Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve

Transkript

Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
KASIM/ARALIK 2011/06 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X154
Güney Kürdistan’a sefer olur, zafer olmaz!
☛ Deprem ve Faşizm...
☛ KCK operasyonları üzerine...
☛ 25 Kasım’da sokaklara, eyleme!...
☛ Petrol İş: Sendikalarda kadınlar güçleniyor…
☛ Bankalara ve siyasetçilere “ÖFKELİLER”!
•
Filistin’de yaşanan son gelişmeler detaylı bir şekilde ele
alınıyor, bu ülkelerde gelinen noktanın ne olduğu ortaya konuyor. Bunların dışında ayrıca ABD’nin finans
merkezi Wall Street eylemlerini değerlendiren önemli
bir yazı var. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
Doğrunun Kavgası/Kavganın Doğrusu sayfalarında
Troçkizm dizisine devam ediyoruz. Bu sayıda Lenin’in
ölümünden bir süre önce parti önderlerini değerlendirdiği “Lenin’in Vasiyeti” ve Moskova duruşmalarına yer
verdik. Troçkizm’i daha iyi anlayabilmek için mutlaka
okumanızı tavsiye ederiz.
Serbest Kürsü bölümünde “Sosyal savaş ve barış”,
başlıklı makaleyi bulabilirsiniz.
Okur mektubu sayfalarımızda bir okurumuzun deprem sonrası Van izlenimlerine yer verdik. Aynı okurumuzun gönderdiği çok sayıda fotoğrafı da ilgili yazılarda görebilirsiniz.
Son olarak genç okurlarımızın, “Savaş tanrılarının
izinde gençler” başlıklı yazısı var.
Yeni sayıda buluşmak dileğiyle...
GÜNDEM
Deprem ve Faşizm. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Suçlu: Sömürü Düzeni!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
İnkar ve imha çözüm değil!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Güney Kürdistan’a sefer olur, ama zafer olmaz!. . . . . . . . . . . . . . . 12
Halkların Demokratik Kongresi üzerine kısaca . . . . . . . . . . . . . . . . 14
“İhbarcılık!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17
YENİ KADIN DÜNYASI
25 Kasım’da sokaklara, eyleme! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
Sendikalarda kadınlar güçleniyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22
“Geleneksel” 8 Mart davası duruşmalarının ilki görüldü. . . . . . . . 25
PANORAMA
10 yıl önce 10 yıl sonra… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
gündem
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
dopdolu bir sayı ile yeniden birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
Bu sayımızın ağırlığını Van’daki deprem ve Kürt halkının yaşadığı savaş ve saldırılar oluşturdu. Van’daki
depremin ardından Kürtlere karşı yükseltilen ırkçılığı,
faşizmi teşhir eden yazıları dergimizin ilk sayfalarında
bulabilirsiniz.
Halkların Kardeşliği İçin sayfalarımızda Kürt ulusunun inkar ve imhasının ve Güney Kürdistan’a yapılan sınrötesi harekatın çözüm olmayacağını vurgulayan değerlendirmeleri ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Bu sayfalarda ayrıca Halkların Demokratik Kongresi
oluşumu ve İhbarcılık başlıklı yazıları bulabilirsiniz.
Kasım ayı, 25 Kasım, kadına yönelik şiddete karşı mücadele ayı aynı zamanda. Yeni Kadın Dünyası
sayfalarımızda bu 25 Kasım’da da bir kez daha işçi
ve emekçi kadınlar, şiddete karşı sesini yükseltmeye ve
örgütlenmeye çağırılıyor. Yine aynı sayfalarda Petrol
İş Sendikasının Eylül 2011’deki sendika kongresinde,
sendika ana tüzüğünde kadınlar lehine yaptığı önemli
düzenlemeleri değerlendiren bir yazı var.
Panorama sayfalarımızda Afganistan’da ve
Yeni Dünya İçin Çağrı
Kasım 2011 ✓
İÇİNDEKİLER
2
Deprem ve Faşizm
EDİTÖRDEN
Filistin BM’ye tam üye olabilecek mi? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
Bankalara ve siyasetçilere “ÖFKELİLER”! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
LENİN’İN “VASİYET”İ YA DA LENİN STALİN’E DÜŞMAN MI İDİ? . . . . 38
MOSKOVA DURUŞMALARI ÜZERİNE... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43
SERBEST KÜRSÜ
SOSYAL SAVAŞ VE BARIŞ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 52
OKUR MEKTUBU
Van Erciş Deprem Bölgesinden İzlenimler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 55
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
Savaş tanrılarının izinde gençler... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9
Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 154 · Kasım/Aralık 2011 • ISSN
1301-692X154• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212)
613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • [email protected]
V
an’da son yılların en büyük depremi gerçekleşti.
Van’ın merkez ilçesine bağlı Tabanlı köyü merkezli 7,2 büyüklüğünde deprem Diyarbakır, Batman,
Şırnak, Muş, Erzurum, Bingöl, Bitlis, Siirt, Mardin ile
Irak’ın kuzeyindeki Duhok ve çevre bölgelerde hissedildi. Ancak en fazla yıkım Van’ın Erciş ilçesinde
oldu. Erciş’in en işlek caddelerindeki neredeyse tüm
binalar yıkıldı. Erciş yanında Özalp ve Muradiye ilçeleri de en fazla etkilenen yerler oldu. Açıklanan
bilgilere göre 400’ün üzerinde insan yaşamını yitirdi,
1500’den fazla insan yaralandı ve 4 binden fazla bina
yıkıldı. Deprem bölgesinde bulunan TC’nin deprem
araştırma enstitüsü Kandilli Rasathanesi depremin
büyüklüğünü önce 6,6 olarak açıkladı. Ancak ABD
Jeolojik Araştırma Merkezi ise depremin 7,3 olduğunu bildirdi. Kandilli Rasathanesi daha sonra depremin şiddetini 7,2 olarak düzeltti!
Bölgedeki kamu binalarının bile önemli bir bölümü
ağır hasar almış durumda. Deprem gibi doğal afetlerde insanlara yardım etmekle görevli kamu kurumlarının binalarının, okulların, yurtların vb. yerlerin
özellikle depreme dayanıklı yapılması gerekiyor. Ancak Van depreminde görüldüğü gibi deprem konusunda herhangi bir ilerleme olmamış! Çünkü yapılan
açıklamalara göre yeni yapılan çok sayıda binada yıkılmış durumda. Bir öğrenci yurdu tamamen yıkıldı.
Ölü sayısı her geçen gün artıyor. Ki bu bilgilere henüz köylerdeki bilgiler eklenmemiş durumda. Deprem sonrasında tüm telefonların devre dışı kalması,
bölgede iletişimin durması içler acısı durumu gözler
önüne seriyor.
Deprem ile Kürtlere karşı başlatılan linç kampanyasına ara verildi. Ancak askeri operasyonlar sürüyor. TSK durmadan öldürülen PKK militanlarının
sayısını güncelliyor. Medya şimdilik savaş çığırtkanlığını biraz geri çekmiş durumda. Ancak bunun çok
geçici olduğu da görülüyor. Çünkü deprem ile oluşan
“insani” havada kullanılan dil Kürtlere yönelen ırkçı
ve faşist söylemi gizlemeye yetmiyor.
Depremin PKK’nin Hakkari’deki eş zamanlı saldırılarında 24 askerin ölmesinin ardından esen savaş
rüzgarlarına denk gelmesi bilinçlerdeki ırkçılığı gün
3
söylediği sözlerle faşist zihniyetin medyadaki tercümanı oldu. Müge Anlı programında polis ve askerlerden bahsederek “Onlara taş atanların elleri kırılsın.
Birazda insanlar hadlerini bilsinler. Yeri gelince taş
atacaksınız, kuş avlar gibi avlayacaksın sonra yardım
isteyeceksin. O polisler hemen yardımına koştu oradakilerin. O taş atanların eli kırılsın” dedi. Bu tepki
çeken sözlerden sonra, ne ATV yönetimi ne de Müge
Anlı özür dahi dilemedi. Daha sonra başka bir programa telefonla bağlanan Anlı sözlerinin yanlış anlaşıldığını, internet sitelerinde sözlerinin çarpıtıldığını, bir vatansever olduğunu ve program ekibi olarak
kışlık giyecek vb. gibi yardım yapmaya çalıştıklarını
söyledi. Kaldı ki özür dilemek su yüzüne çıkan nefretin üzerini kapatamayacaktır. Müge Anlı’nın bu
sözleri üzerine BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada
“Deprem kadar yıkım yaratan faşizan ırkçı tutumlardır. İnanıyorum ki, herkes tarafından da mahkum
edilmiş bir duygu olarak asla ve asla yaşam bulmayacak davranışlardır. Bazı televizyon programcılarının
‘ırkçılık mezunu faşizmde doktora yapan bu plastik
Depremin ardından birçok kurum tarafından yardım kampanyaları
örgütlenmeye başlandı. Bu yardım kampanyaları yine yoğun olarak
sosyal paylaşım siteleri üzerinden duyurulmaya çalışıldı. Elmadağ
Haber adlı bir site bu yardım kampanyalarının PKK bağlantılı
kuruluşlar tarafından yapıldığını iddia etti. Aynı haber sitesi Van
Belediyesi’nin de başlattığı kampanyayı benzer ifadelerle gölgelemeye
çalıştı. Söz konusu Kürtler olduğunda, yardım kampanyaları da hemen
birilerinin aklına PKK’yi getiriyor.
4
hamet dolu yayınlar yapıyor. Durmadan enkaz altından çıkarılan cansız bedenleri, yıkılan binaların görüntülerini veriyor. Ve hangi kanalı açsanız program
sunucusunun hemen yanında bir deprem uzmanının depremi yorumladığını görüyorsunuz. İnsanların acısının üzerine konulan fon müziği ile yürekler
dağlanıyor, insanlar üzerinde depremin yıkıcılığına
medyanın yıkıcılığı ekleniyor. Ancak aynı medyada
da “sokaktaki vatandaşın” zihniyeti var.
ATV’de yayınlanan sabah programında Müge Anlı
oyuncaklar’ inanıyorum ki televizyonda daha fazla
yer alamayacaktır. Yaymaya çalıştıkları bu faşizan
ırkçı anlayışın, hiçbir toplumsal kesimde hakim düşünce olmayacağını göreceklerdir.” dedi.
Medyadaki bir diğer ırkçılık görünümü ise HaberTürk televizyonundan geldi. HaberTürk’ün canlı yayında haber sunan Duygu Canbaş Van’daki depremi
bildirirken şu ifadeleri kullandı: “Her ne kadar ülkenin doğusundan, Van’dan gelmiş olsa da haber, hepimizi gerçekten derinden sarstı ve üzdü.” Spikerin bu
sözleri yönetim tarafından hemen uyarılmış olacak
ki birkaç dakika sonra Canbaş “Bu arada sanırım bir
yanlış anlaşılma var. Eğer öyle bir cümle sarf ettiy-
bi olduğu Yeni Asya gazetesinde yayınlanan karikatürde Van’dan itibaren bölgenin deprem nedeniyle
ayrıldığı gösteriliyor.
sem ki, bu mümkün değil. ‘Her ne kadar bu deprem
Van’daysa gibi bir cümle sarf etmem mümkün değil.
Eğer sarf ettiysem bu işin üzüntüsünden dolayıdır.
Herkes kadar, Türkiye’nin doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde kim ne kadar üzüldüyse, bu acıyı
paylaşıyorsa elbette biz de görev başında aynı acıyı
paylaşıyoruz. Sözlerim yanlış anlaşıldıysa tüm izleyicilerden özür dilerim” açıklamasını yaptı. Bu tür sözler kafalardaki ırkçılığı gözler önüne seriyor.
Depremin ardından birçok kurum tarafından yardım kampanyaları örgütlenmeye başlandı. Bu yardım kampanyaları yine yoğun olarak sosyal paylaşım
siteleri üzerinden duyurulmaya çalışıldı. Elmadağ
Haber adlı bir site bu yardım kampanyalarının PKK
bağlantılı kuruluşlar tarafından yapıldığını iddia
etti. Aynı haber sitesi Van Belediyesi’nin de başlattığı
kampanyayı benzer ifadelerle gölgelemeye çalıştı. Söz
konusu Kürtler olduğunda, yardım kampanyaları da
hemen birilerinin aklına PKK’yi getiriyor.
Yeni Asya gazetesinde de İbrahim Özdabak adlı bir
karikatüristin Van Depremi ile ilgili İlahi İkaz adlı
bir karikatürü yayınlandı. Ankara’da Said-i Nursi’nin
39. ölüm yıldönümü için düzenlenen bir mevlit sırasında depremi “ilahi bir ikaz” olarak nitelendirdiği
gerekçesiyle 2 yıl 1 gün hapse mâhkum edilen ve 276
gün hapiste kalan Gazeteci Mehmet Kutlular’ın sahi-
Medyadaki bu ırkçı söylem aslında “sokaktaki vatandaşın” kafasındakilerin çok az bir kısmı. Sadece
bazı medya çalışanları bu düşüncelerin en hafiflerine
tercüman oluyorlar. İnternet sitelerinde, haberlerin
yorum bölümlerinde bunların akla hayale gelmeyecek derecede insanlık dışı görünümleri sürüyor.
Deprem ardından Van ve çevresi için, hemen hemen
her doğal afet durumunda uygulanan ve yasal olarak
düzenlenmiş olan vergi ertelemeleri de uygulandı.
“Sokaktaki vatandaş” bu vergi ertelemelerini dahi söz
konusu Kürtler olduğundan sorgulamaya başladı.
Medyada esen bu faşist söylemler üzerine Çağdaş
Gazeteciler Derneği (ÇGD) bir açıklama yayınlayarak ekranlardaki ve sosyal paylaşım sitelerindeki faşist yorumlara karşı daha fazla sorumlu davranılması uyarısında bulundu.
İşte bunlar depremin değil ırkçılığın resmidir. Siyasette kullanılan nefret söyleminin, şiddetin, topyekun savaş çığırtkanlığının, ulusal haklarını talep
eden bir ulusa yönelen silahların resmidir. Burjuvazinin insanlığa verdiği şey budur! Faşist bir travma geçiren insanlık her geçen gün kendisi ile birlikte tüm
dünyayı tehdit etmektedir. Bundan kurtulmak, yeni
bir dünya yaratmak tüm ezilenlerin omuzlarında duran ve aciliyeti her geçen gün artan bir görevdir.
25.10.2011 ✓
gündem
gündem
yüzüne çıkardı.
Depremin hemen ardından yönlendirilen “sokaktaki vatandaş”, “Allahın sopası yok” demeye başladı.
Sosyal paylaşım sitelerinde de aynı söylem devam ediyor. Depremin Kürtlerin yaşadığı bir bölgede olması
ve ölenlerin çok büyük çoğunluğunun Kürt olması,
kimi insan müsveddelerini sevindirmişe benziyor.
“Teröre destek verirlerse böyle olur!”, “Ağlama sırası
onlarda!”, “Hükümetin yapamadığını Allah yapıyor!”
Sosyal paylaşım sitelerinde yapılan bu tür yorumlar
bu kadar da olmaz dedirtecek düzeyde!
Kendi türünün ölümüne sevinebilen başka bir tür
canlı yok şu yeryüzünde… Oysa aynı deprem başka
bir bölgede de her an olabilir. Bu kez ölenlerin çoğunluğu Kürtler olmayabilir. Acaba bu kez de “Allahın
sopası yok” denilebilir mi? Doğal afetler ile ırk arasında bağ kurmak mantıklı bir insan beyninin yapabileceği bir şey değil. Bu beyinler faşizmin zehiri ile
zehirlenmişler. Bilinçler karartılmış, insan duyarlılığı köreltilmiş, ölüm karşısında sevinç çığlıkları atabilecek bir noktaya getirilmiş.
Medya bu tür olaylarda hep yaptığı gibi acı ve mer-
5
Suçlu: Sömürü Düzeni!
M
6
erkez üssü Van’ın merkeze bağlı Tabanlı köyü
olan, 23 Ekim Pazar günü saat 13.41’de meydana gelen Richter ölçeğine göre 7,2 büyüklüğündeki
deprem, başta Van kent merkezi ve Erciş İlçesi olmak
üzere bir çok yerleşim merkezinde yüzlerce binayı
yerle bir etti, bazı köyleri haritadan sildi. Depremin
en çok etkilediği Erciş İlçesi’nde yüzlerce bina yıkıldı.
Depremin ilk günü bölgeye ciddi yardım ulaştırılmadı ve insanlar kendi imkanları ile kurtarma çalışması
yapmaya çalıştı.
Kriz merkezi depremin ikinci günü sabaha karşı,
Van’da 100, Erciş’te 115 kişinin öldüğünü açıkladı.
Ölü sayısı, enkaz kaldırma çalışmaları ilerledikçe artıyor. Yazıyı kaleme aldığımızda, ölü sayısı 523, yaralı
sayısı ise 1650 kişi olarak açıklanıyordu.
Depremin şiddetine rağmen ölü sayısının bu kadar
az olması, depremin Pazar günü ve gündüz olması önemli bir rol oynadı. Depremin 4. gününde bizzat Van Valisi, “köylerde bir çalışma yapılmadı”ğını
açıkladı. Başbakan Erdoğan da “İlk anda, gerçekten
ilk 24 saatte, bu konuda bir başarısızlık oldu, kabul
ediyoruz” itirafında bulundu. AKP Genel Başkan
Yardımcısı Hüseyin Çelik’de; “Sayın Bayraktar’la
gittiğimiz köylerde, örneğin Gedikbulak Köyünün
nüfusu 2000’e yakın. Biz oraya gittiğimizde ulaşan
çadır 30 taneydi. Bu gece yarısına kadar yeteri kadar
çadır gelecek. Ama ilk etapta vatandaşın başını sokacağı yer olduğu için çadır ve battaniye önemli. Bu
konuda eksikliği ben de kabul ediyorum. Çadırların
intikalinde bir sorun var.” İtirafında bulunuyordu.
Can kaybının en çok yaşandığı Erciş’te, depremin4.
gününde binlerce depremzede çadır, battaniye gibi
temel ihtiyaçları için kaymakamlık önünde sıraya
girmiş. Başbakan ise çıkmış televizyona; “ilk gün
başarısız olduk, ama şimdi her şey yolunda” diyor.
“Van’da devlet yok” diyenleri ise, “felaket tellallığı”
ile suçluyor.
Dört bir yandan gelen yardım malzemelerine jandarma el koyuyor. Bu malzemeler depremzedelere
dağıtılmıyor. Bu durumu protesto eden depremzedelere, polis gaz bombası ile saldırıyor. Yoksul halkı
yalnız deprem değil, devlet de vuruyor.
Irkçı faşistler yine işbaşında!
Bir taraftan insanlar depremin acısı ile boğuşurken,
diğer yanda sosyal paylaşım sitelerinde, yazılı ve gör-
Deprem değil, yanlış yapılanma öldürüyor!
17 Ağustos Marmara depremi ve sonrasında olan
depremlerde binerce insan hayatını kaybetmişti. Bunun üzerine uzmanlar deprem bölgelerinin haritalarını yayınlamışlar, buralardaki yanlış yapılanmalara
dikkat çekmişlerdi. Her depremden sonra gündeme
gelen bu sorun, Van depremi ile de bir kez daha gündeme geldi. Televizyon ekranlarına çıkan uzmanlar.
“yanlış yapılandırmaların devam ettiğini, yapılan
inşaatları denetleyen mühendisleri ile müteahhitlerin tespit edildiğini, bunların çoğunun ise bu konuda
uzman olmadığını” belirterek, işin özünde bir değişikliğin olmadığını belirtiyorlar. Van depreminde de
kerpiç ve taşla yapılan binalar yerle bir olmuştur. Şehir merkezinde yıkılan binaların depreme dayanıklı
yapılmadığı için yerle bir oldukları görülmüştür. Kapitalist sistemde, her şey kar uğruna yapıldığı için yapılan binalarda da hırsızlık yapılarak insanların özelliklede yoksul insanların geleceği ile oynanmaktadır.
Her depremden sonra timsah gözyaşı döken egemenler, Van depreminde de aynı timsah gözyaşlarını dökmektedirler. Marmara ve Düzce depremi sonrası çı-
kardıkları yasalarla önlem aldıklarını söylemelerine
rağmen, her şey eski tas eski hamam devam ediyor.
TMMOB, Erciş ve Van da yaptığı incelemede, Marmara depremindeki uyarılarının dikkate alınmadığını, Adapazarı depreminden beri Türkiye’deki
deprem düzenlemelerinde bir arpa boyu dahi yol alınamadığının, Van ve Erciş’te yaşanan deprem ile gün
ışığına çıktığını belirterek; Türkiye’nin “artık yalnızca bir ‘deprem ülkesi’ değil bir ‘afet ülkesi’” olduğunu
açıklıyor.
17 Ağustos Marmara ve Düzce depreminde olduğu
gibi, Van, Erciş depreminde de, depremde kayıpların
ağırlığının en belirleyici unsurunun sömürücü, kapkaççı, hırsız, kâr üzerine kurulu, insana değer vermeyen kapitalist düzendir.
Van’da, Erciş’te iskambil kulesi gibi çöken evlerin
yanında, fazla zarar görmeden ayakta kalabilen evler
olduğu görüldü. Erciş’te fay hattı üzerine, afet evlerinin yapıldığı ortaya çıktı. Hırsızlığın, rüşvetin yalnızca özel yapılarda değil, “devlet yapılarında” da olduğu görüldü. Okullar yıkıldı. Hastaneler ve bir çok
kamu binası kullanılamaz hale geldi. Bir kez daha,
yanlış imar planlamalarının gerçek sorumluları, yasaları yapanlar, uygulayanlar, utanmadan deprem
bölgesinde boy gösterip, yaraların en kısa zamanda
sarılacağı vaatlerinde bulunup “milletçe başımız sağ
olsun”, “geçmiş olsun” vs. diyerek parsa toplamaya
çalıştılar.
Doğal bir afet olan depremin zararlarının bu denli
büyük olmasının temelinde, gerekli tedbirleri almayan, birinci derecede deprem bölgesinde yerleşim birimleri inşa eden bu düzenin, bu devletin kendisidir.
Depremi gerçek anlamda felâket haline getiren, hırsızlığın, yağmanın, soygunun kutsandığı bu sömürü
düzenidir!
Deprem bir doğa olayı. Olması engellenemez. Fakat
alınacak önlemler ile depremin yıkıcı sonuçları en
aza indirgenebilir. Bir doğa olayı olan deprem insanı
öldürmez. İnsanı öldüren daha fazla kar elde etmek
için yapılan binalar, gerekli önlemi almayan bu düzenin kendisidir.
Kâr, sömürü üzerine kurulu olan bu düzende değil,
insanları ve ihtiyaçlarını merkezine koyan, sınıfsız,
sömürüsüz yeni bir dünyada, ancak depremlerin bu
kadar ağır sonuçlar vermesi engellenebilir.
gündem
gündem
Deprem Van’ı vurdu!
sel medyada ırkçı faşistler iş başındaydılar. ATV’de
program yapan Müge Anlı isimli ırkçı, “Polise, askere taş atıyorlar, şimdi de onlardan yardım istiyorlar” diyerek, aklı sıra çok doğru bir şey söylediğini
düşünüyordu. Müge Anlı yalnız değildi, onun gibi
düşünen yüz binler, belki de milyonlar vardı. Nitekim sosyal paylaşım sitelerinde rastladık pek çoğuna:
“Teröre destek verirlerse böyle olur!”, “Ağlama sırası
onlarda!”, “Hükümetin yapamadığını Allah yapıyor!”
gibi ırkçı faşist söylemler ayyuka çıkıyordu.
Başbakan Erdoğan depremin ardından bir yanda
bu ırkçı söylemlere karşı; “Sosyal paylaşım sitelerinde,
gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında ayrımcılığa ilişkin her ima insanlık dışıdır, vicdansızlıktır.
Yıkımı ırkçılık vesilesi olarak kullanmayı reddediyorum” derken, diğer yandan BDP’yi suçlamayı ihmal
etmedi. Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında; “Barışa ihtiyacımız olduğu bu dönemde bunu fırsata dönüştürelim diyeceksin, sonra meydanda nara
atacaksın. Burada bile fırsatçılığı hedef seçen anlayış
var. Böyle bir günde, böyle bir sıkıntılı anda, askerimizi mayın tuzağında vurmak isteyen anlayış ve
uzantılarının bu ülkede kardeşlik duygusu olabilir
mi? Her şey açık net ortada. Bunun neresinde paylaşma, kardeşlik var.” Diyerek bir kez daha ırkçı bir yaklaşımla, ırkçı faşistlere BDP’yi hedef olarak gösterdi.
Unutmayalım, unutturmayalım!
27.10.2011 ✓
7
✌
İnkar ve imha çözüm değil!
Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, seçilen beş milletvekilinin tahliye
edilmemesi üzerine, Diyarbakır’da toplanan BDP Merkez Yürütme Kurulu (MYK)
ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu bileşenleri, “Parlamento ve iktidar bu
haksızlığı giderme ve demokratik siyasetin önünü açarak çözüm olanaklarını
geliştirme yolunda somut bir adım atıncaya kadar parlamentoya gitmeyeceğiz”
tavrını 1 Ekim 2011’e kadar sürdürdü
S
8
ömürgecilerin Kürt ulusuna karşı yürüttükleri
savaş ve sonuçları hakkında, dergimizin daha
önceki birçok sayılarında tavır takındık. Bu yazımızda son aylarda AKP iktidarının Kürt ulusuna karşı
yürüttüğü topyekûn saldırı ve imha operasyonları
hakkında tavır takınmak istiyoruz.
Son ayların analizini yapmadan önce iki yıl öncesine dönelim. 29 Mart 2009 da yerel seçimler yapıldı.
BDP’den önceki Demokratik Toplum Partisi, yerel
seçimlerde 2 milyon 566 bin oy alarak 99 belediye
başkanlığını kazandı. DTP, devlet partileri ile eşit
haklar temelinde seçimlerde yarışamamıştı. Tüm engellemelere rağmen DTP yerel seçimlerden oylarını
artırarak, belediye başkanlıklarını 56’dan 99’a çıkarmıştı. DTP yerel seçimlerden başarılı sonuç almıştı.
DTP’nin yerel seçimlerden başarı ile çıkması, hâkim
sınıfların hoşuna gitmiyordu. Yerel seçimlerden 16
gün sonra, 14 Nisan 2009 tarihinde 54 kişiden oluşan
DTP yönetici ve üyeleri gözaltına alındı. Bu sözüm
ona KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) adı ile yapılan ilk operasyon dalgası idi. 2007’de başlatılmış olan
telefon ve ortam dinlemesi, teknik takip gibi yöntemlerin ağırlıkta olduğu bir soruşturma sürecinin sonucu olan bu ilk dalgada toplam 51 kişi tutuklandı. Bu
dalgayı, 1 Temmuz 2009 ve 11 Eylül 2009’daki daha
küçük çaplı operasyonlar izledi.
Bir yandan KCK operasyonları sürdürülürken,
diğer yandan AKP hükümeti “Kürt açılımı”, “Milli
Kardeşlik Projesi” ile PKK’nin tasfiye edilmesi çalışmalarına hız veriyordu! Açılım tartışmaları devam
ederken, Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine, 19 Ekim
2009 tarihinde Kuzey Irak’taki Mahmur Kampı’ndan
26,(Mahmur Kampından gelenlerin içinde dört de
çocuk bulunuyordu.) Kandil Dağı’ndan gelen sekiz
gerilla ile birlikte toplam 34 kişi Habur sınır kapısından giriş yaptılar. Gelenler sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı. Gelenleri yüz binlerce insan karşıladı.
Karşılama törenleri ve gelenlerin serbest bırakılması
sonucu, muhalefet partilerinden sesler yükselmeye
başladı. Genelkurmay başkanlığının açıklaması ertesinde AKP’de bu koroya katıldı. Gelenler hakkında
davalar açıldı. Hapse konulan üç ve haklarında gıyabi tutuklama kararı verilen dört kişi hakkında açılan
dava 11 Ekim’de sonuçlandı. Diyarbakır 5. Ağır Ceza
Mahkemesi, Kandil ve Mahmur’dan geldikleri sırada
gerçekleştirilen karşılama törenleri ve Kürt illerinde katıldıkları etkinliklerde yaptıkları konuşmalar
nedeniyle 7 ile 10 yıl 10’ar ay arasında değişen hapis
cezaları verildi. Ceza alan dört kişi ve diğerleri daha
önce Güney Kürdistan’a dönmek zorunda kalmışlardı.
Açılım tartışmaları sürdürülürken, Kürtler üzerinde uygulanan baskılar hız kesmeden devam ediyordu.
11 Aralık 2009’da DTP Anayasa Mahkemesi kararı
ile kapatıldı. Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un milletvekillikleri düşürüldü. 24 Aralık 2009’da KCK’ya
yönelik bir operasyon dalgası daha yapıldı. Bu operasyon dalgasında, belediye başkanları, insan hakları
savunucuları, DTP’den sonra kurulan BDP yöneticileri gözaltına alınıp tutuklandı. Diyarbakır Emniyet
Müdürlüğü’nün bahçesinde elleri kelepçeli olarak tek
sıra halinde basının karşısına çıkarılan BDP’li belediye başkanlarının Nazi-toplama kampını çağrıştıran görüntüleri yayınlandı. Bu görüntüler ile Kürt
lerine rağmen Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu
oylarını artırdı ve milletvekili sayısını ise 22 den
36’ya çıkararak bir başarıya imza attı. Amed’de KCK
davasından tutuklu olan Mehmet Hatip Dicle 78.220
oy alarak milletvekili seçildi. YSK 21 Haziran gece
yarısı açıkladığı bir karar ile Mehmet Hatip Dicle’nin
milletvekilliğinin düşürüldüğünü açıkladı. Emek,
Özgürlük ve Demokrasi Bloğunun listelerinden seçilen ve hapiste olan diğer beş milletvekilinin [Selma
Irmak (Şırnak), Faysal Sarıyıldız (Şırnak), Gülseren
Yıldırım (Mardin), İbrahim Ayhan (Urfa) ve Kemal
Aktaş (Van)] tahliye talepleri reddedildi.
Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, seçilen beş milletvekilinin tahliye edilmemesi üzerine,
Diyarbakır’da toplanan BDP Merkez Yürütme Kurulu (MYK) ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu bileşenleri, “Parlamento ve iktidar bu haksızlığı
giderme ve demokratik siyasetin önünü açarak çözüm olanaklarını geliştirme yolunda somut bir adım
atıncaya kadar parlamentoya gitmeyeceğiz” tavrını
1 Ekim 2011’e kadar sürdürdü. Emek, Demokrasi ve
Özgürlük Bloğu listesinden seçilen milletvekilleri,
YSK seçim sonuçlarını açıkladıktan beş gün sonra
toplanan meclise gitmediler ve yemin etmediler.
Sıcak bir yaz dönemine girilmişti. Askeri operasyonlar ve gözaltı furyası devam ediyordu. BDP’nin
meclise geri dönmesi isteniyordu. Hâkim sınıfların
sözcüleri, BDP’nin meclise geri dönmesi ve çözüm
adresinin tek yerinin meclis olduğunu açıklıyorlardı. İktidar sözcüleri BDP’yi tehdit etmekten de geri
durmuyordu. BDP yemin etmezse ve meclisin beş
bileşimine katılmazsa, milletvekilliklerinin sona ereceğini belirtiyorlardı. 14 Temmuz 2011’de Silvan’da
çıkan çatışmada 13 asker öldü. Bu eylem sonrası başbakan Recep Tayyip Erdoğan “terörle arasına mesafe
koymayanlar Ramazan’dan sonra bedel ödeyecekler”
açıklamasını yapıyordu. BDP hedef tahtasına oturtulmuştu. Yapılan operasyonlar KCK’yı değil, BDP’yi
bitirme, yok etme operasyonları idi. Artık yeni bir
döneme geçilmişti. Kürt sorunu var diyenler Kürt
sorununun olmadığı noktasına gelmişlerdi. Gazeteci Fatih Altaylı, Habertürk gazetesinde16 Ağustos’ta
kaleme aldığı köşe yazısında “terörle arasına mesafe
koymayan” 800 ila 1400 kişinin Ramazandan sonra
tutuklanacağını yazıyordu.
17 Ağustos’ta Hakkâri Çukurca’da yola döşenen
mayının patlaması ile 8 asker ve bir koruyucu hayatını kaybetti. Bu olay ertesi RTE gazetecilere “Sözün
bittiği yerdeyiz. Artık bundan sonrası konuşulmaz,
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
KCK operasyonları üzerine
halkına verilen mesaj açık ve netti. Bizlere sundukları
bu mesajın hafızamızdan yer edinmesini istiyorlardı!
Geçen iki yıla yakın süre içinde sayısız KCK operasyonları gerçekleştirildi. Pek çok KCK davası açıldı.
Örneğin Batman’da yürümekte olan 3, Şırnak’ta ise
5 ayrı KCK davası var. Aydın’da bir KCK davası var.
Bu dava İzmir’deki Özel Yetkili Mahkeme’de devam
ediyor. Türkiye’de Özel Yetkili Mahkemelerin görev
yaptığı illerin hepsinde de (Ankara, İstanbul, İzmir,
Adana, Malatya, Erzurum, Diyarbakır ve Van) görülmekte olan KCK davaları var. KCK ana davası Diyarbakır adliyesinde görülüyor.
KCK operasyonları devam ederken, Amed adliyesinde yargılananlara ana dillerinde savunma yapmalarına izin verilmedi ve tutanaklara “bilinmeyen bir
dil” ile konuştukları yazıldı. Diğer yandan Abdullah
Öcalan, avukatlarına İmralı’da devlet yetkilileri ile
görüşmeler yaptığını açıklıyordu. Askeri operasyonlar, tutuklamalar devam ediyordu. PKK 13 Ağustos 2010’da başlattığı eylemsizlik sürecini, 28 Şubat
2011’de yaptığı bir açıklama ile sona erdirdiğini açıklıyordu. Eylemsizlik sürecinin sona erdirilmesinin gerekçesi ise, Kürt siyasetçilere yönelik operasyonların
devam etmesi, KCK davasında ana dilde savunmanın
engellenmesi ve hiç kimsenin tahliye edilmemesi,
Öcalan’ın koşullarında iyileştirilme yapılmaması,
Adalet ve Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun kurulmaması ve seçim barajının indirilmemesi şeklinde
açıklanıyordu. Açıklamanın devamında “Bu durumda güçlerimiz saldırılar karşısında kendisini daha
etkili savunacak, fakat saldırmayan, operasyona çıkmayan güçlere karşı askeri eylemde bulunmayacaktır.
Önümüzdeki sürecin nasıl bir karakter kazanacağı
konusunda AKP hükümeti ve devlet güçlerinin yürüteceği politikaların etkili olacağı açıktır” deniliyordu.
12 Haziran 2011’de genel seçimler yapıldı. Seçimler
öncesinde egemen sınıflar, Kürt halkının temsilcilerinin meclise girmemesi için her yola başvuruyordu.
Bildiğimiz kadarıyla dünyanın hiçbir parlamenter
‘demokratik’ ülkesinde olmayan ülke çapındaki % 10
seçim barajı yüzünden, BDP bağımsız adaylarla seçime girdi. Koşullar eşit değildi. Emek, Özgürlük ve
Demokrasi Bloğunun seçim başarısının engellenmesi
için onun karşısına engeller dikildi. Askeri operasyonlar ve BDP’li siyasetçilere yönelik KCK operasyonları seçim kampanyası döneminde hız kesmeden
sürdürüldü. YSK (Yüksek Seçim Kurulu) aldığı bir
kararla, BDP’nin kimi bağımsız adaylarının adaylığını engellemeye kalktı. Devletin bütün engelleme-
9
✌
imkânsızdı. Oslo görüşmelerinin kayıtlarına bakıldığında MİT müsteşarı Hakan Fidan, görüşmelere
“Başbakan adına” katıldığını açıklıyordu.
Ses kayıtlarının basına servis edilmesinin ertesinde
CHP Genel Başkanı, “Görüştüğünüzü söylediğimizde bize şerefsiz demiştiniz, kimmiş şerefsiz!” sözlerini
öne çıkaran bir açıklama yaptı. Başbakan ve çevresi,
“devlet görüşür, biz asla görüşmeyiz” açıklamalarını
sürdürdü. Hakan Fidan’ın istifa etmesi söylemlerine, RTE kolay adam harcamayacağını belirterek, MİT
müsteşarına sahip çıktı. İlginç gelişmeler ve polemikler yaşanıyordu. RTE ve çevresi, Oslo görüşmelerini
inkâr etmiyor ve bu görüşmelerin basına servis edilmesinin ahlaki olmadığını açıklıyorlardı. PKK ise,
Oslo görüşmelerinin basına servis edilmesi ile bir
ilgilerinin olmadığını belirtiyordu. RTE’nin “Devlet
görüşür, biz görüşmeyiz” söylemi gerçeği yansıtmıyordu. Hükümet, devlet denilen aygıtın yönetim organıdır. İktidar olanlar devleti yönetmek için iktidara
gelirler. O nedenle, devlet-hükümet ayrımı yapılmaz.
Ayrıca MİT’ de başbakanlığa bağlı bir kurumdur.
AKP, Kemalistlerle yürüttüğü iktidar dalaşında devletin tüm önemli bir dizi kurumlarına hakim olmuş
durumdadır. Yani AKP iktidarını iyice sağlamlaştırmıştır. PKK ile yapılan görüşmelere, “vallahi biz görüşmedik, devlet görüştü. Devlet görüşür, biz görüşmeyiz” demek kamuoyunu kandırmaktır. AKP, gerici
kamuoyundan gelen tepkileri önlemek için açıkça
yalan söylüyor. Kamuoyu tepkileri en aza indiğinde
AKP gelecekte yürütülecek görüşmelere açıkça sahip
çıkacaktır.
28 Eylül 2011’de BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş, Amed’de yaptığı açıklamada, 1 Ekim’den itibaren Meclis’te olacaklarını açıkladı. Demirtaş şöyle
konuştu: “Savaşa karşı barışı daha fazla savunmak
için, bize güvenen, ezilen bütün kesimlere verdiğimiz
sözü daha iyi yerine getirmek için, direniş cephesini
güçlendirmek için, Hatip Dicle ile bütün tutsakların
özgürlüğü için, AKP’ye rağmen ve AKP’yi geriletmek
için 1 Ekim’den itibaren Meclis çalışmalarına katılma kararı almış bulunmaktayız.” 1 Ekim’de Meclis’te
BDP milletvekilleri yemin ederek çalışmalarına başladılar. BDP meclise gelmişti ama sınır ötesi ve sınır
gerisi operasyonlar hız kesmeden devam ediyordu.
Kürdistan coğrafyasında savaş yükseltiliyor ve gözaltı furyası devam ediyordu.
BDP milletvekillerinin yemin etmesinden üç gün
sonra, İstanbul merkezli olmak üzere Amed, Batman,
Ankara, Mardin, Adıyaman, Siirt, İzmir, Şanlıurfa ve
Gaziantep’te, 4 Ekim 2011’de düzenlenen eş zamanlı
ev baskınları sonucu aralarında BDP üye ve yöneticilerinin de bulunduğu 146 kişi “yasadışı KCK Örgütü
üyesi oldukları” gerekçesiyle gözaltına alındı. Fatih
Altaylı’nın yazdıkları ve fısıltı gazetesinin söylemleri
doğru çıkıyordu. BDP’ye karşı son operasyon dalgası, şimdiye kadar yapılan operasyonların en büyüğü
idi. RTE’nin “terörle arasına mesafe koymayanlar
Ramazan’dan sonra bedel ödeyecekler” söylemine
uygun hareket edilmişti. BDP’den TBMM’ne gelmesi
istenmiş, BDP’nin meclise gelmesi ile birlikte düğmeye basılmıştı. Bu, BDP’ni yoketme operasyonu idi.
BDP’ye yönelen saldırı ve imha operasyonlarına karşı, Kürt halkı demokratik tepkilerini ortaya koymaya
devam ediyordu.
Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma
Dernekleri Federasyonu (TUHAD-FED), BDP ve
Demokratik Toplum Kongresi desteği ile Gemlik’te 9
Ekim’de büyük bir yürüyüş yapılması kararı alındı.
Bu yürüyüş ile Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan
tecridin protesto etmesi düşünülüyordu. AKP’nin
kolluk güçleri üç gün boyunca olağanüstü hal uyguladı. Bursa Valisi üç gün boyunca, Bursa ve çevresinde tüm gösterilerin yasaklandığını açıkladı. Kuzey
Kürdistan ve Türkiye’nin diğer illerinden yürüyüşe
katılmak isteyenler engellendi. Onlarca kişi gözaltına alındı. Öyle ki kimi otobüs şoförleri bile gözaltına
alındı. Kimi şehirlerde BDP’lilerin parti binalarından çıkmalarına izin verilmedi. “İleri demokrasi”
adına Gemlik’e giden tüm yollar tutuldu. 9 Ekim
günü Kürtler Gemlik’e sokulmadı. AKP hükümeti
demokratik hakların kullanılmasına bile tahammül
edemiyordu. Kuzey Kürdistan’da olağanüstü hali
aratmayacak tedbirler uygulanıyor ve yasak bölgeler
ilan ediliyor. İşte son yıllarda ve aylarda ülkelerimizde, Kürtlere karşı uygulananlar kısaca böyle idi.
BDP’nin hukuk işlerinden sorumlu Genel Başkan
Yardımcısı Meral Danış Beştaş, 14 Nisan 2009’dan bu
yana gözaltına alınanların sayısını 7 bin 748, tutukluların sayısını ise 3 bin 895 olarak verdi. Bu liste sürekli değişiyor. Çünkü operasyonlar, gözaltına alınmalar ve tutuklamalar devam ediyor. Zorla, baskıyla
egemenlikleri altında tuttukları ulus ve azınlıkların
kendi haklarını istemeleri durumunda, sorunun çözümü olarak onları ortadan kaldırma siyaseti, Türk
hâkim sınıflarının bir türlü vazgeçemedikleri siyasettir. Hâkim sınıflar ellerindeki tüm araçları kullanarak her gün Türk ırkçılığı ve şovenizmini körüklüyor.
Kürtlere karşı her alanda topyekûn bir savaş yürütü-
lüyor.
AKP hükümeti, Kürt halkına ve Türkiyeli demokrat, ilerici, devrimci ve komünistlere yönelik saldırılarını sürdürüyor. Kürt sorunu kanla bastırılıyor.
Kürtlerin kendi kimliğine sahip çıkmasına, sistem
içerisinde savundukları kimi hakların verilmesine
dahi tahammül edilemiyor. Faşist TC’ye göre; yaşama
hakkına sahip olabilmek için herkesin kendisini Türk
olarak görmesi ve Türk ırkçılığını, milliyetçiliğini kabullenmesi ve devlete boyun eğmesi gerekiyor. Bizim
gibi olun, bizim gibi konuşun, diyorlar. Kürt ulusuna,
demokrat, ilerici ve komünistlere yönelik saldırılara
her gün yenileri ekleniyor. Devlete muhalif olan herkese, basına, kişilere, kurumlara yönelik saldırı ortamını iyice körükleniyor. AKP hükümetinin “ustalık
dönemini” ve “ileri demokrasi”sinin ne olduğunu her
gün görüyor ve yaşıyoruz.
Faşist devlet varlığını sürdürdükçe; işçilere, emekçilere, ezilen ulus ve milliyetlere yönelik sömürü,
zulüm, baskı ve katliamlar şu veya bu biçimde sürecektir. Sömürü sistemi bir bütün olarak ortadan
kalkmadıkça ezilenlerin yaşam güvencesi olmayacaktır. Ezilenlerin sömürüsüz, baskısız bir dünyada
özgürce yaşayabilmeleri için bir tek yol vardır. Hâkim
sınıfların iktidarını demokratik devrimle yıkmak ve
işçilerin, köylülerin devrimci demokratik iktidarını
kurmak. Devrim ve sosyalizm için de milliyet temelinde değil, sınıf temelinde; milliyetçi örgütlerde değil, Bolşevik Partide örgütlenmek gerekir.
Nedir Kürt sorunu? Bu sorunun çözümü nasıl olacaktır? Bu sorulara verdiğimiz cevap şudur: Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Emperyalizm ve proleter
devrimleri çağında ulusal sorun proleter devrimin
bir parçasıdır. Ulusal sorunun Türkiye’deki gerçek çözümü proletarya önderliğinde gerçekleşecek
demokratik devrimle mümkündür. Çözüm bu ise
hâkim sınıflarla yapılacak pazarlıklar sonucu Kürt
sorunu çözülemez. Eğer Kürt sorununun çözümünden kendi kimlikleri ile tanınması, Kürtlerin varlığının kabul edilmesi ve hâkim sınıfların makul göreceği kimi hakların verilmesi anlaşılıyorsa, o zaman
devletin sorunun çözümüne el atmasını istemek ve
beklemek anlaşılır bir durum olur. Ama bunun adı
Kürt sorununun gerçek çözümü değildir. Devletin
Kürt sorununu gerçek anlamda çözme gibi bir işlevi
ve derdi yoktur. Kürt sorununun gerçek çözümü devrim işidir. Gerçek çözümden yana olan, devrimden
yana olmak zorundadır. Başka bir yol yoktur.
15 Ekim 2011 ✓
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
10
sadece yapılır” açıklamasını yapıyordu. 17 Ağustos gecesi Türk savaş uçakları, Kandil, Zap, Metina, Avaşin-Basyan ve Hakurk’taki PKK hedeflerini
bombalamaya başladı. 17 Ağustos’tan bu yana PKK
denetiminde olduğu iddia edilen alanlar havadan ve
karadan aralıksız olarak bombalanıyor. Bu bombalamalarda birçok sivil yerleşim alanları ve siviller vuruldu. Sınır ötesi ve sınır gerisinde Türk ordusu bir
savaş yürütüyor. Dağlar bombalanıyor, ormanlar yakılıyor, yasak bölgeler ilan ediliyor. Yaylalar boşaltılıyor vb. Askeri savaş, psikolojik, siyasi, ekonomik ve
diplomatik savaşla birlikte yürütülüyor. Mehmetçik
medya, propaganda savaşında önemli bir rol oynuyor. Her gün bitirdik, yok ettik söylemleri manşetlere
taşınıyordu.
27 Temmuz 2011’den bu yana Abdullah Öcalan ile
avukatları görüştürülmüyor. Görüş yasağının gerekçesi olarak, hava muhalefeti, koster bozuk vb. komik
gerekçeler öne sürülüyor. Öcalan sadece avukatları ile değil, yakınları ile de görüştürülmedi. Öcalan
dışında İmralı adasına güya Öcalan’ın tecridine son
vermek amacı ile adaya nakledilen beş mahkûm ile
de görüş yapılmasına izin verilmiyor. Öcalan ve beş
mahkûm üzerinde ağırlaştırılmış bir tecrit uygulanıyor. Adadaki mahkûmların hapishane koşullarının
düzeltilmesi ve uygulanan tecridin kaldırılması için
yapılan tüm girişimler sonuç vermiyor. Bu somutta
bir kez daha AKP hukukunun da guguk olduğu açığa
çıkıyor.
İlginç olaylar gelişmeye devam ediyordu.
Türkiye’de gündemi takip etmek ve yaratılan suni
gündemlere yetişmek güçleşiyordu. Eylül ayı ortalarında MİT ve PKK’nin Norveç’in Oslo şehrinde yaptıkları ses kayıtları basına servis ediliyordu. Öcalan
yakalandığından beri İmralı’da görüşmelerin yapıldığı biliniyordu. Son yıllarda ise artık askerin yerine
MİT müsteşarı doğrudan görüşmelere katılıyordu.
Öcalan’ın avukatlarına verdiği bilgilere göre, müzakere sürecine geçilmiş ve hazırlanan protokoller
devlete sunulmuştu. AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İmralı’da yürütülen görüşmeleri
doğruluyor ve devletin kurumlarının görüşme yapabileceğini açıklıyorlardı. Seçim kampanyasında muhalefetin iktidarın İmralı ile görüştüğü iddialarına
karşı, RTE ‘seviyeli’ bir tartışma yürütüyor ve muhalefete “benim veya bakan arkadaşlarımın görüştüğünü ispatlayın, ispatlamazsanız şerefsizsiniz” diyordu.
Oysa MİT başbakanlığa bağlı bir kurumdu. RTE’nin
izni olmadan MİT’in İmralı ile görüşmeler yapması
11
✌
19
12
Ekim 2011 gecesi Hakkâri’nin Çukurca ilçesinde PKK ile ordu güçleri arasında bir
çatışma yaşandı. Sabaha kadar süren çatışmalarda,
Türk medyasının verdiği bilgilere göre; PKK eş zamanlı olarak sekiz ayrı hedefe saldırmış, çatışmalarda 24 asker ölmüş ve 18 asker de yaralanmıştı. Sabah
saatlerinde çatışmanın sona ermesinden sonra, Jandarma Özel Harekât taburlarında görevli 600 komando Güney Kürdistan topraklarına girmişti! HPG ise
(Halk Savunma Güçleri), 20 Ekim günü yaptığı açıklamada Çukurca eylemi hakkında detaylı açıklamalar yapıyor ve gerçekleştirilen eylemde hedeflenen 18
ayrı noktada 81 Türk askerinin öldürüldüğü ve 7 gerillanın da hayatını kaybettiği belirtiliyordu.
Hakkâri’de 24 askerin ölmesinin ardından Genelkurmay ilk açıklamayı yaptı. Genelkurmay
Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada, ‘’Yurtiçinde ve
sınır ötesinde (Güney Kürdistan) toplam 5 ayrı bölgede, toplam 22 taburla geniş kapsamlı, hava destekli
kara operasyonlarına başlan’’dığı açıklanıyordu. 22
tabur yaklaşık 10 bin askeri ifade ediyor. Bu da oldukça geniş kapsamlı bir operasyonun yapıldığını gösteriyor. RTE ise, Kazakistan gezisini iptal ediyor ve M.
Barzani ile yapılan telefon görüşmesinin sonrasında,
KDP Genel Başkan yardımcısı olan Neçirvan Barzani
Ankara’ya çağrılıyordu. RTE medya patronları ile bir
araya geliyordu. Anlaşılan RTE medyanın bir bölümünün yayınlarından rahatsızdı! RTE açıkca yürüyen savaşta medyanın psikolojik ve propaganda açısından savaşa destek vermesini istiyordu. RTE yaptığı
basın toplantısında şöyle diyordu: “Bu harekât netice
almanın bir adıdır. Onun için başlatılmıştır. Silahlı
Kuvvetlerimizin sitesinde de bir haber olarak vardır.
Bu operasyonla belirlenen koordinatlarda ilk adımı
atmaktır. Silahlı Kuvvetlerimiz gerek havadan gerek
karadan bunu sürdürmektedir”. Görüldüğü gibi RTE
netice almak için kara harekâtının başlatıldığını açıklıyordu. Çok değil daha iki yıl önce Kürt sorununda
iyi şeyler olacak diyen RTE, şimdi netice almak için
harekâtın başlatıldığını açıklıyordu.
Hakkâri Çukurca’da 17 Ağustos’ta sekiz asker ve
bir korucunun ölmesi ertesinde, Türk savaş uçakları,
Kandil, Zap, Meti¬na, Avaşin-Basyan ve Hakurk’taki
PKK hedeflerini bombalamaya başladı. 17 Ağustos’tan
bu yana Türk savaş uçakları aralıksız olarak PKK’nin
denetimin¬de olduğu iddia edilen alanları bombalıyordu. Bom¬balamanın yanı sıra Kuzey Irak bölgesi
füze ve top atışlarına tabi tutuluyordu. Kara harekâtı
için de hazırlıklar yapılıyor ve uygun ortam kollanıyordu. Çukurca çatışması ertesinde uygun ortam yakalandı ve Güney Kürdistan seferi başlatıldı.
Şimdiye kadar kaç sefer yapıldı Güney Kürdistan’a?
Çukurca’da yaşanan çatışmalar ertesi yaşamını yitiren kolluk güçleri bahane edilerek, BDP hedef tahtasına oturtuldu. Kürtlere yönelik baskılara ve saldırılara ise her geçen gün yenisi eklenmektedir. Türk
Cumhurbaşkanı “intikam” çığlıkları atıyor! Kürtler
potansiyel suçlu olarak gösteriliyor. BDP binalarına
ve Kürtlere yönelik ırkçı saldırılar geliştiriliyor. Bu
ırkçı yaklaşımın verdiği ürün, Türk ve Kürt halkı
arasındaki düşmanlığı kızıştırmada önemli bir tehlike olarak kendisini gösteriyor. Sivil faşistler Kürtlerin
veya kurumlarının üzerine saldırtılıyor, kitlesel linç
havası yaratılıyor.
Türk-Kürt halkları arasındaki düşmanlığın körüklenmesine karşı mücadele etmeliyiz. En başta
Türk ulusundan işçilerin, emekçilerin devletin Kürt
ulusuna karşı topyekün saldırısına izin vermemesi
gerekir. Gündemde olan saldırılar sadece Kürtlere
karşı değildir. Varolan demokratik hakların ortadan
kaldırılması, resmi devlet ideolojisine uygun görülmeyen herşeyin “terörizm”, bunları savunanların da
“terörist” ilan edilmesi, basın özgürlüğünün ayaklar
altına alınıp postallarla ezilmesi; halklar arasında
şovenizmin, ırkçılığın kışkırtılması vb. tüm bunlar
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan tüm
ulus ve milliyetlerden işçilere, emekçilere yönelik saldırılardır.
Güney Kürdistan’a askeri harekâtın başlatıldığı bir
süreci yaşıyoruz. Özellikle Türk ulusundan işçiler,
emekçiler de bu savaşın destekçileri, ortağı yapılmaya
çalışılmaktadır. Faşist T.C. devletinin Güney Kürdistan (Kuzey Irak) topraklarına yaptığı saldırı ve işgale
dur diyelim! Bu tavrı takınmak işçi sınıfının enternasyonalist görevidir. İşçilerin, emekçilerin, ezilenlerin bu savaştan hiç bir çıkarı yoktur. Bu savaşa karşı
durmalıyız. Bu savaşa karşı sesimizi yükseltmeliyiz.
Öncelikle Türk ulusundan işçiler, egemen sınıflar
tarafından örgütlenen Türk ırkçı-milliyetçiliğine ortak olmamalıdır. Türk milliyetçiliğine karşı, değişik
milliyetlerden işçilerin, ezilenlerin ve ezilen halkların enternasyonal dayanışma içinde ortak mücadelesi
örgütlenmelidir. Başka halkları ezen bir halk özgür
olamaz! Güney Kürdistan’a karşı yürütülen savaşın
hiç bir haklı gerekçesi yoktur.
Kahrolsun Türk şovenizmi! Halkların kardeşliği
için tek yol devrim! vb. şiarları proletarya enternasyonalizminin savunuculuğunda haykırmamız ve bize
yol göstermesi gereken şiarlar olmalıdır.
Bimre koletî, bijî azadî!
21 Ekim 2011 ✓
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
Güney Kürdistan’a sefer olur,
ama zafer olmaz!
Yapılan her seferden sonuç alındı mı? 1984’ten beri
Kürt Ulusal Hareketinin öncü güçleri ile bir savaş yürütülüyor. Türk ordusu tarafından Kürdistan dağlarına atılan bombaların haddi hesabı yoktur. Ormanlar
yakıldı, köyler boşaltıldı sonuç alındı mı? Binlerce insan öldürüldü, binlerce insan faili meçhul cinayetlere
kurban edildi, binlercesi hapsedildi, sonuç alındı mı?
Öncelikle bugüne kadar yapılan sınır ötesi operasyonlarla T.C neyi çözmüş ya da neyi çözmeyi hedeflemiştir? Yapılan birçok sınır ötesi operasyon içerisinde
en kapsamlısı 40 bin askerle 1997 Mayıs ayında yapılmış ve aylarca sınır ötesinde kalınmıştı. Peki bunca operasyona rağmen TC. sonuç alabildi mi? Hayır!
Güney Kürdistan’a saldırı için PKK’nin bu alanda
varlığı Türk faşistleri açısından bir bahanedir. TC. bu
bahaneyle Irak topraklarına bugüne kadar birçok kez
girmiştir. Askeri olarak bu saldırılarla PKK’nin yok
edilemeyeceği onlarca kez ispatlanmıştır.
Her savaşın bir nedeni vardır. Kuzey Kürdistan’da
yürüyen savaş da nedensiz değildir. Kürt halkı artık köle olarak yaşamak istemiyor. Artık ok yaydan
fırlamıştır. Şimdiye kadar yapılan katliamlar, operasyonlar ile istenilen sonuç alınamadı. Kölece yaşamak
istemeyen Kürt halkı, kendi ulusal hakları için mücadeleye atılmıştır. TC. tarihi boyunca engellenemeyen
bu haklı mücadelenin bundan sonra engellenmesi
mümkün değildir. Kürt ulusunun sömürgeci devlete
karşı, kendi ulusal haklarına sahip çıkması, kendisine dayatılan köleliği kabul etmemesi, kendi kaderini
kendi tayin etmek için bir savaş yürütmesi haklı bir
savaştır. TC’nin Kürt ulusunu kendi boyunduruğu
altında tutmak için her türlü araca başvurarak sürdürdüğü savaş haksız gerici bir savaştır.
Günlük gazetelerin manşetleri askeri harekâtların,
öldürülen insanların, çatışmaların, bombaların, patlamaların haberleriyle doluyor. Çatışmalarda ölen
askerlerin cenazelerinde Türk şovenizmi, ırkçılığı kışkırtılıyor, Kürtlere düşmanlık körükleniyor.
Türkiye’de resmen adı konmamış bir savaş hali yaşanıyor. Özelde Kürt halkına, genelde de demokratik, devrimci muhalefete karşı topyekün bir saldırı
kampanyası yürütülüyor. Faşist TC., Kürt sorununu
kanla bastırıyor. Türk devletine göre; yaşama hakkına sahip olabilmek için herkesin kendini Türk olarak
görmesi ve Türk ırkçılığını, milliyetçiliğini kabullenmesi ve faşist Türk devletine boyun eğmesi gerekiyor!
Bunu yapmayanları işkenceler, zindanlar, sürgünler
bekliyor. BDP’den PKK ile arasına mesafe koyması ve
PKK’yi “terörist” olarak adlandırması isteniyor.
13
✌
12
14
Haziran genel seçimlerinden önce Emek,
Demokrasi, Özgürlük bloğu kuruldu. BDP,
EMEP, EHP, EDP, DSİP, İSP, SDP, DÖH, İşçi Cephesi, Köz, SBH, SGPH, SODAP, TÖP, Türkiye Gerçeği
bileşenlerinden oluşan Blok, seçimlerden oylarını ve
bağımsız Milletvekili sayısını artırarak çıktı.
Seçimlerden önemli bir başarı kazanarak çıkan
Blok, seçimlerden sonra Kongre Girişimi adı altında
çalışmalarına devam etti
Kongre Girişimi, 20 ayrı bölgede kongre hazırlık
çalışmaları (Köz bu sürece gözlemci olarak katıldı.
Blok bileşeni olmayan ESP, Kongre Girişimi’nde yer
aldı.) yürüttü.
15/16 Ekim tarihlerinde Ankara’da 820 delege ile
kongre toplandı. Kongrede, partileşme kararı alındı.
Program Taslağı mevcut haliyle kabul edildi. 6 ay sonra yapılacak kongrede program ve tüzükte yenilik yapılması, Halklar Gerçeği Kongresi’nin kurulması ve
bu kongrede Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun
oluşumuna gidilmesi kararı alındı.
Kongre Girişim’in Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ismi ile yoluna devam etmesi kararı alındı.
Genel Meclis üye sayısı 101’den 121’e çıkarıldı.
820 delegenin oy çoğunluğuyla, yerel yönetim ve
milletvekili genel seçimlerine yönelik parti kurulması kararı aldı. Kurulacak partiye ilişkin alınan kararda yapılan tarif ise şöyle: “Kongre bileşenleri, partide
yer alıp almamakta bütünüyle özgürdür. Partiye katılan kongre bileşenleri katılmayanlar karşısında bir
ayrıcalık kazanmaz, katılmayanlar da katılanlar karşısında hak kaybına uğramaz. Kongre bu hedefi gerçekleştirmek üzere Kongre Meclisi’ni görevlendirir.”
Kongre şu noktalarda mücadele kararı aldı.
“* Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü
için mücadele.
* Demokrasiyi kazanmak için mücadele (siyasi partiler yasası, TCK, Anayasa, özel yetkili mahkemelere
ilişkin mücadele).
* Vicdani red ve anti militarizmin savunulması.
* Gençliğin sınavlar, eğitimin içeriği, anadilde eği-
Programda yok yok!
Kongrede kabul edilen program ve alınan mücadele
kararları içerisinde yok yok! Hemen her konuda tavır
var. Kürt sorunundan, kadın sorununa, demokrasiden çevre sorununa, gençlik mücadelesinden, emek
mücadelesine vb. her konuda tavır var. Programda,
kapitalist düzen içinde yürütülecek mücadele ile kazanılacak haklar ile ancak bir devrim sonrası kazanılacak haklar arasındaki ayrım silinmiş. Diğer bir
ifade ile reformist mücadele ile devrim mücadelesi
birbirine karıştırılmış, reformizm programa damgasını vurmuştur. Programda HDK’in yürüteceği
mücadele ile sistemi yıkmadan, her konuda her türlü
hakkın alınacağı yanlış bilinci verilmektedir.
Birkaç örnek vermek istiyoruz:
“Kongremiz, mevcut anti-demokratik siyasal sisteme/düzene itirazı olanların gücünü açığa çıkarmayı
ve bu gücü örgütleyerek, demokratik bir toplum yaratmayı amaçlar.”
Demokratik kimi hakları mücadele ile almak başka, demokratik toplumu yaratmak başkadır. Birincisi
kapitalist sistemde mümkünken, ikincisi mümkün
değildir.
“Demokrasiyi temsili bir meclisle sınırlı görmeyen
Kongremiz, halkın tartışma, örgütlenme ve karar
mekanizmalarına katılımının önündeki tüm engellerin kaldırılmasını, her düzeyde halk denetiminin
geliştirilmesini savunur.”
Halkın tartışma, örgütlenme, karar mekanizmalarına katılması, halk denetiminin olması sömürü üzerine kurulu bu düzende tam anlamıyla olması mümkün değildir.
“TMK, TCK ve Özel Yetkili Mahkemeler kıskacındaki adaletsiz, otoriter ceza sisteminin değiştirilmesi
ve cezaevlerinde tecrit uygulamalarının kaldırılması
için mücadele eder; yargının bağımsızlığını ve demokratikleştirilmesini savunur.”
Burjuvazinin egemen olduğu şartlarda, yargının
bağımsız olması, demokratik olması mümkün değildir. Yargının bağımsız, demokratik olması halk iktidarı ile mümkündür.
Kongrenin Kürt sorunu konusunda çözümü şöyledir:
“Kongremiz, tüm kimliklerin farklılıklarıyla varlığını korumayı savunur; eşit ve özgür yurttaşlık hukuku içerisinde yaşama hakkına sahip olduklarını,
temel bir ilke olarak kabul eder. Kürt halkının temel
hak ve özgürlüklerine bu ilkesel tutum çerçevesinde
yaklaşan Kongremiz, Cumhuriyet’in kuruluşundan
bu yana çözümsüzlüğe mahkûm edilen Kürt sorununun, barışçıl demokratik ve eşit haklara dayalı çözümünü savunur, bunun için mücadele eder. Kongremiz, Kürt halkının Demokratik Özerklik kararını,
Kürt sorununun çözümünde önemli bir girişim olarak değerlendirir. Demokratik Özerkliğin, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinde, halkların
özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol oynayacağını savunur.”
Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Bu sorun, yerel
yönetimlerin yetkilerinin artırılması, Kürt kimliğinin tanınması, kimi anayasal değişikliklerin yapılması ile çözülemez. Bu değişikliklerin gerçekleşmesi
durumunda, bunlar eskiye göre olumlu, ilerlemeler
olmakla beraber ulusal sorunu çözemez. Ulusal sorunun tek bir çözümü vardır: Zoraki birliğe, ulusal
baskıya son verilmesi, eşit, özgür şartlarda, ezilen
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
Halkların Demokratik Kongresi
üzerine kısaca
tim gibi konulardaki temel taleplerinin ve mücadelelerin sahiplenilmesi.
* Emek mücadelesinin son dönemde yükselttiği taleplerin sahiplenilmesi.
* Sürmekte olan HES, termik santral, nükleer santral karşıtı mücadelenin desteklenilmesi ve taleplerinin takipçisi olmak, su sorunu, ekolojiyi ilgilendiren
yasal çerçeveye ilişkin talepler, ekolojiye ilişkin anayasada yer alacak maddelere ilişkin çalışmalar yapmak, bu konuda bir merkezi miting düzenlemek.
* Halklar ve özgürlükler: anadilde eğitim meselesini bütün halklar için tartışan, devlet arşivinin açılmasını içeren taleplerin desteklenmesi, bu konuda
etkinlikler, atölyeler, kurslarla bu konunun değerlendirilmesi.
* Füze kalkanının ülkemize yerleştirilmemesi için
mücadele ve Ortadoğu’daki gelişmelerde halkların
taleplerinin desteklenmesi.
* Altın aramada kullanılan teknolojik yöntemlerin
yarattığı tahribata karşı mücadele.
* 12 Eylül darbesiyle hesaplaşma.
* 1915 Ermeni Soykırımının tanınması.
* Kadına yönelik şiddete karşı aktif mücadele, cinsiyetçiliğe, homofobi ve transfobiye karşı mücadele,
barış mücadelesini yürüten kadınların birlikte mücadelesini oluşturmak için çaba sarf edilmesi.
* Esnafın sorunlarına ilişkin mücadele.
* Faili meçhuller ve toplu mezarların açığa çıkarılması için mücadele.
* Kadın örgütlerinin mücadelesinin ortaklaştırılması.” (17. 10. 2011, Evrensel)
15
✌
Eylemde birlik, propaganda ve
ajitasyonda serbestlik!
HDK’nin kurulmuş olmasını olumlu buluyoruz.
Kongre öncesinde Emek, Demokrasi, Özgürlük
Bloğu’nun kurulmasını da olumlu bulmuştuk. Siyasi
eleştirilmesi gerekir.
Bu konuda devrimci hareketin, ulusal hareketin deneyimi olumsuzlarla doludur. Bırakın ortak iş yapma
sürecinde birbirinin yanlışlarını eleştirmeyi, yayın
organları üzerinden getirilen siyasi eleştiriler, saldırı, karalama, suçlama vb. olarak görülmekte, yer yer
eleştiri getiren yapıya şiddet ile cevap verilmektedir.
Eleştiri noktasında tablonun kötü, deneyimin kötü
olması doğru olan bir ilkenin savunulmayacağı, savunulmaması gerektiği anlamına da gelmez. Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi,
komünistler açısından temel bir ilkedir. Bu ilkenin
tanınmadığı hiçbir eylem birliğinde komünistler yer
alamazlar.
Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu, Halkların Demokratik Kongresi oluşumlarında, eylemde birlik
Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Bu sorun, yerel yönetimlerin yetkilerinin
artırılması, Kürt kimliğinin tanınması, kimi anayasal değişikliklerin yapılması
ile çözülemez. Bu değişikliklerin gerçekleşmesi durumunda, bunlar eskiye göre
olumlu, ilerlemeler olmakla beraber ulusal sorunu çözemez. Ulusal sorunun
tek bir çözümü vardır: Zoraki birliğe, ulusal baskıya son verilmesi, eşit, özgür
şartlarda, ezilen ulusun ayrılma hakkını kullanabileceği şartların yaratılması.
Bu şartların sömürgeci devlet yıkılmadan sağlanamayacağı herkes için açık
olmak zorundadır.
16
çizgileri birbirinden farklı, değişik siyasi yapıların bir
araya gelmesi, güç birliğine gitmeleri, belli hedefler
gözeterek ortak iş yapmaları vb. olumludur. Bu olumluluk içerisinde bizim yer almamızın temel nedeni,
eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik
ilkesinin tanınmasıdır. Nedir eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi? Bu ilke şu anlama gelir: ortak iş, ortak eylem –ister kalıcı olsun,
isterse de geçici olsun- yapmak için bir araya gelen
kurumların, örgütlerin birlikte iş yapma süreci içinde
birbirlerinin yanlışlarını kamuoyu önünde eleştirme
haklarının olması ve bu hakkı pratikte kullanabilmeleridir. Eylem birliğinde yer alan her kurum, örgüt;
siyasi, örgütsel bağımsızlığını koruyacaktır. Eylemde
ortak iş yapma, karar altına alınan işleri ortak yapma
yanında, eylemde yapılan yanlışları, eylemde yer alan
kurumların, örgütlerin önemli, siyasi yanlışlarının
propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi tanınmamaktadır. Ortaklaşma, ortak yanları öne çıkarma adı
altına, eleştiri özgürlüğü ortadan kaldırılmaktadır.
Kapalı kapılar arkasında, bileşenlerin temsilcilerinin katıldığı kapalı toplantılarda, olası eleştirilerin
yapılmasını kastetmiyoruz. Kastımız açıkça kamuoyu önünde eleştirilerin yapılmasıdır. Biz bugüne kadar, bileşenlerin birbirlerinin yanlışlarını kamuoyu
önünde eleştirdiklerine rastlamadık. Rastlayacağımızı da sanmıyoruz.
Halkların Demokratik Kongresi, içerisinde yer alan
çeşitli siyasi görüşler itibariyle, yoluna devam edip
etmeyeceğini, hesapların tutup tutmayacağını, çok
renkliliğin sürüp sürmeyeceğini süreç içinde birlikte
göreceğiz.
28 Ekim 2011 ✓
AKP’den yeni bir ‘Çılgın Proje’
TC
“İhbarcılık!”
kurulduğundan bu yana, sistem muhaliflerini ortadan kaldırmak için her türlü araca
başvuruldu. Özel yetkilerle donatılmış mahkemeler
kuruldu. Ötekilere karşı özel yasalar devreye sokuldu. Bu ülkenin aydınları, devrimcileri hapislerde çürütüldü. Devrimci önderler idam edildi. Komünist
önder İbrahim Kaypakkaya, “ser verip sır vermediği
için” işkencede katledildi. Faşizme karşı mücadele
edenler öldürüldü. Sistem muhaliflerine, basına verilen cezalar binlerce yılı kapsadı, kurulan işkence
tezgâhları ve faili meçhul cinayetlerle istenilen sonuç
alınamadı. Her gün insanların öldüğü, yüzlercesinin tutuklandığı, Türklerle Kürtlerin arasının her
ölümden sonra bir parmak daha açıldığı bir dönemi
yaşıyoruz. AKP hükümeti “ileri demokrasi” kisvesi
altında baskılarını yoğunlaştırmak için yeni yasaları
devreye sokuyor. Kanun hükmünde çıkardığı Kararnamelerle burjuva meclislerini de devre dışı bırakarak, köhnemiş McCarthy yasalarının uygulandığına
benzer korku imparatorluğu yaratılmaya çalışılıyor!
İçişleri Bakanlığı, ‘terör’ eylemlerine katılanları
yakalatan ya da kimliklerini ortaya çıkaranlara para
ödülü verecek! Medyaya yansıyan haber bu. Toplumla
mücadele yasası çerçevesinde İçişleri Bakanlığı yeni
bir yönetmelik hazırlıyor. Bilindiği gibi 1991’de 3713
sayılı Toplumla Mücadele Yasası (onlar buna Terörle
Mücadele Yasası diyor) yürürlüğe sokuldu. Binlerce
insan bu yasanın uygulanması sonucu zindanlara
atıldı. Bu yasanın uygulamaları yeterli görülmediği
için, 29 Haziran 2006’da TBMM’de 5532 sayılı yasa
kabul edildi. Yani Toplumla Mücadele Yasasının hükümleri daha da ağırlaştırıldı. Bu yasanın 19. Maddesinde şöyle deniliyordu:
“İşlenişine iştirak etmemiş olmak koşuluyla bu Kanun kapsamına giren suç faillerinin yakalanabilmesine yardımcı olanlara veya yerlerini yahut kimliklerini
bildirenlere para ödülü verilir. Ödülün miktar, usûl ve
esasları İçişleri Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikte belirtilir”. Toplumla Mücadele Yasasının yürürlüğe
girmesinden beş yıl sonra, İçişleri Bakanlığı ‘suçluyu
yakalatana ya da kimliğini bildirene para ödülü’ verilmesi uygulamasının Türkiye’de hayata geçirilmesi
için özel yönetmelik taslağı hazırladı. Bu yönetmelik
ile toplum içinde ‘muhbirliği’ teşvik etme, toplumda
ciddi bir güvensizlik ve paranoya yaratılması amaçlanıyor. Hükümetin ‘toplum içinde muhbirliği’ teşvik
etmek üzere hazırladığı ‘İhbar et-parayı al!’ projesi ile
güvensiz bir toplum ve dikensiz bir gül bahçesi yaratılmak isteniyor!
AKP hükümeti, ‘ihbar’ etmenin
ve bunun karşılığında devlet tarafından ödüllendirilmenin meşrulaşmasının sağlanacağını hesaplıyor!
Kimin ‘suç’lu olduğuna, olacağına AKP hükümeti
karar veriyor! Tabii ki ‘suç’lu olduğuna inanılan sistem muhalifleri ve öncelikle Kürt Ulusal Hareketidir.
Burada öncelikle ihbar edilen ‘suçlu’ olarak ilan edilerek üzerine gidilecek olan bir halktır. Bu halk, Kürt
Ulusal Hareketidir. İktidar hangi grubun üzerine
gidileceğini seçer ve ‘ihbar’ mekanizmasını meşrulaştırarak, bu grup üzerinden daha geniş bir toplum
yapısını denetimi altına alır. Bu durumda, insanların
birbirlerine güvenleri kaybolur. Bütün ülke bir kamp
halini alır ve paranoyaklaşır. Eski Doğu Bloku ülkelerin sosyal faşist düzenlerinde olduğu gibi bireyler birbirlerinden korkmaya başlar. İnsanlar arasında
güvensizliğin ayyuka çıkmasıyla birlikte, devletten
de insanlar daha çok korkmaya başlar. Çünkü ‘suç’un
ne olduğu sadece iktidar tarafından tanımlanıyorsa,
herkes her an ‘suç’lu konuma düşebilir. AKP hükümetinin bu yasa ile amaçladığı tam da budur.
Ama gerçekler inatçıdır. ‘Çılgın proje’lerin devreye
sokulması ile AKP hükümeti, güneşi balçıkla sıvamaya çalışıyor! Aklı başında olan herkes bilir ki, güneş
balçıkla sıvanamaz. Ama AKP’nin bu ‘çılgın projesi’
yeni bir proje değil. Biraz hafızamızı zorlarsak, daha
önce başka bir ülkede denenen bir proje olduğunu hemen hatırlarız. ABD’de 2. Dünya Savaşı sonrasında
uygulanan bu projenin mimarı Joseph McCarthy idi.
1940 lı yıllarda çıkarılmış anti-komünist yasayı kendilerine dayanak yapan, başını J. McCarthy’nin çektiği anti-komünist faşist güçler 1950’lerde cadı avına
güncel
halkların kardeşliği için
ulusun ayrılma hakkını kullanabileceği şartların yaratılması. Bu şartların sömürgeci devlet yıkılmadan
sağlanamayacağı herkes için açık olmak zorundadır.
“Kongremiz, insanın insana kulluğunun son bulacağı sömürüsüz bir düzeni amaçlar.”
Kongrenin bu topluma nasıl ulaşılacağı konusunda verdiği bir cevap yoktur. Sömürüsüz bir düzen,
sistem içi yürütülecek mücadele ile kazanılamaz. Sınıfların, sömürünün olmadığı bir topluma işçi sınıfı
önderliğinde devrimlerle varılacaktır.
17
çıkarları için çalışacak birer tövbekâr olduklarını
kanıtlamaları istenir. Sorulara yanıt vermeyi reddeden onlarca Hollywood çalışanı ya hapse atıldı ya
da sürgüne gitmek zorunda kaldı. İşlerinden olmak
ise, hepsinin ortak kaderiydi. Komitenin karşısına
çıkıp arkadaşlarının isimlerini birer birer sayanlar,
kariyerlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Örneğin; arkadaşlarını satarak ve onların geleceklerini
karartarak paçasını kurtaranların arasında ünlü film
yapımcısı Elia Kazan da vardı. O sonradan dönemi
“utanılacak dönem” olarak değerlendirse de bu lekeyi
ömrünün sonuna kadar taşıdı. Komitenin gazabına
uğrayıp sorgulanan ve işlerini kaybedenler arasında
Albert Einstein, Hanns Eisler, Jules Dassin, Bertolt
Brecht, Charlie Chaplin, Arthur Miller, Orson Welles
ve Pete Seeger vb ünlü kişiler de vardı.
Julius ve Ethel Rosenberg çifti, ‘Rus ajanı olmak ve
atom bombasıyla ilgili bilgileri Ruslara vermek’ suçlamasıyla tutuklandılar. Rosenbergler, her duruşmada
iddiaları reddettiler. Kendilerine yönelik iddiaların
tamamını çürütmelerine, suçsuzluklarını kanıtlamalarına rağmen 1953 yılında elektrikli sandalyede
idam edildiler. Kararın verilmesinin hemen ardından tüm dünyada oluşan idam karşıtı kampanyalar
nedeniyle, infaz uzun bir süre ertelendi. Kamuoyu
tepkisinden çekinen ABD yetkilileri, Rosenbergler’in;
‘Rus ajanı olduklarını kabul etmeleri koşuluyla idam
kararının geri alınacağını’ söylediler. Ancak Ethel
ve Julius Rosenberg hiçbir zaman bu ‘suçlamayı’ kabul etmediler. Son ana kadar ABD hükümeti, ‘suçlamayı‘ kabul etmeleri yönünde baskısını sürdürdü.
İnfaz günü olarak belirlenen 18 Haziran 1953’de,
Rosenbergler’e son teklif götürüldü. Sabaha kadar
Washington’a telefon açarak affedilmelerini isterlerse
biri 6, diğeri 10 yaşında olan çocuklarına kavuşabileceklerdi. Ancak Ethel ve Julius Rosenberg kendilerine
yöneltilen‚ suçlamaları kabul etmeyerek, idamı tercih
ettiler. Rosenbergler’in idamından on üç yıl geçtikten sonra, mahkemeye sunulan delillerin, gösterilen
şahitlerin ve suçlamaların tümünün düzmece olduğu
bizzat şahitler tarafından açıklandı.
McCarthy, suçladıklarının hiçbirinin de suçunu
kanıtlayamaz. Ancak basının desteğiyle, aydınların
yanı sıra, sokaktaki insanlar da kuşku ve korku içindedir. McCarthy, amacına ulaşmış, ektiği ‘korku tohumları’ meyvelerini vermiş, Amerika’nın bir ‘korku
ülkesi’ olmasının yolu açılmıştır. McCarthy’nin, durmak bilmeyen hırsı, bu kez Amerikan ordusunu hedef
alır. Eleştiri oklarının Amerikan ordusunu hedef al-
masıyla işler tersine döner. Amerikan ordusu için bu
kadarı fazladır. Onlarca aydın ve sanatçı yargılanırken sesini çıkartmayan kamuoyu, sıra orduya gelince
McCarthy’nin sonunu hazırlar. Çeşitli kaynaklardan
McCarthy’nin usulsüzlükleri hakkında bilgiler sızdırılır. Basında da Senatör’ün temiz olmayan geçmişi
sürekli gündeme getirilir. Sonunda, McCarthy, Senato’daki ‚Operasyon Yönetimi Komitesi‘nin başkanlığını ve senatörlüğünü de yitirir. McCarthy dönemi,
Amerikan tarihine karanlık bir dönem olarak geçerken kendisi de tarihin sayfalarında kara bir leke olarak yer alır.
Senatör McCarthy’nin mirası, korku tohumları
şimdi Türkiye’de uygulanmaya çalışılıyor! Hukukun
guguklaştığı, kendileri gibi düşünmeyenler üzerinde
devlet terörünün uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz.
Kolluk güçlerinin sahte deliller yaratarak, insanları
nasıl hapislere gönderdiklerine tanık oluyoruz. İstihbarat örgütlerinde binlerce insanın çalışması yeterli
görülmediği için, topluma ‚ihbarcılık‘ dayatılıyor.
Dönekler ‚gizli tanık‘ olarak görevlendiriliyor. İsimsiz ve imzasız ‚ihbar‘ mektupları ile insanlar tutuklanıyor. Kendileri gibi düşünmeyen herkese ‚terörist‘
etiketi yapıştırılıyor. Ahmet Şık’ın henüz basılmamış
kitabı, yasaklanıp yok ediliyor. Anda 64 gazeteci tutuklu yargılanıyor. Adalet Bakanlığı verilerine göre
2011 yılı Nisan sonu itibarı ile 124.074 kişi tutuklu.
Bunların % 50 sinden fazlası hükümet ve devlet karşıtı. AKP nin iktidar döneminde tutuklu sayısı % 101
artmıştır. Tutuklu milletvekili sayısı 8 dir. Bunların
5’i Kürt halkının seçtiğidir. Kürt halkının seçilmiş
yöneticilerinin düzmece senaryolar sonucu tutuklanmaları devam ediyor. 50’ler ABD’sinde yaşananlar ile
bugün ülkelerimizde yaşananlar ne kadar çok benzerlik taşıyor değil mi? Bugün AKP hükümeti, ‚cadı avını’ sürdürüyor. Demokrasi, hukukun temel ilkeleri,
insan hak ve hürriyetleri ayaklara paspas yaparcasına
çiğneniyor. AKP hükümeti, kendi McCarthyzmini
yaratıyor. Son günlerde yaşadıklarımız bunun böyle
olduğunu gösteriyor. Toplumun iliklerine kadar işlemiş bir korku düzeni yaratılmaya çalışılıyor. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle apolitize edilmiş halk iyice
kıskaca alınıyor ve toplumun dinamiklerini iyi bilen,
önder olabilecek insanlar susturulmak isteniyor. .
Ama çaresiz değiliz. AKP hükümetinin sözünü
ettiği hukuk, temeli üretim araçları üzerinde özel
mülkiyet olan, emekçilerin sermaye sahipleri tarafından sömürülmesi olan hukuktur. Bu sömürücü toplumda hukukun üstünlüğü; paranın, sermayenin üs-
İçişleri Bakanlığı, ‘terör’ eylemlerine
katılanları yakalatan ya da kimliklerini
ortaya çıkaranlara para ödülü verecek!
Medyaya yansıyan haber bu. Toplumla
mücadele yasası çerçevesinde İçişleri
Bakanlığı yeni bir yönetmelik hazırlıyor.
Bilindiği gibi 1991’de 3713 sayılı Toplumla
Mücadele Yasası (onlar buna Terörle
Mücadele Yasası diyor) yürürlüğe sokuldu.
Binlerce insan bu yasanın uygulanması
sonucu zindanlara atıldı. Bu yasanın
uygulamaları yeterli görülmediği için, 29
Haziran 2006’da TBMM’de 5532 sayılı
yasa kabul edildi.
güncel
güncel
18
çıkarlar. Bu dönem İkinci Dünya Savaşı öncesi ve
sonrasında komünist hareketin güçlü olduğu yıllardı.
Sosyalizmin anavatanı Sovyetler Birliği idi. ABD’de,
Amerika Komünist Partisi’ne karşı kimi oyunlar
tezgâhlanıyordu. Komünistlerin avına çıkılmadan
önce, kamuoyu yaratılması için yalan propagandaya hız veriliyordu. Eylül 1939’da Alman ordularının
Polonya’ya saldırması ile 2. Dünya Savaşı başlar. Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra, 1940 yılında ABD’de, “Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi”
kurulur. 29 Haziran 1940’da Amerikan Kongresi,
Amerikan hükümetinin devrilmesini savunmayı ve
bunun propagandasını yapmayı suç haline getiren bir
yasayı kabul eder. 1945 yılının Ağustos’unda ABD,
Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarını atar. Almanya ve Japonya teslimiyet belgelerini imzalar.
Dört yıl sonra, 1949’da Sovyet Birliği, atom bombasını yeraltında dener ve başarılı olur. Bu başarı,
ABD’nin elinde olan ‘atom bombası tekeli’ne son verir. “Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi” bu başarıyı, Sovyetler Birliği’nin buluşu olarak kabul etmez.
ABD içindeki ‘vatan hainlerinin’ atom bombası sırlarını, Sovyet Birliği’ne verdiğini, medyayı da arkasına
alarak kamuoyu oluşturmak için yoğun bir kampanya sürdürülür. Yoğun bir kampanya ile kamuoyu,
Sovyetler Birliği’nin kendi başına atom bombası yapamayacağına inandırılır. Atom sırlarını içerden birilerinin verdiği kesindir! Bilgiyi sızdıran ‘hainlerin’
bulunması da kaçınılmazdır.
Hemen bir senaryo hazırlanır ve buna uygun bir de
yönetmen de bulunur. Hem senaryo yazarı, hem de
yönetmen olarak, Wisconsin Senatörü McCarthy, bu
iş için en uygun kişidir. “Amerikan Karşıtı Faaliyetler
Komitesi”, bu iş için McCarthy ve ekibini görevlendirir. McCarthy, ABD’yi ‘bir korku ülkesi’ yapmak için,
arkasına Senato’yu ve medyayı alarak, işe kamuoyuna
‘korku tohumları’ ekmekle başlar. Aydınlar, gazeteciler, yazarlar, sendikacılar, bilim insanları ve sol eğilimli olan McCarthy’nin listesindeki 200 kişi ‘bu kirli
oyunun’ aktörleri yapılır. McCarthy, kendisi gibi düşünmeyen herkesi ‘Amerika düşmanı’ olarak görür.
McCarthy, dönemin yandaş basınını da yanına alarak soruşturmalara öncülük eder. Bu soruşturmalar
ve suçlamalar ABD’de bir karabasana dönüşür. Artık
Amerika’da, bir ‘cadı kazanı’ kaynamaktadır.
‘Cadı avı’ sırasında bütün tanıklardan Komünist
Parti’ye üye olup olmadıklarını, üye iseler, diğer üyelerin isimlerini ve artık bu işleri bıraktıklarını söylemeleri ve komite üyelerine artık yalnızca Amerikan
tünlüğü demektir. Bu hukuk, sermayenin çıkarlarını
emeğe karşı korumak görevine sahip olan hukuktur.
AKP hükümetinin sözünü ettiği demokrasi, gerçekte işçiler, köylüler, tüm emekçilere düşman, onların
üzerinde sermaye sahibi sınıflarının, burjuvazinin
diktatörlüğüdür. İşçilerin ve köylülerin uğrunda mücadele etmesi gereken demokrasi, bu demokrasi değildir. İşçiler, köylüler, emekçiler açısından uğrunda
mücadele edilmesi gereken demokrasi, sömürüye izin
vermeyen, sömürücülere karşı diktatörlük uygulayan,
işçilerin-emekçilerin demokrasisi, halkın demokrasisi ve sosyalizmdir. Gerçek hukuk, gerçek demokrasi
ancak Demokratik Halk Devrimi ile yolu açan sosyalizmle mümkündür. Görev, korku imparatorluğu yaratma girişimlerine karşı mücadele etmektir. Görev,
örgütlenmek ve mücadele etmektir. Görev, Kürt halkı üzerinde estirilen teröre karşı durmaktır. Görev,
özgürlüklerin sınırlarının sürekli genişlediği, özgür
bireylerin, özgür iradeleriyle oluşturduğu özgür bir
toplumu yaratmaktır. Bu hedeflere varmak için yapılacak ilk iş, bugünkü faşist düzeni işçi sınıfı önderliğinde devrimle yıkmak, yerine işçilerin-köylülerin
devrimci-demokratik diktatörlüğünü kurmaktır. Sömürücülerin saltanatına son vermenin tek yolu devrim için örgütlenmek ve mücadele etmektir. Başka
alternatif yoktur. Bu görev er veya geç başarılacaktır.
15 Ekim 2011 ✓
19
25 Kasım’da sokaklara,
eyleme!
25
20
Kasım tarihinin, Birleşmiş Milletler tarafından 1999 yılında tüm dünyada kadına
yönelik şiddete karşı mücadele günü olarak kabul
edilmesinden bu yana, kadınlar olarak dünyanın her
yerinde, bu tarihte alanlarda kadına yönelik şiddete
son diyoruz. 12 yıldır cinsiyetimize yönelik uygulanan şiddetin kapalı kapılar ardında kalmaması, görünür kılınması için mücadele veriyoruz.
Sayısal verilere göre ülkelerimizde her gün en az
beş kadın öldürülüyor. Öldürülme gerekçelerimiz,
yemeğin zamanında hazır olmaması, beyaz tayt giyme, kırıtarak yürüme, yabancı bir erkekle konuşma,
kahkaha atma vs. vs. gibi sudan ucuz bahaneler oluyor. Her gün onlarcamız tecavüze, binlercemiz cinsel
tacize uğruyor. Ki bunlar içinde, evlilik içinde kadının rızası olmadan girilen cinsel ilişkileri yani evlilik
içi tecavüzleri saymıyoruz bile. Öte yandan sokakta
yürürken uğradığımız sözlü, bakışlarla yapılan tacizler konusunda sayısal bir veri yazmak olanaksız. İş
yerlerinde amirlerimiz, patronlarımız ya da kendi iş
arkadaşlarımızın gerek psikolojik, gerekse fiziki baskılarına maruz kalabiliyoruz.
Şiddet bu kadar yaygın ve sıklıkla uygulanıyorken
en yetkili devlet ağızları yaşanan kadın cinayetleri
için “Münferit olaylardır, abartmaya gerek yok.” diyebiliyor. Boşanmak istediği için kocası tarafından
öldüresiye dövülen kadın koruma istediği halde ilgili
makamlarca dikkate alınmadığı için sonunda kocası tarafından öldürülebiliyor. Eğer bir ıssızda tecavüze uğradıysanız kabahat tecavüzcüde değil sizde
oluyor, hemen “dişi kuyruk sallamazsa…”, “böyle
açık saçık giyinirse…” diye başlayan cümleler kurulmaya başlanıyor. Çok değil birkaç ay önce Selçuk
Üniversitesi’nden Orhan Çeker isimli profesörün, bir
sözde bilim adamının yaşanan tecavüz olaylarına
ilişkin bir açıklamasında “Dekolte giyinen kadın tecavüzü hak etmiştir.” dediğini hepimiz hatırlıyoruz.
Yakın zamanda nihayete eren N.Ç. davasında da tam
da böyle bir süreç yaşandı. Hatırlamayanlar için bu
davayı hatırlatalım.
2002 yılında Mardin’de 13 yaşındaki N.Ç. isimli
bir kız çocuğuna tecavüz ettikleri gerekçesiyle aralarında memurların, yüksek rütbeli askerlerin, öğrencilerin, öğretmenlerin bulunduğu 26 kişi hakkında
Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Son
12 aydır da Yargıtay’da bekleyen dava yakınlarda sonuçlandı. Sonuç gerçek anlamda tüyler ürperticiydi
ve sözde tarafsız olan yargının ve devletin aslında
tarafsız olmadığını, erkek egemen anlayıştan taraf olduklarını ortaya koydu bir kez daha. Davanın görüldüğü mahkeme 13 yaşındaki bu kız çocuğunun söz
konusu 26 erkekle kendi rızasıyla birlikte olduğunu,
isterse karşı koyabileceğini söyledi ve dava, tecavüz
davası değil, 15 yaşından küçük kız çocuğuyla rızasıyla birlikte olma yönünde görülmeye başlandı ve
bu minvalde sonuçlandı. Üstüne bir de küçücük bir
kıza tecavüz eden bu canavarlara “iyi hal” indirimi
uygulandı. Ardından temyize giden dava bu sefer
Yargıtay’da görüldü. Yargıtay’ın da görüşü yerel mahkemenin görüşü ile aynı oldu ve sanıklara en fazla 4
yıl ceza verildi, kimisi ise serbest bırakıldı. Devlet bu
canavarların sırtını sıvazlayıp “belinize kuvvet” dedi
anlayacağınız.
Peki, tecavüz mağduru olanlar sadece “açık saçık”
giyinen kadınlar mı oluyor? İnternette tecavüz vakalarını şöyle bir karıştırdığınızda bunun böyle olmadığını görebiliyorsunuz. Tecavüze uğrayanlar arasında
80’lik nineler, örtülü kadınlar, bebekler, küçük yaşta
kız ve erkek çocukları, eşekler, köpekler vb. hayvanlar
var. Kadınlara yönelik tecavüz olaylarının en yoğun
yaşandığı ülkelerin başında kadınların çarşafsız dışarıya çıkamadıkları, şeriatla yönetilen İslam ülkeleri
geliyor.
Geçtiğimiz ay haberlere yansıyan bir olayda bir kişinin internet üzerinden “Tecavüz Spreyi” diye bir
ürün pazarladığı çıkmıştı ortaya. “Eğer birlikte ol-
mak istediğiniz kadını buna ikna edemiyorsanız bu
sprey tam size göre” diye bir de tanıtım yapılmıştı. Ve
bu spreyi edinmek için 4 saatte tam 100 kişi sipariş
vermişti. Sonrasında bunun uydurma bir ürün olduğu söylendi, ama asıl dehşet verici olan 4 saatte tam
100 kişinin herhangi bir kadına, kendisine karşı koy-
çıkmayacağı belirtilirken, erkeğin kadını dövmesine
çeşitli gerekçeler sunularak dayak meşru gösteriliyor.
Küçücük beyinler devlet eliyle bu feodal anlayışlarla
şekillendiriliyorlar.
Bütün bunlar kadına yönelik her türden şiddetin
münferit olaylar olarak açıklanamayacağını gösteri-
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günümüz
Peki, tecavüz mağduru olanlar sadece “açık saçık” giyinen kadınlar mı oluyor?
İnternette tecavüz vakalarını şöyle bir karıştırdığınızda bunun böyle olmadığını
görebiliyorsunuz. Tecavüze uğrayanlar arasında 80’lik nineler, örtülü kadınlar,
bebekler, küçük yaşta kız ve erkek çocukları, eşekler, köpekler vb. hayvanlar var.
ma riski olmadan rahat rahat tecavüz edebilsin diye
bu spreyden temin etmek istemiş olmasıydı.
Bütün bunlar münferit olaylar olarak değerlendirilebilir mi? Elbette ki hayır.
Sistem kadınlara ve erkeklere belli roller biçmiştir. Buna göre erkek asıl, kadın ise erkeğe bağımlı bir
varlıktır. Dinde de temelini bulan bu anlayışa göre
kadın erkeğin kaburga kemiğinden ve ona hizmet
etmesi için yaratılmıştır. Nitekim Kuran’ın yalnızca
erkeklere seslenmesi boşuna değil. Aynı anlayış ilkokul kitaplarında bile yerini buluyor. Babanın evin
reisi, annenin ise onun yardımcısı olarak lanse edildiği ilkokul kitaplarında, dayağın sebepsiz yere ortaya
yor. Kadına yönelik, yalnızca cinsiyetinden kaynaklı
şiddet olgusu bir bütün olarak erkek egemen, mülkiyetçi sistemin bir ürünüdür. Kapitalizm de erkek
egemen zihniyetin taşıyıcısıdır. Bu yüzden kadına
yönelik şiddet olaylarına karşı mücadeleyi kapitalist
sisteme karşı mücadele etmekten ayrı düşünmemek
gerekiyor. Bu 25 Kasım’da da bu mücadeleyi yükseltmek için alanlarda olacağız.
Yaşasın Kadın Dayanışması!
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
03.11.2011 ✓
21
Sendikalarda kadınlar
güçleniyor…
delerden ve dilden arındırarak, kadın erkek eşitliğini
gözeten yeni maddeler ekledik.”
Sendikanın ana tüzüğünde görev ve yetkilerinin tanımlandığı 4. madde’ye eklenen “r” fıkrası ile;
“Kadın-erkek eşitliğini savunmak, bu eşitliğin inşası
için evde, işyerinde ve sendikada gereken her türlü önlemin alınması ve uygulanması için çaba sarf etmek,
bu amaçla kadın büroları ve komisyonları kurmak,
kadına yönelik her türlü şiddete karşı mücadele etmek” sendikanın görev ve yetkileri arasına giriyor.
Bunun yanı sıra Merkez Yönetim Kurulunun Görev
ve Yetkileri’nin tanımlandığı 23 Maddeye de “kadın-
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
Petrol İş Sendikasından bir ilk adım
kalarda bu alanda yol almak oldukça zor. Fakat tüm
zorluklara rağmen bu mücadelelerin sonucu olarak
sendikaların kadın politikalarında belli olumlu gelişmeler de yaşanıyor.
Türkiye’de belki de ilk defa bir işçi sendikası kadın
işçilerin işyerlerinde yaşadığı olumsuzlukların önüne
geçebilmek için sendika ana tüzüğünde kadın çalışanlar lehine önemli değişiklikler yaptı.
Petrol İş Sendikası 17-18 Eylül tarihlerinde yaptığı
26. Olağan Genel Kurul’unda kabul ettiği tüzük değişiklikleri ile ilgili, sendikanın neden böyle bir adım
attığını şöyle ifade ediyor:
Türkiye’de sendikal hareket içinde yer alan az sayıdaki sınıf bilinçli
işçi kadınlar, son yıllarda daha fazla sendikaların erkek egemen
yapılarını sorgulamaya, buna karşı mücadele etmeye başladılar.
Elbette köklü bir erkek egemen yapıya, geleneğe sahip olan
sendikalarda bu alanda yol almak oldukça zor. Fakat tüm zorluklara
rağmen bu mücadelelerin sonucu olarak sendikaların kadın
politikalarında belli olumlu gelişmeler de yaşanıyor. Türkiye’de belki
de ilk defa bir işçi sendikası kadın işçilerin işyerlerinde yaşadığı
olumsuzlukların önüne geçebilmek için sendika ana tüzüğünde
kadın çalışanlar lehine önemli değişiklikler yaptı.
T
22
oplumun her alanında kadına yönelik şiddet ve
ayrımcılık tüm hızıyla devam ederken çalışma
yaşamında da kadınların erkek çalışanlardan farklı
olarak çok sayıda sorunları var. Kadın – erkek arasındaki ücret eşitsizliğinden tutalımda işyerinde cinsel
tacize kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor bu sorunlar.
Türkiye’deki sendikaların ne şekilde erkek egemen
yapılar olduğunu daha önceki yazılarımızda birçok
defa ortaya koymuştuk. Bırakalım erkeklerin ağırlıklı olarak çalıştığı işyerlerini, önemli sayıda kadının çalıştığı alanlarda bile örgütlü olan sendikalar-
da kadın temsiliyeti yok denecek kadar az, yönetim
kademelerinde kadınlar yok. Bu durumun en önemli
nedenlerinden bir tanesi kuşkusuz kendisine emek
örgütü diyen sendikaların esasta erkek egemen örgütler olması, kadın işçi ve emekçilere yönelik doğru
dürüst bir politikalarının olmamasıdır.
Türkiye’de sendikal hareket içinde yer alan az sayıdaki sınıf bilinçli işçi kadınlar, son yıllarda daha fazla
sendikaların erkek egemen yapılarını sorgulamaya,
buna karşı mücadele etmeye başladılar. Elbette köklü
bir erkek egemen yapıya, geleneğe sahip olan sendi-
“Sendikamız işyerlerinde, evlerde ve sendikada kadın ve erkekler arasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin ortadan kaldırılmasını yeni sendikacılık
anlayışının temel taşlarından biri olarak görürken,
kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığa karşı mücadele
ederek onların önündeki engellerin ortadan kaldırılması için uğraş veriyor.
Bu anlayıştan hareketle sendikamızda sekiz yıldan
beri Petrol-İş Kadın Dergisi çatısı altında kadın çalışmaları yürütülüyor. 17- 18 Eylül tarihleri arasında
sendikamızın 26. Olağan Genel Kurulu yapılıyor. Genel Kurulumuzda sendikamız kadın çalışmaları alanında da çok önemli adımlar atmayı hedefliyoruz.
Öncelikle sendikamız Ana Tüzüğünü toplumsal cinsiyet bakış açısıyla gözden geçirdik ve cinsiyetçi mad-
erkek eşitliğini sağlamak amacıyla toplumsal cinsiyet
eğitimleri vermek, kadın büroları ve komisyonları
kurmak” şeklinde bir bölüm ekleniyor.
Hem ana tüzüğün 4. Maddesinde hem de Merkez
Yönetim Kurulunun Görev ve Yetkileri’nin tanımlandığı bölümde kadın büroları ve komisyonlarının
kurulacağının belirtilmesi olumlu olmakla birlikte bu büro ve komisyonların nasıl oluşturulacağı ve
kime bağlı olarak çalışacağı konusunda bir netlik
yok. Bunun daha somut bir şekilde ortaya konulması
iyi olurdu. Aslında bu bağlamda sendika genel merkezine bağlı bir Merkezi Kadın Komisyonunun oluşturulması ile ilgili bir maddenin yer almaması eksikliktir. Çünkü eğer gerçekten şubelere bağlı sendika
kadın komisyon ve büroları kurulacaksa şubelerin
23
netim döneminde oluşturulan eylem planını ise şöyle
açıklıyor:
“• Petrol-İş Sendikası kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığa karşıdır, toplumsal cinsiyet eşitliğine kararlılıkla bağlıdır.
• Sendikamız kadın işçilerin hem evde hem işte kadınlık durumlarından kaynaklanan farklı bir ezilme
pratikleri olduğunun bilincindedir. Kadın politikası bu
bilinç üzerinde şekillenir.
• Kadın ve eşitlik çalışmaları bağlamında sendika
üyesi kadınlara yönelik güçlendirici özerk kadın eğitimleri yapacağız.
• Genel Eğitim Programında yer alan “Toplumsal
Cinsiyet” eğitimi derslerini sürdürür bu eğitimlerde
kadın üyelerin daha fazla yer almasını sağlamak için
gerekli önlemleri alacaktır.
• Sendikamız kadınlara yönelik veri, bilgi toplamayı önemsiyor ve toplumsal cinsiyet esaslı istatistiklerin
oluşturulması için önümüzdeki dönemde de çalışmalarını sürdürmeyi hedefliyor.
• Sendikamız toplumsal cinsiyet eşitliği politikasının
gündelik yaşam pratikleri içinde gelişip güçleneceğine inanıyor. Bu çerçeveden hareketle yönetimlerde ve
karar organlıklarında kadın katılımını artırmak için
gerekli önlemlerin alınmasını destekliyor.
• Sendikamız “eşdeğerde işe eşit ücret prensibini” benimsiyor. Kadın erkek arasındaki ücret ayrımcılığının
kalkması için mücadele veriyor.
• Petrol-İş Sendikası İşyerinde kadınlara yönelik cinsel tacizle mücadele etmeyi hedefleri arasında görüyor.
Ve toplu iş sözleşmelerde İş Kanunu’nun 24b ve 25 c
maddelerinin yer almasını teyit ediyor.
• Sendikamız son dönemlerde artan muhafazakârlıkla
birlikte hızla yükselen kadın cinayetlerine karşı ses çıkarmanın sendikal bir görev olduğunu düşünüyor. 25
Kasım 2011’de Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Gününde, Yaşama hakkı en temel insan hakkıdır: Kadın
cinayetlerine son başlığı altında dost sendikalarla birlikte ülke çapında bir kampanya başlatmayı hedefliyoruz.”
Aslında şimdi iş, esas olarak bu kararları aldıran sınıf bilinçli kadın işçilere düşüyor. Bu kararların peşini titizlikle takip etmek, yapılmadığında korkmadan
hesap sorabilmek ve en önemlisi kararların hayata
geçirilmesi için kadın işçilerin bizzat kendilerinin
güçlü ve kararlı bir mücadele yürütmeleri gerekiyor.
Ancak o zaman sendikalar erkek egemen örgütler olmaktan kurtulabilir.
Ekim 2011 ✓
“Geleneksel” 8 Mart davası
duruşmalarının ilki görüldü
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
24
de üzerinde bağlı oldukları merkezi bir kadın komisyonunun olması ve hatta bu komisyonun karar alma
yetkisinin olması, kadın işçilerin gerçek temsiliyeti
açısından atılacak önemli bir adım olurdu. Örneğin
Birleşik Metal İşçileri Sendikasının merkezi bir İşçi
Kadın Komisyonu var. Fakat ne yazık ki bu komisyonun henüz bir karar alma yetkisi yok. Ancak, yapmak
istediği çalışmalar ile ilgili merkeze tavsiye kararları
sunabiliyor.
Maddenin devamında aynı zamanda toplumsal
cinsiyetçiliğe karşı da eğitimlerin verilmesi gerektiğinin belirtilmesi önemli. Petrol İş sendikası bu eğitimleri öncelikle erkek işçilere veriyor.
Sendikanın ana tüzüğünde disiplin cezalarının sayıldığı 123.Madde eklemelerle şu hale geldi:
“Merkez ile şube disiplin kurulları, Sendika Anatüzüğüne uymayan, sendika tüzelkişiliği aleyhinde faaliyet gösteren, sendikanın ilkelerine, amaçlarına ve hedeflerine aykırı davrananlar ile kadına yönelik cinsel
taciz, mobbing ve şiddet uygulayanlar hakkında aşağıdaki disiplin cezalarını vermeye yetkilidir. Kadınlara
yönelik şikayetlerde, kadının beyanı esastır, karşı
taraf aksini ispatla yükümlüdür.”
Kadın çalışanların önemli bir kesiminin işyerinde
yaşadıkları cinsel taciz çok fazla gündeme getirilmeyen, sendikaların ise neredeyse hiç üzerinde durmadıkları önemli sorunlardan birtanesi. İstatistiklere
gerek yok. Kendi çevremizde bile çalışan kadın arkadaşlarımızla konuştuğumuzda bunun ne kadar yaygın olduğunu görebiliyoruz. İşyerinde cinsel taciz çok
yaygın olmasına rağmen tacizin açığa çıkmamasının
en önemli sebebi çoğu zaman kadın işçilerin değişik
gerekçelerle tacizi deşifre etme konusunda isteksiz
davranmalarıdır. Bu da gayet anlaşılır bir durumdur. Çünkü erkek egemen bu toplumda çoğu zaman
durum, tacizi yaşayan ve bunu deşifre eden kadının
aleyhine sonuçlanabiliyor. Kadın, tacizin suç ortağı
yapılmaya çalışılarak erkek egemen iğrenç atasözleri
ile taciz haklı çıkarılmaya çalışılıyor ve çoğu zaman
kadın işten çıkmak zorunda kalıyor yada çıkartılıyor.
Bu açıdan Petrol İş Sendikasının aldığı bu karar çok
önemlidir. Özellikle kadının beyanının esas alınması ve karşı tarafın aksini ispatla yükümlü kılınması
önemli bir karardır. Burada tabii ki daha da önemlisi
alınan bu kararların ne kadar pratiğe uygulanacağı
ile ilgilidir. Ancak gerçekten ‘kadının beyanı esastır’
ilkesi pratiğe uygulanabildiği ölçüde kadınların sendikaya olan güveni ve gücü de artacaktır.
Petrol-İş Sendikası önümüzdeki dört yıllık yeni yö-
Her açıklamasında ileri demokrasiden bahsedenlerin demokrasiden ne anladıklarını
ortaya seren bir dava 8 Mart davası.
D
evlet, demokratik taleplerini haykırmak için
alanlara çıkan biz kadınlara tahammülsüzlüğünü bir kez daha gösterdi. 6 Mart 2011’de işçi ve emekçi kadınlar günü olan 8 Mart için düzenlenen mitingin tertip komitesine dava açıldı. Adana 4. Sulh Ceza
Mahkemesi’nde açılan davanın gerekçesi Toplantı ve
Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet olarak belirtildi.
2911 sayılı kanunun 12. ve 28/3. maddelerine dayanılarak açılan davanın ilk duruşması 18 Ekim’de
görüldü. Duruşma, eksik ifadelerin tamamlanması ve
savunma delillerinin toplanması için ileri bir tarihe
ertelendi.
Savcılığın gönderdiği duruşmaya ilişkin evrakta
davaya sebep suçumuz şöyle ifade edilmiş: “… Tertip
Komitesi olarak yer aldıkları 8 Mart Kadın Mitingi
konulu toplantı ve gösteri yürüyüşü sırasında PKK/
KONGRA-GEL terör örgütü ve elebaşısının propagandasının katılımcılar tarafından yapıldığı halde
düzenleme kurulu üyelerinin bu duruma “emniyet
mensuplarının ve hükümet komiserinin” ihtarlarına
rağmen müdahale etmeyerek…” denilerek ilgili kanun maddelerinin ihlal edildiği söylenmiş. Yani tertip komitesinin suçu katılımcıları attıkları sloganlar
nedeniyle uyarmamaları.
Duruşma günü Adana Kadın Platformu bileşenleri
olarak İnönü Parkı’nda bir basın açıklaması yaptık.
Basın metninde şunlara söylendi: “Yeni anayasa tartışmalarının yapıldığı, sözde ülkenin demokratikleştiği bir dönemde yine hukuk ve mantık dışı bir yargılamayla karşı karşıyayız. Bizce 8 Mart Mitingi Tertip
Komitesi üyelerinin yargılanması utanç vericidir.
Adana’da gerçekleştirdiğimiz mitingde herhangi bir
olay çıkmamasına rağmen bu şekilde dava açılması
ile kadın hakları savunucularına, eşitlik, özgürlük,
barış isteyenlere gözdağı verilmek istenmektedir. Bu
aynı zamanda düşünce ve ifade özgürlüğüne, toplanma ve örgütlenme özgürlüğüne vurulmak istenen bir
darbedir.
Kadın cinayetleri işleyenler, kadına şiddet uygulayanlar, Fethiye davasındaki gibi tecavüzcüler, N.Ç.
olayında olduğu gibi çocuk istismarcıları hak ettikleri cezalara çaptırılmazken, kadının özgürlüğü ve
eşitliği için mücadele eden kadınların bu şekilde cezalandırılmak istenmesini düşündürücü buluyoruz.
Kadınların 8 Martı kutlamalarına, eşitlik, barış, kardeşlik, şiddetsiz bir dünya taleplerini dile getirmelerine öncülük eden Miting Tertip Komitesi üyelerinin
yargılanmaları kabul edilemez. Bu yargılamalarla
tertip komitesi şahsında binlerce kişi suçlu ilan edilmekte ve sindirilmeye çalışılmaktadır.”
Geçen yıllarda da hemen hemen aynı gerekçelerle
tertip komitelerine davalar açılmıştı. Bu nedenle 8
Mart davaları artık geleneksel hale gelmiş durumda.
Birçok yerde 8 Mart mitingleri düzenlenmiş olmasına karşın bir tek Adana’da tertip komitesine böyle bir
dava açıldı.
Her açıklamasında ileri demokrasiden bahsedenlerin demokrasiden ne anladıklarını ortaya seren
bir dava 8 Mart davası. Mitingde yaşanan her türlü
olumsuzluktan tertip komitesinin sorumlu tutulması
bu tür mitingleri, yürüyüşleri yapılamaz hale getiriyor. Devlet biz kadınlara kırın dizinizi oturun evinizde diyor. Bütün bu baskılar, davalar bizleri yıldırmak
için yapılıyor. Tertip komitesi şahsında mitinge katılanların tümü yargılanıyor aslında. Bu şekilde örgütlü mücadelemiz baltalanmak isteniyor.
Bütün bu baskılara ve sindirme politikalarına karşın biz kadınlar diyoruz ki bu baskılar, bu şiddet ortamı, bu korkutma, yıldırma politikaları biz kadınları
yıldıramayacak. Eşit, demokratik, özgür bir dünya
için mücadele etmeye devam edeceğiz. Alanlarda taleplerimizi daha yüksek sesle haykıracağız.
Örgütlenme Hakkımız Engellenemez!
24 Ekim 2011 ✓
25
10 yıl önce 10
yıl sonra…
- ABD-AFGANİSTAN -
A
fganistan’da anda yürüyen savaş ve işgal süresi 10 seneyi doldurdu, geçti bile. Bu savaşın
başlangıç tarihi 7 Ekim 2001’di. Bu savaş, 11 Eylül
2001’de yaşanan ve ABD emperyalizminin en önemli
sembollerinden biri olan New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin (DTM) iki kulesine, Washington’daki Pentagona vb. yönelik saldırıların bahane olarak
kullanılmasının ve “terörizme karşı mücadele” adına
emperyalist saldırganlığın bir sonucuydu. Bu anlamda 10 yıl önce, 11 Eylül 2001’de yaşanan bu saldırılar,
bu tarihten itibaren 10 sene içinde yaşanan savaşların, emperyalist saldırganlığın ayyuka çıkarılmasının da 10. yıldönümüdür.
Bu 10 sene dünya halklarına, işçi ve emekçilerine
karşı her alanda, yoğun saldırıların yaşandığı yıllar
oldu. Kuşkusuz ki bu saldırıların somutlaştırılması bir makalede mümkün değil. Buna rağmen genel
olarak 11 Eylül 2001 ve sonrası dönemin kimi görüntülerini hatırlatmakta yarar var.
11 EYLÜL 2001…
26
Her şeyden önce bilince çıkarılması gereken nokta,
sözkonusu saldırı eylemlerinin faillerinin kim olduğu gerçeğinin bugüne kadar net biçimde açığa
çıkmaması durumudur. Daha saldırıların yaşandığı gün, hiçbir araştırma bile yapılmadan “terörizme
karşı savaş” ilan edilmiş ve “baş düşman” olarak da
“islami terörizm” bulunmuştu.
Olaylar hakkında yapılan açıklamaların inandırıcılığı yoktu. Cevap bekleyen onlarca soru var: çelik-beton yapının teknik olarak nasıl böyle çökeceği, sayısız
patlamaların nasıl meydana geleceği, büro malzemelerinin mobilyadan bilgisayarlara kadar hiç birinin
yıkıntılar arasında bulunmamasının nasıl mümkün
olduğu, askeri alanda kullanılan yüksek etkili patlayıcı madde olan “Nanothermit”in İkiz Kulelere ve
enkazına nasıl ulaştığı vb. vb. sorular gibi; küllere dönüşerek çöken kulelerin enkazında, hiç bir zedeleme
olmadan “terörist” pilotun kimliğinin nasıl bulunabileceği, Pennsylvania’da düştüğü söylenen uçağın ne
enkazının ne insan cesetlerinin ve ne de kan izlerinin
bulunduğu veya acemi pilotların, tek motorlu uçağı
bile süremeyenin, nasıl olur da Boeing 757 uçağı gibi
büyük bir uçağı hem de 900 km. hızla “hedefi 12’den”
vurabilir gibi sorular da cevap bekleyen haklı sorulardır.
Bu durum kimi kesimlerin sözkonusu saldırıların
bizzat ABD emperyalizminin kimi güçleri tarafından
planlandığı yönlü düşünceleri savunmasına yol açtı.
Gerçeğin resmi ABD açıklamalarına uygun olmadığı
kesindir. ABD emperyalistlerinin gerçeklerin üzerini
her türlü araçla örtmeye çalıştığı da kesindir. Ama,
10 sene önce olduğu gibi, 10 sene sonra da saldırıların
kimler tarafından planlandığı belli değil. Bu bağlamda esas sorun, saldırıların kimler tarafından planlandığından çok, kime nasıl hizmet etttiğidir, kimler
itibaren ezmek, yok etmek için önlemler almış ve
“terörizme karşı mücadele” adına kamuoyundan da
önemli bir tepkiyle karşılaşmamıştır.
Bu özetlediğimiz duruma bakıldığında 11 Eylül
2001 saldırısının, ilk anda ABD emperyalizmine
maddi ve manevi zarar verse de, genelde emperyalist
sisteme zarar vermeyen, esas olarak emperyalistlerinkapitalistlerin dünya halklarına, işçi ve emekçilerine
karşı saldırı için kullandığı ve bu bağlamda da egemenlerin işine yarayan bir saldırı olduğu ortadadır.
11 Eylül 2001’in 10. yıldönümü aynı zamanda emperyalistlerin halklara, ezilenlere karşı yeni bir saldırıya geçişin de yıldönümüdür. Bu yıldönümünde
İkiz Kulelere yönelik yapılan saldırıyla yaşamını
yitiren yaklaşık 3000 insanı anmak, böylesi bir barbarlığı mahkum etmek doğrudur. Fakat egemenlerin
“insanlıkdışı”lıktan, ya da “insanlık düşmanlığı”ndan
bahsedip yaşamını yitiren bu 3000 insana sahip
çıkması büyük bir sahtekârlıktır. 11 Eylül 2001 saldırısıyla ilgili olarak 13 Eylül 2001 tarihinde takındığımız ve dergimizin 49. sayısında yayınladığımız
tavrımızda bu konuda şunları bilince çıkarmıştık:
“Bugün bu eylemin insanlık dışılığından vb. söz
eden emperyalistler;
– Bu dünyada her gün onbinlerce çocuğun açlıktan,
hastalıktan ölmesinin sorumlusudurlar.
– Bu dünyada bugün de yaşanan gerici, karşıdevrimci savaşlarda milyonlarca insanın ölmesinin, on
milyonlarcasının sakat kalmasının sorumlusudurlar!
– Bu dünyada nüfusun büyük çoğunluğunun açlık
sınırında yaşamasının sorumlusudurlar!
– Bu dünyada her gün artan işsizliğin, yoksulluğun,
açlığın, kıtlığın sorumlusudurlar.
– Bu dünyada doğal kaynakların hoyratça talan
edilmesinin, ozon tabakasının delinmesinin, işaretleri gündemde olan iklim felaketinin, doğal dengelerin bozulmasının, yaşam temellerinin sarsılmasının
sorumlusudurlar.
Barbarlık, insanlık düşmanlığı, insanlık dışılık herkesten önce emperyalistlere ait ve onlara yakışan sıfatlardır.” (sayfa 3)
Bu alıntıda sayılan tüm konularda olduğu gibi, sayılmayan konularda da emperyalist barbarlığa, insanlık düşmanlığına bu arada 10 senelik daha barbarlık ve insanlık düşmanlığı eklendi!
Sadece Afganistan ve Irak savaşlarında yaşamını
yitirenlerin, katledilenlerin sayısı kesin olarak belli
olmasa da yüzbinlerce ifade edilmektedir. Milyonlarca insan evinden-yurdundan edilmiş göç yollarına
panorama
panorama
PA NOR A M A
tarafından nasıl ve ne için kullanıldığıdır.
Sözkonusu saldırılar en başta ABD emperyalizmi
olmak üzere emperyalistlerin, gericilerin dünyaya
egemen olma, paylaşım dalaşında kullandıkları, kullanmaya çalıştıkları bir fırsat oldu.
Özellikle 1990’lı yılların başlarında sosyalemperyalist Rusya (SSCB) önderliğindeki “Doğu Bloku”nun
dağılmasıyla “komünizmin çöküşü”, kapitalizmin
zaferi ilan edilmiş, ama Batılı emperyalistlerin “baş
düşman”ı da ortadan kalkmıştı. Kuzey-Güney (zengin, fakir) kutuplaşması ya da “Uygarlıklar çatışması”
teorileri temelinde “yeni baş düşman” tespit edilmeye
başlandı ve 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra “Uygarlıklar çatışması” teorisi temelinde İslam “baş düşman” olarak sunulmaya başlandı.
11 Eylül 2001 ertesinde emperyalist, kapitalist ülkelerde savaş düzenine geçildi. Emperyalist, kapitalist ülkelerde artan işsizlik; ücret düşüşleri, arttırılan vergiler vb. 11 Eylül saldırısı ve “terörizme karşı”
zorunlu olan savaşın giderleri ile açıklandı! İşçilere,
emekçilere bu yönlü saldırıların sonu gelmedi…
ABD emperyalizmi somut olarak ekonomik krizden çıkışın yolu olarak da Afganistan’a karşı savaş
başlattı. Bilindiği gibi 2003 Mart ayında da Irak’a yönelik savaş başlatıldı ve ABD’de ekonomik kriz savaş
yoluyla birkaç yıl ertelendi…
Savaşların yürütülmesine paralel olarak emperyalistlerin saldırganlığı ve dünyayı paylaşım dalaşında
gündeme getirdikleri noktalardan biri de, genel olarak başka ülkelerin iç işlerine karışma, işlerine gelmeyen yönetimleri “terörizme karşı mücadele” adına
savaşlarla alaşağı etmek vb. edimlerdir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası düzeyde kabul edilen ve ülkelerin bağımsızlığına saygı ve
içişlerine karışmama gibi uyulması gereken kurallar
pratikte devredışı bırakılmıştır. Bu bağlamda uluslararası düzeyde militarizm, saldırganlık daha yüksek
düzeye çıkarılmıştır.
Buna paralel olarak başvurulan önlemlerden biri
de emperyalist ve emperyalizme bağımlı ülkelerde,
“terörizme karşı önlem”, “güvenlik yasaları” çıkarma
adına iç faşistleşmenin geliştirilmesidir. En kısa ifadesiyle demokratik haklar kısıtlanmış, milliyetçilik
ve ırkçılık azdırılmış, devletin halk üzerindeki kontrolü, en gelişmiş tekniğin kullanılmasıyla da hiç bir
zaman olmadığı kadar yoğunlaştırılmıştır.
Tüm bunlara bağlı olarak emperyalist, kapitalist
ülkeler, içte genelde her türlü muhalefeti boğmaya
çalışırken, özelde devrimci muhalefeti en başından
27
ABD, dünyada eşsiz liderlik rolünü oynamaya devam
edecektir.” (aynı yerden)
Obama siyasi sahtekarlığını gelecek sene yapılacak seçimleri de gözönüne alarak daha da taşınamaz
düzeye çıkarmakta ve “tüm insanların saygınlığı ve
evrensel haklarını” vb. vb. savunacaklarını vaat etmektedir.
sürdürürken, Afganistan’a yönelik savaşı başlatmanın bahanesi olarak öne sürülen El Kaide’ye karşı neler yaptıklarını şöyle açıklıyor:
“Birlikte çalışarak El Kaide planlarını bozduk, Usame Bin Ladin’i ve liderliğinin büyük kısmını saf dışı
bıraktık ve El Kaide’yi yenilgi yoluna soktuk.” (aktaran Hürriyet, 11 Eylül 2011)
Başka bir ifadeyle ABD emperyalizmi tüm müttefikleriyle yürüttüğü savaşta El Kaide’yi hâlâ yenmemiştir… ama “yenilgi yoluna sokmuştur”!!!
Sonuçta ABD emperyalizminin dünyaya egemen
olma amacını da şöyle ifade etmektedir:
“Barış ve refah dolu bir gelecek arayan uluslar;
Amerika Birleşik Devletleri’nde bir ortağınız var. Ülkemizde ekonomik sorunlarla karşı karşıya olsak da
olacak. Bu terörist intikam saldırıları, yığınlara Batının demokrasi, insan hakları gibi yüce değerlerinin!!!
terörist saldırılara karşı savunulması, suçluların cezalandırılması vb. olarak sunulacak!
Cezalandırılacak olan başta bazı islam ülkelerinin
yoksul halkları olmak üzere, ezilen halklardır!
Cezalandırılacak olan emperyalistlerin her dediğine evet dememe cüreti gösterenler olacaktır.” (sayfa 5)
Bu tespitimizin onaylanması için fazla beklememize gerek kalmadan, 7 Ekim 2001 tarihinde ABD emperyalizmi ve müttefiklerince Afganistan’a yönelik
savaş başlatıldı.
ABD emperyalizmi Taliban yönetiminden Usame
Bin Ladin’in kendilerine teslim edilmesini istemiş,
Taliban yönetimi de ABD’nin Bin Ladin’in 11 Eylül
7 EKİM 2001…
13 Eylül 2001 tarihli yazımızda (sayı 49) 11 Eylül 2001
saldırıları sonrası gelişmeleri aktarırken şunları söylemiştik:
“Şimdi sırada ABD’nin ilan edilmiş terörist intikam
saldırıları var. Bu intikam saldırılarının adı kendini
NATO çerçevesinde terörist saldırıya karşı savunma
saldırılarının sorumlusu olduğuna dair belge/ isbat
vermesi durumunda Bin Ladin’i yargılamaya hazır
olduğunu belirterek Bin Ladin’i ABD’ye teslim etmeyi kabul etmemişti…
Böylece savaşı başlatmanın bir bahanesi daha bulunmuştu… Taliban rejiminin El Kaide’yi Afganistan’da
barındırdığı ve desteklediği gerekçesiyle kitleleri “terörizm tehditiyle” korkutarak; Afganistan’a “demokrasi götürmek” için Afganistan bombalanmaya başlandı.
Yaklaşık üç ay süren savaşla Taliban rejimini devirdiler, ülkeyi işgal edip bölge bölge müttefiklere
paylaştılar. BM’ye bağlı ISAF güçleri ile ABD emperyalizminin “Sınırsız Özgürlük Harekatı” güçleri
Afganistan’a yerleşti ve sayıları her sene giderek arttı.
11 Ağustos 2003 tarihinden itibaren de ISAF güçlerinin komutası NATO’ya devredildi, 2008 yılında da
ABD emperyalizminin güçleri de NATO komutasına
verildi. Andaki işgal gücü sayısı 100.000’in çok üzerindedir.
2001 yılı Aralık ayında Almanya’nın Bonn şehrinde Petersberg’de yapılan “Afganistan Konferansı”yla
Karzai önderliğindeki kukla yönetim atandı ve yapılan sonraki konferanslarla belirlenen “geçiş takvimi” ve planlarının uygulanması yönlü kararlar alındı. Geçiş takvimi gecikmeli de olsa 2005 yılı Eylül
ayında yapılan seçim oyunuyla tamamlandı. Fakat
Afganistan’a götürülmek istenen “demokrasi” bugüne kadar Afganistan’a uğramadı bile! “Demokrasi
ihracı”na bağlı olarak kamuoyuna yönelik öne çıkarılan “Afganistanlı kadınların haklarını savunma”
sahtekârlığı ise kısa sürede terkedilmek zorunda kalındı. Çünkü gerçekler, az da olsa medyaya yansıyarak, kadınların durumunun, savaş ve işgal döneminde –Taliban rejiminin devrilmesinden sonraki kısa
dönem dışında- iyileşme yerine daha da kötüleştiğini
gösteriyordu.
Aradan geçen 10 senelik süreçte, gerçekte Afganistan halklarının hiçbir sorununa çözüm getirilmemiştir. (Afganistan’daki savaş ve işgal ile ilgili dergimizin
değişik sayılarına bakılması, bu süreçte somut olarak
nelerin yaşandığına, sorunların neler olduğunu takip
etmeye, hatırlamaya yardımcı olacaktır.)
Bu arada savaş sadece Afganistan’la sınırlı bırakılmamış Pakistan’a da genişletilmiştir. Taliban rejimi
yıkılmıştı ama işgalciler ve işbirlikçilerinin, savaş
ağaları, uyuşturucu ve silah tüccarlarının yönetimi,
kitlelerin üzerindeki baskı ve zulüm açısından daha
iyi değildi. Emekçi kitleler iki zorba, gerici, dinci fa-
şist ve işgal ile savaş durumu arasında ezilme durumunda.
Gelinen yerde 2014 yılından itibaren Afganistan’ın
güvenliği!!! Afganlılara bırakılacağı yönlü planlar
dillendirilmektedir. Savaşa karşı olan kitlelerin protestolarını dindirmenin yanısıra, savaşın işgalci güçlere mali açıdan getirdiği yük, özellikle 2008 yılındaki mali ve ekonomik krizle kendisini daha da fazla
hissetirmektedir.
Traji-komik gibi ele alınabilecek gelişme ise, savaşın
başında yönetimden edilen Taliban güçleri ile son yıllarda yürütülen görüşmeler ve pazarlıklardır. Irak’ta
Baas rejiminin kimi önde gelen temsilcileri dışındaki
güçlerle görüşme ve anlaşma sonucu sözkonusu güçlerin polis ve askeri güçlere entegre edilmesiyle işgale
karşı direnişin zayıflatılması yönlü hesap ve taktik
Afganistan’da Taliban güçleriyle anlaşmaya çalışma
biçiminde kendisini göstermektedir. Sözkonusu görüşmeler, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla “Yüksek
Barış Konseyi” Başkanı Rabbani’nin 20 Eylül 2011 tarihinde öldürülmesiyle “dondurulmuş” durumdadır
ve gelişmelerin hangi yönde olacağı belli değil.
Afganistan’da savaş döneminde öldürülenlerin
sayısı tam olarak belli değil. ABD emperyalizminin
işgalci komutanlarından Tommy Franks’ın “Biz cesetlerin sayımını yapmıyoruz!” tavrına uygun olarak
işgalcilerin gerçekte katlettiği insanların sayısı da
gizleniyor. Yapılan kimi açıklamalarda ise sözkonusu
rakamlar mümkün olduğunca düşük gösterilmektedir.
Kimi savaşa karşı olan burjuva kurumların “dikkatli” tahminlerine göre Afganistan’da 70.000’den
fazla insan öldürülmüştür. NATO askeri olarak ifade
edilen işgalcilerin ölü sayısı ise 2500 kadar gösterilmektedir.
Afganistan’da güvenlik durumu ise özellikle son
iki-üç sene giderek daha da kötüleşmiştir. Bir işgal ve
savaşın olduğu bir ülkede, eğer “güvenlik” durumu
giderek kötüye gidiyorsa, bu, gerçekte savaşın daha da
barbarlaştığını gösterir.
Bu da kendisini esasında sivil kesimin günlük yaşamında, insan olarak sahip olduğu, daha doğrusu olmadığı insan haklarında (yaşama hakkından, beslenme, barınma, çalışma, okuma, eğitim, örgütlenme ve
ifade etme özgürlüğüne kadar tüm temel insan haklarından yoksun olmak) kendisini göstermektedir.
İşgalin ve savaşın olduğu bir yerde burjuva anlamda da demokrasi olamaz!
Bombalanıp yakılıp yıkılan, viraneye dönen bir
panorama
panorama
28
düşürülmüştür. vb. vb. “İslami terörizme karşı” mücadele adına kimi Afrika ve Asya ülkelerinde yürütülen “taşeron” savaşlar ve bunların sonuçları hesaba
katıldığında, doğrudan savaşlarda katledilenlerin,
sürgün edilenlerin sayısı çok daha yüksektir.
Başta ABD emperyalizminin temsilcileri olmak
üzere Batılı emperyalistlerin 11 Eylül 2001’in 10. yıldönümünde sözkonusu saldırıları lanetleyip sözde
3000 civarında yaşamını yitiren İkiz Kulelerde çalışanları anmaları 10 yıl önce olduğu gibi bu sefer de
büyük bir sahtekârlıktır.
ABD Başkanı Barak Obama 11 Eylül’ün yıldönümünde yaptığı konuşmada bu sahtekârlığı sözkonusu
saldırıların “…tüm dünyaya, insanlığa ve paylaştığımız ümitlere karşı bir saldırı olduğunu” söyleyerek
29
rinden petrol ve doğal gaz transport etme yolunu sağlamak, Rusya, Çin ve İran’a karşı kullanabileceği üsse
sahip olmak, savaşla, silahlanmayla savaş endüstrisi
ve ekonomisinin kârlarını yükseltmek, görevi değiştirilmiş NATO’nun varlığını sürdürmesi vb. vb. Kısacası dünyaya egemen olma dalaşında nüfuz elde
etmek!
Afganistan savaşının 10. yıldönümünde işgalci güçlerin kimi temsilcilerinin yaptığı açıklamalar, esasında kendi hedeflerine istedikleri gibi ulaşamadıklarına işaret etmektedir. Bu bağlamda bilince çıkarılması
gereken bir nokta da, eğer emperyalistlerin temsilcileri “başarısızlıktan” bahsediyorsa, bu “başarısızlığın”, gerçekte demokrasiyi savunma, insan haklarını
yerleştirme ya da kadınların ezilmesine son vermek
ile hiç bir bağının olmadığı gerçeğidir.
Gelinen yerde 2014’ten itibaren ülkenin güvenliğinin sorumluluğunu Afganistan ordusuna, polisine
devredileceği ve işgal gücünün adım adım çekileceğinden bahsedilse de emperyalistlerin hesap ve amaçları değişmemiştir. Aralık ayı başında Almanya’nın
Bonn şehrinde Petersberg’de yapılması planlanan
“Afganistan Konferansı”nda “siyasi çözümler” ve “askeri birliklerin” çekilmesi vb. konular tartışılacaktır.
Önemli bir nokta da ABD’nin NATO’nun savaş giderleri bağlamında müttefiklerinden daha fazla mali
kaynak istemesidir. Bu konferansta Afganistan halklarının sorunlarına çözüm için herhangi önemli bir
karar çıkmayacağı kesindir.
Afganistan halkları, önümüzdeki yıllarda da işgal
ve savaşla, ya da yeni biçimiyle Taliban güçlerinin
de içinde yer aldığı gerici, işbirlikçi rejimin baskısı,
zulmü altında kalacağa benziyor. İşgalciler, islamcı
feodal gerici faşistler, savaş ağaları Afganistan’daki
yaşama damgasını vurmaktadır.
İşgal ve savaşın 10. yıldönümünde Afganistan’ın
başkentinde yapılan protestoda atılan sloganların başında “İşgale hayır!” ve “Amerikalılar defolun!” gibi
sloganlar geliyordu. Sözkonusu bu protestoya yüzlerce insanın katıldığı ve protestoyu örgütleyenin “Afganistan Dayanışma Partisi” adlı sol örgüt olduğu bilgisi de medyaya yansıdı.
Demokrat ve devrimci kesim ne yazık ki çok güçsüz
durumda. Anda güçsüz olsalar da Afganistan halklarının işgal ve işgalcilerden, islamcı faşistlerden, savaş
ağalarından kurtulması için mücadele verenler, geleceği temsil etmektedir ve enternasyonal dayanışmamız bunlarladır!
27 Ekim 2011 ✓
Filistin BM’ye
tam üye
olabilecek mi?
panorama
panorama
30
ülkede, insanların doğru dürüst başlarını altına sokacağı evleri yokken ve eğitim sisteminin –iyi ya da
kötü– neredeyse ortadan kaldırıldığı yerde çocukların eğitiminin, kız çocuklarının okula gitmesinin
mümkün olmadığı, olamayacağı da açıktır. Kimi
araştırmaların sonuçlarına göre anda 4 milyondan
fazla çocuğun okula gitme ve eğitim görmesi sadece
bir hayal olma durumundadır.
Demokrasi oyunu oynamak için de olsa parlamentoya seçilmesine göz yumulan, ama dinci gerici kesimin saldırılarına maruz kalan Malalai Joya’nın deyimiyle işgal ve savaş kadın hakları bağlamında da “hiç
bir iyileştirme” getirmemiştir. Tersine, özellikle son
yıllarda kadınların durumu kötüleşmiştir. Kadınlar
tecavüze uğramakta, kaçırılmakta, katledilmektedir.
Asitle yakılmaktadır! Bu baskılardan “kurtulmak”
için birçok kadın intihar etmekte, etmeye kalkışmaktadır. Sözkonusu intiharların öne çıkan biçiminin de
kendisini yakmak olduğu belirtilmektedir. Sadece geçen sene 22.000 kişinin yanma sebebiyle hastanelere
başvurduğu ve bunların çoğunluğunun kadın olduğu
yönlü bilgi de medyaya yansıyan bilgiler arasındadır.
Malalai Joya’nın deyimiyle “Tüm bu yıllarda işgal,
ABD/NATO-Birlikleri sadece savaş, terör, yoksulluk, zorbalık ve güvensizlik getirdi.” Gerçek durum
da böyledir! Buna ek olarak söylenecek şey, son dönemde Taliban güçlerinin işgalci güçlere saldırılarının –hem de başkent Kabil’de– giderek yoğunlaştığı
ve eşzamanlı eylemlerle işgalci güçlere daha çok zarar
verdiği gerçeğidir.
Kimi gerçekler artık saklanamıyor! BM Afgan
güvenlik güçlerini –sanki bunlar işgalci güçlerden
bağımsızmış gibi ve aslında işgalci güçlerin işkence
yaptığı gerçeği gizlenmeye çalışılmakta– tutuklulara
sistemli işkence yapmakla itham etti. Buna göre en
azından 7 (yedi) tutuklama merkezinde istihbarat ve
güvenlik güçleri işkence metotlarını uygulamaktadır.
Sonuçta 10 sene sonra da açıktır ki, emperyalistlerin Afganistan’a yönelik savaşının amacı, Afganistan
halklarını Taliban rejiminden kurtarmak, “demokrasi” götürmek, Afganistanlı kadınlara “özgürlük” sağlamak vb. vb. değildi, değildir.
Her işgalci gücün kendine göre hesap ve çıkarı var.
ABD emperyalizminin Afganistan’dan resmen çekilmesi durumunda, yine de Afganistan’da kalacağı
daha şimdiden kesindir. En azından beş askeri üs inşa
edilmektedir. ABD emperyalizminin Afganistan’a
yerleşmesinin çok yönlü hesabı var. Afganistan’daki
yeraltı zenginliklerini ele geçirmek, Afganistan üze-
- FİLİSTİN-BM/ NEW YORK-
Abbas’ın hesapları içinde, eğer ABD BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada veto
hakkını kullanırsa, ABD’nin hem Arap ülkelerinde hem de Filistin’in bağımsız devlet
olmasını destekleyen ülkelerde puan kaybedeceği hesabı vardı. Bunu kullanarak
ABD’nin az da olsa İsrail’e baskı yapacağı umudunu da besliyordu Abbas efendi!
O
rtadoğu’dan ve sorunlarından bahsedildiğinde
akla ilk gelen sorunlardan biri Filistin sorunudur. Bu sorun yıllarca süren bir sorun olduğundan,
hemen hemen dünyanın her yerinde insanların bu
sorunun var olduğunu bildiğini söylemek abartı olmaz. İsrail devletinin kuruluşu 14 Mayıs 1948’de ilan
edilmiş, 15 Mayıs 1948 tarihinden itibaren özellikle
İngiliz emperyalizmiyle işbirliği içinde olan Arap
Liga’sı ülkelerinin İsrail devletine saldırmasıyla savaş
başlamış ve bugüne kadar Filistin-İsrail arasındaki
çatışma değişik biçimlerde sürmüştür. Çıkış noktası
olarak İsrail’in kuruluşunun ilanını alırsak, bu sorunun çözümsüzlüğü 63 seneden beri devam etmektedir.
Kuşkusuz ki bu sorundaki çözümsüzlük düğümünü bağlayan, özellikle 1967’deki savaşla Filistin topraklarını işgal edip Filistin Arap halkına karşı bugüne kadar değişik düzeylerde de olsa sürekli savaş
yürüten işgalci İsrail devleti olmuştur.
Filistin’de oluşan ve İsrail’e karşı silahlı mücadele
yürüten ve yürütmeye çalışan tüm grup ve örgütlerin ortaya çıkışının maddi temeli de İsrail’in işgali,
baskısı ve zulmü olmuştur. Bu gerçeklik, güya sorunu
çözmeye çalışan Batılı emperyalistlerin sürdüğü, sürdürdüğü görüşmelerde, toplantılarda sürekli gözardı
edilmiştir. Bunun tersine örneğin Filistin Kurtuluş
Örgütü’nün (FKÖ) İsrail ile en son Oslo’da 1993’te
anlaşması sonrası dönemde Hamas ya da benzeri
örgütlerin varlığının, İsrail’in varlığını tehdit ettiği
gerekçesi öne sürülerek sorunun çözümü sürüncemede bırakılmakta, çözümsüzlüğün devam etmesine
çalışılmaktadır.
Böylece, esasında Oslo Anlaşması’nın öngördüğü
“mini Filistin” devletinin resmen kurulması bile engellenmeye çalışılmaktadır. 1993’ten bugüne kadar
Filistin yönetimi (Arafat ve Abbas önderliğindeki
yönetim) özerk bölge yönetimi olarak işbaşındadır.
İsrail devleti bu özerk bölgede –Gazze, Batı Şeria
ve Doğu Kudüs’te, işgal ettiği toprakların dışındaki
bölgede de– egemen devlet olma konumunu sürdürmektedir. Filistin yönetiminin, yönettiği bölgede bile
gerçekte özgürlüğü yoktur.
Bunun da ötesinde 1993 yılından bugüne kadarki
süreçte Filistin yönetimi hem emperyalist güçlerin,
özellikle de “Ortadoğu Dörtlüsü” denen ABD, Rusya, AB ve BM’nin baskılarına, hem de İsrail yönetiminin dayatmalarına karşı tavizler vererek, sorunun sürüncemede kalmasına ortaklık etmiştir. Oslo
Anlaşması’nın da gerisine düşmüştür.
Filistin sorununun çözülebileceği düşünülen hemen her seferinde, İsrail ve başta ABD emperyalizmi
olmak üzere destekçileri tarafından gündeme yeni
31
meyeceğini tespit etmiş ve diğer şeylerin yanısıra şu
tespitleri yapmıştık:
“Haydi diyelim ki Abbas yönetimi emperyalistlerin
işbirliğiyle Hamas’a karşı başarı sağladı. Bunun sonucunda İsrail yönetimiyle de canciğer kardeş kesildi…
İsrail’e karşı şiddet, saldırı olayları son buldu ve İsrail
de Filistinlilere bomba yağdırmaya son verdi. 2008
yılı sonuna kadar bunlar da olmayacak ama, varsayalım ki oldu. Filistin sorunu böylece çözülecek mi?
Olmert ve Abbas yönetimi nasıl bir anlaşma imzalayacak?
Kurulması gereken Filistin devletinin sınırları ne
olacak? İnşa edilen yüzlerce kilometrelik duvar yıkı-
öngörülen 2008 yılı sonuna kadar herhangi bir anlaşma gerçekleşmedi.
Bunun yerine 27 Aralık 2008 tarihinde İsrail
Gazze’ye bomba yağdırdı! Gazze’yi ablukaya aldı ve
bu abluka bugüne kadar sürdü… Bu arada Annapolis’teki toplantıdan sonra yeniden başlayan Filistinİsrail arasındaki görüşmelerde, müzakereler için Filistin tarafının öne sürdüğü yeni yerleşim alanlarının
inşaasının durdurulması ve müzakerelerde çıkış noktası olarak 1967 sınırlarının alınması yönlü talepler
İsrail tarafından reddedildiğinden, müzakereler de
son buldu.
2008 yılı sonundan bugüne kadar müzakerelerin
yeniden başlatılması için değişik görüşmeler yapıldı.
Gazze’ye ablukaya son verilmesi için uğraşıldı. Ama
görüşmeler bağlamında ciddi sayılabilecek bir değişiklik olmadı. İsrail, kısa bir süre inşatını durdursa
da, yeni yerleşim alanları inşa etmeyi sürdürdü ve
daha da fazlasını inşa etme yönünde kararlar aldı…
Böylesi bir durumda Filistin tarafı, Abbas şahsında
BM Genelkurulu’nda Filistin’in üye devlet olarak kabul edilmesi için BM’ye başvuruda bulunacağı yönlü
bilgi kamuoyuna yansıdı.
BM’YE BAŞVURU, GELİŞMELER…
32
2005 yılında resmen kuruluşu ilan edilemeyen Filistin devletinin kuruluşu için görüşmeler, İsrail’in
işgal ettiği topraklarda “Yahudi yerleşim alanları”nı
inşa etmeyi sürdürmesi ve görüşmelerde Filistin devletinin sınırları olarak 1967’deki sınırlarını müzakerelerin çıkış noktası olmasını reddettiğinden durma
noktasına geldi.
Bu durumu değiştirmek, taraflar arasındaki görüşmeleri yeniden başlatmak amacıyla, 27 Kasım
2007’de, Annapolis’te (ABD) “Yakındoğu Konferansı” yapıldı. Sözkonusu konferansta da Filistin devletinin resmen kurulması için tarafların anlaşması için
öngörülen tarih 2008 yılı sonuna kadardı.
Annapolis’teki konferans hakkında takındığımız
tavırda 2008 yılı sonuna kadar da sorunun çözüle-
lıp duvarın inşa edilmesiyle işgal edilen Filistin devletinin toprakları iade edilecek ve ‘Yeşil Hat’ olarak
belirlenen sınıra dönülecek mi? Kudüs’ün geleceği ne
olacak? Milyonlarca Filistinli Arap mültecinin geri
gelme sorunu çözülecek mi? Yahudi yerleşim alanları boşaltılacak mı? Ya da en basitinde insanların
yaşamak için en temel ihtiyaçlarından biri olan su
sorununda Filistin halkının ihtiyaçlarına uygun çözüm bulunacak mı? Bu sorular kuşkusuz ki öne çıkan
bazı sorulardır sadece. Ama bu sorunlar çözülmeden,
burjuva sistem çerçevesinde bile mümkün olan çözüm gerçekleşemez.” (sayı 118, sayfa 13)
Burada öne çıkarılıp sorulan soru ve sorunlar güncelliğini koruyor ve 21 Aralık 2007 tarihinde ön gördüğümüz gibi, Annapolis’te tarafların anlaşması için
Filistin lideri Abbas’ın Eylül ayı sonlarında yapılacak
BM Genel Kurulu’nda BM’ye tam üyelik için başvuruda bulunacağı bilgisi kamuyona yansıdığında, başta İsrail ve ABD olmak üzere destekleyicileri, Filistin
yönetimini bu adımdan vazgeçirmek için baskı altına
almış ve özellikle mali yardımı kesecekleri yönlü tehditlerde bulunmuşlardı bile…
Oysa, daha bir sene önce BM Genel Kurulu 2010’da
yaptığı konuşmada (23 Eylül 2010) ABD Başkanı Barak Obama, sorunun çözülmesi için iki tarafın anlaşmasına çalışılması isteğini dile getirirken BM’nin
2011 yılındaki Genel Kurulu’nda “bağımsız, egemen
Filistin devleti”nin BM’nin yeni bir üye devleti olması talebini de dile getirmişti. Kuşkusuz ki bunun için
öngörülen görüşme ve anlaşma sağlanamadı, ama bu
düşünce Filistin yönetiminin atmak istediği adımda
da rol oynadı.
BM Genel Kurulu öncesinde Filistin yönetiminin
tam üyelik başvurusundan vazgeçmeyeceğinin ortaya çıkması gibi, en kötü ihtimalle bu önerinin BM
Güvenlik Konseyi daimi üyesi olarak ABD’nin vetosuyla karşılaşacağı da açıktı. Yani Abbas ABD’nin vetosuyla Genel Kurul’a oylanması için gitmesi engelleneceği kesin olan bir adım atmaya kalkışmıştı… Hem
ABD ve destekleyicileri ile (AB de bu konuda ABD ile
aynı görüşte olduğunu açıkladı) hem de bunların tehditleriyle karşı karşıya gelerek buna karar vermişti!
ABD Başkanı Obama bir sene önceki isteğini, zamanı
belli olmayan bir geleceğe erteleyerek ABD’nin Filistin yönetiminin başvurusunun gündeme alınmasını
veto edeceğini yanlış anlaşılmaya yer bırakmayacak
açıklıkta dile getirdi.
İsrail de bu arada mümkün olduğunca bu başvuruda bulunmayı engellemek, olmazsa reddedilmesi için
çaba gösterdi. Ayrıca BM’ye üye olarak kabul edilmek
için öngörülen koşullardan biri BM-Charta’sından
kaynaklanan sorumlulukları üzerlenmek iken, buna
bağlı olarak sözkonusu devletin bu koşulları yerine
getirmeye istekli ve yetenekli olması da gerekiyor. Bunun için de sözkonusu devletin “barışsever” olması
gerekiyor. Bu durum somutta Filistin’in İsrail’e karşı
barışsever olup olmadığını belgelemesi gerektiği anlamına geliyor.
Filistin yönetiminin (devletinin) ”barışsever” olduğunun kabul edilmesinin engellenmesi için de Filistin yönetiminin tavrı yerine, Hamas’ın ya da diğer
islamcı örgütlerin İsrail’i tehdit ettiği öne sürülerek
Filistin’in “barışsever” olmadığı isbatlanmaya çalışılmaktadır. İsrail bunun için elinden geleni yapmaktadır. Filistinlilere saldırılar, bu dönemde özellikle işgal
edilen topraklardaki Yahudi yerleşim alanlarında yaşayanların silahlandırılması, Filistinlilere saldırtılması biçiminde de kendisini gösterdi.
Filistin cephesinde ise Abbas yönetiminin özellikle Hamas’la rekabet ve mücadelede farklı hesapları
var. Hamas BM’ye tam üyelik başvurusu kararının El
Fetih tarafından verildiğini, Filistin’in kurtuluşu ve
haklarının alınması ve gerçekten egemen bir Filistin
devleti kurabilmek için doğru yolun Filistinlilerin direnişi olduğu yönlü tavır takındı.
Abbas kesimi ise bu adımla kitlelerin desteğini
kazanmaya çalışırken aynı zamanda Filistin yönetiminin uluslararası statüsünü yükseltmeye çalışarak
İsrail ile müzakerelere başlanması durumunda daha
“güçlü” bir konumda olmaya çalışmaktadır. Bu, esasında Filistin’in BM’ye tam üye olarak kabul edilmesi
durumunda iki devlet arasında müzakerelerin yürütülmesi anlamına gelmektedir. İsrail de “eşit güç”
düzeyinde müzakere yerine kendisinin egemen güç
olduğu bir müzakereden yana olduğundan bu adıma
karşıdır.
Abbas’ın hesapları içinde, eğer ABD BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada veto hakkını kullanırsa,
panorama
panorama
bir sorun getirilmekte ve sorun üzerine pazarlıklarda
da yeni bir yol alınmak zorunda kalınmaktadır.
“Ortadoğu Dörtlüsü”nün taraflara 2003 yılında
kabul ettirdiği “Yol Haritası”na göre 2005 yılında
Filistin devletinin resmen kurulması gerekiyordu.
Engelleyen Filistin tarafı olmadı, hayır! Yine işgalci
siyonist İsrail devleti sorunu çıkmaza soktu ve sözkonusu “Ortadoğu Dörtlüsü” görünürde şikayetlenmekten öte İsrail’e yönelik herhangi bir baskı ya da
zorlamada bulunmadı bile. Tersine yine Filistin tarafından “İsrail’in güvenliği”nin sağlanması vb. taleplerde bulunuldu.
Sözkonusu “Yol Haritası”nın öngördüğüne göre
33
lanabileceği, ama sorunun çözümünün sürüncemede
kalması durumunu değiştirmeyen bir durum sözkonusudur.
Görünüşte Filistin devletinin kurulmasına karşı
olan yok gibi! Fakat Filistin’in BM’ye tam üyelik başvurusu bile “tek yanlı karar” olarak değerlendirilip,
böylesi tavırlarla barışın sağlanamayacağı, çözümün
gerçekleşemeyeceği teraneleri anlatılıyor. Sanki Filistinliler sorunu çıkmaza sokmuş gibi, Filistin’in İsrail
ile yapılacak müzakerelerle sorunun “barışçıl” yollarla çözmeye çalışması yönlü talepler öne sürülüyor.
BM Genel Kurulu bittikten sonra öne çıkan mesele
“Ortadoğu Dörtlüsü”nün müzakerelerin başlatılması
için yaptığı öneriydi. Buna göre bir ay içinde İsrail ve
Filistin temsilcilerinin hazırlık görüşmelerine başlaması, üç ay içinde müzakereler için sınır ve güvenlik meselelerinde kapsamlı önerilerin sunulması,
altı içinde de önemli ilerleme kaydedilmesi ve 2012
yılı sonunda da “Barış Anlaşması” için “Anlaşma
Çerçevesi”nin ortaya konması isteniyor.
Filistin tarafının ilk tavrı dikkatli, müzakereleri
açıkça reddetmeyen ama sunulan önerinin kabul edilebilecek bir öneri olmadığı biçiminde oldu. Bunun
nedeni de esas olarak bu önerinin müzakerelerin dondurulmasına yol açan işgal bölgelerindeki yerleşim
alanlarının inşasına son verilmesi gerektiği talebiyle,
Filistin devletinin sınırı için çıkış noktası olarak 1967
sınırlarının öngörülmemesi olarak açıklandı.
İsrail tarafı da başta böylesi bir öneriye sıcak bakmadığını, daha sonra da öngörülen zamanın uzatılması gerektiği biçiminde tavırlar takındı.
Abbas BM Güvenlik Konseyi’nde başvuruları için
oylama yapılması durumunda destek alabilmek için
Güvenlik Konseyi üyesi ülkelere ziyaretlerde bulunup
destek bulmaya çalışıyor. Bu arada Avrupa Konseyi
Parlamenter Meclisi Filistin’e “demokrasi için ortaklık” statüsü vermeyi kararlaştırdı…
İsrail’de yüzbinlerce insanın konut ve sosyal sorunlarla ilgili protestoları ve son dönemde gerçekleşen “esir değiş-tokuşu” gibi birçok sorun yaşanıyor
ama, Filistin’in topraklarının İsrail tarafından işgali,
İsrail-Filistin arasındaki çelişki ve çatışmanın esasını
oluşturuyor.
“Ortadoğu Dörtlüsü”nün önerisi bağlamındaki gelişmelerin hangi yönde olacağını göreceğiz. Açık olan
şey, bu önerinin de soruna, çözüm getiremeyeceğidir.
İsrail-Filistin çelişkisi, çatışması uluslararası alanda
da daha uzun yıllar varlığını sürdüreceğe benziyor.
28 Ekim 2011 ✓
panorama
panorama
34
ABD’nin hem Arap ülkelerinde hem de Filistin’in
bağımsız devlet olmasını destekleyen ülkelerde puan
kaybedeceği hesabı vardı. Bunu kullanarak ABD’nin
az da olsa İsrail’e baskı yapacağı umudunu da besliyordu Abbas efendi!
Hesaplar içinde eğer tam üyelik işi olmazsa, o zaman ikinci plan gündeme gelebilecekti. Sözkonusu
plan ise BM Genel Kurulu’nda Filistin’in “gözlemci”
olma statüsünün “üye olmayan devlet” statüsüne
yükseltilmesi için başvuruda bulunup başvuruyu
oylamaya sunmaktır. Bu oylamanın yapılması için
Güvenlik Konseyi’nin kabulü ya da onayına gerek
yoktur. Böylesi bir durumda Filistin “de facto” devlet
olarak ele alınacak ve BM’ye bağlı kurumlara üye olabilecektir. Özellikle Uluslararası Mahkeme’ye taraf
devlet olarak başvuruda bulunup davalar açabilecek
vb. vb.
BM Genel Kurulu 20 Eylül’de başladı ve yürütülen
görüşmeler ertesinde Abbas tam üyelik başvurusunu
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a teslim etti. Moon
ise bu başvuruyu BM Güvenlik Konseyi’ne gönderdi…
Başvurunun Genel Kurul’da oylanması için önce
Güvenlik Konseyi’nin sorunu ele alıp başvuruyu
kabul edip etmeyeceğine karar vermesi gerekiyor.
Bunun için Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesi devletten
9’unun evet oyu vermesi ve Güvenlik Konseyi Daimi
Üyesi devletlerden veto gelmemesi gerekiyor. ABD
emperyalizmi böylesi bir oylamada veto hakkını kulanacağını açıklamıştı zaten.
Ama ABD emperyalizminin açıkça böylesi bir veto
tavrı takınmasının (tehditin ötesinde bunu pratiğe
geçirmesi) herhalükârda öncelikle kimi Arap devletleri tarafından iyi karşılanmayacağı bir durum
sözkonusudur. Örneğin Arabistan’ın ABD’deki eski
büyükelçilerinden Prens Türki El Faysal, yazdığı bir
yazıda: “ABD, Filistin Devleti’ne destek vermezse, ikili ilişkilerimiz Arap dünyasında zehirli bir bağ olarak
algılanabilir. Bu durumda Suudi Arabistan, Amerika ile geçmişteki gibi işbirliği yapmayı sürdüremez.”
(aktaran Hürriyet, 14 Eylül 2011) tavrını takınıyordu.
BM Genel Kurulu sürecinde yapılan görüşmelerle
“orta yol” bulundu! Filistin başvuruyu yapacak, BM
Güvenlik Konseyi’nin sorunu gözden geçirmesi için
zaman baskısı yapmayacak… Böylece oylamanın belirsiz bir zamana ertelenmesi, ABD’nin veto hakkını
kullanmak zorunda bırakılmaması, ama Abbas’ın
tüm baskılara rağmen başvuruda bulunmaktan “geri
adım” atmaması gibi herkesin kendi hesabı için kul-
Bankalara ve
siyasetçilere
“ÖFKELİLER”!
- DÜNYA -
Başta genç kesim olmak üzere kitlelerin önemli kesimi artık sessiz
kalmıyor ve öfkesini “sivil itaatsizlik” olarak da adlandırılan ve
özellikle Tahrir Meydanı eyleminden etkilenerek meydanları işgal
edip ekonomik ve sosyal eşitsizliğe karşı protestosunu dile getiriyor.
15
Ekim’de dünyanın yaklaşık 80 ülkesinde
ve 1000 kadar kentinde, ana sloganı “Dünya çapında bir dönüşüm için birleşin” olan ve yüzbinlerce insanın katıldığı protestolar gerçekleşti.
Protestolar, 15 Mayıs 2011 tarihinden itibaren
İspanya’da başlayan protestolara çağrı yapan ve kendilerini, eski Fransız diplomatı ve İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazilere karşı Fransız direnişçilerin
safında yer alan Stephane Hessel’in yazdığı “Öfkelenin” adlı kitaba atfen “Öfkeliler” diye de adlandıran
“Gerçek Demokrasi Şimdi” adlı hareketin çağrısı ve
çabasıyla örgütlendi.
“Arap Baharı”nın Tahrir Meydanı’ndan İspanya’daki “Öfkeliler”e ve ABD’deki “Wall Street’i İşgal
Et” eylemlerine kadar yaşananlar, birbirinden etkilenildiğini, eylemlerin ortak yanları olduğunu gösterdiği gibi, bunların birbirinden farklılıklara sahip olduğunu da gösterdi. Bu açıdan her ülkedeki protesto
eylemi ve hareketinin kendi başına, somut olarak ele
alınması, incelenmesi ve hepsinin aynı kaba konma-
ması gerekiyor.
Tek tek eylemleri değerlendirme yerine soyutlama
yaparak bunların kimi ortak yanlarını öne çıkarmak
gerekirse, bu protesto hareketlerinin en temel ortak
noktası, kendisini, içinde yaşanılan toplumun siyasi
ve ekonomik durumundan hoşnutsuzluk olarak göstermektedir. Bu hoşnutsuzluk ekmek, demokrasi ve
özgürlük talep etme temelindeki ortaklık olarak da
ifade edilebilir.
Başta genç kesim olmak üzere kitlelerin önemli kesimi artık sessiz kalmıyor ve öfkesini “sivil itaatsizlik” olarak da adlandırılan ve özellikle Tahrir Meydanı eyleminden etkilenerek meydanları işgal edip
ekonomik ve sosyal eşitsizliğe karşı protestosunu dile
getiriyor.
Bu bağlamda protestolara temel teşkil eden ortak
yan da, güncel olarak sömürücü sistemin özellikle
2008’deki ekonomik ve mali krizin yükünü emekçilerin sırtına bindirmesi, işsizliğin ve yoksulluğun oranının yükselmesi ve bundan da önce özellikle son on
35
Bundan çıkarılacak sonuçlardan biri şudur: Sömürücü sisteme karşı devrim için mücadele edip de yıllarca ürününü alamadığında yaşanan moral bozukluğuna karşı; “bu iş olmaz” gibi yaklaşımlara karşı; evet
bu iş olabilir, yeter ki biz devrimci iyimserliğimizi
koruyarak sürekli ve sistemli çalışmamızı yürütelim.
Yeter ki biz, bu insanlık düşmanı sömürücü sisteme
karşı işçileri, emekçileri bilinçlendirme ve örgütleme
çabamızı sürdürüp hazırlanalım o güne… Bilinçlendirip hazırlanalım ki, kitleler ayağa kalktığında doğru, Marksizm-Leninizm bilimi önderliğinde hareket
edebilsin ve sömürücü sistemin tek gerçek alternatifi
olan sosyalizm için devrim yolunda ilerlesin… vb. vb.
Protestolardan devrimciler, sınıf bilinçli işçiler,
emekçiler için çıkarılacak bu sonuç aynı zamanda bu
protesto hareketlerinin en önemli eksik yanı, zaafıdır
da!
Bu bağlamda da bu protestoların karşılaştırıldı-
yaşamanın talep edilmesi, doğrudan demokrasi ile
temsil edilmenin istenmesi, kısaca ifade edildiği gibi
“bankaların ve siyasetçilerin malı” olmayı reddetmesidir.
Yani bu protestolar “ölü sessizliğini” bozan, sisteme
karşı mücadelenin içinde yeşerebileceği, sömürücü
sistemin gerçek alternatifinin ancak bu sistemin dışında aranması gerektiği bilincinin oluşabileceği bir
imkânın varlığını göstermektedir.
ğı “Arap Baharı”nın yaşandığı ülkelerdeki kitlelerin
taleplerinden önemli farklılığı var. Tunus, Mısır vd.
ülkelerde kitleler “öfkelerini” doğrudan yöneticilerin
devrilmesine yöneltmiş, Bin Ali ve Mübarek’i iktidardan etmiştir. Ama Avrupa ve ABD’deki protestoların iktidarı değiştirme diye bir talepleri yoktur.
Bu açıdan bakıldığında Avrupa ve ABD’deki protesto
hareketi “barışçıl” ve sistem içinde kalan bir protesto
hareketidir. Bu protestolar içinde “solcu” ya da dev-
rimcilerin de yer alması, hareketin niteliğini değiştirmiyor.
Detaylara girildiğinde ortak yanlar farklılıklar
üzerine kuşkusuz ki daha uzun yazılabilir. Yazının
girişinde tespit ettiğimiz gibi 15 Ekim’de “bankalara
ve siyasetçilere” tepkilerini dile getirmek için yüzbinlerce insan protesto eylemlerine katıldı, “öfkelerini”
gösterdiler. Kelimenin gerçek anlamında öfkesini
gösterenlerin, protesto eylemine müdahale eden kolluk güçleriyle çatıştığı ve kimi hesaplara göre milyonlarca Avro zarara yol açtığı eylem İtalya/ Roma’da
yaşandı. Kimi diğer ülkelerde ve şehirlerde yaşanan
müdahale, çatışma ve tutuklamalar Roma’nın “gölgesinde” kaldı… Devletin kolluk güçleri barışçıl eylemcileri bile, sizin isteğiniz “barışçıl” istemlerle, eylemler olmaz dedirtircesine çatışmaya zorlamaktadır…
Bu eylemlerde 17 Eylül 2011 tarihinden beri New
York’ta “Wall Streeti İşgal Et” adı altında yürüyen
protesto eyleminden etkilenerek, eylemin yapıldığı
şehirlerde farklı isimlerle “İşgal Et” hareketi gündeme geldi.
Bu etkilenmenin kendisini gösterdiği bir nokta da
“Yüzde 99’u biziz” sloganının üzerlenmesiydi. Bu slogan esasında nüfusun %1’nin toplumsal zenginliğin
esasını elinde bulundurduğu ve %99’un da buna karşı
olduğunu dile getirmek için kullanıldı, kullanılıyor.
Kimi burjuva yorumcular, 15 Ekim’de protestolara
katılımın azlığını kullanarak %99 ile alay etseler de,
bu slogan, içinde yaşadığımız asalak emperyalist sistemin bir gerçeğine dikkat çekmektedir.
Kuşkusuz ki, bu sistemin ayakta kalmasını sağlayan esas şey egemenlerin güçlülüğü değil, ezilenlerin
zayıflığıdır. Eğer ezilenler kendi sınıfsal konum ve
güçlerinin bilincine varıp buna uygun örgütlense, bu
gücün karşısında hiç bir burjuva iktidarı dayanamaz,
varlığını koruyamaz.
Burjuva yorumcuların %99’u biziz sloganıyla alay
etmesi de, bu sloganın var olan bir gerçekliğe dikkat
çekerek bilinç yaratmaya hizmet ettiği gerçeğini ortadan kaldıramaz.
“İşgal Et” eylemlerinin bankalara, finans merkezlerine karşı protestolar gerçekleştirmenin kendisi
olumlu bir gelişmedir. Fakat ne yazık ki bu olumluluk, protestoların bu karşı çıkışı, bankaların finans
merkezlerinin yaratıcısı, kaynağı olan kapitalist-emperyalist sistemin kendisine yönelmediğinden olumsuzluğa dönüşmektedir.
Olumsuzluk kendisini, bu sistemin alternatifinin
ne olduğunun ortaya konmamasında; protestoları
“barışçıl” eylemlerle sınırlayıp devrimci şiddetin reddedilmesinde; doğrudan demokrasi adına örgüt ya da
parti yapılanmasını reddetmesinde vb. göstermektedir.
Buna bağlı olarak da protesto hareketinin tümünü
bağlayıcı bir program yoktur. Protestolara katılımcıların çeşitliliği gibi talepler de çeşitlidir. Fakat hareketin taleplerine damgasını vuran yaklaşım, şimdilik
sistemin “aşırı uçlarının” törpülenmesi olarak adlandırılabilecek yaklaşımdır. Bu yaklaşım kendisini
“sivil itaatsizlik” eylemleriyle banka ve finans merkezlerinin ve bunların temsilcisi siyasi erkin yürüttüğü politikanın değiştirilebileceği yaklaşımında da
göstermektedir.
Protesto hareketinin eksiklerinin, zaaflarının, sistem içi reformist karakterinin bilinciyle, bu harekete
devrimci, marksist-leninist yaklaşımı taşımanın sınıf
bilinçli kesimin görevi olduğunun altını çizmek gerekiyor.
Eğer İsrail’de, ABD’de, eğer Yunanistan’da,
Portekiz’de, İspanya’da… ve 15 Ekim’de olduğu gibi
dünyanın yaklaşık 80 ülkesinde binlerce, yüzbinlerce
insan sosyal eşitsizliğe, zamlara, işsizliğe vb. karşı çıkıp finans merkezlerini ve “kendi” yönetimlerini protesto ediyorlarsa; buna karşı ekmek, demokrasi, özgürlük içeren talepleri dile getiriyorlarsa, bu gelişme
olumludur… Sınıf bilinçli kesimin tavrı bunların sistem içi davranmasını küçümseyip bir kenara atmak
değil, bu harekete sınıf bilincini, sosyalist-komünist
bilinci taşımanın gerekliliğini kavrayıp buna uygun
davranmak olmalıdır.
Öfkenin sınıfsal bilince, bilincin örgütlülüğe ve örgütlülüğün devrim için mücadeleye dönüştürülmesi
ancak ve ancak marksist-leninist yaklaşım temelinde,
bilinçli müdahale ve çabayla mümkündür. Kendiliğinden bu iş olamaz!
Kendiliğinden olacak olanlar ortadadır: Kapitalizmin gelişmesinin başlarında olduğu gibi bir zamanlar
işçilerin işsizliğin, baskıların suçlusu olarak sandığı
makinelere saldırması gibi, şimdi de kapitalist-emperyalist asalaklığın suçlusunun finans merkezleri
olduğu düşünülerek ve bununla sınırlandırılarak
bankalar-finans merkezleri protesto edilmektedir.
Bu bilinçle, sistemin dibini oymaya, işçileri, emekçileri bilinçlendirerek devrim için mücadeleye kazanma görevimize, yeni bir dünya için mücadeleye daha
da sıkı sarılalım.
29 Ekim 2011 ✓
panorama
panorama
36
yıldan beri demokratik hakların giderek kısıtlanması
gibi egemenlerin saldırıları oluşturmaktadır.
Bu protesto hareketlerinin ekmek, demokrasi ve
özgürlük talepleri olarak adlandırılabilecek ortak
yanları bilince çıkarılırken şu farklılığın da bilince
çıkarılması gerekiyor.
“Arap Baharı”nın yaşandığı ülkeler, burjuva demokrasisinin hiç bir dönem yaşanmamış olduğu
ülkeler iken, protestoların yaşandığı Avrupa ülkelerinde ve ABD’de anda var olan burjuva demokrasisinden geriye gitme, iç faşistleşmenin yaşandığı bir
durum sözkonusudur.
Bu protestoların birbirinden farklı tüm yanlarına
rağmen, olumlu olan ve bilinçlere kaydedilmesi gereken yanı ise, varolan sistemden hoşnutsuzluk, mali
sektörün siyaseti belirlemesine itiraz, seçilmiş siyasetçilerin kendilerini temsil etmediğinin bilincine
varılması ve bunlara bağlı olarak; daha iyi, insanca
37
“...Ben, herhangi bir bölünmeye karşı güvence olarak istikrar ve
güç sağlamayı yakın gelecek için düşünüyorum ve burada kişilerin
özellikleriyle ilgili birkaç söz etmek istiyorum...”
S
38
talin “eleştirmen”lerinin hemen hemen tümünün çokca başvurduğu bir yol Stalin’e getirdikleri “eleştiri”leri Lenin’e dayandırmaya çalışmaktır.
Çeşitli yollarla Lenin’in Stalin’e kesinlikle karşı olduğu; Lenin ile Stalin arasında çok önemli ideolojik
ayrılıklar olduğu vs. “ispatlanmaya” çalışılır.
Bu işi önce ve en başta Troçkistler denemişlerdir.
Sonra Kruşçev revizyonistleri denemişlerdir. Daha
sonra “Mao Zedung Düşüncesi” taraftarları, Maoistler de bu kervana katılmıştır.
Lenin’in aslında Stalin’e karşı olduğunun kanıtı olarak ileri sürülen temel belge “Lenin’in vasiyeti” olarak
da adlandırılan kimi mektuplarıdır. Bu konuda H.
Yeşil’in 1990 yılında Dönüşüm Yayınları tarafından
yayınlanan Stalin Eleştirileri Üzerine adlı kitapta şu
tavır takınılmıştı: (Bkz. Stalin Eleştirileri Üzerine, H.
Yeşil, sayfa 145-154, Dönüşüm Yayınları)
“Sorun nedir?
Lenin, 23-26 Aralık 1922’de çeşitli konularda bazı
düşüncelerini dikte eder. Bu çeşitli düşünceler arasında, Lenin’in Partinin yöneticileri durumunda olan
bazı kişiler hakkında da görüşleri, değerlendirmeleri
vardır. Lenin’in bu mektubunun örgütsel konularla
ilgili olmayan bölümleri Pravda’da yayınlanır. Mektubun tümü ise XIII. Parti Kongresi delegeleri tarafından okunur.
“Lenin’in Vasiyeti” diye anılan bu mektup daha
sonraları Troçkistlerin çokca dayandıkları bir mektup olur. Bu mektupta Lenin’in Parti yöneticileri hakkında yaptığı tespitler şöyledir:
“Yukarıda değindiğim Merkez Komitesinin istikrarı ve gücü derken, bir bölünme olasılığına karşı alınabilecek ölçüde tedbir alınmasından sözediyorum.
“Russkaya Mysl”de yazan (ve S.S Oldenburg olduğu
sanılan) Beyazların kalemşörü, Beyazların Sovyet
Rusya’ya karşı giriştikleri oyunları tasarlarken haklı
olarak önce Partimizin içindeki bir bölünmeye güvenmiş, sonra da böyle bir bölünmeye yolaçacak görüş ayrılıklarına bel bağlamıştır.
Partimiz iki sınıfa dayanmaktadır. Bu nedenle, bu
iki sınıf arasında anlaşma olmadığı takdirde Parti istikrarını ve gücünü yitirebilir ve parçalanması
kaçınılmaz olur. Öyle bir durumda şu ya da bu tedbirin alınmasını düşünmek ve Merkez Komitesinin
gücünden sözetmek boşuna olacaktır. Bu durumda,
alınacak hiçbir tedbir bölünmeyi engelleyemez. Ama
bunun hiç gelmeyecek kadar uzak bir gelecekte ve hiç
olasılığı bulunmayan bir olay olmasını dilerim.
Ben, herhangi bir bölünmeye karşı güvence olarak
istikrar ve güç sağlamayı yakın gelecek için düşünüyorum ve burada kişilerin özellikleriyle ilgili birkaç
söz etmek istiyorum.
Bu açıdan alındığında, istikrar sorununun temel
etmenleri, Merkez Komitesindeki Stalin ve Troçki
gibi üyelerdir. Onların arasındaki ilişkilerin, aslında
önlenebilecek olan bir bölünme tehlikesine yolaçacağı görüşündeyim ve böyle bir tehlikeyi engellemek
amacıyla, alınacak diğer tedbirlerin yanısıra Merkez
Komitesi üyelerinin 50 veya 100’e çıkarılması yararlı
olacaktır.
Yoldaş Stalin, Genel Sekreter olması nedeniyle
elinde sınırsız yetki toplamış durumdadır ve Yoldaş Stalin’in bu yetkiyi her zaman yeterli dikkatle
kullanabileceğinden kuşkuluyum. Öte yandan Yoldaş Troçki, Ulaşım ve Haberleşme Halk Komiserliği konusunda Merkez Komitesine karşı yürüttüğü
“24 ARALIK 1922 TARİHLİ MEKTUBA EK
Stalin aşırı kaba, ve biz Komünistler arasındaki ilişkilerde ve bizim içimizde taşınabilecek olan bu kusur,
bir Genel Sekreter için göz yumulmayacak nitelikte-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
LENİN’İN “VASİYET”İ YA DA
LENİN STALİN’E DÜŞMAN MI İDİ?
dir. İşte bu nedenle, Stalin’i o görevden uzaklaştırmanın ve yerine Yoldaş Stalin’e oranla bir tek üstünlüğü
olan, yani daha hoşgürülü, daha sadık, daha saygılı,
daha nazik, yoldaşlara karşı daha dikkatli ve daha az
kaprisli davranan birini getirmenin yolunu aramalarını yoldaşlarıma öneriyorum. Bu durum, ihmal edilebilecek önemsiz bir ayrıntı gibi görünebilir. Oysa,
olası bir bölünmeye karşı savunma açısından ve yukarda değindiğim gibi Stalin ile Troçki arasındaki
ilişkiler açısından, bunun önemsiz bir ayrıntı olmadığı, sonucu etkileyebilecek önemde bir ayrıntı olduğu
kanısındayım.
4 Ocak 1923
Lenin”
(Lenin, “Son Yazılar/Son Mektuplar”, sf. 12-16 Ser
Yayınevi; Lenin, Toplu Eserler, Almanca, cilt 36, sf.
578-580.)
Stalin bu mektup konusunda şu tavrı takınır:
“Şimdi Lenin’in “vasiyeti”ne gelelim. Muhalefettekiler, burada, Parti Merkez Komitesi, Lenin’in
“vasiyeti”ni “gizledi” diye bar bar bağırdılar-siz de
işittiniz onları. Biliyorsunuz, sorunu Merkez Komitesi ve Merkez Denetim Komisyonu toplantısında birkaç kez tartıştık. [Bir ses: “Defalarca”.] Hiç kimsenin
birşey gizlemediği, Lenin’in “vasiyeti”nin XIII. Parti
Kongresine hitaben yapıldığı, bu “vasiyet”in Kongrede okunduğu [Sesler: “Doğru!”], başka nedenlerin
yanısıra, Lenin’in kendisi de bunun yayınlanmasını
istemediği ve yayınlanması talebinde bulunmadığı için, Kongrenin, oybirliği ile bunun yayınlanmamasına karar verdiği defalarca tanıtlanmıştır. Bizim
gibi, muhalefet de, tüm bunları biliyor. Gene de Merkez Komitesinin “vasiyet”i “sakladığını” ilan etme
cüretini gösteriyor.
Lenin’in “vasiyeti” sorunu, yanılmıyorsam ta
1924’te görüşülmüştü. Daha sonraları Partiden atılmış olan eski bir Amerikan komünisti, Eastman diye
biri vardı. Moskova’da Troçkistlerle kaynaşan bu
adam, Lenin’in “vasiyeti” hakkında bazı söylentiler
ve dedikodular derledi, dışarı gitti ve Partiyi, Merkez
Komitesini ve Sovyet rejimini karalamak için elinden geleni yaptı ve özü, Partimizin Merkez Komitesinin Lenin’in “vasiyeti”ni “gizlediği” olan, “Lenin’in
Ölümünden Sonra” başlıklı bir kitap yayınladı. Bu
Eastman’ın bir zamanlar Troçki ile bağlantı kurmuş
olması gerçeği karşısında, Politbüro üyeleri olan bizler, Troçki’ye sarılarak ve muhalefete atıfta bulunarak
Partimize karşı “vasiyet” konusundaki iftira niteliğindeki sözleri için Troçki’yi sorumlu duruma sokan
✒
✒
TROÇKİZM ÜZERİNE II
mücadelede kanıtlamış olduğu gibi, sadece çarpıcı
yetenekleriyle sivrilmemektedir. Yoldaş Troçki, kişisel yetenek açısından bugünkü Merkez Komitesinin
herhalde en yetenekli üyesidir; ne var ki, kendine aşırı
ölçüde güven gösteren ve saf idari tedbirlere aşırı ölçüde eğilimli bir insandır.
Bugünkü Merkez Komitesinin öne çıkan bu iki
önderinin bu özellikleri, istenmediği halde bir bölünmeye yolaçabilir ve Partimiz bunu önlemek için
gerekli tedbirleri almadığı taktirde, bölünme beklenmedik bir anda patlak verebilir.
Merkez Komitesinin öteki üyelerinin kişisel yetenekleri üzerinde tek tek durmayacağım. Ancak bu
arada, Zinovyev ile Kamenev’in Ekim olayının tabii
ki raslantısal olmadığına değineceğim. Fakat nasıl
Troçki’nin Bolşevik olmamaklığını kişisel suç olarak
hesaba katamazsak, bu olayı Zinovyev ile Kamenev’in
kişisel suçu olarak hesaba katamayız.
Merkez Komitesinin genç üyelerine gelince, Buharin ve Pyatakov hakkında birkaç söz söylemek isyiyorum. Bence onlar (en genç üyeler arasında) en sivrilenlerdir ve onlarla ilgili olarak şu noktaların gözden
uzak tutulmaması gerekir: Buharin, sadece Partinin
çok değerli ve önemli teorisyeni olmakla kalmayıp,
aynı zamanda haklı olarak tüm partinin “sevgilisi”
durumundadır. Ne var ki, Buharin’in teorik görüşlerini tamamen Marksist olarak nitelerken çok ihtiyatlı
davranmak gerekir, çünkü Buharin’de skolastik bir
yan vardır (hiçbir zaman diyalektiği incelememiş ve
sanırım hiçbir zaman da diyalektiği yeterince kavramamıştır).
Pyatakov’a gelince, o hiç kuşkusuz üstün irade ve
yetenek sahibi birisidir, ancak ciddi siyasal konularda
güvenilemeyecek ölçüde işlerin idari cephesine önem
vermekte ve idari tedbirlere aşırı eğilim göstermektedir.
Kuşkusuz, bu görüşlerin ikisi de sadece bugünkü
durumları gözönünde tutularak Parti içinde ileri gelen, kendilerini Partiye adamış bu iki üyenin bilgilerini artırmak ve tekyanlı düşüncelerini değiştirmek
fırsatını bulamamış oldukları varsayımıyla ileri sürülmüştür.
25 Aralık 1922
Lenin”
39
lanmaya çalışmaktadır, ama bunun onlar için hiç de
bir koz olmadığını anlamak için, bu “vasiyeti” okumak yeter. Tam tersine, Lenin’in “vasiyeti” muhalefetin bugünkü liderleri için öldürücüdür.
Gerçekten de, Lenin’in “vasiyeti”nde Troçki’nin
“Bolşevik olmamaklığı”nı tespit ettiği ve Kamenev
ve Zinovyev’in Ekim sırasında yaptığı hataya ilişkin
olarak, bu hatanın “raslantısal” olmadığını söylediği olgudur. Bu ne demektir? Bu, “Bolşevik olmayan”
Troçki’ye ve hataları “raslantısal” olmayan ve yinelenebilen ve yinelenecek olan Kamenev ve Zinovyev’e
siyasal olarak güvenilemeyeceği demektir.
“Vasiyet”te Stalin’in (siyasal ÇN)hatalar yaptığına
ilişkin bir tek sözcük, bir tek ima olmaması tipiktir.
“Vasiyet” yalnızca, Stalin’in kabalığına değinmektedir. Ama kabalık, Stalin’in politik çizgisinde ve tutumunda bir kusur değildir ve böyle sayılamaz.
“Vasiyet”teki ilgili pasaj şöyledir:
“Merkez Komitesinin öteki üyelerinin kişisel niteliklerini tanımlamaya devam etmeyeceğim. Yalnızca
size, Zinovyev ve Kamenev’in Ekim olayının raslantısal olmadığını, ama nasıl ki Troçki’nin Bolşevik olmamaklığını kişisel suç olarak hesaba katamazsak,
onlar için de kişisel suç olarak hesaba yazamayacağımızı hatırlatacağım.”
İnsan açık diye düşünüyor.”
(Stalin, Eserler, cilt 10, sf. 148-152. İnter Yayınları,
1992 İstanbul)
Lenin, mektubunda, “milliyetler ya da “Otonomizasyon” Sorunu” başlıklı bölümde de Stalin’e; özellikle de Cerjinski ve Orconikidze’ye bazı eleştiriler
getirir. Bu konuda şunları söyler:
“MİLLİYETLER YA DA “OTONOMİZASYON”
SORUNU
Otonomizasyon denilen ve resmi tanımı Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetlerinin birleşmesi olan soruna enerjik ve sonucu belirleyici ölçüde el koymamış
olmakla, Rusya işçilerine karşı büyük suç işlediğimi
sanıyorum.
Geçen yaz bu sorun ortaya çıktığında hastaydım;
sonbaharda iyileşeceğime, Ekim ve Aralık’ta yapılacak genel toplantılarda bu sorunla ilgilenmek fırsatını bulacağıma güveniyordum. Oysa, (bu sorun sözkonusu edildiği sırada) Ekim genel toplantısına da,
Aralık toplantısına da katılamadım ve bu nedenle bu
sorun hemen hemen benim dışımda kaldı.
Sadece, Kafkasya’dan gelen ve bu konunun Gürcistan’daki durumunu bana aktaran yoldaş Cerjins-
ki ile konuşmaya zaman bulabildim. Ayrıca yoldaş
Zinovyev ile de bu konuda kısa bir görüşme yapmak
ve endişelerimi belirtmek olanağını buldum. Gürcistan olayını “soruşturmak” için Merkez Komitesince
gönderilen komisyonun başkanı yoldaş Cerjinski’nin
belirttiği gibi, Orconikidze’nin kaba güç kullanma
aşırılığına varacağı noktaya gelmişse, ne tür bir batağa girdiğimizi düşünebiliriz. Açık seçik görülüyor
ki, “otonomizasyon” sorunu baştan sona kesinlikle
yanlış ve zamansızdır.
Bir birleşik devlet cihazının gerekli olduğu söyleniyordu. Bu iddia nereden çıkıyordu? Günlüğümün
daha önceki bölümlerinde belirttiğim gibi, çarlıktan
devraldığımız ve hafifçe Sovyet yağına buladığımız
Rus devlet cihazından gelmiyor muydu?
Hiç kuşkusuz, bu adımın atılması, devlet cihazımıza güvenle “bizim” diyebileceğimiz güne kadar
ertelenebilirdi. Oysa şimdi, elimizi vicdanımıza koyarak bunun tersini itiraf etmek durumundayız:
“Bizim” dediğimiz devlet cihazı, aslında henüz bize
yabancıdır, bize uzaktır. Bu devlet cihazı bir burjuva
ve çarlık “karışık türlüsü”dür ve son beş yıllık sürede
öteki ülkelerin yardımı olmaksızın ve bu sürenin büyük bölümünde askeri işlerle ve kıtlığa karşı savaşla
“meşgul” bulunduğumuz için, bu devlet cihazından
kurtulma olanağı olmamıştır.
Doğaldır ki, bu koşullar içinde, kendimizi haklı
çıkardığımız ve savunduğumuz “Birlikten çekilme
özgürlüğü”, Rus olmayanları, Rus asıllıların, yani
özünde tipik Rus bürokratında gördüğümüz alçaklık ve zorbalığı saklayan Büyük Rus şövenistlerinin
saldırısından koruyamayacak bir kağıt parçasından
ibaret olacaktır. Hiç kuşkusuz Sovyet ve sovyetleşmiş
işçilerin çok ufak bir yüzdesi de, şovenist Büyük Rus
süprüntüleri denizinde süte düşmüş sinek gibi boğulup gidecektir.
Bu girişimi savunmak için, ayrı örgütler halinde
doğrudan doğruya ulusal psikoloji ve ulusal eğitimle
ilgilenecek Halk Komiserliklerinin kurulduğu söyleniyor. Burada şu soru ortaya çıkıyor: Bu Halk Komiserlikleri oldukça bağımsız duruma getirilebilirler
mi? Ve ayrıca, Rus asıllı olmayanları, gerçek Rus Derşimorde’lerinin* (*Gogol’ün “Müfettiş”inde polis.
Türkçe anlamı: “Çeneni tut!”)
zorbalığına karşı gerçekten savunabilecek yeterlikte
tedbirleri almaya özen gösterdik mi? Yapabileceğimiz
ve yapmamız gerektiği halde, bu tedbirleri aldığımızı
sanmıyorum.
Stalin’in aceleciliği, idari tedbir eğilimi ve malum
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
okuyorlar? Masal okumaya “izin” var, ama insan nerede duracağını bilmeli.
Yoldaş Lenin’in “vasiyet”inde, kongreye Stalin’in
“kabalığı”nı gözönünde tutarak, Genel Sekreter olarak, Stalin’in yerine bir başka yoldaşı koymayı düşünmesi gerektiğini önerdiği söylenmektedir. Bu, tamamen doğrudur. Evet yoldaşlar, ben, Partiyi büyük
ölçüde ve vefasızca harap eden ve bölenlere karşı kabayım. Bunu hiçbir zaman gizlemedim, şimdi de gizlemiyorum. Belki de bölücülere karşı biraz yumaşaklık gereklidir, ama ben bu işte başarılı değilim. XIII.
Kongreden sonra, Merkez Komitesinin ilk toplantısında, Merkez Komitesi üyelerinden, beni Genel Sekreterlik görevlerimden almalarını rica ettim. Kongrenin kendisi bu sorunu tartıştı. Bu sorun ayrı ayrı her
delagasyon tarafından tartışıldı ve Troçki, Kamenev
ve Zinovyev de dahil olmak üzere tüm delegeler, oybirliği ile, Stalin’i görevinde kalmaya zorladılar.
Ne yapabilirdim? Görevimi terketmek mi? Bu benim yapıma uymaz; hiçbir zaman hiçbir görevi terketmedim ve bunu yapmaya da hakkım yoktur, çünkü bu kaçmak olur. Daha önceden de söylediğim gibi,
ben hareketlerimde özgür değilim ve Parti bana bir
zorunluluk yüklerse, itaat etmem gerekir.
Bir yıl sonra, genel toplantıdan benim fonksiyonumu almasını gene istedim, ama gene görevimde kalmaya zorlandım.
Başka ne yapabilirdim?
“Vasiyet”in yayınlanmasına gelince, kongreye hitaben yazıldığı ve yayınlanması amaçlanmadığı için,
Kongre onu yayınlamamaya karar verdi.
Elimizde, 1926’da Merkez Komitesi ve Merkez Denetim Komisyonunun bir toplantısının, XV. Kongreye bu belgenin yayınlanmasına izin vermesi için
başvurma kararı var. Elimizde, Merkez Komitesi ve
Merkez Denetim Komisyonunun aynı toplantısının,
Lenin’in, Ekim Devriminden hemen önce Kamenev
ve Zinovyev’in yanılgılarına işaret ettiği ve onların
Partiden atılmasını talep ettiği öteki mektuplarını
yayınlama kararı var.
Açıktır ki, Partinin bu belgeleri gizlediğinden sözetmek, çok çirkin bir iftiradır. Bu belgeler arasında,
Lenin’in, Ziovyev ve Kamenev’in Partiden atılması
zorunluluğunun üzerinde durduğu mektuplar vardır.
Bolşevik Parti, Bolşevik Partinin Merkez Komitesi,
hiçbir zaman gerçeklerden korkmamıştır. Bolşevik
Partinin gücü, gerçeklerden korkmamasında ve gerçeğe doğrudan doğruya bakmasında yatar.
Muhalefet, Lenin’in “vasiyeti”ni bir koz olarak kul-
✒
✒
40
Eastman’dan kendini ayırması için Troçki’ye çağrıda
bulunduk. Sorun çok açık olduğu için, Troçki, gerçekten de, basında yaptığı bir açıklama ile, kamuoyu önünde kendini Eastman’dan ayırdı. Bu, Eylül
1925’de “Bolşevik” No. 16’da yayınlandı.
Troçki’nin makalesinden, Partinin ve onun Merkez
Komitesinin Lenin’in “vasiyeti”ni saklayıp saklamadığı sorunu üzerinde durduğu pasajı okumama izin
verin. Troçki’nin makalesinden aktarma yapıyorum:
“Eastman, kitabının birkaç kısmında, Merkez
Komitesinin, Partiden Lenin’in yaşamının son döneminde yazdığı birkaç olağanüstü önemli belgeyi
sakladığını söylüyor (bu, ulusal sorun üzerine mektuplar, ve sözde “vasiyet” sorunudur); buna, Partimizin Merkez Komitesine karşı iftiradan başka bir ad
verilemez. [İtalikler benim. J. St.] Eastman’ın söylediklerinden, Vladimir İliç’in öğüt niteliği taşıyan bu
örgüt içi mektupları basın için yazdığı çıkartılabilir.
İşin aslında bu, kesinlikle doğru değildir. Hastalığı
sırasında Vladimir İliç Partinin önde gelen kuruluşlarına ve kongresine sık sık öneriler, mektuplar
vb. göndermiştir. Söylemeye gerek yok ki, bütün bu
mektuplar ve öneriler sahiplerini bulmuş, XII. ve
XIII. Kongrelerin delegelerinin bilgilerine sunulmuş
ve kuşkusuz, daima Parti kararları üzerinde gereken
etkiyi yapmıştır; ve eğer bu mektupların hepsi yayınlanmamışsa, bunun nedeni yazarın onları basın
için yazmamış olmasıdır. Vladimir İliç herhangi bir
“vasiyet” bırakmamıştır ve Partinin kendisinin niteliği gibi onun Partiye karşı tutumunun niteliği de
böyle bir “vasiyet” olanağını ortadan kaldırmaktadır. Göçmen ve yabancı burjuva ve menşevik basında
(tanınmayacak kadar tahrif edilmiş bir biçimde), bir
“vasiyet” olarak atıfta bulunulan şey, Vladimir İliç’in,
örgütsel sorunlara ilişkin öğütler içeren mektuplarından biridir. Partinin XIII. Kongresi, tüm ötekilere
olduğu gibi bu mektuba da en büyük önemi vermiş
ve ondan zamanın koşullarına ve durumlarına uygun
sonuçları çıkarmıştır. Bir “vasiyet”in gizlenmesine ya
da ihlaline ilişkin tüm sözler kötü niyetli bir uydurmacadır ve tümüyle Vladimir İliç’in gerçek vasiyetine ve onun yarattığı Partinin çıkarlarına yöneltilmiştir.” (Bkz. Troçki’nin makalesi, “Eastman’ın ‘Lenin’in
Ölümünden Sonra’ Başlıklı Kitabı Üzerine”, “Bolşevik” No. 16, 1 Eylül 1925, sf. 68)
Açık, diye düşünüyor insan. Bunu yazan, Troçki’den
başkası değildi. O halde Troçki, Zinovyev ve Kamenev, neye dayanarak Partinin ve onun Merkez Komitesinin Lenin’in “vasiyeti”ni “sakladığına” dair masal
41
TROÇKİZM ÜZERİNE III
MOSKOVA DURUŞMALARI
ÜZERİNE...
B
ütün dünyada emperyalist burjuvazinin ve bu
arada emperyalist burjuvazinin kuyrukçusu
anti-Stalinist naylon komünistlerin, tabii en başta
Troçkistlerin Stalin’e ve Stalin dönemine, aslında Stalin şahsında Komünizme saldırırken en fazla kullandıkları suçlamalardan biri; Stalin döneminde birçok
eski Bolşevik önderin “göstermelik mahkemeler”de,
“işkencelerle” yapılmış itiraflar temelinde, mahkum
edilerek kurşuna dizilmiş olduğu iddiasıdır. Bunlara
göre Stalin, kişisel iktidar hırsı gözünü bürüdüğünden, kendine tehlikeli olabilecek tüm yöneticileri ortadan kaldırtmıştır.
Ne yazık ki, bu iddialar, birçok iyi niyetli ve belgeleri tanımayan insanı da etkilemekte; Buharin gibi, Zinovyev gibi, Rikov gibi vb. vb. bir dizi, bir zamanlar
devrim için, Bolşevik Parti için büyük yararlılıklarda
bulunmuş kişilerin, nasıl olup da Sovyetler Birliği’ne
karşı sabotaj faaliyetleri içine girebilecek kadar alçaldıkları sorusu bu insanlar açısından da gündeme gelmektedir.
Modern revizyonistlerin, XX. Parti Kongresi’nden
başlayarak, kendi öncülleri olanları ardı ardına “aklamaları” da bu soruları güçlendirmektedir.
Bu bağlamda son olarak, 6 Şubat 1988 tarihli
“Pravda”da SBKP Politbüro’sunun şu kararı yayınlanmıştır:
“SBKP Politbürosu 5 Şubat 1988 tarihli oturumunda bir zamanlar “antisovyet” ve “sağ Troçkist” bloğun
üyesi olmakla suçlanan ve mahkum edilen N.Y Buharin, A.Y. Rikov, A.P. Rozengolc, M. A. Çernov, P. P.
Bulanov, L. G. Levin, İ. N. Kazakov, M. A. MaksimovDikovski, P. P. Kruçkov, H. G. Rakovski davasında
kararı protesto eden Sovyetler Birliği Baş Savcısı’nın
başvurusu doğrultusunda Sovyetler Birliği Yüksek
Mahkemesi Başkanlığı’nın sunduğu bilgileri inceledi.
Bu kişiler 1938 yılının Mart ayında Sovyetler Birliği Yüksek Savaş Mahkemesi tarafından, Sovyetler
Birliği’ne düşman ülkelerin istihbarat örgütlerinden
aldıkları görev uyarınca bir darbe yapmak amacıyla
örgütlenmek, Sovyetler Birliği’nde varolan sosyalist
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
izlediğim politikanın çok daha sertini hakettiklerini
gösterdi. Daha sonraki olaylar, bu “sapkın”ların en
açık oportonizmin dağılan bir grubu olduğunu gösterdi. Troçki bunun böyle olmadığını kanıtlayabilir
mi? Lenin bu olguları bilemezdi. Çünkü hasta idi.
Yatıyordu. Ve olayları izleme imkanı yoktu. Ama bu
önemsiz olay ile Stalin’in (bu konudaki-milli meseleÇN) ilkesel görüşü arasında nasıl bir ilişki olabilir?
Troçki burada benimle Parti arasında herhangi bir
görüş ayrılığı olduğunu ima ediyor. Peki ama toplanan Merkez Komitesinin ve bu komitede bulunan
Troçki’nin de, Stalin’in ulusal sorun üzerine tezini
oybirliği ile kabul ettiği gerçek değil midir? Bu tezin kabulünün, Mdivani olayından sonra, XII. Parti
Kongresine ulusal sorun konusunda raportörün bir
başkası değil, Stalin olduğu gerçek değil midir? Öyle
ise burada ulusal sorunda görüş ayrılıkları nerededir?
Ve Troçki bu önemsiz soruna el atmayı acaba neden
işine gelir bulmuştur?”
(Staliwn, Eserler cilt 9, sf. 61. İnter Yayınları 1991
İstanbul. Toplu Eserler, Almanca, cilt 9, sf. 58-59)
Görüldüğü gibi, Lenin Stalin’i “kaba” olduğu noktasında eleştirmiştir. Stalin bu eleştirinin haklı olduğunu ve fakat bunun siyasi bir hata olmadığını ortaya
koymuştur. XIII. Parti Kongresi delegeleri, Lenin’in
Stalin hakkında düşüncelerini bildikleri halde Stalin’i
Merkez Komitesi Sekreterliğine seçmişlerdir. Olayların gelişmesi içinde, Lenin’in çekindiği “Partinin
bölünmesi” olgusu, Stalin Merkez Komitesi Sekreteri olmasına rağmen ortaya çıkmamış; muhalifler her
zaman küçük bir azınlık olarak kalmıştır.
Milli sorunda da Stalin gerek Büyük Rus şövenizmine, gerekse “yerel milliyetçiliğe” karşı (birinciye
karşı mücadeleyi öne alarak) mücadele etmiştir. Stalin önderliğindeki SBKP(B)’in izlediği milliyetler siyaseti gerçekten örnek Leninist bir siyaset olmuştur.
Yapılan, Lenin’in de dikkat çektiği belli hatalar,
daha sonraları da ortaya çıkmış; eleştiri, özeleştiri ile
aşılmıştır.
Lenin’in Stalin’e getirdiği eleştiriler, bir Bolşeviğin
diğer bir Bolşeviğe getirdiği eleştirilerdir. Lenin’in
Troçki gibilerine getirdiği eleştiriler ise, bir Bolşeviğin Bolşevik olmayan birine getirdiği eleştirilerdir.
Bunlar arasında fark vardır.
Şimdi Lenin’e dayanarak Stalin’i eleştirmeye kalkanlar, işte aynı Troçki ve hempaları gibi bu farkları
gözlerden gizlemeye çalışıyorlar. Ama gerçekler inatçıdır!
Eylül 2011 ✓
✒
✒
42
“sosyal-milliyetçiliğe” duyduğu kin, bu noktada kader belirleyici rol oynamıştır. Politikada kin, genellikle en kötü rolü oynar.
“Sosyal-milliyetçiler”in “suçunu” soruşturmak için
Kafkasya’ya giden yoldaş Cerjinski’nin de orada tipik
Rus kafa yapısıyla (başka uluslardan olup da sonradan Ruslaşanların bu Rus kafa yapısını büsbütün
abarttıkları bilinen gerçektir) sivrilmiş olmasından
ve Orconikidze’nin “tartaklamasının” bütün komisyonun tarafsızlığı konusunda karekter belirleyici olmasından korkarım. Hiçbir provakasyon, hatta hiçbir hakaret bu tartaklamayı haklı gösteremez. Yoldaş
Cerjinski bu davranış karşısında kayıtsız bir tutuma
girmekle bağışlanmaz suç işlemiştir.
Kafkasya’daki bütün vatandaşların gözünde,
Orconikidze devlet iktidarını temsil etmektedir.
Orconikidze’nin, kendisinin ve Cerjinski’nin değindiği sinirliliği açığa vurmaya hakkı yoktu. Tam tersine, Orconikidze’nin, “siyasal” suçtan sanık biri şöyle
dursun, sıradan vatandaşlardan bile beklenemeyecek
bir çekimserlikle davranması gerekirdi. Ve doğrusunu söylemek gerekirse, bu sosyal-milliyetçiler siyasal
suç işlemekten sanık tutulan vatandaşlardı ve suçlamanın koşulları bir başka tanıma olanak veremezdi.
Burada önemli bir ilke sorunuyla karşılaşıyoruz:
Enternasyonalizm nasıl anlaşılmalı, nasıl yorumlanmalıdır?
30 Aralık 1922
Lenin”
(Lenin, “Son Yazılar/Son Mektuplar”, sf. 24-27, Ser
Yayınları, Mayıs 1975; Lenin, Toplu Eserler, Almanca,
cilt 36, sf. 590-592.)
Bu konuda da Stalin’in takındığı tavır şöyledir:
“Troçki konuşmasında Stalin’in “ulusal sorunda oldukça büyük bir yanlış yaptığını” bildirdi. Ama nasıl
bir yanlış, hangi koşullarda, Troçki bunu elbette söylemedi.
Bu doğru değildir yoldaşlar, bu bir iftiradır. Benim
hiçbir zaman ne Parti ile, ne de Lenin ile ulusal sorunda herhangi bir görüş ayrılığım olmamıştır. Troçki burada önemsiz bir olayı açıkca ima ediyor. Yoldaş Lenin, beni XII. Parti Kongresinden önce Gürcü
yarı-milliyetçilerine karşı, kısa bir süredir Fransa’da
ticaret temsilcisi olan Mdivani gibi yarı-komünistlere
karşı aşırı sert bir örgütsel siyaset izlediğim, ve onları “takip altında tuttuğum” şeklinde uyardı. Ama
daha sonraki olaylar, bu “sapkın”ların, Mdivani gibilerinin, gerçekte, benim Partimizin Merkez Komitesi
Sekreterlerinden biri olmam sıfatıyla bunlara karşı
43
“...On yıl, belki daha fazla bir süre, Partiye, Sovyet
ülkesi hükümetine, Stalin’e karşı mücadeleyi bizzat
yönettim. Bu mücadelede benim bildiğim tüm siyasi
mücadele araçlarını –açık tartışma, fabrika ve
işletmelere girme çabaları, illegal çağrılar, illegal basın,
partiyi kandırma, sokak gösterileri örgütleme, komplo,
ve en sonunda terör –kullandım...”
44
len mahkumiyet kararını iptal ettiğini açıklamıştır.
Yüksek Mahkemesi Başkanlığı, suçlanan bu kişilerin
suçlu bulunmadıklarını ve davanın iptal edildiğini de
tespit etmiştir.
Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi, yukarıda sıralanan gerekçeler uyarınca N. N. Kerestinski, G. F.
Grinko, İ. A. Zelenski, V. İ. İvanov, S. A. Bessenov, A.
İkramov, F. Hocayev, V.F. Sarangoviç, P. T. Zubarev
ve D. D. Pletnev’i daha önce aklamıştı.
G. G. Yagoda ile ilgili olarak aynı konuda Başsavcılık, Yüksek Mahkemeye iptal önerisi sunmamıştır.”
(“Bitirilmemiş Devrim”, s. 125-126.)
XX. Parti Kongresinde ise, Kruşçev’in “Gizli
Rapor”da 1936-1938 temizlikleri için hiç ayrımsız:
“Bu dönemde bütün hukuk kurallarının tersine,
suçlanan kişiler fiziki baskı, işkence altında verdikleri ifadelerle mahkum edildiler” tespitini yaptığını
daha önce ortaya koymuştuk.
Şimdi kısaca 1936-1938 arasında yapılan temizlik-
Birliği’ndeki “muhalefeti” hem kendi içinde ittifaka,
hem de kendi amaçlarına ulaşmak -yani Sovyetler
Birliği’ndeki iktidarı devirmek, yerine kendi iktidarlarını kurabilmek – için emperyalist güçlerden “yararlanma” adına onlarla anlaşma aramaya; objektif
olarak emperyalist güçlerin “beşinci kol” faaliyetini
yürütmeye itmiştir.
Emperyalistler açısından da, Troçkist ve sağcı muhalefet açısından da 1934’te yapılan XVII. Parti Kongresi, Sovyetler Birliği’nde kendini ispatlayan sosyalizmi yıkmanın [Troçkist ve sağ muhalefet açısından,
lafta sorun tabii ki sosyalizmi yıkmak değildi; kurulan zaten sosyalizm değildi] tek yolu, parti yönetimini yok etme yolu idi. Ve evet Troçkist ve sağ muhalefet
açısından, Sovyetler Birliği’nde amaçlanan değişikliğe ulaşabilmek için, dıştan bir saldırı da, hesaplar
içinde yer alan bir olasılıktı. Yönetimi devirmek için
her araç kullanılabilir, her yol mübahtı. Troçkistlerin, ve Sağcıların XVII. Kongre ertesi, açıkça Parti
çizgisine karşı çıkan bir programla, parti platformu
dışında bir platformla işçi sınıfı önüne, Sovyet emekçileri önüne çıkıp, onları kazanma umudu kalmamıştı. Parti çizgisinin doğruluğu pratikte ispatlanmıştı.
Kitleler büyük bir çoşku ile sosyalizmin inşası çalışmasına katılıyorlardı. Muhalefet ideolojik mücadele
sonucu, yığınlar içinde tüm inanılırlığını yitirmişti.
Bu durumda Parti yöneticilerine karşı bireysel terör,
komplo yolu seçildi.
1 Aralık 1934’te parti önderlerinden Sergey Kirov,
Smolny Enstitüsündeki bürosundan çıktığında, koridorda Nikolayev isimli bir katilin saldırısında başından vurularak öldürüldü.
Nikolayev’in ifadesine göre, onun Kirov’a sıktığı
kurşun:
“SBKP’ne ve Sovyet Hükümetine karşı genel bir
ayaklanmanın, bir patlamanın işareti olacaktı.” (“Büyük Komplo”, R. Sayers/A. E. Kahn, Almanca, s. 246.)
Sovyetler Birliği içindeki “muhalefet”in şimdi yabancı güçlerin desteğinde açık terörcü yolu seçtiğini
gösteren Kirov’un katli olayı, SBKP’ye ve Sovyet Hükümetine karşı genel ayaklanmanın işareti olacak
yerde; SBKP’nin iç ve dış komplolara karşı daha dikkatli olmasının ve şimdi artık yabancı güçlerle içiçe
karşı-devrimci eylemlere girişen muhalefet ile büyük
bir hesaplaşmayı başlatmasının işareti oldu.
Nikolayev’in ilişki içinde bulunduğu grup üzerinden, en ünlüleri Zinovyev ve Kamenev olan bazı
muhaliflere varıldı. Bunlar Nikolayev’in hüküm giymesinden iki hafta sonra Ocak 1935’te Leningrad’da
mahkeme önüne çıkarıldılar.
Savcılık bunlara Kirov’un öldürülmesinde eylem
ortaklığı suçlaması getiriyordu. Bu ilk mahkemede,
henüz soruşturmalar yeterince derinleşmediği için,
Kamenev ve Zinovyev yalnızca “siyasi sorumluluğu
üstlenen” bir savunma çizgisi tutturdular.
Her ikisi de, kendilerinin “Moskova Merkezi” adıyla
anılan siyasi muhalefetin önderleri olduklarını, “Sovyetler Birliği’ndeki yönetimi devirme faaliyetlerinin
Kirov’un öldürülmesi gibi bir cürüm için zemini hazırladığından” bu eylemin “ahlaki sorumluluğunu”
üstlendiklerini açıkladılar. (Bkz. “Büyük Komplo”,
s.247.)
Ama ısrarla suikastçıların gerçek niyetlerinden haberleri olmadığını ortaya koydular.
Zinovyev mahkemedeki son sözünde şöyle diyordu:
“Ben kendimi önder olarak hissetmeye alışığımdır.
Ve benim herşeyi bildiğimin düşünülmesi normaldir...
Bu nefret edilesi cinayet, bizim Partiye karşı geçmişte yürüttüğümüz mücadeleleri öyle bir kötü ışık
altına sokmaktadır ki, Partinin Kirov’un öldürülmesinin siyasi sorumluluğunu eski Parti düşmanı Zinovyev grubuna maletmeye hakkı vardır.”
Kamenev’de şunları söylüyordu:
“Ben korkak olmadığımı söylemek zorundayım.
Ama buna rağmen hiçbir zaman silah kullanmayı
düşünmedim. Ben hep Merkez Komitesinin bizimle
pazarlığa oturarak ve bize yer açmak zorunda kalacağı anı bekledim.” (A.g.e.i sf. 247.)
Sonuçta, bu ilk duruşmada, eyleme doğrudan katılma, eylemi doğrudan örgütleme konusunda yeterli
delil bulunmadığından, Zinovyev ve Kamenev- ve
onlarla birlikte “Moskova Merkezi” üyeleri- hapis cezaları ile kurtuldular.
Ama sorşturma kapanmamıştı, devam ediyordu.
Yakalanan her yeni kişi ile komplonun boyutları
daha iyi görülmeye başlanıyordu.
Soruşturmaların sonuçları, özellikle “önder” durumunda olanların çıkarıldığı Moskova Duruşmaları
adı verilen duruşmalarda açıkça belgelendi.
Moskova Duruşmalarının birincisi; 19-24 Ağustos
1936’da, Zinovyev, Kamenev, Yevdokimov, Smirnov,
Bakayev, Ter-Vaganyan, Mraçkovski, Dreitzer, Golzman, Reingold, Pikel, Olberg, Berman-Yurin, Fritz
David, M. Lurie ve N. Lurie’ye karşı yapıldı.
Bu duruşmalarda, Kirov’un ölümünden sonra yapılan araştırma-soruşturmalar temelinde, savcılık tüm
sanıklara, “Troçkist-Zinovyevist terörist bir merkez”
üyesi olma; SBKP ve Sovyetler Birliği yöneticilerine
karşı terör eylemleri planlama; Kirov’u öldürme, yabancı güçlerin casusluk örgütleri ile ilişkiler geliştirme vb. suçlamaları getiriyordu.
Duruşmalar açık yapılıyor; özellikle yabancı diplomatlar, gazeteciler vb. duruşmalara özel olarak çağrılıyor; tutanaklar duruşma ertesi günlük basında
aynen yayınlanıyor; yer yer canlı radyo yayını yapılıyordu.
Bu şartlarda yapılan duruşmalarda, hiçbir sanık ne
işkence gördüğü yönünde bir açıklamada bulundu; ne
de suçsuzluğunu iddia etti.
Burada yalnızca Kamenev ve Zinovyev’in (1. Moskova Duruşmalarının en “ünlü”leri olduğu için) son
sözlerinden yapacağımız alıntılar, “nasıl olur da eski
Bolşevikler bunları yapabilmiş olabilirler?” şeklindeki bir soruya onların kendi ağızlarından verdikleri
cevaptır.
Kamenev şöyle diyor:
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
lerle ilgili bilgi verip, işkence suçlaması ve “inanılmazlık” düşüncesi üzerinde duralım.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının başarıları, gerek tüm emperyalist dünyayı, gerekse “tek
ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olmadığı”
tezini savunan Troçki ve Troçkistleri; ve diğer yandan sosyalist inşanın hızı karşısında paniğe kapılan
sağcıları zor durumda bırakmış; Sovyetler Birliği’ne
düşmanlık, çeşitli emperyalist güçlerin Sovyetler Birliği’ndeki “muhalefet” ile “İttifakı’nın -daha doğrusu
Sovyetler Birliği’ndeki muhalefeti kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda kullanmasının- ortak temelini oluşturmuştur. Aynı ortak temeldir ki, Sovyetler
✒
✒
toplumsal düzeni ve devleti yıkmak, yıkıcı, terörist ve
başka düşmanca faaliyetlerde bulunmakla suçlanmış,
mahkum edilmişlerdi.
Araştırmalar sonucu, daha gözaltında bulunduruldukları süre içinde, soruşturma safhasında başlamak
üzere, bu kişiler karşısında sosyalist yasallığın ihlal
edildiği, suçlanan kişilerin onaylanmayacak yöntemlerle itiraflara zorlandıkları anlaşılmıştır.
Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi Başkanlığı 4 Şubat 1988’de Sovyetler Birliği Yüksek Savaş
Mahkemesi tarafından daha önce Buharin, Rikov,
Rozengolc, Çernov, Bulanov, Levin, Kazakov, Maksimov-Dikovski, Kroçkov, Rakovski hakkında veri-
45
liğini Alman faşist gizli polisinin ajanı olduğunu bildiği ve resmi görevi Prag’da Slav Kitaplığı müdürlüğü
olan Tukalevski’den aldığını (Honduras pasaportu);
Tukalevski’nin kendisine Troçkistlerle Gestapo arasında anlaşma yapıldığını anlattığını vb. açıklar.
(Bkz. a.g.e., s.86-92. YN]
Benim adımın bundan böyle bu kişilerle birlikte
anılacağını kavradım o an. Sağımda Olberg, solumda
Nathan Lurie!”
İşte Kamenev ve Zinovyev’in, herkesin gözü önünde yapılan duruşmadaki son sözleri bunlardır!
Onlar, Troçkist-Zinovyevist merkez etrafında çalışanların verdiği ifadeler; yazılı belgeler, deliller ve
kendi ifadeleri temelinde suçlu görülerek ve kendileri
de suçlarını kabul ederek, idama mahkum edilmiş-
gösterebiliyor! Bir de suçlananlara, suçlarını itiraf etmeleri halinde affedilecekleri sözü verildiği, bu yüzden suçların kabul edildiği masalı var. Bu masalı bir
dizi anti-komünist tarihçi anlatıyor!
Sovyet yasaları ortadadır. Sovyet yasalarında “itiraf” halinde cezanın hafifletileceği vb. öngörülmemiştir. Zinovyev, Kamenev gibi yönetici mevkideki
suçlular bunun her halükarda bilincindedirler. Ayrıca daha önceki deneyimler vardır. 1936 Moskova Duruşmaları öncesinde, Leningrad duruşmaları sonrası
itiraf edenler de kurşuna dizilmiştir! vb. Yani Moskova Duruşmaları belgeleri ortada iken, bu duruşmaların kararlarını, daha önce Kruşçev revizyonistinin
yaptığı, şimdi de onun eserinin tamamlayıcısı Gorbaçev revizyonistinin yaptığı gibi revize etmek, geçersiz
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
niden basımı: Red Star Press. s. 173-174, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 193, Dönüşüm Yayınları)
Zinovyev’in ise söyledikleri şöyle:
“Ben en başta, tam olarak ve bütünüyle suçlu olduğumu açıklamak istiyorum. Ben, Troçkist-Zinovyevist blokun ikinci örgütçüsü olarak suçluyum. Bu
blokun hedefi, Stalin, Voroşilov ve bir dizi Parti ve
Hükümet önderini öldürmekti. Ben, Kirov cinayetinin esas örgütçüsü olarak suçluyum.
Parti, bizim yolumuzun bizi nereye götürdüğünü
gördü, ve bizi uyardı. Stalin, konuşmalarından birinde, muhalefette kendi görüşlerini Partiye dayatmak
için şiddet kullanma eğilimlerinin ortaya çıkabileceğine dikkat çekmişti. Cerjinski, daha XIV. Parti
Kongresi öncesinde bir toplantıda, bize, “Kronstadt’lılar” demişti. Stalin, Voroşilov, Orconikidze,
Cerjinski, Mikoyan bizi ikna edebilmek, kurtarabilmek için her yolu denediler. Bize onlarca kez şunu
dediler: Siz Partiye ve Sovyet devletine korkunç zarar verebilirsiniz ve kendiniz de batar gidersiniz. Biz
bu uyarılara kulak asmadık. Biz, Troçki ile bir ittifak
içine girdik. Menşeviklerin, Sosyal-Devrimcilerin ve
beyaz muhafızların –ki bunlar bizim ülkemizde açıkça ortaya çıkamazlardı - sözcüleri konumuna girdik.
Biz Sosyal-devrimcilerin terörizminin mirasçısı olduk. Ama çarlığa karşı yönelen devrim öncesi terörizmin değil, içsavaş döneminin Sağ Sosyal-Devrimcilerinin, Lenin’e tetik çeken Sosyal-Devrimcilerin
terörizminin mirasçısı.
Benim sakat Bolşevizmim, anti-Bolşevizme dönüştü, ve Troçkizm üzerinden faşizme vardım. Troçkizm
faşizmin bir çeşidi, Zinovyevizm de Troçkizmin bir
çeşididir.
Bana inanmalısınız ki, yurttaş hakimler, benim için
en büyük ceza, bana verilebilecek cezaların en ağırından daha ağırı, burada Nathan Lurie ile Olberg’in
verdiği ifadeleri dinlediğim an oldu.
[Nathan Lurie, Almanya’daki Troçkist örgütün
Sovyetler Birliği’ne gönderdiği bir kadrodur. Alman
gizli polisi olan –aynı zamanda Troçkist örgütün
içinde yeralan- Franz Weiz ile birlikte terörist bir
grup oluşturduğunu, ve bunu nasıl yaptığını duruşmalarda da açıklamıştır. (Bkz. a.g.e., s. 102-106, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil, sayfa 194, Dönüşüm
Yayınları)
Olberg, Almanya’da bizzat Troçki’nin oğlu Sedov
tarafından örgütlenen Troçkist grubun Sovyetler
Birliği’ne gönderdiği kadrolardan biridir. Sahte kim-
✒
✒
46
“Ben, Zinovyev ve Troçki ile birlikte, ülkemiz Hükümeti ve Partisinin yöneticilerine karşı bir dizi terörist suikast hazırlayan, planlayan ve Kirov cinayetini
işleyen terörist komplonun örgütçüsü ve yöneticisi
idim.
On yıl, belki daha fazla bir süre, Partiye, Sovyet
ülkesi hükümetine, Stalin’e karşı mücadeleyi bizzat
yönettim. Bu mücadelede benim bildiğim tüm siyasi
mücadele araçlarını –açık tartışma, fabrika ve işletmelere girme çabaları, illegal çağrılar, illegal basın,
partiyi kandırma, sokak gösterileri örgütleme, komplo, ve en sonunda terör –kullandım.
Ben siyasi hareketlerin tarihini zamanında inceledim. Çıkardığım sonuç odur ki, bizim son on yıl içinde kullanmamış olduğumuz hiçbir siyasi mücadele
biçimi yoktur. Proleter devrim, bizlere, kendinden
önceki devrimlerin hiçbirinin kendi düşmanlarına
tanımadığı bir mühlet tanıdı. XVIII. yüzyılın burjuva devrimi, kendi düşmanlarına gün veya haftalarla
sayılı bir mühlet tanırdı, sonra onları yokederdi. Proleter devrimi, bizim hatalarımızı kabul edip kendimizi düzeltebilmemiz için bize 10 yıl boyunca olanaklar
tanıdı. Ama biz bu olanakları kullanmadık. Ben üç
kez Partiye yeniden alındım. Yalnızca bir açıklama
yapmam üzerine sürgünden geri çağrıldım. Bütün
hatalarıma rağmen, sorumlu mevkilere getirildim.
Ben şimdi üçüncü kez proleter yargı organının önündeyim ve bana terörist plan, amaç ve eylem suçlaması
getiriliyor.
Bana iki kez hayatım hediye edildi. Ama herşeyin
bir sınırı vardır. Proletaryanın affediciliğinin de sınırı vardır. Ve bu sınıra varılmıştır.
Kendi kendime, benim yanımda, Zinovyev, Yevdokimov, Bakayev, Mraçkovski yanında; yabancı ülke
gizli polisinin ajanlarının, sahte pasaportlu, kuşkulu
biyografiye sahip, ve Gestapo ile ilişkileri kuşkusuz
olan bazılarının da burada mahkeme önünde olması
tesadüf müdür diye soruyorum. Cevabım; Hayır! Bu
tesadüf değil. Biz burada yabancı gizli polis ajanları ile aynı sıralarda oturuyoruz, çünkü aynı silahları
kullandık, çünkü kaderlerimiz şimdi aynı sıralarda
oturmada dile gelen biçimde içiçe geçmeden, ellerimiz kenetlenmişti.
Biz böylece faşizme hizmet ettik; sosyalizme karşı
karşı-devrimi örgütledik, Sovyetler Birliği’ne karşı
askeri müdahalenin yolunu hazırladık ve açtık. İçine
düşmüş olduğumuz ihanetin ve her türlü pisliğin çukuruna götüren yoldu bizim yolumuz.”
(“Duruşma tutanağı”, Moskova 1936, Almanca ye-
“... Biz, ben dahil hiçbirimiz, bize yumuşak davranılmasını isteme
hakkına sahip değiliz. Ve, -bunu gururla söylemiyorum, gururlanacak
bir şey yok- bu yumuşaklığa ihtiyacımız da yok. Önümüzde, insanlığın
kaderinin belirleneceği 5-10 yıl içinde yaşamanın, ancak insanlar
aktif olarak bu hayata katılmaları halinde bir anlamı var. Ama
olanlar [bizim durumumuzda-ÇN] bunu olanaksız kılıyor. Bu yüzden
yumuşaklık gereksiz eziyet olurdu... “
tirler!
Şimdi onları aklamaya çalışanların tek güvendikleri şey, insanların “unutkan” olması ve araştırma ihtiyacı duymuyacakları, demogoji ile gerçeklerin çarpıtılabileceği inancıdır. Ama yalancının mumu yatsıya
kadar yanar!
Zinovyev, Kamenev ve diğerlerine getirilen suçlamaların Sovyet yasalarına göre cezası ölümdür. Zinovyev, Kamenev ve diğerleri, kamuya açık duruşmalarda; yüzlerce yerli ve yabancı gözlemcinin gözleri
önünde doğrudan yayınlar aracılığı ile tüm Sovyet
emekçilerinin önünde suçlarını kabul etmişler; ölüm
ile yüzyüze iken ve ellerinde başka açıklamalar için
de tüm imkan varken, son söz haklarını nesnel suçluluklarını kabul etme biçiminde kullanmışlardır.
İfadelerinde, işkenceden tek sözcük yoktur! Bu olgu
iken, Kruşçev revizyonisti çıkıp hiç ayrımsız “psikolojik ve fiziksel işkence”den sözetme yüzsüzlüğünü
ilan etmek vb., burjuvazinin yenilgisinin intikamını
almaktan başka bir anlam taşımaz!
Moskova Duruşmalarının ikincisi; 23-30 Ocak
1937’de, Pyatakov, Radek, Sokolnikov, Serebryakov,
Muralov, Livşitz, Drobnis, Boguslavski, Knasyev, Rataytçak, Norkin, Şestov, Stroilov, Turok, Hraşe, Puşin
ve Arnold’a karşı “Sovyet Düşmanı Troçkist Merkeze
Karşı Ceza Davası” başlığı altında yapılmıştır. Bu duruşmalar da açıktır. Duruşma haberleri, tutanaklar
günlük basında yayınlanmıştır. Duruşmaları izleyen
çok sayıda yabancı gazeteci, diplomat vb., duruşmaların açıklığı hakkında bir olumsuz değerlendirme
yapmamıştır.
Yine en “ünlü”lerin son sözlerine bakalım: Pyatakov son sözünde şöyle diyor:
“Yurttaş hakimler, ben savunma konuşması yapmayacağım. Çünkü savcılığın iddianamesi olguların
tespiti anlamında doğrudur. Bu iddianame benim cü-
47
ödeyerek öğrenecekleri konusunda uyarıyoruz.
Ve nihayet bütün dünyada barış isteyenlere sesleniyoruz: Troçkizm savaş kışkırtıcılarının elinde bir
silah haline gelmiştir. Bunu yüksek sesle ilan etmek
istiyoruz. Bunu gördük, yaşadık, inanmak bize çok
zor geldi. Ama gördük ki bu tarihsel bir olgudur. Ve
bu olguyu biz kellemizle ödeyeceğiz!
Bu bizim, benim kişisel olarak son söylemek istediğimdir. Böylece taşıdığım sorumluluğun yalnızca
fiziksel sorumlulukla kalmamasını, birazcık yararlı
olmasını istiyorum.
Biz, ben dahil hiçbirimiz, bize yumuşak davranılmasını isteme hakkına sahip değiliz. Ve, -bunu gururla söylemiyorum, gururlanacak bir şey yok- bu
yumuşaklığa ihtiyacımız da yok. Önümüzde, insanlığın kaderinin belirleneceği 5-10 yıl içinde yaşamanın, ancak insanlar aktif olarak bu hayata katılmaları halinde bir anlamı var. Ama olanlar [bizim
durumumuzda-ÇN] bunu olanaksız kılıyor. Bu yüzden yumuşaklık gereksiz eziyet olurdu. Biz birbirimize ihtiyacı olan bir topluluğuz. Troçki’ye içimizde en
yakın olan kişi olan Muralov, benim ölse de tek kelime konuşmaz diye inandığım kişi, itiraflarda bulunup, bunu isminin tüm karşı-devrimcilerin elinde bir
bayrak olmasını istememek ile gerekçelendirdiğinde,
bu belki de bu duruşmaların en derin sonuçlarından
biri olmuştur.
Biz hangi tarihsel güçlere araç olarak hizmet ettiğimizin tam bilincine vardık. Bu kadar eğitimli olmamıza rağmen, bunu bu kadar geç kavramamız bizim
için kötü. Ama hiç olmadı başkalarının öğrenmesine
hizmet etsin.” (A.g.e., s. 602-603, Stalin Eleştirileri
Üzerine, H. Yeşil, sayfa 197-198, Dönüşüm Yayınları)
İşte 1937’deki duruşmalarda “en ünlü”lerin söyledikleri bunlardır. Onları aklamaya çalışanlar, gerçekte yalnızca bir tek şeyi, Komünizme düşmanlıklarını
belgeliyorlar.w
Moskova Duruşmalarının üçüncüsü; 2-13 Mart
1938’de, Buharin, Rikov, Yagoda, Krestinski, Rakovski, Rosengolz, İvanov, Çernov, Grinko, Selenski, Bessonov, Kazakov, Maksimov-Dikovski, Kruçkov’a karşı “Sağcılar ve Troçkistlerin Anti-Sovyetik Blokuna
Karşı Ceza Davası” başlığı altında yürütüldü.
Bu davanın en “ünlü” sanığı, “Partinin sevgilisi”
(Lenin) Buharin’di. Şimdi bu en “ünlü”nün son sözünden parçalar aktaralım:
“Yurttaş başkan, yurttaş hakimler!
Ben, yurttaş savcı ile benim önderlerinden biri olduğum ve tüm faaliyetleri hakkında tam sorumluluk
taşıdığım “Sağcılar ve Troçkistler Bloku” tarafından
işlenen cürümleri konu alan davanın genel değerlendirilmesi hakkında hemfikirim.
Bir dizi başka davaların devamı olan ve onları bir
anlamda sonuçlandıran bu dava, tüm cürümleri, vatan haini faaliyet, bizim Partiye ve Sovyet Hükümetine karşı mücadelemizin anlamı ve köklerini bütün
açıklığıyla ortaya sermiştir.
Ben şimdi bir yılı aşkın süredir hapiste bulunuyorum, bu yüzden de dünyada neler olduğunu bilmiyorum, ama bölük-parça da olsa bana yansıyan gerçek
parçacıklarından çıkarıyorum ki, hissediyor ve anlıyorum ki, bizim ihanet ettiğimiz dava, gelişmesinin
yeni bir aşamasına girmiştir, enternasyonal arenada
büyük bir güç faktörü olarak kendini dayatmaktadır.
Biz sanıklar, barikatın öbür yanında oturuyoruz.
Ve bu barikat bizi sizden ayırıyor, yurttaş hakimler.
Biz kendimizi karşı-devrimin kahrolası saflarında,
sosyalist anavatana ihanetin saflarında bulduk.
Daha duruşmaların başlangıcında, yurttaş başkan
tarafından soruya, suçumu kabul ediyorum diye cevap vermiştim.
Yurttaş başkanın, ifadelerimi kabul edip etmediğim sorusuna, onları bütünüyle kabul ettiğim cevabını vermiştim.
Ön soruşturma sonrasında savcılığa çağrıldığımda,
tüm soruşturma belgelerini kontrol eden savcılık sonucu şöyle toparlamıştı: (Soruşturma Tutanağı, cilt 5,
s. 114. 1.12.1937, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil,
sayfa 199, Dönüşüm Yayınları)
“Soru: siz karşı-devrimci Sağcılar örgütünün merkezinin üyesimi idiniz? Benim cevabım: Evet, bunu
itiraf ediyorum.
İkinci soru: Merkezinizin üyesi olduğunuz karşıdevrimci örgütün karşı-devrimci faaliyetler yürüttüğü ve Parti ve Hükümet yönetimini şiddet kullanarak
yıkmayı amaçladığını itiraf ediyor musunuz?
Benim cevabım: Evet, itiraf ediyorum.
Üçüncü soru: Bu merkezin terörist bir faaliyet
yürüttüğünü, kulak ayaklanmaları örgütlediğini,
Politbüro’ya, Parti yönetimine, Sovyet iktidarına karşı beyaz muhafız-kulak ayaklanmaları hazırladığını
itiraf ediyor musunuz? Benim cevabım: Evet, doğrudur.
Dördüncü soru: Devleti devirmek amacı ile hazırlanan komplo dolayısı ile vatan hainliği faaliyeti konusunda suçunuzu kabul ediyor musunuz? Benim
cevabım: Evet, gerçektir.”
Mahkeme önünde de ben kendi işlediğim, ve yurt-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
“Yurttaş hakimler! Ben vatana ihanet suçunu kabul
etmiş olduğumdan, her türlü savunma konuşması
anlamsızdır. Bilincini yitirmemiş yetişkin bir insanın vatan hainliğini savunabilmesi düşünülemez.
Hafifletici nedenler de gösteremem. 25 yıl işçi hareketi içinde olan biri eğer vatan hainliği suçunu kabulleniyorsa, hafifletici neden olamaz. Troçki’nin beni
doğru yoldan saptırdığını da söyleyemem. Ben Troçki ile karşılaştığımda, görüşleri yerli yerine oturmuş
yetişkin bir insandım. Troçki’nin rolü karşı-devrimci örgütlenmeler içinde muazzam olmasına rağmen,
ben Partiye karşı bu mücadele yoluna girdiğimde,
onun benim üzerimdeki etkisi minimal idi.”
Radek, konuşmasının bundan sonraki bölümünde,
neden itirafta bulunduğunu, neden bunu hemen yapmadığını; kendisinin öznel isteği ile nesnel olarak oynadığı rol arasında fark olduğunu anlattıktan sonra
sözlerini şöyle bağlıyor:
“Biz kitlelere konuşma hakkımızın olmadığını biliyoruz. Çünkü onlara öğretmen olacak durumda değiliz. Ama bizimle ilişki içinde olan unsurlara üç şey
söylemek istiyoruz:
Troçkist örgüt, tüm karşı-devrimci güçlerin çekim
merkezi olmuştur. Onunla ilişkiye geçen ve onunla kaynaşma yoluna giren Sağcıların örgütü de ülke
içindeki tüm karşı-devrimciler için çekim merkezi
haline gelmiştir. Bu terörist örgütlerle devlet başa çıkacak durumdadır. Kendi deneyimlerimizden yola
çıkarak, bundan hiç kuşkumuz yoktur.
Ama ülkede yarı, çeyrek, sekizde bir Troçkistler
vardır. Bunlar terörist bir örgütten hiç haberleri olmaksızın, bize sempati duyduklarından, liberalizmlerinden, Partiye kızdıklarından vb., bize yardımcı
olmuşlardır. Bu insanlara söyleyeceğimiz şudur: Bir
çelik çekiç içinde küçük bir çatlak, çok tehlikeli değildir. Ama bir çelik pervanedeki çatlak, felakete yol
açar. Bize en yüksek derecede gerilimin olduğu bir
dönemde, savaş öncesi dönemde yaşıyoruz. Bütün
bu unsurlara, bu mahkeme üzerinden ve kendi kendimizle hesaplaşmamız temelinde sesleniyoruz: Parti ile arasında çatlak olanlar, eğer bu çatlak Parti ile
ilişkide açık, namuslu bir çaba ile kesinlikle düzeltilemezse, yarın komploların eylemcisi, ve hain olabileceğini bilmelidir.
İkinci olarak, Fransa’da, İspanya’da ve diğer ülkelerdeki Troçkist unsurlara şunu söylemek istiyoruz:
Rus devrimi deneyimi göstermiştir ki, Troçkizm işçi
sınıfı hareketine zarar vermektedir. Bizim deneyimimizden öğrenmeyenleri, bunu en geç hayatları ile
✒
✒
48
rümümün nitelendirilmesi noktasında da doğrudur.
Ama savcının bir iddiasını kabul edemem: Bu, benim
bugün de Troçkist olduğum iddiasıdır. Evet ben uzun
yıllar Troçkist idim. Troçkistlerle uzun yıllar omuz
omuza yürüdüm. Ama şimdi beni ifade vermeye götüren düşünce, hiç olmadı şimdi –çok geç de olsaTroçkist geçmişimden kurtulma isteği idi.
Ben bu yüzden benim itirafımı, benim ve birlikte
çalıştığım kişilerin iğrenç, karşı-devrimci faaliyetlerimiz hakkındaki bilgileri, -bu çok geç yapılmış
itirafdı- kendi kişiliğim açısından pratik bir sonucu
olacağından yapmadım. Ama benim elimden çok geç
de olsa kendimi bu çamurdan kurtardığım bilincini
çekip almayın.
Benim için en ağırı, yurttaş hakimler, benim hakkımda sizin vereceğiniz haklı hüküm değildir. En
ağırı, kendi kendime itirafımdır.
...
Benim, Troçkist faaliyetlere başladığımda, bunun
nereye götüreceğini gördüğüme inanmak yanlış olur.
Bu hiçbir şekilde benim cürümlerimin nesnel ağırlığını değiştirmese bile, kendime öznel olarak karşı-devrimci görevler koyduğuma, ve faaliyetlerimin
hangi çamura, hangi batağa götüreceğini en baştan
gördüğüme inanılmamalıdır.”
(“Sovyet Düşmanı Troçkist Merkez Hakkında Ceza
Davası Tutanağı”, Moskova 1937, yeniden basım: Red
Star Press, Almanca, s. 589-590, Stalin Eleştirileri
Üzerine, H. Yeşil, sayfa 196, Dönüşüm Yayınları)
Pyatakov’un bütün son sözü, delillerin, nesnelliğin
ağırlığı karşısında, objektif olarak karşı-devrimci
faaliyete önderliği kabul etmek; objektif olarak sosyalizm ve Sovyet düşmanlığını kabul etmek ve fakat
öznel olarak en baştan karşı-devrimci faaliyette bulunmak gibi bir niyetinin olmadığını ortaya koymak
üzerine kuruludur.
Baskı, işkence vb. konusunda da Pyatakov aynı son
sözde şunları söylemektedir:
“Yurttaş hakimler, ben burada bana karşı hiçbir
şekilde baskı ve etkileme yöntemleri kullanılmadığı
üzerine konuşmak istemiyorum. Bunu burada konuşmak komik olurdu. Bu gibi yöntemler zaten kişi
olarak benim için hiçbir şekilde ifade vermemin nedeni de olamazdı.
Hayır, beni cürümlerim üzerine bilgi vermeye zorlayan, korku olmadı.”
(A.g.e., s. 591, Stalin Eleştirileri Üzerine, H. Yeşil,
sayfa 197, Dönüşüm Yayınları)
Ve işte Radek’in son sözünden parçalar:
49
tedik. Mücadelenin mantığı bizi adım adım en kara
bataklık içine itti. Bir kez daha görüldü ki, Bolşevizm
pozisyonundan uzaklaşma, siyasi karşı-devrimci
haydutluğa kayış anlamına gelmektedir. Şimdi karşıdevrimci haydutluk ezilmiştir, bizler yıkıldık ve korkunç cürümlerimizden pişmanlık duyuyoruz.
Elbette, önemli olan pişmanlık, ya da özel olarak
benim kişisel pişmanlığım değil. Mahkeme bu olmadan da kararını verebilir. Suçlanan kişinin suçunu
kabul etmesi mutlak zorunluluk değildir. Sanıkların
itirafı ortaçağa ait bir hukuk ilkesidir. Ama burada
sözkonusu olan, karşı-devrim güçlerinin kendi içinde
çöküşüdür. Ve insanın silahlarını bırakmaması için
bir Troçki olması gerekir.
Ben burada kendisinden karşı-devrimci taktiğin
türediği güçler paralelogramında, Troçki’nin esas hareket ettirici motor olduğunu söylemek zorundayım.
Ve en keskin pozisyonlar –terör, casusluk, Sovyetler
Birliği’nin parçalanması, komplo- herşeyden önce bu
kaynaktan çıkıyordu.
Ben gerek Troçki’nin, gerekse diğer cürüm ortaklarımın, gerekse II. Enternasyonal’in bizi, bu arada kişi
ve isim olarak da beni savunmaya çalışacaklarından
a priori yola çıkıyorum. Hele hele Nikolayevski ile
konuşmamı gözönüne aldığımda, buna eminim. Ben
bu savunmayı reddediyorum, çünkü ülke, Parti ve
bütün halktır önünde diz çöktüğüm. Benim cürümlerimin korkunçluğu sınırsızdır. Hele hele Sovyetler
Birliği’nin içinde bulunduğu yeni mücadele aşaması
gözönüne alındığında! Dilerim ki, bu dava en son
ağır ders olsun, ve herkes Sovyetler Birliği’nin büyük
gücünü kavrasın. Herkes Sovyetler Birliği’nin milli
tecrit olmuşluğu karşı-devrimci tezinin zavallı bir
kağıt parçası gibi boşlukta asılı olduğunu görebilsin.
Herkes, Stalin tarafından güvence altına alınan ülkenin bilge önderliğini görüyor.
Ben bu bilinçle hükmü bekliyorum. Sözkonusu
olan, pişman olmuş bir düşmanın yaşamış olduğu kişisel olaylar değil, Sovyetler Birliği’nin gelişip güçlenmesi, onun uluslararası önemidir.”
(A.g.e., s. 846-848, Stalin Eleştirileri Üzerine, H.
Yeşil, sayfa 202-202, Dönüşüm Yayınları)
İşte Buharin’in mahkeme önünde, kamuoyu önünde söylediği son sözleri bunlardır.
Şimdi Buharin’i aklamaya kalkanlar, kendilerinin
burada Buharin’in suç olarak kabul ettiği şeylerin,
en başta da sosyalizme karşı her türlü araçla mücadele etmenin suç olmadığını kabul eden, bunu ilan
edenlerdir. Komünizme karşı mücadeleyi hayat gö-
revi haline getirenlerden başka bir şey beklenemez,
ama komünizm adına bunu yapanlar, komünizm
adına Moskova duruşmalarının kararlarını geçersiz
sayanların yüzüne tükürmek her komünistin hakkı
ve görevidir.
Toparlarsak;
İfadelerin işkence sonucu olduğu iddiasına karşı en
iyi cevap, Moskova Duruşmalarının tutanaklarıdır.
En azından merkezi ve atıfta bulunduğumuz duruşmalarda, hiçbir sanık, mahkemede –imkanı varkenifadelerin işkence altında alındığı yönünde bir açıklama getirmemiştir.
Tersine, bazı sanıklar, bunun tersini açıklamışlardır.
Suçlamaların uydurma olduğu vb. konusunda en
iyi cevap yine sözkonusu tutanaklardır.
İnanılmazlık bağlantısında söylenecek şeyi, Buharin son sözünde söylemektedir: “Siyasi mücadelenin
mantığı, bizleri adım adım en kara bataklığın içine
sürükledi.” Buna inanmayan, yalnızca kendi idealistliğini belgelemekte, sözkonusu olanın burjuvazi ile
proletarya arasındaki ölümcül sınıf mücadelesi olduğunu kavramadığını göstermektedir.
Bu bağlamda bir de Moskova Duruşmalarının devamı olarak yürüyen ve askeri gizler sözkonusu olduğu için gizli yapılan, başta Tuhaçevski olmak üzere
çok sayıda yüksek rütbeli subaya karşı yürütülen duruşma vardır. Bu duruşmalar sonrası çok sayıda yüksek rütbeli subay kurşuna dizilmiş; ve Kızıl Orduda,
özellikle eski çarlık ordusundan devralınan subay
kadrosunda geniş bir temizlik yapılmıştır.
Sovyet bürokrat burjuva askeri uzmanları ve Sovyet
revizyonist tarihçileri bunu “Stalin’in Kızıl Orduya
karşı savaşı” (“Moskau News”, Almanca, sayı 6, Haziran 1989) olarak adlandırmakta; ve bu temizlik Kızıl
Ordunun olağanüstü güçsüzleştirildiğini, eğer bu temizlik yapılmasa, 1941’de Hitler’in belki de Sovyetler
Birliği’ne saldırmaya cesaret bile edemeyeceğini vb.
savunmaktadırlar.
Bunların gözlerden gizlediği şudur: Tuhaçevski ve
hempaları, Sovyetler Birliği’ne Almanlarla anlaşma
içinde komplo planlarını uygulama hazırlıkları içinde oldukları için yargılanmış ve kurşuna dizilmiştir.
Eğer anti-faşist savaşta Kızıl Ordu zafer kazandı ise,
bu Tuhaçevski’ler Kızıl Ordu saflarından temizlenip,
sökülüp atıldığı, yokedildiği için olmuştur.
Tarihi çarpıtmaya Troçkistlerin ve revizyonistlerin
gücü yetmeyecektir.
Eylül 2011 ✓
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Bunun nedeni şudur? Hapishanede tüm geçmişimi
yeniden değerlendirdim. Çünkü kendi kendimize,
eğer öleceksen, neyin uğruna ölüyorsun diye sorduğunuzda, karşınızda birden şaşırtıcı bir berraklıkta
kapkara bir boşluk beliriyor. Eğer kişi pişmanlık göstermeden ölmek istiyorsa, uğrunda ölünecek birşey
kalmıyor. Ve bunun tam tersi de sözkonusu: Sovyetler Birliği’nde ışıldayan herşey görüldüğünde, bunlar
insanın bilincinde de değişiklikler yaratıyor. İşte beni
nihayetinde silahsızlandıran bu oldu. Ve beni Parti ve
ülke önünde diz çökmeye götürdü. Ve kendi kendinize yine soruyorsunuz: Pekala, diyelim ki ölmeyeceksin, diyelim ki bir mucize olacak, ve sen sağ kalacaksın. Peki ama, yine neyin uğruna? Herkesten tecrit
olmuş olarak, hayatın özünü oluşturan herşeyden
tecrit olmuş, insanca olmayan bir durumda, bir halk
düşmanı olarak... Ve birden yine aynı yanıt çıkıyor
karşınıza. Ve böyle anlarda, yurttaş yargıçlar, kişisel
olan herşey, insanın tüm kişisel kabuğu, tüm kişisel
nefret, gurur, ve daha bir sürü şey yıkılıp gidiyor.
Üstüne üstlük bir de geniş enternasyonal mücadelenin yankıları kulaklarınıza geldiğinde, bunlar hepsi
birlikte etkisini gösteriyor, ve biz çöken hasımlarının
karşısında SSCB’nin tam bir ahlaki zaferi ortaya çıkıyor. Hapishane kitaplığında elime Feuchtwanger’in
Troçkistlerin duruşmaları üzerine bir kitabı geçti.
Bana büyük etkide bulundu. Ama Feuchtwanger’in
sorunun özüne nüfuz edemediğini söylemek, yarı
yolda kaldığını, onun için herşeyin açık olmadığını,
gerçekte ise herşeyin açık olduğunu söylemek isterim. Dünya tarihi, dünya mahkemesidir. Troçkizmin
önderlerinin bir dizisi iflas etmiş, ve tarihin çöplüğüne atılmıştır. Bu doğrudur. Ama Feuchtwanger’in
yaptığı gibi, Troçki’yi Stalin ile aynı çizgi üzerinde
göstermek yanlıştır. Bu bütünüyle yanlış bir bakıştır.
Gerçekte Stalin’in ardından tüm ülke durmaktadır.
O dünyanın umududur, yaratıcısıdır. Napolyon bir
kez, “kader siyasettir” demişti. Troçki’nin kaderi karşı-devrimci siyasettir.
Hemen bitiriyorum. Bunlar belki hayattaki son
sözlerimdir.
Ben, soruşturma makamının, ve yoldaş hakimler, sizin önünüzde, neden teslimiyet gerekliliğine
vardığımı anlatmak istiyorum. Bizler yeni hayatın
sevinçlerine karşı en adi araçlarla mücadele ettik.
Ben, Vladimir İlyiç’in hayatına suikast suçlamasını
reddediyorum, ama karşı-devrimci arkadaşlarım ve
onların başında da ben, Stalin tarafından muazzam
başarılarla sürdürülen Lenin’in eserini yıkmak is-
✒
✒
50
taş savcı tarafından soruşturma temelinde getirilen
iddialarda dile gelen suçları kabul ettim, ve ediyorum.
Mahkeme önünde açıkladım ve bir kez daha açıklıyorum ki, ben “Sağcılar ve Troçkistler Bloku”nun işlediği tüm cürümlerin siyasi sorumluluğunu taşıyorum.
Ben en ağır cezaya layıkım, ve benim ölümüm saatimin eşiğinde olduğumu tespit eden yurttaş savcı ile
bu konuda da hemfikirim.”
(“Duruşma Tutanağı”, Moskova 1938, yeniden basım: Red Star Press, Almanca, s. 834, Stalin Eleştirileri
Üzerine, H. Yeşil, sayfa 199,200, Dönüşüm Yayınları)
Buharin, son sözünün bundan sonraki kısmında,
kendine getirilen bazı somut suçlamaları, özellikle
1918’de Lenin’e yapılan suikastten haberdar olduğu
suçlamasını –Sol Sosyal-Devrimcilerle o günkü Sovyet Hükümetine karşı ittifak görüşmelerini vb. reddetmeden- reddeder.
Buharin daha sonra pişmanlık göstermesinin sebeplerini açıklamaya girer. Şunları söyler:
“Pişmanlık, çoğu zaman, uyuşturucu madde [orijinalde “Tibet tozu”- ÇN] gibisinden bütünüyle saçma,
anlamsız şeylerle açıklanıyor. Ben kendi payıma bir
yıl kadar kaldığım hapishanede çalıştığımı, okuduğumu ve zihnimin açıklığını koruduğumu söylemek
istiyorum. Bu tüm masalların ve karşı-devrimci aptallıkların en iyi tekzibidir.
Hipnotizmadan sözediliyor. Ama ben mahkemede
hukuki olarak savunmamı yaptım, kendimi ordaki
koşullara anında uydurabildim, savcıya karşı polemik yürüttüm; böyle bir hipnotizma olamayacağını
herkes, tıbbın ilgili dallarında uzman olmayan kişiler
de teslim etmek zorundadır.
Pişmanlığı çoğu zaman da Dostoyevskicilikle, ruhun özellikleri ile (“L’ame slave” denilen şey ile) açıklıyorlar. Yani Alyoşa Karamazov, ya da “Budala”daki,
ya da Dostoyevski’nin diğer tiplerinde görüldüğü
gibi, sokağa çıkıp bağıran, “Öldürün beni ey namuslu
vatandaşlar, ben rezil biriyim” şeklinde bağıran tipler
gibi!
Ama burada sözkonusu olan bu değildir. Bizim ülkemizde “L’ame slave” denen şey, ve Dostoyevski’nin
ilginç tipleri, onların psikolojisi çoktan tarih olmuştur. Bunlar belki hala taşranın kenar mahallerinde
olabilir, ama orada bile ender rastlanır. Ama böyle bir
psikoloji bugünkü Avrupa’da yaygındır hala.
Ben burada kendimden, benim pişmanlığımın nedenlerinden söz edeceğim. Tabii ki deliller de çok
önemli rol oynuyor. Ama takriben üç ay boyunca
inkar ettim. Sonra ifade vermeye başladım. Neden?
51
ster taraflardan birisi galip gelsin, isterse de kesin
üstünlük sağlayan bir taraf olmasın askeri savaş
alanında belirli bir süre sonra ateşkes ilan edilir ve
bir anlaşma imzalanır. Askeri çatışmada galip gelenin zaferi kesinse mağlup olan tarafa ateşkesin ve barış anlaşmanın şartlarını tek taraflı olarak dikte eder.
Yok, taraflardan birisi kesin bir galibiyet elde edememişse bile, ateşkesin ve barış anlaşmasının şartları
daha üstün koşullara sahip tarafın beklenti ve taleplerine göre belirlenir.
Askeri savaşta ateşkes ve barış anlaşmaları andaki
güçler dengesinin hukuki alanda da ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Askeri alanda galip ya da
avantajlı olan taraf, mağlup olan tarafa “ateşkes”in ya
“mutlak egemenlik” talep eder. Dayattığı “barış anlaşması” sonunda karşı tarafın “bütünüyle ve topyekün teslimiyeti”ni resmileştirir.
Askeri savaşın ilkeleri–savaş şartlarının ve savaşan
tarafların kendine özel yapıları nedeniyle önemli değişikler gösterse de- sosyal savaş, sınıf savaşı alanında
da esas olarak geçerli ilkelerdir.
SOSYAL SAVAŞ
Sermayenin maaşlı kalemşorları inkar etmek için
gerçeklere hergün takla attırmaya çalışsalar da,
Türkiye’de ve tüm dünyada kimi zaman açıkça ilan
edilen, kimi zaman ise gayri resmi sürdürülen sürekli
bir sosyal savaş, sınıf savaşı yaşanmaktadır. Bu ger-
Askeri savaşta birbirine düşman olan güçler her zaman içlerine, hatta karşı tarafın
genel kurmayına ajan sokmak, düşmanı hakkında en değerli bilgileri eline geçirmek,
düşman saflarında psikolojik savaş araçlarını daha etkin kullanmak ister. Kimi
zaman bunu başarırlarda. Fakat askeri savaş halinde bulunan güçler “ajan” ve
“hainleri” uzun süre saflarında kalmasına müsaade edemez, özellikle kendi genel
kurmayında bunların bulunmasına izin veremez. Askeri savaşta “ajan” ve “hainler”
yakalandıklarında en ağır bir biçimde cezalandırılırlar.
52
da “barış”ın şartlarını da dikte eder, galibiyetini, üstünlüğünü hukuken pekiştirir.
Bazen de taraflardan biri savaşı hiç göze alamaz,
baştan teslim olur. Saldırganı “yatıştırmak” amacıyla
taviz üstüne taviz verir. “Yatıştırma taktiği” ise kural
olarak saldırgan tarafı daha iştahlandırır. Saldırgan
tarafın istek ve talepleri teslim olana boyunduruk
ve kölelik koşullarını dayatır. “Parçayı verip bütünü
kurtarma” umuduyla saldırgan tarafın boyunduruğuna razı olan yatıştırmacılar “bütünü” de koruyamazlar. Yatıştırmacıların korkaklığı ve teslimiyet
taktiği ile iştahı kabaran saldırgan mutlak egemen
olma fırsatını kaçırmamak için “bütün”e el atar ve
çeğin yanı sıra önemli ve dikkat edilmesi gereken bir
diğer nokta da, sosyal ve sınıf savaşında aktif olan,
savaşı örgütleyen tarafın kural olarak işçi sınıfı ve
diğer ezilen sınıflar olmamasıdır. Büyük sermaye ve
onların sopası devlet ezilen sınıflara karşı sistematik,
saldırgan ve örgütlü bir savaş yürütmektedir.
Sermaye sürdüğü bu savaşta, “ileri” ülkelerde bile
“sosyal devlet” maskesini büyük ölçüde bir kenara
atmıştır. 1980’li yıllardan bu yana sermayenin yürüttüğü yeni saldırının ana sloganları “verimlilik”,
“büyüme” ve “karlılık”tır. Bu taleplerin önünde engel
olarak görülen herşey, kısmi sosyal kazanımlar, politik ve sosyal haklar, reel ücret ve maaşlar, çalışma
serbest kürsü
serbest kürsü
İ
SOSYAL SAVAŞ VE BARIŞ
sal” siyasetlerinin sorumluluğu ve egemenlik alanı
altında bulunan her türlü faaliyetini (yatırım politikasından, vergilendirmeye, ücret politikasından ulaşım fiyatlarına kadar) doğrudan kontrol ve denetim
altına almıştır. Yunanistan örneğinde olduğu gibi
sermaye baronları bu ülkelerde ekonomiyi ve siyaseti
doğrudan belirlemek amacıyla –Osmanlı tarihinden
bildiğimiz- Düyun-u Umumiye’ler- kurmuştur.
✒
✒
SERBES T KÜRSÜ
süreleri, emeklilik şartları, eğitim ve öğrenim imkanları, doğal dengeler…. saldırının hedefi haline gelmiş
ve bunlar saldırgan sermayenin ihtiyaç ve taleplerine
göre tümüyle yeniden biçimlendirilmişlerdir.
Sermayenin kabaran iştahını tatmin etmek amacıyla kapitalist ekonomide yapısal değişiklere gidilmiş kuralsızlaştırma, özelleştirme, taşeronlaştırma,
piyasalarda liberalleştirme, sağlık ve eğitim hizmetlerinin bütünüyle piyasa ekonomisi kurallarına bağlanması sağlanmış; su, aydınlanma ve enerji gibi
temel “kamu” hizmetleri sermayenin yatırım ve kar
faaliyetine sınırlamasız açılmıştır vb. vd.
“Verimlilik ve yatırımları artırma” adı altında sermayeden alınan vergiler büyük oranda indirilmiş ya
da kaldırılmıştır. Aynı zamanda “bağımlı çalışandan” alınan vergiler (doğrudan ve dolaylı vergiler”e
hem yenileri eklenmiş hem de eski vergi oranları büyük ölçüde artırılmıştır.
“İleri” ülkelerde en karamsar reformistlerin bile hayal edemeyeceği, “artık geride kaldı” diye düşünülen
istihdam şartları işçi sınıfına dayatılmış, iş güvencesi, kurallı çalışma imkanları, geçinebileceği gelir elde
etme imkanları adım adım yok edilmiştir. En ileri
ülkelerde bu gelişmenin en çarpıcı örneklerinden birisi, artık milyonlarca işçiye kural olarak dayatılan
“kiralık işçilik”, daha doğrusu “modern kölelik” çalışma biçimidir. En düşük ücret ödeyerek birden fazla
sermayedarın işçiyi en yoğun sömürme biçimi olan
“kiralık işçilik” işçi sınıfına son on yıllarda dayatılan
en ağır sömürü biçimlerinden biridir. Bu gelişmenin
doğal bir sonucu olan diğer bir çarpıcı gerçek ise, çalıştığı halde geçinemeyecek durumda olan, mutlak
yoksulluk sınırının altında gelire sahip olan işçi sayısının hızla artışmış olmasıdır.
Bu kadar “lütuf” karşısında iştahı sınırsız kabaran
sermaye cephaneliğini daha büyütmek amacıyla yarım yapmadan kar elde etme, kupon keserek semirme
yöntemlerine daha bir hevesle sarılmıştır. Dünya borsalarında işlem gören sermaye hacmi ve elde edilen
karlar dudak uçuklamakla kalmamış, tek tek ülkelerin ve tüm kapitalist dünyanın ekonomisine yön veren “genel kurmay merkezleri” haline gelmiştir.
“Aşırı kar” avındaki sermaye baronları, dünyada
bağımlı devletlerin kar üretimine bağımlılığının artırılması, Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya gibi
görece egemenlik haklarına sahip devletlerin egemenlik haklarını da resmen ortadan kaldırmış, aşırı
borçları yüzünden iflas bayrağı çeken Yunanistan örneğinde en bariz görüldüğü gibi, bu ülkelerin “ulu-
SENDİKALAR
Sermayenin dünya çapında örgütlediği ve yürüttüğü
bu sosyal savaşta, geniş işçi kitlelerinin asgari düzeyde örgütlü olduğu ve sermayenin saldırılarına karşı kendini savunmak, kazanımlarını korumak için
umut bağladığı sendikalar, üyesi işçilerin haklarını
korumak için bir şey yapmadıkları gibi, tam tersine
tümüyle sermayenin talep ve dayatmalarına uygun
bir siyaset izlediler. Eğer sendikalar işçi sınıfının “doğal direniş merkezi” olma görevlerine biraz olsun sahip çıksalardı işçi sınıfı bu kadar büyük bir cendere
altına alınamazdı.
Sendikaların sermayenin başlatmış olduğu çok
yönlü ve planlı savaşta olumlu hiçbir rol oynamamasının temel nedeni, yeniden belgelenen bir gerçekten kaynaklanmaktadır: İşçi sınıfının en geniş
kitlelerinin direniş merkezi olması gereken sendikaların, direnişi değil sermayeye teslimiyeti örgütleyen
önderliklere ve yapılara sahip olmasıdır. Bir savaşta
düşmanın doğrudan ajanlarının kendi yönetim organında olduğu hiçbir mücadelede başarı kazanılamaz,
direniş dahi örgütlenemez.
Askeri savaşta birbirine düşman olan güçler her
zaman içlerine, hatta karşı tarafın genel kurmayına
ajan sokmak, düşmanı hakkında en değerli bilgileri
eline geçirmek, düşman saflarında psikolojik savaş
araçlarını daha etkin kullanmak ister. Kimi zaman
bunu başarırlarda. Fakat askeri savaş halinde bulunan güçler “ajan” ve “hainleri” uzun süre saflarında kalmasına müsaade edemez, özellikle kendi genel
kurmayında bunların bulunmasına izin veremez. Askeri savaşta “ajan” ve “hainler” yakalandıklarında en
ağır bir biçimde cezalandırılırlar.
Sosyal savaşta aynı kurallar her zaman işlemez.
Özellikle kapitalist toplumda sermaye işçi sınıfının
mücadele örgütlerinde sürekli ve sistemli olarak kendisi için çalışan bir kast örgütlemekle kalmaz, aynı
zamanda sermayeye hizmet etmeyi, ona ajanlık yapmayı “kurumsal ve kişisel bir erdem” haline getirir.
Üstelik ajanların ve hainlerin tüm giderlerini işçi
53
Van Erciş deprem bölgesinden
izlenimler
okur mektubu
serbest kürsü
güce de sahipti.
İşçi sınıfının savunma mücadelelerine kendi saflarından ve diğer emekçi sınıflardan geniş kitlelerde
giderek katılmaya başladılar. İsrail’de artan yoksulluğa, Yunanistan’da, İtalya’da, İspanya’da, Portekiz’de,
Fransa’da krizin yükünün “tasarruf tedbirleri” adı
altında sırtına yıkılmasını engellemek amacıyla yüzbinlerce işçi, işsiz, öğrenci, küçük üretici köylü ve küçük esnaf kitlesel eylemlere geçmeye başladılar.
Bugün sermaye kendiliğinden gelişen işçi ve diğer
emekçi sınıfların savunma eylemlerini engelleyebilecek yeni bir reçeteye sahip değil. Dayattığı bilinen
acı reçete işçilerin ve diğer emekçi sınıfların öfke ve
eylemliliklerinin daha da kabarmasından başka bir
sonuçta vermiyor.
İşçi sınıfının kitle örgütlerindeki ajanları sendika
bürokratlarının işçilere yine “teslim olun” çağrısı
✒
✒
sınıfının üstüne yıkar. Sendikalar içerisinde de iki
farklı sınıfsal statü ve sistem kurar, geliştirir: Bir yanda sömürü objesi olan geniş üye kitlesi, diğer yanda
sermayenin sömürüsüne ortak edilen, işçi sınıfından
gelme burjuvalaşmış bir küçük ama egemen ve etkili
sendika yöneticisi kastı.
Bu tamamen burjuvalaşmış, sınıf değiştirmiş fakat
işçi sınıfının kitle örgütü sendikaların yönetimini
elinde bulunduran bu ajan, hain kastın aktif desteği
olmadan, bu kastın sendikalardaki egemenliği pekiştirilmeden sermaye işçi sınıfına ve onun haklarına
karşı açık, saldırgan ve çok yönlü bir saldırı örgütleyemez ve bu kadar rahat bir zafer kazanamaz.
Sermaye dünya çapında işçi sınıfına ardı ardına
yürüttüğü saldırılar sonucunda –sendika bürokrasisinin aktif desteğiyle- işçi sınıfına ardı ardına teslimiyet sözleşmeleri imzalattı. İşçiler (ve diğer emekçi
1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren birçok Latin Amerika
ülkesinde, 2009 sonundan itibaren Arap ve Magrip ülkelerinde
işçiler ve çok geniş halk yığınları işçi sınıfının kendiliğinden ve
kitlesel direnişlerinin önemli kıvılcımları oldular.
sınıfları) yıllarca demoralize edildi.
TESLİMİYETTEN SAVUNMAYA
54
Sermayenin saldırıları sonucunda sürekli geri adım
atmaya zorlanan, yaşam şartları olağan üstü kötüleştirilen işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar el yordamıyla, çekine çekine de olsa, şartların tüm elverişsizliğine rağmen, birçok ülkede kendini savunmak için de
çabalıyordu.
1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren birçok Latin Amerika ülkesinde, 2009 sonundan itibaren Arap
ve Magrip ülkelerinde işçiler ve çok geniş halk yığınları işçi sınıfının kendiliğinden ve kitlesel direnişlerinin önemli kıvılcımları oldular.
Gelişmeler gösterdi ki, işçi sınıfının sermayenin
saldırı ve ağır baskılarına karşı mücadele potansiyeli
ve isteği –burjuva kalemşorlarının sistematik inkar
yalanına karşın- varlığını sürdürmeye devam ettirmekle kalmamıştı, üstelik tüm olumsuz şartlara rağmen işçi sınıfı ileriye atılım yapabilecek yeteneğe ve
yapmasının önemli bir ikna ediciliği yok.
Sermayenin kriz siyaseti işçi zorunlu olarak sınıfını
ve diğer emekçi sınıfları dünya çapında daha kitlesel
ve daha kararlı direniş mücadelelerine itiyor.
Önümüzdeki dönemde ister sınıf savunma mücadelelerine katılan işçilerin ve diğer emekçi sınıfların
sayısında olsun, isterse de kapsadığı ülke sayısında
olsun önemli bir artış olacaktır.
İşçi kitleleri ve diğer emekçi sınıfları daha fazla savunma mücadele biçimlerine, en başta da grev, genel
grev, sokak işgalleri, protesto gösterileri, işyeri ve borsa işgalleri gelişecektir.
Yine gelişen her sınıf hareketinde olduğu gibi mücadelenin belirli aşamalarında daha yüksek ve yeni
mücadele biçimleri gündeme gelecek ve denecektir.
Sorun şudur ki, sosyalistler gelişen kitle mücadelelerine nasıl bir perspektif sunabilecekler ve hangi rolü
oynayabileceklerdir?
Ali Osman Başeğmez
Ekim 2011 ✓
23
Ekim öğlen, 7.2 şiddetinde Van ve çevresinde olan deprem bölgesine ancak bir
hafta sonra gidebilme imkanı bulabildim. 30 Ekim
Pazar günü öğle Van’a vardım. Van terk edilmiş bir
şehir haline gelmişti. Şehrin % 60’ı şehri terk etmişti.
Yakınlarının yanına diğer şehirlere gitmişler. Van’da
kalanlar da evlerinin önündeki çadırlarda veya yeni
kurulan çadır kentte bulunuyorlardı. Şehir hayalet
şehre dönmüştü. Bütün dükkânlar kapalı idi. Hadi
günlerden Pazar dedim, yarın açılırlar dedim. Ama
yanılmışım. Pazartesi ve Salı ancak yerli Van menşeli dükkânların bazılarının açtığını gördüm. Türkiye
çapındaki hiçbir firma iş yerlerini Salı gününe kadar
açmadı. Van’da ilk bakışta depremle ilgili fazla bir şey
göremiyorsunuz. Ancak sorarak yıkılan binaların olduğu yerlere gidebiliyorsunuz. Van’a vardığımda ilk
olarak Kamu-Sen, Disk, Eğitim-Sen, BDP gibi parti
ve sendikaların çadırlarına gittim. Beraberimde getirdiğim bir bavul giyecekleri arkadaşlara verdim.
Daha sonra bir arkadaşla birlikte hasar görmüş yerleri gezmeye çıktık. Yıkılan yerleri sorarken bir gençle tanıştım. İstersem bana rehberlik yapabileceğini
söyledi. Bende kabul ettim. Bu gençle 3 gün beraber
oldum. Çok faydasını gördüm. Van’da ilk olarak televizyonlarda her gün gösterilen 7 katlı yıkılan apartmana gittik. Apartman yerle bir olmuş. İş makineleri
enkazı kaldırıyorlardı. Bu uygulama Erciş’de savcılık tarafından yasaklandı. Enkaz kaldırma işlemleri
yasaklandı. Savcılar bütün yıkılan binaları gezecek,
örnekler alınacak ondan sonra enkazlar kaldırılacak.
Bu işlem bugün (Çarşamba) Erciş’de başladı. Van’da
gördüğüm 7 katlı binanın da hikâyesi içler acısı. Mütaahit binanın giriş katını araba galerisi yapıyor, onun
için alt kattaki bütün kolonları kesiyor. Böylece bina
depreme dayanamıyor. Bu apartmanın karşısında tek
katlı bir ev varmış. Ev moloz haline gelmiş. Evde daha
evvel ev sahibi oturuyormuş. Evin çok çürük olduğunu anlayınca, 4 öğrenciye kiraya vermiş. Öğrencilerin
55
çok sayıda kayıp kişi oluğunu söyledim. Enkaz altında canlı veya ölü hiç kimsenin olmadığını söylediler.
Ellerinde bir alet olduğunu bu alet ile binanın temeline kadar yıkıntıda ne var ne yok görebiliyorlarmış.
Ben bu açıklamaya pek inanmadım. Televizyonlar
Erciş’te bugün (Çarşamba) bir baba ve kızını enkaz
altında aramaya başladıklarını bildiriyor. Ellinin üstünde yabancı ve yerli kurtarma ekibi varmış. Dün
birçoğu Erciş’i terk etmiş. Her ihtimalle karşı 10 tane
ekip bırakılmış. Onlarda Çarşamba gününden sonra gideceklermiş. Sabah güneş doğar doğmaz şehri
gezmeye başladık. Gezdikçe dehşette kapıldık. Erciş
nerede ise yerle bir olmuştu. Binaların birçoğu moloz
yığını haline gelmişti. Fotoğraflara dikkat ederseniz,
birkaç tane yan yatmış bina var. Bu binalar depremden dolayı hasar görmüş binalar. Moloz haline gelenler ise malzemeden dolayıdır. Hurda olan arabaların
mek için ellerinden geleni yapıyorlar. Tiyatro yapıyorlar, sabahları jimnastik yaptırıyorlar. Çocukların
bir şeyden haberleri olmadan çok eğleniyorlar. Van’a
doğru yol alırken ana yoldan ayrılıp, köylere girdik.
Gezdiğimiz köyler yerle bir olmuş. Gezdiğimiz köyler
bir tanesi hariç hepsi Kürt köyleri idi. Sadece Alaköy
acem köyü idi. Köylerin halini görünce ölü sayısını sordum. Yalnız Alaköy’de 6 ölü varmış. O kadar
yıkıma rağmen, diğer köylerde ölü yokmuş. Devletten kimse ziyaretlerine gelmemiş. İlk ve daha sonra
günlerde Van belediye başkanı ve BDP milletvekilleri
ziyarette gelmişler ve yardımlarda bulunmuşlar. Biz
gittiğimizde belediyenin kamyonları enkaz kaldırıyordu. Köylerde, yanımdaki genç çok yardımcı oldu.
Onlarla Kürtçe konuşup bana tercüme etti. Akşamüstü Van’a döndüm. Şehir çok ıssızdı.
Depremzedelerin yeteri kadar yiyecek ve giyeceği
okur mektubu
okur mektubu
Ertesi gün tekrar gelmeye karar verdik. Şehirde gözüme çarpan 2 şey vardı. Birincisi, bütün cep telefonları
operatörleri gövde gösterisi yapmıştı. Adım başı seyyar anten kurmuşlardı. Bazıları tırlar getirmişti. Bu
tırlarda internette girebiliniyor. Her yere telefon edebiliniyor. Bu hizmetlerin hepsi bedava. İkinci gözüme çarpan ise; sağlam kalan dükkânların ışıklarının
yanması idi. Bunun da sebebini halktan öğrendim.
İlk günler birçok yağmalama ve hırsızlık olayları
olmuş. Yağmaladıklarını ve çaldıklarını karaborsada satmışlar. Bu yağlamayı yapanları yakalayınca,
✒
✒
başka şansı yok. Mecburiyetten kiralamışlar. Çünkü
Van’da öğrenciye ev vermiyorlar. Depremde 2 öğrenci
ölüyor, 2 öğrenci yaralı kurtuluyor. Daha sonra birkaç
yıkılan binaları gezdikten sonra araba kiralamaya
karar verdim. Aynı gün Erciş’e gitmeye karar verdim.
Çünkü Erciş’in çok kötü olduğunu söylediler. Van’da
6 bina tamamen yıkılmıştı. Birçok da hasar görmüş
bina var. Erciş’e gitmeden çadıra uğradık. Yol üzerinde bir köye verilmek üzere bir sürü malzeme aldık.
Malzemeleri köye teslim ettikten sonra yolumuza devam ettik. Şehre girdiğimizde hava kararmıştı. Şehir
Depremzedelerin yeteri kadar yiyecek ve giyeceği var. Ancak
çadıra, battaniyeye, çocuk bezine, kadın petine ve ısınma için
malzemeye çok ihtiyaç var. Evleri yıkılmamasına rağmen
onlarda sokaklarda kalıyorlar. Korkudan kimse evlerine
girmiyor. Başta BDP olmak üzere, yardım kuruluşları
insanüstü çaba göstererek çalışıyorlar.
56
korku filmlerindeki gibiydi. Karanlıkta görebildiğim kadarıyla manzara korkunçtu. Esas manzarayı
sabah gördük. Erciş’de birçok yerde taş taş üzerinde
kalmamıştı. Akşam ilk olarak BDP’nin bürosuna
gittik. Orada Van Milletvekili Özdal Üçer’le karşılaştık. Bizi çok iyi karşıladı. Her halinden günlerce
uyumadığı belli oluyordu. Gelen yardımları dağıttıklarını, yardım gitmeyen yerleri tespit edip, yardım
ulaştırmaya çalıştıklarını anlattı. Etrafı gezmemizi,
daha sonra bir şey sormak istersek, her zaman burada olduğunu söyledi. Biz de kendisini fazla rahatsız
etmedik. Daha sonra devletin kurduğu çadır kentte
gittik. Karanlık olduğu için fazla bir şey göremedik.
bu kişilerin diğer illerden gelen kişiler olduğu ortaya çıkmış. Erciş ve Van’da birçok ilden gelmiş polis
göze çarpıyordu. Polis bütün gece özel zırhlı araçlarla
şehirde geziyordu. Bütün gece halkla ve sivil savunma elemanlarıyla konuştuk. Halk, birçok yıkılan binaların iznini AKP’den son seçimlerde Milletvekilli
seçilen eski Erciş Belediye başkanı Fatih Çiftçi’nin
verdiğini söylediler. Bu izinlere, yerine gelen Zülfikar
Arapoğlu’da vermeye devam etmiş. Daha sonra Sivil
Savunma elemanlarıyla konuştuk. Arama çalışmalarının artık sona erdiğini söylediler. Ben enkaz altında
ölü olup olmadığını sordum. Çünkü yabancı ajanslar
ölü sayısının daha fazla olduğunu söylüyorlar. Ayrıca
hadi hesabı yok. Daha sonra bütün TV’lerin haberlerinde gösterdiği yanan toprağın olduğu araziye köy
muhtarıyla gittik. Köy muhtarı kendisi çocukken ailesinin bu alana gitmesini yasaklamış. Çünkü bu alan
bataklıkmış. Şu anda bu alan yumuşak topraktan
oluşuyor. Ancak bataklık değil. Üstünde yürünebiliniyor. Topraktan dumanlar çıkıyor. Toprağı kaldırınca alevleri görüyorsunuz. Fotoğraflarda rahatça görebilirsiniz. Bu olayın nedeni hakkında yorum yapmak
beni aşıyor. Bu konu hakkında ancak yorumlar bilim
adamları yapabilir. Aynı arazide uzun yarıklar görüyorsunuz. Artık Erciş’ten ayrılıp, Van’a gitmeye karar
verdik. Son olarak çadır kentte uğradık. Evlerini kaybedenlerin bir kısmı bu çadır kentte yer bulabilmişler. Bütün büyük firmalar buraya tırlarını göndermiş.
Beyaz eşyadan, çay firmalarına kadar hepsi bu kampta bulunuyor. Ayrıca gönüllüler, çocukları eğlendir-
var. Ancak çadıra, battaniyeye, çocuk bezine, kadın
petine ve ısınma için malzemeye çok ihtiyaç var. Evleri yıkılmamasına rağmen onlarda sokaklarda kalıyorlar. Korkudan kimse evlerine girmiyor. Başta BDP
olmak üzere, yardım kuruluşları insanüstü çaba göstererek çalışıyorlar. Van belediye başkanı Bekir Kaya
kendini eleştiren hükümete; “çok işim çok var eleştirilerle uğraşamam” dedi. Yıllardır bu bölgeyi ihmal
eden hükümetler, bu depremle bir hamle yapmaya
çalıştı. İlk gün sınıfta kalsa da, yardımları bölgeye
yetiştirmeye çalıştı. Ancak halk bu oyuna gelmiş görünmüyor. Bence gelecek belediye seçimlerde AKP
Erciş’de kaybeder. Gözlemlediğim kadarıyla Van’da
BDP’den başka parti yok. Aslında Van depremi
TC’nin bütün çarpıklığını gözler önüne seriyor.
02.11.2011
YDİ Çağrı okuru ✓
57
S
avaş çanları yeniden gürültüyle çalınmaya başlandı. Her gün çatışma haberleri okuyor ya da
izliyoruz haber kaynaklarından. Önce Silvan ve sonrasında da Çukurca’da yaşanan asker ölümlerinin
ardından burjuvazi, her kanalla milliyetçilik pompalıyor topluma. Televizyon kanalları, gazeteler, internet… Irkçı söylemler dehşet verici boyutlarda.
Yaratılan bu nefret duygusu gençler üzerinde misliyle
yansımasını buluyor.
Televizyonda ana haber bültenlerini izliyorsunuz,
devletin yürütmekte ısrarlı olduğu haksız bir savaşta
hiç yere canlarından olan gencecik insanlar üzerin-
58
den vatan, millet edebiyatı yapıldığını görüyorsunuz.
Halklar arasında serpiştirilen nefret tohumları bu
gencecik insanların kanlarıyla sulanıyor adeta, Kürtler açık açık hedef gösteriliyor.
Sokağa çıkıyorsunuz evler, işyerleri, otobüsler, duraklar kısacası her yer Türk bayraklarıyla donatılmış.
Okumak için gazete alıyorsunuz, sayfalar başından
sonuna kırmızı beyaz. Her satırda kin, her satırda
nefret, her satırda lanet, her satırda intikam naraları…
İnternete giriyorsunuz, özellikle gençlerin çok sık
kullandıkları paylaşım sitelerine baktığınızda aynı
manzarayla karşılaşıyorsunuz. Üstelik bu sefer daha
pervasız, daha açıktan şiddet söylemleri, en aşağılık küfürlerle… Gençlerin “vatanseverlik” derecesi,
Kürt ulusuna yönelik sıralanan küfürlerin, intikam
yeminlerinin, paylaşılan ırkçı videoların ya da resimlerin sayısıyla ölçülüyor neredeyse. Kimileri daha da
iler gidip bu sitelerde, çevrelerinde yaşayan Kürtlere
yönelik saldırı planları yapıyor aleni bir biçimde.
Geçen hafta hemen hemen tüm illerde “terörü lanet” mitingleri, yürüyüşler düzenlendi. Bayrağını
alan mitinglere koşmuştu. Tekbir sesleriyle başlayan
yürüyüşlere kafatasçı sloganlar, küfürler eşlik etti
tabi. Bu azılı “vatansever” güruhun içerisinde gençler büyük yer kaplıyorlardı. Öğretmenler, öğrenci-
mayana düşman olma mantığı aşılanıyor. Ve bütün
bunlar öyle kendiliğinden falan olmuyor.
Bir düşünün, halkların birbirlerine düşman olması
kimin işine yarar? Ahmet’in mi, Mehmet’in mi yoksa Ayşe’nin ya da Fatma’nın mı? Elbette hiçbirinin.
Halkların birbirlerine düşman olmaları halkların
birlikteliğinden korkan, onların birlik gücünden korkan bir avuç asalağın yani burjuvazinin işine gelir.
Patronlar sınıfının dini, ulusu, mezhebi yoktur. Onlar için ne vatan toprağı kutsaldır ne de ölen birkaç
yeni dünya gençliği
yeni dünya gençliği
Savaş tanrılarının izinde
gençler...
lerini ders saati olmasına karşın yanlarına alıp bu
mitinglere koşmuşlardı. O gün mitinge katılmamak
için okula gitmeyen bir lise öğrencisinin söylediğine
göre öğretmenler öğrencileri bu mitinge katılmaları
için zorluyorlar. Bu yürüyüşlerden birinde ilkokul
öğrencileri bile vardı. Öğretmenleri eşliğinde yürüyor ve bir yandan da ırkçı sloganlara, küfürlere eşlik
ediyorlardı. Her fırsatta eylemlerde en önde yer alan
Kürt çocuklarını ekranlara çıkarıp “bakın Kürtler
çocukları kullanıyorlar” diyenler bu görüntüleri gör-
Sokağa çıkıyorsunuz evler, işyerleri, otobüsler,
duraklar kısacası her yer Türk bayraklarıyla
donatılmış. Okumak için gazete alıyorsunuz,
sayfalar başından sonuna kırmızı beyaz. Her
satırda kin, her satırda nefret, her satırda lanet, her
satırda intikam naraları…
mezden geldiler. Sonra birileri çıkıp bu eylemler için
“halkın kendiliğinden gelişen iradesi” dedi. Kendiliğinden irade… Çok acayip doğrusu! Hazırlıkları
günler öncesinden başlayan, internette örgütlenen,
başında Kamu- Sen gibi sendikaların yürüdüğü, liselerden, ilköğretim okullarından öğrencilerin öğretmenleri eşliğinde toplanıp yürüdüğü bir eylem, kendiliğinden gelişen bir eylem öyle mi? Buna aklıselim
hiçbir kimse inanmaz.
Bu kadar aleni bir şekilde hedef gösterilirken Kürtlere yönelik saldırıların olması kaçınılmazdı. Nitekim düzenlenen mitingler sonrası İzmir, İstanbul,
Sakarya, Elazığ, Eskişehir, Adana, Malatya, Antalya
ve Kırşehir’de BDP binalarına saldırılar gerçekleşti.
Bursa’da Kürt gençlere yönelik linç girişiminde bulunuldu. Bunlar yalnızca takip edebildiğimiz saldırı
haberleri. Saldırıların durmayacağını hatta artarak
devam edeceğini söylemek de müneccimlik olmaz
sanırız. Bu saldırılarda da gençlerin en önde yürüdüğünü görüyoruz maalesef. Gençler, savaş tanrılarının
kirli oyunlarına kurban ediliyorlar. Daha ilkokul çağında çocuklara ırkçılık öğretiliyor. Kendinden ol-
askerin bir ehemmiyeti vardır. Patronlar sınıfının
tek kutsalı “kâr”dır. Hiçbir şeyin biraz daha fazla kâr
elde etmelerinin engeli olmasını istemezler. Bilirler ki
halklar bir olursa, işçiler emekçiler bir olursa kurulu
düzenleri sarsılabilir hatta yerle bir olabilir. İşte bu
nedenden ötürü halklar arası milliyetçiliği körüklemek, ırkçılığı sürekli kılarak kardeşi kardeşe kırdırtmak burjuvazinin işine gelir ancak.
Gençler, burjuvazinin bu oyununu görmeli ve bu
oyunda piyon olarak kullanılmayı reddetmek zorundayız. Bizlerin hiçbir ulusla, hiçbir halkla bir sorunumuz yok. Bizim sorunumuz burjuvaziyle ve onların
kapitalist sistemleriyledir. Unutmamalıyız ki kapitalist sistem var oldukça bu çark böyle dönmeye, halklar birbirine kırdırılmaya devam edecektir. Bu gidişe
dur demek ise bizlerin elindedir ancak. İşçi sınıfı önderliğinde, ezilen ulus ve halklarla birlikte yapacağımız demokratik halk devrimiyle kapitalistleri alaşağı
edebiliriz ancak.
Halkların Kardeşliği İçin Tek Yol Devrim!
Yeni Dünya Gençliği
24.10.2011 ✓
59
Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günümüz
25 Kasım’da sokaklara,
Eyleme!

Benzer belgeler