SAYI 133 / MART 2011 - Bilim ve Aklın Aydınlığında EĞİTİM

Transkript

SAYI 133 / MART 2011 - Bilim ve Aklın Aydınlığında EĞİTİM
MART 2011 - SAYI 133•
1•
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
•2
Bilim ve Aklın Aydınlığında
EĞİTİM
Aylık Eğitim Dergisi•ISSN-1302-5600
Yıl: 12•Sayı: 133•Mart 2011
Sahibi
NİMET ÇUBUKÇU (Mil­lî Eği­tim Ba­ka­nı)
•
Ge­nel Ya­yın Yö­net­me­ni
AZİZ ZE­REN (Ya­yım­lar Da­ire­si Baş­ka­nı)
•
Ya­zı İş­le­ri Mü­dü­rü
ARİF BÜK ([email protected])
•
Ya­yın Ku­ru­lu
DİNÇER EŞİT­GİN
ÇAĞRI GÜ­REL
ŞABAN ÖZÜ­DOĞ­RU AYSUN İL­DE­NİZ
HAKKI US­LU
MACİT BA­LIK
•
Ta­sa­rım
HAKKI US­LU (hus­[email protected])
•
İle­ti­şim ve Ko­or­di­nas­yon
DİNÇER EŞİT­GİN (de­sit­[email protected])
•
Yö­ne­tim Mer­ke­zi
Ya­yım­lar Da­ire­si Baş­kan­lığı Tek­ni­ko­kul­lar/AN­KA­RA
http://ya­yim.meb.gov.tr e-pos­ta: baa­[email protected]
Tel: (0 312) 212 81 45 / 4188 Fax: (0 312) 212 81 48
•
Bas­kı
Dev­let Ki­tap­la­rı Döner Sermaye İşletmesi Mü­dür­lü­ğü
•
Abo­ne - Da­ğıtım
HALİL İBRAHİM KINACI
Tel: (0312) 866 22 01 / 246 Fax: (0 312) 866 22 72
Gön­de­ri­len eser ve ça­lış­ma­lar ya­yım­lan­sın ve­ya ya­yım­lan­
ma­sın, ia­de edil­mez. Ya­zı­la­rın içe­riğin­den ya­zar­la­rı so­rum­
lu­dur. Ya­yın Ku­ru­lu ya­zı­lar üze­rin­de de­ğişik­lik ya­pa­bi­lir.
“Bi­lim ve Ak­lın Ay­dın­lığın­da Eği­tim” adı anıl­ma­dan alın­tı
ya­pı­la­maz. Mil­lî Eği­tim Ba­kan­lığı Ya­yım­lar Da­ire­si Baş­kan­
lığı­nın 22.12.2005 ta­rih ve 6088 sa­yı­lı olu­ru ile ba­sıl­mıştır.
Der­gi­mi­zin yıl­lık abo­ne be­de­li 20 TL (öğ­ret­men ve öğ­ren­ci­ler
için 15 TL)’dir. Abo­ne be­de­li­nin Zi­ra­at Ban­ka­sı El­ma­dağ-An­
ka­ra Şu­be­sin­de­ki Dev­let Ki­tap­la­rı Dö­ner Ser­ma­ye­ İşletmesi
Mü­dür­lü­ğü­nün 2016676-5016 nu­ma­ra­lı he­sa­bı­na ya­tı­rı­la­rak
mak­bu­zun ve açık ad­re­sin “Devlet Kitapları Döner Sermaye
İşletmesi Müdürlüğü Hasanoğlan-AN­KA­RA” ad­re­si­ne gön­de­
ril­me­si ge­rek­mek­te­dir.
Mil­lî Eği­tim Ba­kan­lığı Ya­yın­la­rı: 5012
Sü­re­li Ya­yın­lar Di­zi­si: 276
İÇİNDEKİLER
ÇİZGİ•HAKKI USLU ............................................................................................................. 2
EDİTÖRDEN ......................................................................................................................... 3
MEHMET ÂKİF ERSOY’UN ŞAHSİYETİNİN KAYNAKLARI•RECEP DUYMAZ ................................. 4
BİR OKUYUCU OLARAK MEHMET ÂKİF•ÂLİM KAHRAMAN ...................................................... 9
HALKIN ÇAĞDAŞ ŞAİRİ•CEMAL KURNAZ ............................................................................ 13
MEHMET AKİF’TE MİLLET KAVRAMI•FAZIL GÖKÇEK ............................................................. 25
MEHMET ÂKİF’İN SANATI İLE MİLLÎ MARŞ OLAN ŞİİR•NAZIM ELMAS ................................... 30
İSTİKLÂL MARŞI: DERİN BİR MİLLÎ MUTABAKAT METNİ•D. MEHMET DOĞAN ......................... 36
MEHMET ÂKİF VE ÇANAKKALE DESTANI•ABDULLAH UÇMAN ............................................... 39
SAFAHAT’TA TASVİRİN GÜCÜ•KÂZIM YETİŞ ........................................................................ 45
MEHMET ÂKİF’İN EĞİTİM GÖRÜŞLERİ•CAHİT BALTACI ......................................................... 53
MEHMET ÂKİF FATİH KÜRSÜSÜNDE•ÂBİDE DOĞAN ............................................................ 57
HALK EĞİTİMİ AÇISINDAN CAMİLER VE ÂKİF•İSMAİL L. ÇAKAN ............................................ 68
BİR TÜRK MUSİKİSİ MUHİBBİ OLARAK MEHMED ÂKİF•HASAN AKSOY ................................. 72
İSTİKLÂL MARŞI’NI YENİDEN OKUMAK•NÂMIK AÇIKGÖZ .................................................... 75
İSTİKLÂL MARŞI’MIZIN TARİHÎ, EDEBÎ, DİNÎ VE KÜLTÜREL KAYNAKLARI•NURULLAH ÇETİN ... 78
İSTİKLÂL MARŞI•MEHMET ÖNAL .................................................................................... 102
BİR GÜÇ/LENME METNİ OLARAK İSTİKLÂL MARŞI•A. CÜNEYT ISSI .................................... 125
MEHMET ÂKİF ERSOY’U “İSTİKLÂL MARŞI” YAZMAYA GETİREN FİKRÎ
SÜREÇ VE ŞİİRLERİNDEKİ YANSIMALARI•MEHMET CAN DOĞAN......................................... 127
SANATKÂR SANAT ESERİ BAĞLAMINDA İSTİKLAL MARŞI•EMİN GÜRKAN............................. 135
İSTİKLÂL MARŞI VE DİĞER DEVLET MARŞLARININ MUKAYESESİ•ŞAHMURAT ARIK .............. 138
ÂKİF’İN İKİ ALTIN DESTANI: ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE VE İSTİKLÂL MARŞI
MUSTAFA ÖZÇELİK ........................................................................................................... 146
TÜRKİYE YAZARLAR BİRLİĞİ VAKFI BAŞKANI D. MEHMET DOĞAN’LA İSTİKLÂL MARŞI’MIZ VE
BÜYÜK ŞAİRİ MEHMET ÂKİF ERSOY’U DAHA İYİ ANLAYABİLMEK ÜZERİNE•AYSUN İLDENİZ... 151
MEHMET ÂKİF ERSOY’DA İTTİHÂD FİKRİ•MACİT BALIK ...................................................... 159
ÂKİF’TEN GENÇLERE AZİM VE ÇALIŞMA DÜSTURU: “TEVFİK, TAHARRÎYE, TAHARRÎ
ONA ÂŞIK...”•CEVAT AKKANAT......................................................................................... 166
CEMİYETTE FENA OLAN ŞAİR MEHMET ÂKİF ile CEMİYETTE
BEKA BULAN KİTABI SAFAHAT•İSMAİL KUMSAR................................................................ 170
MEHMET AKİF ERSOY’UN İNSAN ŞİİRİ•SABAHATTİN ÇAĞIN................................................ 179
MEHMET ÂKİF’TE “ŞARK” ve “GARB” KELİMELERİNİN KULLANIM SIKLIĞI
VE ÂKİF’İN BU KELİMELERE YÜKLEDİĞİ ANLAM•İBRAHİM GÜLTEKİN.................................. 183
ÂBİDE İNSAN MEHMED ÂKİF VE DÜŞÜNCE DÜNYÂSI•RIZÂ AKDEMİR ................................. 190
AKİF’TEN GÜNÜMÜZE EĞİTİM ANLAYIŞI•MİNE DEMİR ...................................................... 193
MEHMET ÂKİF’LE YAPILAN SON RÖPORTAJ•YEDİGÜN DERGİSİ........................................... 198
ÇİZGİ • Hakkı Uslu
EDİTÖRDEN
H
er milletin tüm insanlığa armağan ettiği büyük fikir ve sanat adamları vardır. Bizim tarihimize damgasını vuran bu büyük şahsiyetlerden biri de Mehmet Âkif ERSOY’dur. O, yakın
tarihimizin bağımsızlık ve var olma mücadelesini tüm dünyaya Millî Marşımızla haykıran millî
şair ve mütefekkirimizdir.
Fikirleriyle, sanat, edebiyat ve kültür dünyamızı zenginleştiren, bu alanda derin izler bırakan, manevi dünyasıyla Türk milletine ve hatta insanlığa örnek olan millî şairimizin hayatını, sanatını, düşüncelerini, ideallerini ve edebiyatımızdaki yerini canlı tutmak ve özellikle genç nesillere tanıtmak gereği
ortadadır.
Bilindiği gibi 10 Mayıs 2007 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan “İstiklâl Marşı’nın Kabul Edildiği
Günü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü Hakkında Kanun” ile bu kapsamda hazırlanan “İstiklâl
Marşı’nın Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif ERSOY’u Anma Günü Hakkında Yönetmelik” gereği
oluşturulan Merkez Yürütme Kurulunun Başkanlığını ve sekreteryasını Miilî Eğitim Bakanlığı yürütmektedir. Miilî Eğitim Bakanlığı, başta Bakanımız sayın Nimet ÇUBUKÇU’nun liderliğinde, her yıl 12
Mart gününde yapılacak olan ulusal ve uluslararası Mehmet Âkif ERSOY ve İstiklâl Marşı konulu tüm
etkinliklerde önemli bir misyon ve sorumluluk üstlenmiştir.
Merkez Yürütme Kurulu, Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarı sayın Esengül CİVELEK başkanlığında
2010 yılı içinde toplantı ve çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmaların en önemli kazanımlarından biri hiç
şüphesiz Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2011 yılının Mehmet Âkif ERSOY yılı ilan edilmesidir.
Öte yandan 2011 yılı İstiklâl Marşı’nın Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Âkif ERSOY’u anma etkinleri
eylem planı çalışmaları, Bakanlığımız Ortaöğretim Genel Müdürü sayın Emin GÜRKAN ve ekibinin
koordinesinde yürütülmektedir.
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim dergisi olarak, Mehmet Âkif’in hayatına ve sanatına, İstiklâl
Marşı’mıza, Mart 2006 ve Mart 2010 özel sayılarımızda değerli bilim adamlarımızın katkılarıyla
geniş olarak yer vermiştik. 2011 yılının Mehmet Âkif ERSOY’un ölümünün 75. yılı, İstiklâl Marşı’nın
kabulünün 90 yılı olması nedeniyle, yeni makâlelere ilaveten okuyucularımızdan gelen eski özel sayılarımıza ait ikinci baskı isteklerini de göz önüne alarak söz konusu özel sayılarımızda yer alan çok
değerli çalışmaları daha geniş kitlelere ulaştırmak üzere özel bir seçki hazırladık.
Bu özel sayımızda yeniden yer verdiğimiz Mehmet Âkif ERSOY ve onun büyük milletimize armağan ettiği İstiklâl Marşı’mız konulu birbirinden değerli makâleler için bilim adamlarımıza, düşünürlerimize, katkılarından dolayı Bakanımız Sayın Nimet ÇUBUKÇU’ya, müsteşarımız sayın Esengül
CİVELEK’e, Ortaöğretim Genel Müdürlüğümüze ve Merkez Yürütme Kuruluna şükranlarımızı sunarız.
5•
MEHMET ÂKİF ERSOY’UN
ŞAHSİYETİNİN KAYNAKLARI
RECEP DUYMAZ
H
er milletin yüksek şahsiyet sahibi insanları vardır,
onları tanıtmak ve şahsiyetlerini hangi kaynaklardan beslenerek kazandıklarını araştırmak, eğitimcilerin başta gelen görevleridir. Mehmet Âkif Ersoy, modern Türk edebiyatı ve düşünce tarihinin kuşkusuz
seçkin şahsiyetlerinden biridir. Onu, şahsiyeti ve eserleriyle
doğru tanımak, bugün yaşamakta olduğumuz sıkıntıları aşmada bize yol gösterecek düşüncelerin ipuçlarını yakalamak demektir.
Önce “şahsiyet”in ne olduğunu kısaca anlatmamız uygun olur. Her kavramın bir sözlük anlamı, bir de ait olduğu
bilim veya sanat dalındaki terim anlamı vardır. Eğitimde basitten karmaşığa doğru ilerlemek esas olduğuna göre, biz
de burada kavramın sözlük anlamından başlayarak terim
anlamına doğru ilerleyen kısa bir açıklama yapmakla yetineceğiz.
Başlıca sözlüklerde şahsiyet (kişilik) kelimesine şu anlamlar verilir: “Kişi hususiyeti”, “yüksek kişi”, “bir adamın
şahıs ve nefis ve zat itibariyle mevcudiyeti, kim olduğu hususu”, “bir kimseye özgü belirgin özellik; manevi ve ruhi niteliklerin bütünü”.
Recep Duymaz, Mehmet Âkif Ersoy’un Şahsiyetinin
Kaynakları, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S.
133, Mart 2011, ss. 4-8.
•6
Şahsiyet psikolojiye ait bir terimdir. Bu bilim dalında
şahsiyetin ne olduğu, nasıl kazanıldığı, tâ çocukluk yılların-
MART 2011 - SAYI 133•
dan başlanarak erginlik ve olgunluk yaşına gelinceye kadarki gelişimi adım adım izlenerek anlatılır:
“Kişiliğin yapısı, birbiriyle birleşmiş, organik bir
bütün meydana getirmiş elemanlardan meydana
gelmiştir. Bu elemanların bir kısmı, bireyin kalıtsal
özellikleri ve biyolojik yapısıyla, bir kısmı, öğrendikleri ve sonradan alışkanlık hâline getirmiş olduğu
davranış şekilleriyle (...) ilgilidir. Psikolojinin hedefi
de kişiliği meydana getiren bu elemanları ve bunların insan davranışlarındaki rollerini keşfetmektir.
Kişiliği meydana getiren bu parçalar ( kalıtsal
unsurlar ve öğrenilmiş davranışlar) öylesine birleşmiş ve bir bütün meydana getirmişlerdir ki bunları
ayırt etmeye çalışmak ve her birinin fonksiyonlarını
belirtmek bilimsel incelemelerde güçlük meydana
getirmektedir”.1
Bununla beraber psikologlar, “kişilik testleri”nin
verilerine dayanarak kişiliğin oluşmasında “kalıtsal
unsurlar” ile “öğrenilmiş davranışlar”dan hangisinin daha baskın olduğunu saptama çalışmalarına
devam etmektedirler. Psikolojide bir yandan bu
çalışmalar devam ederken, bir yandan da eldeki
verilere dayanılarak tanımlar yapılmaktadır. İşte
onlardan ikisi: “ ... kişilik, bir doğal ve sosyal ortamda yaşayan bireyin doğuştan getirdiği, kalıtsal
nitelikte olan psikolojik, biyolojik, fizik yapısının gerektirdiği tepki şekillerinin çevre etkilerine göre geliştirilmiş, ahenkli ve organik bir bütünüdür”.2
“Bugüne dek yapılan tanımlarda kişilik, bir insanı başkalarından ayıran bedensel, zihinsel ve
ruhsal özelliklerin bütünü olarak değerlendirilmiştir.
Bir başka deyişle, kişilik kavramından, bir insanı,
nesnel (objektif) ve öznel (subjektif) yanlarıyla diğerlerinden farklı kılan duygu, düşünce, tutum ve
davranış özelliklerinin tümü anlaşılır”.3
Şahsiyetin tanımı ve açıklanmasıyla ilgili daha
başka görüşler varsa da bunların hepsini burada zikretmemiz mümkün değildir; ancak bunlarda “kalıtsal unsurlar” ile “sonradan öğrenilmiş
davranışlar”ın bir ortak özellik olarak bulunduğunu
söylemekle yetinelim. Bir kimsenin şahsiyetinin
oluşmasında bunlardan hangisinin daha baskın
olduğuna ilişkin elde kesin bilgiler yoksa da yaş
ilerledikçe “sonradan öğrenilmiş davranışlar”ın etkisinin giderek arttığına dair kanaatler vardır:
“Doğal güdüler tüm canlılarda vardır. Canlının
temel gereksinimlerini sağlar, yaşamını sürdürebilmesi için gereklidir. İnsanda doğuştan varolan doğal güdüler, bebeklik ve ilk çocukluk yaşlarında kişilik gelişmesini ve davranışı önemli ölçüde etkiler.
Buna karşılık toplumsal güdülerin tanınması ve
tanımlanması güçtür. Değişik renk ve biçimlerde
karşımıza çıkarlar. Bebeklikten çocukluğa, çocukluktan gençliğe, gençlikten olgunluğa geçildikçe,
kısacası yaş ilerleyip insan geliştikçe, toplumsal
güdüler daha güçlenir, kişilik yapısı ve davranışlar
üzerinde daha etkili olurlar. Kişiliğin gelişmesine,
kişinin toplum içindeki durumunun sürdürülmesine, korunmasına, düzelmesine, iyileşmesine, pekişmesine yardım ederler.
Genel olarak doğal olan güdülerin doğuştan varolduğu, toplumsal güdülerin sonradan kazanıldığı,
öğrenildiği kabul edilir.
Toplumsal güdülerin bir bölümü doğal güdülerden kaynaklanır. İnsanda doğal olarak bulunan
beslenme içgüdüsü, toplumsallaşma süreci içinde
biçim ve nitelik değiştirerek çalışmak, kazanmak,
geleceğe yönelik tasarımlar ve yatırımlar yapmak,
diğer insanlarla yeni yeni ilişkiler kurmak biçiminde
değişir.”4
Bu açıklamalar bize bir çocuğun şahsiyetinin
doğuştan getirdiği kalıtsal unsurların yanında ailesinden gördüğü “terbiye”, çocukluk ve gençlik
yıllarında aldığı “öğrenim”le bir süreç içinde oluştuğunu gösterir. “Terbiye” ve “öğrenim” yoluyla
elde edilmiş unsurlar, şahsiyete son şeklini veren
ve onu görünür kılan unsurlardır. Bu durumda terbiyenin şekli ve öğrenimin kaynağı ayrı bir önem
kazanmaktadır.
Şahsiyetini kazanmış bir kimsede görülen başlıca özellikleri şöyle sıralayabiliriz:
• Şahsiyet sahibi insan psikolojik bakımdan
güçlüdür. Bu gücünü, inandığı ve bağlandığı de-
7•
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
ğerlerin doğruluğuna dair kafasındaki bilincinden
alır.
• Şahsiyet sahibi insan tutarlıdır. Bu tutarlılığı,
gündelik olayların akışı içinde sözleri ile davranışları arasındaki uyumuyla gösterir.
• Şahsiyet sahibi insan sorumludur. Bu sorumluluğu, gündelik hayatın akışı içinde yaptığı konuşma ve davranışlarının doğurduğu olumlu veya
olumsuz sonuçları kabullenmekle ortaya koyar.
• Şahsiyet sahibi insan bağımsızdır. O, bağımsızlığını kendisine telkin edilen bilgi ve düşüncelerin niçin ve nedenlerini sorup soruşturmakta
ve ancak araştırmalarının sonunda benimseyip
benimsememekte kendisini serbest hissetmekle
gösterir.
Buraya kadar anlattıklarımızın ışığında Mehmet
Âkif Ersoy’un hayatına ve eserlerine baktığımızda, onun kelimenin tam anlamıyla bir “şahsiyet”
olarak karşımıza çıktığını görürüz. Hayat hikâyesi,
eserleri ve onu yakından tanıyan arkadaşlarının
hakkında yazdıklarından yola çıkarak bu şahsiyetin hangi kaynaklardan beslendiğini, zamanla
nasıl oluştuğunu, eserlerine ve gündelik hayata ne
oranda yansıdığını açıklıkla görmek mümkündür.
Buna göre onun şahsiyetinin üç kaynaktan beslendiğini söyleyebiliriz5:
• Kur’an’lı ev,
• Pehlivanlı mahalle,
• Deneysel bilimli okul,
Bu kaynakları sırasıyla şöyle açabiliriz:
1. Kur’an’lı Ev:
Mehmet Âkif Ersoy’un şahsiyetini besleyen birinci kaynak “Kur’an’lı ev”dir.
Âkif, İstanbul’un Fatih semtinde bulunan bir
evde dünyaya geldi. Bu evde Doğu Türkistan’dan,
Buhara’dan İstanbul’a göç etmiş olan bir ailenin
soyundan gelen Emine Şerife Hanım ile Batı Türklerinden, Arnavutluk’tan İstanbul’a gelen Tahir
Efendi’nin kurduğu bir aile yaşıyordu. Bu, içinde
•8
beş vakit namaz kılınan ve Kur’an-ı Kerim okunan
bir evdi. Çocuk Âkif, ilk din terbiyesini ve ileride
gelişip serpilecek olan şahsiyetinin tohumlarını
böyle manevi iklimde yaşayan bir aileden almıştır.
Bunu kendisi de belirtir:
“İlk din terbiyemi, ev, mahalle, ilk mektep ve
rüştiye tahsilinde aldığım telkinler vermiştir. Bilhassa evin bu husustaki etkisi büyüktür. Annem çok
ibadet eden ve günahlardan kaçınan bir hanımdı; babam da öyle (...). İbadetin vecdini, zevkini,
heyecanını tatmışlardı”. Bu alıntıda özellikle son
cümleye dikkati çekmek istiyorum. Onun ailesi
“ibadetin zevkini tatmış” bir ailedir. Belli ki bu ailede yaşanan İslamiyet, bilime, içtenliğe ve umuda
dayanan bir İslamiyet’tir. İslam’a bağlılığı, cahilliğe,
taklide ve korkuya dayanan bir kimsenin ibadetinden zevk duyması mümkün değildir. Çocuk Âkif,
anneciği Emine Şerife Hanım’ın tatlı sesiyle okuduğu Kur’an ayetlerini duya duya büyüdü. Babası
Tahir Efendi’nin onlar üzerindeki açıklamalarını ve
düşüncelerini dinleye dinleye olgunlaştı. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını içinde yaşadığı bu
“Kur’an’lı ev”, Mehmet Âkif’e ömrünün sonuna
kadar hiçbir zaman soluklaşmayacak ve silinmeyecek birtakım şahsiyet özellikleri kazandırmıştır.
Bunların başında “samimiyet” gelir. Mehmet Âkif
Ersoy, şiirleri ile nesirlerinde anlattığı duygu ve düşüncelerinde kelimenin gerçek anlamıyla “samimi”
olan bir şahsiyettir. Bunu şiirlerinin, dolayısıyla sanatının en büyük hüneri sayacak kadar ileri götürmüştür:
Bana sor sevgili kârî, sana ben söyliyeyim
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım
Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri
Ne tasannu bilirim, çünkü ne sanatkârım.
Çocukluğunu, manevi iklimin hakim olduğu bu
“Kur’an’lı ev”de yaşayan Mehmet Âkif’in küçücük
kalbinde Kur’an-ı Kerim’e karşı uyanan bu ilgi,
sonra onu ezberlemeye, daha sonra da Türkçe’ye
çevirmeye kadar ilerleyecektir. Daha da önemlisi
bu kitap, onun şahsiyetine ve sanatına yön veren
tükenmez kaynaklardan biri olacaktır. Henüz yir-
MART 2011 - SAYI 133•
mi iki yaşındayken yayımladığı ilk şiirinin “Kur’an’a
Hitap” olduğunu biliyoruz:6
Ey nüsha-i cân-ı ehl-i dinin!
Ey nâsih-ı şân-ı münkirînin!
beytiyle başlayan yirmi sekizlik beyitlik bu uzun
şiir,
Pîrâye-i hâfızam sen oldun
Sermâye-i hâfızam sen oldun.
Sensin hele ey kitâb-ı a’zam
Hâşâ buna hiç tereddüd etmem
Dünyada refîk u hem-zebânım
Ukbada muîn ü müste’ânım.
beyitleriyle sona erer ve Mehmet Âkif’in hem
günlük hayatının, hem sanatının onunla ne kadar
kaynaştığını gösterir. Mehmet Âkif, daha sonra
başta Sebilürreşad ve Sırat-ı Müstakîm dergilerinde olmak üzere yazacağı makalelerinde ve yayımlayacağı şiirlerinde Kur’an”ıKerim’den seçtiği
ayetlerden yola çıkarak duygu ve düşüncelerini
yazmaya devam etmiş ve bu davranışını ömrünün
sonuna kadar sürdürmüştür.7
2. Pehlivanlı Mahalle:
Mehmet Âkif Ersoy’un şahsiyetini besleyen
ikinci kaynak “pehlivanlı mahalle”dir. Buna kısaca
“spor”dur, diyebiliriz. O, daha öğrencilik yıllarındayken yüzmek, atlamak, taş atmak ve koşmak
gibi spor dallarıyla yakından ilgilenmeye başlamıştır. Mehmet Akif’in yüzmeye karşı tutkunluğunu,
arkadaşı Ali Rıza Uğur, “O, denizi gördü mü, biz
de onun yüzdüğünü görürdük.” cümlesiyle âdeta
özetlemiştir. Bu sporların arasında onun en çok
ilgilendiği, şüphesiz “pehlivanlık”tır. Ona pehlivanlığı mahallelerinde bulunan Kıyıcı Osman Pehlivan
sevdirmiştir. Bu zat, Mehmet Âkif’in ölümüne kadar münasebetlerini devam ettirdiği yakın dostlarından biridir. Mehmet Âkif öldükten sonra Mithat
Cemal Kuntay, artık çok yaşlanmış bulunan Kıyıcı
Osman Pehlivan’ı ziyarete gitmiş ve Âkif üzerine
konuşmuşlardır. İşte Osman Pehlivan’ın gözüyle
Mehmet Âkif’in çocukluğundan çizgiler:
“Âkif Efendi’yi çocukluğundan beri tanıyorum.
Ben ondan bir-iki yaş daha büyüğüm. O, yaşça
mahallemizin en küçüğü sayılır. Fakat mahalle çocukları arasında üstünlüğü vardı. Her şeyde onun
sözü hâkim olurdu. Beni çok severdi. (...) Bir gün
bana dedi ki:
-“Osman, ben iyi yapılı ve kuvvetliyim. Acaba
seninle güreşemez miyim? Sen, gel bana pehlivanlığı öğret. Ben de sana okuma öğreteyim. (...) Öyle
yaptık. O, pehlivanlığı öğrendi; fakat ben okuyamadım”.
Mehmet Âkif, Mithat Cemal Kuntay ile konuşmalarında söz Kıyıcı Osman’dan açıldığında, onun,
“Namık Kemal’in ümmî”si olduğunu söylermiş...
Vatanını Namık Kemal kadar coşkun bir duyguyla
seven bu Müslüman adam, iki rekat namaz kılmadan hiçbir güreşe tutuşmazmış...
İşte böyle bir pehlivan olan Kıyıcı Osman’dan
güreş dersleri alan Mehmet Âkif, mahallede, mektepte, hatta yakın çevredeki köy ve kasabalarda
güreş müsabakalarına katılmıştır. Mehmet Âkif,
pehlivanlığa sadece bir spor değil, “bünyenin
fazileti” olarak bakıyordu. Ona göre pehlivanlar
“içki bilmez” ve “fuhuş tanımaz” temiz insanlardı.
Gençliğinde onu zararlı alışkanlıklara kapılmaktan
“Kur’an’lı ev” ile “pehlivanlı mahalle” kurtarmıştır.
Başta pehlivanlık olmak üzere ilgilendiği sporlar,
Mehmet Âkif’in bünye bakımından “sağlam”, ahlak bakımından “iyi” ve irade bakımından “kararlı”
bir şahsiyet olarak yetişmesini kolaylaştırmıştır.
3. Müspet İlimli Mektep:
Mehmet Âkif Ersoy’un şahsiyetini besleyen
üçüncü kaynak “müspet ilimli mektep”tir. Âkif,
öğrenim hayatından bahsederken Fatih Merkez
Ortaokulu’ndaki Türkçe öğretmeni Hoca Kadri’yi
özellikle belirtir. Abdülhamit döneminin (1876 –
1908) “hürriyetçi şahsiyetlerinden biri” olan bu zat,
Mehmet Âkif’in şahsiyetini yoğuran önemli öğretmenlerinden biridir. Bunu, “Bu zat, lisan itibariyle
üzerimde çok etkileyici oldu...” cümlesiyle bizzat
kendisi açıklar.
9•
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Mehmet Âkif, Merkez Ortaokulu’nu bitirince
Annesi Emine Şerife Hanım, oğlunun medreseye gidip sarık sarmasını ve cübbe giymesini ister.
Medresede hoca olan babası Tahir Efendi ise:
lojisinden cemiyetin patolojisine geçmek artık bir
mizaç ve zihin yapısı, bir ülkü meselesi, o günün
havası içinde bir gün meselesidir. Müspet bilgi, eşyada “şimdiki zaman”ı gözler”.8
“Hanım, medresede okuyacağı şeyleri, oğluma,
ben evimde de öğretirim.” diyerek karşı çıkar ve
oğlunu Siyasal Bilgiler Okulu’na yazdırır. Beş yıllık
olan bu okulun dördüncü sınıfına giderken Mehmet Âkif’in babası ölür. Ailecek geçim sıkıntısına
düşerler. O sırada yeni bir mektep olan Mülkiye
Baytar Mektebi açılır. Bu mektepten çıkanların hemen iş bulacaklarına dair söylentilerin yayılması
üzerine Mehmet Âkif, birkaç arkadaşıyla birlikte
dört yıllık olan bu mektebe geçer. Mehmet Âkif,
Mülkiye Baytar Mektebi’nde “deneysel bilimler”le
tanışır. Bu tanışma ona eşya ve olaylara “bilim
disiplini”yle bakmayı öğretir. Ona bu disiplini kazandıran hoca, Rıfat Hüsamettin Paşa (1862 –
1921)’dır. Rıfat Hüsamettin Paşa, mikrop kültürünü Paris’te “Pasteur (Pastör) (1822-1895)’ ün
kendisinden almış, eli onun eline değmiş” ve bu
yeni bilimi Mülkiye Baytar Mektebi’ne getirmiş bir
hocadır. Mehmet Âkif, Rıfat Hüsamettin Paşa’dan
Pasteur’ün yalnız ilmini öğrenmekle kalmamış,
onun insanlık için o “büyük feragatini” de dinlemiştir. Bunun sonunda hem kendisine, hem ilmine
karşı sevgi ve saygısı artmıştır.
Bütün bunların yanında Mehmet Âkif’in şahsiyeti üzerinde görüşlerini yazan yakın arkadaşları
ve tanıdıkları, onda şu özelliklerin de bulunduğunu
belirtmişlerdir:
Deneysel bilimlere bu derin sevgi ve saygısı,
Mehmet Âkif’e “realite”yi doğru olarak “gözleme”
ve onu eserlerinde doğru olarak “anlatma” becerisini kazandırmıştır. Programı geniş ölçüde deneysel bilimlere dayalı böyle bir mektepte okumaktan
gelen gözlem, bilgi ve düşünce birikimi, onun şahsiyetinde realiteye bağlılık çizgisinin gelişmesini
kolaylaştırmış ve onu şiirimizin önde gelen gerçekçi şairlerinden biri durumuna getirmiştir:
“Âkif, okulda, seçtiği branş çerçevesinde, tabiata, realist bakışa, gerçeği olduğu gibi görme, olanı olduğu gibi gözlemeye alıştı.Ve hayat ve sanatı
boyunca bunu uyguladı.
Baytar mektebinden sonra meslek hayatı başlar. Laboratuar ve mektep bilgisi, bizzat tabiat ve
memlekette pratik alana götürülür. Tabiatın pato-
• 10
Mehmet Âkif, “vefalı”, “hür fikirli”, “taassup,
istibdat, cahillik ve ümitsizliğe düşman”, “din konusunda müsamahası ve haksızlığa tahammülü
olmayan”, “azim sahibi”, “sözünde duran”, “hasisleri ve meşrepsizleri sevmeyen”, “cömertliği ve
tevazuu seven”, “hüsn-i hat ve musikiye meraklı
olan” ve “geleceğe önem veren” bir şahsiyettir. O,
bütün bu özelliklere sahip olduğunu günlük hayatını bunlara uygun yaşamak suretiyle göstermiştir.
Mehmet Âkif’in hem şahsiyeti, hem sanatı,
milletimizin de gönülden benimsediği bu feyizli
kaynaklardan beslenmiştir. Bu sebeple onun şiiri,
nesiller boyunca okunmuş, sevilmiş insanımızı ve
gençlerimizi terbiye etmiştir. Bugün de postmodernizmin getirdiği şüphe, tereddüt ve bunalım
ortamında Safahat’ın yol göstericiliğine ihtiyacımız
devam etmektedir.
___________________________________________________
1 Lûtfi Öztabağ, Psikolojide İlk Adım, Remzi Kitabevi, İstanbul 1970, s.173,174.
2 Lûtfi Öztabağ, age., s. 174.
3 Özcan Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1982, s.21.
4 Özcan Köknel, age., s. 61.
5 Kaynakların adlandırılması, Mithat Cemal Kuntay’a aittir: Mehmet Âkif Ersoy, Hayatı-Seciyesi-Sanatı, Ankara
1986, s.157.
6 Fevziye Abdullah Tansel, Mehmet Âkif, Hayatı ve Eserleri, İkinci Basım, İrfan Yayınevi, İstanbul 1973, s. 14;
Recep Duymaz, “Mehmet Âkif Ersoy’un Eserlerinin
Bibliyografyası”, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Âkif
Ersoy, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Yayınları, İstanbul 1986, s. 225 - 252.
7 Mehmet Âkif’in Kur’an-ı Kerim ile münasebeti için bkz:
Ertuğrul Düzdağ, “Mehmet Âkif ve Kur’an-ı Kerim”,
Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar-2, Mehmet Âkif
Araştırmaları Merkezi Yayınları, İstanbul 1989, s. 7496; Dücane Cündioğlu, Bir Kur’an Şairi, Bîrun Yayınları,
İstanbul 2000.
8 Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, 4. Baskı, Diriliş Yayınları,
İstanbul 1979, s. 13,14.
BİR OKUYUCU OLARAK
MEHMET ÂKİF
ÂLİM KAHRAMAN
Y
akından tanıyanlar, Mehmet Âkif’i, hayatının
değişik dönemlerinde ya birisinden bir kitabı
okuyan ya da birisine bir kitabı okutan kişi olarak anlatmaktadırlar. Etrafıyla sürekli bir okuma
alışverişi içindedir o. Bu alışverişi sağlamak için gerektiğinde, İstanbul’un bir semtinden uzak başka bir semtine
evini taşımaktan geri durmaz. Âkif’in, yakın dostlarıyla,
haftanın belirli günlerini ayırdığı okuma zamanları vardır. Bu okuma ilişkilerinin eğitimle bağlantılı bir yönünün
bulunduğu muhakkak. Fakat asıl, yaratıcı muhayyileyi
harekete geçiren yönüne dikkat çekmek istiyorum ben.
Ayrıca, okutucu-kitap-okuyucu formülüyle ifade edebileceğimiz söz konusu okuma biçimi, şahıslarla sınırlı
kalmayan bir boyuta sahiptir. Buna da değineceğim.
Mehmet Âkif’i topluca ele alınca içimize doğan, bir
“kişilik”le karşı karşıya olma duygusudur. Âkif’i tanımak,
bu sağlam, sıkı, sahih kişiliği tanımak demektir. Şair ve
yazar Âkif’in nasıl bir okuyucu olduğunu anlamaya, bu
kişiliğin bir boyutunu oluşturan okuyuculuğuna bakarak
onu içerden tanımaya çalışalım.
Âlim Kahraman, Bir Okuyucu Olarak Mehmet Âkif
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart
2011, ss. 9-12.
İsterseniz önce kütüphanesinden başlayalım. Tanığı-
11 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
olmayan kitaplığındaki eserleri nasıl okuyordu
Âkif? Cevabı Mithat Cemal veriyor: “Kitabı önce
toptan sonra tenkit ederek okur, dördüncü okuyuşta intihaplarını yapardı. Az eseri çok okurdu.
O gece bir aralık, bir kitabı bitirmek kolay değildir, dedi.”
mız Mithat Cemal Kuntay, “şarlatan olmayan bir
kütüphane” olarak tanımlıyor Âkif’in kitaplığını
ve ekliyor: “Bu ufacık kütüphanede okunmadık
tek kitap yok.” Sayıca fazla olmayan bu kitaplar
hangileriydi? Bunu bugün tam bir liste hâlinde
ortaya koyacak bilgiye sahip değilsek de, okuduğundan haberdar olduğumuz kitaplarına bakınca, Âkif’in okuma ilgilerinin boyutlarını aşağı
yukarı hissedebiliyoruz. Yakınında bulunanların
Âkif hakkında yazdıkları yazı ve kitaplarda, bazılarının isimleri dağınık hâlde yer alan bu eserler, Âkif’in okuma ilgilerinin Türkçe, Fransızca,
Arapça ve Farsça’nın imkânlarını kullanan, hem
doğuya hem de batıya doğru açılan ilgiler olduğunu gösteriyor.
Âkif-kitap ilişkisine tekrar dönelim. Şişirme
• 12
Okumayla ilgili çözümlemelerimizin bu aşamasında belki de önce okumanın temel donesini oluşturan “kitap” üzerinde durmalıyız. Mithat
Cemal’in Âkif için söylediği tarzdaki bir okumada, okunan kitabın bazı özelliklere sahip olması
gerekir. Her kitap böylesi bir okumaya cevap
verecek yüksek vasıfları taşıyamaz çünkü. Buradan okuyucunun bir özelliğine gidiyoruz: Seçicilik... Böylece Âkif’in kütüphanesinin hacmi
de bir yere oturmuş oluyor. Bu az sayıdaki kitabın seçilmiş eserlerden meydana geldiğini
düşünebiliriz. Bir okuyucu için “seçme” öncelikle, eseri ve yazarı seçme demektir. Âkif örneğine bakarak okunan metinden bir iç seçme
yapma anlamını taşıdığını da söyleyebiliyoruz.
İyi okuyucular söz konusu edildiğine göre, bu
iç seçmenin okuyucudan okuyucuya değişebilen, zevke dayalı bir boyutunun bulunduğuna
işaret etmemiz lâzım. Zevk sahibi okuyucuların okudukları kitaplardan yaptıkları seçmeler,
esere nüfuz etme güçlerini de gösterir. Mithat
Cemal’in Âkif için söylediği “Edebiyatın en ücra
yerlerini biliyordu.” sözleri Âkif’teki nüfuz derinliğini göstermesi bakımından anlamlıdır.
Âkif’in okumasının eğitimle ilgili bir tarafının
bulunduğuna işaret etmiştim. Bu tarafıyla okuyucu bir öğrenicidir. Kitabı bütün girdisi çıktısıyla sonuna kadar tanımak; metnin okuyucuya
açılmadık bir yönünün kalmaması anlamında
bir öğrenmedir bu. Okuyucunun kitabı bütünüyle avucunun içine alması, onu bu yönden bitirmesidir. Ancak şunu hemen belirtelim ki yüksek
vasıflar taşıyan bir sanat eseri için “bitirme” sö-
MART 2011 - SAYI 133•
zünün görece bir anlam taşıması kaçınılmazdır.
Bir sanat eserini, bir sanat metnini bütünüyle
bitirmek mümkün değildir. Yeni bir bakış, farklı bir çerçeve içine yerleştirerek bakmak, daha
önce farkına varılmayan bir boyutuyla diriltecektir o eseri.
Zihnî aktivite bakımdan çalışkan bir okuyucudur Âkif. Mithat Cemal’den izleyelim: “Okurken de yazarken de başının bütün melekeleriyle
çalışkandı. ‘Okudum’ demesi ‘anladım’ demekti.” Bu konuda Âkif için baş vurabileceğimiz bir
başka tanık Ömer Rıza Doğrul da şöyle diyor:
“Âkif gibi okuyana nadir tesadüf olunur. Bir eserden ne öğrenmek mümkünse hepsini öğrenmeden ve lâyıkıyla öğrenmeden, unutmayacak bir
hâlde öğrenmeden eseri bırakmazdı. Okuduğu
her eseri birkaç kere okumaktan çekinmez, iyice
anlamadığı her noktayı erbabına müracaat ederek lâyıkıyla anlamadan eseri bırakmazdı.”
“Erbabına müracaat etmek” bir yönüyle bizi
yine aynı noktaya sevkediyor: Öğrenme faaliyeti... Yaratıcı muhayyilenin ürünü olan eserlerde
bu yön, daha çok, eserin içine oturduğu kültürel
dokuyu ifade etmektedir.
Tekrar başa dönerek okuma ediminin okuyan-eser (metin) olarak belirlenebilecek basit
biçimi yanında okuyan-metin-okutan şeklinde
formülleştirilebilecek üçlü durumuna işaret etmek istiyorum. Âkif, hayatının çeşitli dönemlerinde erbabından bazı eserleri okuduğu gibi (Mesela Musa Kazım Efendi’den Şeyh Bedrettin’in
Vâridat’ını okumuştur.) kendisi de yetişme kabiliyeti gördüğü gençlerle ilgilenmekten geri durmamış, onlara bazı kitapları okutmuştur (Mithat
Cemal Kuntay, Mehmet Emin Erişirgil, Mahir İz
isimleri sayılabilir ilk anda). Mahir İz, böyle bir
okuma başlangıcını şöyle anlatıyor: “Aynı vapura bindik. ‘İkbal bana Peyami Meşrık’ı gönder-
miş, ben iki kere okudum, güzel kitap. İstersen
bir kere de beraber okuyalım’ dedi; memnuniyetle şükranlarımı bildirdim. Salı günlerini buluşma günü olarak kararlaştırdık. Bir salı kendileri geliyor, bir salı ben gidiyordum. Kitabı ben
okuyor, o dinliyordu.” Âkif, hem teklifi yaparken
hem de uygulama aşamasında, işin bir hocaöğrenci ilişkisi görünümü kazanmamasına, teklifsiz bir şekilde gerçekleşmesine dikkat ederek
büyük bir tevazu örneği de vermiş oluyor.
Mahir İz’in hatıraları arasında ilgi çekici bir
üçlü okuma örneği daha var. Onu da alıntılayarak bu konunun başka bir yönü üzerinde durmak istiyorum. “Bizim evde muallim arkadaşlarımızla her akşam yapılan toplantıya bir gece
–bir düğün münasebetiyle- kimse gelmedi. Ben
de yalnız oturmaktansa Dergâh’a [Ankara’daki
Tacettin Dergâhı kastediliyor- Â.K.] gittim. Baktım, Üstad bir sedirin üstünde bağdaş kurmuş,
Münir Bey de karşısındaki bir yer minderinde diz
çökmüş, elindeki Hâfız Divanı’nı okuyordu. Ben
kapının yanındaki bir yer minderine oturdum,
dinlemeye başladım. Münir Bey durakladıkça
Âkif Bey gazeli kaldığı yerden alıyor ve ezbere
tamamlıyordu. Elinde kitap yoktu. Bu hâl, ders
bitinceye kadar belki üç, beş, on kere devam
etti. Ben Âkif Bey’in hafızasına hayran kaldım.
Ertesi sabah bize gelince bu hayretimi kendisine
açtım. ‘Münir’e onsekizinci okutuşumdur’ dedi.
Yani on yedi kişiye daha evvel okutmuş, on sekizincisi Münir Bey’miş.”
On sekiz sayısına ulaşacak kadar bir kitabı
başka birine okutmak. Bu okutmalar Âkif için
de birer okumadır aynı zamanda. Burada okuyanların her seferinde değişiyor olmasını da düşünmek lazım. Âkif, bir yönüyle öğretici konumundadır bu okumalarda. Fakat Âkif’i “okutanokuyucu” durumuyla ele alalım. O, şahıs olarak
bir bilgi taşıyıcısı ve aktarıcısı değildir yalnızca.
13 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Bir şair (sanatçı) duyarlılığına sahiptir aynı zamanda. Ayrıca söz konusu olan metin (Hafız
Divan’ı) de önemlidir. Sıradan bir eser değildir
o. Şöyle bir tablo çıkıyor önümüze: Üstün vasıflar taşıyan bir sanat eseri, yaratıcı muhayyileye
sahip bir büyük şair tarafından, her seferinde
yeni bir algılayıcı muhayyileye sunulmaktadır.
Bireysel olarak bu okutmanın (okumanın) Âkif’in
sanatçı kişiliğine katkısını tahmin etmek güç olmasa gerek. Kendi orijinalitesini keşfetmiş bir
şair için, etkilenme denemez bu katkıya; onun
buluşçu tarafının beslenmesidir bu okuma. Metin okumayı bir dış akış olarak değerlendirirsek,
sanatçının kendi iç akışı beslenip tazelenecektir
bu anda.
Yukarıdan beri üzerinde durduğumuz ve bir
yönüyle Âkif’in hayatındaki kişisel biçimlerini ortaya koyduğumuz bu okuma şeklinin, bir
başka yönden bakıldığında, Mehmet Âkif’in dışında gelişen bir çerçeveye sahip olduğu görülmektedir. Topluma ait kültürel yaşantı dairesidir
bu. Söz konusu okuma modelini, o bağlamın bir
unsuru olarak da kısaca ele almamız gerekiyor.
Birgün Ahmet Hamdi Tanpınar Yahya
Kemal’e “Neydi bu eskilerin hayatı acaba, nasıl yaşarlardı?” diye sorduğunda “Gayet basit.”
der Yahya Kemal; “Pilâv yiyerek ve mesnevî
okuyarak. Medeniyetimiz pilâv ve mesnevî medeniyetiydi.” Bu sözlerdeki Yahya Kemal’e has
sadeliğe dikkat çekmek isterim. Yahya Kemal,
eski hayatı, üstün bir sadeleştirme gücüyle, iki
unsur etrafında canlandırıyor. Bir insan portresini, maddesi ve manasını besleyen iki öğeyle şekillendiriyor. Vazgeçilmez bir öğesi olarak toplumumuzun mutfak kültürünü temsil eden pilavı
şimdilik bir yana bırakalım. Konumuz bakımından okuma edimine işaret eden “mesnevî”yi ele
alalım. Gerçi ilk elde “mesnevî” burada bir türü
• 14
adlandırıyor. Ancak, tür adını kendine özel ad
hâline getirmiş olan Mevlâna’nın eserini de çağrıştırmış oluyor. Mevlâna’nın Mesnevi’si, Âkif’in
on sekizinci defa bir talebesine okuttuğunu öğrendiğimiz Hafız Divanı gibi, eski kültürümüzün
klasikleri arasındadır. Bunlara Sâdi’nin Bostan
ve Gülistan’ını da ekleyebiliriz. Adını andığım
bu eserler, ehli tarafından, bahsettiğim okutma yöntemiyle, yüzyıllar boyunca okunagelmiş
eserlerdendir. Şerh yazma geleneği de bu okuma zincirinin bir parçası gibidir.
Bu hatırlatmalardan sonra Mehmet Âkif’e
dönerek dönemin yatay bir kesitini alırsak,
Âkif’in böyle bir okuma terbiyesinin ucunda duran konumunu da tespit etmiş oluruz. O, kendi
kültürel kaynaklarıyla içten bir ilişkinin adamıdır.
Dönemi ve Âkif’in moderne açılan yüzü düşünülürse onun, milletine ait kültürel kaynaklar
karşısındaki bu konumunun başlı başına bir
önem taşıdığı ortaya çıkacaktır. Âkif’in geleneksel kültürle ilişkisinin içten yanına özellikle
dikkat çekmek istiyorum. “Bildiklerini iyi bilme”
bu okuma terbiyesini tanımış olan yazarların bir
özelliğidir. “Sağlam, sıkı yapı” sözlerimizin karşılığıdır bu özellik.
Âkif’in kendi kültür değerlerimiz karşısındaki “içerden” konumuna işaret ettik. Buna ilave
olarak “içerden fakat içine kapalı değil” diye de
eklememiz gerekir. Onun, Fransızca ile sembolleştirdiğimiz, kişiliğinin batı kültür ve edebiyatına açık boyutunu hiçbir zaman gözden kaçırmamamız gerekir.
KAYNAKÇA
Mithat Cemal, Mehmet Âkif, İstanbul 1939.
M. Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, İstanbul
1956.
Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul 1975.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, İstanbul 1963.
HALKIN ÇAĞDAŞ ŞAİRİ
CEMAL KURNAZ
I
Halk Adamı Âkif
M
ehmet Âkif, hayatı boyunca halktan biri olarak
yaşamış, bu yaşayış tarzı çeşitli şekillerde şiirlerine de yansımıştır. Esasen, edebiyatı toplumun
yararına bir araç sayan şairin bu endişelerinin
eserlerinde görülmesi gayet doğaldır.
Cemal Kurnaz, Halkın Çağdaş Şairi Bilim ve Aklın
Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart 2011, ss. 13-24.
Âkif’in, 1906-1910 yılları arasında yazdığı Küfe,
Meyhâne, Mahalle Kahvesi, Hasır, İstibdat, Kör Neyzen,
Hürriyet, Ahiret Yolu gibi karşılıklı diyaloglarla gelişen manzum hikâye tarzındaki şiirlerinde sosyal konular işlenmiştir. Daha sonraki yıllarda, siyasî gelişmelerin de etkisiyle,
şiirlerinde “var olma-yok olma” savaşı veren halkı uyaran,
uyandırmaya çalışan fikirlere yer vermiştir. Bu dönemki
şiirlerinde, önceleri, baştan sona sosyal içerikli manzum
hikâye tarzındakiler kadar olmamakla birlikte, yer yer toplum hayatından tablolar çizdiği görülür. Halk hayatının, Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi’nin eserlerini aratmayacak
derecede canlı, gerçekçi tespit edilmiş olmasını o devirde
görülen realizm akımının etkisine bağlamak mümkünse
de, şairin kudret ve kabiliyetini, halkın içinden birisi oluşunu da unutmamak gerekir. Sanatına “hakikat, hayat ve
15 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
müşahade”nin hâkim olduğunu söyleyen Âkif, bu
konuda şöyle diyor: “Muharrir için en sağlam esas,
hakiki hayattan aldığı intibâlardır. (...) Avam arasında muhâvereler yürütmek mi istiyorsunuz? Halkın
arasına karışınız; bir taraftan çenesi düşük adamları, bilhassa kocakarıları dinleyiniz. Bir taraftan da
söylenen sözleri edâsıyla telâffuzu ile beraber zabtediniz”1. Âkif’in, bu söylediklerini şiirlerinde başarı
ile uyguladığını bilmekteyiz. Öyle ki, “Mahalle Kahvesi” isimli şiirini okudukları zaman, kahve sahibinin “Bu herif, muhakkak böyle kahvelerde yetişti”
dediği meşhurdur2.
Mehmet Âkif, halk ve köylüye çok önem verir,
yazarların onlara hitap eden eserler yazmamasından şikâyet eder: “Erbâb-ı fikir ve nazarımız
hayâlen göklerde uçarlar da, nasîb-i nûrunu maddeten bağlı bulunduğu topraktan bekleyen şu halkı
bir kere olsun hatırına getirmezler. Hepimizin velinimeti bulunan köylü dediğimiz sınıf-ı müstahsili
hiç düşünmemek, zavallıya hâlâ Âşık Garip’ler, Âşık
Kerem’ler okutmak en büyük bir vazifesizlik olmuyor mu? 3. Halkın kültür seviyesinin yükseltilmesi
gerektiğine inanan Âkif, bu yolda eser veren Köy
Hocası’nı yayıncısı Vahid Bey’i ve Hüseyin Kâzım
Bey’i çok takdir eder4.
Yüzyılların ihmali sonucu her bakımdan perişan
durumda bulunan köylüye mutlaka sahip çıkmak
gerektiğini söylerken, Âkif’i çağının çok ilerisinde
görüyoruz: “Hem bugün köylüyü düşünmek meselesi bir hamiyyet meselesi değil, doğrudan doğruya hayat meselesidir. iyi bilmeliyiz ki, asırlardan beri
muttasıl sağmak istediğimiz o zavallıda artık ne can
kalmıştır, ne kan. Yanına sokulursanız ayakta duracak mecâli olmadığını görürsünüz. ihmâl-i hâzırın
biraz daha devamı bîçâreyi hâk-i helâke serecek”5.
Medreselerin yozlaşarak eski işlevini kaybetmesi sonucunda, halkı aydınlatacak hocaların kalmayışından yakınan Âkif, aydınların onu insan bile
saymadığını, hocalarla halkın arasındaki ahengin
bozulduğunu, bunun telâfisinin imkânsız olduğunu
belirtir:
• 16
-Be Hocam,
Sana biz medresenin hizmeti hiç yok demedik.
Bir bedâhet bu ki inkâra çalışmak delilik.
Halkı irşâd edecek var mı ya sizden başka?
Onu insan bile saymaz mütefekkir tabaka.
Köylüden milletin evlâdı kaçarkan yan yan
Sizdiniz köydeki unsurla berâber yaşayan.
Rûhunuz halkımızın köylümüzün rûhuna denk
Sözünüz bir, özünüz bir, o ne mes’ûd âhek!
Biz bu âhengi harâb etmeyecektik, ettik;
Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik.
Âkif, “halk adamı” olduğunu istiklal Savaşında
da göstermiştir. “Cami”nin, halk hayatını düzenleyen bir kurum olarak rolünü çok iyi görmüş, vaaz
kürsüsüne çıkmıştır. Halkın nabzı camilerde atmaktadır. Balıkesir’de Zağanos Paşa Camii’nde,
Kastamonu’da Nasrullah Camii’nde, Ankara’da
Hacı Bayram Camii’nde yaptığı konuşmalar ve
okuduğu şiirler halk üzerinde olumlu etkiler yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın karizmatik liderliğinde zafere ulaşacak olan Millî Mücadele’de Âkif
de cami kürsüleri aracılığıyla kamuoyunu yönlendirmiştir.
Âkif’in “halk adamı” oluşuna bir örnek daha
vermek istiyoruz. Onun gençliğinde kıspet giyip
meydanlarda yağlı güreşe çıktığını biliyoruz6. Öyle
ki, meşhur Kıyıcı Osman Pehlivan ile dostluğu ölesiye devam etmiştir. Ölüm döşeğinde ziyarete geldiklerinde fevkalâde bir iyileşme hâli gösterdiği, bu
ziyaretin onu bir iki gün zinde tuttuğu düşünülecek
olursa ruhundaki bu sevgi daha iyi anlaşılır7.
Buraya kadar, Mehmet Âkif’in “halk adamı”
özelliğini ve halka, köylüye dair fikirlerini gösterdik. Şimdi ise, bu hususların şiirlerine ve üslubuna
nasıl yansıdığını görelim.
Halkın Dili
Âkif, halk hayatını ve problemlerini ele alırken
halkın konuştuğu dili kullanır. Bu, onun anlatmak
istediklerini halka ulaştırabilme arzusundan kay-
MART 2011 - SAYI 133•
naklanır. Dilde sadelik yanında, atasözü, deyim,
tabir ve argo kelimeleri de kullanmaya özen gösterir: Kalırsa el beğenir, ölürse yer beğenir, kurunun yanında yaş da yanar, “pardon” çıkalı eşeklik
mübah oldu, ortada fol yok yumurta yok, geçmişe
mâzi derler, bal demekle ağız tatlanmaz, çivi çiviyi
söker, iyilik et de denize at, balık bilmezse Hâlık bilir, yer pek gök yüksek, eşek ölür semeri kalır, insan
ölür eseri, kale içinden alınır, iki el bir baş içindir,
takke düştü kel göründü, selâmun aleyküm Kör
Kadı, ağzı yok dili yok, besmelesiz, ağzı kara, parmağı ağzında kalmak, it damarı tutmak, çam devirmek, tıngır elek tıngır saç, sıfırı tüketmek, zıpçıktı,
zırzop, zibidi, kıyak...8
Âkif’in atasözlerine olan merakını biliyoruz. Hafızasındaki zengin atasözü hazinesinden sohbetlerinde çokça faydalanır. Bu hususta annesinden
çok istifade etmiştir. Karısının da bu yönünü beğenir. Mısır’daki dostlarından ihsan Efendi’ye, “Sizin Yozgat’taki atasözlerini toplasan ne güzel olur”
demiş, o da bir hayli toplamış. Âkif ziyadesiyle
memnun kalmış9.
Âkif halk hayatına ait tasvirler yaparken türkü10
ve mâni11 söyleyenlerle ilgili ayrıntıyı da tespit etmeyi ihmâl etmez. Hurafe olduğunu belirtmek için
de olsa, halkın bazı âdet ve inanışlarını zikreder:
- Bak anne, aydede bak bak!
- Aman da maşallah
Değirmi tabla kadar var...
- Susundu Ayşe günah.
- İlâhi teyze tuhafsın, neden, günah olacak?
- Günah dedim ya bırak şimdi...
- Haydi sen de bunak
*
O rasad-hâne-i dünya, o Semerkant bile
Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyle bilin
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için
Yukarıdaki örneklerde ayı parmakla göstermenin günah olduğu, ay tutulunca davul-dümbelek
çalarak şeytanı kovmak gerektiği gibi inanışlarla
“Kur’an falı” geleneği söz konusu edilerek bunların
hurâfe olduğu belirtilmektedir. “Mahalle Kahvesi”
şiirinde de duvarlardaki halk resimleri ve beyitler
ayrıntılı şekilde tespit edilmiştir. Bunlar Köroğlu, Şah ismâil ile Gülizar, Kerem ile Aslı, Ferhad
ile Şirin gibi halk hikâyelerinin belli safhalarını;
Ahmedü’r-Rüfâî, Hacı Bektâş-ı Veli gibi tarikat ulularının menkabelerini konu alan halk resimleri “âh
min-el-aşk...” yazılı resim-yazı, halk zevkini yansıtan değişik beyitlerdir...
Duvarda türlü resimler, alındı Çamlıbeli,
Kaçırmış Ayvaz’ı ağlar Köroğlu rahmetli!
Arab Üzengi’ye çalmış Şah İsmâil gürzü
Ağaçda bağlı duran kızda işte şimdi gözü.
Firaklıdır Kerem’in “of!” der demez yanışı,
Fakat şu “âh min-el-aşk”a kim durur karşı?
Gelince Ezrakabânû denen âcûze kadın
Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhâd’ın!
Görür de böyle Rüfâî’yi elde kamçı yılan
Beyaz bir aslana binmiş durur mu hiç dede can?
Bakındı bak Hacı Bektaş’a, “Deh!” demiş duvara!
Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra.
Birer birer oku mümkünse, sonra mânâ ver...
Hayır, hülâsâsı kâfî yekûnu ömre sürer:
Bedâheten kurulan herze-pâreler ki düşün,
Epey zaman daha lâzımdı herze olmak içün12
Yine “Mahalle Kahvesi”nde, kahvecinin dolaplarını tasvir ederken “halk hekimliği”ne dair bazı
hususlar zikredilmiştir:
Ay tutulsun, “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek
Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek
Onun yanından kan almak için beş on boynuz.
*
İkinci katta bütün kerpetenler, usturalar....
17 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Demek ki kahveci hem diş tabibi, hem perukâr!
Âkif’in halka hitap etme arzusundan dolayı şiirlerinde mizah unsurlarına yer verdiğini sanıyoruz.
Şüphesiz bu şairin kişiliği ile de ilgili bir özelliktir.
Ancak, çeşitli mesajlar taşıyan uzun şiirlerini halk
kitlelerine sıkmadan okutabilmek için, yeri geldikçe arada konuya uygun fıkralara yer vermesi bilinçli bir davranıştır. Esasen, edebiyatta faydacılığa
inanan Âkif’in Doğu kültüründe var olan -meselâ,
çok sevdiği Sâdî ve Mevlânâ’da olduğu gibi- “kıssadan hisse” geleneğini benimsediği anlaşılıyor.
Fıkra gelsin mi?
- İşin fıkracılık zâten imam13
Birer davul kadar olmuş da budlarındaki şiş,
“Davul çalınmada zannım aşağkı evde” demiş.
İnince derken odunlar, budur deyip, beyni,
“Davul bizim eve gelmiş!” demiş sonunda, hani?
Bizim de hâlimiz ayniyle köylünün hâli
Aşağıdaki fıkra da nitelik bakımından bir öncekine benzer. Tehlikeyi görmek istemeyen, kendi
çıkarını düşünen gamsız insanların sonu bellidir:
Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi,
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi
Lâkin, aşk olsun ki, aldırmaz da otlarmış eşek.
Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!
*
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı.
- Dinle bir fıkra da benden bakalım şimdi14
Hasmı, derken çullanırmış yutmadan son lokmayı.
*
- Yine bir fırka mı yerleştireceksin araya?15
gibi mısralar onun bu işi bilerek yaptığını göstermektedir.
Halk Fıkraları
Biz onun şiirlerinde on üç fıkra tespit ettik. ilk
fıkrayı kahvelerdeki “peyke”leri tarif ve tasvir maksadı ile anlatır:
Birinci def’a imiş binmiş ihtiyar kayığa
Piyade yağ gibi kaydıkça doğrulup kayığa
Işıldamış gözü, bir kav çakıp demiş: Yâ Hay!
Ömür ömür bu ömür işte, hem otur hem kay!
Şu peykeler de o tiryâkinin “Ömür” dediği
Piyâdenin eşidir...
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Âkif’in asıl amacı
fıkra anlatmak değildir; kıssadan hisse çıkarmak,
halkı uyarmaktır. Bu sebeple, fıkrayı anlattıktan
sonra, onu konuya uygun olarak yorumlar:
Bir hakikattir bu şaşmaz, bildiğin üslûba sok:
Hâlimiz merkeple kurdun aynı, aslâ farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman biz boğaz
kaydındayız.
Bir bakın hâlâ mı hâlâ ihtiras ardındayız.
Dördüncü fıkra bir Bektâşî fıkrasıdır:
Kalenderin zifir olmuş su görmedik yakası.
Bakıp da bir titiz insan demiş ki:
- Kahrolası!
Nedir o gömleğinin hâli yok mu bir yıkamak?
- Değil mi kirlenecektir sonunda? Keyfine bak.
Görüldüğü gibi, şiirde kahve peykelerinde pinekleyerek ömür tüketen tiryakilerle alay edilmektedir.
- Su kıtlığında değilsin ya... Hey müseyyip adam
İkinci, fıkra, ateş kapıyı sardığı hâlde uyanmak
bilmeyen halkın vurdum-duymazlığını anlatır:
Cenâb-ı Hak bizi dünyâya muttasıl gömlek
Zavallı köylüye ilkin epeyce sövmüşler
İşitmemiş... Bu sefer bir odunla dövmüşler.
• 18
İkinci def’a yıkarsın...
- Fakîriniz yapamam:
Sabunlayın diye göndermemiş bulunsa gerek.
Şair, bu fıkrayı, sokakların pisliği münasebetiyle
anlatmıştır:
MART 2011 - SAYI 133•
Hikâye bizleri te’yide en güzel düstûr
Süpürge sohleti bitmez ki bahs-i dûrâdûr.
Sokak süpürmek için gelmedik ya bizler de!
Beşinci fıkranın tamamı anlatılmamış, sadece
darbımesel hâlinde söylenen can alıcı kısmı zikredilerek ona telmihte bulunulmuştur:
Selâmün aleyküm behey Kör Kadı
Aşağıdaki “afyonkeş” fıkrası, II. Meşrutiyet’in
“hürriyet” sarhoşluğu içindeki insanların curcunası
münasebetiyle anlatılmıştır:
Bir yutar beş yutar afyonkeşi afyon tutmaz
Der ki, toprak mı ne zıkkım bu; varıp anlamalı.
Açılır kurna başından sıyırır peştemâlı,
Nalının sırtına atlar, sürerek doğru gider
Hangi attarsa bulur “Tutmadı yâhu yine” der
Gülmeden çatlaya dursun biriken çarşı pazar,
“Bu kadar tuttuğu yetmez mi kuzum” der attar.
II. Abdülhamid giderse her şeyin düzeleceğine
inanan bazı insanlara ders vermek amacıyla anlatılan fıkrada, “sen eşek olursan her zaman semer
yapacak bir usta bulunur, bu belâdan kurtulmak
istiyorsan adam olmaya bak” dersi çıkmaktadır.
Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde de anlatılan bu fıkra
oldukça eskidir:
Rahmetli baban doğrularak,
Dedi: “Oğlum, bu temennî neye benzer, bana bak:
Eşeklerin canı yükten yanar, aman derler,
Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner
Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler.
Nedir bu çektiğimiz derd, o çifte semer!
Bütün o beller, omuzlar çürür çürür oyulur
Biriyle uğraşıyorken gelir çatar öbürü
Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur.
Gelir ki taş gibi hâin, hem eskisinden iri.
“Giden semerciyi derler bulur muyuz şimdi?
Semerci usta geberseydi... değmeyin keyfe!
Ya böyle kalfa değil basbayağ muallimdi.
Evet gebermelidir, inkisâr edin herife.
Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş.
Zavallı usta göçer birgün âkıbet, ancak
Semer değilmiş o rahmetlininki, devletmiş”
Makamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak?
Çırak mı, kalfa mı, kim varsa yaslanır köşeye
Ağaç yonar durur artık gelen giden eşeğe.
İttihatçıların “devlet gemisi”ni başarı ile yürütemediklerini anlatmak amacıyla anlatılan şu fıkra
Nasreddin Hoca’ya isnat edilmektedir:
19 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Bocalarken bakar üstündeki kaptan acemi
derek kendini aldatan insanların durumunu anlatır:
Sarılır bir kayanın boynuna bîçâre gemi.
“Bu nedir Bey Baba, bittik mi ne oldu?” derler.
Kimi evrâd okur, üfler kimi lâhavle çeker
“Yok canım!” der, Hacı Kaptan biriken yolculara
“Su tükenmiş haberim yok, buyurun işte kara!
Şu fıkra da, nitelik bakımından yukarıdakine
benzer. Acemi, fakat cesur bir kaptan, köhne bir
gemi ile denize açılır. Bir süre sonra fırtına patlayınca etrafına emirler yağdırmaya başlar:
“Getirin ibreyi” der, bulmanın imkânı mı var?
“İbre yok Bey Baba, bilmem ne getirsek?” derler.
O da “Öyleyse şehâdet getirin” der bu sefer.
Âkif asılsız şeyleri gerçek gibi anlatarak, halkın beynine hurafeleri dolduran din adamlarını da
hicvetmekten geri durmaz. Şu fıkrada bu durum
görülüyor:
“Dinle dünya neyin üstünde durur hey avanak
Bekçi hırsız yakalar bağda, koşar der ki Bey’e
- Bağladım haydudu, zor zar ayağından direğe
- Ayağından mı dedin, kolları meydanda demek?
Ulan aptal mı nesin? Şimdi çözer...
- Kim çözecek?
Hele bak, kendi çözer elleri boştaysa...
- Paşam,
Hiç telâş etme!
- Neden?
- Çünkü, bizim köylü adam...
- Ne çıkar. Gitti gider...
- Gitmesinin var mı yolu?
Tut ki ben bilmemişim bağlanacakmış da kolu.
Ayağından ipi gevşetmeyi akletmez o da.
Şair bu fıkrayı yorumlarken, onun Tırhallı’lara
isnat edildiğini de ima ediyor:
Onun altında bir zorlu deniz var kayalık.”
Biz de köylüleriz, yanlamışız bir yurda.
Yerin altında öküz var, onun altında balık,
Öyle hiç kendini aldatmaya kalkışmamalı.
Öteden Kürt atılır:
Hangimiz başka metâız? Hepimiz Tırhallı!
- Doğru mu dersin be Hoca?
- Ne demek doğru mu dersin? Gidi câhil amuca?
Sözlerim basma değil, yazma kitaptan tekmil.
Âkif, “Ressam Haklı” isimli şiirini tamamıyla
bir fıkra üzerine kurmuştur. Buradaki alaycı üslûp
özellikle dikkat çeker:
Kim inanmazsa kızıl kâfir olur böylece bil.
Sâhibi der:
- Râhatım yok benim öyleyse bugünden sonra
- Usta bu ne?
Gömülüp kurtulayım bâri hemen bir çukura.
Kıpkızıl bir boya çektin odanın her yerine!
- Ne zorun var be adam?
- Bu resim, askeri basmakta iken Fir’avn’ın
- Anlatayım dur ki Hocam.
Bahr-i Ahmer yarılıp geçmesidir. Mûsâ’nın.
Ben bu dünyâyı görürdüm de sanırdım sağlam.
- Hani Mûsâ be adam?
Ne çürükmüş o meğer, sen şu benim bahtıma
- Çıkmış efemdim karaya.....
bak.
Tutalım şimdi öküz durdu, balık durmayacak,
Diyelim haydi balık durdu biraz buldu da yem,
Ya deniz?.. Hiç dibi yokmuş bu işin.. Ört ki ölem.
Şu fıkra, bütün dünyayı kendisi gibi saf zanne-
• 20
- Fir’avun nerde?
- Boğulmuş.
- Ya bu kan rengi boya?
- Bahr-i Ahmer a efendim, yeşil olmaz ya bu da!
- Çok güzel levha imiş! Doğrusu şenlendi oda.
MART 2011 - SAYI 133•
Şiirinin eleştirilmesine kızarak ağzına geleni
söylemeye başlayan adama eleştirmenin verdiği
şu cevap da güzeldir:
.......
Herif şimdi tenkide hiddetlenir.
Rezîlâne artık neler söylenir!
Biraz dinleyip sonra, “Bak...” der zarif,
“Sizin nesriniz nazmınızdan latif!..”
Mizah Adamı
Âkif, kişilik olarak mizaha yatkın bir insandır.
Hangi gaye ile olursa olsun, şiirlerinin aralarına
serpiştirdiği fıkralar bunu gösterdiği gibi, bazı meseleleri ele alırken kullandığı alaycı ifade de bunu
göstermektedir.16
Köse imam, yorgun olduğunu söyleyerek, çağırdığı hâlde yanına gelmeyen İhsan Bey’i şu şekilde paylar:
güllüklerden fark olunmazdı” cevabını verdirirken,
hazır-cevap, nüktedan Âkif’i bulmaktayız20.
Berlin Hatıraları’nda “tahta biti”nden “hemşerim” diye bahsettiği mısralar21 ile II. Meşrutiyet’in
sarhoşluğu ile davullu zurnalı yollara dökülen kalabalığı tasvir ettiği mısralar da mizahî ifadenin görüldüğü örnekler olarak zikredilebilir22.
Bu konuyu son bir örnek ile kapamak istiyoruz: Yaşlı bir Paşa, karısını boşayarak evdeki Rum
hizmetçi ile evlenmek istemektedir. Durumu fark
eden mahalle imamı, hanımı yanına çağırarak uyarır. Fakat, aşağıda görüleceği gibi, pek saf olan hanımcağız söylenenlere inanmak istemez, tereddüt
eder. Âkif, bunun üzerine, öfkelenen Köse imam’ı
belki biraz müstehcen, fakat çizdiği tipe uygun şekilde konuşturmaktan çekinmez:
- A kızım dinle beni,
Böyle şeylerde sebep hikmet aranmaz. Çabucak
- On kadın dövse yorulmaz, benim İhsan Bey’imi
Savabilmektedir iş. Yoksa rezâlet çıkacak.
Bilirim ben ne tosundur...
Paşa azmış.
Şair ilkokula başladığı gün, babası, ileride adam
olur derken, anası da “paşalık” hülyası kurar. Âkif,
sonunda alaylı bir ifade ile şöyle der: “Adamlığı
geçtik! Paşalık olsun o nerde?”17.
Âkif, değişik şiirlerinde sokak, kahve ve otellerimizin içler acısı hâlini âdeta bir kara mizah şeklinde tasvir eder. Almanya seyahatinden sonra bu
konularda mukayeselere başlayacaktır18.
“Mahalle Kahvesi”nde bıyık buran, burun karıştıran, yere balgam tüküren insanları karikatürize
ederek tasvir eder19.
Kendisine “artık âteh getirmişsin” diyen çocuğa cevap veren ihtiyar babayı şöyle konuşturur:
O kendi geldi ayol, ben getirmedim yoksa.
“Hocanın vurduğu yerde gül biter” diyen Köse
imam’a, “Sopanın altında gül değil, kıl bile bitmez.
Öyle olsa, şu karşındaki yalçın kelle, Kızanlık’taki
- Acaba üstüme gül koklar mı?
- Onu bilmem, gülü koklar mı kocan, yoklar mı?
Beni söyletme kızım, git de hemen sav karıyı.
Bu örneklerden ulaştığımız sonuç şudur: Âkif
kendisi bir halk adamı olarak halkın yaşayışını çok
yakından bilmektedir. Halkın ve köylünün ihmal
edildiğini, onların mutlaka aydınlatılarak kültür seviyelerinin yükseltilmesi gerektiğine inanmaktadır.
Fikirlerini, düşüncelerini halka ulaştırabilmek arzusu onun üslûbunda da etkili olmuştur. Bu sebeple,
konuşulan Türkçeyi atasözleri, deyimler ve halk
tabirleriyle süsleyerek kullanmıştır. Okuyucuyu
sıkmamak için şiirlerinin arasına halkın bildiği fıkralar yerleştirmiş, mizahlı bir anlatım yoluna başvurmuştur. Halk hayatını olduğu gibi tasvir etme
endişesi sonucunda bazı folklor unsurları şiirlerine aksetmiştir. Bütün bu özellikleriyle o millet şairi
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Safahat, günümüzde hâlâ en çok satan kitaplar
21 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
arasındadır. Geniş halk kitleleri ve köylüler tarafından sevilerek okunması23 Âkif’in yukarıdan beri
sözünü ettiğimiz üslûbunun başarıya ulaştığının
bir delilidir. Hiç şüphesiz, şiirlerinin halkın duygularına tercüman oluşu da bunda önemli rol oynamaktadır.
II
Çağını iyi Anlayan Bir Aydın
XIX. ve XX. yüzyıllar, ilim ve teknolojide gösterdiği göz kamaştırıcı gelişmeler sebebiyle Batı
medeniyetinin altın çağı sayılabilir. Ancak, bu gelişmelere paralel olarak emperyalizmin ve sömürgeciliğin de güçlendiği bir gerçektir. Batı kendi
dışındakilere hayat hakkı tanımamaktadır. Âkif,
kendini “medenî” sayan bu insanların Balkan Savaşında, I. Dünya Savaşında, Çanakkale’de ve
nihayet istiklal Savaşında nasıl vahşileştiklerini
yakından gördü. Türk milletini yok etmek isteyen,
Anadolu yaylasını bile ona çok gören bu vahşilere
“canavar, cellât, maskara, kahpe” diye tepki gösterdi diye bazı çevreler onu medeniyet düşmanlığı
ile suçladılar. Hâlbuki Âkif hiçbir zaman medeniyet
düşmanı olmamıştır. Konuşmalarında kendinin ilim
ve terakkiye düşman olmadığını, Avrupalılara olan
düşmanlığımızı onların ilim, sanat ve fenlerine sıçratmamamız gerektiğini defalarca belirtmiştir.
Mehmet Âkif, yaşadığı çağdaki bütün gelişmeleri yakından takip etmiş ileri görüşlü bir insandır.
Âkif’i anlamayan veya anlamak istemeyen bazı
çevreler onu “çağdışı, geri kafalı, yobaz” şeklinde
göstermeye çalışmışlardır. Hâlbuki şairin hayatı ve
eserleri ortadadır. Bu konuda bazı ciddi çalışmalar
yapılmışsa da, çizilen haksız imajın düzeltilebilmesi için meseleyi tekrar tekrar ele almanın faydalı
olacağını sanıyorum.
“Bu cehâlet yürümez; asra bakın asr-ı ulûm”
diye haykıran Âkif, çağının ilim yüzyılı olduğunun farkına varmış, bunu fark etmeyen kalabalıkları da uyarmaya, uyandırmaya çalışmıştır. Bu münasebetle, şiirlerinde aynı hususu defalarca dile
getirmiştir:
• 22
Hülâsâ milletin efrâdı bilgiden mahrûm
Unutmayın şunu lâkin: “Zaman, zamân-ı ulûm!”
Âkif, geri kalışımızın sebebini çok iyi anlamıştır. Bu konuda, hayalindeki ideal nesli temsil eden
Âsım’a şöyle der:
Bir büyük milletin evlâdıyız, oğlum ancak
O fazilet son üç asrın yürüyen ilmiyle
Birleşip gitmedi...
“Süleymaniye Kürsüsünde” isimli şiirinde ibrahim Abdurreşid’in ağzından söylettiği şu fikirler
yalnız Türkistan değil, bütün islam âlemi için geçerlidir:
Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden
Çekecek memleketin hâli ne olmaz? Düşünün!
Sayısız medrese var gerçi Buhârâ’da bugün...
Okunandan ne haber? On para etmez fenler,
Ne bu dünyâda soran var, ne de ukbâda geçer
Eğitim kurumları eski işlevini kaybetmiş, yetersiz hocalar tarafından bir işe yaramayan şeyler
okutulur olmuştur. Geçmişte yüzlerce ilim adamı
yetiştiren bu iklimin bugün ilmin kucağına bir çocuk bile vermeyişi şairi acı acı düşündürmektedir:
İbn–i Sinâ’ları yüzlerce doğurmuş iklîm
Tek çocuk vermiyor âğûşuna ilmin, ne akîm.
Bilimsel gelişmeleri anlayıp ona ayak uyduramayan hocalar, eski geleneği sürdürebilmek amacıyla Batı’nın ilmini, eserlerini düşman tanıdılar,
halka da öyle telkinde bulundular. Öyle ki, “yenilik”
namına gökten vahiy inse kabul etmeyecek kadar... Bunun sonucunda, bırakın dışarıdan geleni,
yerli ve haklı yeniliklere bile düşmanca bir tavır
alındı:
Görenek neyse onun hükmüne münkâd olarak
Garbın efkârını, âsârını düşman tanımak,
Yenilik nâmına vahy inse kabûl eylememek
Şöyle dursun o teceddüd ki dışardan gelecek
MART 2011 - SAYI 133•
Kendi milliyetinin kendi muhitinde doğan
Mütefekkirlerimiz dini de hiç anlamamış;
Yerli, hem haklı teceddüdlere hattâ udvân!
Rûh-ı islam’ı telâkkileri gayet yanlış.
Müşterek hissi budur işte avâmın bizde.
Sanıyorlar ki, terakkîye tahammül edemez;
Hocalar, kendi itibarlarını korumak için “bütün
fesadın başı fen okumaktır” diyerek onu mahvetmeye çalıştılar. Kamuoyu ilmin aleyhinde olunca
memlekette ilim ve fennin yerleşmesi de mümkün
değildi. Zira, onun yerleşebilmesi için toplumda
sükûn ve ilme saygının bulunması lâzımdır:
“Bu fesâdın başı hep fen okumaktır” dediler
Onu mahvetmeye kalkıştılar artık bu sefer,
Niye ilmin adı yok koskaca millette bugün?
Çünkü, efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün.
Çünkü, yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn
Önce gayetle büyük hürmet arar, sonra sükûn.
Böyle bir toplumda XX. yüzyılın ilim ve fennine
hakkıyla sahip bir âlim aramak boşunadır. “Mütefennin” tanınan üç beş kişi de anlayıp dinlemeden
ancak taklitte kalmışlar; “tahkîk” derecesine yükselememişlerdir. “Nazariyat”a boğulmak yerine,
uygulamaya konulduğu zaman ilmin bir kıymeti
olur:
Asr-ı hâzırda geçen fenlere sâhip denecek
Bir adam var mı yetişmiş içimizden bir tek?
Mütefennin tanınan üç kişinin kıymeti de
Asrın âsâr-ı kemâliyle tekâmül edemez.
Bilmiyorlar ki, ulûmun ezelî dâyesidir,
Beşerin bir gün olup yükselecek pâyesidir.
Âkif, dinin ilme, medeniyete engel olmadığını
tekrar tekrar belirtir. Din bilginlerinin kıyamete kadar “içtihat” edeceğini, ancak bunun için “dünya
kadar” bilim gerektiğini söyler. Allah’tan utanmak
da ancak ilimle olur24.
Süveyş Kanalı ile Akdeniz ve Kızıldeniz’in birleştirilmesini örnek veren Âkif, kendi fikrimizi teoriden uygulamaya dönüştürebilirsek medeniyetle
dinin tamamen kucaklaşabileceği görüşündedir:
Süveyş’i yardı herif... Akdeniz’le Şapdenizi
Bitişti. Öyle ya, bizler de kendi fikrimizi
Çıkarmış olsak eğer, şimdi, kuvveden fi’le
Kucaklaşır medeniyyetle din tamamiyle.
Batı’nın ilmine sahip olmadan yaşamak mümkün değildir. Bunun için çalışmaları hızlandırmak
gerekmektedir. Her ne kadar, ilim ve sanatın milliyeti yok ise de, gelişme çağlarını yarıp geçmek için
milletlerin “rûhî mahiyetleri”nin kılavuzluğu şarttır.
O olmadan kurtuluş ümidi boşunadır:
Münhasır anlamadan, dinlemeden taklîde.
Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini
Kim mesâisini bir gayeye vardırdı, hani?
Veriniz hem de mesâinize son sür’atini
Gösterin pâye-i tahkîke teâli edeni.
Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık,
Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık!
Bu hususta, ilmi anlamayan, ona düşman olan
hocalar kadar, dinin ilme ve ilerlemeye engel olduğunu sanan düşünürleri de eleştirir. Onların,
islam’ın ruhunu anlamadıklarını; dinin terakkiye
dayanamayacağı, çağın olgun eserleriyle birlikte
gelişemeyeceğini sandıklarını; oysa onun ilimleri
besleyip büyüttüğünü, insanlığın bu sayede ona
yükselebileceğini söyler:
Çünkü, kâbil değil artık yaşamak bunlarsız
Çünkü, milliyeti yok san’atın, ilmin, yalnız
iyi hâtırda tutun ettiğim ihtârı demin:
Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için
Kendi “mâhiyyet-i rûhiyye”niz olsun kılavuz
Çünkü, beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz.25
Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, Âkif,
Batı’nın ilim ve fenninin mutlaka alınması gerektiği
konusunda ısrarla durur. Fakat, bazı endişeleri vardır. Çağın ilimlerini gençlere öğretirken mukaddesata saygıya büyük özen göstermelidir:
23 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Evet, ulûmunu asrın şebâba öğretelim
Bakın mücâhid olan Garb’a şimdi bir kerre
Mukaddesâta fakat çokça ihtirâm edelim.
Havâya hükmediyor kâni olmuyor da yere
Japonlar hakkında söylediği:
Medeniyyet girebilmiş yalnız fenniyle
O da sâhiplerininin lâhik olan izniyle
mısraları bu bakımından önemlidir. Âsım’a öğüt
verirken:
Sâde Garb’ın yalnız ilmine dönsün yüzünüz
demesi de aynı endişeden dolayıdır. Hindistan’a
dair söylediği şu sözler, onun idealindeki bilim
adamını gösteriyor. Onların çoğu ingiltere’de öğrenim gördüğü hâlde halkın ruhu, kalbi durumunda,
milliyet hissi sağlam, azimli; maymunlar gibi taklide heves etmeyen, Batı’nın bile önünde saygı ile
eğildiği gençlerdir. Batı’nın ilminden başka hiçbir
şeyini almamışlardır. Bundan dolayı, Âkif, gençlerini böyle okutan bir milletin gelecekte bağımsızlığını almaya hak kazandığını söylüyor ki, Pakistan’ın
kuruluşunu önceden haber veriyor gibidir:
Ulemâ var ki: Huzûrunda bugün Garp eğilir.
Hele hayran kalır insan yetişen gençlere de:
Bunların birçoğu tahsil eder ingiltere’de
Sonra dindaşlarının rûhu olur, kalbi olur
Çünkü, azminden, ölüm çıksa da dönmez sokulur.
Öyle maymun gibi taklîde özenmek bilmez
Hiss-i milliyeti sağlamdır onun, eksilmez.
Garb’ın almışsa herif ilmini almış yalınız
.................
Böyle evlâd okutan milletin istikbâli
Haklıdır almaya istiklâli.
Âkif, zaman zaman Batı ile Doğu’yu karşılaştırır. Doğu’nun tembel ve geri olduğunu, bu gidişle
dünyada yerinin bile olmayacağını söyler. Batı’nın
ise, toplanan çalışmalarını yoğunlaştırması sonucu, yeryüzü ile yetinmeyip havaya hükmetmeye
başladığını, vapur, şimendifer, balon vb. yeni buluşlar yaptığını anlatır:
• 24
Dönün de âtıl olan Şark’ı seyredin, ne geri!
Yakında kalmayacak yeryüzünde belki yeri.
Nedir şu bir sürü fenler, nedir bu san’atler?
Nedir bu ilme tecellî eden hakîkatler?
Sefîneler ki yarar kıt’a kıt’a deryâyı
Şimendifer ki tarar buk’a buk’a dünyâyı
Şuûn ki berka binip seslenir durur ovada
Balon ki rûh-ı kesîfiyle yükselir havâda...
Hülâsa, hepsi bu âsâr-ı dehşet-âkînin
Bütün tekâsüfüdür toplanan mesâînin.
Âkif’in bu karşılaştırmaları özellikle Almanya seyahatinden sonra daha da artar. Berlin
Hâtıraları’nda, Almanların nüfusları iki kat arttığı
hâlde, ilimlerinin on kat arttığını, yürüyen fenne
kanat taktıklarını söyler26. Âkif, Batı’daki “atom”
çalışmalarından da haberdardır:
Yarının ilmi nedir halbuki gayet müthîş
Maddenin kudret-i zerriyesi uğraştığı iş
derken, atom bombasını, nükleer santralleri vs.
haber veriyor gibidir. Kendi milletinin hâlini düşündükçe âdeta paniğe kapılmaktadır.
Çağdaş Bir Din Bilgini
Öyle görülüyor ki, Âkif çağının bilimsel gelişmelerini yakından takip etmektedir. Şu sözleri onun
nasıl çağdaş bir din bilgini olduğunu çok iyi gösteriyor:
“Madem ki ağızdan çıkan ses kaybolmuyor, -fotoğraf ve radyo bunu isbat etti- bir gün gelecek,
fen terakkî edecek. Olabilir ki geçmiş zamanlardaki
söylenen sözler de alınabilecek. Buna şu âyet-i kerime bir delil olabilir: “Bu kitabımız gerçekten sizin
aleyhinize konuşuyor. Biz, yaptıklarınızı şüphesiz
bir bir kaydediyorduk....” (Câsiye Sûresi, 29. âyet).
Mademki, insanların bütün a’mâli, bütün
harekâtı, istinsah ediliyor, şu hâlde sesler kaybolmuyor, istinsah ediliyor demektir.”27.
MART 2011 - SAYI 133•
Âkif, Avrupa’ya ilim öğrenmeye göndermek
istediği Âsım’a “arkadaşlarının hepsinin mesleği
sağlam mı?” diye sorar ve “evet, müsbet ulûm” cevabını alır.28 Aslında bu cevabı da söyleten bizzat
şairin kendisidir. Âkif, pozitif bilimlere olan ihtiyacı
çok iyi anlamıştır. Ona göre, halka yol gösterecek
biricik kılavuz ilim adamlarıdır:
Halka yol gösterecek bir kılavuz var: Ulemâ
Kalanın hepsi de boş
Bu sebeple, Âsım ve arkadaşlarının gece gündüz çalışarak sonsuz ilim pınarlarından içmesini
ve yurda getirmesini, aynı kaynakların burada da
yaratılabilmesi için kafalarının arada kanal vazifesi
görmesini ister:
Bu cihetten, hani, hiç yılmasın oğlum gözünüz.
Sâde Garb’ın yalnız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla beraber gece gündüz didinin
Giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin!
Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı
Hem için, hem getirin yurda o nâfi suları.
Aynı menbâları ihyâ için artık burada
Kafanız işlesin oğlum kanal olsun arada.
Buraya kadar verdiğimiz örnekler, Âkif’in pozitif
bilimlere açık çağdaş bir kafa yapısına sahip olduğunu gösteriyor. Kurtuluşun tek çaresi Batı’nın bilimini yurda getirmek, bunun için bu ilimlere sahip
gençler yetiştirmektir.
Fransızca Bilgisi
Son olarak Âkif’in Arapça ve Farsça yanında
Fransızcayı da çok iyi bildiğini belirtelim. Bu konuda ilgi çekici bilgiler vardır. O, genellikle cebinde Fransızca bir eser bulundurur, fırsat buldukça
okur. Birçok Fransızca şiiri ezbere bilir. Kütüphanesindeki Fransızca eserleri satır satır çizerek dikkatle okuduğu bilinmektedir29. Fransızcadan bazı
tercümeler de yapmıştır30.
Hüsnü Açıksöz’ün anlattığı şu olay onun Fransızca bilgisi konusunda bir fikir vermektedir: Bir
gün gazetenin idarehanesinde otururlarken, istiklal
Mahkemesi üyelerinden iki kişi, ellerinde Fransızca Tan Gazetesi olduğu hâlde gelirler ve Kuvâ-yı
Milliye hakkında çıkan üzücü bir makaleyi tercüme
ederek, Türkçesini de yazdırmaya başlarlar. Fakat,
tercüme konusunda aralarında fikir ayrılığı baş
gösterince, o zamana kadar pencereden dışarıyı
seyretmekte olan Âkif:
“Müsaade ederseniz, ben söyleyeyim de yazsın,” der. Gazeteyi alır ve Fransızcasını hiç söylemeden doğrudan Türkçesini yazdırır. Tercüme
yapmaya çalışırken kan ter içinde kalan o iki zât
“Sizi zahmete sokmak istemedik” diyerek özür
dilerler. Fakat, sonradan ifade ettiklerine göre,
Âkif’in Fransızca bileceğine ihtimal bile vermemişlerdir31. Öyle ya, Âkif gibi bir insan Fransızcayı nereden bilsin!...
Çağdaşımız Âkif
Milletimizin karanlık günlerinde Âkif kadar gözyaşı döken şairimiz azdır. “Gel yolcu berâber oturup ağlaşalım/Elemin bir yüreğin kârı değil paylaşalım” diyen Âkif, sadece ağlamakla yetinmeyip,
on yıldan fazla süren savaşta ümidini kaybeden
halkın yeni bir iman ve heyecanla ayağa kalkmasını ve zafere inanmasını sağlamıştır. Bu hasbî ve
samimi hizmetlerinin sonunda zaferi görme mutluluğuna eriştiği gibi, bu büyük mücadelenin destanını yazmak da ona nasip olmuştur. Türk milleti ete
kemiğe bürünerek Âkif’te görünmüş, o da kendini
o büyük iradenin elinde bir enstrüman gibi hissetmiştir. Bu sebeple, hakkı olan para ödülünü almadığı gibi istiklal Marşı’nı da Safahat’ına almamıştır.
Çünkü, onun asıl sahibi milletin kendisidir.
Tarih, günümüzdeki iz düşümleriyle önümüzü
aydınlatan dinamik bir olgu olmaya devam ediyor. Milletimizin bugün geldiği yerin önemini kavrayabilmemiz için sık sık yakın tarihimize dönüp
bakmamız gerekir. istiklal Marşı şairimiz Mehmet
Âkif Ersoy (1873-1936) da yakın tarihimizin önemli tanıklarındandır. Safahat’ındaki şiirler, bu tarihin
canlı tutanakları gibidir. Balkan Savaşı (1912)’ndan
25 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
I. Dünya Savaşı (1914-1918)’na, Çanakkale Zaferi (18 Mart 1915)’nden Millî Mücadele mucizesine
uzanan uzun, karanlık ve trajik yolculukta yer alan
kahramanların ümitleri, inançları, öfkeleri, tereddütleri bir büyük destan hâlinde Safahat’ta yer alır.
Tarih kitaplarında tam olarak bulamayacağımız insan dramını, sıcaklığını ve heyecanını onda buluruz. Aynı zamanda, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e
uzanan dönemdeki fikirleri ve tartışma konularını
da yansıtan eser, yakın tarihimizi tanımak isteyenler için bir başucu kitabıdır. Çağdaş bir halk adamı
olan Âkif, eserleriyle dünümüzü olduğu kadar, bugünümüzü ve yarınımızı anlamamızda yol göstermeye devam etmektedir.
___________________________________________________
1 “Muahayyileyi işletmek”, Sırât-ı Müstakim, C.IX, nu 210,
30 Ağustos 1328/12 Eylül 1912 (Fevziye Abdullah Tansel,
Mehmet Âkif Ersoy, 2. Bsk. istanbul 1973, s. 183).
2 Tansel, a.g.e., s.183.
3 Eşref Edib, Mehmet Âkif Hayatı-Eserleri, C.I, istanbul
1962, s.21.
4 a.g.e., s.20-21, 369. Âsım’da Hüseyin Kâzım’a geniş yer
ayırır. “... gördüm âsârı da var köylü için... Hem de pek iyi”
sözleri ile takdirini belirtir (Safahat, 8. Bsk. istanbul 1973,
s. 411).
5 Sebilürreşad,. C.XV, sayı 382; Köy Hocası, s. 331
(F.K.Timurtaş, Mehmet Âkif ve Cemiyetimiz, istanbul
1962, s. 86).
6 Şiirlerinde görüşlerini anlattığı mısraların başarısı biraz da
buna bağlanabilir (Bkz. Safahat, s. 380-87).
7 Eşref Edib, a.g.e., s., 338-43.
8 Bu konuda daha tatmin edici bilgi için bkz. M.N. Hacıeminoğlu, “Safahat’ın Dil ve Üslûbu”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C.XIX, istanbul 1970, s. 81-112. Buradan
naklen: Hakkı Güney, Mehmet Âkif’te Deyimler, Türkiyat
Enst. Tez nu. 555; Tahir Nejat Gecan, “Safahat’ın Folklor
Cephesi”, Aynı e., s. 55-70; Faruk K.Timurtaş, “Safahat’ın
Türkçesi”, Aynı e., s. 73-78.
9 Eşref Edib, a.g.e., 244-45.
10 “-Hasan be, sen de nasıl nazlı nazlı söylersin! Nedir o türkü.....” “Meyhâne”, Safahat, s. 40.
11 Bayram yerini tasvir ederken “Koşan, gezen, oturan,
mâniler düzüp çağıran”lardan söz eder. (“Bayram”, Safahat, s. 52).
12 “Mahalle Kahvesi”, Safahat, s. 121.
13 “Âsım”, Safahat, s. 403.
14 ag.e., s. 404.
15 a.g.e., s. 407.
• 26
16 Mithat Cemâl, onun için “üç esaslı sesi var; konuşan ses,
erkek ses, müstehzî ses...” diyor (Mehmet Âkif, istanbul
1939, s. 393). Bu konuda bkz. Safahat’da Tezyif, Tahkir,
istihzâ, Küfür ve Bedduâ Unsurları, Türkiyat Enst. Tez
nu. 758 (Hacıeminoğlu, a.g.e.’den naklen). Ayrıca bkz.
Abdulkadir Hayber, “Mehmet Âkif ve Hiciv” , Türk Edebiyatı Mehmet Âkif Sayısı, Mart 1984, s. 48-50.
17 “Husrân-ı Mübîn”, Safahat, s. 135.
18 Meselâ bkz. “Küfe”, Safahat, s. 24; “Seyfi Baba”, s. 68;
“istibdâd”, s. 86-87; “Mahalle Kahvesi”, s. 118; “Berlin
Hâtıraları”, s. 330, 333 vd.
19 “Mahalle Kahvesi”, Safahat, s. 124.
20 “Âsım”, Safahat, s. 365.
21 “Berlin Hatıraları”, Safahat, s. 334.
22 “Süleymaniye Kürsüsünde” Safahat, s. 176.
23 Âkif’in Eşref Edib’e anlattığı şu olay önemlidir: “...
Sebilürreşad’ı çıkardığımız sırada hemen her hafta bir şiir
yazardım. Bir gün baktım. Anadolu’nun bilmem neresinden bir köylü idarehâneye geldi. Âkif Bey kimdir? diye
soruyor. Beni gösterdiler. Hemen elime sarıldı, öpmeye
başladı. Sen misin Âkif, o şiirleri yazan sen misin? dedi.
Ağladı. Ben de ağladım. Çok mütehassis oldum.” (Eşref
Edib, a.g.e., s. 262). Günümüzde şiir kitaplarının ancak
birkaç bin sattığı göz önüne alınacak olursa Âkif’in başarısı daha iyi anlaşılır.
24 “Vâiz Kürsüde”, s. 277; 218.
25 “Süleymâniye Kürsüsünde”, s. 186. Âkif, Avrupalılara olan
buğzumuzu hiçbir vakit onların ilimlerine, fenlerine, sanatlarına sıçratmamamız gerektiğini tekrar tekrar belirtir. ilimlerini, fenlerini almalı, fakat kendilerine asla inanmamalıyız. (Timurtaş, a.g.e., s. 126-127)
26 “Berlin Hâtıraları”, s. 343.
27 Eşref Edib, a.g.e., s. 245.
28 Âkif, Âsım’a bir ek yazmayı tasarlıyordu. Buna göre, öğrenim için Almanya’ya gönderdiği Âsım yurda dönerek
istiklal Savaşına katılacak, şair de onun bu savaştaki kahramanlıklarını destanlaştıracaktı. Ama, olmadı.....
29 Eşref Edib, a.g.e., s. 26-27.
30 Mesela, Said Halim Paşa’nın islamlaşmak ve islamda
Teşkilâtı Siyasiyye eserleri gibi (Bkz. Eşref Edib, a.g.e., s.
127).
31 a.g.e., s.150. Âkif’in Fransızcası hakkında Mithat Cemâl
de bazı hususlar nakleder. Onun belirttiğine göre, Âkif’i
Fransızca öğrenmeye teşvik ve ikna eden Ispartalı
Hakkı’dır (Mithat Cemâl, a.g.e., s.14-15). Okulu bitirince
baytar olarak gittiği Şam’da akşamları bir çocuğa Arapça
öğrettiği, geceleri de kaldığı otelde mum ışığında Fransızca çalıştığına bakılacak olursa bu ilgisi oldukça eskidir
(a.g.e., s. 441). TBMM toplantı salonunda Yusuf Akçura
ile Dr. Adnan, Pierre Loti’nin bir makalesini tercüme etmesini isterler. Âkif de hemen yanındaki Hasan Basri Bey’e
tercümeyi dikte ettirir. (a.g.e, s. 129-30)
MEHMET ÂKİF’TE
MİLLET KAVRAMI
FAZIL GÖKÇEK
Fazıl Gökçek, Mehmet Akif’te Millet Kavramı Bilim
ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart 2011,
ss. 25-29.
M
ehmet Âkif, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı
ve yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı devlet
adamları ve aydınları arasında etkili olan fikrî ve
siyasi akımlar içerisinde, II. Meşrutiyetten sonra yayımlamaya başladığı şiirleri, İslam dünyasından çeşitli fikir adamlarından yaptığı çeviriler ve diğer yazılarıyla
İslamcılık ideolojisinin ısrarlı takipçi ve savunucularından
biridir. Ancak, özellikle Birinci Dünya Savaşı içerisindeki
Arap isyanının, bu idealin gerçekleşme imkânının bulunmadığını ortaya koyması, Mehmet Âkif’i, kendisini “Müslüman Türk” olarak tanımlayan ve Batılı emperyalist devletlerin saldırılarına bu tanımın kazandırdığı motivasyonla
karşı koyan Türk milletinin sözcüsü olma konumuna getirmiştir. Başka bir deyişle, II. Meşrutiyet döneminde İslamcı
ideolojinin önemli temsilcilerinden biri olan Mehmet Âkif,
Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele sürecinde, Türkçülük fikrinin bazı temel yaklaşımlarını benimsemiştir. İstiklal
Marşı bu yeni yaklaşımın son ve en önemli belgelerinden
biridir. Ancak bu yeni yaklaşımın Mehmet Âkif’in İslamcılık
ideolojisinin savunuculuğunu yaparken aldığı tavra çok da
aykırı bulunmadığını belirtmek gerekir. Esasen Mehmet
Âkif’in başyazarı olduğu ve İslamcı yazar ve fikir adamlarının yayın organı olan Sırat-ı Müstakim dergisi1, bir yayın
politikası olarak daima Türkiye dışındaki Türk dünyası ile
ilgilenmiştir. Söz konusu derginin koleksiyonu incelendi-
27 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
ğinde bu durum açıkça görülmektedir. Bu dergi
çevresinde toplanan, Mehmet Âkif’in de içinde
bulunduğu İslamcı aydınların bazıları, ılımlı bir
Türkçülüğü reddetmemişlerdir. Bu yüzden, konuyla ilgili bir çok çalışması bulunan ve İslamcılık
üzerine doktora tezi hazırlamış olan İsmail Kara,
bu aydınların o dönemde “Türkçü İslamcılar” olarak nitelendirildiklerini belirtmektedir.2 Bunların
çoğu, Mehmet Âkif gibi, Millî Mücadeleyi desteklemişlerdir. Millî Mücadeleye bizzat katılan Mehmet Âkif, bu mücadele sonucunda kurulacak yeni
rejimin Türk unsurunu temel alan bir millî devlet
yapılanmasına gideceğinin bilincindedir. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine katılması ve
İstiklal Marşını yazmış olması,
onun, millet iradesini yönetim
anlayışının temeli kabul eden bu
yeni yapılanmaya gönüllü olarak katıldığını göstermektedir.
Öte yandan, Millî Mücadele yıllarında İslamî duyarlık bu mücadelenin önderlerince sürekli diri
tutulmaya çalışılmıştır. Ancak
siyasî anlamıyla “İslamcılık”ın
artık yürürlükte tutulma imkânı
kalmadığı ortaya çıkmıştı ve
Mehmet Âkif de elbette bunun farkındaydı.
Mehmet Âkif’in İslamcılık ideolojisinin hararetli
savunucularından biri iken, İslam’ı dışlamayan bir
milliyetçilik fikrine yaklaşması, işte bu süreçte, büyük ölçüde Birinci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşmiştir. Şiirlerine kronolojik olarak baktığımızda,
1915-1916 yıllarına kadar onun İslam dünyasının
siyasi birliği fikrine hâlâ inandığı “millet” kavramıyla bütün Müslümanları kastettiği görülmektedir.
Örneğin, Hakkın Sesleri adlı kitabında yer alan
1913 yılına ait bir şiirinde onun “İslam milleti” fikrini savunmaya devam ettiğini görüyoruz:
Hani, milliyyetin İslam idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
• 28
(...)
Arabın Türke; Lâzın Çerkes’e, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel‘în ediyor Peygamber.
(Hakkın Sesleri, Üç beyinsiz kafanın...............)
1913-1914 yıllarında yayımlanan Fatih Kürsüsünde şiirinde, Mehmet Âkif’in, yukarıda sözünü ettiğimiz, siyasi anlamıyla İslam birliği fikrinin
gerçekleşme imkânının kaybolmasından duyduğu üzüntü ve karamsarlık açıkça
görülmektedir. Fakat 1915’te yayımlanan ve Çanakkale direnişinin şairde yarattığı coşkunlukla
son bulan Berlin Hatıraları’nın
da içinde bulunduğu kitabındaki
şiirlerde, önceki şiirlerindeki karamsarlığın dağılmaya başladığını görürüz. Bu kitaptaki şiirlerde
Âkif artık İslam birliği fikrinin hararetli bir savunucusu değildir. Ve
onun bu kitapta yer alan bir şiirinde ilk kez “ırk” kavramını kullandığını görürüz. Burada ırk sözüyle onun münhasıran Türk milletini
kastettiği belki söylenemez. Çünkü bu kelime o
tarihte henüz bir kavram olarak sonradan alacağı
anlamı kazanmış değildir. Fakat bu şiirde artık siyasi İslam’ın yerini “Müslümanlık”ın aldığı açıktır:
Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Alem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse hep
makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
İstemem, dursun o payansız mefahir bir yana...
Gösterin ecdada az çok benzeyen bir kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigâr,
Çok değil, ancak necib evlada layık tek şiar.
MART 2011 - SAYI 133•
Âkif’te millet kavramının değiştiğinin en somut
örneği ise, hepinizin bildiği gibi, İstiklal Marşı’dır.
Bu şiirde artık “millet” bütün Müslümanları değil,
Millî Mücadeleyi gerçekleştiren Türk milletini ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Aynı şiirde “ırk”
kavramı da bu kez açıkça karşılığını bulmuştur.
Başka bir deyişle, “ırk” ve “millet”, Mehmet Âkif’in
düşünce dünyasında aynı anlama gelmeye başlamıştır.
Bizim bu yazıda asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, Mehmet Âkif’in, 1915 yılına kadar
İslamî ve bu tarihten sonra millî bir kimlik olarak
tanımladığı “millet” karşısındaki tavrıdır. Şairimiz,
Balkan Savaşlarından Çanakkale direnişine kadar
olan dönemde büyük bir karamsarlık içerisindedir
ve âdeta milletten umudunu kesmiştir. Bunda kuşkusuz Rumeli ve Balkanlardaki Osmanlı topraklarının kaybedilmesi ve bu duruma yeterince karşı
konulamamasına duyduğu tepkinin belirleyici bir
rolü vardır. 1915’ten önceki tarihlere ait birçok şiirinde, milleti oluşturan unsurlar (din adamları, aydınlar, bilim ve devlet adamları, askerler…) tahkir
ve tezyif edici, aşağılayıcı ifadelerle anılmaktadır.
Örneğin Süleymaniye Kürsüsünde adlı manzum
hikâyede, II. Meşrutiyetten önceki ve sonraki
yıllarda İstanbul’un durumunu anlatan şair, “kışla, daire, mektep, medrese, kılıç ve kalem” gibi
sembolik kavramlarla ifade ettiği toplumsal sınıfları tam bir bozulma ve çürümüşlük hâlinde tasvir
eder:
Ne felâket, ne rezaletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbali
İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:
Bir siyaset ki didiklerdi eminim Karakuş!
Nerde bir maskara sivrilse, hayasızlara pîr,
Haydi Mabeyn-i Hümayun’a!... Ya bâlâ ya vezir!
Ümmetin hâline baktım ki yürekler yarası,
Ne bir ekmek yedirir iş ne de ekmek parası.
Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var, ne kalem... Her ne sorarsan, hep yok!
(...)
Hele ilmiyye bayağıdan da aşağı bir turşu!
Bab-ı Fetva denilen daire, ümmî koğuşu.
Ana karnından icazetlidir, ecdada çeker;
Yürüsün, bir de sarık, al sana kadıasker!
Vükelâ neydi ya? Curnalcı, müzevvir, adî;
Ne Hüdâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî,
Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi...
Hani can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi!
Siyaset, sivil ve askerî bürokrasi, ordu ve bilim-eğitim kurumlarındaki bu bozulmanın yanı sıra
halk da her şeye boş vermiş ve vurdumduymaz
bir hâldedir:
Yoklayım şimdi avamın da biraz
Nedir efkârı dedim. Hey gidi vurdumduymaz
Öyle dalgın ki, meğer sûrunu İsrafil’in,
İşitip, yattığı yerden azıcık silkinsin!
Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar
Bir mezarlık gibi: Her nasiye bir seng-i mezar!
Duymamış kaygı denen duyguyu vicdanında.
Okunur her birinin cebhe-i hüsrânında,
“Ne gelenden haberim var, ne gidendenhaberim;
Serseri kevne geleliden beri sersem gezerim!”
Bütün bu vaziyet dolayısıyla, İstanbul’dan
uzaklaşan ve İslam dünyasının çeşitli bölgelerini
dolaşan, bu manzum hikâyenin anlatıcısı konumundaki kişi3, Hindistan’da iken, II. Abdülhamid’in
anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu, yani II.
Meşrutiyet’in ilan edildiğini duyunca buna inanamaz. Çünkü ona göre özgürlük ancak onu elde
etme uğrunda çaba gösteren bir milletin elde edebileceği bir şeydir. Türk milletinde ise ne böyle bir
istek ne de böyle bir çaba vardır.
Mehmet Âkif, 1912 yılına ait bu şiirde bütün
toplum kesimleriyle olumsuz ve karamsar bir ba-
29 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
kış açısıyla tasvir ettiği milleti, aynı yıllarda kaleme
aldığı diğer birçok şiirinde de aynı karamsarlıkla
anlatmaya devam edecektir. Bu tarihlere ait şiirlerinin birçoğunda onun, içinde bulunduğu feci
durumu kavrama yetisinden mahrum bulunduğunu düşündüğü milleti “yığın”, “cenaze”, “leş”,
“meyyit”, “dilenci”, “yüreksiz” gibi sıfat ve imajlarla birlikte andığı görülmektedir. Örneğin, Hakkın
Sesleri adlı kitabındaki bir şiirde bu imajların şu
şekilde kullanıldığını görüyoruz:
Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana... Eller de senin baş da senindir!
şan, şehamet, din, iman, vatan, hiss-i hamiyet,
hak, vicdan...” gibi bütün mukaddeslerini terk etmiştir:
Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar;
Damarda seyri belirsiz, irinleşen kanlar;
Sürünmeler, geberip gitmeler, rezaletler
(...)
Dilencilikle yaşar derbeder hükûmetler;
Esaretiyle mübahî zavallı milletler;
Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
(...)
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;
Kurtulmaya azmin niye bilmem ki süreksiz?
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar...
Kendin mi senin, yoksa, ümidin mi yüreksiz?
Atâletin o mülevves teressübâtı bütün
(...)
Nümune işte biziz... Görmek isteyen görsün!
Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: “Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!”
Lâkin hani milyonları örten şu yığından,
Tek kol da “Yapışsam...” demiyor bir tarafından!
Aynı kitapta yer alan bir başka şiirde yine “leş”
imajıyla karşılaşıyoruz:
Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
İslam’ı da “Batsın!” diye tutmuş, yediyorsun!
Allah’tan utan! Bari bırak dini elinden...
Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!
1913-1914 yıllarında yayımlanan Fatih Kürsüsünde adlı eserinde şair, millet için yine “leş” ve
“cenaze” imajını kullanır. Söz konusu eserin anlatıcısı durumundaki vaiz, İslam dünyasını oluşturan milletleri “Cenazeden o kadar farkı olmayan
canlar” hâlinde görür. Yine bu milletler “esaretiyle mübahî”dirler. Damarlarındaki kan âdeta
irinleşmiş”tir ve bütünüyle İslam dünyası “bir yığın
leş”ten ibarettir. Milletlerin içindeki yeri “dilenci
mevkii”dir. Sadece günü kurtarmak için “şeref,
• 30
Mehmet Âkif’in “millet” hakkındaki bu olumsuz
bakışının değişmeye başladığını, 1915’te yayımlanan Hatıralar adlı kitabındaki bazı şiirlerde görmeye başlıyoruz. Örneğin Hatıralar’ın ilk manzumesi
olan, Bakara Suresi’nin 286. ayetinin yorumu şeklinde yazılmış şiirde şair, milletinin yüzyıllar boyunca İslam’ın koruyuculuğunu yaptığını hatırlatarak,
bu milletin Allah’ın “bir emrine ecdadı da ahfadı
da kurban” olduğu hâlde bugün felaketten felakete sürüklenmesinden duyduğu acıyı anlatır ve
“Balkan’daki yangın daha kül bağlamamışken”
yeni bir savaşla karşı karşıya kalmasının bir bakıma bu milletin hak etmediği bir sonuç olduğunu
söyler. Fakat -Birinci Dünya Savaşını kastederek“bu cehennem”in bile onu yıldıramadığını, “kum
dalgalarından”, “çöller”den, “kar kütlelerinden”
“bir çağlayan gibi” geçmekte olduğunu belirtir.
Böylece milletten söz edilen mısralarla başlayan
şiir, milletin orduya dönüşmesiyle, mukaddesleri
uğrunda korkusuzca ölüme atılan ordunun zaferi
hak ettiğini belirten mısralarla sona erer:
Bir böyle şehidin ki mükâfatı zaferdir,
Vermezsen İlâhî, dökülen hûnu hederdir!
MART 2011 - SAYI 133•
Şiirin bu ikinci kısmı, daha sonra Âsım adlı eserinde göreceğimiz, Çanakkale şehitlerine hitap
eden parça ve İstiklal Marşı ile benzerlik göstermektedir.
Yine Hatıralar adlı kitabında yer alan Berlin
Hatıraları şiirinde de, yukarıda sözünü ettiğimiz
Süleymaniye Kürsüsünde adlı eserde diğer kurumlarla birlikte bozulmuş ve çürümüş olarak
gösterilen ordu ve millet “Muazzam ordumuzun
en muazzam evladı” olarak nitelenir. Ve başlangıcı karamsar olan bu şiir, Çanakkale direnişini
gerçekleştiren askerlerin dilinden, şu mısralarla
sona erer:
Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harim-i namusun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Aşıp da kaplasa afakı bir kızıl sârsar;
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi sinede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!
Bu olumlu bakış, Mehmet Âkif’in bir sonraki
şiir kitabı Âsım’da da devam eder. Köse İmam ve
Hocazade adlı iki kişinin karşılıklı konuşması biçiminde düzenlenen bu uzun manzum eserde, eski
nesli temsil eden Köse İmam’ın –ki onun Mehmet
Âkif’in eski ruh hâlini temsil ettiğini de söyleyebiliriz- milleti “leş” olarak nitelemesine Hocazade –ki
o da Mehmet Âkif’in yeni ruh hâlini temsil ederkarşı çıkar. Ona göre millet “dipdiri”dir. Sadece
biraz “dalgın”dır, elinden tutan ve yol gösteren
olduğu takdirde kurtuluşunu gerçekleştirecektir.
Çanakkale şehitleriyle ilgili meşhur mısraların da
bulunduğu Âsım’da, Âkif’in millet konusundaki
olumsuz ve karamsar tavrının nasıl değiştiği, yukarıda bazı örneklerini verdiğimiz Hakkın Sesleri
ve Hatıralar adlı kitaplarında yer alan şiirlerle karşılaştırıldığında görülebilir. Bu değişimin ve umudun zirvesi İstiklal Marşı’dır; artık millet leş, dilenci, meyyit, cenaze vb. değil, “istiklal”i hak eden
kahraman bir “ırk”tır.
___________________________________________________
1 Ebulula Mardin ve Eşref Edip tarafından II.
Meşrutiyet’ten sonra çıkarılan ve Mehmet Âkif’in başyazarı olduğu haftalık dergi. İlk sayısı 27 Ağustos 1908
yılında çıkmış, 183. sayıdan itibaren Sebilürreşat adını
almıştır. Birkaç kez kapatıldığı için kısa sürelerle çıkamayan dergi 1925 yılına kadar yayınını sürdürmüştür.
Son sayısı (641. sayı) 5 Mart 1925 tarihlidir. Yazarları arasında M. Âkif’ten başka Manastırlı İsmail Hakkı,
Babanzade Ahmet Naim, İzmirli İsmail Hakkı gibi İslamcılık fikriyatının temsilcileri bulunmaktadır. Dergi ilk
yıllarında Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura gibi Türkçü
fikir adamlarının yazılarına da yer vermiştir. Mehmet
Âkif’in şiirlerinin tamamına yakını kitap hâlinde basılmadan önce bu dergide yayımlanmıştır. Derginin bibliyografyası yayımlanmıştır: Abdullah Ceyhan, Sırat-ı
Müstakim ve Sebilürreşad Mecmuaları Fihristi, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991. (Geniş bilgi
için bkz. “Sırat-ı Müstakim”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yayınları, c. 8, ss. 6-9.)
2 Sırat-ı Müstakim mecmuası, 1911’de ancak yedi sayı
yayımlanabilen ve derneğin adını taşıyan dergiden
önce Türk Derneği mensubu Türkçü yazarların da yayın organı olmuştur. Bu bize en azından Meşrutiyet’in
ilk yıllarında İslamcı ve Türkçü aydınların arasında büyük ihtilaflar bulunmadığını göstermektedir. İslamcı ve
Türkçü aydınlar arasındaki farklar ve benzerlikler için
bkz. İsmail Kara, “Tanzimat’tan Cumhuriyete İslamcılık
Tartışmaları”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, c. 5, s. 1409.
Erol Köroğlu da bu konuda biraz abartılı olan, ama
bütünüyle reddedilemeyecek bir düşünceyi dile getirmekte, Osmanlıcılık ve İslamcılığı “protonasyonalizm”
olarak nitelemekte ve Miroslav Hroch’a atıfta bulunarak bu fikir akımları ile birlikte Batıcılık’ın da “ulusalcı
ideolojiler” arasında olduğunu ileriye sürmektedir. Türk
Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) Propagandadan Millî Kimlik İnşasına, İletişim yayınları, 2004,
s. 99.
3 Mehmet Âkif’in bu eserinde bir vaiz olarak kişileştirdiği
Süleymaniye Camii’nde halka hitap ettirdiği zatın Tatar
Türklerinden Abdürreşit İbrahim olduğu bilinmektedir.
Hakkında geniş bilgi için bkz. İsmail Türkoğlu, Sibiryalı
Meşhur Seyyah Abdürreşit İbrahim, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara 1997.
31 •
MEHMET ÂKİF’İN SANATI İLE
MİLLÎ MARŞ OLAN ŞİİR
NAZIM ELMAS
Giriş
İ
nsanları bir araya getiren ortak değerler vardır. Bu değerler millet olmanın da aracıdır. Ülkenin hangi bölgesinde olursa olsun insanların üzerinde ittifak edebilecekleri noktalar mutlaka vardır. Bunlar gizli sözleşmeler mahiyetinde soyut ama yaşayan değerler olduğu gibi;
somut, ortak belge niteliğinde olma özelliği ile de herkese
açıktır. Her fert bu tür vasıtaları kendinden bir parça sayar.
Bu vasıta ile diğer insanlara ulaşır, sıkı bir dayanışma içine
girer. Birlikte yaşamanın esrarlı bir terkibi gizli ya da aşikâr
bu tür ittifaklarda yer alır.
Nazım Elmas, Mehmet Âkif’in Sanatı İle Millî Marş
Olan Şiir, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S.
133, Mart 2011, ss. 30-35.
• 32
Değişik karakterlerde ve farklı kültürel birikimlerdeki
kişilerin bir arada olmasını sağlayacak bağlar toplumsal
bütünlük için gereklidir. Bu tür bağların çokluğu, yüreklerin
aynı heyecanla atmasını sağlar. Ortak heyecanlar büyük
başarıların yolunu açar. Bu nedenle üzerinde ittifak edebileceğimiz değerlerin çokluğu büyük olmanın göstergesidir.
Ortak değerlerin çokluğu millet bütünlüğünün teminatıdır.
Bunları yok saymak, zedelemek, unutturmaya gayret etmek, karşı değerler katarak bulandırmak, işin farkına varamayanların gafleti olarak görülmelidir.
MART 2011 - SAYI 133•
Millet için ortak ittifak belgelerinden biri de İstiklal Marşı’dır. Nice zaferler, acılar, fedakârlıklar,
hayaller, idealler ve millet olma şuuru bu şiirin
bünyesinde toplanmıştır. İstiklal Marşı’nın rengi
milletin rengidir. Bu marş milletin geçmiş, hâl ve
gelecek zaman dilimlerinin özeti ve ışığıdır. Milletle marş arasında birbirini tamamlayan ve yaşatan
damarlar vardır.
Milletin üzerinde ittifak edebileceği dayanışma
belgelerinin ortaya çıkışı için özel vasıfları olan
sanatçılara ihtiyaç vardır. Sanatçı milletiyle bütünleşmiş olmalıdır. Milletin rengini iyi gözlemeli, yaşananları sanatçı duyarlılığı ile besleyip bir terkipte
toplayabilmelidir. Milletin rengi sanat eserlerinde
hissedildiği oranda eserin millî oluşu gerçekleşir.
Sanat eserlerinde millete sunulan hedefler, milletin değerleriyle aynı paralelde gidiyorsa karşılıklı
uyum sağlanmıştır.
İstiklal Marşı her insanın yazabileceği bir metin
değildir. Çok önemli vasıfları haiz kişilerin başaracağı bir iştir. Milletini tanıyan, onun değerleriyle bütünleşmiş, söylediklerini yaşayan, samimi,
fedakâr, mütevazı, sağlam karakterli, ağlayan,
ağlatan, hisseden, söyleyen bir sanatçı böyle
bir metni yazabilecektir. Bu başarı Mehmet Âkif
Ersoy’a nasip olmuştur.
Mehmet Âkif’in, Safahat’ında neler söylediği,
İstiklal Marşı’nda neler anlattığı sık sık dile getirilmiştir. Bunlarla ilgili sayısız kitap ve makale yazılmış; akademik çalışma, resmî ve özel toplantılar
yapılmıştır. Mehmet Âkif’in nasıl yazdığına, sanatçı kimliğine ve sanatçı duyarlılığına daha az temas
edilmiştir. Âkif’in başarısında sanatçı kimliğin de
önemini vurgulamak gerekir. Duygu, düşünce ve
hayalleri sanat eseri hâline nasıl getirdiği incelenmelidir. Böylece anlam zenginliği ve değeri yanında üslup özellikleri ve ayrıcalıkları da bilinecektir.
Millî Marş Olan Şiir
İstiklal Marşı, millet için önemli bir belgedir.
Varoluş belgesidir. Yediden yetmişe milletin bütün fertlerinin ortak duygusunu terennüm eder.
Üzerinde herkesin anlaştığı, anlaşabileceği ya da
anlaşması gereken düşünceler, duygular İstiklal
Marşı’nı oluşturur. Bir sanatçının bu duyguları ve
değerleri bütün incelikleriyle bilmesi hâlinde marşı yazması mümkün olacaktır. Bir anlamda millet
bir sanatçıda bütünleşmiş, sözcülük görevini ona
vermiştir. Sanatçıya düşen bu ulvî sorumluluğu
ifade edecek kelimeleri bulmak ve sanatçı duyarlılığı ile son şeklini vermektir. Bu zor bir görevdir.
Millet adına sadece bir şiir yazılacak ve bu şiir
bütün eksiklerinden uzak fazlalıklardan kurtulmuş
olacaktır. Bir özel belge olduğu için müdahale
edilmesi de mümkün olmayacaktır.
Bu durumda İstiklal Marşı’nı kim yazabilir?
Yukarıda sayılan özellikleri şahsında toplayabilen
sanatçıya düşen bir görevdir bu.
İstiklal Marşı seçilmiş bir şiirdir. Yüzlerce şiir
arasında Millî Marş olmaya layık görülmüş, bütün
bir maziyi ve geleceği tam bir uyum içinde sunarak milletle bütünleştiği için kabul görmüştür.
İfade ettiği fikir, gösterdiği hedef ve barındırdığı
değerlerle sanatkârane söyleyişi buluşturmuştur.
Âkif, hayatı sanata, sanatı hayata katmıştır.
Böylesi özellik çok az sanatçıya aittir. Şiiri kurarken merkezde kendisi vardır. Temsil ettiği kitle millettir. Milletin duygularını sanat eserine dönüştürmenin gayreti içindedir. Buradaki başarısı
bütün benliğiyle şiirde varolmasına bağlıdır. Dışarıdakilere seslenirken şiirin merkezindedir. Milletin iftihar edilecek vasıflarını kendi kimliğinde
toplamakta, bütün vatan coğrafyasında hissedilenleri şiir hâline getirmektedir. Realist bir sanatçı
oluşu durumu en güzel sunmasına yeterlidir. Zira
sanatçı zor günleri, endişeyi tereddüdü, ümidi,
fedakârlığı, zaferi, imanı, yurdun değişik bölgelerindeki görevlerinden derlemiştir.
Söylediğinde samimidir. Samimi olduğu için de
etkilidir. Âkif, “Söz ruhtan çıkarsa ruha nüfuz eder,
33 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
ağızdan çıkarsa kulağın hududunu aşmaz” görüşüne katılır.1 İstiklal Marşı bu açıdan değerlendirildiğinde mısralardaki yürekten söyleyiş dikkati
çeker:
“Ruhumun senden ilahî şudur ancak emeli”
derken bu özelliğin zirvesine ulaşırız.
Mehmet Âkif kelimeleri seçerken ona kendince
özel anlamlar yükler. Kelimelerin mısraa yerleştirilmesi, diziliş, sıralama, vurgular farklı anlam ayrıntılarını ortaya çıkarır.
“Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın”
derken “Arkadaş” kelimesine sanatçının yüklediği değerler ve ton farklarının katkısı bu zenginliği
ifade eder. Bu kelimenin vurgusu önemlidir. Âkif’in
sanat gücü bu tür vurgularda gizlidir. Böylece kelimeye, samimiyet, tabiilik, ikaz, yakınlık, kesinlik,
uyarma anlamları yüklenmiştir.
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı”
mısraındaki tabiilik hepimizin dikkatini çeker. Bir
şiir mısraı bu kadar konuşuyor gibi rahat ve tabii
söylenmiş olabilir.
Edebî eserin oluşumuna etki eden faktörleri bu
şiirde bulmak mümkündür. Bir sanat eserine dönemin problemleri yön verir. Toplumsal ve sosyal
meseleler insanları derinden etkiler. Döneme ve
daha sonraki yıllara damgasını vuran olaylar yumağı uzun süre eserlere konu teşkil eder. İstiklal
Marşı böyle bir sürecin içinden süzülmüş duygular birikimidir. Tarih, medeniyet ve milletin hafızası telmihlerle canlı tutulmuş, güncel olaylarla
zenginleştirilmiş, geleceğe ait hedef ve arzularla
sunulmuştur.
Sanatçının başarısı, kabiliyeti olduğu sahaya
vukufuyla da orantılıdır. Bu saha güzel sanatların
değişik şubeleri olabileceği gibi, bir şube içinde
farklı türler de olabilir. Duygu ve düşünceleri dışa
vurmada her sanatçının farklı malzeme ve vasıta
kullanmasındaki sebep de budur. Sanatkâr olarak
tanınan birinin ilgili sanat şubelerinin birinde ya da
• 34
bir kaçında başarılı olduğunu görürüz. Onun güzel sanatların bütün şubelerinde başarılı olmasını
istemek haksızlık olur. Mehmet Âkif dönemin şiir
ustaları arasındadır. Eserleri okuyucular tarafından
hasretle okunmakta, yeni yeni şiirleri beklenmektedir. İstiklal Marşı’nın söz konusu olduğu günlerde Mehmet Âkif’ten de şiir talep edilmesinin sebebi budur. Devrin şairleri arasında onun farklı bir
yeri vardır. Onun katılmadığı bir yarışmanın maksadı hasıl olmamış demektir. Mehmet Âkif, kimliği,
ruhu, geçmişi ve hassasiyetleriyle İstiklal Marşı’nı
en iyi yazabilecek kişi olarak kabul ediliyordu. Bu
beklenti üzerine yarışmaya’ “Maarif Vekaleti”nin
talebi ve arkadaşlarının ısrarı ile katılmıştır.
Sanat eserini oluşturmada sanatçının felsefi
pozisyonu önemlidir. Yazacağı tür ve konu ile bütünleşmiş olması başarısını artırmaktadır. Bilindiği
gibi Âkif İstiklal Marşı’nı sadece yazmamış, bütün
ayrıntıları ile yaşamıştır. Söylediklerini görmüş,
gördüklerini yaşamış bütün olayları ruhunda hissetmiştir. Şiirlerinin çoğunu bu özel hâl ile yazdığı,
arkadaşları tarafından nakledilmiştir. Binlerce kilometre uzakta Çanakkale Zaferi şiirini yazarken
gece âdeta cezbe hâlinde, bir vecd içinde şiiri tamamladığı nakledilmektedir.
İstiklal Marşı olabilecek 724 şiir teklif edilmiştir.
Bunlar arasından bir tanesi Millî Marş olmaya layık bulunmuştur. Bunda şiirin dış unsurları, içeriği
tabiî ki üslubu önemli bir etkendir. Şiire özgünlük
katan Âkif’in samimiyetidir. Bu tavır şiirin üslubunu
belirlemede ilk sıradadır. İstiklâl Marşı olarak yazılan diğer şiirlerde de konu hemen hemen aynı olmasına rağmen hiçbir şiir, millî hafızayı, geleceğe
ait hedefleri, görev ve sorumlulukları, heyecanlı,
samimi ve realist biçimde sanatkârane ifade edememiştir. Burada şu gerçeği hatırlamak gerekiyor;
Shakespeare’dan önce Romeo ve Jülyette hakkında iki yüze yakın eser yazılmıştır. Doğu kültür
coğrafyasında Leyla ile Mecnun hakkında birçok
eser yazılmıştır. Alman edebiyatında Geothe’nin
Faust’undan önce aynı konuda birçok eserin yazıldığı bilinmektedir. Romeo ve Jülyette denince
MART 2011 - SAYI 133•
Shakespeare, Leyla ile Mecnun denince Fuzuli,
Faust denilince Goethe öne çıkmaktadır. Bizde de
İstiklal Marşı denince aynı konuda yazılmış diğer
şiirleri aşan bir şiir olarak Mehmet Âkif’in yazdığı
şiir dikkati çekmiştir. Adı geçen sanatçıların kendileriyle özdeşleşen eserlerine kattıkları değeri ve
özgünlüğü Âkif, Millî Marş olarak düşündüğü şiire
sindirmiştir.
Şiirde duygu ve düşünce aktarımı birinci şahıs
anlatıcı tarafından yapılmıştır. Anlatıma yakınlık ve
samimiyet katan bu tarz, şiirde samimimiyeti esas
alan Mehmet Âkif ‘in üslubuna daha yatkındır. Bu
uygulama şiirin tamamına ses tekrarlarından oluşan bir ahenk de katmıştır.
Mehmet Âkif okuyucuya çok yakın bir sanatçıdır. Safahat’ın içinde, “Ey karii “, “Ey sevgili karii”
gibi hitaplarla diyaloğu sağlar. İstiklâl Marşı’nda
“Korkma”, “Çatma”, “Arkadaş”, “Bastığın yerleri
toprak deyip geçme, tanı!” gibi söyleyişler Âkif ‘in
okuyucu ile yakınlığını ifade eder.
Sanat eserinde okuyucu ile buluşma noktaları
eseri değerli kılan yanlardır. Bu tür bağların çokluğu eser için önemli bir değerdir. Okuyucu veya
dinleyici bu noktalarda daha bir dikkatle ve ilgiyle
sanat eserine bağlanır. Âkif bu buluşmayı hitabelerle, soru cümleleriyle, konuşma cümleleriyle
sağlamıştır. Hemen her kıtada bu özelliği görmek
mümkündür. Tekdüze bir anlatım şiire durgunluk
verir. Soru cümleleriyle fiillerle, heyecan veren
cümlelerle söylemi daha canlı hâle getirmek mümkündür. Âkif ustalığını bu yönde de göstermiş, Safahat’ında yer alan şiirlerde bu yolu uygulamıştır.
İstiklal Marşı gibi şekil ve muhtevası çok başka
önem arz eden bu şiirde Âkif bütün sanatkârlığını
göstermiştir. Yiğitçe bir eda, sonra bir niyaz cümlesi, alımlayıcıyı-muhatabı - sürüklemektedir.
Söylemek istediklerini okuyucuya ya da dinleyiciye ulaştırırken sanatçının yansıttığı tavır önemlidir. Duygu ve düşüncelerini rahat bir söyleyişle
ifade eden sanatçı başarılı kabul edilir. Neşe, hü-
zün, heyecan, nedamet, nida ve öfkeyi ifade ederken sanatçının vermek istediği mesaja uygun eda
üretmesi beklenir.
İstiklal Marşı’nda kavramlar, hedefler ve istekler, belli bir tertip ve düzen içinde yerleştirilmiştir.
Başlangıçta yüksek kavramlara değinilmiştir. Alsancak ve Hilalin; bunların temsil ettiği bağımsızlık, hürriyet gibi değerlerle alımlayıcı - okuyucu ya
da dinleyici- sarsılmış, kendine gelmesi için emir
cümleleri ile ifade zenginleştirilmiştir.
Marşın kuruluşu ustacadır. On kıta içinde bir
millet için gerekli moral değerler yer almıştır. Ümit,
cesaret, yüce değerler, kimlik tanımı, kendini bilme, vatanın önemi, toprağın vatan oluşunu sağlayan unsurlar; rahat, müsterih, asude eda ve şükrün ifadesi ile final kıtasına ulaşır.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal
Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakk ‘a tapan milletimin İstiklal
Bu mısralarla son bulan marşta, başlangıçtaki
tereddüt ve endişe gitmiştir.
Akşam karanlığı ile başlayan şiir sabah aydınlığı ile tamamlanmıştır. Tereddüt, yerini sükûnete ve
rahatlığa bırakmıştır. Yapılan fedakârlıkların karşılığı alınmıştır. İnsanın sahip olduğu özelliklerle vardığı netice dile getirilmiştir.
İstiklal Marşı’nda sanatçının planladığı bir kompozisyon vardır. Şiirlerinde plan yapma özelliği
Âkif’in daima dikkat ettiği bir uygulamadır. Marşın
kompozisyonunda Âkif okuyucuyu veya dinleyiciyi zihnen ve bedenen canlı bir ortamda gezdirir.
Sanat eserinin edası önemli bir vasıftır. Kelimelere özel anlamlar ve vurgular yükleme imkânı sanatçının becerisi olarak kabul edilir. Mehmet Âkif,
35 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
yeri geldiğinde çocukça bir eda, yeri geldiğinde
nadim bir kul, bazen heybetli bir adam tavrı ile şiirde hissedilir. Marşın tamamında meydan okuma,
tembih, ikaz, niyaz, davet gibi özel anlamları buluruz.
duğunu gösterir. Bu anlayış şiirin geniş kitlelere,
nesilden nesile intikali yanında aynı kuşağın farklı
insanları arasında da iletişim kurulmasını sağlar.
Her kuşak ve kuşak içi farklı topluluk, kendince
şiirin bir yerinden tutunur.
Sanatçının heyecanlarının, hislerinin tam olarak esere yansıması istenir. Bu noktada başarılı
olan sanatçı kabul görür, kalıcı eserler meydana
getirir. Şiir mısralarında sanatçı ruh anaforunun
yer alması eserde tempoyu dengeler. Birkaç mısra içinde hareket, heyecan, inişler, çıkışlar dikkati çeker. Böylesi bir üslupla sanatçı okuyucuyu peşine takar. Onunla coşar, onunla sakinleşir.
Bu özellik sanat eserinde muhatabı etkileyen ve
esere bağlayan bir estetik öge olarak önemlidir.
Mehmet Âkif bu özelliği Safahat’ında uygulamıştır.
İstiklal Marşı’nda da kıtalar arasında okuyucuyu
coşturan dinamik hâle getiren, sonra sakin, asude
bir hâle bırakan özellik vardır.
İstiklal Marşı bir dil birikiminin ürünüdür. Zengin bir dil mirasının kelimeleriyle yazılmıştır. Âkif’in
dile hakimiyeti İstiklal Marşı’nda belli olur. Kelimelerde kültürler gizlidir. Kavramların içinde bir milletin hafızası sindirilmiştir. Birinci kıtadan itibaren
bazı örnekler vermek gerekirse sancak, ocak, millet, kurban, hilâl, helâl, Hak, İstiklal, iman, şehit,
cennet, vatan, mabet, ezan, şehadet, din, hürriyyet, gibi kelimeler kültürel boyutuyla ve tarihî
birikimiyle özel anlamlar arz etmektedir. Bu kelimelerde asırların hatırası vardır. Zaferler, acılar,
kültürel değerler esrarlı bir terkiple nesilden nesile
aktarılır. İstiklal Marşı’nın mısralarına serpiştirilmiş
bu anahtar kelimelerle kuşaklar arası değerler aktarımı yapılmaktadır. Dil zevkini canlı tutan, anadil
için musiki numunesi olan kelimeler Âkif tarafından şiire yerleştirilmiştir.
İstiklal Marşı’nda monotonluğu ortadan kaldırmak için Âkif’in kısa şiir cümleleri kurduğunu görürüz. Kısa cümleler fiil sayısını artırmış, bu durum
akıcılığı sağlamıştır. Sanatçı tarafından önemine
dikkat çekilen fikirlerin tekrirlerle sunulduğu görülür. Böylesi bir uygulama, fikrin hatırda kalmasını,
dikkatin o noktaya toplanmasını sağlar, ahengi
besler.
Mehmet Âkif şiiri daha tesirli kılmak için benzetmeler ve karşılaştırmalar yapar. Kelimelerin
yan anlamlarını okuyucunun dikkatine sunar. İkinci kıtadaki “hilâl” kelimesini, dörtlüğün anahtar
kelimesi yaparak okuyucunun dikkatini üst seviyede toplar. “Hilâl” kelimesi ile millet hafızasında
yer alan çağrışımlar gündeme getirilir.
İstiklal Marşı’nın muhatabı bütün bir millettir.
Her seviyede okuyucu ya da dinleyici için ifadeler
ve işaretler taşıması gayet tabiidir. Halkın günlük
konuşma dilindeki deyimler, terimler, konuşma
edasıyla oluşturulmuş sözler ve üst seviyede felsefi tespitler şiirin geniş bir muhatap kitlesi ol-
• 36
Mehmet Âkif Türkçeye hâkim bir şairdir. Dile
olan kabiliyeti bilinmektedir. Anadilinden başka
Arapça, Farsça, Fransızca dillerini de iyi bilmesi
Türkçenin inceliklerini sanat eserine yansıtmasına
yardımcı olmuştur.
Safahat’ta değişik iş, meslek ve cinslerin olması binlerce mısralık bir hacmin verdiği imkândır. Bu
çeşitliliği Âkif İstiklal Marş’ına taşırken, o insanların deyimlerini, terimlerini günlük konuşmalardaki
cümlelerini şiire almıştır. Sanatçı
“Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son
ocak”
“Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım”
“Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım”
gibi mısralarda en sade ve basit söyleyişi yakalamıştır. Marşın üçte birini geçmeyen Arapça ve
MART 2011 - SAYI 133•
Farsça kaynaklı kelimelerin de özel bir anlamda
eserde yer aldığını söyleyebiliriz. Hakk, istiklal,
na-mahrem, şehadet, vecd, na’ş, izmihlal gibi kelimeler kültürel altyapı ile bütünleşmiş derin anlamları nedeniyle şiirde yer almıştır.
Mehmet Âkif’in lisanı, hitabet lisanıdır. Aynı
sesi Namık Kemal’de de görürüz. Safahat şairi,
karşısında geniş kalabalıklar varmış gibi cümleler
kurar. Seçtiği zamirler ve fiil şahıs zamanları bu
amaca yöneliktir. Yazdığı şiir, bir millî marş niteliği
taşıyorsa sanatçı daha da coşar.
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım”
mısralarıyla bir meydan okuma ve yiğitçe bir eda,
hitabet lisanının imkânlarıyla sanat eserine yerleşir.
Sonuç
Sanat eserini meydana getiren psikolojik,
felsefî, etik, politik ve sosyal unsurların İstiklâl
Marşı’nda yer aldığını görürüz. Sanatçının ülkesi
için samimiyeti, fedakârlığı, vefa ve sadakati, diğer topluluk ve anlayışlarla karşılaştırmalar yapması eserde ciddi bir tertibin işaretidir.
Âkif bir çok eserin plansızlık yüzünden değerini kaybettiğini söyler. İstiklal Marşı, şiir olarak iyi
planlanmış bir sanat eseridir. Diğer şiirlerde bulduğumuz tertip ve düzeni bu şiirde de buluruz. Girişten itibaren hitap ettiği kavramlarla, gösterdiği
hedeflerle, öğündüğü değerlerle dikkati çeker. Bir
millî marş olarak nesillere aktarılacak değerleri sıralaması ve yaşatması bakımından önemlidir. Gittikçe aydınlanan ve ümide doğru gelişen şiirde iyi
bir plan olduğu görülür.
Mehmet Âkif İstiklal Marşı’nda milleti çok iyi
temsil etmiştir. Milletin rengi bütün tonlarıyla şiire yerleşmiştir. Marş bu hâliyle millete küçük ama
önemli bir rehber niteliğindedir. Buna bir küçük
anayasa da diyebiliriz.
Sanat eserinde sanatçının duygularının tam
yansıtılması esastır. Sanatçının samimiyeti yaşadıkları, müşahedeleri, hayalleri tam olarak şiire sindirilmiştir. Mazi, hâl, gelecek şiirin kıtaları
arasına değerler bütünü olarak yerleştirilmiştir.
Eserde okuyucuyu kucaklayan bir tabiilik vardır.
Milletin değerleriyle bütünleşen yönü, olduğu gibi
milletin asırlardır işlenmiş diliyle, deyimleriyle ifade edilmiştir. Çok rahat şiir cümleleri kuruyormuş
hissi, okuyucuyu ayrıca kendine çeker. Tabii söyleyiş konuşmalardaki rahatlığı şiirde hissettirir.
Âkif’in sözünü sakındırmaz bir realist oluşu İstiklal
Marşı’nda ülkeye göz dikenlere layık oldukları cevabı verir. Medeni olduklarını iddia edenlerin davranışları en üst seviyede kınanmaktadır. Bu cesur
üslup İstiklâl Marşı’nın genel havasını tamamlamaktadır.
İstiklal Marşı’ndan kurtulmak isteyen bazı gayret sahipleri var. Bunlar sadece İstiklâl Marşı’ndan
kaçmıyorlar. Milletin tarihinden, kültüründen,
inancından kısacası mazisinden kaçıyorlar.
Dil ile oynama, İstiklal Marşı’nın dili ile mesafeyi açtı. Maksatlı müdahalelerden sonra aradaki
dengesizliği marşı feda ederek gidermek hiç de
vefalı bir davranış değildir.
Kalıcı eserlerin bütün zamanlara ve nesillere
hitap etmesi gerekmektedir. Aynı duyarlılığı paylaşan bir akış içinde İstiklal Marşı zamanla eskimeyecek bir şiirdir. İnandığı ve güvendiği fikirleri başkalarına da telkin etmek ve benimsetmek, gelecek
kuşaklara aktarmak için en içten anlatım, şairi tarafından sağlanmıştır. Hayalle alışverişi olmayan
ve sözü hakikat seviyesinde tutan bir şairin inanarak yazdığı böyle bir şiirin Millî Marş olmasından
daha tabii bir şey yoktur.
___________________________________________________
1 Elmas, Nazım; Hisli Yürek - Mehmet Âkif’in Şiir Sanatı,
Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası Yayınları Yayın No:21
Ankara 1999 s.42
37 •
İSTİKLÂL MARŞI:
DERİN BİR MİLLÎ MUTABAKAT METNİ
D. MEHMET DOĞAN
M
arş sözleri, şarkı sözlerine benzer; ekseriya manası zayıf, tekerleme edalı, dile kolay gelen metinlerden oluşur. “Millî Marş” denilen marşların
da pek bu çerçevenin dışında olduğu söylenemez. Nitekim, Millî Mücadele sırasında bir “millî marş” yazılması söz konusu olduğunda yarışmaya katılan yüzlerce
şiir arasında Mehmet Âkif’in şiiri, kendi farklılığını herkese
kabul ettirir.
Mehmet Âkif, esasen Meclis’te etkili olan asker-sivil
seçkinlerin ideolojik dairesi içinde sayılmaz. Meclis’te çok
sayıda bulunan ulemadan, hocalardan değildir ama, onlardan da ayrı görülmez. Meclis’in çok konuşmayan, hatta
neredeyse hiç konuşmayan mebuslarından olan Mehmet
Âkif, o sıralar üzerine düşen her şeyi yaptıktan başka, bütün söyleyeceklerini bu şiirle, İstiklâl Marşı ile ifade etmek
için beklemiş gibidir.
D. Mehmet Doğan, İstiklâl Marşı: Derin Bir Millî
Mutabakat Metni, Bilim ve Aklın Aydınlığında
Eğitim, S. 133, Mart 2011, ss. 36-38.
• 38
İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi, o sıralar çok az şeyi
ittifaka yakın ekseriyetle kabul etmiştir. İstiklâl Marşı,
üzerinde ittifak sağlanan bu nadir şeylerdendir. Mehmet
Âkif’in şiiri, şiiriyeti yanında söyleyecek şeyleri olan ender
marşlardandır. O bir haykırışla başlar. Bu haykırış, iki asırdır
savaşa savaşa çekilen ve nihayet dokuz asırlık ana topraklarında varlık mücadelesi veren bir milletin kuşkularını
bertaraf etmek ister:
MART 2011 - SAYI 133•
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Mehmet Âkif şiirin devamında, Doğu-Batı, İslam-Batı ya da mücerret (soyut) şekilde Batı’yla
asırlardır savaşan bir topluluğun mensubu olarak
Türk-Batı mücadelesinin diyalektiğini yapar.
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl
Mehmet Âkif bu sehl-i mümteni denilebilecek
mısrada istiklalin, bağımsızlığın Hakk’a tapmanın
tabiî sonucu olduğunu söyler. Esasen, Hakk’dan
başkalarına tapanın müstakil olması, hür olması
mümkün müdür? Hakka tapan insan insanlığı ve
istiklâli hak etmiştir veya müstakil olacak mücadele azmine sahiptir.* Esasen sonraki mısrada
belirtildiği gibi, Hakk’a tapan insan ezelden beri
hürdür, hür yaşar.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nda bütün mukavemet unsurlarını “iman” kavramı etrafında toplar:
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
.....
..... Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar!
İman sahiplerine Hakk’ın vadettiği günler doğacaktır:
Kimbilir, belki yarın... Belki yarından da yakın.
Bu “millî” marşta dinî vecd ve İslamî terminoloji
çok kuvvetli şekilde hissedilir:
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın..
....
Ruhumun senden İlahî şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli;
Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeliEbedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
...
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.
Şair, İstiklâl Marşı’nda “bayrak” gibi “ezan”ı da
bağımsızlık sembolü olarak zikretmektedir. Ezana
atıfta bulunmakla kalmamakta, bir insanın Müs-
lüman olmasının delili mahiyetinde sayılan, kelimeişehadeti ayrıca zikretmektedir. Mehmet Âkif
ezana atıfta bulunmakla, Türkiye’nin dinî-kültürel
kimliği konusunda çok etkili bir yaklaşım veya
tavır ortaya koymaktadır. Ezanların şehadetlerinin dinin temeli olduğu ve sonsuza kadar yurdun
üstünde inlemesi, heyecanla okunması gerektiği
belirtilmektedir. Ezanın şehadetlerinden birincisinde (Eşhedü en lâ ilâhe illallah) “Allah’tan başka tanrı olmadığına şahitlik ederim.” denilmekte;
ikincisinde ise, “Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi
olduğuna şahitlik ederim.” denilmektedir (Eşhedü
enne Muhammeden Resulullah). Bir insan bu iki
ibareyi söylemekle -yani kelimeişehadet getirmekle- Müslüman olur.
Mehmet Âkif, karşı cepheyi de, Meclis mensuplarının çoğu nazarındaki prestijine aldırmadan
açıklıkla çizmekten çekinmez:
Garbın âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Mehmet Âkif, burada, Batı’nın o sıralar toplumumuz için en korkulu yüzü olan teknolojiye meydan okur. Garb’ın âfakını saran çelik zırhlı duvar,
teknolojiden, hatta kitle hâlinde ölüme yol açan
savaş teknolojisinden başka bir şey değildir. Bu
üstün teknolojiye sahip olarak bizi yok etmek isteyen Batı, “medeniyyet”, esasen zalim bir varlıktır,
âdeta “tek dişi kalmış” korkunç bir canavardır...
1982 Anayasası’nda yer alan hükme göre, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği belirtilen
“İstiklâl Marşı” emperyalizme karşı kimliğimizi
Müslüman bir toplum olarak haykıran bir metindir.
Mehmet Âkif, Millî Mücadele’yi yürüten 1.
TBMM tarafından oy birliğine yakın ekseriyetle
kabul edilen, sonraki dönemlerde yapılan köklü değişikliklere rağmen değiştirilmeyen, bilahare yapılan anayasalarda değiştirilemeyeceği
hükme bağlanan İstiklâl Marşı’nda bilinçli olarak
bir aidiyet-kimlik formülü ortaya koymaktadır.
1. TBMM’nin kayıt defterinde Burdur Meb’usu
Mehmet Âkif “İslam şairi” olarak kayıtlıdır. Onun
bu marşı yazmasını en çok isteyen ünlü “Türkçü”
ve Türk Ocağı başkanı, o sırada Maarif Vekili olan
Hamdullah Suphi’dir. Bu marşı ayakta alkışlayan-
39 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
lar arasında Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa da
vardır. Demek ki görüş farklılıklarına ve ne yazacağı bilinmesine rağmen millî marş ısrar edilerek
Mehmet Âkif’e yazdırılmış ve metin ortaya çıktıktan sonra muhteva da bilinerek tasvip edilmiştir.
İstiklâl Marşı’nın Cumhuriyet’ten sonra millî
marş olarak kalması, köklü değişikliklere rağmen değiştirilmemesi, yüzlerce yıllık bir sembol
olan bayrak gibi aidiyet ifade eden muhtevası ile
açıklanabilir. Aidiyetimiz değişmedikçe, kimliğimiz
sürdükçe, bayrağımız gibi millî marşımız da değişmeyecektir.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’ndan önce marş
benzeri şiirler yazmıştır. Bunlardan ilki, Balkan
Harbi sırasında yazılan “Cenk Şarkısı”dır (1912).
Bu şiir,
Yurdunu Allah’a bırak çık yola;
“Cenge” deyip çık ki vatan kurtula.
Böyle müyesser mi gaza her kula?
Haydi levend asker, uğurlar ola.
kıtası ile başlar. Halk şiiri tarzındaki “Cenk Şarkısı” gerçekten halk duyarlığını yansıtan, âdeta askerle konuşan bir şiirdir. Mehmet Âkif daha sonra
İstiklâl Marşı’nda ifade edeceği bazı temaları bu
şiirde de kullanmıştır.
Bir dileğim var, ölürüm isterim:
Yurduma tek düşman ayak basmasın.
kıtasıyla başlar. Her kıta sonunda bir dua şeklinde
şu nakarat tekrarlanır:
“Amin!” desin hep birden yiğitler,
“Allahu Ekber!” gökten şehitler.
Amin! Amin! Allahu Ekber
Mehmet Âkif’in, Ankara’da Balıkesir’in işgalinin yıl dönümü dolayısıyla yazdığı kıta da İstiklâl
Marşı’ndaki ses ve muhtevayı hatırlatan bir şiir
parçasıdır. Bilhassa,
Ey benim her taşı bir ma’bedi iman olan yurdum,
Seni er geç bana mutlak verecek ma’budum!
mısraları İstiklâl Marşı ile karıştırılabilecek mahiyettedir.
İstiklâl Marşı’nın muhtevası Mehmet Âkif’in
zihninde, Balkan Harbi sırasında oluşmaya başlamış, muhtelif metinlerde on yıl boyunca parça
parça ifade etmiştir. Bilhassa, Berlin Hatıraları’nın
sonunda İstiklal Marşı’nın ilk kelimesini kullanmaya kadar varmıştır:
- Korkma
Yerleri yırtan sel olup taşmalı
Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz
*
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz!
Düşmana çiğnetme bu toprakları
…
*
Eş hele bir dağları örten karı:
Ot değil onlar, dedenin saçları!
…
Diğer şiir, yine Millî Mücadele sırasında yazılan ve Erkân-ı Harbiye Riyaseti tarafından orduya
tamim olunan “Ordunun Duası” şiiridir. Bu şiir Ali
Rifat Bey tarafından bestelenmiştir.
Ordunun Duası
Yılmam ölümden, Yaradan askerim;
Orduma, “gazi” dedi Peygamberim.
• 40
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazmayı kabul
ettikten sonra zihninde olanı kâğıda geçirmekte
fazla zorlanmamış ve güç yazan bir şair olmasına
rağmen şiiri kısa zamanda bitirerek teslim etmiştir.
Millî marş olarak kabul edilişinden bu tarafa
törenlerde, toplantılarda okunan İstiklâl Marşı’nın
sahip olduğu nüfuzu sadece resmî olarak kabul
edilmesine, kanunla, anayasa hükmü ile korunmasına bağlamak mümkün değildir. O taşıdığı derin ve yüksek anlamla, bulunduğu köklü atıflarla
milletimizin benliğini ifade eden, kendi gücünü,
kendi nüfuzunu ve dokunulmazlığını meydana getiren bir şaheserdir.
MEHMET ÂKİF
VE ÇANAKKALE DESTANI
ABDULLAH UÇMAN
Ö
teden beri, Türk edebiyatının, başka milletlerin
edebiyatlarıyla mukayese edildiğinde, millî hayatımızı, millî realitemizi ve tarihimizi hak ettiği şekilde yansıtmadığı tarzında yaygın bir kanaat ve
eleştiri mevcuttur.
Merhum hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan da gerek
derslerinde, gerekse özel sohbetlerinde zaman zaman
bu konuyu dile getirir ve biraz da esprili bir ifade tonuyla,
Yahya Kemal’in bu mesele hakkındaki düşüncelerini naklederek, Türk milletinin destanlar yaratmaktan destanlar
yazmaya vakit bulamadığını; başardığı işleri ve zaferleri
anlatmayı, bunlarla övünmeyi yiğitlik gururuna yediremediğini ve bütün bunları bir tür ayıp saydığını söylerdi.
Yenileşme devri Türk edebiyatı tarihinde Türk kültür ve
medeniyetine farklı bir gözle bakılmasını öğreten Yahya
Kemal, “Edebiyatımız Niçin Cansızdır?” adını taşıyan makalesinde, bir örnekle bu durumu şu şekilde ortaya koyar:
Abdullah Uçman, Mehmet Âkif ve Çanakkale Destanı,
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart
2011, ss. 39-44.
“Büyük bir harpte, on cephemizin ateşinde hazır bulunmuş çok güzîde ve edebiyat meraklısı bir askerimizin elinde
bir gün Çanakkale destanına dair Fransızca, mâruf bir eseri
gördüm; yine bize dair ve yine Fransızca olmak üzere buna
41 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
benzer kitaplar vardı. Bunu görünce kalbimde bir
acı hissettim. Döktüğümüz kanın bile manzarasını
Fransızca’dan seyretmeye mahkûmuz dedim. Bizim harp cephelerimiz, edebiyatımızda bin bir safhalarıyla yokturlar. Demek ki çok eski harplerimiz
gibi bunlar da, seneler geçtikçe unutulacaklar!”1
Gerçekten, Yahya Kemal’in bu görüşlerine hak
vermemek mümkün değil ! Eski ve uzak tarihimiz
bir tarafa, daha dün denilecek kadar yakın tarihimizde bir Kırım Harbi’ni, bir 93 Muharebesi’ni, bir
Pilevne Müdafaası’nı, Balkan Savaşı’nı, Yemen
Muharebesi’ni, Medine Müdafaası’nı, Çanakkale
Destanı’nı, İstanbul’un İşgali’ni, Maraş ve Antep
savunmasını, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan edebî
eserlerin, bu olaylarla ilgili olarak çevrilen filmlerin,
sahneye konulan tiyatro eserlerinin sayısı ne yazık
ki pek de öyle göz dolduracak kadar fazla değil..
Türk romancılarını ve senaryo yazarlarını tarih ve
tarihî olaylardan çok, nedense günümüzün aktüel olayları daha fazla ilgilendiriyor. Hâlbuki tarih,
özellikle kendi tarihimiz ve mazimiz bugünkü
hayatımızı ve geleceğimizi şekillendiren, inkârı
asla mümkün olmayan bir realite olarak önümüzde durmaktadır. Amerika kendisine muhayyel bir
geçmiş yaratmaya çalışırken nedense biz, asırlar
öncesine uzanan gerçek tarihimizi unutmaya çalışıyor, âdeta bir baba kompleksi gibi her gün kendi
mazimizden uzaklaşmaya çalışıyoruz.
Çanakkale ismi geçtiği zaman, nedense öteden beri, Türk tarihi ve edebiyatıyla meşgul olan
herkesin zihninde derhal millî şairimiz Mehmed
Âkif’in “Çanakkale Şehidleri” için kaleme aldığı
meşhur, destansı şiiri hatıra gelir.
Gerek bu savaşın devam ettiği günlerde, gerekse daha sonraki tarihlerde Çanakkale zaferi
dolayısıyla başka yazarlar tarafından da birçok
eser kaleme alınmış olduğu hâlde, Mehmed Âkif
adı bir bakıma Çanakkale destanı ve Çanakkale
şehitleriyle âdeta özdeşleşmiş gibidir. Bunun için
ben de burada Mehmed Âkif’in Çanakkale şehit-
• 42
leri için yazmış olduğu şiirde vurguladığı bazı kavramlar üzerinde duracağım.
Mehmed Âkif’in, öncelikle, çağdaşı olan birçok Türk aydınından farklı şekilde, İslamiyetin,
özünden uzaklaşmadan, içinde yaşadığı çağın
icaplarına göre yeniden yorumlanarak toplumun
çeşitli sosyal problemlerini hâlledebileceğini dile
getirdiğini belirtelim.2 Mehmed Âkif’in bu tanınmış şiirinde, bugün rastgele ve yerli yersiz herkesin kullanmakta olduğu ve bu yüzden de gerçek
anlamını giderek kaybetmeye başlayan “şehitlik”
kavramının nasıl ele alındığına geçmeden önce,
doğrudan doğruya dinî, daha doğrusu İslamî bir
hüviyeti bulunan bu kavramın, İslam dini ve kültürü çerçevesinde sadece Allah yolunda, “ilâyı kelimetullah” için canını seve seve feda eden
Müslümanlara verilen bir sıfat olduğunu belirtmemiz gerekir. Şehit ve şehitlik kavramıyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de Bakara suresi ile Âl-i İmran
suresinde şu âyetler geçmektedir: “Allah yolunda
öldürülen kişilere “ölüler” demeyiniz. Gerçekte
onlar diridirler, fakat siz bu inceliği anlayamaz ve
hissedemezsiniz!” (Bakara suresi, âyet 154). “Allah yolunda öldürülen kişilerin ölü olduklarını zannetme; gerçekte onlar diri olarak Rablarının huzurundan rızıklandırılmaktadırlar.” (Âl-i İmran suresi,
âyet 169).
Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan bu
iki surede, şehitlere büyük değer verildiği ve gerçekte onların asla ölü olmadıkları ısrarla vurgulanmaktadır. İşte “şahâdet” kavramının bu dinî hüviyeti, Türk milletinin, İslamiyeti kabul ettiği tarihten
başlayarak bugüne kadar hep “Ölürsem şehit,
kalırsam gazi!” idealini âdeta bir hayat tarzı olarak
benimsemesine yol açmıştır.
Mehmed Âkif, gerek Safahât’ta yer alan bir kısım manzumelerinde, gerekse bazı makalelerinde, İslam dininin idealize ettiği biçimde “şahâdet”
ve “şehitlik” kavramlarının yanı sıra, aşağıda gö-
MART 2011 - SAYI 133•
receğimiz gibi, bunlarla doğrudan ilgili başka kavramlar üzerinde de durmuştur.
Mehmed Âkif’e göre, Türk milletinin uzun tarihi
boyunca, uğrunda savaştığı ve gerektiği zaman
canını hiç çekinmeden seve seve feda ettiği bazı
ebedî ve kutsal değerler vardır. Meselâ hürriyet ve
istiklal, Türk milletinin en yüce ve en kutsal değerleri arasında yer alır. Bu değerler, hemen beraberinde vatan gibi, bayrak gibi başka değerleri
de getirir. Vatan, bir milletin üzerinde yaşadığı ve
ecdadımızdan kan ve can pahasına bize miras
kalan mukaddes bir toprak parçasıdır. Bundan
dolayı vatan, millet unsurundan asla ayrı düşünülemez. Vatan, bir coğrafya, millet ise bir insan
topluluğudur. Bir milleti millet hâline getiren de,
hürriyet ve istiklal gibi; hak, hukuk, dil ve din gibi
bazı mukaddes değerlerdir. İşte bu ebedî değerlerin başında gelen vatan tehlikeye düştüğü anda,
millet olabilme şuuruna erişmiş ve vatanını seven
her insan, vatanını kurtarmak için, varını yoğunu,
hatta en kıymetli varlığı olan canını bile feda etmeye hazır olmalıdır.3
Daha çok vatan kavramıyla birlikte yer alan
“şehâdet” ve “şehit” kavramları, en veciz ifadesini
Mehmed Âkif’in “İstiklal Marşı”ındaki şu parçalarda bulur:
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehît oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
*
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!
Mehmed Âkif’e göre, Türk tarihinin en muhteşem zaferlerinden birini meydana getiren Çanakkale Destanı’nın bütün şan ve şerefi, o sırada
vatanını tehlikede gören ve namusunu kurtarmak
üzere canlarını feda eden, âdeta cehennemle boğuşup galip gelen Mehmetçiğe aittir. Çağın bütün
teknik imkânlarıyla donatılmış düşman ordularına
karşı her türlü güçlük ve mahrumiyet içinde vatanını, imanını ve namusunu kurtarmak için göğsünü siper yapan kahraman Türk askeri, bu savaşta
250.000 kadar şehit ve kayıp vermek suretiyle,
düşmanlarına Çanakkale’nin asla geçilemeyeceğini bir kere daha ispatlamıştır.
Çanakkale Savaşları edebiyatımızda çok sayıda şiir, makale ve hatıra türünde yazılarla birlikte
müstakil olarak hikâye, roman ve tiyatro eserlerine
de konu olmuştur.4 Ancak bunların başında, Mehmed Âkif’in, Safahât’ın altıncı kitabı olan Âsım’da
yer alan şiiri gelmektedir.5 Önce 10 Temmuz 1924
tarihinde Sebîlürreşad mecmuasında “Âsım’dan
Bir Parça”6 adıyla yayımlanan ve doğrudan doğruya Çanakkale şehit ve gazilerine hitap ettiği için
“Çanakkale Şehidlerine” adıyla tanınan bu şiir, gerek şekil, gerekse muhteva itibariyle bu savaşı ve
Mehmetçiğin kahramanlıklarını olağanüstü bir ifadeyle canlandıran en önemli örnektir. Bugün üzerinden doksan yıl geçmiş olduğu hâlde, yukarıda
da belirttiğimiz gibi, Çanakkale Savaşı anılınca,
her Türk’ün aklına ilk önce işte Mehmed Âkif’in
bu ünlü şiiri gelir.
Çanakkale Muharebeleri’nin7 bütün şiddetiyle
devam ettiği sırada resmî görevle Berlin’de bulunan Mehmed Âkif, yakın arkadaşı Binbaşı Ömer
Lütfi Bey’in naklettiğine göre, gurbet diyarında
gece gündüz Çanakkale Cephesini düşünmekte
ve arkadaşına hemen her sabah şu cümleleri tekrar etmektedir:
“-Ömer Bey, bu Çanakkale ne olacak?
-Allah bilir ama vaziyet tehlikelidir. Askerlik
noktasından düşünülünce ümit yok. Ancak fen kaidelerinin hâricinde, fevkalbeşer bir şey olmalı ki
dayanabilsin!
Ben, böyle dedikçe:
43 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
-Eyvah, son istinatgâhımız da yıkılırsa ne olur?
diyerek çocuk gibi gözlerinden yaşlar dökülmeye
başlardı. Âkif’in Çanakkale için ağlamadığı gün
yoktu. Ben kavâid-i harbiyyeden bahsettikçe canı
sıkılırdı. Onun böyle askerî muhakemelere tahammülü yoktu. O, daima kat’î bir kelime isterdi.
-Bütün dünya toplanıp hücum etse, yine Çanakkale sükut etmez! derdi.
Onun büyük imanı başka bir ihtimale asla müsait değildi!”8
İşte Mehmed Âkif bu şiirini, Çanakkale sırtlarında gövdelerini düşmana siper yaparak vatan
toprağını çiğnetmeyen Mehmetçiğin hatırasını yaşatmak üzere kaleme alır. Yine bu şiir sayesinde,
canlarını feda ederek mübarek vatan topraklarını
bizlere miras bırakan Mehmetçiğin aziz hatırası
da böylece âbideleşmiş ve ebediyete intikal etmiş
bulunmaktadır.
Çanakkale Zaferi’nin kazanılmasından üç yıl
sonra, 1918 yılında, devrin tanınmış dergilerinden
Yeni Mecmua’nın Çanakkale için hazırladığı özel
sayıda, devrin ünlü edebiyatçılarından Ruşen Eşref Ünaydın’ın Anafartalar kumandanı Gazi Mustafa Kemal’le yaptığı uzun bir röportaj yayımlanır.
Bu röportajın bir yerinde Ruşen Eşref, Mustafa
Kemal’den, savaşa ait kahramanlık sahnelerinden
de bahsetmesini rica edince, Mustafa Kemal şu
ibretli anekdotu anlatır:
“Biz ferdî kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz dedi. Yalnız size Bomba Sırtı Vak’ası’nı
anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler
arasında mesafemiz sekiz metre.. Yani ölüm muhakkak.. Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulamamacasına kâmilen düşüyor. İkincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidal
ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç
dakikaya kadar öleceğini biliyor. Hiç ufak bir fütur
bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler
ellerinde Kur’ân-ı Kerîm, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahâdet çekerek
• 44
yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emîn olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran,
işte bu yüksek ruhtur!”9
Mehmed Âkif’in, “Çanakkale Şehidlerine” adıyla bilinen şiirinden başka, görevli olarak Berlin’de
bulunduğu 1915 yılında, Çanakkale savaşlarının
henüz devam ettiği günlerde kaleme aldığı “Berlin
Hâtıraları”nın sonunda yer alan bir şiiri daha vardır.10
Beş altı pençe bir olmuş boğazlamakta bizi,
Silindi gitti hilâlin şu anda belki izi!
mısralarıyla başlayan bu şiir seksen mısra kadar
devam etmektedir.
Şair burada, Türk askerinin Çanakkale’de sebat etmesini ister. Ona göre, bu sebat kaybolduğu, düşman Çanakkale’den İstanbul (pâyitaht) a
girdiği zaman neler olabilecektir? Bütün ümidi,
Boğaz’da dövüşen askerde olan 350 milyon müslüman, rastgele çiğnenen dağınık bir kitaba dönecektir. Minareler susturulacak, İslamiyet’in on
üç buçuk asırdır yeryüzünde yaptığı bütün eserler
ve ruh ortadan kalkacaktır. Ama temiz alınları “İslam için son istihkâm” olan Türk askeri, kendisine
bağlanan ümidi asla boşa çıkarmaz.
Mehmed Âkif’in, bu şiiri kendisine ithaf ettiği
arkadaşı Binbaşı Ömer Lütfi Bey, şiirde Çanakkale
arslanları adına konuşur:
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmusun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;
MART 2011 - SAYI 133•
Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
mısralarıyla devam eden şiirde Mehmed Âkif,
Çanakkale’de ölüme âdeta meydan okurcasına
arslanlar gibi dövüşen Mehmetçiğe dayanmasını
tavsiye eder ve şiir onun şaire verdiği şu cevapla
sona erer:
getirilir. Çünkü bu askerler, İslamiyet’in ruhu ve
özü demek olan “Tevhîd”i kurtarmışlardır. Allah’a
ve onun Peygamber’ine inanan ilk müminlerin
kâfirlerle yaptığı Bedir Savaşı ile nasıl İslam dini
kurtulmuşsa, Çanakkale Zaferi ile de son Türk vatanı, İslam’ın yer yüzündeki son kalesi olan Türkiye kurtulmuştur. Bu yüzden Mehmetçik, şairin
gözünde, Bedir’de savaşan sahâbî kadar şanlı ve
şerefli bir mevkiye yükselmiştir.
Değil mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cephe sarsılmaz!
“Çanakkale Şehidleri”nde ise, Türk askeri konuşmaz; çünkü onun konuşacak zamanı yoktur.
Bu askerin imanla dolu ve Hudâ’nın ebedî serhaddi olan göğüsleri vardır. Çünkü Allah ona bu iman
gücünü verirken, ondan “en güzel eseri” olan namusunu çiğnetmemesini istemiştir:
Âsım’ın nesli diyordum ya.. Nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek!
Mehmed Âkif’in bütün Safahât boyunca idealize ettiği Âsım’ın nesli, bu gaye uğruna şehid
olmuş ve naaşı dağları taşları doldurmuştur. Mehmed Âkif, vatan uğrunda canlarını veren kahraman Mehmetçiğin şehâdetini, “bir hilal uğruna
güneşlerin batışı”na benzetir:
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar taşlar..
O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab ne güneşler batıyor!
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i.
Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi.
Şiirin bundan sonraki kısımlarında, şairin
Çanakkale’de şehit düşen kahraman Mehmetçiğe karşı duyduğu sevgi, saygı ve hayranlık dile
Çanakkale savunmasının, ancak “ebediyetlere
sığacak” kadar büyük olan şehitlerine hitap eden
şu mısralardaki ifade tonuna, öyle zannediyorum
başka bir şairde rastlamak mümkün değildir:
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe!” desem sığmazsın!
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitab..
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
Bütün Türk tarihinde görülmemiş derecede
muazzam bir hadise olan bu zafer, kahraman vatan çocuklarını böylece ebediyete ulaştırmıştır.
Mehmed Âkif, bu şehitler için neler tasavvur etmez ki:
“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ nâmıyla,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyla;
Ebr-i nisânı açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana..
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
45 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Mehmed Âkif, Çanakkale’de şehit düşen Mehmetçiği neden bu derece yüceltmektedir? Çünkü
onlar, “ehl-i salîb”in demirden çemberini göğüslerinde kırıp parçalamışlar; ataları Selâhaddîn-i
Eyyûbî ve Kılıç Arslan kadar büyük olduklarını
ispatlamışlardır. Bütün İslam Âlemi, kendini yok
olmanın eşiğinde görerek hüsrana kapılmış bir
durumda iken onların canları pahasına kazandığı zafer, bu hüsranı ortadan kaldırmıştır. Onların
ulaşmış olduğu şehâdet mertebesi öyle yücedir ki
onlar için türbeye, kabre bile gerek yoktur. Çünkü
onları gittikleri ebedî âlemde kucağını açmış Peygamberimiz beklemektedir:
beraber, yüz binlerce şehit, gazi, dul ve yetimin
ıstırabını dile getiren ve halkın diliyle terennüm
edilen ünlü Çanakkale türküsünü de hatırlamamız
gerekir:
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
mısralarıyla devam eden bu türkü, gerçekten gerek sözleri, gerekse bestesi ile millî vicdanın sesi
hâline gelmiş, anonim; yani bütün Türk milletine
mâl olmuş bir eserdir.
Sana âgûşunu açmış duruyor peygamber!
Bir şehit için bundan büyük teselli, bundan büyük mükâfat olabilir mi!
Sadece Türk edebiyatında değil, belki dünya
edebiyatında bile bir benzeri bulunmayan Mehmed Âkif’in bu şiirinde, Türk milletinin ebedî timsali olan Mehmetçiğin destanî kahramanlığı dile
getirilmiştir.
Yüz binlerce şehide mâl olan Çanakkale zaferi
bize, aynı zamanda, Türkiye’de düşmana vatanını
çiğnetmeyen ve çiğnetmeyecek yeni bir neslin ve
yeni bir insan tipinin doğmuş olduğunu da göstermektedir.
Çanakkale Savaşları Mehmed Âkif gibi, sadece devrin edebiyatçılarını değil, yediden yetmişe bütün Türk milletini etkilemiş, hattâ devrin
padişahı Sultan V. Mehmed Reşad bile bu savaş
dolayısıyla beş beyitlik bir gazel kaleme almıştır.
Padişahın bu manzumesine, başta Yahya Kemal
olmak üzere, devrin tanınmış birçok şairi tarafından tahmis ve nazîreler yazılmıştır.
Çanakkale destanı dolayısıyla burada son
olarak Mehmed Âkif’in “Çanakkale Şehitleri” ile
• 46
Çanakkale içinde Aynalı Çarşı,
Ana ben gidiyom düşmana karşı,
Âh gençliğim eyvah..
şeklinde başlayan ve:
Çanakkale içinde vurdular beni,
Ölmeden mezara koydular beni..
___________________________________________________
1 Edebiyata Dair, İstanbul 1971, s. 149.
2 Daha geniş bilgi için bk. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed
Âkif Hakkında Araştırmalar, C. I, İstanbul 1989, s. 145154; C. II, s. 97-115.
3 “Mev’ize: Nasrullah Kürsüsünde”, Sebîlürreşad, C. XVIII,
nr. 464, 25 Teşrin-i sâni 1336/1920, s. 249-259.
4 Bu konuda daha geniş bilgi için bk. İnci Enginün, “Çanakkale Zaferinin Edebiyata Aksi”, Türklük Araştırmaları
Dergisi, sayı 2, İstanbul 1987, s. 111-129; Mustafa Uzun,
“Çanakkale Muharebeleri-Edebiyat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), C. VIII, İstanbul 1993, s. 208209.
5 Safahât (yay. M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul 1991, s. 411413.
6 Sebîlürreşad, C. XXIV, nr. 608, s. 145.
7 Bilindiği gibi, Çanakkale savaşları İngiltere ve Fransa
hükümetlerinin Osmanlı Devleti’nin başşehri İstanbul’u
işgal etmek amacıyla 25 Nisan 1915 tarihinde Çanakkale Boğazı’nda karaya asker çıkartmasıyla başlamış
ve 18 Mart 1916’da, düşman kuvvetlerinin kesin olarak
mağlûbiyete uğratılmasıyla sona ermiştir (Daha geniş bilgi
için bk. Zekeriye Kurşun, “Çanakkale Muharebeleri”, DİA,
C. VIII, s. 205-208).
8 Eşref Edib, Mehmed Âkif, İstanbul 1938, s. 108-109.
9 “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülâkat”, Yeni
Mecmua (Çanakkale nüsha-i mümtâzesi), C. III, İstanbul
1918, s. 130.
10 Safahât, s. 322-325.
SAFAHAT’TA TASVİRİN GÜCÜ
KÂZIM YETİŞ
Kâzım Yetiş, Safahat’ta Tasvirin Gücü, Bilim ve
Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart 2011, ss.
45-52.
E
debî eserde tasvir, anlatılmak isteneni daha canlı
ve çarpıcı hâle getirir. Bunun için de edipler tasvire önem verirler. Mehmet Âkif’in şiirlerinde tasvir
önemli bir yer tutar. O, edebiyat ile ilgili yazılarından birini tasvire ayırır. Tasviri, “gözümüzle görebildiğimiz mahsusatı bize gösterebilecek, yahut hariçte vücudu
olmayan ihtisâsâtı duyurabilecek” olan “meleke” diye tarif
eden Âkif, burada iki noktaya dikkati çeker. Tabii “tasvir”in
bir meleke olup olmadığını tartışmayacağım. Görülüyor ki
tasvirde aranan var olanı, görülebileni olduğu gibi göstermektir. Bunu edip, daha genel bir ifade ile tasviri yapan
görür. Okuyucu onu görmez. Ama yapılan tasvir sayesinde
görmüş gibi olur. İkincisi ise var olmayan yani gözle görülmeyen ama duyulan hisleri, hislenmeleri tasvir etmek,
anlatmaktır. Demek ki tasvir sadece var olanı, bir manzarayı, objeyi değil duygu ve düşünceleri, duygulanmaları da
canlandıracaktır. Bu duygu aşk, ıstırap, merhamet, sevgi,
yaralı insanın, doğum sancısı çekenin acıları vb. olabilir. Bu
yaklaşım, edebiyatımız için önemli bir yaklaşımdır. Çünkü
görülmeyen ama hissedilen duygular da tasvire konu olabilmektedir.
Âkif, sonra tasvirin üç türlü olduğunu belirtir ve bunları
açıklar. Ona göre, edip tasvir edeceği bir levhayı bir ressam
47 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
gibi aynen verir veya onda bazı değişiklikler yapar
veya o levhayı görüldüğü gibi değil kendi görmek
istediği şekilde tasvir eder. Bunlardan birincisi sırf
hakikî, üçüncüsü büsbütün hayalî, ikincisi ise hakikatle hayalin imtizacından oluşur.
Öyle manzaralar vardır ki kendisi şiirdir, şiirin ta
kendisidir. Sanatkârların vazifesi bunu aynen nakledebilmektir. Şairimiz bunun pek kolay olmadığını vurgular. Çünkü bu manzaraya dikkatlice nüfuz
etmek ve onu olduğu gibi gösterebilmek gerekir.
Bazı manzaralar da vardır ki onun aynen verilmesi, tasvir edilmesi okuyucuya haz vermez.
Zira hakikati olduğu gibi, çıplak bir şekilde müşahede etmek insana hoş gelmez. İşte bu noktada
sanatkârın muhayyilesi devreye girmelidir. Manzarayı hoşa gidecek bir şekle getirmeli, gerekli yerleri
değiştirmelidir.
Yine bazı manzaralar da vardır ki bizde ulvî hisler uyandırmaları gerekirken o hâliyle o duyguları
uyandıramazlar. Bunun için de o manzarayı, muhayyilemizde yeniden şekillendirmeliyiz.
Görülüyor ki tasvirde yazarın maksadı, anlatmak istediği önemli oluyor. Sanatkâr, düşünce ve
duygularına, anlatmak istediğine uygun bir levha
vermek, çizmek durumundadır. Buna uygun levha
tabiatta varsa onu aynen verebilir. Aksi takdirde ya
mevcuda ilaveler yapmak, bazı noktaları çıkarmak
suretiyle maksadına uygun hâle getirebilir veya
muhayyilesinde yine maksadına uygun bir levha
yaratabilir.
Mehmet Âkif, tasvirde fazla ayrıntıdan kaçınmak gerektiği düşüncesine katılır ve bu konuda
yani neyin fazla, gereksiz ayrıntı olduğu konusunda ölçüyü koyar. Bu noktada esas, anlatılmak istenen mevzu ve bundan çıkarılacak neticedir. Neyi
alıp, neyi atacağımızı veya neyi değiştireceğimizi
ancak bu tayin eder, etmelidir. Nitekim sıraladığı
üç tasvir yolundan hangisinin tercih edileceğini
“mevzuun icabı” ile “şairin zevki”nin ve kabiliyetinin belirleyeceğini söyler.
• 48
Ayrıca, şiirdeki tasvirlerin nesirdeki kadar ayrıntılı olamayacağını ekler. Bu konuda müşahhas
bir de örnek verir. “Meselâ şair karşısındaki binanın tûlünü, arzını santimetresine kadar göstermeye
kalkışacak olursa şiirin tadını kaçırır. Evet bu öyle
bir ifrattır ki nihayet otuz, kırk arşın yüksekliğindeki bir yapıyı göklere kadar çıkarmaktan ibaret olan
tefrit ile birleşir. Ne asumana kadar çıkarmalı; ne de
eb’adını şerit çekip ölçmelidir.”
Ona göre şiirdeki gerçek tasvirler pek dağınık
ve pek etraflı olmamalıdır. Esasen bu tür tasvirlerden maksat, söylenmek istenen pek çok hakikati
eşyaya söyletmektir. Buna verdiği örnek de dikkat
çekicidir ve tasvirdeki gerçek ölçüyü verir: “Meselâ
bir fakirin sefaletini tarif ederek hâline acındırmak
için şöyle perişandır, böyle sefildir... demektense
o zavallının yuvasında nazar-ı merhamete olanca
üryanlığıyla çarpacak ne gibi şeyler varsa onları gösterivermek çok daha beliğ olur. Zira birinde
söylüyorsunuz, birinde ise gösteriyorsunuz. Elbette görmek dinlemekten müessirdir.”
Edebî eserde tasvirin önemi burada kendini belli ediyor. Anlatmak ve göstermek. Burada
göstermeye bağlı eserler veya anlatmaya bağlı
eserler diye bir ayrım yapmak da yersiz ve anlamsızdır. Zira edebiyatın maksadı göstermektir.
Bütün klasik dönem edebiyatımız, daha belirginleştirelim, bütün klasik İslam edebiyatı anlatmaktan çok göstermeye bağlıdır. Kur’ân-ı Kerim’deki
hikâyeler, geçmiş peygamberlerin yaşadıkları, Hz.
Muhammed’in verilen-anlatılan hadisleri, İslâm
velilerinin, büyük İslâm ediplerinin, Sadî’nin, Hz.
Mevlânâ’nın eserleri hep göstermeye bağlı eserlerdir. Doğrudan söylenen, anlatılan şiirlerde zevk,
okuma, anlama, dilin kullanılmasındaki gücü kavrama esastır. Bu tür eserlerden insanın insan olarak zevki geliştirilir, böylece de ruhu olgunlaştırılır.
Dolayısıyla da anlatma değildir bunlarda esas olan.
Güzeli tattırarak zevklendirme ve “zevk-i selim”ini
ortaya çıkarıp geliştirmedir. Nitekim çok haklı olarak Mehmet Âkif “maksad-ı tasvir hakikatleri eşyaya söyletmektir” der. İşte bu noktada sözün gücü
MART 2011 - SAYI 133•
ile tasvirin gücü birleşir. Şu hâlde anlatmaya bağlı
eserin “edebî eser” olması her zaman tartışılır veya
tartışılmalıdır.
Namık Kemal’in ve Recâîzâde Mahmut
Ekrem’in üzerinde ısrarla durdukları “tabiîlik”
prensibi de burada da karşımıza çıkıyor. Mehmet
Âkif “hakiki tasvirlerde tabiîliğin haricine çıkmak
hiç olmaz” deyip kestirip atıyor. Buradaki tabiilik
konusu da bizde pek anlaşılabilmiş değildir. Nedir tabiilik? Tabiilik, eşyanın tabiatına, yaratılışına,
bizatihi varlığına uygun olmasıdır. Bunu bir örnekle
anlatalım. Önce Âkif’in örneğini söz konusu edelim. Âkif, okuduğu bir romandaki “yat” tasvirini bir
denizci arkadaşına okur ve arkadaşı bu tasvir edilenin “yat” değil “salapurya” olduğunu söyler. Bir
örnek de biz verelim. Karanlıkta kalmış bir insanın
korkusu tasvir edilirken bu, o durumun gerçeğine
uygun olmalıdır. Yani psikolojik olarak bu, nasıl bir
koku ise o verilmelidir, bir yeri kesilen insanın acısı
olmamalıdır.
ile yaşadığı, inandığı tam örtüşen-uyuşan Âkif’in
şahsiyeti burada da kendini gösterir. Safahat’taki
şiirlerin gücü bir anlamda tasvirin gücünden beslenir. Bunun için, bu söylediğimizin vücut ve sübut
bulması için Safahat’ta bir gezinti yapacağız.
Yalnız bu gezinti, müstakil kitaplık bir çalışma
olur. Bunun için tasvire konu olan obje, kişi, olay,
kavram ve durumlara göre bir tasnif yapıp, seçeceğimiz örneklerle Safahat’taki tasviri söz konusu
edeceğiz.
a) Bina, özellikle mimarî eser, cami tasvirleri:
Mehmet Âkif, yeri gelince eşyanın değil kişilerin
de tasvir olunabileceğini belirtir ve kişilere söz de
söyletebileceğini ekler. Ona göre tasvirin en mühim kısmı olan söyletmek meselesi son derece
ince bir iştir. Çünkü her seviyedeki, her meslekteki, her memleketteki halkın duyuş, bakış-görüş,
düşünme, konuşma tarzı biri diğerinden farklıdır.
Benzer tarafları olsa bile ayrılıklar, farklılıklar çok
daha fazladır. Öyle bir kişiye düşünmeyeceği, söyleyemeyeceği sözler söyletmemek gerekir. Aksi
takdirde ortaya maskara bir durum çıkar. (Abdülkerim-Nuran Abdülkadiroğlu, Mehmet Âkif Ersoy’un
Makaleleri, Ankara 1987, s.133-137; Kâzım Yetiş,
Mehmet Âkif’in Sanat, Edebiyat ve Fikir Dünyasından Çizgiler, Ankara 1992, s. 28-37)
Safahat’ın birinci kitabının ilk şiiri Fatih Cami’idir. İstanbul’daki önemli tarihî ve mimari eserlerden
biri de Fatih Cami’idir. Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Akif’in çocukluğu bu camiin
bulunduğu semtte geçmiş ve babasıyla beraber
daha küçük yaşlarda buraya gitmiştir. İlk şiirin bu
cami ile ilgili olmasının biraz da bundan kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Nitekim Fatih Cami,
Safahat’ta iki kere karşımıza çıkar. Birinci kitapta
Fatih Cami şiiri, dördüncü kitap müstakilen Fatih
Kürsüsünde’dir. Esasen, Safahat’ın ikinci kitabının
adı Süleymaniye Kürsüsünde’dir. Daha belirgin
ifade edelim; Türk şiirine camiyi sokan, camide
şiir söyleyen Mehmet Âkif, şiirinde iki cami söz konusu eder. Bunlar, İstanbul’un iki önemli camiidir.
Biri Fatih Sultan Mehmet’in, diğeri Kanunî Sultan
Süleyman’ın yaptırdığı Fatih ve Süleymaniye camileridir. Ayrıca Yeni Cami’inin, Necid Çöllerinden
Medine’ye şiirinde “Kubbe-i Hadra” veya Mescid-i
Nebevî’nin söz konusu edildiğini unutmadığımızı
belirtelim. Buna göre alt başlığımızı cami tasvirleri
olarak daraltabiliriz. Şimdi bunların tasvirine ve bu
tasvirin anlatıma kattığı gücü tespite çalışalım.
Görülüyor ki Mehmet Âkif, edebî eserde tasvirin önemine işaret etmekle kalmıyor, tasvirin nasıl olması gerektiği hakkında değerlendirmelerde
de bulunuyor. Bunları söylemiş olması eserlerinde
tasvire yer vermesi veya başarılı tasvir örnekleri
yazması anlamına gelmez. Çünkü nazariye ile uygulama her zaman at başı gitmez. Fakat söylediği
Fatih Cami şiirinin ilk bendinde müşahhasın değil, çok daha zor olan mücerredin tasviri söz konusudur. Madde ile mana, şekil ile ruh, ruh ve anlam
olarak cisimleşir. Şair, camii bir tezatla canlandırır.
Yerde sefil efkâr, dinsizliği ve inkârıyla haşrolmuş
yatarken bu, Allah’ı ikrar eden heykel, âbide bütün devirleri yararak yükselmektedir. İnkâr ile iman
49 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
karşılaştırılır; imanın devirler içerisinde yükselişinin
karşısında inkâr yerde yatmaktadır. Dalâletin siyah
rengi bir bulut şeklinde o camiin civarından kaçar,
ona karşı duramaz. Çünkü onun üzerinden binlerce nur yağmaktadır. Burada cami aydınlığın timsalidir. Şair, mimari esere biraz daha yaklaşır:
Derâgûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu:
Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür’etkâr
(Safahat (Neşre Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul 1987, s. 5)
Maddi bir görünüm olan minareler, o duruşu
ve hâli şairin yorumuyla sonsuzluğu kucaklamak
istemektedir. Esasen burada minarenin güzelliği,
mimari özelliği, alemi vs. değil sonsuzluğa doğru
uzanışının anlamı tasvir edilir. Caminin pencereleri
ayrı bir anlam ifade eder.
O revzenler, nazarlardan nihan dîdâra müstağrak!
Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i
esrâr (Aynı sayfa)
Pencereler gözle görülmeyen sevgilinin yüzüne, güzelliğine bakmaktan kendinden geçmiş birer
göz. Öyle bir göz ki önünden sır perdeleri sıyrılmış.
Şairin Fatih Cami’inin umumî görünüşünü yorumlamasında ruh dünyasının mısralara dökülüşü vadır.
Sabahın mahmur ruhu âdeta cisimleşmiş; tabii
buradaki mahmur ruh, feyzin, bereketin, vuslatın
sarhoşudur. Öyle ki sevgi, Tanrı âdeta semadan
toprağa inmiş, Sinâ’ya tecelli etmiştir. Tabiat, uykuya dalıp karanlık örtüyle kaplanmışken cami
uyanıktır, gecenin nurlu kalbidir. Zira Tanrı, Tûr-i
Sînâ’ya tecelli ettiği gibi camiye de tecelli etmiştir.
Evet Müslümanın inancına göre camiler-mescitler
Allah’ın yeryüzündeki evleridir. Fakat şair, bu evin
onun gerçek mekânı, tabiî insanın bu dünya gözü
ile idrak edebileceği tecelli mekânı olarak hissediyor. Bu, aynı zamanda güzelliğin, sanatın, imanın
ve coşkunun birleştiği bir mekândır. Cami bir kalptir, üstelik âşığın coşkun kalbidir. Oradan binlerce
zikir sesleri yükselir. Öyle ki camiin cephesinde
• 50
İslâm’ın kalbi ve onun ifade ettiği anlam görülür. O
kalbin, merkezin feyziyle bir yığın taş, nur timsali
gibi ayağa kalkıp yükselmiş, batılın kendisine yaptığı bütün saldırılara karşı koyabilmektedir.
Görülüyor ki Fatih Cami sadece bir mimari abide olarak tasvir edilmez, ifade ettiği, yüklendiği
ve şairin ruh dünyasında kazandığı anlam olarak
canlandırılır. Bu canlandırmada hareket noktası
bizzat camiin görünüşünün şairimizde uyandırdığı
duygudur. Minareler, pencereler varlıklarıyla camiin ifade ettiği anlama katkıda bulunurlar. İnsan
isterse bu camii bir taş yığını görür ve öyle tasvir
eder. Bir başkası-bu burada Âkif’tir, ama başkası
da olabilir- onu basit bir bina olarak değil; imanın,
yakarışın, Allah’ın yeryüzündeki tecellisinin cisimleşmiş hâli görür ve öyle tasvir eder. Bunu tasvir
değil anlatma olarak kabul edenler elbette bulunacaktır. Fakat bunun bir duygu, idrak şekli olduğunu belirtelim. Mabedin varlık olarak ifade ettiği anlam ile onun unsurlarının bizde uyandırdıkları yazı
ile çizilmiş oluyor. Üstelik bunlar müşahhas veya
belirgin olarak var olan bir objenin içimizde kurduğu dünyadır. Aslında bu durum bütün tasvirler için
geçerlidir. Çünkü objelerin ressam titizliği ile çizilmesinin dışındaki bütün tasvirlerde algılama şekli
ön plana çıkar. Yalnız burada algılamayı sınırlandırmak gerekir. Görme de bir algılamadır. Halbuki
burada görülenin duygularımıza yüklediği anlamın
algılanması, duyulması, duyulanın kâğıt üzerine çizilmesi söz konusudur. Tabiatıyla bu ne bir vaaz ne
de kuru bir tasvirdir. Gördüğünden azami duygulanma ve bu duyguların tasviridir ki galiba en zor
tasvir budur. Mimari eser karşısında şair öylesine
heyecan duyuyor ki mabedi, mabuda yükselmiş
ibadet olarak değerlendiriyor. Ona göre bu sıradan
bir manzara değildir, sevgiliye ulaşan, ulaşmış bakışlar kafilesidir. Cami semadan inmemiştir, ama
semavidir, ilahîdir.
Görülüyor ki Mehmet Âkif, Fatih Cami’ini tasvir ederken onun anlamını anlatmayı, görünüşüyle
ifade ettiği anlamı vermeyi tercih ediyor. Bu tasvir
bizi mana iklimine sokuyor ve o iklimde yüzmeye
MART 2011 - SAYI 133•
hazırlıyor. Bu bakımdan bu tasvirle o, görünenle
kendi gördüğünü, duyduğunu birleştiriyor.
Aynı cami Safahat’ın dördüncü kitabı olan Fatih
Kürsüsünde tekrar söz konusu edilir. Arkadaşı ile
beraber Fatih Cami’ine yönelen şair,
-Aman, şu ma’bed-i feyyâzın ihtişâmına bak:
Bakar bakar doyamam: Âşık olmuşum
mutlak (s. 195)
deyiverir. Belli ki şairimiz Fatih Cami karşısında
büyük bir hayranlık duymaktadır. Bu hayranlığın
etkisiyle bütüne, bütünlüğe bakar. Bu güzelliğe
doymak mümkün değildir. Bu klasik mimarîmizin
bir özelliğidir. Bilindiği gibi mimar önce cami konduracağı yerin umumî görünüşünü hesap ve tespit eder. Bu çok defa uzaklardan bakıldığı zaman
bütün güzelliği ve mimarî ihtişamıyla göze çarpacak olan bir tepedir. Bütün çevreden görülebilir.
Nitekim Süleymaniye, Selimiye, Mihrimah Sultan
vb. camiler böyledir. Minareler kesinlikle görünüşü bozacak yerlere yerleştirilmez. Minare camiin
ihtişamını ve güzelliğini tamamlamalıdır. Nitekim
köprüde vapurdan çıkan şairin objektifini tuttuğu
mekân Fatih Cami’idir ve camiin görünüşünün güzelliğine doymak mümkün değildir. Fakat camiin
etrafına sonradan musallat olmuş- ki hâlâ devam
eder- salaş binalar bu görünüşü bozmaktadır. Şair
burada o güzelliği bozan salaş binalara takılır, onların temizlenmesinin gereği üzerinde durur. Tabiatıyla ilk görünüşteki coşku kaybolur, şairimiz âşık
olduğu manzarada derinleşemez. Bir anlamda
gün, yaşanan günün olumsuzluğu şiirdeki ve tasvirdeki coşku ve yüceliği gölgeler, hatta yok eder.
Yalnız unutmamak gerekir ki neyi, nerede ve nasıl
söyleyeceğini inceden inceye hesap eden Âkif, o
güzel eserin, etraftaki salaş bina veya barakalarla
nasıl mahvedildiğini okuyucusuna telkin etmek ister. Nitekim bununla da kalmaz, o güzelliğin ortaya çıkarılması için yapılması gerekenleri de söyler.
Konumuz bu olmadığı için bunlara girmiyoruz.
Mehmet Âkif, Safahat’ın ikinci kitabı Süleymaniye Kürsüsünde de Süleymaniye Cami’ini anlatır,
tasvir eder. Yalnız burada onun önce Yeni Cami’e
baktığını görürüz. Köprüden çıkınca ilk görülen elbette Yeni Cami’dir.
Ya şu timsâl-i İlâhî de mi gitmez hoşuna?
(s. 131)
derken cami algılayışını görürüz. Burada “timsâl-i
İlahî” terkibini yorumlamak gerekir. Tabiî ki burada
tamlamadaki kelimelerin karşılığını vererek açıklamak, bizi şairin maksadına götürmez. İlâhî sembol
veya İlâhî anıt. Yeni Cami; sanatın, güzelin ve güzelliğin sembolüdür. Sanki Allah, Yeni Cami olarak
arza tecelli etmiştir. Burada elbette bir tasvirden
çok bir niteleme vardır. Yalnız unutmamak gerekir
ki nitelemeler tasvirin bir parçasıdır. Tasvir edebilmek için objeyi nitelemek de icap eder. Yeni Cami,
Ne seher-pâre-i san’at ki ezelden mahmûr...
Leb-i deryâdan uçan bir ebedî hande-i nûr!
Sanki ummân-ı bekanın ezelî bir mevci!
Yükselirken göğe, donmuş da kesilmiş inci!
(s. 131-132)
şeklinde bir tasvirle, görünüşündeki ulvîlik kelimelerin sadakatına bırakılır. Sonsuzluk denizinin ezelî
bir dalgası gökyüzüne yükselirken bir inci tanesi
kesilip kalır ve güzelliğiyle insanı büyüler.
Şair sonra okuyucusunu Süleymaniye Cami’ine
davet eder.
Bu musanna’ kemer, üstünde kurulmuş tevhîd;
Daha üstünde bir âyet ki: Hudâ’dan te’yîd,
(s. 133)
diye başlayan ve
Artık ey sevgili kari’, gel otur orta yere,
Cephe dîvârına bak, camlara bak, minbere
bak; (s. 135)
gibi mısralarla devam eden bölümde camiin içini
iyice gösterir. Yalnız bu göstermede de görünenle,
görüneni anlamlandırma yani duygu ve düşünce iç
içedir. Mimarî eserin güzellikleri ve bunların şairde
51 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
kazandığı anlamlar yanında cemaat ve onun durumu, ruh hâli birlikte verilir.
Bir de baktım ki o her saftan uzanmış kollar,
Varacak sanki yarıp boşluğu Mevlâ’ya kadar!
Şimdi üç bin kişinin sîne-i ma’sûmundan,
Kopan “âmin” sedâsıyla icâbet-lerzân
Sonra, bir okşanarak titreyen ellerle cibâh;
Döndü kürsîye o âvâre cemâ’at nâgâh. (s. 136)
Görülüyor ki Âkif, eşyayı, var olanı göstermekle
kalmıyor, ruh hâllerini de göstererek anlatıyor. Bu
onun tasvirdeki başarısının en dikkat çekici göstergesidir. Denebilir ki Türk şiirinde caminin böylesi
bir tasvirinin örneğine pek rastlanmaz. Bu imanın,
inanmanın coşkusu, ibadet zevkinin heyecanıdır.
b) Kişi, insan tasvirleri:
İnsanın fizikî yapısının tasvirinin yanında ruh
yapısının, iç dünyasının tasvirlerinde de Âkif’in başarılı olduğunu görüyoruz. Safahat’ın bu konuda
daha verimli olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu
konuda Hasta manzumesi en çarpıcı örneklerden
birisidir.
- Çağırın hastayı gelsin.
-Kapının perdesini
Açarak girdi o esnâda düzeltip fesini,
Bir uzun boylu çocuk... Lâkin o bir levha idi!
Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedî:
Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri;
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı, damarlar da beraber çıkmış!
Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i şebâb;
O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bîtâb!
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!
Kafa bir yük kesilip boynuna, çökmüş bağrı
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.(s. 9-10)
• 52
Burada anlatılan, tasvir edilen fakir, kimsesiz,
veremli bir çocuktur. Fakat onun sanat anlayışı
göz önünde bulundurulursa, tasvir edilen “rezâil-i
içtimaiyyemiz”dir, insanımızdır, cemiyetimizdir,
devletimizdir, vatanımızdır. Bunun için de ortadaki
olayın bütün acı, perişan, ıstıraplı hâline iyi bakmak gerekir. Çocuk insanın içine işleyen bir levha,
o cansız bir varlık âdeta. Yüzünde yaşadığını gösterir bir renk, canlılık yok, sanki ölü. Nitekim gözleri
içine çökmüş. Tabiî ona hayat ve canlılık vermesi
gereken elmacık kemikleri, kemik olarak dışarı fırlamış. Şakaklar göçmüş, alın sıkışmış ve sıkışan
alından damarlar fırlamış. Yüzünde hiçbir gençlik
ışığı kalmamış, rengi bembeyaz olmuş. Yanakları
solmuş, boynu yıkılmış iki gül gibi bitkin. Dudakları ölümcül bir vaziyette morarmış, derisi kavlamış.
Kirpiklerinin her biri saç gibi dik ve uzamış. Böyle bir vücuda artık kafa bir yük, artık onu, boyun
ayakta tutamamaktadır. Bağır çökmüştür, bunun
için de omuzlar iki değnek gibi yukarı yükselmiştir.
Bu bir insan değildir, hele bir genç hiç değildir. Bu
ayaklı bir cenazedir. Veremli bir hasta, kendisinde
yaşama, hayat ümidi yok. Şair belli ki sanat gösterisi yapmıyor. Karşısındaki manzaradan, levhadan
çok etkilenmiş ve kalemini hiç zorlamadan hadiseyi bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. Hissediyor ve aynı şekilde hissettiriyor. Bilindiği gibi bu
hasta uzuv, büyük bir acı ve ıstırapla diğerlerinin
yaşaması için kesilip atılıyor, ölüme terk ediliyor.
Keşke insanına karşı böylesi uygulama yapabilen
devlet, bunu yaygınlaştırabilse, hastalıklı uzuvları
yaşatmak için sağlıklı bedenleri yok etmeseydi. Bizim bu yorumumuz aşırı bulunabilir. Yalnız burada
iki şeyi unutmamak lazımdır. Birincisi, edebî metni
belli çerçeveyi aşmamak kaydıyla yorumlamada
serbestiye sahip olmamız. İkincisi ise, hayatını ve
sanatını bütünüyle toplum meselelerine adamış bir
sanatkârın anlattığı ferdî veya mevzî olayları genelleştirmenin o sanatkârın sanat anlayışının bir gereği olduğudur. Nitekim Hasır manzumesinde şairin bir tanıdığının dükkânında otururken alış veriş
yapmaya gelenleri anlatması bizi haklı çıkaracak
mahiyettedir.
MART 2011 - SAYI 133•
Biraz musâhabeden sonra söktü müşteriler:
-Ver ordan on paralık zencefil, çörek otu, biber.
Geçenki beş para borcumla on beş etmedi mi?
-Silik bu yirmilik almam...
-Uzatma gör işimi!
-Oğul çabuk...Bana tîrak...Okunmuş olmalı ha!
güzel örneklerindendir. Bir başka örnek Mahalle
Kahvesi’ndedir. Aslında örnekleri artırmak mümkündür. Fakat mesele, fikir vermek için örnek göstermektir. Âkif, mahalle kahvesini tembellik yuvası
görür. Hatta kapanmasını ister.
Mahalle kahvesi şarkın harîm-i katilidir (s. 94)
der ve bu konuda oldukça ağır sözler sarf eder.
Bu söylediklerini belgelendirmek düşüncesiyle
olsa gerek, bütün sevimsizliği hatta çirkinliği ile
kahveyi tasvir eder. Bu tasvirden aşağıda ayrıca
söz edeceğiz. Oyun oynayanların durumunu ve
oyunlarını anlattıktan sonra oturanlardan bir grubun üzerine objektifini tutan şairimiz şunları söyler:
Bizim çocuk, adı batsın, yılancık olmuş...
-Ya?
-Sübek kadar yüzü Hüt Dağı kesildi!
-Vah vah vah!
-Hanım, geçer, nefes ettir...
-Geçer mi? İnşallah.
-Bi yirmilik paket amma sabahki tozdu bütün..
-Ayol, hep içtiğimiz toz...Bozuldu eski tütün!
-Efendi amca, sakız ver... Biraz da bal mumu
kes.
-Kızım, parayla olur ha! Peşinci bak herkes.
(s. 25)
Görülüyor ki canlandırılan bu manzara, doğrudan topluma tutulmuş bir aynadır. Elbette o,
insanların parasız olduğunu, yokluk ve sıkıntı içerisinde bulunduğunu, borçlandığını, borcunu ödeyemediğini, bunun için de alış veriş yerlerinin peşin para ile iş yaptıklarını, paraların silik olduğunu,
eski tütünlerin kalmadığını, tütünün de bozulduğunu; insanların doğru ve sağlıklı olmayan yollarla
hastalıkları tedavi etmeye çalıştıklarını, cehaletleri
veya parasızlıkları yüzünden sağlıkları ile oynadığını söyleyebilirdi. İşte o bunları söylemiyor. Bu söyleyeceklerini bir olayı, cemiyetin bir kesitini tasvir
ederek söylemiş oluyor. Yazımızın başında onun
tasvire verdiği önemi belirtirken, onun bir fikri doğrudan söylemek yerine onun durumunu tasvir etmenin daha etkileyici olduğunu söylediğine işaret
etmiştik. İşte Hasır manzumesinde bu yapılıyor ki
bu onun üçüncü tasvir şeklini ortaya koyar.
c) Olay tasvirleri:
Yukarda Hasır’dan aldığımız parça bunun en
Ayak teriyle cilâlanma tahta peykelere,
Külâhlı, fesli dizilmiş yığın yığın çehre.
Nasîb-i fikr ü zekâdan birinde yok gölge;
Duyulmamış bu beyinlerde his denen meleke!
-Aman canım, şu bizim komşu amma uğraşıcı!
-Ne belledin ya efendim? Onun bir ismi Hacı!
-Çocuğu ha mektebe verdim, ha vermedimdi
diye,
Sokak sokak geziyor...
-Koymuyor mu medreseye?
-Koyar mı hiç? Arabî şimdi kim okur artık?
-Evet, gâvurcaya düştük de sanki iş yaptık?
-Binâ’ya üç sene gittimdi hey zamanlar hey!
İlim de kalmadı...
-Zaten ne kaldı? Hiçbir şey.
-Mahalle mektebi lâzımdır eski yolda bize;
Sülüs, nesih bitiyor, yoksa hepsi...Keyfinize!
-On üç yaşında idim aldığım zaman ketebe.
Geçende, sen ne bilirsin? Demez mi bir zübbe?
Dedim, oğlan seni gel ben bir imtihan edeyim,
Otur da yap bakalım şöyle bir kıyak temmim.
-Nasıl, becerdi mi?
-Kabil mi! Rabbi yessir’i ben
Tamam beş ayda değiştimdi kalfamız sağ iken.
53 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
-Nedir elindeki yâhu?
-Cerîde.
-At şu pisi.
Mehmet Âkif, Berlin seyahatinde orada bir kahvehaneye gider. Tabii bu kahvehane bizimkinden
çok farklıdır.
-Neden?
Bu, kahve... öyle mi? Lâkin hakîkaten hayret!
-Yalan yazıyor, oğlum, onların hepsi.
Fezâ içinde fezâ...Bir harîm-i nûrânûr,
-Ya doğru yazsa asarlar...Ne oldu Volkan’cı,
Ki âsumân-ı kerîminde bin güneş manzûr!
Unuttunuz mu?
Ne selsebîl-i ziyâ karşımızda cûşa gelen,
-Bırak boşboğazlık etme Hacı? (s. 100)
Ziyâ değil, seherin rûhudur taşıp dökülen.
Bu konuşmalarda bir yığın mesele iç içedir. Görünüşte burada bir olay yoktur. Fakat konuşmaların kendisi bir olaydır, canlandırmadır. Bunu da
yukarda verdiğimiz Âkif’in anlayışına göre tasvir
kategorisinde değerlendirmemiz gerekir. Konuşulanların her biri birer sosyal tenkittir. Ama bunları
okuyucusuna bırakıyor. Yalnız daha başlangıçta
bu konuşanların fikir ve zekâdan mahrum olduklarını söylüyor ve onları konuşmaları ile gösteriyor.
d) Açık ve kapalı mekân tasvirleri:
Şairimiz bu tasvirlerde yine söylemek istediğini
canlı ve kuvvetli bir şekilde dile getirir. Yukarda
onun kahvehane hakkındaki düşüncelerine işaret
etmiştik. İşte o bu kahvehaneyi bütün sevimsizliği
ile gösterir. Çamurlu bir kapı, üstünde değirmi bir
delik, önünde tahta mı toprak mı olduğu ayırt edilemeyen pis bir eşik. İçerisi ahırdan farksız. Zemini
yüz sene evvel döşenmiş malta fakat kirden ne olduğu anlaşılmıyor. Âkif’in Fatih Cami ile Süleymaniye Cami’ini tasvir ederken kullandığı kelimeler ile
nitelemeler kahvehanede ister ister istemez değişiyor. Birini takdir eder, sever, hayranlık duyarken
diğerinden âdeta iğrenirsiniz. Bu şarka mahsus
yarayı Âkif öyle tasvir eder ki bakmaya, okumaya dayanamazsınız. Bunun için de sadece şu dört
mısra ile iktifa edelim:
Oturmadan içi yağ bağlamış bodur masanın,
Yayılmış üstüne birçok kâğıt ki, oynayanın,
Elinde yağlı meşin zanneder görünce adam.
Ya tavlanın kiri? Kabil değildir, anlatamam. (s. 97)
• 54
(s. 270)
Safahat’ta açık mekân tasvirleri de çok kuvvetlidir. Bilhassa Seyfi Baba’daki İstanbul sokakları
insanı canından bezdirir. Fakat El-Uksur’da şiiri
onun tabiatla baş başa kaldığı ve gördüklerini resmettiği önemli şiirlerindendir. Ondan bir iki örnekle
konuyu tamamlamaya çalışalım.
O, Nil’i koynuna çekmiş yeşillenen vâdî,
-Ki yok hazan safahâtında ömrünün ebedîŞair, bu mısralarla manzara karşısındaki tavrını
ortaya koyar; güzelliklere hayrandır ve onu anlatır. Önünde zümrüt gibi yığın yığın dalgalar vardır.
Ufukta son parıltılar vardır. Zira güneş batmak
üzeredir. Şairimiz bir hurmanın gölgesine sığınmıştır. Hâlâ sıcağa dayanılamamaktadır. Bununla
beraber hayale dalmaktan da geri kalmaz.
Zemîne şimdi, o gündüz alev saçan âfâk
Ilık ılık döküyor bir havâ-yı istiğrâk.
Gülümsüyor yüzü artık muhît-i reyyânın.
Muhâtı, çünkü, semâdan inen bu çağlayanın.
Deminki samte bedel hande çınlıyor yer yer:
Gülümsüyor koca vâdî, gülümsüyor tepeler;
(s. 259-260)
Mehmet Âkif, tasvire önem veren ve söylemek
istediklerinin hemen büyük bir kısmını tasvir yoluyla söyleyen bir şairdir. Onun şiirinin gücünü tasvirden aldığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Bu kadar çok okunup ve sevilmesi belki de bundandır.
Esasen bu şekilde anlatım daha etkileyicidir.
MEHMET ÂKİF’İN
EĞİTİM GÖRÜŞLERİ
CAHİT BALTACI
M
ehmet Âkif Ersoy, Meşrutiyet ve Cumhuriyet
devirlerinin mümtaz şahsiyetlerinden biridir.
Ülkemizin en buhranlı devirlerinde doğan ve
Cumhuriyetle yeniden dirilişe şahit olan Âkif,
ülkenin hemen her meselesinde zihin yormuş ve çözümler
ortaya koymuştur.
Gerçi Mehmet Âkif, daha çok şairliği ile temayüz etmişse de resmî mesleği olan baytarlığı ve öğretmenliği
yanında fahrî mesleği olan din adamlığı ve ülkesini seven
eğitimciliği ayrı ayrı incelenmelidir.
Cahit Baltacı, Mehmet Âkif’in Eğitim Görüşleri,
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart
2011, ss. 53-56.
Biz bu yazımızda onun eğitimciliğini ortaya koymak istiyoruz. Âkif, yetiştiği devrin fırtınası ve eğitim anlayışının
neticesi olarak çok yönlü bir münevver olarak yetişmiştir.
Duygu yüklü şairlik rikkati, ihlası ve filozofik zihin yapısıyla
münevver bir şahsiyet timsalidir. Mehmet Âkif, düşünce
ve görüşlerini nesirler, manzumlar ve hitabeleriyle ifade etmişse de onun Safahat’ı, âdeta düşüncelerinin bir ansiklopedisidir. Biz de sekiz hitaptan oluşan bu külliyat içinde
dolaşarak Mehmet Âkif’in eğitim görüşlerini tespite çalışacağız.
55 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Mehmet Âkif’in eğitim felsefesinde eğitim, millî
değerlere bağlı ve dünyadaki gelişmelere açık bir
sistem olmalıdır. Bunu şiirinde şöyle dile getirmiştir:
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem,
İyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin,
Bütün edvar-ı terakkiyi yarıp geçmek için
Kendi “mahiyet-i ruhiyye”miz olsun kılavuz,
Medeniyet girebilmiş yalnız fenniyle,
O da sahiplerinin lâhık olan izniyle,
Alınız ilmini Garb’ın alınız sanatını,
Veriniz hem de mesainize son süratini,
Bu mısralar bize şunu gösteriyor ki Mehmet
Âkif, iki şeye dikkat etmemizi istemektedir. Biri
“kendi mahiyet-i ruhiyemiz” yani bizi biz yapan
değerlerimiz, diğeri bizim dünyamız dışındaki gelişmeler. Eğitim sistemimizin bu anlayış üzerine
oturtulması ve gençliğimizi yetiştirecek programların bu esaslara göre hazırlanması gerekmektedir. Başka bir ifade ile gençlerimizin kafalarına ve
kalplerine ne kadar millî ve manevi değerlerin ve
ne kadar ilim ve fennin konulacağının planlanması. Eğitim sistemimiz bu perspektif üzerine oturtulmalı ve eğitim programları bunun dengeli ölçüsünü ortaya koymalıdır.
Bu anlayışıyla Mehmet Âkif ne varsa Garb’ta
var, Şark’ı terk edelim diyenlerden ve bizim Garb’a
ihtiyacımız yok diyenlerden ayrılmaktadır. Maalesef iki yüz yıla yaklaşan bir zamandan beri ülkemizde Garp-Şark münakaşası sürüp gitmektedir.
Hâlbuki biz bunun ikisinden de vaz geçemeyiz.
Şark, bizim içinde doğduğumuz ve asırlarca medeniyetimizi yaşattığımız bölgedir. Garp da daha
• 56
önceki medeniyetlerden yararlanarak yeni bir medeniyet ortaya koyan anlayıştır. Sadece Avrupa
değil, Amerika, Japonya gibi bu anlayışla gelişmiş
bütün ülkelerdir. Mehmet Âkif’in 80 yıl önce tavsiye ettiği görüşler, bugün de geçerliliğini korumaktadır.
Bu genel tesbitten sonra Mehmet Âkif’in detaylandırdığı eğitim görüşlerini de yine Safahat’tan
takip edelim:
a) Cehalet, ilim ve mektep:
“Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet…
Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet !
Bir hâle getirdin ki; ne din kaldı ne namus !
Felaketin başı, hiç şüphe yok cehaletimiz,
MART 2011 - SAYI 133•
Bu derde çare bulunmaz-ne olsa-mektepsiz,
Hesap edilirse cehalet kadar çıkar mühlik,
Maarif oldu mu bir yerde sade müstehlik.”
Mehmet Âkif, bu mısralarda cehaletin bütün
zilletlerin sebebi olduğu ve bunun çaresinin de
mektep olduğunu ifade eder.
b) Mehmet Âkif, mekteplerde asrın ihtiyaç duyduğu kaliteli eğitim vermesi gerektiği üzerinde de
durur:
“Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün…
Okunandan ne haber? On para etmez fenler,
Ne bu dünyada soran var, ne de ukbada geçer!
Evet gavurcuya düştük de sanki iş yaptık !
Bina’ya üç sene gittimdi, hey zamanlar hey !
Bir alay mekteb-i âli denilen yerler var;
gücü olmuştu. Ancak 17. asırdan itibaren kendini yenileyememesi ve dış dünyadaki gelişmeleri
takip edememesi bu müesseseyi kısır bir döngü
içine düşürdü ve bu, 1914 reformuna kadar devam etti. Âkif, medresenin ve mektebin çokluğu
değil okuttuğu fenlerin önemi üzerinde durarak
kendisinin de Arapça gramer kitabı olan “bina”yı
öğrenmek için üç yıl devam ettiğini söylemektedir.
Ne acıdır ki bugün bile hem orta öğretimde hem
yüksek öğretimde beklediğimizi yakalayabilmiş
değiliz. Geçtiğimiz yılda üniversitelere müracaat
eden öğrencilerden üç yüz binin üzerinde öğrencinin sıfır alması bunun acı delilidir. Üniversitelerimizde dünyada geri sıralarda yer aldığımız bir
gerçek. Âkif, medreseyi tenkit ettiği gibi, yüksek
okulların da adlarını sayarak oralardaki kalitesizliği
de dile getirmiştir.
c) Mehmet Âkif öğretmenin niteliği üzerinde de
durmaktadır:
Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar,
“Âsâr-ı hazırda geçen fenlere sahip denecek,
Şu ne? Mülkiye. Bu, Tıbbiye. Bu Bahriyye.
Bir adam var mı yetişmiş, içinizden bir tek ?
O ne?
Bu mu? Baytar. Bu Ziraat, şu Mühendishane,
Zavallı milletin idraki târmâr olalı;
Çok güzel hiçbiri hakkında söz yok yalnız,
Muhît-i ilme giren yok, diyar-ı fen kapalı,
Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız.
Sıkıntısız mütefennin, üzüntüsüz âlim,
Ne tatlı şey ! Bunu bir çâresi yok mu ?
Medresen var mı senin? Bence o çoktan
yürüdü!
Muallim ordusu derken çekirge orduları,
Hadi göster bakayım şimdi de ibn-i Rüştü!
Çıkarsa ortaya, artık hesap edin zararı,
ibn-i Sina neye yok? Nerde Gazali görelim?
Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden,
Hani Seyyid gibi, Razi gibi, üç beş âlim?
Çekecek memleketin hâli ne olur ? Düşünün !
En büyük fâzılınız, bunların âsârından,
“Muallimin” diyen olmak gerekir, imanlı,
Belki on şerhe bakıp bir kuru mana çıkaran.”
Edepli, sonra liyakatlı, sonra vicdanlı,
Medrese, uzun yıllar medeniyetimizin muharrik
Bu dördü olmadan olmaz. Vazife, çünkü büyük.”
57 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Bu mısralardan çıkan şudur: Öğretmen olacaklar, asrın geçerli fenleriyle gerçekten donatılmış
olmalı, bu donatıya sahip olmadığı hâlde kendisini
mütefennin (sahte aydın) göstermemeli. ilim için
sıkıntı ve üzüntü çekmeli. Çekirge sürüsü gibi ilimsiz öğretmen yetiştirmemeli. Öğretmenim diyende
mutlaka şu dört şey bulunmalı der: iman, edep,
liyakat ve vicdan. Elbette bu milletin öğretmeni,
bu milletin dinine inanmalı, bu milletin edep ve
ahlakını taşımalı ve kendi alanında yeterli bilgiye
sahip olmalıdır.
Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında.
f) Mehmet Âkif, örgün eğitim hakkındaki görüşlerini ortaya koyduğu gibi yaygın eğitime de
çok önem verir. Bunda ailenin ve kahvehanelerin
önemine dikkat çeker:
“Hayat-ı âile” isminde bir maişet var;
Saadet ancak odur… dense hangimiz anlar?
Hayat-ı aile dünyada en safalı hayat,
Fakat o âlemi bizler tanır mıyız? Heyhat!
d) Mehmet Âkif’in üzerinde durduğu önemli bir
konu da nazariye ile ilmin farklılığının bilinmesidir.
Maalesef bizde yıllardır nazariyeler çocuklarımıza
ilim diye okutuldu ve boş yere çocuklarımızın zihinlerinde değer çatışmaları ve ruhlarında buhranlar oluşturuldu. Âkif bunu şöyle ifade etmektedir:
Çocuğu sadece doğurmak değil, eğitmek marifet. Âkif bunu da şöyle ifade ediyor:
Bilmiyor onları doğurmakla hür,
Onları insanca büyütmek de var,
Nazariyatla geçen ömre yazık,
Mahalle kahvesi şarkın harim-i kâtilidir;
Amelî kıymetidir, kıymeti ilmin artık.
Tamam o eski batakhanelerin mukabilidir,
Ahlakın çöküşü için de şöyle demektedir:
Bu, gündüzü bile yol vermeyen harâmîler,
Fakat ahlakın izmihlali en müthiş bir izmihlâl,
Adımda bir, dikilir, azminin gelir önüne…
Ne millet kurtulur, zira ne milliyet, ne istiklâl,
Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe.
Oyuncak sanmayın; Ahlak-i milli, rûh-i millîdir.
Onun iflası en korkunç ölümdür; mevt-i küllîdir.
e) Mehmet Âkif, eğitim usulünde yanlış metodlar uygulandığını söyleyerek bu konudaki görüşlerini ortaya koyuyor ve diyor ki dedelerimiz:
Zafer havasına doymaksızın uyutmazlardı,
Ailede eğitim, geçmişte olduğu gibi bugün de,
yarın da önemli olacaktır. Çocukların en kalıcı etkiyi 4-12 yaş arası aldıkları bilinmektedir. Bu da
kreş ve anaokullarından daha çok ailede kendini
gösterir. Bunun için ebeveynin çocukların öğretmenleri olması gerekir.
Burada Âkif, çocukların kahramanlık hikâyelerinden mahrum edilmemelerini ve sadece ninnilerle uyuşturulmamasını tavsiye etmektedir.
Kahvehanenin ise geçmişimizdeki adı kıraathane yani okuma evidir. Buraya konulan kitaplar
ve buraya gelen ulemanın sohbetleri tarih içinde
buraları önemli bir yaygın eğitim merkezi hâline
getirmiştir.
Hele eğitimde dayağın yeri olmadığını açıkça
ifade ediyor. Ve âdeta “Hocanın vurduğu yerde
gül biter.” sözüyle alay ediyor.
Âkif, ailedeki çözülmeye ve kıraathanelerin
kahvehane adıyla birer tembelhane hâline getirilişine isyan etmektedir.
Bugün uyuşturuyor ninniyle ahfadı.
• 58
MEHMET ÂKİF
FATİH KÜRSÜSÜNDE
ÂBİDE DOĞAN
Âbide Doğan, Mehmet Âkif Fatih Kürsüsünde, Bilim
ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart 2011,
ss. 57-67.
GİRİŞ
M
ehmet Âkif, cami kürsülerini farklı amaçlarla
kullanmıştır. İstanbul’un Süleymaniye ve Fatih
camilerinin kürsüleriyle Balıkesir’deki Zaganos
Paşa Camii ve Kastamonu’daki Nasrullah Camii
kürsülerinde halka hitap etmiş; ayet ve hadis tefsirlerinden
de yararlanarak, İslamiyet’in ilerlemeye mâni olmayan bir
din olduğunu, İslam dünyasının içinde bulunduğu tembellik ve cahillikten bir an önce sıyrılarak Batı medeniyetini
benimsemesi gerektiğini, kurtuluş için birlik ve beraberliğe
ihtiyacımızın olduğunu cami kürsülerinden yaptığı konuşmalarda vurgulamış, halkı uyandırmaya, aydınlatmaya çalışmıştır.
1911 yılında yazılmaya başlanan, 1912 yılında da tamamlanan Süleymaniye Kürsüsü’nde adlı manzumesinde Mehmet Âkif, halka İstanbul’un önemli bir camiinden
seslenerek, “Devrin siyasî ve sosyal problemlerine ve dini
konularına gerçekçi ve eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmıştır” (Doğan 2004:31). Bu yıllar Balkanlarda milliyetçilik
hareketlerinin ve Trablus savaşının başladığı, İmparatorluğun sonuna yaklaşıldığı yıllardır. İşte Mehmet Âkif böyle bir
dönemde, devrin sosyal ve siyasî havasını realist bir bakış
59 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
açısıyla eleştirdiği bu manzumesinde, meseleleri
sadece sergilemekle kalmamış, çözüm bulmaya
da çalışmıştır. Bu çözümün de ancak çalışmakla
mümkün olabileceğini ileri sürmüştür. Onun hayata ve olaylara bakışında değerlerini kaybetme,
şuursuzluk ve ümitsizlik yoktur. Bilakis değerlerine, özüne sahip çıkarak, bunları Avrupa’nın tekniği
ile birleştirip fevkalade bir terkip yaparak ve çok
çalışarak gelişmek ve ilerlemek fikri vardır. Âkif’in
istediği de budur (Doğan 2004:43).
Amerikan mandasının gündeme geldiği sıralarda Mehmet Âkif bir gün Eşref Edip’e, Balıkesir’e
gitmeyi teklif eder. O sırada Yunanlılar Ayvalık’a
asker çıkarmıştır. Âkif’in Balıkesir’e gitme isteğinin
altında bu olay yatmaktadır. Balıkesir’e geldiklerinde Zaganos Paşa Cami’inde kürsüye çıkar ve “Ey
Müslüman!” diye bağırarak son yazdığı “Alınlar
Terlemeli” başlıklı manzumesini okur. Sonra kürsü
etrafında toplananlara şunları söyler:
“Yaşamak, diğer milletler gibi bizim de hakkımızdır. Fakat, bilirsiniz ki haklı olmak başka, haklı çıkmak gene başkadır. Haklı çıkmak için kuvvet
lâzımdır. Hangi milletin adalet muhakemesine müracaat ederseniz, ediniz, kuvvetiniz varsa hakkınızı
verirler; kuvvetiniz yoksa ağlamakla, onların insanlık duygusuna, medeniyet duygusuna ilticaya kalkmakla bir şey elde edemezsiniz, hüsrandan başka
bir netice alamazsınız...”
Bu sözler Atatürk’ün o zamanlar ve ondan sonra söylediği şu sözün başka türlüsü idi: “Merhamet dilemekle millet işleri, devlet işleri görülemez;
milletin ve devletin şeref ve istikbali sağlanamaz.
Merhamet dilenmek diye bir prensip yoktur” (Nutuk, s:221).
Zaganos Paşa Cami’inde söyledikleri O’nun yerini artık tâyin etmişti: Atatürk’ün yanı...” (Erişirgil
403,407).
Mehmet Âkif’in “Balıkesir’e gidişi ve Zaganos
Paşa Cami’indeki vaazı en önemli ve en şerefli
olaydır” (Erişirgil 406).
• 60
Bu olaydan sonra Mehmet Âkif, devletteki
görevinden, Darülhikme Başkâtipliği’nden azledilir. Artık İstanbul’da duracak zaman değildir.
Anadolu’ya geçip halkı aydınlatmak gerektir. Âni
bir kararla sadece Eşref Edip ve damadı Ömer
Rıza Doğrul’a haber vererek Ankara’ya gider.
Oradan da Konya’ya geçer. Millî hareket aleyhine
yapılan bir takım olumsuz hareketleri bastırmakla
görevlendirilmiştir. Konya eşrafıyla görüşür ve onlara memleketi savunma gerekliliğini anlatır (Erişirgil 410-413).
Konya dönüşü Mehmet Âkif, Kastamonuluları
“Millî hareket” konusunda bilgilendirmek amacıyla
Kastamonu’ya gider. Nasrullah Camii’nin kürsüsüne çıkar, halka vaaz eder:
“Müslümanlar, dedi, sakın Millî hareket aleyhinde olanların sözlerine kulak asmayınız. Çünkü
onlar, halkımızı köle hâline getirmek istiyorlar” (Erişirgil 413).
Mehmet Âkif Nasrullah Camii’nin kürsüsünde
vatanın içinde bulunduğu durumu etraflıca tahlil
ettikten sonra, vatanın nasıl elde edilmiş ecdât yadigarı olduğunu cemaate anlatır ve bu arada “Yoksa, bizler o muazzam ecdadın ahfadı değil miyiz?”
diye bağırır. Sonra coşan ve ağlayan cemaatle birlikte dua eder.
Kastamonu’daki bu vaaz Diyarbakır Büyük
Cami’inde de halka dinletilir. Vilayet Matbaasında çoğaltılarak Diyarbakır’dan başka Van ve Bitlis
illerine de gönderilir. Ayrıca Sebil-ür-Reşat’ta da
yayınlanır. Mehmet Âkif bu vaazıyla istediği etkiyi
yapmıştır.
Mehmet Âkif’in kürsüsüne çıktığı İstanbul camilerinden biri de Fatih Cami’inin Kürsüsü’dür.
Şimdi de bu manzumeye bakalım:
FATİH KÜRSÜSÜNDE
a. Esere Dıştan Yaklaşım
“Hamasî Şairimiz Midhat Cemal’e” ithaf edilen
bu uzun manzume 1914 yılında Safahat’ın dör-
MART 2011 - SAYI 133•
düncü kitabı olarak yayınlanmadan önce, Sebilür-Reşad mecmuasında, 27 Haziran 1329 (1913)
- 10 Temmuz 1330 (1914) tarihleri arasında tefrika
edilmiştir.
Eser iki bölümden meydana gelmektedir:
“İki Arkadaş Fatih Yolunda” ve “Vaiz Kürsüde.” Mesnevi nazım şekliyle ve aruzun Mefâilün/
Feilâtün/Mefâilün/Feilün (Fa’lün) kalıbıyla yazılan
eserin sonu dua ile tamamlanmıştır.
Fatih Kürsüsü’nde adlı manzume, tıpkı Süleymaniye Kürsüsü’nde olduğu gibi, yapı bakımından
giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olan bir tahkiyeli eser görünümündedir. Buna göre, “İki Arkadaş
Fatih Yolunda” başlıklı kısım eserin giriş, camideki
vaaz gelişme, dua (didaktik karakterli) ise sonuç
bölümünü oluşturur. Eserde anlatıcı, vaaza kadar
şair, devamında ise kürsüdeki vaizdir. “İki Arkadaş
Fatih Yolunda” adlı bölümde şair ve arkadaşı arasında geçen uzun konuşmaya yer verilmiştir. Manzumede sözü edilen “arkadaş”, büyük bir ihtimalle, Mehmet Âkif’in dostlarından olan ve eserini de
ithaf ettiği Mithat Cemal olmalıdır.
b. Esere İçten Yaklaşım
Konuşma üslubunun hâkim olduğu ilk kısımda
şairi, arkadaşıyla beraber vapurla köprüye yanaşırken görürüz. İki arkadaş vapurdan inip Fatih
Cami’ine gidinceye kadar birçok konuda konuşurlar. Bu konuları şöyle sınıflandırmak mümkündür:
1. Halkın cahilliği, bilime önem vermeme,
doğaya karşı duyarsızlık:
Şair, burada eski teknelerin iskeleye yanaşırken
yara almasından, tamiri için de çok odun kullanılmasından, dolayısıyla ağaç kesilmesinden, ağaç
kesmeye alışmış bir neslin dikmeyi bilememesinden, halkın cahillikten dolayı güzelim doğayı mahvetmesinden sitayişle bahseder.
2. Ön yargılı davranma:
Şair o gün, arkadaşına öğle namazını Fatih Ca-
mi’inde kılmayı teklif eder. Ama arkadaşı saçma
sapan sözler dinlemek istemediğini, hatta sarıklı
milletinin, milletin başına bela olduğunu söyleyerek teklifi reddeder. Şair ise her konuda genelleme
yapmanın, ön yargılı davranmanın yanlış olduğunu, medreseden de çok dehalar yetiştiğini belirtir.
3. Kıymet bilmeme, eski değerleri koruyamama:
Eski değerlerin kıymetini bilemediğimizden de
yakınır şair. Arkadaşını ikna etmenin verdiği rahatlıkla köprüyü geçen Mehmet Âkif, karşılarına dikilen Yeni Cami görünce duygularını şu mısralarla
ifade eder:
“- Aman, şu mâbet-i feyyazın ihtişamına bak:
- Bakar bakar doyamam: âşık olmuşum,
mutlak!” (s:241)
Mehmet Âkif caminin ihtişamı ve güzelliğinden
öylesine etkilenir ki bakmaya doyamaz. Ama ne
yazık ki millet olarak bu güzelliği koruyamamışızdır. Nedense bu temiz yere yabancılar üşüşmüştür. Bunların hepsi kalleştir. Camiin etrafına
yayılmışlar, avlusunu yolgeçen hanına çevirmişlerdir. Durumu Vakıflara bildirmek ve buradan sadece namaz için gelenler geçebilir, diye bir kural
koydurmak mümkündür. Geçenlerde bu kalleşler
mahfili de yıkmaya kalkmışlardır. Şaire göre bunlar
“zırdeli”dir. Caminin saatleri de ilgisizlikten dolayı
durmuştur ve tamir edilmemiştir. Bütün bunlar şairi çileden çıkarmaya yeter. O, genel olarak sanat
eserlerinin, özel olarak da camilerin Türk sanat ve
kültür hayatında ne denli önemli olduğunu düşünür. Onları korumak yerine onlara zarar vermek
akıllıların işi değildir. Onların varlığı bizim medeniyetle âşinalığımızı göstermesi bakımından oldukça
dikkate değerdir.
Mehmet Âkif mimarî eserlerle ilgili fikir beyan
ederken sadece duygusal davranmamış, aynı zamanda bilimsel gerçeklere de dayanmıştır. Örneğin, kemer için söylediklerine bakalım:
“- Kemer de öyle muvafık mıdır aceb fenne?
61 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
-Ne söyledin?
- Şu atılmış verev kemer iyi mi?
- Fünun-u hendesenin var ya bir de “tersimi”
Denen usûlü... Onun mâhirane tatbiki.”(s:243)
Şair ve arkadaşı yürümeye devam ederken o
civardaki “Banka”yı görürler. Arkadaşı bankayı beğenir. Ama şair bu bankayı melez bulur. Ona göre
sanatta önce asalet olmalıdır. Necip esere örnek
aranırsa hemen oracıktaki Osmanlı sebiline bakmak yeterlidir:
“Necib eser arıyorsan: Sebile bak, işte...
Taşıp taşıp dökülürken o şi’r-i berceste,
Safa-yı fıtratı şahit ki: tertemiz aslı;
Damarlarında yüzen kan da can da Osmanlı!”
(s:243)
Osmanlının eserlerinde ecdadın ruhundaki sanatın çoşkunluğu göze çarpar. Bu şehrin sıkılmaz
evlatları, bu tür eserlere karşı gösterdiğimiz kayıtsızlıktan sıkılmalıdırlar.
4. Dil
Mehmet Âkif dil konusundaki görüşlerini de
belirtme fırsatı bulur bu uzun yürüyüş sırasında.
Ona göre lisana hiç yenilik sokmayın, demek olmaz. İngilizin, Fransızın tasarruflarını aynen alırsak
şivemizin hâli ne olur? Lisanın da bir millî vekârı olmalıdır. Eğer olmazsa yükselmesi mümkün değildir. Dilde muhafazakâr olmak lazımdır. Aksi hâlde
milletin kılığı gibi dili de bozulur. Şair bu arada eski
gramerin zorluğuna da işaret eder.
Mehmet Âkif’le arkadaşı dil konusunda konuşmaya dalmışken Süleymaniye Cami’ine yaklaştıklarını farkederler. Bu haşmetli eser karşısında şair
hayranlıkla beraber acizliğimizi de dile getirir. Bugün böyle bir eseri yapmak çok zordur, bari koruyabilsek, diye düşünür. Eski hastane ve tıp okulu
yerine bugün miskin kılıklı kahvehaneler açılmıştır.
Bugün, burada eskiden Tıbbiye Mektebi olduğundan kimsenin haberi bile yoktur. Ne kadar vefasızız! Bu müesseseye de hiç bakmamışız. Buraya
• 62
dikkatlice bakanlar, orada gömülü, saklı darmadağınık sırları fark ederler. Bir zamanlar operatörler o
masalarda nice ameliyatlar yapmışlar, öğrencilere
o mermer masalar üzerinde ne dersler vermişlerdir. O masalar şimdi kendileri naaş olmuş yatmaktadır. Bugün üzerlerinde bekârlar fasulye pişirmektedir. Ne hazin!
5. Tembellik
Eski eserlerimize kayıtsızlığımızdan şikâyetle
yola devam eden şair ve arkadaşı eğri büğrü sokaktan geçip Vefa’ya gelirler. Vaktiyle burada bir
meydan varmış, ama bugün bir yol görünüyor. Yol
üstünde epeyce de kahve var. Nerde yok ki diye
soruyor şair. Cevap: Her yerde! Kahveleri hiç sevmeyen şair, buradaki insanların düşünmekten aciz
olduklarını, çalışmayıp tembellik ettiklerini, geleceklerini düşünmediklerini ve kendilerini eğlenceye verdiklerini düşünüyor. Buraya gelenlerin hayat
felsefesi şöyledir:
“Hayat akıp gidecekmiş... Ne var kederlenecek?
Zaman zaman bu zaman... Durma bir nefes
daha çek!” (s:248)
Böyle geçmişini bilmeyen, yarınını göremeyen,
sadece günü yaşayan köksüz ve gayesiz insanlarla bu toplum nereye gidebilir? Şairi endişelendiren
de bu olsa gerek.
6. Din
İslam birliği idealini benimseyen Mehmet Âkif,
dini kuralların ihmal edildiğinden, din ve dünya işlerini birbirinden ayırmanın gereksizliğinden şikayetle, insanları imandan ayırmanın mümkün olamayacağı görüşünü burada bir kez daha vurgular.
Ona göre, koskoca millette eğer beyin olsaydı, vücut ile beyni ayırmazdı. Sonunda ne oldu? Milletin
öz evladı birbirine düşman kesildi. Sonra yine birbiriyle kardeş oldu. Bu fikirleri şairin aklına getiren,
eski bir medrese olan Ekmekçioğlu Medresesi’dir.
Burası, zavallı milletin birliğini bozan, ikilik çıkartan
yerdir.
MART 2011 - SAYI 133•
Mehmet Âkif yolun sonuna doğru yaklaşırken
meşhur su kemerini görür ve arkadaşına onun hünerini anlatır, ama namaz vakti geçmek üzeredir.
Telaşla abdest alıp camiye girerler.
Takallübat ile bir müntehaya doğru süren;
Eserin ikinci bölümü “Vaiz Kürsüde” başlığını
taşır. Buraya geçmeden önce, “Bütün göklerdeki
ve tekmil yerdeki hükümranlığa bakmazlar mı?”
mealindeki âyeti kerime yer alır. Bundan sonra vaizin kürsüde olduğu bölüm gelir.
Ne dinlenir, ne de âtıl kalır velev bir ân,
VAİZ KÜRSÜDE
Mehmet Âkif’in vaizinin gündeminde pek çok
konu vardır. Bunlar çalışma, vatan-millet sevgisi,
eğitim, Doğu-Batı karşılaştırması, Batı medeniyetinin alınmasının gerekliliği, hayat, tembellik, cehalet, tevekkül, miskinlik Balkan zulmü vb. konulardır.
Vaiz konuşmasında, çalışmanın önemini ve
hayattaki gereğini vurgular. Ona göre, dünyada
her şey çalışma ile elde edilebilir. İnsan hayatta
çalışarak kalıcı olabilir. Kalıcı olmayı bilen insan,
çalışmayı da görev bilir. Çalışmayan insanın, dünyada kalıcı eserler bırakması mümkün değildir.
Mehmet Âkif bu düşünceleri, manzume boyunca
altı kez tekrarladığı şu beyitte verir:
“Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir;
Çalış, çalış ki beka sa’y olursa hak edilir.”
(s:253, 255, 259, 261, 262, 263)
Vaiz, araştırmalarında çalışmanın önemini ortaya koyduğunu vurgular. İnsan var olmak için hayatta mücadele etmelidir. Yokluktan bir varlık sarayı inşa etmek, ancak idrak ve irade sahiplerinin
işidir:
“Kulak verin de neler söylüyor, bakın idrâk:
Bu, lücce lücce tekâsüf, bu sa’y-i dehşet-nâk,
Beliğ sa’yidir umman-ı kudretin ezeli,
Hurûş-u feyz-i ezel her kutayresinde celî.
Mükevvenâtı ezelden halâs edip ebede
Sürükliyen onu hayret-fezâ hüviyyette
Hem istikameti dâim o müntehaya veren,
İrade hep ezeli sa’yidir, bakılsa, onun;
Kimin? O Kudret-i Mahzun, O Sırr-ı Mekrunun!
Şüûn-u hilkati teksif edip yaratmaktan:” (s:254)
Vaiz şimdi, bir başka kudret tasavvur edilse,
onun da esası madde olsa der. Ona göre madde,
ezeldeki sa’yin yoğunlaşmasından ibarettir. Madde bir çok şekil alır. Onun da “aslı seyyali” sa’ye
varır. Neden? Çünkü, sa’y bütün kudretin yoğunlaşmasıdır, zaman ve mekanla da ilgilidir. İlim dünyayı aydınlatır. Ama hâlâ karanlık içinde kalmayı
isteyenler vardır. Bu gibiler yüzünden yaratılışın
manasını anlamanın imkânı yok gibidir. Vaiz bunlara karşı yine çalışmanın önemini vurgulayan o
beyti tekrarlar.
Vaize göre, yer gök, güneş, ay, yıldızlar, her
şey çalışmadadır. Dünyadaki her şeyin bir düzeni,
tabiatın kendine özgü gizli bir lisanı vardır. Doğa
bir aile gibidir ve onun üyeleri arasında büyük bir
muhabbet vardır. Büyükler, küçükler için bakıcı ve
öğreticidir. Onların hayatını düzenler, onları görüp
gözetir. Güneş bu ailenin sıcak ve dost olan reisidir. Bu yuva hep onun himayesindedir. Gökyüzü
üyeleri arasında bir birlik ve düzen vardır. Bu ezici
azmi, bir engel ümitsizliğe dönüştürebilir mi? Gökyüzündeki Yıldızların hareketi bile programa bağlıdır. Sayısız Yıldız hep çalışmaktadır ve sonsuz
Gökyüzünde herhangi bir duraklamayı düşünmek
bile imkânsızdır. O muhteşem kütle çalışmadan
geri durmaz. Bu kütle işte bizim kainatımızdır. Bu
kainatın içindeki her zerre (Yıldızlar, bulutlar) ana
rahmindeki saklı fertlere hayat vermek için devamlı çalışmaktadır.
Vaiz yaradılışın esasına dair daha pek çok bilgi
verdikten sonra konuyu yine çalışmayla ilgili -yukarıda verilen- beyitle tamamlar.
Vaiz küçük bir taş örneği vererek konuşmasını sürdürür. O küçük taş, önünde azmine engel
63 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
gördüğü şeyleri kaldırmak için canla başla çalışır.
Dünyaları dolduran çalışmalarda kendisinin de bir
gayreti olduğunu göstermek için çabalar. Bu taş
parçasını naçiz görmemek gerekir. O, küçük gibi
görünse de, aslında büyük bir varlıktır, Yıldızları,
Güneşleri, Gökyüzü, peykleri ve sehabesiyle şu
bildiğimiz kâinatın bir parçasıdır. Vaiz bu küçücük
taş örneğini verdikten sonra bu bölümü de yine
aynı beyitle sonlandırır.
Bir sonraki bölümde şair bildiğimiz çalışmanın
tabiattaki kuvvetini göstermek için örnek vermeye
devam eder. Işığın karanlıkla yarışı, buharın havaya yükselip buhar oluşu, sonra yağmur olup yağması, yıldızların oluşması, nehirlerin taşması vb.
olaylar tabiat unsurlarının birbiriyle uyumlu çalışmasıyla ilgilidir. Gökteki sesler, yerdeki coşkunluk
nedir? İşte şairin cevabı:
“Evet, kuva-yı tabiiyyenin bu dûşâ-dûş
Mücahedatı ki, bir bî-nihaye silsiledir,
Tezahumiyle yerin sinesinde, yükseltir,
Hayatın ismini te’bide bir büyük timsal,
Çalışmadan kişilerin ve ailelerin var olması mümkün değildir. Çalışmak ebedî bir kanundur. Çalışmayanların hayatta kalmaya hakları yoktur.
Çalışmanın öneminin örneklerle ortaya konulduğu bu bölümden sonra Doğu-Batı karşılaştırması yapılır ve Batı’nın ilerlemesi karşısında
Doğu’nun ne kadar geri olduğu gösterilir. Vaiz
böyle giderse yakında Doğu’nun yeryüzünde yerinin bile kalmayacağını hatırlatır. Batı yerde, gökte
ve denizde çalışarak mucizeler yaratmıştır. Doğu
ise üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi, Batı’nın karşısında cenazeden farksız insanları, dilencilikle
yaşayan derbeder hükümetleri, esaretleriyle övünen zavallı milletleri, harabeleri, çamur evleri ve
çamurdan insanları, ekilmemiş yerleri, biçilmiş ormanları, her türlü hastalıkları, hurafeleri, üfürükleri,
batıl inançları, tembelliği ve tembelleriyle üzücü bir
görünüm arz etmektedir. Şark milletlerinin hangisi
bu özellikleri taşıyor diye merak edip soranlar olursa, vaizin vereceği cevap şu olacaktır: Biziz. İçinde
bulunduğumuz durumu ortaya koyan şu satırlara
bakalım:
Ki cephesinde tecelli eder durur şu, meal:
“Numune işte biziz... Görmek isteyen görsün!
“Bekâyı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir;
Bakın da hâline ibret alın şu memleketin!.
Çalış çalış ki; bekâ, sa’y olursa hak edilir.”
Nasıldın ey koca millet? Ne oldu âkıbetin?
(s: 261-262)
Hayatın sahiplerine bakın. Bütün bitki ve hayvanlar da hayat hakkı peşinde koşmaktadır. Bütün
dünya gibi onlar da yaşamak istemektedir. Hayatta kalabilmek mücadeleyi gerektirir. Çalışmayıp
oturanlar, mücadeleyi kaybettikleri için gebermeye, boğulmaya lâyıktır. Ama çalışanlar bu savaşta
daima kazanırlar. Kimin kolunda “çalışma” denen
vefalı silah görülmüyorsa, o, sonunda kurtuluşu
ümit etmesin. Gerek hücuma, gerekse müdafaaya
geçilsin, kavgaya giren mutlaka silahlı olmalıdır. Bu
silah çalışmadır. Tabiatın bütün unsurları ağaçlar,
çiçekler, kuşlar, bahar, hazan vb. her şey yaratılışın
bu şiirini, çalışmanın önemini her an söyler durur.
Yaşam savaşında insan da -tabiatın diğer unsurları gibi- kazanmak için çalışmaya mecburdur.
• 64
Yabancılar ediyormuş -eder ya- istikrah:
Dilenciler bile senden şereflidir billâh.
Vakarı çoktan unuttun, hayayı kaldırdın;
Mukaddesatı ısırdın, Hudâya saldırdın!
Ne hâtırâtına hürmet, ne an’anatını yâd;
Deden de böyle mi yapmıştı ey sefîl evlâd?
Hayatın erzeli olmuş hayat-ı mu’tadın;
Senin hesabına birçok utansın ecdadın!
Damarlarındaki kan âdeta irinleşmiş;
O çıkmak istemiyen can da bir yığın leşmiş!
İade etmenin imkânı yoksa mâziyi,
Bu mübtezel yaşayıştan gebermen elbet iyi.
Gebermedik tarafın kalmamış ya pek, zaten...
Sürünmenin o kadar farkı var mı ölmekten?
MART 2011 - SAYI 133•
Sürünmek istediğin şey! Fakat zaman peşini
Bırakmıyor, atacak bir çukur bulup leşini!
Bugün sahife-i âlemde sen bir lekesin;
Niçin vücudunu kaldırmasın, neden çeksin?
“İşitmedim” diyemezsin; işittik elbette:
“Tavakkufun yeri yoktur hayat-ı millette.”
(s.265-266)
Yukarıdaki ve devamındaki satırlarda vaiz bazı
Türk erkeklerinin tembelliğinden, hayatı fazla sevmesinden, miskinliğinden, esaret ve zillete katlanma alçaklığından, millî ve vatanî duygularının
dumura uğramasından, mücadeleden kaçmasından, ecdadının emanetine, kutsal değerlerine sahip çıkamayacak kadar aciz ve sefil olmasından,
Batı’nın karşısında küçük düşmesinden, dilencilikle siyasetin döndürülemeyeceğini sanmasından
şikâyet ederek şöyle seslenir:
“Donanma, orda yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeye hasretti Garb’ın elçileri!
Vaize göre, bu insanlar “tevekkülü” Allah’a “tahakküm” anlamakta; herşeyi ondan beklemekle,
kendi sorumluluklarını Allah’a yüklemekle son derece saygısız ve sorumsuz davranmaktadırlar.
Sonraki bölümde de vaiz kader ve tevekkülü
yanlış anlayanlara Hz. Ömer ile Ebu Ubeyde arasında geçen bir olayı anlatır ve sonunda kaderin
körü körüne tevekkül demek olmadığı düşüncesini
bir kez daha vurgular.
Vaiz bu defa azim ve tevekkülü birlikte ele alır.
Tembellik eden adamın azimle işi olamayacağını
Sadi’nin hoş bir hikâyesiyle anlatmaya çalışır.
Vaiz konuyu daha iyi açıklamak için bu defa
Sadi’den güzel bir hikâye anlatır ve hikâyeyi şöyle
sonuca bağlar:
“Dolaş da yırtıcı arslan kesil, behey miskin!
Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?
Elin kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak!
Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.”
O ihtişamı elinden niçin bıraktın da,
(s:274)
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu.”
(s:267)
Vaiz Türk erkeğinin kader ve tevekkülü yanlış anladığına, çalışmak yerine tevekkül edip “zavallı dini maskaraya çevirdiğine”, çoluk çocuğu
aç sürünürken, kendisinin kahveye gidip keyfine
baktığına, işleri Allah’a havale ettiğine, her şeyi
Allah’tan beklediğine alaycı bir ifade ile dikkat çeker. Çocuklara bakan, her derde deva olan, hala,
bacı, dadı, vekilharç, gemi kaptanı, eczacı, aile
doktoru, asker, kumandan, velhasıl herşey olan
O’dur, yani Allah’tır. O zaman vaiz sorar:
“Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir...Ne saygısızlık bu!
Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda;
Utanmadan da “tevekkül” diyor bu cür’ete...
Ha?” ( S : 268 )
Bilinçsizce tevekkül ve cehalet dinimizin hurafelerle dolmasına neden olmuştur. Şeriat yıkılmış,
yerine bambaşka bir bina kurulmuştur. Hatta Hz.
Peygamber’e atfedilen binlerce saçma sapan söz
uydurulmuştur. Bunları vaz ederken sevap kazanacağını ümit edenler bile vardır. Hâlbuki Hz. Peygamber kendi ağzından bile bile hadis uyduranların yerinin cehennem olacağını bildirmiştir, ama
bazı edepsizler yalan uydurmaya devam etmektedirler. Vaiz, insanları doğru yoldan uzaklaştıran,
kutsal kitabı ayaklar altına alan, şeriata kirli elleriyle zarar veren, dini hurafelerle dolduran bu insanlardan Allah’ın ahirette hesap soracağını belirtir.
Diğer bölümde, bu tür insanların çırpındıkça daha da batacaklarına işaret eden vaiz, her
şeye tembelliğin sebep olduğunu vurgular. Zavallı milletin dikkati dağınıktır. İlimle, bilimle ilgilenen yoktur. Sanayi, ticaret ve ziraattan de fayda
beklenmemelidir. Millette bir miskinlik, tembellik,
isteksizlik vardır. Hâlbuki çalışmak için önce istek
65 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
lâzımdır. İstek olmayınca ilerleme de olmaz. Medeniyet dinle kucaklaşmalıdır. Bilim olmadan bir
şey olmaz. Süveyş Kanalı’nı açan Fransız, bu işi
bir ömür boyu ilim tahsil ederek başarmıştır. Bir
insanın her şeyden anlaması mümkün değildir.
Bizde ise maalesef iş bölümü yoktur. Bir adam,
bakarsınız sabahleyin filozof, ikindi üstü fıkıh üstadı, akşam nezih bir edip, yarın tarihçi, öbür gün
siyasetin kurdu oluverir. Kısacası, bukalemun yaratılışındaki züppelerin elinde maskara olduk. Fakat bu maskaralıklar böyle devam etmez, nemelazımcılıkla da iş bitmez. Milletçe fedakârlık etmek
bir ihtiyaç hâline gelmiştir artık.
Vaiz burada Mevlânâ’dan küçük bir hikâye nakleder. Hikâyeye göre, adamın evi delik deşiktir. Bu
hâli görüp eve yıkılmaması için her gün tembihte
bulunur. Aradan yıllar geçer. Bir gün eve gelir ve
evin yıkıldığını, çoluk çocuğun enkaz altında kaldığını görür ve evin harabesine dönüp neden yıkıldığını sorar, emeklerine yazık olduğunu söyler. Taş
yığınlarının adama cevabı gayet mânidardır: Şimdi
feryat etmek zamanı değildir. Ben sana haber verdim ama sen dinlemedin. Duvarlarımda yarık sandığın ağızlardan sızlandım, fakat ey cahil adam,
sen ise her gün ağzımı, çamurla kapattın. Artık
daha fazla bir şey söyleyemezdim, hep susardım.
Vaazda üzerinde durulan önemli konulardan biri
de eğitimdir. Vaiz bir örnekle konuyu şöyle açıklar:
Bir büyük millet nasılsa bir savaşı kaybedip esaret
altına girmiş. Akıllılardan oluşan bir heyet toplanıp
milleti kurtarıp yüceltmenin çarelerini düşünmeye
başlamışlar. Kimi donanma, kimi ilim, kimi sanat,
kimi paranın önemli olduğunu söylemiş. Yani her
kafadan başka ses çıkmış. Yalnız bir ihtiyar çıkıp
şunu söylemiş: “Mahalle mektebi lazım!” Önce zavallının sözü anlaşılmamış. Adam izaha çalışmış:
Her şeyden önce eğitimin temelinin iyi atılması lazımdır. Halk okur yazar olursa yapılmayacak
hiçbir iş yoktur. Donanma, ordu birer vazgeçilmez
ihtiyaçtır. Fakat o ihtiyacı öğreten öğretmendir.
Bu kararı veren adam haklıdır. Örnek, bugünkü
Almanya’dır. Sudan’da orduyu teslim eden Fransızlar, Prusyalı’nın muallim ordusunun savaştığını,
asıl zaferi onların kazandığını söylemişlerdir.
Bu sözlerden hepimizin ibret alması gerekir.
Ama ne yazık ki çoğumuz ibrete hâlâ hevesliyizdir.
adam.” (s:279)
Vaize göre, bize mahalle mektebi lâzımdır. Bizde vaktiyle mahalle mektebi olsaydı veya mevcutlar düzeltilseydi, Arnavutluk’ta isyan olabilir miydi? İslam böyle mi olurdu? Felaketin başı şüphesiz
cehaletimizdir. Bu derde okul olmadan çare bulunmaz. Milletin fertleri bilgiden mahrum olur. Hâlbuki
zaman, ilim zamanıdır. Bunun için hemen adım
atılmalı ve işe ilkokullardan başlanmalıdır. Fakat
bu konuyu daha iyi düşünmelidir. Muallim ordusu derken, ortaya çekirge orduları çıkarsa, onun
vereceği zarar da hesaplanmalıdır. Vaiz burada
öğretmenin sahip olması gereken özelliklerden
bahseder. Ona göre, öğretmen imanlı, edepli, liyakatli ve vicdanlı olmalıdır. Bu dört unsur olmadan
öğretmen olunmaz. Görev büyüktür. Giyinip süslenerek kendini öğretmen zannedenler çocuklara
ancak zarar verir. Onların ilimle işi yoktur.
Vaize göre, adam olmanın çaresi de elbirliğiyle gayrettir, çalışmaktır. Hezimetin sonu ise ölmek
değildir. Zamanında aynı akıbete düşenler olmuştur. Fakat bugün eskisinden daha iyi yaşamaktadırlar.
Vaizin üzerinde durduğu konulardan biri de vatan sevgisidir. Vatanın bütünlüğünün din birliğiyle
sağlanabileceğini söyleyen vaiz, her mücadeleye
girenin, vatanın hayatını devam ettirmesini amaç
edindiğinin, bu meselenin şakasının olamayacağı-
Vaiz bu hikâye ile o günkü durumu da şöyle
izah eder:
“Hikâye halimizin, aynıdır, değil mi? Evet!
Şu farkı var yalınız: Bizde yok değil kuvvet.
Yığın yığın sadematiyle geçmiş edvarın,
Yıkılmış olsa da bir hayli kısmı duvarın,
Bina-yı milleti i’lâ eden temel sağlam
Demek ki kurtuluruz biz bugün olursak
• 66
MART 2011 - SAYI 133•
nın altını çizer. Vatan sevgisini mukaddesata saygı
ve hürmetle de ilişkilendiren vaiz, bu tür saygısızlara insan demeyi yakıştıramaz. Onlar için “it”,
“çomar”, “tasmasız” kelimelerini kullanır.
Vatan sevgisi, millet yolunda canını seve seve
vermek demektir. Vatan sevgisi mukaddesatı için
çırpınan yürekte olur. İçinde leş taşıyan sineden
ne hayır umulur? Vatanın felakete düşmesi onları
pek ilgilendirmez. Fakat vatanperverler için durum farklıdır. Onların ciğeri yanar. Semâda yerleri
de olsa “vatan” deyip ölürler. Vatanın esaretine
tahammül edemezler. Vaiz sonunda dayanamayıp
onun felaketine ağlamayanlar kör olsun, diyerek
beddua eder.
Vaazın devamında vaiz cemaatin artık uykudan uyanması için âdeta yalvarır. İkinci uykunun
“dehşetli bir ölüm” olduğunu, ölümün zor olmadığını, ama sonunda “kurtulduk” diyebilmenin daha
önemli olduğunu söyler. Hâlbuki bu, üç yüz elli
milyonluk zavallı İslam âleminin intiharıdır ve çok
üzüntü vericidir.
Vaize göre İslam âlemini kurtaracak olan bizim
hükümetimizdir. Tunus, Fas, Cezayir, Afgan, İran,
Kırım, Cava, Hindistan, Sibirya, Hıyve, Buhara vb.
ülkelerde hâlâ Ehl-i Salib (Haçlıların) in nüfuzu vardır. Bu zavallı İslam ülkeleri için biz örnek durumundayız. O hâlde, şimdi ölmek bizim hakkımız
değildir. İslam âleminin reisi durumunda olan bizlerin intiharı çılgınlık olur. Aramızda ayrılık olmamalı, eğer varsa bundan utanmak ve onu yok etmek
gerek.
Vaiz camiye toplanmış, saf saf duran, coşan,
namaz kılan cemaatin o anki birlik ve beraberliğine hayran olur ve bu durumun devamını temenni
eder. Ara sıra da olsa onları uyarmayı ihmal etmez:
“Sizin felâketiniz: târumâr olan “vahdet”.:
“O halde vahdete hâil ne varsa çiğneyiniz.”
(s:284)
Vaizi üzen konulardan biri de Müslümanlar
arasındaki ayrılıktır. Cemaat sadece namazda
birlik içindeyken, dışarıda neden ayrıdır? Hâlbuki
gün, birlik, beraberlik günüdür. Milletimiz gaflet
içinde olmamalı, olanları fark etmeli ve gerekeni
yapmalıdır. Ama durum pek iç açıcı görünmemektedir. Bizim uykudaki milletimiz, geçmişini çabuk
unutan, tembel, cahil milletimiz uyanmak için
Sur’u beklemektedir. “Bu duygusuzluğa, sorumsuzluğa bir çare yok mudur acaba?” diye de sorar.
Vaiz insanları dört gruba ayırır: Birinci gruptakiler zavallı halktır. Bıraksalar tatlı uykusuna devam
edecektir. Bugün karnı doysa, yarını düşünmez, yatar uyur. Hükümet yıkılsa, vatan mezara gömülse
umurunda değildir. Çünkü hepsi Allah’tandır. Onun
için dünya yalandır ve önemi de yoktur. Ölürse cennete gidecektir. Ama vaiz öyle düşünmez. Bu gibi
tembel, duygusuz ve sorumsuzları cehennem bile
kabul etmeyecektir.
İkinci gruptakiler ise hayata küskün olanlardır.
Bunlar selametin yolu yoktur, ne yapsak boşunadır, diyerek başına hırkayı çekmiş, Allah’ın, rahmetinden ümit kesmeyiniz, dediği hâlde ümitsizliğe
kapılmış olanlardır.
Üçüncü gruptakiler “şebab-ı münevver denen
şu nesl-i sefih”(s:287)’tir. Bunlar züppe ve kılıksız
olanlardır. Kadın desen, adı erkek. Erkek desen
uzun saçlı ve bıyıklıdır. Sesi baykuşa benzer. Kısacası züppedir, utanmazdır, ar damarı çatlamıştır,
yüzsüzdür, arsızdır, üç kuruşu olsa soluğu derhal
Beyoğlu’nun o kirli fâhiş muhitinde alır, bir sefilenin peşine takılır, Tokatlıyan’da çalım satar. Haya,
edep gibi sözlerle, aile ve vatanla ilgisi yoktur, hepsine birden kuduzca saldırır. Ayıp bilmez, namaz,
oruç gibi şeylerle alışverişi yoktur. Mukaddesatla
eğlenmek en birinci işidir. Kur’an’ı köhne kitap,
imanı kara kuvvet olarak gören bu cahil ve şaklaban herife eğer Kur’an’dan bir şeyler anlatırsan,
onu geçmişten kalma cansız sözler kabul eder ve
yirminci asrın ilim-irfan asrı olduğunu dahi bilmez.
Hiçbir şeyden haberi olmayan bu cahil herifin şiarı
rezil olmaktır.
Vaiz bütün olumsuzlukları taşıyan bir tanıdığını
67 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
örnek gösteriyor. Batı’nın olumsuzluklarına heves
eden bu züppeleri eleştiriyor: Fransız’ın fuhşu,
Alman’ın birası derken edebiyatı, sanayi ve ilmini
göremeyen bu kahrolası adamların sorumsuzluklarına dikkat çekiyor.
Vaize göre dördüncü gruptakiler sefahat içinde,
zevkine yaşayanlardır. Bugün, Florya, yarın konser
ya da Mama, öbür gün orta oyunu, sinema, tiyatro
vs... Hayatı eğlenceden ibaret gören bu insanlara vaiz altı tane sahne gösterir. Bunlardan ilki zirvesinde bir haç asılı heybetli kalesiyle, I. Murad’ı
sırtında gezdiren tepeleriyle bugün Ferdinand’ın
önünde eğilen Edirne’dir. Bu sahnelerde Balkan
Savaşı sırasında Edirne’nin , Selimiye’nin, Sarayiçi’ndeki kadınların, Arda, Gümülcine, Kosova,
Vardar, Selanik, Serez civarının Bulgar zulmü altındaki içler acısı durumu çok etkileyici bir biçimde
tasvir edilmiştir.
Meriç, Tunca, Arda kükremiş, önüne geleni, zavallı cesedleri sürüklemektedir. Balkan milletinin
Türk ve Müslümanlara yönelik şiddeti, zulmü devam etmektedir. Buradaki insanların ne yaşamaya
ne de ölmeye hakları vardır. Beş altı günde otuz
bin adamın boğazlandığı Gümülcine’ye bakın. “Ya
Bulgar ol, ya geber” diyerek Türk ve Müslümanlara hayat hakkı tanımayan Bulgarlara, Kosova’da
Sırplar eklenir. I. Murat’ı koynunda saklayan toprak
Kosova, Müslüman nüfusun fazlalığından dolayı
zulme uğrar. Dengeyi sağlamak için Müslümanları
kesmeyi uygun gören Sırplar ve Hırvatlar Kosovalı
Müslümanları baltalarla kesmiş, süngülerle delik
deşik etmişlerdir. Yüz elli bin yuvayı söndüren bu
insanlara karşı bizi rezil eden beş altı sefile seslenir
vaiz. Bunlar hükümete Kur’an’la bağlı Arnavud’u
ayırarak bütün yurdu harap etmişlerdir.
Cenaze yutmaya hâlâ doymayan dalgaları ile
şişip şişip giden Vardar’a geçmişte sahilinde gezen mutlu insanları hatırlatır vaiz. Ama bugün geçmişi hayal etmenin de manası yoktur, hayalleri maziye gömmek gerekir.
• 68
Vaizin züppelere göstermek istediği altıncı sahne Selanik’le Serez’e aittir. O namlı ovalar bugün
kimin elindedir, hangi haydudun yuvasıdır? Zemini, ufukları, her yeri İslam kanıyla boyanmış, dağlar, vadiler, yeryüzü, gökyüzü kızarmıştır. Mavili
bayrak hâlâ kızarmamış, ama onun salındığı yerde
kızıl bir tufan esmiş, ne can ne iman, ne de boğmadık vicdan bırakmıştır. Minareler yere serilmiş,
mabedler susmuş, medreseler yıkılmış, mescidlerin çoğu yok olmuş, geri kalanı da ya meyhane ya
da kilise hâline getirilmiştir.
Savaş ve katliam sahneleri uzun uzun anlatıldıktan sonra vaiz, tiyatrosever sevimli beye başka bir
feci sahne göstermek isterken ikindi vaktini haber
veren ezan okunmaya başlar. Duyduklarından etkilenen üzgün ve şaşkın cemaatin çoğu pişmanlık
gözyaşları dökerken ezanı duyamaz bile. Vaiz konuşmasını dua ile bitirir. Müslümanların kötü günlerinin sona ermesi, İslam’ı ezen uzun matemlerin
bitmesi, Tanrı’nın ateşinin yerine nurunun gelmesi,
Kur’an’ın ayaklar altında sürünmemesi, ayetlerin
üzerinde yürünmemesi, koskoca dinin yıkılmaması, daha çok zilletin çekilmemesi için edilen dua
cemaatin “âmin” sesleri arasında son bulur.
C. Eserin Dil ve Anlatım Özellikleri
Fatih Kürsüsü’nde Mehmet Âkif’in üslûbu hitabet üslûbudur. Eserin ilk bölümünde, İki Arkadaş
Fatih Yolu’nda ilerlerken sohbet ederler. Kısa, anlaşılır, soru ve heyecan cümleleri, konuşma çizgisi,
ünlem ve yan yana üç nokta ile soru işaretlerinin
bu bölümde çok kullanıldığı dikkati çeker. Eser
şöyle başlar:
“ - Vapur yanaştı mı?
- Çoktan!
- Demek ki köprüdeyiz...
- Aman, şu yolcular insin...
- Fakat bilir misiniz’
Yadırgıyor, hani, insan o eski tekneleri;” (s:239)
Manzumenin ikinci kısmında anlatıcı olan vaizin
MART 2011 - SAYI 133•
konuşma sırasında ikinci tekil şahsa, emir kipinde
hitap ettiği görülür:
“Edirne kal’asıdır gördüğün hisar-ı mehib”
(s:290)
“Birer mezar-ı müebbed kesilmiş evlere bak:”
(s:290)
Bu hitap şeklinin cemaatin dikkatini daha çok
çekebilmek ve etkili olmak için kullanıldığı düşünülebilir.
Şair cemaate yani kalabalığa hitap ettiğinden,
halkın kullandığı, “herif”, “züppe”, “maskara”, “kopuk”, “sevimli bey” gibi kelimeleri alay maksadıyla, rahatlıkla kullanmıştır.
Mehmet Âkif, olaylar karşısında tarafsız kalamaz. Olumsuzluklar üzerine giderken genellikle
sert ve kırıcı olur, heyecan ve öfkesini gizleyemez.
Özellikle tiyatrosever bir beye gösterdiği, aksiyonun yoğun olduğu Balkan Savaşı sahnelerinde
şairin ne kadar sinirli, heyecanlı ve hiddetli olduğu dikkati çeker. Alay, mübalağa, tezat, hiddet ve
hiciv bu nedenle onun üslûbunun özellikleri olur.
SONUÇ
Mehmet Âkif, İstanbul’un önemli camilerinden Fatih Camii Kürsüsü’nü halkı bilinçlendirmek,
uyandırmak ve aydınlatmak amacıyla bir araç
olarak kullanmıştır. Dinî konulardaki eleştiriyi de
dinî konularda karar verme, konuşma yetkisi olan
bir otoriteye, yani bir vaize yaptırmıştır. Bu vaiz,
daha önce Süleymaniye Kürsüsü’nde de gördüğümüz muhtemelen Uzakdoğu’dan Batı’ya kadar
bütün İslam memleketlerini dolaşmış, “...87 yıllık
yaşamının tamamını Türk-İslam davasına adamış,
yıllarca süren uzun seyahatler yapmış, çok sayıda eser vermiş, gazete ve dergi çıkarmış, üç yüze
yakın makale yazmış (kendisinin çıkardığı gazete
ve dergilerdekinin dışında), Rusya Müslümanlarının uyanmasında önemli roller oynamış, çok aktif
bir mücadele adamı” olan Abdürreşid İbrahim’dir
(Türkoğlu 1996:62). “Yazar bu tiple, sanat için
önemli bir ölçüt olan uzaklaştırmayı kullanmış ve
ülkenin uzaktan görünüşünü bir yabancıya havale
etmiştir” (Enginün 1996:66).
Mehmet Âkif, devrin sosyal ve siyasi atmosferini gerçekçi bir bakış açısıyla ele alıp değerlendirdiği bu manzumesinde problemleri sadece
ortaya koymakla yetinmemiş, çözüm önerileri de
sunmuştur. Eleştirisinin odak noktasında cahil,
tembel, utanmaz, duygusuz, düşüncesiz, sorumsuz Türk insanı vardır. Şaire göre, geri kalmışlığa,
tembelliğe çözüm ancak çalışmakla mümkündür.
Onun hayata ve olaylara bakışında bilinçsizlik ve
ümitsizlik yoktur. Aksine, değerlerine sahip çıkarak bunları Batı’nın bilim ve tekniğiyle birleştirerek,
çok çalışarak gelişmek ve ilerlemek düşüncesi,
azmi ve hırsı vardır.
KAYNAKÇA
Doğan, Âbide (2004) “Mehmet Âkif Süleymaniye
Kürsüsü’nde”, Filologiya Meseleleri, Bakü,
s:29-44.
Enginün, Prof. Dr. İnci (1996) “Safahat’ta İstanbul’un
Romanı”, Vefatının 60. Yılında Mehmet Âkif
Sempozyumu Bildirileri. İstanbul, İsar Yayınları.
Erişirgil, Emin (Tarihsiz) İslamcı Bir Şairin Romanı-IV,
Ankara, Maarif Yayınevi.
Ersoy, Mehmet Âkif (1966) Safahat, İstanbul, İnkilap
Kitabevi, 8.bsk, s:239-296.
Tansel, F. Abdullah (1945) “IV. Safahat (Fatih
Kürsüsü’nde)” Mehmet Âkif Hayatı ve Eserleri,
Ankara, Kanaat Kitabevi.
Türkoğlu, İsmail (1996) “Mehmet Âkif’in Süleymaniye
Kürsüsü’ndeki Vaizi Abdürreşid İbrahim, Vefatının 60. Yılında Mehmet Âkif Sempozyumu Bildirileri, İstanbul, İsar Yayınları.
Öztürkmen, N. Malkoç (1990) “Fatih Kürsüsü’nde”,
Mehmet Âkif Ersoy ve Dünyası, Ankara, Kültür
Bakanlığı Yayınları.
69 •
HALK EĞİTİMİ AÇISINDAN
CAMİLER VE ÂKİF
İSMAİL L. ÇAKAN
M
illî şairimiz Mehmed Âkif Ersoy, yaşadığı dönemde (1873-1936) Saltanat / Mutlakiyet,
Meşrutiyet ve Cumhuriyet gibi üç ayrı yönetim
biçimini görmüş; Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Harpleri gibi dünya çapında olaylara şahit olmuştur. En
çok da o dönemin sade vatandaşları halkın ve dünya müslümanlarının hâlini, zor günlerini yakından “hisli bir yürek”
olarak izlemiştir.
Her bakımdan “olağanüstü” sayılabilecek o sıkıntılı şartlarda, müslüman ahali için halk eğitimi kurumları olarak
mekteplerin yanında camiler ve tekkeler vardı. Bu kurumlar
o günkü Osmanlı toplumu için her zamankinden çok daha
önemli ve vazgeçilmez bir anlam taşıyordu. Zira halkın bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi görevini yazılı basın olarak
belli sayıdaki gazete ve mecmualar/dergiler yürütmekteydi.
Sesli ve görüntülü medya ise henüz yoktu.
İsmail L. Çakan, Halk Eğitimi Açısından Camiler ve
Âkif, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133,
Mart 2011, ss. 68-71.
• 70
Böyle bir siyasi ve sosyal ortamda Âkif, inançlı bir aydın
olarak, halkla ilişki kurma imkânı veren tüm kurum, yol ve
araçları kullanarak millete ulaşmaya, onlarla olupbitenleri
dostça ve içtenlikle paylaşmaya, çıkış ve çözüm yollarını
göstermeye gayret eden bir eğitimci konumunda olmuştur.
O, bu görevi sonuna kadar, -kendi yakın çevresini, ailesini ihmal etme pahasına da olsa- bilinçli bir şekilde gönüllü
olarak ve isteyerek sürdürmüştür. Hayatı ve eserleri bunun
kanıtıdır.
MART 2011 - SAYI 133•
Gerçekten de Âkif, şiirlerini topladığı ünlü eseri
Safahat’ı “Fatih Camii” manzûmesi ile okuyucuya
sunar. Onu anlatabilmek için âdeta çırpınır. Neler
söylemez, hangi değerlendirmeleri yapmaz ki? Sonunda Fatih Camii için hiç unutulmayacak mısraı
bulur:
“Bu bir ma’bed değil, Ma’bud’a yükselmiş
ibâdettir.”1
Âkif’in, özelde Fatih Camii genelde bütün camilerle âşinalığı / tanışıklığı tâ çocukluk yıllarına uzanır. O diyor ki:
Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.
Namaza durdu mu, hâliyle koyuverir peşimi,
Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde,
Ne âşıkâne koşardım hasırlar üstünde!2
Aslında Âkif, camilere hem İslâm’ın temel kurumu olarak ifade ettikleri mana ve yerine getirdikleri
işlevler (ilim, ibadet, eğitim, iletişim ve idare) hem
de tanıklık ettikleri sanat dehası ve medeniyetimizin sonsuzluğa uzanan eserleri olarak bakar, öyle
değerlendirir ve öyle görülmelerini ister ve bekler.
Kürsüdeki Şâir
Âkif, 17 Haziran 1910 tarihini taşıyan “Hasbıhâl”
başlıklı yazısında, İslâm kültür tarihinde başlangıçtan beri temel halk eğitimi kurumu olarak görev yapmış olan mescidler/ camiler hakkında,
“Camiler efkâr-ı milleti tenvir için ne müsâit
yerlerdir(Camiler kamuoyunu aydınlatmak için
ne elverişli yerlerdir)”3 tespitini yapmıştır. Hayatı
boyunca da bu müsâit/elverişli yerlerden, halkı
aydınlatıp eğitmek için olabildiğince yararlanmaya gayret etmiş ve çalışmalarını cami eksenli olarak yürütmüştür. Aslında Âkif’in dünyası da mabed/cami merkezli bir nitelik arz eder. Ne var
ki, “Onun görüşü cami duvarını aşamamıştır”4 yargısına katılmak mümkün değildir. O, özelde bütün
İslâm dünyasını, genelde tüm insanlık âlemini tâ
özünden kavramış ve ona göre tespit ve tekliflerde
bulunmuş, bu yönde o, mümin yüreğini, bilgi, duy-
gu, yetenek ve imkânlarını ortaya koymakta asla
tembel ve cimri davranmamıştır. Nitekim Âkif,
Safahat’ın dördüncü kitabı “Fatih Kürsüsünde”, müslümanların o günkü durumunu tam bir din
adamı/halk eğitimcisi ve mürşid olarak5 değerlendirir. Evrendeki temel kanunun, hareket ve sa’y/
çalışma olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyar ve her
defasında sözünü;
“Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir,
Çalış çalış ki bekâ, sa’y olursa hakkedilir.”
diye pekiştirerek bitirir. Daha sonra tembellik,
cehâlet, yanlış anlaşılmış ve yorumlanmış tevekkül, kader, hurafe, içtihat gibi doğrudan halkın
düşünce ve yaşayışını etkileyen konularda eleştiri
ve değerlendirmeler yapar, bu ilkelerin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiğini tam bir bilgeeğitimci olarak yana yakıla anlatır. İlim, mektep,
maarif ihtiyacı üzerinde ısrarla durur; ihtilâfları,
avam, cemaat, gençlik, sosyete eksenli olarak
değerlendirir, en sonunda da Balkan Harbi’nin yürek yakan manzaralarına, şiirle tablo çizer gibi dikkat çeker, milletin kurtuluşunun birlik-beraberliğe,
ümitle ve yılmadan çalışmaya bağlı olduğunu vurgular ve sözlerini, baştan beri söylediklerinin doğal
uzantısı olan bir temenni/dua ile bitirir:
Ya Rab, bizi kahretme, helak eyleme... Âmin
Tâ ibret olup kalmayalım âleme... Âmin
…
Çöksün mü nihayet yıkılıp koskoca bir din?
Çektirme, İlâhî, bu kadar zilleti. Âmin! 6
Âkif, özellikle kritik dönemlerde kendisini “milleti aydınlatmak için” cami kürsülerinde bulmuş ve
oradan millete seslenmiştir. Yani o, sadece şiirleriyle değil bizzat kendisi uygulamalarıyla da camide ve kürsüdedir. Şimdi onun hayatından birkaç
çizgiyi hatırlayalım:
“1913 yılının ilk aylarında ve Balkan Harbi mağlubiyetinin felâketli günleri içinde Mehmed Âkif,
İstanbul’un üç büyük camiinde va’azları ile halka hitap etti. Şubat ayının ilk yarısında Beyazıd, Fâtih ve
Süleymaniye camilerinde verilen bu va’azların metinleri SR’ (Sebîlü’r-reşad)da yayınlanmıştır.”7
“1920, Anadolu’daki millî mücâdele faaliyetinin
71 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
başladığı yıl oldu. İlerleyen Yunan işgal kuvvetlerine karşı Batı Anadolu’da Ayvalık ve Balıkesir’de ilk
cephe açılmıştı, işgal altındaki İstanbul’da bunalan
Mehmed Âkif, ocak ayı sonunda Eşref Edip’le birlikte Balıkesir’e gitti. Burada Zağnos Paşa camiinde
halka va’z ederek, onları mücâdeleye ve savaşanlara yardım etmeye davet etti, Bu va’zının metni 12
Şubat tarihli SR’ (Sebilü’r-reşad)da yayınlandı.”8
1920 yılının Ekim ayı ortalarında Kastamonu’ya
giden Âkif, şehir halkıyla sıkı temaslar yaptığı gibi civar kasaba ve köylerin hemen hepsini de dolaşarak
düşmana karşı başlatılan hareketin önemini anlattı...Sebilürreşad’m 464. sayısında Âkif’in Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği meşhur va’az
yayınlandı. Derginin on bir sayfasını kaplayan va’az
metni, istiklâl Savaşı’nın neden yapıldığını açıklayan
en önemli vesikadır.9
Safahat’ın ikinci kitabı olan “Süleymâniye Kürsüsünde” Âkif;
“Beni kürsîde görüp, va’zedecek sanmayınız;
Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız.
Dînin ahkâmını zâten fukahanız söyler,
dinle dünyayı ayırmayı asla onaylamayan Âkif’in
anlayışına göre; “İlim, doğrudan doğruya, dinin
arabasına koşulmalıdır. En büyük dehaları yetiştiren medreseler, ulu Tanrının muhteşem tapınakları
önünde baş eğmedi mi?” O bu fikrini Süleymaniye Camii’nin konumunu tanımlarken şöyle dile
getirir:
“Dur da Ma’bûd’una yükselmek için ilme basan
Ma’bed’in hâlini gör, işte serâpâ iman!”12
…
Evet, medâris o vahdet-serây-i muhteşemin
Önünde; hürmetidir dine her zaman ilmin.”13
Mehmed Âkif, camilerdeki halk eğitimi hizmetlerini ve özellikle vaizliği ve zamanındaki bazı vaizleri
değerlendirmekten de geri durmamıştır. Şu görüşler ona aittir:
“Aykırı fikirleri devirecek kudreti kendilerinde
göremeyenler; sebîl-i hakkı bulabilmek için bir hayli mücâhede geçirmiş olmayanlar mevki-i irşada
çıkıp da ibâdullahı ızlâle kalkışmamalıdır. Vaizlik,
nâsihlik. mürşitlik gâyet müşkil vazifelerdendir.
görmediğim.”10
Sözlerini dinletebilip de efkârı arkalarından getiremeyenler, cemaati kâbil-i hitap olmamakla töhmetliyerek işin içinden sıyrılıveriyorlar; asıl kabiliyetsizlik ile, aczin kendilerinde olduğunu hiç hatırlarına
getirmiyorlar.
girişiyle başlamış olsa da o tam bir din adamı, halk
eğitimcisidir. Onun bu manzumedeki değerlendirmeleri ve tespitleri kimleri nasıl görmek istediğini
dile getirir.
Vaizlere, icâzetname (diploma) ile yetinilmeyip
“sıkı bir imtihandan” geçirildikten sonra görev verilmesini ısrarla savunan Âkif, şu sözleriyle bu fikrini
kanıtlar:
Mazhar Osman’ın isabetle belirttiği gibi “Âkif,
şiirle vaaz eden bir muttaki bir ahlâkçı idi. Âkif şiirlerinde, dinsizliğe, kaba sofuluğa, riyâkâr taassuba cihat açmıştı.” 11
“Udebâyı ulemâdan Ziya Paşa merhum “Bizde
gayet mühim iki vazife vardır ki, bililtizam en
ehliyetsiz ellere tevdi olunur: Biri nahiye müdürlüğü, diğeri çocuk lalalığı” diyor ki, biz buna
bir de vaizliği ilâve etmek için hiç düşünmeğe hacet
görmüyoruz.
Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer,
Bana siz âlem-i İslam’ı sorun, söyliyeyim;
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim,
Böyle bir cihat sürdürüldükten sonra, cami kürsüsünde olmakla mısralar içerisinde bulunmak arasında pek de fark yoktur. Bu açıdan bakılınca Safahat, her konuya uygun engin duygularla bezenmiş
diri sözler, haklı eleştiriler ve isabetli değerlendirmelerle dolu güncel bir vaaz-halk eğitimi kitabıdır.
Âkif’in görüşü Kur’an ve Sünnet’e dayanan, fakat bunların yorumunda akıl ve ilmi esas alanların
görüşüdür. Başka bir deyişle, mâbet ile mektebi ve
• 72
Vaizlik, mürşidljk edecek adamın yalnız sebîl-i
hakkı tanıması kâfi değildir; o caddeye çıkan yolların
nerelerden sapmak ihtimali olduğunu da iyice bilmelidir. Bir de yanlış yol tutanlara “dalâlettesin!” demekle iş bitmez. Oraya nasıl düşmüş; saha-i reşâda
nasıl çıkacak, buraları tamamiyle tayin etmeli, sonra
bîçârelerin eline yapışmalıdır. Hele tekfir, tehdit ma-
MART 2011 - SAYI 133•
kamında ele alınacak silahlardan değildir. Zira bunun ika edeceği mevt-i mânevîyi duyacak hisler pek
azaldı. Onun için “Sus! Kâfir oldun!” nidası top gibi
patlasa yine kuru sıkı telakki olunacak.”14
Âkif’e göre din ve dil iki kutsaldır. Dil, dinin
kökleşmesine yarayan fikirlerin ifade aracı olarak
mukaddesti/kutsaldı. Sade dili, dini halka anlatmak için kullanan Âkif, inandığı ve güvendiği fikirleri başkalarına da telkin etmek ve benimsetmek
için onları çekici ve alımlı renklerle boyar, ağırlıktan,
koyuluktan, sertlikten kurtarırdı. Bir vaiz, cemaate
telkinde bulunurken, nasıl onların anlayacağı dili
kullanmak zorunda kalırsa Âkif de, yüreğindeki ateşi boşaltmak istediği zaman, açık Türkçeye
başvurur.15 Şu mısralar bunun güzel bir misalini teşkil eder:
“Hâli islah edecekler diyerek kaç senedir,
İtiraf etmeliyiz ki aradan geçen bunca zamana
rağmen bugün bile camilerimizde şiirleriyle halka
seslenmeye devam eden bir şair varsa, o Âkif’tir.
Öyle sanıyorum ki, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ülke çapında bir anket yapacak olsa, din
görevlilerinin şiir ve beyitlerini en çok ezbere
bildiği şair Âkif olacaktır. Bu da merhumun, bir
bilge-eğitimci olarak cami ile hayatı nasıl bütünleştirdiğini gösterir. Nitekim damadı Ömer Rıza Doğrul
şöyle der:
“Hayatında yazdığı ve neşrettiği ilk şiir “Kur’ân’a
hitab”tı ve bu hitap onun genç ruhundan semaya
yükselen, sonra bütün ömrünce onun ruhuna sağnak sağnak feyiz yağdıran bir ‘rahmet’ olmuştur.”18
Âkif, “o bizim Şark’ımızın ruh-i kemâli”19 diye
övdüğü şair Sâ’dî için,
Bekleyip durduğumuz zübbelerin tavrı nedir?
“Odur şi’ri hikmetle mecz eyleyen
Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu!
Odur şiir nâmiyle hak söyleyen” der.20
Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu.
…
Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne...
Acırım tükrüğe billahi, tükürsem yüzüne!
Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lâzım...
Şu kadar vermelisin.” Kahrolayım kaçmazdım.”16
Âkif, iman ettiği prensipleri, usta bir aktör gibi,
halkı güldüre-ağlata, kafalara çivilemek yolunu
tutmuş bir eğitimcidir. Şair-vaiz Mehmed Âkif’in,
bazı âyet ve hadislerin mealini nazmen yorumlama
merakına başta Safahat’ı, düz yazı ile yorumlarına
da diğer eserleri şahitlik etmektedir. Mensur olarak
kaleme aldığı tefsirlerinin manzum şekillerini yazmış
olması ve hele ömrünün son senelerinde Mısır’da
on yılda gerçekleştirdiği ve fakat o günün koşulları
içinde ülkeye getirmediği ve yakılmasını vasiyet ettiği Kur’an tercümesi ile Âkif, bir anlamda karşımıza
şair-müfessir olarak da çıkmaktadır. O inandığı gibi
yaşamış ve inandığından, doğru bildiğinden başka bir şeyi söylememiş olmak gibi bir mümin dürüstlüğünün, bir eğitimci kimliğinin ve imtiyazının/
ayrıcalığının sahibidir.
“Sen din ile pâyidâr olursun,
Din gitti mi târumâr olursun!”17
Bize kalırsa bu beyit, Âkif’in kendisi hakkında
da aynen geçerlidir. Onun halk eğitimi açısından
“kürsüdeki şair”liğinin göstergesi de “şiir adıyla hak
söylemesi” olsa gerektir.
___________________________________________________
1 M.A.Ersoy, Safahat, (Ertuğrul Düzdağ neşri), s. 7
2 Safahat, s. 8
3 Kur’andan Âyetler ve Nesirler, s. 279 (Nşr. Ö.R. Doğrul,
İstanbul, 1944); Ayrıca bk. İ.L. Çakan, Dînî Hitabet, s. 4345
4 Bk. Cerrahoğlu, Bir İslam Reformatörü Mehmet Âkif, s. 8
5 “Âkif’in Din Adamı Kimliği” başlıklı değerlendirme için bk.
Çakan, Dînî Hitabet,s. 83-91
6 Safahat, s. 263-264
7 Ertuğrul Düzdağ, Safahat, s.XXXIV; Fatih ve Süleymaniye
kürsülerindeki vaaz metinleri için bk. Kur’andan Âyetler ve
Nesirler, s. 104- 120; 134-140
8 Safahat,( Düzdağ neşri) s. LIII
9 Bk. Düzdağ, M. Âkif Ersoy, s. 101-102 (Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı yayını). Her iki vaaz metni için bk. Kur’andan
Âyetler ve Nesirler, s. 193-231
10 Safahat, s. 147
11 Vakkasoğlu, İslam Şâiri Mehmed Âkif, s. 288
12 Safahat, s. 142
13 Safahat, s. 213
14 Kur’andan Âyetler ve Nesirler, s.70
15 Bk. Cerrahoğlu, Bir İslam Reformatörü Mehmet Âkif, s. 39
16 Safahat, s. 151-152
17 Safahat, s. 545
18 Kur’andan Âyetler ve Nesirler, s. 4
19 Bk. Safahat, s.58
20 Safahat, s.500
73 •
BİR TÜRK MUSİKİSİ MUHİBBİ OLARAK
MEHMED ÂKİF
HASAN AKSOY
M
illî Mücâdele’nin yılmaz dava adamı ve İstiklal
Marşı’mızın büyük şairi Mehmed Âkif’in bu yönünü ele almadan önce onun yetişme tarzına
ve o esnadaki siyasi hayata kısaca bir göz atmak faydalı olacaktır.
1873 yılında Sarıgüzel’de Tahir Efendi ile Emine Şerife
Hanım’ın oğlu olarak dünyaya gelen büyük şair, yetişmesini şöyle anlatıyor: “Rüştiye tahsiline devam ederken babamdan Arapça okurdum ve epeyce ilerlemiştim. Mektepte okunan Farisî ile iktifa etmezdim. Fâtih Camii’nde ikindiden sonra Hâfız Divan’ı gibi, Gülistan gibi, Mesnevî gibi
muhalledâtı okutan Esad Dede’ye devam ederdim. Dört
lisanda da –Türkçe, Arapça, Acemce, Fransızca- birinci
idim, şiiri çok severdim”.
Dinî terbiyesi hakkında da şöyle diyor: “Bilhassa evin bu
husustaki tesiri büyüktür. Annem çok âbid ve zâhid bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî salâbetleri vardı.
İbadetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmışlardı”.
Hasan Aksoy, Bir Türk Musikisi Muhibbi Olarak
Mehmed Âkif, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim,
S. 133, Mart 2011, ss. 72-74.
• 74
İşte böylesine köklü bir millî ve dinî terbiye almış bir
gencin ileride vatanı ve dini için elinden geleni yapacağı
âşikârdır. Burada zamanın hükümetinin takip ettiği maarif
MART 2011 - SAYI 133•
siyasetinin de bir hayli rolü olmuştur. Devir II. Abdülhamit devridir (1876-1909). Abdülhamit Han,
devletin o sarsılış günlerinde memleketi sessiz bir
şekilde yenilemek ve kurtarmak istese de aydınlar
kadrosu ile yaşadığı problemler ona istediklerini
yapabilme imkânı vermemiştir. Ancak her şeye
rağmen biz bu devirde geniş çapta bir maarif yeniliği görüyoruz. Yaptığı yenilikler içinde mümkün
olduğunca mektep açmak, üniversitenin çehresini
değiştirmek ve mekteplerde hem klasik hem de
batı kültürü vermek gibi faaliyetler başta gelmekteydi.2
İşte böyle bir faaliyet ortamı içinde büyüyen
Mehmed Âkif’in öz sesini, yani klasik musikisini
beğenmesi ve onu dinlerken heyecanlanması pek
tabiidir. O musikiyi çok severdi. Musikiyle doğrudan ilgilenmiş ve bir ara nısfiye -neyin aslından
biraz daha kısa olan çeşidi- ile dahi meşgul olmuştur. Bu meşguliyetini şöyle anlatır: “Tahsili
bitirdikten sonra ney üflerdim. Kulağım sesleri iyi
ayıramadığı için muvaffak olamadım, bıraktım”3.
Öte yandan birçok ağır şarkı ve besteleri meşketmişti. Gençlik devrinden itibaren musiki üstadlarının meclislerinde bulunmuş, yüksek eserleri
dinlemiş ve çoğunu öğrenmişti.
Tanburî Ali Efendi, oğlu Tanburî Aziz, İzmirli Hafız Ahmet, Bursalı Hafız Emin, karantinadan
Sadilerle çok zaman beraber bulunmuş, onlardan
çok istifade etmiştir. Neyzen Tevfik’in Fatih’te ondan ney meşk ettiği ve ayrıca üstadın Ankara’da
Taceddin Efendi Dergâhında yalnız kaldığı zamanlar, bir Mevlevî dedesinin verdiği nısfiyeyi üflediği
zikredilir.
Eşref Edip şöyle der: “Güzel sesli arkadaşlar
gelince onlara ya bir gazel ya bir şarkı ya bir kaside yahut bir ilâhi… Mutlaka bir şey okuttururdu.
Basri (Hasan Basri Çantay)’nin yanık sesi üstadın
pek hoşuna giderdi. Basri, üstadın Âmin’ini pek
güzel okurdu. Üstad bu şiirini çok severdi. Basri
bunu pek müessir bir tarzda okuyunca üstat çok
mütehassis olurdu”4.
İstiklal Marşı şairimizin sevdiği şarkılara gelince; Eşref Edip bu mevzuyu da şöyle anlatıyor: Üstad vaktiyle Hilmi (Sarıyerli) Bey’le birlikte Tanburî
Aziz’den birçok şarkı geçmişlerdi. Üstad Tanburî
Aziz’in pederi Ali Efendi’nin Hicaz makamında
bestelediği:
Şimşîr-i nigâhınla vuruldum ciğerimden
Cânâ dökülen kanlara bak dîdelerimden
Cellâd-ı kazâ rahme gelir şerhalarımdan
Cânâ dökülen kanlara bak dîdelerimden
şarkısını çok sever, çok tekrar ederdi.
Yine Tanburî Aziz’den Hilmi Bey’le geçtikleri
Kadıaskerin şarkılarından:
Doldur getir ey sâki-i gül-çehre piyâle
Aks eyleye tâ bâde o ruhsâre-i âle
hep birlikte okunurdu.5
Bu tip musiki meclislerinde gerek konuşanlar
gerekse de uyuyanlar bu yüce ruh sahibini son
derece kızdırırlardı. Onlara “Be adamlar dinlemesini bilmiyorsunuz, niye çaldırıyorsunuz?” der,
meclisi bırakır giderdi.
Sevdiği ilâhiler ise daha çok Yunus Emre’den
bestelenmiş olanlardır. Yunus’un bestelenmiş
ilâhileri onu vecd içinde bırakırdı. Bilhassa şunları
çok severdi:
Seni ben severim candan içeri
Yolun vardır bu erkândan içeri
Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat meyvası andan içeri
ile
Bu akl u fikr ile Mevlâ bulunmaz
75 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Bu ne yaradır ki zahmı onulmaz
ilâhisi ve nihâyet
Ben yürürüm yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne âkılem ne dîvâne
Gel gör beni aşk neyledi
Millî şairimiz Kur’an’ı dinlemekten çok haz alırdı. Mevlid dinlemeyi de severdi. Mevlide bir şey
katanlara kızar, böyle mevlidhanları mevlid sonunda ikaz ederdi. Bursalı Hâfız Emin’i ve Hâfız
Kemal’i mevlide bir şey ilâve etmediklerinden çok
sever ve takdir ederdi.
Emniyet Sandığı mütekaidlerinden Salâhaddin
Bey, yalısında geçen bir Boğaziçi âlemini şöyle
anlatıyor:
“Kalem arkadaşı Tanburî Aziz’le perşembe
günü muayyen saatte vapur iskelesine geldik. Âkif
bizden biraz evvel gelmiş. Baktım yanında iki de
sarıklı hoca var. Biraz tuhafıma gitti. Tabiî hiç belli
etmedim. Biletleri aldık, güverteye çıktık. Akşam
üzeri, Boğaziçi’nin güzel zamanı. Konuşa konuşa
Yeniköy’e geldik. Ortalık kararmaya başladı. Âkif:
- Haydi arkadaşlar, dedi, bir fasıl yapalım.
Sarıklılardan biri torbasından çıkardığı neyini
üflemeye, öteki de hey heye başlayınca ortalık alt
üst oldu. Meğer bunlardan birisi Neyzen Tevfik,
öteki de Bursalı Hâfız Emin’miş. Tanburî Aziz de
zaten en meşhur sâzende. Derken yalının önüne
sandallar doldu. Bursalı’nın sesi Boğaziçi’ni inletiyor. O derece ki karşı sahilden işitiliyor”6.
Neyzen Tevfik, Tanburî Aziz, Bursalı Udî Asım
ve Hâfız Kemal en güç şeyleri çalmak, okumak
için Âkif’in arzusunu beklerlerdi.
Mehmed Âkif devrin büyük musiki üstadı Şerif Muhittin (Targan)’e hitâben “Şark’ın Yegâne
Dâhisine” şiirini yazmıştır. Bu şiir ona yazılmış hususi bir mektup kabilinde olduğu için neşredilmedi.
42 mısradan müteşekkil şiir şöyle başlar:
Yanık bağrında yıllardır kanar mızrabının yâdı
Gel ey Şark’ın Şark’a küsmüş gitmiş evlâdı.7
Mehmed Âkif Safahat’ındaki son şiir olan
“Sanatkâr”ı da Şerif Muhittin için nazmetmiş ve
şiiri Şerif Muhittin’i Amerika’da iken yalnız bırakmayan Cumhurbaşkanı Theodore Roosevelt’in
oğluna ithaf etmiştir.8
Büyük vatan şairi Mısır’da iken vatana olan
hasretini beraberinde götürdüğü plakları dinlemekle giderirdi. En çok sevdiği plaklar Şerif Muhittin ve Tanburî Cemil Bey’in bestelediği eserlerden teşekkül edenler ile Hâfız Kemal’in mevlid
plakları idi.
Bütün bunlar Mehmed Âkif’in eserlerindeki ritim ve ahengin kaynağını anlatmaya kâfidir. Netice olarak aruzla Türkçe’yi kaynaştıran üstadın
eserlerindeki musiki ve ahenk kendi öz musikisine
olan sevgi ve alâkasının bir tezâhürüdür denilebilir.
___________________________________________________
1 Eşref Edip, Mehmed Âkif, Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn
Yazıları, İstanbul 1938, s. 515-524.
2 Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, İstanbul 1987, s. 12-13.
3 M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy Hakkında Araştırmalar 1, İstanbul 2000, s.31.
4 Eşref Edip, Eşref Edip, Mehmed Âkif, Hayatı, Eserleri ve
Neyzen Tevfik’teki o büyük kabiliyeti sezen
Âkif’ti. Sarıgüzel’de Mevlevî Halid Bey’den ney
dersi alması için ön ayak olmuş, onun için çok
çalışmış, ona büyük emeği geçmiştir. Neyzen de
onu dâima bir büyük bilmiş ve yanında saygıyla
hareket etmiştir.
• 76
70 Muharririn Yazıları, s. 515-524.
5 Eşref Edip, a.g.e., s. 92.
6 Eşref Edip, a.g.e., s. 381.
7 Mehmed Âkif, Safahat (Eklerle neşre hazırlayan M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul 2005, s. 529.
8 Mehmed Âkif, a.g.e., s. 467.
İSTİKLÂL MARŞI’NI
YENİDEN OKUMAK
NÂMIK AÇIKGÖZ
Prof. Dr.
Nâmık Acıkgöz, İstiklâl Marşı’nı Yeniden Okumak,
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart
2011, ss. 75-77.
E
debiyat bilimcileri genellikle edebî metinlerin zamandan ve mekândan münezzeh olarak ele alınması gerektiğini vurgularlar. “Saf metin” anlayışını önceleyen bu bakışın kendi içinde tutarlılığı
var ise de, bazı metinlerin zaman ve mekânla ilişkisini
kurmadan yorumlanması, metnin anlaşılmasını zorlaştırır. İstiklâl Marşı da, dayandığı sosyal zeminden dolayı,
metnin oluşmasına yol açan olayları irdelemeden anlaşılamaz.
İstiklâl Marşı’na giden yol, Çanakkale Destanı şiiriyle 1915’te başlamışsa da, öncesi 1912-1913’te yaşanan
Balkan Savaşlarıdır. 1897 yılında, son zaferini yaşayan
Osmanlı, Balkan Savaşları ile mağlubiyet acısını yaşamış
fakat Çanakkale ile yeni bir dirilişin başlangıcını gerçekleştirmiştir. Âkif’in Çanakkale Destanı, bu dirilişin çığlığıdır. Arkasından yaşanan Anadolu’nun işgali ile yeni bir
direniş canlanmış; bütün Anadolu kan ve barut kokusuna
gark olmuş; Mehmet Âkif, bu kan ve barut kokusu içinde,
İstiklâl Marşı’nı kaleme almıştır. Şiir Meclis’te okunurken,
cephelerden top sesleri geliyordu. Şiiri dinleyenlerin tenlerine barut kokusu sinmiş; cephede savaşanlarıyla, sa-
77 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
geleceğe dair ümitlerin
tohumlarını
atmaktadır.
Ayrıca, bu kelime, tek kelimelik bir emir cümlesi
olmakla, anlam değeriyle
beraber, fonksiyon değeri de taşıyan bir ifadedir.
Bu hâliyle bu tek kelimelik
cümle, stratejisi iyi yapılmış bir savaş anında, komutan tarafından verilen
kesin emir hükmündedir
ve geri planında 10 yıllık
mağlubiyetler ve zaferler
olduğu kadar binlerce yıllık Türk tarihinin ihtişamı
da yatar.
vaşanlara destek olanlarıyla, Meclistekileriyle tüm
millet, varlıkla yokluk arasındaki çizgide büyük bir
gerilim yaşamakta idi.
İstiklâl Marşı böyle bir atmosferde yazılmıştır.
Böyle bir atmosferde yazılan şiirin, kelime hazinesi de, bu atmosferi yansıtacak şekilde olmalıydı.
Âkif, şiirine “Korkma” nidasıyla başlamıştır. Bu
kelime, sözlükteki basit bir “korkmak” anlamıyla
kullanılırsa, sıradanlaşır fakat arkasında 1912’den
başlayıp Çanakkale ile devam eden varlık ve yokluk mücadelesinin en muhataralı anları düşünülürse, bir milletin topyekun direnişiyle ve bu direnişteki kutsallıkla daha etkili bir anlam kazanır. Bu
kelimenin arkasında, 10 yıldır savaşan ama tarih
sahnesinden silinip gitmeyeceğini yedi düvele
gösteren bir milletin direnci, başarıları ve öz güveni vardır.
Âkif, şiirine “korkma” diyerek başlamakla,
• 78
Âkif, şiirinin ikinci dörtlüğüne, “Çatma” kelimesi;
yani, ilk dörtlükte olduğu
gibi, içinde, yalvarma da
olan yine bir emir cümlesi ile başlar. İlk dörtlükte,
bağımsızlığın sembolü olan bayrağı anlatmak üzere, millete seslenirken, ikinci dörtlükte, doğrudan
bayrağa seslenerek “Çehreni çatma” der. Buradaki “çehre çatmak” da, basit bir anlam taşımaz.
Bunu da arkasında, mağlubiyet acısı vardır; hüzün
vardır; kahır vardır; yokluklar ve çaresizlikler vardır ama asla ümitsizlik yoktur. Bir nebze de olsa,
içinde ümit olan, başarı imkânı olan ve milletine
güvenen bir ses gizlidir bu kelimede. Bu kelimede, Allah’a yalvarma, Allah’ın rahmetinden ümit
kesmeme vardır. Ayrıca, bu kelime de tek kelimeden ibaret bir cümle olmakla, ilk dörtlük ile paralel
bir söyleyiş özelliği gösterir. Takip eden mısradaki
emir kipiyle kullanılan “Gül” kelimesi de, hem dua,
hem de kararlılık gösterisi için önemlidir.
Dördüncü dörtlükte, Âkif, “Korkma” derken,
korkulmaması gereken şeyi ve niçin korkulmaması gerektiğini söyler. Korkulmaması gereken şey,
MART 2011 - SAYI 133•
“medeniyet denen tek dişi kalmış canavar”dır ve
bundan niçin korkulmaması gerektiğini de açıklarken, 10 yıldır direnen ve hâlâ direnmeye devam
eden “iman dolu serhaddin”in gücünü ve bu gücün merkezi olan “iman”ı zikreder. Âkif’in inanç
dünyasında, korku ile iman bir arada olamaz. İman
varsa korku yoktur. Çünkü iman, sebepler sebebinin mutlak varlığına imandır ve o mutlak varlık da,
Bedir arslanları ile Çanakkale kahramanlarını galip
kılan gücün sahibidir. Âkif bu yüzden ilâhî güç ile
insan gücü olan “medeniyet” arasındaki mücadelede, imanın kazanacağını öngörerek “Korkma!”
demektedir.
Beşinci dörtlükteki, “Uğratma” ve “Siper et
gövdeni” emir cümleleri, verilen mücadelenin son
noktasını vurgulayan ifadelerdir. Kararlılık ve mücadele gücünün altını çizen bu cümleler, bunların
etrafında örgülenen cümlelerin merkezi durumundadır. Dörtlükteki “alçaklar” ve “hayasızca akın”
kelimeleri, durumun vehametini gösterirken, kullanılan iki emir cümlesi, direncin gücünü gösterir.
İstiklâl Marşı’nın, emir kipi açısından en yoğun dörtlüğü, altıncı dörtlüktür. Âkif, bu dörtlükte,
“Tanı”, Düşün”, “İncitme” ve “Verme” kelimeleriyle, bir iç muhasebenin ve direniş gücünün yansımasını dile getirmektedir. Verilen mücadelenin
kaybedilmesi durumunda, nasıl bir toprak parçasının kaybedileceğini hatırlatan Âkif, bu emir
cümlelerini kullanırken, aynı zamanda, milletin
azmini ve bu azmin temelinde yatan “vatan” bilincinin gücünü de sergilemektedir. Âkif, basılan
yerin basit bir “toprak” olmayıp altında binlerce şehidin yattığını “Tanı” ve “Düşün” emirleriyle
ifade ederek cümlelerine bir kararlılık ve kesinlik
fonksiyonu yüklemektedir. “İncitme!” cümlesinde
naifleşen Âkif, bu cümlesine, merhamet ve acıma
fonksiyonu da yükler. Dörtlüğün son mısraında,
“dünyalar” ile “cennet vatan” mukayesesi yapan
şair, toprağın üstündekiler kadar altındakilerin de
bu topraklara bir değer kattığını ve bu yüzden bu
toprakların dünyalara bedel olduğunu söyleyerek
“Verme” emir kipi kararlılığını yansıtır.
Altıncı dörtlüğün sonundaki “Verme” ifadesi,
beklenen sonucu dile getirirken, takip eden dörtlüklerde, vatanın verilmediği ön görüsü ile yaşanan ortam anlatılır. Bu dörtlüklerdeki “etmesin,
değmesin, inlemeli” ifadeleri, dilek ve temenni olduğu kadar, birer dua ifadeleridir de. Bu ifadelerin
hepsi, vatanın özgürlüğünü amaçlamaktadır. Şair,
vatanından ayrı kalmaması; bu vatana namahrem
elinin değmemesi ve bayrakla birlikte vatanın özgürlüğünü simgeleyen ezanın da bu topraklarda
sonsuza kadar okunması için dua etmektedir.
Emir kipi fonksiyonuna yakın bir kullanımla metinde yer alan bu kelimeler de Âkif’in şiirindeki kararlılığın birer göstergesidir.
Son bentte Âkif, henüz savaş sürerken zaferin
müjdesini vermektedir. Bu yüzden, istiklâlin sembolü olan bayrağa seslendiği bendinde şair, bu
bende “Dalgalan” diyerek başlamaktadır. Buradaki “dalgalanmak”, zafer sevinci ve mutluluğuna
dayanan bir hareketliliğin ifadesi olarak şiire girer.
İlk iki dörtlüğe “Korkma” ve “Çatma” kelimeleri ile
başlayan Âkif, şiirini bitirirken de başlangıçtaki kararlılık ve kesinlik psikolojisini yansıtır. Artık bayrak
büyük bir sevinçle dalgalanacaktır; çünkü dökülen kanlar, özgürlük ile karşılığını bulmuş, hakkı
olan istiklâlini kazanmıştır.
İstiklâl Marşı’nın omurgasını, emir kipiyle kullanılan bu 11 fiil oluşturmaktadır. 11 fiilin yanı sıra
kullanılan dilek-istek ve dua kipleri de, şairin büyük bir kararlılıkla takındığı tavrın âkıbetiyle ilgili
olarak ümitli ve müspet düşüncelere sahip olduğunu gösterir. Âkif, gerek emir kiplerini ve gerekse
dilek-istek ve dua kiplerini, basit sözlük anlamlarıyla değil, arka planındaki direniş gücü ve yaşanmışlıklarla doldurarak metnine dahil ederek şiirinde anlam zenginleşmesini sağlamıştır. Bu yüzden,
İstiklâl Marşı, bu bakış açısıyla okunduğunda,
daha etkili olacaktır.
79 •
İSTİKLÂL MARŞI’MIZIN TARİHÎ, EDEBÎ, DİNÎ
VE KÜLTÜREL KAYNAKLARI
NURULLAH ÇETİN
Prof. Dr.
Nurullah Çetin, İstiklâl Marşı’mızın Tarihî,
Edebî, Dinî ve Kültürel Kaynakları, Bilim ve Aklın
Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart 2011, ss. 78-101.
• 80
G
iriş: Marş, bir milletin ortak duygularını, heyecanlarını, ümitlerini, birlikte var olma ve yaşama azmini, millî birlik inancını terennüm eden
ahenkli, müzikli olarak söylenen manzum metindir. İstiklâl Marşı’mız da var olma yok olma sürecimiz
olan Millî Mücadelemizden doğmuştur. Mehmet Âkif bu
marşı yazarken bilinçaltında yer etmiş olan bazı tarihî,
edebî, dinî, kültürel kaynaklardan yararlanmıştır. Edebî
metinler büyük oranda metinler arası, kültürlerarası ilişkiler içerisinde meydana gelir. Şair ya da yazarlar edebî
metinlerini üretirken kendilerinden önce var olan bazı
kaynaklardan yararlanırlar, beslendikleri bu kaynaklardan
etkilenirler ve ürettikleri metinlerinde bu etkilenmeleri, yararlanmaları, beslenmeleri değişik şekillerde yansıtırlar.
Metinler arası ilişki kurma, olumlu anlamda bir yararlanma olduğu gibi olumsuz anlamda tepki biçiminde
de ortaya çıkabilir. Nitekim biz bu incelememizde İstiklâl
Marşı’mızda görebildiğimiz metinler arası ilişkileri her kıtanın tahlili içerisinde sırayla vereceğiz. Bu çalışma bize,
Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı’nı yazarken hangi kaynaklardan beslendiğini ve nelere tepki ortaya koyduğunu
gösterecektir.
MART 2011 - SAYI 133•
İSTİKLÂL MARŞI
-Kahraman ordumuza-
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı!
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ!
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Rûhumun senden, ilâhî, şudur ancak emeli,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli,
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım;
Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
O zaman vecd ile bin secde eder - varsa- taşım.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Her cerîhamdan, ilâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsıca akın.
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl
Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyyet;
Hakkıdır; Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
Mehmet Âkif (Ersoy)
81 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
İstiklâl Marşı’nın konusu: Millî bağımsızlıktır.
İzleği ise şudur: Türk milleti, millî varlığını, dinini, vatanını emperyalist işgalcilere karşı kanının
son damlasına kadar korumasını bilir. Hiçbir zaman esir olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Düşman ne kadar güçlü, ne kadar modern
silahlarla donanmış olursa olsun Türk milleti, sonuna kadar köle ve sömürge olmamak için imanıyla direnecektir. Dinini, dilini, kültürünü, bütün millî
varlığını özgürce yaşayabileceği tam bağımsız ve
bağlantısız hür bir Türk vatanı ve devleti onun başlıca hedefidir. Buna engel olmak isteyenlerin sonu
hüsran olacaktır.
İstiklâl Marşı’nın Tepkisel Niteliği: Mehmet
Âkif, İstiklâl Marşı’nda bir bütün olarak o dönemde her şeyin bittiğini, yok olup mahvolduğumuzu
düşünen, bu yüzden korkan, ümitsizliğe, yılgınlığa
düşen bir takım kimselere karşı tepkisini ortaya
koymuştur. Dolayısıyla İstiklâl Marşı’nı okurken
aynı zamanda bu şiirin, o dönemde yılgın ve ümitsiz bir ruh hâliyle yazılmış metinlere tepki olduğunu da düşünerek okumalıyız.
Onlardan biri de Mütareke döneminde İngilizler tarafından tutuklanıp Malta Adası’na sürülen
Süleyman Nazif’in burada iken Eylül 1920’de yazdığı “Son Nefesimle Hasbihâl”1 adlı şiiridir. Âkif’in
İstiklâl Marşı, bu şiire ve bu şiirin içeriğine uygun
başka metinlere tepkisel anlamda bir karşılık gibidir. Yani İstiklâl Marşı’nın kaynaklarından biri de
bu ve buna benzer şiirlerdir. Âkif, İstiklâl Marşı’yla
Süleyman Nazif’e âdeta “korkma!”, ümitsizliğe
düşme, her şey bitti sanılmaz demektedir.
İSTİKLÂL MARŞI’NIN BENTLER HÂLİNDE
TAHLİLİ VE KAYNAKLARI
*“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al
sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son
ocak.”
• 82
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.”
Bu mısralarda her şeyin bitti sanıldığı zamanda
bile hiçbir şeyin bitmediği inancının güçlü bir şekilde telkin edilişi imgesini görüyoruz. Millî varlığın
devamı inancının kuvvetle vurgulanması imgesi,
bazı simgelere bağlı olarak geliştiriliyor. Bunları
açalım:
İstiklâl Marşı’mız, “korkma” diye başlar. Olumsuz bir ifadeyle başlaması, bazıları için garip gelmiş olabilir. Birileri bunu eleştirmişlerdir. Mesela
Suphi Nuri İleri bu durumu şöyle eleştirmiştir:
“Bu marş her cihetten fenadır. İstiklâlci Türklerin hislerine tercüman olmamıştır. “Korkma” diye
başlayan bir marş, Türklerin hakiki ve öz duygu ve
heyecanlarının tercümanı olmaz. Türk korkmaz,
istiklâl ve inkılap için savaşan Türklerin yüksek ve
asil hislerini ve seciyelerini bilseydi hiçbir vakit şu
sinire dokunan “korkma” kelimesiyle marşına başlamazdı.”2
Âkif’in marşına olumsuz bir ifade olan “korkma” diye başlaması, İslâm kültüründen yansımalar, izler taşır. Zira İslâm’ın temel ilkesi olan kelimeişehadete yani “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resulühü”
cümlesi, olumsuz bir ifade olan “lâ” ile başlar. “lâ”,
“hayır, yok, değildir” anlamına gelir. Yani “hiçbir
tanrı yoktur, ancak Allah vardır” ifadesiyle başlar.
İslâm, önce olumsuz durumu, olmaması gereken
bir şeyi ortaya koyar, sonra olumlu değeri verir.
Âkif de önce olumsuz durum olan korkuyu olumsuzlar, korku yok, korkma der, korkunun olmaması
gerektiğini söyler, sonra olumlu değerleri verir.
Ayrıca bu mısralarda geçen metinlerarası ilişkilere ve şiirin tarihsel, kültürel kaynaklarına da bir
bakalım:
Marş’ın; *“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;” şeklindeki ilk mısraı, Hz.
MART 2011 - SAYI 133•
Muhammed’in Hz. Ebubekir’le birlikte 622 yılında
Mekke’den Medine’ye hicret ederken aralarında
geçen bir konuşmaya telmihte bulunmaktadır. Hadise şöyle olmuştur:
Mekkeli kâfir Kureyşlilerin baskısının artması sebebiyle bunalan Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir’le
birlikte Mekke’den Medine’ye hicret etmeye karar
verirler ve gizlice çıkıp yolda Sevr Mağarası’nda
konaklarlar. Bu arada müşrikler onların peşine
düşmüşlerdir. Kâfirler, Hz. Muhammed’i veya Hz.
Ebubekir’i bulup getirene veya öldürene 100 deve
verme vaadinde bulunurlar.
Bunu duyan canavar ruhlu bir kısım Mekkeli
müşrikler, hemen yola koyulup Sevr Mağarası’nın
önüne kadar gelirler. İçerden Hz. Muhammed’le
Hz. Ebubekir onların geldiğini görürler. Fakat müşrikler onları görmezler. Bu durumda Hz. Ebubekir
çok korkar, telaşlanır ve üzülür. Hz. Muhammed
onu yatıştırmak üzere: “Korkma! Üzülme. Allah
bizimle beraberdir.” diye teselli verir.
Bu hadiseye Kur’an-ı Kerim’de şöyle değinilir:
“Eğer siz ona yardım etmezseniz Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu (Mekke’den) çıkardıkları vakit iki kişiden biri iken ikisi mağarada bulundukları sırada arkadaşına: “Korkma, üzülme,
çünkü Allah bizimle beraberdir.” diyordu. Allah
ona sekînet (sükunet, kalp huzuru) indirdi ve onu,
görmediğiniz ordularla güçlendirdi ve kâfirlerin sözünü alçalttı. En yüksek olan ancak Allah’ın kelimesi (Tevhid: Lâilâhe illallah) dir ve Allah azîzdir,
hakîmdir.”3
Mehmet Âkif de bu hadiseye telmihte bulunarak; kâfirlerin Sevr Mağarası’nı kuşattığı gibi
Müslüman Türk milletinin de 1918’den itibaren
Anadolu’da İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan,
Amerika’dan oluşan emperyalist Batılı devletler
tarafından kuşatıldığı sırada, Türk’ün yok olması
demek olan Sevr Antlaşması’yla kıskıvrak kuşatıldığı sırada Peygamberimiz’in Hz. Ebubekir’e söylediği gibi Âkif de; “Ey Türk milleti korkma! Allah
bizimle beraberdir” mealinde teselli veriyor, Türk
milletinin imanını güçlendiriyordu.
Marş’ın ilk kelimesi olan “korkma” sözü, Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’nin, İzmir’in 15
Mayıs 1919 günü Yunanlılar tarafından işgal edilince aynı gün verdiği bir fetvada da geçer. Hulusi
Efendi fetvasında şöyle der:
“Korkmayınız!’… Meyus (ümitsiz) olmayınız!...
Bu livâ-yı hamd (Hz. Muhammed’in bayrağı) altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz olarak cihâd-ı mukaddes (kutsal cihat) fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum”.4
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazmadan önce
muhakkak ki bu fetvadan da haberdârdı ve ondan
da etkilendi.
Yine bu “korkma!” sözü, o dönemde kuvvetli
bir İslâm imanına sahip olan bütün Türklerin içlerinde besledikleri ve kardeşlerine söyledikleri ortak bir söz gibiydi. Düşman ne kadar güçlü olursa
olsun korkmamaları gerektiğini söylüyorlardı. Nitekim Hasan Basri Çantay da bir yazısında aynı
şekilde “korkma!” demişti:
“Ey imanlı kardeş! Çok şükür ufk-ı İslâm’da
(Müslümanların ufkunda) rehâ ve halâs (kurtuluş)
güneşi doğmaya başladı. Dünyanın her tarafında
esarete düşen müslümanlar harekete geldi. Ehl-i
Salib’in (Haçlıların) yaman kastı artık anlaşıldı. Bütün İslâm âlemi hakk-ı hayatını (yaşama hakkını)
müdafaaya, kelimetullahı i’lâya (Allah’ın davasını
yüceltmeye) karar ver­di. Bugün her vakitten fazla ümitlisin, fakat sabr u sebat et, yılma, usanma,
korkma, haydi hamaset (kahramanlık, yiğitlik)
meydanına. Allahuekber! (Allah en büyüktür) “Ey
Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, bize cesaret ver
ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et, dediler.”5
“Şafak” kelimesi, temel anlamıyla Güneş’in
batı ufkunda batışından hemen sonra oluşan kızıllıktır. Yani akşam vaktinde Güneş’in batışını ifa-
83 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
de eder. Şiirdeki simgesel anlamıyla ise millî Türk
varlığı ve devletinin batar gibi oluşunu, ölüm kalım
mücadelesi sürecinin en kızıştığı anları temsil eder.
Buna göre mısra, “Birinci Dünya Savaşı’ndan
mağlup çıkıp ondan sonra işgale uğrayan Türk
milleti, ortadan kalkıyor gibi görünüyor ama korkma, bu bayrak sönmez” anlamı ifade edilmektedir.
Ayrıca “şafak” kelimesinin bir de “güneşin doğuşu” anlamı vardır. Şair bunu tevriyeli olarak da kullanıyor. Dolaylı olarak mısrada “güneş gibi doğan,
gökyüzünde parıl parıl parlayan bu Türk bayrağı,
batmaz” anlamı da saklıdır.
“Al sancak” ifadesinde “sancak”, “bayrak”
demektir. Bayrak da bir milletin bağımsızlığını,
hürriyetini, asaletini temsil eder. Al sancak, kırmızı
yani kanlı bayraktır. Çetin savaşlardan sonra her
tarafı kana boyanmış yaralı bayrak demektir. Burada ise Güneşi temsilen, Güneş istiaresi olarak
kullanılıyor. Bunun simgesel değeri, bağımsız Türk
millî varlığıdır. İmgesel karşılığı ise şöyledir: Gurûb
vakti gözümüzün önüne ufukta batmakta olan ve
her tarafı kızıla boyanmış güneş manzarasını getirelim. Bu, bayrağa benzetiliyor ve dolayısıyla da
Türk millî varlığı simgeleştiriliyor.
*Bayrakla güneş arası özdeşlik motifi: “Korkma,
sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısraında Türk milletinin bağımsızlığını temsil eden Türk
bayrağı, batmakta olan güneşe benzetilmektedir.
Güneşin bayrak olarak algılanması, güneşin bayrakla özdeşleştirilmesi motifi, Hun Türklerinin büyük hakanı Mete (Motun) Han’ın hayatından esinlenilerek oluşturulan Oğuz Kağan Destanı’nda da
geçmektedir. Oğuz Kağan, Oğuz beylerine ziyafet
verip kendisini kağan ilan ettikten sonra dünya çapındaki fetih felsefesini vurgulamak üzere âdeta
bir slogan, bir ilke, bir vecize olarak şöyle der:
“Takı taluy takı müren
Kün tuğ bolgıl kök kurıkan”
Yani:
“Daha deniz daha müren (nehir)
Güneş bayrak gök kurıkan (çadır)”6
• 84
“Sönmeden yurdumun üstünde tüten en
son ocak.” mısraındaki “Ocak” ise bir anlamıyla
içinde ateşin yakıldığı, yemeklerin pişirildiği, sıcak
aile hayatının yaşandığı, aile üyelerinin ısındığı, barındığı ev, aile, soy demektir. Ocak, evde yemek
pişirmek ve ısınmak için yakılan ateştir. Bir evde
ocak yani ateş yanıyorsa orada insan ve hayat
vardır demektir.
Türk milletinin en küçük sosyal birimi ailedir. Aileye büyük önem verilir. Dolayısıyla burada “ocak”,
en küçük Türk millî varlığını temsil eder. Şair, “bu
vatanda ocak tüten en son ev, en son aile, en son
Türk kalıncaya kadar millî varlığımız ve bağımsızlık
bayrağımız dalgalanmaya devam edecektir.” demektedir.
Bu durumda bu beyit şöyle okunabilir: Ey Türk
milleti! Sakın korkma! Endişelenme, tasalanma,
kaygıya, paniğe düşme! Yurdumun, ülkemin, vatanımın üstünde tüten en son ocak yani son aile
ocağı, son ev, son fert ortadan kalkmadan bu şafaklarda yüzen al sancağımız, yani batış sürecine
giren bayrağımız, millî varlığımız ortadan kalkmaz.
Yani bağımsızlığımızın simgesi olan bayrağımız
ve bunun temsil ettiği Türk millî varlığımız, şafaklarda yüzse bile yani batıyor gibi görünse bile sönüp yok olup gitmez. Türk milleti tamamen ortadan kalkmadıkça millî varlığımız, bağımsızlığımız
devam edecektir.
Ayrıca buradaki “en son ocak” yani son aile
yok olmadıkça, ortadan kalmadıkça milletimiz ve
devletimiz varlığını sürdürecektir. Bu konuda ümit
kesilmeyecektir. Bütün millet yok olsa, tek bir
Türk ailesi kalsa bile hâlâ ümidimiz vardır, inancı
kuvvetle vurgulanıyor. Türk milleti, bir veya iki aile
bile kalsa ümidini kesmez, tekrar çoğalır, milletini
oluşturup bağımsız devletini kurar, inancı simgesel olarak ifade ediliyor. Âkif de tamamen buna
benzer bir yaklaşım geliştirmiştir ki bu da tarihsel
kültür mirasımızın Âkif tarafından nasıl güncelleştirilerek kullanıldığını gösteriyor.
MART 2011 - SAYI 133•
Tabii bu ifadeler, ülkemizin işgal edildiği, uzun
savaşlardan yorgun çıkan milletimizin ümitsizliğe
düşer gibi olduğu, ordularımızın dağıldığı, Kuva-yı
Milliye şeklinde direnişler gösterdiği, sosyal, ekonomik, siyasi, askerî, psikolojik olumsuzlukların
üst üste yığıldığı yılgınlık ve umutsuzluk ortamında
Türk milletine yeniden doğruluş ve ayağa kalkış
için ümit ve şevk telkin etmektedir. Ordularımıza
ve milletimize moral vermektedir.
“Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son
ocak.” mısraının kaynaklarından biri de şudur:
Denizli’nin işgal tehdidiyle karşı karşıya kaldığı
günlerde 1 Temmuz 1920 günü Denizli Türk Ocağı, Ankara’ya bir telgraf çeker ve bu telgrafta şu
ifadeye yer verilir: “Denizli gençliği, bir fert kalıncaya kadar canını feda etmeye and içti.”7
“O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;”:
Bu mısra, bayrakla millî varlık ve bağımsızlığın özdeşleşmesi imgesini verir. Vatanımızın üzerinde
hür bir şekilde dalgalanan Türk bayrağı, milletimizin yıldızıdır ve parlamaya devam edecektir. Her
canlının gökyüzünde bir yıldızı olduğu, o canlı yaşadıkça yıldızının parlamaya devam ettiği, ölünce
yıldızının da söndüğü inancı vardır. Bu durumda
Türk milleti var oldukça yıldızı olan millî bağımsızlığı parlamaya, gökyüzünde bu bağımsızlığın simgesi olan bayrağı dalgalanmaya devam edecektir.
“O benimdir, o benim milletimindir ancak.”:
Bu mısra da bayrağı korumada ferdî ve sosyal
sorumluluk bilinci imgesini verir. Bu mısrada kullanılan “benimdir” ve “milletimindir” kelimelerinin
özel bir anlamı var. Biz, Türk bayrağına hem fert
fert hem de toptan millet olarak sahip çıkarız. Herkes hem tek başına hem de millet olarak bayrağa
sahip çıkma sorumluluğunu üstlenir. Şair burada
bize bir sorumluluk yüklemektedir.
Yani Türk vatanında Türk milletinin tam bağımsız ve bağlantısız, hür bir Türk varlığı olarak yaşama iradesi, sadece Türk milletine aittir. Türklerin bağımsızlığı, başkasına devredilemez, manda
kabul edilmez, devletimsi emperyalist Batılı Haçlı
çetelerin hâkimiyeti altına giremeyiz demektir bu.
85 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Türk milletinin idaresi, Türk milletine aittir. Şair, burada esir olmama, köle olmama, sömürge olmama, manda olmama, hür ve bağımsız bir devlet
olarak yaşama irademizi ortaya koyuyor.
“Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu
celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”
Bu kıtada bağımsızlığın üzerine titreme imgesi
vardır.
“Hilâl” simgesi, teşhis sanatından da yararlanılarak millî bağımsızlığı temsil etmek üzere belirgin
kılınıyor. Hilâl, yeni ay demektir. Yeni doğmuş, ince
çatılmış kaşa benzer. Fakat 26. ve 27. gecelerdeki
aya da “hilâl” denir. Bu, ayın batmaya yüz tuttuğu
zamanlardır. Bu durumda Türk millî varlığının batmak üzere olduğu zamanlar, bu incelmiş aya benzetilmektedir. Çehresini çatmış ay da kızgın, sinirli,
öfkeli bir hâli ifade eder.
Yani millî bağımsızlık, Türk milletine kendine
sahip çıkmada gevşeklik gösterdiği için kaşlarını
çatmaktadır. Ayrıca, Millî Mücadele bir yönüyle
hilâl-salîb (haç) yani Müslümanlık-Hristiyanlık savaşıdır. Dolayısıyla hilâl, aynı zamanda tüm İslâm
dünyasını, İslâmlığı temsil eden bir simgedir. “Hilal” kelimesini oluşturan harflerle “Allah” kelimesi de yazılır. Yani her iki kelimenin harfleri aynıdır.
Dolayısıyla biz minarelerimizin ucuna hilal motifini
koyarken aslında oraya simgesel olarak “Allah”
kelimesini ve onun temsil ettiği değerleri yazmış
oluyoruz.
Burada hilal, mecaz-ı mürsel sanatıyla bayrağı
temsil eder. Hilal, Türk bayrağının bir parçasıdır.
Parça söylenerek bütün kastedilmiştir. Bayrağın
nazlanması, millî bağımsızlığın Türk milletinden
uzaklaşır gibi olmasının imgesidir.
• 86
Ayrıca, nazlı hilâlin surat asmasının (çehresini
çatması) sebeplerinden biri de o dönemde işgalci
devletlerin kendi bayraklarını çeşitli şehirlerde asmasıdır. Özellikle İzmir, İstanbul gibi şehirlerimizde
bol miktarda her yere Yunan bayrakları asılmıştı.
Maraş’ta Fransız bayrağı asılmıştı meselâ. Nazlı hilâlimiz yani Türk bayrağımız bunun için surat
asmaktadır. Ülkemizde başka bayrakların, başka
hâkimiyetlerin varlığına katlanamamaktadır.
Bir de nazlı hilâl, nazlı sevgiliye, geline benzetiliyor. Divân edebiyatımızda sevgilinin kaşları hilâle
benzetilir. Türk bayrağı da Türk milletinin sevgilisidir. Divan edebiyatında sevgili, âşığına karşı daima
tegafül, kayıtsızlık hâlindedir. Kaşlarını çatarak ters
ters bakar ve yüz vermez. Nazlıdır, sevgilisini kaşların çattığı için üzer. Ayrıca nazlı gelinler kuma istemezler. Evlerinde başka kadın istemezler. Başka
kadın olursa surat asarlar. Türk bayrağı da kendi
evi olan Türkiye’de başka bayrakların dalgalanmasını hiç istememiş ve bunu gördüğünde suratını
asmıştır. Âkif o zaman haklı olarak Türk bayrağının
yanında başka bayraklara tahammül edememiş
yani Türkiye’de sadece Türk istiklâlini istemiş, idaremize başka milletleri ve devletleri ortak etmek
istememiştir.
“Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu
celâl?”: “Kahraman ırkım” ifadesindeki “kahraman ırk”, Türk milletidir. Burada kan bağına dayalı
etnik anlamda bir ırkçılık yoktur. Tam tersine Âkif’in
ırkçılık yapmadığını görüyoruz. O geniş görüşlü,
olgun, akıllı bir Müslüman-Türk aydınıydı. Kendisi
etnik köken bakımından Arnavut’tu. Nitekim bir şiirinde bunu belirtir:
“Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum...
Başka bir şey diyemem..., İşte perişan yurdum!...”8
Türk-İslâm kültürüyle yetişmiş Âkif kişiliği, kimliği, kültürü bu topraklarda şekillenmiş, bu toprakları ve bu milleti benimseyerek kendini Türk
hissetmiş ve öyle kabul etmiştir. Nitekim Zağanos
Paşa Camii’nde verdiği bir vaazda şöyle der:
MART 2011 - SAYI 133•
“Osmanlı saltanatını i’lâ (yükseltmek) için Karesi (Balıkesir)’nin bu kahraman İslâm muhitinin
(çevresinin) vaktiyle büyük fedakârlıklar gösterdiği
herkesin malumudur. Rumeli’yi baştanbaşa fetheden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdi. O
kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz.”9
Kahraman Türk ırkının, tarihte olduğu gibi o
gün de son Haçlı sürüleri olan emperyalist Batılı işgalcilere karşı Anadolu topraklarını, Türkiye’yi
savunacak olması onu heyecanlandırıyor. Burada
Avrupalı ırkların Türk ırkını ezmesi, yok etmeye, tarihten silmeye çalışması söz konusudur. Yani barbar, saldırgan Avrupa ırkçılarına karşı yok edilmek
istenen Türk ırkının korunması isteği ve savunması görülüyor. Burada bir ırkçılık aranacakça, ancak
Batılıların Türklere karşı uyguladığı katliamcı bir
ırkçılıktan söz edilebilir.
“Kahraman ırkım” diye hem kendini Türk kabul
etmesi hem de Türk ırkının tarihsel bir gerçeklik
olan kahramanlığını belirtmesi şovenlik, ırkçılık
değildir. Burada Âkif, Türk ırkını başka ırklarla karşılaştırıp Türklerin onlardan üstün olduğunu, ya
da Türk ırkının seçkin, kutsal bir ırk olduğunu filan söylemiyor. Burada Türk ırkı başka Müslüman
ırklarla karşı karşıya getirilmiyor. Kanı, kökeni, ırkı
başka olan insanların bundan gocunmasını, alınmasını gerektirecek bir durum yoktur. Bundan ancak kendi ırklarını üstün ırk görenler ve Türk düşmanları gocunabilir.
Âkif, Türk-İslâm kültürünün yoğurduğu bir asil
evlat olarak tüm Müslümanları tek bir millet olarak
görmüş, bu anlamda İslâm milliyetçiliği yapmış,
hayatını buna adamış bir insandır. Nitekim “sınırlarımız içinde kalan her ırkı milletdaşımız sayıyoruz”10 der. İslâm kavimleri arasında Türk ırkının
kahramanlığını vurgulaması onu gururlandırmakta,
kıvandırmakta ve gönendirmektedir. Âkif, kökeni,
ırkı ne olursa olsun bu vatanda yaşayan herkesi
Türk milleti şemsiyesi altında değerlendirmiş, geniş ufuklu bir aydındır.
“Celâl” kelimesi, Allah’ın sonsuz güzelliğinin
tecellilerinden, yansımalarından birisidir. Allah’ın
en genel manada iki güzel sıfatı vardır: Cemal ve
Celal. Allah’ın güzelliği lütufla, merhametle, yardımla, cennetle tecelli ederse buna “cemal”, kahırla, cezalandırmakla, cehennemiyle tecelli ederse
buna da “celal” denir. Allah’ın “Celîl” ismi, “celal
sahibi” anlamına gelir. Âkif, bu manadan hareketle
“celal” sıfatını kullanıyor.
Bu iki mısrayı şöyle de okuyabiliriz: “Ey nazlı Türk bayrağı! Türk milleti, varını yoğunu ortaya
koymuş hâlde istiklâli için savaşıyor. Emperyalist Batılıları kovuncaya kadar mücadelesi devam
edecektir. Bunun için elinden geleni yapıyor. O bakımdan aman kurban olayım ona kızma, celallenme, yüzünü ekşitme, ters ters bakma. Bu kızgınlık,
şiddet, öfke niye? Bu fedakâr millete bir gül, tebessüm et, yaklaş, ümit ver, sıcak dur.”
Bir de şairin “Kahraman ırkıma bir gül, ne bu
şiddet, bu celâl?” mısraında eski Türk bayrak anlayışından yansımalar vardır. Eski Türklerde bayrak kutsaldı ve koruyucu bir ruh11 olarak görülüp
algılanırdı. Bayrakta ulu atanın koruyucu ruhunun
ve Türk milletine zafer kazandırma özelliğinin bulunduğuna inanılırdı. Bayrağın şiddetle, celalli bir
şekilde bakması demek, ondaki ulu ata ruhunun
millete, ülkeyi işgal güçlerine niye teslim ettiniz,
bayrağı niye yere düşürdünüz, diye kızması demektir.
Bu kıtanın ilk iki mısraında ayrıca Âkif, Namık
Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”12 nde geçen şu iki
beyitten üslup, yaklaşım ve benzetme motiflerini almıştır. En azından Namık Kemal’in bu beyitleri, Âkif’in bilinçaltında onu etkilemiştir. Namık
Kemal’in beyitleri şöyle:
“Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza
dönmüş kim
Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten”
(Vatan öyle vefasız, nazlı, güzel bir kadına dönmüş ki, aşkına sadık olanları gurbet elemlerinden
ayırmaz.)
87 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
“Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i
hüsn etme
Cemâlin tâ-ebed dûr olmasın enzâr-ı
ümmetten”
(Şimdi kalpleri kendine çekme, gönülleri çelme
gücü sendedir, güzelliğini gizleme. Güzelliğin sonsuza kadar milletin gözünden uzak kalmasın).
“Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra
helâl;” mısraında şehadete yüklenen tarihsel işlev
imgesi vardır. Burada Türk milletinin tarih boyunca
iki temel değer için kanını akıtmaktan çekinmemesi vurgulanıyor. Şairin burada “sana” hitabındaki “sen”, “hilal”dir. Hilal ise millî değer bağlamında Türk millî bağımsızlığını, hürriyetini, siyasi
istiklâliyetini temsil ediyor. Dinî değer bağlamında
ise “Salib” (Haç)e yani Hristiyan dünyaya karşı
İslâm dünyasını ve İslâmî değerleri temsil ediyor.
Batılılar özellikle hilal kelimesiyle bütün bir İslâm
dünyasını ve İslâmî değerleri ifade ederler. Dolayısıyla millî ve dinî değerleri korumak, bunlar için
gerektiğinde şehit olmak, Türk milletinin temel vasıfları arasında yer alır.
“Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”:
Bu mısrada Türk milletinin en temel hakkının bağımsızlık oluşu imgesi vardır. Allah’a tapan, haktan ve doğruluktan ayrılmayan Türk milletinin tam
bağımsız ve bağlantısız bir millet olarak yaşamasının onun en temel haklarından birisi olduğu vurgulanmaktadır. Âkif, bir vaazında bir Tunuslunun
şu sözlerini aktarır: ”Ey Osmanlı Müslümanları! Allah aşkına bizim düştüğümüz mahkumiyete sakın
sizler de düşmeyiniz. Saltanatınızın, istiklâlinizin
kıymetini biliniz. Çünkü dünyada onsuz yaşamak,
meğerse yaşamak değilmiş. Biz bunu pek acı, pek
uzun tecrübelerden sonra anladık. İnşallah siz o
tecrübelere maruz kalmazsınız.”13
Ayrıca bu mısrada İzmir’in işgali üzerine
İstanbul’da bir meydan toplantısında Profesör Selahaddin Bey’in yaptığı bir konuşmada geçen şu
cümlesinden de etkilenmeler vardır:
• 88
“Milletler uyanıyor, devlet oluyorlar, hakkını isteyen bir millet ortadan kaldırılamaz.”14
Hakk’a tapan Müslüman Türk milletinin istiklâl
içinde yani müstakil bir millet hâlinde yaşaması,
yani siyasi, idarî kararlarında bağımsız olması,
kendi kültürünü, kendi geleneğini, kendi dinini bağımsız ve özgürce yaşaması, yabancı devletlerin
idaresine girmemesi gereğini Hasan Basri Çantay
da bir yazısında şöyle vurgular:
“Bir esir kurtarmanın temin ettiği saadet (mutluluk) böyle olursa, acaba miktarı binlere, yüz
binlere hatta milyonlara baliğ olan (ulaşan) esir
ve mazlum kardeşlerimizin tahlisi (kurtarılması)
ne büyük vicdanî saadetler bah­şetmez (vermez)
bize! Bugün o esirler, o zuafâ-yı mazlûmîn (mazlum zayıflar) hep bize, hep bizim rehâkâr-ı hamiyyet ve imdadlarımıza intizâr edüp (yardımlarımızı
bekleyip) duruyorlar. Çünkü yeryüzünde ve İslâm
dünyasında Cenab-ı Hakk’ın esaretinden muhafaza buyurduğu (özgürce yaşattığı) tek bir millet
varsa o da lillahi’l-hamd ve’l-minne (Allah’a hamd
ve şükürler olsun ki) biziz. Saadet-i istiklâle (bağımsızlık mutluluğuna) malik (sahip) gibi görünen
bazı hükûmât-ı İslâmiyye (Müslüman hükûmetler)
Garb (Batı) pençesinden henüz kendisini kurtaramamıştır.
Maamafih (Bununla birlikte) ey dindaş! İslâm
mutlaka hürriyet (özgürlük) ve istiklâl (bağımsızlık)
ile yaşar. Küfrün (kafirlerin, Hristiyanların, Avrupalıların) İslâm (Müslümanlar) üzerinde velayet (sahiplik, efendilik) ve hâkimiyeti (üstünlüğü, yöneticiliği)
merdûddur (kabul edilemez).”15
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür
yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış?
Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner
aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam,
taşarım.”
MART 2011 - SAYI 133•
Bu kıtada Türk milletinin hiçbir zaman sömürge
olmadığı ve olamayacağı inancı, imgesi vardır.
Buradaki “ezel” kelimesini düz anlamıyla zamanın öncesizlik boyutu anlamıyla değil, Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı andan beri hep hür
ve bağımsız yaşadığı, başka milletlerin boyunduruğu altına girmediği şeklinde anlamalıyız. Türk
milleti, tarih boyunca bu coğrafyada doğrudan
doğruya sömürge olmamış tek millettir. Dolayısıyla şair, bu durumu kuvvetle vurgulayarak mübalağa sanatıyla zamanda öncesizlik
demek olan ezelden bu yana hür
yaşamış, sömürge olmamış
bir millet olduğumuzu ifade
eder. “Hür yaşarım” ifadesiyle de bundan sonra
da öyle kalacağımızı,
hür, müstakil bir millet
olacağımızı, emperyalist Batılı devletlerin
sömürgesi olmamakta kararlı olduğumuzu büyük bir inançla
haykırıyor.
Bu kıtanın ilk iki
mısraının yazılmasına
sebep olan kaynaklardan biri, 10 Ağustos 1920’de Osmanlı
Devleti ile İtilaf Devletleri
arasında imzalanan Sevr
Antlaşması’dır. Burada “çılgın”, ülkemizi işgal eden İtilaf devletleridir, yani Batı’dır, Avrupa’dır, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Amerika’dan
oluşan Haçlı dünyasıdır. Bu çılgın emperyalist
Batı’nın bizi “zincire vurması” ise Sevr Anlaşması,
program ve projesidir. Bu Sevr paçavrasında Türk
milletine devlet olarak sadece Orta Anadolu’da
Adapazarı, Bilecik, Bolu, Eskişehir, Kütahya, Afyon, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Zonguldak, Si-
nop, Samsun, Merzifon, Amasya, Çorum, Yozgat,
Kırşehir, Nevşehir, Kayseri gibi yerlerden oluşan
küçük bir bölge veriliyor, diğer yerler Haçlılar tarafından paylaşılıyordu. Böylece Türkler, zincire
vurulacak ve Anadolu ortasına küçük bir bölgeye
hapsedilecektir.
Âkif, Sevr paçavrasının bizi esaret altına almak
istemesine tepki duyarak, Türk milletinin her zaman hür yaşamış ve hür yaşama azminde olan bir
millet oluşunu haykırıyor.
Ayrıca bu mısralar, söylem olarak Namık Kemal’in “Hürriyet
Kasidesi”nde geçen şu mısralarından mülhemdir:
“Ne mümkün zulm ile
bîdâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten”16
(Zulümle, haksızlıkla hürriyeti yok etmek
mümkün müdür? Çalış,
eğer gücün yetiyorsa insanlıktan önce anlama,
algılama gücünü ve bilme
isteğini kaldır, ondan sonra
ancak hürriyeti yok edebilirsin.)
Yine Namık Kemal şöyle der:
“Bir adamın, velev taşlarla beyni ezilsin, fikrince kanaat ettiği tasdîkâtı (onayladığı
değerleri) tağyîr etmek (değiştirmek) kâbil midir
(mümkün müdür)? Velev hançerle yüreği paralansın, vicdanınca tasdik ettiği mu’tekadâtı (inançları)
gönlünden çıkarmak mümkün olabilir mi? Demek
ki naklî, aklî, hikemî, siyasi, ilmî, zevkî her nevi
efkâr (fikirler) zaten serbest, zaten tabiidir. Değişir-
89 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
se kimsenin icbâriyle (zorlamasıyla) değil, tabiatın
ilcâsıyla (doğal seyri içerisinde) değişir.”17
İzmir’in işgali üzerine İstanbul’da Sultanahmet
Meydanı’nda yapılan bir toplantıya katılan Türklerin havaya kaldırdıkları levhalarda şu cümleler yazılıdır:
“Türk hürdür, esir olamaz.”, “Hak isteriz: 2 milyon Türk, 200 bin Rum’a feda edilemez.”, “Yaşamak istiyoruz, Müslüman ölmez ve öldürülemez.”18
Bu cümleler, Âkif’in yukarıda açıklamaya çalıştığımız kıtanın hissiyatıdır. Ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşama azmi ve kararlılığında olan Türk
milletinin ruhuna tercüman olan ifadelerdir ve Âkif,
bu ruha tercüman olmuştur.
“Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” mısraında Türk milletinin sömürgeleştirilmesinin imkânsızlığı imgesi vardır. Kudurmuş bir
şekilde her şeyi göze alarak üzerimize çullanan,
aklını, şuurunu, realist düşünme kabiliyetini kaybetmiş işgalci Batılı Haçlı sürüleridir. Şair, onların
bu davranışını çılgınlıkla ifade ediyor. Yakalanıp tutulan hayvanları ya da esir edilmek istenen insanları hapsetmek için zincire vururlar. Ellerini ayaklarını zincirle bağlarlar. İşgalci güçler de Türk milletini zincire vurarak esir etmek, sömürgeleştirmek,
kıskıvrak kıskaca alıp, köleleştirmek istemektedir.
Fakat şair, böyle bir çılgınlığa sadece “şaşarım!”
diyerek bunun imkânsızlığını, düşünülmesinin bile
saçmalığını ve mantıksızlığını dile getirmektedir.
“Zincire vurmak” motifini Âkif, hem üslup, hem
anlam, hem de benzetme motifi olarak değişik bir
şekilde Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”19 nde
geçen şu iki beytinden ilham alarak kullanmıştır.
Namık Kemal şöyle diyordu:
“Değildir şîr-i der-zencîre töhmet acz-i akdâmı
Felekte baht utansın bî-nasîb erbâb-ı
himmetten”
(Zincire vurulmuş arslanın kurtulmak için ayak-
• 90
larının aciz kalması, zinciri kıramaması, kendi suçu
değildir. Dünyada kader utansın nasipsiz destekçi
ve yardımcılardan.)
“Kemend-i cân-güdâzı ejder-i kahr olsa
cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten”
(Celladın can alıcı ipi, urganı öldüren bir yılan
bile olsa esaret zincirinden yine bin kere yeğdir.)
“Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım;”: Bu mısrada hapsedilme, sömürgeleştirilme,
köleleştirilme, köşeye sıkıştırılma isteğine karşı
mutlak bir direniş azmi görülür. Kükremiş, coşkun,
gürül gürül akma kabiliyetindeki sel, önünde hiçbir
engel tanımaz. Önüne çekilen setleri, bentleri yıkar
geçer. Türk milleti de kendisi için biçilen rollere,
hapsedilmek istendiği sınırlara isyan eden, hiçbir
zaman Batılıların dayatmalarını kabul etmeyecek
olan hür bir millettir. Hür bir millet olarak yaşamasını imkânsız kılacak tüm engellere karşı koyacak
güçtedir.
“Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.” mısraında Türklerin eski efsanevî destanı
olan Ergenekon Destanı’na dolaylı bir gönderme
vardır. Ergenekon Destanı’nda da Türkler çoğalıp
içine sıkıştıkları dağların arasından dağları delerek,
demirleri eriterek çıkmışlardı. Etraflarındaki dağları
yırtmışlar, enginlere sığmamışlar ve dışarı taşmışlardı. Yani Türk’ün önünde engel yoktur, demirden
dağ bile olsa eritir, gene geçer azim ve iradesi vurgulanıyor.
Ergenekon Destanı kısaca şöyledir: Türk boyları
arasında Köktürklerin çok kuvvetli olduğu bir sırada etraftaki bütün kavimler, Tatarların öncülüğünde birleşip Köktürkleri ortadan kaldırmayı kurarlar.
Köktürklerle diğer milletler savaşa tutuşur. Tatarlar, Köktürkleri yener ve hepsini kılıçtan geçirirler.
Sadece Köktürk Hanı İl Han’ın oğlu Kıyan ve eşi ile
İl Han’ın kardeşinin oğlu Nüküz ve eşi kaçabilirler.
Bunlar, düşmandan saklanmak ve korunmak için
sarp dağların arasında insan yolu düşmez, sadece
bir atın zor geçebileceği bir yolu olan bir yere sığı-
MART 2011 - SAYI 133•
nırlar. Etrafı yüksek dağlarla çevrili bu sulak, yeşillik yere “Ergenekon” adını verirler. “Ergene: Dağın
kemeri”, “kon: keskin, sarp” demektir. Bu iki aile,
burada 400 yıldan fazla kalıp çoğalırlar.
Bir zaman sonra buraya sığamaz olurlar. Aralarında istişare edip oradan çıkmayı, atalarının
geniş, düz, güzel yurtlarını tekrar ele geçirmeyi
kararlaştırırlar. “Dağların arasından çıkıp göçelim,
dostum diyenle görüşelim, düşmanla güreşelim”
derler. Fakat çıkacak yol bulamazlar. Bir demirci,
dağın bir yerinde demir madeni olduğunu, onu eritirlerse oradan çıkış için yol bulacaklarını söyler.
Herkes bu fikri beğenir ve dağın demirden olan o
bölgesine odun ve kömür yığarlar. 70 deriden körük yapıp körüklerler. Böylece demirden dağı eritip
oradan çıkış için yol bulurlar ve özgürlüğe kavuşurlar. O zaman Köktürklerin hakanı Börte-Çene
(Bozkurt)‘dir Önlerine çıkan dostlarla dost olurlar,
düşmanları yenerler ve 450 yıl sonra atalarının
öcünü alıp ata yurtlarına otururlar.20
Bu destanda iki temel motif vardır:
1. Dış baskılar, düşmanlar ya da tabiat şartları
tarafından sıkıştırılmışlık, kuşatılmışlık, harici sınırlar tarafından hapsolmuşluk,
2. Bu kuşatılmışlık, sıkıştırılmışlık ortamından
ne pahasına olursa olsun kurtulmak, imkânsız görünen engelleri aşmak, dağları demirden bile olsa
eriterek o engelleri aşmak ve özgürlüğe kavuşmak. Bu, bir millî özgürlük destanıdır. Bu destan
ruhu, tarih boyunca Türk milletine ilham kaynağı
olmuştur. Millî Mücadele sürecimizde de başta
Yakup Kadri Karaosmanoğlu olmak üzere bazı yazar ve şairler, değişik gazete ve dergilerde Türk’ün
Millî Mücadelesini Ergenekon’dan çıkış olarak algılamışlar, Atatürk’ü de Türk’e yol ve yön gösteren
önder Bozkurt olarak görmüşlerdi.
Mehmet Âkif’in de bu destandan elbette haberi
vardı ve bilerek veya bilmeyerek bilinçaltına yerleşmiş olan Ergenekon Destanı’na ait bazı motifler, o
farkında bile olmadan İstiklâl Marşı’na yansımıştır.
Âkif, bu dörtlükte de Ergenekon Destanı’na gönderme yapmıştır. Buna göre, Anadolu’da İngiliz,
Fransız, İtalyan, Yunan ve Amerikan işgalcilerinden oluşan sıradağlar tarafından kuşatılan ve belli
bir alana; Anadolu içlerine kıstırılan Türk milletinin
bu emperyalist dağları demirden, çelikten, zırhtan,
tanktan, tüfekten, uçaktan bile olsa bunları eritip,
yırtıp aşarak geçeceğini, Türk milleti için hiçbir engelin olamayacağını ve buna olan inancını vurgulamıştır.
*“Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış
canavar?”
Burada silâh teknolojisinin üstünlüğüne karşı
İslâm imanıyla karşı duruş imgesi vardır.
“Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar”
mısraıyla, ülkenin batı bölgelerinde yer alan Ege
ve Marmara denizlerinin rıhtımlarına Batı’nın çelik
zırhlı gemilerinin demirlemeleri, çelikten birer duvar gibi dizilmeleri de kastedilmektedir.
Âkif bir yerde şöyle der: “Ankara… Ya Rabbi
ne heyecanlı, halecanlı günler geçirmiştik… Hele
Bursa’nın düştüğü gün… Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se
(ümitsizliğe) düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydik? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz… Fakat imanımız büyüktü.”
Yukarıdaki mısraları Âkif’in bu sözleri ışığında
okumak lazımdır.
Materyalizm, mekanizm, pozitivizm anlayışları maddeyi, görüneni esas alır. Pozitivizme göre
hayatta, sosyal ve doğal olaylarda geçerli olan
determinizm ilkesidir. Bunu savaşa uyarlayacak
olursak savaşan taraflardan hangisi sayı ve silah
91 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
üstünlüğüne sahipse o galip gelir. İstiklâl mücadelemizde emperyalist işgalci Batılı güçler, silah teknolojisi bakımından bizden kat kat üstündüler. En
modern silahlarla saldırıyorlardı. Bizimse silahımız
yok ya da çok azdı. Olanlar da geri teknolojiye sahipti. Âkif burada Garbın âfâkının çelik zırhlı duvarla sarılmış olduğunu yani Batı’nın silah teknolojisi
bakımından çok üstün olduğunu belirtirken; öte
yandan pozitivist prangaya isyan ediyordu. Olabilir ama ben de sınır boylarımı, savunma hatlarımı
iman dolu göğsü olan Mehmetçiklerle, bütün milletimizle savunuyorum. Benim İslâm kaynaklı mutlak imanım, inancım, her türlü maddî engeli, her
türlü modern silahı yenecektir, diyordu.
kendilerini övmelerini isterler. Kazan ise urganları
kırarak güler ve düşmanları değil de kendisini över
ve şöyle der:
Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği
bir vaazda üstün silah gücünün o kadar etkili olmadığını şöyle belirtir:
Ayrıca yukarıdaki 2 mısrada Âkif, aletleri, silahları değil de iradeyi ve imanı önceler. Bu motif, yine
Dede Korkut Kitabı’nda vardır. Begil, “hüner atın
değil, erindir” der. Burada alet ve silah değil, insan
iradesi ve imanı belirleyicidir.
”Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz.”21
Son büyük Türk Hakanı Mustafa Kemal Paşa
da Âkif’le aynı inanca sahipti. O da pozitivist mantığa direnen bir iman eri idi. Âkif’in direniş imanını
o şöyle ifade etmişti:
“Gittiğimiz yol bir iman yoludur. Evet biz on milyonluk küçük ve yorgun bir milletiz. Düşmanlarımız ise pek çoktur ve pek kavi­dir (güçlüdür). Vâkıa
(Gerçekte) riyazî (matematiksel, maddi güçleri
hesaplayarak, yani istatistikî olarak) düşünülecek
olursa galebe çalmamız (üstün gelmemiz) müşküldür (zordur). Fakat bizde olan şey onlarda yoktur.
Bizde iman kuvveti vardır. Za­ten bu mücâhede
(savaş) bir iman işidir. İmanı kavi (güçlü) olan buraya gelir çalı­şır. İmanı zayıf olana ihtiyacımız yoktur.
Biz bin türlü düşmanları­mızın kuvvetine rağmen
muvaffak (başarılı) olacağız”22
Bu kıtanın ilk iki mısraında düşman ne kadar kuvvetli olursa olsun şairin kendine tam bir
güven duygusu vardır. Aynı motif, Dede Korkut
Kitabı’nda da görülür. Kazan, kâfirler tarafından
esir alınır. Kollarını urganlarla bağlarlar ve ondan
• 92
“Bin bin erden yağı gördümise öyünüm dedüm
Yigirmi bin er yağı gördümise yıylamadum
Otuz bin er yağı gördümise ona saydum
Kırk bin er yağı gördümise kıya bakdum
Elli bin er gördümise el vermedüm
Altmış bin er yağı gördümise aytışmadum
Seksen bin er gördümise segsenmedüm
Doksan bin er yağı gördümise donanmadum
Yüz bin er gördümise yüzüm dönmedüm”23
Yine bu mısralar, Millî Mücadele sırasında ülkenin değişik yerlerinde müftülerin, hocaların, din
adamlarının ya da başka kanaat önderlerinin, alimlerin, şairlerin, fikir adamlarının yaptıkları birbirine
benzeyen konuşmalardan da izler taşımaktadır.
Nitekim bunlardan biri olan Denizli Müftüsü Ahmet
Hulusi Efendi, İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilince Denizlilere yine aynı gün yani 15 Mayıs 1919
günü verdiği bir fetva ile Millî Mücadele’ye çağırır.
Bu fetvada, Âkif’in yukarıdaki mısralarıyla hemen
hemen aynı manaya gelen şu ifadelere yer verir:
“Silahımız olmayabilir, topsuz tüfeksiz sapan
taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklâl
aşkı, vatan sevgisi hassasiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi
kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazilerdir. Bu mutlak olarak cihâd-ı mukaddestir (kutsal cihattır).”24
“Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim
var.” mısraını Mehmet Âkif, Namık Kemal’in “Vatan Şarkısı”nda yer alan şu mısraından ilhamla
yazmış olmalıdır. Zira her iki mısra da söylem ve
MART 2011 - SAYI 133•
anlayış birliğine sahip. Yani vatanın sınır boylarını
biz iman dolu göğüslerimizle, bedenlerimizle kale
gibi koruruz demekteler. Namık Kemal’in sözü geçen mısraı şöyle:
“Serhaddimize kal’a bizim hâk-i bedendir”
(Sınır boylarımızın kalesi beden toprağımızdır.)
25
“Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış
canavar?”
Bu mısralarda süflî değerler manzumesinin
ulvî değerler manzumesine karşı saldırganlığı
söz konusu edilir. Burada iki ayrı toplum ve medeniyetinin karşıtlığı gündeme getiriliyor. DoğuBatı çatışmasının bir yüzünü görüyoruz. “İman”
kavramı, simgesel olarak Müslüman Türk milletini, Doğu’yu, İslâm medeniyetini temsil ediyor.
“Kendisine ‘medeniyet’ adı verilen canavar” ise
İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunanlı ve Amerikalı gibi
işgalci güçlerin, Batı toplumlarının haksız çıkarları uğruna, insanlık dışı bir şekildeki emperyalist
saldırılarını temsil ediyor. Canavara benzetilen
medeniyet, Batının bilim, teknoloji, sanat, kültür
gibi olumlu taraflarını değil; tam tersine insanlık
dışı sömürgeci uygulamalarını, kitlesel katliamlarını, saldırganlığını, silah gücüyle masum kitleleri
öldürmelerini temsil ediyor.
Şair, canını dişine takmış bağımsızlık ve istiklal
mücadelesi veren Müslüman Türk milletine seslenerek moral destek, ümit ve cesaret telkin ediyor.
Şöyle hitap ediyor: “Kendisine medeniyet denilen
ve tek dişi kalmış canavara benzetilen son Haçlı
ordularının kudurmuşçasına saldırmalarından ürküp korkma, aldırma, endişeye kapılma! Toplarıyla, tüfekleriyle, bombalarıyla bu medeniyet kisveli
işgal canavarı kudurmuş bir hâlde ulusun, bağırsın, böğürsün, gürültüler çıkarsın dursun! Sendeki
büyük, güçlü ve sağlam İslâm imanını boğamaz,
yenemez. Seni yok edemez. Bilakis sen onu bu
imanın sayesinde yenebilirsin. Burada “ulusun”
kelimesi, bir köpeğin, canavarın çıkardığı ürkünç
sesler anlamındaki ulumasıdır. En son teknolojiyle
üretilmiş tank, top, bomba, tüfek sesleri bir canavarın uluması olarak algılanıyor.
Burada ayrıca “medeniyet” terimine şairin yüklediği anlam şudur: Tohumlarını ve köklerini Müslümanlardan aldıkları müspet bilimi geliştirerek
makine, teknoloji medeniyetini üreten Batı dünyası, bu ilerlemenin verdiği avantajla kendini medeni,
bilimde, fende, teknolojide geri kalmış toplumları
da “ilkel”, “primitif”, “geri” olarak görmüştür. Yani
dünyayı medeniler ve medeni olmayanlar olarak
ikiye ayırmıştır. Fakat Batı, elde ettiği medeniyet
imkânlarını insanlığın hayrına, iyiliğine kullanmak
yerine sömürü, zulüm ve imha aracı olarak kullanmıştır.
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?”: Batı, 19. yüzyılda Afrika ve Asya ülkelerini
doğrudan işgal ederken oraları kendisine sömürge
edinirken, oralarda kolonyal bir yönetim kurarken
gerekçesi oralara medeniyet götürmekti. Yani Asya
ve Afrika insanları cahil, kültürsüz, medeniyetsiz,
ilkel ve vahşi idiler. Avrupalı efendiler onlara medeniyet götürüyorlardı. Sömürü düzenlerini dünya
kamuoyuna böyle cilalı bir kılıf içinde sunuyorlardı.
Bugün de aynı Haçlı Batılılar, Afganistan’a, Irak’a,
şuraya buraya demokrasi götürüyoruz diye giriyorlar. Terimler değişiyor ama öz değişmiyor.
Millî Mücadele sırasında Batı destekli Yunanlılar Anadolu’muzu işgal ederken İngiliz Başbakanı Daved Lloyd George (1863 - 1945), Avam
Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada aynen şöyle
demişti:
“Yunan ordusu Anadolu’ya medeniyet götürüyor. Yunan kuvvetle­ri kendilerinden bekleneni yapmıştır.”26
Emperyalist Batı, özellikle Doğu dünyasını,
İslâm dünyasını silah zoruyla, işgalle, zorbalıkla sömürge hâline getirmiştir. Özellikle I. Dünya
Savaşı’ndan itibaren medeniyet ürünü olan silahlarla kitle katliamları yapmış, oluk oluk kanlar
93 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
akıtmış, milletleri boyunduruğu altına almıştır. Âkif,
Batı’nın kendini “medeniyet”le özdeşleştirmesini
istihzalı bir biçimde vurguluyor. Şunu demek istiyor: Kendilerini medenî olarak gösteren Batı, aslında vahşî bir canavardan ibarettir.
Âkif, “medeniyet” kavramına yüklediği anlamı,
neden tek dişi kalmış canavar olarak nitelediği konusunu Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği
bir vaazında şöyle açar:
“Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm
varsa o da Garp (Batı) medeniyeti dediğimiz o rezil
âlemin bir an evvel hâk ile yeksân (yerle bir) olmasını temenniden ibarettir. Ey cemaat-ı müslimîn!
(Müslümanlar topluluğu) Sakın bu sözlerimden
benim ilim düşmanı, marifet (bilgi, hüner, sanat,
beceri) düşmanı, terakki (ilerleme, gelişme) düşmanı olduğuma zâhip olmayınız (bu kanıya varmayınız).
Benim bütün insanlar hesabına bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa o
da her manasıyla pek yüksek, namuslu, vakarlı bir
medeniyettir, yani bir medeniyet-i fâzıladır (faziletli, erdemli bir medeniyet). Garp medeniyeti maddiyattaki (maddi alanlardaki) terakkisini (gelişimini)
maneviyat sahasında katiyen gösteremedi. Bilakis
o ciheti (tarafı) büsbütün ihmal etti. Hayır ihmal
etmedi; bile bile pâymâl etti (mahvetti, telef etti).
Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar
zannederim ki bu sefer artık gözleriyle görerek hatalarını tashih etmişlerdir.”27
Görüldüğü gibi modern Batı, maneviyatı, insanî
değerleri, dinî duyarlığı ortadan kaldırdığı, sadece
maddeciliğe, materyalizme, güce, silaha, dünyaya
bağlı olduğu için tek boyutlu yani tek dişi kalmış
bir canavardır.
“Medeniyet” kelimesinin vurgulanmasının bir
özel durumu daha vardır. O da şudur: Yunanlılar,
vahşice katliamlarla Anadolu’yu işgal ederken
dünya kamuoyuna “biz Anadolu’ya medeniyet
götürüyoruz!” diye propaganda yapıyorlardı. Son
• 94
zamanlarda Amerika Irak’ı işgal ederken aynı propagandayı kullanmıştır. Onlar da: “Biz Irak’a demokrasi götürüyoruz!” dediler ve geldikten sonra
3 milyondan fazla Müslümanı katlettiler, sakat, aç
sefil bıraktılar, ülkeyi baştan başa yakıp yıktılar,
yaşanamaz bir hâle soktular. Emperyalist Batı’nın
işgal mantığı hiç değişmiyor.
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?” mısraı, aynı zamanda büyük ölçüde Oğuz
Kağan Destanı’ndan izler taşıyor. O destanda
Oğuz Kağan, Türklerin at sürülerini ve halkı yiyen,
ağır bir eziyetle halkı ezen büyük ve yaman bir canavar olan gergedana karşı savaşır ve onu öldürerek kahraman olur.28
Bu destan motifi, İstiklâl Marşı’nda yukarıda
verdiğimiz mısrada yeni bir şekilde ele alınıp işlenmektedir. Buna göre eski Türk tarihinin kahramanı
Oğuz Kağan, milletin at sürülerini yani ekonomik
kaynaklarını yok eden, hatta bununla kalmayıp
milleti yok eden yani soykırım uygulamak isteyen gergedan canavarının emperyalist faaliyetlerine karşı kahramanca göğüs geren bir figür idi.
Millî Mücadele sürecimizde de kahraman Oğuz
Kağan’ın karşılığı Türk milletidir, Kuva-yı Milliye’dir,
Atatürk’tür.
Ekonomik kaynaklarımızı ele geçirmek isteyen
ve bizi yok etmek isteyen gergedan canavarının
karşılığı da ülkemizi işgal eden Batılı devletler, İtilaf devletleri, Batı emperyalizmidir. Âkif, burada
bilinçli olarak bu Batı emperyalizmine “canavar”
diyor. Oğuz Kağan’ın gergedan canavarına karşılık
Âkif, döneminin canavarı “medeniyet denilen tek
dişi kalmış canavar”dır.
Batı emperyalizmi de Türk milletinin yer altı ve
yer üstü bütün ekonomik kaynaklarına musallat
olmuş bir canavardır. Oğuz Kağan zamanının ekonomik değeri at sürüsü idi, Âkif zamanının ekonomik değerleri ise madenlerimiz, limanlarımız,
meyvemiz sebzemiz, işletmelerimiz; hasılı her şeyimizdir.
MART 2011 - SAYI 133•
vatanımızda yaşayabilir ve yaşatabiliriz.
Vatan, bizim için sadece karnımızın doyduğu bir toprak parçası değildir. Anadolu
toprakları bizim Türk-İslâm kültür ve medeniyetimizin yeşerdiği, serpildiği, geliştiği, yaşandığı bir yerdir. Millî kültürümüzü
bir yönüyle Anadolu coğrafyası oluşturmuştur. Bu bakımdan millî kültürle vatan
arasında kopmaz bir bağ vardır.
Burada alçak diye belirtilen kesim, ülkemizi işgal eden emperyalist Batılılardır.
Onlara alçak denmesinin bazı sebepleri
vardır. Alçak, aşağı, soysuz, namert demektir. Buna göre emperyalist Batılı devletler, haksız yere gelip üzerimize saldırmışlar, işgal ve istila zamanında namertçe
kadınlarımıza, kızlarımıza, yaşlılarımıza,
çocuklarımıza zulmetmişlerdir. Hem milletimizi, hem de dinî ve millî değer ve varlıklarımızı yok etmek istemişler, bu konuda her türlü tahribatı yapmışlardır. Dolayısıyla onların yaptıkları mertlik ve haklılığa
dayanan şeyler değildir.
*“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsıca akın.
Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın.
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
Burada vatanı düşman işgaline karşı sonuna
kadar savunma kararlılığı imgesi vardır.
Yurt, Türkiye topraklarıdır. Bu vatan, bizim millet olarak hem maddi ihtiyaçlarımızı karşıladığımız,
hem de kültürümüzü, medeniyetimizi oluşturup
yaşadığımız kutsal bir topraktır. Millî varlığımızı,
millî kimliğimizi, değerlerimizi, inançlarımızı, geleneklerimizi ancak kendimize ait bağımsız bir
Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii’nde
verdiği bir vaazda sömürgeci Batılı devletleri şöyle nitelendiriyor: “Uzun zamandan beri devam eden dahilî (iç), haricî (dış) muharebeler (savaşlar), bilhassa Balkan Muharebesi’yle
şu Harb-i Umumî (Birinci Dünya Savaşı) bizde can
bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç bir
şey bırakmadı.
Düşman ise bu kadar kuvvetli. Şerâit-i sulhiyyeyi (barış şartlarını) çârnâçar (mecburen) kabul
edeceğiz. Bu, tıpkı silahsız bir adamın dağ başında müsellah (silahlı) haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek… Pek doğru! Yalnız iki nokta var.
Bir kere o müsellah haydutlar ortalarına aldıkları bîçareden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki
külahını isteseler biz de vermesini tasvip ederdik
95 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
(onaylardık). Lakin bununla kanaat etmiyorlar ki.
Bîçâre (çaresiz) herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:
-Boynunu uzat! Kafanı da ver! diyorlar. Mademki teklif bu kadar ağırdır, artık bunu hiç kimse
kabul edemez. İster istemez dişiyle tırnağıyla uğraşır, çabalar.”29
“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,” mısraında Namık Kemal’in Deli Hikmet’le
müştereken yazdığı Vatan Mersiyesi’nin Deli
Hikmet’e ait olan şu mısralarından izler vardır:
“Ey vatan genç idin eyvah tükendin bittin
Bizi alçaklara, hainlere muhtaç ettin
Bunca öksüzlerini kimlere koydun gittin”30
Deli Hikmet, vatanın alçaklar tarafından işgalinden duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu. Âkif ise
vatanımızın alçaklara teslim edilmemesi gerektiğini vurguluyor.
Âkif’in yukarıdaki mısraında alçakların yurdumuza neden uğratılmaması gerektiğini gösteren
bir örnek olayı Hasan Basri Çantay bir yazısında
şöyle anlatır:
“Düşmanın en çok hedef-i taarruzu (saldırı hedefi) namuslu, dindar, münevver (aydın) erkeklerle
kadınlardır. Bunlara îkâ’ ettikleri (dayandırdıkları)
şenâyi’ (kötü işler) pek elîmdir (elem vericidir). Geçenlerde bize verilen bir habere göre Erdek dahilinde bulunan İslâm eşrafı (önde gelen Müslümanlar)
tamamen toplattırılarak Yunanlılara istinad eden
(sırtını dayayan) yerli Rumlar tarafından ağızlarına
“değnek”ten birer “gem” vurulmuştur. Bunları düşürmeksizin tıpkı köpekler gibi bağırmaları, havlamaları teklif edilmiş, değnekler düştüğü hâlde
süngülenecekleri de söylenmiştir. Ağızlarından
değneği düşüren bedbahtlar fi’l-hakika (gerçekte)
dipçik­lerle darb u cerh olunmuşlardır (dövülüp yaralanmışlardır). Yine Erdek’te on beş yaşında .....
isminde bir efendinin cebren (zorla) namusuna
taarruz edilmiş (sataşılmış), zavallı çocuk bilahare
(daha sonra) ölüm döşeğine düşmüştür.”31
• 96
Hayâsızca akın, emperyalist Batılıların son
haçlı saldırısıdır. Hayasızca yani utanmadan, namussuzca, Allah korkusu ve günahtan kaçınma
duygusu olmadan yapılan bir saldırganlıktır.
“Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın”:
Burada Allah’tan hiçbir zaman ümit kesmeme
inancı dillendirilir. Müslüman kişi, en olumsuz ve
kötü şartlarda bile Allah’tan ümidini kesmez. Müslüman için imkânsız diye bir şey yoktur. Allah her
şeye kadirdir. O isterse en kötü şartları bile tersine
çevirebilir. Maddi sebeplere bakıp da ümit kesmemek lazımdır. Düşman sayıca, silahça çok olabilir,
kat kat üstün olabilir ama bu durum onların mutlak anlamda üstün gelecekleri anlamına gelmez.
Onun için yılmadan, ümidi kesmeden mücadeleye
devam etmek lazımdır.
Bu mısrada dolaylı da olsa değişik bir ifadeyle
“Müminlerden özür olmaksızın oturanlar ile Allah
yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit
değildir. Allah mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır.
Tümüne güzelliği (cenneti) vaat etmiştir.” (4/95)
ayetinin içeriği aktarılmıştır. Ayrıca bu mısrada şu
ayetin içeriğini de görüyoruz:
“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Çünkü
kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.” (12 / 87)
Dolayısıyla burada Allah’ın Türk milletine vaad
ettiği şey, hem dünyada tam bağımsız ve bağlantısız hür bir vatan ve devlet, hem de cennettir.
Ayrıca bu mısrada İzmir’in işgali üzerine Halide Edip’in İstanbul’da bir meydan toplantısında
yaptığı bir konuşmada geçen şu cümlesinden de
etkilenme vardır:
“Her gecenin bir sabahı vardır.”32
*“Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme,
tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
MART 2011 - SAYI 133•
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.”
Burada Türkiye topraklarının şehit kanlarıyla
yoğrulmuş olmasından dolayı kutsallaşması imgesi vardır.
Bu dörtlükte bir bütün olarak bu imge yerleştirilmiştir. Anadolu toprakları, kolay elde edilmiş bir
vatan değildir. Türk milleti, buraları uğruna binlerce evladını şehit vererek vatanlaştırmıştır. Dolayısıyla Millî Mücadele’yi idrak eden Türk evlatlarının
daha önceki zamanlarda bu vatan uğruna şehit olmuş atalarını düşünerek savaşmaları gerekir. Türk
milleti, emperyalist işgalcilere karşı savaşırken
gözünün önüne şehit atalarını getirmeli, hep onların fedakârlıklarını düşünerek azimle, kararlılıkla
savaşmalıdır.
Anadolu toprakları sıradan, maddi değeriyle ölçülebilen bir toprak değildir. Bu topraklar, ecdad
kanlarıyla, İslâmlık ve Türklük değerleriyle cennet
vatan hâline getirilmiştir. Kefensiz yatanlar, şehitlerdir. İslâm inancında şehitler kefensiz olarak
oldukları gibi, üstlerindeki ile defnedilir. Buraların bizim için manevi değeri çok yüksektir. Bütün
dünyalar karşılığında kolayca vaz geçilecek bir yer
değildir.
Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği
bir vaazında şöyle der: ”Hepiniz bilirsiniz ki buhranlar içinde çarpıp duran bu din-i mübîn (İslâm)
bizlere vedîatullahtır (Allah’ın bir emanetidir.) Kahraman ecdadımız (atalarımız) bu sübhanî vedîayı
(yüce emaneti) sıyânet (korumak) uğrunda canlarını feda etmişler. Kanlarını seller gibi akıtmışlar.
Muharebe (savaş) meydanlarında şehit düşmüşler;
râyet-i İslâm’ı (İslâm bayrağını) yerlere düşürmemişler. Mübarek naaşlarını (cesetlerini) çiğnetmişler şeriatın (İslâm’ın) harîm-i pâkine (temiz namus
ocağına, yuvasına) yabancı ayak bastırmamışlar.
Babadan evlada, asırdan asra intikal ede ede bize
kadar gelen bu emanet-i kübrâya (büyük emanete) hıyanet (ihanet etmek) kadar zillet (alçaklık)
tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam
ecdadın (ataların) ahfâdı (torunları) değil miyiz?”33
Bu dörtlüğün yazılmasında Âkif’in doğrudan ya
da dolaylı olarak yararlandığı, ilham aldığı kaynaklardan biri, Namık Kemal’in “Vatan Mersiyesi”nin
şu aşağıdaki bendidir. Hem Âkif’in yukarıdaki dörtlüğü hem de Namık Kemal’in burada vereceğimiz
bendi, içerik, söylem ve yorum birliğine sahiptir.
Namık Kemal şöyle diyor:
“Vatanı aldığı günler ecdâd (atalarımız)
Geri vermek mi içindi o cihâd
Yâd edin (hatırlayın) kanlarını aşk ile yâd
Geldi toprakları da efgâne (toprakları da
feryat etti)
Dâd-res yok mu diyor nâlâne” (inleyerek
34
imdat gönderen yok mu diyor)
Bu dörtlükte ayrıca şehitlerle ilgili şu ayetin de
yansımaları görülmektedir:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın, bilakis onlar Rableri katında diridirler. Allah’ın
bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku olmadığı ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.
Onlar, Allah’tan olan bir nimeti, bolluğu ve Allah’ın
müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelemek
isterler.” (Al-i İmran, 169-171)
“Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.” mısraının çıkış noktalarından biri, Namık
Kemal’in “Bekçi Türküsü”nde yer alan şu dörtlüğüdür:
“Biz bakmadan sağ u sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatanı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz”35
Vatan topraklarını satma, ucuz pahalı demeden yabancılara verme, geçici, basit, sıradan,
küçük menfaatler uğruna vatan topraklarından
vaz geçme ve elden çıkarma hastalığı, özellikle
97 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Tanzimat’tan beri devam ediyor. O zaman Namık
Kemal, vatanın satılamayacak kadar kutsal bir değerimiz olduğunu vurguluyordu. Vatanı ucuz pahalı demeden satanları da “utanmaz köpek” olarak nitelendiriyordu.
Mehmet Âkif de bu dörtlükten aldığı ilhamla
önceden uyararak Millî Mücadele’mizde Türk milletini vatanı düşmana teslim etmeyin, bize dünyaları verseler bile vatan topraklarından vaz geçmeyin, vatan topraklarını korumak uğruna her şeyinizi
gerekirse feda etmekten çekinmeyin diye haykırıyordu.
Âkif yukarıdaki mısrayı destekleyen şu mısraları
da söylemiş:
“Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle”.36
Yahudiler, Filistin toprakları üzerinde bağımsız bir devlet kurmak için çok uğraştılar. Osmanlı
Devleti’nin o zamanki büyük dış borçlarını ödemek
ve ayrıca o kadar para vermek karşılığında Filistin
topraklarından bir parça arazi istediler. Yahudilerin
bu isteğine son derece öfkelenen Sultan Abdülhamit, onlara şu karşılığı vermişti:
“Şehid kanlarıyla sulanan topraklar parayla satılmaz! Def olun!”
Sultan Abdülhamit, bu olaya dair şunları söyler:
“... Kan beynime sıçramıştı. Düşün ki, yüzbaşı, makam-ı saltanatımızda bu iki Yahudi (Teodor
Hertzel ve Emanuel Karaso), rüşvet teklifi cesaretinde bulunmuşlardı. ‘Terk edin burayı, vatan para
ile satılmaz!’ diye bağırmıştım. İçeri giren saray
adamlarına da, her ikisini almalarını söylemiştim.
İşte bundan sonra, Yahudiler bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik’te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!..”
*“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki
feda?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ!
• 98
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”
Burada Cennet vatanımız için mutlak bir
fedakârlık inancı imgesi vardır.
Bu dörtlük, bir önceki dörtlüğü pekiştiren, destekleyen, kuvvetlendiren bir bölümdür. Her tarafı
şehitlerle dolu olan bu cennet vatan için hiçbir
fedakârlıktan kaçılmaz. Değerli bilinen her şey,
onun için seve seve verilir. İnsanın en değerli varlığı kendi canı, sonra cananı yani sevdiği kişiler, eşi,
kardeşi, anne babası, arkadaşı, mal varlığı; bunların hepsi vatanı kurtarmak, korumak uğruna seve
seve verilebilecek olan değerlerdir. Vatan hiçbir
şeye değişilmez. Türk’ün bağımsız, kendi değerlerini yaşadığı bir vatanı olmadıktan sonra canı,
cananı, malı, mülkü ne yapsın?
Bu dörtlükte Âkif, çok kuvvetli bir vatan sevgisini telkin ediyor. Onun bu aşırı vatan sevgisinin
kaynağı, kuşkusuz “vatan sevgisi, imandandır”37,
hadis-i şerifine dayanır.
“Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ!”
mısraı, o dönemde pek çok yazı ve konuşmanın
üzerinde durduğu temel motiflerden biriydi. Yani
Müslüman Türkiye toprakları şehit atalarımızın
kanlarıyla boyanmış, her karış toprakta bir şehit
yatmaktadır. Bu şehit atalarımızın ruhunu incitmemek, onlara layık olabilmek için bu vatanı sonuna
kadar savunmalıyız, gâvura teslim etmemeliyiz.
Nitekim bu görüşü dile getirenlerden biri de Hasan
Basri Çantay’dı. Bir yazısında şöyle der:
“Bilmem daha hangi zamanı bekliyorsun?
İslâm yurdu baştan başa inliyor. Senden bir kan,
bir can, bir iman bekliyor. Ah vatan, ah vatan!...
Hani Arabistan, hani Efendimizin üzerinde titrediği
mübarek Kâbe? Hani o Ravza-i Mutahhara (Peygamberimizin kabriyle Minberin arasındaki alan)?
Hani İmam-ı Azam’ın türbesi?
Hani peygamberlerin, evliyanın, şühedânın (şe-
MART 2011 - SAYI 133•
hitlerin) kabirleri? Hani güzel ve tarihî Bursa? Hani
Emir Sultanlar? Osmanlı ecdadının (atalarının)
dünyalara sığ­mayan er oğlu erlerin mezarları?...
İşte hep bunlar bizlere bakıyor, bizim arslanlığımızı
görmek istiyor. Gökte melekler halâsımıza (kurtuluşumuza), muvaffakiyetimize (başarımıza) dualar
ediyor, ruh-ı pâk-i Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) (Peygamberimizin temiz ruhu) bizden bugün
içün hizmet ve fedakârlık bekliyor. Düşman çarığı,
çizmesi altında kalan mübarek kabirlerin sahipleri
bizi cenk yerine erlik meydanına çağırıyor.”38
*“Rûhumun senden ilâhî şudur ancak emeli,
Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem
eli,
Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.”
Burada İslâmî değer ve simgelerin kâfirler tarafından aşağılanmaması ve yok edilmemesi talebi,
imgesi vardır.
Millî Mücadele, bir anlamda Müslümanlık-Hristiyanlık savaşı hâlinde cereyan etmiştir. Batılı emperyalist işgal güçleri, Haçlı saldırısı ruhuyla hareket etmişler, Türkiye’deki İslâmî değer ve simgeleri
kimi zaman aşağılamışlar, hakaret etmişler, çiğnemişler, ayaklar altına almışlar; kimi zaman yok etmişler ve etmeye çalışmışlardır.
Daha önce Balkan savaşlarında Balkanlardaki camileri ve diğer Türk-İslâm kültür varlıklarını,
eserleri yakıp yıkıp yok etmişlerdi. Bugün Balkanlarda Osmanlı-İslâm tarihine ait kültür ve sanat
eseri pek kalmamıştır. Millî Mücadele sürecinde de
özellikle Yunanlıların İslâmî kurum, değer ve simgelere saldırdığını görüyoruz. 8 Temmuz 1920’de
Yunanlılar Bursa’yı işgal edince Sultan Osman’ın
türbesini çiğnemişlerdi. Venizelos’un oğlunun Sultan Osman’ın türbesini aşağılayan bir fotoğrafı
vardır. Bu Osmanlı tarihinin ve Türklük değerlerinin
ayaklar altına alınmasıydı.
O dönemde mabetlerimizin, camilerimizin göğ-
süne namahremlerin yani Hristiyanların, Haçlıların,
Avrupalıların pis ellerinin nasıl değdiğini Hasan
Basri Çantay bir yazısında şöyle anlatıyor:
“Mel’unlar (lanetliler) yalnız servet ve ismeti
(masumluğu), nüfûs-ı müslimeyi (Müslüman nüfusu) ifna ve imha ile (yok etmekle) kalmayarak
şimdi de yüzlerindeki nikâbı (örtüyü) atmak suretiyle doğrudan doğruya mukaddesât-ı diniyyemize (dinî kutsal değerlerimize) tecavüz ediyorlar
(saldırıyorlar). Bursa’da, Balıkesir’de, İzmir’de,
Akhisar’da ve işgal ettikleri bütün memleketlerde
cevâmi-i şerîfeyi (şerefli camileri) rezîlâne (rezil bir
şekilde) tevliyet ve tahkir ile (aşağılamakla) uğraşıyorlar. Lafza-i celâl (Allah sözü) levhalarının söküldüğü cami duvarlarına müslümanların gözleri
önünde “haç” resimleri nakş ederek (yerleştirerek)
bu suretle kâfirâne (kafircesine) emellerini meydana çıkarıyorlar.
Birçok yerlerde minare­lerde ehl-i İslâm’ı (müslümanları) huzurullaha (Allah’ın huzuruna), vahdete (Allah’ın birliğine) davet eden müezzinler tahkir
edilmiş (aşağılanmış), dövülmüştür. En yüksek bir
medeniyet-i İslâmiyyeyi (İslâm medeniyetini) mey­
dana getiren, cihana (dünyaya) adalet, merhamet,
hamaset (yiğitlik), mertlik gibi pek kudsî (kutsal)
desâtîri (ilkeleri) neşr ü talim eden (yayıp öğreten) Rasulullah Efendimiz Hazretleri’nin “lihye-i
saadet”leri (Peygamberimizin sakal kılları) alınarak çiğnenmiş, bu kudsî esasları ilahî bir eda ile
kucaklayan “Mushaf-ı Şerife” (Kur’an) bayrakları
yırtılmış, şimdiki ensâl-i İslâm (Müslüman nesiller)
gibi daima dağınık sokaklara atılmıştır.”39
İstiklâl Marşı’nın yazılışından önce de sonra da
bu tür olaylar ülkenin her yerinde cereyan etmiştir.
“Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem
eli,” mısraının kaynaklarından biri bu tür olaylardır.
Bu mısraın ilham kaynaklarından biri de Namık
Kemal’in “Vatan Türküsü”nde geçen şu dörtlüktür:
“Cümlemizin (hepimizin) validemizdir vatan
Herkesi lutfuyla odur besleyen
99 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Bastı adû (düşman) göğsüne biz sağ iken
Arş yiğitler vatan imdadına”40
Âkif bu dörtlüğün üçüncü mısraından söylem,
ifade ve yaklaşım aktarımı yapmaktadır.
“Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli”:
Ezan, Müslümanları ibadete, namaza çağırmak
veya namaz vaktini bildirmek için müezzin tarafından cami ve minarede günde beş kez okunan
tekbir, şehadet ve diğer sözlerdir.
Burada ezan, dinin temelini oluşturan bir simgedir. Bir anlamda İslâm’ı temsil eden bir unsurdur.
Ülkemize İslâm medeniyetinin hâkim oluşunun bir
belirtisi ve alametidir. Türkiye’nin semalarından
bu ezan sesinin sonsuza kadar kesilmemesi gerekmektedir. Vatanımız eğer işgalcilerden kurtarılmazsa ezan sesleri susacak, çan sesleri hâkim
olacaktır. Yani İslâm ortadan kalkacak; onun yerine Hristiyanlık hâkim olacaktır. Dolayısıyla Millî
Mücadele, bir yönüyle Hristiyanlığa karşı İslâm’ı
koruma savaşıdır.
Âkif, Süleymaniye Camii’nde verdiği bir vaazında şöyle demişti: ”İşte Rumeli’nin hâli! Düşman
galip geldi, camileri kilise yaptı, ahır yaptı. Mescit
bul da namaz kıl; minare bul da ezan oku! Bununla beraber olacağa nispetle bu olmuşlar bir şey
değil! Eğer biz gözümüzü açmazsak-neûzü billah
(Allah korusun) İslâm’ın dünyada namı (adı) bile
kalmayacaktır.”41
Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği bir
vaazında da ezan-çan mücadelesine şöyle değinir: ”Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. O,
cihanın en mamur (bayındır), en medenî, en mütefennin (bilim ve teknikte gelişmiş) iklimi vaktiyle
sinesinde on beş milyon Müslüman barındırırken
bugün baştan başa dolaşsanız, tek bir dindaşımıza rast gelemezsiniz.
Allah’ın vahdaniyetini (birliğini) garbın âfâkına
(Batının her tarafına) ikrar ettiren (kabul ve tasdik
ettiren) o binlerce minarenin yerlerindeki çan ku-
• 100
lelerinden bugün etrafa teslis velveleleri (üç tanrı
gürültüleri) aksediyor (yansıyor).
Şevketin (gücün, kuvvetin, yüceliğin), medeniyetin, irfanın (bilginin) umrânın (bayındırlığın)
müntehasına (en son sınırına) varmışken birbirlerine düşerek vatanlarını üç buçuk İspanyol’a karşı
müdafaadan (savunmaktan) aciz kalan bu zavallı dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da İslâm’ın
son mültecâsı (sığınağı) olan bu güzel toprakları
düşman istilası altında bırakmayalım.”42
Millî Mücadelemiz, emperyalist Batı’nın bizim
elimizden Kur’an’ı almak ya da bizi ondan soğutma çalışmalarına bir tepkidir. Âkif de bu dörtlükte onların bu kültür emperyalizmi bağlamındaki
Kur’an, İslâm düşmanlıklarına tepkisini en sert
biçimde ortaya koymaktadır. Nitekim 1900 yılında, İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladstone, Avam
Kamarası’nda Kur’an–ı Kerim’i eline almış ve “Bu
Kitap Müslümanların elinde oldukça, bizim onlara
hâkim olmamız mümkün değildir. Ya bu Kitab’ı onların elinden almalıyız, ya da Müslümanları ondan
soğutmalıyız.” demiştir.
*“O zaman vecd ile bin secde eder
-varsa- taşım.
Her cerîhamdan ilâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!”
Burada vatanın bağımsızlığı karşısında şükür
duygusunun, zafer ve bağımsızlık sevincinin mutlak anlamda ifade edilmesi imgesi vardır.
İslâm’da çok istenilen bir şey elde edilince
teşekkür etmek anlamında Allah’a şükür secdesi yapılır. Şair, burada en büyük isteğinin vatanın
kurtulması olduğunu, bu gerçekleşirse kendisi de
hayatta ise bizzat kendisi; kendisi hayatta değilse
onun yerine mezar taşının Allah’a coşkun bir şekilde binlerce şükür secdesi yapacağını belirtiyor.
MART 2011 - SAYI 133•
*Maddeden tecerrüd mazmununun aktarımı:
Divan şiirinde maddeden tecerrüd (bedenden
maddi değerlerin uzaklaşması, insana tamamen
manevi değerlerin hâkim olması) mazmunu vardır.
Mutasavvıf şair, kanlı gözyaşlarını dökerek, ciğer
kanını akıtarak maddi varlığından sıyrılır, tamamen
incelip soyut, manevi bir varlık hâline gelinceye
kadar maddeden tecerrüd etmeye çalışır. Mehmet
Âkif, bu mazmunu yukarıdaki dörtlükte geçen mısralarında değişik bir düzlemde aktarmıştır.
“Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;”
mısraında cesedin soyut bir ruh, hayalî bir vücut
olarak mezardan kalkıp dirilmesi imgesi vardır. Bu
imge, kurgulanışı, yapısı ve özellikleri bakımından
Recaizade Mahmut Ekrem’in “Yakacık’ta Akşamdan Sonra Bir Mezarlık Âlemi” şiirinde geçen buna
benzer bir imgeden ilham alınarak ya da faydalanılarak üretilmiştir.
Ekrem, ölmüş ya da nerede olduğu belli olmayan bir sevdiğinden ayrılığın ıstırabıyla bir akşam
vakti mezarlığa gider. Mezarlıkta derin düşüncelere dalar. Aralarında dolaştığı kabirler onda hüzünlü
duygular uyandırır. Bu sırada gece karanlığında
mezarlıkta bir vücut, bir insan cesedi hayalen mezardan kalkıp gözünün önüne dikilir. Şair, mezardan dirilmiş gibi algılanan bu hayalî ve soyut cesedi şöyle tasvir eder:
“Semtin sükûn u zulmeti artardı dem be dem
Gûyâ çekerdi ka’rına doğru bizi adem!
Dehşetle doldu hâne-i kalbim fakat yine
Aslâ hayâl ü hâtırıma gelmedi nedem
Ref eyleyip hevâya tehevvürle bir elin
Takrîb ederdi nezdime kendin kadem kadem
Ettim kıyâm düşmek için pây-ı kahrına
Eyvâh!.. Uçtu gitti o nûr-ı semâ-harem”43
*“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyyet;
Hakkıdır; Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”
Burada bağımsız millî devlet idealinin gerçekleşmesi talebi imgesi vardır.
Buradaki “şafak” kelimesi, marşın ilk kıtasındaki
anlamının tersi bir anlamda kullanılıyor. Daha önce
güneşin battığı yer ve zaman bağlamında akşam
kızıllığı anlamında kullanılmıştı. Burada ise sabah
vakti Güneş’in doğuşu esnasındaki kızıllık, ortalığın
gittikçe ağarması anlamında kullanılmıştır.
“Şafak” kelimesinin hem Güneş’in doğuşu,
hem de batışı anlamları vardır. Her iki zıt anlamı
da içerir. Âkif, bilinçli olarak “şafak” kelimesini şiirin başında batış, sonunda ise doğuş anlamında
kullanıyor. Bunun da simgesel bir karşılığı vardır. O
da batmak üzere olan Türk millî varlığının yeniden
doğması ümidi ve buna olan inançtır.
Hür ve bağımsız kalma isteği kuvvetle vurgulanıyor. Atatürk de “istiklâl ve hürriyet benim karakterimdir” der.
Nâ-geh tecessüm eyledi karşımda bir vücûd
Bir kahramân-ı işve .. Mehâbetli bir sanem!
Emvâc-ı nûrvârı vücûd-ı latîfini
Örterdi nîm-sütre-i beyzâsı ham be ham
Müdhişti gözleri deheni lerzedâr-ı hışm
Gîsûsu târ mâr idi ebrûları behem
Nûr-ı nigâhı berk-i belâdan nişân idi
Seyyâl bir alevdi lebinden çıkan sitem!
Âkif, daha önce Türk istiklâli hakkında şunları
söylemişti:
“Türklerin 25 asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları tarihen müsbet (tarih
bakımından ispat edilmiş) bir hakikattir. Hâlbuki
Avrupa’da bile mebde-i istiklâli (bağımsızlığın
başlangıcı) bu kadar eski zamandan başlayan bir
millet yoktur. Türk için istiklâlsiz hayat müstahildir
101 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
(imkânsızdır). Tarih de gösteriyor ki Türk, istiklâlsiz
yaşayamamıştır!”44
“Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl”
mısraında Türk ırkını kimsenin yok edemeyeceği imgesi vardır. Bu mısra, çok önemli gerçekleri
içermektedir. Mehmet Âkif, Arnavut ırkından olmasına rağmen, Arnavut ırkçılığı yapmayıp, yüksek
bir Türk ırkına mensubiyet şuuruyla Batılı ırkçıların
Türk ırkını yok etmek istemelerine şiddetle tepki
duymuştur. Burada Âkif, bazılarının zannettiği gibi
Türk ırkçılığı yapmamış; tam tersine Batılı ırkçılığa
karşı masum Türk ırkını savunma tavrı ortaya koymuştur.
Irkçılık, kendi ırkını üstün görüp başka ırkları
kötülemek ve hatta yok etmeye çalışmaktır. Bu
bağlamda Mehmet Âkif, Türk ırkını yüksek görüp
başka ırkları aşağılamıyor, onların Türk ırkı tarafından yok edilmesini istemiyor. Tam tersine barbar
Batılı saldırgan ırkçılığa karşı Türk ırkını koruyor.
Sonuç olarak Millî Mücadele sürecimiz, Batılıların, yani İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan gibi devletlerin Türk milletini bu coğrafyada ya yok etmek,
yani soykırıma tabi tutmak ya da Orta Asya’ya geri
sürmek istemelerine karşı bizim var olma, var kalma mücadelemizdir. Millî Mücadele süreci, o dönem için son Haçlı saldırılarına karşı bir savunma,
kendini koruma mücadelesidir.
M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Âkif Ersoy, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002
Yaşar Çağbayır, Bayrak Mücadelemiz ve İstiklâl Marşı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2009
__________________________________________________
1 SON NEFESİMLE HASBIHÂL
Ahfâdımın en son doğacak ferdine benden
Bir tuhfe-i îmân götür, ey son nefesim, sen.
Vicdânı düşündükçe o gam-hânede bîkes,
Olsun eb ü ecdâdımın ervâhına ma’kes.
Meyyâl-i zevâl olsa da târîhim, ufuklar
Geçmişlerin enkâz-ı girîzânını saklar.
Evlâdımı ecdâdıma bîgâne görürsem,
Rûhum ebediyyette kalır ebkem-i mâtem;
Olsun geçen a’sâr ile meşgûl ü mukayyed;
Mâzî yaşasın yâd-ı yetîminde müebbed.
Bî-nâm ü nişân olsa da hep dâr ü diyârım;
Üstünde onun kalmasa da mehd ü mezârım,
Ey son nefesim, olmadan Allah’a mülâzim,
En son doğacak oğluma sen söyle ki dâim
Rûhum gibi hasret-zede, mâtem-zede, mahzûn,
Hissen vatan-ı zâyi’imin zâiri olsun;
Târîhimizin tûde-i atlâlini her gün
Tekrîm ile, ta’zîm ile, te’lîh ile öpsün!
Daldım yine, bak, şimdi o hicrânlı hayâle;
Gelsin vatan-ı derbederim yâd-ı melâle.
Bin hâtıra her zerre-i hâkinde hırâmân;
-Her hâtıra hîşân-ı perîşânıma giryânÜç kıt’ada yüz beldeye... bin beldeye sâhib
Bir memleketim vardı... Sen ey Rabb-i mesâib,
Sen vermiş iken aldın elimden yine bir bir...
Yâ Rab, nerede kaldı o evvelki mefâhir?..
KAYNAKÇA
Etmiş gibi medlûl ü müsemmâsını gâib,
Zeki Sarıhan, Vatan Türküsü İstiklâl Marşı, Tarihi ve
Anlamı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002
Karşımda vatan lâfzı durur hâsir ü hâib.
Hikmet Sami Türk, İstiklâl Marşı ve Mehmet Âkif Ersoy, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara
2004
Yoktur demek artık ne diyârım, ne mezârım...
Gurbet-geh-i nisyâna sürülmekte diyârım,
Sarsarsa becâ Arş’ını ümmetlerin âhı,
Sen Adn’i bize dûzeh-i ye’s ettin İlâhî!..
Adalet Ergenekon Çil, Mehmet Âkif Ersoy ve İstiklâl
Marşı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1989
Nevmîd-i vekâyi, sürünen aczime lâ’net!..
Beşir Ayvazoğlu, İstiklâl Marşı Tarihi ve Anlamı, Tercüman Yayınları İstanbul 1986
Ümmîdime îmânım olur şehper-i pervâz;
Mehmet Çetin, İstiklâl Marşı ve Mehmet Âkif Ersoy,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2003
“Mehmet Âkif Ersoy Özel Sayısı”, Millî Kültür Dergisi,
Aralık 1986
• 102
Eyyâm-ı musîbet geçecektir yine elbet.
Bin tevbe eğer ye’s ile oldumsa nagam-sâz!..
Mızrâb-ı beyânımdaki elhân-ı merâret,
Bir hastanın evhâmına etmekte işâret.
Tevkîf-i sabâh eyleyemez nâmütenâhî,
Varsın yürüsün bir gecenin ceyş-i siyâhı!..
MART 2011 - SAYI 133•
Milletleri öldürmeyecek Hâlik-ı Ekber:
23 Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkudun Kitabı, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul 2006, s.177
Sarsılmayan îmânıma mev’ûd olan âtî,
24 www.pamukkale.gov.tr
Efrâda fenâ olsa da âlemde mukadder,
Canlandırır elbette bu enkâz-ı hayâtı:
Rûhum benim oldukça bu îmânla berâber,
Üç yüz sene... dört yüz sene... beş yüz sene bekler.
Malta-Eylül 1920
Süleyman Nazif, Mehmet Âkif, hzl.M. Ertuğrul Düzdağ,
İz Yayıncılık, İstanbul 1991, s.129
2 Yeni Adam, 25 Mart 1937, S.169, s.10-11
3 Tevbe suresi, Ayet Nu: 40
4 www.pamukkale.gov.tr
5 Nasuhî Dede (Hasan Basri Çantay,” Ey Müslümanlar!
Esir Kardeşlerinizi Düşününüz”, Sebilürreşad, C.19,
S.472, Mart 1921, s.31-34
6 Muharrem Ergin, Oğuz Kağan Destanı, Millî Eğitim Basımevi, 1000 Temel Eser Serisi, İstanbul 1970
7 www.pamukkale.gov.tr
8 Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, inkılap ve Aka Kitabevleri,
İstanbul 1977, s.206
9 Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran A., Mehmet Âkif’in
Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri - Mevıza ve Hutbeleri, Ankara
1991, s.136
10 Hâkimiyet-i Milliyye, 21 Şubat 1920
11 Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş VI, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1984, s.221
12 Önder Göçgün, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.7-10
13 Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran A., Mehmet Âkif’in
Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri - Mevıza ve Hutbeleri, Ankara
1991, s.177
14 Zekai Güner, Millî Mücadele Başlarken Türk Kamuoyu,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.173
15 Nasuhî Dede (Hasan Basri Çantay,” Ey Müslümanlar!
Esir Kardeşlerinizi Düşününüz”, Sebilürreşad, C.19,
S.472, Mart 1921, s.31-34
16 Önder Göçgün, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.9
17 Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, hzl. Mehmet Kaplan ve
diğerleri, İstanbul 1978, s.203-204.
18 Zekai Güner, Millî Mücadele Başlarken Türk Kamuoyu,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.174
19 Önder Göçgün, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.7- 10
25 Önder Göçgün, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.423
26 Muhittin Nalbandoğlu, İstiklâl Marşı’mızın Tarihi, Cem
Yayınları, İstanbul 1964, s.92
27 Sebilürreşad, 25 Teşrinisani (Kasım) 1336 (1920), c.18,
S.464, s.249-259; Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran
A., Mehmet Âkif’in Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri - Mevıza ve
Hutbeleri, Ankara 1991, s.155
28 Muharrem Ergin, Oğuz Kağan Destanı, Millî Eğitim Basımevi, 1000 Temel Eser Serisi, İstanbul 1970
29 Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran A., Mehmet Âkif’in
Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri - Mevıza ve Hutbeleri, Ankara
1991, s.153
30 Önder Göçgün, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.348
31 Nasuhî Dede (Hasan Basri Çantay,” Ey Müslümanlar!
Esir Kardeşlerinizi Düşününüz”, Sebilürreşad, C.19,
S.472, Mart 1921, s.31-34
32 Zekai Güner, Millî Mücadele Başlarken Türk Kamuoyu,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.173
33 Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran A., Mehmet Âkif’in
Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri - Mevıza ve Hutbeleri, Ankara
1991, s.159
34 Önder Göçgün, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.344
35 Önder Göçgün, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.418
36 Safahat, s. 332
37 İmam-ı Rabbanî, Mektubat, 155. Mektup; Mevlana
Celaleddin-i Rumî, Mesnevi.
38 Nasuhî Dede (Hasan Basri Çantay,” Ey Müslümanlar!
Esir Kardeşlerinizi Düşününüz”, Sebilürreşad, C.19,
S.472, Mart 1921, s.31-34
39 Nasuhî Dede (Hasan Basri Çantay,” Ey Müslümanlar!
Esir Kardeşlerinizi Düşününüz”, Sebilürreşad, C.19,
S.472, Mart 1921, s.31-34
40 Önder Göçgün, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.431
41 Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran A., Mehmet Âkif’in
Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri - Mevıza ve Hutbeleri, Ankara
1991, s.122
20 Cevdet Kudret, Örnekli Türk Edebiyatı Tarihi, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1995, s.23-25.
42 Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran A., Mehmet Âkif’in
Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri - Mevıza ve Hutbeleri, Ankara
1991, s.159
21 Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran A., Mehmet Âkif’in
Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri - Mevıza ve Hutbeleri, Ankara
1991, s.147
43 İ. Parlatır, N. Çetin, H. Sazyek, Recaizade M. Ekrem
Bütün Eserleri II, MEB, İstanbul 1997, s.301-302
22 İleri gazetesi, 23 Eylül 1338 /1922
44 “Manda Meselesi”, Sebilürreşad, 21 Ağustos 1335 /
1919, S.437-438, s.175.
103 •
İSTİKLÂL MARŞI
MEHMET ÖNAL
Doç. Dr.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal,
Hakkıdır, Hak’ka tapan, milletimin istiklâl!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım;
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Mehmet Önal, İstiklâl Marşı, Bilim ve Aklın
Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart 2011, ss. 102-124
• 104
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar.
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
MART 2011 - SAYI 133•
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
Rûhumun senden İlâhî, şudur ancak emeli;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hak’kın;
Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı!
O zaman vecdile bin secde eder varsa taşım;
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Fışkırır rûh-i mücerret gibi yerden na’şım;
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüda,
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl.
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
B
ir özge edîb, vakar ve haysiyet âbidesi
Mehmet Âkif Ersoy, sadece İstiklâl Marşı adlı eseri ile değil, Safahat adlı kitabı,
nesirleri, çevirileri ve bunlardan da müeessiri, şahsiyeti ile Türk tarihinin altın sayfalarında
yerini almış bir münevverdir. Onun özellikleri ve
vasıfları hakkında mütefekkir, dâvâ adamı, yazar,
şair, devlet adamı... gibi daha pek çok sıfat kullanmak mümkündür. Mehmet Âkif, çok çeşitli yönleri
ile milletimize ışık tutmuştur ve eserleriyle bizleri
aydınlatmaya devam etmektedir.
İstiklâl Marşı, Türk milletinin en büyük ve en
yaygın müşterek değerlerinden biridir. Çok farklı görüşleri paylaşan demokrasi yapısının içinde
bir millî mutabakat metni aranırsa, bunlardan biri,
belki de en çok kabul göreni, İstiklâl Marşı olacaktır.
Araştırıcılar, İstiklâl Marşı’nın değerini iki önemli başlık altında toplarlar: Tarihî oluşundan kay-
naklanan değeri ve edebî metin olarak muhtevâ,
şekil ve âhenk terkibindeki mükemmeliyet... Hiç
şüphesiz bu değer yargıları incelendiği zaman,
İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yıllarda Türk milletinin
çok önemli bir tarihî boğumlanmadan geçtiğine
işaret olacak birçok belge ve birikimle de karşılaşmaktayız. Türk milleti, bir var oluş, yok oluş
dâvâsında, alnının akıyla Kurtuluş Harbi’ni kazanmış; sağ selâmet çıkmıştır. Bu boğumlanmayı,
milleti ve devletiyle çözecek bir iradenin kararlılığı
da unutulmamalıdır. Mehmet Âkif gibi mütefekkirlerin, meseleleri coşku ve iman ile yorumlaması,
milleti ve devleti ile Türkiye Cumhuriyeti’ne büyük
bir ufuk açmıştır.
İstiklâl Marşı’ndaki tarihî ve estetik değer ölçütü birleştiği zaman ortaya öyle etkili ve fonksiyonel bir edebî değer çıkıyor ki, değer yargıları, edebiyat sınırını aşarak hayata aksediyor. Bir tefekkür, iman ve devlet ideali zemininde, bir milletin
yeniden doğuşuna şâhitlik ediyor. İstiklâl Marşı,
105 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Türkiye Cumhuriyeti için kutsal bir remiz olmakla
birlikte, bu metindeki teklifler, Türk milletinin tarihî
değerleri ve gelecek plânı ile birlikte bir terkip hüviyetine ulaşıyor.
İstiklâl Marşı’nın, klâsik bir kompozisyonun
giriş, gelişme, sonuç diyebileceğimiz mürettep
plânı, metnin tamamına hâkimdir: Birinci ve ikinci
kıt’alar giriş; üçüncü kıt’a - dokuzuncu kıt’a gelişme; onuncu kıt’a sonuç. Orta seviyedeki bir
okuyucunun, hattâ bir ilkokul öğrencisinin bile anlayabileceği genel takdim plânı, diğer yapı birimlerine inildikçe karmaşık bir hâl alır; satıhtaki kolay
anlaşılır mânâlar kaybolmaz ama usta okuyucunun hayâl dünyasını ve estetik seviyesini besleyecek bir mîr-i kelâm, bir kelâm-ı kibar özelliğine
bürünür.
Önce, basit ve kolay görülen bu genel yapı,
eserin diğer yapı birimlerine girildikçe, ilk bakıştaki sadeliği sehl-i mümtenî ile koruyan ama teferruat plânında, erbâbına, teknik bilgilerin ve yüksek
bir edebiyat birikiminin inanılmaz bir sadelik içinde ortaya konduğunu gösterir.
Baştan sona kadar esere hâkim duygusal ton,
bir heyecan çığlığı içinde okuyucuya ulaşır. Metnin
başarısı, kahramanlık ve müminlik terkibi ile vatan anlayışının bayrak sembolüne aktarılmasında
daha bir açık görülür. İfâdelerin anlatım tutumu,
yaşayan Türkçenin söz kalıplarındaki kahramanlık
ve heyecan unsurlarına bağlı olduğu gibi; klâsik
ve dînî metinlerin telkin ve tebliğ metotlarına da
paraleldir. İstiklâl Marşı’nın metni, modern retorik
teknikleri ile geleneksel belâgat ilminin bir terkibi
sayesinde estetik yoruma açılmaktadır.
Okuyucu, hiç hissetmeden modern demokratik yapının bağımsızlık ve hürriyet anlayışını bir
bayrak sembolü ile algılarken geleneksel yapının
Kur’ân-ı Kerîm, hadîs, tefsîr, meal üslûbuna ve divan edebiyatındaki o harikulâde mesnevî, gazel,
kasîde, kıt’a, tercî ve terkîb ifâdelerinin telmihlerine bağlanır. Varlık plânı ile duâ metinleri, günlük
ifâdelerdeki samimiyet ve vatan gündemindeki
• 106
heyecan unsurları, değişik mizaçtaki okuyucuları bir noktada toparlar. Bu yüzden farklı dünya
görüşündeki insanlar, metni okuyunca, bir vatan
müştereği ile kelimelerin geri plânındaki çağrışımları kabul eder.
İstiklâl Marşı’nın metni, edebiyat eğitimi içinde,
edebî bilgileri tâlim etmek üzere kullanılırsa, ortaya çıkacak bilgi aktarımı, pek çok metinden daha
verimlidir. Bir edebî metindeki kavram düzeyi,
MART 2011 - SAYI 133•
edebî tür tekniklerinin uygulanması, orijinâl yorumu, tarihî yapıyı aksettirmesi, edebiyat sanatının
teknik özelliklerini kolayca kullanması, bu didaktik yapının sehl-i mümtenî ile yaygın bir muhatap
kitlesine ulaşması ve estetik değerinden bir şey
kaybetmemesi, Türk edebiyatında Yunus şiirleri
ile ancak mukayese yapabileceğimiz bir karakter
taşır. Fuzulî’nin Su Kasîdesi’nde gördüğümüz lirik ve mânevî atmosfer ile Yunus şiirindeki sehl-i
mümtenî, destanlarda karşılaşılan kahramanlık
duygularına ve yüksek seviyedeki heyecan ortamına ulaşınca, İstiklâl Marşı’nın zemîninde yükseldiği kaynaklar hakkında da bir fikir edinmiş oluruz.
Estetik yapıyı, hikemî ve felsefî yorum ile erbabının
anlayacağı takdimler içinde düşünürsek, İstiklâl
Marşı’nı, Ziya Paşa’nın Tercî ve Terkîb-i Bend’i ile
Ahmet Hâşim’in hattâ Abdülhak Hâmid’in şiirleriyle, Necip Fazıl’ın veya Yahya Kemâl’in öz şiir
sayabileceğimiz örnek eserleriyle mukayese yapmak fırsatını yakalamış oluruz.
Mehmet Âkif’in birçok şiirinde görüldüğü gibi,
İstiklâl Marşı’nda da, bir romanın hacmiyle anlatılabilecek kurgusal bir yapı vardır. Bu kurgusal
yapının dokusu, Türk milletinin istiklâl mücadelesine giden tarihî şartların gerçekliği içinde, realist
bir romanın özelliklerini yoğunlaştıran bir ifâde
ile örülmüştür. İstiklâl Marşı’nın yazılma ihtiyacı,
işgâlci düşmanların Polatlı’ya kadar gelmeleri,
halkın fakr ü zarureti, vatan ve din mukaddesliği, kardeş olan Türk halkı, marş olarak incelemeye alınan metinler, Mehmet Âkif’e ulaşan teklif ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde eserin alkışlarla
ve büyük bir teveccühle kabul edilmesi... ve daha
birçok tarihî hadise, bu tarihî romanın tahlilinde
ortaya çıkan satırlara yansıyacaktır.
Metindeki muhtevâ kurgusu, bir sabah vakti,
şafakla birlikte başlar. Müslüman Türk halkının şafak vaktine verdiği ehemmiyet ile Türk ordusunun
savaşlarda şafak vakti cenklerine, güneş ile birlikte oluşan taarruzlara ne derece bir hassâsiyet
atfettiğine dikkat edersek, bu şiirin gerçek hayat
ile iç içe duran bir estetik kurguya ulaştığını anla-
yabiliriz. İstiklâl Marşı’nın hikâyesi, bir sabah vakti
şafakla başlar; millî mücadelenin mukaddesatı ve
Türk vatanının düşmanlardan temizlenmesi serüveni ile devam eder ve bir şehidin Türk bayrağında gördüğü istiklâl ve hürriyet duyguları ile sona
erer. Bu hikâyedeki varlık plânında insan anlayışı;
vatan ve din hususundaki hassasiyet; Allah inancındaki kavîlik, medeniyet yorumlarındaki isâbet,
vatan topraklarına olan bağlılık; şehitlik arzuları
ile İslâm inancının pekiştirilmesi; ülkemizin birliğini sağlayan ezan sesleri; sonunda millî birliğimiz,
istiklâlimiz, hürriyetimiz, vatanımız ve şehitlerimiz
ile kutsal bir terkibe ulaşır.
Mehmet Kaplan, İstiklâl Marşı’nın ele aldığı
değerleri şöyle sıralar: İstiklâl, hak, îman, vatan,
din... Kaplan’a göre “onları, Allah saklasın kaybedersek, şerefli bir millet ve insan olmaktan çıkar,
köle ve hayvan seviyesine ineriz. Bundan dolayı
bu kıymetlere sımsıkı sarılmamız ve her nesle onları aşılamamız lâzımdır1”.
Acaba İstiklâl Marşı’nda Mehmet Âkif, yukarıda zikredilen değerleri hangi kavram sınırlarında
yorumlamıştır? Bir başka ifâde ile İstiklâl Marşı’nın
bir kavram haritası çıkarılsa, ne gibi alt başlıklar
bulunabilir? Bu değerler çerçevesinde ele alınan
konuları bir kavram taraması şeklinde sıralarsak
şöyle bir liste elde edebiliriz:
İnsan, varlık, halk-millet-cemiyet, Allah, din,
vatan, bayrak, dünya, cennet, şehit, irfan, ahlâk,
dil, tarih, bilim, sanat, medeniyet, coğrafya ve ona
bağlı kozmik unsurlar, tabiat, maddî unsurlar, hasret, dostluk, düşmanlık, aile, sosyal hayat, eğitim,
idare, siyâset, ordu, savaş, diğer ülkeler, temsilî
kavramlar...
Bu kavramların örgüsünde, İstiklâl Marşı hakkında söz söyleyebilmek, sanıldığından daha zordur. Her bir mısraı sehl-i mümtenî ile örülmüş bu
metni, günlük hayatın hissiyâtı içinde anlamak
mümkün değildir. Milletimizin yaşadığı zor günleri,
şehitlerimizin çektiği sıkıntıları gönlümüzde duymadan onu anlamak ne kadar gerçekçi olabilir?
107 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
İstiklâl Marşı’nın açıklaması, koca bir kurtuluş
tarihimizin yeniden anlatılmasıdır. Mısraların geri
plânındaki gerçekler ve onların çağrışım zemîni,
Türk milletinin çektiği çileler ve gösterdiği kahramanlıklar üstüne kuruludur. Kaynaklarımızda,
metni ve metnin tarihî çağrışımlarını anlatan ve
şiirin genel yapısına bakan yüzlerce yorum vardır.
Biz, biraz da genç okuyucularımızı düşünerek, yer
yer evvelki kaynaklara atıflar yaparak, edebiyat
eğitiminde faydalı olacağını hissettiğimiz bir metot ile her bir kıt’anın tek tek ele alınmasını daha
doğru buluyoruz.
Birinci Kıt’a
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Önce kıt’anın ifâdesini kelime kelime düz cümleye çevirelim. Birinci kıt’a, bir nazım birimi olarak altı cümleyi barındırıyor: 1.cümle: Korkma. 2.
cümle: Yurdumun üstünde tüten son ocak sönmedikçe bu şafaklarda yüzen al sancak sönmez.
3. cümle: O benim milletimin yıldızıdır. 4. cümle:
Parlayacak. 5. cümle: O benimdir. 6. cümle: O,
ancak benim milletimindir. Bu altı cümle, Türkiye
Türkçesi’nin günlük konuşma dili içinde düşünüldüğü ve yaşanan tarihî şartlar değerlendirildiği zaman daha kolay anlaşılacaktır: Büyük Türk
milleti, korkma! Bir şafak vakti güneşi gibi göklerde süzülen ay yıldızlı bayrak, Türk milletinin son
âilesinde yanan son ocak sönmeden, göklerden
inmeyecektir. Anadolu’da tek bir Türk kalsa, devlet ve vatan kurtulacak; al sancak, Türk milletinin
bir yıldızı olarak hep parlayacaktır. Bayrağa kimse
göz dikemez; o benim ve benim milletimindir.
İstiklâl Marşı’nın ilk mısralarında bayrağa hitap
etmesi, çok mânidardır. Bayrak, istiklâli ve hürriyeti temsil eden en önemli remizlerden biridir. Her
ülke ve her devlet, bayrağı ile anılır. Bu sembol,
milleti ve devleti ile bölünmez bütünlüğün, ba-
• 108
ğımsızlık ve özgürlük zemininde sağlanmasına bir
işârettir.
Türk bayrağı, atalarımızın kanlarını temsil eden
kırmızı renk ile tabiata karşı gücümüze işâret eden
hilâl ve yıldızdan oluşmuş bir bütünlüktür. Bu bayrağın meydana gelişi, binlerce yılın birikimidir.
Asırların ilim ve irfanı, Türk an’anesi ve İslâm inancı, şehitlerimizin kanları ve ordumuzun kahramanlığı ile birleşmiş. Türk milletinin medeniyet anlayışını temsil makamında kırmızı zemin üstüne hilâl
ve yıldız sembolleri, atalarımız tarafından bayrak
olarak düşünülmüş.
“Korkma” hitâbı, tarihî kayıtlarda en çok tartışılan kelimelerden biri olmuştur. Hem vezninin
müşterek oluşu hem de “korkma”, “çatma” kelimeleri ile Fuzûlî’nin Su Kasîdesi’ndeki “saçma”
hitabıyla başlamasına telmih etmesi, bu kelimenin edebî mâzî ile uygunluk taşıdığını da gösterir.
Metnin yazıldığı tarihî şartlar ise, halkın nasıl bir
panik içinde olduğunu gerçekçi bir bakışla gözler
önüne serer. Hiç şüphesiz “korkma” hitâbı, Türk
milletine güven vermek, cesaretini pekiştirmek,
tarihte yaşadığı kahramanlıklara ulaştırmak isteğinin samimi bir yansımasıdır.
Türk milletine korkma denir mi? Türk milleti korkar mı? Bu soruların cevabını, Kurtuluş
Harbi’nin o tehlikeli dönemlerinde yaşadıklarımızı düşünerek bulabiliriz. Biz biliriz ki Türk milleti
korkmaz; ancak, vatanı tehlikeye girince çok büyük bir üzüntü ve endişe duyar. Medeniyetimizi,
bilim ve teknik ile yenileyemediğimiz için, atalarımız kadar çalışkan ve gayretli olmadığımız için,
koca Türk medeniyetinin geldiği Osmanlı döneminin son yılları, büyük kargaşalar ve çok kötü
yenilgiler devridir. İstanbul’daki yöneticilerimiz,
devletin İstanbul’dan değil Anadolu’dan kurtulması gerektiğini düşünmüşler. Aydınlarımız, bir
halk hareketi olmadan mahvolacağımızı anlamışlar. Devlet adamlarımız, Mustafa Kemâl Paşa ile
birçok genç subayımızı Anadolu’ya göndermişler.
Milletimizin kahramanlığına inanan, gönlü İslâm
ateşi ile yanan ve cumhuriyeti kurmaya azimli
MART 2011 - SAYI 133•
Anadolu halkı, başta Mustafa Kemâl olmak üzere
ordumuza destek vermiş, savaşa hazırlanmıştır.
Samsun’dan Amasya, Sivas, Erzurum, Ankara...
gibi merkezleri gezen Mustafa Kemâl Paşa, Anadolu’daki askerimiz, subaylarımız ve milletimiz ile
büyük bir dayanışma içinde çalışmıştır. İşgâl kuvvetleri, ordumuzun silahlarına el koymuş, Anadolu
halkının fakir ve perişan bir hâle gelmesine sebep
olmuştur. Bu şartlar içinde, Ankara’da meclis kurulmuş, hâkimiyet, saray ve padişahtan alınarak
meclis yoluyla millete devredilmiştir. Cenâb-ı
Hakkın yardımıyla, milletimizin fedakâr gayretleriyle, şehitlerimizin kanıyla Türk vatanı, büyük bir
mücadeleye girmiştir.
Mehmet Âkif, ünlü Balıkesir Paşa Camii’ndeki
(Şubat 1920) konuşmasından sonra İstanbul’a dönmüş ve Alemdağı güzergâhı üzerinden İnebolu’ya,
oradan Ankara’ya ulaşmıştır. Ankara’dan Konya’ya
ve sonra Kastamonu’ya giderek, halkı, Anadolu’da
kurulan hükümete bağlanmaya çağırmıştır. 25
Kânun-ı evvel.1336 / 25. Aralık. 1920’de yeniden
Ankara’ya dönen Âkif, birinci mecliste Burdur milletvekili olarak çalışmıştır. İşte bu vazife devam
ederken 17.Şubat.1921’de İstiklâl Marşı’nı yazmış
ve metin 12.Mart.1921’de Türkiye Büyük Millet
Meclisi tarafından kabul edilmiştir2. Bu tarihte savaş devam etmektedir. Top sesleri, Polatlı yakınlarından duyulmakta; Ankara ve Türk halkı sıkıntı
içinde, merakla beklemektedir. Büyük taarruz henüz yapılmamış; düşman orduları denize dökülmemiştir. Ordu silahsız, mühimmatsız, yiyeceksiz bir
hâldedir. Moraller bozuktur. Anadolu, cumhuriyet,
din, ırz, namus... tehlikededir. Bu şartlar altında
“Korkma” hitâbı, çok gereklidir.
İstiklâl Marşı, gerçek hayatla iç içe olduğu
gibi, tabiatla ve kozmik unsurlarla da bir bütünlük
içindedir. Daha ilk kıt’ada hayâllerin tabiatla nasıl
bütünleştiğine şahit oluruz. Sabah vakti, gökyüzü,
hilâl, yıldız, Türk ailesi (ocak) ve Türk milleti, bu
kıt’anın muhtevasını örer. Milletin son ferdi şehid
olmadan, son ocağı, son evi sönmeden bayrak
inmez! Gökte yıldızın, şafakta hilâlin dalgalanması
gibi Türk bayrağı, sonsuza dek dalgalanacaktır.
Sabah vakti, geleneksel medeniyetlerin anlayışına göre, kutlu bir zamandır. Hem erkenden
kalkıp bu dünyada işlerimizi düzenli ve verimli bir
şekilde yapmaya başlamamızı temsil eder ve hem
de şafakla birlikte Yüce Yaratıcı’nın birliğine imanı
kuvvetlendirir. Dünya ve ukbâ ideallerine bir remiz
olan şafak vakti, vatan ve bayrak kavramları ile bir
başka ilâhî hüviyete bürünür. Metnin ilk mısralarında zaman birimi olarak sabah vaktinin seçilmesi tesâdüf değildir. Gecenin karanlığı, vatanımızın
sıkıntılarını temsil eder ve kurtuluş, bayrağımız ile
birlikte düşünüldüğünde bir şafak vakti güneşin
doğuşu gibi algılanacaktır. Tabiat ve kozmik unsurların alegorisi ile çizilen bu tablo, ressamlara
vereceği ilham ile birlikte düşünüldüğünde, gayet
estetik ve bir o kadar da gerçekçi bir kompozisyona sebep olur.
Sabah, güneş, ay, gök gibi tabiat unsurları,
Türk milleti ve Türk Bayrağı ile birleştirildiğinde,
vatanımızın ve milletimizin, varlık plânında bütün
dünyanın en önemli muhataplarından biri olduğu
gerçeği ortaya çıkar. Türk milleti hesaba katılmadan bu dünyada hiçbir millet, hiçbir devlet, bir
tasarrufta bulunamaz. Tabiata muhatap olan Türk
milleti, bu kara günlerden kurtulup, aydınlık günlere ulaşacaktır. Mehmet Âkif’in mısraları, savaştan
sonrasını basîret gözü ile gören bir aydının erken
müjdesi olarak kabul edilmiştir. Bu müjde, aynı
zamanda bir tarihî hakîkatin de göstergesidir. Türk
milleti, tarihin pek çok karanlık dönemini, alnının
akı ile kapatmış ve zor durumlardan kurtulmuştur.
Yine kurtulacaktır.
İstiklâl Marşı metninin ilk kıt’asındaki muhtevâ
yoğunluğu, birkaç satıra sığacak birikimlerden
değildir. Burada ancak temsilî meseleler anlatılabilir. Muhtevâ yorumu için diğer kıt’aları da hesaba katarak, genel yorumlara ulaşmak gerekir.
Birinci kıt’ada, sancak / ocak / parlayacak /
ancak: -cak hecesi, üç harf benzeşmesi ile zengin
kâfiyedir. Sancak, isim; ocak, isim; parlayacak,
109 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
çekimli bir fiil; ancak, edattır. Birinci ve sonuncu
mısralardaki kâfiyeleniş, zengin kâfiyenin, tunç
kâfiye sayılan cinsindendir. Birinci, üçüncü ve dördüncü mısralardaki kâfiyelenişten evvel zikredilen
“-a-” sesleri, kâfiye âhengini pekiştirir. Kâfiyedeki
âhenk, geçmişte mukayyed kâfiye olarak bilinen
bir sağlamlığa ulaşır.
İstiklâl Marşı, klâsik edebî sanatlar ile donatılmış, söylendiği çağın gerçek hayatını anlatan bir
şiir olarak pek çok edebî sanatın kullanıldığı eşsiz
bir manzûm örgüdür. On kıt’asında birden sehl-i
mümtenî bulunur ki bu sözlerin söylenmesi kolay
zannedilir, basit bir ifadede kolaycık söylendiği
hissedilir ama incelenince hele bir nazîre yazmaya
kalkılınca her mısraın sanatlı, her cümlenin üzerinde çok düşünülmüş olduğu görülür. Yine şiirin tamamında îcaz denilen bir teknik vardır ki, az sözle
çok şey anlatmak sanatıdır.
Birinci dörtlük, edebî sanatların iç içe girmiş biçimiyle en yoğun kullanıldığı kıt’alardan biridir. Bu
dört mısrada ondan fazla edebî sanat vardır.
1. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al
sancak”. Korkma hitâbı, nidâ sanatına sebep olur.
2. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al
sancak”: “Al sancak” kelime grubu, sönmez fiiline bağlandığı için bayrak yerine kullanılan al sancak [= lamba, ocak, ateş] ilgisi ile düşünülmüştür.
Yanan veya ışık kaynağı olarak parlayan bir kelime
kullanılmamış, bayrak da denmemiş, onun yerine
al sancak kullanılmıştır. Kapalı istiâre sanatı ortaya çıkmıştır; aynı zamanda “dalgalanan al sancak” yerine “yüzen al sancak” ifâdesi kullanılması
da “al sancak” kelime grubuna bağlanan ikinci bir
istiâreye sebeptir. Bir üçüncü kullanım ise, bayrak
kelimesi yerine al sancak kelimesinin kullanımı,
bayrağın söylenmeyip onun renginin söylenmesi
mecâz-ı mürsel sanatını düşündürür.
3. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al
sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten
en son ocak”. Sönmez kelimesi, yok olmaz an-
• 110
lamında kullanılmıştır. Al sancağın sönmesi, onun
artık istiklâli temsil edememesi demektir. Kapalı
istiâre sanatı kullanılmıştır. “Bir ateş gibi yanan al
sancak”; “Bir ocak gibi / bir güneş gibi parlayan
al sancak” ifâdeleri söylenmemiş, onun olumsuzu
“sönmez” kelimesi ile ortaya konmuştur.
4. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al
sancak”. Yüzen kelimesi, “dalgalanan” sıfat fiili yerine kullanılmıştır. Al sancağın bir gemi veya
bir insan gibi denizde yüzmesi hayâl edilmiştir.
“Dalgalanan al sancak” yerine “yüzen al sancak”
ifâdesi, kapalı istiareye sebeptir. Çünkü benzetmenin ilgisi (yüzen) söylenmiş ama anlamda kuvvetli olan (yüzen) gemi veya (yüzen) insan gibi kelimeler zikredilmemiş onun yerine onlara benzetilen “al sancak” ve “yüzen” ifâdeleri kullanılmıştır.
Kapalı istiâre böylece ortaya çıkmış olur.
5. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al
sancak”. Şafak, denize benzetilmiş; “şafak” kelimesi, deniz kelimesi yerine kullanılmıştır; zira şafakta yüzülmez. Denizde, gölde, ırmakta, derede,
havuzda yüzülür. Anlam bakımından kuvvetli olan
ve “yüzülen yer” anlamındaki (meselâ) deniz gibi
bir kelime söylenmediği için “şafak” kelimesinde
de bir kapalı istiâre ilgisi düşünülmelidir.
6. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al
sancak”. Şafak ve al sancak kelimeleri, sabah
vakti şafakta doğan güneş gibi bayrağın dalgalanmasını düşündürür3. Burada güneş-bayrak
alâkası kurulur. Anlam bakımından kuvvetli olan
güneş söylenmediği ve al sancak zikredildiği için,
bu sancağın şafakta ortaya çıkması kapalı istiâre
sanatına sebep olur.
7. “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en
son ocak”. Birinci mısra ile anlam ilgisi bulunan
“sönmeden” kelimesi, ocağın sönmesi ve evin yıkılması anlamlarının her ikisini de düşündürür ama
asıl anlatılmak istenen uzak anlam dairesindeki
“evin yok olması, yıkılması, evdeki ağız tadının,
düzenin bozulması” anlamı kastedilmiştir. Tevriye ve kinâye anlam daireleri söz konusudur. Akla
MART 2011 - SAYI 133•
gelen anlamlardan biri mecaz biri gerçek anlam
olduğuna göre burada kinâye sanatı kullanıldığı
hükmü daha makuldür.
8. “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son
ocak”. Ocak kelimesi, Türk âilesini, âilenin oturduğu evi kasteder. Evin bir parçası veya âilenin bir
özelliği söylenmiştir; âile veya ev kelimesi söylenmemiştir. Parça bütün ilişkisiyle veya bir özelliğin
söylenip o özelliğe sahip kelimenin söylenmemesiyle mecâz-ı mürsel yapılmıştır.
9. “Sön-”, “o benim”, “milletimin” kelimeleri birden fazla kullanılmıştır. Anlamda vurgu ve
söyleyişte âhenk meydana getiren bu tekrarlarda
tekrir sanatı söz konusudur.
10. “O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak”.
Bayrak ve yıldız alâkası kurulmuş; bayrak, yıldıza
benzetilmiştir. “Yıldız gibi parlayan bayrak” anlamı
hatırlatılmış; “gibi” ve “bayrak” kelimeleri kullanılmamış; “yıldız” ve “parlamak” kelimeleri kullanılmıştır. Anlam bakımından kuvvetli olan kelime
söylenmiş ve o kelimenin anlam ilgisi, benzetme
yönü (parlamak) belirtilmiştir. Açık istiâre sanatı
düşünülmelidir.
11. Bir insanın veya topluluğunun “yıldızının
parlaması”, “ocağının sönmesi” asırlardır deyim
olarak kullanılmakta, özlü sözler içinde bir kelâm-ı
kibar mâhiyeti taşımaktadır. Bu yüzden, anlamı bir
deyim, tâbir veya mesel ile anlatmak demek olan
irsâl-i mesel sanatı ortaya çıkmaktadır.
12. “O benimdir, o benim milletimindir ancak” mısraında ifâdenin yarısında hem anlamın
yönü hem de sahip olan öznenin kendisi değişmiştir. İlk ifadede al sancak, şairin iken, burada bir
anlam kuvvetlendirmesine gidilmiş ve al sancağa
sahip olan öznenin “millet” olduğu ifade edilmiştir.
Bu yön değiştirmede iltifat sanatı düşünülebilir.
13. Kıt’anın tamamında farklı tenasüp gurupları kurulabilir: Sancak, ocak, yurt, millet; şafak,
yıldız, parlamak kelimeleri bu gruplara örnektir.
14. Sönmek-tütmek kelimelerinde birbirinin
zıttı anlamlar muhafaza edildiği için, bu iki kelimenin bir mısrada kullanılmasında tezat sanatı düşünülebilir.
İkinci Kıt’a
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal,
Hakkıdır, Hak’ka tapan, milletimin istiklâl!
Genel kompozisyonun giriş, gelişme, sonuç
basamaklarından giriş bölümüne âit olan bir ikinci
parça da şiirin bu ikinci kıt’asıdır. İlk iki kıt’a, bir
bakıma ifâdenin takdim bölümleridir. Bu iki kıt’ada
muhteva olarak da bütün metin özet hâlinde sunulur. “Korkma” ve “Çatma” kelimelerinin hem görev
hem de âhenk olarak birbirini tamamlaması, genel
kompozisyonun terkibinde önemli bir unsurdur.
İkinci kıt’a da birinci kıt’a gibi altı cümleyi barındırıyor: 1. Ey nazlı hilâl, çehreni çatma. 2. Kurban olayım. 3. Kahraman ırkıma bir gül. 4. Bu
şiddet ve bu celâl nedir? 5. Eğer bize gülmezsen,
dökülen kanlarımız sana helâl olmaz. 6. İstiklâl,
Hak’ka tapan milletimin hakkıdır. İkinci kıt’ada da
bayrağa hitap edilir. Ey nazlı hilâl, kurban olayım
çehreni çatma! Kahraman milletime gül, şiddet ve
öfke gösterme. Eğer kızar, öfkelenir, bize yüz çevirirsen sana dökülen kanlar helâl olmaz. Çünkü
Cenâb-ı Allah’a inanan milletimin hakkı istiklâldir
ve sen bu istiklâli temsil ediyorsun. Bir gelin gibi,
bir padişah gibi, güzel, etkili, azametli olan nazlı hilâl, bu kara günlerde çehresini karartmamalı;
kaşlarını çatmamalıdır.
Bu kıt’ada, hilâl / celâl / helâl / istiklâl kelimelerinde -lâl hecesi, üç harf benzeşmesi ile zengin
bir kâfiye örgüsü oluşturur. Kâfiyeyi kuran ilk ve
son harfler, hepsinde ön damak l’sidir. “hilâl” ve
“istiklâl” kelimelerindeki -i- tekrarları ile “celâl” ve
“helâl” kelimelerindeki -e- tekrarları, kâfiye sistemini kuvvetlendiren seslerdir.
111 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
İkinci kıt’anın edebî sanatları, birinci kıt’adaki
gibi güçlü ve etkilidir.
1. İkinci kıt’anın tamamında Türk bayrağına
seslenmektedir. Nidâ sanatı kullanılmıştır.
2. “Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı
hilâl”. Bayrak yerine hilâl kelimesini kullanmak,
mecâz-ı mürsel sanatını ortaya çıkarır. Hilâl,
Türk bayrağının üzerindeki bir sembol, bir şekil,
bir resimdir. Bu yüzden araştırıcılar parça-bütün
alâkası üzerinde durmuşlardır. Yaygın kanaate göre, bayrak-hilâl kelimeleri arasındaki anlam
bağı, parça-bütün ilişkisinde parçanın söylenmesi, bütünün kastedilmesi amacıyla kurulmuştur.
Birçok kaynakta hilâlin sembol olduğu kabul edilmiş ama neyi temsil ettiği konusunda farklı fikirler
yürütülmüştür. “İslâm’ın sembolü ve bayrağımızın
bir cüz’ü”4 olan hilâl kelimesi, “cüz’iyet-külliyet”
başlığında “zikr-i cüz, irâdeyi kül” grubunda değerlendirilen5 bu ifâde, mecâz-ı mürsel sanatına
sebep olur.
Bazı kaynaklarda bu tür kullanımlar “aktarma”
olarak isimlendirilmekte, Batı’nın retorik bilgileri
içindeki bir metotla yorumlanmaktadır. “Hilâl” kelimesinin kullanımı, bizim mecâz-ı mürsel sanatı
dediğimiz aktarma tekniğinin, -bu bakış açısına
göre- deyim6 veya ad aktarması grubuna girmektedir. Doğan Aksan’a göre, hilâl kelimesinin
aktarma olmasının asıl sebebi, hilâl kelimesiyle
kast edilen bayrağın, insana özgü niteliklerle ele
alınmasıdır. Bize göre, bu husus, üçüncü maddede ele aldığımız teşhis sanatı ile yorumlanmalıdır;
zira, hilâlin bayrağı temsil etmesiyle, bayrağın insana has özellikler taşıması, bir mısra içinde inşâ
edilen farklı farklı sanatlardır.
3. “Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı
hilâl / Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu
celâl”. Bayrağın nazlı olması, gülmesi, hiddetlenip
celâllenmesi, bayrak ile insan arasında bir bağ
düşündürür. Kişileştirme yapılmıştır. Bu teşhis sanatı, insanın birkaç özelliğini dile getirir.
• 112
4. “Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu
celâl”. Bayrağın şiddeti, celâllenmesi ile vatanımızın hâli arasında bir münasebet vardır. Vatan
zor durumdadır, millet perişandır, devlet yıkılmak
üzeredir ve bayrağımız öfkelidir. “Ne bu şiddet bu
celâl söyleyişinde hem öfkeyi görüp hem de öfkenin sebebini anlamayan bir insan durumundadır.
Bayrağının hayâl edilen öfkesinin sebebini anlayıp bunu anlamazlıktan gelmek, tecâhül-i ârifâne
sanatına delalet eder.
5. “Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu
celâl”. Türk milletinin kahramanlıkları hatırlatılır,
tarihten gelen bilgiler çağrıştırılır. Telmih sanatı,
millî ve dinî yönden Türk milletinin azametini düşündürür.
6. “Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra
helâl”. Kanın helâl olması, yine bir kelâm-ı kibar
makamıdır; irsâl-i mesel sanatı düşünülebilir.
7. “Hakkıdır, Hak’ka tapan, milletimin istiklâl”.
“Hak” kelimesinin iki defa kullanılması ve birbiri ile
çeşitli anlam ilişkileri kurması, bazı farklı yorumlara sebep olur: Önce ses kullanımı bakımından
düşünürsek, günümüzde “Hak” kelimesi farklı
anlamları olan bir kelime durumundadır. Günümüzün (Saussure’den alınan eş zaman-art zaman
yorumundaki) eş zamanlı bakış açısına göre Hak:
Müktesep yahut Mevhîbe... ve Hak: Yaratıcı anlamlarıyla cinas sanatı akla gelebilir; ancak, bu
kelime aynı kökten gelen iki ayrı kelime olarak
düşünülürse iştikak sanatı yorumu ile vasıflandırılabilir. İştikaka sebep olan kelime “Hak” telâffuzu
ile aynen tekrar edildiği için tekrir sanatı da gündeme gelir. Mısra takdimindeki sıraya göre, ikinci
“Hak” kelimesi hem adalet ve doğruluk, hem de
yaratıcı anlamlarını çağrıştırdığı için tevriye izlenimi vermektedir. Bu noktada iki gerçek anlamın
kullanıldığı ama onlardan biri olan “Yaratıcı” anlamının öne çıktığı ve bu anlamda da “Her şeyde hak sahibi, bu hak sebebiyle varlık ve yokluk
mülkünün sahipliğine mutlak hak ile mütenasip,
adaletli Yaratıcı” vasıflarına eriştiği görülebilir.
MART 2011 - SAYI 133•
on cümle tertibi ortaya çıkar. Bunların önemli bir kısmı birleşik cümledir: 1. Ben ezelden beridir hür
yaşadım. 2. Hür yaşarım. 3. Hangi
çılgın bana zincir vuracakmış? 4.
Şaşarım. 5. Kükremiş sel gibiyim. 6.
Bendimi çiğnerim. 7. Aşarım. 8. Yırtarım dağları. 9. Enginlere sığmam.
10. Taşarım.
Ben, zamanın başladığı andan
beri hür yaşadım, hür yaşarım. Beni
esir edecek, bana zincir vurmayı isteyecek insan bir çılgın, bir delidir.
Ben ona şaşarım çünkü kimse bana
zincir vuramaz. Aslan gibi kükreyen
sellere benzerim. Bu seli hiçbir bend
sınırlayamaz. Ben bütün engelleri
çiğner, aşarım. Dağları yırtarım, engin derinliklere sığmaz, taşarım.
Bu mısraın telmih sanatına sebep olduğunu
söyleyen araştırıcılara göre, “Hakkıdır, Hak’ka tapan, milletimin istiklâl” ifâdesi, Kur’ân-ı Kerîm bazı
âyetlerine atıfta bulunmaktadır. Bunlardan biri; “...
zafer, ancak Azîz ve Hakîm olan Allah’tandır.” [Âl-i
İmrân, 126. âyet]7.
Üçüncü Kıt’a
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım;
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Bu kıt’adaki mısraları düz cümlelere çevirince
Heyecan unsurunun hâkim olduğu ilk üç kıt’ada, kısa cümleler
ile şiddeti gitgide artan bir duygu
yoğunluğu görüyoruz. İfâdenin anlatım tutumunda, haklı insanların
hem heyecanı, hem de şaşkınlığı
hissedilmektedir. Soru cümlelerinin
çokluğu ve olumlu düz cümle ile
anlatılamayacak heyecan ifâdeleri,
haklı insanın ruh hâline bir işârettir ve haksızlığa
tepkinin bir derecesini anlatır. Böylece bu kıt’anın
karakteristiği ve diğer kıt’aların heyecan dozundaki yüksekliği, bir nebze olsun ifâde edilmiş olur.
Târih ve tabiatın, bir milletin kahramanlığına
şahit tutulması, istiklâl mücadelemize dâhil olan
tarih ve tabiat temlerinin heyecan unsurlarına vesile olması, ayrıca dikkate şâyan bir durumdur.
Kâfiyeler yine mukayyeddir. yaşarım / şaşarım
/ aşarım / taşarım: Ses tekrarı ve ses benzeşmesi “aşarım” sesleri ile kurulmaktadır. İlk akla gelen
kâfiye yapısı, “-aşa-” sesleri ile zengin olarak inşâ
edilmiştir. Yaygın kâfiye çözümüne göre kelime
113 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
köklerine gidilerek yaşa-, şaş-, aş-, taş- fiilleri ile
düşünülürse dört kelimede ortak olan kullanım,
“rım” sesleridir. -r, geniş zaman eki; -ı, yardımcı
ünlü; -m, birinci tekil şahıs ekidir. Bu yaygın kabule göre -rım sesleri, redif yoluyla kâfiyelenmiştir.
Ancak bu kıt’ayı, kâfiye ile değil, redif ile âhenge
bağlamak hükmünde bir zayıflık olacaktır. “yaş “
kökünden, -a isimden fiil yapma eki ile türetilen
“yaşamak” fiili “yaşarım” çekimli kullanımıyla diğer üç kelimenin ortak yapısına (fiil + ar + ı + m)
uyum sağlamış, böylece “aşarım” hecelerindeki
6 sesin tekrarı ve benzeşmesi, kuvvetli bir âhenk
yapısı oluşturmuştur. Bu yapı sadece redifli yapılar grubuna giremez; zira 6 ses tekrarının altısı da
redif değildir. Eğer “-aşa-” sesleri kâfiye sayılırsa,
birinci -a- seslerinin son üç mısradaki kullanımlarında bir redif ihtimâli, “-aşa-” seslerinin zengin kâfiye özelliğini zayıflatacaktır. Kelimelerdeki
ikinci “a”ları ek sayarak onları redif olarak kabul
etsek; ve kâfiyeyi “aş” harflerinden yolu çıkarak
tam kâfiye olarak tespit etsek ilk mısradaki “-a”
isimden fiil yapım ekinin fonksiyonu, bu kabûlü
çürütecektir. Belki mesele sadece bir isimlendirme problemidir ama yaygın isimlendirmenin bozulması, değişmesi, müşterek terimleşmeyi zaafa
uğratacağı için, isimlendirmede çok dikkatli olunmalıdır. Bu gibi örneklerle de görüldüğü üzere,
son asırlardaki kâfiye yapılanmasının çözümünde
kullandığımız (yarım, tam, zengin, tunç, redifli, cinaslı) kâfiyeleniş isimlendirmesi, eksiktir; son asırlar içinde görülen şiirlerimizi bütünüyle ihtiva etmemektedir. Veya kâfiyelerin tanımında bir eksiklik söz konusudur. İstiklâl Marşımızın kâfiyelenişi
bile, görüldüğü gibi, eldeki yaygın sisteme göre
çözülemiyor. Eldeki sistemle çözmeyi denediğimizde, 6 seslik çok kuvvetli bir sistemi, iki yahut
üç sese indirerek, kâfiye hükmünde bir zayıflık
oluşuyor. Öyleyse, divan edebiyatındaki revî sistemi ile modern şiirimizin örneklerinden hâsıl olacak yeni sistemler terkip edilmeli ve ihtiyaca cevap veren bir kâfiye çözümü bulunmalıdır.
Bu kıt’ada, edebî sanatlardaki yoğunluk devam eder.
• 114
1. “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür
yaşarım” mısraında, Orta-Asya’dan başlayıp Anadolu’ya varıncaya kadar hür yaşamış,
istiklâline düşkün Türk milletinin kahramanlıklarına işâretle telmih sanatı kullanılmıştır.
2. Bu kıt’ada baştan sona kadar kullanılan
“ben” zamiri, hem şairin şahsını hem de milleti
ifâde etmektedir. İki anlam da, kıt’a için geçerlidir
ama asıl vurgulanan anlam Türk milletidir. Tevriye
düşünülebilir. Aslında tevil ve günümüzdeki anlamıyla az bir yorumla, bu sanatın istihdam karakterli bir tevriye olduğunu söyleyebiliriz. Âkif’in
rûhu ve şahsı hesap edilirse, bu vasıflar İstiklâl
Marşı şairi için de geçerlidir; Türk milletinin târihî
ve mânevî şahsiyeti için de geçerlidir. Bu istihdamın metinde delâleti yoktur ama Âkif’in biyografisinde bu bilgi bulunabilir.
3. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım”. “Çılgın” kelimesi, “Çılgın gibi hareket eden
düşman askeri/ordusu” olarak düşünüldüğünde
açık istiâre sanatının varlığına sebeptir.
4. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım”. “Zincir vurmak”, “esir etmek” demektir.
Dolaylı bir anlatımla, esâret hâlini, onun bir sembolü kabul edilen “zincir vurmak” deyimi temsil
eder. Bu kullanış, mecâz-ı mürsel sanatının örneklerindendir.
5. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış?...”.
Soru sorulmuş cevap istenmemiş, beklenmemiş,
soru anlamlı bir cümlenin olumsuz anlamına karar
verilmiş. Önce istifham sanatı akla gelir. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış?” cümlesi, “Hiç
kimse bana zincir vuramaz”, cümlesine eşittir.
6. “Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım”. “Kükremiş sel” sıfat tamlamasında iç içe
girmiş birkaç sanattan söz edilebilir. “Kükremiş
sel gibi olan insan/millet” ibâresinde teşbih yapılmıştır. Sel’in kükremesi, sel-aslan ilişkisi yoluyla,
aslan kelimesi kullanılmadığı için kapalı istiâre
kullanımını ortaya çıkarır.
MART 2011 - SAYI 133•
7. “Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım”. Dağların yırtılması, mısradaki mübâlağa
sanatına işaret eder. “Taşarım”, bir evvelki beyitte
bulunan istiârenin devamıdır. Dağların yırtılması,
az bir zorlamayla Ergenekon Destanı içindeki, demir dağlarının aşılmasına telmih edilebilir.
8. Birinci, ikinci ve üçüncü kıt’adaki hitâbın
yönü bakımından, üç kıt’ada birden kullanılan iltifat sanatıdır ki8, hitabın yönü muhataptan muhataba, muhataptan gâibe çevrilir ve fiillerin sigaları (kipleri) her seferinde değişikliğe uğrar. Sözün
hitâbı, marşın birinci kıt’ası Türk milletine, ikinci
kıt’ası Türk Bayrağı’na ve üçüncü kıt’ası da şairin
kendisine yönelmiştir. Bu hitaplar sırasında fiillerin
çatıları, kipleri ve dolayısıyla muhatapları değişir.
Dördüncü Kıt’a
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar.
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Bu kıt’ada, iki uzun iki kısa karakterli dört cümle kullanılmıştır. 1. Garbın âfâkını sarmışsa çelik
zırhlı duvar, benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. 2. Ulusun. 3. Korkma. 4. Medeniyet
dediğin tek dişi kalmış canavar, böyle bir imanı
nasıl boğar?
Yurdumuzu işgâl eden Batılı devletlerin kendi
sınırlarında çelik zırhlı duvarlar meydana getirecek
yüksek bir teknik varsa benim de o tekniği aşacak
ve düşmanlara karşı koyacak iman dolu göğsüm
gibi sınırlarım vardır. O sınırlarda göğsü imanla
dolu Mehmetçikler vardır. Zulüm medeniyetinin
temsilcisi olan Batılı devletler, tek dişi kalmış bir
canavar gibi ulumaktadır. Bırak ulusun. Ey milletim, sakın korkma. Tek dişi kalmış bir canavara
benzeyen şu Batılı medeniyet, insanlara zulüm
eden bu düşman kuvvet, senin imanı nasıl boğabilir? Elbette boğamaz.
Kıt’anın, “duvar / var / boğar / canavar” ke-
limeleriyle kurulan kâfiye yapısında, ilk bakışta
“-ar” seslerinin tam kâfiye oluşturduğu hükmü,
yaygın olarak kabul görecektir. Okullarımızda, bu
düzen kullanılmaktadır ve bu dörtlükte popülist
bir yaklaşımla, “-ar” sesleri tam kâfiyedir, diyerek
kâfiye meselesini hâlletmek mümkündür; ama
“-v-” sessizlerini ve bu üç “-v-” sessizine göre
“-ğ-” sessizini düşünen bir incelemeciye, “-ar”
dan başka bir ilişki düşünme, denilebilir mi? Belli
ki, “-v-” harfinin benzeşmesi, zengin kâfiye oluşturacak; (göğercin-güvercin; göğermek-gövermek; soğuk-sovuk; döğmek-dövmek...) kelimelerinin seslerinde gördüğümüz üzere, “ğ” ve “v”
çağrışımları, birbirini destekleyecektir.
Bununla birlikte ikinci mısradaki “var” kelimesi, birinci ve dördüncü mısralarla tunç kâfiye
denilen bir kâfiyeleniş özelliği de taşımaktadır.
Günümüzde tunç kâfiye ile zengin kâfiye alâkası
henüz çözülememiş bir problemdir. Bu kıt’adaki
kâfiyeyi “-ar” sesleriyle tam kâfiye olarak bulmak
mümkündür ama ikinci derecedeki âhenk özelliklerini de bir kâfiye problemi olarak düşünmek
zorundayız.
Bu dörtlükteki edebî sanatlar için şunları söyleyebiliriz:
1. “Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar”.
Garp kelimesi, bütün Batı devletlerini ve özellikle bizimle savaşan düşmanları temsil etmektedir.
“Garbın âfâkı”, Batı devletlerinin ufukları olarak
düşünülmekle birlikte, bu ufukların “sınır” hatları
olarak kullanıldığı da akla gelmektedir. Dolayısıyla
hem “garb = Batı’daki devletler”, hem de “garbın âfâkı = Batı’daki devletlerin sınırları” anlamları
içinde, iç içe girmiş iki mecâz-ı mürsel sanatı ortaya çıkmaktadır.
2. “Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar”.
“Çelik zırhlı duvar”, Batı devletlerinin sınırlarındaki teknik güç, koruma kalkanları ve silahlar olarak
düşünüldüğünde açık istiâre yapıldığı anlaşılır.
Bu sanatı şöyle anlatabiliriz: Çelik zırhlı duvar [anlam bakımından kuvvetli benzetilen kelime grubu]
115 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
/ gibi [benzetme edatı] / zor aşılan [benzetmenin,
hayâlin anlam ilgisi] / sınır [anlam bakımından zayıf benzeyen kelime].
3. “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var”. “İman dolu göğüs gibi serhad” bütün
unsurları tamam olan bir teşbih’tir. Bu teşbihin
benzetme yönü, anlam bakımından kuvvetli olan
“göğüs” kelimesinin sıfatıdır. Sınırlar, iman ile dolu
göğüslere benzetilmiş ve burada tevil ve yorum
ilmi bakımından şöyle bir tefsir yapılabilir: Vatan
toprakları imanlı bir insan vücûdudur ve onun sınırları da o şahsı mânevînin imanlı göğsüdür. Bu
mısrada açık olmamakla birlikte gizli bir teşhis ve
buna bağlı olarak “serhad = imanlı insan” anlam
ilgisiyle gizli bir kapalı istiâre düşünülebilir.
4. “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar” mısraındaki ilk kelimenin anlamı, birçok kaynakta tartışılmıştır. “Ulusun” kelimesi, “yücesin,
büyüksün” ve bir canavar, bir köpek gibi ulumaktan, “bırak, canavar ulusun” anlamlarına geldiği
zikredilmiştir. Kıt’anın anlam akışına ve anlatım
tutumuna göre bu kelime, bir sonraki mısrada
ortaya konan “canavar” ile birleştirildiğinde “canavar gibi ulumak” anlamı kuvvet kazanmaktadır.
Bu konuda Mehmet Kaplan hocamızın kanaatine
uyarak, ulusun kelimesini Mehmet Âkif’in canavar
ile birlikte düşündüğünü söyleyebiliriz. Mehmet
Kaplan’a göre, Âkif, “medeniyet dediğin tek dişi
kalmış canavar, bırak, varsın ulusun, onda artık
korkulacak bir taraf kalmamıştır”9, demek istiyor.
İlmî teâmül açısından doğru olan, iki mısraın konteksti bakımından “ulumak” anlamının öne çıkmasıdır. Eş zamanlı dilbilim açısından ise “ulusun”
kelimesinin, okuyucu zihninde bugün uyandırdığı
çağrışım dikkate alınmaktadır. Bu kelimeyi, hem
“yücesin”, hem de “ulumaktan ulusun, haykırsın,
nâra atsın” gibi anlamlarıyla düşünenlere göre bu
mısrada tevriye vardır. Bu hükmü ihtiyatla karşılamak gerekir.
5. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış cana-
• 116
var” mısraında bütün unsurları tamam bir teşbih
vardır. Medeniyet, tek dişi kalmış bir canavara
benzetilmiştir. Mehmet Âkif’in, medenî diye bilinen Batı devletlerinin zulmüne karşı ortaya koyduğu bu serzeniş, daha önce söylediğimiz gibi,
O’nun medeniyete karşı oluşundan değil, medenî
teknik ve cihazlarla haksızlık yapılmasına karşı
olmasından ileri gelmektedir. Mehmet Kaplan,
medeniyetin tek dişi kalmış canavara benzetilmesinde gizli bir alay olduğu, bir küçümseme bulunduğu kanaatindedir.
Beşinci Kıt’a
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hak’kın;
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bu kıt’a, yine bir hitap cümlesi ile başlar. Bu ve
diğer cümleler şöyle tespit edilebilir: 1. Arkadaş.
2. Yurduma alçakları uğratma sakın. 3. Siper et
gövdeni. 4. Bu hayâsızca akın dursun. 5. Hakk’ın
sana vaat ettiği günler doğacaktır. 6. Kim bilir? 7.
Belki yarın, belki yarından da yakın (bir zamanda
doğacaktır).
Bu sözler başlı başına bir vecize ve irsâl-i mesel olarak yıllardır aydınlarımız tarafından kullanılmaktadır. Arkadaş diye hitap edilen, Türk milletinin
her bir ferdi, özellikle Türk Askeri Mehmetçik’tir.
Mehmetçiğe şehit olma teklifi yapılmaktadır. Bir
evvelki kıt’ada bahsi geçen çelik zırhlı duvarlarla
gelen Batılı düşman silahlarına gövdeyi siper etmek, ölmek, şehit olmak demektir. Bu sesleniş,
Mustafa Kemâl Atatürk’ün “Ben size savaşmayı
değil ölmeyi emrediyorum!” hitâbına çok yakın
bir söyleyiştir. Hak’kın va’dettiği gün, vatanın kurtulması, milletin selâmet bulması ve askerimizin
şehit olarak cennete kavuşmasıdır. “Belki yarın,
belki yarından da yakın” ifâdesi, haklı dâvâsı olan
güvenilir bir ferdin sözü kıvamında çok güven verici, askeri cesâretlendirici bir sözdür.
MART 2011 - SAYI 133•
Mısra sonlarındaki “sakın / akın / Hak’kın / yakın” kelimelerinin son hecelerinde bulunan “-kın”
harfleri, zengin kâfiye oluşturur. Bu zenginlik, dört
kelimenin bulunan ilk hecelerinde bulunan “-a-”
sesleriyle daha da kuvvetlendirilir. Kâfiye çözümünde “akın” seslerinin zengin kâfiyeden de kuvvetli bir mukayyed kâfiye oluşturduğu görülür;
ancak “Hak’kın” kelimesinde, Arapça bir kuralın
ortaya çıktığı ve “k” harfinin, kelime, ünlü ile başlayan bir ek aldığı zaman, ikileştiği görülür. Bu kural, müzikalitede bulunan “akın” tekrarını, üç darbe ile sürdürmekte, dört darbeye çıkışı önlemektedir. Kâfiye “-kın” sesleridir diyenler, bu konuda
var olan kuralı yürütmektedirler ve ma’zurdurlar.
Ancak bu engel, estetik açıdan kötü mü olmuştur,
iyi mi olmuştur? Bunu ölçemeden, monotonluğu
kırmak konusunda bir değişimin farklı bir tad verdiğini düşünmeden, dört seslik bir benzeşmeyi,
üç sese indirgeyen bir sistemin yeterli olduğundan bahsedilemez.
4. “Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın”. “Belki” ve “yarın” kelimelerinin tekrarı, tekrir
sanatına işâret eder.
Kıt’anın edebî sanatları için şu tespitleri yapabiliriz:
Kıt’anın düz cümlelere çevrilmesi, yedi ayrı
cümleyi gösteriyor: 1. Bastığın yerleri toprak diyerek geçme. 2. Tanı. 3. (Toprağın) altında yatan binlerce kefensiz şehidi düşün. 4. Sen şehit oğlusun.
5. Atanı incitme. 6. Yazıktır. 7. Dünyaları alsan da
bu cennet vatanı verme.
1. “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın”. Arkadaş hitâbında ve “sakın” ünleminde
pekiştirici bir biçimde nidâ sanatı görülmektedir.
“Arkadaş” kelimesi, hem bir insan hem de Türk
Ordusu’nun bir askeri, bir savaşçısıdır. Arkadaş
kelimesi ile Türk Ordusu’na seslenen şair, nidâ
sanatı içinde mecâz-ı mürsel diyebileceğimiz bir
anlam sanatı oluşturmuştur.
2. “Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca
akın”. “Bir hayâsız akın gibi ortaya çıkan düşman
saldırısı” hayâlinde, anlam bakımından kuvvetli olan “hayâsızca akın” söylenmiş, “düşmanın
hücûmu, saldırısı” söylenmemiştir. Açık istiâre
yapılmıştır.
3. “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın”.
Yaratıcı’nın söz verdiği günler, Kur’ân-ı Kerîm’de
inananlara va’d edilen müjdelerdir. Kur’ân-ı
Kerîm’in inananlara zafer sözü verdiği âyetler ile
bu müjdelerini hatırlatmak telmih sanatı ile izah
edilebilir.
5. “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
/ Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın / Doğacaktır sana va’dettiği günler Hak’kın / Kim bilir,
belki yarın, belki yarından da yakın. Dört mısraın
arka arkaya bir kahramanlık hitâbı üslûbunda ve
özellikle kalın ünlüler ve sert ünsüzler ile orduya
savaş teşviki içinde söylenmesiyle cezâlet sanatı
ortaya çıkmıştır. Bu söyleyiş, ilk mısraın üslûbunda
daha belirgindir10.
Altıncı Kıt’a
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Hitap üslûbuyla, milletin her ferdine, arkadaş seslenişinin kıvamında Mehmetçiğe yönelen
ifâdeler devam ediyor. Bu dörtlüğün öne çıkan
kavramı “vatan”dır. Vatanımızı, yaşadığımız toprakları tanımak gerekir. Bu yerler, bir toprak değil, kanlarımızla sulanan, atalarımızın kanlarıyla
vatan olan topraklardır. Vatan; din gibi, Hak gibi,
âile gibi, bayrak ve istiklâl gibi mübarek, kutsal bir
değerdir. Bu değere ulaşmamızda emeği geçen
şehitlerimiz, bu toprakların altında yatmaktadır.
Onları düşün. Sen o şehitlerin oğlusun. Yanlış yapıp atanın rûhunu, hâtırasını incitme. Dünyanın en
kıymetli hazinelerini de alsan, cennete benzeyen
bu vatanı kimselere verme.
Birbirini takip eden mısra sonlarındaki “tanı
/ yatanı / atanı / vatanı” kelimeleri, tunç kâfiye
117 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
oluşturur. “tanı” sesleri, her dört mısrada da tekrar
edilmiştir. Son üç mısrada fazladan -a sesi benzeşmesi ile âhenk kuvvetlendirilmiştir.
Edebî sanatları ise;
1. “Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı”.
“Kefensiz yatan” kelime grubundan kast edilen
mânâ, şehitlerdir. Şehit denmeyip, onun bir özelliği söylendiği için ve dolaylı bir anlatım görüldüğü
için mecâz-ı mürsel ilgisi düşünülebilir; ayrıca,
şehitlerin kefensiz gömüldüğünü hatırlatmakla
telmih sanatı yapılmıştır.
2. “Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı” mısraında “cennet vatan” kelime grubu, “cennet gibi güzel vatan” kuruluşuyla sadece benzeyen ve benzetilen kelimelerle yapılanmıştır. Bu
teknik, teşbih-i beliğ sanatını oluşturur.
3. Bu kıt’ada, diğer kıt’alarda olduğu gibi,
tenâsüp grupları bulmak mümkündür. Toprak,
vatan, cennet, şehit kelimelerinde tenâsüp ilgileri
görülür.
Yedinci Kıt’a
tam kâfiye diyebiliriz. Şüheda, Hüda, cüda kelimeleri, kendi arasında “-ü-” sesi ile âhengi kuvvetlendirmektedir. Aynı pekiştirme, feda, şüheda
arasında “-e-” sesi ile yapılır.
Kıt’ada, istifham, teşbih, mübalağa, tekrir sanatları kullanılmıştır.
1. “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki
feda?” mısraında soru sorulmuş, cevap beklenmemiş, soru içinde olumsuz cevabın verilmesini
engelleyen bir hüküm ifâde edilmiştir. İstifham
sanatı. Cennet vatan ifâdesinde teşbih-i beliğ
tekrar edilmiştir.
2. “Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda”
mısraı, mübalağa sanatının en tabiî örneklerinden
biridir. Müslüman Türk milleti için, vatan topraklarının her karışında şehit kanı olması, toprağın
içinden şehitlerin fışkıracak gibi durması, doğaldır, normaldir, doğrudur. Bu mısra ve bu sanatla,
Mehmet Âkif’in, halkı çok iyi tanıdığı ve onlar gibi
inandığı ortaya çıkmaktadır. İfâdenin doğallığına
bir sebep de Âkif’in inançlarındaki samimiyetidir.
Şüheda tekrarı, tekrir sanatını ortaya çıkarır.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Sekizinci Kıt’a
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda!
Ruhumun senden İlâhî, şudur ancak emeli;
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli
Kıt’adaki ifâdeleri, üç cümlede toplayabiliriz: 1.
Bu cennet vatan uğruna kim feda olmaz? (Herkes olur). 2. Toprağı sıksan içinden şehitler fışkırır. 3. Hüdâ, canımı ve bütün sevdiklerimi alsa da
beni bu dünyada vatanımdan ayrı yapmasın. Bu
kıt’ada, vatan kavramının yorumu devam ediyor.
Şehitlik, her Türk’ün dileği olmuş, toprağın her
köşesinden şehitler gömülmüş. Bu hayâlde, bir
mübalağanın herkes tarafından kabul edilen doğal bir anlama transfer edildiği görülür. Şehitler,
vatanlarını, kendi nefislerine tercih etmektedirler.
“feda / şüheda / Hüda / cüda” kelimelerindeki
“da” seslerinde, iki harf benzeştiği için bu örgüye
• 118
Madde ve mânâ bütünlüğü içinde olan insan,
maddeden sıyrılmış, mânâya yükselmiştir. Bu
kıt’ada Cenâb-ı Hak’ka duâ eden, şairin rûhudur.
Vatanımızın, özellikle mâbedlerimizin yabancı eller
tarafından kirletilmemesi duâsı, ezanın şehadetleri ile tamamlanır. Ezanlar, her gün beş defa bu milletin İslâm inancına şehadet eder. Bunun yanında
Ezân-ı Muhammedî okunduğu zaman, metin içindeki “Eşhedü enlâ ilâhe illallah” ve “Eşhedü enne
Muhammeden resûlullah” ifâdeleri de dinî literatürde şehadet olarak vasıflandırılır. Bu iki cümlenin Türkçe anlamı şudur: Ben şahitlik ederim ki
MART 2011 - SAYI 133•
Allah birdir ve şahitlik ederim ki Hz. Muhammed
(SAV), Allah’ın resûlüdür. Bu iki cümlenin, dinin
temeli olması, İslâmiyet’i kabul eden bir insanın
bu sözleri söylemesine atıftır. “Kelime-i şehâdet”
diye de anılan bu sözlerin, dil ile ikrarı ve kalp ile
tasdiki, müslüman olmak için ilk şarttır.
Bu dörtlükte kullanılan “emeli / nâ-mahrem eli
/ temeli / inlemeli” kelimelerinde -emel- sesleri,
zengin (mukayyed) bir kâfiyedir. Son mısra hariç,
ilk üç mısrada, mısra sonu -i’ler rediftir; üçüncü
şahıs iyelik eki olarak bir isim tamlamasının tamlanan kelimesinde kullanılmışlardır. Birinci ve üçüncü mısralarda -i iyelik ekinin bulunduğu tamlama
belirtili; ikinci mısrada belirtisizdir. “İnlemeli” kelimesinin sonundaki -i, -meli -malı gereklilik ekinin
bir parçasıdır; bu parça, ilk üç -i iyelik eki ile birlikte redif olmaz ama kâfiye sisteminin kural dışı
âhenklerinden birini daha oluşturur.
Sekizinci dörtlükte, teşhis, mecâz-ı mürsel,
istiâre, tevriye gibi sanatlar görülür.
1. “Ruhumun senden İlâhî, şudur ancak emeli”. Ruh kelimesinin insan gibi kişileştirilerek ve
ona şahsiyet verilerek konuşturulması teşhis sanatının farklı bir kullanımını ortaya çıkarır.
2. “Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem
eli”. “Mâbed” kelimesi, vatanın ve dinin bir parçasıdır. Bu kelime ile vatanın hem de dinin bütünlüğü anlatılmak istenir. Mecâz-ı mürsel sanatı yapılmıştır. “Mâbedin göğsü” ifâdesinde teşhis ve
kapalı istiâre sanatları iç içedir.
3. “Bu ezanlar ki şahâdetleri dînin temeli”.
Şehâdet kelimesi hem şâhitlik demektir ve ezanların dine şâhitlik ettiği anlatılmaktadır ve hem de
Ezân-ı Muhammedî’deki “Eşhedü enlâ ilâhe illallah” ve “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah”
cümlelerinde geçen “şehâdet” kelimelerini ifâde
etmektedir. Bu ifâdelerde, tevriye sanatı vardır.
Bize bu tevriye sanatının yorumunu düşündüren,
ezanın hatırlatılmasıdır, bu hatırlatmada telmih
sanatı vardır.
Mehmet Kaplan, adı geçen makalede, “Bir
kimsenin müslüman olabilmesi için kelime-i şahadet denilen bu cümleleri tekrarlaması ve onlara
inanması lâzımdır. Müslüman ülkelerde günde beş
vakit okunan ezan ile İslâmiyet’in temelini teşkil
eden bu cümleler tekrarlanır. Elin başparmaktan
sonra gelen parmağına şahadet parmağı denilir. Konuşamayacak olan hastalar içlerinden dua
ederken şahadet parmaklarını kaldırırlar. Minareler, göklere uzanmış şahadet parmağına benzer.
Âkif, şiirinde buna da telmih ediyor”, diyerek telmih sanatının bir başka ilgisini ve sebebini açıklar.
4. Bir nazım birimi olan kıt’anın bütününde
“ruh, İlâhî, mâbed, nâ-mahrem, ezan, şehâdet,
din...” kelimeleri arasında tenâsüp ilgisi vardır.
Dokuzuncu Kıt’a
O zaman vecdile bin secde eder varsa taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerret gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Bir evvelki kıt’ada konuşan insan ile dokuzuncu kıt’adaki insanın şehit olduğunu anlıyoruz. Yurdumun üstünde ezanlar Müslümanlığa şehadet
ederken, düşman eli yurdumuzu çiğneyemezken
şehitlerin mezar taşları bir vecd, bir coşku ile bin
secde eder. Her yaramdan kanlı yaşlarım boşanır ve soyut bir ruh gibi topraktan na’şımız çıkar.
Yurdumuz emin ellerde olursa o zaman başımız
yükselir, arşa değer. Melekler gibi kusursuz, ihtiyaçsız, cennette huzur içinde yaşarız. Tek vatanımız kurtulsun.
“taşım / yaşım / na’şım / başım” kelimelerinde
“-aş” sesi tam kâfiye, birinci teklik şahıs iyelik eki
ve onu kelimeye bağlayan “-ı-” yardımcı ünlüsünden mürekkep “-ım” hecesi ise, rediftir. Dört mısrada da aynı kâfiye yapı sistemi geçerlidir.
Dokuzuncu kıt’ada, aşağıdaki sanatlar kullanılmıştır:
119 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
1. “O zaman vecdile bin secde eder varsa
taşım”. Bir evvelki kıt’ada başlayan rûhun konuşması devam etmektedir. Bu sefer asker şehid
olmuş ve onun rûhu konuşmaya başlamıştır. Taş,
mezar taşı demektir ki yine bir mecâz-ı mürsel
kullanımı görülür. Taşın secde etmesi, mübalağa
sanatına işâret eder. Yine aynı ifâdede, secde etmek insana mahsus bir davranış olduğu için teşhis sanatı söz konusudur. “İnsan gibi secde eden
mezar taşı” hayalinde, insan söylenmediği için
istiâre ilgisi de düşünülebilir.
2. “Fışkırır rûh-i mücerret gibi yerden na’şım”.
Tecrîd olunmuş, soyutlanmış bir ruh gibi topraktan na’şın fışkırması, dört unsuru da tamam bir
teşbihtir. Bu teşbihte ifâdenin gerçek anlamını
düşündüğümüzde, topraktan ölülerin fışkırması
resminde büyük bir abartı ile karşılaşırız, mübalağa sanatını görürüz.
3. “O zaman yükselerek arşa değer belki başım”. Şehidin topraktan çıkıp maddî vücûduyla
yükselerek başının arşa değmesi, bir evvelki
tablonun devamı olan bir mübalağadır. Üçüncü
ve dördünce mısraların ikisinde birden, kıyamet
günü mezarlardan kalkma inancına telmih vardır.
Onuncu Kıt’a
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl!
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hak’ka tapan milletimin istiklâl!
Son kıt’ada, en başta çizilmiş olan kompozisyon tamamlanır. Söz yine bayrağa döner, hitap
bayrağa yönelir. Yurdum kurtulduktan ve ezanlar
semalarda inledikten sonra artık şafaklar gibi dalgalanan ey şanlı hilâl. Bu şartlarda sana dökülen
kanlarımızın hepsi helâldir. Sana ve Türk milletine düşkünlük, aşağılanma yoktur artık. Asırlardır
hür yaşayan bayrağımın ve milletimin hakkı, hürriyettir. Bir Allah’a inanan Türk milletinin hakkı,
• 120
istiklâldir, bağımsızlıktır.
Diğer kıt’alardan ayrı olarak, beş mısralıdır.
Mısra sayısına göre, kâfiyenin şeması da değişmiştir. Birbiri ile kâfiyeli olan 1., 2., 3. ve 5. mısralarda hilâl / helâl / izmihlâl / istiklâl kelimelerinin
“-lâl” heceleri zengin kâfiye ile kurulmuştur.
Son kıt’anın edebî sanatları hakkında şunları
söyleyebiliriz:
1. “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı
hilâl”. Şafaklar gibi dalgalanan şanlı hilâl cümlesinde şekil olarak bir teşbih kuruluşu vardır. Bu
öyle bir teşbihtir ki, anlam bakımından güçlü olan
şafak, anlam bakımından zayıf olan şanlı hilâl’in
özelliğine bürünür. Dolayısıyla hilâl şafağa benzeyecekken, şafak, dalgalanma özelliği ile hilâle
benzemiş olur. Benzetme yönü bakımından ayrı
bir teşbih daha ortaya çıkar. Birinci kıt’ada olduğu
gibi, şanlı hilâl-bayrak münasebeti, mecâz-ı mürsel tekrarına sebep olur. Bayrağa sesleniş, nidâ
sanatı akla getirir.
2. “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl /
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet”. Bayrağa insan gibi kişilik verilerek, ona izmihlâl olmadığı ve hürriyetin, insan gibi hür yaşamış bayrağın hakkı olduğu ifâde edilir, teşhis sanatı ortaya çıkar. Bayrak insan gibi düşünüldüğünden ve
bu benzetmede insan söylenmediğinden kapalı
istiâre sanatı zımnen zikredilir. Yok’ların tekrarı
tekrire sebep olur.
3. “Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet
/ Hakkıdır, Hak’ka tapan milletimin istiklâl”. Hakkıdır kelimesinin tekrar edilmesi tekrir sanatını
verir. “Hak’ka tapan milletimin istiklâl” ifâdesinde,
Kur’ân-ı Kerîm’e telmih tekrar edilmektedir. Şair,
“Hak” kelimesinin hem aynı kökten olması, hem
de en az iki ayrı mânâda kullanılmasıyla iştikak ve
tevriye sanatlarını yine tekrar eder.
4. Nazım birimi olan kıt’anın tamamındaki hilâl,
hürriyet, istiklâl, bayrak, millet... gibi kelimelerde
tenâsüp ilgisi kurulur.
MART 2011 - SAYI 133•
düzeni ile küçük bir değişime uğrar.
Kâfiyenin yapısı: Genellikle zengin ve
orijinâl kâfiye yapısı tercih edilir. Kıt’alara
dağılan kâfiye, daha önce gösterilmiştir.
Kâfiyenin nazım şekli ve nazım türü
ile ilgisi metnin bütününde dörtlükler ve
son kıt’adaki beşlik ile kurulmalıdır. Nazım şekli, dörtlüktür.
Dil ve üslûp, konuşma dilinin doğallığı ve yüksek hitap özelliği ile kurulmuştur.
Bu sözleri söyleyen bizden biridir ama
çok bilgili, hikemî ifâdeli bir söz ustasıdır. Kahramanlık duyguları veren lirik ve
epik karakterli ifâdeler, metnin tamamına
hâkimdir. Harf, hece, kelime, ekler, kelime grubu, cümle, sentax ve kelimelerin
context özellikleri, epik karakterli metnin
üslûbunu, uygun bir gramer düzeniyle tamamlar.
İstiklâl Marşı’nın âhengi, başarılı sayılan şiirlerde görüldüğü gibi ses, ritm, vezin, kâfiye, redif,
aliterasyon, asonans; sese bağlı edebî sanatlar;
tekrarlar; mısra ve beyit düzeninin ortaya koyduğu nazım şekline bağlı özellikler ve diğer âhenk
unsurlarından sayacağımız bir takım teknikler ile
sağlanmıştır.
Bir kahramanlık şiirinde, düz ve mürettep cümlelerin yanında karşımıza
çıkan emir cümleleri, kısa ve eksiltili
cümleler, duygu yoğunluğunu aktarmak
bakımından çok önemlidir. Heyecan,
birçok fonksiyonun yanında söz konusu
gündeme verilen önemi ifâde eder. Ünlem cümleleri, heyecanı şiddetlendirir. Bu
şiirde gündem, vatanın karşı karşıya bulunduğu
tehlikelerdir. Heyecan dozunun yüksekliği, vatan gündeminin çok önemli olmasındandır. Soru
cümleleri ve kesin hüküm bildiren ibâreler de, heyecanı destekler ve heyecanın sebebi olan gündemin değerini artırır.
İstiklâl Marşı’nın genel kompozisyonunda
kâfiye düzeni, birkaç alt başlık ile incelenebilir.
Kâfiyenin yeri: Bütün kâfiyeler, sonda kâfiyeleniş
sistemine bağlıdır. Kâfiyeler sondadır. Kâfiyenin
şeması: Son asırlarda kullanılan ve Batıdan alınan, adına da “düz kâfiye” denilen bir düzenleniş
ile şematik yapı aaaa, bbbb, cccc... şeklinde sıralanmıştır. Şemanın kuruluşunda tekrar edilen bu
dörtlü yapı, onuncu kıt’ada beşli mısrada hhhxh
“İstiklâl Marşı’nda bazı duyguları kuvvetli olarak belirtmek maksadıyla kullanılan benzetmeler,
halkın zevkine uygundur ve bizde süslü, yapmacık
tesiri uyandırmazlar. Şiir, dil ve üslûp bakımından
umumiyetle sadedir. Aruz veznine kuvvetle hâkim
olan Âkif, mısralarına bir konuşma ve hitabet edası vermiştir. Başka şiirlerinde nesre yaklaşan Âkif,
burada kıt’aların dört mısraını da kendi içlerinde
arka arkaya gelen dört sağlam kafiyeye oturtmak
121 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
suretiyle muhtevaya uygun, basit olmakla beraber, kuvvetli bir ahenk sağlamıştır. Bunu yaparken
belki de halkı ve Mehmetçik’i düşünmüştür. Dil ve
şekil bakımından şiire hâkim olan düşünce; kuvvet, güven duygusu, sağlamlık ve sadeliktir. Bunlar Türk halkı ve askerinin temel vasıflarıdır.”11
Metnin genel kompozisyonu ve bu kompozisyona hâkim olan yapısı, dengeli bir terkip hüviyetindedir. Şekil, muhteva, âhenk ve takdimin terkibi; kahramanlık duyguları, erkekçe hitâp, yüksek
heyecan, samimiyet vb. unsurlar, yapıyı ören en
önemli parçalardır. İfâdenin bir doku olarak örgüsü, aruz vezniyle yapılır. Aruz vezninin fâilâtün,
feilâtün, feilâtün, feilün kalıbı, hatasız kullanılmıştır. Güçlü ve mukayyed kâfiyeler; bunları destekleyen asonans ve aliterasyon teknikleri, metnin tamamında yapıyı destekler. Anlam ve muhteva yapıları, şekil ve âhenk yapıları ile birleştirilip takdim
edilirken, ifâdenin anlatım tutumu, bu bütünlüğü
tamamlar. Kahramanlık, haklılık makamı, veciz
söz söyleme, samimiyet, muhatabını müteessir
etme, gelecekten haber verme... gibi özellikler,
ifâdenin öne çıkan anlatım tutumudur.
Orhan Okay hocamız, İstiklâl Marşı’nın
muhtevâ ve takdim yapısı ile üslûbu hakkında
şunları söyler: “Milletin iradesine ve Allah’ın müminlere vaad ettiği zaferin er geç gerçekleşeceğine inanan Mehmet Âkif’in şiirindeki özelliklerinden
biri de millî ve ulvî değerler ile dinî motifleri dengeli
bir şekilde kıtalara yerleştirmesidir. Bayrak, hilâl,
yıldız, hak, hürriyet, istiklâl, yurt, millet, ırk, vatan,
kahramanlık gibi millî kavramlarla iman, şehâdet,
helâl, cennet, Hudâ, ezan, mâbed, vecd gibi dinî
motifler birbiriyle uyum halinde ve zengin bir
belâgatle kullanılmış, böylece Millî Mücadele’yi
gerçekleştiren halkın ruhunda mevcut iki önemli kavram İstiklâl Marşı’nın da iki temel temasını
oluşturmuştur. Tam bir bütünlük gösteren dört
başı mamur bir şiir olan İstiklâl Marşı’nda mecazlar ve semboller de ifade sanatı bakımından
manzumeyi zenginleştirmiştir. (..) Manzumenin
her mısraı, her ibaresi, her kelimesi, ses ve mânâ
• 122
bakımından birbiriyle ilişkilidir. Hemen her kelime,
her kavram aslî ve mecazî mânâlarıyla şiirde yerlerini almıştır. Bütün bu vasıflarıyla İstiklâl Marşı
tek taşı bile yerinden oynatılmayacak muhkem,
harikulâde bir ses, söz ve mânâ mimarîsidir.”12
Edebiyat tarihi, nesil, grup, muhit ve dönemin temsilcileri açısından metne bakacak olursak, İstiklâl Marşı’nın, yirminci asır Türk edebiyatının en büyük sanatçılarından biri elinden çıktığını
söyleyebiliriz. Mehmet Âkif; Tevfik Fikret, Ahmet
Haşim, Faruk Nafiz, Yahya Kemâl gibi sanatçılarla birlikte Türk aruzunun en güçlü temsilcisidir.
Yirminci asrın ilk yarısına kadar etkisini kuvvetle
sürdüren aruz vezni, en güçlü temsilcilerinden biri
eliyle, İstiklâl Marşı’na alem olmuş, onun teknik
özelliklerini örmüştür. Âkif, bazı kaynaklarca bağımsız sanatkâr sayılsa da, Türk Millî Edebiyatı’nın
en önemli temsilcilerinden biridir. Sadece İstiklâl
Marşı ile değil, Safahat adlı eserindeki mısraları ile
vatan ve milletin, Türk gelenekleri ve İslâm inancının, modern bilim ve tekniğin, istiklâl ve hürriyetin
edebiyatımızdaki en güçlü seslerinden biri Mehmet Âkif’tir.
Millî edebiyat döneminde Türk milletinin geleneksel değerleri, İslâm inancı ve Batı’nın ilim ve
teknolojisi, bir ortak ideal olarak kabul görmektedir. Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak sözleriyle bunu ifâde eder. Mehmet Âkif
de, Türk milletinin gelenekleri ve İslâm inancı terkibinde batı’nın bilim ve teknolojisini almak, çağdaş bir medeniyet kurmak fikrini özellikle Safahat
isimli eserde, her seferinde teyid eder. Çalışkanlık, doğruluk, kahramanlık, dürüstlük gibi evrensel
etik kaidelerin Türk ülkesinde itibar görmesini ve
uygulanmasını ister.
Son asır Türk edebiyatının hemen bütün temsilcileri, sanatkârları ve yorumcuları, Mehmet Âkif
için olumlu bir kanaat beslemektedir. Onu yakından tanımayan, hattâ onun fikirlerini benimsemeyen insanlar bile, Mehmet Âkif’in kendi içinde tutarlı bir sanatkâr olduğunda hemfikirdirler.
MART 2011 - SAYI 133•
Sanatçının özellikleri, biyografisi, mizaç ve
kişilik örüntüsü ile şiirin ilgisini düşününce ortaya büyük bir paralelliğin çıktığı görülür. Psikanaliz
açıdan, eserden sanatçıya gitme geleneği, İstiklâl
Marşı için çok uygun bir metoda işâret eder. Tarihî
anlayışımız da bu şekildedir. Eser, sanatkârını anlatır. İstiklâl Marşı’ndaki fikirler, kabuller, ortaya
konan tezler ve şairin iddiaları, onun özel hayatı
ile yakından ilgilidir. Sanatçının samimiyeti, doğru
bildiğini ve inandığını anlatma özelliği, bütün kaynaklar tarafından zikredilir.
Mehmet Âkif’in eserlerinde, hangi kültüre, hangi milliyete ve hangi dine mensup olursa olsun,
her türlü sıfattan, her türlü özellikten öte “insan”
olabilmenin temel kıstasları aranmıştır. Bu tercih,
ferdî plânda ve iç dünyada her insanın zaman zaman yaşadığı muhasebe ve murakabe fikriyle özdeş kabul edilebilir. Toplum plânında, Türkiye’nin,
Türk cemiyetinin ve Türk devletinin karşılaştığı
meseleler ele alınmıştır. Buna iç problemler demek mümkündür; buna bağlı olarak bugün de
karşı karşıya olduğumuz dış problemler işlenmektedir. Her iki problemin ortak noktalarını taşıyan
ve bu mânâda bir kesişme noktası sayabileceğimiz batılılaşma, batılı bir insan ve batılı bir devlet
olma, muasır medeniyet seviyesine yükselme fikri
üzerinde durulmuştur.
Her fert, bu dünyada eşya ve olaylar karşısındaki tavrını dünya görüşüne göre belirlemeli, öncelikle kendi vicdanında hakkını ve haddini tâyin etmelidir. Bu husus, karşılaşılan duruma göre çeşitli tavırlar aldığımız şu dünyanın tercihlerine ilk bakışta
uymuyormuş gibi görünebilir. Ancak, karşılaşılan
farklı tercihler sebebiyle insanların nasıl tekâmül
ettiği, nasıl bir entegrasyon yaşadığı ve uyumlar
sergilemeye başladığı, bizim gibi düşünmeyenlerle
kurduğumuz dostluklardan anlaşılabilir.
Mehmet Âkif’e göre, kitap okumak, başka ülkeler görmek, diğer milletlerin kültürlerini öğrenmeye çalışmak, çok büyük bir kazançtır. O, hem
batı toplumunu hem de doğu toplumunu bu gözle
okumaya çalışır. Farklı düşüncenin kavga sebebi
olduğu bir kabul, onun için ilkelliktir; Âkif’e göre,
farklı düşünceler ile zenginleşerek insanın fert bazında anlayışını, idrâkini yükseltmeye çalışması,
işte o medeniyettir.
Tek tek kişiler, ufuk yakalayamazsa, birikimlerini sosyal hayatta fonksiyonel olarak kullanamazsa; ihtiras tanımı yapamazlarsa; amaç ve mâhiyet
konusunda ferdî ve mahşerî vicdânı oluşturamazlarsa, gelişme olamaz. Âkif’e göre madalyonun
iki yönü vardır. Her insan bilmelidir ki, bu dünyada yaşanan her şeyin bir de âhiret görüntüsü ile
karşılaşılacaktır. Serâpâ “insan” olabilmek, ferdî
vicdanın, hem sosyal hayattaki sorumlulukları idrak edebilmesi ile hem de ölüm fikrinin hayat ile
muvazenesi sâyesinde kurulabilir. Bu muvazenenin ögeleri, evrensel ahlâk kurallarıdır. Bu kuralları,
hemen herkes bilir.
Mehmet Âkif’e göre, ferdî plân, daha başka örneklerle de açılabilir; ancak, bunu toplum
plânındaki olaylarla anlamaya çalışmak, daha somut ölçülere ulaşmayı sağlayacaktır. Türk milletini
ilgilendiren meselelerin başında iç problemlerimiz
gelmektedir. Bu problemlerin bir ucu, belki de
başlangıcı fert plânındaki ârızalardır. Millî gücü,
bütünlüğü bozan, atâlet, tembellik; iç çekişme,
sen-ben kavgası, bu ârızaların başında gelmektedir. Bu başlangıç, cemiyet içindeki güvensizliği
doğurmaktadır. Türk milleti, on dokuzuncu asırdan bu yana iyice belirginleşen bir ara nesil psikolojisi yaşamaktadır. Doğulu ve batılı olmayan,
kültürel kimliğini, millî şahsiyetini ana kavramlar
ile anlatamayan ve mukaddeslerini korumak üzere harekete geçemeyen bir nesil, ara nesil olmak
lâzım gelir.
Safâhat’ın ikinci kitabı olan Süleymâniye Kürsüsünde adlı uzun şiirde hemen bütün kavramlar,
bir millet olmak fikrinin etrafında değerlendirilmiştir. Bu noktada öne çıkan kavram “mâhiyet-i
rûhiyye” dir. Milletin rûhî mâhiyeti ne ise, onun
çizgisinde, ilim, sanat, teknik ve fen öğrenilmeli,
uygulanmalıdır. Âkif için, millî hasletleri olmayan
insanlara güvenilmez. İlmi olmayan iman ve imanı
123 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
olmayan bir ilim, işe yaramaz. Olaylar, Allah korkusu ile hizmet anlayışı arasında irdelenmeden,
yanlışlara tedbir bulunmaz, onlardan ibret alınmaz. Fatih Kürsüsünde adlı Dördüncü Safâhat,
yine millet konusuna ayrılmıştır. Milleti, ilim ve
fen kurtaracaktır, çalışmak kurtaracaktır, mâhiyeti
rûhiyye’nin iyi anlaşılması kurtaracaktır. Beşinci
Kitap, Hatıralar, dış ülkelere, batıya ve yine eğitime ait konularla örülmüştür. Eğitim ordusu, âlim
ordusu, devlet adamı ve milletin diğer evlatları...
Ülkeleri için çalışacaklardır. Burada da fonksiyonel olmak fikri, çok önemli bir gerek şart olarak
ileri sürülmüştür. Altıncı Kitap, Âsım bölümünde,
nesiller üzerinde durulur. Şimdiki dilde, jenerasyon... Bir ara nesil değil, Âsım’ın Nesli... Eğer bu
neslin zemîni inşâ edilemezse, fazilet hissini yitirmiş güçler, teknikler ve medeniyetler, tek dişi kalmış canavar hâline dönecektir.
Buna karşı çözümler arayan mütefekkirlerin,
• 124
devlet adamlarının, bilim adamlarının, kısaca aydınların hem birbirleriyle hem de halkla anlaşamaması üzeri önemle çizilmesi gereken bir husustur.
Âkif’e göre, bir arada yaşayan insanlar birbirlerini
anlamıyor, birbirlerini dinlemiyor ve insana saygı
duyulmuyor... Belki genelleştirmek yanlıştır ama
günümüzde de bu tür örnekleri görmek, maalesef, özel bir çabayı gerektirmemektedir.
Türkiye’de çok büyük gelişmeler olmuştur.
Bunlar inkâr edilemez. Karanlık bir tablo çizmek
de ümitlerimizi kırar. Tabloya karanlık gözle değil,
çözüm gözüyle bakılmalıdır. Parlamenter sistem
içinde; siyâsî partiler, dernekler, meslekî örgütler
ve sâir demokratik kuruluşlar; üniversiteler; ekonomiyi düzenleyen müesseseler; yasama-yürütme ve yargı organları; gerek resmî gerekse özel
basın yayın kuruluşları, demokratik çizgide buluşmalıdır. Birbirimizi anlamak, birbirimizi dinlemek,
parlamentomuzu, başta üniversite olmak üzere
MART 2011 - SAYI 133•
eğitim kurumlarımızı, ordumuzu, mâbetlerimizi,
meslek örgütlerini hem birbiriyle hem de halkın
pazarı, çarşısı ve kıraathânesiyle, camisiyle kilisesiyle, düğünü ile bayramı ile uyum sağlayacak
bir hâle getirmek, münevverlerimizin temel meselesidir. Âkif’in eserleri, bu bakımdan ibret verici
sahnelerle doludur. Tarihi yaşarken öğrenememek, hep gecikmiş bilgilerle tarihî gelişmeyi takip
etmek, son iki asırdır Türk münevverinin çok büyük bir problemi hâline gelmiştir. Bu eksiklik, çağı
yakalayamamak diyebileceğimiz bir kötü sonucu
doğurur.
Zamanımızda hangi İslâm ülkesini gösterebilirsiniz ki, bu ülke geri kalmış, iktisâdî yetersizlik
içinde bunalmış ve kimlik bunalımı yaşamış olmasın! Zengin gibi görünen ve halkı müslüman
olan bazı ülkeler de bile, aynı problemleri görmek
mümkündür.
Belli ki, dini, İslâmiyet’i doğru anlayamamak,
çok önemli bir kusurdur. Âkif’in eserlerinde bu
mesele, en çok eleştiri getirilen bir konudur. Mehmet Âkif’in tenkitleri, sosyal yaralar üzerinde, idârî
meseleleri de kapsayan bir koleksiyon oluşturmaktadır; bu eleştiriler, İslâmiyet ile ilgili konularda şiddetini artırır. Dini doğru anlayamamak; dine
karşı ön yargılı davranmak; yanlış bir kadercilik
anlayışını din gibi kabul etmek, eleştiriye uğrayan
tercihlerdir.
Âkif’e göre Kur’ân-ı Kerîm, en çok, câmilerde,
mezarlıklarda, hastaların ve ölülerin başında okunuyorsa, toplumun meselelerini çözmek için ondan faydalanılamıyorsa, bu yanlıştır. Kitap, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyâsı fukaha, sosyal hayatın ihtiyaçlarına göre yorumlanmalıdır. Bu meseleler ile ilgili olarak örnekleri, hemen hepimiz günlük
hayatımızdan verebiliriz.
Âkif’in üzerinde önemle durduğu meselelerin bir diğeri de dış ülkelerle olan ilişkilerimizdir.
Kafkaslar, Balkanlar ve Orta-doğu üçgeni başta
olmak üzere; Kuzey Afrika, Orta-Asya, İran, Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri, Safâhat’ın mıs-
ralarında yorumlanmıştır. Günümüzde bu ülkeler
ve daha başka dış ülkeler ile ilgili olarak hazırlanmış senaryolarımız, muhtemel olaylar karşısında
fizibilite çalışmalarımız yahut bu ülkelerin sosyal
ve kültürel değerlerine ait olarak kurulmuş resmî
ve özel enstitülerimiz yok denecek kadar azdır.
Dış ülkelerdeki Türkoloji, Altaistik, Oriyantalizm
enstitüleri ne tür bilimsel çalışmalar yapıyorlarsa,
Türkiye’de de buna benzer resmî ve özel enstitüler; think-tank adı verilen bilgi bankaları âcilen
kurulmalıdır. Günümüzde özellikle Balkanlar, Kafkaslar ve Orta-Doğu üçgenindeki medeniyet senaryoları, siyâsî kurgular ile devletleri ve halkları
derinden etkilemektedir. Bu husus, belki de, çağı
yakalamak ve tarihi yaşarken öğrenmekle birlikte
düşünülmelidir.
Şu anda bütün resmî ve özel dikkatler, Avrupa Topluluğu girişimine çevrilmiş gibi görünmektedir. Gerçekten de batılılaşma serüveni, yeni bir
döneme girmiş ve Âkif’in bilimsel çalışma noktasında gösterdiği hedef, bize çok yakınlaşmıştır.
Pek tabiîdir ki, bilim, şu anda batıdadır. Mehmet
Âkif’in, atomu târif eden mısralarından tutunuz
da, toplumun problemlerini ve özellikle kültürel
entegrasyonu yorumlayan şiirlerine kadar hemen
her fırsatta, meseleleri bilimsel çalışmanın ışığında çözme teklifi, evrensel bir anlayış olarak, genel
doğruların başında düşünülmelidir. Bu düşünceleri şöyle sonuçlandırabiliriz:
Günümüzde, yeni bir bin yılın eşiğindeyiz. Bu
zamanda, hem milletimizin, hem de bütün insanlığın birikimleri yeni bir bakış açısıyla değerlendirilmektedir. Biz, Mehmet Âkif Ersoy’un vesilesiyle
tekrar ederiz ki, öncelikle, doğum ve ölüm sınırları
ile yaşanan hayat murakabe edilmelidir. İnsan olmanın, insan olabilmenin talep ile gerçekleşebilecek bazı şartları vardır. Millet olabilmenin ve toplum içinde mutlu yaşamanın da bazı şartları vardır.
Öncelikle çalışmak... Evrensel ahlâk değerlerine
sâhip olmak...
Millî kültürümüz, Âkif’e göre, mâhiyyet-i
millîmiz, mâzî, hâl ve âtî dönemeçleriyle düşünül-
125 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
melidir. Buradan bütün dünya ile entegre olabilecek nesiller yetiştirilmelidir. Hoş görülü, kendisini
ve muhatabını tanıyan, gelişmeleri millî kültürü içine alabilen bir nesil... Doğuyu ve batıyı bilen bir
nesil. İlimle, teknikle, fenle hem-hâl bir nesil...
İstiklâl Marşı, gerek tarihî değeri ve gerekse
edebî ve estetik değeri bakımından üstün özellikleri olan bir eserdir. Milletimizin üzerinde ortak bir
kabule ulaştığı nadir eserlerden biridir. Metni hangi amaç için kullanacaksak, şiirin amaca uygun
yorumu, farklı bakış açıları ve plânlar ile yapılabilir. Eser; hem klâsik edebiyatımızın şekil ve anlam
özelliklerini hem de modern Türk şiirinin retorik ve
kompozisyon düzenini temsil edebilecek kabiliyette düzenlenmiştir. Kahramanlık duyguları, vatan sevgisi, Türk milletinin ortak heyecanları, yüksek seviyede bediî tefekkürle arz edilmiştir. Türk
edebiyatında, böyle samimi, estetik, tarihî değeri
hâiz ve milletin ortak kabulüne şayan metinler çok
azdır. İstiklâl Marşı, Türk edebiyatının yüz akı metinlerinden biri, belki de, Cumhuriyetin kurulmasıyla ortaya çıkan tarihî şartlar düşünüldüğünde,
birincisidir.
KAYNAKLAR
Aksan, Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Engin Yay.,
6. bsk., Ank., 2006.
Coşkun, Menderes, Sözün Büyüsü:Edebî Sanatlar,
Dergâh Yay., İst., 2007.
Çantay, Hasan Basri, Âkifnâme: Mehmet Âkif, Erguvan Yay., İst., 2008.
Çiftçigüzeli, Mehmet Cemâl- Mehmet Çetin,
TBMM’de İstiklâl Marşı ve Mehmet Âkif, Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Yay., Ank.,
2002.
Kaplan, Mehmet, “İstiklâl Marşı’nın Tahlîli”, Türk
Edebiyatı Der., Mehmet Âkif Özel Sayısı, nu.158,
Aralık 1986, s.56-58.
Kaplan, Mehmet, “Türk İstiklâl Marşı”, Edebiyatımızın İçinden, Dergâh Yay., İst., 1978, s.83-89
Kaytancı, Ali, İstiklâl Marşımız ve Millî Ruh, Net
Ajans Yay., Niğde 2007.
Kocakaplan, İsa, İstiklâl Marşımız ve Mehmet Âkif
Ersoy, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., İst., 2008.
Kuntay, Midhat Cemâl, Mehmet Âkif, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ank., 1986.
Külekçi, Numan, Açıklamalar ve Örneklerle Edebî
Sanatlar, Akçağ Yay., Ank., 1999.
Okay, Orhan, “Millî Marş ve Edebî Metin Olarak İstiklâl
Marşı”, www.tccb.gov.tr.
Okay, Orhan, Mehmed Âkif: Bir Karakter Heykelinin
Anatomisi, Akçağ Yay., Ank., 1989.
Saraç, Yekta, Klâsik Edebiyat Bilgisi: Belâgat”, 3F
Yay., 6. bsk., İst., 2007.
Yetiş, Kâzım, Bir Mustarip Mehmet Âkif Ersoy, Akçağ Yay., Ank., 2006.
Yıldırım, Tahsin, Millî Mücadelede Mehmet Âkif,
Selis Kitaplar Yay., İst., 2007.
______________________________________________________
1 Mehmet Kaplan, “Türk İstiklâl Marşı”, Edebiyatımızın
İçinden, Dergâh Yay., İst., 1978, s.83-89
2 Ömer R.Doğrul, “Mehmed Âkif’in Hayatı”, Safahat, İnkılap ve Aka Yay., 17.bsk., İst., 1983, s.XIX vd.
3 İsa Kocakaplan, İstiklâl Marşımız ve Mehmet Âkif Ersoy, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., 6.bsk., İst., 2008, s.57.
4 Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi: Belâgat”, 3F Yay., 6.
bsk., İst., 2007, s.114.
5 Numan Külekçi, Açıklamalar ve Örneklerle Edebî Sanatlar, Akçağ Yay., Ank., 1999, s.21.
6 Doğan Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Engin Yay., 6.
bsk., Ank., 2006, s.130.
7 İsa Kocakaplan, İstiklâl Marşımız ve Mehmet Âkif Ersoy, s.59.
Doğrul, Ömer R., “Mehmed Âkif’in Hayatı”, Safahat,
İnkılap ve Aka Yay., 17.bsk., İst., 1983, s.XIX vd.
8 Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi: Belâgat”, 3F Yay., 6.
bsk., İst., 2007, s.204.
Düzdağ, M.Ertuğrul, Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar I, İFAV Yay., İst., 1989.
9 Mehmet Kaplan, “İstiklâl Marşı’nın Tahlîli”, Türk Edebiyatı Der., Mehmet Âkif Özel Sayısı, nu.158, Aralık 1986,
s.56-58.
Erişirgil, Emin, İslâmcı Bir Şairin Romanı, Türkiye İş
Bankası Kültür Yay., Ank., 1986.
Ersoy, Mehmet Âkif, Safahat, İnkılap ve Aka Yay.,
17.bsk., İst., 1983.
Hece Dergisi, Mehmet Âkif Özel Sayısı.
• 126
10 Menderes Coşkun, Sözün Büyüsü:Edebî Sanatlar,
Dergâh Yay., İst., 2007, s.223.
11 Mehmet Kaplan, “İstiklâl Marşı’nın Tahlîli”.....
12 Orhan Okay, “Millî Marş ve Edebî Metin Olarak İstiklâl
Marşı” ...
BİR GÜÇ/LENME METNİ OLARAK
İSTİKLÂL MARŞI
A. CÜNEYT ISSI
Doç. Dr.
A. Cüneyt Issı, Bir Güç/lenme Metni Olarak İstiklâl
Marşı, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133,
Mart 2011, ss. 125-126.
İ
stiklâl Marşı, ilk kıtasıyla son kıtasına, birincisi rengini onun altında yaşayan insanların kanlarından
aldığı için “al”, sonuncusu ise, uğruna ölünecek
bütün mutabakat değerlerinin metaforu olması
nedeniyle “şanlı” olan bayrağı koyarak konuşmaya
başlar. Bu, esasen konuşabilmek takatini bulabilmek
için ya onun bilgisine -bu bilgi, bence alışkanlık olarak
‘bağımsızlık’ ya da ona duyulan özlem duygusu” demektir- yahut da ancak ona sahip olmak gerektiğinin
altını çizmek olarak değerlendirilebilir. Şiir, bu yapılanışıyla inançlı kimselerin kutsal metinleri okumaya
Allah’ın adını anarak başlayıp yine O’nun adını anarak
bitirmelerine benzer. İstiklâl Marşı’nda giriş ve sonuç
kıtalarının kutsal metin okumalarına özgü bu yapıyı kullanması herhâlde tesadüfi yahut bilinçsiz değildir. Gerçekten, bütününe bakıldığında İstiklâl Marşı’nı oluşturan, varoluş ve mutabakat değerleri olarak konumlandırılan bütün soyut ve somut kavramların verilişinde
dinsel inançların söyleminde olduğu gibi keskin, kesin
ve tartışmasız bir ton hissedilmektedir. Özellikle, metnin kendinden çok emin olarak kullandığı emir üslubunun arka planında tıpkı Cebrail’in Hz. Muhammed’e
127 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
“Yaradan Rabbi’nin adıyla oku!” hitabına benzer kesin bir inanç ve güvenin, toparlayıcılığın,
daha kestirme bir kavramla söyleyecek olursak
iman’ın olduğunu söylemek mümkündür. Bütün
şiiri kuşattığını düşündüğümüz üslubu doğuran,
onda sıralanan, görsel olsun olmasın, duygusal
ve ideolojik değerlerle yüklenmiş kavramları
idare ederek onların anlam yönünü tayin eden,
bu hâlleriyle de ‘metni idare edici ve yönlendirici’ olduklarını düşündüğümüz bazı dizeler var.
Bunlar, şiirin 2 ve 10. kıtalarında tekrarlanan
“Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin İstiklâl” dizesi
ve “Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın”,
“Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem
eli/Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli” dizeleridir. Öte yandan, “helal”, “iman dolu göğüs”,
“şehit/şüheda”, “Hüda/İlahi” ve “secde” kavramlarını da bu bağlamı iyice pekiştiren unsurlar olarak değerlendirmek mümkündür.
İstiklâl Marşı, her iki sınırına dalgalanan bir
bayrağı dikmiş ve onu var eden, onunla anlam
kazanan, ona anlam katarak uğruna ölünesi
bir değer katına yükselten inancı, bu inanca
• 128
mensup, yaşayan ve şehit olmuş insanlarımızı
koyduktan sonradır ki, hâlihazırdaki olumsuz
ortamı ve bu ortamın müsebbibi olarak gördüğü Garb’ı kendinden oldukça emin bir tonda
tartışmaya, konuşmaya başlar. Bu an ve bilinç
tazelenmesinden/bilinçten itibaren Garp, üstesinden kesinlikle gelebileceğimiz, hatta bunun
doğal bir “hak” olduğu bir şeye; birdenbire karşımızda eriyiveren, küçülen, tahkir ve “tek dişi
kalmış canavar” denilmek suretiyle de karikatürize edilen güç(süz), “alçak” bir varlık konumuna düşer/iner:
“Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”
İstiklâl Marşı, “çelik zırhlı” olarak nitelediği
Garb’ın teknolojik gücünün ve onu âdeta insan
olmanın dışına kovalayan “canavar”lığının karşısına insan’ı; azalıp yok olmayı bilmeyecek, her
zaman en büyük güç kaynağı olmaya devam
edecek iman’ı ve imanlı insan’ı koyar.
MEHMET ÂKİF ERSOY’U “İSTİKLÂL MARŞI”
YAZMAYA GETİREN FİKRÎ SÜREÇ
VE ŞİİRLERİNDEKİ YANSIMALARI
MEHMET CAN DOĞAN
Yrd. Doç. Dr.
Mehmet Can Doğan, Mehmet Âkif Ersoy’u “İstiklâl
Marşı” Yazmaya Getiren Fikrî Süreç ve Şiirlerindeki
Yansımaları, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S.
133, Mart 2011, ss. 127-134.
M
ehmet Âkif Ersoy’un edebiyat dünyasına girdiği
1890’ların ortalarında, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sorunları aşmak için siyasetten
edebiyata aktarılan üç ideoloji tartışılmaktadır.
Bunlar; hilâfeti ve etnik unsurları içerme kaygısının doğurduğu “Osmanlıcılık”, Osmanlı topraklarındaki ayrılıkçı hareketlerin ve toprak kaybının canlandırdığı “Milliyetçilik” ve
Tanzimat’la birlikte fark edilen Batı’ya yönelme ve giderek
eklemlenme eğilimi olarak şekillenen “Batıcılık”tır. Devletin parçalanıp dağılmasını engellemek üzere geliştirilen
Osmanlıcılık’ın şiirde Abdülhak Hâmid ile, parçalanmanın
kaçınılmaz olduğunu gören Milliyetçilik’in Mehmet Emin
ile, yeni bir insan anlayışı öneren Batıcılık’ın Tevfik Fikret
ile seslendirildiği bilinmektedir. Bununla birlikte Sultan II.
Abdülhamid’in baskıcı yönetimi, Osmanlıcılık ideolojisinin dışındakilere pek de söz hakkı vermemiştir. Yine de
Mehmet Emin’in Türkçe Şiirler’inin 1898’de yayımlanışı ve
Abdülhak Hâmid de dâhil olmak üzere dönemin önemli
şairlerince heyecanla karşılanması, sınırları belirlenmemiş
ve içi doldurulmamış Milliyetçilik’i şiirde öne çıkarmıştır. Osmanlıcılık’a içkin olan “İslâmcılık” ideolojisi, Nâmık
Kemal’in Cezmi adlı romanı ve Abdülhak Hâmid’in egzotik
şiirleriyle kendisini koruyacak ve etkin kılacak gür bir sese
sahip değildir. Servet-i Fünûn Edebiyatı’nın henüz şekillenme aşamasında olduğu ve başka bir toplum sözleşmesi ile
129 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
farklı bir insan anlayışının seslendirilmesine imkân
bulunmadığı bir baskı ortamında, Tevfik Fikret’in,
dolayısıyla Batıcılık’ın gücünden de söz edilemez.
Böyle bir siyasi ve edebî ortamın içinde söz almaya girişen Mehmet Âkif; yetiştiği çevre, aldığı
terbiye ve eğitimin yönlendirmesiyle Batı şiirini de
tanımakla birlikte Divan şiirinin uzantısı durumunda
bulunan Muallim Nâci’yi taklit ederek manzumeler
yazmıştır. İlk manzumelerinden biri olan “Terci’-i
Bend”de Ziya Paşa’nın etkisi açıktır. 1910’a gelirken, Divan şiirini taklitçi, ahlâk kaygısı taşımayan,
miskinleştirici bir şiir olarak değerlendiren Mehmet
Âkif’i1, Muallim Naci etkisinden kurtaran Ispartalı
Hakkı’dır.2 Yetişme şekli, Ispartalı Hakkı’nın uyarıları
ve ardından girdiği edebiyat ortamı, hilâfetle varlık
bulacak ve birlik kazanacak Osmanlıcılık ideolojisini benimsemesini hazırlamıştır. Mehmet Âkif’in
şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla hilâfet, Osmanlı’yı
önceleyen bir sabitleme değil, Osmanlı’nın elinde
bulunduğu için onunla var olan bir gerçektir. Mehmet Âkif, hilafetin Osmanlı’yı sabitleme olmadığını
düşündüğü için üç yüz yıldır İslâm dünyasının karanlıkta olduğunu rahatça söyleyebilmiştir.
Mehmet Âkif, dönemindeki pek çok edebiyatçı
aydın gibi, eleştirel bir tutuma sahiptir. Safahat’ın
Birinci Kitap’ındaki “İstibdat” adlı şiirinde, Sultan II.
Abdülhamid’e çok ağır eleştiriler getirmiştir. “Kardeşim Midhat Cemal’e” ithafıyla yayımlanan ve
“Yıkıldın, gittin ammâ ey mülevves devr-i istibdâd
/ Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves
yâd!” mısralarıyla başlayan şiirde, Abdülhamid’in
saltanatta kaldığı otuzüç yıl, “nekbet”; Abdülhamid de, “rûh-ı İblîse rahmetler okutan” bir “mel’un”
olarak sunulur.3 Buradaki kadar ağır olmasa da,
farklı figürler aracılığıyla buradakine yakın eleştirilere Mithat Cemal’in Üç İstanbul’unda da rastlanır. Romanda “Mehmet Raif” adıyla canlandırılan
figürün Mehmet Âkif olduğu yolundaki yorumlar,
Âkif’in arkadaşı ve dostu olan Mithat Cemal’in
Üç İstanbul’a ondan pek çok düşünce aktardığının işareti şeklinde değerlendirilebilir. Özellikle
Abdülhamid’e ve emperyalizme yöneltilen eleştirilerin ve “İslâm birliği yaratma” düşüncesinin kayna-
• 130
ğı, Mehmet Emin Yurdakul’da olduğu gibi Mehmet
Âkif’te de Cemâleddin Afgânî’dir. Afgânî’nin ruhunun kendisinde yaşadığını belirten Mehmet Emin,
“şeyhi” hakkında şunları söyler: “Cemâleddin yanında bulunanların ruhlarını hürriyet aşkı ile tutuşturur, her çeşid zulüm ve istibdâda karşı kalblere kin
ve husûmet koyardı.”4 Afgânî’nin Mehmet Emin ve
Mehmet Âkif’in kalplerine koyduğu “kin ve husumet”, her ikisinin şiirlerinde de açığa çıkar. Tevfik
Fikret’in “Sis”i de bu açığa çıkma sürecinde etkili
olur.
Mehmet Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde (1912)
adlı kitabında, Abdülhamid dönemine geniş bir yer
açar. Süleymaniye Kürsüsü’nde, hayatı siyasi maceralarla geçen ve 1938’de doksan yaşında olarak
Japonya’da bulunan Abdürreşid İbrahim Efendi’yi
vaaz kürsüsüne çıkaran şair, “Pan-İslâmist” bir
söylem geliştirir. Kürsüye çıkardığı bu figür, İslâm
dünyasını ve bu arada Rusya’yı, Çin’i, Japonya’yı,
Avrupa’yı, Hindistan’ı gezmiş; buralarda aydınlatma faaliyetinde bulunduğu gibi, bilgi ve görgüsünü
de artırmıştır. Abdürreşid İbrahim Efendi’yi bu uzun
seyahate, Abdülhamid idaresi altında çözülen, çürüyen kurumlarla bürokratlar ve idareye karşı tepkisiz kalan “millet” çıkarmıştır. Efendi, İstanbul’dan
ayrılmadan önce şehrin durumunu şöyle yansıtır:
“Sığmıyor en büyük endâzeye işler artık;
Saltanat nâmına, din nâmına bin maskaralık…
Ne felâket, ne rezâletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbâli
İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:
Bir siyaset ki didiklerdi, eminim Karakuş!
Nerde bir maskara sivrilse, hayâsızlara pîr,
Haydi Mabeyn-i Hümâyûna!... Ya bâlâ, ya vezîr!
Ümmetin hâline baktım ki: Yürekler yarası!
Ne bir ekmek yedirir iş, ne de ekmek parası.
Kışla yok, dâire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var, ne kalem… Her ne sorarsan
hep yok!” (s. 163)
Meşrutiyet’in ilanını “Haydarâbâd”da duyan
Efendi, bir an önce İstanbul’a dönmeye gayret
MART 2011 - SAYI 133•
eder. Daha gemi “Bahr-i Umman”a açılmadan,
“Kanun-ı Esâsî”nin verilmesinden sonra İstanbul’da
gerçekleştiğini düşündüğü iyileşmenin “hayal”ine
dalan Efendi, şehirde açılan sayısız mektepte kadınların ve erkeklerin okuduğunu, fabrikaların yerli
kumaş dokuyarak sürekli çalıştığını, matbaaların
gece gündüz faydalı eserler bastığını, kurulan şirketlerin “mülk”ü baştan başa imar ettiğini, “halkın
irşâdına hâdim yeni cem’iyyetler” kurulduğunu, gemilerin sahile boydan boya servet taşıdığını görür.
İstanbul’a ulaştığında gördükleri ise tam bir hayal
kırıklığına yol açar:
“Bir de İstanbul’a geldim ki: bütün çarşı pazar
Nâradan çalkanıyor! Öyle ya… Hürriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş… Doğru:
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
(…)
Ne devâirde hükûmet, ne ahâlîde bir iş!
Ne sanâyi’, ne maârif, ne alış var, ne veriş.
Çamlıbel sanki şehir: zâbıta yok, râbıta yok;
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok.
‘Zevk-i hürriyyeti onlar daha çok anlamalı…’
Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı
(…)
Dalkavuk devri değil eski kasâid yerine,
Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!
Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete,
Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete.
(…)
Kadın, erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya...
Sapa düşmekte sizin şıklara, zannım, Asya!”
(s. 177-178)
Mehmet Âkif’in dramatik bir yapıyla kurguladığı
Süleymaniye Kürsüsünde eleştirilen durumlar ve
olaylar, dönemin işlendiği romanlarda daha geniş
biçimde yansıtılmıştır. Yansıtmadaki gerçekçi ve
zaman zaman naturalist tutum, yaşanmış olanın anlatılmasından ileri gelir. Mehmet Âkif, tanık olduğu
olayları ve gözlediği durumları, dramatize ederek ve
elbette “İslâmcılık” ideolojisinden geçirerek yansıtır.
Meşrutiyet’in ilan edildiği haftanın sonunda, Mehmet Âkif ve dört beş arkadaşı, İttihat ve Terakki’ye
girme kararı alır. Cemiyet’e giriş yeminindeki “kayıtsız şartsız cemiyete teslim olma” sözünü kabul
edemeyeceğini söyleyen şair, ancak bu söz yeminden çıkarıldığında Cemiyet’e girer. Abdülhamid’e
yönelik eleştirilerinde İttihat ve Terakki’ye katılmasının payı nedir bilinmez; bilinen bir şey varsa o da
Mehmet Akif’in Cemiyet’te uzun süre kalmadığıdır.5
Mehmet Âkif, şiirlerini, yaşadığı dönemdeki siyasal ve sosyal sorunları gözeterek ve bunlara
çözüm yolları önerme kaygısıyla yazmıştır. Böyle
olduğu için, kimi zaman İslâm’ı hilâfetten bağımsız düşünmüş ve “Asr-ı Saadet”i ideal olarak öne
çıkarmış; kimi zaman dünya Müslümanlarının kurtuluşunu Osmanlı’nın varlığıyla özdeşleştirmiş;
kimi zaman da Millî Mücadele’yi İslâm’ın ve Müslümanların ölüm kalım savaşı olarak yorumlamıştır.
Zamanın şartlarının belirlediği olaylar sonucu yer
değiştiren bu hassasiyet noktalarının bağlandığı
kaynak Kur’ân’dır. Safahat’taki şiirlerde yakın çev-
131 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
redeki olaylar, ülkedeki ve dünyadaki gelişmeler
hep Kur’ân’la anlaşılır kılınır ve yorum kazanır.
1908-1910 yıllarında Sırat-ı Müstakim’de yayımlanan ve 1911’de Safahat adıyla kitaplaştırılan
ilk eserindeki şiirler, doğrudan Kur’ân’dan ilhamla
değilse de onunla şekillenen bir ahlâkla yazılmıştır.
İlk Safahat’taki şiirlerde, hayatın içinde bir insan ve
halkın sorunlarına karşı duyarlı bir şairle karşılaşılır. Henüz bütünüyle camiye girmemiştir buradaki
özne, sokakta/mahallededir. “Hasta”, “Küfe”, “Hasır”, “Meyhane”, “Seyfi Baba”, “Mahalle Kahvesi”
ve “Yemişçi İhtiyar” adlı şiirleri, sokağın ve mahallenin bir ahlâkla kavranışını gösterir. Bu, merhamet
ve hamiyet sahibi bir ahlâktır. Yoksulluk karşısında
acı duyan, vefa duygusuyla tanıdıklarını elinden
geldiğince koruyup gözetmeye çalışan vicdan sahibi bir özne vardır. Mehmet Âkif’i edebiyat dünyasına bu şiirlerin kabul ettirdiği açıktır. Şiirlerin duyuşu,
şairin duruşundan öndedir; gerçi gözlediği, dikkat
çektiği olay ve durumlar duruşla ilgilidir, ama merhamet duygusu uyandırma belirgindir. Safahat’ın
ilk şiirinde şair, “şiirlerinin hüviyeti”ni ve “hüneri”ni,
“samimiyet” olarak açıklar; “tasannu” bilmediğini,
“sanatkâr” olmadığını söyler; “bütün âsârı”nın “aczinin giryesi” olduğunu belirtir ve yazdıklarını “bir
hisli yürek”in sözleri diye sunar. “Hisli yürek” sözü,
duruşu değil, duyuşu öne çıkarır.6
“Hasta”, “Küfe”, “Hasır”, “Meyhane”, “Seyfi
Baba”, “Mahalle Kahvesi” ve “Yemişçi İhtiyar” adlı
şiirler, yazıldıkları dönemde, “manzum hikâye”nin
başarılı örnekleri olarak dikkat çekmiştir. Mehmet
Âkif şiirinin karakteristiği şeklinde belirlenecek olan
Türkçe’yi aruzla söylemedeki yetkinlik7 ve tahkiye ediş tarzı, bu şiirlerle belirginleşmiştir. Manzum
hikâye, o yıllarda modadır. İsmail Safâ’nın “Öksüz
Ahmed”i, Tevfik Fikret’in “Balıkçılar, Kenan, Hasta
Çocuk, Ramazan Sadakası” vb. manzumeleri, Ali
Ekrem’in “Vasiyet”i, Hüseyin Suad’ın “Ayşecik”i,
Mehmet Emin’in “Ahretlik, Sürücü, Kibritçi Kız,
Kesildi mi Ellerin?” adlı manzumeleri, toplumsal yaraları hikâyeleştiren örneklerdir.8 Servet-i
Fünûncuların bir resim görselliğinde algıladıkları
toplumsal sorunları Mehmet Âkif, bir ahlâkın içinden görmekte; bu sorunlara çare bulmaya, çare ol-
• 132
maya çalışmaktadır. Tanıdığı ve çok sevdiği Dülger
Hasan’ın yetmiş beş yaşını geçmiş olsa da “namerde el açmamak için” çalışmasını “Seyfi Baba”da işleyen şair, yoksulluk karşısındaki tavrını, iki mısrada
somutlaştırmıştır:
“O zaman koptu içimden şu tahassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!”
(Safahat, s. 71.)
Mehmet Âkif’in mahalle hayatından aktardığı
olay ve durumlarda, uzaktan acıma ve çaresizliği
resimleştirme kaygısı değil, bir mesaj verme amacı belirgindir. 1910’lu yılların algısıyla dile getirilen ve tartışılan “Sanat sanat içindir” veya “Sanat
şahsî ve muhteremdir” gibi görüşlerin karşısında
olan Mehmet Âkif, sanatın bir amaca hizmet etmesi gerektiğine inanmıştır. Nitekim 1909’da Sırat-ı
Müstakim’de yayımlanan bir yazısında, edebiyatın
amacını şöyle belirler: “Biz bugün heyet-i içtimaiyemizin gözünü açacak, hissiyatını yükseltecek,
hamiyetini galeyana getirecek, ahlâkını tezhip edecek, hülâsa bize her manasıyla ders-i edep verecek
bir edebiyata muhtacız.”9 Böyle bir sanat anlayışına
sahip olduğu için “edep dersi” verme, sorunları belirginleştirme kaygısıyla hayattan manzaralar alır ve
onları bir dünya görüşü içinde işler:
“Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun eve?
Gelin de bir bakalım... Buyrun işte bir kahve:”
(Safahat, s. 120)
Mehmet Âkif, her ne kadar Divan şiirini Arap
ve Acem taklidi olarak görüp, bu taklidin edebiyatı
mahvettiğini söylese de, kendisi de bir Acem şairini
izler. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, referansın “hikmet”lerle ahlâka açılması ve şairin terbiye edici bir dikkatle şiirler yazmış olmasıdır. Âkif’e
göre Sadi, “bizim Şark’ımızın rûh-ı kemâli”dir ve
eserleriyle “hakikat dersi” vermektedir.10 Bazı şiirlerinde adını açıkça andığı, bazılarında şiirlerinden
ilham aldığı Sadi, Mehmet Âkif’in şiirlerinde yapısal
bir özelliği de hazırlar. Bu, klasik İslâm eserlerindeki
temsil getirerek örneklemeye gitmedir.
MART 2011 - SAYI 133•
Mehmet Âkif, çoğu şiirinde -özellikle muhavereli, konuşmalı olanlarda- bir hikâye anlatıp bundan
sonuç çıkarır. Bu, hikmetli eserlerdeki kıssa ve kıssadan hisse çıkarmanın mahallî renkle zenginleştirilmiş şeklidir.
Kur’ân’dan ilhamla yazdığı şiirlerinde âyetlerin
tefsirine yönelen Mehmet Âkif, bir bakıma Kur’ân’ın
mesajını günceller; başka bir deyişle, yaşananları,
Kur’ân’ın ışığında yorumlar ve referansıyla uyanış
için uyarılarda bulunur. Onu bir fikir adamı olarak da
belirginleştiren bu tavır, II. Meşrutiyet sonrasındaki
entelektüel ortamla açıklanabilir. II. Meşrutiyet’in
ilanından hemen sonra yoğun bir yayın faaliyeti
başlamıştır. Kadrosunda Said Halim Paşa, Manastırlı İsmail Hakkı, Babanzâde Ahmed Naim, Bursalı
Mehmet Tahir ve Mehmet Âkif’in bulunduğu Sırât-ı
Müstakîm dergisi de, Meşrutiyet’in ilanından bir ay
sonra yayımlanmaya başlar. “İttihâd-ı İslâm” ideolojisinin savunulduğu dergide, “emperyalist batı
dünyası karşısında güçlü olabilmek veya en azından Müslüman cemaate hayat hakkı sağlayabilmek
için Osmanlılık ya da Türklük yerine İslâm âleminin
dine, çağdaş ilim ve tekniğe dört elle sarılması teklif edil”ir11. Mehmet Âkif, bu teklifi, Kur’an’ı kaynak
edinerek manzum hâlde topluma iletir. Kutsal kitabın bu şekilde değerlendirilmesi, dinin geleneksel
algısına yöneltilmiş bir eleştiridir de. Gelenek karşısına dinin “Kitap”ını çıkaran şair, Kur’an’dan aldığı ilhamla geleneksel algıdaki tevekkül ve kader
anlayışını sürekli eleştirir ve “cehalet”in, “atalet”in,
“miskinlik”in dinde yeri bulunmadığını vurgular.
Mehmet Âkif, modernizmi fark eden bir birey olduğu ve değerleri bilince çıkardığı için “geleneksel
olan”a öfkelidir. Kur’an’dan uzaklaşmış geleneksel
din algısını şöyle eleştirir:
“‘Kadermiş!’ öyle mi? Hâşa, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu.”
“Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da ‘tevekkül’ diyor bu cür’ete... Ha?”
“ ‘Kader’ senin dediğin yolda şer’a bühtandır;
Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrândır.”
“Bu harb işinde kazanmaktadır çalışmış olan;
Çalışmayıp oturandır gebertilen, boğulan.”
Birinci Safahat’taki “Kocakarı ile Ömer” ve
“Dirvâs”ta, konularını Halifelik devri ile Emeviler’den,
Hişam devrinden alan şair, Safahat’ın üçüncü kitabı Hakkın Sesleri’nde (1913) âyetlerin tefsirine ve
hadislerin yorumuna yönelir. Hak olan Kur’ân’dadır
ve şair Hakk’ı seslendirmektedir. İkinci Kitabı Süleymaniye Kürsüsü’nde (1912), sokaktan, mahalleden
camiye giren şairin bir irşat (aydınlatma) faaliyetine
yöneldiği anlaşılır. Süleymaniye Kürsüsü’nden hilâfet
düşüncesinin İslâm dünyasını toparlayıp koruyacağı
mesajı verilir.12
İnanmış bir aydındır Mehmet Âkif ve inandığı
değerlerin referansıyla konuşur. Referansının tazeleyici bir gücü olduğuna inanır ve bu gücü modern
bir birey olarak kavrar. İnancın oturduğu zemini
göstermek üzere, sert ve geleneksel tutumları rahatsız edici bir üslûpla konuşur.
Sosyalist Kerim Sadi’nin 1964’te yayımlanan
Bir İslâm Reformatörü: Mehmet Akif adlı kitabında
ısrarla vurguladığı gibi, Mehmet Âkif emperyalizme
karşıdır. Bu da bilinçli bir tavırdır ve Avrupa’nın yanlış medeniyet yorumuna karşı getirdiği, geliştirdiği
eleştiriler de, bu bilinci yansıtır. “Tek dişi kalmış canavar” 1910’lu yıllarda Osmanlı toprağındadır; şimdilerde, nerelerde, neler yaptığı ise bir muammaya
dönüşmek üzeredir. Bu yönüyle Mehmet Âkif’in
bazı şiirleri, bir “erken uyarı” sistemi olarak değerlendirilebilir:
“Ey koca Şark, ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.
Korkuyorum Garb’ın elinden yarın,
Kalmıyacak çekmediğin mel’anet.”
Mehmet Âkif’in şiirinde; çöküş, bozulma, çürüme, ümitsizlik ve boş vermişliğin ancak “eğitim”le,
“ilim”le aşılabileceği mesajını ileten bir bilinç vardır:
“Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nâfi’ suları.”
133 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Mehmet Âkif, Nâmık Kemal’den sonra bir toplum projesi olan son şair olarak değerlendirilebilir.
Bu projede, sanatlı söylemenin pek de önemi ve
anlamı yoktur. O yüzden manzum hikâyelerinde
çıplak bir gerçekçilikle karşılaşılır. Buna, natüralist
bir yaklaşım diyenler de vardır. Söylediklerini, hakikat noktasında önemseyen şair, şiir-hayal-hakikat
sorununu, bir şiirinde şöyle belirginleştirir:
“-Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim;
İnan ki: her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!”
(Safahat, s. 240)
Hayali reddedip gerçeği sahiplenen Mehmet
Âkif, toplumsal projesinde belirttiğim gibi, Panİslâmist bir söylem geliştirir; aslında, geliştirmekten çok böyle bir söylemi sahiplenir. Cemaleddin
Afgânî ile Mısırlı Muhammed Abduh’un eserlerinden haberdâr olduğu gibi, bunların bazılarını
tercüme de etmiştir. İslâm birliği idealini Hakkın
Sesleri’nin bütünü ve Hâtıralar’daki (1917) bazı şiirleriyle Kur’ân’a bağlayan Mehmet Âkif, 1910’lara
gelirken Tevfik Fikret’in, 1910’lu yıllarda ise Ziya
Gökalp’in görüşlerinin karşısında durmuştur. Öyle
ki, konularını İslâm tarihinden alan manzumelerini,
Ziya Gökalp’in Türk efsanelerini kaynak olarak işleyen manzumelerine karşı yazdığı bile iddia edilmiştir. Tevfik Fikret’in “Tarih-i Kadim” şiirine karşı
şiddetli eleştirilerde bulunduğunu, dostları hatıralarında yazmaktadır. Gerçi dostlarının hatıralarından önce Safahat’ın beşinci kitabındaki “Berlin
Hâtıraları”nda, bir yolunu bulup, Tevfik Fikret’e ağır
bir cevap verdiği bilinmektedir. Böylelikle Tevfik
Fikret’in temsil ettiği “Batıcılık”ı; Ziya Gökalp’in temsil ettiği “Milliyetçilik” ve “Türkçülük”ü birer toplum
projesi olarak geçersizleştiren Mehmet Âkif, hilâfet
koruyuculuğundaki “İslâmcılık”ı toplumsal bir proje
olarak öne çıkarmış olur. Ona göre, bu projenin dayanakları bulunduğu gibi, uygulanabilirliği de vardır.
Dayanak, din birliğinde; uygulanabilirlik, bu birliği
hilâfetle elinde bulunduran Osmanlıdadır:
• 134
“Zavallı Âlem-i İslâm için elîm olacak!
Biz olmasak bu kadar hânumân yetîm olacak!
Gıcırdamakla beraber serîr-i şevketimiz,
Bu dini kurtaran ancak bizim hükûmetimiz.”
(Safahat, s. 283)
İlk kitaplarında “Asr-ı Saadet”i, halifeler dönemini öne çıkarırken sonrakilerde -özellikle Fatih Kürsüsünde (1914)- tarihe de dikkat çekmiş ve kendi tâbiriyle Osmanlı’nın “şanlı tarihi”nden örnekler
sunmuştur.
Mehmet Âkif’in projesinin ütopya olmadığını
belirtmek ve kimi göstergelerden yola çıkarak, bir
ideal ortaya koyduğunu anlamak gerekir. Bu ideal, ne Tevfik Fikret’in “Ömr-i Muhayyel”deki hayalî
beldesine ne de İbrahim Şinasi Efendi’nin Victor
Hugo’dan alıp “Milletim nev’-i beşerdir, vatanım
rûy-ı zemîn” diyerek dönüştürdüğü ve ondan da
Tevfik Fikret’e geçen “dünya vatandaşlığı” ütopyasına benzer. Aynı şekilde Ziya Gökalp’in “Vatan ne
Türkiye’dir Türklere ne Türkistan / Vatan kutsal ve
müebbed bir ülkedir Turan” dizelerinde ifade bulan
“Turan” düşüncesindeki konjonktür imkânsızlığıyla
da karşılaştırılamaz. Mehmet Âkif’e göre İslâm
birliği, tecrübe edilmiş ve gerçekleşmiş tarihsel
bir durumdur; heyecanın yitirilmesi, miskinliğin ve
tembelliğin ortaya çıkması, bilimsel çalışmalar yapılmaması sonucu bu birlik bozulmuştur. Ümmet
düşüncesinin terk edilmesinde, Avrupa’nın emperyalist oyunlarının, zulümlerinin de belirleyici olduğunu savunan şair, medeniyeti bu yüzden “tek dişi
kalmış canavar” olarak tanımlar. Burada karşı çıkılan medeniyet değil, insanlığın birikimi ve ortak malı
olan medeniyeti sahiplenen ve bu sahiplik hakkı ile
emperyalizmi sürekli kılan Batı’dır.
“ ‘Medeniyyet!’ size çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.”
(Safahat, s. 206)
Bu mısralarda betimlenen “medeniyet”, insanlığın ortak birikimini değil, bu ortak birikimi tekeline
almayı amaçlayan emperyalist tavrı belirginleştirir.
MART 2011 - SAYI 133•
Böyle bir duruşa sahip olan Mehmet Âkif’in Millî
Mücadele’ye katılıp şiirleri, yazıları ve camilerdeki
vaazları ile halka moral vermeye çalışması son derece anlamlı ve tabiîdir. Millî Mücadele’yi, İslâmiyet’in
son mevziinin savaşı olarak yorumlayan şair, öncelikle vatanın kurtarılmasını ve bağımsızlığın kazanılmasını amaçlamıştır. Devlet gittiğinde, İslâm’dan
da Müslümanlıktan da söz edilemeyeceğini ısrarla
vurgulamıştır.
1912’deki Balkan Savaşı bozgunu, I. Dünya
Savaşı (1914-1918), 30 Ekim 1918’de imzalanan
“Mondros Mütarekesi” ve mütarekenin şartlarına
aykırı olarak başlayan işgaller, vatanperver aydınları derinden etkilemiştir. Mehmet Âkif’in şiirlerine
bakıldığında 1918’den itibaren yazdıklarında bedbin bir ruh hâli görülür. 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e asker çıkartması, büyük bir infiale yol
açtığı gibi, Millî Mücadele’nin de fiilen başlamasını
hazırlar. Bilindiği gibi Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın,
19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basarak Millî
Mücadele’yi başlatmasını tetikleyen, İzmir’in işgalidir. Millî Mücadele, Mehmet Âkif’in bedbinliğine
son verir. Önce İstanbul’da, sonra Anadolu’da canla başla çalışarak destek verdiği ve içinde yer aldığı
Millî Mücadele hareketi, 15 Mayıs 1919’da başlar
ve 30 Ağustos 1922’deki kesin zaferi hazırlar.
Mehmet Âkif, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın
davetiyle 9 Mayıs 1920’de Ankara’ya gelir ve Burdur mebusu olarak ilk Mecliste yer alır. Emin Erişirgil, “Âkif’in gerçekten mütemadi saadet duyduğu devir yalnız İstiklâl Savaşı sıralarında, Taceddin
Dergâhı’nın bir odasında, yaşadığı zamandır.”13 der.
Mehmet Âkif, Millî Mücadele’ye bütün varlığıyla katılmıştır. Çünkü ona göre Millî Mücadele, İslâm’ın
son kalesi olarak gördüğü Türkiye’nin ölüm kalım
savaşıdır. Ayrıca Müslüman milletlerin umudu olabilecek bir mücadeledir. Yine Emin Erişirgil, şunları
kaydeder:
“Âkif bir kere Ankara’da istediği düşünce birliğini, ideal birliğini bulmuştu; herkes, ‘Ya öleceğiz, ya
müstakil yaşayacağız’ diyordu. (…) O, Ankara’da
İslâmlığın ilk devrindeki eşitliği de bulduğunu san-
dı. (…) Bu hâl ona ‘Hz. Ömer’in adaletini’ kuruyoruz
zannını verdi. Bu kadar da değildi. O sanıyordu ki,
diğer Müslüman milletlere de biz örnek oluyoruz:
İstiklâlin ancak böyle elde edilebileceğini göstererek…”14
Mehmet Âkif, “İstiklâl Marşı”nı bu duygu ve düşünceler içinde, 7 Şubat 1921’de kırk sekiz saat
gibi kısa bir zamanda yazmış15 ve şiiri bitirdikten
sonra sadece iki kelimeyi değiştirmiştir.
Safahat’ın altıncı kitabı olan Âsım (1924), yeni
bir devletin heyecanını ve toplumsal projenin uygulanabilirlik imkânını öne çıkarır. Bununla birlikte
olup bitenler ve göstergeler pek de ümitvar değildir. Kalkınmayı ve cehaletten kurtulmayı eğitimde
gören Mehmet Âkif’in Âsım’da “Köse İmam”ın16
oğlu Âsım’a Avrupa’da öğrenim görmesini salık
vermesi, gelişme ve ilerlemenin bilimle sağlanabileceğine duyduğu inancın işaretidir. Gerçi Mehmet
Âkif, Safahat’taki şiirlerinin hepsinde geri kalmışlığı
cehaletle açıklamış ve kurtuluşu cehaletle mücadelede bulmuştur. “İnmemiştir hele Kur’ân, bunu
hakkiyle bilin / Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal
bakmak için!” (Safahat, s. 170) demesi de; “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı, / Asrın idrâkine
söyletmeliyiz İslâm’ı.” (Safahat, s. 418) demesi de,
geleneksel topluma olan kızgınlığındandır. Ona
göre, tevekkül ve kadercilik, geleneksel toplumda
tembelliği ve miskinliği hazırlayan tavırlardır; bu tavırların da, ne dinle ne de dinin kutsal kitabıyla bir
ilgisi vardır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir ulus devlet
olarak milliyetçiliği benimsemiştir. Çağdaşlaşma
ideali ve ilkesiyle Batı’yı rehber edinmekle birlikte
ulus devletin Tevfik Fikret’in savunduğu “dünya vatandaşlığı” görüşüne mesafeli olduğu açıktır. Ziya
Gökalp’in Türkçülüğün Esasları’nda (1924) çerçevesini çizdiği kültürel yapılanma, yeni devletin geliştirmek istediği hedefler arasındadır. Tevfik Fikret’in
Batıcılık’ı kesin bir yenilgi almamıştır; ama Mehmet
Âkif’in hilâfetle belirginleşen İslâmcılık’ının yenilgiye
uğradığı açıktır. Şairin 1926’da Mısır’a gidip ancak
ölümünden altı ay önce Türkiye’ye dönmesi, ide-
135 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
olojisinin yenilmiş olduğunun açık bir işaretidir. Bu
noktada, Fevziye Abdullah Tansel’in söylediklerine
eklenecek yeni bir şey olmadığı kanısındayım. Fevziye Abdullah, durumu şöyle değerlendirmiştir:
“İstiklâl mücadelesi, Âkif için bir ümit ve kuvvet kaynağı olmuştu; gelecek günlerin hür, kuvvetli
Türkiye’si, Şark âlemini uğradığı felâketlerden kurtarabilir, Müslüman Birliği’nin önderi olabilirdi; fakat İstiklâl Harbi sonunda kurulan yeni Türkiye ve
dayandığı laik esaslar, Âkif’in, yıllardan beri bağlandığı, hiçbir hâdisenin sarsamadığı idealinin gerçekleşme ümidini kırdı. Onu, âdeta bir ışık dünyası
içinde yaşatan bu idealin, hakikat olacağını umduğu zamanda sönüvermesi, bu hayâl sükûtu, içinden
çıkılmaz bedbinliklere düşürdü.”17
Yenilgiyi tatmış bir deneyim vardır karşımızda;
yenik bir vicdan, yenik bir bilinç. Bu vicdan ve bilinç, yenildiğinin de farkındadır. Mısır’dayken yazdığı şiirlerinin birindeki şu beyitler, durumu hayli açık
bir biçimde yansıtır:
“Mâmûre-i dünyâyı dolaştıysa da, yer yer,
Son son, Hadi sen, kumda biraz oyna! demişler.”
__________________________________________________
1 Mehmet Âkif’in eski edebiyata yaklaşımı eleştirel bir
özellik gösterir. 1909’da Sırat-ı Müstakim’de yayımlanan bir yazısında, bizim hep Arap ve İran edebiyatlarını
taklit ettiğimizi vurgular. Bunun da edebiyatın mahvoluşunu hazırladığını ileri sürer. Divan edebiyatının ahlâk
ile ilişkisine de değinen şair şunları söyler: “Hele edebiyatın ahlâk ile münasebeti olmak lazım geleceğini,
bir heyet-i içtimaiyeyi tezhip edecek en başlı vasıta
olacağını hatırımıza bile getirmemişiz.” (Eşref Edib,
Mehmed Âkif Hayatı-Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, 1. Cilt, 2. baskı, Sebilürreşad Neşriyatı, İstanbul,
1962, s. 16.) Bu eleştiriler, 1900’lerin başındaki bir şair
ve yazar için Divan edebiyatının kaynak olamayacağını
işaret eder.
2 İlk denemelerini Ispartalı Hakkı’ya gösteren şair, ondan
unutulmaz bir ders almıştır. Mehmet Âkif’in şair kimliğini belirleyen bu dersi, Ispartalı Hakkı sonraları şöyle
aktarmıştır:
“O zaman Âkif çocuk denecek yaştaydı. Gelir bana şiirlerini okurdu; Muallim Naci tarzında gazeller… Ben
bu şiirleri yalnız dinler, bir şey söylemezdim. Birgün
geldi, yine bir gazelini daha okudu; ben yine bir şey
söylemedim. ‘Beğenmedin mi Hakkı?’ dedi. ‘Beğenmedim Âkif!’ dedim. Başını çevirdi; daldı. Dakikalarca
sonra döndü: ‘O kadar da mı fena?’ Ben onun üzerine
• 136
‘Seninle biraz konuşmak lâzım geldi. Yazdığın şeyleri sen beğeniyor musun Âkif?” dedim. ‘Bu gazellerle
nihayet bir Muallim Naci olursun. Hâlbuki edebiyat
bu mu? Medeni memleketlerin edebiyatından haberin
yok. (...)Sen kalkmış, Naci’nin arkasından koşuyorsun.
Bu devirde bu gazeller ayıptır. Sen bu şairliği bırak da
evvela bir lisan öğren. Ondan sonra şair mi olacaksın,
âlim mi, seninle oturur, karar veririz’.” (Mithat Cemal,
Mehmet Akif, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara,
1986, s. 16.)
3 Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, (Hazırlayan: M. Ertuğrul
Düzdağ), İnkılâp Kitabevi, 21. baskı, İstanbul, 1987, s.
85. Mehmet Âkif Ersoy’un şiirlerinden yapılan alıntılarda, bu kaynak kullanılmıştır.
4 Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, “Mehmed Emin Yurdakul ile
Konuştum”, Yeni Adam, S. 452, 26 Ağustos 1943.
5 Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, (Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. A. Kazancıgil-Prof. Dr. C. Alpar),
Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1986, s. 111115/123-126.
6 “Bana sor sevgili kaari’, sana ben söyleyeyim, / Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım: / Bir yığın söz ki,
samîmiyyeti ancak hüneri; / Ne tasannu’ bilirim, çünkü,
ne san’atkârım. / Şi’r için ‘göz yaşı’ derler; onu bilmem,
yalnız, / Aczimin giryesidir bence bütün âsârım! Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem; / Dili yok
kalbimin, ondan ne kadar bîzârım! / Oku, şâyed sana
bir hisli yürek lâzımsa; / Oku, zira onu yazdım, iki söz
yazdımsa.” (Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, İnkılâp Kitabevi, 21. baskı, İstanbul, 1987, s. 3.)
7 Mehmet Âkif’in şiiri, aruz veznindeki ustalığıyla ayırt
edilir. Aruz vezninden vazgeçip heceye yönelmek
gerektiği yönündeki tartışmaların yaşandığı 1910’da
şair, aruzun yüzyıllardır işlene işlene Türkçe’ye mal olduğunu belirtir: “Zaten nesir varken nazım ile tebliğ-i
hissiyata kalkışmak bir nevi mirasyediliktir. Karihası
zaruret-i vezin derdi müzmini altında inleyen bizim gibi
fukara-yı sanat ya haddini bilerek miras yediliğe özenmemeli, yahut Acem evzanından şikâyet etmemeli.”
(Eşref Edib, A.g.e., s. 15.)
8 Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Akif Ersoy Hayatı ve
Eserleri, Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Yayınları, Ankara, 1991, s. 29.
9 Eşref Edib, A.g.e., s. 16.
10 “Sa’dî, bizim Şark’ımızın rûh-ı kemâli, / Bir ders-i
hakîkat veriyor, işte meâli” (“Azim”, Safahat, s. 65.)
11 Abdullah Uçman, “Mehmet Âkif ve Millî Mücadele”,
Ölümünün 50. Yılında Mehmet Âkif Ersoy, İstanbul,
1986, s. 14.
12 Burada, bir not olarak Safahat’ın Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki baskılarında “hilâfet” sözcüğü geçen mısralarda, bu sözcüğün bir biçimde sansürlenerek yerine
başka sözcükler konulduğunu hatırlatma gereği duyuyorum.
13 Emin Erişirgil, a.g.e., s. 353.
14 Emin Erişirgil, a.g.e., s. 353.
15 Abdullah Uçman, a.g.y., s. 28.
16 Köse İmam, Akif’in babasının öğrencilerinden Ali Şevki
Hoca’dır.
17 Fevziye Abdullah Tansel, A.g.e., s. 105.
SANATKÂR SANAT ESERİ BAĞLAMINDA
İSTİKLAL MARŞI
EMİN GÜRKAN
MEB Ortaöğretim Genel Müdürü
M
illetler ortak değerler üreterek varlıklarını güçlendirir, gelecek nesillerini eğitir ve diğer milletlere kimlik beyanında bulunur. Milletleşme
sürecinin badirelerini de yansıtan bu ürünler,
üreticileri kim olursa olsun bütün bir milletin eseriymiş gibi
kabul görür. Bunlar, bu somut ve soyut değerler toplamı,
görünmeyen bağlarla milleti birbirine bağlar.
Millet için ittifak belgelerinden biri de İstiklal Marşı’dır.
Milletimizin zaferleri, acıları, fedakârlıkları, idealleri ve millet
olma arzusu bu şiirde toplanmıştır. İstiklal Marşı’nın rengi
milletin rengidir.
Marş tür olarak her şairin yazabileceği bir tür değildir.
Milletini tanıyan, onun değerleriyle bütünleşmiş, söylediklerini yaşayan, samimi, fedakâr, mütevazı, sağlam karakterli, hisseden, söyleyen bir sanatçı ancak böyle bir metni
kaleme alabilir.
Emin Gürkan, Sanatkâr Sanat Eseri Bağlamında
İstiklal Marşı, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim,
S. 133, Mart 2011, ss. 135-137
İstiklâl marşı, millet için önemli bir belgedir. Var oluş
belgesidir. Yediden yetmişe milletin bütün fertlerinin ortak
duygusunu terennüm eder. Üzerinde herkesin anlaştığı, anlaşabileceği ya da anlaşması gereken düşünceler, duygular bu marşta dile gelir. Bir anlamda millet bir sanatçıda
bütünleşmiş, sözcülük görevini ona vermiş olur. Sanatçıya
137 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
düşen, bu ulvî sorumluluğu
ifade edecek kelimeleri bulmak ve sanatçı duyarlılığı ile
son şeklini vermektir. Bu zor
bir görevdir. Millet adına sadece bir şiir yazılacak ve bu
şiir bütün eksiklerinden uzak
fazlalıklardan kurtulmuş olacaktır. Bir özel belge olduğu
için müdahale edilmesi de
mümkün olmayacaktır.
İstiklal Marşı seçilmiş bir
şiirdir. Yüzlerce şiir arasında
Millî Marş olmaya layık görülmüş, bütün bir maziyi ve
geleceği birlikte kucaklayarak
milletle bütünleştiği için marş özelliği en yüksek seviyede sağlanmıştır. İfade ettiği fikir, gösterdiği hedef ve barındırdığı değerlerle sanatkârane söyleyişi
buluşturmuştur.
Mehmet Âkif Kurtuluş Mücadelesi öncesinde tanınan bir şairdir. Yazdıkları memleketin ve milletin hâl
ü pürmelâli idi. Eserleri duygu ve düşüncelerin hayat
sahneleriyle zenginleştirilmiş anlatımıydı.
Öte yandan şairin Kurtuluş Savaşı sürecinde
yaptıkları da bu marşın hazırlık evresi olarak kabul
edilebilir.
Mehmet Âkif, hayatı sanata, sanatı hayata katmıştır. Böylesi özellik çok az sanatçıya aittir. Şiiri
kurarken merkezde kendisi vardır. Temsil ettiği kitle
millettir. Milletin duygularını sanat eserine dönüştürmenin gayreti içindedir. Buradaki başarısı bütün
benliğiyle şiirde var olmasına bağlıdır. Dışarıdakilere
seslenirken şiirin merkezindedir. Milletin iftihar edilecek vasıflarını kendi kimliğinde toplamakta, bütün
vatan coğrafyasında hissedilenleri şiir hâline getirmektedir. Realist bir sanatçı oluşu durumu en güzel
sunmasına yeterlidir. Zira sanatçı zor günleri, endişeyi tereddüdü, ümidi, fedakârlığı, zaferi, imanı, yurdun değişik bölgelerindeki görevlerinden derlemiştir.
Mehmet Âkif kelimeleri seçerken ona kendince
• 138
özel anlamlar yükler. Kelimelerin mısraa yerleştirilmesi,
diziliş, sıralama, vurgular metinde farklı anlam ayrıntılarını
ortaya çıkarır.
“Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın” derken
“arkadaş” kelimesine sanatçının yüklediği değerler ve ton
farklarının katkısı bu zenginliği
ifade eder. Bu kelimenin vurgusu önemlidir. Âkif’in sanat
gücü bu tür vurgularda gizlidir.
Böylece kelimeye, samimiyet,
tabiilik, ikaz, yakınlık, kesinlik,
uyarma anlamları yüklenmiştir.
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı” mısraındaki tabiilik hepimizin dikkatini çeker. Bir şiir
mısraı bu kadar konuşuyor gibi rahat ve tabii söylenmiş olabilir.
Edebî eserin oluşumuna etki eden faktörleri bu
şiirde bulmak mümkündür. Bir sanat eserine dönemin problemleri yön verir. Toplumsal ve sosyal meseleler insanları derinden etkiler. Döneme ve daha
sonraki yıllara damgasını vuran olaylar yumağı uzun
süre eserlere konu teşkil eder. İstiklal Marşı böyle bir
sürecin içinden süzülmüş duygular birikimidir. Tarih,
medeniyet ve milletin hafızası telmihlerle canlı tutulmuş, güncel olaylarla zenginleştirilmiş, geleceğe ait
hedef ve arzularla sunulmuştur.
Mehmet Âkif dönemin şiir ustaları arasındadır.
Eserleri okuyucular tarafından hasretle okunmakta,
yeni yeni şiirleri beklenmektedir. İstiklal Marşı’nın
söz konusu olduğu günlerde Mehmet Âkif’ten de şiir
talep edilmesinin sebebi budur. Devrin şairleri arasında onun farklı bir yeri vardır. Onun katılmadığı bir
yarışmanın maksadı hâsıl olmamış demektir. Mehmet Âkif, kimliği, ruhu, geçmişi ve hassasiyetleriyle
İstiklal Marşı’nı en iyi yazabilecek kişi olarak kabul
ediliyordu. Bu beklenti üzerine yarışmaya katılması
istendiğinde “para ödülü” nü gerekçe gösterip başlangıçta teklifi reddetmiştir.
MART 2011 - SAYI 133•
Yarışmaya katılan eserlerin yetersizliği üzerine
arkadaşları tekrar ona müracaat etmiş ve durumu
izah ederek onu ikna etmişlerdir. Sonrasında zorunlu
olarak aldığı parayı değerlendirme şekli de gelecek
kuşaklar için bir ibret vesilesidir.
natçı başarılı kabul edilir. Neşe, hüzün, heyecan,
Sanat eserini oluşturmada sanatçının felsefi pozisyonu da önemlidir. Yazacağı tür ve konu ile bütünleşmiş olması başarısını artırmaktadır. Bilindiği
gibi Mehmet Âkif İstiklal Marşı’nı sadece yazmamış,
bütün ayrıntıları ile yaşamıştır. Söylediklerini görmüş,
gördüklerini yaşamış bütün olayları ruhunda hissetmiştir. Şiirlerinin çoğunu bu özel hâl ile yazdığı, arkadaşları tarafından nakledilmiştir. Binlerce kilometre
uzakta Çanakkale Zaferi şiirini yazarken gece âdeta
cezbe hâlinde, bir vecd içinde şiiri tamamladığı nakledilmektedir.
saret, yüce değerler, kimlik tanımı, kendini bilme,
Şiire özgünlük katan en önemli unsur Mehmet
Âkif’in samimiyetidir. İstiklâl Marşı olarak yazılan diğer şiirlerde de konu hemen hemen aynı olmasına
rağmen hiçbir şiir, millî hafızayı, geleceğe ait hedefleri, görev ve sorumlulukları, heyecanlı, samimi ve
realist biçimde sanatkârane ifade edememiştir. Sanatçılarının önüne geçen eserler vardır. İstiklâl Marşı
ise Mehmet Âkif’le bütünleşmiştir. Bunda onun örnek kişiliğinin payı büyüktür.
nedamet, nida ve öfkeyi ifade ederken sanatçının
vermek istediği mesaja uygun eda üretmesi beklenir.
Marşın kuruluşu ustacadır. On kıta içinde bir millet için gerekli moral değerler yer almıştır. Ümit, cevatanın önemi, toprağın vatan oluşunu sağlayan unsurlar; rahat, müsterih, asude eda ve şükrün ifadesi ile final kıtasına adım adım ulaşır. Akşam karanlığı
ile başlayan marş sabah aydınlığı ile tamamlanmıştır.
Zamanlama da metnin anlamını destekleyecek şekilde kurgulanmıştır.
Başlangıçtaki tereddüt, sonlara geldikçe yerini
sükûnete
ve
güvene
bırakmıştır.
Yapılan
fedakârlıkların karşılığı alınmıştır. İnsanın sahip olduğu özelliklerle vardığı netice dile getirilmiştir.
Büyük eserlerde sanatçının duygularını tam yansıtması esastır. İstiklâl Marşı’nda sanatçının samimiyeti yaşadıkları, müşahedeleri, hayalleri, düşünceleri
tam olarak metne sindirilmiştir. Mazi, hâl, gelecek,
şiirin kıtaları arasına değerler bütünü olarak yerleştirilmiştir. Eserde okuyucuyu kucaklayan bir tabiilik
vardır. Milletin değerleri, milletin asırlardır işlenmiş
diliyle, deyimleriyle ifade edilmiştir. Metinde çok ra-
Şiirde duygu ve düşünce aktarımı birinci şahıs
anlatıcı tarafından yapılmıştır. Anlatıma yakınlık ve
samimiyet katan bu tarz, şiirde samimiyeti esas alan
Mehmet Âkif ‘in üslubuna daha yatkındır. Bu uygulama şiirin tamamına ses tekrarlarından oluşan bir
ahenk de katmıştır.
hat kurulmuş hissi veren cümleler, doğallıkla bütün
Sanat eserinde okuyucu ile buluşma noktaları
eseri değerli kılan yanlardır. Bu tür bağların çokluğu
eser için önemli bir değerdir. Okuyucu veya dinleyici
bu noktalarda daha bir dikkatle ve ilgiyle sanat eserine bağlanır. Mehmet Âkif bu buluşmayı hitaplarla,
soru cümleleriyle, konuşma cümleleriyle sağlamıştır.
Hemen her kıtada bu özelliği görmek mümkündür
kelimelerle haddini bildirirken bir asırdır devam eden
Söylemek istediklerini okuyucuya ya da dinleyiciye ulaştırırken sanatçının tavrı önemlidir. Duygu
ve düşüncelerini rahat bir söyleyişle ifade eden sa-
başarmıştır. Bu metin bizim millî marşımızdır. Bizlere
halkı kuşatırken çok derin anlamları da barındıracak
gücü yakalamıştır.
Öte yandan Mehmet Âkif’in sözünü sakınmaz bir
realist oluşu da metinde kendini hissettirir. Şair, İstiklal Marşı’nda ülkeye göz dikenlere ustaca seçilmiş
“medeniyet” algısını da sorgulamaya açar. Burada
hem dışarıya hem içeriye mesajlar vardır. Gözümüzde yücelttiğimiz kavramları ve milletleri tanımaya
bizleri çağırır.
Mehmet Âkif, biçimi, sesi, vurgusu, anlam nüansları, kuşatıcılığıyla ölümsüz bir eser ortaya koymayı
bir şaheser bırakırken bir sanatçı olarak samimiyetinin ödülünü bu eserle ölümsüzleşerek almıştır.
139 •
İSTİKLÂL MARŞI
VE DİĞER DEVLET MARŞLARININ MUKAYESESİ
ŞAHMURAT ARIK
Doç. Dr.
D
evlet marşları, milletlerin varoluş mücadelesi ve
karakteristik özelliklerinin destan biçiminde dile
getirilmesiyle vücut bulur. Milletlerin hafızasında
yaşayan önemli olaylar silsilesi, bir milletin karakteri ve o millete ait değerler hiyerarşisinden izler taşırlar. Bu
bağlamda mensubu olduğu milletin marşını terennüm eden
her fert; o milletin dünyaya bakışı, tarihî geçmişi ve değer
yargılarını dile getirmiş olur. Bu yönüyle devlet marşları, milleti oluşturan fertler düzeyinde ortak payda oluşturarak, bireyin aidiyet duygusunun idamesini sağlar ve birleştirici bir
güce sahip olur.
Türk milletinin esaretten kurtuluş mücadelesinin destanı,
Mehmet Âkif’in kaleminden çıkan İstiklâl Marşı’dır. İstiklâl
Marşı, Millî Mücadele ruhunu taşımasının yanında, Türk milletinin maddî ve manevî değerler bütününe ait özellikleri de
bünyesinde barındırır. Bu yönüyle incelendiğinde Türkiye
Cumhuriyeti İstiklâl Marşı, diğer devlet marşlarından farklı
hususiyetler taşımaktadır.
Bu yazıda İstiklâl Marşı ile diğer devlet marşlarının farkları ele alınacaktır.
Şahmurat Arık, İstiklâl Marşı ve Diğer
Devlet Marşlarının Mukayesesi, Bilim ve Aklın
Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart 2011, ss. 138-145.
• 140
Marş Kavramı ve Millî Marş
Marş kelimesi, Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğünde
MART 2011 - SAYI 133•
“Ritmi, yürüyen bir kimsenin veya topluluğun adımlarını hatırlatan müzik parçası” olarak tanımlanmıştır.
Aynı kelimenin ikinci anlamı ise, “Bir topluluğu simgelemek için düzenlenmiş müzik parçası” şeklinde
verilmiştir.1
Marş kelimesinin anlamı için ansiklopedilere bakıldığında ise şu tanımlarla karşılaşılır: “Yürüyen insanların mahiyetine göre uygun hareketlerle çalınan,
okunan ve bestelenen bir Batı musikisi şekli (Fransızcada manası: yürüyüş, yürüyüş tarzı).”2 ; “Millî marş
ya da ulusal marş, çeşitli törenlerde çalınıp söylenmek üzere bestelenmiş ya da düzenlenmiş, yurtseverlik duygusunu güçlendiren marş.”3 ; “Millî marş,
kamu hayatının çeşitli törenlerinde çalınmak ve söylenmek üzere her millî topluluğun benimsediği ve vatanseverlik duygularını dile getiren müzik parçası” 4.
Yukarıdaki tanımlarda bu bildirinin konusu olan
millî marşların hangi özelliklere sahip olması gerektiği açıkça vurgulanmıştır. Bu ölçüler ışığında bir millî
marş, her şeyden evvel, hangi millete aitse o millete
seslenmeli, o milletin duygularını terennüm etmeli
ve o millete ait hususiyetlerle örülmelidir. Dolayısıyla
millî marş, ait olduğu milletin karakterini yansıtmalı
ve yaşatmalıdır.
İstiklâl Marşı
Millî marş(devlet marşı) tâbiri, yukarıda sıralanan
özellikleri taşıyan şiirlerin bütün dünyada yaygın olarak kullanılan ortak adıdır. Ancak bazı millî marşlar,
“millî marş” adlandırmasından farklı isimler de taşımaktadır. Bu isimler, o milletin bir vasfını veya marşın yazıldığı yahut da kabul edildiği sırada cereyan
eden olağanüstü bir hadiseyi işaret etmektedir. Bu
bağlamda Türk millî marşı, daha başlangıçta, taşıdığı isimle diğer devlet marşlarından ayrı bir yere
sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin millî marşının adı “İstiklâl Marşı”dır. Bu kavram, Türk milletinin
karakterinde yer alan çok önemli bir hususiyeti ifade etmektedir. Türk milleti, geçmiş asırlarda, başka
milletlerin esareti altında yaşamamış ve tarihin hiçbir
devrinde devletsiz kalmamıştır. Türk milletinin hür ve
müstakil yaşamaya alışmış olması ve aksi hâli kabul
etmemesi; yazılı en eski Türkçe metinlerden olan Orhun Kitabeleri’nde sık sık vurgulanmıştır.
Millî Şair Âkif’in İstiklâl Marşı’nda dile getirdiği,
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları, enginlere sığmaz, taşarım
mısralarında Türk milletinin bu değişmez karakterine
işaret vardır.
İstiklâl Marşı, Kurtuluş Savaşı yıllarında milletin
içinde bulunduğu bağımsızlık tutkusu, vatan sevgisi
ve yaşama azmini dile getirmektedir. Âkif’in o zamana kadar yazdığı, söylediği, İstanbul’da haykırdığı
ve özellikle de Kastamonu camilerinde dile getirdiği görüşlerin bir bakıma nazma dökülmüş biçimidir,
İstiklâl Marşı. Türk millî marşı, İstiklâl Harbi’nde sömürgeci devletlerle çarpışan ve yok edilmek istenen
bir milletin kükreyişidir. Türk milleti, Batı’nın cesaret
kırıcı bütün güç ve gösterişine karşı, yılgınlık bilmeyen bir güce sahiptir. Her şeye rağmen korkusuzdur,
cesaretlidir ve geleceğe ümitle bakmaktadır. Batılılara karşı var olma mücadelesinin yaşandığı bu büyük
savaş, bağımsızlık savaşıdır. Marşa damgasını vuran
ana tema, bağımsızlıktır ve bu nedenle de adı İstiklâl
Marşı’dır.
Devlet kavramının sözlüklerde çeşitli tarifleri bulunmaktadır. Tanımlar kısmen değişse de devletin
değişmeyen bir vasfı, mutlâka istiklâldir. Türk millî
marşı, Türk milletinin asırlardır hiç değişmeyen bu
yönünün yakın çağdaki tezahürü olarak doğmuştur.
Yirminci yüzyıl başlarında, bağımsız yegâne İslâm
Devleti, Osmanlı İmparatorluğu’dur. Türk millî marşı,
işte bu tek devletin yok edilme niyet ve teşebbüslerine karşı verilmiş büyük mücadelenin tercümanıdır. Onun için adı, “İstiklâl Marşı”dır. Bu nedenle
manzume İstiklâl’le başlar ve İstiklâl’le biter. İstiklâl
Marşı’nın bestelenmiş iki kıtası ve bütün manzumenin sonunda tekrarlanan mısra, “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl”dir. Bu mısralarda Türk milletinin iki mühim karakteri bir arada verilmiştir. Bunlar-
141 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
dan ilki, hiçbir devirde kaybetmediği “istiklâl”in onun
hakkı olduğu. İkincisi ise, bu hakkın, yani istiklâl
hakkının, iman duygusunun neticesinde kendisine
bahşedilmesidir. İman duygusu, aynı mısrada tekrar edilen “Hakk” ismiyle birlikte verilmiş ve Hakk’a
tapan milletin İstiklâlsiz olamayacağı vurgulanmıştır.
Bu mısra, Türk milletinin hem Yaratıcı’sına; hem de
kendine duyduğu güvenin ifadesi olmuştur. Böylece
İstiklâl Marşı’nda Türk milletinin dinî ve millî karakteri, bir bütün olarak ifade edilmiştir. Bu iki kavram,
İstiklâl Marşı’nın âdeta ruhunu teşkil etmiş, marş
boyunca vurgulanan diğer bütün motifler, Türk insanında var olan bu iki yönden güç almış veya bunlara
bağlanmıştır.
üstünde yaşanan toprakların alelâde bir yer olmadığını, bu toprakların vatan olduğunu, onların düşmana
çiğnetilmemesi gerektiğini telkin eder. Yedinci ve sekizinci kıtalarda şair, sevilen pek çok şey kaybedilse
bile vatanın kaybedilmemesini ve Yaratıcı’dan ezan
seslerinin kesilmemesini niyaz eder. Dokuzuncu kıtada bu duası kabul edildiği takdirde kendi ruhunun
da vecd içinde yükseleceğini söyler. Nihayet son kıtada yine bayrağa dönerek ona ve milletine ebediyen çöküş olmayacağı, hürriyetin ve istiklâlin ebediyen onun hakkı olduğu müjdesini tekrar eder. İstiklâl
Marşı, sayın Orhan Okay’ın ifadesiyle, “tek taşı bile
yerinden oynatılmayacak muhkem, harikulâde bir
ses, söz ve mana mimarîsi” ne sahiptir.
Mehmet Âkif’in bütün Safahat’ında, içinde yaşadığı topluma yabancı kalmadığını, onun dertleriyle
nasıl dertlendiği bilinmektedir. Fakat hiçbir şiirinde,
İstiklâl Marşı’nda olduğu kadar, âdetâ “mistik bir
ruhla” milletiyle beraber, milletiyle bir aynîleşme, özdeşleşme içinde olmamıştır. İşte bütün bu olağanüstü şartların birleşmesiyle Mehmet Âkif’e göre İstiklâl
Marşı artık kendisinin değil, milletin ruhundan çıkmış
bir şiir olmuştur. Bu nedenle onu Safahat’a almamış
ve “o benim değil, milletimindir” demiştir.
Milletin iradesine ve Allah’ın müminlere vaad ettiği zaferin er geç gerçekleşeceğine inanan Mehmet
Tahmin edileceği üzre, bu yazıda İstiklâl Marşı’nın
bütünü tahlil edilmeyecektir. Bu nedenle İstiklâl
Marşı’nın geneli dikkate alınarak, özet bir değerlendirme yapılacaktır. İstiklâl Marşı; nazım tekniği ve
muhteva bakımından herhangi bir millî marş güftesinin çok üstünde Türk edebiyatının en güzel lirik-hamasi şiirlerindendir. Son kıtası beş mısra olmak üzere dörder mısralık on kıtadan oluşur. Aruzla yazılan
şiirin her kıtasının bütün mısraları tam kafiyelidir. Her
kıtada, temayı oluşturan duygu ile uyumlu ton ve
vurgulamalar yapılmıştır. İlk iki kıtada bayrağa hitap
eden şair, Türk milletiyle Türk bayrağının ebediyyen
yaşayacağını söylemektedir. Şair üçüncü ve dördüncü kıtalarda Türk milleti adına konuşmakta, bu yüce
milletin ebedî hürriyet aşkı ve imana sahip olduğunu
vurgulayarak, Türk insanının Batılıların maddî güçlerine direneceğini söylemektedir.
Türk askerine hitap eden beşinci ve altıncı kıtalar,
• 142
Âkif, İstiklâl Marşı’nda millî ve ulvî değerlerle dinî
motifleri dengeli bir şekilde kıtalara yerleştirmiştir.
Bayrak, hilâl, yıldız, hak, hürriyet, istiklâl, yurt, millet,
ırk, vatan, kahramanlık gibi millî kavramlarla iman,
şehâdet, helâl, cennet, Hudâ, ezan, mâbed, vecd
gibi dinî motifler birbiriyle uyum hâlinde zengin bir
belâgatle kullanılmıştır. Böylece Millî Mücadele’yi
gerçekleştiren halkın ruhunda mevcut iki önemli
kavram, yani millî ve dinî değerler, İstiklâl Marşı’nın
da iki temel temasını oluşturmuştur.
Yukarıda ifadeye çalışılan iki ana motif yanında
İstiklâl Marşı’nda dile getirilen diğer hususları özetlemek icap ederse,
İstiklâl Marşı;
• Türk Milletinin maddî ve manevî değerler bütünüdür,
• Bayrak sevgisinin vazgeçilmez terennümüdür,
• Kararlılık, azim, erdem ve cesaretin sembolüdür,
• Türk milletinin şanlı mazisi ve ruhundan süzülen
tarihî bir muhasebedir,
• Türk milletinin asırlardır damarlarında hissettiği
heyecan ve asil ruh hâlidir,
• Şanlı mazi ve vaad edilen istikbaldir,
MART 2011 - SAYI 133•
• Türk milleti ve Türk ordusunun şecaat, kahramanlık ve fazilet destanıdır,
• Vatanseverlik ve özgüven duygusunun timsalidir,
• Türk milletinin sarsılmaz maneviyatının tecessüm etmiş hâlidir,
• Allah’a sığınma ve millet adına yapılmış duaların en güzel ifadesidir,
• Millî mutabakatı temsil eden bir semboldür,
• İstiklâlin meşalesi, istikbalin teminatıdır,
• Türk milletinin ruhsuzluğa, köksüzlüğe ve de
zalimlere karşı haykırış ve sarsılmaz duruşudur denilebilir.
Yabancı Devlet Marşları5
FRANSIZ MİLLÎ MARŞI MARSEYYEZ
Söz ve müzik: Claude-Jozeph Rouget de Lisle,
yazılışı 1792, kabulü: 1795, 1879.
İleri kardeşler vatan için ileri!
Şan şeref günü geldi çattı işte!
Karşımıza geçmiş kanlı sancağını
Tiranlık bir kez daha çekiyor göndere
Nasıl bağırıyor duyuyor musunuz uzaktaki
Alanlarda bölük bölük askerler?
Saflarımıza dayandılar öldürmeye gelmişler.
Karılarımızı, çocuklarımızı ve bizleri!
Haydi vatandaşlar sıklaştırın safları, silahları kapın!
Yürüyün ki şu alçakların kanlarıyla toprağımız
sulansın!
Kimin peşindedir bu hükümdarlar,
Bu satılmış uşak takımı?
Bu zincirleri kimin için hazırladılar?
Kimin içindir acaba bu demirden bukağılar?
Sizin için ey Fransızlar, sizin için tüm bunlar!
Olacak iş midir bu! Hepimiz hınçlı mı hınçlı,
Şimdiden hazırız sıkmışız yumruklarımızı!
Onlar sizi yeniden köle yapmak istiyorlar!
Haydi vatandaşlar sıklaştırın safları, silahları kapın!
Yürüyün ki şu alçakların kanlarıyla toprağımız
sulansın!
Nasıl olur! Efendisi mi olacakmış
Yurdumuzun bu yabancı lejyonlar?
Ne diyorsun! Paralı askerler mi duracakmış
Bizim mağrur savaşçıların karşısında?
Aman Tanrım! Boynumuzu yakalamış
Zincirden farksız eller boyunduruğa vurmuşlar.
Soysuzlaşmış despot beyinler,
Çıka çıka bizim bahtımıza çıkmış.
Haydi vatandaşlar sıklaştırın safları, silahları kapın!
Yürüyün ki şu alçakların kanlarıyla toprağımız
sulansın!
Tiranlar, hainler onun bunun artıkları,
Artık korkudan titremeye başlayın!
Adi suikastçılar çözülsün dizlerinizin bağları!
Yakındır geliyor zamanı hesap sormanın!
And içmiş askerleriz biz yeneceğiz düşmanı!
Bir yiğit düşmeye görsün toprağa bizden,
Doğurur onu toprak ana yeniden,
Koparıp alsın diye sizlerin kafanızı!
Haydi vatandaşlar sıklaştırın safları, silahları kapın!
Yürüyün ki şu alçakların kanlarıyla toprağımız
sulansın!
Çarpışın Fransızlar merhameti de esirgemeyin
Göze göz dişe diş, elden bırakmayın
civanmertliği,
Yine de silâhların önüne zorla sürüklenen
O zavallıları bağışlayın o masum kurbanları.
Ama o tiranın yanından hiç ayrılmayan
Köpeği ve Bouillés’nin suç ortaklarını,
Bağışlamayın o gözlerini kan bürümüş
kaplanları,
Anamızın bağrını parçalamaya can atan !
Haydi vatandaşlar sıklaştırın safları, silahları kapın!
Yürüyün ki şu alçakların kanlarıyla toprağımız
sulansın!
143 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Gel, gir kolumuza kutsal vatan sevgisi,
Götür bizi intikam almaya!
Sevgili özgürlük tutsana elimizi,
Sahip çıksana kendi davana!
Zafere erip dikince bayrağımızı,
Senin koruyucuların buluşana dek burada,
Mezarında bile sokana dek düşmanın kafasına,
Senin zaferini ve bizim şanımızı!
Haydi vatandaşlar sıklaştırın safları, silahları kapın!
Yürüyün ki şu alçakların kanlarıyla toprağımız
sulansın!
(Hürriyet Bildirgeleri, Der. Janko Musulin, Çev.
Necmi Zekâ, Belge Yayınları, İstanbul, 1983, s. 113115.)
Fansız millî marşı, ağırlıklı olarak vatan sevgisine
vurgulama yapar. Fransız askerini överek, gerektiğinde hainlerle mücadele edilmesi ve düşmanlara
karşı birlik ve beraberlik içerisinde savaşılması gerektiğinin altını çizer.
ABD MİLLÎ MARŞI
Söz: Francis Scott Key, müzik: John Stafford
Smith, Yazılışı: 1814, kabulü: 1931
PUL PUL YILDIZLI SANCAK
Ah, söyle, görebiliyor musun şafağın ilk ışıklarında,
Alacakaranlığın son pırıltıları içince öylesine
övünçle selâmladığımızı,
O tehlikeli kavgada kalın çizgileri ve parlak
yıldızlarıyla,
Tabyalar üzerinden görkemli dalgalanışını
izlediğimizi?
Ve roketlerin kızıl ışığı, havada patlayan bombalar,
Tanıtladılar tüm gece, bayrağımız hâlâ oradadır.
Ah, söyle o pul pul yaldızlı sancak hâlâ
dalgalanıyor mu
Toprağı üzerinde özgür insanların ve vatanı
üzerinde yiğitlerin?
Kıyıda, denizin sisleri içinden belli belirsiz görülen,
O kıyı ki orada düşmanın böbürlenen ordusu
• 144
son derece sessizlik içinde yatmaktadır,
Nedir o, esen yelde, yüksek tepenin üstünden,
Esintiyle bir kaybolup, bir görünen?
Bir alazlanıyor ışıltısında sabahın ilk ışığının,
Bir tüm görkemiyle yansıyarak parlıyor sular
üzerinde,
İşte bu, pul pul yıldızlı sancaktır, ah, uzun
yıllar dalgalansın
Toprağı üzerinde özgür insanların ve vatanı
üzerinde yiğitlerin!
Ve nerede şimdi o güruh o kadar pervasızca
haykıran
Yıkıntısı savaşın ve döğüşün
Ne yuva ne yurt bırakacak diye?
Kendi kanları yıkadı onların pis ayaklarının kirini.
Hiçbir barınak koruyamaz parayla tutulan ve
köleyi
Korkunçluğundan kaçışın ya da zulmetinden
mezarın;
Ve pul pul yıldızlı sancak yengiyle dalgalanır
Toprağın üzerinde özgür insanların ve vatanı
üstünde yiğitlerin!
Ah, bu hep böyle olsun özgür insanlar durdukça
Sevgili vatanlarıyla savaşın perişanlığı arasında!
Yengi ve barışla kutsanan bu ülke
Yüceltsin o Güç’ü bizi bir ulus yapan ve ulus
olarak tutan!
Öyleyse feshetmemiz gerek çünkü davamız
haklı bir dava,
Ve şu olmalı parolamız “Tanrıdır güvenimiz!”
Ve pul pul yaldızlı sancağımız yengiyle
dalgalanarak,
Toprağı üzerinde özgür insanların, yuvası
üzerinde yiğitlerin!
(The Annals of America, C. IV, s. 353, The Encylopedia Americana, International Edicion, Çev. Naciye Öncül, C.25. s.609)
ABD millî marşı; bayrak sevgisi, hürriyet ve özellikle de düşmanlarla mücadele ve savaşa vurgu yapan bir marştır.
MART 2011 - SAYI 133•
FEDERAL ALMANYA MİLLÎ MARŞI
(Söz: August Henrich Hoffmann, müzik: F. J.
Haydn, yazılışı: 1841, kabulü: 1922, yeniden kabulü:
1950.)
Törenlerde söylenmesi kabul edilmiş 3. dörtlüğü:
Birlik, hak ve özgürlük
Alman vatanı için
Kardeşçe, yürekle ve el ele
Bu uğurda çaba gösterelim
Birlik, hak ve özgürlük
Mutluluğun simgesi
Bu mutluluk içinde parla
Parla Alman vatanı
Birinci dörtlük:
Almanya, Almanya, her şeyin üstünde
Dünyadaki her şeyin üstünde
Eğer sürekli direnerek
Kardeşçe, birlik hâlinde tutarsa kendini
Maas’ten Memel’e
Etch’ten Belt’e varana kadar
Almanya, Almanya, her şeyin üstünde
Dünyadaki her şeyin üstünde
Almanya millî marşı, daha çok birlik ve beraberlik
üzerine kurulmuştur. Ardından marşta Almanya’nın
güzelliği ve vatan sevgisi üzerinde durulur.
ÇİN CUMHURİYETİ (FORMOZA)
MİLLÎ MARŞI
(Söz: Sun Yatsen, müzik: Cheng Mao-yun, kabulü: 1929.)
Üç halk ülkesidir partimizin yolu,
Amacımız özgür bir ülke kurmak.
Barış içinde bir dünya için
Yoldaşlarımıza, gönüllülere önderlik edip,
Güneş ve yıldız ile
Amacımıza hızla ulaşalım.
İçtenlikle ve cesaretle.
İnançla ve sadakatle,
Tek yürekle, tek ruhla,
Aynı inançla, aynı hedefe!
Çin Cumhuriyeti marşında birlik, beraberlik, barış
ve özgürlük öne çıkmaktadır.
ÇİN HALK CUMHURİYETİ MİLLÎ MARŞI
(Söz: Tien Han; müzik: Nie Erh, yazılışı: 1932, kabulü: 1949.)
Kalkın! Köle olmak istemeyen insanlar!
Etimizle, kanımızla yeni Çin Seddimizi inşa
edelim!
Çin ulusu, en tehlikeli bir döneme geldi.
Herkes son kükreyişe zorlanıyor.
Kalkın! Kalkın! Kalkın!
On binlerimiz tek bir yürek,
Gözümüz kapalı düşman topu üzerine ileri!
Gözümüz kapalı düşman topu üzerine ileri!
İleri! İleri! İleri!
Özellikle özgürlük kavramına vurgu yapılan Çin
Halk Cumhuriyeti millî marşında hürriyet için top
yekûn savaşılması gerektiği ifade edilir.
FİN MİLLÎ MARŞI
(Söz: Johan Ludvin Runeberg,müzik: Fredrik Pacius, yazılışı:1846,bir öğrenci toplantısında ilk söylenişi:1848).
VATANIMIZ
Ey Suomi, Anayurdum,
çınlayan altınsın
Eşsizdir akarsuyun, vadilerin,
tepelerin, serin kıyıların;
kuzeyin güzel ülkesi.
ecdat yâdigarı !
Goncaların açılacak,
dönüşecek çiçeğe.
El ele yücelen sevgilerle
ümitlerin, mutluluğun, haşmetin
145 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
güçlüdür, her an bizimle,
yükselen sesimizle
Fin millî marşı, Vatanımız adını taşır. Bu marş,
İstiklâl Marşı’nda olduğu gibi pek çok yüce değer
yerine memleket sevgisi ve güzelliğini öne çıkaran
bir marştır.
HİNDİSTAN MİLLÎ MARŞI
(Söz ve Müzik :Rabindranath Tagore, ilk söylenişi Hind Millî Meclisi’nin 1911’de Kalküta‘da yaptığı
bir toplantıda, Resmen kabulü: 1950.)
Herkesin kafasına hükmedensin sen
Yön verensin Hindistan’ın kaderine
Adın yürekler kabartıp Pencap, Sind, Gucarat
Ve Maratha’da
Ve Dravida’da, Orissa’da, Bengal’de
Vındhya Tepeleri’nde ve Himalayalar’da
yankılanır
Yamuna’nın ve Ganj’ın müziğine karışır ve sonra
Türkü olur dalgalarına Hind Okyanusu’nun
Duacımdır, övgülerini söyler hepsi
Senin ellerine bakar bütün halkın kurtuluşu
Sen ey yön veren Hindistan’ın kaderine
Zafer senindir, zafer senindir, senindir zafer.
Fin millî marşında olduğu gibi, Hindistan millî
marşı da memleket sevgisi ve Hindistan’ın güzelliğini dile getirmektedir.
PAKİSTAN MİLLÎ MARŞI
(Söz: Abul Asar Hafeez Jullunduri, müzik: Ahmad
G. Chagla, kabulü: müzik 1953, söz 1954).
Mutluluklar kutsal yurda
Mutluluklar bereket ülkesine
Simgesi kırılmaz azmin
Pakistan yurdu
Mutluluklar sana inan kalesi
Bu kutsal ülkenin yolu
Halkın kardeşliğinin gücündedir
• 146
Ulusumuz, ülkemiz ve devletimiz
Parlasın şan ve şerefle sonsuza dek
Kutlu olsun amacımız, ereğimiz.
Ay yıldızlı bu bayrak
Öncüsüdür ilerlemenin ve olgunluğun
anlatandır geçmişimizi, şanını bu günümüzün,
Esini geleceğimizin,
Simgesi tanrının esirgemesinin.
Pakistan millî marşı; vatan topraklarının kutsallığı, vatan sevgisi, millî birlik ve bütünlüğün önemi ve
bayrak sevgisine vurgu yapmaktadır.
MISIR MİLLÎ MARŞI
Memleketim, memleketim, memleketim
Sevgim ve kalbim senin içindir
Ey ülkelerin anası Mısır
Sen hedefim ve gayemsin
Ve bütün insanların gayesi
Seni elde etmek için birçok el uzanır
Memleketim, memleketim, memleketim
Sevgim ve kalbim senin içindir
Mısır, sen, incilerin en güzelisin
Zamanın alnı üzerinde parlayan bir inci
Ülkem, özgür olarak yaşayasın
Düşmanlara rağmen esenlik içinde olmalısın
Memleketim, memleketim, memleketim
Sevgim ve kalbim senin içindir
Mısır millî marşı, Mısır’ın güzelliği ve vatan sevgisinin yüceltildiği bir marştır.
İNGİLİZ MİLLÎ MARŞI
(17. yüzyıldan anonim, yaygınlaşmaya başlaması, 1774)
Tanrı korusun iyi yürekli kralımızı,
Uzun ömürler soylu kralımıza,
Tanrı kralı korusun!
MART 2011 - SAYI 133•
Yengin kılsın onu,
Mutlu ve şanlı,
Başımızdan etmesin eksik;
Tanrı kralı korusun!
Tanrım en seçkin yetenekleri elindeki
Ona bağışla gönülden kucaklar dolusu,
Uzun yıllar başımızdan eksilmesin diye;
Savunsun diye yasalarımızı,
Ve haklı kılsın bizi diye
Tüm yüreğimiz ve sesimizle haykırmanız için
Tanrı kralı korusun!
Bölüm 2
(W.E. Hickson, 1803-1870)
Tanrı kutsasın yurdumuzu.
Yaradanın esirgeyen eli
Korusun diye kıyılarımızı
Barış, gücünü eksik etmesin,
Düşmanı dost eylesin,
Ve Britanya’nın hakları güdülmesin
Artık savaşla.
Haklı ve dürüst yasalar
Üstlensin halkın davasını,
Ve mutlu kılsın adamızı.
Yurdu yiğitlerin ve özgür insanların,
Ülkesi bağımsızlığın (özgürlüğün),
Dua ediyoruz üstünden eksik olmasın
İyi yürekli tanrının hoşnutluğu.
İngiliz millî marşı, törenlerde söylenen ilk bölüm
dikkate alındığında, İngiliz toprakları, bayrağı; yahut
da İngilizler için önemli olan maddî ve manevî değerlerin yüceltilmesi yerine kral için yazılmış ve onu yüceltmek için bestelenmiş bir marş görünümündedir.
SONUÇ
Türkiye Cumhuriyeti’nin millî marşı olan İstiklâl
Marşı ile diğer devlet marşları mukayese edildiğinde,
Türk millî marşının daha isminden başlayarak, diğerlerinden farklı bir hüviyete sahip olduğu görülmektedir. Bu fark, Türk milletinin hürriyet ve özgürlüğe
olan tutkusundan kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda,
“Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl” felsefesiyle hayata bakan ve “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” özgüveniyle tarih sahnesinde var
olan bir milletin millî marşının “İstiklâl Marşı” olması son derece tabiidir. Hürriyet aşkı ve Hakk’a olan
imanın özellikle vurgulandığı İstiklâl Marşı’nda bu
değerler yanında bayrak sevgisi; istiklâl için yapılan
her türlü fedakârlık ve mücadelenin yüceliği; Batı’nın
ürkütücü maddî gücüne iman dolu göğsüyle karşı
koyan vatan evlâtlarının kıymet ve şecaati; şehit kanlarıyla sulanmış vatan topraklarının kutsallığı; cennet
vatan için canların feda edilmesi gerektiği; mabedler
ve buralardan yükselen ezanların ebediyen susturulamayacağı ve bu şuur ve azimde olan millet için
ebediyen izmihlâlin söz konusu olamayacağı ifade
edilmiştir. Bu çerçevede İstiklâl Marşı, Türk milletinin
maddî ve manevî değerler bütününü dile getirir. Hürriyet ve bağımsızlık yolunda kararlılık, azim, heyecan
ve cesaretle yürümek, bayrak sevgisi, Türk milletinin
şanlı geçmişi ve büyük ümitlerle dolu istikbali, Türk
ordusunun kahramanlık ve faziletleri, vatanseverlik,
Türk insanının Yaratıcı’ya imanı ve kendine olan güveni ve nihayet, Türk milletinin ruhsuzluk, köksüzlük
ve zalimlere karşı haykırışının sarsılmaz bir ifadesidir
İstiklâl Marşı.
İstiklâl Marşı, yukarıda özetlenmeye çalışılan
yönleriyle zengin bir içeriğe sahiptir. Diğer devlet
marşları ise genel olarak, ait olduğu milletin yüce değerlerini vurgulamak, ortak değerleri yücelterek ifade etmek, geçmişi anmak ve gelecekten ümitle bahsetmek yerine; -daha çok- yurt sevgisi, hürriyet için
savaşmak gerektiği ve üzerinde yaşanan toprakların
güzelliği gibi birkaç noktayı dile getirmektedir.
___________________________________________________
1 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara,
2005, s. 1347
2 Türk Ansiklopedisi, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1976, C. 23, s. 312
3 Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1986, C.
13, s. 7828
4 Meydan Larousse, Meydan Yayınevi, İstanbul, 1981,
C. 8, s. 409
5 Burada alıntılanan yabancı devlet marşları için bkz.,
Zeki Sarıhan, Vatan Türküsü, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 2002
147 •
Âkif’in İki Altın Destanı:
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE VE
İSTİKLÂL MARŞI
MUSTAFA ÖZÇELİK
Â
kif’in, Millî Mücadele Hareketi’ne destek
maksadıyla geldiği Ankara’da yazdığı en
önemli şiiri şüphesiz ki İstiklâl Marşı’dır. Onun
son yüzyıldaki hikâyemizi anlattığı şiirlerini bir
destanın muhtelif parçaları olarak düşünecek olursak
İstiklâl Marşı, bu destanın Çanakkale şiirinden sonraki en önemli en büyük parçasıdır. Bu yüzden İstiklâl
Marşı’nı anlamak için onu Çanakkale şiiriyle birlikte
düşünmek gerekir. Ama ondan önce İstiklâl Marşı’nın
yazılış hikâyesini hatırlayalım.
İstiklâl Marşı Nasıl Yazıldı?
Mustafa Özçelik, “Âkif’in İki Altın Destanı:
Çanakkale Şehitlerine ve İstiklâl Marşı”, Bilim ve
Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart 2011, ss.
146-150.
• 148
İstiklâl Savaşı’nın en buhranlı günleridir. Yunan ordusu da 15 Mayıs 1920’de İzmir’i işgal ederek Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başlamıştır. Bu vahim durum üzerine İrşad encümeni üyeleri, halkı Millî Mücadele konusunda aydınlatmak göreviyle Anadolu’yu ve
cepheleri dolaşmaktadır. Halkla ve bilhassa cephede
askerlerle yapılan görüşmelerde bir millî marşa ihtiyaç
duyulduğu ortaya çıkar. Konu Meclisin bir oturumunda gündeme getirilir. Çünkü, Eşref Edib’in ifadeleriyle
“Bu mukaddes mücadelenin büyüklüğünü, kudsi he-
MART 2011 - SAYI 133•
yecanını terennüm edecek, onu gelecek asırlara nakşedecek zaman artık gelmiştir. İstiklâl
Savaşı’nda duyulan heyecanı, bir sanatkâr kelimelere döksün ve bu mücadele ebedîleşsin
istenilmektedir.”
mektup göndererek yarışmaya katılmasını ve
para meselesinin ortadan kaldırılacağını bildirir.
Âkif’in yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay da
bu konuda Âkif’i ikna ederek şiiri yazacağına
dair ondan söz alır.
Yapılan görüşmeler neticesinde Maarif
Vekâletinin bu işi üstlenmesine karar verilir.
Vekâlet bu gaye ile bir yarışma düzenleyerek
memleketin bütün şairlerini bir marş güftesi
yazmaya davet eder. Bu ilan üzerine memleketin dört bir yanından vekâlete şiirler gelmeye
başlar. Yarışmaya 724 eser katılmıştır fakat; aralarında kıymet taşıyanlar olmakla birlikte hiçbiri
aranan özellikleri tam olarak taşımamaktadır.
Âkif, bu mektup ve rica üzerine “Demek ki
Maarif vekilince son çare benim yazmam imiş.
Ben bir şey yazmazsam memleketi muhtaç olduğu telkin ve tehyiç vasıtasından mahrum etmiş
olurmuşum; o hâlde bunu yazmak benim için
bir vazifedir.” diyerek Taceddin Dergâhı’ndaki
odasına kapanır ve marşı yazmaya başlar. Şiir,
zaten Âkif’in gönlünde ve beyninde hazırdır. İş,
sadece bunların kâğıda dökülmesine kalmıştır.
Bu iş de birkaç gün içinde tamamlanır. Şiirini
arkadaşlarından birisi vasıtasıyla vekâlete gönderir. Bu şiir, Meclis’in 12 Mart 1921 tarihli oturumunda millî marşımız olarak kabul edilir.
Hemen herkes böyle bir şiirin Millî
Mücadele’nin başından beri içinde olan Mehmet Âkif tarafından yazılabileceğini bilmektedir.
Fakat Âkif, para ödülü sebebiyle bu yarışmaya
katılmamıştır. Bu konuda kendisini sıkıştıranlara
ise verdiği cevap tam ona göredir:“ Milletimin
kurtuluş müjdesini verecek, imanını terennüm
edecek bir eseri parayla yazacak karakterde bir
adam değilim.”
Sonunda, Âkif’i rahatsız eden durum ortadan kaldırılır. Maarif Vekili Hamdullah Suphi, bir
Âkif, bu şiirini “kahraman ordumuza” ithaf
eder ve Safahat’ına almaz. Bu durum her şeyden önce, şiirin muhtevası itibariyle milletin ve
askerlerin ortak hissiyatını dile getirmesiyle ilgilidir. Böylece İstiklâl Marşı, bir şairin duygu ve
düşüncelerini anlatan bir şiir olmanın ötesine
geçer ve milletin sesine dönüşür.
149 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
İmanın ve Ümidin Şiiri
İstiklâl Marşı’nı muhteva olarak iki ana temel üzerinde bina edilmiş bir metin olarak değerlendirmek gerekir. Bunlar, Türk milleti, onun
vatanı, bu vatana karşı yapılmakta olan saldırı,
bu saldırı karşısında duyulan endişe ve bu endişeye gerek olmadığı vurgusudur. Şair bu yüzden şiirine “korkma!” nidasıyla başlar. Bu ikaz,
“endişe edecek bir durum yoktur, tasalanma”
manasında anlaşılması gerekir. Nitekim aynı nidaya Berlin Hatıraları’nda yer alan ve Çanakkale Şehitleri’nin bir girizgâhı sayabileceğimiz şiirinde de “Korkma! Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz.” şeklinde yapmıştır. Bu
güven hissi millete duyulan inançla ilgili olduğu
için İstiklâl Marşı, her şeyden önce “imanın ve
ümidin şiiri”dir.
Şiirin sonraki bölümlerinde Türk milletinin
değer yargılarına atıf yapılmakta yani iman ve
ümidin neden beslenmesi gereken duygular
olduğu izah edilmektedir. Buna göre “hürriyet,
istiklâl, din, vatan, bayrak” buna bağlı olarak
gelişen “hürriyetseverlik, Hakk’a tapmak” yani
“imanlı olmak, vatanseverlik ve kahramanlık”
üzerinde durularak Türk milletinin ruh haritası
çizilmekte ve kimliği tanımlanmaktadır.
Şair, bu tanımlamayı yaparken karşı cephenin nitelikleri üzerinde de durur. Buna göre düşman, “medeniyet!” adı altında alçakça saldırı
yapan, hayâsız, manevi değerlerden yoksun ve
sadece maddi kuvvetlerine güvenen bir topluluktur. Tarih de göstermiştir ki bu niteliklere
sahip olan milletlerin zafer kazanma ihtimalleri yoktur. Bunun en son örneği Çanakkale’dir.
Şair, o savaşın bütün safhalarını bilen biri olarak
güven hissini bu duruma bağlamaktadır. Biz,
Çanakkale’de de maddi anlamda zayıftık. Düşman ise çok kuvvetliydi. Ama mana, maddeyi
yendi. Zafer böyle kazanıldı.
• 150
Âkif, şiirinde bir tarih yorumu da yapmaktadır. Buna göre bu tür tehlikelerle ilk defa karşılaşmadık. Tarih boyunca bize saldırılar oldu.
Ama bizi ortadan kaldıramadı. Çünkü bu millet
“ezelden beri…” “hür yaşamayı” irade hâline
getirmiş bir millettir. Bu uğurda gerektiğinde
dağları devirmiş, enginlere sığmamış yani her
türlü fedakârlığı göze alarak vatanın bağımsızlığını korumuştur. Bu yüzden İstiklâl Marşı, milletimizin hem tarihini özetlemekte, hem de değerleri itibariyle onu tanımlamaktadır.
Bu, şu açıdan çok önemlidir. Anadolu’nun
1918’den itibaren adım adım işgal edilmesi,
tarihî perspektiften bakılmazsa endişe verici bir
durum olabilir. Ama tarihî tecrübelere bakıldığında ortada endişe edilecek bir durum kalmaz.
İşte bu marş bu yüzden emperyalizme karşı bir
manifesto olarak milletimizin Batı karşısında dik
duruşunu, savunmasının gerekçelerini, düşmanın niyetlerini de açıklayan bir metindir. Her
şeye rağmen endişe içine düşme ihtimali olan
bir toplumda bu şiirin onlara nasıl bir iman ve
ümit aşıladığı ve İstiklâl mücadelesinin bu ruhla
kazanıldığı ortadadır.
İki Şiirin Ortak Dünyası
İstiklâl Marşı’nı işte bütün bu sebeplerle, Çanakkale Şehitlerine şiiriyle birlikte düşünmek
gerekir. Öyle ki; bu şiir anlaşılmadan Çanakkale şiirini anlamak mümkün olmaz. Yine Çanakkale Şehitlerine şiirini anlamadan da İstiklâl
Marşı anlaşılamaz. Bu iki şiir, her şeyden önce
muhtevaları itibariyle birbirlerini tamamlayıcı nitelikler taşır. Çanakkale sıcak bir harbin bütün
hikâyesini çok canlı bir şekilde resmeder. Aynı
zamanda bir direnişin destanı olarak mana kazanan bir metindir. İstiklâl marşı da öyledir. O da
bir direniş aynı zamanda diriliş destanıdır. İkisi
arasında müştereklikler çok fazladır. Her şeyden
önce her iki şiirin de doğduğu/yazıldığı ortam
MART 2011 - SAYI 133•
benzer özellikler taşır. Bu bağlamda Çanakkale,
Balkan mağlubiyetinden sonraki sürecin adıdır.
Bu olumsuz sürecin bu savaştaki kahramanlıkla bertaraf edilmesi gibi bir niyete tekabül eder.
İstiklâl Marşı ise 1. Dünya savaşından sonraki
yenilginin sonunda düşülen umutsuzluğu yok
etmek ve mücadelenin ruhunu anlatmak gibi bir
özelliğe sahiptir.
olarak da görebiliriz. Bilindiği gibi Çanakkale’de
“yedi düvel”e karşı savaşılmıştır. Mütareke’den
sonra Anadolu dört bir yandan işgal edilince
ortaya çıkan manzara yine aynıdır. Türk ordusu Millî Mücadele ve İstiklâl Savaşı sürecinde
de doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde tek bir
devletle değil birden fazla devletin askerleriyle
savaşmak durumunda kalmıştır.
Bu ruh nedir? Bu sorunun cevabı iki şiirin
müştereklerini daha iyi ortaya koyacaktır. Bu
ruh, samimi bir imana, namus duygusuna, bağımsızlık sevdasına ve bu uğurda şehit olmaya
tekabül eder. Bu yüzden Âkif, her iki şiirde de
Türk milletinin bir anlamda tarifini yapmıştır. “Bu
millet nasıl bir millettir? Hangi değerler onun için
önemlidir?” gibi sorular bu iki şiirde karşılıklarını
bulur. Bu anlamda bu iki şiiri, bir destan olmalarının yanı sıra saldırganlara karşı bir manifesto
Her iki savaş öncesinde de millette ve orduda büyük bir bedbinlik söz konusudur. Çünkü
sayısal olarak bakıldığında kuvvetler arasında
bir denklik mevcut değildir. İlkinde bir anahtar
hükmündeki İstanbul’un düşmesi amaçlanmaktadır. İstanbul, düşerse emperyalizmin bütün
niyetleri gerçekleşebilecektir. Millî Mücadele’de
ise Anadolu topraklarında sıkıştırılmış bir milletin tarih sahnesinden silinmesi söz konusudur.
Bu gaye gerçekleştiğinde diğer coğrafyalardaki
151 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Müslümanların akıbeti de aynı olacaktır.
Dolayısıyla iki savaşın da müşterek tarafı bir
iman mücadelesi olmasıdır. Bu yüzden Âkif, her
iki şiirde de dinî referanslara çok önem verir.
Şehitlik, gazilik, vatan sevgisi, cihat ruhu, emperyalizmin niyetleri, Batı’nın saldırgan yüzü,
Anadolu’ya “medeniyet!” götüreceğim iddiasına karşı bir duruş vardır. Sonuç olarak söylenmesi gereken şudur: İstiklâl Marşı, Çanakkale
destanının devamıdır.
Bu benzerlikleri neredeyse ortak sayabileceğimiz mısralarda da görürüz. Mesela maneviyatın maddeye üstünlüğü ve bu yüzden endişeye
gerek olmadığı İstiklâl Marşı’nda:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en
son ocak,
mısralarıyla dile getirilirken aynı duygu Çanakkale şiirinde:
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman
şeklinde belirtilir. Yine Batı medeniyetinin öteki
yüzü, vahşeti iki şiirin de ortak temalarındandır:
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyet dediğin, kahpe, hakikat, yüzsüz
………
Ulusun korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar
İki şiirde de savaşan askerlerin kahramanlıkları övülür:
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler
• 152
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından
Asım’ın neslini başarılı kılan bir husus da şehit olma arzusudur. Çünkü İslâm inanışında bu
inanç, bir asker için ulaşılması arzu edilen bir
mertebedir:
Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar,
O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar.
……..
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda
Bu tür benzerlikleri çoğaltmak mümkündür.
Fakat durum aynıdır. Teması, duyarlıkları, his ve
fikir yapısıyla bu iki şiir son dönemdeki direniş
ve dirilişimizin birbirini tamamlayan iki altın destanıdır.
Öte yandan bu şiirin nasıl bir duygu hâli içinde yazıldığını anlatmak için de hasta yatağında
şu bilgileri de okumak lazımdır: “İstiklâl marşı... O, ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir,
milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin
bir fecayi karşısında bunalan ruhların ıstıraplar
içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda
yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır.
O şiir, bir daha yazılamaz... Onu kimse yazamaz.
Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım.“
KAYNAKÇA
Cemal Kutay, Necid Çöllerinde Mehmet Âkif, İstanbul, 1963.
Eşref Edib, Mehmed Âkif, Hayatı-Eserleri, İstanbul,
1960.
Hasan Basri Çantay, Âkifname, İstanbul,1962
Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Hz. Fazıl Gökçek, İstanbul, 2007.
Mustafa Özçelik, Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı, İstanbul,2007.
Nihat Sami Banarlı, Kültür Köprüsü, İstanbul, 1985.
TÜRKİYE YAZARLAR BİRLİĞİ VAKFI BAŞKANI D. MEHMET DOĞAN’LA
İSTİKLÂL MARŞI’MIZ ve
BÜYÜK ŞAİRİ MEHMET ÂKİF ERSOY’U
DAHA İYİ ANLAYABİLMEK ÜZERİNE
AYSUN İLDENİZ
M
illî Mücadele’nin en çetin günlerinde
İstiklâl Marşı’mızı yazarak milletin ümit
ve heyecan kaynağı olan Millî Şairimiz
Mehmet Âkif Ersoy’u saygıyla anıyoruz.
- Günümüzde Mehmet Âkif üzerinde önemli çalışmalar yapan birisi olarak sizi birçok şair ve mütefekkir arasında Âkif’le ilgili bu denli çalışmaya ve
araştırmaya sevk eden sebepler nelerdir?
- Mehmet Âkif edebiyat ve düşünce tarihimizin büyük isimlerinden biri değil sadece, yaşadığı dönemde
şair ve düşünür kimliği ile toplumun önünde yürümüş,
derin izler bırakmış bir şahsiyet aynı zamanda. Bütün
bunları tamamlayan kişilik bütünlüğü ile her bakımdan
örnek gösterilebilecek kâmil bir şahsiyet ortaya çıkıyor.
Aysun İldeniz, D. Mehmet Doğan’la İstiklâl Marşımız
ve Büyük Şairi Mehmet Âkif Ersoy’u Daha İyi
Anlayabilmek Üzerıne, Bilim ve Aklın Aydınlığında
Eğitim, S. 133, Mart 2011, ss. 151-158.
Büyük şair, düşünür ve mücadele adamı aynı zamanda insan olarak da mükemmel bir örnek, gerçek
bir karakter abidesi. Sadece idealist değil, ideal insan.
Tanıdıkça sevilen, yaklaştıkça büyüyen ender büyük
insanlardan biri.
153 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
ta kalabilmenin, var olabilmenin
mümkün olduğunu şiir diliyle ve
yüksek sesle söyledi.
- Bilindiği üzere Millî Marş
için açılan müsabakaya gönderilen 724 şiirden hiçbiri
beğenilmeyip Millî Marşı’mızı ancak Âkif’in yazabileceği
inancı ile o, özel bir şekilde
müsabakaya davet edilmiştir.
Millî Marşı’mızın yazımı hususunda Âkif üzerinde neden ısrarcı olunmuştur?
- Mehmet Âkif’i milletimizin gözünde büyük kahraman ve ölümsüz kılan özellikleri
nelerdir?
- Milletine hizmet etmeyi ahlaki bir sorumluluk olarak görmesi ve hayatını bu yönde tanzim
etmesi; hatta bu uğurda kendini feda etmesi...
1908’den sonra Mehmet Âkif’in şahsi hayatının geri plana düştüğünü, milletinin, ülkesinin
yaşadıklarıyla Mehmet Âkif’in hayatının iç içe
geçtiğini biliyoruz. Balkan Harbi, 1. Dünya Savaşı ve İstiklâl Mücadelesi onun döneminde yaşanan ve halkın hafızasında derin izler bırakan,
büyük kırılmalara-değişmelere yol açan önemli
hadiseler. Mehmet Âkif bu olayları yaşamakla
kalmadı, yaşananları milletin bir ferdi olarak hissetti, mücadelesini yürüttü ve şiirleştirdi. Bizim
halkımızın vicdanı oldu.
Emperyalizmin dayatmalarına karşı isyan
etti. Çağımızda kendi kimliğini koruyarak ayak-
• 154
- Mehmet Âkif, bilindiği gibi,
Maarif Vekâletinin açtığı İstiklâl
Marşı müsabakasına katılmamıştır. Sebebi, kazanana nakdî
mükafaat vaad edilmesidir. Maarif Vekili Rıza Nur’un diplomatik bir görevle Sovyetler Birliği’ne gönderilmesi üzerine Hamdullah Subhi Maarif Vekili olur.
Hamdullah Subhi Bey’in bu mükafatın kendisi
için söz konusu olmadığını temin etmesi üzerine Mehmet Âkif İstiklâl Marşı’nı yazmayı kabul
eder. Bunun üzerine Dergâh’taki odasına kapanır, o günkü heyecanlardan ilham alarak İstiklâl
Marşı’nı yazar.
Dergâh’ta ve Meclis’te sürekli onunla beraber olan Hasan Basri Bey de benzer şeyler anlatmaktadır. Marş yarışmasına yedi yüzden fazla şiir gelmiş olmasına rağmen hiçbiri güzel ve
yeterli bulunmamıştır. Bunun üzerine Mehmet
Âkif’e müracaat edilmiştir.
Mehmet Âkif’in yaklaşımı, “Ben ne müsabakaya girer, ne de câize alırım.” şeklindedir. Hasan Basri ısrar ettikce, “Ben bu yaştan sonra
yarışa mı çıkacağım, ayıb değil mi?” der. Hamdullah Subhi bunun üzerine Mehmet Âkif’e hi-
MART 2011 - SAYI 133•
taben bir tezkire yazar, ulaştırılmak üzere Hasan
Basri Bey’e verir.
tadır. İki gün içinde şiir tamamlanır. Sabahleyin
erkenden evde marşı yazıp bitirmiştir.
Hamdullah Subhi’nin Mehmet Âkif’in İstiklâl
Marşı yarışmasına katılması konusundaki ısrarı
sebepsiz değildir. 1911’de ilk Safahat yayımlandığında Servet-i Fünun mecmuasında kitap
ve Mehmet Âkif’in şiiri hakkında övücü bir yazı
yayınlamıştır. Âkif’in şiiri hakkında aynı görüşte olmayan Celâl Sahir’le aralarında bir kalem
münakaşası cereyan etmiştir. Bir süre sonra
Türkçülük akımının en önemli kurumlarından
biri veya birincisi konumundaki Türk Ocağı’nın
başkanlığına gelecek olan Hamdullah Subhi bu
yazıyı şöyle bitirir: “Edebiyatımızda Âkif Beyi
yeni bir tarzın muvaffak bir temsilcisi olmak üzere selâmlarım. Ona, ellerimin üstünde saygı ile
tuttuğum kitabınız, sizin ayaklarınızın altında bir
şan ve şeref kaidesi olacaktır, derim.” Hamdullah
Subhi, aralarındaki görüş farkını çok iyi bilmekle
beraber Mehmet Âkif’i on yıl önce halka doğru
giden bir şair olarak selamlamakta ve benimsemektedir. Öyle anlaşilıyor ki ma’şeri vicdanı
en iyi ifade edecek, milletin hislerini en başarılı
şekilde dile getirecek şiiri sadece onun güçlü
kaleminden, nazım kudretinden beklemektedir.
İstiklâl Marşı, 17 Şubat 1921’de Sebilürreşad dergisinde ve Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanır. Meclis’te 26 Şubat’ta yarışmaya
katılan ve seçilen marşların basılıp dağıtılması kabul edilir. 1 Mart oturumunda ise Karesi meb’usu (Balıkesir milletvekili) Hasan Basri
Bey’in İstiklâl Marşı’nın güftesinin Hamdullah
Subhi Bey tarafından kürsüden okunmasına
dair takriri (önergesi) görüşülür.
Hasan Basri Bey, Mehmet Âkif’i İstiklâl
Marşı’nı yazmaya ikna için denemedik yol bırakmaz. Meclis’te Âkif’le yan yana otururken,
çantasından bir kâğıt çıkarır ciddi ve düşünceli
bir tavır takınır. Üstad, Basri Bey’e ne düşündüğünü sorar. Basri Bey de İstiklâl Marşı yazacağını söyler. Âkif’le Hasan Basri arasında bir
konuşma geçer. Sonunda Basri Bey, Âkif adına Hamdullah Subhi Bey’e söz verdiğini söyler.
Mehmet Âkif bir kaç kere, “Söz mü verdiniz?”
diye sorar. Her defasında “evet” cevabı alınca,
Basri Bey’in elindeki kağıdı alır ve bu sefer o
düşünmeye başlar. Meclis müzakere ile meşgulken Mehmet Âkif marş yazmaya çalışmak-
Maarif Vekili Hamdullah Subhi yarışmaya
katılan ve seçilen şiirlerden birinin kürsüden
okunması kararı üzerine kürsüye gelir ve yarışma hakkında bilgi verir. Gelen şiirleri kuvvetli
bulmadığı için Mehmet Âkif Beyefendi’ye müracaat ettiğini, kendisinin asil endişelerle ortaya koydukları tereddütleri izale etmek için gerekli tedbirleri alacağını belirttiğini, “bu şart ile
büyük dinî şairimiz bize fevkalâde nefis bir şiir
gönderdiler...Arkadaşlar, re’yimi ihsas ediyorum
(oyumu açıklıyorum). Beğenmek, takdir etmek
hususunda haizi hürriyetim (hürriyete sahibim).
İntihabımı (seçimimi) yapmışım. Fakat, sizin intihabınız benim intihabımı nakzedebilir...Bu size
aittir...” Hamdullah Subhi Bey, Mehmet Âkif’in
şiirini okur. Bu sırada Mehmet Âkif salonu terk
etmiştir. Şiir büyük heyecanla karşilanır.
Büyük Millet Meclisinin 12 Mart oturumunda, İstiklâl Marşı Yarışması’nın sonuçlandırılması ile ilgili usul tartışmalarından sonra, sadece Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı’nın oylanması
konusunda verilen önergeler kabul görür ve
“ekseriyet-i azime ile” (büyük çogunlukla, bir
üye hariç) Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı şiiri millî
marş olarak kabul edilir. Bu kabulden sonra şiirin bir daha okunması istenir, Hamdulah Subhi
bir daha ve bu sefer kürsüden okur ve İstiklâl
155 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Biz bugün böyle diyoruz, fakat, o zaman da
böyle görülmüştü ki, İstiklâl Marşı’nı Mehmet
Âkif’in yazması zarureti ortaya çıkmıştı.
Marşı’nı millî marş olarak Meclis Reisi Mustafa
Kemal Paşa ve milletvekilleri ayakta dinlerler.
- Bu yarışmaya dönemin hangi büyük şairleri katılmıştır?
- İstiklâl Marşı yarışmasına o zamanın ulaştırma ve haberleşme imkânları göz önünde tutulursa, büyük bir katılma olmuştur. Günümüzdeki gibi haberleşme araçlarının bulunmadığı,
en hızlı haberleşme vasıtasının telgraf olduğu
bir dönemde, aynı zamanda memleketin bazı
kısımları işgal altında iken bu kadar yüksek katılım dikkat çekicidir. İstiklâl Marşı Yarışması’na
katılan 724 şiirin tamamını bilmiyoruz. Fakat
Mehmet Âkif’inki hariç içlerinden seçilen ve
basılarak milletvekillerine dağıtılan 6 tanesinden haberdârız. Bu altı eserin katılanların en
iyileri olduğunu kabul edebiliriz. Fakat, hiçbirisi
İstiklâl Marşı’nın kudret ve kalitesinde değildir.
• 156
Katılan eserlerin matluba muvafık bulunmaması, bilinen, tanınan bir isme İstiklâl Marşı
yazdırma ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. O zamanın ünlü şairleri göz önüne getirilirse, Tanzimat
neslinden Üstad-ı Âzam olarak anılan Abdülhak
Hamid, Servet-i Fünun döneminden çok ünlü
isimler Cenap Şehabeddin, Süleyman Nazif,
Millî Edebiyat’tan Mehmet Emin (Yurdakul), Ziya
Gökalp, Celâl Sahir (Erozan), zamanının grupları
içinde bulunmayan Ahmed Haşim, o sıralar da
bilhassa Akıncı gibi bazı kahramanlık şiirleriyle
tanınmış olan Yahya Kemal, daha gençlerden
(30’lu yaşlarda) Orhan Seyfi (Orhon), Halit Fahri (Ozansoy), Enis Behiç (Koryürek), Yusuf Ziya
(Ortaç) hemen hatıra gelebilecek isimlerdir. Nitekim, İstiklâl Marşı Yarışması’na onlardan genç
olan Kemaleddin Kâmi (Kamu) da katılmış ve şiiri, seçilen 6 eser arasında yer almıştır.
Yukarıda sayılan ünlü şairlerin hiçbirine
İstiklâl Marşı yazması için müracaat edilmemiştir. Bu listedeki bütün isimler ihmal edilse bile,
Türkocağı çevresinde çok takdir edilen, Hamdullah Subhi’nin de el üstünde tuttuğu o zaman da “Millî Şair” olarak anılan Mehmet Emin
(Yurdakul)’in bu yarışma dolayısıyla hatırlanması gerekirdi. Böyle bir hatırlamanın söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Bu marşı ancak
Mehmet Âkif’in yazabileceğine dair bir kanaatin
oluştuğunu, bunun bilhassa görüş ve anlayış
farklarına rağmen Maarif Vekili Hamdullah Subhi tarafından benimsendiğini biliyoruz.
Mehmet Âkif, Büyük Millet Meclisinde bir
hayli etkili olan asker-sivil seçkinlerin zihniyet
sahası içinde değildir. O “İslâm Şairi” olarak tanınır ve “İslâmcı”dır, Meclis’te çok sayıda bulu-
MART 2011 - SAYI 133•
nan hocalardan değildir ama, onlardan da ayrı
görülmez. Meclis’in çok konuşmayan, hatta neredeyse hiç konuşmayan mebuslarından olan
Mehmet Âkif, o sıralar üzerine düşen her şeyi
yaptıktan başka, bütün söyleyeceklerini bu şiirle, İstiklâl Marşı ile ifade etmek için beklemiş
gibidir.
- Millî Mücadelemiz ve Anadolu’da kurulan Yeni Türk Devleti açısından İstiklâl
Marşı’mız ne anlam ifade etmektedir?
- Büyük Millet Meclisi o sıralar çok az şeyi
ittifaka yakın ekseriyetle kabul etmiştir. İstiklâl
Marşı, üzerinde ittifak sağlanan bu nâdir şeylerdendir.
Osmanlı Devleti’nin sona eriş ve yeni
Türkiye’nin oluşum döneminde millî marşı yazma şerefi Mehmet Âkif’in olmuştur. Bu olağanın olağanüstü bir yönü olduğunu hatırımızdan
çıkarmamamız gerekiyor. Mehmet Âkif’in Millî
Mücadele’ye katılış macerası üzerinde düşünülürse, onun Ankara’ya gelmesinde birçok
faydalar olduğu şüphesizdir. Onun bu faydaları
çeşitli şekillerde sağladığı da bilinmektedir.
Mehmet Âkif’in Millî Mücadele’ye desteği,
katkıları Ankara’ya gelmeden de büyük ölçüde
sağlanabilirdi. Meclis’te bulunmasına da gerek yoktu ve zaten çok aktif bir üye olmamıştır.
Mehmet Âkif’in Ankara’ya gelişi, milletvekili oluşu en fazla İstiklâl Marşı’nı yazmasıyla güçlü bir
temele oturmaktadır. Mehmet Âkif İstanbul’da
da olsa idi, şüphesiz, İstiklâl Marşı yazması için
hatırlanacaktı. Fakat bu hatırlanma, ona ısrar ve
yazmaya zorlama konusunda Ankara’da olduğu
kadar etkili olmayacaktı. Ankara’da bulunması,
her an ulaşılabilmesi, ikna edilmesini mümkün
kılmıştır.
- İstiklâl Marşı’mızın muhtevasını edebî
açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı, şiiriyeti yanında söyleyecek şeyleri olan ender marşlardandır.
Marş metinlerinin ekseriya edebî değeri söz konusu olmaz. Basma kalıp sözlerle örülür. Fakat
İstiklâl Marşı bu tür marşlardan değildir. Edebî
değer olarak da çok güçlü bir metindir.
- Milletimizin Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı’mızı gönülden sahiplenmesinin nedenlerini açıklayabilir misiniz?
- Mehmet Âkif İstiklâl Marşı’nı milletimize armağan etmiştir. O milletindir demiş, şiir kitabına
almamıştır. Bu sebepsiz değildir. Çünkü o milletin hissiyatı derinden hissedilerek yazılmış bir
şiirdir.
- Mehmet Âkif’in Safahat’taki görüşleri
sizce hâlâ canlılığını korumakta mıdır?
- Mehmet Âkif’in Türkiye’nin ve dünyanın
dönemi ile ilgili ortaya koyduğu fikirler canlılığını
korumaktadır. Olaylar günlüktür, fakat üzerinde yürütülen fikirler kalıcıdır. O zamana mahsus
sanılan bazı meseleler çözüme kavuşturulamadığı için Mehmet Âkif’in söyledikleri bugün de
yankı bulmaktadır.
- Âkif’in örnek şahsiyetiyle ilgili neler söylenebilir? Onu yeni nesillere tanıtmak neden
gereklidir? Bunun için neler yapılabilir?
- Âkif zamanından örnek aramadı, kendisi
örnek oldu. Elbette onun tarih içinden, maziden
büyük örnekleri vardı. Örnek insanı şekillendiren inanç ve düşünce iklimini teneffüs etti, ideali
sadece tarif etmedi, yaşadı.
Hayatının sonuna kadar değişmeyen kanaati, imanı, iradesi ve kuvvetliden değil haklıdan
yana tavrını sürdürmesiyle farklı ve büyük. Dö-
157 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
neme, çevreye, hayata uymadı; hesap kitap,
menfaat adamı olmadı.
Böyle mükemmel bir insanın elbette, örnek
olarak, model olarak topluma tanıtılması, gençlere sevdirilmesi gerekiyor. Gençliğin, televizyonlardan öğrenilmiş karakterlere öykünmesi,
çağımızın önemli bir meselesi. Mehmet Âkif,
hem kendi hayatıyla ve kişiliğiyle, hem de ortaya koyduğu gençlik modeliyle yeni nesillere
tereddütsüz gösterilebilecek sahih bir örnek.
Onun şair kimliği ile, fikir adamı yönüyle,
milleti ve fikirleri uğruna mücadelesiyle örnek
insan olarak tanıtılması ve benimsetilmesi günümüzde büyük önem taşıyor. Gençliği, bilgi
alanıyla atbaşi gitmesi gereken değer alanıyla
kucaklaştırmak için de buna ihtiyaç var. Gençliğin fizikten ahlâka yükseltilmesi için Mehmet
Âkif örneği emsalsiz değerde.
- Hüseyin Cahit, ‘Âkif’in hayatı daha büyük bir şiirdir.’ derken Âkif’in hangi yönüne
parmak basmıştır?
- İnsan yönüne, kişiliğine, özü ile sözünün
bir olmasına. Yüksek ahlaki değerleri telkinle kalmayıp kendi nefsinde yaşatmasına. Âkif
şahsiyetiyle karşıtlarında hatta düşmanlarında
bile saygı uyandırmıştır. Erdemi, ahlakı, insan
ilişkilerindeki tutarlılığı, kendi benini öne çıkarmaması ve haksızlık karşısında menfaatten
kaynaklanmayan isyanı onu büyük kılıyor.
“Hakkı bir zalime ihtar, o ne şahane cihad!”
Nureddin Topçu onun için: “Halk arasında
mütevazı insan yaşayışı ile kaldı. Mürşitlik taslamadı. Yalancı peygamber rolü oynamadı.” diyor
“Fakat Âkif’in asıl büyüklüğü, onun insanlığında,
fazilet ve hamiyet kahramanlığındadır. O, asrın
hemen tamamile kaybettiği şeyi, büyük insan
• 158
karakterini yaşattı. Hiç bir sergerdeye uşak olmadı. Bende olmadı, büyüklük dilenmedi.”der.
- Büyük şairimizin lügatında gençlik, ideal
Âsım örneği ile tanımlanmaktadır. Âsım nasıl
bir gençlik modelidir?
- Âsım 1. Dünya Savaşı sırasında yaşayan
gençliğin model teşkil ettiği bir karakterdir. Âkif
bunu Âsım adlı uzun şiirinde açıklar.
Âsımın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Mehmet Âkif’in ortaya koyduğu gençlik
modeli tamamen olayların akışı içinden çıkarılmış, fıtratın ve şartların belirlediği bir modeldir. Âkif’in Âsım tipi kimin çocuğu olursa olsun
Âkif karakterli bir gençtir. Böyle bir model kime
benzerse benzesin, kim olursa olsun tarif edilen
önemlidir. Osmanlı doğru veya yanlış büyük bir
savaşa girmiş, bu savaş gerçek bir ölüm kalım
MART 2011 - SAYI 133•
savaşı. Çanakkale geçilse, İstanbul hedeftedir.
İstanbul Osmanlı Devleti’nin başkenti, hilafet
merkezi. İstanbul’un düşmesi demek, bütün
Osmanlıların, Müslümanların atıf merkezinin
çökmesi demek.
Köse İmam’la “Hocazâde” Âkif’in karşılıklı konuşması şeklinde yazılan Âsım şiirinde bir
çok dertten, sıkıntılardan, kötülükten, olumsuzluktan bahsedilirken ve eski nesiller eleştirilirken, yeni bir neslin bunları düzeltmesi beklenir.
Âkif, Köse İmam’ın oğlu Âsım ve onun neslini
örnek verir...
“Âsımın nesli” çok güçlü bir sınamadan geçmiştir. Büyük harbin gerçek kahramanıdır. Bu
gençler cepheden cepheye koşmakta, korku
nedir bilmemektedir. Âsım Çanakkale gazisidir.
Cephe gerisine, İstanbul’a döndüğü zaman da
ne adına savaştığını unutmamıştır.
Âsımın nesli, hem fiziken güçlü, hem bilgi
yönünden mücehhez ve hem de maneviyat olarak sağlam bir nesildir.
- Peki sizce onun ümit bağladığı gençlik,
bir hayalden mi ibarettir? Yoksa Âsım günümüzde yaşayan bir tip midir?
- Âsım, Âsımlar her zaman var oldu. Var olmaya, milletimizin ümidi olmaya devam edecek.
Günümüzün Âsımları bilgi ve teknikle olduğu
kadar ahlakla da örnek teşkil eden gençlerimizdir. Onlar, gerektiğinde vatanları için, milletleri
için her türlü fedakârlığı göze almaktan asla çekinmezler.
- Mehmet Âkif’in eğitim hayatında nasıl
bir öğrenci profili çizdiğinden, okuma araştırma, öğrenme metodlarından bahsedebilir
misiniz?
- Mehmet Âkif çok iyi bir öğrenci idi. Baytar
Mektebi’ni birincilikle bitirdi. Yalnız derslerinde
değil, sporda da birinci idi. Manevi ilimlerle,
edebiyatla, musiki ile de uğraşmış, böylece tek
yanlı bir fen bilimleri ögrencisi olmamıştır.
Âkifin yakın arkadaşları onu, “ya kitap okur,
ya kitap okutur, ya da başkasından kitap okurdu” diye tarif ediyorlar. Okuduklarını ciddi olarak okuyan, onu bilgi ve düşünce hamulesine
katan bir şahsiyet. Mithat Cemal, onun mübalağasız bir kütüphanesinin olduğunu söylüyor.
Yani çok kalabalık bir kütüphane değil ama
hepsinin hakkı verilmiş kitapların teşkil ettiği bir
kütüphane.
- Mehmet Âkif’te arkadaşlık-dostluk anlayışı nasıldı?
- Mehmet Âkif’in örnek bir arkadaş ve dost
olduğunu bütün tanıyanlar belirtmekte ittifak
ediyor. Sözünde durması, arkadaşının verdiği
sözü kendi sözü bilmesi, arkadaş hatırı gözetmesi hakkında çok sayıda hatıraya kitaplarda
rastlamak mümkündür. İstiklâl Marşı’nı yazmaya kesin karar vermesi dahi çok yakın bir arkadaşının kendisi adına söz vermesi yüzündendir.
- Her büyük sanatkâr yaşadığı yüzyılın şuuruyla eserler verir. Yaşadığı dönem Âkif’in
şuuruna ve şiirine nasıl etki etmiştir?
- Mehmet Âkif döneminin şartlarını bilen, bilgisine vakıf olan, bu bilgi ve kavrayış ile kendisinin ve toplumunun varoluş imkânlarını araştıran
öncü bir şahsiyet. Batı emperyalizmi karşısında umutsuzluğa ve korkuya kapılan bu yüzden
kendine ve toplumuna inancını kaybeden okur
yazarlar ancak zamanlarının adamı olabilmişlerdir. Âkif ise, zamanını bilen ve onun geçici azametinden ürkmeden doğru bildiği yolda giden
tutumuyla zamanını aşan bir karakter olarak günümüze gelmiştir.
159 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
- Âkif farklı yüzyıllarda yaşamış olsaydı,
örneğin 16. yy.’da, şiiri ve sanatı nasıl olurdu
tahmin edebilir misiniz?
- Kendisi “gül devrinde yaşasaydım, bülbül olurdum!” diyor. Yani, ülkesinin, milletinin
zor zamanlarında değil de ferahlık devrinde
yaşasaydı yüksek şiir kudretini, sanat gücünü
sırf sanat yapmak için kullanabilirdi. 16. Yüzyıl
Bakî’nin, Fuzulî’nin çağı. Âkif edebiyatımızın
sönmeyen yıldızları olan bu isimler arasında
yerini alırdı, edebiyat tarihimize yine büyük bir
isim olarak adını yazdırırdı.
- Mehmet Âkif’in ruhunu ve özünü yansıtacak tek bir cümle söyleyebilir misiniz?
- Yaşamayı değil, yaşatmayı merkeze alan
bir şahsiyet.
- Sizce Âkif, geçmiş mücadelesinden ve
yaşadıklarından sonra hedefine varmış bir
şekilde mi göçmüştür?
- Siyasi amaç gütmeyen Mehmet Âkif’in
Türkiye’nin siyasi oluşumu ile ilgili farklı fikirlerinden ötürü hedefine varamadığı iddiası tutarlı
• 160
değildir. Mehmet Âkif milletine karşı vazifesini
hakkıyla yapmış, böylece hizmet ehli bir fert olduğunu ortaya koymuştur. İnsan ve vatandaş
olarak gerçek bir örnek olarak hedefine ulaşmıştır. Milleti de bu örnek insanı çok sevmiş,
eserini, fikirlerini bugüne kadar yaşatmıştır.
- Mehmet Âkif’in maddi ve manevi hatırasına saygı hususunda gerekli hassasiyeti
gösterebildik mi? Yapılması gerekenler sizce nelerdir?
- Mehmet Âkif, edebiyatımızda hiç bir şaire, yazara nasip olmayan bir ilgiye ve sevgiye
mazhar olmuştur. Milleti hiç bir resmî zorunluluk olmadan onun hatırasını yaşatmıştır. 3 yıl
önce İstiklâl Marşı’nın TBMM tarafından kabul
edildiği gün olan 12 Mart, Meclis’imizin kabul
ettiği bir kanunla İstiklâl Marşı’nı ve Mehmet
Âkif’i anma günü olarak millî günlerimiz arasına
katılmıştır. Böylece Mehmet Âkif resmî olarak
da hatırlanan bir büyük şahsiyetimizdir artık.
-Çok teşekkür ederim, Sayın Hocam.
-Ben teşekkür ederim.
MEHMET ÂKİF ERSOY’DA
İTTİHÂD FİKRİ
MACİT BALIK
Ağlarım, ağlatamam; hissederim söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Y
akın dönem fikir, sanat ve kültür yaşantımızın
mümtaz şahsiyeti Mehmet Âkif Ersoy, geçmişte olduğu gibi bugün için de geçerli olan,
güncelliğini kaybetmeyen fikirlere sahip, toplumun en kaotik dönemlerini iyi analiz etmiş, milletine
yol göstermiş müstesna bir “aydın”dır. Türk milletinin
bozgun havası yaşadığı, moral değerlerinin kaybolmaya
başladığı, dağılma, erime, savrulma, yok olma durumlarının iç içe olduğu dönemlerde yapılması gerekenler konusunda genel ölçekli ve açımlayıcı teklifler getirmiştir.
“O, bir taraftan dergi çıkaran, diğer yandan üniversite
talebelerine ders veren, beri yandan camide millete vaaz
eden, mahallede, kahvehanede ahaliye bilinç aşılayan,
ihtiyaç duyulduğunda ülke dışında görevlendirilen, yeri
geldiğinde milletinin mebusu olan, gerektiğinde cepheye savaşa koşan tam bir meydan, toplum ve mücadele
adamıdır” (Çetin, 2006: 58).
Macit Balık, Mehmet Âkif Ersoy’da İttihâd Fikri,
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart
2011, ss. 159-165
Mehmet Âkif Ersoy’un milletin teveccühünü kazanmasında hakikat bildiklerinin dolaysız, estetik endişe-
161 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
dendir. Âkif, en genel anlamda Müslümanların, içinde bulunduğu vahim
tabloyu gördüğü bazı eksiklik ve
yanlışlıklara bağlar. Onun, milletimizin sosyal yapısında gördüğü olumsuz değerler ve bunlara karşı öne
sürdüğü teklifler ana hatlarıyla şöyledir: “Atâlete (tembelliğe) karşı sa’y
(çalışma), Cehle Karşı Maarif, Ye’se
(ümitsizliğe) Karşı ümit, Medeniyete
Karşı insaniyet, Kozmopolit Ahlâka
Karşı Türk-İslâm Kültürü, Yabancılaşmaya Karşı Yerlilik ve İhtilafa Karşı
İttihâd” (Çetin, 2006: 59–67).
lerden azade, yeni bir edebî mahsul oluşturma
kaygısı gütmeksizin gerçekçi bir tavır ortaya koymasının etkisi büyüktür. O, şiirini, manzumelerini ve fikirlerini bu doğrultuda dile getirerek millet
davasına adamış, sanat anlayışını da aydın olma
misyonuna uygun olarak şöyle ifade etmiştir:
“Hayır hayâl ile yoktur benim alışverişim
İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun, hakîkât olsun tek”
Onun milletinin sorunlarını doğru teşhis etmesi
ve buna uygun doğru çözümler üretmesi genelde
İslâm toplumunun özelde Türk milletinin nazarında büyük bir aydın olmasının başat etkenlerin-
• 162
Mehmet Âkif, özellikle Batılı ülkelerin ve Rusya’nın manipülasyonuna
açık olan ve asırlar boyunca Osmanlı
Devleti’nin şemsiyesi altında yaşayan gayrimüslim topluluklardan ziyade, Müslüman unsurlar arasındaki
ayrışmaları ve kopmaları engellemek, birlik ve beraberliği tesis etmek
gayesini taşır ve bu maksatla din olgusunu öne çıkarır. Âkif, “Abdürreşid
İbrahim’i konuşturduğu “Süleymaniye Kürsüsünde”den itibaren bütün dikkatini Hıristiyan âlemi karşısında İslâm âlemini kalkındırma
ve onun parçalanmasını önleme noktasında toplar” (Kaplan, 2007: 25). Âkif, Müslüman unsurlar
arasındaki ayrılık karşısında yalnızca öneriler getiren bir teorisyen olarak kalmaz, bilfiil samimi bir
çaba içine girer, halkın içine karışır, vaaz ve sohbetleriyle insanları bilinçlendirerek de özü sözü
bir olan tutarlı bir kişilik profili sergiler.
Kuvvetli bir dinî terbiye alan ve içinde yaşadığı
dünyanın batmakta olduğunu gören, acısını bütün benliğinde hisseden Mehmet Âkif, toplumun
elim vaziyetini Safahat’ın1 birçok manzumesinde,
özellikle “Hasta, Küfe, Hasır, Meyhane, Mahalle
Kahvesi, Köse İmam”da çizdiği tablolarla ortaya
MART 2011 - SAYI 133•
koyar. İkinci Safahat’ta yer alan “Süleymaniye
Kürsüsünde” adlı manzumesinde milletin perişanlığı vaizin ağzından aktarılır. Müslüman ülkeleri baştan başa dolaşmış olan vaiz İstanbul’daki
perişan manzarayı resmeder:
Ümmetin haline baktım ki; yürekler yarası!
Ne bir ekmek yedirir iş; ne de ekmek parası,
Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var ne kalem... Her ne sorarsan hep yok!
(s. 151)
Vaktiyle devletin “kalem”le sembolize edilen
en mühim ve temel müesseselerinden olan medrese, ilmin merkezi olmaktan uzaklaşmış, kendisinden beklenileni vermekten aciz duruma düşmüştür:
Müslümanları sarmış olan “böyle gördük dedemizden” anlayışını tenkit eder. “Bir iman, heyecan
ve çalışma kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in, Müslümanlar tarafından değerlendirilemediğini” (Yetiş,
2006: 194), neredeyse Müslüman halk arasında
yaygın bir tavır halini almış olan hurafeleri ve;
İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyle bilin
Ne mezarlıkta okumak, ne de fal bakmak
için. (s. 158-159)
gerçeğinin göz ardı edilmesini eleştiren Âkif, bir
Hintli’nin Müslüman vaize sarfettiği sözler aracılığıyla Osmanlıların İslâm âlemi için taşıdığı önemin altını çizmektedir:
Ah biz hayra yarar unsur-ı iman değiliz
Hind’in İslâmını pek Türk’e kıyas etmeyiniz.
Hele ilmiyye bayağıdan da aşağı bir turşu
Onların ruh-ı şehametle coşan kanları var;
Bâb-ı fetvâ denilen daire ümmî koğuşu
Bizde yok öyle samimi asabiyet, o damar
(s.151)
Âkif’e göre devletin, memleketin yıkılması dinin mahvolacağı sonucunu doğuracağı gibi yeryüzünün en büyük Müslüman devletinin yıkılması bütün Müslümanların da ümidini tüketecektir.
Bu devletin başının aynı zamanda halife olduğu
göz önüne alındığında, Âkif’in devletin yaşaması
ile dinin yaşamasını koşut görmesi daha iyi anlaşılmaktadır. Din ve devlet birbirine yaşama gücü
veren ve birbirini tamamlayan iki mühim varlık
olarak telakki edilir Âkif’in düşünce evreninde.
Şairin farklı Müslüman memleketlerinde dolaştırdığı vaiz, buradaki insanların Kur’an’ın özüne uygun düşünüş ve yaşayış içinde olmadıklarını müşahede eder. Türkistan’daki Müslümanları hurafe,
bid’at ve taassup içerisinde bulur. İlim merkezleri
toplumun ihtiyacı olan misyonunu yerine getirememektedir. Oradan Çin ve Mançurya’ya geçen
vaiz, buradaki Müslümanların şahsında, bütün
Bu ağır zillete ukbaya kadar mahkûmuz
Duymuyor çektiği hüsranları zira çoğumuz
Varsa ümidimiz: Osmanlıların şevketidir.
Onu bir kerre işitsek…Bu saadet yetişir.
(s. 161)
Âkif, Müslümanlar arasına düşen ayrılık tohumlarını çok iyi idrak ve ifade etmiştir. Nitekim,
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da, devlet ve kültür hayatında ortaya çıkan kargaşayı anlatan vaiz cemaate şöyle seslenir:
Ey cemaat, uyanın elverir artık uyku
Yok mu sizlerde vatan namına hiçbir duygu?
Düşmeden pençesinin altına istikbâlin
Biliniz kadrini hürriyetin istiklâlin
Söyletip başka memalikteki mahkûmîni
Hâkimiyet ne imiş, öğreniniz kıymetini
163 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Yoksa, onsuz ne şu dünya kalır İslâm’a, ne din
Kuşatır millet-i mahkûmeyi hüsran-ı mübin
Müslümanlık sizi gayet sıkı gayet sağlam
Bağlamak lazım iken anlamadım anlayamam
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize
Fikr-i kavmiyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı
Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir.
Bunu bir lahza unutmamak ebedî haybettir.
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez.
Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez!
Sizi bir aile efrâdı yaratmış Yaradan;
Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan. (s. 168)
Osmanlı Devleti’nin bünyesinde etnik aidiyetleri farklı olan çok sayıda farklı millet yaşamış ve
bunlar dönemin karışık atmosferine, Batılı devletlerin kışkırtan telkinlerine kapılarak merkezî
otoriteye karşı ayaklanmışlardır. Sözgelimi Balkanlarda Hıristiyanlarla birlikte Müslümanların
da isyan etmelerinin yanı sıra Araplar arasında
da birtakım kıpırdanışlar görülmeye başlamıştır.
Âkif’in sonraki mısraları da düşünülecek olursa;
19. asırdan itibaren, önce Hıristiyan azınlıklarda
ve sonra Müslüman topluluklar arasında Batının
ayrıştırma çabaları yürüttüğünün, şayet buna alet
olunursa ortada devletle beraber dinin de gideceğinin ısrarla altının çizildiği görülecektir. Osmanlı
Devleti’nin yıkılmasından sonra diğer Müslümanların hür ve müstakil yaşayamayacaklarına, dolayısıyla İslâm’ın da bu yıkıntının altında kalacağına
yönelik endişeler de yine aynı manzumede öne
çıkan fikirlerdendir.
Âkif’in işaret ettiği mühim meselelerden biri
de Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, İran ve Hindistan’ın
Batı’nın eline geçmiş olmasıdır. Buralardaki Müs-
• 164
lümanlar esaret altındadır. Onlardan ibret almaktan da ötede, onların acılarını paylaşmak, ayakta
durarak, yaşamaya devam ederek onların ümidi
olmak esastır. Bu İslâm’ın ümididir.
Siz ki lem’a-i ümmîdisiniz İslâm’ın
Dayanın gayzına artık medenî akvâmın (s. 170)
beytinde de görüldüğü gibi, Osmanlı Devleti’nin
yaşaması hür ve müstakil bir Müslüman devletinin, halifenin yaşaması demektir. Bu ayakta duruş, diğer Müslümanlara bir hamle iştiyakı verebilir. İşte Âkif, bu anlayış çerçevesinde devletin
bünyesinden ayrılmak isteyen Müslümanları birlik
ve beraberliğe davet etmiş, asırlardır içinde bir
ferdi olarak yaşadıkları devletten ayrılıp kendilerini kışkırtan milletlerin esareti altına girmelerini
istememiştir.
Tanzimat’tan itibaren Batının ve medeniyetin
gerçek mânâsını anlamayan bir zümre teşekkül
etmiş; medeniyette ilerlemek için Avrupalı nasıl
yaşıyor ve düşünüyorsa öyle yaşamak ve düşünmek gerektiğini öne sürerek dini, ilerleme yolunda
engel göstermiştir. Âkif, bu zümreye karşı hakiki
terakkînin ve dinin ne olduğunu anlatmaya çalışır.
İslâm’ı, ortaya çıkışından itibaren şöyle bir hatırlatan vaiz, çok kısa bir zamanda bütün dünyayı aydınlatan ve büyük bir medeniyet meydana getiren
İslâm’ın ilerlemeye mâni olamayacağını söylemek
ister. Aydın-düşünür geçinenlerin bir diğer zehabı
ise mütedeyyin görüntü sergilenirse Avrupa’nın
Türkleri barbarlıkla itham edeceklerine inanmalarıdır. Hâlbuki Âkif’in önermesine göre millet yükselmeye azmetmeli ve garbın ilmini, sanatını kendi şahsiyetini muhafaza ederek almalıdır.
Süleymaniye Kürsüsünde konuşan vaizin
mev’izelerinde özellikle görülür ki Âkif, dini ve din
adamını kurtuluşun önünde bir engel olarak görmez. Bilakis “camiler efkâr-ı milleti tenvir için ne
müsait yerlerdir” sözüyle din ve din adamının itici
MART 2011 - SAYI 133•
güç olması gerektiği yönündeki fikrini öne sürer.
Âkif’e göre medreseyi ve halkı yanına almayan
hareketlerin muvaffak olması oldukça zordur. O,
samimi bir Müslüman’dır ve dinine, inancına, saldırılmasına tahammül edemez. Dinin medenî bir
toplum ve büyük bir devlet olmanın en temel itici
gücü olduğunu Safahat’ın “Üçüncü Kitap”ında
vurgular:
diye başlayan manzumesinde, Arnavutluk isyanının arkasında bıraktığı feci manzaradan tablolar
çizer. Osmanlı, bu Balkan Savaşı’nda Bulgar, Yunan ve Sırplarla beraber Müslüman unsurlarla da
savaşmıştır. Şair bunu kavmiyetçilik fikrinin neticesi olarak gördüğü için kabul edemez ve manzumesini Peygamber’in kavmiyetçiliği lanetlediği
yönündeki hadîsine dayandırır;
Bir de halkın dini var sık sık taarruzlar gören
İşte ey unsur-ı isyan, bu elim izmihlâl
Hâle bak millette hissiyâtı oymuş öldüren!
Seni tahrik eden üç beş alığın ma’rifeti!
Dini kurban etmeliymiş mülkü kurtarmak için
Ya neden beklemiyordun bu rezil âkıbeti?
Tut da hey sersem, bu idrakinle sen âlim geçin
Hani milliyyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne!
(…)
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
Hangi millettir ki efradında yoktur hisse-i din
“Arnavutluk” ne demek? Var mı Şeriat’te yeri?
En büyük akvamın bir bak: Dini her şeyden
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
metin
Arabın Türk’e; Lazın Çerkese, yâhud Kürde;
Düşme ey âvâre millet bunların hızlânına
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Vâkıfız biz hepsinin pek muhtasar irfanına
Müslümanlık’ta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Şarka bakmaz, garbı bilmez, görgüden yok
Fikr-i kavmiyeti tel’în ediyor Peygamber. (s. 192)
vâyesi
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün
sermayesi. (s. 204)
Mehmet Âkif’in karşı çıktığı fikirlerden biri de
yine Batı menşeli milliyetçilik fikridir. O, İslâm’ın
gölgesinde yaşayan tüm insanları aynı milleti
oluşturan unsurlar olarak görürken, kavmiyetçiliği
odağa alan fikirlerin karşısında durmuştur. 1911
ve 1912’deki Balkan Savaşı’nın sonunda buradaki Türk yurtlarının kaybedilmesinde İttihad ve
Terakki’nin idaresizliğinin payına işaret eden Âkif,
1913’te yazdığı:
Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk
Bak nasıl doğranıyor? Kalk baba, kabrinden
kalk! (s. 189)
Mehmet Âkif bu şiirlerini yazdığı zaman Balkanlardaki kopmalar meydana gelmiş ama henüz
Ortadoğu’nun bugün Suriye, Irak, Ürdün, İsrail,
Suudi Arabistan gibi devletlerinin bulunduğu yerler Osmanlı topraklarıdır. Fakat buraları elde etmek isteyen odaklar sistematik olarak ayrıştırma
faaliyetlerini sürdürmekteydiler. Âkif’in “medeniyet” diye alay ettiği kuvvetler üstelik medeniyet
namına bunu yapıyor ve milletin arasına tefrika
sokuyorlardı. Âkif, kardeşin kardeşi böylesine kırmasına, hem de onları yutmak isteyen bir dünyanın emellerini gerçekleştirmesine razı olamazdı,
olmamıştır.
Âkif, İslâm ülkelerini bir bütün olarak düşünmektedir. Mısır, İslâm âleminin kafası, beyni
mesâbesindedir. Hindistan’ı da İslâm’ın hassa
kalbi olarak görür. Türkler ise aktif unsurdur ve
165 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
hareket halindedir. Bir diğer nokta Batıyı korkutan
veya batının çekindiği Türklerdir. Müstakil ve güçlü tek Müslüman devlet de, Osmanlı Devleti’dir.
Âkif Müslümanların devletle arasındaki tefrikanın
kaldırılması ve dinin birlik içerisinde korunup terakki olunmasını savunmuştur (Yetiş, 2006: 202).
İnsanların zihnine kavmiyet fikrini sokan İngilizlerin bu emellerini Süleymaniye Kürsüsünde bir
İngilizin ağzından şöyle aktarır:
Biz İngilizler olup hâli önceden müdrik;
O beyne pençeyi taktık, o göğse yerleştik.
O halde bir kolu kalmış ki bize çullanacak,
Yolundadır işimiz bağladık mı kıskıvrak!
Hem öyle zorla değil, çünkü “fikr-i kavmiyyet”
Eder bu gâyeyi teshîle pek büyük hizmet.
O tohm-ı la’neti baştan saçıp da orta yere,
Arap’la Türk’ü ayırdık mı şöyle bir kerre,
Ne çarpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı;
Halifenin de kalır sade bir sevimli adı!
(s. 321-322)
I. Dünya Savaşı’ndaki gerek Türk askerî hareketleri, gerek İngilizlerin Ortadoğu’da oynadığı
rol ve harbin sonu düşünülürse Âkif’in 1915’te
ne kadar haklı olduğu daha iyi anlaşılır. İngilizler
Araplar arasında kavmiyetçilik fikrini yayarken
Osmanlı’da da milliyetçilik hareketleri taraftar
bulmuş, dönemin atmosferi de bunu desteklemiştir. Kesinlikle inkâr edilemeyecek bir nokta şu
ki Âkif, Batının ve İngilizlerin Müslümanları birbirine düşürmek ve İslâm’ın son kalesi olan Osmanlı
Devleti’ni yıkıp onun mirasından azami derecede
faydalanmak istemeleri ve bunun gayreti içinde
olmalarının bilincindedir.
Âkif, “Hâlâ mı Boğuşmak” manzumesinde
idarecilerin ve milletin içine düştüğü ihtirasların
doğuracağı neticeyi “Sen ben desin efrâd, ara-
• 166
dan vahdeti kaldır / Milletler için işte kıyamet o
zamandır” (s. 446) mısralarıyla ifade eder. O, tefrika edilmiş yurtların sorumlusunu arar. Aslında
o devir aydınının pek fark edemediği husus, bir
devleti ve binlerce insanı belirsiz bir hedefe, hatta
bir uçuruma yuvarlamakta olduklarıdır. Balkanların kaybedilmesinin asıl sebebi olarak iradesizlik
ve bununla beraber sen-ben ihtiraslarının öne
çıkması görülür. Âkif, İttihat ve Terakki liderlerinin
ihtiras ve beceriksizliklerine de adı geçen manzumesinde yer vermiştir:
“Hürriyeti aldık dediler”, gaybe inandık
“Eyvah bu baziçede bizler yine yandık
Cemiyette bir fırka dedik tefrika çıktı
Sapasağlam iken milletin erkânını yıktı (s. 448)
Âkif’in Osmanlı Devleti’nin yeryüzündeki bütün Müslümanların yaşama ümidi olduğu yolundaki fikirleri sadece şiirlerinde değil nesirlerinde
de yer almıştır.
“Artık Allah için olsun birbirimizle uğraşmaktan vazgeçelim. Artık bu fırkalara, bu mel’un tefrikalara nihayet verelim. Biliyorsunuz ki şarkta,
garpta, şimalde, cenupta ne kadar Müslüman
varsa hepsi mahkûm, hem de mahkûmiyetlerin
en zelili, en sefili ile mahkûm! İşte o zavallıların
şimdilik dinlerini olsun muhafaza edebilmeleri de
şu hükümet sayesindedir. Maazallah bu hükümet,
bu son Müslüman hükümeti de yıkılacak olursa
Rusya’daki, Çin’deki, Hint’teki, Cava’daki velhasıl dünyanın her yerindeki yüzlerce milyon Müslüman artık dinine sahip olamayacak. O zaman biz
yalnız kendi vebalimizi değil, dört yüz milyon ibadullahın vebalini de yükleneceğiz.”(Yetiş, 2006:
208–209).
Âkif, milliyetçilik cereyanlarını ortaya atanlara,
kavmiyetçiliğin en medeni, en gelişmiş cemiyetleri bile birbirine düşüreceğini, bizim gibi, unsurları istisnasız cahil olan bir toplumu darmadağınık
MART 2011 - SAYI 133•
edeceğini, bunun için mensubu bulunduğumuz
kavme hizmet etmek istiyorlarsa bunun başka
yollarının olduğunu ifade eder. Ona göre bütün
Müslüman unsurlar irşat ve ikaza muhtaçtır. Fakat bu irşat vazifesini her kavmin, lisanını, adetlerini, mizacını, ruhunu daha iyi bilen ileri gelen
aydınları yapmalıdır. Her kavmin bu önde gelen
kimseleri bir araya gelirler, ne yapacaklarına karar verirler, sonra Müslümanlar arasındaki bağı
kuvvetlendirmek şartı ile mensup oldukları kavmi
okutmak, yazdırmak, ilim ve irfan sahibi etmek,
servet, sanat, ticaret hususunda geliştirmek için
geceli gündüzlü çalışırlar. Mehmet Âkif, kavmiyet
davası güden Arnavut, Arap, Türk ve Kürt liderlere; “Herkes, daha iyi tanıdığı kendi kavmini eğitim
yoluyla uyandırıp kalkındırsın ve onları, Osmanlı
Devlet ve Hilâfeti’nin etrafında toplanıp birleşmeye teşvik etsin…” (Aktaran: Düzdağ, 2006: 57)
teklif ve tavsiyesinde bulunuyor, ayrım yapmaksızın tüm Müslümanları kucaklayıcı bir terakki fikri
geliştiriyordu.
Âkif’in büyük bir gayret ve çalışma isteyen son
derece gerçekçi teklifi, Müslüman milletlerin birliği fikrini ortaya çıkarmaktadır. Yoksa çok defa
zannedildiği gibi, Âkif’te büyük bir İslâm devleti
düşüncesi yoktur. O, Osmanlı Devleti’nin yaşamasını, bünyesinde bulunan Müslüman unsurların ayrı ayrı muasır medeniyet seviyesine ulaşmalarını ister. Aralarında İslâm birlik ve bağlılığı
olması onların topluca hareket etmeleri neticesini
doğuracak, buna müteakip ilerleme topyekûn
gerçekleşecektir.
Âkif halkı uyarmak, birlik içinde olmalarını temin etmek için sadece manzume ve nesir yazmaz, vaaz da verir. O, Müslümanların, vaktiyle
birlik ve berberlik içerisinde oldukları için büyük
devletler kurduklarını; birbirlerine düştükleri, her
kavim ayrılık davası güttüğü için zayıfladıklarını ve
birer birer vatanlarını kaybettiklerini söyler. O, bu
mevizelerinde, gerçek hayatın İslâm’da olduğunu; ırkı, muhiti, âdetleri farklı olan bunca insanı
İslâm’ın kardeş yaptığını, Peygamberin kavmiyeti
men ettiğini, hâlihazırda yaşanan sıkıntıların öne
çıkan sebebinin tefrika olduğunu, şer odaklarının milletin arasına nifak soktuğunu, eğer bu son
devlet de yıkılırsa dünya Müslümanlarının tehlike
içinde olacağını söyler.
O, samimi bir Müslüman’ın en tabii hakkı ve
vazifesi gereğince, manevî değerlerini içerideki
ve dışarıdaki saldırılara karşı sonuna kadar savunmakla kalmamış, kendi milletinin ve bütün
Müslümanların dert ve ıstıraplarını dile getirmiştir.
O, içinde yaşadığı cemiyetin, müntesibi bulunduğu dinin müterennimi olmuştur. Aslında Âkif’in
yaptığı bütün mücadele millî ve manevî şahsiyetin
korunmasıdır. O, şahsiyet mücadelesinin şairidir.
Büsbütün yaşantısı bu mücadeleyi ziyadesiyle
yansıtmaktadır.
KAYNAKLAR
Çetin, Nurullah, “Günümüze Işık Tutan Münevver
Aydın Mehmet Âkif Ersoy”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, “Mehmet Âkif Ersoy Özel Sayısı”,
73, Mart 2006, s. 57–68.
Ersoy, Mehmet Âkif, Safahat, Haz: M. Ertuğrul Düzdağ, Çağrı Yayınları, 3.Baskı, İstanbul, 2006.
Kaplan, Ramazan, “Safahat’ta Medeniyet Tasavvuru”, Mehmet Âkif, Türkiye’de Modernleşme ve
Gençlik, Türkiye Yazarlar Birliği, Ankara 2007,
s.24–31.
Yetiş, Kâzım, Bir Mustarip Mehmet Âkif Ersoy, Akçağ Yayınları, Ankara, 2006.
___________________________________________________
1
Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Haz: M. Ertuğrul Düzdağ, Çağrı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2006. (Alıntılar
Safahat’ın bu baskısından alınmıştır).
167 •
Âkif’ten Gençlere Azim ve Çalışma Düsturu:
“TEVFİK, TAHARRÎYE, TAHARRÎ ONA ÂŞIK...”
CEVAT AKKANAT
T
oplumların kimliğinde, kendisine öncülük yapmış olanların hayatları, eserleri ve mücadeleleri
önemli bir yer tutar. Hayatını ilkeli bir bütünlük
içinde yaşayan Mehmet Âkif de, toplumun kalbinde mümtaz bir konuma sahip şahsiyetlerin son yüzyıldaki temsilcilerinden birisidir.
Bilindiği gibi Âkif, Osmanlı Devleti’nin can çekiştiği,
bunun gibi, diğer Müslüman toplulukların da bağımsızlık
savaşları vererek birleşik hayattan kopup ulus-kimlik niteliğine büründükleri bir dönemde yaşamıştır.
Milletin büyük felaketler yaşadığı böyle bir devrin
aydın şairi olarak Âkif, bütün ıstırapları derinden hissetmiş ve üzerine düşen görevi yerine getirmek için hiçbir
fedâkarlıktan kaçınmayarak çalışmıştır.
Biz, bu yazımızda, Âkif’in, olumsuz şartlar karşısındaki tutumunu yansıtan azim ve çalışma fikrine yönelik bir
araştırma yapacağız.
Cevat Akkanat, Âkif’ten Gençlere Azim ve Çalışma
Düsturu: “Tevfik, Taharrîye, Taharrî Ona Âşık...”,
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart
2011, ss. 166-169
• 168
Çalışmamız sırasında ana kaynak olarak Safahât’ı göz
önünde tutmakla birlikte, bu eserdeki bazı şiirleri öne çıkarmaktan çekinmeyeceğiz.
MART 2011 - SAYI 133•
“Durmayalım!” şiiri ( Safahât, I. Kitap) bunlardan birisidir. Âkif, bu şiire Sa’dî-i Şirâzi (12131292)’den aldığı bir hikâyeyle başlar: Birinci tekil
şahıs ağzıyla aktarılan hikâyede, bir gece vakti
yolu çöle uğrayan kervanın acemi yolcusu Sa’dî,
kafile yola devam ettiği halde, yatıp uyur. Uyandığında, başucunda dikilmiş deveci ona nasihati
verir:
“Heyhât, yolda böyle düşen uyku derdine,
Hep yolcular gider de kalır kendi kendine!”
Âkif sözü devam ettirir. Sa’dî’nin söylediği ‘hikmetli’ bir ‘düstur’dur. Yola çıkan, tuttuğu yol hiç
bitmeyecek gibi de olsa, durmamalı, uzak yakın
düşünmeden azmetmelidir.
“Merd-i sâhib-azm için neymiş uzak, neymiş
yakın?
Hangi müşkildir ki himmet olsun, âsân olmasın?”
Üstelik, gayret sahiplerinin eserlerinde, dağları
yerle bir eden yiğitlerin azminde uyuşturucu değil, coşturucu sesler vardır. Allah bütün insanlığı
‘istikbal’i ‘fevc fevc’ oluştursun diye yaratmıştır. Şu halde, yollarda uyuyup kalanlardan geriye
eser kalmayacaktır. Madem ki Allah’ın takdiriyle
bu dünyadasın, öyleyse ‘menzil’in sonuna kadar
gideceksin.
Âkif, bunca nasihatten sonra, hâlâ çalışmak
yerine ‘durma’yı seçenlere şu ikâzı yapıyor:
“İntihar etmek değilse yolda durmak, gitmemek,
Âsümandan refref indirsin demektir bir melek!
‘Leyse li’l-insâni illâ mâ seâ’ derken Hudâ;
Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin
daha?”
Refref, Peygamber (SAV)’in Mi’râç gecesinde
üzerine oturup gittiği manevi binektir. Fakat burada, herşeyi Allah’tan bekleyenlerin anlayışını ikaz
etmek amacıyla kullanılmıştır. Necm Sûresi 39.
âyetinin (‘İnsan için ancak çalıştığı kadarı vardır.’)
169 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
de burada zikredilmesi, alınacak mesajı pekiştirmektedir: ‘Miskinlikten sen ne beklersin?’
“Durmayalım!” şiirini “Ey, bütün dünya ve
mâfîhâ ayaktayken; yatan!/Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah’tan utan.” diyerek bitiren Âkif,
bu şiirdeki yaklaşımını “Azim” (Safahât, I. Kitap)
şiirinde de sürdürür:
Şiire “Durmayalım!”da olduğu gibi Sa’dî’den
aldığı bir hikâyeyle başlar. Çocuğunu kaybetmiş
ve ümitsizlik içinde kalmış bir babanın dramıdır
sözkonusu olan. Zira, zavallı adam, kaybettiği can
parçasını büyük bir azimle aramış ve sonunda
bulmuştur:
“Evlâdımı buldum... Nasıl amma? Onu bilsen...
Karşımda ne görsem, o! Dedim geçmedim aslâ.
Aldatsa da tahmînimi binlerce heyûlâ,
Azmimde fütûr eylemedim, ye’si bıraktım...
Mâdâm ki dünyâdadır elbet bulacaktım...”
Azimli baba, önüne çıkan her engeli aşmış, titiz bir çalışmayla umutsuzluğu bertaraf etmiş, sonuçta “Tevfik-i İlâhî”nin “inâyet”iyle amacına ulaşmış, gözünün nuruna kavuşmuştur.
Âkif, Sâ’di’nin hikâyesini bizlere takdim ederken şu veciz dizeleri de ekler:
“Tutmuşsa bidâyette eğer azmini muhkem,
Er geç bulacak sa’y ile dil-hâhını elbet.
Zîrâ bu şu’un-zâr-ı tecellîde, hakîkat,
Tevfik, taharrîye, taharrî ona âşık;
Azmin de emel lâzımıdır, gayr-ı müfârık.
Olsun da emel azm ü taharrîye mukârin;
Tevfik zuhûr eylemesin sonra... Ne mümkin!”
Mehmet Âkif’in 1918’de yazdığı “Alınlar Terlemeli” (Safahât, 7. Kitap) şiiri de benzeri öğüt-
• 170
lerle örülmüştür. Şiirde, tekil bir seslenişle geniş
bir topluluğa, esarete düşmüş bir millete seslenilmektedir.
“Cihan altüst olurken, seyre baktın, öyle
durdun da,
Bugün bir serserî, bir derbedersin kendi
yurdunda!”
Bu milletin tek özelliği esareti değildir. Oturmuş, avâre bir şekilde hâline ağlayıp durmaktadır.
Hiç gayreti yok değildir, fakat emekleme çağındaki çocuğun gayretini geçmez bu.
Oysa, dünyaya hükmedenler yerin derinliklerini
ve göğün ufuklarını istilâ etmiş; yüce “kudret”in
“sırları”nı sezmek için çabalayıp durmaktadır.
Çünkü onlar, “binlerce, milyonlarca kol” olarak
“yek-âheng olmuş” bir şekilde çalışıp çabalamaktadır.
Âkif, işbirliğinin, ortaklaşa çalışmanın önemini
vurgular şiirin devamında:
“Bugün ferdî mesainin nedir mahsülü?
Hep hüsran;
Birer beyhûde yaştır damlayan tek tek alınlardan!”
Fakat bu kadar basit değildir onun söylediği.
Amacı, İslâm Birliği’nin derlenip toparlanmasını
sağlamaktır:
“Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır:
Devr-i cem’iyyet.
Gebermek istemezzen, yoksa izmihlâl için niyet,
‘Şu vahdet târumâr olsun!’ deyip saldırma
İslâm’a;
Uzaklaşsan da îmandan, cemâ’atten uzaklaşma.
İşit, bir hükm-i kat’i var ki istînâfa yok meydan:
MART 2011 - SAYI 133•
‘Cemâ’atten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır
Allah’tan.’”
Konuyla ilgili ele alacağımız son şiir, “Alınlar Terlemeli”yle aynı yıl kaleme alınan “Umar
mıydın?” (Safahât, 7. Kitap) şiiridir. Âkif, şiirine
epigraf olarak “Şimal Müslümanlarından Atâullah
Behâeddin”in “Odama girdim; kapıyı kapadım;
ağlamaya başladım: O gün akşama kadar İslâm’ın
garipliğine, Müslümanların inhitâtına ağladım,
ağladım...” sözlerini yerleştirir. Şu halde, “Umar
mıydın?” şiiri, toplumun içinde bulunduğu olumsuz hâlin tasviri üzerine bina edilmiştir:
“Görünmez âşinâ bir çehre olsun rehgüzârında;
Ne gurbettir çöken İslâm’a İslâm’ın diyarında?
nete hıyanetlik, yalan ve nankörlüğün artması,
hakkın gözetilmemesi, merhametsizlik, duygusuzluk, arzulardaki bayağılık...
Âkif’e göre bütün bunlardan kurtuluş mümkündür:
“...
Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler
saran yurdu.
Cemâ’at intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla?
Çalışmak!.. Başka yol yok, hem nasıl?
Canlarla başlarla.
Alınlar terlesin, derhal iner mev’ûd olan rahmet,
Nasıl hâsir kalır ‘tevfiki hakkettim’ diyen millet?”
(...)
İşit: On dört asırlık bir cihânın inhidâmından,
Kopan ra’dın, ufuklar inliyor, hâlâ devâmından!
Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her yerin
mâtem;
Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin, kalbinde
bin âlem!”
Bu hâl, alçak bir zulme miskince boyun eğmekten kaynaklanmıştır. “İyiliği emretmenin” tamamen ortadan kalkmış olması, yüzlerden utanç
perdesinin inmesi, vefasızlık, hürmetsizlik, ema-
Topu ve tüfeği sadece şiir olan ve gücünü fikir
ve fiillerinin ortak bütünlüğünden alan aydın şairimiz Âkif, Millî medeniyetin bizdeki öncülerindendir. Bunu, yukarıdaki manzum metinlerden olduğu
kadar, milletimizin içinde bulunduğu olumsuz durumlarına getirdiği tasvir ve tahlillerden de anlayabiliriz.
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı/
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” diyen Âkif’ten
daha ne bekleyebiliriz ki? Evet, iş bizde bitiyor:
Durmayalım! Alınlar Terlemeli...
171 •
CEMİYETTE FENA OLAN ŞAİR MEHMET ÂKİF ile
CEMİYETTE BEKA BULAN KİTABI SAFAHAT
İSMAİL KUMSAR
İsmail Kumsar, Cemiyette Fena Olan Şair Mehmet
Âkif ile Cemiyette Beka Bulan Kitabı Safahat, Bilim
ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart 2011, ss.
170-178.
• 172
E
skinin yok olması ve yeninin oluşması arasında
yaşanan dönem geçiş dönemidir. Geçiş dönemleri ister istemez kriz dönemleridir, buhranlıdır, karmaşıktır. Bu dönemlerde geçmişin sorgulanması,
yeninin yeri ve değeri gündeme gelir. Gelenek sorgulanır,
mevcut siyasal ve sosyal yapının gerekliliği tartışmaya açılır.
Bireyler, hiç olmadığı kadar tedirgindir. Çünkü kaos, uyanıklığı ve teyakkuzda bulunmayı gerektirir. Zihniyet değişmeleri hazmedilene kadar bu olağanüstü durum kendi varlığını
hissettirir. Bahsi geçen değişim, Türk siyasi ve sosyal hayatında buna bağlı olarak edebiyatla ilgili algılamalarımızda
Tanzimat’la birlikte başlamış ve hâlâ derinlerde bir yerlerde
zaman zaman depreşen sancılarla devam etmektedir. Değişim sürecinin en zorlu döneminde Türk toplumu, Mehmet
Âkif’le (1873-1936) tanışmıştır. Âkif, imparatorluktan millete
geçen bu topluluğun yaşam biçimini, hayata bakışını, duygu ve zevk dünyasını yorumlayan, değerlendiren çoğu zaman eleştiren ve yönlendirmeye çalışan kişi olmuştur.
Âkif’in edebî hayatı, Servet-i Fünûn zevkinin hakim olduğu yıllarda başlamıştır. Kendi sözlerinden ve Safahat’a almadığı bazı şiirlerden anlaşılmaktadır ki sanatçı şiire başladığı
yıllarda Ziya Paşa, Muallim Nâci, Abdülhak Hamit Tarhan’ın
etkisi ile klasik tarzda terkîb-i bentler ve tercî-i bentler yazmıştır. Âkif’in sanatından bahseden kaynaklar sanatçının
divan edebiyatı zevkine yakın eserler yazdığı konusunda
MART 2011 - SAYI 133•
gisinde Mehmet Âkif’in köşesine genel
başlık olan “Safahat-ı Hayattan” terkibinde kullanılmıştır. Daha sonra bir kitap çıkarma fikri doğunca kitaba “Safahat” adı
verilmiştir.
Her şair ve düşünürün hayatı boyunca söylediği, şiir ve yazıları belli bir konu
üzerinde zenginleşen veya çeşitlenen
sözler olarak tarif edebilmek mümkündür.
Ya da daha doğru bir ifade ile her şair
veya sanatçının önemsediği ve öne çıkardığı birtakım kavramlardan söz edebilmek mümkündür. Bu kabulden hareketle
Âkif’in Safahat’ta dert edindiği meseleleri
de cemiyet, millî benlik, din kavramları etrafında açıklamak mümkündür:
ittifak halindedir.1 Fakat “kendini milletin huzurunda
gördüğü andan itibaren” Âkif’in şiir ve sanat hakkındaki fikirleri değişmiştir. Gözünü sürdürülen hayata çeviren Âkif, bu hayatı yansıtacak bir anlatma
tarzının peşine düşmüştür. Âkif’in bu anlatma tarzı
sokağı, camiyi, kahveyi, meyhaneyi… özetle bütün
bir hayatı içine alabilecek bir ihata gücüne sahip
olmak durumundadır. Çünkü bugün zihnimizde var
olan Âkif algısının ortaya çıkmasını sağlayacak şiirler ancak böyle bir ihâtâ gücünün ürünü olabilecek
nitelikte şiirlerdir.
Âkif, 1900’lü yılların başından itibaren artık toplum karşısındadır. Sanatçı, içindeki şiiriyet cevherini
toplum namına susturmuştur. Bir başka deyişle sanatçının içindeki şairane ruh ile cemiyet ıstıraplarını
yüklenen iradenin çatışması sonucunda ‘cemiyet
mistisizmi’ galip gelmiştir. Sanatçının milletine karşı
hissettiği derin mesuliyet duygusu, olaylara Âkifçe
bir bakış açısı getirmesini sağlamıştır. Bu bakış açısı kuralları ve yöntemi bütünüyle olmasa bile büyük
oranda kendinden menkul bir eserin ortaya çıkmasını
sağlamıştır. “Safhalar, devreler, dönemler” anlamına
gelen Safahat adlı kitap hayattan görünüşleri veya
manzaraları yansıtmak isteğinin bir tezahürü olarak
düşünülebilir. Bu kelime önce birinci Safahat’ta bulunan yirmi iki manzumeye, Sırât-ı Müstakîm der-
“Hayatın geçiciliğini en güzel şekilde
anlatan “Otuz Beş Yaş” şiirini Cahit Sıtkı’nın yazması tesadüf değildir. “O Belde”yi Ahmet Haşim’in,
“Süleymaniye’de Bayram Sabâhı”nı Yahya Kemâl’in,
en güzel nasihat şiirlerini Yunus Emre’nin, en hikemi
gazelleri Nâbî’nin yazmasının tesadüf olmadığı gibi.
Aynı şekilde “İstiklâl Marşı”, “Çanakkale Şehitleri”,
“Umar mıydın”, “Bülbül” gibi şiirlerin Mehmet Âkif’in
kaleminden çıkması da tesadüf değildir. Çünkü Âkif,
şiirini veya şiir yeteneğini millî, ahlakî konulara hasretmiş, şiirlerinde millî hisleri ve millî dertleri terennüm edip durmuştur.”2
Safahat’ın muhtevasıyla ilgili olarak daha önce
birtakım tasnifler yapılmış, Safahat’taki manzumeler, belli temalar etrafında toplanmaya çalışılmıştır.
Örneğin Ahmet Kabaklı, Âkif’in manzumelerini yedi
ana başlık etrafında toplamıştır: 1. Kur’an’dan İlhamlı Şiirler, 2. Lirik Şiirler, 3. Manzum Hikâyeler, 4.
Hutbe ve Öğüt Şiirleri, 5. Mizahî Şiirleri, 6. Manzum
Tasvirler, 7. Seyahat Şiirleri.3 Orhan Okay ise şöyle
bir tasnif yapmıştır: 1. Dinî lirizmi yansıtan şiirler 2.
Cemiyet meseleri karşısındaki ıstırap 3. Felsefi (Kelami) duygular.
Biz ise Orhan Okay’ın da tasnifinden yararlanarak Âkif’in şiirlerini dört ayrı başlık altında değer-
173 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
lendirdik. Birincisi dinî-lirik şiirler: Sanatçının dinî
bir vecd ve istiğrak hâli içinde kalbinin ve aklının
Allah’la münasebetini anlattığı şiirler. İkincisi siyasisosyal-eleştirel şiirler: Cemiyetin dertlerinin anlatıldığı hüzün, hamaset ve hiciv şiirleridir. Üçüncüsü
dinî-didaktik manzûmeler: Âyet ve hadisleri, İslam
büyüklerinin sözlerini, başka sanatçıların hikmetli
dizelerini temel alarak nasihat etmeyi, bilgi vermeyi amaçlayan şiirlerdir. Dördüncüsü felsefi-kelami
konular: İslam felsefesi olarak bilinen kelam ilminin
tartıştığı konulara yakın meseleri değerlendirdiği,
tereddütlerini dile getirdiği şiirlerdir. Âkif’in birçok
manzumesinde, bahsi geçen konuları iç içe görmek
mümkündür. Bu nedenle bir şiirle ilgili olarak yapılan
muhteva tespitinde hâkim olan temaya göre gruplandırma yapmak gerekir.
Bu dört grup şiir içinde en ciddi yoğunluk siyasîsosyal-eleştirel şiirler ile dinî-didaktik şiirlere aittir.
Diğer iki gruptaki muhteva genellikle son döneme ait
sınırlı sayıdaki manzûme için geçerlidir. Dolayısıyla
Âkif’in şiirinde sosyal muhteva ön plandadır demek
yanlış olmaz. Tanzimat’tan itibaren şiirimize yerleşen
bu sosyal muhtevaya Âkif’in kattığı yenilikleri tespit
etmek ve sosyal muhtevalı şiir yazan diğer şairlere göre Âkif’in neden kalıcı olduğunu tespit etmek
Âkif’in Türk edebiyatı içindeki konumunu belirlemek
bakımından oldukça önemlidir.
Âkif’e kadar şiirimizde sosyal muhteva kavramından anlaşılan şey genellikle hak, adalet, hürriyet
gibi kavramların gösterdiği hedefler ya da vatan ve
kahramanlık temalarıdır. Oysa Âkif’te gördüğümüz
sosyal muhteva bütün bir hayattır. Sokak, cami,
kahvehane, meyhane… gibi insanın olduğu her yer,
sanatçının kaleminin ucundadır. Sosyal hayatı bir
bütünlük içinde değerlendiren Âkif’in şiiri klasik bir
roman vazifesi görmüştür.
“Denebilir ki evet, Türk edebiyatı sosyal muhtevâyı
Namık Kemâl ile kazandı. Ondan sonra, ondan daha
ayrıntılı olarak sosyal muhtevâ “hâli perîşân-ı pür
melâlimiz” Mehmet Âkif ile şiirimizin başköşesine gelir oturur. Üstelik Namık Kemâl’in şiirlerinde vatan ve
• 174
kahramanlık temalarının dışında sosyal muhtevâ yoktur. O, daha çok nesir eserlerinde bu konulara açılır.
Halbuki Âkif’in şiiri, roman vazifesi görerek, toplumumuza ve insanımıza bir ayna tutmaktadır.”4
Bu düşünceyi biraz daha ileri götürerek sadece
yaşadığı dönemde değil, “Türk edebiyatında onun
kadar içinde yaşadığı devri bütün teferruatı ile gören
ve gösteren başka bir şair yoktur, denilebilir. Safahat, adeta, muayyen bir nokta-i nazardan tasvir edilen manzum bir romana benzer: sokak, ev, kulübe,
saray, meyhane, cami, köy, şehir, fakir, zengin, dindar, dinsiz, cılız, pehlivan, korkak, kahraman, halk,
yüksek tabaka, münevver, cahil, yerli, yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, harp, sulh, şehircilik, köycülük, mazi, hâli hazır, hayal, hakikat, hemen hemen
her şey Âkif’in duyuş ve görüş sahnesine girer. Ve
o bunları yalnız şiirin değil, edebiyatın bütün ifade
vasıtalarıyla anlatır: Tasvirler yapar, portreler çizer,
hikâyeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz verir. Komik, trajik, öğretici, hamasi, lirik,
hakimane, her edayı, her tonu kullanır. Bu sûretle
Âkif, şiirin hududunu nesir kadar, edebiyat kadar genişletir; hatta edebiyatı da aşar onu hayatın kendisi
yapar.”5
Âkif’in şiirinin kalıcı olmasındaki temel unsuru ise
Âkif’in sanatındaki yüksek icazi anlatımda aramak
yerinde olacaktır. Âkif o kadar büyük bir nâzımdır ki
herkesçe malum olanı, güçlü bir lirizm ile yoğurarak
sağlam bir ifade sistemi kurmuştur. Mehmet Âkif gibi
toplumsal sorunları dile getiren, şiiri belli bir amaç
doğrultusunda kullanan şairlerde genellikle şiirin
ideolojiye kurban edilmesi gibi bir sıkıntı yaşanır. Bu
sıkıntı Âkif’in şiirinde zaman zaman hissedilmekle
birlikte sanatçı, mesaj ile lirizm arasındaki dengeyi
en iyi koruyabilen şairlerimizden olmuştur.
“Mehmet Âkif gibi, bilhassa yaşadığı devirde, herhangi bir fikri, bir ideali terennüm eden pek çok şair
vardır. Ancak bunların çoğunun şiirlerinde mesaj ön
plandadır, şiir güzelliği, estetik endişeler veya lirizm
dediğimiz şey kaybolmuştur. Hâlbuki Âkif’in şiirlerinde, tıpkı realizmle idealizmin yaklaşması gibi, mesajla
MART 2011 - SAYI 133•
lirizmin birleşmesine şahit oluruz. Hiç şüphesiz her
zaman değil. Onda da yer yer manzum hikâye ve didaktik seviyeyi aşmayan şiirler çoktur. Fakat bunların
arasında bile kolayca söylenivermiş zannedilecek,
eskilerin sehl-i mümtenî dedikleri, belki hâlis şiir tarzını değil, fakat bir sanatkâr îcâzını gösteren mısralar
Safahat’ın sayfaları arasından fışkırır.”6
Âkif’in şiirlerinde anlaşılması çok güç bir hayal ve mazmun sistemi ile karşılaşmak neredeyse
imkânsızdır. Sanatçı, hemen bütün şiirlerinde hazır
dil malzemesine yönelir. Okuyan herhangi bir kişi tarafından çözülmesi olanaksız bir imge dünyası yoktur. Sokakta, vaaz kürsüsünde, dost meclisinde…
nasıl konuşulursa öyle bir söyleyiştir Safahat’taki.
Âkif’in üslubunun bu kadar sıradan ve bu kadar şahsi olabilmesi gerçekten hayret vericidir.
“Âkif şiirinin yüzünü örtmemiştir. Birinci Safahat’ta
yer alan manzûmelerde ibhama, karanlığa tesadüf
edilmez. Bilhassa bu kitapta, şairin “kelime istifçiliği
ve nazım ustalığı” açıkça görülür. Ölçülü ve kafiyeli
söylemenin şartına rağmen, anlattıklarında o kadar
rahattır. Bu rahatlıkla birlikte dil de çok yerde sâdedir.
Manzûmelerde yapaylık ve zorlama görülmez. (…)
Sehl-i mümtenî diyebileceğimiz bu özellik, gerçi bütün Safahat’ta görülebilir.”7
Sehl-i mümteninin tanımındaki kolaylık içindeki
zorluk, icazın tanımındaki lafzın az, mananın derin
olması özelliği Âkif’in şiirinde birleşmektedir. “Ahlak
ve adaba dair kısa, özlü ve öğüt verici söz”8, ilim
ve adaletin birleşmesinden meydana gelen sıfat-ı
şerîfe, marifet-i hakâyık-ı mevcûdât, âdet ve ahlakla
ilgili özlü söz, gizli sebep, kâinat ve yaratılıştaki ilahî
gaye, akıl ve hareketlerdeki uygunluk”9 gibi anlamlara gelen hikmet kavramı da sanatçının şiirlerini oluştururken göz önünde bulundurduğu kavramlardır.
-Vakıa “inne min-eş-şi’ri….” Büyük bir nimet
Dikkat etsen sevdikleri, lâkin hikmet
Ben ki Atar ile Sâdî’yi okur, hem severim;
Başka vadileri tutmuşlara ancak söverim
Hem senin şi’re müdâfi çıkışın mânâsız
Sana şair diyen, oğlum seni gördüm yalnız!
Âkif, “hikmet” tarzında peygamberin övdüğü şiire
taraftar olduğunu şu mısralarla vurgulamaktadır:
Kimi mevlidçi diyor…
-Ah olabilsem nerde!
Yetişilmez ki Süleyman Dede yükseklerde.
Sâde pek sövme ki peygamberimiz şiiri sever
(sf. 369)
175 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Hocazâde’nin (Mehmet Âkif’in) şiir konusunda peygamberin hadisini hatırlatması üzerine Köse
İmam ona hak verir. Öyle şiir vardır ki hikmettir;
öyle beyan vardır ki sihirdir10. Hadisini kendisinin de bildiğini ancak peygamberin “hikmet” olan
şiiri sevdiğini söyler. Bu anlamda Feridüddin Attar
(ö.618/1221), Sâdi-i Şirâzî (ö. 691/1292) gibi şairlerin şiirlerini sevdiğini söyler. Üstelik Hocazâde’nin
şiiri savunmasının, şair olduğunu söylemesinin de
anlamsız olduğunu çünkü kendisine kendinden başka şair diyenin olmadığını söyler. Hocazâde hakkında mevlitçi gibi yakıştırmaların yapıldığını söyler. Hocazâde bu yakıştırma üzerine “Ah olabilsem
nerde, Süleyman Dede (Süleyman Çelebi / ö. 1422)
çok yükseklerde” diyerek bahsi kapatıp şiirin devamında kendisiyle ilgili diğer yakıştırmaları sorar. Sanatçının şiirden anladığı, beklediği ve bu beklentiler
doğrultusunda şiire yansıttıkları da işte bu noktada
beliriyor. Âkif, şiiri bir hikmet olarak görüyor. Kendi
deyişi ile “Edepsizliğin başladığı yerde edebiyatın
bittiğini” düşünüyor. Bu nedenle âdeta her biri birer
hikmet seviyesine yükselmiş şiirler yazmaya çalışıyor. Âkif’in şiirinin kalıcı olmasındaki en temel unsur
budur. Sözgelimi:
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası
Dostunun yüz karası düşmanının maskarası
(sf. 71)
Bir baksan a, gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır! (sf.218)
Gerek anlam gerek şekil olarak “çalışmak”la ilgili
atasözlerimizden geri kalır yanı olmayan bu mısralar,
sanatçının şiiriyet cevherini, dil ve anlatımdaki tabiiliğini göstermesi bakımından önemlidir. “Çalışkanlık
taht getirir, tembellik baht götürür.” “Bakarsan bağ,
bakmazsan dağ olur.” “Bağa bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun” gibi atasözlerimizin arasına “Kim
kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası / Dostunun yüz karası düşmanının maskarası” mısraları
diğerlerinden ayırt edilecek endişesi taşımaksızın
yerleştirilebilir. Birlik ve dayanışmayı anlatan aşağı-
• 176
daki mısraları da “Ağaç yaprağıyla gürler.” “Yalnız
taş duvar olmaz” “Bir elin nesi var iki elin sesi var”
şeklindeki atasözlerinin paralelinde düşünebilmek
mümkündür.
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler top sindiremez (sf.178)
Ver bütün kudreti kanuna ki vahdet yürüsün
Yoksa millet değil ancak dağınık bir sürüsün
(sf. 436)
Âkif’in şiirinde kalıcılığı sağlayan bir diğer anlatım
özelliği sehl-i mümtenidir. “Kolaylık” anlamına gelen
“sehl” ile “imtinâ eden, çekinen, zor olan” anlamına gelen “mümteni” kelimelerinin birleşmesinden
doğan sehl-i mümteni tamlaması zıt kelimelerden
oluşması nedeniyle kendi içinde bir tenâkuz oluşturmaktadır. “Zorluktaki kolaylık” gibi bir anlamı çağrıştıran bu tamlama edebiyatta kolay göründüğü hâlde
söylenmesi güç olan, benzerini yapmak konusundaki iddiaları boşa çıkarabilecek nitelikteki söz olarak
anlatılagelmiştir. Kavramın tanımı subjektif açıklamalara dayandığı için bu tanımla ilgili net bir ölçüye
ulaşabilmek mümkün gözükmemektedir. Nitekim
sehl-i mümteni kavramı için verilen örnekler peşinen
bir tartışmayı doğurmaktadır.
“Kolayca söylenmiş ya da yazılmış gibi görünen, ama benzeri yaratılmaya kalkıldığında güçlüğü anlaşılan söz, deyiş ya da yapıt. Söyleyişin yalın
ve süssüz, özün ise yoğun olması sehl-i mümtenin
başlıca özelliğidir”11 “Hem kolay hem güç, manasına
bir tâbirdir ki gâyet kolay göründüğü hâlde taklidine kalkışınca güçlüğü anlaşılan eserlere vasf olunur.”12 “Kolay ve sâde göründüğü hâlde söylenmesi
zor olan söz. Bir sözün sehl-i mümteni oluşu taklid
edilemeyişiyle ortaya çıkar. Sehl-i mümteninin şartı
ise sâde olmasıdır. Süleyman Çelebi’nin mevlidi bir
sehl-i mümteni örneğidir. Ziya Paşa bu eser hakkında şöyle der: Aşk u sühan anda müctemidir / Başdan başa sehl-i mümtenidir.13
Safahat’ta sehl-i mümteniye has nitelikleri taşıyan beyitlere örnek olarak şunlar gösterilebilir:
MART 2011 - SAYI 133•
Yer çalışsın, gök çalışsın sen sıkılmazsan otur
Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı?
Dur! (sf.31)
Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir de adl-i ilâhi sorar Ömer’den onu (sf.97)
Zemine gadr ile bir damla kan dökünce biri
O damla bir koca girdap olur boğar Ömer’i (sf.98)
Ya açar nazm-ı celilin, bakarız yaprağına
Yâhut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele kuran bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için
(sf.169)
Göz yumulmakla kör olmaz; külün altında ateş
Ne kadar kalsa bunalmaz; hele bir aç, hele eş!
(sf.172)
Galeyana geldi mi mantık savuşurmuş… doğru,
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru
(sf.176)
Sizi bir âile efrâdı yaratmış yaratan
Kaldırın ayrılık hesabını aradan (sf.178)
Safahat’ta dikkat çeken bir diğer özellik eskilerin
icaz adını verdikleri anlatım yoludur. Îcaz, az sözle
çok mana ifade etmek anlamında klasik edebiyatımızda çok önemsenmiş bir anlatım yoludur. İcazi
anlatıma sahip olan metinler “mucez ifade”, “veciz
söz”, “vecize” gibi sıfatlarla anılmışlardır. İcazi anlatımda çok başarılı olan sanatçılara ise yüksek bir
taltif olarak “icaz sahibi” denmiştir. Îcaz kavramı ile
i’caz karıştırılmamalıdır. İkincisi ‘acz’ kökünden gelir
ki edebiyatta mucize derecesinde yüksek özelliklere
sahip eserler meydana getirmek olarak tanımlanır.
İcaz ise kısa ama derin anlamları içeren ifade demektir. Zira aksi durumlar, “itnap” veya “müsavat”
(münakkâhiyet) olarak değerlendirilmiştir ki bunlar
da makbul kabul edilmemektedir.
“Îcâz, az sözle çok mânâ ifâde etmektir. Öyle söz-
lere ‘mucez, vecîz, vecîze’ denilir. İfade üç türlü oluşur: 1. Lafzı az, mânâsı çok 2. Mânâsı az, lafzı çok
3. Lafzı mânâsı derecesinde. Bunlardan birincisine
‘îcâz’, ikincisine ‘itnab’, üçüncüsüne ‘müsâvât’ yâhut
‘münakkâhiyet’ tâbir edilir. ‘Birinin kârı zararıdır birine’ mısraı îcâza, İzzet Molla’nın:
Mâtem-geh-i digerde olan âh u enîn
Bir sur-geh-i şevke olur zevk-i bihîn
Bârân iledir feyz-i şu bağ-ı kühenin
Çarh ağlamadıkça gülmez rûy-ı zemîn
beyitleri ‘itnab’a misal olabilir. Çünki o mısra ile hemen aynı mealde oldukları hâlde biri kısaca ifade
edilmiş, diğeri oldukça uzatılmıştır. Ziya Paşa’nın
yine bu meali okşayan: “Güller güler, figanla geçer
ömr-i andelib / Bîmar ihtizarda, ücret diler tabip”
beytinde ise münakkahiyet vardır.14
Safahat’taki icazi anlatıma örnek olarak şu beyitler gösterilebilir:
Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza?
Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza?
(sf. 285)
Bana dünyaya çıkarken “batacaksın” dediler
Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma
hüner (sf. 408)
Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık
Tapacak bir putumuz yoktu, özendik, yaptık!
(sf. 409)
Kuru laftan ne çıkar? Tıngır elek tıngır saç
Mektebin açsa eğer medresen ondan daha
aç! (sf. 417)
Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da mülhid
Birleşmesi kâbil mi ya tevhid ile ye’sin (sf. 465)
Sanatçının mısra-ı berceste sayılabilecek nitelikte pek çok mısraı ile de karşılaşmak mümkündür.
177 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Berceste sözlükte sağlam ve latif, seçme, kolayca
hatıra geliveren gibi anlamları taşımaktadır. Dolayısıyla mısra-ı berceste seçme, kolayca hatırlanan
sağlam ve latif mısra olarak tanımlanabilir. Kavram
olarak ise edebiyatta güzelliği ile şiirin bütününden
ayırt edilebilen, kolayca hatırlanabilecek nitelikte
mısra olarak tanımlanmaktadır. Haluk İpekten kavramı şu şekilde izah eder:
“Mısra’ kelimesi Arapça’da ‘kapı kanadı, çadır
kapısının iki yan parçası’ anlamlarına gelir. Nazım
terimi olarak da mısra’, tam bir aruz kalıbıyla söylenmiş olan beytin yarısına denir. Ya da daha geniş bir
anlamda bir nazım parçasını oluşturan her bir satıra
mısra’ denir. (….) bazen nazmın içinde göze çarpan
güzelliği ve anlam dolgunluğu ile dillerde dolaşan bir
mısra’ atasözü gibi kullanılmaya başlar. Böyle mısra’lara mısra-ı berceste ‘sıçramış, fırlamış mısra’ adı
verilir.”15
Sanatçının sadece beyit şeklinde değil tek mısra biçimindeki birtakım söyleyişleri de mısra-ı bercestelerin, fertlerin, tek başına belli bir âhenk taşıyıp
göz dolduran mısraların ve deyimlerin havasını yansıtmaktadır:
Serviler Mevlâ’ya yükselmiş bir berceste âh (sf.45)
Yetim sevindirenin ömrü çok olur… (sf.52)
Ya hamiyetsiz olaydım ya param olsa idi (sf.71)
Yetimin âhını yağmur duası zannetme (sf.96)
Mal olmaz insana, âdet değil emanet mal (sf.150)
Galeyâna geldi mi mantık savuşurmuş…
doğru (sf. 171)
Nasıl ki çıktı şu “pardon” eşeklik oldu mübah!
(sf. 331)
Elin evladına yanmaz parasız bir kimse! (sf. 508)
• 178
Âkif’in şiirinin kalıcı olmasındaki bir diğer sebep
ise dilidir. Sanatçının dili, hem duyduğu kültürel yakınlık nedeniyle hem de kendisi üzerinde, kendi kültürü açısından düşünmekten ve açık sözlülükten kaçınmaması nedeniyle ‘şimdi’nin dili olmuştur. Bu dilin aktarımında sanatçı, Anadolu’da yaşayan halkın
kelime hazinesinden yararlanmıştır. Sanatçı, devrine
göre oldukça sade olan bu dilini, güçlü ifâde ve şiiriyet yeteneği ile birleştirerek her seviyeden okuyucu
kitlesinin beğendiği bir şiir dünyası kurmayı başarmıştır. Sanatçı halkın dünyasından seçtiği örnekleri
halkın ifade tercihine aykırı düşmeyecek bir anlatım
ile sunmaktadır.
“Safahat’ın dikkati çeken taraflarından biri de ancak konuşma dilinde kullanılan halk deyimleri bakımından zengin oluşudur. Bilindiği gibi, Hüseyin Rahmi ile Ahmet Rasim, çağdaşları arasında, halk dilini
en iyi kullanan yazarlar olarak tanınırlar. Ancak onlar
hem nesir sahasında kaldıkları, hem de daha çok değişik konularda yazdıkları için, halk dilinden geniş ölçüde istifâde etmeleri mümkün ve normaldir. Âkif ise
sanatkârı çeşitli kayıtlar altında tutan nazım sahasında olmasına rağmen, konuşma dilini ve mahallî deyimleri, en az Hüseyin Rahmi ve Ahmet Rasim kadar,
başarı ile kullanmıştır. Bu zenginlik yalnız deyimlerin
sayı itibarı ile çok olmasından ibâret değildir. Şair, her
sözü her deyimi o kadar yerinde kullanmıştır ki mısranın bir hecesine dahi dokunmak mümkün değildir.”16
Âkif, deyimleri ve atasözlerini şiir içinde kullanırken âhenkte en ufak bir aksama yaşanmaz. Atasözü
veya deyim kullanmak adına şiirdeki yapıyı bozmaz.
“Kurunun yanında yaş da yanar” atasözü ile “Har
vurup harman savur-“ deyimi şiir içinde anlamı bozulmadan kelimelerinin yerleri değiştirilerek veznin
içine yerleştiriverilmiş:
Yanında yaş da yanar çaresiz yanan kurunun...
(sf. 285)
Har vurur bitmeyecekmiş gibi harman savurur
(sf. 384).
MART 2011 - SAYI 133•
“Bir koltukta iki karpuz taşınmaz” atasözü ile “İyilik
yap, denize at; balık bilmezse Hâlık bilir.” atasözlerini
kullanış biçimi de oldukça başarılıdır.
Olursa bir kişinin koltuğunda on karpuz
Öbür gelişte de mümkün değil selametimiz
(sf. 278)
Bulunur pek çok adam cenge koşup can verecek
Harbin en müşkülü haysiyeti kurban etmek
Bu fedailiği bir biz göze aldırmıştık
Ama hâlık biliyor, bilmesin isterse balık (sf. 423)
Âkif, şiirlerinde bu kalıp ifadeleri o kadar çok kullanmıştır ki bu konu başlı başına bir araştırma konusu olmuştur.17 Sanatçının halk diline vukûfiyeti,
Safahat’ın bekasındaki önemli bir unsurdur.
“Şiiri çekici kılan, ona içtenlik getirerek etkileyici
ve kalıcı olmasını sağlayan özelliklerden biri, bizce
doğal söyleyiştir. Bu doğal söyleyiş çoğu zaman konuşulan dil’den (İng. spoken language), günlük konuşma diline yerleşmiş anlatım biçimlerinden, kalıplaşmış öğelerden yararlanılarak gerçekleştirilir.”18
Sonuç olarak içindeki şiiriyet cevherini toplum
namına feda eden Âkif’in yazdığı Safahat, toplum
tarafından bir başucu kitabı gibi benimsenmiştir.
Safahat’la ilgili yaptığımız çalışmalar ve bu çalışmalar sayesinde Safahat’la kurduğumuz yakınlık, bizi
Safahat’ın büyük oranda kendine has bir tür olduğu
düşüncesine sevk etti. Safahat, gelenekten bağımsız düşünülemeyen ancak sadece gelenekle açıklanamayacak ve anlaşılamayacak kadar derin, sürdürülen hayatı önemseyen fakat bir şekilde gelecekle
bağlantısı olan yeni bir türdür.
“… kendi kültürüne ve iklimine bağlı, dürüst, mesuliyet duygusu yüklü ve son derece duyarlı ve samimi bir insanın arzu, istek, şikâyet, haykırış, keder,
sevinç, ideal gibi zihnî ve kalbî hâllerinin ifâdesi edebî
bir metindir. Bu metne bir tür adı bulmak mecburiyeti
varsa; ona ya XX. Yüzyıl başlarında, iki kültür daire-
sinin birleşme noktasında ortaya çıkan kâidesi kendi
içinde bir destan ya da eserin isminden hareketle
Safahat demek yerinde olur.”19 Safahat’ın edebî yönüyle ilgili yapılacak çalışmaların artmasıyla eserin
nev’i şahsına münhasır nitelikleri daha açık biçimde
ortaya çıkacaktır.
Toplumu idare eden yönetici kesimden, mahalle kahvesinde boş boş zaman geçiren insanlara, medeniyet savaşında geride kalmış Müslüman
ahâliden, meyhanedeki adama, kaderine isyan edip
küfeyi tekmeleyen Hasan’dan, “muhakkar bir vücut”
olduğunu zanneden insana, fakirhanesinde sefalet içinde yaşayan Seyfi Baba’ya kadar herkes bir
şekilde Safahat’ın problemi ve muhatabı olmuştur.
Ve Safahat’ın muhatabı ve problemi olan bu kitle
Safahat’a yabancı kalmamıştır. Safahat’taki şiirler,
kolektif şuurun oluşturduğu ve biçimlendirdiği atasözleri gibi genel kabul görmüştür.
Mehmet Âkif Türk diline vukûfiyeti ile ifade gücü
son derece yüksek, bir benzerini yapmada çoğu kişiyi acze düşürecek mısralar oluşturmuştur. Anlatımı
çok zor durumları bile kolaylıkla ifade edebilmiştir.
Zehirli bir düğüm olmuş dudaklarında keder / Çözülmüyor, onu çözerse ancak girye çözer (sf. 273)
mısraları şiiriyet gücü bakımından Türk edebiyatında
eşine az rastlanır örneklerdendir.
Renk renk açmış o başlar, biriken mahşere bak,
Fes, arakiyye, sarık, yazma, bürümcük, yaşmak,
Taylasan, takke, nazarlıklı hotoz, âbâni,
Mavi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni…
(sf.491)
Sanatçı bu dizelerde bir topluluğu anlatmaktadır.
Ancak sadece giysi adlarını kullanarak toplumsal
çeşitliliği bu kadar güzel anlatabilmesi son derece
dikkat çekicidir. Ne gelenden haberim var ne gidenden haberim / Serseri-gûne gelelden beri sersem
gezerim (sf. 164) dizelerinde “e” ünlüsü ile yapılan
asonans da sanatçı kabiliyetini göstermesi bakımından önemlidir.
179 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
KAYNAKÇA
I. Uluslararası Mehmet Âkif Sempozyumu Bildirileri, Burdur, 19-21 Kasım 2008
Aksan, Doğan; Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Engin Yay.,
6. Bas., Ank. 2006
Bilgegil, Kaya; Mehmet Âkif Resmi Hâl Tercümesi,
Basılmamış Bazı Mektup ve Manzûmeleri, Erzurum Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Araştırma
Dergisi, s. 3, sf.1-33
Resmi Hâl Tercümesi, Basılmamış Bazı Mektup ve
Manzûmeleri, Erzurum Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, s. 3, sf.1-33; Gökçek, Fazıl;
Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası, Dergâh Yay., İst. 2005;
Okay, Orhan; Mehmet Âkif -Bir Karakter Heykelinin
Anatomisi- Akçağ Yay., Ank. 1998;
2 Menderes Coşkun, Mehmet Âkif’in Şiir Anlayışı ve Şiir
Seviyesine Yükselmiş Manzûmeleri, I. Uluslararası
Mehmet Âkif Sempozyumu Bildirileri, Burdur, 19-21
Kasım 2008, sf. 552
3 Kabaklı Ahmet, Mehmet Âkif, Türk Edebiyatı Vakfı, İst.
1987, sf. 14
Ersoy, Mehmet Âkif; Safahat, İnkılap ve Aka Kitapevi, 7. Bas., İst. 1966
4 Yetiş, Kazım; Bir Mustarip, Mehmet Âkif Ersoy, Akçağ Yay., Ank. 2006, sf. 90
Gökçek, Fazıl; Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası,
Dergâh Yay., İst. 2005
5 Kaplan Mehmet, Süleymaniye Kürsüsünden (Bir
Parça), Şiir Tahlilleri 1, Dergâh Yay., İst. 2004, sf. 174
Güney, Hakkı; Mehmet Âkif’te Deyimler, Türkiyat
Enstitüsü Kitaplığı, Tez No: 555
Hacıeminoğlu, Necmeddin; Edebiyat Tahlilleri,
Türk Edebiyatı Vakfı Yay., İst. 2004
İpekten, Haluk; Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Aruz, DergâhYay., İst. 1999
Kabaklı, Ahmet; Mehmet Âkif, Türk Edebiyatı Vakfı,
İst. 1987
Kaplan, Mehmet; Süleymaniye Kürsüsünden (Bir
Parça), Şiir Tahlilleri 1, Dergâh Yay., İst. 2004
Kıcıman, Münevver; Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat Adlı Eserinin Âsım Bölümünden Lügat
Çalışması, H.Ü Edebiyat Fak., Yayımlanmamış
Mezuniyet Tezi, Ank. 1983
Kuntay, Mithat Cemal; Mehmed Âkif, LM Yay., 5.
Bas., İst. 2007
Okay, Orhan; Mehmet Âkif -Bir Karakter Heykelinin Anatomisi- Akçağ Yay., Ank. 1998
Pala, İskender; Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü,
2. Bas., Akçağ Yay., Ank. 1990
Tâhir-ül Mevlevî, Edebiyat Lügati, 2. Bas., Haz.
K.Edip Kürkçüoğlu, Enderun Kitabevi, İst. 1984
Türk Edebiyatı Tarihi Ansiklopedisi, Kültür Bak.
Yay., c. 3, İst. 2006
Yetiş, Kazım; Bir Mustarip, Mehmet Âkif Ersoy,
Akçağ Yay., Ank. 2006
__________________________________________________
1 Ayrıntılı bilgi için bkz.: Bilgegil, Kaya; Mehmet Âkif
• 180
6 Okay, Orhan; Mehmet Âkif (Bir Karakter Heykelinin
Anatomisi) Akçağ Yay., Ank. 1998, sf. 45
7 Kuntay, Mithat Cemal; Mehmed Âkif, LM Yay., 5.
Bas., İst. 2007, sf. 321
8 Hikmet: “Âdâb ve ahlâka müte‘allık bâ‘is-i ibret ü
intibâh olan kelâm-ı mücmel.” Hüseyin Kâzım Kadri,
Türk Lügati, Maarif Vekâleti, İst. 1928, c. 2, sf. 557
9 Ayrıntılı bilgi için bkz.: Mengi Mine, Divan Şiirinde
Hikemî Tarzın Büyük Temsilcisi Nâbî, AKM Yay.,
Ank. 1991, sf. 9
10 Buhari, Edep 90; Ebu Davud, Edep 87; Tirmizi, Edep,
69; İbn Mâce, Edep 41
11 Özkırımlı, Atilla; Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, 4.
Bas., İst. 1982, sf. 1021
12 Tâhir-ül Mevlevî, Edebiyat Lügati, 2. Bas., Haz. K.
Edip Kürkçüoğlu, Enderun Kitabevi, İst. 1984, sf. 133
13 Pala, İskender; Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, 2.
Bas., Akçağ Yay., Ank. 1990, sf. 431
14 Tâhir-ül Mevlevî, a. g. e., sf.58
15 İpekten Haluk, Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri
ve Aruz, DergâhYay., İst. 1999, sf. 11
16 Hacıeminoğlu Necmeddin, Edebiyat Tahlilleri, Türk
Edebiyatı Vakfı Yay., İst. 2004, sf. 104-105
17 Ayrıntılı bilgi için bkz..: Kıcıman Münevver, Mehmet
Âkif Ersoy’un Safahat Adlı Eserinin Âsım Bölümünden Lügat Çalışması, H.Ü Edebiyat Fak., Yayımlanmamış Mezuniyet Tezi, Ank. 1983; Güney Hakkı, Mehmet Âkif’te Deyimler, Türkiyat Enstitüsü Kitaplığı, Tez
No: 555
18 Aksan Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Engin Yay., 6.
Bas., Ank. 2006, sf. 47
19 Aktaş, Şerif; Millî Edebiyat Dönemi (1911-1923) Türk
Edebiyatı Tarihi Ansiklopedisi, Kültür Bak. Yay., c. 3,
İst. 2006, sf. 208
MEHMET AKİF ERSOY’UN
İNSAN ŞİİRİ
SABAHATTİN ÇAĞIN
B
u yazımızda Türk edebiyatında ve fikir tarihimizde
önemli bir yere sahip olan Mehmet Âkif Ersoy’un
insan hakkındaki düşüncelerini ve insandan beklentilerini ortaya koymaya çalışacağız. Bunun
için Âkif’in “İnsan” şiirini kendimize temel alacağız ve zaman zaman Âkif’in diğer şiirlerine de giderek bu konuyu
berraklaştırmaya çalışacağız.
Mehmet Âkif Ersoy üzerine yaptığı araştırmalarla bilinen Fazıl Gökçek, Birinci Safahat’ta yer alan iki şiiri “İnsan” ve “Tevhid yahut Feryad” adlı şiirleri “Mehmet Âkif’in
şiir dünyasını anlamada anahtar şiirler oldukları”nı söyler
ve devam eder:1 “Bu şiirler kader ve irade meseleleri etrafında insanın yeryüzündeki konumunu sorgulamaları
dolayısıyla dinî-felsefi mahiyet taşımalarının yanında, bununla bağlantılı olarak umut ve umutsuzluğun ön plana
çıktığı şiirlerdir”.
Sabahattin Çağın, Mehmet Âkif Ersoy’un İnsan Şiiri,
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart
2011, ss. 179-182
İnsan şiiri ilk olarak Mehmet Âkif’in başyazarlığını
yaptığı Sırat-ı Mustakim mecmuasında (C. I, nr. 23, Ocak
1324) yayımlanmıştır. Daha sonra Âkif aynı şiiri I. Safahat’ına almıştır. Şiirin başında Hz. Ali’nin bir sözü epigraf
olarak kullanılmıştır: “Ve tez’umu enneke cirmun sagîrun.
Ve fîke’ntave’l-âlemu’l-ekber.”2 Bu söz, şiirin ana fikri
181 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
ülkenin aydınlarını ve insanlarını moral olarak tam
bir çöküntüye uğratmıştır. İşte böyle bir durumda
insanları bu karamsarlıktan kurtarmak gerekliydi
ve bunu devrin aydınları basın yoluyla yerine getirmeye çalışıyordu. Muhtemelen Âkif de bu anlayışla insana kendi mahiyetini hatırlatacak niçin
karamsar olmaması gerektiğini ortaya koyan bir
şiir kaleme almıştır.
Şiirin ilk iki beyti epigrafta yer alan Hz. Ali’nin
sözünün değişik bir şekilde ifadesinen ibarettir:
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da
hâlâ sen,
Muhakkar bir vücudum!” dersin ey insan,
fakat bilsen...
Senin mahiyyetin hatta meleklerden ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihânlar sende matvîdir.
mahiyetindedir ve Âkif’in şiirlerinde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Onun birçok şiirinin başında
bir ayet, bir hadis veya önemli bir kişi tarafından
söylenmiş bir vecizenin bulunduğu görülür. Bunların altında yer alan manzume bu sözlerin açıklaması özelliğini taşımaktadır.
Âkif’in bu şiirine geçmeden önce, o dönemin
durumuna kısaca bir göz atmanın yararlı olacağına inanıyorum. Şiirin yazıldığı 1908 yılında II.
Meşrutiyet ilan edilmiştir. Bundan ötürü insanlar
umutlu olmakla beraber, ülkenin durumunun hiç
iyi olmadığı herkesçe bilinmektedir. Uzun yıllardan beri cephelerdeki yenilgiler, toprak kayıpları,
• 182
Burada Âkif’in insanın kendini değersiz bir varlık olarak görmesine karşı çıktığını çok belirgin bir
şekilde görüyoruz. Aynı zamanda Âkif’in tasavvuf
karşısındaki tavrı da kendini göstermektedir. Âkif,
tasavvuf düşüncesinin dünyaya önem vermemesi
yüzünden insanların miskinleştiğini ve bu düşüncenin onları tembelliğe sevk ettiğine inanmaktadır. Bu görüşünü çeşitli eserlerinde de dile getirmiştir. Sözgelimi Asım’da Köse İmam şairlerden
söz ederken tasavvufun Türk milletini uyuşukluğa
sevk eden bir düşünce olduğunu söyler:
Sürdüler Türk’e “tasavvuf” diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi “hakîkat” kusuyor Sıtkı Dayı!
Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarâb;
Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrâb.
Git o “dîvân” mı ne karın ağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi “Sandıkburnu”!
Aynı düşüncelere Süleymaniye Kürsüsünde
adlı eserde Türkistan’daki Müslümanların durumunun anlatıldığı kısımlarda da rastlamaktayız.
Buna paralel olarak Mehmet Âkif’in ve Meşrutiyet devri İslâmcı aydınlarının sürekli işlediği bir
MART 2011 - SAYI 133•
sosyal problem de bu konuyla ilgilidir. Onlara göre
İslâm dünyası büyük bir tembelliğin ve ataletin
ağına düşmüş, bu yüzden de Batı’nın gerisinde
kalmıştır. Bunlardan kurtulmanın tek yolu vardır. O
da çalışmak, çalışmak, çalışmaktır...
Âkif’in bu konuda karşı olduğu husus, İslâm
dünyasında yanlış tefsir edilen “tevekkül” fikridir.
Âkif, Fatih Kürsüsü’nde adlı eserinde “tevekkül”ü
yanlış tefsir edenlere hiddetle çatar ve alay eder.
Ona göre İslâm dünyasının Batı’ya yenilmesinin
başlıca sebebi “kader” ve “tevekkül”ün yanlış yorumlanmasıdır:
Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeğe hasretti Garbın elçileri!
O ihtişamı elinden niçin bıraktın da
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil
doğru.
Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu.
Taleb nasılsa, tabiî netice öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali var.
pabileceği şeyleri hatırlatmak için “İnsan” şiirini
kaleme almış gibidir. Âkif, bu şiirde önce kendi
idealindeki insanın özelliklerini ortaya koyuyor:
1. İnsan ilahî sanatın gayesidir: Âkif’e göre
insanın cirmi küçüktür, ama Allah’ın sanatının veciz örneğidir ve bu yüzden de bitmez tükenmez
bir varlıktır. Benzer olarak insanın bir başka özelliği ise Allah’ın sanatçı yanının ürünüdür. Bu konuda Âkif insan için, “edîb-i kudretin beytü’l-kasîd-i
şi’ri olmuşsun”, yani aynı zamanda bir sanatçı
olan Allah’ın “şiirinin en güzel beyti olmuşsun” ifadesini kullanır.
2. Dünyayı hükmü altına almıştır: Âkif’e göre
tabiat insanın esiridir ve eşyaya hükmedendir. Dolayısıyla dünya ona mahkûmdur ve onun hükümlerine boyun eğmiştir. Böylece Âkif, insan aklına
verdiği değeri ortaya koymakta, insanın aklıyla
bütün tabiatı kendine esir edeceğini düşünmektedir.
3. İnsan ilahî takdiri uygulayan güçtür: Âkif,
bu fikri İnsan şiirinin şu beytinde ortaya koymuştur:
“Çalış” dedikçe şeriat çalışmadın durdun,
Yıkar bârû-yı istibdâdı bir âsûde tedbîrin;
Onun hesabına bir çok hurafe uydurdun!
Semâlardan inen te’yidisin gûyâ ki takdîrin!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini;
Birer birer oku tekmîl edicek defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür: Vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!
İşte Âkif, İslâm’ın “eşref-i mahlukat” olarak
nitelendirdiği insanın -ki şiirin iki yerinde onun
yeryüzündeki varlıklardan ve meleklerden üstün
olduğu vurgulanıyor- yerini belirlemek ve ona ya-
(Basit bir tedbirin diktatörlüğün burçlarını yıkar.
Sanki ezeldeki hükmü sağlamak için göklerden
indirilmişsin.)
Âkif insanın bu özelliklerini ortaya koyduktan
sonra onun fennî alandaki başarılarını 6.-9. beyitler arasında veriyor. Bu mısralarda öncelikle insanın gökyüzü araştırmalarına ve yer altında bulduğu madenlere yer veriliyor. Bu buldukları sayesinde de artık denizlerin ve göklerin insanlar için bir
engel olmaktan çıktığını; bu buluşlar sayesinde
susuz çöllerin vahaya dönüşeceğini dile getirir.
Aynı şekilde insanların buluşu olan telsiz, telgraf
ve paratöner gibi buluşları da isim vermeden, tasvir yoluyla verir. Bütün bunlar yukarıda bahsettiğimiz tabiatın insana esir olması demektir.
183 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Şiirin 10.-14. beyitleri, insanın azmi sayesinde neler yapabileceğini ve önüne çıkan bütün
engelleri bu azmi sayesinde kolaylıkla aşacağını
anlatan beyitlerdir. Bu bölümde öne çıkarılan kavramlar “hikmetli düşünce (fikr-i hikmet), çalışma
(sa’y), bârû-yı istibdâdı (diktatörlüğün burçlarını)
yıkma şeklinde kendini göstermektedir.
bir ipucu bulsa ya da gerçekler kalın bir perdeyle
örtülse bile hiçbir umutsuzluğa kapılmadan gerçeğin peşine düşecektir. Bu araştırıcı ruh, insanda
o derece kuvvetlidir ki bir gün gelip dünyadaki her
şeyin mahiyeti ortaya çıksa da araştırılması gereken şeyler yine de bitmeyecektir:
Âkif’in bu şiirde insan hakkında üzerinde durduğu bir başka özellik onun araştırmacı yanıdır
(15.-26. beyitler):
Ne zîrâ hâle râzısın; ne müstakbele kâni’sin!
Taharrîden usanmazsın, teâlîden teâlîye
Atıldıkça atılsam şimdi, dersin, başka âtîye!
Senin en şanlı eyyâmında, en mes’ûd hâlinde
Bir istikbâl-i dûr-â-dûr vardır hep hayâlinde.
O istikbaldedir şevkin, odur ma’şûk-ı vicdânın,
O kudsî neşvenin şeydâ-yı bî-ârâmıdır cânın
(Araştırmaktan usanmazsın, bir yükseklikten
başka yüksekliğe atıldıkça, şimdi başka bir geleceğe atılsam dersin. Senin en şanlı, en mutlu günlerinde bile hayalinde uzak bir gelecek daima vardır.
Senin şevkin o gelecektedir ve vicdanının sevgilisi
odur. Canın, o kutsal neşenin huzursuz şeydasıdır.)
Bu mısralardan da anlaşılacağı gibi, şair, insanın bir yükseklikten bir yüksekliğe çalışmaktan
usanmayıp daima geleceğe doğru atılmak istediğini belirtir. Onu mutlu ya da ihtişamlı günlerinin bile tembelleştiremeyeceğini düşünür, çünkü
onun gözü daima ileridedir. Öyle ki artık bu bilinmezlikler âleminden kurtulmak için yaratılışın sırlarını bile bilmek arzusunu taşır. Âkif’e göre araştırmacı yanı kuvvetli olan insanın karşısında üç
korkunç bilmece vardır: Geçmiş, yaşanan zaman
ve gelecek... Bunlar her devirde insanın karşısına
çıkmaktadırlar. İşte insanın ömrü bunları anlamak
sevdasıyla geçmektedir. İnsan bu konuda en ufak
• 184
Tevakkuf yok seninçün, daimî bir seyre tâbi’sin...
(Senin için durmak yok, sürekli bir gidişe tabisin, çünkü ne bugün elde ettiklerine razısın ne de
gelecekle yetinirsin.)
Şiirin son bölümünde (27-32. beyitler) muhteva
olarak tekrar başa dönen şair, bütün bu özelliklere
sahip insanın, meleklerden bile üstün olan insanın
kendini küçük görmesinin yanlış olduğunu vurgular. Şiiri de oldukça çarpıcı bir karşılaştırma beytiyle sona erdirir:
Nasıl olmak gerektir şimdi ef’âlin ki, hem-pâyen
Behâim olmasın, kadrin melâikten muazzezken?
(Yapacağın işlerin nasıl olması gerektiğini şimdi düşün ki değerin meleklerden daha yüksekken
yoldaşın hayvanlar olmasın.)
Görüldüğü gibi Âkif bu şiirinde gerek devrin
şartları gerekse bazı dinî kavramların yanlış yorumu neticesinde derin bir tembellik ve miskinlik içine düşen Müslümanları diğer birçok şiirinde olduğu gibi, burada da uyandırmaya çalışmış, oldukça
etkili sözlerle onları silkelemiştir.
__________________________________________________
1 Fazıl Gökçek, “Birinci Safahat Hakkında”, Mehmet
Âkif Ersoy, Birinci Safahat (haz. Fazıl Gökçek), s.31.
2 Ertuğrul Düzdağ bu sözü “Ey insan, sen kendinin küçük bir cisim olduğunu sanırsın, ama bütün âlem senin
içine sızdırılıp gizlenmiştir.” Safahat -Eski ve Yeni Harflerle Tenkidli Neşir-, İstanbul 1991, s. 65.
MEHMET ÂKİF’TE “ŞARK” ve “GARB” KELİMELERİNİN
KULLANIM SIKLIĞI VE ÂKİF’İN BU KELİMELERE
YÜKLEDİĞİ ANLAM
İBRAHİM GÜLTEKİN
İbrahim Gültekin, Mehmet Âkif’te “Şark” ve
“Garb” Kelimelerinin Kullanım Sıklığı ve Âkif’in
Bu Kelimelere Yüklediği Anlam, Bilim ve Aklın
Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart 2011, ss. 183-189.
M
ehmet Âkif Ersoy, şiirleriyle içinde bulunduğu
toplumun sıkıntılarını, meselelerini dile getirmiş ve bu meselelere bir toplum bilimci tavrıyla çözümler üretmiştir. Şairlerin, yaşadıklarıyla
şiirleri arasında ne kadar paralellik vardır bilinmez ama
Âkif, “yaşadıklarını yazmış, yazdıklarını yaşamış bir şairdir” demek harhâlde yanlış olmasa gerek. O, Osmanlı’nın
son dönemlerinde ve Kurtluluş Savaşı yıllarında karşılaşılan büyük sıkıntıları manen ve bedenen yük edinmiş,
sorumlu aydın şahsiyetiyle karanlık dehlizlerde el yordamıyla yol bulmaya çalışan topluma tüm hayatı boyunca
meşale olmayı kendine düstur edinmiştir.
Aydın, sadece yaşadığı döneme ayna tutan ve dönemi içinde sıkışıp kalan biri değildir. Aydın, düşünce dünyasınının kendisine sunduğu entelektüel birikimiyle zamanın ötesine, çok ilerilere fikir yelkenlisini açabilen bir
şahsiyettir. Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat’ını her okuduğumuzda onun sadece döneminin meselelerini dile getirmediğini aynı zamanda günümüzde de hem bireysel hem
toplumsal olarak karşılaştığımız komplike meselelere ışık
tuttuğunu görebiliriz. Bu durumu görebilmek Safahat’ı
okuma biçimimizle doğrudan ilgilidir. Safahat’ı herhangi bir şiir kitabı olarak okuyabiliriz ve bu şekliyle ancak
185 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Şark Kelimesinin Geçtiği Şiirler:
Toplam Garb Kelimesinin Geçtiği Şiirler:
Toplam
Acem Şahı
1
Acem Şahı
2
Mahalle Kahvesi
3
Süleymaniye Kürsüsünde (Hindistan)
2
Süleymaniye Kürsüsünde (Köprüden
Geçiş)
1
Süleymaniye Kürsüsünde (İstanbul’a
Dönüş)
4
Süleymaniye Kürsüsünde (Vaiz Kürsüde)
2
Terakki Sırrı
1
Süleymaniye Kürsüsünde (İstanbul’a
Dönüş)
3
Hakkın Sesleri
2
Terakki Sırrı
1
Fatih Kürsüsünde (Vaiz Kürsüde)
4
Hakkın Sesleri
2
Hatıralar (Uyan!)
1
Fatih Kürsüsünde (Vaiz Kürsüde)
2
Hatırlar (El-Uksur’da)
1
Hatırlar (Uyan!)
1
Berlin Hatıraları
2
Hatırlar (El-Uksur’da)
1
Necid Çöllerinden Medine’ye
1
Berlin Hatıraları
5
Âsım
2
Necid Çöllerinden Medine’ye
1
Şark
2
Âsım
4
Süleyman Nazif’e
1
Şark
4
Bülbül
1
Hâlâ mı Boğuşmak
1
San’atkâr
1
Süleyman Nazif’e
1
İstiklâl Marşı
1
Bülbül
1
Hersekli Ârif Hikmet
6
Leylâ
3
Bir Gece
1
San’atkâr
2
Hersekli Arif Hikmet
3
Şarkın Yegane Dahisine
7
Kurban Bayramı
1
Leyle-i Mevlid-i Nebî Aleyhisselam
1
TOPLAM
52
Âkif’in yazdığı şiirleri görürüz. Bence Safahat’ı
okumaya başlamadan önce bir takım sorular çıkarmalayız ve bu soruların yol göstericiliğinde
Safahat’ta yer alan şiirleri okumalıyız. Bu yöntem,
Âkif’i daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Bunun dışında Âkif’i elbette başka yöntemler geliştirerek
de okuyabiliriz. Her hâlükarda Âkif’i mutlaka bir
yöntem çerçevesinde okumalıyız. Buna bilinçli
okuma da diyebiliriz.
• 186
34
Bir şairin şiirlerinde kullandığı kelime dağarcığı
onun anlam dünyasının da göstergesidir. Anlamlı
ses veya ses birlikleri olan kelimelerin, tek başlarına içerdikleri anlamından ziyade cümle (mısra,
beyit, şiir) içindeki kullanımlarına göre kazandıkları anlam önemlidir. “Şair için kelime, sadece açık
ve tek anlam taşıyan bir işaret değildir. O kendi
başına bir değer taşıyan hem de bunun ötesinde
başka şeyleri temsil etme kabiliyeti olan bir semboldür.” (Akay, 1998: 415).
MART 2011 - SAYI 133•
Bu yazıda, Âkif’in Safahat’ta kullandığı “Şark”
ve “Garb” kelimeleri ele alındı. Şairin, bu kelimelere Safahat’ın bütününde hangi sıklıkta yer
verdiği bu kelimeleri hangi bağlamda kullandığı
incelenip çeşitli örnekler verilerek Âkif’in “Şark”
ve “Garb” kelimelerine yüklediği anlam ortaya konulmaya çalışıldı. Mehmet Âkif Ersoy, “Garb” kelimesinin yanında “Avrupa” kelimesini de şiirlerinde
sıklıkla kullanmıştır. Ancak biz, “Avrupa” kelimesini bu çalışmanın kapsamı dışında tuttuk. Çalışmada, İnkılâp ve Aka Yayınları’ndan çıkan Ömer
Rıza Doğrul tarafından hazırlanmış “Safahat” esas
alınmıştır.
“Şark” ve “Garb” kelimelerinin sözlükte geçtiği
anlamlar:
“Şark”: 1. Dört ana yönden güneşin doğduğu
yön, doğu. 2. Bulunulan yere göre bu yöne düşen
yer ve ülkeler. 3. teşmil. Asya ülkeleri. anlamlarıyla geçer.
“Garb” (Garp): 1. Dört ana yönden güneşin
battığı yön, batı. 2. Bulunulan yere gore bu yöne
düşen yer ve ülkeler. 3. teşmil. Avrupa.
Âkif’in Safahat’ı ve Safahat’ın dışında kalan şiirlerinde “Garb” kelimesi 34 defa, buna mukabil
“Şark” kelimesi 52 defa geçmektedir. Kelimelerin
geçtiği şiirler tabloda kullanım sıklıklarına göre
gösterilmiştir.
ve Avrupa ülkeleri (Batı) anlamında kullanılmıştır.
Hamâset-perverân-ı kavmi tuttun bir bir
öldürdün,
Umûmen Şarkı ağlattın, umûmen Garbı
güldürdün…
Hayır, hiçbir gülen yok, sızlıyor Garbın da vicdânı,
Görüp ecsâd-ı mazlûmîne meşher hâk-i
İran’ı! (s. 83)
Âkif, “Şark” kelimesini “Mahalle Kahvesi” isimli şiirde “Mahalle Kahvesi”nin olumsuz çehresiyle birlikte ele alır. Âkif’e göre mahalle kahveleri,
Şark’ın “bakılmayan yarası” ve “harîm-i kâtili”dir.
Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı?
Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı!
Hayır, bu perde, bu Şark’ın bakılmıyan yarası;
Bu Mahalle kahvesi Şark’ın harîm-i kâtilidir,
(s. 188)
Süleymaniye
Kürsüsünde
isimli
şiirin
“İstanbul’a Dönüş” bölümünde şair, mütefekkir
geçinenlerin Şark’ın terakkisinde, gösterdikleri
yol(!)u anlatmaktadır:
Mütefekkir geçinenler ne diyor siz de bakın:
“Medeniyyette teâlîsi umûmen Şark’ın,
Yandaki tabloya göre “Şark” ve “Garb” kelimeleri şiirlerde, aşağı yukarı eşit şekilde ve birbirleriyle ilişkili olarak geçmektedir. “Şark” kelimesinin
“Garb” kelimesine göre sıklık derecesinin fazla
olması bu kelimenin geçtiği şiir sayısını da çeşitlendirmektedir. Ancak her iki kelime de daha
çok ortak bir kullanım ortamında yer almıştır. Bu
durumu örnekler üzerinde hem daha açık olarak
hem de aralarındaki ilişki bağlamında aşağıda inceleyeceğiz:
Şairin, İran şahına seslendiği “Acem Şahı”
isimli şiirde her iki kelime de Asya ülkeleri (Doğu)
Yalınız bir yolu ta’kîb ederek kabildir;
Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir.
Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı.
Aynı izden sağa, yâhut sola hiç sapmamalı
Garb’ın efkârını mâl etmeli Şark’ın beyni;
Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; yâni:
İçtimâî, edebî, hâsılı her mes’elede,
Garb’ı taklîd edemezsek, ne desek beyhûde.
Bir de din kaydını kaldırmalı, zîrâ, o belâ,
187 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
Bütün esbâb-ı terakkîmize engel hâlâ!”
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
(s. 182-183)
“Terakki” isimli şiirde Âkif, terakki sırrının yine
milletin kendinde olduğunu söyledikten sonra
Garb’in sanatının alınmasının gerekliliğine vurgu
yapar. Çünkü ona göre sanatın ve ilmin milliyeti
yoktur.
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
Sırr-ı terakkînizi siz,
Başka yerlerde taharî heveslenmeyiniz.
Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;
Çünkü her noktada taklîd ile sökmez hareket.
Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;
Veriniz hem de mesâînize son sür’atini.
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;
 
Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin,
“Bize efkâr-ı umûmiyesi lâzım Garb’in;
O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini
Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini
Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!..
(s. 199)
Çünkü milliyyeti yok san’atın, ilmin; yalnız,
İyi hâtırda tutun ettiğim ihtârı demin:
Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için,
Kendi “mâhiyyet-i rûhiyye”niz olsun kılavuz.
Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz.
(s. 187)
Hakkın Sesleri’nde “Şark” ve “Garb” kelimesi
bir arada geçer. Şiirde “Ehl-i Salîb” olarak tavsif
edilen “Garb” medeniyyet denilen maskara bir
mahlûktur. Bununla birlikte şair, toplumun içinde
bulunduğu zor ve sıkıntılı durumunu Şark’ın miskinliğine ve “cebhe-i lâkayd”ına bağlar.
Âkif, “Fatih Kürsüsü”nde vaiz edasında cemaate seslenir ve “Garb” ile “Şark”ı mukayese
ederek “Garb”ın yükselişinden ders çıkarılması
gerektiğini haykırır.
Bakın mücâhid olan Garb’a şimdi bir kerre.
Havâya hükmediyor kâni’ olmuyor da yere.
Dönün de âtıl olan Şark’ı seyredin. Ne geri!
Yakında kalmıyacak yeryüzünde belki yeri!
Nedir şu bir sürü fenler, nedir bu san’atler?
Nedir bu ilme tecellî hakîkatler?
Sefineler ki tarar kıt’a kıt’a deryâyı;
Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perîşan bırakıp,
Şimendüfer ki tarar buk’a buk’a dünyâyı;
Yükselen mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp;
Şu’ûn ki berka binip seslenir durur ovada;
Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var...
Balon ki rûh-i kesîfiyle yükselir havada...
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var...
Hülâsa, hepsi bu âsâr-ı dehşet-âkînin,
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza!
Bütün tekâsüfüdür toplanan mesâînin. (s. 264)
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün!
• 188
Âkif’e göre “Şark” ebedî meskenet içindedir.
“Uyan” isimli şiirde şair, meskenete tutulmuş
MART 2011 - SAYI 133•
“Şark”ı uyanmaya çağırırken bir korkusunu da
dile getirir.
Garb’ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkûm;
Çünkü hâkim yaşatan Şevket-i fenden mahrûm.
Ey koca Şark ey ebedî meskenet!
Biz, evet, hasmımızın kudret-i irfânından,
Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.
Bînasîbiz de o yüzden bu şerefsiz hüsran.
Korkuyorum, Garb’ın elinden yarın,
Sonra, a’sâra süren haybeti çekmekle, bugün,
Kalmıyacak çekmediğin mel’anet. (s. 304)
O fazîlet bile hissiz, hareketsiz, ölgün.
Âsım’da “Şark”ın o meskenet hâli devam etmektedir.
Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık
Tapacak bir putumuz yoktu, özendik yaptık!
Göreyim gel de büyük bildiğin Allâh’ı kayır...
Hani, tevfik-i İlâhîye kanan var mı? Hayır.
Ya senin âlem-i İslâm’ın inanmış ye’se;
Şimdi, Âsım, bana müfrit de, ne istersen de,
Ma’rifetten de cüdâ, Şark o fazîletten de.
(s. 442-443)
Âkif’in “Şark” isimli şiirinde gözler önüne serdiği “Şark” manzarası ise içler acısıdır.
Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı
kâbûsu,
Dîn-i resmîsi odur, vazgeçemez kim ne dese!
Asırlar var ki, İslâm’ın muattal, beyni, bâzûsu.
Önce dört kıt’ayı alt üst eden îmân-ı metîn;
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?” diyorlar:
Sonra, dört yüz bu kadar milyon adam,
Gördüğüm; Yer yer,
hepsi cebîn!
Şarka in, mağribe yüksel, göremezsin galeyan...
Nasıl olmuş da uyuşmuş bütün ümmetteki kan?
Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız
ümmetler;
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz
Niye tutmuş da bu şevket, bu şehâmet dîni,
Benden imsâk ediyor ceddime bezl ettiğini?
(s. 409)
Şair, Âsım’a seslenirken onun büyük bir milletin evladı olduğunu söyler. Ancak ilim ortadan
kalktıkça ve cehalet alıp başını yürüdükçe bu milletin “Garb”ın emrine girdiğini “Şark’ın marifetten
de faziletten de uzaklaştığını ifade eder.
Bir büyük milletin evlâdıyız, oğlum, ancak
O fazîlet son üç asrın yürüyen ilmiyle,
Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,
Bünyevî kudreti günden güne meflûc olarak,
Bir düşüş düştü ki: Davransa da, sarsak sarsak.
yollar;
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz
kanlar;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı
vicdanlar;
Tegallübler, esâretler; tehakkümler, mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar, türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış
ormanlar;
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
189 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
“Gazâ” nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez
akşamlar!.. (s. 451-452)
Şair, “Şark”ı bütün çıplaklığıyla anlattıktan sonra “Şark”ın tekrar o eski mehabetli günlerine dönmesi için Allah’a niyazda bulunur:
Cihanın Garb’ı vahşet-zar iken, Şark’ında
Karnak’lar,
Herem’ler, Sedd-i Çin’ler, Tak-i Kisra’lar,
Havernak’lar,
İrem’ler, Sur-i Babil’ler sema-pema değil miydi?
O maziler, İlahi, bir yıkık rüya mıdır şimdi?
Ne yapsın, na-ümid olsun mu Şark’ın
intibahından,
Perişan ruhumuz, haib dönerken bar-gâhından?
Bu haybetten usandık biz, bu hüsran artık
elversin!
İlahi! Nerde bir nefhan ki, donmuş hisler ürpersin,
Serilmiş sineler, kâbusu artık silkip üstünden,
“Hayat elbette hakkımdır!” desin, “dünya”
değil! Derken? (s. 451-452)
“Süleyman Nazif’e” isimli şiirde ise şair
“Şark”tan ümidini kesmediğini dile getirir:
Âkif, Hersekli Ârif Hikmet isimli şiirinde “Şark”
ve “Garb”ı insana verilen kıymet bağlamında mukayese eder ve “Şark”ta insanın kıymetinin bilinmediğinden şikâyet eder.
Kim olur hîç o muvahhiş dem-i tenhâyîde
O zaman Garb bile Şark gibi hâbîde! (s. 533)
Utan ey ümmet-i merhûme, şu nâmından utan!
Enbiyâ vârisine böyle mi hürmet edilir,
Garb heykel dikiyor nâmına ehl-i hünerin
Sökeriz bizse mezar taşını bî-çarelerin.
Fuzalâ Garb’de binlerce sayılmakta iken,
Kadr ü kıymetleri âsûdedir eksilmekten;
Bizde yüz yılda bir âdem yetişirken, o bile,
Hîç mazhar olamaz zerre kadar tebcîle,
Bu mudur din, yazık, hey gidi İslâmiyyyet,
Bizi gördükçe utansın bütün insâniyet
Şark, bir hufre-i nisyâna atar da öleni,
Öldürüp sonra onun nâmına yâd eyleyeni.
Garb’da öldü mü bir ehl-i fazilet farazâ
O bulur hâtır-ı millette hayat-ı uhrâ.
Bizde ölmüş fuzalânın çoğu hatta gidiyor,
Buluyor Garb’da âsârı gibi feyz-i nüşûr.
Sürünüp de ölen erbâb-ı meziyet burada,
Sürüyor, hâle bakın ömr-i müebbed orada!
Sen, yoksa, unuttun mu o mâzî-yi mehîbi?
Size öğretmededir Şark’ı da müsteşrikler,
Etrâfa bakıp sarsılacak yerde ümîdin,
Utanın kukla kıyafetli beyinsiz şıhlar! (s. 535)
Vicdânını, îmânını bir dinlemeliydin.
Garb’ın ebedî gayzı ederken seni me’yûs,
“İslâm’a göz açtırmayacak, dersen, o kâbûs”
Mâdem ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır,
Şark’ın ezelî fecri yakındır, doğacaktır. (s. 472)
• 190
Âkif, “Bülbül” isimli şiirde ecdat toprağını
Garb”a çiğnettiğini söylediği “Şark”ın evladına
seslenirken doğrusu çok acımasızdır.
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız
evlâdı,
MART 2011 - SAYI 133•
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i
ecdâdı! (s. 474)
İstiklâl Marşı’nda, “Garb”ın “çelik zırhlı bir
duvar”ına karşılık “göğsü imanla dolu” bu milletin
evladı vardır. Medeniyeti temsil eden “Garb” Âkif’e
göre tek dişi kalmış bir canavardır.
Âkif, “Şark”ı geride bırakan hastalıklardan kurtulmanın yolu olarak dine sarılmayı ve “Garb”ın
fennini ve ilmini almayı tavsiye eder.
Âkif’in şiirlerinde “Şark” kelimesi, İslâm dinine mensup Asya ülkeleri anlamında kullanılırken
“Garb” kelimesi Avrupa ülkelerini ifade etmektedir.
Âkif’in bu kelimelere Safahat’ın bir çok yerinde sıkça yer vermesi yaşadığı dönemle yakından
ilişkilidir. Âkif, Safahat’ta geçen şiirleri yazarken
ülkenin durumu bir çok yönden içler acısı idi.
Yıllar süren savaşlar, savaşın getirdiği yokluk ve
yoksulluk milletin hem boynunun hem de belinin
bükülmesine neden olmuştu. İşte böyle bir ortamda yazılan şiirler bazen çok acımasızca eleştiri ve
sitem dolu bazen de her şeye rağmen milletinden
ümidini kesmemiş bir aydının geleceğe ışık saçan
mısralalarıyla süslüdür. Şairleri, kendi zamanlarımıza göre değerlendirirsek elbette hata yaparız
ancak Âkif’in “Şark”, “Garb” bağlamında yukarıya
aldığımız şiirlerinin bir çoğunun günümüzde yaşadığımız olumsuzluklara uygun düşmesi de hâlâ
“Şark” cephesinde çok bir şeyin değişmediğini
göstermesi bakımından tedirgin edicidir. Ancak
şu var ki tedirgin olmaktan ziyade Âkif’in uyarıcı
ve birleştirici ruhunu millet olarak yaşamak ve yaşatmak görevimiz olmalıdır. Tabi bunun için öncelikle Âkif’i anlayarak okumalı ve herşeyden önce
de gençlerin okumasını sağlamalıyız.
Mehmet Âkif bu kelimeleri daha çok birbirleriyle ilişkili hâlde kullanmaktadır.
KAYNAKÇA
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
(s. 525)
Genel manada ele aldığımız Mehmet Âkif’te
“Şark” ve “Garb” kelimeleri yukarıdaki örneklerin dışında da bir takım kullanımlarla Safahat’ta
geçmektedir. Ancak bunların hepsine burada yer
vermek yazının sınırlarını fazlasıyla aşmak anlamına gelecektir. Bununla birlikte verdiğimiz kullanım
örneklerinin bize genel bir değerlendirme imkânı
sağladığını düşünüyoruz.
Âkif “Şark” kelimesini çoğunlukla “meskenet”,
“atalet”, “tembellik” geri kalmışlık” gibi olumsuz
anlam içeren yönleriyle dile getirmiştir. “Garb”
kelimesini ise “terakki”, “güç”, “acımasızlık” gibi
yönleriyle ele almıştır.
ERSOY, M. Âkif, “Safahat”, Haz. Ömer Rıza Doğrul,
İnkılâp ve Aka Yayınları, 1975, İstanbul.
AKAY, Hasan, “Cenab Şahabeddin’in Şiirleri Üzerinde Stilistik Bir Araştırma”, Kitabevi, 1998,
İstanbul.
191 •
ÂBİDE İNSAN MEHMED ÂKİF
VE DÜŞÜNCE DÜNYÂSI
RIZÂ AKDEMİR
Emekli Vali
2
6 Aralık 1936 târihinde başka bir âleme duâlarla
yolcu ettiğimiz, vatan ve imân şâiri aziz Mehmed
Âkif’in ölümü üzerinden 75 yıl geçti.
1878’de doğan ve fâni hayata gözlerini 1936
yılında kapayan bu hassas ve heyecanlı şâir, 58 yıllık ömrünün her gününü, kutsal saydığı vatan topraklarının, ay
yıldızlı bayrağın, mukaddes kitabımızın sevgisi ve aşkı ile
geçirmiştir.
Hepimizin bildiği gibi şâirler bir milletin konuşan dili,
çarpan kalbi ve yol gösteren önderleridir.
Onlar, alaca karanlıkta bir Çoban Yıldızı gibi parlar,
toplumun ufkunu aydınlatır, ümit dağıtır, heyecan verir,
örnek olurlar.
Onlar, ümitsiz günlerde kâhin olur, baksı olur, şaman
olur, yorulanların elinden tutar, yetimin gözyaşını silerler.
Zâlime başkaldırırlar.
İdealin meş’alesini taşırlar.
Halkın sevincini, elemini, hasretini dile getirirler.
Rızâ Akdemir, Âbide İnsan Mehmed Âkif ve Düşünce
Dünyâsı, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S.
133, Mart 2011, ss. 190-192
• 192
Düşüncelerini, rüyâlarını, ümitlerini yüzyıllar ötesine
yollarlar.
MART 2011 - SAYI 133•
Gerilikle, tembellikle, kötülükle, ahlâksızlıkla
savaşır; insanların mutlu, yuvaların huzurlu, milletin barış içinde olmasını arzû ederler.
Yaralayan, kan döken, öldüren silâhları yoktur.
Mermileri yoktur, kelimeleri vardır.
Süngüleri yoktur, kalemleri vardır.
Onlar ahlâk kahramanıdır.
Onlar imân kahramanıdır.
de böyle kutsal bir yolun, böyle aziz bir dâvânın
bayraktarıdır.
Batı dünyâsının çelikten silâhları, ölüm kusan
tankları, yüzen bir adayı andıran zırhlıları ile milletimizi ezmek, yıldızımızı söndürmek, halkımızın
ayağına esaret zincirini vurmak istediği felâket
günlerinde, karanlığın güneşi hapsettiği bir devirde, yorgun ve terli alınların hüzünle yere eğildiği
hicran gecelerinde:
Onlar barış kahramanıdır.
“Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın,
Ellerinde, kabzası kanlı kılıçlar değil; alınlarında
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”
defne dallarından örülmüş
taclar taşırlar.
Bizim şiir dünyâmızda,
diye gönülleri ateşleyen insan Mehmed Âkif’tir.
kültür bahçemizde Yunus
Mehmed Âkif, târihini
Emre’nin ne derin, ne güçlü
şerefle, adaletle dolduran
bir tesiri vardır. Bu Türkmen
bir
kocasının:
destanlarını dile getirdiği
milletin
kahramanlık
gibi yer yer cehâlete esir
“Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm Seni”
diyen sesi yüzlerce yıl bizim
olan, gelecekten ümit kesen, imânı ve dini sâdece
tevekkülden ibâret sayan
ilme, gayrete, çalışmaya
sırtını çeviren bir anlayışa
da şiddetle karşı çıkmıştır.
gök kubbemizde çınlamış, ilâhileri gönülleri şen-
O, milletini uzaktan, Pembe Köşk’ten, yalıların,
lendirmiş, halkımızı bir arada, el ele, sımsıkı tut-
konakların pencerelerinden değil; bizzat haya-
muştur.
tın içinde görerek, tanıyarak, yaşayarak görmüş,
Düşününüz!
Her habbede, her zerrede, her çiçekte, her
bulutta sonsuz hakîkatı arayan Mevlâna, Emrah, Sümmanî, Dadaloğlu, Pîr Sultan, Eşrefoğlu
Rumî, Ahmed Yesevî, Bakî, Nedîm, Nef’î, Namık
kudretli kalemi ile aksettirmeye çalışmıştır.
O, hasta olan Seyfi Baba’yı görmek ve yardım
edebilmek için elinde isli bir fenerle yollara düşen,
çamur deryası içinde bin güçlükle yürüyen, kalbi
merhamet dolu insandır.
Kemâl, Yahya Kemâl, Ârif Nihat Asya olmasaydı
O, Halkalı Ziraat Mektebinde, yatılı okuyan bir
san’atımız ne kadar yavan, kültürümüz ne kadar
öğrencinin hastalığı dolayısıyla köyüne gönderil-
kısır, göklerimiz ne kadar boş ve yıldızsız kalırdı?
mesi karşısında, kalbini ürperten duyguları göz-
Hâtırasını rahmetle yâdettiğim Mehmed Âkif
yaşları ile dile getiren bir vicdanın sâhibidir.
193 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
O, babası Hoca Temiz Tâhir Efendi ile çocuk
yaşta câmiye giden, ezân sesi duyan, namaz kılanların arasında sevinçle dolaşan, şadırvandan
su içen, avluda sek sek oynayan sevimli bir yavrudur.
O, Veli Efendi çayırında güreş tutan, mahalle
kahvelerinde oturan, içinde yaşadığı halkın ihtiyaçlarını, dertlerini, hatalarını, ıstıraplarını yakından gören, bunların tedavisi için kafa yoran ehliyetli bir hekimdir.
O, “Küfe” şiirinde, babasından miras kalan hamal küfesini sırtından atarak, okulların paydos olduğu bir saatte, dağılan öğrencileri melül mahzun
seyreden boynu bükük, gözleri yaşlı bir yetimin
hasretini satırlara döken şâirdir.
O, “Meyhâne” şiirinde, sigara dumanlarının havada bulut bulut sallandığı, izbe, sıkıntılı bir yerde,
evde çoluk çocuğu açken, kafayı tütsüleyen bir
zit yaşayan ökse otudurlar. Avrupa’nın çamurunu
bizim toprağımızdan daha temiz sayarlar.
O, dalkavukluğu, etek öpmeyi, rütbe, makam
dilenmeyi bilmez. Eli harama uzanmaz. Dili yalana
dönmez.
O, bir hâysiyet ve namus timsalidir.
Mehmed Âkif, büyük ölçüde ilhâmını İslâm
târihinden,
âyetlerden,
hâdislerden,
Hazret-i
Ali’nin hikmet dolu sözlerinden, Şeyh Sadi-i
Şirazi’den alır, kıssalar nakleder, misâller verir.
İçtiği suyun, yediği ekmeğin, aldığı bursun,
oturduğu sıranın, okuduğu kitabın hakkını ödemek isteyen gençlerimiz, milletinin târihini, fikir ve
san’at adamlarını, dâvâ ve ideal önderlerini, okumak, tanımak, öğrenmek zorundadırlar.
Mehmed Âkif, bu ulular kervanının içinde yer
alır.
sarhoşun insafsızca davranışını, meyhâne kapı-
Dilerim ki, gençlerimiz Safahat’ı, kelimeleri-
sında yalvaran çâresiz eşini hakaretlerle kovu-
ni anlayarak, işâret edilen hedefi bilerek dikkatle
şunu, bir aile dramını unutulmaz üzüntülerle şiire
okusunlar ve bilsinler ki:
mâleder.
O, geri düşüncelileri, “Ay tutuldu” diye silâh
atanları, iradesiz, azimsiz, gayretsiz insanları nasıl
yerden yere vurursa, yine tıpkı öyle halkına dudak büken, onu Hindistan’daki parya gibi ikinci,
Fransa’nın
meşhur
edibi
Victor
Hugo,
Napolyon’dan;
Rusya’nın büyük sanatçısı Leon Tolstoy, Çar
Petro’dan;
üçüncü sınıf vatandaş sayan, Batı dünyâsına hay-
İngiltere’nin dünyâca tanınmış dev yazarı Wil-
ran, onlar gibi düşünen, konuşan, yaşayan sözde
liam Shakespeare, Kraliçe I. Elizabeth’den çok
aydınları da, kökünü inkâr eden “Monşer”leri de
daha ünlü, tanınmış, sevilmiş ve okunmuş değerli
öylesine şiirleri ile haşlar. Bunlar, ağaçlarda para-
insanlardır.
• 194
AKİF‘TEN GÜNÜMÜZE
EĞİTİM ANLAYIŞI
MİNE DEMİR
Bilim ve Sanat Merkezi Türk Dili ve Edb. Dan.
KAHRAMANMARAŞ
M
ehmet Akif Ersoy, Safahat’a aldığı şiirlerinde,
Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşat’taki makalelerinde çağdaşlarından farklı bir sanat anlayışı sergiler. Edebiyatı toplumsal ve ahlaki
yararlar sağlayan bir araç olarak gören Akif, içinde yaşadığı toplumun dertleriyle ilgilenir, bunları yazı ve şiirlerinde dile getirir, daha da önemlisi uygun çözümler üreten
bir düşünür olarak karşımıza çıkar. Bundan dolayıdır ki
Sezai Karakoç onun için; “Türk edebiyatında Akif kadar
hayatı şiire, şiiri hayata sokmuş ikinci bir şair yoktur.” der.
“Altı yüz bin can gider; milyonla iman eksilir;
Kimseler görmez! Gören sersem de Allah’tan bilir!
Sonra, şayet şahsının incinse, hatta, bir tüyü,
Yer yıkılmış zanneder seyr eyleyin gümbürtüyü!”
Mine Demir, Akif’ten Günümüze Eğitim Anlayışı,
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, S. 133, Mart
2011, ss. 193-197
Eserlerinde Osmanlı toplumunu değerlendiren şair,
geriliğin, zaafın ve sıkıntıların özünde cahilliğin olduğunu, bunun da eğitim eksikliğinden kaynaklandığını tespit
eder. Akif’in bu tespitinin doğruluğunu K.Atatürk, şu sözüyle ortaya koyar: “Eğitimdir ki bir milletin ya hür, bağımsız, şanlı yüksek bir toplum halinde yaşatır veya bir
milleti tutsaklığa ve yoksulluğa terk eder.” Eğitimin öne-
195 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
mini eserlerinde her fırsatta dile getiren şairin aynı
zamanda öğretmenlik yaptığı da düşünülecek
olursa Berlin Hatıraları’nda bir Alman’a:
“Beyinle kalbi hem –ahenk edip de işleteli
Atıldı vahdet-i milliye sakfının temeli.”
Dedirtmesinin de ne kadar yerinde bir söyleyiş
olduğu görülür. Beyin, insanlığın ortak malı olan
ilim ve teknik; kalp ise o millete ait duygu ve düşünceler, ortak değerlerdir.
Eğitime her açıdan bakabilen şairin geniş halk
kitleleriyle kurduğu diyaloğun önemi büyüktür.
Yazdıkları ve söyledikleriyle sadece devrinin eğitim sorunlarını değil, geleceği de aydınlatan tespitleri –maalesef- bugün de yaşadığımız birtakım
problemleri dile getirir.
“Bu cehalet yürümez; asra bakın: Asr-ı Ulum
Başlasın terbiyemiz, ailelerden, oğlum!”
Diye seslenir, Köse İmam, Asım’da. Aile ki çocuğun ilk eğitim ve öğretiminin yapıldığı, yaşamındaki sosyolojik ve psikolojik ilk temellerin atıldığı
kurumdur. Buradaki çalışmalar ne kadar sağlıklı
ve bilinçli olursa, çocuk da ileride o kadar başarılı
olur. Mutlu ve huzurlu bir aile başarılı ve sağlıklı
bir topluma kapı açar. Bundan ötürü aileye büyük önem vermek gerekir. Ailelerdeki vatan, millet
sevgisi, fedakarlık, dil, din birliği gibi değerler toplumun devamlılığını sağlar. İşte ancak bu ruhla yetişen nesiller de Asım’ın nesli olmaya hak kazanır.
Akif, çocuk terbiyesinde ümitsizliğin çok kötü
sonuçlar doğurduğunu görür, hatta geriliğimizin
önemli bir nedeni olarak işler:
“Acaba biz Müslümanlar niçin bu hale düştük?
Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz
günden babalarımız, analarımız, hocalarımız, siyasilerimiz, şairlerimiz, muharrirlerimiz bize istikbal için ümit verecek bir şey söylemediler. Ben
çocukluğumdan beri:
• 196
- Biz yaşayamayız. Avrupalılar terakki eylemiş.
Siz çok fena günler göreceksiniz!...
nakaratından başka bir şey işitmedim.
- Çocuklar, siz geceli gündüzlü çalışınız ki bu
memleket kurtulsun… diye bizleri saye mücahedeye sevk edecekleri yerde rast gelen adam ruhlarımıza, kalplerimize yeis mayası aşıladı. Garbın
terakkilerinden bahsederken diyeceklerdi ki:
- Evlatlar, görüyorsunuz ki Avrupalılarla bizim
aramızda çok mesafe var. Bu mesafeyi telafi edecek suretle çalışınız. Yoksa daha geride kalır, mahvolursunuz. Sakın azminize fütur getirmeyiniz!...
Evet, böyle diyeceklerdi, lakin demediler. Bilakis yüz binlerce halk, bu devletin batacağına kail
idi. Bir taraftan Avrupalıların terakkileri gözlerimizi
kamaştırdı. Diğer taraftan muhitimizi bu gibi makus telkinleri sinirlerimizi uyuşturdu. Onun için ileri
gidemedik. Hala o yeis ruhlarımızda hükümrandır.
Hiç biz Kitabullah’ı düşünmedik. O Kitabullah ki
birçok Ayet-i celilisiyle Ümmet-i İslamiyeyi yeisten, azimsizlikten sakınmaya davet ediyor.”
Akif’in çocuk eğitiminde gördüğü diğer bir yanlışlık ise çocukların şimdiki zamana göre yetiştirilmesidir. Bir makalesinde bu konuya şöyle değinir:
“Çocuklarımıza kendi terbiyemizi vermeye kalkışırsak cinayet işlemiş oluruz. Hikmeti doğrudan
doğruya Peygamberden telakki eden Cenab-ı Ali
diyor ki: ‘ Ciğerparelerinize yalnız kendi terbiyenizi
giydirmeye çalışmayınız. İyice hatırınızda olsun ki
onlar sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.’
… Düşünüyorum da sekiz yaşında ezberlediğim birçok ibareleri ancak otuz sene sonra anlayabildiğimi görüyorum. Tabii on beş yaşlarında
iken okuduklarımı anlayabilmeme ömrüm müsait
olmayacak.”
Ailede yeterli bir eğitimin sağlanması aile fertlerinin bir arada geçirdikleri zamana ve o zamanın
MART 2011 - SAYI 133•
kalitesine de bağlı değil mi? Sadece hafta sonu
tatillerinde ve akşamları kısa bir zaman döngüsünde görüşülen ailelerin çocuklarında sevgi ve
bağlılık duygularının yeterli derecede gelişeceğini
kabul etmek güçtür. Çünkü çocuğun öğrenmesindeki en önemli etken örnek ebeveynlerdir. Aile
fertleri arasında sağlıklı ilişkiler gören çocuk bu
uygulamaları zaman zaman kendi yaşantısına da
uygulayacaktır.
“Şarkın bakılmayan yarası” olarak tanımladığı
kahveye giden aile reisine:
“Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun
eve?” diye sitem eden Akif, evde gerçekleştirmesi
gereken ortamı şu dizelerde anlatır:
“Evinde akşam otursan kemal-i izzetle;
Karın, çocukların, annen, baban kimin varsa,
Dolaşsalar; seni kat kat bu haleler sarsa;
Saray-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı?”
Anne ve babalar, çocuklarının gelecekleri konusunda verecekleri kararlarda birlik sağlamalıdırlar. Kendi aralarında anlaştıktan sonra çocuğun
karşısına çıkmalıdırlar. Aksi takdirde bunun zararını çocuğun çektiği görülür. İşte bu durumu da
Akif, şöyle işlemiş:
“Başlattığı gün mektebe, duydum ki, diyordu,
Rahmetli babam: ‘Adem olur oğlum ilerde.’
Annemse, oturmuş, paşalıklar kuruyordu.
Ademliği geçtik! Paşalık olsun o nerde?
Amali tezad üzre giderken ebeveynin,
Hep böyle harab olmada etfal ara yerde.”
Bir milletin bütün fertlerinin eğitimden geçmesinin gerekliliği eskiden beri bilinen bir gerçektir.
Bir kısmı dışarıda kalırsa ciddi sorunlar ortaya çıkar. Onun aşağıdaki beyti de sanki günümüzdeki
“Haydi kızlar okula” kampanyasını işaret etmektedir:
“Demiş olsaydı eğer: ‘Kızlara mektep lazım…
Şu kadar vermelisin’ kahrolayım kaçmazdım.”
Onun bu mısraları eğitimdeki fırsat eşitliğini
ortaya koyarak Atatürk’ün şu sözüyle örtüşmektedir:
“Bir toplum, cinsinden yalnız birinin çağın gereklerini edinmesiyle yetinirse o toplum yarıdan
fazla güçsüzlük içinde kalır. Bir millet ierlemek
ve uygarlaşmak isterse özellikle bu noktayı temel
alarak kabul etmek zorundadır.”
Mehmet Akif, eğitim, okul ve yarın ilişkisinin
bilincinde olduğu için, okullu öğrencinin ne ifade
ettiğini, bu küçüklere saygı gösterilmesinin gerektiğini vurgular. Aşağıdaki dörtlüğün K. Atatürk’ün
“Bugününün küçükleri, yarının büyükleri!” sözüyle
eş değerde olduğu görülür.
“Bu bir ketibe-i masumedir ki, ey millet:
Selama durmalısın şanlı rehgüzarında;
Bu bir cenah ki atide bir ufak hareket
Yapıp cihanları oynatmak iktidarında!”
Safahat incelendiğinde, kışla, devlet dairesi, okul kavramlarının bir arada verildiği görülür.
Buna göre toplumun mutluluğu ve kişinin kurtuluşunun temel esası okula bağlıdır.
“Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok,
Ne kılıç var, ne kalem… Her ne sorarsan yok.”
“Niye Türk’ün canı yangın niye millet geridir?
Anladık biz bunu, az çok senelerden beridir.”
Evet, eğitim kurumlarının oluşturulması ve
yaygınlaştırılması da Akif’in eğitim profilinde yerini alır. Eğitim kurumlarının yaygın ve yeterli hale
gelmesi için devletin güç yetiremediği noktalarda
bir zamanların han, hamam, darüşşifa yaptıran
zenginlerini göreve çağırır. Yine Safahat’ta okul
binalarını türlü zorluklara katlanarak kendileri yapan köylülerin devletin gönderdiği öğretmenin
maaşını da verdiklerini vurgular:
197 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
“Koca bir nahiye titreştik, odunsuz yattık;
O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık.
Kimse evladını cahil komak ister mi, ayol?
Bize lazım iki şey var: biri mektep, biri yol.”
Eğitimdeki bir başka önemli husus ise öğretmendir, ünlü şaire göre. İlim ve fen adamları sahip
oldukları meziyetlerle halka yol gösterecek, onları
peşinden sürükleyecek bir karaktere sahip olmalıdır. Ona göre bu memleketi asıl kurtaracak olan
muallimlerdir. “Muallim”, sadece okuma yazma
öğreten, ders veren olmaktan çıkar, bir şuur kazandıran, yol çizen olur. İşte bu öğretmen portresi
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’te de
yerini alır: “Bir mlleti kurtaranlar yalnız ve ancak
öğretmenlerdir.”
“Muallimim” diyen olmak gerektir imanlı:
Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı.
Bu dördü olmadan olmaz, vazife çünkü büyük.”
Milli birlik ve beraberlik, yeni nesillerin boy atıp
filizlenmesi için öğretmene büyük görevler yükler:
liyakat, edep, vicdan ve iman. Bu sıfatları taşımayan öğretmenleri çekirgeye benzetmesi boşuna
değildir. Mehmet Akif’in mısralarında öğretmen
“hakkın yerine gelmesi için başını veren talebe
yetiştirdiğinde” kıymetlidir. Öğretmenin şahsiyeti
kadar yetişmesi üzerinde de duran şair atiyi, maziyi ve hali gören geniş pencereden bugünün de
derin bir yarasına parmak basarak, öğretmenliğin
sıradan bir memuriyetten farkını dile getirir, bu konunun üzerinde önemle durulmasını ister. Onun
gerek şiirlerinde gerekse makalelerindeki öğretmenlik, bugünün öğretmenlik mesleğini de ortaya
koymaktadır.
“Günümüzde öğretmen ki tüm öğrencilerinin
öğrenebileceğine inanan, öğrencileri arasında
bireysel farklılığı bilen ve uygulamalarını bu farklılıkları gözeterek gerçekleştiren, öğrencilerin ilgi
alanlarını, yeteneklerini tanımlayabilen, kendilerini
öğrencilerine ve onların öğrenmelerine adayan,
sürekli öğrenen, öğrencilerini dinleyen, onların
• 198
akranları ile iletişimi ve etkileşimini inceleyen ve
yazdıklarını okuyup değerlendiren, öğrencilerin
nasıl geliştiklerini ve öğrendiklerini bilen, onlara
eşit davranan, öğrencilerinin tabi oldukları sosyal
kesimden getirdikleri bilgi, yetenek ve eğilimlerinin farkında olan, öğrencileri arasındaki çeşitliliğe
göre öğretim yöntemleri ve stratejileri geliştiren,
öğrencisine birey olabilme, yurttaş olabilme, ulus
olabilme ve insan olabilme bilincini verebilen, öğrencilerinin farklı eleştirel düşünme biçimlerine
özendirerek, onlara analitik düşünme becerisini
kazandırmak için çaba sarf eden kişidir.
Öğretmen, sürekli iyileştirme bilincine sahip
ve gelişime duyarlı olmalıdır. Bunun sonucunda
sürekli olarak pedagojik stratejilerini çeşitlendirebilme yeteneğine sahip olmalı. Öğrencileri değerlendirmesinin yanında zaman zaman kendini de
değerlendirebilmelidir. Ekip çalışması yapabilmeli, meslektaşlarıyla bilgi, birikim ve deneyimlerini
paylaşabilmelidir.”
Mehmet Akif’in öğretmen portresindeki bir
başka önemli husus; öğretmenin halkla bütünleşen yönüdür. Konya seyahati sırasında köylülerden dinlediği “öğretmen kovma hadisesi”nden
hareketle, öğretmenin halkla bütünleşen, her haliyle onlardan olduğunu ifade eden, avamla zihnen anlaşabilen bir yapıya sahip olması gerektiğini belirtir. Bu nokta bugün de önemlidir. Çünkü
yurdun en kuytu köşesine ışığı ilk götüren devlet
memuru öğretmendir.
Akif’e göre öğretmene düşen diğer bir görev
ise eğitimin aksiyona dönüştüğünü görmektir.
Eğitimle ilgili yazılarında ezbere dayanan bilgi yığınına şiddetle karşı çıkar. İşte bu durum bugün
de önemli bir husustur. Bütün araştırmacıların gayesi ezberden uzak, yaparak yaşayarak öğrenmeye yönelik bir eğitimle üretken nesiller yetiştirmek
değil midir?
Mehmet Akif’te okullardaki eğitim-öğretim
kadar halkın eğitimi de önemlidir. Realist ve top-
MART 2011 - SAYI 133•
lumcu bir şair olan Akif, yaşadığı dönemdeki halkı
dört zümreye ayırır, Safahat’ta. Bu insanları değil
cennetin, cehennemin bile kabul edeceğinden
şüphelidir. Her şeyden önce, halkın cehaletinin,
geriliğinin sebebi kendisi değildir. Aksine aydınların halktan kopuk olmasıdır.
“Milletin memleketin böyle sefil olmasına
Bir sebep varsa, havassın geriden bakmasıdır.
Yoksa Şark’ın bu zeki unsuru her feyzi alır.”
Eğer toplumun güveni kazanıldıktan sonra ikna
da edilirse problemlerin büyük bir bölümü çözüme
ulaşmış olacaktır. Okullardaki eğitim geliştirilirken,
halk eğitimine de gereken önem verilmelidir ki
birbiri ile karşılıklı olarak istişarelerde bulunulsun.
Toplumun kurtuluşu ve geleceğe güvenle bakabilmesi için başka çarenin olmadığı açıktır.
“Dinledin, gördün, a oğlum, ne bozuk terbiyemiz!
Ne yapıp yapmalı, insanlığı öğretmeliyiz.
Şu bizim halkı uyandırmadadır, varsa felah;
Hangi bir millete baksan uyanık… Çünkü sabah!”
Günümüzde halkın eğitimi için çeşitli yollara başvurulsa da Akif’in yaşadığı dönemde kullanılacak iki yol vardır: camii ve basın. Kurtuluş
Savaşı’nda özellikle camiilerdeki halka seslenişi
ve yönlendirişi milli birlik ve beraberliğin sağlanması açısından çok önemlidir. Fatih Camii’nde
verdiği bir vaazdaki ifadelerinde de eğitimin önemini şu şekilde dile getirir:
“Maarif, maarif!... Bizim için başka çare yok;
eğer yaşamak istersek, her şeyden evvel maarife
sarılmalıyız. Dünya da maarifle, din de maarifle,
ahret de maarifle, hepsi ve her şey maarifle kaim.
Bizim dinin cehalete tahammülü yok, cahiller eline
geçince mahvolur.”
Hayatı boyunca basına da gereken önemi veren Akif, bu konuda da birçok makale yayınlamıştır. Başkalarının da aynı şekilde çalışmalarını,
herkesin kendi sahasında bir şeyler yazmasını is-
temiştir. Basının emin ellere teslim edilmesinin altını çizmiş, faydasız yalan-yanlış haberlerle zaman
geçirenleri de eleştirmiştir:
“Ah ne olur, bütün eli kalem tutanlar, alimler,
şairler, muharrirler, siyaset dedikodularını bıraksalar da milleti irşat edecek faideli şeyler yazsalar.”
Akif’in yukarıdaki tespiti bugün de Türk basınında güncelliğini korumaktadır. Basın ya yalan
veya şişirme haberle gündemi anlamsızlaştırmakta ya da tamamen magazinsel bir yaklaşımla eğitici yönünü rafa kaldırmaktadır.
Mehmet Akif Ersoy, özetlemeye çalıştığımız
eğitimle ilgili görüşlerinin uygulanması halinde
yetişecek nesli eserinde, özellikleri ile tanıtmıştır.
Safahat’ın bir bölümünün adını kendinden aldığı
Asım, bu ideal neslin ismidir. Safahat’ın bu kitabında özellikleri sözlü tablolar halinde sunulmuştur. Asım, maddi ve manevi yönden mükemmel
bir şahsiyettir. Pek çok savaşa katılmış, kötülüklere karşı tavizsiz, bilgili, gayretli, azimli ve vatanını
kurtarmak için kararlıdır. Akif, kurtuluşu bu neslin
gerçekleştireceğine inanır ve bu ideal nesle güvenilmesini ister. İşte bütün bunlardan ötürü bizler
de günümüzdeki nice Akiflerin yüzlerce Asımları
yetiştirerek ülkemizi her yerde her daim başarılarıyla tanıtıp muasır medeniyetler seviyesine çıkartabilmeleri dileğinde bulunarak ruhun şad olsun
abide insan, diyoruz.
KAYNAKÇA
ERSOY, Mehmet Akif, Safahat, Akçağ Yayınevi, Ankara, 1997.
VAKKASOĞLU, Vehbi, İslam Şairi Mehmet Akif, Cihan
Yayınları, İstanbul, 1983.
ÖZER, Ali, “Mehmet Akif’in Eğitim Görüşleri”
KOMİSYON, Bu Ülkeden Akif Geçti, Kahramanmaraş Merkez Mehmet Akif Ersoy İ.Ö.O. Yayınları,
2001.
HEKİMOĞLU, İsmail, Mehmet Akif’e Göre Dün Bugün
Yarın, İstanbul, 1998.
ERTUĞRUL, Halit, Toplumun Işıkları, Timaş, İstanbul,
2002.
ALTUN, Kerem, “Öğretmen Yeterlikleri “, Bilim ve Aklın
Aydınlığında Eğitim Dergisi, Aralık, 2004.
199 •
MEHMET ÂKİF’LE YAPILAN
SON RÖPORTAJ
YEDİGÜN DERGİSİ
1 Temmuz 1936
T
ürk edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Âkif, vatandan on bir
senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu.
İstiklâl Marşı’nın büyük şairi Âkif, yurda hasta döndü. Şimdi hastanede tedavi altındadır. Yedigün muharriri
Âkif’le konuştu. Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını, intibalarını topladı. Günün birinde sessiz sedasız
yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Âkif,
tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte bembeyaz
bir hastane odasının, bembeyaz bir yatağında solgun, mecalsiz ve bitap yatıyor.
(Başucundaki sandalyeye oturdum. Kırçıl sakalın çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu
yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin
kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum,
sonra, yavaşça soruyorum:)
- Özledin mi bizi üstat?...
(Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı, hiç ses çıkarmasaydı
bile, bu zehir gibi gülümsemesiyle her şeyi söylemiş olurdu.)
- Özlemek mi oğlum.. Özlemek mi?... (Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini
yumdu, sonra, kesik kesik konuştu:) Mısır’dan üç gecede
geldim. Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü...Orada on
bir yıl kaldım..Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım, çıldırırdım..
- Hasret...
(Kupkuru dudaklarından kendi gibi solgun bir ses sızıyor:)
- Çok acı...
• 200
MART 2011 - SAYI 133•
- Ya kavuşmanın sevinci?
- Onu sorma oğlum.. Onu ben kendi kendime
bile soramıyorum... Ancak yazık ki vapurdan çıkar
çıkmaz yatağa düştüm, hiçbir şey göremedim. (Ve
kendi kendine söylüyor:) Cennet gibi yurdumdayım
ya... Çok şükür. (Hastalığı aklına geliyor;) Karaciğerim, dalağım şişmiş, geldik, yattık burada. Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?
(Eski hatıralarını deşiyorum. Millî Mücadele’nin ilk
günlerinde Ankara İstasyonunda karşılaşışımızı hatırlıyorum.)
- Evet.. diyor, İstanbul’dan, mücahede aleyhine
fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar’dan araba ile
şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik, oradan
“Cuma”yı tuttuk. O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarından geçtik, kâh öküz arabalarıyla,
kâh beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya
ulaştık... Ankara... Yarabbi ne heyecanlı, helecanlı
günler geçirmiştik... Hele Bursa’nın düştüğü gün...
Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka
türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz... Fakat imanımız büyüktü.”
(Yorgun, susuyor..)
- İstiklâl Marşı’nı nasıl yazdınız?
(Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor, sesi birden canlanıyor:)
- Doğacaktır, sana vadettiği günler Hakkın!.. Bu,
ümitle, imanla yazılır. O zamanı düşünün... İmanım
olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu,
elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım
yazılarımdadır... Şu var ki,”İstiklâl Marşı”nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihî bir değeri
vardır.” (Ve, gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde
bir dua gibi aynı nağme titriyor:)
Kimbilir belki yarın, belki yarından da yakın.
-Ya büyük zafer üstadım.. O anda ne duyduduz?
(Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi, nereden geldiği bilinmez bir
ışıkla gözlerinin içi gülerek:)
- Ah... (Ve bir lâhza bırakıyor kendini bu eşsiz sevincin koynuna... Dalıyor.. Ve, sesinin ta içten dudak-
larına dökülüşünü seziyorum:) Allah’ım ne muazzam
zaferdi o!.. Ortalık hercü-merç oldu...Beş altı saat
içinde bir başka dünya doğdu. (Tekrar gözlerini yumuyor:) “Ve biz, mest olduk!..”
- O zaman bir şey yazmadınız mı?
- Artık benim ne düşünecek, ne duyacak, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı.. Bizim
dilimiz tutulmuştu.Ordu, bizzat  yazıyordu. (Üstadı
ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir de fasıla
veriyorlar. Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek
tepsisi odayı bir parça boşaltıyor, şimdi, o, ağır  ağır
çorbasını içerken bir yandan da  benimle konuşmak
nezaketini gösteriyor:)
- Mısır’da nasıl vakit geçirdiniz?
- Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Hilvan vardır. Sakin asude bir köşedir. Orada oturdum.
Zaten, tab’an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem. İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da
Darülfünun işi çıkıncaya kadar Hilvan’da yaşadım.
Son zamanlarda Kahire’ye indim.
- Sevdiniz mi Mısır’ı?
- Var, güzel tarafları var... Bilhassa kışın... Hoş yazın da, sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip
olmazdım. Orada sıcak da sürekli değildir, evler de
201 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz... Fakat bir
yaz günü İstanbul... Bu doğup büyüdüğüm, bütün
dostlarımın yaşadıkları İstanbul, hele Boğaz gözlerimin önüne gelince...
-Mısır’da neler yazdınız?
uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse..
Eh benim de zevklerim var demektir.
(Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire,
hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor:)
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
- Siz yorulmayın, ben vereyim..
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
- Yiyemiyeceğim..
Tarih’i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
-Bir parça sütlâç..
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
(Ve üstadın Hilvan’da yazdığı “Firavunla Yüz
Yüze”sinden şu son parçayı alıyorum:)
Bileydin, ey koca Mısır’ın ilâhî üryanı!
Mezara, heykele ait bütün bu velveleler
Bekan için mi hakikat? Meramın oysa, heder:
Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli
Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!
- Kolay mı yazarsınız?
(Dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek:)
- Hayır!., diyor. (Ve suyunu içtikten sonra, devam
ediyor:) Çok uğraşırım.. Epeyi çalışırım.. Mevzuu
uzun boylu kafamda işlerim... Nihayet kâğıt üzerine
naklederken de hayli yorulurum.
- Zevklerinizi sorabilir miyim üstadım?
(Hafifçe gülümsüyor ve “zevk” diye dünyada bir
şey var mı der gibi yüzüme bakıyor:)
- Zevk mi?. Benim zevklerim mi?. Eğer sevdiği
eserleri okumak, hoşlandığı mevzuları yazmak için
• 202
-Mümkün değil.. Rica ederim ısrar etmeyin... (Ve
bana dönüyor:) Eskiden beri yemekle başım hoş değildir... Sigara da içmem... Şimdi doktorlar zorla ye,
deyip duruyorlar... Zorla ne olur ki yemek yenebilsin?
(Tekrar yatağına geçince, ben de vedaya hazırlanıyorum. Ve ayak üstünde soruyorum:)
- Neler yazacaksınız?
- Biraz kendime gelirsem, yazacak şeylerim hazır.. (Eliyle birkaç defa başına vuruyor:) Var kafamda
hazırlanmış mevzularım..
- Ya en son yazınız?
- Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi.
Güneşli bir hava idi, gölgem de upuzun, kumlarda
duruyordu. Bu resmin altına şöyle yazmıştım:
Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.
(Ve kupkuru kaim dudaklar biribirine yapışıyor..)
MART 2011 - SAYI 133•
203 •
• BİLİM ve AKLIN AYDINLIĞINDA EĞİTİM
• 204

Benzer belgeler