden sonra yaptıkları tören geçişinde bütün aileler
alkışlamaya başlamıştı. Sonrasında ise 28 günlük hasret bitmiş ve herkes
ailesine sarılmıştı. “Oğlum” diye koşan anneler, babalar, sevgililer, nişanlılar,
eşler… Hasreti bitirmek için kenetlenen kollar…
BÖLÜM – 16
Artık İstanbul’un, taşı toprağı altın denilen şehrin göbeğindeydi. Fakat ne
kalacak bir yeri ne de bir işi vardı. Bütün bu yokluğun yanında tek varlığı kirli
geçmişiydi. Üstü başı perişan bu çocuğa kim iş verirdi ki. Belki camilerde
dilenebilir topladığı birkaç para ile karnını doyurduktan sonra sokaklarda
yatabilirdi.
Birkaç ilçeyi dolandıktan sonra Fatih diye bir semte geldi. Daha önce hiç
duymadığı bir semtti. Burası tam ona göre bir yerdi. Kuytu köşe yatabileceği
yerler de vardı. Üç tane turistlerin bolca ziyaret ettiği mekan vardı. Önce
isimlerini öğrendi. Sultanahmet Camii, burası Cuma günleri dilenmek için
oldukça iyi bir mekandı. Ayasofya camii, burada da hafta içi dilenebilirdi. Son
olarak Topkapı Sarayı, burada da kalan vakitlerinde dilenip güzel kazanç elde
edebilirdi. Üçünün tam ortasında da kendine yatmak için bir yer ayırmıştı.
Günler dilenme ve günlük geçinme ile geçmeye başlamıştı. O ilk gecesini
hatırladığında elindeki kalemi atıp tutan Halil’in yüzü şimdi bir garip olmuştu.
Bitmek bilmeyen gecelerin ilki… Neredeyse hiç uyumamıştı. Gündüz dinlenmek
zorunda kalmıştı. Cuma günleri Sultanahmet’in önünde diğer günler ise
Ayasofya ile Topkapı’ya gidiyor dileniyordu. Kazancı ise iyi sayılırdı. En
azından aç kalmıyordu. Günlük 20 TL karnını doyurmasına yetiyordu.
Günler ilerledikçe idareli kullanımı aşmaya ve parası yetmemeye başladı
Halil’in. Kazancı artmış olsa da artık daha çok ve daha kolay para kazanmak
istiyordu ve bunun tek çaresi çalmaktı. Çaldıktan sonrada bütün parayı alıp
cüzdanı bir çöpe atmaktı.
Bir iki gün plan kurdu. Nerede çalmalı, nereden kaçmalı ve hangi çöpe
atmalı. Olaydan sonra en kısa zamanda nasıl ortadan kaybolmalı… Hatta yaşlı
bir amca üzerinde deneme bile yapmıştı. Sanki parasını çalmış gibi yanında
hızlıca koşarak geçti, rotasını takip etti, hayali cüzdanı çöpe attı ve ortadan
kayboldu.
Bu işlerin bu kadar kolay olmadığını o da biliyordu. “Her kusursuz
planda bile bir kusur vardır” dedi kendi kendine. “Uygun zaman geldiğinde
hissedeceğim ve yapacağım” dedi. Topkapı Sarayı’nın o kalabalık olduğu
saatlerde oralarda bulunuyor çaktırmadan denemeler yapıyor ve uygun kişi
profilini belirlemeye çalışıyordu.
“İşte” dedi. En sonunda uygun zaman ve en uygun kişi geldiğinde
hissedeceğini biliyordu. Takım elbiseli, telefon, cüzdan ve sigarasını sağ elinde
taşıyan bir adam dikkatsizce Topkapı’dan çıkmış kalabalığa karışmıştı. Hemen
arkasına takıldı. Adam sürekli binalara bakıyor binaların tarihi ile
ilgileniyordu. Etrafındaki insanlarla ilgilenmemesi onun için büyük bir fırsattı.
Kalbi heyecandan hızla çarpmaya başlamıştı. Gözleri açılmış ve avına
adeta odaklanmıştı. Kalp atışları o kadar kuvvetliydi ki boyun damaları dar
gelmeye başlamıştı. Sanki boğazı sıkılıyordu. Sinsi ve yavaş adımlarla
çaktırmadan adamın iki adım arkasından takip ediyordu.
Derken adam çok kalabalık bir kafilenin içine karıştı. Halil birden atıldı
ve adamın soluna doğru yaklaştı. Hemen sağ tarafına geçti ve elindekileri aldı.
O anda ayağı sanki bir buz kalıbının üzerinde gibi kaymaya başladı. Tam
düşecekken toparladı ve doğruldu. Kafasını kaldırdığında yaşlı bir kadın gördü
ve çarpmamak için yanındaki kişilerden destek alarak büyük bir hamle yaptı.
Hızlı adımlarla kaçmaya çalışıyor aynı zamanda da bağıran adamı takip
ediyordu. Fakat bu olayda bir gariplik vardı. Adam Halil’i kovalamıyor ve
neredeyse aldırmıyordu. Arkasına baktığında onu takip edenler olmadığını
gördü ve bir an yavaşladı. İçindeki his tekrar koşması gerektiğini söylediğinde
ise tekrar hızlandı. Çöpün yanına geldiğinde sigarayı ve çakmağı attı. Cüzdanın
hemen içini boşaltıp cüzdanı da attı. Telefonu da tam atacakken vazgeçti.
Telefonu kapattı, paralarla beraber cebine koydu ve tekrar koşmaya başladı.
Son birkaç dakika kalmıştı. Kendini inine atacak ve bu işten kurtulacaktı.
Hala takip eden kimse yoktu. Bağıran da kalmamıştı. “Tereyağından kıl
çekmek” diye düşündü. Gülmeye başladı. İçi içine sığmıyordu. Yaklaşık 5-6
günlük kazancını bir anda eline geçirmişti. “Son köşe” dedi. “Bu köşeyi de
döndükten sonra bitiyor” Tekrar hızlandı.
Köşeye yaklaşırken yavaşladı ve tekrar arkasını kontrol etti. Güldü ve
köşeyi döndü. Döner dönmez birisine çarparak yere düştü. Arkasını kontrol
ettiği için çarptığı adamı görememişti. Kafasını kaldırdığında şok oldu. Parasını
çaldığı adam karşısında dikilmiş sinirli sinirli bakıyordu. Adam Halil’in
kolundan tuttuğu gibi yerden kaldırdı ve sürüklemeye başladı.
BÖLÜM – 17
Usta birliği başladığında askerliğinin bitmesine 129 gün vardı.
Acemilikten sonra tanıştığı arkadaşlarına alıştığında ise 110 günü vardı.
Aslında günler çabuk ilerliyor ve su gibi akıp geçiyordu.
“Ah bu askerlik” diye düşündü. Aslında monotonluktan kurtulmak için
yapmayacağı bir şey yoktu. Örneğin kalan gün sayısı 200’den düştüğünde, gün
sayısı azalan kişinin atletini yırtmalar veya 100’den azaldığında o kişiyi
ıslatmalar falan… Hepsi biraz olsun monotonluktan kurtulmak için yapılıyordu.
Hatta herhangi birisinin memleketinin plakasına geldiğinde o kişinin sırtına
binip kendini gezdirtiyordun. İşte bunların hepsi monotonlukları kırmak içindi.
10 gün sonra Mustafa’nın şafağı 100’den aşağıya düşecekti. Onu oldukça
ıslak bir gece bekliyordu. Hatta şafağı 59 olan varsa onları da Tekirdağ’lı
olduğu için sırtında taşımak zorunda kalacaktı. Tabi askerlikte monotonluğu
kırmak için bu tür etkinliklerle sınırlı kalmıyorlardı. Değişiklik yaratmak için
esrar ve eroin gibi değişikliklere de yöneldikleri oluyordu.
Esrar kullanmanın serbest fakat satmanın yasak olduğu bu yerde esrar
kullanımı bulaşıcı bir hastalık gibi hızla yayılıyordu. Mustafa’nın anlamadığı
tek konu ise bu maddelere bu kadar kolay ulaşılabiliyor olmasıydı. Esrar
partileri bile artık aleni bir şekilde yapılıyor olmuştu. Halbuki Mustafa sigara
bile kullanmıyordu. 1. Ordu Komutanı’na bu kadar yakın bir yerde bunların
olması ise şaşkınlık verecek kadar enteresandı. Tıpkı cep telefonu ile kışlanın
içerisinde olan biten her şeyi dışarıya aktaran PKK sempatizanı askerler gibi
enteresandı.
AS. İZ. Olarak çalışmaları yok denecek kadar azdı. Rütbelilerin cenaze
törenleri, eskort faaliyetleri, tutuklu sevk ve idare faatliyetleri falan.
Mustafa’nın en çok sevdiği ise cenaze faaliyetleriydi. Halkın içine karışmak
birkaç saatliğine de olsa sivil hayatı görmek ona eğlenceli geliyordu. Özellikle
de trafik görevlisi olarak çıktığı zamanlarda.
Çoğu zaman hep aynı yerde düzenleniyordu tören. Kışlanın yanında
bulunan Selimiye Camii’si tören yeriydi. Cenaze namazından sonra rütbeli
personelin naşı camiden ayrılana kadar muhafızlık görevini yapıyorlardı.
Naaşın ve törene katılan diğer rütbelerin korunması için. Mustafa ve diğer iki
arkadaşı da tören bölüğünün ve bandonun yürüyeceği yolu kapatarak trafik
akışını düzenliyorlardı. Törenin sessiz ve silik kahramanları yani.
Dört yolun sol tarafında dikilecekti. Camiinin yanındaki yolun bir ucu
kışlaya gidiyordu ve bu yol trafiğe kapalıydı. Diğer ucu ise caddeye açılıyordu.
Camiinin yan kapısından geçen sokak ise iki ucu farklı sokaklara açılan bir
yoldu.
Dört yolun ortasında iki trafikçi ve kışladan çıkan, caminin yanında geçen
yolu takip eden yerde bir trafikçi trafiği kontrol ediyordu. Caminin ön kapısı
kışlaya giden çıkmaz sokakta olduğu için buraya trafikçi gerekmiyordu.
Cenaze törenleri genellikle caminin ön kapısından kalkardı. Top
arabasının üzerine konulan cenazenin önünde bando, onun önünde de cenaze
merasim taburu vardı.
Mustafa’nın görevi sadece trafiği düzenlemekti. Diğer arkadaşları ise
bunları koruyan ve güven sağlayan muhafızlardı. Her zaman aynı etkinlik
çerçevesinde cenaze törenleri düzenleniyor ve yürütülüyordu. Her tören onlar
için resmen bir hava değişimiydi. Sivil hayatın içine gören erler.
Bunların yanında bazen özel günlerde güvenliği sağlamak için
meydanlarda muhafızlık yapılıyordu. Bunlarda yine aynı şekilde hava değişimi
olarak görülüyordu. 10 Kasım, 29 Ekim, 19 Mayıs gibi günlerde kutlama ve
anma alanlarında muhafızlık yapıyorlardı.
Eskort faaliyetleri de eğlenceli sayılırdı. Bir ilden başka bir ile giden
mühimmat, askeri malzeme veya askeri araçların kendi illerinden geçişleri
sırasında güvenliği sağlıyorlardı.Bir de Mustafa’nın hiç katılmadığı tutuklu sevk
faaliyetleri vardı. Anlatılanlara göre birliğinden firar etmiş ve yakalanmış
kişileri götürüp birliklerine teslim ediyorlardı. Tabi bunların yanında seyahat ve
yeme içme gibi masraflar karşılanıyordu.
İşte böyle bir askerlik geçiyordu Mustafa’nın hayatından ve oldukça
eğlenceliydi. Günler su gibi geçiyor ve nasıl bittiğini anlayamayacağı bir
askerlik yapıyordu. Daha şimdiden şafak 95 olmuştu.Sulu bir şafak 100 gecesi
geçirmiş ve hasta olmanın eşiğinden son anda kurtulmuştu. Diğer kısa
dönemlerin dediğine göre 70-60 arasında bunalacaktı. Hatta asker deyimiyle
şafak sıkıştıracaktı.
BÖLÜM – 18
Zırhlı cam kurşun çekirdeğini engellediğinde çekirdek Bayram’ın sol
gözünün önündeydi. Sanki Bayram bunu biliyormuşçasına gözünü bile kırpmadı.
Zaten onun bir öldürme girişimi değil, bir uyarı olduğunu biliyordu. O sırada
ses ve korku yüzünden şoka giren şoförü ile habercisini sakinleştirmek de yine
Bayram’a düşmüştü.
O günün nasıl geçtiğini bile bilmiyordu. Evine döndüğünde ise herkesin
yapacağı gibi eşinden ve kızından bütün olayı sakladı. Erkesi günde olayı
üslerinde saklayarak olayın büyümesini engellemişti. Şimdi ise düşündüğü tek
bir şey vardı ı da bunu kimin yaptığıydı…
O hafta sonu hemen yıllık iznine ayrıldı. O günlerde yapması gereken
işler yoktu ve çalışması gereken işler de yoktu. 10 gün boyuca yapması gereken
tek iş vardı; O da kimin yaptığını bulmak. Son günden ilk askerlik gününe kadar
bütün çalıştığı yerlerin ve kişilerin listesini yaptı ve düşünmeye başladı.
Liste o kadar uzundu ki isimler üzerinde tek tek düşünmek çok yorucu
olmaya başlamıştı. Tek tek isimlerle olan ilişkileri düşünüyor ve herhangi bir
sorun yaşamadığı isimlerin üzerini çiziyordu. Sorun yaşadığı kişilerin yanına ise
soru işareti koyuyordu. Birkaç tane çok yakın arkadaşına da soru işareti koydu.
7. günün sonunda listede yaklaşık 40 kişinin ismi kalmıştı. Şimdi daha sıkı
çalışması gerekiyordu. Daha detaylı ve ince düşünerek listeyi iki gün içinde 15’e
düşürdü. Fakat yine de çok fazla bir sayıydı. İzninin son gününde ise sayı 11’e
düşmüştü.
10 günlük izni boyunca neredeyse hiç uyumamı, sürekli kahve ve viski
içerek çalışmıştı. “Çalışmam gerek” diyerek odasından çıkmamış hatta bazen
odasında uyuyarak yatağına bile gitmemişti. Eşi ise daha önce yaşanmamış bu
olaydan oldukça şüphelenmişti. Birkaç defa sormaya yeltense de sonuç
alamamıştı.
İzin bitiminde birliğe geri dönmüş ve altında imzası bulunan özellikle de
mali dosyaları incelemeye başlamıştı. Birisinin canını fena halde yaktığını
biliyordu ve onu bulmalıydı. Kolay olmayacağını ve zaman alacağını biliyordu
fakat fazla zamanı yoktu.
1 hafta boyunca evrakları inceledi. Hepsini tek tek. İsimlerle dosyaları
karşılaştırıyor, hatta isimlerin yakınlarını bile tarıyordu. Artık çalışmaktan
bitkin düşmüştü. 15 gündür tek bir sonuç bile elde edememişti.
Cuma günü elinde son dosya olan ihaleler dosyasını inceliyordu. Bu
dosyadan umutluydu fakat elindeki isimlerle hiç ilgisi olmayan ihalelerdi. Tek
tek açılan ve sonuçlanan ihalelere göz gezdirmeye başladı. İhaledeki şirketleri
ve firmaları listedekilerle hatta yakın akrabaları ile karşılaştırıyordu.
Öğleden sonra olmuştu. Hava kararıyordu. Hafiften bir yağmur çiselediği
sırada Bayram’da kahvesini almış kafasında düşüncelere dalmıştı. Tekrar
ihaleleri taramak için masasına oturdu. “Burada bir yerde” diye sayıklıyordu.
Gözü birden listede olmayan bir subay arkadaşı ile aynı soyisimde olan
şirket sahibinin ihalesine ilişti. Güvenilir şirketler listesinde olan bu şirket bir
hindi ihalesine girmişti. O günü çok iyi hatırlıyordu. Çok az bir farkla ihaleyi
kaçırmışlardı. Hemen internete girerek firma bilgilerini incelemeye başladı.
Askeri istihbaratı da inceleyerek sonunda aradığını buldu.
Şirket 2008 yılında ihaleye girmiş ve kıl payı kaçırmıştı. Subay
arkadaşının kayınbiraderi üzerine olan bu şirket hindi ihalesinden sonra iflas
ettiğini açıklamıştı. Hatta çalışanlar parasını alamayınca şirketi dava etmiş ve
subay arkadaşı bile soruşturma geçirmişti.
Hiç tahmin etmeyeceği bir isim olan arkadaşı o günlerde çok yakın
olmalarına rağmen ihaleden sonraki günlerde giderek uzaklaşmış ve konuşmaya
başlamıştı. Hatta şimdilerde neredeyse hiç konuşmuyorlardı.
Birden başından aşağı kaynar sular döküldü. Gözleri faltaşı gibi açıldı.
Geçen sene en son yüz yüze konuştukları bir yemekteydiler ve arkadaşı o gece
çok soğuk davranıyordu. Tugaydaki ilk aylarıydı ve Bayram bu soğukluğun
adını çekememezlik koymuştu.
Yemeğin sonuna doğru lavaboya gidip gelen arkadaşı kaşık ve çatalı
bırakmış Bayram’ın gözlerine bakıyordu. Bu anlamsız hareket karşısında
şaşıran Bayram’da gözlerini ona dikmişti. Ardından arkadaşı Bayram’a o an
için anlamsız gelen şu sözleri söylemişti. “Bir gün seninle ödeşeceğiz, fakat
zamanı var Bayram.”
BÖLÜM – 19
Kapıda duran esmer adam Zilan’ı kolundan tuttuğu gibi sürükleyerek
dışarı çıkardı. Diğer koluna da kapıda bekleyen diğer kişi girdi ve elebaşına
doğru götürdüler. Elebaşının olduğu yer oldukça geniş ve karanlık
görünüyordu. Yanında bulunan iki kadın ise neredeyse yarı çıplak bir şekildeydi.
Elebaşı “Gel” dedi. “Yaklaş”. O anda Zilan’ı tutan adamlar Zilan’ı
ileriye doğru itti. Zilan ayağa kalktığında elebaşına iki metre kadar uzaktaydı.
Doğruldu. Boş ve anlamsız bir şekilde bakıyordu. “Benim adım Beda” dedi.
“Sen kimsin?” Zilan o an çok şaşırdı. Beynini o kadar çok zorlamasına rağmen
kim olduğunu, nereden geldiğini hatırlayamadı. Sonra “Kim olduğumu, nereden
geldiğimi bilmiyorum… “ dedi.
Beda yerinden kalkarak Zilan’ın yanına gitti. “Sen de artık bizden birisin.
Senin adın bundan sonra Rizi” dedi. Zilan’ı alarak o karanlık odadan dışarıya
çıkardı. Zilan sanki Dünya’ya yeniden gelmiş gibiydi ve Beda artık Zilan’ın
geçmişini istediği gibi şekillendirebilecekti. Zilan’ın yeni hayat hikayesini
anlatarak Zilan’ın beynine kazıdı.
Beda artık yeni ismiyle Rizi ile, yakından ilgileniyordu. Ona her şeyi
anlatıyordu. Yaptıklarını yapacaklarını, amaçlarını ve daha birçok bilgiyi
Rizi’nin öğrenmesini sağlıyordu. Sanki orada doğmuş, büyümüş ve yetişmişti.
Beda yaşadıkları her yeri ona göstermeye başladı. Yanındaki kişilerin eğitim
aldıkları kampları, yemek yedikleri, eğlendikleri, vakit geçirdikleri yerleri…
Beda akşamları Rizi’yi yanına alıyor ve birlikte yatıyorlardı. Her gece
Rizi’ye sahip oluyor ve içine boşalarak umursamazca davranıyordu. Rizi her
şeyi yeniden öğrendiği için oldukça savunmasız ve bilgisizdi. Fakat yeni
öğrendiği şeyler Rizi’ye mantıklı gelse de Zilan için hiç mantıklı değildi.
Beda aylarca bu şekilde Rizi’nin beynini yıkamaya devam etti. Rizi artık
geçmişini tamamen unutmuş ve yeni geleceğini kabul etmişti. Artık oradaki,
dağın başındaki, Şırnak’taki yeni hayatı ile kucaklaşmıştı. Rizi’ye tek tepki veren
ise vücudu olmuştu. İçinde bir şeylerin hareketlendiğini hisseder hale gelmişti.
Günler haftaları, haftalar ayları kovalar olmuştu. Rizi’nin karnı
büyümeye ve oradaki hayatı benimsemeye başlamıştı. Doğum yaklaştıkça
etrafındakiler daha nazik davranıyor ve ona saygı duyuyorlardı. Rizi’nin bir
dediği iki edilmiyordu.
Rizi orada bulunanlara yardım ediyordu. Yemek, bulaşık, temizlik gibi
konularda bebeği izin verdiği sürece çalışıyordu. Çalışmalardan sonra kendi
gibi çalışkan diğer kadınlarla konuşuyor ve gittikçe daha çok alışıyordu.
Günler ilerledikçe yavaş yavaş Kürtçe öğreniyor ve bu dilde konuşmaya
çalışıyordu. Artık Zilan gitmişti ve yerine tam tersi Rizi gelmişti. Etrafındakiler
gözlemliyor ve onları model alarak onlar gibi olmaya çalışıyordu. Zaten orada
bulunan kadınlar pek fazla görevi yoktu. Günlük işleri yapıyorlar ve bu işlerine
yanı sıra erkeklerle birlikte oluyorlardı.
Erkekler ise daha sert şartlardaydılar. Sürekli eğitim ve spor halinde
nöbet tutar ve turlara çıkarlardı. Dağda yürümekten bacak kasları kalınlaşmıştı.
Bu kadar kalın bacaklara rağmen incecik belleri vardı. Ekonomik olarak iyi
olmadıkları için sürekli otla besleniyorlardı. Bu yüzden dişleri artık yeşilimsi bir
hal almaya başlamıştı. Hepsi silahla dolaşıyorlardı.
Erkekler değişik saatlerde tura çıkıyorlardı. En fazla beşer kişilik gruplar
halinde saatlerce turluyorlardı. Döndüklerinde Rizi’nin anlamadığı şeyler
söyleyip konuşuyorlardı. Bazen döndüklerinde seviniyorlardı, bazen de birkaç
arkadaşını bırakıp geliyorlardı. Genelde arkadaşlarını bırakıp geldikleri için o
günlerde kimse kimseyle konuşmuyordu. Rizi ise bazı erkeklerin dağda
uçurumdan düşüp öldüğünü düşünüyordu.
Zaman zaman yakın mesafe turlara kadınlarda gidiyorlardı ve
gördüklerini Rizi’ye anlatıyorlardı. “Değişen bir rota belirleniyor ve o rotada
yürüyoruz. Bazen havaya bazen de belirli noktalara ateş edip geliyoruz. Bazen
erzak almak için bazen de silah, bomba ve mermi gibi şeyler almak için
gidiyoruz. Tabi bunların nereden ve kim tarafından gönderildiğini biz
bilmiyoruz. Beda biliyor.”
Hatta turun birisine Rizi de katılmıştı ve yarım saat yürüdükten sonra
karnına giren sancılar yüzünden geri dönmüşlerdi. Orada doktor vazifesinde
bulunan kadın ise Rizi’yi görünce ellerini birbirine vurarak Kürtçe telaşlı
bağırmaya başlamıştı. Hemen bir minderin üzerine yatırdı ve kulağına fısıldadı.
“Hangi cinsiyette bir çocuğun olmasını istiyorsun? Doğum başladı.”
BÖLÜM – 20
Orkun’un en çok merak ettiği şey de buydu aslında. Bir kişi hakkındaki
bütün bilgileri en ince ayrıntısına kadar nasıl alabiliyordu. Hatta çok fazla
dinleyici kitlesi olmayan radyoya kaynak gösterilecek kadar doğru bilgiler
veriyordu. Betül’de Orkun’un gözlerindeki merakı gördükçe artık daha fazla
saklayamayacağını anlamış ve daha önce Orkun’un hiç duymadığı bir siteye
girmişti.
Orkun şaşkındı. Böyle bir internet sitesini hiç kimseden duymamıştı. Sanki
FBI ve MİT için düzenlenmiş bir siteydi. Betül’e baktı. Sadece bir resim ve
altında kullanıcı adı ve şifre isteyen bir ekran vardı. Betül yavaşça kullanıcı adı
ve şifreyi doldurdu. Giriş yaptıklarında ise karşılarına sadece bir arama çubuğu
geldi.
Betül, Orkun’a dönerek “Anlıyor musun?” dedi. Orkun hala şaşkın bir
şekilde kafasını hafifçe salladı. Arama çubuğuna kişinin ismini yazdığında
sağda kişinin resmi ve sol tarafta ise bütün hayatı yazıyordu. Betül iki elini açıp
omuzlarını kaldırıp dudağını devirdi. “Sadece internet.” dedi ve kahkaha
atmaya başladı. O güldükçe artık Orkun da gülmeye başlamıştı.
Kişi ile araştırmalarını yapıp ince detayları da ekledikten sonra artık her
şey hazırdı ve yayına girebilir bir makale olmuştu. Ufak bir jenerikten sonra
anons girildi ve Betül’e yapılan “3, 2, 1 ve yayın” işaretinden sonra Betül
konuşmaya başladı. Orkun ise karşısında sessizce oturuyordu.
Orkun artık o kadar sarsılmıştı ki programı dinlemiyordu bile. Tüm
Türkiye’deki insanların hayatlarının yazılı olduğu bir veri tabanı diye düşündü.
Acaba kim kullanıyordu bunu? Hatta yabancı ellere veya kötü niyetli kişilerin
eline geçmesi halinde neler olabileceğini düşündü. Şantaj, tehdit, açıklama…
Programdan sonra Betül’ü tebrik etti Orkun ve bir sonraki programın
kahramanını düşünmeye başladılar. Nisan ayında oldukları ve Nirvana
grubunun vokali Kurt Cobain’in ölüm yıl dönümü olduğu için bu konuda
hazırlık yapmak istedi Orkun. Hatta müzisyen olduğu için ısrar etti. Aslında
Orkun’un tek merak ettiği o internet sitesinde yabancı insanların bilgilerinin de
olup olmadığıydı.
Her ne kadar Betül bu programı iki sene kadar önce yapmış ve pek fazla
reyting almamış olsa da Orkun’un ısrarlarına dayanamayıp kabul etti. Tek şartı
ise çok etkileyici bir metin hazırlaması oldu.
O gün etkileyici bir makale hazırlayabilmek için Orkun sabah kadar
çalıştı. Herkes tarafından bilinen bilgileri es geçerek bilinmeyenlere odaklandı.
Sabah Betül işe gelip de Orkun’u hala çalışıyor görünce üzüldü ve hemen simit,
poğaça ve çay alarak karşılıklı kahvaltı yaptılar. Orkun’un uykusuzluğu
üzerinden attıktan sonra metni incelediler ve cidden Betül metne bayılmıştı.
“Yoksa yerimde gözün mü var?” diyerek takılmıştı hatta.
İnce detayları eklemek için internete girdiklerinde ise yine Orkun dikkat
kesilmiş bir haldeydi. Kullanıcı adı ve şifreyi öğrenmek için Betül’ün ellerini
takip etmeye çalışsa da Betül çok dikkatli ve hızlıydı. Tam o sırada Orkun’a
dönerek “Bu kullanıcı adı ve şifreyi almak için daha çok yol kat etmen gerek”
dedi. Arama bölümüne Kurt Cobain yazdıklarında ise yine aynı şekilde tüm
bilgiler karşısına gelmişti. Fakat bu sefer bilgiler İngilizce olarak
karşılarındaydı. Betül ise çeviri konusunda oldukça ustaydı.
Metin tamamlandıktan sonra Betül Orkun’a yorgun göründüğünü ve
isterse dinlenmek için izinli olduğunu söyledi. Bir sonraki günün kahramanı
konusunda da Betül ufak bir çalışma yapmış ve bir taslak oluşturmuştu. Orkun;
“O halde pek işim yok, yarın görüşürüz” diyerek radyodan ayrılmıştı.
Yolda giderken ise tek düşündüğü şey internet sitesiydi. “Acaba benim
hakkımda ne yazıyor?” diye düşündü. “Acaba babamın kim olduğunu yazıyor
mu? Bir ipucu var mı acaba?” dedi kendi kendine. Her ne kadar çok
meraklansa da o kullanıcı adı ve şifreyi almak için öncelikle güven vermeliydi.
Pansiyona dönüp yatağına yattığında da aynı şeyleri düşünüyordu.
Betül’ün güvenini kazanması gerekiyordu. Betül ile aslında çok kısa bir zaman
geçirmiş olmasına rağmen çabuk ısınmışlardı. Fakat birbirlerini tanımıyorlardı.
Orkun uyumadan önce kararını verdi. Betül’ü daha yakından tanımalıydı.
BÖLÜM – 21
“Bu bir uyarı mesajıydı. Arkası mutlaka gelecektir.” dedi. “Acaba bir
saldırıya kurban olarak mı kayıtlara geçeceğim.” diye düşündü. Şimdiye kadar
suikast kurbanı olan çok fazla subay hatta general olmamıştı. Fakat tetikçinin de
bir subay olması güvenliğin rahatça kırılması demekti.
Artık çok dikkatli olmak zorundaydı. Attığı her adıma, her imzaya, her
harekete daha dikkat eder olmuştu. Hatta o kadar çok dikkat ediyordu ki suikast
olayı onu paranoyaya dönüştürmüştü. Emir subayı ve emir astsubayı da çok titiz
davranır olmuştu. İki senedir birlikte çalıştığı, güvendiği, hiç yanından
ayırmadığı bu kişilerden şüphe duyar olmuştu.
Sonra birden koltuğundan doğrularak “Ailem de var” dedi. Artık ailesi ile
de dikkatli olmalıydı. Omuzlarındaki yük ağır gelmeye başlamıştı artık. Şimdiye
kadar aldığı rozetlere ve nişanlara artık iğrenti ile bakıyordu. Emekli olmayı
düşündü. Erken emekli olabilir ve ıssız bir yere yerleşebilirdi.
Ertesi gün artık evden işe giderken geçeceği yolu kendisi belirler olmuştu.
Eşine de daha dikkatli olması konusunda uyarılarda bulunmuştu. Fakat açık
açık konuşmamıştı. Her ne kadar üstü kapalı konuşsa da eşi yeterince tedirgin
olmuştu.
Artık rutin işlerini bırakmalıydı. Eğer birisi Bayram’ı öldürmek istiyorsa
kullanabileceği en kolay şey rutinlerdi ve Bayram için bu büyük bir zafiyet
oluşturuyordu. Masasında oturduktan sonra rutin yaptığı işlerin bir listesini
çıkardı. Hafta içi, hafta sonu, bayramda, tatilde… Yaptığı bütün rutin işleri
yazdı. O sırada kapı çaldı ve içeriye giren emir astsubayı topuk selamı vererek
içeriye girdi. Sol elinde günlük gazeteler, sağ elinde ise köpüklü kahvesi vardı.
Bayram direk irkildi. Gazetelere bakarak “Şarbon” diye düşündü. Sonra
kahveye baktı, “Fare zehiri” diye düşündü.
Emir astsubayı kahve ve gazeteleri uzattıktan sonra tekrar selam vererek
dışarıya çıkmaya yöneldi. O sırada Bayram seslenerek emir astsubayını çağırdı.
“Kahve pişerken orada mıydın?” diye sordu. “Hayır” cevabını alınca hemen
emir verdi. “Bundan sonra olacaksın.” dedi. “Emredersiniz” cevabından sonra
“Kahveyi sen iç burada” dedi. Emir astsubayı şaşkın bir şekilde itiraz etmeden
içti.
Bayram, gözlerini dikerek bir şeyler olması gerektiğini ima etti. Emir
astsubayı Bayram’ın karşısında oturmuş kahveyi içiyordu. O sırada da neden bu
kadar tedirgin olduğu konusunda konuşuyorlardı.
Emir astsubayı kahvenin sonunu da içtikten sonra öksürmeye ve boğazını
temizlemeye çalıştı. Sanki kahvenin telvesi boğazına kaçmıştı. Giderek şiddetli
bir şekilde öksürüyor, öksürmekten boğuluyordu. Elini kapattığı ağzı giderek
büyüyor, sanki gırtlağı ağzından çıkacakmış gibi boğuluyordu. Birden eline
bakan emir astsubayının elinde kan görünce panikleyerek ayağa kalkarak
öksürmeye başladı. Zaten birkaç saniye sonra yerde hareketsiz yatıyordu.
Bayram ise emir astsubayını daha fazla fenalaşmadan koltuğunda
bulunan acil yardım düğmesine basmış ve yanına gitmişti. Fakat bir yararı
olmamıştı. Hastanede doktorlar ile konuştuğunda tabip albay tahmin ettiği gibi
Bayrama “zehirlenme” demiş ve hastayı yoğun bakıma almışlardı. Birlikte
zehirlenme nedeni araştırılırken Bayram hala tedirgin bir şekilde düşünüyordu.
“Bu kadar yakınımda mı?”
Hastanede bekleme salonunda çaresizce yere bakarken Bayram’ın cep
telefonu çaldı. Arayan eşiydi. Çok önemli bir şey olmadığı sürece cepten
ulaşmazdı. Bayram telaşlanarak hemen telefonu açtı. Kısa bir “Nasılsın, iyi
misin?” konuşmasından sonra eşi asıl konuya geçti. “Gönderdiğin çikolatalar
elime geçti tatlım. Hatta üstündeki nota bayıldım. Hala çok kibar ve
romantiksin. Çikolatanın tadı da çok güzelmiş.”
Bayram beyninden vurulmuşa dönmüştü. Birisi onun adına çikolata
göndermiş ve eşi de gayet habersiz onu tatmıştı. Hemen telaşlanarak eşine
evlerinin arkasında bulunan hastaneye gitmesini ve midesini yıkatmasını
söyledi. “Ben de hemen hastaneye geliyorum” diyerek ekledi. Çok şaşıran ve
ters giden bir şeylerin olduğunu anlayan eşi ise acilen hastaneye koştu.
Bayram arabasıyla giderken telaşlı ve sinirliydi. Sürekli kendine
“Neden?” diye soruyordu. Hastaneye varmasına üç-dört dakikalık bir mesafe
vardı ki aklına kızı geldi. Hemen kızını aradı. Cep telefonu elinde titrerken zorla
kızını bulup arama tuşuna bastı. Kızının sesini duymayı çok istiyordu. Bağlanma
için geçen süre sanki yıllar gibiydi. O anda karşıdan bir ses gelmeye başladı.
“Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor.”
BÖLÜM – 22
O gün çok telaşlı bir gündü. Haftanın ortası olmuş ve yorgunluk
başlamıştı. Koşuşturma ve gerginlik bütün komutanların yüzünden
okunabiliyordu. Evraklar, binalar ve kişiler tekrar tekrar kontrol ediliyor ve
yeniden düzenleniyordu.
Mustafa bu denetimin diğerlerinden neden farklı olduğunu sorduğunda
ise takım subayı gelecek olan tugay komutanının çok titiz olduğunu ve her türlü
detayı incelediğini söyledi. Özellikle de askerlere çok değer veren ve askerlerle
çok içli dışlı olan bir komutan olduğunu da vurgulamıştı.
Mustafa hazırlıklar tamamlanırken komutanın askerlerle muhabbet edip
soru sorabileceğinden haberdar olmuştu. “İnşallah o kişi ben olmam” demişti.
Hatta daha sonra gelen bilgiye göre komutan bir askeri alıp, sivil bir yerde
yemek yiyecek ve bunu sivil haber kuruluşları kayıt altına alacaktı.
Bir an düşündü Mustafa. Bir korgeneral ile, yıldızlı bir paşa ile sivil
ortamda yemek yemek… Aslında isterdi fakat kötü duruma düşmekten
çekiniyordu. Zaten toplam 20 kişilerdi ve takımda seçilme ihtimali yüksekti. Ağzı
laf yapan kişiler arasında ilk sırayı alırdı.
Öğle yemeğine kadar dolaşması muhtemel her yer temizlendi.
Bakabileceği her dosya gözden geçirildi. Her evrak kontrol edildi. Öğle
yemeğini yedikten sonra takım subayı takımı toplayarak komutan hakkında bilgi
verdi. “Çok titiz, çok çalışkan, çok başarılı…” Aynı zamanda askerlerin nasıl
davranmaları gerektiği konusunda da uyarılarda bulundu.
Yemekten sonra takım günlük eğitim planı doğrultusunda eğitime başladı.
Daha önceleri sadece kağıt üzerinde yapılıyor görünen eğitimi şimdi yapmaya
başlamışlardı. Hatta belki soru sorar diye geçmiş haftadaki konuların üzerinden
de şöyle bir geçilmişti.
Tam saat 15:30 olmuştu ki havada iki tane helikopter belirdi. Mustafa
helikopterleri görür görmez saatine baktı ve “Ne kadar dakik bir adam, tam
zamanında geldi” dedi. Birisinden kolordu komutanı diğerinden de korumalar
inerek kışla içine girdi. Mesai bitimine yaklaşık yarım saat vardı ve takım subayı
takımı yanına çağırdı. Takım büyük bir disiplin içinde takım subayının ve
yanındaki kolordu komutanının karşısına çıktı.
Takım komutanı kolordu komutanını tanıttıktan sonra, takım ile baş başa
bırakmıştı. Sırf tanışmak olsun diye kolordu komutanı takımdaki kişilere
“nerelisin, ne iş yaparsın, ne okudun, askerlikte ne öğrendin…” gibilerinden
sorular soruyordu. Anlaşılan kolordu komutanında kafası karışıktı. Kafasını
meşgul eden bir şeyler olsa gerek ki aynı soruları birkaç kez sorduğu oluyordu.
Sıra Mustafa’ya geldiğinde sorular değişmedi fakat Mustafa’nın verdiği
cevaplar kolordu komutanının ilgisini çekiyordu anlaşılan. Daha detaylı sorular
sormaya başladı. Mustafa’dan ve zekasından hoşlanan kolordu komutanı takım
subayına dönerek “Mustafa’nın herhangi bir işi yoksa akşam yemeği için almak
isterim” dedi. Takım subayının söyleyecek sözü yoktu.
Akşam bir lokantaya hem kolordu komutanı, hem korumalar hem de
Mustafa sivil bir araçla ve sivil kıyafetlerle girmişlerdi. Yemek masasının
önünde bir medya ordusu yer alıyordu. Mustafa o an İstanbul’da ne kadar çok
medya kuruluşu olduğunu düşünmeye başladı.
Önce yemeklerin siparişleri verildi. Ardından da yemekler hazırlanıncaya
kadar konu ile ilgili bilgi vermek için medya kuruluşlarına zaman verildi.
Mustafa menüde tanıdığı yemeklerden sipariş vermiş hatta çatal, kaşık ve bıçağı
düzgün kullanabileceği yemekler söylemişti.
Medyaya birkaç kare poz verdikten sonra soruları almaya başladılar.
Önce kolordu komutanına, sonra Mustafa’ya sorular sordular. Mustafa verdiği
cevaplarla da kolordu komutanını mahcup etmemişti. Proje hakkında bilgi veren
korgeneral yine dalgın dalgın konuşuyordu.
Yaklaşık 20 adet kamera çekim yapıyor, 10 -15 arası gazeteci not alıyor,
15- 25 civarı radyocuda sesleri kaydediyordu. Bütün hepsi normal gibi
görünürken birisi Mustafa’nın gözüne çarpmıştı. Radyocu birisi korgenerale
sürekli özel hayatından sorular soruyor, proje ve Mustafa ile hiç ilgilenmiyordu.
Sürekli söz almak istiyor, sürekli parmak kaldırıyor ve hemen hemen her
söz alışında da birbirine yakın sorular soruyordu. Komutanın özel hayatına dair
bu kadar çok soru sorulmasından Mustafa bile rahatsız olmuştu açıkçası.
BÖLÜM – 23
Günler ilerledikçe Betül, Orkun’a daha yakın davranır ve onunla ilgilenir
olmuştu. Tabi duygular karşılıklıydı. Orkun ise evlenme çağı geldiğinin farkında
ve evleneceği kişiyi bulmak zorunda olduğunu biliyordu.
Orkun evlenmek istediği kişinin özelliklerinin de Betül’de olduğunu
biliyordu. Fakat ona bu gözle bakıyor olması çok büyük bir hataydı. Orkun daha
önce hiç böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Betül’ün yakınlığının iş için mi
yoksa hoşlandığı için mi olduğuna karar veremiyor ve sormak için çekiniyordu.
Betül ise geçen dört aylık zaman zarfında Orkun’da çok hoşlanmış ve
bunu ona göstermeye çalışıyordu. Fakat Orkun cephesinden duygularına
karşılık bulamaması onu yıldırıyordu. Artık Orkun’un kendisinden
hoşlanmadığını düşünmeye başlamıştı. Bütün yakınlığın iş dolayısıyla olduğunu
düşünmeye başlamıştı.
Bir gün Betül öğle arasında Orkun’un yemek teklifini kabul etmiş ve
birlikte yemeğe çıkmışlardı. Betül’ün tekrardan umutlanmasına neden olan bu
olay Orkun’un sitenin kullanıcı adı ve şifresini istemesi ile Betül’de büyük bir
yıkıma neden olmuştu. İşte o günden sonra Betül bütün ilginin bu bilgileri almak
için olduğuna inandı Çok kırılmıştı fakat yine de bilgileri verdi.
Orkun, Betül’ün bu aşırı tepkisi karşısında şaşırsa da onun gönlünü
almak için çok uğraştı. Sonunda bilgileri almıştı ve kendi hakkında bir
araştırma yapabilirdi. Kendi geçmişini belki Betül daha önce defalarca
okumuştu. O gün radyoda sabahlayacağını ve bir araştırma yapmak istediğini
söylediğinde ise Betül şaşırmış ve “Acaba benim hayatımı mı araştıracak?” diye
düşündü.
Sabaha kadar bilgisayarın başında kendi hayatını, hayatındaki isimleri,
annesinin hayatını ve onun hayatındaki isimleri araştırdı. Büyük bir kartonun
sol tarafına önce kendi ismini sonrada sağ tarafa annesinin ismini yazdı. İlgili
isimleri ve bağlantıları ok işaretleri ile gösterdi. Hem annesinin hem de
kendisinin hayatındaki ortak olay ve isimleri daire içine alarak tekrar incelemek
için not aldı.
“Kader” dedi. “Ne kadar pis ve kokuşmuş bir hayat” diye ekledi.
Annesinin hayatı o kadar kısa ve basitti ki yazılacak dişe dokunur herhangi bir
şey yoktu. Çalıştığı barların isimleri birlikte çalıştığı fahişeler… Sürekli
müşterileri ve bar patronları…
İnternet sitesini kapattıktan sonra elindeki matrise bakarak düşünmeye
başladı. Olayları internetten aradığında fazla bir bilgi bulamamıştı. Fakat iki
isim çok ilgisini çekmişti. Bunlar internet sitesi tarafından saklanmış ve
açıklanmayan isimlerdi. B***** G*** şeklinde ve O*** T**** şeklindeydi. Her
ne kadar bu şekilde bir arama yaptıysa da bir sonuç üretemedi. Bunun yanında
bir isim daha gözüne çarpıyordu. Saadettin Turan. Her ne kadar isim hakkında
çok fazla araştırma yaptıysa da annesi veya kendisi ile ilgili bir bilgiye
ulaşamadı.
Sabaha karşı masasının üzerinde uyuya kalmıştı ki sokaktan geçen çöp
kamyonunun sesiyle uyandı. Saatine baktığında sabahın 5’ini gösteriyordu.
Yaklaşık 2 saattir uyuyordu. Bilgisayarın faresini oynatınca bilgisayarın ekranı
aydınlandı. İnternet tarayıcısını açtı, internet servisine bağlandı. Arama
kutusuna Betül’ün ismini ve soy ismini girip Enter tuşuna bastı. Sağ tarafta o
güzel yüzü ve sol tarafta en ince detaylarına kadar hayatı yazıyordu.
Bitirdiği okullar, edindiği başarılar, aldığı ödüller, çalıştığı yerler, ailesi
hakkında da detaylı bir bilgiye ulaşmıştı. Gayet sade gösterişsiz ve mutlu bir
aile tablosu karşısındaydı. “Belki” dedi farkında olmadan. Aslında Orkun’da
Betül ile arasındaki soğukluğun farkındaydı Betül Orkun’daki bazı şeylere çok
kızıyor ve sitem ediyordu. Hatta bazen çok yakın oldukları günün ertesinde Betül
tafra yapıyordu. Bu tafralara ve nedenlerine ise Orkun bir anlam veremiyordu.
Tekrar Betül’ün hayatını incelemeye başladı. Fotoğrafta o kadar güzel
çıkmıştı ki bakmaya doyamıyordu. Saçları, gözleri ve gülümsemesi… Fotoğrafı
büyüttüğünde Betül artık tam ekran karşısındaydı. Sanki Orkun’un gözlerinin
içine “Seni seviyorum” diye haykırıyordu.
Farkında olmadan elini ekrana uzattı ve ekrandaki Betül’ün yanaklarında
gezdirmeye başladı. O sırada hayaller ve düşünceler içindeydi. Hatta o kadar
çok dalmıştı ki arkasından açılan kapının farkına varmadı. Çalışanlar yavaş
yavaş iş yerine gelmeye başlamıştı. İlk gelen içeriye girmiş ve Orkun’a doğru
yürümeye başlamıştı. Orkun ekranda bir siluet görünce hemen arkasına döndü.
İşte o an dondu kaldı. “Şey… Ben… Sadece… Yanlış anlamanı istemem.”
diyebildi. Betül ise bir resme bir Orkun’a bakarak gülümsüyordu.
BÖLÜM – 24
İçinde acayip bir kusma isteği vardı. Bacakları kasılıyor, bacaklarından
ayaklarına kadar sıcaklıklar akıyordu. Karnının içinde sabırsızlanan bir varlık
çıkmamak için direniyordu. Bacaklarının arasına kafasını sokmuş olan bir kadın
Kürtçe bir şeyler bağırıp duruyordu.
Karnındaki varlık çıkmamak için dirense de kadın sanki onu
sakinleştirmek için masaj yapıyordu. Kusma isteği giderek artıyor ve boğazına
düğümlenmiş çığlığı çözemiyordu. Bacaklarını kapatmak ve içindekini çıkarmak
içi neler vermezdi.
Gözlerini fal taşı gibi açıyor, karnındaki çıkarmak için ıkınıyordu. Fakat
Rizi kalkmak istedikçe karnındaki daha çok direniyordu. Kocaman göbeğinden
bacaklarının arasını göremiyordu. Bacaklarının yanması o kadar çok artmıştı ki
artık bacaklarına dokunan elleri hissetmiyordu. Karşısında ona bakan
adamların gözleri de başka bir öfke katıyordu duygularına.
Şimdiye kadar hiç bağırmayan Rizi bir anda “Kusuyorum” diyerek
bağırdı ve yanına getirttiği kovaya kustu. O sırada öyle bir rahatlama hissetti ki
sanki mengeneler arasında sıkışmaktan kurtulmuştu. Rahatlamış bir biçimde
tekrar uzandı. Yanma hissi geçmişti artık. Gözlerini açtığında karısında bir
kadın elinde bir erkek bebekle Rizi’ye gülümsüyordu. Adamlarda dışarıya
çıkmıştı.
Bacaklarını zorla kapattı. O sırada bacaklarının arasından bir şey
aktığını hissetti. Göğüsleri gergindi. Sanki birisi elleriyle sıkıyor gibiydi. Kadın,
Rizi istemese de göğüslerini yırtarak açtı ve bebeğini kucağına vererek
göğüslerini emmesini sağladı. O sırada diğer boştaki göğsünden de süt gelmeye
başladı ve Rizi ikinci rahatlama hissetti.
Yanındaki kadın daha sonra bebeği alarak “Haydi dinlen artık” dedi ve
Rizi’yi uyumaya bıraktı. Rizi ise rahatlamanın verdiği huzur ve uyku hali ile
gözlerini kapattı. Etrafında dolanan kişileri duyup hissedebiliyor fakat bir cevap
veremiyordu. Sanki bütün enerjisi kaybolmuştu. Oda giderek boşalmaya ve
temiz hava dolmaya başladı. Sakinlik, rahatlık ve huzur... Saatlerce
uyuyabilirdi.
Sanki aylardır uyuyordu. Gözlerini araladığında enerji doluydu.
Yüzükoyun yatmak bile onun için büyük bir keyifti. Gözlerini açtığında
karşısında Beda vardı. Elini tutuyordu. Birbirlerine gülümsediler. Aslında
sevmediği hatta hoşlanmadığı halde onu seviyormuş gibi davranıyordu.
Yaşamak için yapması gereken buydu.
Ayaklandığında kendisi için hazırlanan odaya geçti. Bebeği ve kendisi
için hazırlanmış şık bir yatak ve süslü eşyalar. Bu oda Beda’nın odası tarafında
bulunuyor ve Beda’nın odasına açılan bir kapı bulunuyordu.
Kendisine hizmet etmesi için görevlendirilmiş iki kadın gerçekten de
ayağında dönüyordu. Artık bu odadan fazla çıkamıyordu. Yemek ve tuvalete
gitmek için dışarıya çıkıyor ve hemen geri dönmek zorunda kalıyordu. Sık sık
bebeği ile ilgileniyor ve onu seviyordu.
Kadınlarla konuştukça rahatlıyor ve dertlerini paylaşıyordu. Sık sık odaya
Beda geliyor ve ikisini de kontrol edip gidiyordu. Arada sırada saatlerce odada
kalıyordu. Her ne kadar Rizi bundan çok sıkılsa ve aşık numarası yapsa da belli
etmemeye çalışıyordu.
Kapısında ise bir koruma sürekli nöbet tutuyor ve herhangi bir durumda
olaya müdahale ediyordu. Rizi artık yavaş yavaş sıkılıyor ve dışarıya çıkmak
istiyordu. Bunu Beda’ya dile getirdiğinde ise tahmin ettiği gibi olumsuz cevap
almıştı. Artık özgürlüğünü özlemişti ve günde izin verilen bir saatten fazla
dışarıya çıkmak istiyordu.
Hatta bir keresinde çaktırmadan dışarıya çıkmış ve saatlerce dolaşmıştı.
Geri döndüğünde ise bebeği ağlamaktan morarmış bir halde açlıktan
kıvranıyordu. Hemen dolgun göğüslerini açıp elleriyle biraz yumuşattıktan
sonra bebeğinin karnını doyurmuştu.
Yine bir gün Beda odaya girerek bebeği ve Rizi’yi kontrol etmişti. Yarım
saat falan odada vakit geçirmişti. Rizi için geçmek bilmeyen yarım saat. Bebeği
ve Rizi’yi sevmiş onları öpmüştü. Hatta sapıkça Rizi’nin göğüslerindeki sütü
emmişti.
Beda çıkar çıkmaz odanın dışarıya açılan kapısından içeri koruma girdi.
Rizi heyecanla yatakta doğruldu. “Canım” dedi. Koruma “Aşkım” diyerek
içeriye atıldı. “Sence bebeğimiz hangimize daha çok benziyor” diye ekledi.
BÖLÜM – 25
Bu adam nereden çıktı ki? Beni nasıl buldu? Beni nereye götürüyor?
Cevapların yoğunluğu ve sevimsizliği Halil’i boğuyordu. Adam sürükleyerek
Halil’i lüks panelvan tarzı bir arabaya bindirdi. Aracın camları siyah
filmlenmişti. Dışarıdan içerisi görünmüyordu. Aracın içerisi bir ev gibi
döşenmişti. Buzdolabı, koltuklar ve televizyon…
Adam şoföre seslendi. “Sür” dedi. Halil ise bir sürü soru işaretine
yenisini ekleyerek “Nereye gidiyorum ben?” diye düşündü. Adam Halil’i
koltukların yan tarafında bulunan kelepçeyle kelepçeledi. Kaçması imkansızdı.
Sanki her şeyi düşünülmüş kusursuz bir plandı.
Araç önce otobana çıktı. Gayet hızlı bir şekilde güvenlik şeridinden
ilerliyordu. Daha sonra yaklaşık bir saatlik bir süre otobandan ayrıldı. Tali bir
yola saptığında yol kenarında sadece barakalar ve ıssızlık vardı. Yaklaşık 20
dakika bu yoldan devam ettiler. İleride bir koruluk görülmeye başlamıştı.
“Bu aracı bu yollarda nasıl kullanıyorlar?” diye düşündü. İlerideki
koruluğa gittikçe yaklaşıyorlardı. Yol iyice bozulmuştu. Sanki tabir tarlanın
içerisinden gidiyorlardı. Her taraf toz olmuştu. “Beni öldürecekler” diye
düşündü. Sayıklamaya başladı. “ Issız bir yere cesedimi atıp gidecekler” Derken
koruluğun kenarında içeriye doğru sapan asfaltlanmış yola döndüler.
Özel olarak döktürülmüş bir asfalt olduğu belliydi. Üzerinde ne bir trafik
işareti ne de bir çizgi vardı. Asfalt yol koruluğun içine doğru ilerledikçe Halil
ölüme giderek daha çok yaklaştığını biliyordu.
Koruluğun ortasına doğru geldiklerinde bir çiftlik evi tarzında bir evin
çatısı görünmeye başladı. İlerledikçe en üst katı da ortaya çıktı. Bir alt katını
göremiyordu. Etrafı sur gibi yüksek duvarlarla çevriliydi. Araç yavaşlayarak
giriş kapısına 15-20 metre kala durdu. Şoför elini uzatarak yerden çıkan panele
bir şife girdi ve devasa kapıya doğru ilerledi.
Kapının önünde elinde makineli tüfekle bekleyen iki koruma vardı.
Korumalara yaklaşırken hızı sabitti. Korumanın birisi aracı kontrol ederken
diğeri içeriye anons ediyordu. Anons onaylandıktan sonra aracı kontrol eden
koruma onayı verdi ve elinde telsiz bulunan adam bir şifre gidererek devasa
kapıyı açtı.
Araç yavaş yavaş saatte en fazla 30 km/s hızla içeriye yöneldi. İçeride 10
15 dakika ilerledikten sonra bir bina ve önünde havuzu bulunan araç park yeri
göründü. Her 50 metrede bir korumanın yer alması binanın iyi korunduğu
konusunda bilgiyi veriyordu.
Halil’in yanındaki adam kelepçeyi açtı ve Halil’in kolunu sıkarak
arkasına aldı ve araçtan indirdi. Hızlı adımlarla yürüyerek binanın içine doğru
yöneldiler. Halil daha önce izlediği Amerikan filmlerini hatırladı. Hala
korkuyordu.
Binanın arkasındaki bir golf sahasının yanında bulunan golf arabasının
yanında dikilen üç adam vardı. İkisinin sürekli etrafa bakması ve bellerindeki
kabarıklık onların koruma olduğunu gösteriyordu. Halil’i kolu sıkılmaktan
morarmaya başlamıştı artık. Adamların yanına yaklaştılar.
Korumaların yanındaki adam Halil’i süzdükten sonra Halil’in yanındaki
adama dönerek “Anlat” dedi. Adam sabahtan itibaren yaptıklarını, Topkapı
Sarayı’nda yaptıklarını, Halil’in hırsızlığını ve planını anlattı. Halil’in bile fark
etmediği ayrıntılara bu adam dikkat etmişti. Hatalarını ve hoşuna giden
taraflarını söyledi. Adam Halil’e dönerek “Hayatını anlat” dedi. Halil
Adıyaman’dan geleli çok olmadığını orada yıllarca dilendiğini sonra kaçtığını
anlattı. Adam Halil’in yanındaki korumaya dönerek “Patrona götürün” dedi.
Binanın içine girerek üst kata çıktıklarında iki korumanın arasında diz
çökmüş ve suratı kanlar içinde olan bir adam ağlıyordu. Önünde bulunan adam
kafasını kaldırarak Halil ve yanındakilere baktı. Sinirli bir şekilde “Ne var”
diye bağırdı. Koruma yine aynı şekilde bugün olanları anlattı. Adam bir elindeki
silahı okşarken düşünmeye başladı.
Kafasını kaldırdı tekrar Halil’e baktı. “Çok geç” dedi. Tekrar düşünmeye
başladı. Silahını kaldırdı ve Halil’e doğrulttu. Halil kendini ölüme hazırlamış
gibi hiç kıpırdamadı. Silahı diz çökmüş adama doğrultup alnına dayadı ve tetiği
çekti.
Her tarafı kan olan adamın cansız bedeni yere yığılınca Halil kamyon
şoförünü ve tecavüzü hatırladı. Şoförün cansız bedeni gözünün önündeydi.
Adam silahı tekrar okşarken Halil şoktaydı. Silahın sesi hala kulaklarında
yankılanıyordu. Adam Halil’e döndü “Ölmek mi kolaydır yoksa öldürmek mi?
diye sordu
BÖLÜM – 26
Soğuk soğuk terliyordu ağzında kelimeler bir taş gibi ağırdı. Kekeleyerek
“Ben bu benim” dedi. Betül işaret parmağını Orkun’un dudaklarına götürdü ve
eğilerek dudaklarından öpmeye başladı.
Orkun sarhoş gibiydi. Başı dönüyor ve şokun etkisiyle Betül’e bakıyordu.
Ne tepki vereceğini bilemiyordu. Artık yapabileceği tek şey vardı o da kendisini
bırakmak. Gözlerini kapattı sanki farklı bir yerde, bir boşlukta dönüyordu.
Dudakları yavaş yavaş ıslanmaya başlamıştı. Dilleri birbirine çarpıyordu.
Betül, Orkun’un üzerine eğilmiş sanki bütün hislerini Orkun’a iletiyordu.
Son bir öpücük daha verdikten sonra doğrulurken Orkun’un gözleri açılan
yakasından içeriye doğru kaydı. Dolgun göğüslerini ve bunları tutamayacakmış
gibi görünen sutyenini gördü. İçi akıyordu sanki oluk oluk. Kasıklarına baskı
yapıyordu.
Betül doğrulduktan sonra gülümseyerek Orkun’a bakıyordu. Orkun
dayanamadı ve kolundan tutarak kendine çekti. Betül hemen Orkun’un kucağına
oturuverdi. Orkun’un bacaklarının arasındaki sertliği hissedince güldü ve
Orkun’u öpmeye devam etti. Dakikalarca.
Daha sonra masaya karşılıklı oturup birbirlerinin elini tutarak içlerindeki
her şeyi paylaştılar ve itiraf ettiler. Orkun bütün hislerini, düşüncelerini ve
evlenmek istediğini buna rağmen geçmişinden utandığı için çekindiğini anlattı.
Betül ise Orkun’un geçmişi ile birkaç kelime ettikten sonra kendi düşüncelerini
ve yaklaşık bir aydır bu anı beklediğini anlattı. Sonra saçlarını toplayarak sağa,
başını da sağa yatırdı. Gülümsüyordu. Bütün çekiciliği ve şirinliğini toplayarak
Orkun’un ellerinden tuttu. “Eee artık teklifte bulunmayacak mısın?” diye sordu.
Orkun şaşırdı ve “Ne teklifi? dedi birazda anlamamazlığa vurdurarak. Betül bir
kahkaha attıktan sonra “Evlenme teklifi budala” dedi.
Orkun tekrar şok olmuştu. Tekrar kekelemeye başladı. “Bu kekemelik
nereden geldi. Ben kekelemem ki” diye başladı. “Benimle evlenir misin?” dedi
ve sonunda Betül ile kollarını iki yana açıp “Eveeettt” diye bağırdıktan sonra
Orkun’a sarıldı. Orkun’da kollarını Betül’e sararak koklamaya ve saçlarını
öpmeye başladı. Betül ayağa kalkarak durdu “Artık bu kadar yeter. Şimdi
diğerleri gelmeye başlar. Şimdilik aramızda” dedi. Orkun başıyla onaylayarak
ayağa kalktı ve son bir ez daha sarıldıktan sonra masasına geçti.
O gün öğleden sonra izin isteyerek dışarıya çıktı. Ankesörlü telefona
geçerek uzun zamandır aramadığı annesini aradı. Evin telefonu uzun süre
çaldıktan sora sarhoş ve geceden kalma bir kadının sesi yavşakça duyuldu.
“Aloooo” İlk Orkun sesi duyduğunda içini bir öfke dumanı kapladı. Karşıdaki
ses tekrarladı. “Alooo” Bu sefer daha çok kendine gelmiş gibiydi. Orkun tam
telefonu kapatmak üzereyken cesaretini toplayarak cevap verdi. “Benim.
Orkun.” Bu sefer Orkun değil karşı taraf şoktaydı.
Görüşmek istediğini ve hafta sonu geleceğini söyledi. Adresi not defterine
kaydettikten sonra telefonu kapattı. “Anne” bile dememişti telefonda. İkisinin de
içinde büyük bir öfke vardı. Sıkı ve gergin bir görüşme olacağının sinyalleri
şimdiden verilmişti.
O hafta sonu öğleden sonra adresi bulup zile bastığında çocukluğunun
geçtiği ev olmamasından dolayı sevindi. En azından çocukluk anılarını
hatırlamayacaktı. Kapı açıldığında eski hatırladığından daha kilolu ve daha
yaşlı bir kadın kapıyı açtı. Öğle vakti olmasına rağmen hala elinde içkiyle
dolaşıyordu.
Orkun konuyu nasıl açacağını bilmiyordu. Annesi ise Orkun’dan daha
hızlı davranmış ve “Beni neden terk ettin” diyerek hararetli geçecek bir sohbeti
başlatmıştı. Karşılıklı suçlamalar ve hakaretler ortamı giderek geriyordu. En
son karşı karşıya geçmiş ayakta birbirlerine küfür ediyorlardı. Annesi en
sonunda dayanamadı ve elini kaldırarak Orkun’a doğru savurdu. Onu ani bir
hareketle annesinin elini tuttu ve sıkarak aşağıya indirdi. Arkasını dönerek
koltuğa oturdu. Annesinin de oturmasını bekledi.
Gözlerini annesine dikerek “Bunca yolu seninle tartışmak için gelmedim.
Babamı arıyorum” dedi. Annesi o an yıkılmıştı. Orkun’un kendini hayatından
tamamıyla çıkardığını anladı. “Neden onu arıyorsun, para mı isteyeceksin”
dediğinde Orkun tekrar öfkelendi.
İşinden, Betül’den ve gayet güzel giden hayatından bahsetti. Bir de
gördüğü kadarıyla annesinin hayatına değindi. Artık mutlu bir hayat geçirmek
istediğini ve geçmişini silip geleceğine odaklanacağını anlattı. Her ne kadar aile
hayatı yaşamak istemese de Betül’ü ne kadar çok sevdiğini ve evleneceğini
söyledi. Onları rahatsız etmemesini istedi.
Annesi yıkım üstüne yıkım alıyor ve giderek tepkisizleşiyordu. Sonunda
ağlamaya başladı. “İki isim var önümde” dedi. “Birisi Ö.T diğeri B.G.” dedi.
Annesi gözlerini silerek kafasını kaldırdı ve Orkun’a baktı. “Madem bu kadar
yaklaşmışsın… İsmi Bayram Genç” dedi.
BÖLÜM – 27
“ Bebeğim seni çok merak ediyorum telefonunu açınca acil bana ulaş.”
dedikten sonra “Sesli mesaj kaydedildi” uyarısını aldı. Telefonunu kapattı. Eşini
aradı daha sonra “Her şey normal tatlım bir sorun yok gözetim altında
tutuluyorum” cevabını aldıktan sonra biraz olsun rahatladı fakat aklı hâlâ
kızındaydı.
Şoför arabayı hastanenin önüne park etti. Bayram hızlı adımlarla ACİL
kapısından girmeye hazırlanıyordu. Hemen eşinin yanına giderek elini tuttu.
“Nasılsın tatlım?” Eşi gülümsedi. “İyiyim” dedi. Zaten Bayram da iyi
görmüştü. “Doktorla görüşeceğim” diyerek ayrıldı. Odadan çıkarken telefonu
çalmaya başladı.
Arayan kızıydı ve açınca kızının sesini duymak Bayram’ı rahatlattı.
“Nasılsın?” dedi. “İyiyim babacığım ne oldu?” “Bir şey yok kızım. Bugün her
hangi bir durum oldu mu?” dedi. Biraz düşündükten sonra kızı “Tek enteresan
şey senin okula gönderdiğin çiçekti fakat okulda dersim olmadığı için
alamadım.” dedi. “Tamam. Kesinlikle o çiçeği alma.” dedi Bayram. “Neden?”
diye sordu kızı. “Alma ve kendine dikkat et. Rutin yaptığın işlerden kaçın.” dedi.
“Emredersiniz babişkom” diyerek telefonu kapattı.
Bayram tekrar içeriye girerek eşine mutlu haberi verdi. Doktorun yanına
giderek tehdit altında olduğunu bir zehirlenme vakası olabileceğini anlattı.
Doktor yenilen maddenin kana karışmadan çıkartıldığını söyleyince rahatladı.
Tekrar eşinin yanına gittiğinde eşi sorgular gözlerle Bayram’a bakıyordu.
Bayram artık her şeyi anlatmak zorundaydı.
Kışlaya geri dönerken bir taksi kullandı ve karargah binası yerine farklı
bir binaya ve Grup komutanının odasına girdi. Hemen cep telefonunu çıkararak
çocukluk arkadaşı Sadık’ı aradı. “Beni ve ailemi koruyacak kişilere ihtiyacım
var ve asker olmayacak. Gerçek güvenlik istiyorum” dediğinde Sadık çok
şaşırmış ve olayı anlatmasını istemişti. Bütün olayları anlattıktan sonra Sadık
telefonu kapattı. Yardımcı olacaktı.
Cep telefonuna gelen mesajla irkildiğinde Bayram ayaklarını masaya
uzatmış dalgın dalgın düşünüyordu. Mesaja baktı. Sadıktan geliyordu. “Çok
ciddi işler başarmış bir mafya. İyi bir koruma sağlayacaktır. Biraz pahalı
sadece. Telefon numarasını gönderiyorum” Kafası karışıktı. “Askeriye kendi
komutanını koruyamıyor” diye düşündü. Kendini çok güvensiz hissediyordu.
Hemen numarayı arayarak kendini tanıttı ve olayları anlatarak koruma
istediğini söyledi. Karşısındaki kişi ise gayet ciddi bir şekilde “Bu önemli bir iş
komutan şakası ve geri dönüşü olmaz kesin kararlı mısın?” dediğinde Bayram
“Kesinlikle” dedi.
Karşısındaki ses bilgilerini alarak işin başladığını söyledi. Her Cuma
günü kendine rapor gönderilecekti. İstediği para ise Bayram’ın aylık maaşının 5
katıydı ve her ay bu parayı ödemesi gerekiyordu. Birikimini düşünerek kabul etti
ve korumaların isimlerini aldı. Eşine, kızına ve kendine birer adet koruma
görevlendirirken bunların yanında her birinde ikişer gizli koruma eşlik edecekti.
Ertesi gün korumalar eve gelerek eşiyle ve kendisiyle tanıştı. Kızını da
arayarak korumaların geleceğini söyledi. Bayram artık kendisini daha rahat
hissediyordu. Asıl önemli olan ise Cuma günü gelecek olan rapordu. Endişeli
bekleyiş başladı. Şimdiden herhangi bir tehdit almaması işlerin yolunda
gittiğinin göstergesiydi.
Cuma gününe kadar herhangi bir aksiyon olmadı. Cuma günü tanımadığı
bir numara arayarak 35. Sokakta bulunan telefon kulübesinin önünde
beklemesini söyledi. 3 saat sonra kulübenin önünde beklerken önünde bir araç
durdu ve bir dosya uzattı. Dosyayı uzatan adam “Dosyayı incele beğenmezsen
bitirelim” dedi.
Eve gelip eşiyle birlikte dosyayı incelemeye başladıklarında ikisi de şok
oldu. Ailesine karşı düzenlenen tam 23 girişim vardı. Dosyada tarih saat ve
girişimin bütün ayrıntıları vardı. Dosyada neler yoktu ki eve girmeye
teşebbüsler, silahlı saldırılar, zehirlemeler…
Artık Bayram rahattı ve güvenlik hat safhadaydı. Bayram günler geçtikçe
askerlikten de soğuyordu. Eski itibar ve popülaritesi artık kalmamıştı. Hatta
ihraç dedikoduları ortalıkta dolaşıyordu.
Aylar ilerledikçe işinden olduğu gibi artık eşinden de soğumaya
başlamıştı. Ödemeler ağır gelmeye başlamıştı. Üsleri bu durumdan rahatsız
olarak Ege Ordu Komutanlığı 3. Kolordu Komutanlığına atadılar. Mekan
değişikliği iyi gelir diye düşünmüşlerdi. Eşini de alarak evini İzmir’e taşıdı.
BÖLÜM – 28
Duyduğu soruyla beyninden vurulmuşa döndü Halil. “Ölmek mi kolaydır.
Öldürmek mi?” defalarca söyledi kendine. Sorunun altında yatan anlam çok
basitti. “Ölmek mi istiyorsun yoksa katil olup bizim için çalışmak mı?”
Geçmişini düşündü Halil, geleceğini düşündü. Yanındaki adamlara baktı. Ya
bunlar gibi olacak ya da ölecekti.
“Öldürmek” dedi en sonunda. Silahı tutan adam büyük bir kahkaha attı
ve “Bu durumdaki herkes seninle aynı cevabı verdi fakat kimse yaşamaya devam
edemedi” dedi. “Demek ki başka kişileri de buraya getirmişler” diye düşündü
Halil. “Ölürsem de zaten arkamdan ağlayacak kimse yok” dedi.”Annem babam
yok benim” dedi. “Daha önce hiç silah kullandın mı?” diye sordu adam. “Hayır
ama çabuk öğreneceğime eminim. Merakım var” dedi Halil.
Aylarca sürecek eğitim başlamıştı o günden sonra bir seri katildi artık
Halil. Binanın arkasındaki boş araziye gidiyor ve günde yüzlerce mermi
harcıyordu. Keskin nişancılık, tabanca eğitimi, yakın dövüş sanatları… Gün
geçtikçe Halil kendini geliştiriyordu. Eğitim veren adam ile konuşuyor ve
başından geçen olayları dinliyordu. Hepsinden bir nasihat çıkarıyordu.
Tabanca eğitimi alırken önce sabit nişan alıp isabet ettirmeyi öğrendi.
Daha sonra aldığı keskin nişancılık eğitiminde de önce 250 metre daha sonra
500 metre ve 1000 metreden hedefi isabet ettirmeyi öğrendi. Rüzgarın hızını,
hava sıcaklığını, nem oranını hepsini hesaba katarak 2000 metreden atışlar
yapmaya başladı. Yakın dövüş sanatlarından da Judo ve Tekvando öğrendi.
8 ay gibi bir zaman geçmişti ilk gelişinden. Tavırları ve kendisi artık çok
değişmişti. Sürekli siyah takın elbise giyiyor, son model araçlarla dolaşıyor ve
son teknolojik aletler kullanıyordu. Halil’in değişimi ve gelişimi o kadar çok
hızlı olmuştu ki artık ufak tefek görevlerde ek adam olarak çıkıyordu. Yanındaki
arkadaşları tarafından izlettirilen video eğitimlerle de bir saldırının nereden
yapılacağını ve nereden korunmasız kalınacağını öğreniyordu. Artık tam bir seri
katil olmuştu. Tabi bunu uygulama ile göstermesi gerekiyordu.
Bir gün patron Halil’i çağırarak bir cinayet işine Akın ile birlikte
gitmesini istediğini söyledi. Halil heyecanlanarak hemen kabul etti. Artık
maketler üzerinde değil gerçekler üzerinde eğitim alacaktı. Videolarda gördüğü
sahneler gerçek olacaktı.
Hedef bir işadamıydı. Patronunun aldığı yüklü miktardaki para kişinin
çok önemli olduğunu konusunda bilgi veriyordu. Verilen dosyada kişinin resmi,
işi, ailesi hakkında bilgiler ve hayatı gibi önemli bilgiler vardı. Son sayfada ise
kişinin bulunacağı yer ve saat yazılıydı. Bilgilere göre infaz 4 gün sonra bir
kafenin içinde olacaktı.
Halil ve Akın arabaya binerek önce kafede oturdular. Birer kahve içerek
etrafı gözlemlediler. Daha sonra binadan çıkarak etraftaki binalardan görüş
açısı en iyi olan binayı seçtiler. Akın tam bir profesyoneldi. Hangi binadan ateş
edip, hızla olay yerini terk edeceğinde nasıl gideceğini çok iyi biliyordu.
Diğer günler boyunca her gün farklı bir masaya oturarak kafede vakit
geçirdiler. Güvenlik kameralarını, mahalle sakinlerini ve çalışanları
gözlemlediler. Bütün bilgileri not edip kaydettiler. Hangi masaya oturursa
otursun nereden ateş edeceklerini ve hangi yolu izleyeceklerini kararlaştırdılar.
İnfaz günü sabahtan yerlerini aldılar. Adamın gelmesine yaklaşık 6 saat
vardı. Adam yaklaşık 45 dakika geçirecek ve bir bayanla konuşup ayrılacaktı.
Halil sürekli etrafta dolaşıyor, alış veriş yapıyor ve ortalığı gözlüyordu. Akın ise
bir lokantada oturmuş yemek yiyiyordu.
Sonunda adam geldi ve cam kenarına oturdu. Şoförüne “Sen git” işareti
yaptı. Akın ve Halil kararlaştırdıkları noktada buluşarak teçhizatlarını kurmaya
başladılar. Adam tam karşısında kahvesini yudumluyordu. Halil son kez
dürbünle etrafı kontrol etti. Akın’a hazır olduklarını söylediğinde Akın
dürbünden avını gözlüyordu.
Akın etrafı tekrar kontrol etmesini istedi. Halil tekrar kontrol etti ve
“Uygundur” dedi. Akın son ikazlarını yaptı. “İş biter bitmez hemen arkadan
aşağıya inip 3 araç değiştirerek merkeze gideceğiz. Bizi koruyan 12 koruma
olacak fakat sen bunları fark edemezsin.”
Akın saymaya başladı. 3-2-1 ve tetiği çekti. Halil’in son gördüğü adamın
iki kaşının ortasından akan kan ve masaya kafasını çarpması oldu. Koşarak
kaçarken çığlıkları ve kargaşanın kaosunu duyabiliyordu.
Hemen araca binerek farklı istikamete gittiler. Oradan araç değiştirip
farklı yerlere gittiler. Son açlarda merkeze götürdü onları. Başarılı bir
operasyondu. Artık Halil tek başına operasyona çıkabilirdi.
BÖLÜM – 29
Yemekten sonra birliğine döndüğünde Mustafa çok sevinçliydi. İlk defa
bir komutan ile yemek yemiş ve güzel bir gün geçirmişti. Zaten kalan günler
giderek azalıyor ve Mustafa yerinde duramaz hale geliyordu. Sanki zaman
geçmek bilmezmişçesine bu seferde yavaş yavaş geçiyordu.
Bir keresinde telefonda annesi ile konuşurken “Sanki bir gün 30 saat
anne” dediğinde özlem çekmenin anlamını anlamıştı. Arkadaşları ise asker
jargonuyla buna kısaca “Şafak sıkıştırıyor” diyorlardı. Günlerin hızlı geçmesi
için elinden geldiğini yapıyor fakat yinede günlerin geçmediğini söylüyordu.
Aynı zamanda bir asker olmanın vazgeçilmez gururunu taşıyordu
Mustafa. Belki Asteğmen rütbesi ile gelseydi bu kadar coşkulu olmazdı. Nöbet
tuttukları yerin hemen yan tarafında bulunan göndere asılmış Türk Bayrağı’nı
gördükçe göğsü kabarıyordu. Gece her nöbetinde bu bayrağa bakar ve “Bu
vatan toprağını, bu bayrak altında bekledim be arkadaş” derdi. Hatta telefonlar
konuştuğu arkadaşlarına ve yakınların konu açıldığında “Siz rahat uyuyun diye
ben nöbet tutuyorum” derdi.
Gece 03:00 – 05:00 nöbetinde 02:30’da uyanırdı. Üzerini değiştirir
kamuflajını giyerdi. Silahlık görevlisinden aldığı çelik yelek, fiber başlık ve tüfek
ile yola düşerdi. Doldur boşalt istasyonundan aldığı bir yedek, bir de asıl şarjör
ile tüfeğini doldurur ve nöbet yerine giderdi. Nöbette olan arkadaşlarından
“Vukuat yoktur” diyerek aldıkları nöbeti yine saat 05:00 sularında “Vukuat
yoktur” diyerek diğer arkadaşına devreder ve 05:30 sularında yatağına yatardı
tekrar.
Her sene çıkan ve o sene Başbakan ile Genelkurmay Başkanı’nın
görüşmeleri ile tavan yapan “askerlik kısalıyor” ve “askerlik tek tip oluyor”
dedikoduları ise Mustafa’nın bunalıma girmesine neden olmuştu. Her ne kadar
konuya hakim insanlarla konuşmalarındaki ufak bir ihtimalin olması bile canını
sıkıyordu. Askerlik tek tip olursa Mustafa 3 ay daha askerlik yapacaktı.
Mustafa’nın bu karardan etkilenip etkilenmeyeceği ise şüpheliydi.
Askerlik Mustafa için rahat ve kolay olsa da psikolojik olarak büyük bir
sınavdan geçiyordu. Ailesini ve kız arkadaşını çok özlemişti. Özgürlükleri
kısıtlanıyordu. Üstelik 15 günde bir çarşı iznine çıkabiliyor olması moralini
bozuyordu. Askerlik Mustafa’nın beklediği gibi de değildi zaten. Askerlik öncesi
çok militarist bir genç olan Mustafa askeriyenin içini gördükçe askeriyeden
oldukça soğumuştu.
Günler azaldıkça “Bitmiyor, geçmiyor günler” sözleri Mustafa’dan daha
çok duyulur olmuştu. Daha sık telefonlar görüşüyor, daha sık çarşı iznine
çıkmak istiyordu. Askerliğin yarısını geçeli çok fazla olmasına rağmen sıkılmıştı.
Ailesi izin alıp gelmesi yönündeki baskılarında ısrarcı olsa da “izin
almadan bitireceğim” diyerek karşı çıkıyordu. Bir an önce bitirip evine dönmek
ve sevdiklerine kavuşmak istiyordu. Bilgisayarına dokunmak, internette
saatlerce araştırma yapmak, müzik eşliğinde uyumak, soslarla ve mezelerle
donatılmış sofralarda yemek yemek ve hepsinden önemlisi sevdikleri ile birlikte
olmak için neler vermezdi.
Artık cenazeler ve diğer faaliyetler de zevk vermiyordu Mustafa’ya.
Giderek sıkılıyordu. Devrelerinin durumu fark etmesi ile Mustafa’ya uyarılarda,
telkinlerde bulunmaya çalıştılar. Mustafa en sonunda kıta içinde bulunan
Rehberlik ve Danışma Merkezi’ne gitmeye karar verdi. Çok fazla ön yargılı ve
tedirgin olsa da bu sıkıntıları daha fazla çekmemeye karar verdi.
Salı günü revir çavuşu ile birlikte RDM’ ye gitti. İçerideki doktorun
asteğmen ve bir öğretmen olması onu çok şaşırtmıştı. RDM doktoru da kendi
gibi bir askerdi. Kendi devresi fakat uzun dönem yani 12 ay asteğmendi. Rütbesi
üstün olduğu için kendi devresine “Komutanım” demesi gerekiyordu. Bütün
olan biteni ve düşüncelerini anlattı. Asteğmen ise gayet net ve anlayışla
karşılayarak kalan günleri düşünmemesi tavsiyesinde bulundu. Komutanlarına
gönderdiği notlarla da dış faaliyetlerde etkin katılımını istedi.
Artık dış görevlere daha çok çıkıyordu. Mustafa araç komutanı olarak
İstanbul içinde komutanları ile birlikte dolaşıyordu. Değişik yerler görüyor ve
değişik insanlarla tanışıyordu. Biraz olsun bu durum Mustafa’yı rahatlatmıştı.
3 gün sonra yapılacak olan eskort faaliyetine de Mustafa’nın araç
komutanı olarak seçilmesi Mustafa’yı çok sevindirdi. İstanbul’dan Erzurum’a
gidecek olan bir tıra eşlik edecekler ve birliğe vukuatsız giriş yapmasını
sağlayacaklardı.
BÖLÜM – 30
“Tabi ki sensin” dedi. “Çünkü sen onun babasısın”. Rizi mutlu bir şekilde
dışarıdan giren korumaya bakıyordu. Koruma Rizi’nin yanına gelip elinden
tuttu. Korkarcasına bir öpücük kondurdu bebeğine. “Barda ne isim koydu?”
diye sordu. “Sevan” dedi Rizi. Hemen doğruldu koruma “Onun ismi Sevan
değil. Onu buralardan götürdüğümde daha güzel bir isim koyacağım ona” dedi.
Rizi ise “Ben ona senin isminle, Halil diye sesleniyorum.” Dedi.
Lohusalık dönemi Rizi için yavaş yavaş geçiyordu. Beda ise günler
ilerledikçe cinsel yönden daha çok yaklaşıyordu Rizi’ye. Her gün yanına gelip
ona oral seks yaptırıyordu. Rizi ise bebeği ve kendisi için bunlara katlanıyordu.
Bir gün kaçıp kurtulmak adın bunlara dayanıyordu.
“Halil’im” diye sevdiği bebek büyüdükçe gerçek babası Rizi ve bebek ile
daha çok ilgileniyordu. Beda ise Rizi’yi tekrar elde etmenin planlarını
kuruyordu. Beda’nın yoğun işleri olduğunda Şırnak’tan ve Adıyaman’a gider ve
orada birkaç gün kalırdı. O günlerde Rizi ise bebeğini ve bebeğinin babasını
alarak geceleri mutlu olurdu.
Rizi’nin giderek gözünü karartması ve Beda’ya soğuk davranmaya
başlaması Beda’yı sinirlendiriyor ve aynı zamanda da şüphelendiriyordu. Beda
sütten kesilen Rizi’ye yaklaştıkça o bahaneler üretiyor ve yatağa yatmaktan
çekiniyordu. Artık sadece sevdiği adamın içine girmesini istiyordu. Beda’nın
iradesizliği ve ikinci çocuk riski de yine aynı şekilde Rizi’yi huzursuz ediyordu.
Halil ise çocuğunun annesini ve çocuğunu kaçırmanın yollarını arıyor
fakat bir çözüm bulamıyordu. Beda’nın Türkiye’nin her yerinde bir kolu vardı ve
nereye kaçarsa kaçsın izini bulabilirdi. Rizi bunu kabul etmese de Halil için en
mantıklı şey burada yaşamaya devam etmekti.
Halil’in odaya sürekli girip çıkması etrafta bulunan kişilerin ağzına
dolanmaya başlamış ve dedikodu kazanı kaynamıştı. Yavaş yavaş dağdaki
herkesin kulağına gelmiş ve değişik teoriler üretilmeye başlanmıştı. Beda ise
bunu duyacak en son kişiydi ve duyduğunda yer yerinden oynayacağı kesindi.
Artık küçük Halil yürümeye başlamıştı. Aynı zamanda da konuşuyordu.
Yavaş yavaş “Baba, Anne” gibi kelimeleri çıkarıyordu ağzından. Bir gün Beda
odaya Halil ile birlikte geldi. Rizi çok utanmıştı. Rizi’yi öpüp küçük Halil’i
kucağına aldı. “Oğlum Sevan” diyerek sevmeye başladı. Rizi bebeğinin
babasının karşısında bir başka adamla öpüşmekten hiç hoşlanmıyor hatta
sinirleniyordu. Beda’nın kucağındaki çocuk “Baba” diyerek Halil’e seslenince
Rizi ve Halil şaşkına döndü. Halil direk atılarak “Size baba diyor beyim” dedi.
Beda ise Halil’e ters ters bakarak sustu.
Dedikodular en sonunda Halil ile Rizi’den şüphelenen Beda’nın kulağına
geldi ve sinirden deli oldu. Hemen bir adam görevlendirerek Rizi’nin ve Halil’in
bütün hareketlerinin izlenmesini söyledi. O günden sonra Rizi ve Halil’in attığı
her adımdan Beda’nın haberi olacaktı.
Üç hafta sonra her şey ortay çıktı. Beda’nın karşısına gelen bir adam
“Beyim, Rizi hanım ile Halil’in gizli aşkı var” dedi. Önce inanmak istemese de
gösterilen şahitler ve ispatlar Beda’yı mahvetmişti. Şimdi Beda’nın yapmak
istediği tek şey intikam almaktı. “Sana kendi kendini öldürteceğim” dedi.
Bir iki gün Rizi’nin yanına gitmeyen Beda bir plan hazırlayarak Rizi ile
Halil’i basmaya karar verdi. Beda yine eskisi gibi davranmaya ve Rizi’yi ilişkiye
zorlamaya başladı. Hatta durumu daha zor hale getirmek için Halil’in
duyabileceği ve görebileceği şekilde yapıyordu. Halil ise buna katlanamıyordu.
Halil, Beda’nın tekrar Adıyaman’a gideceği haberini aldığında karısını ve
çocuğunu alarak kaçmaya karar verdi. Beda, Çarşamba günü gidecekti ve bütün
adamların meşgul olduğu Cumartesi günü kaçış yapılacaktı. Pazartesi Beda
geldiğinde her şeyi o an öğrenecekti.
Çarşamba günü Beda Adıyaman’a gitti. Perşembe günü Halil durumu
Rizi’ye açtı ve zorda olsa kabul ettirdi. Cumartesi günü kaçacaklardı.
İstanbul’daki bir tanıdıkları ile yurt dışına çıkacaklardı.
Cuma gecesi her şeyi tamamlamışlardı. Son ayrıntıların üzerinden
geçmişler ve tekrar tekrar konuşmuşlardı. Gece ilerleyen saatlerde Rizi soyundu
ve son kez yatağa girdi. Yatağının kenarındaki küçük Halil’de uyuyordu.
Halil’de soyunarak yatağa girdi ve Rizi’yi öpmeye başladı. Önce boynundan
sonra göğüslerinden.
Kapının kırılması ile içeriye giren ışıktan gözleri kamaşan Rizi ve Halil
hemen doğruldu. Kapıdaki kişiye göremiyorlardı fakat arkasında 3-4 kişinin
olduğu belliydi. Kapıdaki görüntü hala net değildi.
BÖLÜM – 31
Artık her şey sıradanlaşmıştı. “3-2-1” ve arkasından gelen bazen “tık”
sesi bazen de müthiş bir patlama sesi. Barutun patlaması ile kovandan çıkan
çekirdeğin tam hedefe ulaşıp cansız bedeni yere sermesi. Haz ve heyecanla
birlikte vazgeçilmez bir kovalamaca ve kaçış.
Araba silmekten, adam öldürmeye uzanan yol ve bu yolda tek başına
Halil. Ruhsuz ve sadece adam öldürmek için çalışan bir insan. En üst
makamdaki para babalarını gözünü kırpmadan “3-2-1” diterek öldürüveren bir
canavar. Bazen kendinden nefret etse de elindeki insanların kanlarını
temizlemeye çalışsa da belindeki silahı defalarca çok uzaklara fırlatsa da artık
geri dönüş yoktu.
“Kabul et ve gerisini düşünme” dedi kendi kendine. Bütün hayatını
hatırlamak bugün olduğu gibi Halil’e çok ağır geliyordu. “Geçmişi
hatırlamayacaksın” dedi. Duvara vurduğu yumruğunun acısını bile hissetmedi.
Kapıyı açıp dışarıya çıktı. Herkes kendi gibiydi. Öldürmek için programlanmış
birer makine.
O sık sık sevişip sıkıntısını attığı sekreter bile Halil’in öldürme anlarını
dinlerken orgazm oluyordu. “Kaçıp kurtulmak kolay” dedi. Herkesi
kurtarmaktansa kendini kurtar. Hızlı adımlarla tuvalete gitti. Kapıyı kapatıp
hemen kilitledi. Hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Elleri ve dizleri titriyordu.
Belindeki silahı çıkardı. Emniyeti açtı. Mermiyi ağzına verdi, horozu çekti ve
silahı kafasına dayadı.
Kalbi kan pompalamaktan patlayacaktı sanki. Elinin titremesiyle sanki
silah şakağına masaj yapıyordu. “Haydi” dedi. “Kurtul”. İşaret parmağı ile
tetiğe baskı yapmaya başladı. “3” kalp atışları hızlanıyordu. Bütün vücudu
uyuşturucu madde almış gibiydi. “2” tetiğe yaptığı baskı iyice artmıştı. Derin
derin nefes alıyordu sona gelmişti. Ciğerleri ve kalbi dayanamayacaktı. “1”
güldü. “Ben de gidiyorum. Şimdiye kadarkiler gibi” Hoşça kal Dünya” dedi.
Tetiğe baskı son haddine ulaşmıştı.
“Hiçbir
yere gitmiyorsun” dedi. Kapının dışındaki ses.
“Göndermiyorum”. Halil birden kendine geldi. Kapının arkasında birisi vardı.
“Haydi” dedi. “Aldırma çek tetiği” gözlerini bir açıp bir kapatıyordu. Soluk
alıp vermesini duyabiliyordu kapının dışındaki. Birden kapı zorlandı. Halil
kendine geldi. Kapıya döndü. Kapıyı açtığında karşısında sekreter gülüyordu.
Elini uzatıp Halil’i kravatından yakalayıp kendine çekti. Dudaklarından
öptükten sonra tuvalete geri itip kapıyı kapattı ve içeriden kilitledi.
Artık kendinden nefret ediyordu fakat yaşamanın tek yolu buydu. İşe ilk
başlangıçta kendisi seçmişti bu yolu. “Öldürmek kolay “ demişti. Eskiden
eğlenceli olan bu iş artık kendini sıkıyordu. Tekrar işi eğlenceli hale
getirmeliydi. “Biraz heyecan fena olmaz” diye düşündü.
İki hafta sonra infaz edilecek kişi bir fabrikatördü. Borcunu ödemediği
için infaz edilmesi gerekiyordu. İnfaz Eskişehir’in en işlek caddesinde
gerçekleştirilecekti. İnfaz aleti olarak tabanca verilse de Halil daha farklı bir
alet düşünüyordu.
Üç dört gün sonra kişin resmi de geldi. Resmin altındaki notta her zaman
üç korumayla birlikte gezdiği yazıyordu. Bu da işi daha eğlenceli hale
getiriyordu. Toplam dört kişinin cansız bedeninin yere vuruşunu görecekti.
İnfazdan iki gün önce Halil Eskişehir’e gitti. Uçaktan indiği gibi caddeye
gitti ve etrafı gözlemledi. Tramvayın geçtiği bir yoldan sivil araçlar
giremiyordu. Sağlı sollu alışveriş dükkânları vardı. Genellikle gençlerin ve alış
veriş meraklılarının doldurduğu bir caddeydi.
“Oldukça kolay olacak” dedi içinden. “Çok da zevkli olacak”. İnfaz günü
kişinin geçeceği yolda beklemeye başladı. İki araçla birlikte önünden geçerek
caddenin girişinde durdu. Arabadan korumalarıyla birlikte indi. Fakat nottaki
gibi üç değil toplam dört koruma vardı. Halil gülümsedi “Daha çok eğlence”
dedi.
Caddenin sonundan yürüyen adamlar diğer taraftan yürüyen Halil ile tam
ortada en kalabalık yerde buluşacaklardı. Halil tabancasına susturucusunu taktı
ve ellerini cebine koyarak yürümeye başladı. 100 metre kadar yürüdükten sonra
karşıdan geldiklerini gördü. İki koruma önce ikisi ise arkadaydı.
İçinden saymaya başladı “3” ilerliyordu. “2” gittikçe yaklaştı. “1”
koruma ile yüz yüze geldi. “Bay bay” dedi ve cebindeki tabancayı ateşledi. Ön
soldaki koruma yere yığıldı. İkinci ateşte ön sağdaki koruma yere yığıldı. 5
saniye içinde olayın şoku ile adam bağırdı “Koruyun”. Arkadaki korumalar
ileri atıldı. Halil gülerek üzerlerine doğru gidiyordu. Tabanca ateşlendi. Sol
koruma Halil’i fark etti ve silahını çıkartıp doğrulttuğunda iki karşının
ortasında bir delik vardı. Herkes kaçmaya başladı. Halil son kez silahı ateşledi
ve fabrikatörü vurdu. Kahkahalarla gülüyordu.
O sırada Halil garip bir şeyler hissetti ve arkasına döner dönmez
arkasında birinin elindeki bıçağı kaldırmış karşısında durduğunu gördü. Bıçak
hızla kendine yaklaşıyordu.
BÖLÜM – 32
“Şafak memleket” diye bağırdı. Artık iki aydan da azalmıştı. Mustafa için
günler aheste aheste geçiyordu. Her ne kadar bu durumun sürekli sivil
hayatında ve orada yapacaklarını düşünmesinden kaynaklandığını bilse de buna
engel olamıyordu. İlk zamanlar günlerin hızlı geçmesini sağlamak için okuduğu
onlarca kitaptan da sıkılmıştı artık.
Artık günler hızla geçsin istiyordu. Gizlice içeriye soktuğu radyoyu
dinliyor ve sürekli hayal kuruyordu. “Bir çıksam” diyerek başladığı cümleler
hiç bitmiyordu. Komutanlarının iyi niyeti ile yazılan eskort faaliyeti sayesinde
bir iki gün hızlı geçecekti. Erzurum’a kadar gidip gelecek, azından yeni yüzler
görecekti.
Sabah saat 8 sularında haber merkezine bilginin gelmesi ile mühimmat
yüklü tırın Edirne’den hareket edip İstanbul’a yola çıktığını öğrendiler. Üç adet
Land Rover cip hazırlandı. Birisine yüzbaşı ve postası bindi. Diğerine bir araç
komutanı ve dokuz kişilik manga bindi. Diğerlerine de santral operatörü ile araç
komutanı olarak da Mustafa bindi.
İstanbul sınırında üç araç birden çalışır vaziyette bekliyordu. İstanbul’a
kadar eskortluk yapan ekip belgelerle tırı teslim edip geri döndü. Yüzbaşı ise tırı
teslim alıp emir verdi. “Mustafa komutasındaki araç en önde, arkasından biz,
arkamızdan tır ve en arkadan koruma mangası gelecek. Anlaşıldı mı?” Hep bir
ağızdan “Emredersiniz komutanım”.
Hazırlıklar başladı. Araç güvenlik kontrolünden geçti. Yüzbaşı “Silahlar
ileri yüksek tutuş... Kurma kolu çek bağla. Kurma kolu bırak. Emniyetini kontrol
et. Esas duruş” Artık herkesin silahında mermi yatakta ve ateşe hazırdı.
“Herhangi bir müdahale de havaya 3 atım atım serbest. Anlaşıldı mı?” dedi.
“Emredersiniz komutanım” Araçlara bindiler ve yola koyuldular.
Mustafa’nın bulunduğu araçta komutan olmadığı için müziği açtılar ve
şarkılar, türküler eşliğinde yola koyuldular. Arada santral operatörü telsiz ile
araçları kontrol ediyor ve yetkililere bilgi veriyordu. Yanlarından geçen
arabalar ise bunlara bakıyor ve Mustafa kendini garip hissediyordu. “Ben de
olsam gerçekten bakardım” dedi ve güldü. Boğaz köprüsünden geçerken de
boğazın güzelliklerine bakmaktan kendini alamadı. 5 saat sonra Eskişehir’deki
tugaya uğramalarını söyleyen yüzbaşının emri ile öğle yemeğini orada yediler
ve dinlendiler.
Öğleden sonra devam ettiklerinde yol güzergahını kimse bilmiyordu. GPS
sistemi ile takip edilen eskort faaliyetine anlık olarak yol güzergahı
belirleniyordu. Akşam yemeğini Konya’daki tugayda yiyeceklerini yiyecekleri
bildirildiğinde ise hava kararmak üzereydi ve o akşamı orada geçireceklerdi.
Yeni yüzler, yeni insanlar… Mustafa kendi gibi kısa dönem arkadaşları ile
konuşup tanıştı. O gece uzun süre muhabbet ettiler ve saat 6’daki kahvaltıdan
sonra yola devam ettiler. Osmaniye’den geçeceklerini tahmin ediyordu Mustafa.
Ve tahmin ettiği gibi de oldu. Osmaniye’ye oradan da Gaziantep’e geçtiler.
Gaziantep’te öğle yemeğini yiyerek dinlendiler. Gaziantep’ten Adıyaman’a
doğru hareket ettiler.
Yolu bozuk ve güvenliğin sıkıntılı olması nedeniyle yüzbaşı telsizden
“Araçlar dikkatli olsun” uyarısında bulundu. Oldukça virajlı ve dar olan bir
yoldan ilerliyorlardı. Dağların arasında bulunan bu yol yüzbaşıya doğuda
geçirdiği günleri ve girdiği çatışmaları hatırlattı. Yanında ölen askerini ve
kamuflajına bulaşan kanını hatırladı. Hala yıkatmamıştı. “Lütfen Tanrım” dedi.
“Bu sefer böyle bir şey olmasın.”
Yolun dar olması ve şoförlerin genç ve deneyimsiz olması yüzbaşıyı
tedirgin ediyordu. Sürekli boynunu uzatmış bir şekilde öndeki aracı ve etrafı
kolaçan ediyordu. Tam telsizi eline alıp “Öne biz geçiyoruz. Öndeki araç
yavaşlayın” demeyi düşünüyordu ki karşıdan hızla gelen kamyon yolu ortalamış
bir şekilde üstlerine doğru ilerliyordu. Hemen telsizi ağzına yaklaştırıp
“Dikkat” diye bağırdı.
Heyecanlanan şoför hemen direksiyonu kırarak şarampole girdi. Kamyon,
askeri aracın sol aynasını parçalayarak hızla ortadan kayboldu. Hemen araçtan
inen yüzbaşı ve koruma mangası arkadaşlarını kontrol etti. Yararlanan yoktu.
Yüzbaşı olayı telsizle bildirdi. 10 dakika içinde gelen helikopter eşliğinde yola
devam ettiler.
Erzurum’a vardıklarında herkes rahatlamıştı. Tırı teslim edip o gece
orada konakladılar. Mustafa için anlatacak çok şey vardı. Herkesle paylaştıktan
sonra yattı. Sabah arkadaşları ile vedalaşıp geri döndüler. Birliklerine
vardıklarında ise bütün herkes olaylı faaliyetin haberini almış heyecanla
bekliyordu.
O gece Mustafa hiç susmadı. Sabaha kadar bütün olan biteni heyecanlı
heyecanlı arkadaşlarına anlattı.
BÖLÜM – 33
Kapıdan çıktığında başı dönüyordu. Nereye gideceğini, gitmesi
gerektiğini bilmiyordu. Caddeye çıkıp önünde duran ilk otobüse bindi ve son
durakta indi. Biraz dolaştı temiz ve bol nefes almak istiyordu. Sahil kenarına
gitti. Bir bara oturup içmeye başladı.
Artık ne yapacağını bilmiyordu. Babasının ismini de öğrenmişti ve hala
gidip
konuşma
cesaretini
kendinde
bulamıyordu.
Karar
verdi.
“Konuşmayacağım” Otobüse atladığı gibi İstanbul’a döndü. Önce pansiyona
girdi. Kendine çeki düzen verip kendini sokaklara attı. Büyük bir yükün ağırlığı
omuzlarından kalkmış gibiydi. Sabaha kadar barlarda dolaşıp kafa dağıttı.
Pazartesi günü radyoya geldiğinde üzerindeki yükü attığını herkes fark
etmişti. “Bugün milat sanki Orkun. Bugün neden bu kadar neşelisin” gibi
sorular soruyordu arkadaşları. Betül de yine aynı şekilde şaşkındı fakat
nedenini tahmin edebiliyordu. İş çıkışı gittikleri sahip kenarında bir yandan
balık ekmek yiyip bir yandan da olayları konuştular.
Karınlarını doyurduktan sonra Galata köprüsünde yürüyüp altında
bulunan kafelerde çay içme kararı aldılar. Boğaz köprüsünü de gören bir kafede
karar kıldılar. Hava biraz serin olduğu için içeriye girdiler. Bir masaya oturup
bir yandan çaylarını içerken bir yandan da boğaz manzarasına bakıyorlardı.
Havadan sudan konuşmalarla birbirlerini tanımaya ve tanıtmaya çalışıyorlardı.
Arkadaki masanın konuşmalarından ve gülüşmelerinden rahatsız olan
Orkun, arkasına dönüp uyarmak istedi. Arkasına döndüğünde ise tam bir şok
içerisindeydi. Radyoda birlikte çalıştığı bütün arkadaşları arkalarındaki masada
oturmuş ve Orkun ile Betül’ü izliyordu. Artık saklayacak bir şey kalmamıştı.
Şimdi açıklama yapma zamanıydı.
Arkadaşları ile masaları birleştirdiklerinde ilk söz başlayan Betül oldu.
Orkun’u bile şaşırtan bir açık sözlülükle bütün her şeyi arkadaşları ile paylaştı.
Artık sevgili olduklarını ve evlenmeyi düşündüklerini fakat zamanın erken
olduğunu, birbirilerini daha yakından tanımaları gerektiğini anlattı.
Arkadaşları ise büyük bir olgunlukla kabullenip ikiliyi tebrik ettiler. Daha sonra
gittikleri bir barda gece yarısına kadar bu olayı kutladılar.
Günler ilerliyor ve Orkun’un hayatı giderek düzene giriyordu. Yaptığı işi
başarıyla yürütmekle kalmıyor aynı zamanda giderek geliştiriyordu da. Artık
hayatını anlattığı kişilerle röportaj yapıyor ve kendi yorumlarını da işe
katıyordu. Hatta kültür sanat dünyasından hayranları ve takipçileri ile de
konuşuyordu.
Bir gün Betül yarı üzgün, yarı çekinik bir şekilde Orkun’un yanına gelip
oturdu. Elindeki kağıdı Orkun’a uzattı. Tedirgin bir şekilde kağıdı alıp
okuduğunda Orkun üzüldü. Betül’e bakıp, “Sence ne yapmam gerek” dedi. Betül
ise “Yapman gerekeni” dedi.
Kağıtta haftaya Korgeneral Bayram Genç’in bir kışlayı ziyaret edeceği ve
bir asker ile birlikte yemeğe çıkacağı yazılıydı. Yemek sırasında da gazetecilerle
sohbet edecekti. Bütün yerel ve ulusal basın yayın organlarını davet ediyorlardı.
İki gün sonra Orkun, bilgisayarın karşısına geçmiş Korgeneral Bayram
Genç’in hayatını araştırıyordu. Her zaman kullandığı kaynaklara bakıyor fakat
araştırılmayan bir paşa olduğu için bir bilgiye ulaşamıyordu. Sadece eşi ve
kızının bilgileri bulunuyordu. Orkun ise hiç babası gibi hissetmiyordu. Geçen
süre boyunca her şeyi unutmuş ve geleceğine odaklanmıştı.
Yaklaşık iki saat önce restoranda yerini aldı. En önde ve ortada paşanın
tam karşısında. “Belki de gözlerine bakabilmek için” diye düşündü. Hazırladığı
soruları, kayıt cihazını ve not defteri ile kalemini kontrol etti. Her şey hazırdı.
Peki neden bu kadar erken gelmişti? Özlem? Hasret? Merak? Neydi onu buraya
erkenden iten şey?
Paşa ile asker gelip karşısına oturduğunda Orkun’un bütün düşünceleri
değişmişti. Önce her hücresine kadar hissettiği nefret kapladı vücudunu.
Sandalyeden kalkıp boğazına sarılmak istedi. Daha sonra hüzünlendi. Hiç
“Baba” diyememenin özlemi ise sarsıldı. Gözleri doldu. Boynuna sarılıp
“Baba” diyerek ağlamak istedi. Konuşma başladığında ise kendine geldi.
Kayıt cihazını, not defterini ve soruları bir kenara atıp söz alarak soru
sormaya başladı. “Evlatlarınız hakkında ne düşünüyorsunuz?” “Erkek bir
çocuğunuz olmasını ister miydiniz?” “Birisi çıkıp size baba dese ne
hissedersiniz” “Evliliğiniz nasıl gidiyor?” “Hiç eşinizi aldattınız mı?” Fakat
her soruya kaçamak cevaplar veriyordu Genç.
BÖLÜM – 34
Kısık bir şekilde çıkan “Beyim” lafını karanlık hemen yutuverdi. Rizi’nin
gözleri görüntüyü netleştirdiğinde kafasında durumu kurtarmak için yüzlerce
yalan belirdi. Fakat ikisi de biliyordu ki bunun bir açıklaması yoktu ve
kaçmalarına saatler kala yakalanmışlardı.
Beda kafasını “Alın bunları” dercesine oynattı. Yanındaki adamlar hızla
içeriye girip Rizi ile Halil’i odadan çıkardılar. Rizi’nin en son duyduğu ise
Beda’nın sinirli sesi karşısında ağlayan küçük oğluydu. Her ne kadar kurtulmak
için çaba gösterse de ikisinin de sonunun geldiğini biliyordu.
Rizi ile Halil birbirinden uzak iki ayrı hücreye kapatıldı. Günlerce hiç
kimseyle görüştürülmediler. Rizi çocuğunun sesini bile duyamıyordu. İçindeki
ses çocuğunu ve Halil’i son görüşü olduğunu söylüyordu. Rizi eski günlere geri
dönmüştü. Kötü yemekler, karanlık ortam ve sessizlik. Çıldırmak elde değildi.
Birkaç gün sonra kapı açıldı. İçeriye giren adam Rizi’yi aldığı gibi
sürüklemeye başladı. Duvarın arkasına geçtiklerinde ise Halil elleri ve gözleri
bağlı bir şekilde bekliyordu. Karşısında Beda ve elinde tüfeği bulunan başka bir
adam vardı. “Getirin” dedi Beda. Rizi’nin geldiğini anlayan Halil konuşmaya
başladı. “Rizi?” “Sen misin?” Beda’nın bir hareketiyle tüfeğin dipçiği Halil’in
karnına hızla çakıldı. Halil büyük bir öğürtüyle yere yıkıldı.
Rizi konuşursa işlerin daha kötü olacağını biliyordu. Susuyordu. Sessizce
Beda’nın yanına geldi. Beda “Beni aldattın” dercesine bakıyordu. Bakışları
Rizi’nin gözlerini delip geçiyordu sanki. Beda’nın gözlerindeki kin, nefret ve
öfke Rizi’yi ürkütüyordu. O sırada Halil midesindeki kasılmayı bastırarak
dizlerinin üzerinde doğruldu.
“Son kez söylemek istediğin bir şey var mı?” dedi Beda. “Oğluma iyi bak
Rizi” dediğinde ise Beda delirdi. Yanındaki adamdan tüfeği aldığı gibi Halil’a
kurşunu sıktı ve Halil’in cansız bedeni yere yığıldı. Beda sakinleştikten sonra
Rizi’ye dönerek Rizi’nin saçını eline dolayıp sıkmaya başladı. Saçları kopsa da,
kafa derisi ayrılsa da Rizi cevap vermemeye kararlıydı. Sessizce bekledi. “Çok
şanslısın ki seni seviyorum. Bu yüzden seni öldürmeyeceğim fakat çok işkence
göreceksin” dedi. Arkasını döndü ve giderken ekledi. “Bu arada oğlunu
bulamayacağın bir yere gönderdim” dedi.
Kötü günler böylece başlamış oldu. Rizi artık reisin metresi ve sevdiği
değil sıradan bir kadındı. Tek amacı yemek, temizlik, doğurmak ve yerine göre
operasyonlara katılmaktı. Eğitimlere ve spora katılıyor kendini operasyonlara
hazırlıyordu. Beda’nın ilgisi azaldıkça diğer erkeklerin ilgisi artıyor köşede
bucakta sıkıştırmalar, tacizler başlıyordu.
Kaçıp kurtulma düşüncesini her zaman kenara itiyordu. Daha önce
deneyenlerde de olduğu gibi nereye kaçarsa kaçsın bulabilirdi onu. Tek çaresi
dayanmaktı. Ayrıca başka bir erkeğin himayesine girmesi ve diğer erkeklerden
kurtulması gerekiyordu. Karışık düşünceler beyninde dolaşıyordu.
Birkaç ay sonra Beda, Rizi’yi yanına çağırarak artık operasyonlara
çıkacağını bildirdi. Gezinti ismini verdikleri bu operasyonlar dolu mühimmatla
yapılan bölge korumasıydı. Bölgenin sınırları içinde bölgenin boş olmadığını
göstermek için çıkılan uzun yürüyüşler. Bunlar bir nevi Av ismini verdikleri ve
birebir sıcak temasa girilen operasyonlar için ısındırma işlemiydi.
Gece saat 12:00’de bir adam gelip Rizi’yi uyandırdı. “Hazırlanmak için
20 dakikan var” dedi ve gitti. Yatağından kalkan Rizi üzerini değiştirip bir silah
aldıktan sonra yaklaşık 40 adet mermi aldı. Çadırların ortasında bulunan
bekleme yerine vardığında diğerleri hazır bir şekilde bekliyordu. Başkan
olduğunu düşündüğü adam “5 dakika geciktin. Bir daha istemem” dedi.
Ellerindeki haritaya göre üzerlerinde yaklaşık 8 kg yükle yürümeye
başladılar. Dolunay sayesinde rahatça etrafı görebiliyorlardı. Dağın etrafını ve
mağaraları dolaşıyorlardı. Karşıda ise Şırnak’ın ışıkları Rizi’ye göz kırpıyordu.
Başka arada elindeki termal kamerayla etrafı seyredip bilgi veriyordu. Yaklaşık
10 km yürüyüş yapacaklardı.
Yürüyüş bitip merkeze geri döndüklerinde saat sabahın 7 si olmuştu.
Herkes kalkmış kahvaltı için hazırlanıyordu. Yakınlaştığı bir kadın Rizi’nin
üzerini değiştirmesine yardım edip “Nasıldı?” diye sorduğunda Rizi’nin
gözlerindeki pişmanlık çok net okunabiliyordu.
Omuzlarını kaldırıp ellerini açarak “Sadece yürüdük” dedi. Domuzları,
tilkileri, yılan ve diğer haşereleri saymazsak yorucu bir gezinti oldu” dedi.
Kadın “Üzülme” dercesine elini omzuna koyup “Merak etme alışırsın. Ayrıca
en fazla 5-10 kez daha gidersin” dedi.
BÖLÜM – 35
“Hesabınızda yeterli miktarda nakit yok Bayram Bey. İsterseniz size
ekstra bir limit düzenleyebilirsiniz.” dedi banka müdürü. Bayram ise üzgün ve
çaresiz “Sadece ödeme kadar” diyebildi. Artık aylık ödemeler ağır gelmeye
başlamıştı. Para yetişmiyordu. Bankadaki birikimlerini de bitirmişlerdi.
Parasızlık aile içindeki huzuru da bozmaya başlamıştı.
Artık Bayram işim var bahanesiyle eve uğramaz olmuştu. Genellikle
odasında içiyor ve sarhoş bir şekilde gecenin bir yarısı evine gidiyordu. Eve
vardığında eşi ile yaptığı tartışmalar Bayram’ı evden daha çok soğutuyordu.
Parasızlık, huzursuzluk ve mutsuzluk kol geziyordu.
Odasında içme işini bırakmış mesaiden sonra hemen pavyonlara gider
mutluluğu oralarda arar olmuştu. Eşinden bulamadığı mutluluğun, parasızlığın
çözümü için de değişik yollar deniyor fakat bit türlü para getirecek bir çözüm
bulamıyordu. Rütbesi arttıkça maaşı da artıyor fakat bir türlü karşılamıyordu.
Odasında öğle yemeğinden sonra içkisini yudumlarken sekreteri bir
kişinin beklediğini iletti. Odasına çağırdığında elinde çantayla bir adam içeriye
girdi. Yeni kurulmuş bir içecek firmasının müdür olduğunu ve içecek ihalesine
girmek istediklerini bildirdi. Piyasada daha yeni olduklarını ve tanınmak
istediklerini belirtti. Bayram ise gayet doğal bir şekilde ihalenin 15 gün sonra
yapılacağını ihalede iyi bir fiyat verirlerse kazanabileceklerini söyledi. Gerekli
koşulların yazıldığı kağıdı da kendisine iletti.
Koşulları kontrol eden adam cebinden bir çek çıkararak 100.000 TL’lik
bir çek hazırladı. “10 senelik ihale sonucu için” dedi. “İnşallah kazanırız”
diyerek Bayram’a uzattı. Bayram hemen reddedercesine elini uzattı. Fakat
sonra vazgeçerek çeki kabul etti. Artık o idealist adam gitmiş yerine rüşvet yiyen
ve işi ile ilgilenmeyen adam gelmişti.
Çeki bozdurup parayı aldığı gibi her zaman takıldığı pavyona gitti. Para
çantasını masanın üzerine koyup garsonu çağırdı. “Donat masayı” dedi.
Sabaha kadar içti o gece. Masasına gelen konsomatris ile kendini eğlendirdi.
Sabah zil zurna sarhoştu. Konsomatris Bayram’ı alarak evine götürdü.
Sabah uyandığında Bayram hayal gibi hatırladığı geceden kalma bir
bayanla yatakta yatıyordu. Kafasının ağrısına dayanamadı ve tekrar uyudu.
Tekrar uyandığında hava kararıyordu. Hemen kalktı. Evi kontrol etti.
Kimse yoktu. Yatağın yanındaki notta “Uyanınca kapıyı çekersin akşam yine
bekliyorum” yazıyordu. Para çantasına baktı. Dokunulmamıştı. Telefonunu ve
kimliğini kontrol etti. Sabaha kadar eşi aramıştı. Hemen kalktığı gibi eve gitti.
Eve geldiğinde eşinin hala uykusuz olduğu belliydi. Büyük bir kavga hazır
bekliyordu. “Öldün sandım” dedi eşi sessizce ve ağlamaya başladı. Eşini teselli
ettikten sonra “Toplantım vardı. Biraz para kazandım.” dedi. Para çantasını
gösterdiğinde eşi haksız kazanç olduğunu anlasa da pek ses çıkarmadı.
Bayram artık eve çok fazla uğramaz olmuştu. Ara sıra eve gelir, duşunu
alır, eşine biraz ilgi gösterdikten sonra para bırakır ve geri dönerdi. Eşinin
takip etmesi ile çok kısa sürede eşi Bayram’ın kendisini aldattığını öğrendi.
Uzun zamandır kötü giden evliliğini yıkmak yerine kızını da alarak başka bir eve
taşında. En azından kızı evlenesiye kadar onunla kalabilirdi. Bayram’da düzenli
olarak hesaplarına para yatırıyordu.
Bayram, Alsancak semtinde tuttuğu bir eve ilk gece tanıştığı konsomatrisi
yerleştirmiş ve sık sık oraya gider olmuştu. Mesaiden sonra hemen eve gidiyor
kadınla ilişkiye giriyor oradan pavyona geçiyorlardı. Orada da sabaha kadar
içip gece eve dönüyorlardı.
Birkaç ay boyunca böyle devam etti. Bayram’ın içini sıkan bir şeyler
vardı. Artık içkiden ve kadından haz almıyordu. O güzel geceler geçmiş, yaptığı
hilelerin sonuçlarını düşünür olmuştu. Artık sürekli düşman toplamaya
başlamıştı. Aylık raporlarda artan faaliyetler ve saldırılar bunun en büyük
göstergesiydi.
Artık kendinden iğreniyor ve ölümü düşünüyordu. Bunu kendine nasıl
yapabilmişti? Hemen korumalarını arayıp bu aydan sonra koruma istemediğini
söyledi. Önümüzdeki ay ödeme yapmayacaktı. Gelirinin iyi bir kısmını
karşılayan müşterisini kaybetmeyle yüz yüze kalan mafya başkanı ise buna karşı
çıktı. Önce ödemelerde indirim yapmayı teklif etti. Sonra koruma şeklini ve
koruma sayısını değiştirmeyi teklif etti. Fakat Bayram hiçbir şekilde kabul
etmiyordu. “Bayram Bey Pazartesi günü 20:00’da Ottoman Palace’da sizi
bekliyorum” diyen mafya patronu son çareler peşindeydi.
BÖLÜM – 36
Her gezinti Rizi için artık işkence haline geliyordu. Artan mesafe ve
yükler çekilmez haldeydi. Beda’nın sürekli onun hakkında bilgi alması da hala
sinirinin geçmediğinin kanıtıydı. Arkadaşları ise Rizi’ye destek olmaya
çalışıyordu. Rizi artık büyük bir bunalımın eşiğindeydi. Neredeyse 3-4 saat
uyuyor ve sürekli ayakta dolaşıyordu.
Salı günü sabaha karşı 04:00 sularında Beda, Rizi’yi yanına çağırdı.
Büyük bir umutla gelen Rizi’nin gözleri parlıyordu. Fakat Beda büyük bir
sakinlikle Çarşamba günü yapılacak operasyonu anlattı. Artık alıştığını ve Av’a
çıkabileceğini söyledi.
İşte o an Rizi’nin başından aşağı kaynar sular döküldü. Beda resmen
Rizi’nin kendi eliyle ölmesini istiyordu. Sıcak temasa girdiğinde kendini gerçek
kurşunların arasında bulacaktı. Ya ölecek ya da öldürecekti. Sonu belliydi.
Günler, ayları, aylar yılları kovaladı. Rizi artık sürekli Av’lara çıkıyor ve
çatışıyordu. Atıcılığı giderek gelişiyordu. Rizi’ye soranlar ise her zaman aynı
cevabı alıyordu. “Hayatta kalmak istiyorsan öldürmeyi öğrenmem gerek.”
Bir gün Rizi bir grup arkadaşlarıyla Av’a çıktılar. Bu sefer gidecekleri
mesafe oldukça uzaktı. İki gün yol yürüyecekler daha sonra taciz ateşinde
bulunup geri döneceklerdi. Dört günlük yol olduğu için yükleri de oldukça
ağırdı. Su, yiyecek, battaniye ve tüfek alıp yola çıktılar. Beş kişi çatışacak diğer
iki kişi ise taşıma görevini üstlenecekti.
Yedi kişi sıra halinde yola koyuldular. Dağların en yüksek yerlerini aşıp
soğuk ve gece ile mücadele ettiler. İkinci güne girdiklerinde önlerinde yaklaşık 2
km yol kalmıştı. Artık daha dikkatli ve sessiz olmaları gerekiyordu. Kendi
merkezlerine oldukça uzaktılar. Grup tedirgin ve heyecanlı bir şekilde
ilerliyordu.
3-4 saat sonra sınır karakolu görüldü. Daha sessiz ve sakin bir şekilde
nöbetçilere görünmeden ilerlemeye başladılar. Kendilerine belirtilen yerde
konaklayacak, sabaha karşı taciz ateşinde bulunup hızla geri döneceklerdi.
Haritada belirtilen yere gelip eşyalarını bıraktılar. Hızlı bir şekilde kaçmak için
eşyalarının çoğunu yolun yarısında bırakmışlardı zaten. Sessiz bekleyiş
başlamıştı. Kendilerinden habersiz askerler nöbet yerlerinde ve karakolun
içinde gündelik işlerini yapmaktaydı.
Hava kararmaya başlamıştı. Mühimmatlarını ve kendilerini hazırlayarak
izlerini temizlediler. Toplam 2 bayan, 5 erkekten oluşan ekipteki silahsız 2 kişi
geri döndü. Eşyaların yanında bekleyecekti. Tüfekler hedefe doğrultulmuş bir
şekilde beklemeye başladılar. Karakolu izleyip not alıyorlardı. Her iki saatte bir
değişen nöbetçilerden saklanıyorlardı.
Gece yarısına ulaştıklarında saldırı için saat kararı aldılar. Saat 02:23’te
saldırı başlayacak ve 02:36’da kaçmaya başlayacaklardı. Yaklaşık olarak 05:30
civarında da eşyaların orada buluşacaklardı. Herkes yerlerini aldı.
O sırada nöbet yerlerinde termal kamera ile taramalar ve gece görüş
dürbünleri kullanılıyordu. Nöbetçi subay, askerlerle muhabbet ediyordu.
Devriye çavuş ise telsizle nöbetçilere ulaşıyor ve durum değerlendirmesi
yapıyordu. Her şey sakin ve olağandı. Sıradan bir geceydi.
Rizi bir ara arkadaşlarını gözleyip ne durumda olduklarına baktı.
Arkadaşları uyumak üzereydiler. Rizi’nin içini garip bir duygu kapladı.
Kendilerine en yakın nöbetçiye baktı. Sakin bir şekilde kendilerinden habersiz
etrafı gözetliyordu. Güldü.
Nöbetçi subaya tekmil veren devriye çavuş hemen konuya girdi.
“Komutanım termal kamerada bir sıcaklık gözlemlenmiş.” Subay hemen ayağa
kalktı açtı camı ve dışarıya baktı. “Acil durum sinyali gönderin” dedi.
Nöbetçilere anons geçildi. “Sakin olun, tedbir alın. Acil durum.” Anonsu alan
nöbetçiler gerildi ve hemen söyleneni yaptılar.
Subay sıcaklığın görüldüğü bölgeye baktı. Aynı sıcaklık duruyordu.
Uzman çavuş bölgeyi aydınlatacak ve nöbetçiler ateş edecekti. Uzman çavuş
hemen lazere geçti. Nöbetçiler mermi ağzında olan silahlarının emniyetini açtı.
Subayın emri ile lazer sıcaklığı gösterdi ve bütün nöbetçiler hedefe ateş açmaya
başladı.
Gelen kurşunlarla neye uğradığını anlamayan Rizi ve arkadaşları
şaşkınlık içinde pustular. Hemen Rizi’nin yanındaki adam bağırdı. “Ateş” Rizi
ve arkadaşları ateş etmeye başladı. Karşılıklı bir kaos hakimdi. Rizi bir ses
duydu. “Soldaki nöbetçi tamam”. Saldırı devam ediyordu. İki dakika sonra Rizi
kendilerini gösteren lazerin yanındaki askeri de vurdu. Hemen arkadaşlarına
bilgi verdi. Kurşunlar üzerine üzerine gelmeye başladı. Sürekli kendine doğru
gelen mermilerden saklanarak ateş ediyordu. O sırada göğsünde bir sıcaklık
hissetti. Karanlıkta göremiyordu. Hemen pustu ve kendini dinledi. Elini göğsüne
götürdü. Sıcaktı. Yavaşça arkasında doğru yaslandı. Kulakları uğuldamaya
başlamıştı. Sanki ateş kesilmişti. Nefes aldıkça ciğerlerinden su sesi geliyordu.
Gittikçe ciğerleri daralıyordu sanki. Karıncalanmalar bütün vücuduna
yayılıyordu. Sanki bir karınca kolonisi vücudunda geziyordu. Kendine baktı.
“Sonunda” dedi. Gözleri ağırlaştıkça etraf yavaş yavaş seçilmez hale geliyordu.
Zorla nefes alırken arkadaşı tarafından kendinin sarsıldığını hissetti. Çok hafif
bir şekilde “Rizi” kelimeleri duyuyordu. “Benim adım Zilan” diyebildi zorla.
Artık nefes alışları hırıltıya dönmüştü. Son nefesini de verip sessizliğe karıştı.
BÖLÜM – 37
“Bu da nereden çıktı” diye düşündü. Dördüncü koruma da ölmüştü. Gizli
bir yakın koruma. Hemen kendini geriye doğru atarak kendine hızla yaklaşan
bıçaktan kurtuldu. Dizini sıyırdığını ise daha sonra fark edecekti. Hemen yan
yan yuvarlanmaya başladı. Bu sırada elini cebine sokarak nişan aldı ve ateş etti.
“Tık” başka ses yoktu. Daha sonra gelen ses ise kilolu bir korumanın
cansız bedeninin yere yığılma sesi oldu. Derin bir nefes aldı fakat daha nefesini
bırakamadan polis ve ambulans sireninin sesleri havada yayılmaya başladı.
Hemen toparlanarak kaçmaya başladı. Bir yandan olanları bir yandan da
kaçışını düşünüyordu. Aylardır aldığı keskin nişancılık eğitiminin en önemli
meyvelerini burada almalıydı.
Merkeze vardığında ise patronu sinirli olduğunu gördü. Patron ekipte en
çok sevdiği ve en çok güvendiği adam olduğu için sonucunu sormakta bir
sakınca görmedi. Saraydan eksiği olmayan evde, yukarıya doğru çıkarken
olayın etkisinden hala kurtulamadığını fark etti. Hala aklının bir kısmı orası ile
meşguldü.
Patronun yanına geldiğinde, patronun gerçekten de çok kızgın olduğunu
fark etti. Patronu Halil’i görür görmez hemen olayda sorun olup olmadığını
sordu. İlk defa böyle bir soruyla karşılaştığına göre demek ki gayet ciddi bir
sorun ortadaydı. Fakat patron Halil’e herhangi bir bilgi vermedi. Sadece
“Hazırlan Halil yakında sana önemli bir iş çıkacak” dedi. Halil yine iş
hakkında bilgi almak istese de bir sonuca ulaşamadı. “Şimdilik dinlen ve benden
haber bekle” dedi.
Halil arabaya atlayıp çiftlik evine doğru yola çıktı. Birkaç gün kaçamak
yapmanın kimseye zararı olmazdı ve felekten birkaç gün çalacaktı. Ta ki haber
gelene kadar. Otobana çıktıktan sonra radyoyu açtı. Birkaç müzik kanalını
değiştirdi. Arkasından selektör yapan araca yol vermek için iki elini de
direksiyonda sabitlediğinde otomatik arama bir radyo kanalında durdu. Bir
kadın birisinin hayatını anlatıyordu. “En son görüldüğünde ise bir gözünü
kaybetmişti” dedi ve reklama girdi. Halil’de “Böyle işlerle neden uğraşırlar ki
size ne milletin hayatından” dedi.” Sonuçta bir Halil çıkar ve hayat biter” dedi.
Hemen kanalı değiştirdi.
Çiftlik evine vardığında haber onlara daha önceden ulaşmıştı ve her
zamanki seviştiği hizmetli en minisinden eteği ile karşısında duruyordu. Aracın
arkasındaki silahını ve mühimmatını indirip hizmetlinin dudaklarını ısırdıktan
sonra eve girdi.
Biraz hizmetli ile konuştuktan sonra odaya çekildiler. İkisinin de
birbirlerini arzuladığı belliydi. Hizmetli neden geldiğini sorduğunda da
“Bilmiyorum, patron çok sinirli sanırım önemli bir iş beklememi söyledi” dedi.
Her ne kadar rahat görünmeye çalışsa da tedirgindi Halil.
Aşağı salona inip pirinç patlaklı cips ile birlikte televizyon izlemeye
başladı. Spor haberleri, maç kanalları derken koltukta sızıp kaldı. Birleşmenin
de verdiği haz ve yorgunlukla geceyi erken başlattı. Öğle deliksiz uyumuştu ki
hizmetlinin gece uyandırıp ilişkiye girdiklerini neredeyse hayal meyal
hatırlıyordu.
Sabah erkenden kalktığı gibi temiz çam kokusunu içine çekti. Eşofmanları
ile birlikte 1,5 saat kadar koştu. Sonra arka bahçeye giderek spor aletleri ile
çalışmaya başladı. 1 saat sonra saat 10:00 olmuştu. Güzel bir kahvaltı yaptıktan
sonra televizyonun başında zaman öldürmeye başladı.
Öğleye doğru çalışma odasına inerek silahlarını temizlemeye ve bakımını
yapmaya başladı. Bir yandan bakım yaparken bir yandan da ne tür bir görev
çıkacağını düşündü. Bu kadar önemli olan görev neydi. Nerede, ne zaman
gerçekleşecekti? Bakımdan sonra parçaları tek tek birleştirerek birkaç kuru tetik
çalışması yaptı.
Öğle yemeğinden sonra içi rahat etmeyen Halil atış poligonuna doğru
hareket etti. Poligona vardığında önce 1000 m’den, sonra 500 m’den, sonra 250
m’den ve 50 m’den defalarca atış yaptı. Uzun menzilli hedeflerde hedeften
şaşma payını inceledi. Çok fazla olmasa da içini huzursuz etmeye yetiyordu.
Canı sıkıldı. Önceden 0,23 olan sapma payı 0,32 olmuştu. 0,09 mm
artmıştı. Tüfeğini aldı, ayağa kalktı. Canlı bir av istiyordu. Hareketli, hızlı.
Etrafını gözlemlemeye başladı. Bir tavşan, bir kuş, bir av bulup cansız bedeninin
yere düşmesini izlemek istiyordu. Yere düştüğünde tekrar hareket ederse veya
yaralı kalırsa o zaman tekrar düşünmeliydi.
Havada uçan bir atmaca gördü. “Yeterince hızlı değil” dedi.
Gözlemlemeye devam etti. Bir arı kuşunun uçtuğunu gördü. “Evet” dedi. Nişan
aldı. İçinden saymaya başladı. “3” Kuşun ani hareketleri ile tüfek aşağı yukarı
hareket ediyordu. “2” Hedefe kilitlenmişti artık. “1” Cebindeki telefon
titremeye başladı. Fakat umursamadı. “1” tetiği çekti. Büyük bir patlama ile
refleks olarak gözlerini kapatmıştı. Tekrar açtığında hedefin cansız bedeninin
yere düşüşünü gördü.
BÖLÜM – 38
“Annecim bugün bir aydan da düştük Artık 29 günüm kaldı. Bitiyor”
dediğinde annesi derin bir nefes alarak “ Bir de bana sor” dedi. Her ne kadar
hızlı geçse de annesinin yüreğinin kalkık olduğu 4,5 ay geçmişti. Hele sevgilisi
neredeyse her aradığında “Aşkım iyi ki evli değiliz yoksa hiç dayanamazdım”
diyordu. “Bitti artık. Hayatımda askerlik de yok olacak” dedi.
Telefonu kapatıp koğuşuna doğru yürümeye başladı. Koğuşuna girdikten
sonra arkadaşları ile biraz muhabbet edip yattı. Gece rüyasında gördükleri ise
bilinçaltının dışa vurumuydu. Rüyasında askerliği bitmiş ve dışarı çıkmıştı.
Sevgilisi, ailesi, arkadaşları ve tadına doyamadığı yiyecekler…
Sabah uyandığında ise tıraşını olup kahvaltıya gitti. Kahvaltıdan sonra
sabah içtimasına girdi. Her zamanki gibi bölük komutanı gelerek “Bir sıkıntısı
veya isteği olan var mı gençler?” dedi. Her zamanki gibi kimseden ses çıkmadı.
Hemen dönüp odasına girip televizyon izlemeye başladı. Sıra bölük
astsubayındaydı. Astsubay, tutuklu sevki olduğunu ve sevk için İzmir’e
gidileceğini söyledikten sonra kişileri seçmeye başladı. Herkes bu göreve
katılmak istiyordu fakat bir kişinin Mustafa olacağı kesindi.
“İyi ki bu raporu almışım” diye düşündü Mustafa. Ertesi günün heyecanı
şimdiden başlamıştı. Yine, yeni yüzler görecek, yeni kişilerle tanışacak ve yeni
yerler tanıyacaktı. İzmir Gaziemir’de bulunan eğitim okuluna asker teslim
edeceklerdi. Askerliğinden firar etmiş, yakalanmış ve cezasını çekmiş bir
askerdi. Cezasından sonra eski birliğine teslim edilecekti.
“Mustafa kalk” diye gece koğuşçusu uyandırdığında Mustafa afalladı.
“Neler oluyor?” dedi. “Tutuklu sevk” dedi koğuşçu. Mustafa hemen üzerini
değiştirip hazırlandı. Diğer arkadaşları da hazırdılar. Hemen bir arabaya
atlayarak Harem otogarına gittiler. Gelen tutukluyu ve yanındakileri
karşılayacaklardı. O gece saat 03:00 gibi yattılar. Sabah 06:00’da kalkıp
hazırlandılar. Harem otogarından İzmir’e biletleri alıp yola çıktılar. Mustafa ve
arkadaşlarını uğurlayan nöbetçi subay hemen kışlaya dönerek, aracın plakasını,
firmayı ve kalkış saatini İzmir’e bildirdi.
Yolda ilerlerken tutuklu ile ve arkadaşları ile muhabbet ettiler. Gayet lüks
ve konforlu bir araçtı. Molada tutuklu kaçsaydı ne olurdu? Ne yapardı Mustafa?
Kelepçeli olsa da tuvalet için izin alıp kaçabilirdi.
Aslında yaptıklarının zevkten çok önemli bir iş olduğunu ve
sorumluluğunun çok fazla olduğunu düşündü. Sonrada kendini teselli ettiğinde
rahatladı. “Şimdi kadar bu olay çok kez olmuş, şimdiye kadar bir şey olmamıştı.
Şimdi de olmaz” dedi kendi kendine.
Mola da indiklerinde her ne kadar rahat olmaya çalışsa da tedirgindi ve
bunu her haliyle yanındaki kendine kelepçeli olan tutukluya belli ediyordu.
Hatta bir ara tutuklu “Rahat ol ya. Bir şey olmaz” diye uyarmıştı. Tekrar
senaryo yazmaya başladı. “Ya bana zarar verirse” diye düşündü.
İzmir Bornova’daki otogara girdiklerinde Mustafa iyice strese girdi.
Fakat kendilerini bekleyen As.İz. kolluklu 4 kişiyi görünce rahatladı. Hemen
askeri araca atlayıp Gaziemir’e doğru yola çıktıları. Kışlaya girip teslim ettiler.
O gece orada kaldıklarında yine yeni kişilerle konuştular, kaynaştılar.
Tanıştıkları arkadaşlara askerliklerinin nasıl geçtiğini ve askerlik süresince
yaptıklarını sordu. Aldığı cevaplarla da kendi askerliğini karşılaştırarak rahat
bir askerlik yapıp yapmadığının kararını verdi.
Ertesi gün tekrar yola çıkıp İstanbul’a doğru hareket etmeye başladılar.
Sivil hayatını düşündü. Sivilde olsa daha zevkli mi olurdu bu yolculuk yoksa
zevkli olduğunun farkına bile varır mıydı? Zaten askerlik en ufak mutluluğun
bile ne kadar değerli olduğunu öğretmiyor muydu?
Biraz kestirdikten sonra kulaklığı takarak öndeki koltuğun arkasında
bulunan televizyonu açtı. Birkaç kanal ve film geçtikten sonra son zamanlarda
hiç haber izlemediğini düşünerek bir haber kanalı açtı. Sıradan birkaç haber
izledi. Birkaç canlı bağlantı ve tartışmadan sonra bir Flaş Haber yayınlandı.
Şırnak’ta çıkan bir çatışmada bir piyade er ve bir uzman çavuş şehit olmuştu.
Çıkan çatışmadan sonra alan taraması yapıldığında iki teröristin ölü olarak ele
geçirildiğini öğrendi.
Morali bozulmuştu. “Askerlik” dedi. “İstanbul’da olmamızla bile ne
kadar rahatız. Can güvenliğimiz var” dedi arkadaşlarına. Kimler hangi
koşullarda askerlik yapıyordu. Mustafa gibileri ise askercilik oynuyordu. Ama
hattı müdafaa değil sathı müdafaa vardı ve satıh tüm vatandı.
Kışlaya döndüklerinde arkadaşları da aynı haberi almış ve üzülmüşlerdi.
Hatta habere göre şehit erin cenazesi İstanbul’dan kaldırılacaktı.
BÖLÜM – 39
İkinci kez kıdem durdurma kararı ile İstanbul’da Kolordu
Komutanlığında kalan Bayram artık eski idealist haline dönmek ve emekli olmak
istiyordu. Korumaları iptal edecek ailesi ile arasını düzeltecek ve sakin bir yerde
hayatını sürdürmeye devam edecekti. Artık usulsüz işlere de paydos demişti.
Kararını vermiş bir şekilde saat 18:00’da Ottoman Palace’a gelmişti.
Bara oturup spor haberlerini izlemeye başladı. “Ne içersiniz bayım?” diyerek
gelen barmene ise “Viski” demek istemiyordu. “Sütlü kahve lütfen” diyerek
kararının arkasında durdu. İki bardak kahveden sonra saatini kontrol etti. Saat
20:15’di. “Neden her zaman bu adamlar geç kalırlar ki?” diye düşündü.
Saat 20:35’de bara giren mafya patronu adamlarına işaret ederek ayrıda
durmalarını istedi. Bayram’ın yanına yaklaşarak “Pardon geç kaldım ama
istemeyerek” dedi. “Her zaman herkesin bir bahanesi vardır” diyerek karşılık
verdi Bayram. Adam barmene işaret ederek yanına çağırdı. Barmen geldiğinde
“İki viski lütfen” dedi. Hemen araya giren Bayram “Benimki sade kahve olsun”
dedi. Adam şaşırarak “Artık içmiyorsunuz sanırım” dedi. Bayram onayladı.
Havadan sudan biraz muhabbet ettikten sonra “Artık konuya gelelim
isterseniz Bayram Bey” diyerek Bayram’a doğru döndü. Sıcak kahveyi iki eliyle
sıkıca tutan Bayram “Ben de onu merak ediyordum. Neden beni buraya kadar
yordunuz” dedi ve adama sert bir bakış fırlattı.
“Aslında yormak istemezdim fakat yerimiz gizli olduğu için burada
buluşmanın daha uygun olacağını düşündüm” dedi. “Neyse dinliyorum” diyerek
acelesini belli etti Bayram. “Evet. Koruma hizmetini sonlandırmak istediğinizi
öğrendim” dedi. “Evet bunu size telefonda da bildirmiştim. Sorun nedir hala?”
dedi Bayram. Adam derin bir nefes alarak konuya girdi.
“Bakın Bayram Bey. Siz bizim en değerli müşterilerimizdensiniz. Sizi
kaybetmek istemeyiz. Fiyat indirimine gidebiliriz eğer fiyat yüksek geliyorsa”
dedi. “Hayır fiyat sorun değil” dedi Bayram. “O zaman koruma şeklini
değiştirelim eğer beğenmiyorsanız. Bunca sene sorun çıkmadığına göre
memnunsunuz herhalde”.
“Koruma şekli önemli değil” dedi Bayram. Adam giderek sinirleniyor
fakat belli etmemeye çalışıyordu. Bayram ise umursamaz bir hava takınmıştı.
“Bayram Bey tekrar ediyorum sizi kaybetmek istemiyoruz” diyerek ısrar
etti. “Artık koruma istemiyorum” diyerek kararlılığını gösterdi Bayram.
“Ailemle birlikte bizi kimsenin bulamayacağı bir yere yerleşeceğim” diyerek
ekledi. “Biliyor musunuz Bayram Bey, bu dünyada nereye giderseniz gidin sizi
mutlaka bulurlar.” “Olsun ben yine de şansımı denemek istiyorum” dedi
Bayram.
Adam artık bütün tekliflerin sonuna gelmiş bir şekilde onun tarafında
bulunan elini masaya koyup “O zaman ayrılma ücreti olan 7 milyon TL’yi
ödemeniz gerekecek” dedi. Bayram bu konuşmadan böyle bir şey çıkacağını
biliyormuşçasına doğruldu, adamın gözlerine bakarak “Nerede yazıyor bu?”
dedi.
Adam cebinden Bayram’ın da ıslak imzasının bulunduğu sözleşmeyi
çıkardı. En son maddelerde yazılmış maddeyi gördüğünde şok oldu. “Nasıl
olurda sözleşmeyi okumam” diye kendine kızdı. Sakin davranarak “Ya
ödemezsem?” diye sordu. “Bir almasını biliriz Bayram Bey” dedi adam.
Bayram masadan kalkarken “O zaman o şekilde alın” dedi. Adam
şaşırmıştı. “Lütfen oturun Bayram Bey” dedi sakince. Bayram yavaşça oturdu.
Adam devam etti. “Yaptığınız usulsüz ihaleler ve sözleşmeden, aldığınız
rüşvetlerden, içki tutkunuzdan ve yasak ilişkilerinizden haberimiz var Bayram
Bey” dedi. Bayram hafifçe gülümseyerek “Bu bir tehdit mi?” dedi.
“Hayır tehdit değil” dedi. “Eğer tehdit etmek isteseydik yasak ilişkinizden
doğan ve şu an evlenmek için çaba harcayan oğlunuzu gösterirdik size” diye
ekledi. Bayram’ın başından aşağı kaynar sular döküldü. “Bu nereden çıktı”
dedi sinirle. “Sizin haberiniz yok fakat bizim haberimiz var Bayram Bey. Sizden
çıkan spermlere kadar takip ediyoruz. Bu bizim işimiz” dedi.
Bayram köşeye sıkıştığını hissediyordu. Ya 7 milyon TL’yi ödeyecek ya da
koruma hizmetini devam ettirecekti. Bunun yanında kafasını kurcalayan yeni bir
konuda eklenmişti. Karar veremiyordu. Yavaşça ve dalgın bir şekilde ayağa
kalktı ve kapıya yöneldi. O sırada adam arkasından “Kararınızı duyamadım
Bayram Bey” dedi. Bayram ise aldırmadan “Devam” dedi.
BÖLÜM – 40
Betül, Orkun’un yüzüne bakıyordu. Orkun ise şaşkın ve üzgün bir şekilde
Betül’e doğru yürüyordu. Kafasını kaldırdı Betül’ün gözlerine baktı. Betül ne
diyeceğini bilmiyordu. “Nasıl geçti?” diye sordu. Babasını ilk defa gören Orkun
onunla konuşamamıştı bile. Kafasını eğdi. “Konuşmak istemiyorum” dedi.
O gece ve ondan sonraki gecelerce uyuyamadı ve her uyuduğunda
babasını gördü. Kimisinde özlemle sarılıyor, kimisinde de sinirle bağırıyordu.
Bu sırada işine de odaklanamadığından bütün işleri Betül üstlenmişti. Betül ise
evlilik konusunun ertelendiğini ve belki de tekrar açılmayacağını düşündü.
Orkun’un kafası sürekli babası ile meşguldü ve her konuşmalarında
Betül’e babası ile ilgili düşüncelerini açıklıyor ve ne yapması gerektiğini
soruyordu. Betül ise Orkun’a yön vermemek için onun isteklerini ve kararlarını
anlayıp ona göre cevaplar veriyordu.
Bir hafta sonra 0 232 alan kodlu bir numaradan çağrı aldı Orkun. Arayan
kişinin kimliği çıkmasa da annesinden geldiğini tahmin edebiliyordu. Açıp
açmama konusunda kararsız kalsa da en sonunda açtı. “Efendim”. “Oğlum ben
annen” dedi karşıdaki ses. “Nasılsın?” Orkun cevap verdi; “Nasıl olabilirim?
Karışık.” Hala nefret dolu konuşuyordu. “Görüşebilir miyiz?” dedi annesi.
Orkun şaşırdı. Acaba neden görüşmek istiyordu? “Neden?” diye sordu. “Seni
görmek istiyorum son kez” dedi annesi. Orkun sinirlenerek telefonu annesinin
yüzüne kapattı. Kapattıktan sonra da “Bir daha arama beni” dedi.
Günler dalgın ve karmaşıktı Orkun için. Bir yandan annesi diğer yandan
babası ve ikisinin arasında sıkışmış kendisi. Betül ise bu durumu çaresiz bir
biçimde izliyordu. Betül’e yeterli zamanı ayıramadığını ve ilgilenmediğini
biliyordu. Fakat Betül’ün anlayışla karşılaması Orkun’u biraz olsun
rahatlatıyordu.
Birkaç gün sonra Pazar günü aynı 0 232 alan kodlu telefon yine Orkun’u
arıyordu. Betül, Orkun’a Orkun ise telefona bakıyordu. “Efendim” dedi.
“Benim” dedi mahcup bir ses. “Dinliyorum” dedi Orkun. “Sanırım
gelmeyeceksin. Ben de burada konuşmaya karar verdim. Eğer istersen” dedi
annesi. “Dinliyorum” dedi Orkun.
Annesi saatlerce sürecek konuşmaya sakin sakin başladı. Nasıl babası ile
tanıştığını, nasıl yaşadıklarını, birbirlerini nasıl sevdiklerini ve nasıl çocuk
sahibi olduklarını anlattı. Orkun ise sadece dinliyordu. Zaman zaman kızıyor,
zaman zaman üzülüyordu. Konuşmanın sonuna doğru annesi nasıl ayrıldıklarını
ve şu an görüşmediklerini anlattı. Ara sıra Orkun bağırmak ve cevap vermek
için yeltense de kolunu tutan Betül’e bakıyor ve vazgeçiyordu. Betül ise sessizce
sadece dinliyordu.
Konuşma sona yaklaştığında annesi bu aralar hasta olduğunu söyledi.
Orkun ise “Kendini acındırıyorsun” dedi. Annesi “Belki bir daha görüşemeyiz”
diyerek isteklerine başladı. İlk isteği “Beni affet” oldu. “Sana iyi bir anne
olamadım” diye ekledi. “Babanı senden gizlediğim için de affet” dedi.
“Babanın çocuğumuz olduğundan haberi yok. Baban ben gibi vefasız ve
umursamaz değildir. İstersen konuşup anlatabilirsin. Anlayışla karşılayacaktır.
DNA testi yaptırarak bunu ispatlayabilirsin” dedi.
Konuşma bittiğinde annesinin son sözleri Orkun’un kulaklarında
yankılanıyordu. “Elveda”. Betül Orkun’un omzuna dokunduğunda kendine
geldi. Betül’e baktı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Betül’de duygulandı.
Orkun, Betül’e sarılıp ağlamaya başladığında Betül’de Orkun’un çaresizliğine
ağlıyordu.
Artık Orkun kendine gelip işine geri dönmeliydi. İşine odaklanmalı ve
Betül’e karşı eski halini almalıydı. Hayatta ona tek destek olabilecek kişi
Betül’dü ve ömrünün sonuna kadar onunla yaşayacaktı. Unutmaya çalıştı. Eski
neşesine yavaş yavaş ulaşıyor, işinde başarılı projeler çıkarıyordu.
Bir gün tekrar 0 232 alan kodlu numara aradı. “Neden sürekli rahatsız
ediyorsun ki” dedi. “Efendim” diye telefonu açtığında karşısındaki ses beklediği
ses değildi. Bir erkek sesiydi. Orkun telefonda dona kalmıştı. Durumu fark eden
Betül hızla Orkun’un yanına geldi. Orkun’un elinden tuttu. Orkun gözlerini fal
taşı gibi açmış dinliyordu. “Tamam anladım” dedi ve telefonu kapattı. Betül
meraklı gözlerle Orkun’a bakıyordu. Orkun yavaşça Betül’e dönerek titreyen bir
sesle “Annem ölmüş. Cuma günü İzmir’de defnedilecekmiş” dedi.
İkisi de haberin şokuyla birbirlerine bakarken iş arkadaşlarından birisi
diğer odadan seslendi. “Orkun şu sürekli üzerinde durduğun Bayram Genç
Pazartesi günü Şırnak’da şehit olan askerin cenaze törenine katılacak” dedi.
BÖLÜM – 41
Saat 09:27 “Karargah takımı öğle namazına şehit cenazesi var 6 muhafız,
3 trafik ve 2 yardımcı hizmet olarak çıkılacak. Tektip kıyafetleriniz ütülü, botlar
boyalı olacak. Üsteğmen saat 10:30’da kontrol edecek. Jilet gibi olun…” diye
bağırdı santral operatörü.
Çavuş hemen listeyi hazırladı. Mustafa trafikçi olarak çıkacaktı. “Neden
bu kadar kalabalık gidiyoruz” dedi Mustafa. “Bu sefer önemli bir tören ve sıkı
bir güvenlik gerekiyor. Ayrıca tören Pendik’te” dedi çavuş. Herkes koşarak
kıyafetlerini aldı ve ütünün önünde sıraya girdi.
O sırada Halil’in telefonuna gelen mesajda “Hazırlan bugün öğleye iş
var” yazıyordu. Halil hemen uzun menzilli silahını alarak arabaya bindi. Hızlı
bir şekilde evden çıkıp merkeze doğru yola koyuldu. Yolda bir solda bir sağda
sürekli arabaları solluyor bir an önce merkeze ulaşmaya çalışıyordu.
Orkun ise annesinin cenazesini kaldırmış, Betül ile radyoda kayıt
cihazlarını kontrol ediyordu. Betül, Orkun’a bakıp “Emin misin?” dedi.
“İstersen gitmeyerek burada kapatabiliriz konuyu” dedi. Orkun Betül’ün
gözlerine bakarak güldü. “Merak etme son kez yakından görmek istiyorum
sonra bitecek ve hayatımdaki tek kişi sen olacaksın” dedi. Betül gülümseyip
Orkun’un yanağına bir öpücük kondurdu.
“Emredersiniz komutanım” dediğinde Bayram uzun zamandır
konuşmadığı 1. Ordu Komutanının isteğini onaylıyordu. Şehit cenazesine
katılacak ve ailesinin yanında bulunacaktı. Üzgün ve kızgın görünecek ve
medyaya birlik ve beraberlik mesajları verecekti. Son zamanlarda işinde yaptığı
görüşme ve çalışmalar etkili olmuştu artık.
“Ütüsünü bitiren hemen üzerini giyinsin. Hadi beyler çabuk olun” diye
bağırdı çavuş. Mustafa hemen üzerini giyindi. Botlarını bağladı. Botlarının
üzerine beyaz tozluklarını geçirdi. Kemerini ve silahını aldı. Browning’i
kemerine taktı. Trafik kolluğunu geçirdi. Kaskını taktı. Aynanın karşısına
geçerek kendini süzdü. “Kask, fular, ceket, düdük, kağıt, kalem, kemer, silah,
yedek mermiler, pantolon, tozluklar, botlar… hepsi tamam. Temiz ve bakımlı”
dedi.
“Hemen hazırlanın” dedi Üsteğmen ve odasının kapısının önüne dikildi.
Hazırlananlar Üsteğmenin karşısına geçiyor ve kontrol ediliyordu. Hepsi de
temiz, bakımlı ve jilet gibiydi. Silahlarını ve askılarını kontrol ettiler. Kemer
sıklıklarına bakıldı. Eldivenlere ve temizliklerine bakıldı. O sırada bir asker
gelerek “Araç hazır komutanım” dedi.
Halil merkeze geldiğinde kendisi için hazırlanmış olan dosyayı gördü.
Açtı inceledi ve hemen arabasına atlayıp hızla yola koyuldu. Bir yandan yan
koltuktaki haritayı inceliyor ve planlar kuruyordu. Diğer yandan da saatini
kontrol edip zaman kazanmaya çalışıyordu. Aracı öyle hızlı kullanıyordu ki E5
üzerindeki neredeyse tüm araçlar Halil’e kızıp kornaya basıyorlardı.
Orkun ise kamera ve ses kayıt cihazını alıp yola çıktı. Kafası hala karışık
ve bulanıktı. Neler olacağını hayal etmeye başladı. Törende Subay/astsubay
bölümünde babası yer alacaktı ve medya için ayrılan bölümde kendisi babasını
sürekli kameraya çekecekti. Belki ileride tekrar tekrar izler ve ağlardı.
“Herkes araca binsin” dedi komutan. Bütün askerler araca bindi. Şoför
çıkış için izin kağıdını imzalattı ve yola koyuldular. Önce şoför üsteğmen ve
araç komutanı, arkada ise 6 muhafız, 3 trafik ve 2 hizmet ekibi vardı. Araç
kışladan çıkıp yolda ilerlemeye başladığında herkes heyecanlıydı. İlk defa farklı
bir yerde tören yapacaklar ve yeni yerler göreceklerdi.
Orkun camiye geldiğinde aracını park edip, medya için ayrılan yeri
aramaya başladı. Sahil kenarındaki camide protokolün bulunduğu yerin tam
karşısında medya için ayrılmış yer vardı. Hemen yaka kartını takıp kamerasını
kurmaya başladı.
Halil ise yaklaşık 10 dakika önce gelmiş ve aracını sahil kenarına park
etmişti. Önce bir keşif için etrafı kolaçan etti ve kendisi için uygun olan ve
haritada gösterilen yere geçti. Bir sigara yakıp beklemeye başladı. Öğle
namazına yaklaşık 2 saat vardı.
Yolda ilerlerken bütün askerler etrafa, yanlarından geçen araçlara ve
insanlara bakıyorlardı. Sanki hiç insan yüzü görmemiş gibi sivillere
bakıyorlardı. Camiiye geldiklerinde araç camiinin yanında park etti. Büyük bir
camii ve etrafında büyük bir bahçe vardı. Mustafa’lar gelmeden önce polis
büyük bir güvenlik önlemi almıştı. Sivil ve resmi polisler her yerde kol
geziyordu.
Takım astsubayı ekibi alarak bölgede dağıtmaya başladı. Önce
muhafızları yerlerine yerleştirdi, sonra trafikçileri yerleştirdi. Mustafa’yı
protokolü gören camiinin yanındaki otoparka yerleştirdi. Mustafa gelen
komutan ve yetkililerin araçlarına yer gösterecek ve vali ile ordu komutanının
araçlarının içeri girmesini sağlayacaktı.
Komutan Mustafa’nın yanına gelerek “Mustafa medyayı ve protokolü
kontrol et herkes yerini alsın” dedi. Mustafa yerinden ayrılarak önce
subay/astsubay yerlerini gösterdi. Daha sonra medyanın yanına gitti. Tek tek
medya kuruluşlarını kontrol etmeye başladı. O sırada yanlış yerde duran
birisinin yanına gidip “Orkun Bey sizin yeriniz yan taraf” dedi. “Benim listeme
göre Doğa radyosu yerel radyo ve yerel medyanın yeri yan taraf” dedi.
Orkun yaka kartına bakarak askerin nasıl ismini anladığını düşündü.
Kamerasını sökerek yan tarafa geçti. Ulusal medya için ayrılan bölünmüş sağ
tarafa geçti. Burası diğer tarafa göre görüş açısı dar bir yerdi. Fakat yine de
protokolü görüyordu. Kamerasını kurup vizörden kalkmaya başladı.
Mustafa karşısından gelen 3 yıldızlı araca yol göstererek komutanını
selamladı. Kolordu komutanı Bayram Genç, araçta inerken askerin selamını
aldı ve camiye doğru yürümeye başladı. Vizörden bakan Orkun ise babasını
gördüğünde hemen kayıt düğmesine bastı ve izlemeye başladı.
Halil ise o sırada uzun menzilli silahını kurmuş bekliyordu. Parmak izi
bırakmamak için eldivenlerle kullanıyord. Havadaki rüzgarı ve nemi ölçmek için
kurduğu cihazları kontrol etti. Dürbünden bakarak protokolü izledi. Birkaç
komutan gelmiş fakat hala hedef gelmemişti.
Bayram “Artık her şey eskiye dönüyor” diye düşündü. Önce protokole
girip arkadaşlarını selamladı. Biraz muhabbet ettikten sonra subay/astsubay
bölümüne giderek ast ve üstleri ile selamlaştı. Arkadaşlarının bazılarının
bakışları her ne kadar rahatsız etse de aldırmamaya çalıştı.
Hizmet askerlerinden birisi tek tek diğerlerini dolaşarak yapılması
gerekenleri anlattı. Zaman yaklaşıyordu. Derken 1. Ordu Komutanı ve diğer
kolordu komutanları geldi. Mustafa şoförlere yerlerini göstererek araçların
düzenli olarak park etmesini sağladı. Halil o sırada hedefini bulmuş ve sinsice
takip etmeye başlamıştı. Dürbünde görünen komutan hareket ettikçe elektronik
dürbünde değerler değişiyor ve ortadaki + işareti bir kırmızı bir yeşil yanıp
duruyordu.
“Şehitler ölmez vatan bölünmez” nidalarıyla yürüyen bir grup milliyetçi
genç camiye geldiğinde polis engeline takıldı. Daha sonra sessizce içeriye girdi.
Girişte sıkı bir güvenlik vardı ve en ince ayrıntıya kadar polis tarafından
aranıyordu. Cenaze aracı yaklaşıp tabut indiğinde tekrar sloganlar ve
ağlayışlar yükselmeye başladı. Annesinin feryat figan ağıtları ise yürekleri
dağlıyordu. Mustafa her ne kadar kendini tutmaya çalışsa da gözlerinden
yaşların süzülmesine engel olamadı.
Tabut Mustafa’nın arkadaşları tarafından indirilip yerine konulduğunda
ailesi de tabutun karşısındaki yerini aldılar. Subay/astsubay ve protokol sık sık
şehit ailesinin yanına gidiyor ve taziyelerde bulunuyordu.
Mustafa şehit ailesini ve tabutu gördükçe “Önce vatan” diyordu ve
annesinin “Vatan sağ olsun” kelimelerini duydukça gözlerindeki yaşları
tutmakta zorlanıyordu. Gelen, giden araçlar Mustafa’ya uyuyor ve yer
arıyorlardı. O sırada gelen vali de araçtan inerek protokolde yerini aldı. Öğle
namazına dakikalar kalmıştı. Herkes heyecanlı, üzgün ve tedirgindi.
“Allahu ekber” diyerek imam ezanı okumaya başladı. Mustafa ve
arkadaşları daha dikkatli olmaya başladı. Halil sona yaklaştığı için kalp atışları
hızlandı ve kontrol etmeye çalıştı. Orkun ise vizörden babasını bir an olsun
ayırmıyordu. Bayram ise olaylar düzeldiği için mutluydu fakat cenaze töreni
dolayısıyla mutluluğunu gizliyordu.
Öğle namazı kılınmaya başlandı ve cemaat büyük bir sükunetle namazın
bitmesini bekledi. Namazı kılan cemaat dışarıya çıkarak cenaze törenine
katılmak için yerini aldı. İmamda son dualarını yapıp tabutun başına geçti. Artık
herkes sakin ve sessiz bekliyordu.
“Sevgili cemaat, bugün burada şahadet mertebesine erişmiş gencimizin
cenaze namazını kılmak için toplandık…” İmam konuştukça herkesin gözünden
yaşlar süzülmeye başladı. En sonunda imam sordu “Nasıl bilirdiniz?” “İyi
bilirdik” dedi cemaat. “Hakkınızı helal edin” dedi. “Helal olsun” dedi cemaat
ve cenaze namazına başlamak için yerini aldı.
“Allahu ekber” diyerek namazı başlattı imam. Orkun kamerayı
babasından ayırmıyordu. Halil ise hedef kilitlenmiş bekliyordu. Mustafa cenaze
namazının kılınışına ve askerlerin namazda duruşlarına bakıyordu.
Halil içinden saymaya başladı “Allahu ekber” dedi imam. “3” tekrar
“Allahu ekber” dedi. “2” ve tekrar “Allahu ekber” dedi. “1” “Esselamun
aleykum ve rahmetullah” dediğinde Halil “Bay bay” diyerek tetiği çekti. Hızla
ilerleyen mermi selam vermek için sahil tarafına dönmüş olan Bayram’ın iki
kaşının ortasına saplandı. Gözlerini açıp karşıya baktıktan sonra aniden yere
yığıldı.
Kameradan babasını izleye Orkun gözlerine inanamadı. Hemen kafasını
kaldırıp babasının olduğu yere baktı. Babası kanlar içinde yerde yatıyordu.
“Baba” diye bağırarak koşmaya başladı. Sesi duyan imam namazı kesmiş ve
cesede doğru koşmuştu.
Bir iki dakika geçmemişti ki telsizden anonslar duyulmaya başlandı. “Bir
komutan vuruldu. Dikkat dikkat” Asker telsizlerinden gelen emir ise daha
tehlikeliydi “1. Kolordu komutanı vuruldu. 1 atım havaya atım serbest”. Çavuş
hemen G3 piyade tüfeğinin ağzına mermiyi vererek havaya ateş etti. Ardından
da bağırdı “Yere yatın”
Protokolde bir kişinin yere düştüğünü gören Mustafa üzüntüden bir
kişinin bayıldığını düşündü. Daha sonraki arbede ve kulağının dibinde patlayan
G3’ün sesi ile şoka girdi. Gözleri protokolde kalakalmıştı.
Bütün halk sağa sola bağırışmalar içinde kaçışmaya başlamıştı.
Komutanlar ve komiserler sürekli bağırıyorlardı. “Güvenliği sağlayın” Muhafız
arkadaşları sürekli etrafı gözlüyor, polislere yardımcı oluyorlardı. Polisler
tabancalarını ellerine almış etrafa bakıyorlardı.
Halil, hedefin yere düştüğünü görür görmez aletlerini araca fırlattı ve
aracına binerek Gebze tarafına sürmeye başladı. Trafik yolları kapatmış ve
kontrollü geçiş sağlıyordu. Sivil polisler araçları tek tek arıyor ve kimlik
kontrolü yapıyorlardı. Halil hemen araçtan inip yaya olarak ilerlemeye başladı.
Üzerini arattıktan sonra güvenlik şeridini geçip bir taksiye atladı.
Mustafa’yı sarsan arkadaşı Mustafa’yı aldığı gibi güvenli bir yere
götürdü. Orada bulunan ambulans hemen protokole yanaşarak ekiplerini
getirdi. Ambulanstan inen ekip hemen nabız kontrolü yaptı ve “Eks” dedi.
Orkun kahrolmuştu. Önce annesi sonra babası gitmişti. Üzerine bir yalnızlık
çöktü. O sırada bir delilik yapmaması için bekleyen Betül cemaat içinden
çıkarak Orkun’un yanına geldi. Her ne kadar teselli etmeye çalışsa da Orkun
çıldırmış gibiydi.
Mustafa ve arkadaşları toplanarak kışlaya dönmeye başladılar.
Gökyüzünde dolaşan helikopter ve yerdeki polis araçları güvenliği ele almıştı.
Mustafa’nın gözlerinde komutanın düşüşü ve kanlar içindeki hali varken
kulaklarında ise “Yatın” sesi ve G3’ün büyük sesi vardı.
Kışlaya vardıklarında komutan kimseyi dağıtmadan revire götürdü ve
kontrol ettirdi. Yaralanan yoktu. Fakat psikolojik olarak ilk defa çatışma görmüş
olan ve buna hiç beklemedikleri bir anda yakalanan askerler büyük şok
içindeydi. Özellikle Mustafa birkaç ay önce yemek yediği komutanın öldüğünü
duyunca ikinci bir şoka daha girdi.
Medyada ise canlı yayında tüm Türkiye haberdar ediliyordu. Flaş haber
olarak geçen televizyon kanalları “Kolordu komutanına suikast” başlığında
haber geçiyordu. Hatta olayı canlı olarak görüntüleyebilenler tekrar tekrar
görüntüleri veriyordu.
BÖLÜM – 42
17 Ay Sonra
“Evet” dedi Betül. Evlendirme memuru Orkun’a döndü “Betül’ü karılığa
kabul ediyor musun” dedi. Orkun mikrofona yaklaştı “Tüm kalbimle evet” dedi.
Salonda bulunan arkadaşları alkışlamaya başladı. “O zaman ben de sizi karı
koca ilan ediyorum”
Artık Orkun ile Betül dünya evine girmiş ve ömürlerinin sonuna kadar
ayrılmama kararı almıştı. Zaten babasının eşine yani üvey annesine de konuyu
açmamıştı. Geçen sürede sadece bir kez üvey annesini ve üvey kardeşini
görmeye gitmiş uzaktan görüp ayrılmıştı.
Psikolojik tedavi gördüğü günleri de hatırlamak istemiyordu. Zorlu ve
ağır geçen günler Orkun’un psikolojisini bozmuş ve babasının ölüm sahnesini
unutturamamıştı. Betül’ün de desteği ile biraz olsun kendine gelmiş ve hayata
tutunmuştu. Artık yeni bir hayata başlamışlar ve İstanbul’dan ayrılmışlardı.
Mustafa ise 13 ay boyunca psikolojik tedavi görmüş fakat ağır travmadan
asla kurtulamamıştı. Mustafa artık o günün izini sürekli taşıyacaktı. Arada
sırada sanki içindekileri çıkarmak istercesine dışarıya üfleme gibi bir tik
kazanmıştı. Sanki sigara dumanını üflüyordu.
Mustafa’nın ailesi perişan olmuştu. TSK tarafından yapılan yardımlarla
hiçbir tedavi ücreti ödemeseler de Mustafa’nın psikolojisindeki kalıntılar onu
toplumun alt kademelerine itmişti. Kalabalık alanlara çıkamıyor ve korkuyordu.
Sürekli yalnız kalmak istiyordu.
Halil ise Gebze girişinde yakalandı. Canlı yayındaki kameraları izleyen
polis ekipleri yerel bir kanaldan aldığı görüntülerle Halil’i tespit etmiş ve savcı
karşısına çıkarmıştı. Çıktığı mahkemede müebbet hapse atılan Halil diğer
suçlarını da itiraf etmişti. Böylece bağlı olduğu mafya da çökertilmiş oldu.
SON