85. sayıya ulaşmak için tıklayın

Transkript

85. sayıya ulaşmak için tıklayın
Çanakkale
yasağına karşı
HKP harekete
geçti
HKP:Soma cinayetinin faillerinin
peşini bırakmayacağız
S
oma Kömür İşletmeleri AŞ Eynez Kömür İşletmesi’nde 13 Mayıs 2014 tarihinde
gerçekleşen ve 301 işçi kardeşimizin yaşamını yitirmesine neden olan İş Cinayeti
sonrasında, anılan işletmede daha önceden denetim yapan ve görevlerini ihmal/
suistimal eden iş müfettişleri hakkında yaptığımız suç duyurusuna ilişkin Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığının “soruşturma izni verilmemesine dair” kararı, Danıştayca
ortadan kaldırıldı.
Danıştay 1. Dairesi; aynı konuyla ilgili Partimiz HKP ile birlikte suç duyurusunda
bulunan çeşitli kişi ve kurumun itirazlarını birleştirerek verdiği kararında; Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 26.08.2014 tarih ve İTK-04 sayılı “soruşturma
izni verilmemesine ilişkin” kararının eksik inceleme ürünü olduğuna ve bu nedenle
kaldırılmasına karar verdi.
2’de
8’de
Hikmet Kıvılcımlı:
Kadın Sosyal
“Sınıfımız”
Türkiye’nin üç katlı
sosyal piramidi
3’te
Yıl: 9
Sayı: 85 2 Mart 2015
Siyasi Gazete
www.kurtulusyolu.org
1 TL
Zalimin zulmüne karşı
mazlumun direnişi
bir haktır
Diktatörümüz çok iyi biliyor ki; ya iktidarın doruklarında kalıp bütün yetkileri elinde tutacak
ya da kollarına geçirilmiş çelik bilezikle gideceği nemli zindanlarda bundan sonraki ömrünü
geçirecek. Bu iki ucun ortasında bir yaşam söz konusu değildir artık kendisi için…
İşte bu nedenden zalimin zulmü artacak, artmakta…
Ancak zulmün olduğu yerde direniş de haktır.
T
ayyibistan Diktatörlüğü; adı
“hukuk devleti” olan bir polis
devletidir.
Temel insan haklarıymış, demokrasiymiş, özgürlüklermiş; bu devlette hak
getire…
Bu devlette, bizzat diktatörün kendisi için özgürlük vardır.
Başkaları için ise; sormama, sorgulamama, konuşmama, hakkını aramama
“özgürlüğü” vardır.
Tayyibistan Diktatörlüğünde; kimin
kaç çocuk doğuracağını, genç kızlarımızın etek boyunu, okullarda okutulan
kitapların içeriğini diktatör belirlemektedir. Resim-heykel gibi eserlerin “sanatsal” değerlendirmesi
dahi diktatörün tekelindedir.
12’de
Ayının oyunu armuda
Parababalarının oyunu
kıdem tazminatına
11’de
Bir Seçim “İş”inde daha
Bezirgân Partilerin
kasaları doldu
Abdullah Bin
Mübarek,
700’lü yıllardaki
sözünden
beraat etti
2’de
İki Vatan Partisi
14’te
16’da
Türkiye Halklarının Büyük
Ozanı-Dengbeji
Yaşar Kemal’i Kaybettik!
“Kendimi bildim bileli zulüm
görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim.”diyen Usta Yazar
Yaşar Kemal’i bugün (28.02.2015)
tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesinde 92 yaşında kaybettik.
Kurtuluş Savaşımızı, halklarımızı, kültürlerimizi, işçimizi, köylümüzü, yoksulluğu ve ağalara ve patronlara İSYANI en güzel kelimelerle
anlatan ve her zaman halkın sanatçısı
olmuş Yaşar Kemal’in kalemi toprağa düştü bugün.
Ama ölmezler halklarına bu
kadar âşık olan, onların yüreğine böylesi bir sevgiyle seslenen,
yazdıkları nesir de olsa gerçekte
şiir olanlar… Ölmezler en verimli
toprak olan halkların gönlüne sevgi
tohumları ekenler, yüreğimize gömülenler…
Halklar onların toprağa gömülüp yok olmasına izin vermezler,
onları yüreklerinde sonsuza kadar
yaşatırlar.
İşte Yaşar Kemal o insanlardan
biridir. O tüm dünya halklarının gönlünde yaşayacaktır.
Çünkü kendisinin de dediği gibi
“İnsan, evrende gövdesi kadar
değil, yüreği kadar yer kaplar.”
28.02.2015
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Başyazı
İhanetlerinizden ve
vurgunlarınızdan dolayı
mutlaka yargılanacaksınız
Şu matematiksel kesinlikte bir gerçektir ki:
Sen ve ekibin ABD’nin BOP Projesi’ni hayata geçirmede
ve Türkiye’yi Yeni Sevr’e götürmede taşeron olarak kullanılmak için efendileriniz tarafından devşirildiniz, bir araya getirildiniz, partileştirildiniz ve 12 yıldan bu yana da Türkiye’nin
tepesinde tutulmaktasınız!
M
eselenin bu olduğu artık ayan
beyan ortaya
çıkmıştır.
Türkiye bugün Yeni
Sevr’in eşiğindedir artık.
Birinci Milli Kurtuluş
Savaşı’mızın ürünü olan
Türkiye Cumhuriyeti can
çekişir haldedir. Onun
yerine şu “Paralel Devletler” geçmiştir artık:
1- Tayyipgiller’in Paralel Devleti. Onlar buna
“Yeni Türkiye”, diyorlar,
bilindiği gibi.
8’de
2
Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
Abdullah Bin Mübarek,
700’lü yıllardaki sözünden beraat etti
“Bu davada asıl yargılanan Abdullah Bin Mübarek’tir. Abdullah Bin Mübarek 736 yılında Merv’de doğdu. Dünya ve dünyalığa rağbet etmezdi. Merv’de ticaretle uğraşır kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. Sözü senetti. Böyle bir insanın sözüne karşı Recep
Tayyip Erdoğan’ın müdahale talebinde bulunması halkımız ve ülkemiz için içler acısı bir
durumdur. Burada yargılanan Hz. Muhammed’in din anlayışıdır.”
B
ilindiği gibi Halkın Kurtuluş Partisi
bu ülkede hiçbir muhalefet partisinin yapmadığını yapmakta ve en
büyük işleri halkımızı “Allah’la Aldatmak”
olan Tayyipgiller’in ve tüm sömürücülerin
işledikleri suçlarla ilgili suç duyurularında
bulunmakta, soruşturmaları ve davaları takip etmekte, gerekli itirazlarda bulunmakta
vb. birçok yolla bu suç çetesi ile mücadele
etmektedir. Tape’lerden hatırlanacaktır ki,
bu din bezirgânları hırsızlık yaparken bile
“inşallah maşallah”ı, “Allah’a emanet ol”u
ağızlarından düşürmüyor, Allah’ı hırsızlıklarına alet ederek, “Bakara/makara” diyerek halkımızın kutsal değerlerine en büyük
aşağılamayı yapıyorlardı. Ancak tüm bu
suç duyurularına kayıtsız kalan yargı, Tayyipgiller’in hukuk bürosu gibi çalışarak
bunları kulak ardı etmekte, kovuşturmaya
yer olmadığına karar vermekte fakat onlara karşı en ufak bir tepkiyi ise cezalandırmaktadır. Yıllardır halkımızın temiz dini
inancını sömürerek din tüccarlığının alasını yapanlar cezalandırılmazken buna karşı
çıkanlar hem de 700’lü yıllarda söylenen
bir söz üzerinden yargılandılar.
08.02.2014 tarihinde yerel seçimler
dolayısıyla, o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan AKP’nin Kartal’da
düzenlediği mitingde konuşma yaparken,
Halkın Kurtuluş Partisi Kartal İlçe Örgütü’nün pencere camına “İNSANLARIN
EN ALÇAĞI DİN KİSVESİ ALTINDA
DÜNYA MENFAATİ SAĞLAYANDIR.
Abdullah Bin Mübarek” yazılı pankart
asılıp, anlaşılamayan sloganlar attıkları ve
böylece Başbakan’a hakaret suçunu işledikleri kanısıyla”, ilçe yöneticisi 4 arkadaşımıza kamu davası açılmıştı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatları ise
suçtan zarar gördükleri iddiası ile Kartal
60. Asliye Ceza Mahkemesine başvurarak
davaya katılma talebinde bulunmuşlardı.
Davanın ilk duruşması 23.09.2014 tarihinde görülmüş Recep Tayyip Erdoğan’ın
katılma talebi mahkemece kabul edilmişti.
O duruşmada HKP Kartal İlçe Başkanı ve
yöneticileri ifade vermişler, ifadelerinde bu
pankartın Parti binasında 1 yıldır asılı olduğunu ve pankartın içeriğine aynen katıldıklarını beyan etmişlerdi. Kurtuluş Partili
Hukukçular yaptıkları savunmalarla aslında yargılayanları yargılamışlardı.
Savunmalar özetle şöyleydi:
“Abdullah Bin Mübarek 700’lü yıllarda
yaşadığı halde 1300 yıl sonra Türkiye’de
yargılanıyor. Bu söze kim itiraz edebilir?
Katılanlar acaba Mahkemenin Abdullah
Bin Mübarek’e de tebligat çıkartmasını talep etti mi?
“(…) Pankartın içeriği kanunda öngörülen kutsal değerlere birebir atıf yapmamaktadır. Bu eleştiri içerikli pankart dini
siyasal çalışmalarına alet edenlere ve bu
yolla da servetlerini kat kat büyütenleri
eleştirme amaçlıdır. Oysa bildiğimiz kadarıyla Müslüman olduğunu düşündüğümüz
Tayyip Erdoğan’ın inandığı İslam dinine
göre kul hakkı yemenin, fitre ve zekât vermemenin, israfın günah ve haram sayılan
fiiller olduğu bilinmektedir. Bu kapsamda
Abdullah Bin Mübarek’in sözü suç konusu
yapılamaz.
“Bu davada asıl yargılanan Abdullah
Bin Mübarek’tir. Abdullah Bin Mübarek
736 yılında Merv’de doğdu. Dünya ve dünyalığa rağbet etmezdi. Merv’de ticaretle
uğraşır kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. Sözü senetti. Böyle bir insanın sözüne
karşı Recep Tayyip Erdoğan’ın müdahale
talebinde bulunması halkımız ve ülkemiz
için içler acısı bir durumdur.
“Burada yargılanan Hz. Muhammed’in
din anlayışıdır.
“Sanıkların 1300 yıl önce bir İslam âliminin sözünden dolayı yargılandıklarını ve
bu sözün doğruluğu tarihsel bakımdan hiçbir tereddüt duymadığımız gibi hukuksal
olarak ifade edilmesinde de hiçbir yasaya
aykırılık görmemekteyiz. AKP’lilerin şikâyeti üzerine kolluk harekete geçmiştir. Bu
yaklaşımla ülkede hiçbir siyasi parti hiçbir
propaganda yapamaz”
“Burada HKP siyasi parti faaliyeti nedeniyle yargılanmaktadır. Dinlenen tanık
ifadelerinden HKP’nin bu faaliyetinin iktidar partisi tarafından beğenilmediği ve ona
göre işlem yapıldığı görülmektedir. Burada
mağdur olan siyasi faaliyetleri engellenen
parti üyeleridir.
“Abdullah Bin Mübarek’in bu sözü bir
boy aynasıdır. Biz ve müvekkillerimiz neden bu sözden rahatsız olmuyoruz. Çünkü
“din kisvesi altında dünya menfaati” sağlamıyoruz. Müvekkiller “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek
yeğdir” diyerek 17 yaşında Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda savaşmış Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı
Hikmet Kıvılcımlı’nın devamcılarıdır. Bu
tür davalarla HKP yıldırılamaz.”
Duruşma 12 Şubat 2015’e ertelenmişti. 12 Şubat günü görülen davada Kurtuluş
Partili Hukukçular suçlamayı kabul etmediklerine dair önceki beyanlarını tekrar
ederek müvekkillerinin beraatlarını talep
etti. Mahkeme, sanık avukatlarının açılan
pankart içeriğinin dini bir düşünürün sözü
olduğu ve müşteki Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik bir ibare ve yazı olmadığı ve
pankartın buraya olay tarihinden çok önce
asıldığı gerekçesi ile tüm sanıklar için ayrı
ayrı BERAAT kararı verdi.
Yargılayanların yargılanan olduğu bu
dava da Tarih sayfasındaki yerini aldı. Tayyipgiller ne kadar susturmaya çalışırlarsa
çalışsınlar Halkın Kurtuluş Partisi susmadı, susmayacak! Gerçekleri haykırmaya
devam edecektir! 12.02.2015
T
aile, dinleyiciler ve avukatlar; duruşma başlamadan önce
beş dakika mahkemeye sırtını dönerek yaşanan bu engellemeleri ve hukuksuzlukları protesto ettiler.
HKP İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak da duruşmayı
takip eden avukatlar arasındaydı.
Mahkeme heyeti ilk duruşmada ailenin reddi hâkim talebinde bulunarak heyetin değiştirilmesini istemesine sebep olan hukuksuz ve keyfi davranışlarını sürdürdü. Avu-
H
alkın Kurtuluş Partisi, Çanakkale Valiliği tarafından, Çanakkale
Zaferi’nin 100’üncü yılı kutlamalarının yasaklanması kararının iptali için
başvuruda bulundu. Ardından Çanakkale
Adliyesi önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi.
Ardından “AB-D Emperyalizminin
Uşağı Ortaçağcılar; Çanakkale Zaferi’nin 100. Yılı Kutlamalarını Halka
Yasaklayamaz” yazılı bir ozalit, “Çanakkale Zaferi Tüm Mazlum Ulusların
Emperyalizme Karşı İlk Zaferidir” yazılı dövizler ve flamalarla Çanakkale İdare
Mahkemesi önüne yürüyüş yapıldı.
Yürüyüş boyunca “Çanakkale Geçilmez, Geçilmeyecek”, “Emperyalistler,
İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler” sloganları atıldı. Çanakkale İdare
Mahkemesine yürütmenin durdurulması
için dava açıldı.
HKP İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak’ın Çanakkale Adliyesi önünde yaptığı
basın açıklamasının metni:
AB-D Emperyalizminin
işbirlikçisi Ortaçağcılar;
Çanakkale Zaferi’nin 100’üncü
yıldönümü kutlamalarını halka
yasaklayamazlar
Geçtiğimiz günlerde Çanakkale Valiliğinin 31.12.2014 tarihli bir genelgesi ortaya çıktı. Bu genelge ile Valilik; Çanakkale
Savaşları’nın 100’üncü yıldönümünde;
18 Mart ve 24-25 Nisan 2015 günlerinde
Mehmetçik Abidesi’nin bulunduğu Gelibolu Yarımadası’nın ziyaretçilere kapatılacağını açıklamakta.
Çanakkale Valiliği; yaptığı rezaletin
farkında olacak ki, yazının girişinde Ça-
“25 Nisan 2015 günü ise tören yapılacak bölgelere ziyaretçiler alınmayacağı açıklanmaktadır.
Böylece yasak bölge büyütülmektedir.
Neymiş; T. Erdoğan’ın ev sahipliğinde
yapılacak törenlere yurtdışından gelecek
konuk sayısında artış olacakmış..
İyi de törenlere yurtdışından binlerce-on binlerce insan mı geliyor ki?
Bundan önceki yıllarda da dışarıdan
törenlere gelenler oluyordu. Halkımız da
Çanakkale Zaferi’ni akın akın kutluyordu.
Peki, bu yıl niçin yasaklıyorsunuz?
Çünkü sizler; Halktan korkuyorsunuz.
Çünkü sizler; aslında Çanakkale Zaferi’ne düşmansınız. Bu zafer kutlamaları
sayesinde, Antiemperyalist Birinci Ulusal
Kurtuluş Savaşı’mızın Emekçi Halklarımızın bilincinde canlanmasını istemiyorsunuz.
Dahası sizler, Çanakkale Zaferi’nin
Kahraman Komutanı Mustafa Kemal’e ve
O’nun kurduğu Cumhuriyet’e de karşısınız. Çünkü siz; Vahdettin’lerin, Sait Molla’ların, Ali Kemal’lerin torunlarısınız.
Davet ettiğiniz “konuk”ların büyük
çoğunluğu, 1915’de Çanakkale önlerine
gelen ve Boğazı geçebilselerdi İstanbul’u
dolayısıyla tüm ülkemizi işgal etmek isteyen Batılı Emperyalistlerin temsilcileridir.
Oysa Çanakkale Zaferi; Mazlum
Ulusların Emperyalistlere Karşı İlk Zaferidir.
Bu nedenle Çanakkale Zaferi Kutlamalarını Halka yasaklayamazsınız. Bu
“yasağı” tanımıyoruz.
Bilindiği gibi Partimiz, yıllardan beri
her yıl 18 Mart’larda Çanakkale’de Alternatif Kutlamalar düzenlemektedir. Çanakkale Zaferi’ni; “mezarlarından kalkıp gelen evliyaların kazandığı” yalanını yayan
Ortaçağcı gericilere karşı, zaferin sınıfsal,
askeri ve tarihsel özelliklerini, Mazlum
Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır!
Halkız Haklıyız Kazanacağız!
Kurtuluş Partili
Hukukçular
Abdullah Cömert
duruşmasına yine hukuksuzluk hâkim
aksim Gezi İsyanı sırasında Hatay’da polis A. K.
tarafından başından gaz kapsülüyle vurularak katledilen Abdullah Cömert’in ikinci duruşması 3 Şubat
tarihinde Balıkesir Adliyesi’nde görüldü.
Ailelerin ve avukatların duruşma salonuna girmesi engellenmek istenince daha mahkeme başlamadan gerginlik
başladı. Yoğun bir mücadele sonunda duruşmaya giren
Çanakkale yasağına
karşı HKP harekete geçti
katların, olay Hatay’da geçmesine rağmen mahkemenin
Balıkesir’e alınmasına, sanığın ise Mersin’den SEGBİS
(Sesli ve Görüntülü Bilişim Sistemi) yöntemiyle sorgulanmasına yapılan itirazları da kabul edilmedi. Bunun üzerine
mahkeme heyeti protesto edildi. Duruşma boyunca avukatlar ve heyet arasındaki tartışmalar sürdü.
Mahkemece dava dosyasının Dizi Pusulasına bağlanmaması nedeniyle, Abdocan’ın katilinin çapraz
sorgusunda sorunlar yaşandı. Bu nedenle çapraz sorgu
ilerleyemeyince, avukatların da istemi doğrultusunda
mahkemece dosyanın dizi pusulasına bağlanması için
duruşmaya ara verildi.
Bir sonraki duruşma 1 Nisan 2015 tarihine ertelendi. Ancak duruşmanın bitmemesi halinde aralıksız devam etmesine karar verildi.
Adliye önünde sabah saatlerinden itibaren duruşmayı takip etmek, Gezi Şehitlerinden Abdullah Cömert’e
sahip çıkıp ailesini yalnız bırakmamak için toplanıldı.
Partimiz de sabahın erken saatlerinden akşam duruşma bitimine kadar Balıkesir Adliyesi önünde Abdocan’a sahip çıkan ve ailesine destek verenler arasındaydı.
Gün boyu sürekli olarak; “Abdullah Cömert Ölümsüzdür”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka
Hesap Verecek”, “Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak”
sloganları atıldı.
Ege Bölgesi’nden Kurtuluş Partililer
nakkale Zaferine “övgü”ler düzmekte.
“Çanakkale Savaşları’nın 100. Yıldönümü
ilimizde büyük coşku ili kutlanacaktır.” demekte.
Ancak hemen altında ise; Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı,
Milli Savunma Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı
ve Valilikin koordinasyonunda hazırlanan
tören programları çerçevesinde;
“18 Mart 2015 tarihinde Mehmetçik
Abidesi’nin bulunduğu bölgenin ziyaretlere kapatılacağı,
“24 Nisan 2015 tarihinde Çanakkale
Savaşları Gelibolu Tarihi Alanı bölgesi
halkın ziyaretine kapatılacağı,
Halkların Batılı Emperyalistler karşısındaki destansı direnişlerini anlattık Halkımıza… Bu yıl da anlatacağız.
Halkın Kurtuluş Partisi; geçmişte
nasıl Çanakkale’ye gitmişse bu yıl da
aynı şekilde 18 Mart’ta Çanakkale Zaferini Kutlamaya gidecektir.
Yasaklamalar, engeller bizleri yolumuzda döndüremeyecektir.
Varsın bundan gayrısını halkından
korkanlar düşünsün.
05.02.2015
HKP Genel Merkezi
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
İsmet Demir
(1925-16.03.1979)
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Değer Yıldız
ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın
Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: Süreli
43/514 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
Faruh Sur
(1942-14.03.1999)
Sıtkı Şaplak
(1949-16.03.1990)
web: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu
twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz
3
5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
Kadın Sosyal “Sınıfımız”
Türkiye’nin Üç Katlı Sosyal Piramidi
lu şöyle bir levha gözlerimiz önüne dikilir:
Başka ülkelerde bu çeşit sömürü ilişkilerinin hiyerarşisi ayrı konudur. Türkiye
Sosyal yapısı ve Politikası üzerine elle
tutulur fikir edinmek ve şaşırmadan yönelmek istenildi mi, yalınkat Proletarya-Burjuvazi ayrımı yanında, yukarıdaki tabloyu
hiç gözden kaçırmamak büyük önem taşır.
Türkiye’nin özel sosyal ve politik yapısında Köy-Kasaba-Şehir ayrımı basit bir
mekanizma değildir. O üç sosyal piramit
katı tam diyalektik bir tükenmez karşılıklı
etki-tepki ilişki ve çelişkisi içinde bulunur.
Her kat, bir yandan birbiriyle etle tırnak olmuş ayrılmazlık içindedir. Öte yanda, (Fizik dilinde “hermetiquement clos”: zerre
sızdırmazca kapalı, deyimine uygunca) birbirine karşı kapalı, yabancı, hatta bir hayli
düşman bulunur.
Bizde Kadın Probleminin
Yozlaştırıcılığı
B
atı’da, yani ileri kapitalist ülkelerde, Sosyal Sınıf çelişmeleri
ve çekişmeleri, aşağı yukarı iki
yalın kata bölünmüştür. Onu her çocuk kolayca ezberleyebilir:
1- İşçi Sınıfı,
2- İşveren Sınıfı...
Bizde Sosyal Piramit başlıca üç katlı
bir Bâbil Kulesi’dir. Sosyal katlardan her
biri ötekilerini soysuzlaştırıp berbatlaştırır.
O katmerli ve sunturlu üç kattaki sınıfların
çelişki ve çatışkıları bütün azgınlıklarıyla
ayakta durur. 3 katı şöyle sıralayabiliriz:
1- Üst kat: Büyük Şehirler, ayrı
bir dünyadır. Ona Modern Kapitalizm
dünyası, diyebiliriz.
2- Orta kat: Kasabalar Türkiyesi’dir.
Orta dünyamız Antika Tefeci-Bezirgân
dünyası olarak adlandırılabilir.
3- Alt kat: Köyler Türkiyesi’dir. Orası
artık ne Modern, ne Antika toplum değil,
söz yerinde ise Tarihöncesi Dünyası sayılabilir.
Tekrar edelim: Bu üç ayrı dünya, üç
ayrı Toplum Tarihi Konağı birbirlerinden
hem binlerce yıl ayrı’dırlar, hem birbirleriyle aynı yerde bulunurlar.
Bu 3 sosyal katın üst üste yığılı lânetlenmiş yomsuz piramidi göz önünde tutulmadıkça ve piramit içindeki her katın ötekilerle olan ilişkileri ve çelişkileri dupduru
kavranılmadıkça Türkiye’nin Sosyal Sınıflar problemi aydınlığa kavuşamaz.
Sosyal 3 Katın Karakteristiği
Her katın ayrı ayrı:
1- Özel Ekonomi temeli,
2- Özel Üst ve Alt sınıfları,
3- Özel birer Sömürge halkı...
vardır. Bu özellikleri, biraz soyutlaştırma pahasına da olsa, ayrı ayrı değerlendirmedikçe, çevremizin somut kör dövüşünü
içyüzü ile anlayamayız.
En Altta: Köylülük katının ekonomi
temeli, Barbarlık çağını bir türlü aşamamış
toprak ekonomisi’dir. Bu ekonomi yapısı içinde, hiç şaşmaksızın gerçekliği kendi
adıyla çağırmaktan çekinmeyelim. Köyün
ilkel öntarih ekonomisinde egemen üst
sınıf: Babahanlığın bütün olumlu yanlarını
yitirmiş Köylü erkekleri’dir; alt sınıfı ne
denli yumuşatılırsa yumuşatılsın, bir sosyal
kast kadar donmuş ve sertleşmiş olduğu
için “sınıf” adını alabilecek ayrılıkta Köy
Kadınları Sınıfı’dır.
Bu bakımdan, köylülüğün, söz yerinde ise Sömürge Halkı, bütünüyle Köy
Kadını’dır. Türkiye’de azıcık yaşadığını
Hikmet Kıvılcımlı
düşünebilen hiç kimse, bu söylediğimiz
karakteristik özelliğin anlamına yabancı
kalamaz.
Ortada: Taşramızın Kasabalılık katında ekonomi temeli, tâ Bâbil çağından kalma Tefeci-Bezirgân ekonomidir.
Bu ekonomi sistemi içinde, egemen sınıf karakterini bütün yamanlığı ile yaşatan
üst sınıf: Tefeci Hacıağalar ile Vurguncu Bezirgânlar ve onların derebeyleşmiş
“Ayan”, “Eşraf”, “Agavat”, “Hanedan”
adlı elemanlarıdır.
Kasabalılığın en keskin anlamı ile içeride Sömürge Halkı: genellikle Türkiye’mizin bütün Taşra Halkı, özellikle tüm kadın-erkek Köylülüktür.
En Üstte: Modern merkezleşmeli
Şehirlilik katında ekonomi temeli genellikle “Modern” adı verilebilecek olan
Kapitalizmdir. Ancak bu kapitalizm Meşrutiyet çağında Komprador Kapitalizm,
Cumhuriyet çağında Finans-Kapitalizm
biçimiyle ağır basar.
Bu ekonomi temelinde egemen üst
sınıf, Meşrutiyet ve Cumhuriyet çağlarına
göre değişir:
Meşrutiyet çağında: Yerli Komprador
Burjuvazi ile yabancı Finans-Kapitalistler egemen sınıftır.
Cumhuriyet çağında: tahakküm, Kompradorların yerine yerli Finans-Kapitalist
zümresinin tekeline geçer ve bu tahakküm,
yabancı
Finans-Kapitalle
ortaklaşa
ayarlanıp yürütülür.
Mahkûm alt sınıf her çağ için daima
Modern İşçi Sınıfı olur.
Büyük şehir bankalarının, kumpanyalarının, kodaman sanayici, tüccar ve büyük
emlak ve toprak sahiplerinin iç sömürgeleri: genellikle bütün Türkiye Halkı’dır,
özellikle tüm kasabalısı-köylüsü hep birden Taşra’larımızdır.
Sosyal Yapımız
Yukarıdaki kısa açıklamamızın ne bir
şema, ne bir abartma olmadığını içimizde
yaşayanlar iyi bilirler. Ekonomik, Sosyal,
Politik alanlarımızı mahşer yerine çeviren
karamboller ancak o gerçekliğimiz açısından açıklanabilir. Bu somut realite ayrı bir
önem taşır.
Onun için Batı’da sosyal sınıflar üzerine yapılmış genel tanımlamalar, genel
olarak elbet Türkiye için de bütünü ile
yürürlüktedir. Ancak, o genel gerçeklik
ışığı altında Türkiye’nin özelliğini gözden
yitirmemek zorundayız. O zaman, sosyal
yapı bakımından, bütün Türkiye haritasını,
coğrafyası ve insanı ile kaplamış üç sütun-
Türkiye’nin öteki Sosyal ilişki ve
çelişkilerine girebilmek için ve girmeden önce, başlı başına bir alt mahkûm
Sosyal Sınıf durumunda olan en büyük
mazlum sınıfımız, en büyük sömürülen
sınıfımız: Kadın yığınımız üzerinde çok
durulmalıdır.
Sosyal Stratejimizin hem en sonuncu, hem en birinci gelen katı: Kadın-Erkek Sınıflaşmasıdır. Bu sınıflaşmanın en
açık ve keskin olanı Köy katında görünür.
Ama gerçekte Kadının ezilen-soyulan bir
mahkûm alt sınıf oluşu, Türkiye Toplumunun Köy-Kasaba-Şehir: bütün katlarında
en yaygın bir sosyal ve orijinal trajedimizdir.
O sosyal sınıf trajedimiz üzerinde birkaç tarihçil kesit yapıp, aydınlığa kavuşmadıkça, öteki ne Modern Üst Sosyal
katımızı, ne Ortaçağ artığı Orta Sosyal
katımızı derinliğine kavramak olağanlaşamaz. Düşünce ve davranışlarımızda, boyuna takıldığımız bir boşluk ve eksik kalır.
Bütün sosyal yapımızı, bütün sosyal
katlarımızı, bütün sosyal ilişkilerimizi iliklerine dek zehirleyen, soysuzlaştıran hep o
boşluğun gizlediği acı gerçekliktir. Her insanımızla birlikte kadınımızın da değil yalnız yaşantısını, bütünü ile insanlığını, hele
bütünüyle mutluluğunu kankıranlaştıran en
ağır karmaşık ufunetlerimiz5: Kadın-Erkek
Sınıflaşmasının yarattığı Kölelik durumundan ve tutumundan ve psikolojisinden kaynak alır.
O nedenle, öteki Modern Çağ Sosyal
Sınıflaşması ve Ortaçağ kalıntısı Sosyal
Sınıf ilişki ve çelişkisi konusundan önce,
büsbütün ayrı ve ayrıcalı bir önceliği, kadın konusuna vermemezlik edemeyiz.
Çünkü Kadın-Erkek Sınıflaşması: bir
vuruşta, milletimizin yarısını hem sömürge
mahkûm sınıf, ezilip soyulan alt sınıf durumuna sokuyor, hem Topluma ve İnsanlığa
yabancılaştırıp yitiriyor, yok ediyor.
24 Ekim 1965 günü Türkiye’nin 31
milyon 391 bin 207 nüfusu sayıldı. Bunun 15 milyon 445 bin 439 kişisi, kadın
adlı Toplumca her şeysi örtbas edilen Alt
mahkûm sınıf insanımızdır... Yarısı yadlaşmış, altlaşmış, var iken yok edilmiş bir
milletten hayır gelir mi?
Dün olduğu gibi, bugün de Türkiye’nin
bütün ekonomik, sosyal, politik, kültürel
vb... problemlerini daha doğmadan boğan,
bütün insancıl ilişkilerini son derece yozlaştıran, soysuzlaştıran birinci sakatlığımız
burada toplanıyor. Ana-Kadın’ın Tarih ve
Toplumdışı bırakılmasından doğan dilsiz
trajedi, dönüp dolaşıyor, Türkiye’nin, topal
eşekle bile Kervana katılamayan Uygarlıkdışı kalış dramına karıyor. Onu kavramadıkça hiçbir sosyal meselemizde ayık
gezemiyoruz.
İster Modern İşçi-İşveren ilişkilerimiz
olsun, ister Ortaçağcıl Tefeci-Bezirgân ve
Köylülük ilişkilerimiz olsun, bütün sosyal
yapımızın özünde: Kadın-Erkek sınıflaşmamız yüzünden içinden çıkılmaz duruma
düşmüşüzdür. Hepsinden korkunç yanı
ise, bu düşüklüğümüz ve çarpıklığımızın
gübresi içine boylu boyumuzca yatıp
problemin dehşetini bir türlü milletçe
kavrayamayışımızdır. Bir yol da onu
kavrayamadık mı: “Yak çubuğunu keyfine bak” esrarkeşliği içinde, Amerikan zencisinin isyanı kadar olsun toptan mahkûm
köleliğimizden silkinememişizdir.
Olimpiyatlara “erkek” koçlardan baş
“pehlivanlar” süreriz. Uluslararası: Bilim,
Teknik, Kültür, Toplum, Politika vb...
yaratıcılığında “dokunulmaz” paryalık
durumumuza boyun eğeriz. Ve düştüğümüz
uçurumu biraz daha derinleştirmek isterce,
gene kadını biraz daha köleleştirmekle dinlendirmeye çabalarız. Çünkü madde moral
yükünü kadına çullandırmakta bir “üstün
erkeklik” şanı sayarız. Erkekler arası her
haltı, her kaltabanlığı6 sineye çekmekten
sıkılmayız. “Bizbize”yiz, “erkek erkeğe”
ne utanacak? Acısı nasıl olsa elsiz, dilsiz,
belsiz kadından çıkarılmayacak mı?
Tarlamızda, İşyerimizde, Evimizde,
Okulumuzda, Kışlamızda, Devletimizde,
Kültürümüzde hatta Dinimizde ve İnsanlığımızda bütün sonuçlu ülkücülüklerimizi yarım, piç bırakıp çürüten, bozan baş
illetimiz orada koygunlaşır [yoğunlaşır]:
Kadın-Erkek ilişkilerimiz, bir Sosyal Sınıf çelişkisi kertesinde ortalığımızı kasıp
kavurarak katmerlenir.
Bizde cinsiyet savaşının Sınıflar savaşı
kılığında çıbanlaşması, kadın-erkek her insanımızı bilinçlice yiğit sosyal düşünce ve
davranışta yaya bırakır. Bu gerçekliği göze
batırmak için, Türkiye’nin başlıca iki hareketli çağından yapılacak birer basit kesitle
örnekleyelim.
Gericiliğin Kadını Sömürüşü
Türkiye’de olanlar, belki Dünyanın hiçbir yerinde demeyelim isterseniz ama, pek
az yerinde görülür. Halkı sömürüp ezen
gerici sınıflar, ezip soydukları alt sınıfları
her yerde aldatarak yönetirler. Ama, hiçbir
yerde bu aldatış, bizdeki kadar hep en utanmazca ve hayvanca gerekçelerle Kadın
öne sürülerek yapılamaz.
Türkiye’de, alt sınıfların herhangi bağımsız bir düşünce ve davranışı daha ilk
adımını atmaya görsün… Gericiler o saat,
Kadının saçlarını ellerine dolayıp, halkın
karşısına, daha doğrusu vicdanına, ruhuna
kazık gibi dikilirler. Çalışan insanımızın
ruhça, maddece sömürülmekten kurtulmaya doğru yönelmeyi denemesini felce
uğratmak için kadını zehir gibi kullanırlar. Sömürenler, Dünyanın hiçbir yerinde
gericiliklerini mahkûm kadın sınıfı’nın
durumu ile maskeleyerek bizdeki kadar
utanmazca ve hinoğluhince Kadın adlı ırz
ve namus demagojisinden en namussuzca
yararlanmayı beceremezler.
Örnek mi aradınız? Tümenle, her gün,
her yerimizi sarmış türlü türlü örnekler
sonsuzdur. O alçak demagojinin Tarih sayfalarına geçmiş bir klasik ve bulantı veren,
kusturucu açık biçimini “Hürriyet Devrimi” çevresinde buluruz. Egemen Üst Gerici Sınıflar -bugün Sosyalizm için yaptıkları
gibi- “Hürriyet Nedir?” diye soranlara,
sistemlice şu tanımlamayı yapmışlardır:
“ -Hürriyet, herkesin karısını birbirine peşkeş çekme serbestliğidir! Koca,
akşam işinden evine gelip şapkasını kapısı ardına takarken, orada başka bir
erkek şapkası görürse, zamparayı içerde
kadınla başbaşa bırakmak üzere, kendi
şapkasını başına geçirir ve kapıdan
dışarıya geldiği gibi çıkıp gider!”
Gerici demagoji Abdülhamit istibdadı zamanı Meşrutiyet için, Meşrutiyet
zamanı Hürriyet için, Cumhuriyet zamanı
Demokrasi için, en sonra Sosyalizm için
bıkmadan, usanmadan yalnız bu temayı
işlemiştir. Geniş halk yığınları içine hep o
“Avrat elden gidiyor!” fobisini umacılaştırmıştır.
“Volkan”lı Derviş
Meşrutiyet’in ilk yılı soyguncu gericilik “Derviş” kılığına girmiştir. Yarı
kaçık, yarıdan aşırı pompa ile şişirilerek
şımartılmış “Derviş Vahdetî” adlı birisi
ansızın türer. Şimdi camii duvarına siyen
[işeyen] benzeri itler gibi, ele alınmayacak
her satırı birkaç kez satılmış bir paçavra kağıdı Gazete çıkarmaya girişir: “Volkan!”.
Artık “Hürriyet” var ya... kim engel olabilir meczup derviş adama?
Derviş Vahdetî kimdir?
Soran bile çıkmaz. Türkiye’nin Sermaye Ortaçağı dün Tefeci-Bezirgân ve Komprador, bugün Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân her geriliğe yatkın, bulanık suda balık avlayıcıdır. Her zamanki gibi, güvendiği kökü dışarıda iken, kazığı içeride halkın
bağrında burgulanan sinsi bir zorbalıktır.
Onun halkı intihar keşi yapmak ve öylece
kendi alçakça soygun arabasına afyon yutturulmuş beygirler gibi bağlamak için kullandığı esrar-haşiş: İrtica’dır, gericiliktir.
Gericilikte en başarılı aygıt tipi, binbir
Saltanat soysuzluğu günlerinde İslamlığın
Hulefâ-i Râşidîn geleneğini çamura boğmakta parayla, çıkarla uzman yetiştirilmiş
“sofu” görünüşlü yobaz softa, sözüm ona
“Din adamı”dır. İslamlık 14 yüzyıllık
Tarih ötesinde kurulmamış mıdır? Muhammed Dini, kendi çağı için yeryüzünün
en devrimci, en ihtilalci hareketidir. Ama
Tarihin önüne geçilmez çarkları altında
ezilerek geri kaldığı için, her İstibdat,
hele Finans-Kapital Zorbalığı, İslamlığı
bir “Gericilik” mekanizması gibi gösterip kullanmayı pek becerir. Ve Müslüman
kılığı sayılan Softa ve Derviş biçimliler,
“Gericiliğin” anadan doğma sözcüsü ve
yetkilisi durumuna kolayca getirilebilirler.
Derviş Vahdetî, öylesi softalardandır.
İslamlığın kutsal ihtilalciliği ile en ufak
ilişki bilmez. Tam tersine, Müslümanlığın
Hulefâ-i Râşidîn çağında bıraktırılmış bütün devrimci prensiplerini ve geleneklerini tersine çevirmenin usta demagogudur.
Muhammed’in ruhaniyetini derebeyvari
karşıdevrimciliğe alet eden uluslararası Finans-Kapitalin sistemlice yetiştirilmiş kurnaz uşağıdır.
Finans-Kapital, o seçme provokatör
ajanlık rolünü iyi becerebilmesi için, Derviş Vahdetî itini, Türkiye fukarası biçiminde, kendinden geçmiş, deli deryalı bir
baldırı çıplak maskesi altında ortaya atar.
Tıpkı “Said-i Nursî” gibi, Vahdetî’nin başına bir “Şıh”lık yuları takıp gezdirir.
“Nur” saçan bir ahir zaman Peygamberi çalımında “seçim” bölgelerinde “oy
davarları” içine son sistem, son model
Amerikan arabasıyla kapılıp koyverilen
“Şeyh Said-i Nursî” gibi, Derviş Vahdetî de, Din, Ahlâk, Tanrı adına ağzından
“Vol-kan”lar saçar. İçyüzünü bilmeyen
herkes, onu görünce, Devlet otoritelerine
metelik vermeyen Kıyamet alameti bir Evliya ile karşılaşıldığını sanıp ürperir!
Açlık Anıları
Derviş Vahdetî, kendi elyazısı ile kendisini zamanın Hakan’ına (Abdülhamit’e)
şöyle tanıtır:
“Babam, pabuççu esnafından, Kıbrıslı Mahmut Ağa. Babam bütün gün
çalışır. Ufak bir evcikte, hepimiz yorgan
altında kışın titrerdik. Bir sıcak çorba
bile içemezdik.”
Ve bu açlıktan nefesi kokmuş, müflis
esnaf tohumu zibidi, Osmanlı İmparatorluğu’nun astığı astık, kestiği kestik yetkiler
yaşamış son müstebiti “Kızıl Sultan”a, kökünü anlatır anlatmaz, arsız arsız sırıtarak,
senli benli soruyor:
“- Gördün mü hayat nedir?”
İşte Finans-Kapitalin sömürgeci eli
böylesi aç köpeklerin üstünde duruyor.
O kursağı “kışın sıcak bir çorba” hasreti çeken zavallı küçükburjuva bile değil, onun süprüntülüğe [çöplüğe atılmış]
döküntüsü kadar, fakir Türkiye Halkını
duygulandıracak, can evinden vurmayı
bilecek başka kim bulunabilir?
Ondan daha aşağılık, daha ezik, bitik,
soyuk, yenik, çaresiz yarısömürge paryası
olamaz. Batı kapitalizminin en kahredici
rekabetiyle Şark topraklarını doldurduğu
acıklı, satılık esnaf yoksulluğunun eşantiyonudur Vahdetî.
Sömürge yaşantısının kaynar katran kazanı içinden fışkırmış aç Vahdetî ne yapacaktır?
Arttıranın üstünde kalmak için bütün
çökkün Küçükburjuva yavruları gibi, çıktığı kabuğu inkâr etmekten başka çıkar yol
bulamayacaktır.
4
Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
Esnaflığı inkârın yolu: çırak olmaktansa, okula gitmektir. Vahdetî “Harika Çocuk”tur. 4 yaşında okula başlar. Başlar da
ne okur Osmanlı sömürgesinde?
Emperyalizmin her sömürgede bol bol
açtırdığı “Kur’an Kursları”nda Kelam-ı
Kadim okur. Vahdetî, 6 yaşında Kur’an-ı
Kerim’i hatmeder. (Bir yol baştanbaşa
okur.) Vahdetî, 14 yaşında Kur’an’ı ezberlemiş, “Hafız olmuştur” bile...
İngiliz Intelligence’ına
İt Seçiş
Kıbrıs, İngiliz Emperyalizminin Hint
yolunu gözetleyen batmaz zırhlısı. İngiliz
casus teşkilatı, Intelligence Service, el altından devşirme arayıp koltuğu altında yetiştirir. Finans-Kapitalin çöplüğünde geçindirilip kullanılacak köksüz, yoluk insandan
bol ne vardır? Emperyalizm o tümen tümen
baldırı çıplak başıbozuklar içinden, böyle
en “Harika” olanlarını ayırt eder.
Seçtiklerini, kendi özel tezgâhından
geçirerek, her utanç duvarının ötesine aşırtmanın yolunu yordamını parayla bulur.
Kışın ana, baba, beş altı kardeş tek yorganın altında titreşmiş Vahdetî için, İngiliz
ajanlığı: “Devlet Kuşu”nun başına konmasıdır. Vahdetî, İngiliz aslanının gölgesi altında, habezan7 çevresine ve sarsılmış Ulu
Hakan’a nasıl etki yapacağını öğrenmiştir.
Gördüğü ve sürdüğü saltanatı övünerek
şöyle açıklamaktan çekinmez:
“Kraliçe adına verilen balolarda, redingotla, eldivenli bir adam olarak göründüm” der.
Daha ne söylesin? Artık “ufak evceğiz”
zindanının kabuğu kırılmış, Vahdetî’ye
Emperyalist sarayların kapıları açılmıştır.
Çünkü, İngiliz Intelligence Service’i ona:
“Yürü, ya kulum!” demiştir. Yoksulluk
Cehenneminden, Balolar Cennetine Redingotlu eldivenle giren Vahdetî, ajanlık stajını çabuk bitirir. Ansızın Kıbrıs’tan kalkar
(kaldırılır) İstanbul’a gelir (getirilir).
“Binbir kocadan kızoğlan kız olarak
dul kalmış” İstanbul’da, önce İngiliz memurluğu yaparak, Intelligence uzmanlığını bütünler. Oradan, besbelli (bugünkü
“Amerikan Dostu” gibi) “İngiliz Muhibbi” geçinenlerin görünmez elleriyle, hiç
basamaksız (Gökten İngiliz Intelligence
zembili ile) Türkiye Intelligence’ı (Hafiye Örgütü) içine indirilir, yahut çıkarılır.
Zamanın İçişleri Bakanı Memduh Paşa’ya
kapılanır. Bir yandan -işsizler Türkiye’sinde başka adam kalmamış gibi- Göçmenler
Komisyonu’na memur edilir. (İmparatorluğun haşır neşir oluş zembereklerini izler.)
Öte yandan -softa kıtlığına kıran girmişçePaşa’nın yalısına Vahdetî “imam” yapılır.
(Bütün gizli servislerin subaşını keser.)
İtin İngiliz Yapısı Kahramanlığı
Düşmanları” gibi, göğsünü kabartarak,
zulme kurban gitmiş son sistem kahraman
pozunda kollarını sallayarak İstanbul’a döner.
Böylesi bir adamın bedeni muayene
edilmiş midir? Bilmiyoruz. Yaptıklarıyla açıklanan bütün ruhu: herhangi Galata
genelevinde etini parayla satan “Kötü kadın”dan farklı mıdır?
Galata orospucuğu hiç değilse utanır.
Göze çarpmamaya çalışır. “Derviş” abasını uydurarak sırtına geçiren Vahdetî’nin
utanabilmesi için, belki Intelligence Service’ten emir alması bile yetmez.
Neden utanmaz?
Çünkü nüfus kütüğünde “Erkek” yazılıdır. Türkiye’mizin üstün cinsiyet sınıfı’ndandır. Ülke böyle imtiyazlı doğmuş
“Erkek”lerle doludur. Onların bütün “Namus”ları belden yukarıya çıkamaz. Belden
aşağıdaki “Namus” ise yalnız kadınlarda
yoklanır. Utanılacak ne var ki? Elle gelen
düğün bayram. Madem “Erkek”iz: bir
şeycikten utanmayız.
Kadın olsaydı, Vahdetî’yi gören yüzüne
tükürürdü. Vahdetî “Erkek” sayıldığı için,
Politika sahnemizde “mutlak çoğunluğu
teşkil” eden nice benzerleri gibi, göbek atmaya fırlayıverdi. Türkiye, Hürriyetle iktidara çıkan Komprador vurgunu yüzünden,
İrticanın mumla arandığı, gericiliğin afili
afili kol gezdiği, sözde din çengiliği ile göbek attığı ortamın en elverişli çağlarından
birisini daha yaşamaktadır.
“Meşrutiyet” tragedyasında da “Hürriyet”, gene “Kadın” kılığına sokulduğu
zerre [bile] yararlanmamıştır. Umutlanıp
kıpırdayan körpe İşçi
Sınıfı, en hayvanca
baskılarla ezilip susturulmuştur. Aldatılan
susmuş, tiksinmiş, küsmüş yığınlar önünde
Meşrutiyet özgürlüğü:
davul zurnalı bir karnaval alayı gibi gelmiş
geçmiştir. Çalışan fakir
fukara insanlarımızın
ne madde yaşantılarında, ne ruh evrenlerinde
en ufak bir olumlu değişiklik izine “müsaade” edilmemiştir.
“Yaşasın Hürriyet”. Kimmiş o?
“Adalet”, “Müsavat”, “Uhuvvet”9 gibi
hep Arapça dişi anlamlı bir “kadın” sembolü. Demek kadınlar sokağa mı dökülecek?..
Dehşet!
Sonraları, Efendi-Ağa’larımızın “komünist” diyeceklerine yakıştıracakları
“Avrat” hikâyesi: bütün “Mektepli” Subaylara, devrimci gençlere sıvanacaktır.
“Hürriyet”, kafes ardındaki karını sokağa çıkarıp, rast geldiğine teslim etmektir.
Koca, yorgun argın akşam evine döndü mü:
kapının ardına bakacak. Orada yabancı bir
fes (“Şapka İnkılâbı”ndan sonra fes: “Şapka” olacaktır.) görür görmez, kendi fesini
anlarlar. Ve hepsi birden “şahlanır”lar!
17 Ekim günü, Fatih Camii’nde Kör
Ali ve İsmail Hakkı adında iki Hoca, isyan
bayrağını çektikleri gün, hangi parolayla
yola çıktılar?
Önce “kutsal sıfat” takınmalılar. Dokunulmaz kalmanın maskesi odur. Sanki
“Din” elde ve cepte duran bir elle tutulacak
“nesne” imiş gibi haykırdılar:
“- Ey Ümmet’i Muhammet!.. Din elden gidiyor!”
Halk, bu kerte soyut parolalara kulak
Bizde gerici yobazlık, niçin Kadın’dan daha elverişli geri tepen silah bulamaz?
Esnaf-Köylü halk Dükkânın-Pazarın, Tarlanın-Toprağın Kölesi’dir. Ama, evde
ailede Kadının “Efendisi”dir. Alt sınıf ve tabakaların erkeği: dışarıda: pazardan,
ağadan, beyden yediği dayağın acısını, aile yuvasına dönünce karısına attığı dayakla çıkarır. Başka çıkar yol bulamamış bilinçsiz yaratığın yaşamaya dayanması
bu çelişkiyle dengelenir. Bir lokma ekmek pahasına ezilip soyulan özellikle her
köylü ve her esnaf, genellikle her züğürt çalışkan halk: evde, kırda, mahallede
çoluk çocuğunu, hele “avratı” soyup ezmekle, en sancılı iç kompleksine ilaç arar.
için, şimdiki “Özgürlük” gibi, parayı
verenin rahat rahat ırzına geçebildiği bir
komedyaya çevrilmişti. Hâlâ Çekoslovakya’da bile özlemi çekilen “Özgürlük” adına gericiliğin bütün gerizleri uluorta sokağa boşaltılıyordu.
Yetmez. Herifçioğlunun gözü İngiliz
Finans-Kapitalinin özüdür. Türkiye gibi
geri ülkenin İçişleri Bakanı da kaç para
eder?
Vahdetî “Letafetmeâb Kraliçe Hazretlerinin ajanıdır”. Görevi Saraya, Ulu Hakan’a sızmaktır. Namaz kıldırdığı Memduh
O zaman Türkiye, her kapitalistin bir
parça et kopardığı bir ikvanodon.8 Bulgaristan, Bosna-Hersek, Girit, İmparatorluğun Hıristiyan kesiminden cımbızla çekilerek ayrılıyor. “Vatan” görevli Ordu kimin
Paşa’yı Abdülhamit’e jurnaller!
Ama Paşa’nın şanlı hafiyeleri de uyumuyorlar. Vahdetî’yi jurnalı ile elense ederler. Ajan Diyarbekir’e sürülür...
Şimdi ne oldu İngiliz casusu?
Müstebit Padişah Abdülhamit’in zalim
idaresine karşı, tıpkı Hürriyet fedaileri
gibi kafa tutmuş, de ki Meşrutiyet ihtilalcisi Kahraman! Vahdetî “mağdur”. Gaddarlığı yapan Hamit’in başhafiyesi Paşa...
Kahramanlık bitmez. Vahdetî “Bektaşi Babası” kılığına girip sırra kadem
(gizliliğe ayak) basar. Ve bu sahte kıyafet,
ajan Vahdetî’ye ondan sonraki rollerinin
damgasını vurur: bir madalya gibi göğsünde taşıyacağı, herkesi hele cahil halkı aldatmakta kullanacağı “Dervişlik” payesini
bağışlar.
Arada yakayı ele verir. Çok sürmez,
“Hürriyet” güneşi, Abdülhamid’in “Meşrutiyet”i ikinci kez ilân etmesiyle doğar. O
zaman, Vahdetî Derviş, değme “İstibdat
eline geçecek?
“Alaylı” denilen okuma yazma bilmeyip, beş vakit namazında “Padişahım
Çok Yaşa!” dedikçe terfi eden Subayları
gericilik ele almış. “Mektepli” diye bıyık
altından üstlerine tükürülen ülkücü genç
Subaylar ister istemez “devrimci”leşmiş.
Binbir Emperyalist casusu, öyle bir ortamı kaçırır mı?
Ülkenin her yanı ve her katı, yıllar yılı
yetiştirilip subaşlarına yerleştirilmiş “Muhip” (dost) adlı yabancı ajanlarıyla dolu. O
sayısı ve saygısı çok yerli ajanlar, hafiyeler,
“Hürriyet”le birlikte Türkiye’yi büsbütün
dizginsiz bir tımarhane çarpıntısı içine sokmuşlardır. Türkiye ne denli çok zıplayıp
kanarsa, Kumpanya (Şirket) ve Komprador
kasalarına o denli çok altın akar, toprak
parçaları kolay aşındırılır.
O anacık babacık günlerinde “Türkiye
yığınları” ne âlemdedirler?
Halk, sözde Devrim’den hiç mi hiç, bir
“Hürriyet” Zamparalığı
tepesine bastırıp gerisin geri!.. “Hürriyet”,
(tıpkı şimdiki “Gomonizlik” için yayıldığı
gibi) hemen “aile”nin kaldırılarak, bütün
kadınların bütün erkeklerle alabildiğine
düşüp kalkma serbestliği’dir.
Kim mi yutar bu martavalı?
Türkiye erkeklerinin yüzde 99’u.
“Hürriyet”in bir tek harfini görse mertek
sanan o “erkek”lerin hepsi “Fâsık-ı mahrum”durlar:10 Hepsinin içinde, gördüğü
“Karı”nın ardına balta olmak şeytanı yatar. “Hürriyet” herkesin “istediğini yapması” olunca, elinden başka hiçbir türlüsü
gelmeyen fukaranın zamparalıktan başka yapacak ne “özgürlüğü” kalır?.. Hepsi
“Hürriyetçi... Gomoniz”... Vurun gomonize, vurun hürriyetçiye!
O “Hürriyet havası” içinde Batılı
casusların kafalarını değil, baş ve şahadet
parmaklarını azıcık oynatmaları yeter.
Hele maddi manevi mastürbasyonla imanı
gevremiş Medrese kubbesi altındaki “Talebe-i Ulûm” (Bilimlerin Öğrencileri) fesleriyle, sarıklarıyla göz önüne getirilsinler.
Geçim ve kafa yapıları fodlacılıktan11 öteye geçememiş “Hoca”larıyla birlikte, yarı
Arapça, yarı Türkçe hangi “bid’at” (icat)
üzerine ahkâm kesip, istenilen fetvaları
yağdırmazlar?
Artık, Türkiye’nin geri ve kör politika
harmanında dilediğin hergeleliği dörtnala koşturabilmenin yolu ne olabilir? Tek
tutamağı evdeki “Namahrem”i (haram
edilmemişi: Karısı) kalmış züğürt takımını ayaklandırmak mı istiyorsun? O son tutamağına dokun. Yüzde yüz etkili, biricik
araç ne olabilir?..
Kadın!
Ekmeğe-Avrata Oruç: Sömürge Afyonu
Türkiye’nin Bâbil artığı geniş ayaktakımı: “düşük” esnaf ve köylü döküntüleri
Başkent kaldırımlarını sonsuz yoksullukları ile doldururlar. Hepsi de, eğer bir “ufak
izbecik” bulurlarsa, aynı “Yorgan altında
titreşerek kışın sıcak çorba dahi içemezler”. Batı Uygarlığının, makineden çıkmış
malların uyuşturucu rekabeti ile aşındırıp
köklerinden yolduğu o kalabalıklar, rast
geldiklerinin boğazına sarılacak durumdadırlar.
Ne var ki, kendi başlarına, kendi kurtuluşları için tek adım atamazlar. Önlerine
modern İşçi Sınıfı çıkıp balta girmemiş Bezirgân ormanında yolu açmadıkça; o sakar
yığınlar, miskin illetine tutkun inmelilerdir.
Toplum probleminde dünya batsa kıllarını
kıpırdatmaktan çekinirler. Ama önlerine bir
“Avrat” (Kadın) meselesi atın. Bak onu
kabartmakla kalır. “Dinin” nasıl elden gittiğine somut örnek bekler.
Din, elden niçin gidiyormuş?
Yobaz, iki yüzü kesen iki sebep öne sürer:
1- “Sokaklarda alenen oruç yiyorlar!”
Yani mesele “Oruç tutmamak” değil,
“Sokakta alenen (açık seçik) oruç yemek” suç. Bugün DP’yi imrendiren AP farmasonlarının “Maneviyat” spekülatörlüğü
(vurgunculuğu) başka türlü kahramanlık
mı?
Bütün Taşra kasabalarında “alenen”
(herkes önünde) oruç tutturma kampanyası
için, göze görünmez bir Hacıağa sıkıyönetim zılgıtı estiriyorlar. Orucu yeme değil:
git evinde ye. Açlar seni görmesin... İşin
içyüzü “oruç” değil, “Açlar” gibi görünmek!
Kör Ali Hoca da, İsmail Hakkı Hoca da
o kaygıdalar: “Alenen”, “Sokakta” yenmesin oruç. Yoksa, kendileri oruçlu mu?
Softa sesleri aç açına böyle sıtma görmemiş tonda zor çıkar. Bu ikiyüzlülüğü Halkımız da epey sezecek denli “arif” (anlayışlı)dır. Maksat Allah’ı değil, kulu aldatmak.
Aç fukara önünde aç dur: git evinde gizlice
ne halt yersen ye! Orası pek iyi bilindiği
için, kara yığının bamteline basacak asıl
isyan gerekçesi hemen ardından şöyle bayraklaştırılır:
2- “Kadınlar, yüzleri açık geziyorlar!”
İşte buna, kursağı “sıcak çorba”
görmemiş
bütün
yorganlı
baldırı
çıplaklarımız hiç dayanamazlar. Konu,
“Avrat” diye alt mahkûm tuttukları düşman “sınıf”: Kadın-insandır. O dişi köle
nasıl olur da gözünü yerden kaldırıp yüzünü açabilir? Ekmeğe de, Avrata da oruç
“alenen” bozulamaz.
Kadına karşı, Efendilerden önce ve
erkence erkek köleler çevik davranıp bir
yağlı: “Aferin!” kazanmalıdırlar. Avrat
kısmının, hep “eksik etek”i uzatılmalı, iflahı kesilmelidir. Yalnız bu Yaradan’a sığınık
savaşlarında köleler efendilerinden teşvik
görürler, Namaz safında imişçe kadına vuruşta Efendileriyle birleşik cephe kurarlar.
Allah, Allah!.. Öyle kör dövüşüne girene ne mutlu: bütün Üst-Soyguncularla
çıkabilecek Sınıflar Savaşı, beygirin nalı
altında kalır. Tüm çalışan erkekler, gönülleriyle solda sıfıra düşüp, ülkeyi uşaklıktan
köleliğe iterler. Ve “Elden gidiyor” denilen
“Din”, tam İngiliz-Fransız-Amerikan-Alman vb… gâvurcuklarının istedikleri gibi
sömürge afyonunun macununa döner.
Sosyal Patlayıcı Madde Kadın
Bizde gerici yobazlık, niçin Kadın’dan
daha elverişli geri tepen silah bulamaz?
Esnaf-Köylü halk Dükkânın-Pazarın,
Tarlanın-Toprağın Kölesi’dir. Ama, evde
ailede Kadının “Efendisi”dir. Alt sınıf ve
tabakaların erkeği: dışarıda: pazardan, ağadan, beyden yediği dayağın acısını, aile
yuvasına dönünce karısına attığı dayakla
çıkarır. Başka çıkar yol bulamamış bilinçsiz yaratığın yaşamaya dayanması bu çelişkiyle dengelenir. Bir lokma ekmek pahasına ezilip soyulan özellikle her köylü ve her
esnaf, genellikle her züğürt çalışkan halk:
evde, kırda, mahallede çoluk çocuğunu,
hele “avratı” soyup ezmekle, en sancılı iç
kompleksine ilaç arar.
Böyle bir Ekonomi ve Toplum ortamında: “Din elden gidiyor!” çığlığının anlam
dayanağı: “Kadın elden gidiyor!” demek
olur. Yoksa, hele Sümerlerden beri soysuzlaşmış Doğu’da, Sokrates’lerden beri
homoseksüelliği: “Eflâtûnî Aşk [Platonik
Aşk]” diye ülküleştirmiş bulunan Kadın
düşmanı softalıklar, Medrese ve Tekke köşelerinde en yıpratıcı cümbüşlerin
esrarkeşi iken, normal “Kadın Aşkı”
uğruna hiç isyan çıkarır mı?
Ondan
başka,
egemen
sınıflar hayvancıl içgüdüleri ile sezmiş ve
gelenekleştirmişlerdir ki, Kadın: “Cinsel
İçgüdü” demektir. Cinsel içgüdü kadar sosyal patlayıcı madde ise güç bulunur. Parya
erkekleri, istediğiniz denli aç bırakın, kırbaçlayın, tahkir edin: “Alınyazısı”, “Mukadderat” böyleymiş bilirler. En gaddarca
eziyet, angarya, işkence çeşitlerine boyun
eğerler. Olan biten haksızlıklar, aykırılıklar
önünde en uyanıkları:
“- Aklımız eriyor, gücümüz yetmiyor!” katlanışına cankurtaran simidi imişçe sarılırlar.
Gel, en kara cahil ve en beyinsiz erkeği,
uçkuru, peşkiri yanından azıcık gıdıklayın:
o saat, gözlerini dört açacak, ilk fırsatta
“şahlanacak”, umulmaz “aslanlıklar”la
orman kanununca kükreyecektir... Kadın,
her batağa gömülü ayaktakımı erkeği, bir
anda, itilip boğulduğu yerin dibinden göklere doğru çıkartıp, fırlatır.
Gerici Yobazlığın, Ekonomi-Politiği Marks’tan, Derinlikler Psikolojisini
Freud’dan öğrenmeye ihtiyacı yoktur. 7
bin yıllık egemen sosyal sınıflar denemesi,
anadan doğma kadın düşmanlığı eğilimini
beslemeye yetmiş artmıştır. Modern derebeyliğin en azgın gericiliğine yaslanan
Finans-Kapital, o eğilimi son kertede itçil
(sinik: kelbî) metotlarla sömürür. Bütün
beden ve ruh kültürü alanlarına (Sinema,
Spor başta gelmek üzere, Edebiyata, Güzelsanata, Romana, Şiire) her gün tonlarla
pornografi (açık saçık uçkur öyküsü) yağdırır.
Şu en koyu “mutaassıp [bağnaz]”
Müslüman geçinen bizim Babıâlî sağcı
gazetelerine göz atıla. Muhammed’in Ayetleriyle Amerikalı ve yerli kancıkların asma
yapraksız kalçaları yan yana, yarış haline
sokulmuştur. Sapıkların şehvet cinayetleriyle ayıcıların çıplak güreş serüvenleri,
evliyaların kerametlerinden daha önemle
kabartılandırılır. Çünkü, Pornografi ve
baldır bacak gösterisi, Antika gericiliğin de
Modern gericiliğin de Kadın düşmanlığını
tersine çevirip daha ince yollardan sergilemesi ve aşılamasıdır.
Onun için, Kör Ali Hoca’ların, Yıldız Sarayı’na dek kışkırtıp sürükledikleri
kalabalık “yüzü açık kadın” düşmanlığı
ortamını hazırlamıştı:
“Birkaç gün sonra, Beşiktaş’ta Todori adındaki Rum Bahçıvana kaçan bir
Müslüman kadın yüzünden olaylar çıktı. Karakola götürülen Todori için Halk
ayaklandı. Bahçıvanı polisin elinden
alarak linç etti.” (Süleyman Kani İrtemOsman Selim Kocahanoğlu, 31 Mart İsyanı
ve Hareket Ordusu, Abdülhamit’in Selanik
Sürgünü)
Bugün ne görüyoruz?
5
5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
Amerikan Filosuyla gelen Con “Todori”ler, “Komünizmle Mücadele” Dernekleri ve “İmam Hatip Okulluları”
tarafından tekbir getire getire kanat altına
alınarak savunuluyor. Gâvur’cukların Beyoğlu’nda Müslüman kadınlarıyla rahat
rahat eşleşebilmeleri için Babıâlî’de çıkan
buram buram baldır bacaklı “Mukaddesatçı” Hür Basın, Solculuğa karşı “Cihat”
açıyor. Amerikalılara ve uşaklarına “Yuh!”
çeken Teknik Üniversitelileri Toplum
Polisi yatakhane penceresinden baş aşağı
atıp öldürüyor.
Amaç?
Gene: “Din elden gidiyor!”, “Namus
elden gidiyor!” parolaları altında saklanıyor. Sonra, Amerikan Tuslog binasında bir
otomobilin yakılışı üzerine, bir provokatör bahane edilerek Öğrenci Yurduna baskın yapılıyor: “Bar karıları!” diye tahkir
edilerek yataklarından kaldırılan Türk ve
Müslüman kızların kadınlık organlarına
sokulan kanlı coplarla övünülüyor. Ne Allah’tan korkuluyor, ne Peygamber’den utanılıyor.
n Bütün cinayetler, baldırı çıplak bilinçsiz cahil yığınları, şehrin açık yüzlü
, kadını bahanesiyle geriye doğru teptirip
e Tefeci-Bezirgân Hacıağalarının kucağına
e düşürtmek. Çarşaf zindanına sokulamayan
- kadınların namuslarına kuşku kondurarak
e erkeği kadına karşı kışkırtmak. Gericiliği
a ilericiliğe karşı daha saldırgan ve utanmaz
- kılmakta şehvet azgınlığına itelemek...
- Nereden kalksak, düz veya ters yanıyla
- “Dişi” elemandan daha yararlı gericilik sir lahı bulunamıyor. Kara yığınları her zaman
: kolayca kışkırtıp, körü körüne coşturan en
, sosyal patlayıcı madde kadın oluyor.
ç
cek şekilde” göstermekle, her ileri adımı,
halkın gözüne bir namussuzluk gibi sokmaya çalışıyorlardı. Bu tutucu role en elverişli tipler, casusluklarını derviş ve hoca
maskesi altında gizliyorlardı.
O gündüz külahlı, gece silahlı kişiler,
Milli Mücadele yıllarının Molla casusları
gibi, zanaatlarını ve çevrelerini iyi tanıyorlardı. Türkiye’nin ezilip soyulan züğürt
yığınlarını, ateşe düşmüş akrep gibi, kendi
kuyruğu ile kendini zehirleyip öldürmeye
götürmenin en sınanmış yolu: Kadına karşı saldırı kışkırtmaktı. Sömürülen erkek,
altında ezdiği “yumuşak” cinsiyeti biraz
daha yıldırmak uğruna kolayca kabadayılaşır ve ayaklanırdı. Güdücü egemen sınıflar
o şaşkın saldırıları, ağızlarını kulaklarına
vardıran sırıtışlarla alkışlıyorlardı.
“Kadın da erkek kadar insandır” mı?
Onu söylediğiniz gün, Türkiye’nin
bütün erkekleri, bir merkezden kumanda
almışça tek cepheli olurlar, katır katır direnirlerdi. Bu erkeklerden hiçbirisi -en homoseksüelleri bile- anasız dünyaya gelinemeyeceğini, kız kardeşsiz, eşsiz, kadınsız
yaşanmadığını bilirlerdi. Ancak: “Kadın da
sokakta gezebilir, ister bastonla ister pantolonla... Size ne oluyor?” diyemezdiniz.
Yedisinden yetmişine erkek cinsiyeti daha
kundakta iken o çalımla eğitilmişti.
Başkentin ortasında, Toplum Polisinin
göz göre göre, öğrenci kızın pantolonu
içine avucunu sokup, ayıp yerini, bağırtıncaya dek koparıp kahkaha atması, tek bir
soysuzun sadizmi, yahut satılık bir amirin
emri ile nedenlenemez. Bir Kıbrıslı kızın:
“Yunan saldırganlarında bu canavarlığı
görmedik” diyen gözlemi yalan değildir.
“İslamlık” ve “Namus” o mudur?
m
k Kadının Modern toplumdaki “Hiç”liği, tıpkı Antika
toplumdaki Köleliğin “Hiç”liğine benzer. Kadın, mai
k dem sosyal çelişkinin “Hiç”e indirdiği gerçekliktir, bu
n
- “Hiç”liğin diyalektik tepkisi önüne geçilmez bir güç oln maktan geri kalamaz. Kadını, erkekler tahakkümü ve
”
saltanatı istediği denli “Hiçe” saysın, onun kritik “Hepliğe” varan momentleri toplumda kaçınılmaz olabilir.
e
l O tepki, bütün yasak edilmiş güçler gibi, yeraltında,
a gizli, sağır, derinden derine işleyen bir güçtür.
a
n
r
-
Kadına Hücumİlericiliğe Saldırı
,
31 Mart olayını kışkırtan Volkan gaze:
tesinin paçavra düşünce yazılarını bir daha
a
okuyalım. Orada hep, açıkça, hatta azgına
ca işlenen tek gericilik tezi: Kadın’dır. 24
,
Ocak 1909 günü Volkan’ın Şehabettin imr
zalı satırları şöyle sıralanıyor:
“Bugün, Avrupa’da birçokları DİNSİZLİKLERİNİ ilan ediyorlar. Bunun
içindir ki KADINLARININ birçoğu
i
çıplak denecek şekilde umumî yerlerde
7
geziyorlar.” (Majüskülleyen Hikmet Kı,
vılcımlı)
i
Gerici yobazın, görmediği, hele hiç
anlamadığı “Avrupa”ya dudak büküşü
n
“DİN” perdesi altında “KADIN”dan gel
çiyor. Avrupa kapitalizmi büyük sanayi
n
kurmuş. O mekanizmayla gelip Türkiye’yi
,
sömürgeleştirerek parçalıyor. Onlar olağan,
önemsiz şeyler... Madem Avrupa Kadını
a
herkesin ortasında çarşafsız geziyor: Yaşasın kadına burnunun ucunu göstertmeyen
Avrat kölesi gericiliğimiz... Var olsun ba”
şımızdaki Kızıl Sultan müstebit-hürriyetçi
ı
Abdülhamit Han!..
Aynı “Volkan”ın kurucusu, İngiliz
a
balolarında Intelligence madamlarının elini
e
öpmüş Derviş Vahdetî, Tiyatro’nun” “Ahlâk”ımızı nasıl bozduğu üzerinde dururken
,
şöyle diyor:
e
“Bir İslam kadını ile bir Avrupalı
e
madamı göz önüne getirirsek görürüz
e
ki, birisi çarşıda-pazarda açık saçık,
ı
elinde bastonla gezer. Birisi başından
tırnağına kadar örtünmüş, ya komşusunu, yahut akrabasından birisini bile
görmekten bezer. Biri sokak süpürgesi,
i
biri ev kadını.”
ı
Bunu kim yazıyor?
Çarşıda “açık saçık”, “pazarda bastonlu” gezdiğine göre “sokak süpürger
si” olması gereken “İngiliz Kraliçesi”nin
Derviş Vahdetî’si!
k
Gerici Doğuda zalim üst sınıfların tün
kenmez isyan kışkırtıcı konuları kadın
olur. Vahdetî’nin yazdığı günlerde “Avruı
palı madamlar” denize fistolu paçaları tok
puklarına dek inmiş pijama-mayolarla giriyorlardı. Batıdan gelecek her ileri düşünce
ve davranışı baltalamakla görevli gerici
ajanlar, Avrupalı kadını “çıplak dene-
Muhammed’in ilk Gazvelerinde, kadınlar da erkekler gibi, savaşa katılırlardı. Kadının insan eşitliği önünde, Hacıağasından,
Marabasına, Beyinden Yanaşma Çeri-Çobanına dek Türkiye’nin bütün bıyıklı manyakları, namuslarına dokunulmuşça, kasıla
kasıla kararırlar. Kadını insan sayana karşı
silahlı silahsız birleşmeye kalkışırlar...
Neden?
Kadın Düşmanlığının
Ekonomik Temeli
O “neden?” üzerinde ne denli basarak
durulsa azdır. Kadın altlığının, sömürülüşünün, ezilişinin kökü, Toplumumuzun
Üretim geriliğinden kaynak alır. Onun
için durum sanıldığından daha korkunç ve
kahredicidir. Ekonomik temele dayanan
sosyal ve psikolojik baskı, büsbütün dayanılmaz ölçülere varır.
En karanlık “ayaktakımı” her gün,
ağasından, efendisinden, beyinden 24 saat
çalışmasına karşılık yalnız hak yiyicilik,
hakaret ve işkence görür. O durumun yarattığı aşağılık kompleksi ile patlayacak
kertede dolar, şişer. Çatlamadan yaşayabilmek için, evindeki cariyeye, parayla satın
aldığı dişi köleye işkence yapabilmenin
boşalışlarına sık sık başvurur. En mazlum erkeğimiz, hiç değilse eline geçmiş
savunçsuz kadına zulüm yapmakla, kendi
yürekler acısı sancılarını bastırmaya özenir. Bir dişi insana, haklı haksız “Saldırı
Hürriyeti ve Hakkı” elinden alınırsa, başka bütün insanlık hakları ve hürriyetleri
yok oluvermiş gibi gelir ona.
Gerçi Bâbil çağından arta kalmış Tefeci-Bezirgân Hacıağa, Kasaba Eşraf ve
Âyânı, Firavun-Nemrut stilinde “Asilzade”
adlı kapalı soyu çürümüşler, elbet kadın
düşmanlığının en kör ve onmaz sadizmiyle
kaşarlanmışlardır. Ancak, kadının alt görülüp ezilişi ve soyuluşu yalnız gericilerin,
tutalakların, asalakların gelenekçil anlayışlarında çöreklenip kalmaz. Antika Tarihin
başımıza bela ettiği “Karakoncolos”ların12 “Ölü ruhları”ndan tutulsun, en erkekliğini yitirmiş Modern Kapitalistimize
dek; en kara cahil kızıl züğürt köylüden, en
yüksek kültürlü aydına dek, herkes, Toplumumuzun o önlenemez eğilimi ve ağır baskısı altında yamyassıdır.
Kadına karşı şartsız kayıtsız bütün er-
keklerimiz: maddeleri yazılmamış, ama
herkesçe ezbere bilinen ve her gün saksağan gevezeliği ile
tekerlenen bir “Anayasa”nın adsız fedaileri olarak sözbirliği
ve işbirliği etmişlerdir. Kadın düşmanlığı, kimi sosyal sınıf
ve zümrelerimizde
canavarca ağır, kimisinde daha yeğnikçe
veya cilalıca görünebilir. Toplumumuzun
her sosyal sınıf, tabaka, zümre, grup ve
kişilerinde Kadın:
ilk fırsatta gözünden vurulup, uçtuğu
göklerden çamurlu
er avcı ayaklarının
altına yaralı düşürülmekle övünülen bir
avdır...
Niçin?
Çünkü, o azgın erkek sadizmini
besleyen kök, ekonomik geriliğimizin tabulaştırılmış derinliklerinden benliğimize
fışkırıp dal budak salmıştır. Bırakalım Tefeci-Bezirgân Hacıağanın kadın getto’su
dilsiz cehennem harem dairesini. Bırakalım kozmopolit burjuva züppeliğinin boynuz tokuşturan salon flörtlü metres ticaretiyle kadını süslü kir paçavrası durumuna
sokuşunu. En aşağı kul kölenin, evinde,
tarlasında tepe tepe sömürüp ezdiği, etini
ve ruhunu cımbızla didiklediği bir dişi
kulu, ev kölesi, cariyesi vardır. Geri üretim
toprağında başka türlüsü de olamaz.
Sözde en “modern” burjuva üretiminin zina çocuğu olan gecekondu varoşları
nedir?
Ekonomi bakımından: resmen kanunlarla emlak sahipliğine her imtiyazı bağışlayan sermayenin, el altından, gizli gizli,
illegal yollarla toprak iradını tırtıklama,
çalışanları bir de o yoldan hırsızlığa ortak
edip haraca bağlama oyunudur.
Bu oyunda erkek işçi, sahte belgelerle
“Mülk sahibi” olmak sevdasından bunalır.
Arada, emeğiyle, sağlığıyla, insanlığıyla, haysiyetiyle kurban edilen varlık: İşçi
Kadın’dır. Çalışan şehir kadınının kaç türlü soyguna, ezgiye, bunalıma uğratıldığını
burada saymaya kalkışmayalım. Bitiremeyiz.
Ötede, en “komünist”inden, en faşistine
dek bütün “aydınlarımız” toptan “Köylücü” geçinirler. Hiç değilse yılda bir öğün,
iş veya politika tezgâhlamak üzere İstanbul’dan Ankara’ya yahut felekten gam alıp
sefa sürmek için Ankara’dan
İstanbul’a gidip gelmeyenlerimiz pek azdır. Kör değilsek,
yollarda hep neyi gördüğümüzü görmezlikten gelemeyiz.
Kesici ayaz yahut yakıcı güneş günleri, kara toprakta bunaltıcı toz, boğucu batak içinde uğraşanlar kimlerdir?
Elde çapa, orak, gelberi,
kıyasıya çalışan insanların
inanılmaz büyük çoğunluğu
her zaman kadınlardır.
Kadınların yanında, sözüm
yabana “Erkek” olarak bir tek
saksı boyunda bir çocuk varsa, ona karşılık ağır tarla işini
köle katlanışı ile göğüslemiş
sekiz on kadın sıralanmıştır.
O nazar boncuğu “Erkek tohumu” tarlada çalışmakla
değil, dişi köleleri gözetmekle
görevli gibidir... Nüfus istatistiklerinde sayıca kadınlara eşit
bulunan erkekleri merak eder
misiniz?
Bindiğiniz araç bir köy
içerisinden geçerse, bütün yiğitleri kahveye kümeleşmiş
bulursunuz. “Eksik etek avratlar” (Avrat: gözle görülmesi suç sayılan, demektir.)
açık yerlerde toprakla güreşirler. O cennetle müjdelenmiş
“üstün cinsiyet” yaratıkları:
bir yanda ağır aksak söyleşir,
iskemle sefası sürerlerken, “Avrata göz
açtırmayacak” politika demagojilerini geviş getirirler.
Köy erkeği hiç mi çalışmaz ve ezilmez?
Anası ağlar. Ne var ki, bütün o kır ve
kahve kabadayılarının hepsi kafa dengidirler. Kadın cinsiyetine yukardan, delici,
zehirli oklarla bakarlar. Soluk aldırmamacasına baskı yaparlar. Avratın insanlık
hakkını sıfır saymakta en doğal işbirliği ve
oybirliği içinde bulunurlar.
Her köy erkeği, üstteki Kasaba Tefeci-Bezirgânının toprak esiridir. Ama,
tarlasında ve evinde boğaz tokluğuna Avrat-Köleler çalıştırıp ezer. O yüzden, Tefeci-Bezirgân politika ufunetine bütün sapıklığıyla oy vermeyi boynunun borcu bilir.
Kadına hak ve hürriyet mi?
Ya çarıksız köylü kimi kendi yerine nöbete çıkarıp köle olarak çalıştıracak?
Türkiye “Köylü memlekettir”. Ne
şüphe? “Şehir” adını taşıyan bucaklarda
köy üretimi ve köylü psikolojisi “ağırlığını” bastırmıştır. Nereden gelirse gelsin, her
ileri adımın karşısına gericilik: “Namus”
meselesi yaptığı kadın avcılığı ile çıkar ve
halkın oylarını sırf o demagojiyle dahi çatır
çatır koparıp alır. Hacıağanın emekçi halka
bilir bilmez kabul ettirdiği “Namus” sözcüğü: Kadının ev kölesi, toprakbent, tarla
paryası durumundan ebediyen kurtulamayış kuralına takılmış bir uçkur etiketidir.
Onun için, geri üretim şartları tümüyle
kalkmadıkça: kadının kurtuluşundan söz
etmek gibi, serbest oylarla “Hür Seçim”den konu açmak da, kadınlı erkekli bütün
insanlarla düpedüz alay etmek olur.
Kadın “Hiç”in Hep Oluşu
Türkiye’de kadın cinsiyetinin neredeyse Antika çağlar artığı bir “Alt Sömürülen
Sosyal Sınıf” oluşu gerçekliğinden hangi
ekonomik-sosyal sonuçlar çıkar?
Antika Tarihteki kölelerin durumu ile
Modern Tarihteki kadınların durumu arasında ana çizgisiyle benzerlik vardır.
Antika Tarihin köleleri: hiçbir zaman
Bilinçli Bir Sosyal Sınıf olarak herhangi
tutarlı bir Sosyal Devrim’i başaramamışlardır. Marks’ın pek güzel söylediği gibi,
bir alt sınıf: “Eğer devrimci değilse, hiçbir şey değildir.” O bakımdan koca tarih
boyu, Sosyal Devrim bilincine ve davranışına eremeyen Köle sınıfı, bir büyük “Hiç”
olup gitmiş sayılabilir.
Doğrudan doğruya Köle sınıfının kendisi, Efendi sınıfını kaldırıp, başka bir düzen kuramamış ve tutunduramamıştır. Irak
latifundialarında çalışan köle Karmıtlar
Devleti bile, sosyal tutarlı bir çözüm getiremediği için çelişkileri azarak çöküp gitmiştir. Efendilere isyan eden köleler, iktidara
geçer geçmez, kendileri efendi kesilmekten kurtulamamışlardır. O zaman, Anadolu
içlerimize pusmuş kötümserlik felsefesi:
“Gelen gideni aratır” deyimini gerçeklik
kertesine çıkartmıştır.
Ancak, Devrimci olmayan alt sınıfın
hiç oluşu gerçekliği, belirli bir uygarlık
çerçevesi içinde mutlak gerçektir. Medeniyetlerin birinden ötekine geçilirken, her
atlayışta görüldüğü gibi, diyalektik inkârlar ve inkârların inkârları kaçınılmaz
bir başka gerçeklik olur. Belirli Medeniyet
içinde Sosyal Devrimci olmayan alt sınıf,
yalnız kendisini değil, bütünüyle Toplumu,
Medeniyeti de hiçe indirir. Bir Medeniyetten ötekine sıçrayış basamağında, olayların önüne geçilmez diyalektikliği o “hiç”liği “hep” yapmaktan geri kalmamıştır.
Antika Tarihte köleliğin kendi sosyal
sınıfı ile birlikte Medeniyeti de “Yok”
edişi sırf olumsuz bir olay değildir. Kölelik yok olurken, kendi Medeniyet biçimini
yok etmekle ve yok ettiği için, gelecek yeni
bir medeniyetin doğuşunu hazırlar: Barbar
akınlarıyla bir Tarihçil Devrim doğması
için tabanı olgunlaştırır.
Köle isyanlarının kör gücü, karanlık
davranışı, her türlü Sosyal Devrim olanaklarını yok etmiştir. Ama, Sosyal Devrimin
yerine geçen Tarihçil Devrimin olanaklarını var etmiştir. Köleliğin sessiz ve dilsiz
direnişi, en sonunda, Çürümüş toplumun
üzerine gürbüz Barbar akınlarını mıknatıs
gibi çekmiştir.
Demek, Tarihin en olumsuz güçleri bile, eğer gerçekten güç ve olumsuz
iseler, yani olumsuzluk bir gerçek olay
ise, er geç ve ister istemez bir olumluluğa sıçrayabilirler. Kadının Modern
toplumdaki “Hiç”liği, tıpkı Antika toplumdaki Köleliğin “Hiç”liğine benzer. Kadın,
madem sosyal çelişkinin “Hiç”e indirdiği
gerçekliktir, bu “Hiç”liğin diyalektik tepkisi önüne geçilmez bir güç olmaktan geri
kalamaz. Kadını, erkekler tahakkümü ve
saltanatı istediği denli “Hiçe” saysın, onun
kritik “Hepliğe” varan momentleri toplumda kaçınılmaz olabilir.
O tepki, bütün yasak edilmiş güçler
gibi, yeraltında, gizli, sağır, derinden derine işleyen bir güçtür.”
(Nurullah Ankut’un, Kadınların Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız
Değildir, Derleniş Yayınları, 2. Baskısının
29-55. sayfalarından alınmıştır. Hikmet
Kıvılcımlı’nın “Kadın Sosyal ‘Sınıfımız’,
Türkiye’nin Üç Katlı Sosyal Piramidi”,
adlı makalesinin tamamıdır. )
6
Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
Kadın cinayetlerin sorumlusu
Ortaçağcı Tayyipgiller iktidarıdır
A
KP’nin kadını yatak odası ile
mutfak arasına hapsetme zihniyetinden beslenen sapkın
ideoloji gün geçmiyor ki yeni bir trajik
olayı gözler önüne sermesin.
Geçtiğimiz hafta yine bu sapkın
ideolojiden beslenen, nasıl olsa hiçbir
caydırıcı cezaya çarptırılmayacağın-
Kent Meydanında Basın açıklamamızı
gerçekleştirdik. Basın Açıklamamızı
“Katillerden Hesap Sorulacak” ,
“Tecavüzcülere İdam” “Kadına Uzanan Eller Kırılsın” gibi Sloganlar atarak sonlandırdık...
Bizler hep demişizdir “Kadının
Kurtuluşu Sosyalizmden Bağımsız De-
dan emin olan sapıklar, Genel Başkanımızın dediği gibi bizim hiçbir canlı
sınıfına dahil edemediğimiz insan müsveddesi, paçavralar ömrünün baharında
gencecik bir canımıza daha kıydılar.
Özgecan Aslan… 20 yaşında,
gençliğinin baharında gencecik bir
üniversite öğrencisiydi. Kayboldu 2
gün önce, ailesi canlarından can kopmuşçasına kızlarını aramaya koyuldu. Ama maalesef kayıplara karıştığı
ülke; özellikle 1950’lerden sonra Ortaçağcı gericilikle ablukaya alınmış
ve Tayyipgiller iktidarıyla doruğa
ulaşmış Türkiye idi.
Yıllardır uygulanan, kadını aşağılayan, meta haline getiren bu eğitim
sisteminin ortaya çıkardığı yaratıklar; bıçaklayıp öldürmüş, daha sonra da yakarak katledip bir derenin
kenarına atmışlardı Özgecan’ımızın
yanmış bedenini, canımızı defalarca
yakarcasına…
Bugün de biz Kurtuluş Partililer,
Kadıköy Meydanı’nda Özgecan Aslan
için haykırıyoruz. Hiçbir zaman acımızı, öfkemizi boğazımızda düğüm yapmadık. Haykırdık suratına hainin, katilin. “Şeriat Ortaçağdır” diye başladı bir
yoldaşımız, bir diğeri “Özgecan’ların
Hesabı sorulacak” diye devam etti.
“Gün Gelecek Devran Dönecek, Tayyiggiller Halka hesap verecek” diye
hep birlikte bir kez daha öfkeyle haykırdık sloganlarımızı. Eylemimiz yoldaşımızın okuduğu basın açıklamasıyla
devam etti.
Siz rahat uyuyun Özgecanlarımız,
yüreği bin parça olmuş yaralı analarımız
size söz veriyoruz; bu insanca yaşam
mücadelesi verdiğimiz kavgamızda
sizlerin acısının hesabı mutlaka sorulacak.
Size söz veriyoruz! 15.02.2015
ğildir”. Kadınlar hep ön safta olmalıdır
ve ön saftadır bizler için...
Öfkemizi
bileyip
mücadeleye
daha sıkı sarılacağız ve kadınlar
olarak bize biçilen bu hayatın zarını
parçalayacağız!
***
Gaziantep Özgecan Aslan
için eylemdeydi…
15 Şubat günü Gaziantep’te Üniversite Öğrencilerinin sosyal medya
üzerinden duyurusunu yaptıkları eyleme katıldık.
Yaklaşık iki bin kişi Üniversite
önünden Başkarakol kavşağı üzerinde
Sankopark Alışveriş Merkezinin önüne kadar yürüdük. Üniversite gençliği
Özgecan’ın öldürülmesini protesto etti.
halkımıza dayatılan Ortaçağcı Tayyipgiller düzenidir.
Gaziantep’ten
Kurtuluş Partililer
***
Kadınlar Özgecan Aslan için
Konya’da alanlardaydı...
Halkın Kurtuluş Partisi olarak Konya’da Özgecan Aslan’ın canice katline
sessiz kalamazdık ve kalmadık.
15.02.2015’te yapılan yürüyüşte biz
Kurtuluş Partili Kadınlar olarak en on
safta yerimizi aldık. Yas bir yana isyandaydık. Adalet için oradaydık. Özgecan
kardeşimizin, hiç sevgi ve eğitim görmemiş caniler tarafından hayatına son
verilmesi ve katledilmesi bizi bir araya getirdi. Biz kadınların öfkesini ancak kadınların üzerinden sömürünün
yok edilmesi, şiddete engel yasaların
çıkması, kadına daha çok değer verilmesi ve böyle bir suçun idam cezası
ile sonlandırılması dindirebilir. Alanda
öfkemizi ve isteklerimizi hep bir ağızdan haykırdık.
Özgecan’ımızın hesabını kadınlarımızın bilinçli iradesi ve direnci yıkıp
yerle bir edecektir. Irz sucunun cezası
mutlak idam olmalıdır. Laiklik yoksa
tecavüz meşru olur...
Kadın Cinayetlerine Son!
Özgecan İçin Adalet Kadın
Cinayetlerine Adalet İstiyoruz!
Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi!
Konya’dan
Kurtuluş Partili Kadınlar
***
Özgecan İçin
İzmir Yasta Değil İsyanda!
Mersin’in Tarsus ilçesinde, üniversite öğrencisi 20 yaşındaki Özgecan
Aslan bindiği dolmuşun şoförü tarafından kaçırılmış, bıçaklanarak ve ka-
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
***
Özgecan Aslan’ın
hesabını soracağız
Özgecan Aslan... 20 yaşında, gençliğinin baharında gencecik bir üniversite öğrencisiydi. 2 gün önce Kayıp
haberi gelmişti. Caniler önce bıçaklayıp öldürmüş bu da yetmemiş 1993 de
aydınlarımıza yapılan katliam gibi yakılmıştır.
Bizler de Halkın Kurtuluş Partisi
Bursa il Örgütü olarak Saat 14:00 de
Gaziantepli Kurtuluş Partililer olarak “Özgecan’ın Katili Ortaçağcı
Düzendir”, “Gün Gelecek Devran
Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap
Verecek” sloganlarını attırdık.
Toplam altı kilometrelik yol boyunca, yürüyüşe halk, alkışlarla ve tencere,
tava çalarak destek verdi.
Kadın cinayetlerinde esas sorun
fasına levye ile vurularak öldürülmüş
bununla da yetinilmeyip yakılarak cesedi bir dere yatağına bırakılmıştı. Bu
vahşet üzerine Kurtuluş Partili Kadınlar öncülüğünde 14 Şubat 2015 tarihinde İzmir’de Halkın Kurtuluş Partisi
sokaktaydı. “Laiklik Yoksa Tecavüz
Meşru Olur’’, “Özgecan İçin Yasta
Değil İsyandayız’’, “Tecavüzcünün
Cezası İdam Olmalıdır’’ dövizleri ile
18.30’da Karşıya izban durağında buluşan partililer, İş Bankası’nın önüne
yürüdüler. Yürüyüş sırasında sık sık
“Özgecan Aslan Ölümsüzdür’’, “Katiller Halka Hesap Verecek’’, “Tecavüzün Cezası İdam Olmalıdır’’,
“Yasta Değil İsyandayız’’ şeklindeki
sloganlar çarşı halkının katılımıyla atıldı. İş Bankası’nın önüne gelindiğinde
basın açıklaması yapıldı.
Özgecan’ın Hesabı Sorulacak!
Kadınlar, Sokağa, Mücadeleye!
İzmir’den
Kurtuluş Partili Kadınlar
Kurtuluş Partili Kadınlar:
Ö
Özgecan’ın
hesabını soracağız!
zgecan Aslan… 20 yaşında,
gençliğinin baharında gencecik bir üniversite öğrencisiydi.
Kayboldu 2 gün önce, ailesi canlarından can kopmuşçasına kızlarını aramaya koyuldu. Ama maalesef kayıplara
karıştığı ülke; özellikle 1950’lerden
sonra Ortaçağcı gericilikle ablukaya
alınmış ve Tayyipgiller iktidarıyla doruğa ulaşmış Türkiye idi.
Yıllardır uygulanan, kadını aşağılayan, meta haline getiren bu eğitim
ve bilimsel eğitimi dinamitleyen asıl
sorumlu olarak emperyalizmin kuklası
Tayyipgiller’i görüyoruz.
1993’te Madımak’ı yakanlar, bir gazeteciyi kafese tıkıp yakanlar ile Özgecan’ımızı yakanlar hep aynıydı aslında.
Ortaçağcı gerici, insan, hayvan ve bitkiden farklı 4. tür yaratıklardı. Halkın
Kurtuluş Partisi programında bu tip yaratıklar için şöyle der:
“Kadının sosyal açıdan ezilmişliğini fırsat bilen, sömürücü, vurgun-
sisteminin ortaya çıkardığı yaratıklar;
önce tecavüz etmiş, sonra bıçaklayıp
öldürmüş, daha sonra da yakarak katledip bir derenin kenarına atmışlardı
Özgecan’ımızın yanmış bedenini, canımızı defalarca yakarcasına…
Alışmıştık böyle haberler görmeye
ve duymaya ama inanamıyorduk hala
insanlığın nasıl bu kadar vicdan yoksunu, ahlak yoksunu ve bir o kadar “namus bekçisi” oluşuna!
Tayyipgiller her gün yeni bir fetvayla çıkıyorlar karşımıza; kadın kahkaha
atmasın, gülmesin, 6 yaşındaki çocukla
evlenebilir, hamile kadın sokakta gezmesin vs… Bu alçaklar sürüsünün beyni o kadar sapıklaşmış ki Özgecan için
de akıttıkları salyalar ortaya çıkmaya
başladı. Yapmıştır bir “orospuluk” dediler yanan yüreklerimiz, her gün artan
öfkemiz ve kinimiz ortadayken…
AKP’li Ayşenur İslam acaba fetva verdiği üzere atılan çığlığı duymuş
mudur ya da yüreği yanan, acıyan ve
acıtan bir annenin çığlığını, feryadını
duyuyor mudur?
Asla!
Tecavüzcülerin, kadınları katledenlerin aldıkları ya da almadıkları cezalar ortada! İşte biz bu yüzden bunların
her defasında sırtını sıvazlayan, laik
cu, yani alın teriyle para kazanmayan, her türden ahlak anlayışından
uzak sermaye sınıfına mensup erkekler, kadını cinsel zevklerini doyuracak obje olarak görmekte ve
kullanmaktadır. Irz suçunun cezası
idamdır.”
Bugün gencecik hayat dolu bir arkadaşımızı daha sonsuzluğa uğurladık, gözyaşlarımızı yutkunarak içimize akıttık ve bir kez daha söz verdik.
Mutlaka hesap soracağız. İnsanlık
suçlarında zaman aşımı olmaz, zamanı
geldiğinde kara kaplı defterimizi açıp
bir bir yargılayacağız bu insanlık düşmanlarını!
Öfkemizi bileyip mücadeleye daha
sıkı sarılacağız ve kadınlar olarak bize
biçilen bu hayatın zarını parçalayacağız! 14.02.2015
Özgecan’ın Hesabı Sorulacak!
Kadınlar, Sokağa, Mücadeleye!
Kurtuluş Partili
Kadınlar
Ayşe Ana da acısını bir ömür
yüreğinde taşıdığı
evladına kavuştu
ABD Emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerin tezgâhladığı 12 Mart Faşist Darbesinin ardından Denizler’in idamını engellemek için harekete geçen 10 yiğit devrimci, 30 Mart 1972’de alçakça katledildi
Parababaları düzeni tarafından. Devrim
Tarihimize “Kızıldere Katliamı” olarak
geçen bu katliamda yiğitçe çarpıştıktan
sonra can verenlerden biri de Cihan Alptekin’di.
İşte bu yiğit devrimciyi dünyaya getiren Ayşe Alptekin Ana’yı dün kaybettik.
O da Denizler’in ve diğer devrim şehitlerimizin anneleri gibi acısını bir ömür yüreğinde taşıdığı evladına kavuştu.
Cihan Alptekin Yoldaş katledildiğinde Ayşe Ana 55 yaşındaydı. Tam 43 yıl
boyunca biricik oğlunun acısını yüreğinde taşıdı. Hep söyleriz ya; insan olarak
doğan bizler için en önemli görev insan
olarak ölebilmektir, diye. İşte Ayşe Ana
da insan olarak ölebilenlerdendi. O, bir
annenin yetiştirebileceği en namuslu, en
yiğit, en fedakâr insan tipini yetiştirdi.
İnandığı dava uğruna ölüme gözü kapalı
giden bir devrimci dünyaya getirdi, yetiştirdi ve ne yazık ki binbir zorluklarla
büyüttüğü oğlunu faşizme kurban verdi.
Cihan Yoldaş bir mektubunda sonsuzluğa uğurladığımız Ayşe Ana’ya şöyle
yazıyordu:
“Ana, tüm bunları bilerek ve inanarak yaptım. Tek düşüncem devrimci halk hareketinin selameti, sağlıklı
gelişmesidir. Sana açıklamayı görev
bildiğim bir durum daha var. O da
bu kavga içinde hayatımın önemi ol-
madığıdır. Benim ve arkadaşlarımın
tek düşünce ve hedefi hareketin zafere
ulaşmasıdır. Gelecek bizimdir. Tarihi
zafer bizim olacaktır. Benim mutluluğum hareketimizin başarısı olacaktır. Varsın düşmanlarımız ölüm cezası
versinler, ölüme kadar hapsetsinler. Ne
çıkar? Sonunda zafer bizim olacaktır.
Düşmanlarımız bize ölüm cezası verecek kadar kuvvetli değillerdir.
“Ana biz ne çılgınız, ne de maceraperestiz. Baskı ve zulüm altındaki bir
kurtuluş kavgasının öncüleriyiz.
“Ana sana saygı ve sevgi doluyum.
Bütün kardeşlerime bağlılığım çoktur.
Beni dünyaya getirmen, yetiştirmen
sana bağlılığımı bir o kadar daha arttırıyor. Sana ve kardeşlerime hiçbir şey
bırakmıyorum. Size bırakabileceğim
tek şey yiğitliğim ve kurtuluş savaşçısı
olmamdır.”
Evet, Cihan Yoldaş’ın maddi olarak
bırakabileceği hiçbir şeyi yoktu. Ama
mektubunda da ifade ettiği gibi geride
kalan biz Gerçek Devrimcilere ve Halklarımıza yiğitliğini ve uğrunda ölüme
yürüdüğü Kurtuluş Savaşı’nı bıraktı. And
olsun ki biz de onun ve tüm devrim şehitlerimizin mücadelesini eninde sonunda
zafere ulaştıracağız.
Sen rahat uyu Ayşe Ana. Acısını bir
ömür yüreğinde taşıdığın evladının hesabını elbet bir gün soracağız. 07.02.2015
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
7
5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
l
ı
Sizin fıtratınızda kadın düşmanlığı;
bizim fıtratımızda yaşam ve mücadele var!
Türkiye’de ortalama her gün 5 kadın eşleri, sevgilileri ya da tanıdıkları erkekler tarafından öldürülüyor, tecavüze uğruyor; boşanmak
isteyen kadınlarsa şiddetten en fazla mağdur olanlar olarak karşımıza çıkıyor. Devletten koruma talep eden kadınların kaldığı sığınma evleri
. açılış törenlerinde teşhir edilirken koruma talebiyle polise veya savcılığa başvuran kadınların % 73’ü, sığınma evlerinde olan kadınların
% 27’si cinayete kurban gidiyor. Tayyipgiller ise geliştirdiği söylemlerle kadın cinayetlerini adeta teşvik ederken, çözüm için önerdiği
n
yöntemlerle de kadınlarla dalga geçiyor.
Bugün, 8 Mart…
1857’de eşit işe eşit ücret, insanca bir
yaşam ve 8 saatlik işgünü talebiyle canları pahasına mücadele ederken ABD’li
Parababaları tarafından diri diri yakılarak katledilen 129 kadın tekstil işçisinin
İktidara geldiklerinden bu yana yaptıklarını ve söylediklerini bir hatırlayalım;
Çıkardığı yasalarla kadınların en mahremlerine kadar girme cesaretini gösteren
Tayyipgiller iktidarı, kürtaj yasağı, tecavüzcüsüyle evlenme, 3 çocuk isteği gibi
e
ı
.
k
ı kanıyla kazanılmış gün…
p Bugün Dünya Emekçi Kadınlar
Günü…
2015 8 Martı’na; tüm dünyada ve özellikle Ortadoğu’da emperyalistlerin yarata
tıkları krizlerin, halklar arasına sokulan
e düşmanlıkların ve bunlar karşısında gelişen mücadelelerin hâkim olduğu bir atmosferde giriyoruz. Tüm bunlarla bağlantılı
şekilde Türkiye’de de AB-D Emperyalistlerine göbekten bağlı Tayyipgiller İktidarı,
yarattıkları işsizlik-pahalılık-zam-zulüm
cehenneminde halkımıza kan kusturuyor.
Devrimcilere, Demokratlara, Yurtseverlere ve Halklarımıza yönelik her türlü
antidemokratik uygulamaları, baskı ve şiddeti, gözaltı ve tutuklamaları, katliamları,
yolsuzluğu, talanı 12 yıldır kol kola yürüten ve hiçbir çelişkisi bulunmayan Tayyipgiller ve İblis Feto’nun cemaati şimdilerde ganimet paylaşım kavgasına tutuşmuş
durumdalar. Ama bu Ortaçağcı güruhun
çelişki yaşamadıkları, üzerinde hem fikir
oldukları konuların başında gelmektedir
kadın düşmanlığı.
Ortaçağcı Gericilik
Kadınları Köleleştiriyor!
Öyle ki; kadının adına dahi tahammül
edilemediğinden Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığının adı değiştirildi, Aile
ve Sosyal Politikalar Bakanlığı oldu. Tayyipgiller döneminde planlanan ve hayata
geçirilen sosyal politikalara bakıldığında
bunun basit bir isim değişikliği olmadığı
da ortada.
akla mantığa sığmayan tasarılarıyla, Ortaçağcı gerici düzenlerini bu kez de kadın bedeni üzerinden hayata geçirmeye çalıştılar.
Yine hükümetin içerisinde yer alan bazı
isimlerin yaptığı akıl almaz açıklamalarından birkaçını sıralayacak olursak;
“Kadına şiddet abartılıyor”, “Ben
zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, “Kürtajı cinayet olarak görüyorum” (R.Tayyip Erdoğan)
“Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek” (Maliye Bakanı Mehmet Şimşek)
“Biz kadınların asli görevi kocalarımızı mutlu etmektir”, “ Çok eşlilik yasal olsun” (Belediye Aile Danışmanı Sibel
Üresin)
12 yıllık iktidarları boyunca kadınlarla
ilgili tüm açıklamalarında cinsiyetçi bir dil
kullanan Tayyipgiller’in son söylemlerinden biri de Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç’ın “Kadın iffetli olacak, herkesin
içinde kahkaha atmayacak” sözleri oldu.
Yine aynı zihniyet ürünü Sosyal Doku
Vakfı Başkanı Nurettin Yıldız “6 yaşında
bir kız çocuğu 25 yaşında erkek çocuğu ile evlenebilir. 10 yaşında,7 yaşında,
6 yaşında nikâha engel bir durum yoktur” dedi.
Furkan Vakfı Kurucusu Alparslan
Kuytul “Annen de olsa, diz kapağının
üstü tahrik eder. İslam gerçeği konuşuyor.” sözlerini sarf etti.
Sadece bu söylemleriyle de kalmadılar.
Tayyipgiller iktidarları süresince kadına
yönelik şiddetle mücadele edemediği gibi
istatistiklere göre kadına yönelik şiddette
% 1400 artış olduğu görülüyor.
ÖzgeCAN’ımızı alanlar
Canımızdan Can kopardılar!
Bunun son örneği insanın öfkeden tir
tir titremesine neden olan; insan suretli
yaratıkların; önce tecavüz
etmeye yeltenip, sonra
bıçaklayıp öldürerek delil kalmaması için ellerini
kestikleri ve daha sonra
da yakarak katledip bir
derenin kenarına attıkları, hayatının baharındaki
güzeller güzeli Özgecan
Aslan… Bu 4’üncü Tür
yaratıkların cezası bizce
idamdır. Nitekim Parti
Programımızda da “Irz
suçu dışında idam cezası olmayacak” şeklinde
yazmaktadır.
Türkiye’de ortalama
her gün 5 kadın eşleri,
sevgilileri ya da tanıdıkları erkekler tarafından
öldürülüyor, tecavüze uğruyor; boşanmak isteyen
kadınlarsa şiddetten en
fazla mağdur olanlar olarak karşımıza çıkıyor. Devletten koruma talep eden kadınların kaldığı sığınma evleri açılış törenlerinde teşhir edilirken koruma talebiyle polise
veya savcılığa başvuran kadınların % 73’ü,
sığınma evlerinde olan kadınların % 27’si
cinayete kurban gidiyor. Tayyipgiller ise
geliştirdiği söylemlerle kadın cinayetlerini
adeta teşvik ederken, çözüm için önerdiği
yöntemlerle de kadınlarla dalga geçiyor.
Ülkemizde kadınların daha düşük statüde yaşamlarını sürdürmelerini pekiştiren
düzenlemeler nedeniyle 1980’de % 48 olan
kadın istihdamı günümüzde % 26’lara gerilemiştir.
DİSK-AR (Devimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü)’nün 20 Ocak 2015 raporuna göre:
- Kadınlar için işsizlik gerçeği daha
ağır biçimde yaşandı,
- Resmi işsizlik oranı % 13,3 olan kadınlar için geniş tanımlı işsizlik oranı %
25,2 seviyesinde gerçekleşti,
- Kadınlarda işsizlik Şubat 2014’ten bu
yana 252 bin kişi arttı,
-Kadın işsizlerin % 37’si yükseköğretim,% 62’si lise ve üzeri eğitim düzeyine
sahip.
Kadın istihdamı adı altında çıkarılan bu
tasarı kadını dört duvar arasında kalmaya
teşvik ediyor. Ancak kadın istihdamı yasa
tasarısını “kadınlara kreş yardımı”, “doğum izinlerinde artış”, “annelere kısmi
çalışma-tam maaş” diyerek göz boyamaya
Suriyeli işçilerin ölümü ve Gaziantep…
G
öz göre göre meydana gelen iş
cinayetlerine iş kazaları deniyor.
İşyerleri denetlenmediği, işyerlerinde gerekli önlemler alınmadığı için
oluşan kazalar bunlar. Geçen yıl hem yurt
çapında, hem de Gaziantep’te iş kazası
sonucu ölümlerde neredeyse rekor kırıldı.
Geçen günlerde henüz nedeni belli olma-
yan bir yangın sonucunda, Şıhcan’da bir
binanın 4’üncü katında bulunan tekstil
atölyesinde çalışan Suriyeli işçiler hayatlarını kaybettiler. İki yıl önce yine Ocak
ayı içinde Organize Sanayi’deki galvaniz
fabrikasında Suriyeli işçiler iş kazasına
kurban gitmişlerdi.
Gaziantepliler olarak yanı başımızda
sürüp giden savaşa örgütlü bir tepki gösteremedik. Savaşın başında ABD ve AB
ülkeleri bir iki ay içinde Suriye’de yönetimin değişeceği beklentisine girmişlerdi.
AKP iktidarı da; “Libya’da geç kaldık,
burada erken davranalım” dedi. Savaş
başlamadan, insanlar Türkiye’ye davet
edildi. Birkaç yüz bin derken, Suriye’den
ülkemize gelen insan sayısı 2 milyonu
aştı. Bunların 400 bini Gaziantep’te yaşıyor. Suriyeliler en güç barınma koşul-
çalışıyorlar.
* Çalışan kadın 4 ay olan normal doğum
iznini kullandıktan sonra, 1’inci çocukta 2
ay, 2’nci çocukta 4 ay, 3’üncü çocukta 6 ay
yarı zamanlı olarak çalışıp tam maaş alabilecek. Anne eğer isterse çocuğu 5,5 yaşına
gelene kadar kısmi süreli çalışma hakkına
sahip olacak.
* Her anneye devlet doğum hediyesi
olarak 1’inci çocukta 300, 2’nci çocukta
400, 3’üncü çocukta 600 TL verecek.
Bu tasarıda kısaca kadınlara “üçer beşer çocuk doğurun, doğurduğunuz çocuklara siz bakın, kalan zamanda da sermayeye
ucuz işgücü olun” deniyor.
Bu tasarı biz kadınlara değil, bizi her
yönden sömüren kapitalist düzenin patronlarına müjdedir.
Kadınlar, Bizim Kadınlarımız
Uyanın, Gün Mücadele
Günüdür!
Kadınlarımızın yaşadıkları tüm bu zulümler bir kader değildir. Kadın sorunu bir
düzen sorunudur. Bu düzenin ortadan kalkması kadınıyla erkeğiyle bir bütün olarak
verilecek sınıf savaşıyla mümkündür. Feminizm gibi kadının mücadelesini sınıfsal
düzlemden uzaklaştıran, kadın ve erkeği
ayrıştıran bir burjuva ideolojisi, kadın
meselesi için bir çözüm değildir. Aksine
bu akım, sorununu çözmek yerine daha da
derinleştirmekte, kadını kurtuluşa götürecek olan gerçek mücadeleyi yani sınıfsal
mücadeleyi gölgelemekte, insanlarımızın
zihnini bulandırmaktadır.
Kadının kurtuluşu ne onu ezen, meta
durumuna düşüren Kapitalizmde, ne onu
larında yaşıyor. Kimsenin kalmadığı tuvaletsiz, lavabosuz mekânlarda yaşamak
zorunda kalıyorlar. Bu yüzden sık hastalanıyorlar. Başpınar Organize Sanayi bölgesinde, Gatem’de binlerce Suriyeli çalışıyor. Gaziantepli işçiye göre yarı ücretle
çalışıyorlar. Gaziantep’te işverenler bu
durumdan memnun görünüyorlar. Kavşaklarda dilenenler hep Suriyeli çocuklar.
Bu insanlık onuruna yakışmıyor. Küçük
yaşta Suriyeli genç kızlar evlendiriliyor.
Bazıları, ikinci eş (kuma) oluyor.
Suriyelilerin şehrimize yerleşmelerinin yarattığı sonuçlar, Gaziantepli emekçiler için zor günlere neden olmuştur. Gaziantepliler iş bulmakta zorluk yaşar hale
gelmişlerdir. İki yıldan beri ev kiraları, İstanbul gibi olmuştur. Tüketici fiyatları en
çok yükselen illerden birisidir Gaziantep.
Şehir içinde ulaşım zorlaşmıştır. Belediye
toplu ulaşımı kolaylaştırma yönünde bir
adım atmamaktadır.
Tekstil atölyesinde yangın sonucun-
Ortaçağ karanlığına götüren Şeriatta, ne de
sapkın bir akım olan Feminizmdedir.
Bugünün Türkiyesi’nde kadın meselesinin çözümü açıktır: Antiemperyalist-Antifeodal-Antişovenist İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın zafer kazanmasıyla
kuracağımız Demokratik Halk İktidarımız
sorunun çözümünde ilk adım olacaktır.
Oradan ulaşacağımız sosyalist düzen yarımız olan kadını hak ettiği yere ulaştıracak,
sınıfsal sömürüyle birlikte cinsel sömürüyü
de ortadan kaldıracaktır. Bu da ancak, daha
önce de belirttiğimiz gibi kadın ve erkeğin omuz omuza yürüteceği mücadeleyle
mümkün olacaktır.
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın “Kadın Sosyal Sınıfımız” eserinde belirttiği
gibi “Yarımız olan kadınlar bütün yasak
edilmiş güçler gibi, yeraltında, gizli, sağır, derinden derine işleyen bir güçtür.”
Bu nedenle bizler insanlığı eşit-özgür-sınıfsız-sömürüsüz bir dünyaya kavuşturmak için; kavganın en ön safında yerimizi almalıyız. İşçiysek, kamu çalışanıysak
sendikalarda; öğrenciysek okul kulüplerin-
de, derneklerinde; ev hanımıysak mahalle
derneklerinde; köylüysek kooperatiflerde
örgütlenmeliyiz diyerek, tüm emekçi kadınları ve emekçi halklarımızı Halkın Kurtuluş Partisi saflarında örgütlenmeye ve
mücadele etmeye çağırıyoruz! 23.02.2015
Kadın Erkek El Ele, Devrimci Mücadeleye!
Kadının Kurtuluşu İşçi Sınıfının
Kurtuluşundan Bağımsız Değildir!
Kurtuluş Partili
Kadınlar
da hayatını kaybeden Suriyeli işçiler için
resmi açıklama yapıldı mı? diye araştırdık. Bulamadık. Yetkililerin bu olay konusunda hemen bir açıklama yapmalarını
beklerdik. Ölenler Suriyeli olunca toplumu, daha az ilgilendiriyor diye mi düşünülüyor?
Dört yıl önce ülkelerinde, huzur içinde
yaşayan bu insanların ülkelerine dönmesi
için, halk olarak üzerimize düşeni yapmalıyız. Suriye’de devam etmekte olan
savaşa, ülkemizin dahil olmasına karşı
çıkmalıyız. Her ne şekilde çalışırsa çalışsın, uyruğu ne olursa olsun bütün işçilerin
aynı haklarla, iş güvenliğinin sağlandığı işyerlerinde çalışmasını istemeliyiz.
“Bana dokunmayan, yılan bin yaşasın”
dersek, yarın bu kötü koşullar içinde hepimiz yaşamak zorunda kalırız.
Gaziantep’ten
Kurtuluş Partililer
8
Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
Başyazı
İhanetlerinizden ve vurgunlarınızdan dolayı
mutlaka yargılanacaksınız
Baştarafı sayfa 1’de
2- Pensilvanyalı İmam’ın cemaatinin Paralel Devleti. Yargıda, Poliste,
Orduda, Milli Eğitimde, Diyanette,
Üniversitelerde, Medyada örgütlenmiş
olan Paralel Devlet.
3- Amerikancı Kürt Hareketi’nin-PKK’nin Kürt illerinde hâkimiyetini kurmuş olduğu Paralel Devlet.
4- Can çekişmekte olan Mustafa
Kemal’ler’in, İnönü’lerin ve Birinci
Kuvayimilliyecilerin kurduğu Türkiye
Cumhuriyeti.
5- Bunların hepsinin tepesinde bulunan, dolayısıyla da bunları yöneten
ABD’nin, Washington’un, Pentagon’un, CIA’nın, Süper NATO’nun,
Gladyo’nun, Kontrgerilla’nın Paralel
Devleti.
İşte Türkiye bu içler acısı haldedir
şimdi. Amerikaca uygun görülen bir
zamanda da Sevr uçurumuna itilecektir. Ve parçalanacaktır. Gidiş o yöndedir. Ve ne yazık ki gidişin de sonuna
yaklaşılmıştır artık.
ABD ve AB Emperyalistleri zaten hiçbir zaman Birinci Kuvayimilliye’nin zaferini ve onun üzerine inşa
edilen Lozan’ı hazmedememişlerdi.
Ama o zaman mecburdular o antlaşmayı imzalamaya. Zaferimizin gücü onlara boyun eğdirdi.
Fakat 1945’ten bu yana Türkiye artık Amerika’nın nüfuzu altına girmiş.
1950’de Bayar-Menderes iktidarı ile
birlikte bu süreç Amerika’ya tam teslimiyete dönüşmüştür. 1952’de NATO’ya girişle birlikte bu karşıdevrimci
süreç hız kazanmış ve kalıcılaşmıştır.
Tayyipgiller, işte bu sürecin ürünüdür, bu sürecin son halkasıdır. Bilindiği
gibi Tayyipgiller iktidarıyla birlikte bu
hayâsızca gidiş şimşek hızıyla yol almıştır. Ve Türkiye bugünkü hazin duruma düşürülmüştür.
Adına Ergenekon Davası denilen
CIA Operasyonu işte bu gidişin önündeki engelleri ortadan kaldırmak için
planlanmış ve uygulamaya sokulmuştur. Bu sürece engel olacak, ona karşı
çıkacak, onu durduracak güçler tasfiye
edilmiştir bu “Dava”yla.
Açarsak biraz; Ordudaki, üniversitelerdeki, medyadaki Mustafa Kemalci
geleneğe sahip laik, yurtsever, antiemperyalist güçler korkutulmuş, sindirilmiş, etkisizleştirilmiş, sonunda da tasfiye edilmiştir. Bu güçlerin önünde gelen
Türk Ordusu Amerikan Emperyalistleri karşısında koyun sürüsü durumuna
düşürülmüştür. Genelkurmay Başkanı
Topukçu Özel Paşa, ABD-İngiliz uşağı
siyasiler karşısında topuk vurup boyun
kırarak ağlanacak denli zavallı görüntüler vermekten hicap duymaz hale
gelmiştir. Hiç askerlikle zerrece ilgisi
olan biri bunu yapabilir mi?
ve medyanın psikolojik operasyonuna
uğratılarak göremez, algılayamaz, düşünemez hale getirilmiştir. Olup bitenin farkında bile değildir, tabiî bir avuç
insan dışında.
Ülkemizde hırsızlık, vurgun, talan
akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Namuslu bilim insanlarına göre iki trilyon
dolar civarındadır son 12 yılda yapılan
hırsızlığın, vurgunun, talanın tutarı.
Adli suçlar alabildiğine artmıştır.
Cinayetler, yaralamalar, kadına yönelik
şiddet, tecavüzler, cinsel amaçlı öldürmeler çığ gibi artmaktadır günbegün.
Tabiî bu namussuzca gidişte en çok
ezilen, zarar gören, mağdur durumda
kalan alt sınıflardır, ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakalardır. İşçilerdir,
köylülerdir, küçük esnaftır, aydınlardır.
Üniversite bitirmiş gençler arasında işsizlik yüzde 30’u geçmiş durumdadır,
resmi verilere göre.
Üniversitelerimiz sultanın emrindeki medreselere döndürülmüştür. Hiçbiri bu gidiş karşısında sesini çıkaramamakta, gık bile diyememektedir.
Medya yüzde 90 oranında bu gidişe
alkış tutmaktadır.
Halklarımız bu hain Amerikancı
siyasilerin, tarikatların, cemaatlerin
Ülke şehirleri talan edilmekte, tarihi doku diye bir şey bırakılmamaktadır.
Bilindiği gibi Tayyipgiller bunun adına
“Kentsel Dönüşüm” adını vermişlerdir.
Düpedüz şehir yağmasıdır bu, şehirlerimizi ve tarihi mahvetmektir.
Yeşilliklerimiz, ormanlarımız, dağlarımız, ovalarımız yani doğamız da
HKP:Soma cinayetinin
faillerinin peşini bırakmayacağız
Baştarafı sayfa 1’de
Danıştay yapılan itirazlarımız sonrasında; Haklarında
suç duyurusundan bulunulan ve Soma Kömürleri AŞ Eynez İşletmesinde denetim yapan iş müfettişlerinin, Soma
Cumhuriyet Başsavcılığınca başlatılan soruşturmada, kazaya neden olan kişilerin belirlenmesi ve
kusur durumlarının
tespit edilmesi amacıyla görevlendirilen
bilirkişilerce düzenlenen
05.09.2014
tarihli Bilirkişi Raporunda;
kazanın
meydana gelmesinde
sorumluluğu bulunanlar ile bu kişilerin
sorumluluk derecelerinin belirlendiği,
Oysa Bakanlığın;
“Bu tespitler çerçevesinde 2009-2014
yılları arasında anılan maden ocağını denetleyen iş müfettişlerinin denetim görevlerinin kapsamı ve konuları dikkate alınarak
raporda belirtilen aykırılıkları/olumsuzlukları tespit edip
etmedikleri, düzenledikleri raporlarda bu tespitlere yer
verip vermedikleri, anılan hususlarda işlem yapılmasını
önerip önermedikleri veya işlem tesis edip etmedikleri,
bu bağlamda söz konusu işlemleri tesis etmekle yetkili ve
görevli birimler de belirlenerek iş müfettişlerinin görevleri kapsamındaki gerekli işlemleri yapıp yapmadıkları
hususlarının ayrıntılı olarak araştırılması, bilirkişi raporundaki tespitler ve belirlenen kusur durumlarına göre ön
inceleme konusu eylemlerin ve bu eylemlerde sorumluluğu bulunanların belirlenmesi gerektiğinden itirazın kabulüyle
Çalışma ve Sosyal
Güvenlik
Bakanlığı’nın 26.08.2014 tarih ve İTK-04 sayılı
soruşturma izni verilmemesine ilişkin kararının eksik inceleme
nedeniyle kaldırılmasına” karar vermiştir.
Bu karar; Soma
Katliamını kapatmak
isteyen, sorumluları
koruyan ve kollayan
başta Cumhuraşkanı
Tayyip Erdoğan olmak üzere resmi ve
özel tüm yetkililere verilmiş bir cevaptır.
Partimiz HKP, Soma Katliamı ve diğer katliamların
takipçisi olmaya devam edecektir.
Saygılarımızla. 27.02.2015
Halkın Kurtuluş Partisi
Herkes İçin Eşit, Parasız, Bilimsel Eğitim
Ö
ğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezinin, 2015
yılının başında Yükseköğretime Geçiş Sınavı
(YGS) ve Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) başvuruları için ödenecek paralara zam yapıldığını açıklamasının ardından Halk Kurtuluşçu Liseliler tarafından
başlatılan “Sınav Bahanesiyle Toplanan Paralara
Hayır! Herkese Eşit-Parasız Eğitim!”adlı imza kampanyası sonucunda İzmir, Ankara ve İstanbul’da eylemler gerçekleştirildi.
Halk Kurtuluşçu Liseliler, 22 Şubat Pazar günü
saat 16.00’da Taksim Galatasaray Lisesi önünde “Herkese Eşit Parasız Eğitim”, “Emek Hırsızı ÖSYM”,
“Demokratik, Laik, Parasız Eğitim” sloganlarıyla
basın açıklaması gerçekleştirdiler. Açıklamada, asgari
ücretin “açlık sınırının altında” olduğu, yani asgari
ücretle çalışan bir vatandaşın devlet eliyle aç bırakıldığı,
ülkemizde yıllardır ÖSYM, YÖK, MEB gibi eğitimden sorumlu kurumların el birliğiyle parası olmayan
okumasın mantığıyla hareket ettiğine dikkat çekilerek
herkesin yeteneklerine göre değerlendirileceği, eşitparasız-demokratik-laik bir eğitim sistemi için mücadele edileceği vurgulandı. Eylem “Eşit, Parasız,
Bilimsel Eğitim”, “Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi” sloganlarıyla sonlandırıldı.
İstanbul’dan Halk Kurtuluşçu Liseliler
bu talana kurban edilmekte ve o da
harap edilmektedir. Velhasıl, azgın bir
düşman ordusunun işgali altında bile
uygulanamayacak ağır bir zulüm ve
talan düzeni kurulmuştur Türkiye’de.
İnsanlarımız ve doğamız bu düzen tarafından günbegün tahrip edilmekte,
çürütülmekte ve yok edilmektedir.
İşte tüm bu sürecin sonunda geçen
hafta Süleymanşah Türbesi’nin elden
kolumu buraya taşıyacağım”, diyerek
bayrak dikeceksin, öyle mi?
Bu yapılan her şeyden önce uluslararası hukuka ve ahlâka aykırı bir
iştir. Sen vatan toprağını bir oyuncak
gibi oradan oraya taşıyamazsın. Benim
toprağım orası değildi, burası olacak,
diyemezsin. Hukuk diye bir şey var.
Gülerler insana, alay konusu olursun.
Hep söylediğimiz gibi yoldaşlar, bu
1945’ten bu yana Türkiye artık Amerika’nın nüfuzu altına girmiş. 1950’de Bayar-Menderes iktidarı ile birlikte bu
süreç Amerika’ya tam teslimiyete dönüşmüştür. 1952’de
NATO’ya girişle birlikte bu karşıdevrimci süreç hız kazanmış ve kalıcılaşmıştır.
çıkarılması yani kaybedilmesi felaketi
yaşatılmıştır ülkemize, insanlarımıza.
Tayyipgiller, o denli hain ve yüreksizdirler ki IŞİD gibi bir çakal sürüsünün tehdidinden korkarak, tarihi vatan
toprağını terk edip bir gece yarısı apar
topar oradaki atamızın sandukasını
omuzlayıp getirmişlerdir.
Hırsızların çalışmayı sevdikleri bir
saatte, yani gece yarısı sonrası yapmışlardır bu kaçgöç işini. Üstelik oradaki
kendi elimizle yaptığımız türbemizi de
yıkmışlardır.
Niye yapmışlardır bunu?
Burayı da Musul Konsolosluğumuzu olduğu gibi IŞİD bir askeri, siyasi
ya da idari karargâhı haline getirmesin diye. Çünkü öyle olsaydı bunların
ihaneti daha göze batar hale gelecekti.
Korkaklar ve hainler işte böyle basit,
zavallıca kandırmalara başvururlar.
İşte bu oyunlardan biri de Suriye’nin
bir başka yerine, Eşme köyüne ait Türkiye sınırına 190 metre mesafedeki bir
tepeye bayrak dikme olmuştur.
Bu da bir oyun, bir dümen, bir hiledir. Sen oradaki vatan toprağını terk
edeceksin, sonra da Suriye’ye ait başka
bir toprak parçasına “ben türbe kara-
Amerikan uşakları, bu hainler, bu vurguncular, bu milletin, bu vatanın, bu
halkların en azılı düşmanlarıdır.
Bu yaptıklarının hesabı, ihanet ve
zulümlerinin hesabı bunlardan kesinlikle sorulacaktır. Bugün veya yarın,
ama mutlaka sorulacaktır. Kaçacak
yerleri olmayacak bunların.
Bir kere çaldıkları her kuruş bunlardan alınıp halka yeniden verilecektir.
Bütün vurgunlarının bugünkü ceza kanunları hükmünce cezaları verilecektir.
Zaten sağ kalanları ömür boyu hapislikler alacaklardır suçlarından dolayı.
Tarihse bunları insan soyunun yüz
karaları olarak, utanç figürleri olarak,
iğrenilecek, tiksinilecek şahsiyetler
olarak kaydedecektir defterine.
Dolayısıyla da yoldaşlar bunların
hiçbir hesapları tutmayacak, güvendikleri bütün dallar ellerinde kalacaktır.
Bu milletin, bu halkların koyun sürüsü olmadığını o zaman görüp anlayacaklardır bunlar da. Ama onlar için
artık çok geç olacaktır. İş işten geçmiş
olacaktır.
Gelecek hesap sorma günleri yoldaşlar. Mutlaka gelecek… 28.02.2015
Bir Apple bile etmeyen Türkiye
G
eçen sayımızda “Bir IBM bile etmeyen
Türkiye” başlığıyla bir haber yapmıştık.
Aradan geçen günlerde yeni açıklanan bir
rakam aynı konuyu yeniden gündemimize getirdi.
Açıklanan son rakamlara göre; tüketici elektroniği, bilgisayar yazılımı ve kişisel bilgisayar
tasarlayan, geliştiren ve satan bir Amerikan
şirketi olan Apple (en bili-
Gayri Safi Milli Hâsılası yaklaşık 820 milyar
dolar olan Türkiye, dünyanın en büyük 19’uncu
ekonomisi olmakla övünüyor. Ama gördüğümüz
gibi bir tek Amerikan şirketinin mali değeri, Türkiye’nin Milli Gelirine yaklaşmış durumda. O zaman
19’uncu büyük ekonomi olmanın ne önemi kalıyor? Kimden, ne kadar büyük ya da küçük oldu-
nen donanım ürünleri Mac serisi bilgisayarlar, iPod müzik
çalar, iPhone akıllı telefon,
iPad tablet bilgisayar ve Apple Watch adlı akıllı saattir.
Yazılımları arasında ise OS
X ve iOS işletim sistemleri,
iTunesmedya tarayıcısı, Safari internet tarayıcısı ile iLife
ve iWork paketleri yer almaktadır.) 710 milyar dolarlık
Pazar değerine ulaşmış durumda.
Türkiye’de borsada işlem gören halka açık tüm şirketlerin piyasa değeri toplamı şu anki rakamlarla 610 milyar lira
yani 275 milyar dolar.
Apple’ın piyasa değeri ise (yukarıda da söylediğimiz gibi) 710 milyar dolar.
Yani Apple’ın piyasa değeri Türkiye’deki halka
açık tüm şirketlerin toplam değerinin 2.5 katından
fazla.
Ya Türkiye’nin 2014 yılı Milli Geliri ne kadar?
“196 ülke ile ilgili ekonomik veriler sunan
tradingeconomics.com isimli sitenin 2014 verilerine göre, Türkiye’nin Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYİH) 820 milyar dolar (2 trilyon 46 milyar
TL) düzeyinde bulunuyor.”
(GSYİH, bir ülkenin sınırları içerisinde hem o
ülkenin yurttaşları hem de yabancılar tarafından
elde edilen geliri, GSMH ise bir ülkenin yurttaşları
tarafından o ülkenin sınırları içerisinde ve sınırları
dışında elde edilen geliri ifade eder.)
İşin özü; bir tek Apple şirketinin piyasa değeri,
Türkiye’nin Milli Gelirine çok yaklaşmış durumda.
Haa sadece Türkiye’nin mi?
Hayır. 100’den fazla ülkenin gayrisafi yurtiçi
hasılasını geçmiş durumda. Bu ülkelerden bir tanesi de gelişmiş İsviçre örneğin.
Yine Apple, bu pazar değeriyle dünyanın 20’nci
büyük ekonomisi durumunda.
ğunuz rakamlardan ziyade diğer ülke ekonomileri
karşısındaki durumunuza bakılınca gerçek anlamda ortaya çıkar. Gerçek rakam da bu işte!
Yani Türkiye, bir tek şirketin değeri kadar büyük!
Başka türlüsü de olabilir mi? Yani büyük ve
güçlü bir ekonomiye sahip olabilir mi Türkiye?
Hayır. Asla! Olamaz!
Çünkü yerli Parababaları ve işbirlikçisi Tayyipgiller iktidarı, ülkenin en zor şartlarında, onca
yokluğa, sıkıntıya rağmen (Sovyetler Birliği’nin
mali, teknolojik ve uzman desteğiyle) kurulan Kuvayimilliye yadigârı üretim tesislerini, fabrikaları
yok pahasına sattı. Büyük bir kısmının üretimini
tümden durdurarak arsalarını alışveriş merkezlerine dönüştürdü. Üretimi yok etti. Sanayi tesislerini
kapattı. Var olanların çoğunu yabancı Parababalarına yeyim etti. Dolayısıyla yukarıdaki rakamlar,
Türkiye’nin içinde bulunduğu acı gerçekleri göstermektedir.
Bu üretimsizlik, dolayısıyla işsizlik pahalılık
cehenneminden kurtuluş yolu Demokratik Halk İktidarını kurmaktır. Bunu başaracak biricik güç İşçi
Sınıfı Partisidir. O parti de Halkın Kurtuluş Partisi’dir.
9
5Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
k
Köy Enstitüleri Destanı Üzerine
r
ayyipgil, Cumhuriyet’in kuruculak
rını, Mustafa Kemal ve İsmet İnöm
nü’yü, her fırsatta elitlikle, halka
,tepeden bakmakla suçlarlar. Bunda ger.çek payı var mı? Görünürde vardır. Şöyle:
T
Cumhuriyet Devrimi, Ulusal Kurtuluş Sa-
uvaşı’mızın rüzgârıyla gelişen bir yarım kal-
makla birlikte Burjuva Demokratik Devrimi oldu. Devrimciler emperyalist planı
bozdular, emperyalistleri bu topraklardan
kovdular, emperyalizmle iş tutan derebeyliğin sembolü Sultan’ı alaşağı ettiler. Devrimcilerin halka tepeden bakma gibi bir
niyetleri yoktu ama hem halkın ekonoemik ve sosyal geriliği, hem de ekonomik
bakımdan tasfiye edilemeyen ve binlerce
yıldan beri bu topraklara kök salmış Tefeci-Bezirgân Sınıfın kandırmacaları nedeniyle halka tepeden bakar göründüler.
Çünkü tam sonuçlarına ulaşan bir demokratik devrim yapmamışlardı devrimciler. Yoksul halk yığınlarını bir ideoloji doğ-rultusunda örgütleyerek devrim yapmamışulardı. Bu yüzden, gericiliğin temeli sosyal
sınıflar dipdiri duruyordu. Toprak devrimi
e(Demokratik Devrim) yapılamamıştı. Do-layısıyla derebeylik artıkları halk içinde
,ekonomik ve toplumsal bakımdan güçlü
kkaldı. Bu yüzden özellikle dini kullanarak
ve bayat popülizm (halk dalkavukluğu)
-yaparak yoksul halk kitlelerini “onlar sizi
.temsil etmiyor” şeklinde kandırabildiler.
-Gericilik oldum olası bu demagojiye sa.rıldı. Örneğin Demokrat Parti’nin “Yeter!
-Söz Milletin” çıkışı böyledir.
Şimdi Tayyip hâlâ bu demagojiyi kulzlanıyor, Cumhuriyet kurucularını halkın
,gözünde küçük düşürmeye çalışıyor. Ne
rvar ki, kendi gözündeki merteği görmüyor,
Cumhuriyet Devrimcileri’nin gözündeki
nsaman çöpüne karışıyor. Kaçak saray, bin-lerce koruma, 17-25 Aralıkta sıfırlanamayan milyar dolarlar, halka ettiği küfürler
-(ananı da al git, Yahudi dölü vb.) ortada…
- Kıvılcımlı Usta’nın vurguladığı gibi;
n“Derebeyi kalıntılarımız, bütün dişleşri ve tırnaklarıyla iliklerimize işlemiş
olarak yaşarlar” (Kıvılcımlı, 27 Mayıs)
-idi. Cumhuriyet Devrimcileri’nin radikal
reformlarının geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesi içeride Anadolu’ya
çöreklenmiş Tefeci-Bezirgânlık, dışarıda
Emperyalizm tarafından kösteklendi. Şeyh
Sait isyanı olsun, Menemen olayı olsun
emperyalist-derebeylik ittifakının ürünüdür. Cumhuriyet Devrimcileri bu tehlikeyi
atlattılar. Bu tür oyunları bozmak için girişimlerde de bulundular. Bu girişimlerden
birisi de Köy Enstitüleri oldu. Cumhuriyet
Devrimcileri’nin halkla bağını kuracak, reformları halka anlatacak nitelikte kuruluşlardı Köy Enstitüleri…
Ünlü şairimiz Orhan Veli’nin çağrış-
Köy Enstitülerinin Kuruluşu
Kurtuluş Savaşı sonrasında ülkede
okuryazar sayısı % 5’in altındadır. Ve nüfusun da % 80’den fazlası köylerde yaşamaktadır. Bu büyük köylü kitlesine ulaşabilmeyi amaçlamıştır Cumhuriyet Devrimcileri.
Bunun ilk adımını 3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) kanunu oluşturur. Bu kanun sayesinde öğretim kurumlarının tümü de Maarif
Vekâleti’ne bağlanmıştır. Köy Enstitülerinin kuruluş kanunu ise 17 Nisan 1940’da
planın temelleri kurulmuş ve Rusya, en
yakın bir örnek olarak alınmıştır. Çünkü
orada da sanayi fabrikalarını hiç yoktan
meydana getirmek gerekmişti. Şimdi de
ikinci ekonomik beş yıllık plan üzerinde
çalışılmaktadır. Sovyetler, bu plan işinde
canlı bir ilgi göstermektedirler. Her iki
devlette de, bu ekonomik planlı çalışmadan maksat, ilk önce askeri kudret ve takati artırmaktır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin savaş sanayii, dost
Türkiye’ye daima pek elverişli ödeme
Kurulan 21 köy enstitüsünün ülke çapında bölgesel dağılımı
yayımlanır. Kanunun 1. ve 3. maddelerinde
şöyle denilir:
“Madde 1- Köy öğretmeni ve köye
yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi
bulunan yerlerde, Maarif Vekilliğince
köy enstitüleri açılır.
“Madde 3- Enstitülere tam devreli köy ilk okullarını bitirmiş sıhhatli ve
müstaid (yetenekli – K.Y.) köylü çocuklar seçilerek alınırlar.”
Kanunda eğitimin en az 5 yıl olduğu da
vurgulanır.
Kuruluş Nisan 1940 olsa da, öncesi
vardır. Ve Köy Enstitüleri deyince, ilk akla
gelen isim İsmail Hakkı Tonguç’tur. Tonguç, 1935’de İlköğretim Genel Müdürlüğü görevine vekâleten atanmıştı. Tonguç
için amaç köylüye ulaşmaktı. Bu, köyden
çıkan, köyü bilen köylü çocukları yetiştirilerek daha etkin olurdu. Bu amaçla önce
askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapmış köylü gençler eğitmen kurslarında
“eğitmen” olarak yetiştirildi. Bunlar köy
okullarına köy çocuklarını okutmak için
gönderildi.
Bir yıl sonra, 1937’de, bir adım daha
atılarak Eskişehir Çifteler ve İzmir Kızılçullu’da iki “Köy Öğretmen Okulu”
açıldı. Ertesi yıl Kastamonu Gölköy ve
Kırklareli Kepirtepe’de iki köy enstitüsü
daha açıldı. Bu okullarda öğrenim gören
öğretmenler de köyü yabancılamayan, köy
okullarında sıkıntısız, ayrıcalıksız yaşayıp
öğretmenlik yapabilecek nitelikte köylü
çocuklarıydı. Tonguç, Hasan Ali Yücel
bakan olunca asaleten İlköğretim Genel
Müdürlüğüne atandı (Ocak 1940). Ve süreç
Köy Enstitülerinin Kuruluş Kanunuyla sonuçlandı (17 Nisan 1940).
Köy Enstitüleri kuruluş kanunu sonrasında var olan köy öğretmen okullarından
başka 17 Köy Enstitüsü daha açıldı. Yeni
kurulan enstitülerin dağılımının tüm Türkiye’yi kapsayacak şekilde düşünüldüğü
anlaşılıyor. Bunlardan Hasanoğlan’da
kurulan, Yüksek Köy Enstitüsü’dür ve
diğer köy enstitüleri tarafından 1941’de
kurulmuştur.
Köy Enstitülerinde
Eğitimin niteliği
Bir Çin atasözü şöyle der:
koşullarıyla savaş teçhizat ve malzemesi vermiştir. Bu konudaki kolaylıklarda
Sovyetler o ölçüde ileri gitmişlerdir ki,
böylece Türkiye’nin Rusya’dan aldıklarına siyasal armağanlar denilebilir.”
(Aktaran: Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş
Tarihi, Cilt 4, s. 1402)
Eğitimin de Kurtuluş Savaşı günlerinden beri süren bu sıcak ilişkilerden etkilenmesi kaçınılmazdır. Nitekim, eğitimciler
Sovyet eğitim sistemini görmek üzere sık
sık Sovyet Rusya’ya giderler, Dışişleri Bakanlığı, Moskova Büyükelçiliği’ne raporlar düzenletir (D. Avcıoğlu, ay, s. 1400).
Bu raporlardan birinde Moskova Büyükelçisi Zekai Apaydın, Dışişleri Bakanlığı’na
“Sovyetlerin Eğitim Alanındaki Çalışmaları” konusunda iki rapor sunar (1939)
ve bu raporlar Eğitim Bakanlığı’na aktarılır. Büyükelçi, Sovyetler’de eğitimin sadeleştirildiğini, bizde de sadeleştirilmesi
gerektiğini belirtir:
“İlk öğretimi yaşamda işe yarar bir
hazırlık haline koymak için biraz da tarıma dair basit bilgiyle donatmak ve bunun için de yedi yıla çıkartmaktan başka
çare yoktur…” (Aktaran: D. Avcıoğlu,
agy, s. 1401)
Büyükelçi, ayrıca köylerde okul yapımını hızlandırmak için gene Sovyetler’den
esinlenerek kapı, pencere, döşeme tahtası,
ders sıraları gibi malzemenin standardize
edilmesini ve kireç ve çimento ile birlikte
bunların da devletçe sağlanmasını, gerisini
köylülerin tamamlamasını önerir (D. Avcıooğlu, ay, s. 1401). Bu öneriler Köy Enstitülerinin inşasını andırmaktadır.
Eğitimin içeriği de Sovyetler’den esinlenildiğini doğrular niteliktedir. Eğitim laiktir, kız-erkek ayrımı yoktur, katılımcı
ve demokratiktir, çevre duyarlılığı esastır. Asıl önemlisi, üretim içinde eğitim
verilmektedir. Köy Enstitülerinin ilkesi
“İş için, iş içinde, işle eğitim”dir. Çünkü
Köy Enstitülerinde üretim de yapılır. Üstelik, bu üretim bu topraklarda sınıfsız toplumdan, “insanlığın altın çağı”ndan yadigar imece usulüyle yapılır. Üretim içinde
eğitim, teori-pratik bütünlüğünü sağlar.
Köy Enstitülerinde verilen eğitimin teori-pratik bütünlüğü içinde olması gerektiği
1943’te yapılan açıklamada şöyle verilir:
sakınılmalıdır.
“(…) Köy Enstitülerinde ve köy okulunda bilgi bir vasıtadır. Bu vasıta öğrencinin zekâsını işletmek, tasarım gücünü uyandırmak, onlara bazı çalışma
ve düşünme metotları vermek için kullanılacaktır. Basit bilgi, Köy Enstitüsünü
ve köy okulunu saran iş hüviyetine asla
denk düşmeyecektir. Köy Enstitülerinde… kabiliyetli …ruhi kudretinde varlık olan ve fikri kudretiyle iş başaran vatandaşlar yetiştirmemiz lazımdır.” (Köy
Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu ve
İzahname, 1943, s. 96 -111, Aktaran: Niyazi Altunya, Köy Enstitüsü Sistemine Toplu
Bir Bakış, http://www.dunya48.com/cumhuriyet/cumhuriyet-ve-bugun/21226-niyazi-altunya-koey-enstitusu-sistemine-toplu-bir-bakis).
Eğitim programında “kültür dersleri” kapsamında verilen klasik dersler ve
öğretmenlik bilgisi ile ziraat ekonomisi ve
kooperatifçilik yanı sıra, “Ziraat Ders ve
Çalışmaları” kapsamında tarla ve bahçe
ziraatı, fidancılık-meyvecilik ve sebzecilik
bilgisi, sanayi bitkileri ziraatı, zooteknik,
kümes hayvanları bilgisi, arıcılık, ipek böcekçiliği, balıkçılık ve su ürünleri bilgisi,
ziraat sanatları; “Teknik Dersler ve Çalışmaları” kapsamındaysa köy demirciliği,
köy dülgerliği, köy yapıcılığı, kızlar için
köy elsanatları (biçki-dikiş-nakış, örücülük
ve dokumacılık, ziraat sanatları) dersleri
yer alır. Kültür dersleri tüm eğitimin ya-
Cumhuriyet Gazetesi, 12 Eylül 1948.
rısını, ziraat ve teknik dersleri ise her biri
toplam sürenin dörtte birini oluşturur.
Eğitimde iş - üretim kadar edebiyat ve
güzel sanatlara da önem verilir. Öğrencilere dünya klasiklerinin tercümeleri okutulur.
Her köy enstitülü öğrenci bir müzik aletini
çalabilecek şekilde eğitilir. Folklorik eğitim de özellikle vurgulanmalıdır.
Mezun olanlar, 150 parçaya varan alet
edevat verilerek görev yerine gönderilir.
Böylece mezun olan köy öğretmenleri, öğretmenlik dışında köylüyle içli dışlı olan,
köylüye yol gösteren, basit sorunları çözebilen, sağlık konusunda bilgili ve uygulama da yapabilen, ahlâklı birer halk şefi
niteliğine ulaşırlar.
Köy Enstitüleri
neden kapatıldı?
Bu eğitimin en önemli amacı ise köylünün kul olmaktan çıkarılmasıdır. Bizce asıl
önemlisi de budur. Tonguç, “Canlandırılacak Köy” adlı kitabında şöyle der:
Duyarım unuturum
Görürüm hatırlarım
Yaparım öğrenirim
İsmail Hakkı Tonguç, Büyük Eğitim
Devrimcisi
tırdığı gibi, gerçekten de bir destandı Köy
Enstitüleri.
Arifiye!
Şoför durdu, Enstitü Mektebi, dedi.
Süleyman Edip Bey müdürün adı.
Bir yol da burada duralım;
Ellerinde nasır, yüzlerinde nur,
Yarına ümitle yürüyenlere
Bir selam uçuralım.
(Orhan Veli, Destan Gibi, 1946)
Bu yazımız, kapatılmalarının üzerinden
tam 50 yıl geçen Köy Enstitüleri Destanı
üzerine (Köy Enstitüleri 27 Ocak 1954’te
Demokrat Parti tarafından kapatıldılar).
Bu atasözünde de belirtildiği gibi,
öğrenmenin vazgeçilmez elemanı uygulamadır. Zaten teori-pratik birliği yaşamın her alanında kendini dayatır. Teorisiz
pratik, pratiksiz teori olmaz. Bu eğitim için
de böyledir. Köy enstitülerinde eğitim uygulama içinde eğitimdir. Skolastik, ezberci
medrese eğitiminin aşıldığı bir eğitimdir.
Cumhuriyet Devrimcileri, bu doğruyu
Sovyet eğitim sisteminden esinlenerek ve
yaşamın gerçeklerinden hareketle geliştirmiş olsalar gerek. Çünkü o dönemde Sovyetler Birliği-Türkiye ilişkileri çok yakındır. İki ülke arasında ekonomik ve kültürel
işbirliği sıkıdır. Sovyet etkisi beş yıllık
planlarda, sanayi yatırımlarında, Sovyet silahlarının alımında kendini göstermektedir.
Bu Batı basınına da yansır. Mayıs 1936’da
bir Alman gazetesinde şunlar yazılır:
“Türkiye’nin maddi konularda Sovyet Rusya’dan neler almakta olduğu dikkatli bir gözlemcinin gözünden kaçmaz.
Bu bakımdan her şeyden önce 1 numaralı beş yıllık plan belirtilmeye değer. Sovyet uzmanlarının sıkı bir işbirliği ile bu
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü inşasında çalışan köy enstitülü öğrenciler: İşte imece!
“Gerek Köy Enstitülerinde, gerek
köy okullarında talebe ve halkın yetiştirilmesinde… herhangi bir derste hayatla hakiki bağlılıklar temini prensibi
üzerinde ısrarla durmak gerekir… Köy
işlerinde tecrübeden geçmemiş fikirleri
gevelemek, serbest tahrir derslerinde
köye uygun olan veya uygun olmayan
örneği taklit ederek yazı yazmak ve yazdırmak, Aritmetik, Fizik veya Kimya
derslerinde manası anlaşılmayan formül
ezberletmek gibi hususlardan yasak gibi
“Köy meselesi bazılarının zannettikleri gibi, mihaniki bir surette (mekanik
olarak – K. Y.) ‘köy kalkınması’ değil
manalı ve şuurlu bir şekilde köyün içten
canlandırılmasıdır. Köyü öylesine canlandırmalı ve şuurlandırmalı ki, hiçbir
kuvvet, yalnız kendi hesabına ve insafsızca istismar edemesin. Ona esir ve uşak
muamelesi yapamasın. Köylüler şuursuz
ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline
gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi,
her zaman haklarına kavuşabilsinler…
Köy meselesi bu demektir.” (İsmail Hakkı Tonguç, Canlandırılacak Köy, 1939, s.
88; Aktaran: N. Altunya, agy)
Amaç böylesine kutsaldır. Köylünün
sömürülmesinin önlenmesi, kulluktan
kurtarılması, hayvanlık konağından çıkarılmasıdır. Tabiî bu nitelikte bir eğiticinin,
bir halk şefinin Ortaçağcı güçler tarafından
kabullenilmesi mümkün değildir. Üstelik daha önce de belirttiğimiz gibi, ortada
mantiki tüm sonuçlarını gerçekleştirmiş bir
demokratik devrim yoktur. Sömürgenler
dipdiri durmaktadır. Kaldı ki, Ortaçağ artığı Tefeci-Bezirgân sınıf, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Finans-Kapital ile ittifak kurmuş ve 1930’lu yılların ikinci yarısından
itibaren ekonomideki egemenliğini perçinleyen bu gerici ittifak kaçınılmaz olarak
üstyapıya da el atmıştır. Çok geçmez, bu
topraklarda sömürgenlerin oldum olası kullandığı din elden gidiyor ve uçkur peşkir
saldırıları başlatılır. “Hür Basın” da buna
aracılık eder. Tabiî komünistlik suçlaması
bu ikili saldırıyı tamamlar. Köy enstitüleri
“komünist yuvası”dır artık. Özellikle de
II. Emperyalist Savaş’ın bitiminden sonra
Amerikan Emperyalizmi’nin Türkiye’ye
girişi ile birlikte…
Örneğin, köy enstitülülerin kendi imkân ve emekleriyle kurulan Hasanoğlan
Yüksek Köy Enstitüsü’nün müzik binasının çatısı orak-çekice benzetilir. Köy enstitülü öğretmenler komünistlikle suçlanarak
tutuklanır. Üstelik Köy
Enstitüleri gözden ırak
“fuhuş
yuvaları”dır.
Enstitülerin çöplerinden ceninler çıkar vb.
Kız öğrencilerle ilgili
spekülasyonların ardı
arkası kesilmez. Örneğin İvriz Köy Enstitüsü’nden M. Ali
Eren’in anıları bu durumu ortaya koymaktadır:
“(...) Bir gün sabaha doğru tan yeri
ağarırken, okul bekçisinin
“Mehmet
Ali Bey, Mehmet Ali
Bey” diye bağırdığını duydum. “Kalk,
hemşerilerin geldi.”
dedi. O sırada okulda
daimi elektrik yoktu.
Bir motordan sağlanan elektrik gece
yarısı kesiliyordu. Kapıyı açtım: Önde
aksakallı bir erkek ve arkasında 7 kadın
vardı. Hepsi birden ağlıyorlardı. “Hoş
geldiniz hemşeriler” dedim. Onlar sızlanmalarını daha da hızlandırıp, hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Neden
sonra sakinleşen hemşeriler, dün akşam
bir haber aldıklarını, enstitüde okuyan
20 Beyağıl’lı kızın okuldan kaçtıklarını,
onunun İvriz Çayı’nda boğulduğu, onunun da kaybolduğu haberini aldıklarını
söylediler. Onlara, “Çocuklarınız yatakhanelerinde mışıl mışıl uyuyorlar, hiçbir
şeyleri yok.” dediysem de, benim sözüme
inanmadılar. Mecburen giyindim. Kurallara göre kız yatakhanelerine erkek
öğretmenler giremez, yalnızca bayan öğretmenler girerdi. Bu nedenle onları yanıma alarak, bayan kimya öğretmeninin
yanına gittim. Öğretmeni uyandırdım.
Bu velileri kız yatakhanesinin önüne
kadar götürmesini ve çocuklarını uyandırarak, bu velilere gösterdikten sonra,
tekrar yatırmasını istedim.
“Söylediklerim yapıldı. Veliler rahat
bir nefes aldılar. Ama zamanla veliler,
çocuklarını birer ikişer okuldan kaçırdılar...” (M. Ali Eren, Bir Eğitimcinin Düşünce ve Anıları, 2009)
Yukarıda belirtildiği gibi, gösterilen
onca titizliğe rağmen yalanlar sürdürülür,
saldırılar gittikçe tırmandırılır. Emin Sazak gibi büyük toprak sahibi politikacılar (Emin Sazak, Eskişehir’de çok büyük
araziye sahip bir toprak ağası ve zamanın
CHP milletvekilidir) Köy Enstitülüleri
“aşırı yetki verilmiş, kendilerini Atatürk
sanan, köylüleri ayartan kişiler” olmakla suçlar. Daha sonra DP milletvekili olan
Tevfik İleri ise “Türk’ü ikiye bölmek istediler; bu mukaddes çatı altında toplanan saf dimağlara, patiskadan daha beyaz, tertemiz bu kalplere düşmanlıklar
aşılamak istediler... Bunu ancak Moskova yapar... Biz onları bitler gibi birer
birer kıracağız diyebilmiştir.” Tıpkı, günümüzün demagogları Tayyipgil gibi…
10
Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
İnsanlar... Sureti insan olanlar…
İnsan sırf yaranmak için (köşesini korumak, televizyon programlarını
sürdürebilmek, üniversitelerde toplantılar yapmak, şan şöhret, mal mülk sahibi
olmak için de diyebiliriz) böyle yalan yanlış şeyleri yazmak zorunda mıdır? Ne
gerek var böyle küçüklüklere?.. Yandaş medyadan olmak insanı büyültmez ki...
Aksine küçültür. Hem de büyük çapta küçültür. İnsanı, insancık yapar. Başka bir
şey yapmaz.
K
imi insanlar vardır, eski deyimle
“adam gibi adam”dırlar. Bugünkü
söyleyişle “insan gibi insan”dırlar.
Kimi insan vardır, surette insan görünür ama sadece surette bir görünüştür o.
Yoksa onlar gerçekte başka bir şeydirler.
Küçüktürler, her açıdan küçüktürler.
Var olanla yetinmezler, daha fazlasını isterler ama anlamazlar ki o istedikleri küçüktür hem de küçücüktür... Kısacası onlar
küçük çıkarların peşindedirler. Bunlardan
birisine örnek Milliyet Gazetesi’nin “Diyalog” adlı köşe yazarı Abbas Güçlü’dür.
A. Güçlü, 27 Ocak günü, köşesinde,
“Beş yılda beş bin hayal kırıklığı” başlık-
lerin tazminata düşürüleceği”ni kararlaştırmış.
Bu durum oralarda okumakta olan öğrencileri büyük stres altına sokmuş. Hatta
ya bitiremezsek ne olacak deyip intiharı
bile düşünen öğrenciler varmış. Bunu da A.
Güçlü’ye bir mektup gönderen bir lisansüstü öğrencisi anlatmış.
Sonuç olarak A. Güçlü, T. Erdoğan’ın
bu “olumlu” girişiminin baltalandığı kanısında. Hem de MEB (inanırsan) tarafından...
A. Güçlü T. Erdoğan hakkındaki düşüncesini, bir kez daha dile getirdi 4 Şubat
günü, “Hani üniversite harçları kaldırılmış-
lı bir yazı yayımladı. A. Güçlü, “Cumhurbaşkanı Erdoğan, eğitim ve gençlere yönelik neyi hayal ettiyse, MEB eline yüzüne bulaştırdı.” diyerek başlıyor yazısına.
2009 yılında başlatılan “Beş yılda Beş
Bin Genç Öğrenci Projesi” kapsamında
yurtdışına lisansüstü (doktora) öğrencisi
gönderilmiş. Bu öğrenciler, 1929 yılında
Cumhuriyet’in nitelikli biliminsanlarına
olan ihtiyacını gidermek için başlatılan
(ancak uzunca bir süre ara verilen) girişimin devamıymış. Bunu söyleyen de bizzat
Tayyip’miş:
“Başbakan Erdoğan; Gazi Mustafa
Kemal bunu 1920’li yıllarda fark etmişti. Yurtdışına ilk öğrenci gönderme kararı bizzat Gazi Mustafa Kemal’in verdiği
talimatla 1929 yılında çıkarılan kanunla
verilmiştir. Yeni Türkiye’nin fabrikaları,
demiryolları, karayolları, köprüleri işte
o mühendislerin eliyle inşa edildi. Ama
ondan sonra uzunca bir süre ara verildi.
“Gazi Mustafa Kemal, ülkemizin
dört bir yanını demir ağlarla örme talimatı verdi. Biz şimdi onu gerçekleştiriyoruz.
“Cumhuriyetin 10. yılında o öğrencilerimizin imzası vardı. İnşallah, Cumhuriyetimizin 100. yılında da, 2023’te
şimdi gönderdiğimiz öğrencilerin imzası
olacak.”
Yurtdışına gönderilen bu gençlere, verilen bursun karşılığı olarak da yüklü miktarlarda senetler imzalatılmış ama ödemenin
zorunlu görev (hizmet) olarak alınacağı
söylenmiş. Ancak MEB, 12 Ocak 2015’te
yayımladığı bir genelgeyle eski uygulamanın sona erdiğini ve “derecesini her ne
sebeple olursa olsun alamayan öğrenci-
tı?” başlıklı yazısında. Orada da şöyle övdü
Tayyip’i:
“Geçenlerde yazmıştım.
“Cumhurbaşkanı Erdoğan gençler
ve eğitim için ne yapmaya kalksa, birileri onu baltalamak için elinden geleni
yapıyor.
“Alın size çarpıcı bir örnek daha.
“Ortalık yıkılıyor. Öğrenciler, veliler
ayakta. TBMM’ye soru önergesi üzerine, önerge veriliyor.
“Niye, harçlar katlamalı olarak geri
döndü diye?
“İşin boyutları öylesine karmaşık ki,
anlayabilene aşk olsun. İlgili maddeler
sürekli değişiyor ve öğrencilerden normal harcın iki, üç katı paralar alınıyor.
“Peki, hani kalkmıştı? En başa dönelim.
“Bir önceki seçim öncesinde, üniversite harçları kaldırıldı ama bu arada
ikinci öğretimler unutuldu. İşte bu yüzden iktidar göğsünü gere gere, harçları
kaldırdık diyemiyor.
“O kadarla kalınsa iyi ama belli ki
birileri ikinci öğretimi hepten yok etmek
ve harçları yeniden getirmek için özel
bir çaba harcıyor.”
Şimdi biz bunları okuyunca A. Güçlü’ye ne diyeceğimizi, yaptığını-yazdığını
nasıl adlandıracağımızı bilemedik. Olayı
en iyi anlatan kimi sözcükleri kullandığımızda niye bu kadar sert oluyorsunuz,
diyorlar bize. Bu kadar da sert olmayın,
diyorlar. İyi de şimdi ne diyelim biz bu A.
Güçlü’ye?
İnsan sırf yaranmak için (köşesini korumak, televizyon programlarını sürdürebilmek, üniversitelerde toplantılar yapmak,
şan şöhret, mal mülk sahibi olmak için de
diyebiliriz) böyle yalan yanlış şeyleri yazmak zorunda mıdır? Ne gerek var böyle küçüklüklere?.. Yandaş medyadan olmak insanı büyültmez ki... Aksine küçültür. Hem
de büyük çapta küçültür. İnsanı, insancık
yapar. Başka bir şey yapmaz.
Tayyip, “eğitim ve gençlere yönelik
neyi hayal ettiyse, MEB eline yüzüne bulaştır”mış, “gençler ve eğitim için ne yapmaya kalksa, birileri onu baltalamak için
elinden geleni yapıyor”muş...
Yalan, yalan, yalan!
A. Güçlü!
Siz de en iyi şekilde biliyorsunuz, Tayyip’in eğitim ve gençlere yönelik hayallerini:
1- Bütün okulları İmam Hatipleştirmek
(ve bu okullarda),
2- Dindar ve kindar gençler yetiştirmek.
Bu iki ana başlığı da biz söylemiyoruz,
bizzat Tayyip’in kendisi söylüyor. Yalan
mı? Kanıt mı?
Tayyip 17.09.1994 yılındaki bir konuşmasında şöyle söylüyor:
“Bütün okullar İmam Hatip yapılacak.”
Tayyip bu amacına erişmek için çok büyük mesafeler kat etti mi?
Etti Allah için. Artık düz lise kalmadı.
Ve 2014-2015 öğretim yılında binlerce öğrenci zorunlu olarak İmam Hatip Liselerine
kayıt yaptırmak zorunda kaldı. Yani birinci
amaç aşağı yukarı gerçekleşmek üzere.
İkinci amacını da gizlemedi Tayyip.
“Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz Pazar günü AKP Gençlik Kolları Kongresi’nde geçirdiği operasyondan sonra ilk
kez konuştu. Erdoğan, dindar nesil tartışmasına, Necip Fazıl’a verdiği referansla şöyle değindi: “Altını çiziyorum; modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin,
ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı
bir gençlikten bahsediyorum.” (http://
www.odatv.com/n.php?n=kindar-genclik-nasil-sansurlendi--2402121200)
İşte Tayyip’in yetiştirmek için canla
başla çalıştığı, özlediği, hayal ettiği gençlik
bu. Eğitim bu. Başka bir şey değil.
Yazılarınızın diğer içeriğine girmeyeceğiz. Tayyip’in hayallerini engelleyenler
varmış. Kim bunlar?
Paralelciler mi? Kim?..
Örneğin harçlar kaldırılırken ikinci öğretimliler unutulmuş vb...
Siz kimin yalancısısınız A. Güçlü? Siz
kimin yalakasısınız?
Milliyet Gazetesi’nin patronu size o köşeyi, o televizyon programlarını yaptırmayı
bunları yazasınız diye veriyor değil mi?
Acıdık size inanın. Hem de çok acıdık.
Değmezdi bunlara. Elde ettiğiniz para, şan,
şöhret... İnanın değmezdi... Tabiî tercih sizin... Kişiliğiniz buysa ne diyebiliriz?
Ama biz, son soluğumuza kadar insan
gibi insan olacağız. Satmayacağız kalemlerimizi. Yazmayacağız yalanları... Hep gerçekleri yazacağız. Biz de böyleyiz. Bizim
kişiliğimiz de bu. Ne yapalım?..q
Köy Enstitüleri Destanı Üzerine
Baştarafı sayfa 9’da
Bu saldırılar karşısında daha İnönü’nün “Milli Şef” olduğu
tek parti döneminde İlköğretim Genel Müdürü Tonguç ve Eğitim
Bakanı Hasan Ali Yücel görevden alınırlar (1946). Oysa o İnönü,
daha birkaç yıl önce, 1942’de, köy enstitüsü sayısının bir yıl sonra
40’a ertesi yılsa 60’a çıkarılmasını tavsiye etmiştir. Şimdi enstitülerin kalbini söküp almaktadır. Bu bir bakıma Köy Enstitülerinin
kapatılmasıyla eşdeğer bir darbedir. Demagoji, yalan, dolan tutmuştur…
Köy enstitülerine gelen öğrenci sayısı gittikçe azalır; 1944-45
öğretim döneminde 14236 kişiyle doruk yapan öğrenci sayısı sonra gittikçe azalır, 1951-52 döneminde 13173’e düşer. Azalma kız
öğrencilerde çok daha çarpıcıdır: 1944-45 döneminde 1475 olan
kız öğrenci sayısı 1948’den başlayarak 1000’in altına iner.
Nihayet Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân ittifakının siyasi
yansıması DP iktidarı, Köy Enstitülerinin güdükleştirilmiş haline
bile 4 yıl dayanabilir ve 27 Ocak 1954’te kapatılma fermanının
yayımlarlar… Köy Enstitüleri Destanı böyle son bulur.
Sonuç
Köy enstitüleri, Cumhuriyet Devrimcileri’nin yüz akı reformlardan birisidir. İnönü de bunu vurgulamış,
“Köy Enstitülerini Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymet-
lisi, en sevgilisi sayıyorum”, demiştir. Gerçekten de gerek çıkış
noktası, gerekse yetiştirdikleri bakımından övünülecek kuruluşlardır Köy Enstitüleri. Pek çok köy kökenli yurtsever aydın, halk adamı yetişmiştir: Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Dursun Akçam,
Ümit Kaftancıoğlu, Mehmet Başaran ve daha birçokları gibi…
Ne var ki, eğitim bir üstyapı kurumudur. Toplumsal yaşamda belirleyici olan üretim ve sınıf ilişkileridir. Gerici Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân ittifakı ve emperyalist baskısı
karşısında köy enstitülerinin dayanması mümkün değildi.
Ancak, Cumhuriyet Devrimcileri’nin bu iyi niyetli, bize has
çabalarının küçümsendiği düşünülmesin. Tersine çok büyük, idealist bir girişimdir. Keşke daha çok Köy Enstitüsü kurulabilse, keşke daha çok mezun verebilse ve keşke kapatılmasalardı.
Bugün Türkiye’nin köy ve kent nüfusu neredeyse tersine döndü. Zaten gerici iktidarlar tarımı bitirdiler, köy yaşamını güdükleştirdiler. Bu anlamda Köy Enstitüleri bugün eski haliyle kalsalar
bile işlevsel olamazlardı. Ancak, biz devrimciler için daima örnek
alınacak eşsiz bir eğitim modelidir ve hep saygıyla hatırlanacaktır.
Devrimciler ilerici adımları her zaman desteklerler… Tıpkı bir
başka Veli, Hacı Bayram Veli’nin sözleri gibi:
Gezerken bir şarı gördüm
Ol şarı yapılur gördüm
Ben dahi bile yapıldum
Taş-u toprak arasında
Gel de yazma...
Ve “siz, biz, hepimiz” niye bu işin kabahatlisi,
sorumlusu oluyoruz? Ülkeyi yöneten bizler miyiz
ki suçlu biz oluyoruz? Bu ülkeyi son 12 yıldır kim
yönetiyor? Eğitim sistemini yazboz tahtasına biz
mi çevirdik? Çocuklarımızı 4+4+4 Kademeli Eğitim
sistemi adı altında İmam Hatiplere biz mi mecbur
bıraktık? Kızlarımızı okumaktan biz mi alıkoyduk
çıkardığımız yasalarla?
A
llah insanı bir kez şaşırtmasın
denir ya, Abbas Güçlü de o kapsama giren bir durumda şu günlerde. Şaşırmış ve şaşkınlıkla ne yazdığının farkında bile olmuyor. Bir gün önce
söylediğini bir gün sonraki yazısında
yalanlıyor.
Tayyip’e düzdüğü ve gerçeği asla
yansıtmayan övgülerinin mürekkebi kurumadan, yeni bir saçmalamada bulundu. Şöyle yazdı:
“Akademik literatürümüze yeni
kavramlar ekleniyor. Dershanelerin
kapatılmasıyla oluşturulan yeni liselerden kimilerine Temel Liseler kimilerine de Hazırlık Liseleri adı verilecekmiş. Hani lise çeşitliliği azaltılıyordu?
“Klasik liseler niye kapatıldı?
“Daha da önemlisi hem dershane
hem lise olur mu?..
“Lise eğitimin temel amacının
YGS, LYS olmadığını artık kabullenmeli ve sınav odaklı eğitimden vazgeçmeliyiz.
“Hem artık üniversiteye girmek
sorun değil ki!
“Son birkaç yıldır, üniversitelerde,
“İşsizlik, işsizlik, işsizlik
“Gidin kime sorarsanız sorun,
Türkiye’nin bir numaralı sorunu işsizlik.
“İşsiz bir yakını olmayan yok gibi.
“Ama bu durum ne siyasetin gündeminde ne de medyanın.
“Peki kabahatlisi kim?
“Maalesef siz, biz, hepimiz.
“Sabah akşam dizi, yarışma ve
incir çekirdeğini doldurmayan tartışmalara vakit ayırıyoruz ama işsizliğe
zerre kadar kafa yormuyoruz. Böyle
olunca da, ülkenin en önemli sorunu
kimsenin ilgisini çekmiyor...
“Ateş düştüğü yeri yakar misali,
işsiz öğretmenlerle, mühendislerle, iktisadi ve idari bilimler mezunlarıyla ve
diğer üniversite mezunlarıyla konuştuğumuzda alev alev yanıyorlar.
“Yıllardır atama bekleyenler var
ama nafile...
“Ara insan gücü diyorlar ama meslek yüksekokulu mezunları da işsiz,
meslek lisesi mezunları da...
“Kimse kimseyi kandırmasın ve
işsizliği ötelemesin, bu konuda çözüm
üretsin. Yoksa bu alev hepimizi ya-
hemen her yıl en az 150 bin kontenjan
boş kalıyor.
“Yani üniversiteye girmek eskisi
kadar zor değil.
“Bu yüzden, öğrencileri, 4 yıl boyunca yarış atı gibi sınava hazırlamak
ne kadar doğru?” (Milliyet, 18 Şubat
2015)
A. Güçlü’nün bu satırları “Nereden
baksan tutarsızlık, Nereden baksan ahmakça” oluyor.
A. Güçlü gerçekten inanıyor mu bu
yazdıklarına?
Sanmıyoruz.
O zaman niye yazıyor?..
Yani “artık üniversiteye girmek sorun değil”, “eskisi kadar zor değil.” mi?
Gerçekten de “Son birkaç yıldır, üniversitelerde, hemen her yıl en az 150 bin
kontenjan boş kalıyor.” mu? Kalıyorsa
niye kalıyor? Şu anki Tayyipgiller’in
uyguladığı eğitim politikasıyla “(...) sınav odaklı eğitimden” vazgeçilebilir mi?
Öğrencilerin herhangi bir üniversiteye,
meslek yüksekokuluna ya da açık öğretime girmiş olması bu öğrencilerin mezun
olduktan sonra iş bulmalarını sağlar mı?
Ya da adı duyulmuş birkaç üniversiteden (Koç, Sabancı, Boğaziçi, Bilkent,
ODTÜ, Hacettepe, İTÜ vb.) mezun olmadıktan sonra iş bulmak kolay oluyor
mu? Taşrada hiçbir altyapısı olmayan,
eğitim kadrosu yetersiz (bilindiği gibi
kimi üniversiteler rektör olarak atanan
tek bir kifayetsiz tarafından kurulmuş sayılıyor) üniversitelerden ya da herhangi
bir meslek yüksekokulundan mezun olmak üniversite eğitimi almak mı oluyor?
2 milyonu aşkın gencimizin ancak ilk 10
bine girebilenlerinin iyi bir üniversitede okuma olanağı varken, gençler nasıl
yarış atı gibi sınava hazırlanmasın? Vb.
vb...
Bu yazdıklarının tam tersini, sorduğumuz soruların yanıtlarını ve gerçeği,
hem de çıplak, somut gerçeği, 20 Şubat
tarihli Milliyet Akademi Eki’ndeki yazısında veriyor bu kez A. Güçlü. Ve bu
konuda şunları yazıyor:
kar!..”
Gördünüz mü A. Güçlü’nün iki gün
sonra yazdıklarını?
Peki soralım biz de Bay A. Güçlü’ye:
Niye bu kadar işsiz var ülkemizde?
Ve “siz, biz, hepimiz” niye bu işin
kabahatlisi, sorumlusu oluyoruz? Ülkeyi
yöneten bizler miyiz ki suçlu biz oluyoruz? Bu ülkeyi son 12 yıldır kim yönetiyor? Eğitim sistemini yazboz tahtasına
biz mi çevirdik? Çocuklarımızı 4+4+4
Kademeli Eğitim sistemi adı altında
İmam Hatiplere biz mi mecbur bıraktık?
Kızlarımızı okumaktan biz mi alıkoyduk
çıkardığımız yasalarla?
Daha soralım mı Bay A. Güçlü’ye?..
Tayyipgiller’i savunacağım diye tüm
bu gerçekleri gizlemek doğru mudur?
Namuslu bir aydına yakışır mı?
Eğer bile bile yazıyorsa (ki tüm bu
gerçekleri en iyi bilenlerden birisidir A.
Güçlü) ona ne denir? Vb. vb...
Ya 4 Kasım 2014 tarihli şu değerlendirmesine ne demeli Bay A. Güçlü’nün?
“Bu arada, bundan böyle, üniversiteye girmek de mezun olmak
da eskiye göre çok daha zor olacak.
YÖK Başkanı Yekta Saraç, bu yıldan
itibaren üniversiteye giriş sisteminde
çok önemli değişiklikler yapılacağını
söyledi ve bunları tüm detaylarıyla
anlattı.
Bundan böyle, kontenjanı dolmadı diye, en düşük puanlı öğrenciler de
üniversiteye giremeyecek.”
A. Güçlü’nün biri diğerini çürüten
görüşlerinden hangisi doğru ve kendisi
hangisine inanıyor acaba?
Sözü uzatmayalım. Bay A. Güçlü,
Tayyipgiller iktidarını överek, gazetedeki köşesini, bol rakamlı maaşını, ünü,
namı kaybetmeyeyim derken bütün kontrolünü kaybediyor ve birbiriyle yüz seksen derece zıt görüşleri birkaç gün içinde
savunabiliyor. Tutarsız, çelişik, ahmakça
görüşleri görüş diye yazıyor. Yazık...q
11
5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
Elektrikte vurgun… (IV)
Hukuk, bir karar alırken yapılan işlemin, alınan paranın haklı mı haksız mı olduğuna bakar. Yasalara uygunluğuna bakar. Yoksa bu işlemi yaparsam bu şirket batar mı diye bakmaz, bakamaz. Hukuk bu değildir. Karar doğru mu, hukuka uygun mu, yasalara uygun mu değil mi ona bakar.
G
azetemizin geçtiğimiz üç sayısında
devam eden “Elektrikte vurgun”
adlı yazı dizimizde konuyu değişik
açılardan incelemiş, Elektrikte Özelleştirmelerin sonucu Tayyipgiller’in ve yerli
yabancı Parababalarının vurgunlarını somut örneklerle gözler önüne sermiştik ve
yazımızı geçen sayımızda noktalamıştık.
Ancak aradan geçen zamanda bu
alanda yeni ve çarpıcı gelişmeler yaşandı. Dolayısıyla bir kez daha bu konuya
eğilmek, yazı yazmak zorunluluğu doğdu. Ya da gazetecilik terimiyle söylersek “fikri takip” yapmak gereği doğdu.
Elektrik dağıtımını gerçekleştiren (tamamı özel) şirketler, faturalarımıza “Kayıp-Kaçak Bedeli” adı altında bir kalem
yüklüyor ve bu kalemden yüksek miktarlarda vurgun vuruyorlardı. Bir tüketicinin
açtığı dava sonucu Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu bu konudaki son sözü söyledi ve dağıtım şirketlerinin “Kayıp-Kaçak Bedeli”
adı altında bir para tahsil edemeyeceklerini
ve alınan paraların iadesinin gerektiğini karara bağladı. Bunun üzerine de tüketiciler,
dağıtım şirketlerine başvurarak (uzun kuyruklar oluşturarak) kendilerinden yıllardır
(yaklaşık 10 yıldır) kesilen bu paraların iade
edilmesini istemeye başladılar. Kimileri
de Tüketici Hakem Heyetlerine başvurdu.
Konu hukuken sonuçlanmış bir konuydu. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bu
konuyla ilgili kesin kararını vermişti ve
dağıtım şirketlerinin yapmaları gereken
tek şey bu paraları tüketicilere geri ödemekti. Ama dağıtım şirketleri bu paraları vermemek için her şeyi yapıyorlardı.
Bunun üzerine namuslu biliminsanla-
rı masumane çözüm önerilerinde bulundular. Bunlardan birisi olan Yaşar Üniversitesi Hukuk Fakültesi Özel Hukuk
Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ayşe Havutçu özetçe şöyle söylüyordu bu konuda:
“KAYIP-KAÇAK
İÇİN
YASA
ÇIKARILMALI
“Hukuk Profesörü Havutçu, abonelerin ferdi olarak başvurmak zorunda
olduğu kayıp-kaçak bedeli iadesi için
yeni bir kanun önerisinde bulundu. Bu
şekilde
bütün
abonelere aynı
anda iade ya da
gelecek dönemdeki faturalarında taksitli ödeme
yapılabilecek.”
(Yurt Gazetesi,
13 Ocak 2015)
Bu namuslu
biliminsanları hukukçu gözüyle ve
hukuk kuralları
çerçevesinde olaya bakıyorlardı.
Ancak karşımızda hukuka uyan,
hukuk kuralları
çerçevesinde davranan bir iktidarın
yokluğunu
görmüyorlardı.
Karşımızda bir
çete vardı oysa.
Ve bu çetenin
varlık
nedeni;
yerli
yabancı
Parababalarının emirlerini yerine getirmektir. Onlara vurgun alanları yaratarak
kârlarını artırmalarını sağlamak bu sayede de iktidar koltuklarında kalmalarına
izin verilmesini sağlamaktır. Onların biricik ve asli görevleri yerli yabancı Parababalarının çıkarlarını korumaktır. Bu
çıkarları koruyacak yasaları çıkartmaktır.
Gerçekten de Tayyipgiller, kendilerine
verilen emirlere uymak için hemen davranışa geçtiler ve bu konuyla ilgili bir yasa
tasarısı hazırlayarak Meclise sundular:
“Enerji Bakanlığı, TBMM’ye sunduğu ‘Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun Tasarısı’na da, kayıp-kaçak paralarının elektrik abonelerine iade edilmemesi için madde koydu. Bakanlık maddeye, iadelerin yapılması halinde şirketlerin iflas edeceğini gerekçe gösterdi. Tasarının şirketlerle ilgili gerekçesi şöyle:
“2013 yılında 21 dağıtım şirketinin
hedef kayıp-kaçak oranları baz alınarak hesaplanan kayıp-kaçak enerjiye konu gelir ihtiyacı yaklaşık olarak
5,85 milyar TL’dir. Yine bu 21 dağıtım
şirketinin dağıtım gelir tavan toplamları ise yaklaşık 3,5 milyar TL’dir.”
“Bakanlığa göre şirketlerin toplam
geliri üzerinde olan bu maliyetin şirket-
açık: Yerli yabancı dağıtım şirketlerinin kârlarını korumak, bundan sonra olaşabilecek zararlarını da önlemek!
Şirketler,
bu
paraları
öderlerse
iflas
ederlermiş!
Gerekçeye bakın. Bu paralar (ki
öyle böyle değil tam 33 milyar TL) haksız, hukuksuz yere alınmış, bu şirketler
avantadan vurgun vurmuş kârlarına kâr
katmış, şimdi öderlerse batarlarmış...
Hukuk, bir karar alırken yapılan işlemin, alınan paranın haklı mı haksız mı olduğuna bakar. Yasalara uygunluğuna bakar.
Yoksa bu işlemi yaparsam bu şirket batar
mı diye bakmaz, bakamaz. Hukuk bu değildir. Karar doğru mu, hukuka uygun mu,
yasalara uygun mu değil mi ona bakar.
Ya bu 33 milyar TL’yi ödeyen halka ne olmuş? Zaten verdiğiniz ne ki?..
Şirketlerin çıkarına zarar vermemek için hukuksuzluk, adaletsizlik yapan bu hükümet, İşçi Sınıfının kan ve
lere yüklenmesi iflaslara neden olur. Bakanlık, kayıp-kaçak parasının abonelere
iade edilmemesine bir diğer önemli gerekçe olarak da yüksek meblağı gösterdi:
“2006 ila 2014 arasında... Sadece
teknik ve teknik olmayan kayıp bedeline ilişkin tüketicilerden yaklaşık 33
milyar TL tahsil edilmiş olup faiz ve
vekâlet ücretleri eklendiğinde bu meblağın birkaç katına çıkması kaçınılmazdır. Söz konusu meblağa dağıtım,
iletim, perakende satış ve sayaç okuma bedelleri de eklendiğinde toplam
meblağın iadesi fiili olarak mümkün
değildir.” (http://www.subuohaber.com/
ekonomi/33-milyar-lira-kayip-kacak-parasi-toplandi-geri-odenemez-h14376.html)
İşte tasarının gerekçesi bu kadar
gözyaşıyla elde edilmiş Kıdem Tazminatını gasp etmek ve Parababalarına
peşkeş çekmek isteyen de bu hükümet.
Dolayısıyla bu kimin hükümeti: halkın
mı, yerli yabancı Parababalarının mı? diye
sormak bile abesle iştigal gördüğümüz gibi.
Ama bu böyle gitmez. Halkın mücadelesinin sonucunda kurulacak Demokratik
Halk İktidarı, Tayyipgiller’den ve onların
sahibi yerli yabancı Parababalarından bu
vurgun ve soygunlarının hesabını kuruşuna kadar soracak. Halktan alınanlar halka
iade edilecek. Başta enerji olmak üzere
tüm sanayi kollarımızdaki özelleştirmeler iptal edilerek tekrar kamu malı haline
getirilecek. Bu mutlaka yapılacak. Tarihin hükmünü kimse engelleyemez...q
Ayının oyuna armuda
Parababalarının oyunu Kıdem Tazminatına
12 Eylülcülerin bile kaldırmaya, en azından daha fazla azaltmaya cesaret edemediği kıdem tazminatı konusu
AKP iktidarıyla birlikte yeniden gündemde. İşverenler; TİSK’çiler, TÜSİAD’cılar, MÜSİAD’cılar, TOBB’cular ellerinden gelseler kıdem tazminatını tümüyle ortadan kaldırmak, işçileri gelecek güvencesinden yoksun bırakmak
istiyorlar. Bunu da sürekli yeni senaryolar üreterek, İşçi Sınıfımızın bu konudaki kararlılığını test ederek yapıyorlar.
Bir gedik buldukları anda kıdem tazminatını ortadan kaldırmak, hatta deve etmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
12 Eylülcüler bile başaramamıştı
Tayyipgiller iktidarı, yerli yabancı Parababalarının istekleri-emirleri üzerine yıllardır İşçi Sınıfımızın kanı canı pahasına
elde ettiği bir hakkını, geleceğinin güven-
cesini gasp etmek istiyor. Dönüyor dolaşıyor aynı konuya geliyor. Öyle olmadı böyle olsun, böyle olmadı şöyle olsun diyerek
sürekli yeni biçimler üretiyor ama ürettiği
biçimlerin hepsinin amacı aynı: İşçi Sınıfımızın Kıdem Tazminatı Hakkını gasp
etmek!
Kıdem Tazminatı bildiğimiz gibi, işçilerimizin işten ayrıldığında ya da emekli
olduğunda çalıştığı yılla orantılı olarak aldığı toplu bir paradır. Bir anlamda Kamu
Çalışanlarımızın emekli olduklarında aldıkları emekli ikramiyesinin eşdeğeridir.
12 Eylül 1980 yılında ABD’nin “Bizim
Oğlanlar”ının gerçekleştirdiği 12 Eylül Faşist Darbesinin ilk icraatlarından birisi de
grevleri yasaklamak olmuştu. MGK, 16
Eylül günü yayımladığı bir bildiriyle, ikinci bir emre kadar bütün grev ve lokavtları
yasakladı. İşçi ve işveren sendikaları adına
toplusözleşmeler Yüksek Hakem Kurulu
aracılığıyla imzalandı. Ve işçi ücretleri düşürüldü. O yetmedi, işçilerin o zamana ka-
dar toplusözleşmeler aracılığıyla kazandıkları sosyal haklar kademe kademe ortadan
kaldırıldı. İkramiye sayısı düşürüldü. Kıdem tazminatına tavan getirildi ve kıdem
tazminatı yılda
bir maaş olarak belirlendi.
Oysa bundan
önce işçilerin
kan ve canla
başardıkları
toplusözleşmelerle kıdem tazminatları yıllık
40-45
hatta
60 güne yani
bir buçuk, iki
maaş düzeyine
yükseltilmişti.
İşte 12 Eylül Darbecilerinin bu işçi
düşmanı tutumları ve işçilerin ücretlerinin
ve sosyal haklarının tırpanlanması üzerine, o zamanın Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı olan
Halit Narin, “şimdiye kadar işçiler güldü, biraz da biz gülelim” diyerek açıkça
memnuniyetini dile getirmişti. Ki bildiğimiz gibi 12 Eylül Faşist Darbesinde Türk
Ordusu kasap satırı olarak kullanılmış ve
yerli yabancı Parababalarının, ABD’nin,
AB’nin ve onların finans örgütleri olan
IMF’nin, Dünya Bankası’nın dayattığı
programlar, başta 24 Ocak Kararları olmak
üzere, hayata silah zoruyla geçirilmişti.
Ama 12 Eylül Faşist yönetimi bile kıdem tazminatına sadece sınır getirmekle
yetinmek zorunda kalmıştı. Ondan daha
fazlasına cesaret edememişti.
12 Eylülcülerin bile kaldırmaya, en
azından daha fazla azaltmaya cesaret
edemediği kıdem tazminatı konusu AKP
iktidarıyla birlikte yeniden gündemde. İş-
verenler; TİSK’çiler, TÜSİAD’cılar, MÜSİAD’cılar, TOBB’cular ellerinden gelseler kıdem tazminatını tümüyle ortadan
kaldırmak, işçileri gelecek güvencesinden
yoksun bırakmak istiyorlar. Bunu da sürekli yeni senaryolar üreterek, İşçi Sınıfımızın
bu konudaki kararlılığını test ederek yapıyorlar. Bir gedik buldukları anda kıdem
tazminatını ortadan kaldırmak, hatta deve
etmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Yerli yabancı Parababaları, İşçi Sınıfımızın 15-16 Haziranlarda, Zonguldak Yürüyüşlerinde, şu an Tayyipgiller Hükümeti
tarafından Milli Güvenlik gerekçesiyle
yasaklanan Metal Grevlerinde, TİSK’e,
MESS’e karşı yürütülen mücadelelerde
gerçekten kanı ve canı pahasına elde ettiği haklarını, bu hakların en önemlilerinden
birisi olan kıdem tazminatını yok etmek
istiyorlar.
Senaryolardan senaryo beğenelim
AKP iktidarının son numarası, 4 senaryo üzerinden işçileri ve sendikaları ikna etmek. 4 senaryo öne sürerek birinden birini
hayata geçirmek, bir başka deyişle işçiye
ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istiyorlar. Milliyet Gazetesi’nin 1 Şubat tarihli haberine göre: “Kıdem tazminatında
korkutan senaryolar” var.
“Bir yıllık çalışma karşılığında bir
brüt ücret üzerinden hesaplanan kıdem
tazminatı sistemi değiştirilerek, fon sistemiyle yarım maaşa dönülmesi planlanıyor. Aradaki farkın ise fonda toplanan
paranın getirisiyle kapatılacağı söyleniyordu. Ancak Ankara’da masaya yatırılan fon sistemi senaryolarında çalışanların kıdem tazminatı yüzde 60 oranında
eriyor.”
Tablodan da görüleceği üzere hangi
senaryo uygulanırsa uygulansın sonuç şu:
Alavere dalavere işçi Mehmet nöbete, kı-
dem tazminatı sizlere ömür oluyor!
Biz “Fon” denilen mekanizmayı biliyoruz. Hem de çok iyi biliyoruz. Fon adı
altında alınterimizden kesilen paraların,
yerli yabancı Parababalarına sermaye olarak nasıl peşkeş çekildiğini biliyoruz. Hem
de çok iyi biliyoruz. O yüzden bu Fonu da
biliyoruz. İzin vermeyeceğiz.
Hatırlayalım, İşçi Sınıfımızdan ve
Kamu Çalışanlarımızdan 1997 yılında
Turgut Özal hükümeti döneminde “Konut
Edindirme Yardımı (KEY)” adı altında
zorla kesilerek biriken milyonlarca, milyarlarca lira “Konut Edindirme Fonu”
kurularak yıllarca işletilmiş, işverenlere
sermaye yapılmıştır. 1987 yılından 1995
yılına kadar kesilen paralarımız nihaye-
tinde “Tasarruf Teşvik Fonu”na devredilmiştir. 2008 yılında da birkaç yıl süren
maceralardan sonra fonda biriken paralarımız ödenmiştir. Hâlâ parasını alamayan
çalışanlarımız da mevcuttur.
Fon, sözde paramızı faize yatırarak nemalandıracaktı. Ama elimize geçen rakam
bırakın bir ev almayı, bugünün parasıyla
bin lira civarında olmuştur. Yani gerçek
anlamda yok edilmiştir kesintilerimiz. Ülkemizdeki yüksek enflasyon paramızın pul
olmasına yetmiş artmıştır.
Yine “İşsizlik Fonu” adı altında ücretlerimizden kesilen paralar, yasa hükmüne
aykırı olarak, hükümetçe kullanılmaktadır.
Yani Fonlar, paralarımızın pul edilmesinin adı olmuştur. O bakımdan “Kıdem Tazminatı Fonu” da aynı sonucu doğuracaktır.
Bundan en ufak bir şüphe duymuyoruz.
Başaramayacaklar!
Buna izin verecek miyiz?
Asla!
Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, tüm
halkımızla bu senaryoları bozmak için mücadele edeceğiz. Kazanılmış haklarımızın
bir kez daha elimizden alınmasına izin
vermeyeceğiz. Vermemek için elimizden
gelen her şeyi yapacağız. Her mücadele
aracını kullanacağız. Bu böyle biline!q
12
Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
Halkın Davası
İç güvenlik paketi altında yapılmak istenen
Bir rejim değişikliğidir
Sorularınız için mail adresimiz:
[email protected]
Halkımızın dikkatine sunuyoruz:
TBMM’de görüşülmeye başlanan
iç güvenlik yasa paketi, sıradan bir
yasa teklifi olmayıp, demokratik rejimi,
hukuk devletini ortadan kaldırarak faşist
ve baskıcı bir düzenin yasallaştırılma
çabasıdır.
Hukuk devletinde olamayacak ve
anayasaya açıkça aykırı düzenlemeler öngören bu paketle birlikte;
* Bireyler, yargı güvencesinden tamamen yoksun olarak korumasız hale gelecek, hak ve özgürlükler iktidarın, idarenin
ve polisin insafına terk edilecektir.
* Her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşü terör eylemi, buna katılan herkes terörist sayılabilecektir.
* Yargı kararı olmadan mülki amirler ve polis amirlerinin emri ile istenilen
kişinin 48 saat boyunca telefonları dinlenebilecek, kişilerin üstü, eşyası ve aracı
aranabilecek herkes fişlenebilecektir.
* Yargı kararı olmadan polis istediği
kişiyi 48 saat boyunca gözaltında tutabilecek, kişinin avukatına ulaşabilmesi engellenebilecektir.
* Bu şekilde polise, mülki amirlere
tanınan gözaltı ve arama kararı verme,
soruşturma yapabilme yetkisi ile birlikte
Anayasaya aykırı olarak yargı yetkisi idareye devredilecek, hakim ve savcılar devre dışı bırakılacak, mülki amirler ve polis,
hakim savcı konumuna gelecektir.
* Mülki amirlere ve polise tanınan hukuk dışı ve olağanüstü yetkilerle birlikte,
yaşam hakkı, kişi güvenliği, ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü gibi
özgürlükler tamamen ortadan kalkacaktır.
* Polise tanınan silah kullanma yetkisinin genişletilmesi ile birlikte yaşama
hakkı büyük bir tehdit altına girecek,
polis basınçlı, kimyasal katkılı boyalı su
kullanabilecektir.
* Tüm anayasal güvenceler yok
edilerek, polis yargı yetkisine sahip ve
sınırsız-denetimsiz bir güç haline getirilecek, devletin ve milletin polisi olması
gerekirken siyasi iktidarın silahlı gücü,
ordusu haline dönüştürülecek, güvence
olması gereken hukuk, bir silaha dönüşecektir.
* Polis ile yurttaş karşı karşıya gelecek, sonuçları kestirilemeyecek toplumsal gerginlik ve patlamaların fitili ateşlenecektir.
Sonuçta “iç güvenlik” adı altında
gelinecek nokta, iktidarın kendi siyasi
amaçları çerçevesinde yargının devre dışı
kaldığı ve yürütmeye teslim olduğu, kimsenin kişi ve hukuk güvenliğinin kalmayacağı bir “hiç güvenlik” ortamını sonuçlayacak kalıcı ve sürekli bir sıkıyönetim
olacaktır.
Uyarıyoruz!
Bu bir yasal değişiklik değil, bir rejim
değişikliğidir. Böyle bir rejim, kimsenin
nefes alamayacağı bir korku düzeni, koyu
bir faşizm ve diktatörlük olacaktır. Toplumsal doku, demokratik rejimin bünyesine aykırı bu düzenlemeleri reddedecektir.
Hukuk devletinde terörle ve suçla
mücadele belirli sınırlamalara ve denetimlere tabidir. Bu çerçevede yapılabilecek düzenlemelerin sınırı ise demokratik
toplum düzeninin gereklerine uygunluk
ve orantılılıktır. Hiçbir meclis çoğunluğu,
Anayasaya, hukukun genel ilkelerine, evrensel hukuk değerlerine aykırı bir düzenleme yapma, hak ve özgürlükleri güvencesiz bırakma, yargı yetkisini idareye terk
etme imkân ve yetkisini tanımaz.
Siyasi iktidarı akl-ı selime, hukukla,
hak ve özgürlüklerle inatlaşmamaya, ülkeyi kaosa ve vahim sonuçlara götürecek
bu yoldan dönmeye çağırıyoruz. Aksi
halde meydana gelecek sonuçlardan siyaseten ve hukuken sorumlu olacaktır.
İstanbul Barosu olarak bu yöndeki bir
düzenlemeyi tanımayacağımızı, yurttaşların hak ve özgürlüklerini koruma adına
Anayasal-demokratik yöntemlerle sonuna kadar bununla mücadele edeceğimizi
ve direneceğimizi ilan ediyoruz.
İç Güvenlik paketine
Balıkesir’de protesto
K
Kurtuluş Yolu
ESK Balıkesir Şubeler Platformu, Balıkesir Emekli-Sen ve
diğer halk örgütleri Mecliste görüşmeleri süren ve polise geniş yetkiler
getiren “İç Güvenlik Yasa Tasarısı”nın
geri çekilmesi amacıyla ortak eylem düzenlediler.
25 Şubat günü gerçekleştirilen eylemde kitle TÜİK Meydanı’nda toplanarak,
sloganlarla, alkışlarla, düdük çalarak Ali
Hikmet Paşa Meydanı’na kadar yürüdü.
“Bakma Baktıkça Sıra Sana Gelecek”,
“AKP’ye Değil Halka Güvenlik”, “Polis Devleti İstemiyoruz”, “Polis Devletine Hayır”, “Susma Sustukça Sıra
Sana Gelecek”, “Polis Devletine, Sıkıyönetim Yasalarına Hayır”, “Keyfi
Gözaltılar İstemiyoruz”, “Bonzai Değil
Özgürlük İstiyoruz” şeklinde slogan
atan kitle tasarıyı protesto etti. Eylem sırasında polis geniş güvenlik önlemi aldı.
Açıklamayı yapan KESK Şubeler
Platformu Dönem Sözcü vekili Ekber
Gün, demokrasiden, barıştan, kardeşlikten, insanca yaşamdan yana olan herkesi,
Polis Devleti-Sıkıyönetim Yasa Tasarının
geri çekilmesi için mücadeleye çağırdı.
Daha sonra söz alan Balıkesir Emekli-Sen Şube Başkanı Dr. Bekir Ceylan, bu
tasarının Tayyipgiller’in halktan korkusunun somut bir örneği olduğunu ve yaptıkları zulümlerin sonucu oluşacak tepkileri
engellemeyi, zorla bastırmayı amaçladığını söyledi.
Halkımızın bu diktatörlere boyun
eğmeyeceğini vurgulayan Bekir Ceylan,
herkesi bu yasa tasarısına karşı mücadele
etmeye çağırdı.
Zalimin Zulmüne Karşı
Mazlumun Direnişi Bir Haktır
Baştarafı sayfa 1’de
Kişilerin hangi dine inanacaklarına da
diktatör karışmaktadır bu devlette…
Kendileri gibi CIA Dini, Yezit-Muaviye İslamı’na inanmayanlar aforoz
edilmesi gereken kişilerdir. Kendilerinin
laması davasız geçmemektedir.
Son günlerde ise “Cumhurbaşkanına Hakaret” suçu, doğrudan tutuklamayı
gerektiren “katalog suç” halini almıştır
yandaş yargıçların uygulamasında.
Bilindiği gibi TCK’deki bu hüküm
Cumhurbaşkanı’na hakareti yaptırıma
rumu yapacak yargıçlar bulmak da artık
olası değildir, bu ülkede. Bizzat kendi hukuk bürolarına dönüştürdüğü yargı içinde
de “durumdan vazife çıkaran”lar çoğunluktadır. Krala yaranmak için hukuka bin
takla attırmak vaka-i adiyeden olmuştur.
Hukukçu yetiştiren Fakültelerden, öğretim üyelerinden tık çıkmamaktadır. Ancak
başta İstanbul Barosu olmak üzere üç büyük il barosu ile bazı baroların cesur çıkışlarını da burada anmamız gerekir.
Bütün bunlara karşın diktatörümüz rahat değildir.
Kendisi de çok iyi biliyor ki, bu böyle
gitmez.
Halkı ne kadar sıkarsan, keyfiliği, zorbalığı, haksızlığı, yolsuzluğu, vurgunu,
talanı ve çalmayı ne kadar alenileştirirsen
aynı oranda da tepki ile karşılaşırsın.
Şimdi sessiz duran yığınların; “Yeter Be!” dedikleri anda her şeyin tersine
döneceğini kendisi göremiyorsa bile, birilerinin kulağına fısıldadığı kesin.
İşte bu nedenden “İç Güvenlik Paketi” adını verdikleri, esasında ise kendi
güvenliklerini sağlamaya yönelik düzenlemelerle Valiye, Kaymakama ve polise
geniş yetkiler getirmekteler. Daha yasa
çıkmadan Polislerle, Muhtarlarla, Valilerle toplantılar yapıyor. Yakında Kaymakamlarla da yapacağı olası. Böylece
kendisine bağladığı bu görevlileri motive
etmeyi amaçlıyor. Bunda da başarılı olduğu kesin. Şimdiden bazı karakollarda
vurguncu, talancı, müsrif yönlerini gören bağlamıştır.
Oysa ülkede Cumhurbaşkanı yoktur.
ve itiraz eden, Hz. Muhammed’in ve Dört
Ya kim vardır?
Halife döneminin gerçek İslamı’nı savuÜzerine aldığı görevi tarafsızlıkla
nanlar da bunların düşmandırlar.
Bunlar Allah’la “kafadan gayrı mü- yerine getirmek için çalışacağına
sellah” kılarak mecnunlaştırdıkları ve namusu ve şerefi üzerine ettiği yemine
yarattıkları İşsizlik ve Pahalılık cehenne- rağmen, seçildiği günden itibaren parti
minde inin inim inleyen taraftarlarını ise; genel başkanı gibi davranan, mitingler
“bu dünya imtihan dünyasıdır, burada yapan, seçim işlerine karışan, muhalefet
çektiğimiz acılar öbür dünyada ödül/se- partilerini ve kendisini eleştiren her
vap olarak size geri dönecek” diye kandırarak ekonomik ve siyasi zulümlerine
onay verdirmektedirler.
Oysa kendileri Kaçak Saray’larında
lüks ve şatafat içinde günlerini gün etmekteler…
İşçi Sınıfımız; Grev Hakkı’nı mı
kullanacak, “genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte” dersin yasaklarsın.
Geliyorum diyen iş cinayetlerinde işçi
kardeşlerimizin katledilmelerindeki sorumluğu; “işin fıtratında var” diyerek,
ilahi güçlere havale edersin. Bu katliamların gerçek sorumlularını teşhir edenler
hakkında ise davalar açtırırsın.
Kamu Çalışanlarımız Laik Demokratik Eğitim mi istiyor; TOMA’yla, gazla,
polisler; “hele şu iç güvenlik yasası bir
kesime
copla, gözaltı ile dağıtırsın.
Kadınlarımızı; erkekle eşitlenmesi (alçak, şerefsiz gibi sözlerle) hakaretamiz çıksın, o zaman size göstereceğiz” tehdille cevaplar yetiştiren bir siyasi parti ditlerini savurmaya başladılar bile…
“fıtrata ters” diyerek aşağılarsın.
İlk uygulamalarını Mecliste kafa göz
Gençlerimiz itiraz mı etti, eleştirdi mi? lideri vardır.
İşte böylesine boylu boyunca siyasal yara yara milletvekilleri üzerinde deneHemen atarsın içeriye... Verirsin polisine
emri, hedef gözeterek katlettirirsin. Ardın- tartışmaların merkezinde yer almaya de- dikleri bu yasa ile şimdiye kadar polisin
gayrı resmi olarak
dan da “destan
yaptığı tüm fiiller
yazdınız” diye
dinlemeleri,
taltif edersin.
Bunlar Allah’la “kafadan gayrı müsellah” kılarak (telefon
keyfi gözaltılar, işKatilleri
yargılayan mah- mecnunlaştırdıkları ve yarattıkları İşsizlik ve Pahalılık lemleri ağırdan alakarakolda keyfi
kemeleri baskı
cehenneminde inin inim inleyen taraftarlarını ise; “bu rak
olarak bekletme işaltına
alırsın,
duruşmalarını dünya imtihan dünyasıdır, burada çektiğimiz acılar kenceleri) alenileştiyasal zırha büyüzlerce kiloöbür dünyada ödül/sevap olarak size geri döne- rilip
ründürülmektedir.
metre uzaklara
Ergenekon, Baltaşıtarak, Gezi cek” diye kandırarak ekonomik ve siyasi zulümlerine
yoz, Casusluk vb.
şehit ailelerine onay verdirmektedirler.
davalarla “site güikinci bir işkenOysa kendileri Kaçak Saray’larında lüks ve şatafat venlikçisi” duruce yaparsın.
muna düşürdükleri
Hangi birini içinde günlerini gün etmekteler…
Ordu’’yu iyice etkisayalım?..
sizleştirince, bu düVelhasıl zuzenlemelerle birlikte
lüm bu ülkenin
diktatöre bağlı “Polis
dörtbir yanında
vam eden bir kişinin Cumhurbaşkanı do- Ordusu” ile İslamcı-faşist düzenin yasal
gece gündüz kol gezmektedir.
Sözde bu ülkenin yasalarında toplantı kunulmazlığından yararlanması mümkün dayanaklarını oluşturmaktalar.
Anlaşılan o ki, önümüzdeki günler çok
ve gösteri yürüyüşü yapma, protesto etme, değildir. Yerleşik yargı içtihatlarına göre
düşünceyi açıklama hakkı tanınmıştır. konumu gereği ağır eleştirilere de katlan- daha çetin geçecek.
Çünkü diktatörümüz çok iyi biliyor
Oysa günlük yaşamda diktatörü eleştiren, mak durumundadır.
Ama ne yazık ki, böylesi objektif yo- ki; ya iktidarın doruklarında kalıp bütün
protesto eden hiçbir toplantı ve basın açıkyetkileri elinde tutacak ya da kollarına
geçirilmiş çelik bilezikle gideceği nemli
zindanlarda bundan sonraki ömrünü
geçirecek. Bu iki ucun ortasında bir yaşam
söz konusu değildir artık kendisi için…
İşte bu nedenden zalimin zulmü
artacak, artmakta…
Ancak zulmün olduğu yerde direniş de
haktır.
Uzaklara gitmeye gerek yok. Şanlı 1516 Haziran Direnişi ve Gezi İsyanı’mız;
bu hakkını kullanan kitlelerin neleri başarabileceklerinin en yakın ve somut
kanıtıdır. Tabiî merkezi, birleşik ve siyasi bir önderlikçe örgütlenip, yönetilip,
yönlendirilmesi kaydıyla...q
13
5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
Direnenler mutlaka kazanır
Başta AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller olmak
üzere tüm Ortaçağcılar yenildi.
Öyle ki Türkiye, yurtdışındaki tek toprak parçası olan
ve Suriye’de bulunan Süleyman Şah Türbesini boşaltmak zorunda kaldı. Tayyipgiller, istedikleri kadar bozguna zafer havası çalsınlar. Orada da yenildiler.
D
aima direnenler ve savaşanlar kazanır. Bu matematiksel bir kesinliktir. Ki yaşadığımız son olaylar
bunu bir kez daha doğrulamaktadır. Bundan önce böyle olmuştur, bundan sonra da
böyle olacaktır.
Konumuz Suriye. Bildiğimiz gibi,
ABD Emperyalistleri, “bin devletli dünya” planları doğrultusunda oluşturdukları
projeleri hayata geçirmek için dünyanın
dörtbir tarafında karışıklıklar çıkarıyorlar. Ortadoğu’da, Afrika’da, Balkanlar’da,
Kafkaslar’da, Asya’da halkları birbirine
düşürüyorlar. Aynı devlet içinde yaşayan
halklar arasına kan davaları sokuyorlar
ve oraları milliyetler, mezhepler temelinde bölüyorlar. Bir tek devletten (örneğin
Yugoslavya’dan) 7 devlet çıkarıyorlar. Ve
bu amaçlarına ulaşmak için de her yolu
mubah sayıyorlar. Hiçbir ahlaki değer taşımıyorlar. Milyonlarca ölü, milyonlarca
yaralı, milyonlarca göçmen onların umurlarında bile olmuyor. Yeter ki amaçlarına
ulaşabilsinler, vurgun ve sömürü düzenleri kesintiye uğramaksızın devam etsin.
Kârlarına kâr katsınlar ve dünyanın yeraltı
ve yerüstü servetlerini kendi çıkarları için
kullansınlar. Bu dünyada cenneti yaşasınlar. Bütün çabaları bu. Halkların yaşadıkları acılar, gezegenimizin karşılaştığı tehlikeler umurlarında olmuyor. İnsana düşman
oldukları gibi, doğaya, çevreye, hayvana
da düşmanlar.
İşte bu aşağılık işleri yapabilmek için
de dediğimiz gibi projeler üretiyorlar. Ülkemizi de ilgilendiren projelerden bir tanesi de “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)”
ya da “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi
(GOP)”. Bu projeyi hayata geçirebilmek
için önce Afganistan’dan işe başladılar.
Sonra Saddam Hüseyin liderliğindeki
Irak’ı işgal ederek, milyonlarca insanın
ölümüne, yaralanmasına, sakat kalmasına,
eşlerin eşsiz, çocukların babasız, ana babaların evlatsız kalmalarına neden oldular.
Milyonlarca göçmen de cabası... Ve nihayetinde Irak’ı filen 3’e böldüler.
Derken sıra Libya’ya geldi. Kaddafi
liderliğindeki Libya iktidarını devirerek,
Libya’yı da tekrar bir aşiret devletleri haline getirdiler. Hangi aşiret hangi bölgede
güçlüyse orada bir aşiret devleti kuruldu.
Artık Libya’da merkezi bir hükümet yok.
Savaşlar ve katliamlar söz konusu.
Libya’dan sonra sıra Suriye’ye geldi.
Suriye de şimdi kan revan içinde. Ülkenin
üçte biri IŞİD, ÖSO vb. şeriatçı, sapık, insanlıktan nasibini almamış örgütlerin denetiminde. Bir örgüt bitiyor yeni bir örgüt
doğuyor. Ama hepsinin amacı aynı: Yurtsever, halksever Beşşar Esad iktidarını yıkmak, Suriye’yi en az üçe bölmek ve AB-D
Emperyalistlerinin aşağılık planlarının hayata geçirilmesini sağlamak. Bundan başka bir şey değil yaptıkları. Ve şu an için de
belli oranda başarılı oldular bu planlarında.
Suriye fiilen üçe bölünmüş durumda.
Irak ve Libya orduları AB-D Emperyalistlerinin ve Ortaçağcı güçlerin saldırıları
karşısında kısa sürede devre dışı kaldılar.
Savaş yeteneklerini yitirdiler. Komutanlarının bir kısmı, belki birçoğu saf değiştirerek, liderlerini ve halklarını satarak emperyalistler ve işbirlikçilerin safına geçtiler.
Ve sonuçça bu ülkeler yenildiler. Ülkelerinin paramparça olmasına engel olamadılar.
Irak’ta Saddam, Libya’da Kaddafi, AB-D
Emperyalistleri ve işbirlikçiler tarafından
katledildiler. Lidersiz ve ordusuz kalan
halk da çaresizliğe düştü, gerilla savaşı
verse de başarılı olamadı. Şu an için yenilmiş durumdalar.
Ancak, Suriye’de tüm bu planları bozan ve bozacak olan bir durum var: AB-D
Emperyalistleri, bilumum Ortaçağcı güçlerin ve Kürt hareketinin çabalarına rağmen
Beşşar Esad Yönetimi ayakta! Direnmeye
ve kazanmaya devam ediyor!
Suriye lideri Beşşar Esad saldırılar
başladığı andan itibaren moralini yitirmedi, halkına ve ordusuna sahip çıktı. AB-D
Emperyalistleri karşısında hiç esnemedi.
Başlangıçta, saldırının yoğunluğu, şiddeti
ve çeşitliliği yüzünden askeri olarak bocalasa da kısa sürede toparlandı, savaşa uyum
sağladı ve saldırılar sonucu terk etmek
zorunda kaldığı bölgeleri, şehirleri, kasabaları geri aldı. Almaya da devam ediyor.
Ve Suriye Ordusu şu anda geniş bir saldırı
hazırlığında.
Bütün bu süreçlerde bölgenin bir parçası olan ülkemiz ise bildiğimiz gibi Tayyipgiller tarafından AB-D Emperyalistleri
ve Ortaçağcı gericiler safına aktif olarak
sürüldü. Irak’ta ABD Emperyalistleri İncirlik, Pirinçlik vb. askeri üslerini, İskenderun Limanını kullandılar.
Libya’da saldırıları yöneten NATO’nun
merkez karargâhı İzmir oldu.
Yani Irak ve Libya’da katledilen milyonlarca masum insanın kanına bulanmıştır elleri Tayyipgiller’in. Sözde Müslüman
olan Tayyipgiller, Müslümanların Hıristiyan AB-D Emperyalistlerince katledilme-
“İnşallah en kısa zamanda Şam’a
gidecek, kardeşlerimizle muhabbetle
kucaklaşacağız. Selahaddin Eyyubi’nin
kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi
Camii’nde namazımızı da kılacağız. Bilali Habeşi’nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi’nde kardeşliğimiz için dua
edeceğiz. O gün de yakın...”
Ancak o gün gelmedi. Gelmeyecek de.
Tayyipgiller avuçlarını yalayacaklar.
Bu, bu kadar kesin mi?
Kesin.
Niye?
Çünkü her şeyden önce Beşşar Esad
namuslu, yurtsever, halksever, yiğit bir
insan. AB-D Emperyalistleri karşısında
diz çökmedi, bocalamadı, taviz vermedi.
Ve bu tutumunu bugün de aynı kararlılıkla
sürdürüyor. Ve halkının yüzde 70’i Beşşar
Esad’ın arkasında.
“Şam’da BBC’nin sorularını yanıtlayan Esad, IŞİD konusunda işbirliğine
karşı olmasalar da Amerikalı yetkililerle
görüşmeyeceğini belirtti.
“Beşşar Esad, “Çünkü onlar, kuklaları olmayan hiç kimseyle konuşmazlar.
Şimdi bizim egemenliğimizde olduğu
gibi uluslararası hukuku çiğnerler. Yani
onlar bizle konuşmuyor, biz de onlarla
konuşmuyoruz.” dedi.” (http://www.bbc.
co.uk/turkce/haberler/2015/02/150210_
esad_bbc)
İşte Beşşar Esad kukla olmayı kabul etmediği için yenilmeyecek.
Ki bu gerçekliği artık bütün Batılı Emperyalistler, buna ABD de dahil, kabul
etmiş durumdalar. ABD Emperyalistleri
IŞİD’in yaptığı canavarlıklar, insanlıkdışı
uygulamalar ve soykırımlar sonucu, esas
hedefin IŞİD olduğunu söyledi. Tayyipgiller’in esas hedefin B. Esad olması gerektiği
yönündeki görüşlerine hiç itibar etmedi,
dönüp bakmadı bile ve kendi programını hayata geçirdi. Tayyipgiller bu konuda
da yanıldılar. Beklediklerini bulamadılar.
Çünkü efendiler, Beşşar Esad’ın da söylediği gibi kuklalara itibar etmezler. Hiç kimse itibar etmez kuklalara. Onları sadece bir
çöp gibi kullanırlar ve atarlar sonra. Hatta
lağım deliğine süpürürler...
“Birleşmiş Milletler’in Suriye Temsilcisi Staffan de Mistura, Suriye’de
herhangi bir çözümde Devlet Başkanı
Beşşar Esad’ın da yer alması gerektiğini
söyledi. 17 Şubat’ta Suriye’de siyasi çözüm çabalarına dair BM Güvenlik Konseyi’ne bilgilendirecek raporunu sunmaya hazırlanan Mistura, değerlendirmesini Cuma günü Viyana’da Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz ile ortak
basın toplantısı sırasında yaptı. Mistura,
Esad’ın çözümün bir parçası olup olmayacağına ilişkin bir soruya “Esad halen
Suriye’nin devlet başkanıdır, ortada bir
Ü
Gündem dışı
lkemizin gündemi günlük değil
saatlik, hatta saatten daha küçük
zaman
dilimleri
içerisinde
değişiyor. Bırakalım son bir ayı, son birkaç
güne bile baktığımızda, İşçi Sınıfımızın,
emekçi halkımızın, emekçi kadınlarımızın
tarafına baktığımızda içler acısı olayların art
arda gerçekleştiğini görüyoruz. Diğer tarafta, Parababaları ve Tayyipgiller cephesine
baktığımızda ise zenginliklerine nasıl zenginlik kattıklarını, yapay gündemlerle halkımızın gerçek gündemlerini nasıl gözden
düşürmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Yani
Şark Cephesinde değişen bir şey yok. Kış
kışlığını, puşt puştluğunu yapıyor.
20 yaşında gencecik bir fidan olan
Özgecan Aslan hunharca bir kadın cinayetine kurban gitti. Ülkemizin dört bir tarafında, bu canice cinayete karşı, bir bütün
olarak kadın cinayetlerine karşı, tepkiler
çığ gibi büyüdü. Tam, hadi bundan sonra
ırz suçlarını işleyenlere, kadın cinayetlerine karşı ciddi yaptırımlar, cezalar gelir mi,
derken yeni kadın cinayeti haberleri peş
peşe geldi ne yazık ki.
ki Satılmış Yıldız, 50 metre yükseklikten
eksi 7’nci kat zeminine düşerek hayatını
kaybetti. Çevik Kuvvet ekiplerinin ilk
yaptığı şey, olası tepkilere karşı bir TOMA
eşliğinde inşaatın önünde barikat kurmak olmuş.
Ocaklar söndü, yürekler yandı. Analar
evlatsız, kadınlar kocasız, çocuklar babasız
kaldı.
Ankara’da Ostim Organize Sanayi Bölgesi’nde, Nokta LPG Otogaz Dönüşüm
Sistemleri Toptan Satış Servisi’nde gaz aktarımı sırasında LPG tüpü patladı. Patlamada 5 işçi yaralandı. İşçilerin el ve yüzlerinde üçüncü derece yanık olduğu bildirildi.
Bunlar neredeyse bir günde yaşanan iş
cinayetleri. İşçi kardeşlerimiz hâlâ inşaatlardan düşüp hayatını kaybediyorsa, Torunlar Cinayetinden sonra işçilerimiz hâlâ
asansörden düşüyorsa, patlamalar oluyorsa
hâlâ, Tayyipgiller ne Soma’dan, ne Ermenek’ten ve ne de Torunlar katliamlarından
sonra taş üstüne taş koymamış demektir.
Tedbirleri ve yaptırımları arttırdık adı altında çıkardıklar paketler, torba yasalar hepsi
Karnımız açken, sendikalı olduğumuz için işten atılırken, iş cinayetlerine kurban edilirken, Tayyipgiller’in
yarattığı sahte gündemlere alkış tutamayız. Tayyipgiller’in, İŞİD’in kontrolü altında bile olsa hâlâ Türkiye
toprağı sayılan Süleyman Şah Türbesi’ni topuklayarak
bulunduğu yerden kaçırmalarına alkış tutmak olamaz
bizim gündemimiz. Öylesine topuklamışlardır ki, kazara bir asker hayatını kaybetmiştir.
Her seçimde olduğu gibi bu genel seçimde de mağdur rolüne bürünmek için icat edilen uydurma suikast
haberleriyle yatıp kalkamayız.
Kadın cinayetlerine ve ırz suçlarına
karşı Tayyipgiller mi cezaları ağırlaştıracaktı? 6 yaşındaki kız çocuğuyla evlenilebilir, ben zaten kadınla erkeğin eşit olduğuna inanmıyorum, çalışan kadın fuhşa
teşvik ediyor, kız mıdır, kadın mıdır, tecavüz mağduru tecavüzcüsüyle evlensin
diyen Tayyipgiller’dir bunlar. İktidarları
döneminde kadın cinayetlerinin yüzde
1400 arttığı Tayyipgiller. Fıtratlarında kadın düşmanlığı var bunların. Bu yüzden
bunlardan kadın sorununa ilişkin en ufak
bir çözüm bile beklemek ölü gözünden
yaş beklemeye benzer. Tam da bu noktada
Halkın Kurtuluş Partisi Programı’nın
sözde kalmıştır. Halkımızın geçici olarak
öfkesini dindirmek için ortaya atılmış içi
boş teranelerdir. Çünkü Tayyipgiller’in
görevi Parababalarının kâr düzenini korumaktır. Bunlardan aksini beklemek saflık
olur.
İşçi Sınıfımız bir yandan acılar
içindeyken, bir yandan da insanca çalışma
koşulları, insanca yaşamaya yetecek bir
ücret için mücadele ediyor. Sendikalarda
örgütleniyor.
Daha bugün DİSK’e bağlı Nakliyat-İş
Sendikasına üye işçiler Çankaya Belediyesi binasını işgal ettiler. CHP’li Çankaya
Belediye Başkanı (işveren), işçilerin Nak-
Menderes Keklik
sine ortak oldular, işbirliği yaptılar.
Suriye’de ise topraklarımız Ortaçağcı
gericilerin Suriye’ye geçiş noktası ve lojistik üssüne dönüştü. IŞİD, ÖSO vb. gerici örgütlerin, grupların merkezi haline
getirildi. Onlara her türlü olanak sağlandı
saldırılarını gerçekleştirebilmeleri için.
İstanbul’dan, Gaziantep’e, Hatay’a kadar
tüm şehirlerimiz bu sapıkların barınma, tedavi olma, saldırı örgütleme merkezlerine
dönüştürüldü. Şimdi de “Eğit-Donat” planı gereğince Kırşehir’de binlerce gericinin
askerî olarak eğitileceği (tabiî bu eğitimleri yüzlerce ABD askerleri verecek) kamp
oluşturuldu.
Tayyipgiller saldırının, başlangıçta birkaç aylık bir zaman dilimi içinde biteceğini
ve Şam’da, Emevi Camii’nde Cuma namazı kılacaklarını düşünüyorlardı. Hayal ediyorlardı. Tayyipgiller’in şefi Tayyip aynen
şöyle söylüyordu 5 Eylül 2012 tarihinde bu
konuda:
hükümet var. Sonuçta Esad çözümün bir
parçasıdır” dedi.” (Yurt Gazetesi, 17 Şubat 2015)
Gördüğümüz gibi Beşşar Esad ve Suriye Halkları kazandı. Başta AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller olmak üzere tüm
Ortaçağcılar yenildi.
Öyle ki Türkiye, yurtdışındaki tek toprak parçası olan ve Suriye’de bulunan Süleyman Şah Türbesini boşaltmak zorunda
kaldı. Tayyipgiller, istedikleri kadar bozguna zafer havası çalsınlar. Orada da yenildiler.
Yukarıda da söylediğimiz gibi direnenler ve savaşanlar mutlaka ama mutlaka kazanırlar.
Kuklalar (bizim Tayyipgiller gibiler)
ise lağım deliğine süpürülürler... Er ya da
geç...
Tarih bunu böyle gösteriyor. Tarihin
akışına kim karşı çıkabilir ki?..q
çözümü öne çıktı:
“Irz suçlarına idam gelmeli. Irz suçları dışında idam olmamalı.”
Ülkemiz Tayyipgiller’in yapay gündemleriyle çalkalanırken, iş cinayetleri
de peş peşe geldi. Fakat iş cinayetlerinin
kurbanı olan işçi kardeşlerimiz Parababalarının medyasında Tayyip’in kızına yapılacak uydurma suikast girişimi kadar bile
yer bulamadı. Bulabildilerse soluk bir resim ve “iş kazasında” “şu kadar kişi öldü”
diye biten ruhsuz haberlerde birkaç satırla
konu edildiler. Soma ve Ermenek Maden
Katliamları, Torunlar asansör katliamından
sonra iş güvenliği konusunda güya düzenlemeler getirilmişti, hani niye işçiler ölüyor
hâlâ, demedi kimse.
Konya’da Selçuk Üniversitesi Kampusu içerisinde yapımı devam eden derslik
inşaatında dış cephe izolasyonu yapan 35
yaşındaki Menderes Keklik, iskele üzerinde çalışırken dengesini yitirince düştü.
Yaklaşık 7 metre yükseklikten iskele demirlerine çarparak toprak zemine düşen
ve ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan
inşaat işçisi kurtarılamadı.
Niye düştü Menderes Keklik? Emniyet
halatı niye yoktu?
Bir kamu kurumunun inşaatında bile iş
güvenliğinin gerekleri denetlenmiyorsa, ülkemizde özel sektörün insafına terk edilmiş
diğer inşaatları varın siz düşünün…
10 işçinin asansör faciasında katledildiği Mecidiyeköy’deki Torunlar İnşaat’ın yanında yer alan Quasar İnşaat’ın 6’ncı katındaki asansör boşluğuna düşen 35 yaşında-
liyat-İş Sendikası’nda örgütlenmelerine
tahammül edemedi. 4 işçiyi işten çıkardı.
İşçiler Belediye binasını işgal ettiler.
Ne için?
CHP’li işveren (belediye başkanı) Anayasal haklarını hiçe sayarak işçileri işten
attığı için… Anayasal haklarını bileklerinin hakkına almak için…
Yüzlerce işçinin ekmeğini büyütecek,
sendikalı olmasını sağlayacak, atılan işçilerin geri alınmasını sağlayacak bu eylem
ulusal basında yer bulmadı. Parababalarının gündemi değil, bizim gündemimiz.
Karnımız açken, sendikalı olduğumuz
için işten atılırken, iş cinayetlerine kurban
edilirken, Tayyipgiller’in yarattığı sahte
gündemlere alkış tutamayız. Tayyipgiller’in, İŞİD’in kontrolü altında bile olsa
hâlâ Türkiye toprağı sayılan Süleyman Şah
Türbesi’ni topuklayarak bulunduğu yerden
kaçırmalarına alkış tutmak olamaz bizim
gündemimiz. Öylesine topuklamışlardır ki,
kazara bir asker hayatını kaybetmiştir.
Her seçimde olduğu gibi bu genel seçimde de mağdur rolüne bürünmek için
icat edilen uydurma suikast haberleriyle
yatıp kalkamayız.
Bizim değişmeyen gündemimiz, Emekçi Halkımızın payına düşen, kadınlara-çocuklara yapılan saldırılar, iş cinayetleri,
yoksulluk, işsizlik, pahalılık ve onların sonuçları olan olaylardır. Bu gündemlerimiz
için mücadele etmekten başka çaremiz yok.
Ne zamana kadar?
Bizim de gündemimiz gerçek anlamda
değişene kadar. q
14
Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
İki Vatan Partisi
“Münafıkça çocuklar, gene tarih kalpazanlığı yapıyor”
“Sosyalist Gazetesi’nin 1970 yılında
Eski solu biraz olsun bilenler bu doğyayınlanan
19. ve 20. sayısında Perinçek
ruları da bilirler. Yapılan isim hırsızlığının
Grubu
ve
Aydınlık
çevresini “CIA Sosahlâki olmadığını görürler. Üstelik ortada
yalizmi
Tarih
Kalpazanları”
ve “CIA
herhangi bir özeleştiri olmaksızın… NiSosyalizmi
Nasıl
Yapılır?”
yazılarıyla
tekim öyle de oldu. Günlük basında sol
eğilimli yazarlar bu isim hırsızlığına sessiz çok ağır eleştirir. Ayrıca Durum Yargılaması kitabında da yine aynı grup için
kalmadılar.
İlkin Gerçek Gündem sitesinde Gür- “biraz münafıkça çocuklar” tanımlakan Hacır konuyu “Kıvılcımlı Yaşasaydı masını kullanır.” (http://www.gercekPerinçek’e Ne Derdi?” başlıklı yazısıyla gundem.com/yazarlar/gurkan-hacir/2710/
ele aldı (14 Şubat 2015). Şöyle yazıyordu kivilcimli-yasasaydi-perinceke-ne-derdi)
Oda TV’de Halit Kakınç da bu duG. Hacır:
rumdan
rahatsızlığını belirtti. Soner Yal“Partinin kurucusu ve doğal lideri
çın’ın
Sözcü’de
iyi başlayıp aynı şekilde
Doktor Kıvılcımlı oldum bittim Perinbitiremediği,
Sahte
Vatan Partisi’ni destekçek grubuna mesafeliydi. Hatta mesafe
leyen
yazısını
Oda
TV’de eleştirdi. Sahte
şöyle dursun onları sol olarak dahi kaVatan
Partisi
çatısı
altında yurtseverlerin
bul etmezdi. Çok sert yazıları var.
birleşmesinin mümkün
olmadığını
belirtti (18 Şubat
2015):
“(…) Buradaki, Doğu Perinçek figürü ise çok
önemlidir.
“Türkiye’de
Sol’u en iyi bilenlerden birisidir Perinçek. Ama nasıl
bir Sol’u?.. Hangi
Sol’u?..
“Kimi zaman
koyu mu koyu bir
Maocu olmuştur.
Kimi zaman Atatürkçü… Kimi zaman da, Ermeni
Sahte Yeni Vatan Partisi
konusunda inanılması zor derecede
fanatik
bir
milliyetçi…
“Ancak gel gelelim...
“Yıllar önce Çin’e gittiğimde (Pekin,
“Sol soyağacımızda hemen hemen
Şanghay,
Urumçi, Kaşgar) ‘Türkiye’de
bütün hareket, örgüt ve partilerle kavhâlâ
Maocular
var’ deyince, Çinli muhagalı ve onlar tarafından ‘sol dışı’ olarak
taplarım
kahkahalar
atarak şaka yaptınitelenen Perinçek ve Aydınlık grubu
ğımı
sanmışlardı.
her ne nasılsa sola ait bütün isimleri top“Sevgili Soner…
lamayı başarıyor.
“Bu ittifaka kimse karşı değil… Ola“Örneğin bütün türevleriyle mahmaz.
kemelik ve kavgalı olmasına karşın
“Ama inandırıcı değil.” (http://www.
Türkiye İşçi Partisi’nin (Şu anki İşçi
odatv.com/n.php?n=soner-yalcina-cevaPartisinin değil TİP’in yani Türkiye İşçi
Partisi’nin de) isim hakkının Perinçek bimdir-1802151200)
Evet, Halit Kakınç gerçeği görüyor ve
grubunda olduğunu biliyor muydunuz?
ittifakın
neden inandırıcı olmadığını da
“Doğu Bey, alır ve biriktirir.
Doğu
Perinçek’e
bağlıyor. Bir bakıma kı“Şimdi sıra kendisine ağır eleştiriler
lavuzu
karga
olanın
burnu boktan kurtulyönelten Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi’nmaz,
diyor.
Aynı
zamanda,
Soner Yalçın’a
de...
da
“senin
bunları
bilmemen
mümkün de“Doktorcular buna ne diyecek göreğildir”
diyerek
dokunduruyor.
ceğiz...
Çok geçmedi, Gürkan Hacır’ın yukarı“Ama Doktor Hikmet, bugün yaşada
aktardığımız
yazısına Aydınlık Gazetesaydı, eminim pazar günkü kurultaya
si’nde
Sahte
Vatan
Partisi Basın Bürosu
bakar ve şöyle derdi.
Başkanı Tevfik Kadan “Gürkan Hacır
Baştarafı sayfa 16’da
Vatan Partisi’ne Saldırdı Yanıt Gecikmedi” başlıklı yazı ile cevap verdi (19 Şubat 2015). Şöyle yazıyordu:
“Mustafa Kemal’in Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni, Kıvılcımlı’nın ve Perinçek’in Vatan Partisi’ni aynı geleneğe koyuyoruz. Hepsi Namık Kemal’in Vatan
Kasidesi’ni okudular. Hakikat uğruna
yanmayı göze aldıklarını biliyoruz. Vatan davası 100 yıldır devam ediyor.
“Birbirine zıt görüşlü iki insan karşılaştığında aralarında bir tartışma başlıyor. Her biri, bir diğerinin tezini çürütmeye çalışıyor. Tezlerin bu karşılıklı çarpışması, zamanla tartışmayı körükleyip,
gerçeğe olan ilgiyi kışkırtıyor. Dolayısıyla her diyalog, diyalektiktir diyoruz.”
(http://www.aydinlikgazete.com/politika/
gurkan-hacir-vatan-partisine-saldirdi-yanit-gecikmedi-h63315.html).
Neresinden tutsanız elinizde kalacak
bir savunma!
Birincisi, Perinçek’in Kıvılcımlı’nın
sağlığında yaptığı, geleneğe, göreneğe,
devrimci ahlâka sığmaz. Yaptığı, yazının
başında da belirttiğimiz gibi, bir eleştiri
değil, çamur at izi kalsın çirkefliğidir. Üstelik Kıvılcımlı’ya karşı yapılan CIA-MİT
saldırıları ile eşzamanlı olarak… Bugünse
hiçbir özeleştiri veya düzeltme yapmaksızın, Kıvılcımlı’yı ve Kıvılcımlı’nın bazı
tezlerini savunur durumda.
İkincisi, Perinçek, 15 Şubat 2015 tarihli
Genel Kurul konuşmasında, 150 yıl önceki
Namık Kemal’lere kadar giderken burnunun dibindeki Kıvılcımlı gibi bir ulu dağı
atlıyor. Tabiî ki, bilinçli olarak. Dolayısıyla
yukarıdaki savunma tutarlı değildir.
Kaldı ki, Sahte Vatan Partisi’nin Başkanlık Kurulu’nda Hasan Korkmazcan ve
Yaşar Okuyan gibi pisliğe batmış ve arınması zor, halk düşmanı burjuva siyasetçileri de yer alıyor. Bu isimler bugün koltuk
sahibi olamadıklarından şimdi Tayyipgil’e
karşı esip gürlüyorlar, kulağa hoş gelen
sözler söylüyorlar. Tayyip bugün dese, gelin sizi milletvekili yapayım, koşa koşa
giderler. Birlik denerek iflah olmaz gericilerle düşüp kalkmak, halka karşı başka bir
ihanet içinde olmaktır.
Gerçek Vatan Partisi’ne gelince, Demokrat Parti terörüne karşı cesur, cansiparane bir legal çıkıştır gerçek Vatan Partisi.
İstanbul’un yoksul işçi semtlerinde dinle
afyonlanarak karın tokluğuna sigortasız çalıştırılan işçi yığınlarını uyarma ve devrime
götürme çıkışıdır. Kurucularının da büyük
kesimi fabrika cehennemindeki işçilerdir,
yoksul halk kesimlerinden gelen emekçilerdir. Kıvılcımlı kendisi de devrime yaşamını
adamış bir işçi çocuğudur. Bu yönüyle Vatan Partisi o zamana kadarki sol girişimlerden epeyce farklıdır; bugünkü Sahte Vatan
Partisi’nin Kıvılcımlı’nın deyişiyle “sos-
yalist beycikler”inden haydi haydi farklıdır (bu konuda Perinçek zokasını yutmuş
iyi niyetli yurtsever insanlarımızı şimdilik
bu benzetmenin dışında tutarız). İşçilerle
bu derece sıkı bağı olan tek devrimci harekettir. Bu bakımdan da kutsal bir devrimci
mücadeledir Vatan Partisi çıkışı. Kıvılcımlı’nın ünlü Eyüp Konuşması, bu mücadelenin ürünüdür. Gericiliğin elindeki din
silahı konu edilir, tıpkı bugünkü Tayyipgil
ve Fetogil gibi din bezirganlığı yapanların
gerçek Müslüman olmadığı vurgulanır. Ve
çözüm olarak da Türkiye için ayakları yere
basan, gerçekçi bir Demokratik Devrim
Programı konur. Bu yüzden Vatan Partisi
Amerikancı DP iktidarının yüreğine korku
salmış ve alelacele kapatılmıştır.
Vatan Partisi Programı’nda şu pasaj yer
Gerçek Vatan Partisi Demokrat Parti terörüne karşı
cesur, cansiparane bir legal çıkıştır. İstanbul’un yoksul işçi semtlerinde dinle afyonlanarak karın tokluğuna sigortasız çalıştırılan işçi yığınlarını uyarma ve
devrime götürme çıkışıdır.
alır ve bugünkü gelişmeler için önemlidir:
“Demokrasimizin bugünkü temeli,
Kuvayımilliyeci geleneğimizin son yadigârı olan ANAYASAMIZ’dır. Gelişigüzel değiştirilmekten ziyade, ilk ruhuna
sadık kalınarak uygulanmasını bekliyen
Anayasamıza göre:
“Milliyetçiyiz: Mukadderatımıza tek
yabancı karıştırmayağız.
“Devletçiyiz: Pahalı devletin yerine,
vatandaşa iş bulmayı birinci vazife bilen
ucuz devleti geçireceğiz.
“İnkılâpçıyız: Her türlü maddî sömürüyü kaldıracağz.
“Lâyikiz. Her türlü manevî sömürüyü kaldıracağız.
“Halkçıyız: Osmanlı artığı bezirgan
ve hacıağa oligarşisinin önderliği yerine,
çalışan çoğunluğumuzun önderliğini tutacağız.
“Cumhuriyetçiyiz: Halk tarafından,
halk için İdare, ve Kültür sistemleri kuracağız.
“Parolamız: Hür, kuvvetli, bahtiyar
Türkiye’dir.” (Vatan Partisi Tüzüğü ve
Programı)
Şimdi Perinçek, 15 Şubat 2015 tarihli
Genel Kurul konuşmasında ne diyor, ona
bakalım.
“Parolamız vatan, işaretimiz emek ve
namus.
“Mustafa Kemal Atatürk’ün, büyük devrimci önderimizin Anayasamı-
Bir Seçim “İş”inde daha Bezirgân Partilerin kasaları doldu:
Halkın Partileri çırpınsın dursun!
Senin-benim, tüyü bitmemiş yetimin, herkesin rızkından kesilen paralarla zaten
her yıl hazine yardımı alan partiler, seçim dönemlerinde de bu paraları ikiye, üçe
katlayarak kasalarına akıtınca, seçim sürecine girildiğinde neler yapmazlar ki?..
Bu paralarla oy satın alabildikleri gibi, fütursuz propaganda yöntemleriyle halkımızı canından bezdirmektedirler.
Bu, yıllardır böyledir. Bu yıl da aynı olacağı kaçınılmazdır.
B
ildiğimiz gibi 7 Haziran 2015 tarihinde Milletvekili Seçimleri yapılacak. Bu seçimlere 32 partinin
katılacağı Yüksek Seçim Kurulu (YSK)
tarafından ilan edildi.
Bu partiler arasında
Partimiz HKP de bulunmaktadır.
Bir siyasi partinin,
hele hele bizim gibi
partilerin seçimlere
katılma yeterliliğine
sahip olmaları öyle
çok kolay değil. Başta
Siyasi Partiler Yasası
olmak üzere, Milletvekili Seçimi Kanunu, Mahalli İdareler
Kanunu, Seçimlerin
Temel Hükümleri Kanunu gibi çeşitli yasalarda; seçime katılabilme yeterliliğine
ulaşabilmek için İllerin en az yarısında
örgütlenmiş olmak koşulu getirilmiştir. Bu
da yetmezmiş gibi, bir ilde örgütlü sayılmak için o ilin ilçelerinin en az 1/3’ünde
örgütlenmiş olmak zorunluluğu bulunmaktadır.
Kuruluşla birlikte karşılaşılan bu barajları aşıp, milletvekili seçimine geldiği-
mizde ise yine başka engeller karşımıza
çıkmaktadır. İllerin en az yarısında aday
gösteremeyen partinin ülke genelinde se-
çimlere katılması mümkün değildir.
Bunlar da aşıldı seçimlere katıldık, diyelim. Bu kez de herkesin bildiği gibi %
10 barajı karşımıza çıkmaktadır. Yani bir
partinin, seçimlerde milletvekili çıkartabilmesi için ülke genelinde geçerli oyların
en az % 10’unu alması zorunluluğu bulunmaktadır.
Kuruluştan sonra Anayasa Mahkemesince her yıl yapılan mali denetimleri, İlçe
Seçim Kurulları’nın defter, kayıt vb. denetimlerini saymıyoruz.
Bir siyasi partinin, yukarıda özetinin
özetini verdiğimiz bu barajları aşabilmesi
ancak yeterli mali olanaklara sahip olmasıyla mümkündür.
Daha kurulurken büyük mali güce sahip olan ve hatta Batılı Emperyalistler
tarafından oluşturulan projelerin sonucu
olarak kurdurulan burjuva partilerinin, bu
konuda bir sorun yaşamaları mümkün değildir. Onlara para; yerli-yabancı Parababaları tarafından oluk oluk akıtılmaktadır.
Onları bu paralar dahi doyurmadığı
için, bir de “Hazine Yardımı” adı altından
her yıl devletten yardım almaktalar. Daha
doğrusu Siyasi Partiler Yasasına koydukları Ek-1 madde ile; her yıl genel bütçe
gelirleri toplamının 5 binde 2’si oranında
parayı kasalarına akıtmaktalar. Yine aynı
madde uyarınca, bu paraları yerel seçimlerin yapılacağı yılda 2 katı, milletvekili
seçimlerinin yapılacağı yılda ise 3 katı
oranında almaktalar.
Örneğin; geçtiğimiz yıl 30 Mart’ta
yerel seçimler yapıldı; Mecliste milletvekili olan partilere toplam: 315,7 milyon
TL aktarıldı. (177 milyon 130 bin 328
lirası AKP’ye, 92 milyon 343 bin 259 lirası CHP’ye, 46 milyon 233 bin 934 lirası
zın başına yazarak bıraktığı büyük Altı
Ok programı var. Programımıza sonuna kadar güveniyoruz ve büyük Türk
Milleti’nin, milliyetçilerini, halkçılarını, sosyalistlerini, Namık Kemaller’den
Mustafa Kemaller’e büyük devrimimizin programı olan Altı Ok’ta bütün
milletimizi birleşmeye çağırıyoruz.
İşte bu programla yürüyoruz.” (http://
www.ulusalkanal.com.tr/gundem/dogu-perincek-parolamiz-vatan-isaretimiz-emek-ve-namus-vatan-partisinde-birlesiyoruz-h50007.html)
Bilimde de, siyasette de kendinden
önce söylenenler varsa buna atıfta bulunursun. Bilim ahlâkı da, devrimci ahlâk da
bunu gerektirir. Ama kişi böyle yapmayıp
kendinden önce söylenenleri ve yapılanları
MHP’ye..)
Bu yıl milletvekili seçimleri yapılacağı için; AKP’ye 297.980.095 TL, CHP’ye
155.345.804 TL ve MHP’ye de 77.777.715
TL olmak üzere Toplam: 531.103.614 TL
para aktarıldı.
Bu arada; “HDP de Mecliste ona niye
hazine yardımı yapılmıyor?” sorusu akla
gelecektir, haklı olarak. Bilindiği gibi bu
partideki milletvekilleri, seçimlere bağımsız olarak katılıp milletvekili seçildikten
sonra BDP çatısı altında sonradan grup
kurduklarından hazine yardımı bu partiye
verilmemektedir.
Görüldüğü gibi, senin-benim, tüyü bitmemiş yetimin, herkesin rızkından kesilen paralarla zaten her yıl hazine yardımı
alan bu partiler, seçim dönemlerinde de
bu paraları ikiye, üçe katlayarak kasalarına akıtınca, seçim sürecine girildiğinde
neler yapmazlar ki?.. Bu paralarla oy satın alabildikleri gibi, fütursuz propaganda
yöntemleriyle halkımızı canından bezdirmektedirler.
Bu, yıllardır böyledir. Bu yıl da aynı
olacağı kaçınılmazdır.
Adamlar zaten hemen her gün TV’lerde boy göstererek evlerimizin içindeler.
Bunlara bir de reklamlar eklenecek. Yetmiyormuş gibi, geri dönüşümü olmayan
ve çevre kirliliğine neden olan bayraklarla
tüm sokakları ve caddeleri donatacaklar.
Parayı basıp kiraladıkları ilan panolarını
büyük boy afişleriyle kapatacaklar. Onlarca, yüzlerce araçlarıyla yaptıkları sesli
propagandalarla gürültü kirliliğine devam
edecekler.
Kıvılcımlı Usta bundan 50 yıl önce,
Bezirgân partilerinin coşku içinde yürüttükleri bu Ali Cengiz oyununu bakın nasıl
görüyor, gösteriyor:
doğrudan kendi ürünüymüş gibi sunarsa,
bu sahtekârlığa veya hırsızlığa girer. Demek ki, hırsızlık sadece parti ismini aşırmakla kalmıyor!
Keşke Kıvılcımlı’yı içtenlikle anlayabilse, tahrif etmese. Kıvılcımlı bir sistemdir. Bazı görüşlerini cımbızla çekip almak
ve yararlanmak, tıpkı geçmişte yaptığı sözde eleştiriler gibi, bir işe yaramaz. Hatta
devrimci harekete zarar verir.
Perinçek, şimdi bazı doğruları çekip
alıyor ama yanı sıra bu doğruları çok daha
büyük yanlışlarla harmanlıyor. Böylece
doğruların yanlış gibi görülmesine yol açıyor veya inandırıcılığını zayıflatıyor. Ayrıca, halktan kopuk bir aydın hareketi, Sahte
Vatan Partisi. Özveriyle halk mücadelesi
yürütecek bir kadro da yok ortada. Ayrıca,
Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt
Sorunu’nda bakış açısı MHP bakış açısından farklı değil, şoven. Bir yıldan beri,
tek taraflı olarak Feto’ya saldırıp Tayyip’e
dokunmamak taktiği de cabası. Böyle bir
harmanlama muhalif güçleri bir araya getiremez, getirdi görünse de kalıcı olmaz, geçici olur. Bir araya gelenleri de iğdiş eder.
Özetle, iki Vatan Partisi olmuştur.
Bunlardan Perinçek ve ekibinin yönettiği sahtedir. Gerçek Vatan Partisi’nin
karikatürleştirilmesidir. Bu büyük devrimci Hikmet Kıvılcımlı’ya sinsice yapılan yeni bir saldırıdır. Tabiî gerçek devrimcilere de…q
“Seçim kampanyası açıldı. Türkiye’de hiçbir “İŞ” seçim kadar heyecan
ve ter döktürmüyor. Çünkü seçim, yalnızca bir “SEÇİM” değil, aynı zamanda
en büyük “İŞ”tir. Amerikalı “iş adamı”nın güttüğü anlamda bir “İŞ”, işverenin “İş
Bankası”, İşçinin son yıllar Devlet zoruyla
haraca bağlanışı demek olan sendikacı
“Türk-İş” gibi bol kazanç getirici bir
ticaret ve hava oyunudur. Amerika’nın
petrolcü akıl hocasının direktifi ile
ülkemize “Çift Parti” olsun diye sokulan
demokrasi, Amerika’da olduğu kadar
Türkiye’de de vaktiyle Şark usulü “İbadet
mahfi, rezalet mahfi” diyerek gizli kapaklı
yapılan işlerin, perde yırtılarak yapılması
oldu. Demokrasinin ruhu sayılan seçim
şimdi açık seçik bir İŞ’tir: Ne ziraat İş’i,
ne ticaret İş’i, ne sanayi İş’i, ne batakçı
toprak ağalığı İş’i, ne lotaryacı bankacılık İş’i; seçim işi, seçim ticareti, seçim
sanayi, seçim ağalığı, seçim bankerliği
kadar kolay ve hiç masrafsız en muazzam kâr sağlayıcı değil.” (H. Kıvılcımlı,
Çaltı Dergisi, sayı 129, 4 Ekim 1965)
Aradan 50 yıl geçmiş aynı seçim “İş”i
devam etmekte değil mi?
Ceplerinden bir para mı çıkıyor?
Hayır!
Sadece hırsızlığın ve vurgunun boyutu
genişledi, çeşitlendi.
Bir kısmını hazine yardımı adı altında,
sadece seçime katılmakla alıyorlar. İktidara geldiklerinde ise yedi sülalelerini doyuracak kadarını da; özelleştirme, taşeronlaştırma, ihale, vurgun, hortumlama gibi
yöntemlerle aşırmaktalar.
Bu hengâme içinde, üyelerinden topladığı aidat ve bağışlarla, bazı üyelerinin
olağanüstü fedakârlıklarıyla, inanç ve bilinç kararlılığıyla mücadele yürüten bizim
gibi partilere de halka sesini duyurabilmek
için çırpınmak kalıyor.
Ne yapalım, eşitsiz koşullarda da olsa,
Emekçi Halkımızı örgütleyip ordulaştırana kadar bıkmadan, usanmadan, yılmadan
mücadeleye devam.q
15
5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015
Aliağa Radyoaktif Atık Çöplüğü Değildir
Şoförlere hakaret eden,
şoförlerin temsilcisi
olamaz
Aliağa’da gemi söküm
tersaneleri kapatılmalı
Baştarafı sayfa 16’da
Aliağa Gemi Geri Dönüşüm Derneği
daha KUİTO gemisi gelmeden ve araştırmalar yapılmadan temizliğini ilan etmiştir.
Bu güven nereden gelmektedir?
Yoksa geminin sadece 4 saatlik bir tarama sonucu verilen temiz raporu önceden
mi hazırlanmıştır?
TAEK’ten lisans almış olan şirketin
web sitesindeki sertifika belgelerine göre;
Radyasyon ölçümü yapabilme belgesi
14.07.2010 tarihinde alınmıştır ve süresi
2 yıldır. Türk Akreditasyon Kurumu tarafından verilen Akreditasyon Sertifikası 22
Ekim 2014 tarihinde alınmış ve 2011 tarihinde revizyon görmüştür. Bu belge 16 Nisan 2013 tarihine kadar geçerlidir.
O zaman “akredite tarihi bitmiş bir
şirket mi radyoaktif madde ve tehlikeli
atık taraması yapmıştır?” sorusunun cevabı verilmelidir.
Angola açıklarında petrol rafinerisi
görevini yapan bu tanker gemisi halen
2 milyon metre boru yükü taşımaktadır. Bu zehirli borunun son durumu nedir?
Bu tespit raporunda belirtilmiş midir?
Çünkü Çevre Mühendisleri Odası’nın
Texom Firmasının araştırma raporuna göre
KUİTO gemisi 1975-1979 yılları arasında
ham petrol işlemesinde kullanılmıştır, halen 2 milyon metre boru yükü taşımaktadır.
Texom firmasına göre sınır aşan değerler şimdiki ölçümlerle çelişmektedir. O
zaman yapılacak iş şudur: Uluslararası bağımsız uzman bir kurum tarafından ölçümler ve kontroller yapılmalıdır. Bu denetim
raporu açıklanana kadar KUİTO gemisinde
kesinlikle söküme başlanmamalıdır.
KUİTO gemisinde biliminsanlarına
göre dolu tanklar olduğu ve borularda petrol atığı olduğu belirtilmiştir.
Bu durumda ÖGE Gemi Söküm Tesis-
lerinde hiçbir işlem yapılmamalıdır. Aliağa
Kaymakamı ve İzmir Valisi bu konuda duyarlı olarak yeni bir denetim yapılmasını
istemelidir. Önemli olan sadece şirketin
kazanacağı para değil ama bu şirkette söküm yapacak 250 işçinin ve halkın yaşamıdır. Halkın ve işçinin yaşamından sorumlu
olanlar görevlerini yapmalıdırlar. KUİTO
gemisi şimdiye kadar söküm yapılacak en
büyük gemidir. Ve bir o derece de tehlikeli
bir gemidir. Burada gemi sökümüne karar verecek olanlar KUİTO gemisinden
kaynaklanacak ölümlerden ve hastalıklardan sorumlu olacaktır.
ÖGE Gemi Söküm Tesisleri Aralık
2014 tarihinde 23 Parselde gemi söküm işleri için ruhsat almıştır. Ama bu şirket işçi
sağlığı ve iş güvenliği açısından sabıkalıdır. 28 Mart 2013 tarihli Aliağa Ekspress
Gazetesi’ndeki haber şöyledir:
“Aliağa Gemi Söküm Tesisleri’nde meydana gelen iş kazasında bir kişi
hayatını kaybetti. Edinilen bilgiye göre;
Aliağa Gemi Söküm mevkiinde yer alan
Öge Gemi Sanayi şirketinde görevli olan
Ersin Şahin’in (22) iş makinesinin altında kalarak hayatını kaybettiği belirtildi.
Sivas’ta yaşayan ailesinin yanından çalışmak için Aliağa’ya ablasının yanına
geldiği öğrenilen Ersin Şahin’in, yaklaşık üç ay önce askerden yeni döndüğü ve
eniştesinin yanında işe başladığı belirtildi. Sahada bulunan saçları kamyona
yüklediği sırada geri geri hareket etmekte olan iş makinesinin altında kaldığı
ifade edilen Ersin Şahin’in olay yerinde
hayatını kaybettiği öğrenildi.”
Gemi Geri Dönüşüm Sanayicileri Derneği’ne sorarsanız: “Ülkemiz çevre ve iş
sağlığı uygulamaları ile gemi geri dönüşüm faaliyetlerinde lider ülke konumundadır. Çevre ve iş sağlığı için risk teşkil
eden gemilerin tesislere kabul edilme-
mesi konusunda hassasiyet göstermektedir”
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda
önlemler alıyorsanız “İzmir Gemi Geri
Dönüşüm İşletmesine söküm için getirilen Letonya bayraklı ‘Kaugiri’ adlı balıkçı gemisinde çıkan yangın sırasında
ambara düşen işçilerden 47 yaşındaki
Nurettin Durgun yanarak hayatını kaybederken, işçi 28 yaşındaki Yalçın Arzuman ağır yaralandığı” zaman siz ne yapıyordunuz?
Bu ölümleri protesto yürüyüşü sırasında bir sendika temsilcisinin söyledikleri
yanlış mıydı?
“Son 10 yılda ülkemizde 17 bin 865
işçi çalışırken iş cinayetleri sonucu hayatını kaybetti. Dünyanın en moderni
olduğu söylenen Aliağa Gemi Söküm Tesisleri’nde 6 ay içinde 5 iş kazası yaşandı. Son bir hafta içinde 2 ayrı iş kazasında 2 arkadaşımız hayatını kaybetti. Bir
arkadaşımızın bacağı kesilmek zorunda
kaldı. Bir arkadaşımız yoğun bakımda
yaşam mücadelesi veriyor. Bu iş cinayetleri insana ve doğaya değer vermeden,
daha çok para hırsında olan patronlar,
onların hizmetinde olan siyasiler yüzünden gerçekleşiyor” dedi.
Öyleyse soruyoruz nerede uygulayamadığınız ama duvarlarınızı ya da dosyanızı
süsleyen BSOHSAS 18001:2007 İş Sağlığı
ve Güvenliği Yönetim Sistemi Sertifikası?
KUİTO gemisi sökümü derhal durdurulmalıdır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği
yönünden tüm işyerleri sıkıca denetlenmelidir. Amerika ve Avrupa’da çalışmaları
durdurulan gemi söküm tesisleri ülkemizde
de kapatılmalıdır. Tüm sökülecek olan ve
sökümü devam eden gemiler ağır metal, asbest ve radyoaktif atıklar açısından bağımsız bir denetim kurumu tarafından denetlenmelidir. Çünkü ortada şaibeli bir durum
vardır. Gerçekler açığa çıkarılmalıdır.
Çevre dostu, doğa dostu ve her şeyden
önce insan sağlığına değer veren Halkın
Kurtuluş Partisi, KUİTO’nun peşini bırakmayacaktır. Aliağa Halkının sağlığını
ilgilendiren her konuda gerekeni yapacaktır. Bu konu sadece Aliağa Halkının değil
İzmir Halkının da sorunudur. Çünkü Gemi
Söküm Tesisleri’nden yayılan kanserojen,
radyoaktif ile benzeri tehlikeli ve tehlikesiz atıklar İzmir Halkının sağlığını tehlikeye atmaktadır. Çelik işverenleri zenginleşsin diye gemilerin hurdaları ülkemizde
temizlenemez. Parababaları kâr etsin diye
işçi sağlığı ve insan sağlığı tehlikeye atılamaz. Gemi Söküm Tesisleri kapatılmalıdır. Çalışan işçilere yeni iş imkânı yaratılmalıdır.
Temiz çevre, yaşanabilir doğa ve temiz
toplum için çözüm Halkın İktidarı’dır.
HKP
İzmir İl Örgütü
Çankaya Belediyesini işgal
kazanımla sonuçlandı
Baştarafı sayfa 16’da
Bugüne nasıl gelindi?
Nakliyat-İş Sendikası, Çankaya Belediyesinde çöp toplama ve nakliyesi işini
yapan taşeron 651 işçinin çalıştığı taşımacılık iş kolundaki Norm Altaş İş Ortaklığı’nda örgütlenmesi belirli bir aşamaya
gelmiş, toplu iş sözleşmesi yetki tespiti
için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına başvuru yapmıştır.
Yıllardan beri taşeron cehennemine
mahkum edilen Norm Altaş İş Ortaklığında çalışan işçiler, Anayasal haklarını kullanarak sendikaya üye olmuşlardır.
Nakliyat İş’in örgütlenmesinden,
işçilerin üye olmasından haberdar olan
Çankaya Belediyesi ve Norm Altaş
işvereni toplantılar yaparak “sendikaya
üye olmak yasal hakkınız” derken diğer
yandan “amalarla” başlayarak psikolojik
baskılar, tehditler yapmaya başladı. Bu
baskılar örgütlenmeyi engellemeyince
işçileri korkutmak ve yıldırmak için sudan
bahanelerle 4 sendika üyesini keyfi hukuksuz bir şekilde işten attılar. Sorunun
çözümü için Çankaya Belediyesi ve taşeron firma yetkilileri ile yapılan görüşmelerden de bir sonuç çıkmadı.
Ö
zgecan ASLAN kızımızın hunharca katledilmesi bütün Türkiye
Halkı gibi bizlere de büyük bir
acı vermiştir.
Yaşanan bu elim olay sonrası TŞOF
Başkanı Fevzi APAYDIN tarafından basına yapılan açıklamalar ise bir o kadar
üzücüdür. Fevzi APAYDIN’ın “Şoförler
başıboş kaldı denetleyemiyoruz” açıklamaları tamamen manipülasyondur. Gerek toplumu, gerek bürokratları, gerekse
de yasa yapıcıları aldatmaya yöneliktir.
2005 yılında hükümetin çıkarttığı
Başkanlık ve genel başkanlık görevini
2 dönem üst üste yapanların aradan bir
seçim dönemi geçmedikten sonra tekrar başkan seçilemeyecekleri yasasından
sonra (5174 Sayılı Odalar Ve Borsalar
Kanunu), başta sayın Derviş Günday olmak üzere tüm illerdeki oda başkanları
Ankara’da, Mecliste karargah kurdunuz.
Kendi saltanatınızı korumak adına yapmadığınız şey kalmadı. Hanginizin aklına geldi odalardan şoförlerin kayıtlarının silinmesi? Yürütmeyi durdurma
kararı alınca aklınıza geldi tabi. Çünkü
odalardan şoförlerin kayıtları silinince
odaların geliri azaldı buna bağlı olarak
da maaşlarınız düştü hoşafın yağı eksildi
yani!
Şoförleri temsil etme yetkisi olmayan TŞOF’un şoförler hakkında
suçlayıcı ifadeler kullanmasını şiddetle kınıyoruz. 5510 sayılı yasaya göre
şoförlerin temsil edilmesi konu ile ilgili
sendikalar ve dernekler tarafından olmalıdır.
Sizin ifade ettiğiniz gibi şoförler başıboş ve denetimsiz değildir.
çerçevesinde denetlenmektedir.
Şoförleri Denetleyen Kurumlar ve Yasalar:
1- 2918 Sayılı Karayolu Trafik Kanunu.
2- 5510 Sosyal Güvenlik ve Sigortalar Kanunu
3- 5216 Sayılı Büyükşehir Belediye
Kanunu
4- 5393 Sayılı Belediye Kanunu
Bu 4 kanun ile denetlenen şoförleri
“şoförler başı boş kaldı ve denetleyemiyoruz” diye medya önünde şikayet etmek
Türk toplumunu aptal yerine koyarak
yönlendirmekten başka bir şey değildir.
Yaşanan acı olayların sebepleri bilhassa taşımacılık sektöründe çalışan ve
5362 sayılı kanuna tabi olan plaka sahipleri üzerindeki “denetim eksikliği ve başı
boşluktur”.
Fevzi APAYDIN tarafından yapılan
bu vahim açıklamanın yegane sebebi bugün 4a kapsamında çalışan emekçi şoförlerin yeniden esnaf odalarına kayıtlarının
yapılabilmesini sağlamak ve TŞOF’a üye
esnaf odalarına “3.000.000 liralık rant
sağlamak” amaçlıdır.
TŞOF Başkanı Fevzi APAYDIN’ı ve
bu zihniyette ki bütün yöneticileri kınıyor bütün yetkilileri denetim görevini
kanunlardaki boşluklarını kullanılması engelleyerek yapmaya davet ediyoruz.
Tüm şoför arkadaşlarımızı, kardeşler
ekonomik-demokratik-mesleki
sosyal
hakları için Sendikamızda, Derneklerde örgütlenme, mücadeleye çağırıyoruz.
25.02.2015
Nakliyat İş Sendikası
Şoförler Temsilciliği
Bütün Şoförler İlgili kamu kurum ve
kuruluşlarının görevlilerince kanunlar
Emeklilerden
düşük zamma tepki
E
mekliler maaşlarına yapılan 24 lira
zammı protesto etti.
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) Tüm Emekli Sen
üyesi yaklaşık 80 kişi, 5 Şubat’ta saat
14.00’te Anafartalar Caddesi üzerindeki
Balıkesir PTT Müdürlüğü önünde bir araya
geldi.
Basın açıklamasını yapan Tüm Emekli
Sen Balıkesir Şubesi Başkanı Bekir Ceylan, “Yıllarca kalkınmasına ve bu günlere gelmesine emek verdiğimiz ülkemizde, açlık ve sefalet içinde yaşamak ağır
geliyor. Bu nedenle hiçbir derdimize
çare olmayan zamla gelen artışı, banka
hesap numarası verildiği takdirde iade
etmek istiyoruz” dedi.
Basın açıklamasının ardından PTT
Şubesi’ne geçen grup, Başbakan Ahmet
Davutoğlu için, ayrı ayrı kaleme aldıkları
mektupları tek zarfa koyup Başbakanlığa
gönderdi. Mektupta, zamla gelen artışı iade
etmek için hesap numarasının bildirilmesi talep edildi. Mektupları teslim etmeden
hemen önce konuşan Bekir Ceylan, “Biz
ironi yapıyoruz ama ironiden şakadan anlayacaklarını sanmıyorum. Belki de ciddiye alıp hesap numarası gönderirler. Biz
de verilen farkı göndermeye gayret ederiz.
Verilen zam 24 lira” dedi.
Davutoğlu’na gönderilen mektup
Başbakan Ahmet Davutoğlu’na gönderilen mektubun içeriği şöyle:
“12 yıldır tek başına iktidarda olan,
elinde bulundurduğu parlamento çoğunluğu ile istediği kanuni düzenlemeyi yapabilen hükümetiniz; politika ve uygulamalarıyla benim de içinde bulunduğum
ve büyük çoğunluğu 4 kişilik bir ailenin
sadece mutfak giderinin karşılığı açlık sınırının altında aylık alan 11 milyon emekli,
emekli dul ve yetim ile vazife malulünü sefalete sürüklemeye devam ediyor. Kuşkusuz buna verilecek en iyi örnek iktidarınız
tarafından çıkartılan ve 1 Ekim 2008’de
yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’nın
55’inci maddesi gereği emekli aylıklarının
her yıl Ocak ve Temmuz aylarında Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından bir
önceki 6 aylık dönem için açıklanmış olan
Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) artış oranı
kadar arttırılmasıdır. Bu düzenlemeden de
anlaşılacağı gibi iktidarınızın çok övündüğü büyümeden emeklilere pay verilmemekte ve piyasadaki gerçek fiyat artışlarını
yansıtmaktan uzak sözde enflasyon artışı
aylıkları günden güne erimektedir. Sayın
Başbakan 5510 sayılı Kanunun 55’inci
maddesine göre aylığım 2015 yılının ilk 6
ayı için 1 Ocak 2015 tarihinde geçerli olmak üzere 1 Temmuz-31 Aralık 2014 tarihleri arasını kapsayan son 6 aylık dönem
için TÜİK tarafından açıklanan yüzde 2.32
oranında attırılarak ödenecektir. Yıllarca
çalıştığım, kalkınmasına ve bu günlere gelmesine emek verdiğim, alın teri döktüğüm
ülkemde açlık ve sefalet içinde yaşıyor olmak bana ağır gelse de hiçbir derdime çare
olmayacak bu parayı, yararlı hizmetlerde
kullanılacağı umuduyla Başbakanlık, Maliye Bakanlığı veya devlete ait herhangi bir
banka hesap numarası tarafıma bildirildiği
takdirde iade etmek istiyorum. Saygılarımla arz ederim.”
İki Vatan Partisi
B
ir de duyduk ki, Doğu
Perinçek’in İşçi Partisi (İP) adını değiştirerek
Vatan Partisi yapmış. İyi de,
Vatan Partisi adı bu toprakların
yetiştirdiği en ulu devrimci Hikmet Kıvılcımlı ile bütünleşmiştir.
Ve o Doğu Perinçek’tir ki Hikmet
Kıvılcımlı aleyhine 71 Faşizmi
öncesinde türlü yalanlarla yapılan CIA-MİT saldırılarına, sol ortamda devrimciliğe yakışmayan
ahlâksızca demagojilerle destek
vermiştir. Kıvılcımlı bu yüzden
Perinçek’in başında olduğu harekete “CIA Sosyalizmi” adını
Aliağa Radyoaktif Atık Çöplüğü Değildir
Aliağa’da gemi söküm
tersaneleri kapatılmalı
KUİTO gemisi sökümü derhal durdurulmalıdır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği yönünden tüm
işyerleri sıkıca denetlenmelidir. Amerika ve Avrupa’da çalışmaları durdurulan gemi söküm
tesisleri ülkemizde de kapatılmalıdır. Tüm sökülecek olan ve sökümü devam eden gemiler
ağır metal, asbest ve radyoaktif atıklar açısından bağımsız bir denetim kurumu tarafından
denetlenmelidir. Çünkü ortada şaibeli bir durum vardır. Gerçekler açığa çıkarılmalıdır.
A
ngola açıklarında petrol rafinerisi görevi yapan
1979 yapımı 112 bin 239 grostonluk Bahama
bayraklı petrol tankeri FPS KUİTO gemisi, Aliağa Gemi Söküm Tesisleri web sitesine göre Öge Gemi
Söküm İthalat ve İhracat Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi adına 5 Şubat’tan itibaren Aliağa’da baştankara durumundadır.
Aliağa açıklarında bekletilirken TAEK’ten akredite aldığı ileri sürülen İstanbul Denizcilik ve Survey Hizmetleri
İthalat İhracat Limited Şirketi tarafından yangından mal
kaçırırcasına gemide ölçümler yapılmış ve 6 Şubat 2015
tarihinde raporlanmıştır. Oysa gemi 5 Şubat’tan itibaren
Aliağa’da karaya oturtulmuştur. Yani rapordan bir gün
önce baştankara olmuştur.
15’te
Çankaya Belediyesini işgal
kazanımla sonuçlandı
Zet Farma
Direnişi
sürüyor
DİSK Nakliyat İş Sendikasına üye oldukları için işten atılan Zet Farma İşçilerinin Direnişi sürüyor.
3 Kasım’dan beri işi ekmeği onuru için
direnen Zet Farma işçileri zafere kadar
direnmeye kararlı.
DİSK Nakliyat-İş Sendikasına üye oldukları için işten atılan işçilerin Çankaya
Belediyesini işgali kazanımla sonuçlandı, işçiler işe geri alındı.
İşten atılan işçilerle birlikte yüze yakın sendika üyesi 23 Şubat’ta Çankaya
Belediyesini işgal ederek işten atılanların işe geri alınması ve çalışanların
sendika hakkının belediye ve taşeron Norm/Altaş tarafından kabul edilmesini
talep etmişti.
Yapılan işgal ve eylem sonrası Çankaya Belediye Başkanı ile yapılan
görüşmeler sonucunda atılan dört sendika üyesinin işe geri alınacağı sözü verilmesi üzerine eylem sonlandırılmıştı.
15’te
İ
İŞİD’in müze ziyareti(!)
Musul Kütüphanesi’ni yakarak, 10 bin kitabın yakan IŞİD, Irak’tansanlık dışı katliamlar yapan OrOsmanlı
İmparator- ki Nineveh Arkeoloji Müzesi’nde 7.
taçağcı IŞİD, insanlığın mirası aralarında
luğu’ndan
kalma
haritaları
ve nadir yüzyıldan kalma heykelleri parçaladı.
tarihi, kültürü de yok etmeyi
el yazması eserlerin de bulunduğu
sürdürüyor.
Geçtiğimiz günlerde IŞİD’in
‘resmî’ kanallarında bir video
yayınlandı. Beş dakikalık videoda, Musul müzesinde bulunan tarihî eserleri parçalayan
IŞİD militanları görülüyor.
IŞİD, Ninova eyaletinde
yer alan ve içerisinde binlerce
yıllık heykellerin bulunduğu
Nineveh Arkeoloji Müzesi’ni
balyozlar ve matkaplarla talan
etti. Ortaçağcı gericiler sadece
insana değil tarihe de düşman.
IŞİD’in,
kontrolü
ele
geçirdiği yerlerden yağmalanan eserleri Lübnan ve Türkiye
üzerinden Almanya, Britanya,
Dubai ve Katar’a satılmasıyla
ciddi gelir elde ettiği biliniyor.
mal’le bağlanmıştır. İşte Perinçek
halkımızın gözüönünde süregelen
bu zafiyetten büyük ölçüde yararlanmaktadır. Şöyle:
Birincisi yurtsever özelliğini yitirmiş, köklerinden kopmuş
sol, uzun süreden beri emperyalist anavatanların çizgisinde
davrandığından veya halkımızın
çıkarlarına duyarsız kaldığından,
sol kesimde büyük bir boşluk
doğmuştur. Perinçek grubu Sahte
Vatan Partisi çıkışı ile bu boşluğa gözünü dikmiştir. Tabiî bir televizyon kanalı ve günlük gazete
desteği de bu hedef için Perinçek
ve
çevresinin
cesaretini artırmaktadır.
İkincisi, birinci ile ilgili bir
yozlaşmadır. Sol
içinde ilkeler,
gelenekler, görenekler kalmamıştır. Örneğin,
eleştiri-özeleştiri mekanizması
devrimci ahlâkın
vazgeçilemez
unsurudur. Ne
yazık ki bugün
başta eleştiri-özeleştiri mekanizması olmak
Gerçek Vatan Partisi
üzere, devrimci
ahlâk da erozyovermiştir. Nitekim 71 Faşizmi na uğramıştır. Perinçek bu boşsonrasından bugüne “CIA Sosya- luktan da yararlanmaktadır. Pelizmi” deyimini pekiştiren, haklı rinçek’i iyi tanıyan Soner Yalçın
çıkaran pek çok kanıt olmuştur. gibi bilgili yazarlar bile bu gelişVe 70’lerden başlayarak Perinçek meye karşı hayırhah konumdadırlar, ne kadar iyi niyetli olurlarsa
sol ortamdan tecrit edilmiştir.
Ne var ki, sol da artık eski olsunlar, zokayı yutmuşlardır.
Ancak, en basitinden, eleştisol değildir. Örgütsüzlüğün, 12
Eylül Faşist Darbesinin, Ameri- ri-özeleştiri devrimciliğin alfakancı Kürt Hareketinin, sosyalist besi durumundadır ve evrensel
ülkelerin dağılmasının, emperya- bir doğrudur. “Gerçekler inatçılizmin Ortadoğu’daki planlarının, dır” ve doğrular eninde sonunda
Soros’ların vb. vb. etkisiyle yurt- ortaya çıkar. Sahtekârlıklar, göz
sever özelliğini yitirmiştir artık boyamalar, yalanlar, yanıltmalar,
sol. Emperyalist anavatanlarca demagojiler bir gün bunları yapan
çizilen doğrultuda debelenen sol sözde devrimcilerin önüne konur.
görünümüne girmiştir ne yazık İşte bugün Kurtuluş Partisi Geki! CHP’nin başı ise Tayyip- nel Başkanı Nurullah Ankut’un
gil-Fetogil-CIA işbirliği sayesin- yaptığı budur.
de kotarılan kaset komplosunun
ürünü TESEVci-Soroscu Ke-
14’te
Ayşe Ana da acısını bir
ömür yüreğinde taşıdığı
evladına kavuştu
6’da

Benzer belgeler