Bu eserin tam metnini indirmek için tıklayın

Transkript

Bu eserin tam metnini indirmek için tıklayın
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 15, İstanbul 2015, 263-314.
BAYRAM ALİ KAYA*
Klâsik Türk Şiirinde Şifâlı
Bitkiler Üzerine Bir Deneme
An Essay On The Medicinal Plants (Herbs) in
Classical Turkish Poetry
ÖZET
ABSTRACT
Şifâlı veya tıbbî bitkiler, genel olarak bedeni güçlendirMedicinal plants (herbs) are especially defined as
melerinin yanı sıra tedavi amaçlı ve çeşitli terkipler hâlin- plants like herbs, vegetables, flowers and fruits that is
de kullanılabilen otlar, sebzeler, çiçekler ve meyveler olmak used for medical purpose as well as strengthening the
üzere, ilgili tüm bitkiler şeklinde tanımlanmaktadır.
body.
Kendi içinde bir giriş, dört bölüm ve bir sonuçtan oluşan, taradığımız otuz civarında dîvândan aldığımız belirli
beyit örnekleri çerçevesinde ve bir deneme mâhiyetinde düşünülen bu çalışma ile öncelikle şifâlı bitkilerin klâsik Türk
şiirinde nasıl ve ne şekilde ele alındığının belirlenmesi
amaçlanmıştır. Bu makale ile ayrıca anılan bitkilerin, hem
başta çiçek olmak üzere bitki kültürümüz, hem de folklorumuzdaki yer ve öneminin tespiti için gerekli olan malzemenin bir kısmının ortaya konulmasına gayret edilmiştir.
This paper is consist of an introduction, four chapter
and a conclusion. Within this scope, it is scanned about
thirty divans and thesis approximately. Pursuant to texts
which are included one couplet sample for one herb by
extent of paper, it is aimed to be defined generally how
and in what way, herbs are handled in Classical turkish
Poetry. Moreover, with this study that is by way of
trying, it is strived to reveal some part of material that is
necessary to determine the importance and position of
Yaygın adıyla dîvân şairi olarak bilinen klâsik Türk plants, especially flowers, in our herb culture and our
şairleri şiirlerinde hemen her şeyi, son derece zengin bir folklore.
Classical Turkish poets, prevalently that is known as
muhtevâ ve konu çeşitliliği içerisinde işlemişlerdir.
Bununla birlikte şairlerimiz daha ziyâde aşkı, güzeli ve Divan poets, treat almost everything within rich content
güzelliği dile getirmiş; hatta işledikleri konu her ne olursa and subject diversity in their poems. In addition to this,
olsun bunu büyük oranda ya sevgili ya da âşık odaklı ele our poets mainly mention love, belle and beauty, in fact,
they substantially handle issues whatever they arein the
almışlardır.
Âşığı onulmaz bir aşk hastası olarak gören şairlerimiz, context of beloved or lover.
Our poets who see lovers as chronic lovesick essentially
pursue for healing of various diseases which derive from
inability to reach to beloved. Hereby, they mention health,
diseases, their treatment modalities and plants as part of
the treatment. When they are doing this, theyalso dwell
on colour, form and smell of plants as well as their
curative aspects. Besides they refer to several connections
between plant that they handle and beloved, lover and
İlgili beyit örneklerinin değerlendirilmesinden hareketle, rival.
hangi hastalıkların tedavisinde hangi bitkilerden yararlaWith reference to evaluation of related couplets, it is
nıldığına dâir bazı bilgiler elde edilmiş, bu çerçevede örne- gotten some information about that which plants is made
ğin yaralar için kâfur merheminin, ciltte vs. meydana use of which diseases’s treatment. In this context, for insgelen yarık ve çatlaklar için yâsemin yağının, sıtma için tance, it is seen that camphor ointment uses for wounds,
esasen sevgiliye kavuşamamanın yol açtığı türlü rahatsızlıkların şifâsı peşinde koşmuş, daha çok bu vesile ile şiirlerinde sağlıktan, hastalıklardan, bunların tedavi yollarından ve tedavide kullanılan ilaçlar çerçevesinde bitkilerden
bahsetmişlerdir. Bunu yaparken bitkilerin renk, biçim ve
kokularının yanı sıra şifâlı yönleri üzerinde de durmuş;
ayrıca ele alınan bitki ile yine sevgili, âşık ve rakip arasındaki çeşitli ilgilere değinmişlerdir.
*
Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, ([email protected]).
264 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
nar şerbetinin, mide ve karaciğer rahatsızlıkları için ise jasmine oil uses for chaps, pomegranate sherbet uses for
şahterenin söz konusu edildiği görülmüştür.
malaria, fumitory uses for stomache and liver disorders.
Çalışma ile ayrıca klâsik Türk şiirinin, konu çeşitliliği
Within this study, it is remarked that Classical Turve içerik zenginliği bakımından sadece dil ve edebiyatımı- kish poetry also take part in most important written sourzın değil, aynı zamanda millî kültür ve folklorumuzun da ces of nationale culture and folklore as well as literature
önemli yazılı kaynakları arasında yer aldığı hususuna bir because of its subject diversity and substantiality.
kez daha dikkat çekilmiştir.
ANAHTAR KELİMELER
KEYWORDS
Klâsik Türk şiiri, şifâlı bitkiler, tıbbî bitkiler, ağaçlar,
Classical Turkish Poetry, medicinal plants, herbs,
çiçekler, meyveler, Türk folkloru.
trees, flowers, fruits, nationale culture, Turkish folklore.
Giriş
İnsanoğlu hemen her devirde kendi şart ve imkânları ile kültür ve
medeniyet seviyelerinin elverdiği ölçüde sağlığa büyük önem vermiş;
sağlıklı olmak ve bunu sürdürebilmek için çeşitli çâreler aramış,
önlemlere başvurmuştur. Bir diğer ifadeyle, insanoğlu yakalandığı türlü
hastalıklar sonucunda şifâyı öncelikle tabiatta aramış ve bilhassa
bitkilerden yararlanarak çeşitli ilaçlar hazırlamıştır (Serdaroğlu 2006:
155). Bazı çevrelerce hâlâ kocakarı ilaçları şeklinde nitelenmek sûretiyle
küçümsenen, sadece bilgisiz ve bilinçsizce kullanımlar ile hatalı ve
yanlış uygulamalar dikkate alınarak dışlanan bitkilerle tedavinin, başta
Çin ve ABD olmak üzere birçok gelişmiş veya gelişmekte olan ülkede
“alternatif, tamamlayıcı veya önleyici tıp” adı altında başarılı bir şekilde
uygulana geldiği bilinmektedir.
Şifâlı bitki, esas olarak tıbbî amaçlarla kullanımı uygun olan bir
bitkiden elde edilen madde anlamına geldiği gibi; tıbbî veya aromatik
özellikleriyle değerlendirilebilen bitki ya da bitki bölümü anlamına da
gelmektedir. Bununla birlikte şifâlı bitkilerin, bedeni güçlendirmelerinin
yanı sıra tedavi amaçlı olarak ve çeşitli terkipler hâlinde kullanılabilen
otlar, sebzeler, çiçekler ve meyveler olmak üzere, ilgili tüm bitkiler
şeklinde tanımlanmaları daha uygun bulunmuştur (Akçay 2008: 117).
Yaygın adıyla dîvân şairi olarak bilinen ve aynı zamanda çok iyi bir
gözlemci olan klâsik Türk şairi şiirlerinde, çevrelerinde gözlemledikleri,
gördükleri veya haberdar oldukları her türlü izlenim, olay, durum ve
bilgiyi;eskilerin tâbiriyle “zerreden kürreye” hemen her şeyi, sınırlı nazım şekilleri ve fakat son derece zengin bir içerik ve konu çeşitliliğine
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 265
sahip türler vasıtasıyla, elbette kendi sanat anlayışları çerçevesindeve
kendilerine has bir söyleyiş tarzıyla işlemişlerdir (Sefercioğlu 2008: 344).
Kendi dönemleri itibarıyla içinde yaşadıkları sosyal çevre ve hayata
karşı son derece duyarlı olan,sanıldığının aksine toplumla derin bağları
bulunan şairlerimiz, şiirleriyle bir nevi toplumun aynası olmuşlardır.
Tabiata bakışları da, görüneni aynen anlatmaktan çok, onun kendi hayal
güçlerinde oluşturduğu izlenimi vermek olan dîvân şairleri, bu bağlamda vedaha ziyâde aşkı, sevgiyi, güzeli ve güzelliği dile getirmiş;
hatta tabiat dâhil olmak üzere, işledikleri konu her ne olursa olsun bunu
büyük oranda ya sevgili ya da âşık merkezli ele almış, diğer ilgili tüm
unsurları kendi duygu ve düşüncelerini yansıtmada âdeta birer vâsıta
olarak görmüşlerdir (Demirel 2009: 1002-1003).
Kendilerini daha ziyâde âşık üzerinden ifade eden ve âşığı onulmaz
bir aşk hastası, sevgiliyi ise bu derde derman bulabilecek yegâne hekim
olarak gören şairlerimiz,ki aralarında hekimliği bir meslek olarak
yapanlar da bulunmaktadır, esasen ayrılığın yol açtığı türlü rahatsızlıklarının şifâsı peşinde koşmuş, daha çok bu vesile ile şiirlerinde sağlıktan, çeşitli hastalıklardan bahsetmişlerdir.Aynı zamanda bunların
tedavi yolları ile tedavide kullanılan ilaçlar bağlamında “benefşe, eftimûn, gülsuyu, kâfur, nar, rezene” vb. bitkilere; hatta bunlardan hareketle üretilen türlü mâcun, merhem ve şerbetlere yer vermişlerdir.
Şairlerimiz bunu yaparken bitkilerin renk, biçim ve kokularının yanı sıra
şifâlı yönleri üzerinde de durmuşlar; ayrıca ele alınan bitki ile yine
sevgili, âşık ve rakip arasındaki çeşitli ilgilere değinmişler, bir diğer
ifadeyle söz konusu ettikleri bitkilerin her birini aynı zamanda birer
mazmun olarak kullanmışlardır (Kemikli 2007: 30).
Klâsik şiirin bitkiler dünyası da hayli zengin ve çeşitlidir. Dolayısıyla ağaçlar, çiçekler ve meyvelerin de aralarında bulunduğu bu
dünya ile ilgili olarak, bazı örnekleri kaynakçada görüleceği üzere, her
bir unsuru ayrı ayrı ele alınmak sûretiyle daha birçok çalışmanın yapılması mümkündür.
Biz makalenin amacı ve kapsamı gereği, bitkilerden sadece şifâlı
yönlerine dikkat çekilen ve de beyit örneği belirleyebildiklerimiz üzerinde durmaya; yine çalışmanın planı gereği bunları ağaçlar, çiçekler, meyveler ve diğer bitkiler başlıkları altında incelemeye çalıştık. Esasen
266 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
konuyla ilgili birçok çalışmada da belirtildiği üzere, bazı bitkilerin ağaç,
çiçek veya meyve olarak tasnifinde bazı zorluklar bulunmaktadır. Dolayısıyla gerek bu durumu, gerekse bizden önce yapılan kimi tasnifleri de
dikkate alarak “reçinesi/zamkı, dalı, kabuğu” vb. unsurları ön planda
olanları; dolayısıyla doğrudan bu unsurlarından yararlanılan bitkileri
ağaçlar (bk. Kâfur, misvak, sandal); çiçekleri ön planda olanları çiçekler
(bk. Eftimûn, gül, menekşe, niliüfer, safran, yasemin); meyvesi veya
yemişi ön planda olanları ise meyveler (bk. Ayva, bâdem, hünnap, incir,
nar) bölümünde vermeyi uygun bulduk. Doğrudan bu bölümlerden
herhangi birisine almakta güçlük çektiklerimizi ise çalışmamızın sonunda ve diğer bitkiler (bk. Hindibâ, karanfil, pülüskün, rezene, şahtere)
başlığı altında verdik.
I. AĞAÇLAR
Farsça’da “dıraht”, Arapça’da “şecer” anlamına gelen ağacın fidanına ise “nahl” veya“nihal” denilmektedir. Bitkiler arasında önemli bir
yeri olan, başta bağ, bahçe, bostan, çimen ve dağlar olmak üzere pek çok
yerde yetişebilen ağaçlar, aynı zamana birçok canlıya barınaktır. Ağaçlardan klâsik şiirde daha ziyâde“su kenarlarında bulunmaları, sulanmaları, üzerlerinde yağmur ve çiğdamlaları bulunması” vb. yönleriyle
söz edilir. Yine dîvânlarda ağaçlar, başta sevgilinin boyu olmak üzere,
türlü güzellik unsurları;“âşık, gül, bülbül, çemen, gülzâr, fidan, dal,
budak, yaprak, çiçek, meyve/yemiş”vb. ile benzetme ilgisi oluşturmuş,
bilhassa tasavvufî metinlerde soyut kavramların benzetileni olmuştur.
Bir diğer ifadeyle şairlerimiz aşklarına ilişkin türlü duygu, düşünce ve
hâllerini ağaçlar ile onun ayrılmaz parçaları üzerinden dile getirmiş; bu
çerçevede dîvânlarda en çok “servi, ar‘ar (dağ servisi), sanavber (çam
fıstığı), çenâr, şimşâd (şimşir) ve Tûbâ”ya yer vermişlerdir. Anılan
ağaçlar kadar yoğun olmasa da “kâfur, sandal, misvak” vb. ağaçlara da
dîvânlarda rastlandığı ve özellikle tıbbî/şifâlı yönleriyle ele alındıkları
görülmektedir (Öztoprak 1986: 12; Onay 1992: 21; Kurnaz 1996a: 533534; Çeltiker 2009: 30, 32). Bunların dışında kaynaklarda bilhassa tıbbî
özellikleri veyaşifâlı yönleri olduğu belirtilen, ayrıca dîvânlarda çeşitli
benzetmeler çerçevesinde değinilen; ancak bizim sınırlı sayılabilecek
taramalarımız çerçevesinde ilgili beyit örneği tespit edemediğimiz
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 267
“âbnûs/ abanoz, bakam, köknar, nârven, bân/bîd/söğüt, ûd/öd” vb.
başka ağaçlar da bulunmaktadır.
Hayalî, aynı zamanda içinde yaşadığı tabiata ne denli duyarlı olduğunu ortaya koyan bir gözlemini yansıtan aşağıdaki beytinde, bahçedeki
genç ve endamlı fidanları, üzerlerindeki yeni açmış ve çiğ taneleriyle
parlayan çiçeklerden hareketle, gökten inmiş nur yüzlü hûrilere benzetir
(Kurnaz 1996a: 534):
Çemende her nihâli gökden inmiş hûra benzetdüm
Çiçekler gördüm anlarun yüzünde nûra benzetdüm
Hayâlî (Tarlan 1992b: 203)
Nev‘î, ayrıca hoş bir hüsn-i tâlil örneği olan beytinde bulutu anne,
yağmuru süt, ağacı da çocuk olarak tasavvur eder:
Keser şîrden ebr etfâl-i bâğı
Çü beslendi her biri buldı kemâli
Nev‘î (Tulum ve Tanyeri 1977: 150)
Bir diğer örnekte ise ağaç, yeşilliğin deniz, çiçeklerin yelkene benzetilmesinden hareketle bahar sultânının hazırlattığı donanmaya benzetilir:
Şükûfeden yem-i ahzarda yelken açdı dıraht
Tonanma hâzır ider şâh-ı nev-bahâr yine
Nev‘î (Tulum ve Tanyeri 1977: 496)
1. KâfurAğacı (Laurus Camphhora):
Kâfur ağacı, defnegillerden olup soğuğa oldukça dayanıklı, kışın
yapraklarını dökmeyen, uzun ömürlü bir ağaçtır. Vatanı Japonya ve
Güney Çin gibi uzak doğu ülkeleri olmakla birlikte, Güney Hindistan
vb. iklimi uygun diğer bölgelerde de yetiştirilmekte, özellikle Formoza
Adası’ndan temin edilmektedir. Hayli değerli olan beyaz renkteki
safkâfur, bu ağacın yapışkan olan zamkından elde edilmektedir. Çiçeği
papatya çiçeğine benzeyen, saf olanının kokusu limon ve ağaç kavununu andıran kâfur; aynı zamanda renksiz, kristalize, yarı şeffaf ve kolay
kırılabilen güzel kokulu bir maddedir. Dilimize Arapçadan geçmiş olan
268 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
kâfur, sindirim sistemi, solunum merkezi ve kalp üzerinde uyarıcı bir
etkiye sahip olup ayrıca iştah açıcı, ateşli şişlikleri giderici, baş ağrısını
dindirici, uyku verici ve cinsel istekleri arttırıcı özelliklere sahiptir.
Hekimliğin yanı sıra, eskiden mum vb. aydınlatıcı maddelerin üretimi
ile cenazelerin hazırlanması esnasında güzel koku verici olarak
kullanılan kâfurun merhemi de hayli etkilidir (Baytop 1984: 265; Pala
1995: 305-306;Âsım Efendi 2000: 397; Erdemir 2002: 217-218; Öztekin
2006: 582; Ayverdi 2006: II/1513; Türkçe Sözlük 2011: 1265-1266).
Enfeksiyon kapmasını önlemek için dağlamanın yanı sıra; yaranın
üzerini temizleyip pamuk, keten ve tiftikten bükülerek yapılmış fitillerin,kâfur vb. bitkilerle hazırlanmış merhemlere bulanarak yaranın
üzerine sarılmasına tımar/tîmâr denilmektedir. Aralarında ateş yanıklarının da bulunduğu türlü yaralara, kâfurî merhem/kâfur merhemi
sürülmesinin,bir zamanlar hayli yaygın tedavi şekillerinden biri olduğu
ilgili çalışmalarda belirtilmektedir (Pala 1995: 306; Yeniterzi 1998:
98;Kemikli 2007: 31).
Klâsik Türk şiirinde kâfur, mecâzen çok beyaz anlamında oluşundan da hareketle,daha çok sevgilinin bedeni, teni, özellikle de sînesi
vegerdanı için benzetilen olarak ele alınmakta,ayrıca sevgilinin ayva
tüyleri, müşk ve âşığın yaralı bağrı ile birlikte anılmaktadır(Pala 1995:
306).Bu şiirde sıkça yer verildiği görülen, hem renk, hem kullanım şekli,
hem de sürüldüğü yerler bakımından benzetmelere konu olan merhem,
kâfurî merhemdir. Bunda şairlerimizin sevgiliden ayrı kalmayı bir dert
ve hastalık, vuslatı ise ayrılığın yol açtığı türlü yara ve acıların devâsı
olarak görmelerinin payı büyüktür. Kâfur merheminin yaraların tedavisindeki rolüne değindiği aşağıdaki beytinde Zâtî, sevgilinin beyaz sînesini kâfur merhemine benzetmekte ve derdinin yegâne ilacı olduğunu
belirterek esasen yaralı bağrına sarmak istediğini îmâ etmektedir. Ne var
ki henüz bunu başarabilen bir kimse yoktur (Serdaroğlu 2006: 167):
Sîneñ ey derdüm emi merhem-i kâfûrî imiş
Yaralu bağrına ammâ seni kimse saramaz
Zâtî (Tarlan1970:II/63)
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 269
Zâtî, sevgilinin bedeniniyine kâfurî merhemebenzettiği aşağıdaki
beytinde, onu yaralarla dolu bağrına sarmayı arzu ettiğini bu kez daha
açık bir şekilde dillendirir:
Sîne-i pür-zahmuma sarmak diler göñlüm seni
Cismüñ ey cân pâresi kâfûrî merhemdür baña
Zâtî (Tarlan 1967: I/3)
Azmî-zâde Hâletî’nin aşağıdaki beytinde ise tıpkı bir savaşçı yâhut
cerrah gibi düşünülen sevgilinin, pazusunu çıplak hâle getirmeden âşıka
kılıç çekmediğinden bahsedilir. Bu kez, beyaz renginden ötürü sevgilinin çıplak pazusunun kâfur merhemine benzetildiği ve yaraları iyileştirmedeki rolüne değinildiği beyitte ayrıca, sevgilinin böyle yapmakla bir
nevi âşığı yaralamadan önce kâfur merhemini hazır ettiği, cerrâhın
operasyon öncesinde yaptığı hazırlık çağrıştırılmak sûretiyle, dile getirilmektedir:
Tîğ çekmez âşıka bâzûsı uryân olmadan
Merhem-i kâfûr zahm urmazdan evvel arz ider
Azmî-zâde Hâletî (Kaya 2003: II/158)
Benzer diğer örneklerden de hareketle (bk. Tarlan 1987/III: 392),
kâfur merheminin cerrahların operasyon öncesinde mutlaka hazır
bulundurdukları bir merhem olduğu anlaşılmaktadır.
2. Misvak Ağacı (Salvadora Persica):
Misvak ağacı Kuzey Afrika, İran ve Hindistan gibi sıcak ülkelerde
yetişen dikensiz, ince dallı küçük bir ağaçtır. Bir şeyi sürterek ovalamak
anlamındaki Arapça “sevk” kökünden türetilmiş olan misvak aynı
zamanda, dişlerin temizlenmesinde kullanılmak üzere, erâk ağacı da
denilen misvak ağacından koparılan fırça şeklindeki çubuk parçasının
adıdır. Dilimizde “arak, diş paklayıcı” olarak da bilinen misvakı diş
temizliğinde kullanabilmek için bu ağacın dalından kesilen çubuğunun
bir ucu1-2 cm. yontulmak sûretiyle dış kabuğundan arındırılır ve
yumuşaması için bir süre suda bekletilir. Ardından hafifçe dövülerek,
gerektiğinde keskin bir bıçakla ayırmak sûretiyle lifleri fırça hâlinde
270 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
ortaya çıkarılır. Kullanımı aynı zamanda sünnet olan misvaktan beklenen yararın sağlanabilmesi için fırça kısmının haftada bir yenilenmesi
önerilmektedir (Erdemir 2002: 315-316; Baytop 2005: 190; Ayverdi 2006:
II/2086; Çeltiker 2009: 74; Türkçe Sözlük 2011: 1690-1691).
Yapılan araştırmalar, misvak ağacının çok eski dönemlerden beri
kullanılmakta olduğunu, misvakın dişleri güçlendiren, çürümelerini
önleyen, parlamalarını sağlayan, diş etlerini sıkılaştıran, iltihapları
kurutan ve ağız içi asit salgısını dengeleyen; aynı zamanda antiseptik
özelliğe sahip“etilamin, filorid, silis, kalsiyum, fosfor, magnezyum,
potasyum, sodyum, kükürt dioksit, sitasterol” vb. maddeler içerdiğini
ortaya koymuştur (Baytop 2005: 190-191).
Azmî-zâde Hâletî, “Zâhidin ağzını arasan hoş bir koku bulamazsın,
sen onun başında taşıdığı misvaka bakma” diyerek, bir yandan zâhidin
misvakı kullanmayıp boşuna taşıdığını, bir yandan da ağzının kötü
kokularını, ağzından dökülen kötü sözleri gidermede misvakın bile
fayda etmediğini belirtir. Şair böylece, hem misvakın dişleri temizlemesinin yanı sıra ağızda hoş bir koku bırakan özelliğine dikkat çeker,
hem de misvakların bir zamanlar sarığın kıvrımları arasına konulmak
sûretiyle başta taşınması âdetine telmihte bulunur:
Bulamazsın arasañ ağzını hiç bûy-ı safâ
Zâhidüñ bakma o başında olan misvâke
Azmî-zâde Hâletî (Kaya 2003: II/283)
“Diş bilemek” deyiminin tevriyeli bir şekilde kullanıldığı aşağıdaki
beytinde Zâtî sûfînin, elindeki misvakı göstererek kendinden geçmiş bir
hâlde dişlerine sürdüğünü, böyle yapmakla âdeta “bir an evvel biri ölse
de helvasını yesek” dercesine dişlerini keskinleştirdiğini dile getirir. Şair
beyitte ayrıca, diş ve ağız sağlığı bakımından misvakın sadece yemeklerden sonra değil öncesinde kullanıldığına da dikkat çeker:
Gösterür misvâki sôfî gerçi kim hayrân olub
Yimek içün diş biler merdümlerün halvâsını
Zâtî (Tarlan1987: III/497)
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 271
3. Sandal (Santalum Album):
Sandalgiller familyasından olup adını sandala benzetilen gövdesinden almıştır. Ayrıca “davulga, hartlap, koca yemiş ve Yunan kocayemişi” adlarıyla bilinen sandal; Afrika, Endonezya ve bilhassa Hindistan’da yetişmekte olup 6 m. boylarında ve kışın yapraklarını dökmeyen
bir ağaçtır. Gövde kabuğu kızıl, kerestesi son derece dayanıklı, sert ve
kokulu; çeşitli türlerinden çıkan yağlı ve reçineli esansı lavantacılık ile
sabunculukta kullanılan sandal, yiyeceklerde sık kullanılmadığı gibi
tıbbî reçetelerde de fazla dikkat çekmez (Ayverdi 2006: III/2668; Dara
2006: 554; Türkçe Sözlük 2011: 2026). Bununla birlikte sandal yapraklarının, kurutulup ishal giderici ve mikrop öldürücü olarak idrar yolları
hastalıklarında kullanıldığı, merheminin de cilt yanıklarını iyileştirdiği
belirtilmektedir. Sandalın bilinen en bâriz özelliği ise kolayca fark edilen
çekici kokusu ile kozmetik yararlarıdır (Anadol 1990: 189; Dalby 2004:
42-43).
Sandal ağacının klâsik şiirde daha ziyâde güzel koku verici yönüyle
ve âşıkla bağlantılı olarak ele alındığı görülmektedir. Zâtî, sandalın
güzel koku özelliğine değindiği aşağıdaki beyitlerinde ayrıca,cenazenin
yıkanması esnasında yıkama suyuna sandal katılması âdetine yer verir:
Öldürür çün beni cevriyle o mellâh-ı melîh
Yur iken meyyitümi sandal idüñ bârî buhûr
Zâtî (Tarlan1967: I/360)
Sandal kelimesinin aynı zamanda denizcilikle ilgili diğer kelimelerle birlikte kullanıldığı örnekte Zâtî, bu kez gemiye benzettiği vücudunun dert denizi tarafından suya batırıldığını; dolayısıyla dertlerinin
ölümüne yol açtığını belirtir.Hâl böyle iken şair, bir nevi teselli sadedinde, ölü bedeni yıkanırken yıkama suyuna sandal katılmasını vasiyet
eder (Çeltiker 2009: 87):
Zâtî’yi yurken üstine sandal buhûr idüñ
Fülk-i vücûdın eyledi deryâ-yı derd gark
Zâtî (Tarlan1970: II/167)
272 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Nevres-i Kadîm ise Ali Paşa için yazdığı bir kasidesinde, “Eğer hasta, onun lutfunun desteğine yakın olsaydı; baş ağrısı rahatsızlığını gidermede etkili olan sandal ağacının satıcılığını yapardı” demekte ve bu
ağacın pek bilinmeyen bir özelliğinden, baş ağrısını gidermedeki rolünden söz etmektedir:
Sudâ‘-ı sıhhate sandal-fürûş olurdı eger
Olaydı takviyet-i lutfına karîn bîmâr
Nevres-i Kadîm (Akkaya1996: II/65)
II. ÇİÇEKLER
Birbirinden hoş kokuları, göz alıcı türlü renkleri ve tüm canlılara
sağladıkları katkılarla aynı zamanda yeryüzünün süsü olan çiçekler,
hayatımızın hemen her alanında ve de doğumdan ölüme hemen her
safhasında önemli bir yere sahiptir.
Türkler, İslâmiyet’i kabulleriyle birlikte ve yerleşik medeniyete
geçmeleriyle orantılı bir şekilde çiçeklerle olan bağlarını da artırmışlardır. Klâsik Türk şiirinin hüküm sürdüğü zaman dilimi, milletimizin büyük oranda yerleşik hayata iyice alıştığı ve artık geçimlerini
hayvancılık yanında tarımdan da sağladıkları geniş bir dönemi
kapsamaktadır. Genelde tüm bitkiler, özelde ise çiçekler, bizim kültürümüzde de hem somut, hem de soyut özellikleriyle dikkat çeken doğal
unsurlar arasında yer almışlardır. Bir diğer ifadeyle çiçekler, Osmanlı
toplumunda hayatın ve sanatın hemen her alanında, süslemeden
mimâriye, insan, hayvan ve yerleşim yeri adlarından gündelik dildeki
konuşmalara; hatta atasözleri ve deyimlere kadar hemen her sahada
önemli bir konum elde etmiştir(Bayram 2007a: 209-210; Çeltiker2009: 2627). Hatta Osmanlı’da “lisânü’l-ezhâr/çiçek dili” olarak adlandırılan ve
“bir çeşit şifreli iletişim” şeklinde tanımlanan, bir zamanlar toplum
hayatında bilhassa karşı cinsler arasında iletişimi sağlayan bir dilin ve
bununla ilgili eserlerin var olduğu da bilinmektedir (Ambros 2007: 106).
Klâsik Türk şiirinde“ezhâr” veya “şükûfe” kelimeleriyle de anılan
ve aynı zamanda estetik bir unsur olarak ele alınan çiçeklere, genellikle
“bağ, bostan, çemen, ağaç, fidan” vb. unsurlarla birlikte yer verilir. Çiçekler başta sevgilinin “yüz, yanak, göz, saç” vb. güzellik unsurları
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 273
olmak üzere ayrıca“asker, yıldız, mızrağın ucundaki düşman başı” vb.
için benzetilen olarak düşünülür. Yine bu şiirde çiçeklerin adlarıyla
tanınmış, bir diğer ifadeyle redifleri farklı çiçek adlarından oluşan birçok
kaside bulunmaktadır. Necâtî’nin“benefşe”, Hayâlî Bey’in “gonca”;
Necâtî, Fuzûlî, Hayâlî, Nev’î, Lâmi‘î Çelebi ve Kütahyalı Rahîmî’nin
“gül”; yine Nev’î’nin “nergis” ileBâkî ve Nev’î’nin “sünbül” kasideleri
bunlardan bazılarıdır. Ayrıca Bâkî’nin “gül”, “karanfil” ve“lâle”;
Hayâlî’nin “benefşe” redifli gazelleri bulunmaktadır. Tüm bu şiirlerinde
şairler, redif olarak tercih ettikleri çiçekler hakkında bazı bilgiler
verdikleri gibi şair-âşık ya da sevgili ekseninde türlü çağrışımlara da yol
açmışlardır (Gökyay 1990: 18; Kurnaz 1996a: 537; Sefercioğlu 2008: 322323). Klâsik şiirde şifâlı yönlerine vurgu yapılan çiçekler elbette sadece
aşağıda ele aldıklarımızla sınırlı değildir. Kaynaklarda tıbbî özelliklerinden bahsedilen, dîvânlarda da çeşitli benzetmelerle yer verilen;
ancak bizim şifâlı yönleriyle ilgili örnek beyit belirleyemediğimiz
çiçekler arasında ise “buhûr-ı Meryem/Meryemana çiçeği, nergis,
reyhan/fesleğen, sûsen, sünbül, şakâyık ve zanbak” bulunmaktadır.
1. Eftimûn (Cuscuta Europaea):
Metinlerde Farsça aslındaki gibi “eftîmûn” şeklinde geçen ve günümüzde “eftimon” olarak da telaffuz edilen eftimûn, Arapça’da “seb‘u’şşa‘ra”, Türkçede ise “Bağbozan, bostanbozan, cinsaçı, şeytansaçı,
gelinsaçı, kızıl kurt, kızıl sarmaşık” vb. adlarıyla anılmaktadır. Bostanlarda biten türüne “tatlıca ot” denilen eftimûn, bir ya da çok yıllık,
asalak bir bitki çiçeğidir. Eftimûn ayrıca eski tıbba göre sıcak ve kuru
özellikte olup sârâ hastalığına faydalıdır(Onay 1992: 139; Baytop, 1984:
418; Baytop 1994: 50; Pala 1995: 166; Âsım Efendi 2000: 201).
Kaynaklarda belirtildiğine göre “delilik ilacı” olarak da bilinen eftimûnun çiçekli dalları idrar artırıcı, müshil, safra söktürücü, karındaki
şişliği giderici, kalp çarpıntısı, sıtma ve cüzzama dahi iyi gelen bir
özelliğe sahiptir. Bu bitkinin çiçekleri yâhut bunlardan yapılan, üstelik
yine kaynaklarda meşhur haplardan olduğu belirtilen“habb-ı eftimûn”
ayrıca, eski tıpta ahlât-ı erbaa (balgam, safra, dem, sevda)dan; dolayısıyla mizaçlara âit rahatsızlıklardan kabul edilen sevda vb. bazı
274 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
psikolojik hastalıkların tedavisinde etkilidir (Baytop, 1984: 418; Önler
1990: 45; Onay 1992: 139; Öztekin 2006: 578-579; Bekmez 2009: 55, 81, 95).
Klâsik şiirde daha çok sevgilinin saçının benzetileni olarak yer
verilen eftimûnun, aynı zamanda sevda hastalığının tedavisindeki rolü
ile ele alındığı görülmektedir. Aşağıdaki beytinde, sarmaşığı andıran
eftimûn ile güzelin saçı arasında hem şekil, hem de tedavi edici özelliği
bakımından ilgi kuran Belîğ’e göre insanlar, sevgilinin gönül çelen
saçına sarılmasının deliliğinden kaynaklandığını sanmaktadır. Oysa asıl
sebep, şairin yakalandığı sevda hastalığını tedavi etmede eftimûnun
yegâne ilaç olmasıdır (Öztekin 2006: 579):
Cünûnumdan sarıldım sandılar zülf-i dil-ârâya
Ben eftîmûn ile buldum ilâcı def‘-i sevdâya
Belîğ (Açıkgöz 1994: 6)
Belîğ bir diğer beytinde bu kez, güzelin saçını eftimûna benzetmesine şaşırmamak gerektiğini; zira bu hayalin/benzetmenin, gönlü
hasta olan âşığın sevdaya yakalanmış olmasından kaynaklandığını dile
getirir. Şair bu ifadesiyle hem eftimûn ile saç arasındaki şekil ve renk
benzerliğine dikkat çeker, hem de âşığın derdinin tek çaresinin sevgiliye
kavuşmak olduğu düşüncesinden hareketle, eftimûnun sevda hastalığının tedavisindeki rolüne değinir (Öztekin 2006: 579):
Beñzedirse ne aceb zülfüñi eftimûna
Bu hayâl âşık-ı dil-hasteye sevdâdandır
Belîğ (Açıkgöz 1994: 103)
Neyyir de bir beytinde, sevdaya yakalanmış âşığın eftimûnun önemini yeterince kavrayamadığı için dâimâ sevgilinin yankesici kâkülünü
hayâl ettiğini belirtir:
Kayd-ı eftimûn bilmez âşık-ı sevdâ-zede
Dâ’imâ ol turre-i tarrârını eyler hayâl
Neyyir (Erdem 2002: 114)
Münif ise sadece insanların değil, feleğin de sevdaya yakalandığını
belirtmekte ve ayrıca eftimûn haplarının bu hastalığın tedavisindeki
rolüne değinmektedir. Bunu hayli güzel benzetmelerle ifade eden şaire
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 275
göre mehtap feleği tedavi etmeye çalışan bir hekim, gökyüzü mâvi
renkli bir hokka, yıldızlar ise yaldızlı kâğıda sarılmış eftimûn haplarıdır.
Şair beyitte aynı zamanda, eskiden bazı ilaç terkiplerinin; hatta afyon
mâcununun hap yapılarak yaldızlı kâğıtlara sarılması ve mavi renkli
hokkaların içine konulması uygulamasına telmihte bulunmaktadır
(Öztekin 2006: 579):
Bu nîlî hokkada encüm degül sevdâ-yı devrâna
Müzehheb habb-ı eftîmûn ile tedbîr ider meh-tâb
Münif (Küçük 1999: 164)
2. Erguvan (Cercis Sliquastrum):
Beyitlerde daha ziyade Farsça aslındaki gibi “ergavân” okunuşuyla
karşımıza çıkan erguvan Türkçe sözlükte, “Baklagillerden, eflatunla
kırmızı arası renkte çiçek açan, güzel bir süs ağacı, deliboynuz” şeklinde
tanımlanmaktadır (Türkçe Sözlük2011: 807). Turhan Baytop, erguvan
için “2-10 m. yükseklikte, kışın yapraklarını döken, pembe çiçekli bir
ağaç veya ağaççıktır. Çiçekleri çiğ veya yağda kavrularak yenir (Batı
Anadolu).” demekte; Mütercim Âsım Efendi de şu bilgileri vermektedir:
“Ergevân, pehlevân vezninde. Bu isimle mâruf kırmızı çiçektir. Bârid ve
yâbis, şerbeti def-i humâr ve ahşab-ı mahrukasını tılâ‘, inbât-ı şa‘r ve
hizâb hususunda dahi bî-nazîrdir. Ercuvân muarrebidir.”Ahmet Talat
Onay ise büyük oranda Mütercim Âsım Efendi’nin verdiği bilgilere bağlı
kalmak sûretiyle şöyle demektedir: “Kırmızıya mâil bir çiçek olup eski
tıbba göre tabiatı soğuk ve kuru olduğundan şerbeti sarhoşu ayıltırmış,
mahmurluğu giderirmiş, şarabı ferahlık verirmiş. Yakılmış ağacının külü
vücutta kıl çıkmayan bir yere sürülürse kıl bitirir, ellere yakılırsa kınadan daha güzel parlak düşermiş.” (Baytop 1994: 100-101;Âsım
Efendi2000: 222; Onay 1992: 149; Demirel 2009: 998-999).
Yukarıdaki tanımlardan hareketle, esasen aynı adlı ağacın çiçeği
olduğu anlaşılan, gerek kaynaklarda, gerekse ilgili beyitlerde şerbet/
şurup veya şarabının insana ferahlık verdiği, gam ve kederi dağıttığı,
dimağı rahatlattığı, mahmurluğu giderdiği dile getirilen erguvan, klâsik
şiirde daha ziyade “nihâl-i ergavân, mey-i ergavân, şarâb-ı erguvân” vb.
şeklinde geçmektedir. Bu şiirde erguvanla ilgili olarak, büyük oranda
276 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
kırmızıya çalan pembemsi renginden hareketle, sevgilinin “yüzü,
yanağı, dudağı, elbisesi”; âşığın “kanlı gözyaşı, kanla dolu sînesi; kanlı
kılıç, kanlı ok, kan, ateş, şarap” vb. benzetmelerin yapıldığı görülmektedir (Demirel 2009: 1003-1011).
Atâyî, aşağıdaki beytinde erguvan şarabının gam, keder ve kaygıyı
gideren yönüne değinmektedir:
Zamâne gussaları bî-girân imiş bildük
Velî devâsı mey-i ergavân imiş bildük
Nev‘î-zâde Atâyî (Onay 1992: 149)
Gâlib ise erguvan şarabı1/şerbetinin iç ferahlatan, dimağı yatıştıran
özelliğine dikkat çekmektedir:
Vasf-ı cemîli öyle müferrih ki söylesem
Te’sîr eder dimâğa mey-i erguvân gibi
Şeyh Gâlib (Okcu 2011: 101)
3. Gül (Rosa, Rosaceae):
Farsça’dan dilimize geçen ve genel anlamı “çiçek”olan gül, Arapça’da “verd” diye isimlendirilmektedir.Gül ağacının güzel kokulu ve
1
Bazı tıp kitaplarında “şarâb-ı ayva, şarâb-ı dut, şarâb-ı lîmûn, şarâb-ı rummân,
şarâb-ı unnâb; şarâb-ı benefşe, şarâb-ı erguvân, şarâb-ı gül, şarâb-ı nîlûfer” vb.
terkipler şeklinde ve farklı meyve veya çiçeklerle birlikte anılan şarap kelimesinin,
ilgili bitkilerin kaynamış suda bir süre demlenmelerinin ardından süzülmeleri ve
içine belli miktar şeker eklenmesiyle oluşturulan şerbetleryâhut koyu sıvı kıvamında olan ilaçlar karşılığında kullanıldığı belirtilmektedir. Bu çerçevede kaynaklarda, çeşitli rahatsızlıkların tedavisi kapsamında birçok meyve ve çiçeğin
şarabından yani şerbetinden söz edildiği; ayrıca gerek hazırlanmalarıyla, gerekse
kullanımlarıyla ilgili tariflerin verilip tavsiyelerde bulunulduğu dikkat çekmektedir (bk. Önler, 1990: 136; Bekmez, 2009: 147) Bununla birlikte, “bâde-i erguvan,
mey-i ergavan, şarâb-ı benefşe” vb. şekillerde mey, bâde; hatta sâkî kelimeleriyle
birlikte yer verildikleri görülen şarapla ilgili kimi unsurların, bazen de tevriyeli
olarak hem şerbet, hem de bilinen şarap anlamında kullanıldığı (bk. Demirel, 2009:
1009-1011) görülmektedir. Bir diğer ifadeyle klâsik şiirde başta çiçekler olmak
üzere mey, şarap vb. kelimelerle birlikte anılan bitkilerin, bazen tedavi maksatlı
hazırlanan bir şerbet/şurup, bazen de alkollü içki anlamında söz konusu edildiklerini söylemek mümkündür.
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 277
pek çok türü bulunan değerli çiçeği gül, gerek Farsça’da, gerekse dilimizde hem genel “gül-i bâdâm: bâdem çiçeği, gül-i nar: nar çiçeği; gül-i
yâsemen: yâsemin çiçeği” vb., hem de özel anlamıyla “gül-i sad-berg,
gül-i ra‘nâ, sarmaşık gülü, yediveren gülü” vb. kullanılmıştır (Kurnaz
1996b: 219-220; Âsım Efendi 2000: 294-295).
Bilhassa Osmanlı dönemi kültür ve sanat hayatımızda gülün daha
ziyâde çini, seramik, duvar resimleri ile kitap cilt ve tezhiplerinde; hatta
taş oymacılığı ve mezar taşı süslemelerinde motif olarak kullanıldığı
görülmektedir. Klâsik şiirdeki yerine aşağıda ve de ana hatlarıyla değinilecek olan güle ayrıca ninnilerde, mânilerde, türkülerde, deyimler ve
atasözlerinde, ilâhilerde, ağıtlarda, halk hikâyeleri ve kıssalarda yer
verildiği bilinmektedir (Kurnaz 1996b: 221-222; Erdoğan ve Akgül 2014:
168).
Gül, Osmanlı dönemindeki kadar olmasa bile günümüzde de başta
kültür, sanat ve edebiyat olmak üzere, hayatımızın birçok alanında,
doğum ve ölüm dâhil birçok safhasında varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Bir diğer ifadeyle gül geçmişte olduğu gibi bugün de, hem çiçek
hâliyle, hem de “gül kurusu, gül mâcunu, gül kremi, gül yağı, gül
esansı, gül suyu” vb. türevleriyle, ağırlıklı olarak kozmetik ve sağlık
alanlarında olmak üzere, gündelik hayatımızda kullanılmaya devam
edilmektedir (Baytop 1984: 237-239;Kurnaz 1996b: 222; Öztekin 2006:
579).
XVII. yüzyıl hekimlerinden Zeynelâbidin b. Halil, gül suyunun bayılma ve ateşten kaynaklanan baş ağrısına iyi geldiğini bildirmekte; yine
aynı dönem hekimlerinden Salih b. Nasrullah da gülün baş ağrısı için
kullanılabileceğini, ayrıca gül mâcununun kalbe kuvvet verdiğini bildirmektedir (Erdemir 2002: 171; Öztekin 2006: 579). Ahmet Talat Onay’ın
şairlerimizi kaynak göstererek naklettiğine göre ise gül suyu, sarhoşluk
sonrası ayılanların baş ağrılarını dindirmektedir (Onay 1992: 409).
Günümüz tıp kitaplarında da esasen gül başlı başına bir ilaç olarak
değerlendirmekte ve onun “ağız yangısı, çıban, ishal, sindirim bozuklukları, bayılma, yüksek ateş, cilt hastalıkları” vb. daha birçok rahatsızlık
için iyi bir şifâlı bitki olduğu belirtilmektedir. Yine günümüzde
yayınlanan pek çok alternatif tıp veya şifâlı bitkilere ilişkin çalışmalarda
bu bilgilerin teyit edildiği görülmektedir. Gülden elde edilen belli başlı
278 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
mâmüller arasında “gül lokumu, gül suyu, gül şerbeti, gül yağı, gül
yaprakları da kullanılmak sûretiyle hazırlanan ve bir tür mâcun olan
gül-şeker” vb. bulunmaktadır (Baytop 1984: 237-239; Özkan 2005: 32).
Kaynaklarda ayrıca gül suyunun cildi temizlediği, demleme kürleriyle bağırsak florası zarar görenlerin iyileşmesine katkı sağladığı, mikrop öldürücü özelliğinin bulunduğu,romatizma ağrılarını giderdiği,
eklem ve bademcik iltihaplarını geçirdiği;balla karıştırılarak yenildiğinde verem hastalığının tedavisinde etkili olduğu, sinir sistemini düzenlediği ve nekâhat devresinde olanlara gül balı ve reçelinin tavsiye edildiği belirtilmektedir (Anadol 1990: 127; Erdemir 2002: 171-172).
Gül, kuşkusuz tüm şairler için her zaman önemli bir ilham kaynağı
olmuştur. Çiçeklerin sultanı olarak kabul edildiği ve daha çok sevgilinin
sembolü olarak görüldüğü klâsik Türk şiiri estetiği içindeki temel işlevi
ise “renk, şekil, koku” vb. çeşitli vasıflarıyla ve de değişik vesilelerle
“sevgili, Hz. Peygamber, diğer din, devlet büyükleri” vb. şahıslarla
ilişkilendirilmesine dayanmaktadır. Bunların yanı sıra gül, âdeta bir
“gül-bülbül edebiyatı” olarak tanımlanan bu şiirde, örneğin farklı renklerinden hareketle “sevgilinin yanağı, yüzü, dudağı yâhut âşığın kanlı
gözü, sararmış yüzü” vb. uzuvlarla benzetme ilişkisi oluşturmaktadır
(Pala 1995: 208; Kurnaz 1996b: 219-220; Bayram 2007a: 211-212; Açıl 2015:
12).
Şairlerimiz dîvânlarında, “gül, gül-âb, cüllâb, gül-şeker, gül-beşeker” vb. kelime ve tamlamalarla aynı zamanda gül suyuna, gülden
yapılmış türlü mâcun, şerbet ve tatlılara işaret etmişlerdir. Bilhassa anılan tamlamaların yer aldığı beyitlerde ayrıca “sayru, hasta, bîmâr, dert,
derd-i ser, sudâ, tabîb, devâ, şifâ” vb.den söz edilmiş (Özkan 2005: 32);
âşık, gülü olarak gördüğü sevgiliye türlü taleplerini, yine gül ve ilgili
unsurları üzerinden iletmeye çalışmıştır.
Gülün şifâlı yönlerinden bazılarına işaret edilen ve bir yönüyle de
kaynaklarda verilen bilgilerin teyit edildiği görülen aşağıdaki beyitlerden hareketle, bilhassa suyunun “sarhoşluktan sonra oluşan baş ağrısı,
yüksek ateş, dimağ hastalıkları, çarpıntı” vb. birçok hastalığa iyi geldiği
anlaşılmaktadır. Nâşid, gül koklamanın humârı yani sarhoşluk sonrası
meydana gelen baş ağrısını giderdiğini belirttiği beytinde, sevgilinin
yanağı ile gül arasında başta renk olmak üzere türlü yönlerden ilgi kur-
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 279
muş ve esâsen, şarap içtikçe aynı zamanda dilberin gül yanağından
öpülmesi tavsiyesinde bulunmuştur (Öztekin 2006: 580):
Nûş eyledikçe bâdeyi öp rûy-ı dilberi
Çün bâ’is oldu şemm ile def‘-i humâra gül
Nâşid (Zülfe 1998: 52)
Beyitten hareketle şairin ayrıca, sevgilinin yanağını bir nevi meze
olarak düşündüğünü; dolayısıyla bir yandan şarabın mezesiz, kuru
kuruya içilmesinin pek makbul olmadığına, diğer yandan güzelin
yanağı gibi bir mezenin şarabın verdiği keyfi daha da artıracağına, aynı
zamanda yol açtığı olumsuzlukları da gidereceğine dikkat çektiğini
söylemek mümkündür.
Râşid’in beytinden ise gülün suyunun yanı sıra kokusunun da
humâr ehlinin başının ağrısını giderdiğini öğrenmekteyiz (Öztekin 2006:
580):
Bûy-ı gül fart-ı rutûbet birle mânend-i gül-âb
Dâfi‘-i derd-i ser-i ehl-i humâr olmakdadur Râşid
Râşid (Biltekin 1993: 45)
Bilhassa baş ile ilgili rahatsızlıklarda, diğer bazı çiçeklerin yanı sıra
gülün ve de suyunun nasıl etkili bir şekilde kullanıldığına dâir,
Celâlüddin Hızır Hacı Paşa’nın Müntahâb-ı Şifâ adlı eserinde, şairlerimizin dikkatinden kaçmadığı anlaşılan şu kayda yer verilmektedir:
“...baş tamarından kan alduralar ve çok akıda ve eger bununla
sâkin olmazsa hacâmat etdüreler ve sovuk ve ter nesneler
yeyeler gül gibi, gül-âb gibi ve benefşe gibi ve başına dahı yaku
edeler ve gül-âb ve sandal ve benefşe ve kâfur ve karanfül ve
sâf-ı mâmişâ ve nîlûfer bu kamusın dögeler ve başını yülideler
sirkeyile ve gül-âbile başına yaku edeler nâfi‘ ola bi-iznil’llâhi
ta‘âlâ…” (Önler 1990: 46).
Taşlıcalı Yahyâ bir beytinde, üstelik yukarıda verilen bilgilerle
uyumlu bir şekilde ve aynı zamanda kan ile gül arasındaki renk
benzerliğinden de yararlanarak, baş ağrısının tedavisinde baştan kan
akıtılmasının yanı sıra gül suyunun da kullanıldığını belirtmektedir.
280 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Başındaki yaradan akan kan, şairi baş ağrısından kurtarmıştır. Buna
şaşılmaması gerekir; zîrâ gül suyu baş ağrısını gidermektedir:
Başumda hûn-ı zahmı derd-i serden kurtarur cânı
Aceb olmaya bu kim gül suyı def‘-i sudâ‘ eyler
Taşlıcalı Yahyâ (Çavuşoğlu 1977: 352)
Azmî-zâde Hâletî, baş ağrısının tedavisinde en etkili gül suyunun
gül renkli şarap olduğunu belirttiği aşağıdaki beytinde, “Acaba nasıl bir
gülden elde edildi ki bu gül suyunun rengi bir türlü kaybolmamış”
diyerek aynı zamanda şaşkınlığını dile getirir:
Derd-i ser def‘ine çâre bâde-i gül-fâmdur
Gitmemiş rengi ne gülden çıkdı âyâ ol gül-âb
Azmî-zâde Hâletî (Kaya 2003: II/133)
Hâletî, bir diğer beytinde ise bu kez sevgilinin yüzündeki terleri gül
suyuna benzetir ve aşktan kaynaklanan baş ağrısının giderilmesinde bu
gül suyunun faydalı olduğunu belirtir:
Ey Hâletî hemân arak-ı rûy-ı yârdür
Derd-i ser-i mahabbete nâfi‘ olan gül-âb
Azmî-zâde Hâletî (Kaya 2003: II/137)
Gerek kaynaklarda verilen bilgilerden, gerekse beyit örneklerinden
hareketle, gül suyunun veya ondan yapılan gül şerbetinin yüksek ateşi
düşürmede de etkili olduğu anlaşılmakkadır. Yüksek ateşi düşürmede
günümüzde daha çok sirke ile ıslatılmış bez kullanılmakla birlikte, bu
tür rahatsızlıkların tedavisinde bir zamanlar gül suyunun da kullanıldığı; hatta bazı yörelerde hâlâ kullanılmaya devam edildiği bilinmektedir.
Bir öğrencimin anlattığına göre Isparta’da bugün hâlâ anneler, çocuklarının ateşi çıktığında düşürmek için başlarına gül suyu dökmekte,
vücutlarını da yine gül suyuyla sıvazlamaktadırlar.
Mesîhî’nin aşağıdaki beytinde, bünyedeki ateşi düşürmede gül
suyundan yapılan gül şerbeti içmenin yararlı olduğu dile getirilmektedir:
Çünki yakdun cânumı sun bâri la‘lüñ şerbetin
Tâ ki bu ihrâkı teskîn itsüñ ol cüllâb-ı ışk
Mesîhî (Mengi2014: 192)
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 281
Şeyhülislâm Es‘ad Efendi’nin bir beytinden anladığımıza göre gül
suyu, dimağ (beyin, akıl, zihin) durgunluğu, dağınıklığı ve gönül sıkıntısının tedavisinde de etkilidir:
Es‘ad zükâm-ı hecr ü gam olmazdı kâr-ger
Efsürde dimâg-ı dil olsa gül-âb-ı ruh
Şeyhülislâm Es‘ad Efendi (Doğan 1997: 182)
Gül suyu, aynı zamanda dîvân şiirinde en çok rastlanılan göz hastalığı olan remedin yani gözün ağrımasının veya göz kapağı iltihaplanmasının tedavisinde de etkilidir (Onay1992: 342; Aynacı 2012: 33). Emrî,
gül suyunun remedin tedavisindeki rolüne değindiği aşağıdaki beytinde
hem bu hastalığın sebebine, hem tedavisine, hem de bu tedavinin gül
suyunun her seher göze akıtılması gerektiği şeklindeki uygulanışına
işaret etmektedir (Aynacı 2012: 34):
Ruhınçün ağlamakdan kıldı tahsîl-i remed lâle
Gül-âb akıtsa tan mıdur gözine her seher jâle
Emrî (Saraç 2002: 252)
Yine beyitlerden anlaşıldığına göre gül suyu, “ihtilâc” yani “çarpıntı, çırpınma, kasların irâde dışı kasılıp gevşemesi sonucunda organlarda
görülen hareket, havâle nöbeti, vücudun titremesi, seğirme” (Ayverdi
2006: II/1365) denilen rahatsızlığın tedavisinde de etkilidir. Hilmî, gül
suyunun bu yönüne değindiği aşağıdaki beytinde, “Gönül, senin terlemiş yanağını öptükçe can bulur, kendine gelir; çünki her hasta, çarpıntısını gül suyuyla giderir” demektedir(Koç2007: 290):
Dil ruh-ı huy-gerdeni bûs eyledikçe cân bulur
Çünkü gül-âbla eder her hasta def‘-i ihtilâc
Beğlerbeğili Hilmî (Onay 1992: 409)
Fuzûlî, gülsuyu veya şerbetinden hareketle, gülün pekçok yönden
şifâlı oluşuna dikkat çekmekte ve esasen gül bahçesinde her derde deva
bulunabileceğini ileri sürmektedir (Kemikli 2007: 33):
Bulunur her derde istersen gülistânda devâ
Hokkasında goncenin san kim şifâ cüllâbı var
Fuzûlî (Akyüz vd.1990: 167)
282 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Nâbî, sevgilinin iki dudağından kinâye olarak “gül-i mükerrer” şeklinde adlandırdığı ve aynı zamanda bir devâ şurubu olan gül şerbetinin,
“maraz-ı irti‘âş” denilen titreme hastalığına iyi geldiğini belirtmektedir
(Özkan 2005: 35):
Âşık gül-i mükerrer ile eylesin devâ
Gördükçe la‘liñi maraz-ı irti‘âşına
Nâbî (Bilkan 1997: II/973)
Gül yaprağı ve bal karışımından elde edilen “gül-şeker” veya “gülbe-şeker”, balgamı kesen, karaciğeri kuvvetlendiren ve yemeğin hazmını
kolaylaştıran özelliklere sahip bir çeşit mâcundur. Aynı zamanda şekerli
bir gül tatlısının adı olan gül-be-şekerin bir zamanlar kuvvet şurubu
olarak kullanıldığı da bilinmektedir. Ahmet Paşa, doktora benzettiği
sevgilinin, hokkayı andıran dudaklarına doldurduğu gül-şekerlerle
hastalarının yani âşıklarının tedavisine gittiğini söyler (Önler 1990: 184;
Özkan 2005: 36):
Doldurur hokka-i la‘line lebün gül-şekeri
Ya‘ni dil-hasteleriñ derdine tîmâra gider
Ahmet Paşa (Tarlan 1992a: 155)
Kadı Burhâneddin, sevgilinin tatlı dudağı ile gül birlikteliğinden
hareketle, gül-şekerin ciğer rahatsızlığına şifâ olan yönüne işaret eder:
Eline sundum güli öpdi vü virdi baña
Pes ciğerüme devâ gül-şeker olmış durur
Kadı Burhâneddin (Ergin 1980: 461)
Edirneli Kâmî ise doktora benzettiği sevgilisinin, kendisine bir kez
tebessüm ederek bakması hâlinde, gönül yarasına gül merhemi sürmüş
olacağını belirterek, gül merheminin yaraların tedavisindeki katkısına
dikkat çeker (Öztekin 2006: 580):
Bir kez tebessümâne nigâh itse ol tabîb
Urmış olurdı zahmuma gül merhemin hemân
Kâmî (Yıldırım 2009: 352)
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 283
4. Menekşe (Viola, Violaceae):
Farsça’da “benefşe”, Arapça’da “menefşe”, Türkçede ise “menekşe”
veya “menevşe” şeklinde adlandırılır. Menekşegillerden bir veya çok
yıllık otsu bir bitki olan bu çiçek,daha ziyâde gölgelik yerlerde, çayırlıkta, duvar, çit diplerinde ve bayırlarda bulunur.Yaprakları kalp şeklinde,
son derece nazik ve küçük olan menekşenin“beyaz, mavi, mor, hercâî,
sarı” vb. renkte olanlarının bulunmasına karşın, mor renkte olanları
daha çok tercih edilir. Kokuları hoş çiçekleri olan menekşenin bazı
türleri ise kokusuzdur. Kaynaklarda menekşeden çeşitli yemeklerin yanı
sıra, şeker tatlısı ve sirkesinin yapıldığı; ayrıca mor menekşeden
menekşe şarabı/şerbeti/şurubu ve suyu elde edildiği belirtilmektedir
(Baytop 1984: 324; Baytop 1994: 204; Âsım Efendi 2000: 66; Ayverdi 2006:
II/2001-2002; Yıldırım 2008:157; Çeltiker 2009: 217; Bekmez 2009: 85).
Yine kaynaklarda bildirildiğine göre menekşe, idrar söktürücü ve
kan temizleyici özelliklere sahip olup yaraların ve cilt hastalıklarının
tedavisinde etkilidir. Kokulu menekşeler ise dâhilen terletici, hâricen
lapa veya gargara hâlinde kullanılır. Menekşenin ayrıca uyku getirdiği,
vücudu terletip rahatlattığı, baş ağrılarına iyi geldiği; koklanmasıyla
beyindeki sıcaklık ve kuruluğu giderdiği, gam ve kederin dağılmasına,
zihnin toparlanmasına, ferahlamaya yardımcı olduğu; mide ve bağırsak
tahrişleri,böbrek rahatsızlığı, tansiyon, akciğer zarı iltihabı ve karaciğer
hastalıkları ile kuru öksürük, boğmaca, bronşit, zâtürre gibi solunum
sistemi hastalıklarının tedavisinde kullanıldığı; hatta menekşe şerbetinin
iştah açtığı kaydedilmektedir (Baytop 1984: 324-325; Anadol 1990: 169170; Yeniterzi 1998: 96; İvanov vd. 1999: 230; Erdemir 2002: 301-302;
Kemikli 2007: 33; Bekmez 2009: 97).
Beyitlerde daha ziyâde “benefşe” şeklinde geçen menekşenin, dîvân
şairlerinin dikkatini çeken bitkisel özellikleri arasında “hemen her yerde
yetişmesi, boyunun kısa ve eğri olup yere hayli yakın olması, bazı
türlerinin kokusuz oluşuna karşın bazı çeşitlerinin hoş kokulu olması,
türlü renklerde oluşu, çiçeklerini ilkbaharda açması, zor şartlara karşı
dayanıklı ve fakat ömrünün kısa olması, pazarda satılması” vb.
bulunmaktadır. Yine örneklerden hareketle dîvân şairlerinin menekşe ile
daha çok insan uzuvları arasında bir benzetme ilişkisi kurdukları, bu
284 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
çiçeği bilhassa sevgili odaklı olarak“ben, boy, gözbebeği, saç, dendân,
hat, kulak ve mûy”a benzettikleri görülmektedir. Renk ve koku yönünden miske de benzetilen menekşe, demet demet olmasından hareketle
saçı andırır. “Anber, âşık, attâr, asker, çerâğ, dîvâne, gece, gedâ, hizmetçi, hokka, Kâbe örtüsü, kadeh, kalem, kalender, kul, kulak, mecnûn,
mestâne, micmer, mürit venil”de menekşenin benzetildiği unsurlardandır (Pala 1995: 367; Kurnaz 1996a: 538; Bayram 2007a: 215).
Ahmet Paşa, Cem Sultan övgüsünde kaleme aldığı “benefşe” redifli
kasidesinden aldığımız aşağıdaki beytinde, menekşe şarabı yâhut şerbetinin gam ve kederi dağıtan, insanı ferahlatan özelliğine değinmektedir:
Bir dem gam-ı devrânı unutturmağa sâkî
Gül mevsimidir sun berigül-nârî benefşe
Ahmet Paşa(Tarlan 1992a: 81)
Necâtî, Şehzâde Mahmud medhinde kaleme aldığı “benefşe” redifli
kasidesinin bir beytinde, menekşeye bakmanın gözlere şifâ verdiği,
canlılık ve parlaklık kazandırdığı bilgisine yer vermek sûretiyle, esasen
pâdişahın kendisine ilgi göstermesinin önem ve gereğine işaret etmektedir:
Şâhâ bu siyeh-baht kuluña nazar it kim
Bakmakla cilâlar virür ebsâra benefşe
Necâtî Bey(Tarlan 1997: 89)
Merhum hocam Mehmed Çavuşoğlu bu beytin günümüz Türkçesiyle nesre çevirisini “Ey Pâdişâh, bu kara tâlihli kuluna iltifât et ki,
baktıkça menekşe gözlere cilâ verir” şeklinde yapmış ve açıklama
notunda “Menekşenin rengi kara olarak tasavvur edilmekte ve kul,
tâlihindeki karalık yüzünden menekşeye benzetilmektedir.” kaydına yer
vermiştir (Çavuşoğlu ts.: 93). Ancak bu izah, menekşeye bakmanın gözlere neden ve nasıl parlaklık kazandırdığı veya iyi geldiğini açıklamakta
yeterince yardımcı olmamaktadır. Beyit hakkında bilgisine başvurduğum Atilla Şentürk hocamız ise menekşeye bakmanın göze cilâ verdiğini
daha önce duymadığını; ancak menekşenin Kâbe örtüsüne benzetilmesiyle ilgili olarak Ahmet Paşa’nın,
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 285
Zülfün yüzüne saldı kirişmeyle dedi kim
Kim gördü k’ola Ka‘be’nin estârı benefşe
Ahmet Paşa (Tarlan1992a: 82)
beytini hatırladığını belirtmiştir. İlâveten cilâ vermenin aynı zamanda
tedavi etmek anlamına geldiğini, “estâr” kelimesinin de beyitte bildiğimiz anlamda “astar” değil “örtü” anlamında geçtiğini düşündüğünü
dile getirmiştir. Bu bilgiler ışığında Necâtî’nin beyitte dile getirdiği
husus benim açımdan daha bir netleşmiş oldu. Şöyle ki; yakın geçmişte
bazı yaşlılar tarafından dile getirilen “mavi gökyüzüne bakmak göze iyi
gelir” şeklindeki inanıştan hareketle, bir zamanlar halk arasında menekşeye bakmanın da göze şifâ verdiğine, parlaklık kazandırdığına inanıldığını, üstelik Necâtî’nin beytinden hareketle bunun hayli eskiye dayandığını düşünmek mümkündür. Yine beyitten hareketle üzerinde durulması gereken bir diğer husus, menekşenin Kâbe örtüsüne benzetilmiş
olmasıdır. Bilindiği üzere menekşe koyu mor renginden hareketle aynı
zamanda kara/siyah ve gece olarak tasavvur edilir. Menekşe-Kâbe
bağlantısından hareketle şu bilgiyi de dikkate almakta yarar vardır. Bazı
kaynaklarda hadis olarak geçen ve bir rivâyete göre “Bakıldığında sevap
olan, şifâ veren beş şey...”, bazı rivâyetlerde ise “Bakıldığında şifâ veren
üç şey...” şeklinde zikredilen unsurlar arasında Kâbe ve Kur’an-ı Kerîm
de bulunmaktadır. Ahmet Paşa’nın beytinde geçen Kâbe estârı/örtüsü,
mecâz-ı mürsel yoluyla Kâbe’ye işaret ettiğinden, beyitte dile getirilen
menekşeye bakmak, koyu renginden hareketle bir nevi Kâbe’ye bakmak
gibi değerlendirilmiş olmalıdır. Yine beyit bağlamında, insanın ışığa
uzun bir süre bakması sonucunda gözlerinin neredeyse göremez hâle
geldiği de hatırlanmalıdır. Bilindiği üzere böylesi durumlarda gözün
eski hâlini alması, bir nevi kendini toparlaması için tekrar karanlığa veya
siyah vb. koyu bir renge bakmak gözü âdeta dinlendirdiğinden iyi gelir.
Hatta bu tür göz rahatsızlıklarını gidermek için eskiden çember şeklinde
kesilmiş mavi ya da siyah renkli bir bezle hastanın gözünün kapatılıp
sımsıkı bağlandığı da bilinmektedir (Yeniterzi 1998: 99-100).İçeriğinde
daha birçok hususa değinilmiş olma ihtimâli bulunan beytinde Necâtî,
menekşenin koyu renginden hareketle bu tür bir uygulamaya da
telmihte bulunmuş olabilir.
286 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Necâtî, Şehzâde Mahmud övgüsünde kaleme aldığı “benefşe”
redifli kasidesinde bu çiçeğin birçok özelliğine değinmesinin yanı sıra,
şekerle birlikte hastaya iyi geldiğine de temas eder:
Adlüñle ider dehr mizâcın felek ıslâh
Şekkerle virür fâide bîmâra benefşe
Necâtî Bey (Tarlan 1997: 89)
Şair aşağıdaki beytinde bu kez, menekşe kokusunun dimâğa iyi geldiğine, zihni toparlayarak parlak anlamlar ile ince şeyleri kavramasına
yardımcı olduğuna değinir:
Kapladı bûy-i benefşe her dimâğı nitekim
İde derk-i ma‘nî-i bârik fehm-i hurde-bîn
Necâtî Bey (Tarlan 1997: 76)
Bir başka beytinde menekşenin benzer bir özelliğine değinen
Necâtî, bu çiçeğin zihin dağınıklığından kaynaklanan dil dolaşıklığına
yani konuşma bozukluğuna da iyi geldiğini belirtir:
Sûsen gibi nazm itmeğe dilüm dolaşırken
Vasfuñla getürdi beni güftâra benefşe
Necâtî Bey (Tarlan 1997: 90)
“Ey Emrî gözümde o güzelin ayva tüylerinin gamının yansımasını
gören, su dolu kâse içinde menekşe yağı var der” diyen şair, yaşlı gözlerini su dolu kâseye, gözündeki hüznü veya bir rahatsızlıktan kaynaklanan çapaklanmayı ise su üzerine çıkmış menekşe yağına benzetmektedir. Emrî böylece, göz rahatsızlıklarının tedavisinde bir zamanlar
menekşe yağının kullanıldığına da işaret etmiş olur:
Emriyâ çeşmümde ‘aks-i gussa-i hattın gören
Kâse-i pür-âb içinde dir benefşe yağı var
Emrî (Saraç 2002: 89)
5. Nilüfer (Nymphaea Alba):
Farklı metinlerde“nîlper, nîlfer, nîlûper, nîlûfer” vb.şekillerde
geçen, Farsça’da “gül-i âbzâd: suda yaşayan çiçek, gül-i zindegî: hayat
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 287
çiçeği, gül-i âferîniş: yaratılış çiçeği” vb. olarak da adlandırılan nilüfer,
Türkçe’de ayrıca“su gülü, su lâlesi, su zambağı, kalabak ve çadır çiçeği”
adlarıyla bilinmektedir. Nilüfer, eski İran mitolojisinde“Nâhîd gülü”
olarak kabul edilmiş, Yunan mitolojisinde ise “genç kız” şeklinde tasvir
edilmiştir (Yıldırım 2008: 553). Mütercim Âsım Efendi’nin kaydettiğine
göre nilüfer, güneş doğarken suda ortaya çıkıp açılan ve batışında tekrar
suda kaybolan bir çiçektir (Âsım Efendi 2000: 562).
Göl veya havuz benzeri durgun sularda yetişen, beyazına ayrıca
“Lotus” denilen nilüfer, yirmi dolayında beyaz taç yapraktan oluşan,
hoş kokulu, tek çiçekler açan, çok yıllık otsu bir su bitkisidir. Ülkemizdeki nilüferler beyaz açarken, dünyada sarı, pembe, kırmızı, mavi renklilerine de rastlanmaktadır. Sarı nilüferin çiçeğinin afrodizyak, beyaz
nilüferin çiçeğinin ise yatıştırıcı ve uyuşturucu etkisi bulunmaktadır
(Baytop 1994: 374). Nilüferin, suda yetişip çürümesinden dolayı doğasında fazla bürûdet, soğukluk vardır ve bu soğukluk etkisiyle kalp hararetini giderdiği ve ferahlık verdiği düşünülür. Nişasta deposu olan kök
sapları patates, tohumları ise kahve niyetine tüketilebilen nilüfer, aynı
zamanda kalbi kuvvetlendirici, gönül açıcı, sinirleri yatıştırıcı ve uyku
düzenleyici olarak bilinmekte; cilt kızarıklıkları, yaralar ve saç bakımı
için de kullanılmaktadır. Kaynaklarda ayrıca nilüfer şarabı veya şerbetinin sıtmaya iyi geldiği belirtilmektedir (Yalçın 1981: 582; Ayverdi 2006:
II/2351; Dara 2006: 504; Çeltiker 2009: 233-234; Bekmez 2009: 39).
Klâsik Türk şiirinde nilüfer, bilhassa şekil ve renginden hareketle,
güneş ya da âşığın solan yüzünün sarılığı; hatta gökyüzünün maviliği
için benzetilen olur. Suda yetişmesi ve su üzerinde bulunması nedeniyle
gözü yaşlı tasavvur edilen nilüfer ayrıca,“seccâdesini suya sermiş,
riyâzetten ötürü yüzü sararmış bir derviş” olarak tahayyül edilir (Kurnaz 1996a: 541; Erdoğan 2007: 108).
Nedim’in, Ahmet Talat Onay’ın çevirisiyle “Sevgilinin henüz
terlemiş ayva tüyleri altındaki dudağı, ateşli bir kalbin tedavisi için âni
tesir gösteren nilüfer midir bilmem” (Onay 1992: 410)dediği ve aynı
zamanda nilüferle tedaviye değindiği aşağıdaki beytini, “Harâretli,
ateşli gönlün tedavisinde doğrusu hemen etki eder (veya Bür’ü’-sâ‘a gibi
son derece yararlı bir içeriğe sahiptir). Ayva tüyleriyle çevrili la‘l
dudağın nilüfer midir (veya la‘l dudağının serin, tatlı suyu nilüferin
288 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
yetiştiği su mudur) bilmem” şeklinde çevirmemiz de mümkündür.
Kanaatimizce şair, bir yandan kırmızı renginden ve etrafını saran terlemiş ayva tüylerinden hareketle sevgilinin ıslak dudağını kırmızı nilüfere
benzetmiş, bir yandan da dudağının kalbe ferahlık veren serin tatlı suyu
ile nilüferin içinde yetiştiği su yâhut tedavi amaçlı olarak hazırlanan
nilüfer suyu arasında bağlantı kurmuştur. İlgili tamlamayı tevriyeli bir
şekilde kullanmak sûretiyle aynı zamanda, hekim ve filozof tipinin
İslam tarihindeki en başarılı temsilcisi kabul edilen Ebû Bekir Râzî (ö.
925)’nin tıpla ilgili ünlü eseri Bür’ü’s-Sâ‘a’ya (Kaya 2007: 479, 485)
telmihte bulunan Nedim, böylece nilüferin veya nilüfer suyunun kalp
harâretini gidermede hayli etkili olduğunu; dolayısıyla kalbe iyi geldiğini vurgulamış olmaktadır:
Müdâvât-ı dil-i mahrûra2bür’ü’s-sâ‘adur el-hak
Zülâl-i la‘l-i hatt-âverdi nîlûfer midür bilmem
Nedim (Boztepe1340: 164)
Arpaemîni-zâde Sâmî ise nilüferin bu kez kokusunun kalbi ferahlattığına, tıpkı Hz. İsâ’nın nefesinin ölüleri dirilttiği gibi insanın gönlünü
canlandırdığına değinir:
Hey’et-i aksi olup ser-zede çün nîlûfer
Bûyı eyler dem-i Îsâ gibi tefrîh-i fu’âd
Arpaemîni-zâde Sâmî (Kutlar2004: 107)
Şeyhülislâm Yahyâ’nın aşağıdaki beytinde, nilüferin çiçek hastalığının tedavisindeki rolüne değinilmiş, bir diğer ifadeyle çiçek çıkaran
hastalara, nilüfer çiçeğiyle aramo edilmiş nilüfer şerbeti içirildiği kaydına yer verilir (Onay 1992: 411; Aydemir 2006: 59):
Nihâl-i tâze-i gülşen çiçek çıkardı meğer
Tabîb-i cûy içürdi şarâb-ı nîlûfer
Şeyhülislâm Yahyâ (Erten1995: 286)
2
“dil-i mahrûra”tamlaması, dîvânın Muhsin Macit neşrinde nüsha farkı olarak
dipnot alanında verilmiş, metne ise “dil-i mecrûha” şekli alınmıştır (bk. Muhsin
Macit, Nedim Divanı, Akçağ Yay., Ankara 1997, s. 319).
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 289
Ş. Yahyâ’nın beytinden iki farklı anlam çıkartılabileceğini belirten
Aydemir ayrıca şunları kaydeder: “İlkine göre; ‘Meğer gül bahçesi fidanı
çiçek çıkarmış, tabip olan ırmak da ona nilüfer renkli şurup içirmiş.’
şeklindedir. İkinci anlamı ise; ‘meğer’ kelimesinin sihr-i helâl yoluyla
kullanılmasıyla ortaya çıkar. Buna göre: Gül bahçesinin taze fidanı,
nilüferrenkli şarap/şurup/aşı eriyiğinin verilmesi sonucu çiçek çıkarmıştır. Böylelikle aşılama yapılmış ve hastalığın kontrolü elden bırakılmamıştır.”Aydemir daha sonra, Şeyhülislâm Es‘ad Efendi’nin, bahar
tabibinin ağaçlara hayat şarabı içirmek sûretiyle açtırdığı çiçeklerle, bir
nevi hastalıklarını dışa vurdurduğunu, böylece daha hafif seyretmesini
sağladığını belirttiği aşağıdaki beytini, Yahyâ’nın yukarıdaki beytinde
dile getirdiği ikinci anlamı destekleyen bir örnek olarak verir (Aydemir
2005: 59):
Şarâb-ı nâmiye nûş itdirüp tabîb-i rebî‘
Çiçekle hârice def‘ itdi illetin eşcâr
Şeyhülislâm Es‘ad Efendi (Doğan 1997: 68)
6. Safran (Crocus Sativus):
Safran, sûsengiller familyasından olupyetiştirildiği bölgenin iklim
şartlarına göre ilkbahar veya sonbaharda, açık mor yapraklı güzel çiçekler açan ve bu çiçeklerin ortasında bulunan sarı ve kızıl renkteki
telciklerden oluşan soğanlı, tıbbî ve aromatik bir bitkidir. Anayurdu Batı
Asya, Türkiye, İran ve Yunanistan’dır. Vaktiyle Bizanslılarca sadece
İzmir’de yetiştirilen safran, Osmanlılar zamanında başta Safranbolu
olmak üzere İstanbul, İzmir, Tokat, Adana ve Urfa’da yetiştirilmekteydi.
Bugün ise ülkemizde az miktarda ve adını kendisinden alan Safranbolu’ya bağlı Davutobası köyü, Yazıköyü ile civar köylerde; ayrıca
Denizli, Urfa gibi. diğer bazı şehirlerimizde yetiştirilmektedir (Ayverdi
2006: III/2630; Ceylan 2005: 151; Dara 2006: 550).
Kutadgu Bilig’den itibaren metinlerde rastladığımız safran,
Anadolu sahasında verilmiş edebî eserlerde ve eski tarım yazmalarında,
Farsçası olan “zâferân”şeklinde geçmektedir. Aslı Arapça“za‘ferân” olan
kelimenin günümüzde de kullanılan safran şeklinin ise bazı telaffuz
farklılıklarıyla pek çok dilde yer aldığı (bk. Almanca, Fransızca: Safran;
290 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
İngilizce: Safronn; Rusça: Shafran; İtalyanca: Zafferano vd.) ve ayrıca
halk ağızlarında uzun süreden beri bulunduğu bilinmektedir. Anadolu’da “mor çiğdem, koyun çiğdemi, safran çiğdemi” adlarıyla da bilinen
safranın “Hint safranı, Yemen safranı, Selanik safranı, Arnavut safranı,
Viranşehir safranı” gibi türleri ünlüdür. Kırmızı renk yoğunluğu, koku,
tat ve içindeki safranal oranının yüksekliği safranın kalitesini belirleyen
etkenlerdendir. Üretimi son derece zor olan safran az üretildiğinden,
bazen gram fiyatı altının gramına eşdeğer olabilmektedir; dolayısıyla
safran, dünyada sahteciliği en fazla yapılan bir bitkidir (Erdemir 2002:
353; Ceylan 2005: 149-150; Çeltiker 2009: 252-253).
Safran aynı zamanda Türk mutfak kültürünün en eski baharatlarındandır. Osmanlı döneminden beri “zerde, aşûre, lokum” vb. tatlıların
koku ve renk verici malzemeleri arasında da yer alan safranın en köklü
kullanım alanlarından biri ise tıptır. Eski tıbba göre sıcak/kuru
bitkilerdendir ve tarçın gibi o da yumuşaklığı sebebiyle pek çok rahatsızlığa iyi gelir. Vücuda zindelik ve ferahlık verir, uykuyu düzenler, sinir
sistemini uyarır, kalp çarpıntılarını giderir, hafakanı önler ve insanı
neşelendirir. Aynı zamanda hazmı kolaylaştırıcı olup astım ve öksürüğü
tedavi eder, kulak ağrısını geçirir, çiğnendiğinde diş etlerini, sürme gibi
sürüldüğünde ise gözleri kuvvetlendirir. Günümüzde bilhassa bazı
kanser türlerinin tedavisinde de etkili olduğu belirtilen safran, fazla
miktarlarda alınması hâlinde baş ağrısına, şarapla birlikte içilmesi
durumunda ise baygınlığa sebep olur. Ayrıca önemli bir iştah kesici olan
safran, bir yandan kilo vermeyi sağlarken bir yandan da mideyi
kuvvetlendirir (Baytop 1984: 360; Onay 1992: 442; Erdemir 2002: 354-355;
Ceylan 2005: 151-152; Çeltiker 2009: 254; Bekmez 2009: 95).
Klâsik Türk şiirinde safrana sadece rengi ve kokusu ile değil,
yetiştirilmesinden hasadına, sahip olduğu bazı tıbbî hususiyetleri ile
kullanım alanlarına kadar pek çok özelliğiyle yer verildiği görülmektedir. Açık sarı renkte olan safran, renginden dolayı daha çok âşığın
yüzü için benzetilen olur. Renginin güzel olması safranın acısını gidermez; dolayısıyla hiç kimse, rengine bakıp da safran tatlıdır demez.
Sevgilisinin aşkıyla yanan âşık, bağrımın yandığına delil yüzümün sarısıdır, demek suretiyle aynı zamanda safranın yanık yaralarının teda-
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 291
visinde ilaç olarak kullanımına değinir (Çavuşoğlu 1971: 280; Pala 1995:
577; Tarlan 1997: 234; Ceylan 2005: 153).
Mezâkî aşağıdaki beytinde, sadece safran kullanarak aç kalmış ve
beti benzi sararıp solmuş zâhide çatar. Ona bir nevi gerçek âşık olmak
için bunların yeterli olmayacağını söyleyen ve asıl olması gereken
yürekteki yakıcı ateş ile nemli gözlerden akan kanlı gözyaşlarının
nerede olduğunu soran şair, bir yandan da safranın zayıflatıcı özelliğine
dikkat çeker (Ceylan 2005: 159):
Kanı sûz-ı derûn-ı hûn-ı eşk-i çeşm-i ter zâhid
Tutalum za‘ferân-ı za‘f ile sîmâñı zerd itdüñ
Mezâkî (Mermer 1991: 436)
Şairlerimizin safran hakkındaki yaygın kullanımlarından biri de
onun neşe verici ve güldürücü özelliği olmuştur. Aynı zamanda
antidepresif özelliğe sahip olan safran, bir zamanlar dârüşşifâlarda
melankoli hastaları için hazırlanan ilaç terkiplerine katılan, bu tür
hastalara koklatılan ve üzerlerinde bulundurmaları tavsiye edilen bir
bitkidir. Hatta Ahmet Talât Onay, düğünlerde safranlı zerde-pilav ikram
edilmesinin de, eski İstanbul medreselerinde haftada iki öğün zerde
çıkarılmasının da, neşeyi artırmak ve ferahlık vermek amacıyla oluşturulmuş âdetler olabileceğini belirtmektedir (Onay 1992: 442-443; Ceylan
2005: 159-160).
Safranın insana neşe veren yönüne değindiği aşağıdaki beytinde,
aşk ile sararmış yüzünün, sevgilinin tıpkı çam fıstığı gibi kapalı olan
ağzını açtırıp güldürdüğünü söyleyen Nâbî, bu durumun safranın
bitkilerin Nasreddin Hocası olmasından kaynaklandığını belirtir (Onay
1992: 443):
Rûy-ı zerdim piste-i leb-bestesin handân eder
Za‘ferân nev’-i nebâtıñ Hâce Nasreddîn’idir
Nâbî (Bilkan1997: I/570)
Ahmet Paşa da safranın aynı özelliğine değindiği bir beytinde,
sevgilinin yüzüne güldüğüne minnet etmemesi gerektiğini; zîrâ gülmesinin safranın etkisiyle gerçekleştiğini dile getirir:
292 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Yüzüme güldüğüne minnet etme
Ki bu hâssiyyetidir za‘ferânın
Ahmet Paşa (Tarlan1992a: 199)
Sevgilisinin kendisine gülmesini hoş karşılamayan Zâtî desafranın
aynı özelliğine değinir ve sevgilinin bu neşeli hâlini safran almış olmasına, aslında ise safrana dönen yüzüne bakmasına bağlar:
Dâ’im benüm yüzüme gülerseñ aceb degül
Tab‘-ı cihânda hâssıyet-i za‘ferân kodı
Zâtî (Tarlan1987:III/469)
Safran ayrıca eski tıbba göre sıcak yapıdaki bitkilerdendir; dolayısıyla şairlerimiz onu aynı zamanda ateşle, ateşe bağlı kavram ve hastalıklarla birlikte anarlar. Bâkî, “Aşk ateşinin sıtmasından öylesine güçsüzüm ki sararmış yanağım hayat gülşenimde safrana döndü.” diyerek,
safran ile ateş arasındaki ilgiye değinir (Ceylan 2005: 158):
Teb-i tâb-ı mahabbetden şu deñlü nâ-tüvânem kim
Hayâtum gül-şeninde za‘ferân oldı ruh-ı zerdüm
Bâkî (Küçük1994: 312)
7. Yâsemin (Jasminium):
Dilimize Farsçadan geçmiş olup beyitlerde “semen, yâsemen,
yâsemîn” şeklinde de yer verildiği görülen yâsemin, zeytingiller familyasına mensup hoş kokulu, mor, pembe, mavi, kırmızı, beyaz veya sarı
çiçekleri olan sarmaşık cinsinden bir bitkidir. Vatanı Batı Asya olmakla
birlikte Akdeniz ülkelerinde süs bitkisi olarak yetiştirilir. Mütercim
Âsım Efendi’nin kaydettiğine göre kırmızı türü “gece safâ, gündüz cefâ”
kızıl yâsemen dedikleri bir çiçek olup sarı renkte olanına ise ayrıca
“tavşan gülü” denilmektedir. Yâseminin çiçeklerinden elde edilen ve
içeriğinde “jasmon, linalol, benzil” gibi maddeler bulunan uçucu yağ,
dâhilen göğüs yumuşatıcı, sinir yatıştırıcı, dimâğı güçlendirici, ferahlık
ve zindelik verici olarak; hâricen ise vücuttaki yarık ve çatlakların
tedavisinde kullanılmaktadır (Baytop 1984:405; Âsım Efendi 2000: 816;
Ayverdi 2006: III/3380; Çeltiker 2009: 247).
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 293
Yumuşak dokusu, daha çok beyaz, sarı renkte olan çiçekleri ve
ferahlık veren güzel kokusuyla dikkat çeken yâseminin klâsik Türk
şiirindeki temel işlevi; “sevgilinin saçı, yüzü, yanağı, sînesi, teni”vb.
uzuvlarıyla benzerlik ilişkisine dayanmaktadır (Pala1995: 568; Bayram
2007a: 214).
Lebîb âşağıdaki beytinde, âşığın bağrındaki yaralara çâre olmak
üzere, sevgilinin terlemiş sinesini, yaralı sînesine sürmesi tavsiyesinde
bulunur. Böylece sevgilinin sînesini yâsemine, terini ise yâseminin
yağına benzeten şair, aynı zamanda bu yağın vücuttaki yara ve çatlaklara iyi gelen bir merhem olduğunu vurgulamış olur (Öztekin 2006: 582):
Hoy-kerde sînesin süregör çâk-i sîneñe
Âşık şukûk merhemidür yâsemin yağı
Lebîb (Kurtoğlu 2004: 497)
Şeyh Gâlib’in aşağıdaki beytinde ise yâseminin, dalının zayıflığına
rağmen, kokusunun tüm bahçeleri kaplayan ve koklayanlarda ferahlık,
tazelik, zindelik hissi uyandıran bir özellikte oluşundan söz edilmektedir:
Olsan nizâr-ı za‘f ile çün şâh-ı yâsemen
Bûy-ı safâ verir yine hulkun çemen çemen
Şeyh Gâlib (Okcu 2011: 293)
III. MEYVELER
Klâsik şiirde meyve karşılığında daha ziyade “mîve, bâr, semer”
kelimelerinin kullanıldığı, şiirlerde birçok meyveye yer verildiği görülmektedir. Meyvelerle büyük oranda olumlu ve soyut öğeler arasında
bağdaştırma yapan şairlerimiz, bunları türlü özellikleriyle ele aldıkları
ve ayrıca insan vücudundan bazı benzetmelerle söz konusu ettikleri
gibi, insan hayatında yer alan birtakım yönleri ve fonksiyonları üzerinde
de çeşitli teşbihler ile mecazlar oluşturmuşlardır (Gökyay1993: 9;
Bayram 2007b: 220; Gülhan 2008: 345).
Klâsik şiirde, aralarında “ayva/eyvâ, nar/enâr, sîb/elma, şeftâli/
şeftâlû ve turunç/nârenç”in de bulunduğu birçok çeşidinin ayrıca redif
olarak tercih edildiği meyveye, şiirlerde aynı zamanda belli bir çabanın
294 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
sonunda elde edilen ürün anlamında kullanıldığından, çoğunlukla
“saâdet semeri, mîve-i safâ, bâr-ı ümmîd, mîve-i bâğ-ı cihân, murat
meyvesi”vb. kelime ve tamlamalarla birlikte yer verilir. Bilindiği üzere,
oluşmadan önce çiçek hâlinde olduğundan meyvenin aynı zamanda
“berg ü bâr” şeklinde yaprakla birlikte anıldığı;“nârven, servi, söğüt”vb.
ağaçların ise ayrıca meyvesiz oluşları üzerinde durulduğu görülür
(Sefercioğlu 1990: 414; Kurnaz 1996a: 550; Sefercioğlu 2008: 322).
Dîvân şairlerinin meyvelere bakış açısı da genellikle şairâne yaklaşımlara, soyut ve somut unsurlarla ilişkilendirmelere, benzetmelere ve
bağdaştırmalara dayanmaktadır.Bir diğer ifadeyle şairlerimiz, pek çok
açıdan faydaları bulunan meyveleri hem bu yararları, hem de bunlarla
bağlantılı olarak birçok farklı unsurla ilişkilendirerek şiirlerine yansıtmışlardır (Bayram2007b: 220).
Klâsik Türk şiirinde meyvelerle ilgili benzetmeler büyük oranda
sevgilinin, her biri birer güzellik unsuru olan uzuvlarıyla ilişkili olarak
yapılmış; bu bağlamda meyvelerin bilhassa “şekil, renk, tat, koku, parlaklık” vb. özelliklerinden yararlanılmıştır. Bunun en güzel örneklerinden biri olan aşağıdaki beyitte İbn-i Kemâl, saçını misk kokulu salkım,
yanağını kırmızı la‘lden elma; dudaklarını tâze hurma, bûsesini ise tâze
şeftaliye benzettiği güzeli,âdeta bir meyve bahçesi şeklinde tasvir eder
(Deniz 2006: 580):
Zülfi müşgîn hûşedür ruhsârı la‘lîn sîbdür
Tâze hurma lebleri şeftâlû-yı ter bûsesi
İbn-i Kemâl (Demirel 1996: 206)
Dîvânlarda şifâlı yönlerine değinilen meyveler, sadece aşağıda ele
aldıklarımızla sınırlı değildir. Kaynaklarda tıbbî özelliklerinden bahsedilen ve klâsik şiirde çeşitli yönleriyle yer verilen; ancak bizim şifâlı
oluşlarıylailgili örnek beyit belirleyemediğimiz meyveler arasında
“dûd/dut, hurma, sîb/elma” vb. yer almaktadır.
1. Ayva (Cydoniae):
Anayurdu kesin olarak bilinmemekle birlikte Kafkasya, Kırım,
Yunanistan ve ülkemizin yanı sıra bize komşu diğer bazı ülkelerde de
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 295
rastlanan ayva ağacı, tek gövdeli ve seyrek dallı; çiçekleri ise açık pembe
ya da beyaz renkli olup yabani güle benzeyen bir ağaçtır. Bu ağacın
meyvesi olan ayva, taze olarak yenildiği gibi reçeli, kompostosu, tatlısı;
hatta bazı yörelerde yemekleri yapılarak da tüketilir. Ayvanın “ekmek,
Gördes, şeker, misket, ayıboğan, limon, altın ve tavşanbaşı”vb.pek çok
çeşidibulunmaktadır (Hayat Ansiklopedisi ty.:I/409; Ebcioğlu 2003: 154;
Çeltiker 2009: 270).
Kaynaklarda hem meyvesinin, hem de çekirdeğinin pek çok
faydasından bahsedilen ayva, bronşit ve öksürüğe karşı kullanılır.
İncebağırsak iltihabında faydalıdır, kalbe ve mideye kuvvet verir. Ayva
ayrıca ağız kokularını yok eder, harâreti keser ve kalpteki sıkıntıları
giderir. Hatta zayıf bir ateş düşürücü özelliği olan ayvanın yaprağı da
uykusuzluk ve sinirlilik hallerinde yatıştırıcı olarak etkilidir(Yalçın 1981:
521; Baytop 1984: 174).
Beyitlerde “âbî, ayvâ, bih, eyvâ ve havyâ” şeklinde de geçen; aynı
zamanda “ eyvâh, yazık” anlamına gelecek şekilde tevriyeli de kullanılabilen ayvaya klâsik Türk şiirinde renginin sarılığı, yuvarlak şekli ve
üzerindeki havları sebebiyle daha ziyâde sevgilinin çenesi veya âşığın
yüzü için benzetilen olarak yer verilmiştir(Deniz 2006: 581; Gülhan 2008:
351).
Ayvanın harareti kestiği; dolayısıyla ateş ile ilgisinin olduğunun
îmâ edildiği aşağıdaki beyitte Necâtî’ye göre, ayı ve güneşi bir elinde
elma gibi oynatan sevgili, günlerinin ayrılık ateşinde ayva/eyvâh ile
geçmesine sebep olmuştur:
Mihr ü mâhı bir eliyle oynadan elma gibi
Nâr-ı fürkatde geçirdi günümü eyvâ ile
NecâtîBey (Tarlan 1997:420)
Zâtî de “eyvâ” kelimesini tevriyeli kullandığı beytinde, “Âşık
dünya bahçesini ayva/eyvâh, yazık nidâlarıyla doldursa buna şaşılmamalıdır; zîrâ sevgilinin kızıl ateş saçan gözleri ucundan tutuşup ateş
olmuş, ateşler içinde kalmıştır” demekte ve yine ayva ile ateş ilgisine
değinmektedir:
296 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Bâg-ı dehri nola eyvâyile pür eyler isem
Bu kızıl gözler ucından tutuşub nâr oldum
Zâtî (Tarlan 1970: II/423)
2. Bâdem (Amygdalus Communis):
Arapçası “levz”, Farsçası ise “bâdâm”dır. Dilimize Farsçadan geçen
bâdem, iki çenekliler sınıfının gülgiller familyasından olup6-8m.
yükseklikte, baharda pembe ve beyaz çiçekler açan dikensiz bir ağaçtır.
Bu ağacın aynı adı taşıyan bir meyvesi yâhut yemişi olan, çağla denilen
körpe hâliyle yenildiği gibi olgunlaştığında içi kuruyemiş olarak da
tüketilen, ayrıca tohumlarından yağ elde edilen bâdemin, halk arasında
“badam, bayam, çağla, payam” vb. şekillerde farklı adları da bulunmaktadır (Baytop 1984: 175; Baytop 1994: 40; Türkçe Sözlük 2011: 223,
480; Çelik, 2015: 48).
Anavatanının Ortadoğu ve Asya olduğu belirtilen bâdem, günümüzde daha çok aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Yunanistan,
İtalya, Fas, Portekiz, İspanya, Amerika Birleşik Devletleri vd. bazı ülkelerde üretilmektedir. Çok eski tarihlerden itibaren Anadolu’da yetiştirilen; dolayısıyla Türk kültüründe de eskiden beri var olan bâdem,
bilhassa Osmanlılar döneminde ceviz, fındık kestane gibi bol miktarda
üretilmekte olup, yine bu dönemde ve bilhassa vâlide sultanın kentin
içindeki ve dışındaki bahçelerinde yetiştirilen önde gelen yemişlerdendir (Baytop 1984: 175;Çelik 2015: 47-48).
Gerek yemeklere lezzet katması, gerekse çeşitli pide, çörek ve
tatlılarda; hatta helva ve şekerleme yapımında kullanılması bakımından
hem Osmanlı, hem de günümüz Türk mutfağının vazgeçilmez malzemelerinden biri olan bâdemin (Çelik 2015: 48-49),ayrıca birçok şifâlı özelliği
bulunmaktadır. İçeriğinde demir ve kalsiyumla birlikte yüksek oranda
yağ bulunan bâdem, geleneksel halk hekimliğinin yanı sıra günümüz
modern tıbbında da çeşitli hap ve şuruplarda özüt ya da etken bir
madde olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda etkili bir antioksidan
olan bâdem, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesine de katkı sağlar.
Bâdem tohumları gibi acı bâdem de, ağız yoluyla ve fazla alınmamak
kaydıyla, göğüs yumuşatıcı, öksürüğü giderici, idrar artırıcı ve kurt
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 297
düşürücü özelliklere sahiptir. Acı bâdem yine belli miktarda olmak
kaydıyla Konya’da şeker hastalığına karşı kullanılmaktadır. Daha çok
hârici olarak kullanılan bâdem yağı ise yumuşatıcı, parlatıcı ve besleyici
özelliklere sahip olup cilt, kaş, kirpik, saç gibi uzuvların bakım ve
tedavisinde kullanılmaktadır (Baytop 1984: 175-176; Çelik 2015: 53).Beyit
örneklerinden hareketle, bâdem yağının ayrıca sevda hastalıklarının
tedavisinde etkili olduğunu; hatta bâdemin, üzerine çeşitli duâlar
yazılmak sûretiyle sıtma tedavisinde kullanıldığını öğrenmekteyiz.
Beyitlerde “bâdâm, dıraht-ı bâdâm, gözleri bâdâm, gül-i bâdâm,
helvâ-yı bâdâmî, nahl-i bâdâm, telh bâdâm, revgân-ı bâdâm, şükûfe-i
bâdâm” vb. şeklinde yer verilen bâdem, klâsik şiirde daha çok göz ile
birlikte anılmakta; ayrıca ağacı, beyaz ve pembe renkte açan çiçekleri,
meyvesi, yağı ve meze oluşuyla geçmektedir. Bu çerçevede örneğin âşığın ağlamaktan ak düşen gözleri beyaz renkte açan bâdem çiçeğine;
güzelliğini ortaya çıkaran beyaz elbisesive başındaki beyaz sarığıyla
sevgili, bembeyaz çiçekler açmış bâdem ağacına benzetilir. Bâdemin bu
şiirdeki temel işlevi ise sevgilinin gözüiçin benzetilen olmasıdır. Aşağıdaki örneklerde, göz bâdem ilişkisi daha çoks evgilinin gazaplı, öfkeli
gözü ile acı bâdem arasında kurulmuştur (Çelik 2015: 50-53, 56-58).
Bir beytinde sevgilinin, devâ isteyene gazap gözünü gösterdiğini,
bir diğer ifadeyle âşığa öfke ve hiddet dolu acı bakışlarını yönelttiğini
belirten Nâbî, gönül doktoru olarak nitelediği sevgilinin bu tavrını, onun
ilaç olarak sadece acı bâdemi bilmesine bağlar. Şair böylece hem göz ile
bâdem ilişkisine dikkat çeker, hem de acı bâdemin tedavi edici özelliğine
değinir:
Gösterür yâr devâ-hvâh olana çeşm-i gazab
O tabîb-i dilüm ancak acı bâdâmı bilür
Nâbî (Bilkan 1997: I/607)
Benzer bir duruma temas eden Mekkî ise sevgilinin gazaplı
gözünün yol açtığı gönül hastalığını, bir ihtimal acı bâdem yağının
tedavi edebileceğini belirtir:
Tedâvî revgan-ı bâdâm-ı telh eyler ger eylerse
Ben ol dil-haste-i çeşm-i gazab-peymâ-yı cânânım
Şeyhülislam Mekkî (Başpınar 2002: 72)
298 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Kaynaklarda bir zamanlar sıtmaya yakalanan hastalara, tedavi
maksadıyla üzerinde muska yazılı bâdem yedirildiğinden söz edilmekte
ve klâsik şiirde bu duruma değinilen beyit örneklerine rastlanmaktadır
(Onay, 1992: 63-64). Bunlardan birinde Ziyâî, sevgilisine seslenmekte ve
“Senin aşkın ile hasta iken gözünün vasfını yazsam bunda kınanacak bir
şey yok; zîrâ bâdem üzerine, sıtma rahatsızlığından dolayı (muska)
yazarlar” demekte ve böylece bir yandan bâdem ile şifâ, bir yandan da
göz ile bâdem arasındaki benzerliğe değinmektedir:
Vasf-ı çeşmüñ tañ degül yazsam marîz-i aşk iken
Zahmet-i tebden yazarlar çünki bâdâm üstine
Mostarlı Hasan Ziyâî (Gürgendereli 2002: 304)
3. Hünnap (Zizyphus Jujubae):
Yurdumuzun batı ve güney bölgelerinde yetişen, hünnapgillerden
5-10 m. yükseklikte, kışın yapraklarını döken, dikenli ve sarı çiçekli bir
ağacın aynı adla anılan meyvesinin adı olan hünnap, ayrıca “ünnap,
innâb, çiğde, çiyde ve çiğdem” adlarıyla anılmaktadır. Bir çeşit dağ
meyvesi olarak da bilinen hünnap, olgunlaşmasına bağlı olarak açık
yeşil renkten sarı, kahverengi, kına rengi ve kırmızıya dönen; hatta başlangıçta ham elma tadında olup olgunlaştıkça tatlılığı artan,sert çekirdekli bir meyvedir. Aynı zamanda meze olarak da tercih edilen hünnabın bir şifâlı bitki olarak ise vücuda ferahlık verici, göğüs yumuşatıcı,
balgam ve öksürük söktürücü, tansiyon düşürücü, müshil ve kan
temizleyici özellikleri bulunmaktadır. Anadolu’nun Kayseri vb. bazı
yörelerinde şeker hastalığına karşı kullanıldığı da bilinen hünnabın
ayrıca kabuğu ve yaprakları midevî etkilere sahiptir (Baytop 1984: 257;
Anadol 1990: 136; Dara 2006: 275; Ayverdi 2006: II/1312; Bayram 2007b:
222).
Beyitlerde rengi, şekli, suyu, tadı, mezesi ve şarabı olması
bakımından konu edilen hünnap ile daha ziyâde“dudak, göz, kanlı göz,
kınalı parmaklar, la‘l ve akik taşı” arasında benzetme ilgisi kurulmuştur
(Deniz 2006: 593; Gülhan 2008: 358). Hünnabın klâsik Türk şiirindeki asıl
işlevi,“sevgilinin kırmızı dudağı” için benzetilen olmasıdır. Bu benzerliğe, hünnabın meyvesinin küçük, leziz ve renkli oluşu yol açmış
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 299
olmalıdır (Bayram 2007b: 222). Zâtî, hünnabın kan kırmızı dudakla
ilgisine, aynı zamanda kan yapıcı özelliğine dikkat çektiği aşağıdaki
beytinde, her ikisinin kan renginde olmasından da hareketle sevgilisinin,
dudağının hünnabından kendisine sunmadığı için kanının kuruduğunu
ve âdeta cansızlaştığını dile getirir:
Bana sunmadın ol kan olıcağı
Eyâ unnâb-ı lebkanum kurutduñ
Zâtî (Tarlan 1970: II/224)
Ahmet Paşa’nın aşağıdaki beytinden hareketle ise hünnabın kanı
durduracağı ya da kan dolaşımını sâkinleştirip düzenleyeceğine değinildiğini düşünmek mümkündür (Gülhan 2008: 358):
Nice bir vire lebin yâdı gözüm yaşına cûş
Gerek ol kanları teskîn ide unnâb gibi
Ahmet Paşa (Tarlan 1992a: 279)
Hünnabın ayrıca kanı soğutan ve tasfiye eden özellikte olmasından
hareketle, bir zamanlar şarabı çok makbul imiş. Aşağıdaki beyitte Şeyhî,
üzüm şarabının fazla şekerinin kanını kaynattığını, âdeta ateş bastırdığını dile getirir ve sâkîden harâretini teskin için daha az şekerli olan
hünnap şarabından sunmasını ister (Olcay 2010: 123):
Sâkî sunuver şarâb-ı unnâb
Kim kaynadı kan dem-i inebden
Şeyhî (İsen ve Kurnaz 1990: 86)
4. İncir (Ficus Caricae):
Dutgiller familyasından olan incir ağacı, yüksekliği 1-10 m.
Arasında değişen, süt taşıyan ve kışın yaprağını döken ağaççık veya
küçük ağaç görünümünde olup meyvesi de ağacının adıyla anılmaktadır. Hem taze hem de kuru olarak kullanılabilen incir çeşitleri arasında
“Bardacık, beyaz incir, Firavun inciri, Frenk inciri, Hint inciri, kara
yaprak, kavak inciri, lop incir, mor incir,Osmanlı inciri, Sultan Selim
inciri, şeker inciri, yaban inciri ve yediveren inciri” vd. bulunmaktadır.
Kavak ve Sultan Selim incirleri İstanbul’a has olup kavak inciri bilhassa
300 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
hekimlikte kullanılmaktadır (Hayat Ansiklopedisi ty.: III/1657; Baytop
1994: 143).
İncirin tembel mideyi çalıştırmak, sinirleri kuvvetlendirmek, boğaz
ağrısını dindirmek, bronşları yumuşatmak, öksürüğü gidermek, kas ve
diş ağrılarını geçirmek gibi birçok yararları vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de
şifâlı bir meyve olduğunun belirtilmesi nedeniyle diğer pek çok meyveden daha fazla değer verilen incirin sütü veya merhemi halk hekimliğinde siğil, nasır vb. yaraları iyileştirici bir ilaç olarak kullanılmaktadır
(Yalçın 1981: 551; Baytop 1984: 261; Kurum 2008: 99).
Beyitlerde daha çok Arapçası olan“tîn” ile yer verilen, bazen de
“encîr veya yemiş/yimiş” şeklinde anılan incir, klâsik şiirde hem gerçek
anlamıyla, hem de içindeki tomurcukların yıldızlara benzetilmesiyle ele
alınmıştır. Sevgilinin yanağı ve dudağı için bir benzetme unsuru olarak
da kullanılan incirin sütünden hareketle, merheminden de söz edilmiştir
(Bayram 2007b: 224; Gülhan 2008: 359).
Zâtî’nin aşağıdaki beytinden, incir sütünden merhem yapıldığı ve
bazı yaraların tedavisinde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Ancak âşığın
ayrılık yarası öylesine müzminleşmiştir ki tüm dünya cerrah, denizler
kadar incir sütü de merhem olup yarasına sürülse yine de iyileşecek gibi
değildir:
Ger cihân cerrâh olub merhem ola deryâ-yı tîn
Sürile hep bitmeye tîğ-i firâkuñ yarası
Zâtî (Tarlan 1987: III/392)
Kadı Burhâneddîn’in aşağıdaki beytinde ise incirin, kalp çarpıntısına ve iç yanıklığına iyi geldiği belirtilmektedir:
Lebi şeftâlûsına karşı yüreğüm ditrer
İçi yansa kişinüñ meyl ider olur yimişe
Kadı Burhâneddîn(Ergin 1980: 252)
5. Nar (Granatum):
Anayurdunun Doğu Akdeniz Havzası olduğu belirtilen, ülkemizin
de birçok bölgesinde yetiştirilen nar, yumuşak iklimli, sıcak ve kurak
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 301
yerleri; kalkerli, derin ve yumuşak toprakları seven, çiçekleri koyu kırmızı veya nâdiren beyaz renkli,dikensiz küçük bir ağaçtır. Gerek çiçeği,
gerekse meyvesi aynı adla anılan nar, nargiller familyasının örnek bitkisi
olup kimi yerde meyvesi için, kimi yerde ise süs bitkisi olarak yetiştirilmektedir (Baytop 1984: 341; Ebcioğlu 2003: 122).
Kur’ân-ı Kerîm’de üç âyette geçen ve birinde cennet meyvesi, diğer
ikisinde ise dünya nimeti olarak övülen; ayrıca Allah’ın varlık ve birliği
ile O’nun kudret, yaratma ve rızık verme sıfatlarına bir delil olarak gösterilen narın hem çiçeği, hem kabuğu,hem meyvesi,hem de içindeki zarı
şifâlıdır (Akçay 2008: 113-114).
Nar çiçeği kalbi kuvvetlendirir, kalp çarpıntısını giderir, tansiyonu
düzenler, zayıflığa iyi gelir. Ayrıca ishal, kusma ve diş eti kanamaları ile
parmak uçlarında oluşan egzama vb. rahatsızlıkların tedavisinde kullanılır. Nar kabuğu kaşıntıları giderir, yaraları iyileştirir, aynı zamanda
kan kesici özelliğe sahiptir. Yine nar kabuğundan, bağırsak iltihabının
tedavisinde ve tenyaların düşürülmesinde yararlanıldığı gibi, fıtık ve
frengi tedavisi için hazırlanan karışımlara da bu kabuktan konulur. Dış
basurun tedavisinde ekşi nar ile sirke, kellik tedavisinde ise ekşi nar ile
zeytinyağından oluşan terkipler önerilmekte; ayrıca bir hadîs-i şerifte
narın içindeki zarıyla birlikte yenilmesinin mideyi temizlediği belirtilmektedir. Nar suyu, göz sulanmalarına ve ergenlik dönemi sivilcelerine
karşı hazırlanan karışımlarda kullanıldığı gibi ülserin tedavisinde de
arpa suyu ile birlikte önerilmekte; hatta tatlı narın suyunun sesi açtığı
bildirilmektedir. Nar şerbeti veya şurubunun eskiden humma ve sıtma
gibi ateşli hastalıkların tedavisinde kullanıldığı, nar şerbetinin aynı
zamanda mide ve bağırsaklara kuvvet verdiği ve ayrıca bayılmalara iyi
geldiği yine kaynaklarda belirtilmektedir(Akfırat 1970: 78; Anadol 1990:
177; Onay 1992: 411; Erdemir 2002: 333-335; Akçay 2008: 116, 122-125;
Kurum 2008: 103).
Klâsik şiirde “enâr” ve “rümmân” adlarıyla da yer verilen, aynı
zamanda bu şiirde adı en çok geçen meyve olan nar, daha çok kırmızının
değişik tonlarında bulunan küçük, sulu, ekşi veya tatlı tanelerden oluşan
yuvarlak meyveleri ve renkli çiçekleri açısından dikkat çekmiştir. Bir
diğer ifadeyle daha çok rengi, şekli, taneleri, suyu, tadı, çiçeği ve fidanı
ile konu edilen nar, bazen kelimenin ateş anlamı da dikkate alınmak
302 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
sûretiyle tevriyeli bir şekilde kullanılmıştır. Yine bu şiirde daha ziyâde
“sevgilinin dudağı, yüzü, yanağı, sînesi ve göğüsleri” için bir benzetme
unsuru olarak kullanılannar, aynı zamanda“âşığın kanlı gözyaşları,
kanlı yaraları vekanlı bağrı” için benzetilen olmuştur. Nar ayrıca“la‘l
taşı, yâkut, mercan, küpe ve yıldız taneleri”ne benzetilmiş; beyitlerde
nardan içki veya şerbet yapıldığı belirtildiği gibi, nar şerbetinin içki
mahmurluğuna; hatta sıtmaya iyi geldiği dile getirilmiştir (Sefercioğlu1990: 415; Deniz 2006: 590; Bayram 2007b: 220-221; Gülhan 2008: 363).
Nazîm Yahyâ, nar şerbetinin sıtmaya iyi geldiğini dile getirdiği
aşağıdaki beyitinde, ne zaman ayrılık hastasını elem sıtması tutsa,
bunun ilacının dilberin la‘l dudağının narından elde edilmiş şerbet
olduğunu belirtir(Onay 1992: 411):
İlâcı şerbet-i rümmân-ı la‘l-i dilberdür
Ne dem ki haste-i hicri teb-i melâl tutar
Nazîm Yahyâ (Gümüş 1992: 66)
Kadı Burhâneddîn’in beytinden ise nar tanelerinin pişirilmesi
sûretiyle hazırlanan şerbetinin humâra iyi geldiği anlaşılmaktadır:
Göñülümi görürem gözlerüñ içün tolu kan
Ki nâr-dâne bişürür meger humâra gönül
Kadı Burhâneddîn (Ergin 1980: 270)
IV. DİĞER BİTKİLER
1. Hindibâ (Endivae):
Arapçası “ca‘de, ya‘did, merûriyye” olan hindibâ, kumluk veya
kumsal yerlerde kendiliğinden yetişen, kazık köklü, rozet yapraklı, sarı
veya mavi çiçekli bir bitkiolup farklı yörelerde“acıkıcı, çakçak, endiv,
Frenk salatası, gügeyik, günek, göynek, könük, radika, yaban marulu,
hindibahar, hindûbâ ve hindibaba”adlarıyla da anılmaktadır. Hindibâ,
yapraklarının çiğ olarak salata şeklinde veya pişirilip sebze olarak
yenilmesinin yanında, Romalı ünlü hekim Dioscorides döneminden beri
tedavi kitaplarında yer alan ve“yaraların iyileştirilmesinde kullanılan
önemli bir ilaç” olarak tanıtılan bir bitkidir. Ayrıca yaraları temizleyen,
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 303
mideye kuvvet veren, çeşitli sıtmaları, ateşi, susuzluğu, baş ağrısını, kalp
çarpıntısını giderdiği bildirilen hindibâ hakkında İbni Sînâ bir de risâle
kaleme almış ve oradabu bitkinin yapraklarının yıkanmadan ve soğuk
su ile yapılan hulâsâlarının kullanılmasının gerektiğini belirtmiştir (Akfırat 1970: 51; Baytop 1984: 253; Baytop 1994: 134; Erdemir 2002: 204-205;
Ayverdi 2006: II/1274; Öztekin 2006: 579-580; Kurum 2008: 94).
Kaynaklarda, “ak hindibâ, kara hindibâ, bostan hindibâsı, yabanî
hindibâ” gibi çeşitlerinden bahsedilen bu bitkinin ak olanının mayasıl ile
sarılık hastalığının; kara olanının ise karaciğer, safra kesesi ve gut
hastalığının tedavisinde kullanıldığı bildirilmektedir (Baytop 1994:134;
Kurum 2008: 94).
Klâsik şiirde beyit örneklerine sıkça rastlanmayan hindibâ, çok
yönlü tedavi özelliğine rağmen âşık tarafından istenmez; zîrâ onun
âşığın gönül yarasının tedavisinde yapabileceği pek bir şey yoktur.
Aşağıdaki beytinde böyle bir duruma işaret eden Hâmî’ye göre gönül,
şifâ ve hastalığın kimden olduğunu bilmektedir. Bu nedenle ne hindibâ
istemekte, ne de rezene aramaktadır (Baytop 1994: 134-135; Öztekin
2006: 580):
Göñül şifâ vü maraz kimden olduğun bilmiş
Ne hindibâ taleb eyler ne râziyâne arar
Hâmî (Fırat 1998: 300)
2. Karanfil (Caryophyllus):
Anavatanı Endonezya ve İspanya olarak bilinen, Hindistan,
Madagaskar ve Sri Lanka’da bol miktarda yetiştirilen karanfil, kışın da
yapraklarını dökmeyen karanfil ağacının çiçeklerinin tomurcuklarından
elde edilen koyu renkli bir bitki olup aynı zamanda Osmanlı mutfağının
vazgeçilmez baharatlarından biridir. Bir şifâlı bitki olarak karanfilin kaynaklarda terletme, ateş düşürme, mideyi kuvvetlendirme, böbrek taşlarını düşürmede yardımcı olma, balgam söktürücü veya öksürük kesici
olması gibi birçok özelliğinden söz edilmektedir. Bunların yanı sıra
karanfilin, diş çürüğüne konulması hâlinde ağrıyı dindirme, ağızdaki
yaraları iyileştirme ve kötü kokuları giderme gibi antiseptik etkilerinin
olduğu belirtilmektedir. Karanfil ayrıca aralarında sıtma, nefes darlığı,
304 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
ishal, karın ağrısı, zihin ve beden yorgunluğu gibi birçok rahatsızlığa iyi
gelmektedir (Baytop 1984: 272; Anadol 1990: 146; Erdemir 2002: 233-234;
Dalby 2004: 80-81; Kurum 2008: 99).
Klâsik Türk şiirinde çoğunlukla çiçek olan karanfille ilgili,örneğin
sevgilinin “yüzü, yanağı, zülfü”; âşığın “başındaki kanlı yara” vb., benzetmeler yapılmış olmakla birlikte, tomurcuk şeklindeki karanfile ilişkin
benzetmeler de bulunmaktadır. Bir diğer ifadeyle anılan karanfilin bu
şiirde daha ziyade“sevgilinin beni” için benzetilen olarak ele alındığı;
ayrıca ağız kokusunu giderme özelliği ile söz konusu edildiği görülmektedir (Bayram 2007a: 215).
Aşağıdaki beytinde, benlik şarabının kokusunu gidermek için sevgilisinin beninin vasfını tıpkı karanfil gibi ağzından hiç düşürmediğini
dile getiren Necâtî, böylece hem ben ile karanfil arasında bir benzetme
ilgisi kurar, hem de karanfilin ağızdaki kötü kokuları giderme özelliğine
değinir:
Dem-be-dem benlik şarâbı kohusın def itmeğe
Vasf-ı hâlüñ düşmez ağzumdan karanfüldür baña
Necâtî Bey (Tarlan 1997: 154)
3. Rezene (Foeniculum):
Aslı Farsça “râziyâne” olup dilimizde“Arapsaçı, irziyân, mayana ve
tatlı dereotu” adlarıyla da anılan rezene sarı renk çiçekli, hoş kokulu ve
otsu bir bitkidir. Daha çok yemeklere koku ve tat vermek için kullanılan
rezene yaprağının yaraları iyileştirici, ağrı kesici, iştah açıcı, uyarıcı ve
rahatlık verici özellikleri bulunmaktadır. Kaynaklarda ayrıca rezene
çayının balgam söktürücü, boğmaca ve astımı yatıştırıcı, göğsü yumuşatıcı, idrar tutukluğunu giderici, gaz söktürücü ve gözü kuvvetlendirici; ağrı, sızı, şiş, hatta kötürüm gibi marazlara iyi gelen vasıflarının
olduğu dile getirilmekte; bunların yanı sıra anne sütünü artırdığı ve
zehirli haşarat sokmalarını tedavi ettiği belirtilmektedir (Baytop 1984:
359; Anadol 1990: 186-187; Erdemir 2002: 350; Ayverdi 2006: III/2582;
Bekmez 2009: 37).
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 305
Mütercim Âsım Efendi, Hz. Âdem’den rivâyet edildiğini belirmek
sûretiyle, güneşin Hamel/Kuzu burcuna girmesinden Seretân/Yengeç
burcuna girişine yani 9 Marttan 22 Hazirana kadar olan sürede her gün
bir dirhem rezeneyi bir iri şekerle toz hâline getirip yiyenlerin her türlü
hastalıktan emin olacağını kaydetmektedir(Onay 1992: 411; Âsım Efendi
2000: 619; Öztekin 2006: 581; Bekmez 2009: 39). Anadolu halk hekimliğinde rezenenin, yanma ve ekşime gibi türlü mide rahatsızlıklarının yanı
sıra mesâne ve böbreklerde oluşan kumların tedavisinde kullanıldığı da
bilinmektedir (İvan vd.1999: 206; Kurum 2008: 104).
Şair Hâmî, yukarıda hindibâ maddesinde metnini verdiğimiz
beytinde hastalığının ve şifâsının asıl kaynağını bildiğini; dolayısıyla
rezene aramaya da gerek görmediğini (Fırat 1998: 300) belirtmiş idi.
Seyyid Vehbî’ye âit aşağıdaki beyitte ise rezene yaprağının göze iyi
geldiği, hatta körlük derecesindeki görme zayıflığını bile giderdiği dile
getirilmektedir:
Gâh ider çeşm-i kûr-ı hasmı basîr
Varak-ı râziyânedür sühanum
Seyyid Vehbî (Dikmen 1991: 108)
4. Pülüskün (Pulegium):
Baytop’un yabâni nâne türleri arasında ve ayrıca “yarpız, yarpuz”
vb. isimlerleyer verdiği pülüskün, 10-40 cm. yükseklikte, çok yıllık otsu
bir bitkidir. Yaprakları kısa saplı veya çok tüylü, çiçekleri ise leylak
renkli olan pülüskün,filiskin adıyla da bilinen uçucu bir yağ içermektedir. Eski çağlardan beri tanınıp kullanılmakta olan pülüskün kuvvet
verici, hazmettirici, balgam ve safra söktürücü etkilere sahiptir (Baytop
1984: 338-339).
A. Talat Onay’ın kaydettiğine göre ise pülüskün, Arapçası “mıskâtu’r-ruâd”, Farsçası “pilişki” olup Türkçe’de “çoban süzeği/ süzgeci”
denilen bir bitkidir. Eski tabipler arasında hayli bilinen; dolayısıyla eski
tıp kitaplarında da yer verilen bu bitkinin usâresi zehirli hayvanın
soktuğu yere damlatıldığında zehri ve duyulan ağrıyı, acıyı giderirmiş.
Saîd, ayrılık acısından duyduğu ıztırabı dile getirdiği aşağıdaki bey-
306 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
tinde, sevgilisinin yeni çıkmış ayva tüylerini, acıyı gidermede son derece
etkili olan tâze pülüsküne benzetmiştir:
Iztırâb-ı vecâ-ı firkate bür’ü’s-sâ‘a
Nev-demîde hatını tâze pülüskün görürüz
Hızırağa-zâde Saîd(Onay 1992: 410)
5. Şahtere (Fumeria):
Farsça asıllı “şâh-tere” veya “şâh-terre”den dilimize geçmiş bir
birleşik isim olan şahterenin Arapçası “şahterec/şeyterrec”tir. Şahtere,
parçalı yapraklı, beyazımtırak, pembe veya gök mavisi renklerinde
küçük çiçekleri olan bir bitki olup “tilki kişnişi, şahtere otu, yer çiçeği,
tavukayağı” olarak da bilinir. Yine Dioscorides döneminden beri tedavi
amaçlı kullanılan bitkilerden biri olan şahtere, yatıştırıcı, ağrı kesici ve
mikrop öldürücü özelliklere sahiptir (Baytop 1984: 387; Ayverdi 2006:
III/2901). Halk arasında sarılık otu olarak da bilinen şahterenin yenilmesinin alerjik rahatsızlıklara iyi geldiği, kanı temizlediği, kuvvet verici
olduğu, mide ağrılarını dindirdiği, karaciğer bozukluklarına, safra
kesesi rahatsızlıklarına ve damar sertliğine iyi geldiği;kaynatılmış suyunun ağızda gargara yapılmasının dilde ve ağızda olan harâreti giderdiği
de kaynaklarda kaydedilmektedir. Şahtere ayrıca safrayı çıkartır, mide
bulantısını giderir, tansiyonu düşürür, idrar artırıcı ve yatıştırıcıdır
(Akfırat 1970: 96; Baytop 1984: 387; Anadol 1990: 197; Erdemir 2002: 419;
Öztekin 2006: 581-582; Kurum 2008: 106; Bekmez 2009: 68, 95). Mütercim
Âsım Efendi’nin belirttiğine göre ise şahtere, uyuz hastalığı ve kaşıntıya
karşı da yararlıdır (Âsım Efendi 2000: 708).
Şahtere de klâsik şiir metinlerinde sık karşılaşılmayan bitkilerden
biridir. Aşağıdaki örnekte Hevâyî, hap şekline getirilen şahterenin
demletilerek içilmesi hâlinde hem mideye, hem de karaciğere iyi geleceğini belirtir (Öztekin 2006: 581-582):
Mi‘deye kuvvet virür hem cigeri tâzeler
Demi yapıldukça bu şahtereli hab galîz
Hevâyî (Çakır 1998: 41)
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 307
Sonuç
Yaygın adıyla dîvân şiiri olarak bilinen klâsik Türk şiiri, yaklaşık
yedi asrı bulan zaman dilimi içinde çok çeşitli kültür ve medeniyet unsurlarının yanı sıra bize âit birçok unsur ve değere de yer vermiş; âdeta
yaşatıldığı coğrafyanın ve dilin yazılı kültür hâfızası hâline gelmiştir.
Sanatlarını gerçekleştirirken etraflarını kuşatan tabiattan, bitkilerden ve onların çeşitli özelliklerinden de ilham aldıkları, onlardan aynı
zamanda estetik bir malzeme olarak yararlandıkları görülen şairlerimiz,
şiirlerinde çeşitli hastalıklarla onların tedavi yollarına, tedavi amaçlı
kullanılan bitkiler ile onların şifâlı özelliklerine; hatta nasıl kullanılacaklarına değinmişlerdir. Şairlerimiz bu konulara da büyük oranda âşık ve
sevgili odaklı, aynı zamanda teşbih, istiâre, mecaz, tevriye, telmih vb.
birçok sanat vasıtasıyla eğilmiş; bununla birlikte hem bitkilerin gerçek
niteliklerini, hem de içinde yaşadıkları toplumun, bitkilerin bilhassa
şifâlı yönlerine ilişkin sahip olduğu bilgi, tecrübe, inanış, kabul ve uygulamalarını dikkate almışlardır.
Bir deneme mâhiyetinde düşünüldüğü için materyal bakımından
otuz civarında dîvân ve ilgili bazı araştırmalarla; konu bakımından ise
sadece belirli bitkilerin şifâlı yönleriyle sınırlı tutulan bu çalışma ile
hangi hastalıkların tedavisinde hangi bitkilerden ve ne şekilde yararlanıldığına dâir bazı bilgiler elde edilmiştir. Bu çerçevede örneğin yaralar
için kâfur merheminin, ciltte vs. meydana gelen yarık ve çatlaklar için
yâsemin yağının, sıtma için nar şerbetinin, mide ve karaciğer rahatsızlıkları için şahterenin söz konusu edildiği görülmüştür.
Sadece bir kısmını araştırmacıların dikkatine sunabildiğimiz bu
bilgiler, şifâlı bitkiler yâhut bitkilerin şifâlı yönlerine dâir klâsik şiirimizde daha pek çok malzeme bulunduğuna, ayrıca bunların yeni ve
daha kapsamlı çalışmalarla ortaya çıkarılmalarının gerek ve önemine
işaret etmektedir.
Son söz olarak belirtmek gerekirse, çalışmamızdan hareketle de görüleceği üzere klâsik Türk şiiri, konu çeşitliliği ve içerik zenginliğiyle
sadece dil ve edebiyatımızın değil, millî kültür ve folklorumuzun da
zengin yazılı kaynaklarından biri durumundadır.
308 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Kaynaklar
AÇIKÖZ, Ali (1994), Beliğ Dîvânı(Metin-İndeks), İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
AÇIL, Berat (2015), “Klasik Türk Şiirinde Estetik Bir Unsur Olarak Çiçekler”,
FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimeri Dergisi, S. 5, s. 1-28.
AKKAYA, Hüseyin (1995, 1996), Nevres-i Kadîm ve Türkçe Dîvânı(İncelemeTenkidli Metin ve Tıpkıbasım),C. I-II, Cambridge: Harvard Üniversitesi Yay.
AKÇAY, Mustafa (2008), “İslâmiyette Nar”, Turkish StudiesInternational
Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or
Turkic, Volume 3/5, Fall, s. 113-133.
AKFIRAT, H. Osman (1970), Şifâlı Bitkiler ve Emraz, II. Kitap, Çeviren ve
Tertipleyen: Ârif Pamuk, İstanbul: Pamuk Yay.
AKYÜZ, Kenan-Beken, Süheyl-Yüksel, Sedit-Cunbur, Müjgan (1990), Fuzulî
Dîvânı, Ankara: Akçağ Yay.
AMBROS, Edith Gülçin, “Çiçek Dili (Lisân-ı Ezhâr) ve Osmanlı Zenpâreleri”, Çeviren: Özer Şenödeyici, Turkish Studies, Volume 2/4,
Fall, s. 106-122.
ANADOL, Cemal (1990), Şifâlı Bitkiler ve Şifâlı Sular Ansiklopedisi, İstanbul:
Türkmen Kitabevi.
AYDEMİR, Yaşar (2006), “Ağlatan Çiçek Hastalığı”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Aylık Eğitim Dergisi, S. 77-78, Temmuz-Ağustos, s.
58-61.
AYNACI, Mihrican (2012), “Divan Şiirinde Geçen Göz Hastalıklarının
Klasik Dönem Tıp Metinleri Ekseninde Değerlendirilmesi”, Divan
EdebiyatıAraştırmaları Dergisi, S.9, s. 29-48.
AYVERDİ, İlhan (2006), Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Lugatı, I-III,
İkinci Baskı, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.
BAYRAM, Yavuz (2007a), “Klâsik Türk Şiirinde Duyguların Dili: Çiçekler”,
Turkish StudiesInternational Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic, Volume 2/4, Fall, s. 209-219.
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 309
BAYRAM, Yavuz, “Klâsik Türk Şairlerinin Gözüyle Meyveler”,Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History
of Turkish or Turkic, Volume 2/4, Fall, 2007b, p. 220-227.
BAYTOP, Turhan (1984), Türkiye’de Bitkiler ile Tedavi, Geçmişte ve Bugün,
İstanbul: İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yay.
BAYTOP, Turhan (1994), Türkçe Bitki Adları Sözlüğü, Ankara: Türk Dil
Kurumu Yay.
BAYTOP, Turhan (2005), “Misvak”, İslâm Ansiklopedisi, c. 30, s. 190-191,
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
BEKMEZ, Hasan (2009), Kitâb-ı Tıbb-ı Latîf(İnceleme-Metin-Sözlük),Konya:
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
BİLKAN, Ali Fuat (1997), Nâbî Dîvânı, C. I-II, İstanbul:Millî Eğitim Bakanlığı
Yay.
BİLTEKİN, Halit (1993), Vak'a-nüvis Mehmed Râşid Efendi ve Dîvân'ının Tenkitli Metni, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yüksek Lisans Tezi.
BOZTEPE, Halil Nihat (1340), Nedim Divanı, İstanbul:İkdam Matbaası.
CEYLAN, Ömür (2005), “Taşranın Altın Çiçeği Safran”,Osmanlı Araştırmaları, Prof. Dr. Mehmet ÇAVUŞOLU’na Armağan-II, XXVI, s.
147-162.
ÇAKIR, Zehra Vildan (1998), Hevâyî (Abdurrahman, Kubûrî-zâde) Dîvânı’nın
Tenkidli Metni ve İncelenmesi, Edirne: Trakya Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
ÇELİK, Mehmet Furkan (2015), “Klâsik Şiirde Bâdem”, Divan Edebiyatı
Araştırmaları Dergisi, S. 14, s. 47-66.
ÇELTİKER, Reyhan (2009), 16. Yüzyıl Şairi Zâtî’nin Gazellerinde Bitkiler,
Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek
Lisans Tezi.
ÇAVUŞOĞLU, Mehmed (1971), Necati Beg Divanı’nın Tahlili, İstanbul:Milli
Eğitim Bakanlığı Yay.
ÇAVUŞOĞLU, Mehmed (ty.), Necati Bey Divanı, Seçmeler, İstanbul: Tercüman Gazetesi Yay.
ÇAVUŞOĞLU, Mehmed (1977), Yahyâ Bey, Dîvân(Tenkidli Basım),İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
310 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
DALBY, Andrew (2004), Tehlikeli Tatlar, Tarih Boyunca Baharat, Çeviren:
Nazlı Pişkin, İstanbul: Kitap Yay.
DARA, Ramis (2006), Vefalı Dostlarım Şifâlı Otlarım, Edebiyat-Sanat Tadıyla
A’dan Z’ye Şifâlı Bitkiler, İstanbul: Alfa Yay.
DEMİREL, Mustafa (1996), Divan (Tenkitli Metin),İbn-i Kemâl, İstanbul:
Fakülteler Matbaası.
DEMİREL, Şener (2009), “Dîvân Şiirinde Erguvan”, Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of
Turkish or Turkic, Volume 4/8, Fall, s. 995-1014.
DENİZ, Sebahat (2006), “Meyveli Teşbihler”,Meyve Kitabı, Editörler: Emine
Gürsoy Naskali ve Dilek Herkmen, s. 579-597, İstanbul: Kitabevi
Yay.
DİKMEN, Hikmet (1991), Seyyid Vehbi ve Divanının Karşılaştırmalı Metni,
Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora
Tezi.
DOĞAN, Muhammet Nur (1997), Şeyhülislâm Es‘ad Efendi ve Dîvânı’nın
Tenkidli Metni, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
EBCİOĞLU, Nejat (2003), Sağlığımız İçin Yararlı Bitkiler, İstanbul: Remzi
Kitabevi.
ERDEM, Sadık (2002), Neyyir ve Dîvân’ı (İnceleme, Tenkitli Metin, Sözlük),
Isparta: Fakülte Kitabevi.
ERDEMİR, Demirhan, Ayşegül (2002), Şifâlı Bitkiler, Doğal İlaçlarla Geleneksel
Tedaviler, İstanbul ve Bursa Aktarlarından Örnekler, İstanbul: Alfa
Yay.
ERDOĞAN, Murat (2007), Bâkî Dîvânı’nda Bitkiler ve Çiçekler, Elazığ: Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
ERDOĞAN, Kenan ve Akgül, Serpil (2014), “16. Yüzyıldaki Bazı Dîvân
Şairlerinin Türkçe Dîvânlarında Gül ve Anlam Bilgileri”, Celal
Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 3, s. 167-187.
ERGİN, Muharrem (1980), Kadı Burhaneddin Dîvânı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
ERTEN, Rekin (1995), Şeyhülislâm Yahyâ Dîvânı, Ankara:Akçağ Yay.
FIRAT, Selma (1998), Dîvân-ı Hâmî-i Âmidî (Tenkitli Metin-Tahlil), Malatya:
İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitsü Yüksek Lisans Tezi.
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 311
GÖKYAY, Orhan Şaik (1990), “Dîvân Edebiyatında Çiçekler, Kasideler”,
Tarih ve Toplum, C.14, S. 79, s. 18-23.
GÖKYAY, Orhan Şaik (1993), “Dîvân Şiirinde Meyveler”, Tarih ve Toplum,
C.19, S. 112, s. 9-13.
GÜLHAN, Abdülkerim (2008), “Dîvân Şiirinde Mevyeler ve Meyvelerden
Hareketle Yapılan Teşbih ve Mecazlar; Turkish StudiesInternational
Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 3/5, Fall, s. 345-375.
GÜMÜŞ, Nevin (1992), Yahyâ Nazim Dîvânı I (İnceleme-Metin),Kayseri: Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
GÜRGENDERELİ, Müberra (2002), Hasan Ziyâî, Hayatı-Eserleri-Sanatı ve
Divanı (İnceleme-Metin), Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
BAŞPINAR, Yakup (2002), Mekkî Divanı’nın Transkripsiyonlu Karşılaştırmalı
Metni, Eskişehir: Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
Hayat Ansiklopedisi (ty.), “İncir”, C. III, s. 1657, İstanbul:Hayat Yay.,.
İSEN, Mustafa ve KURNAZ, Cemal (1990), Şeyhî Dîvânı, Ankara: Akçağ
Yay.
İVANOV, İvan İsaev-NEŞEV, G. K.-LANCEV, İ. (1999), Resimli Şifâli Bitkilerle Tedavi Atlası, Çeviren: Basri Makaklı, İstanbul: Pamuk Yay.
KURTOĞLU, Orhan (2004), Lebîb Dîvânı (İnceleme-Tenkitli Metin-Sözlük),
Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora
Tezi, http/www.kultur.gov.tr, e-kitap (20.8.2015)
KAYA, Bayram Ali (2003), Azmî-zâde Hâletî Dîvânı(Giriş-Tenkidli Metin ve
Tıpkıbasım), I-II, Cambridge: Harvard Üniversitesi Yay.
KAYA, Mahmut (2007), “Râzî, Ebû Bekir”, İslâm Ansiklopedisi, C. 34, s. 479485, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
KELEŞ, Reyhan (2014), “Gâlib’in Has Bahçesinin Gülleri”. Türk Dünyası
Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması, 26-28 Mayıs 2014,
Bildiriler, Editör: Ejder Okumuş, C. 3, s.595-612.
KEMİKLİ, Bilal (2007), “Dîvân Şiirinde Hastalık ve Tedavi”, Uludağ Üniveritesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, C. 16, S. 1, s. 19-36.
KESKİN, Koç, Neslihan (2007), “Burdur Gülünden Elde Edilen Mâmüller ve
Dîvân Şiirinde Gül Mâmülleri”, I. Burdur Sempozyumu, Bildiriler, I,
312 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
s. 287-298, Editörler: Gökay Yıldız vd., Burdur: Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Rektörlüğü Yay.
KOÇ, Mustafa (2005), “Pedanius Dioscorides’in Hyles Iatrikes’i, Andrea
Matthioli’nin Materia Medica’sı ve Türkçe Çevirisi Kitâbu’nNebât’ta Bitkisel Yemek Kültürü”, Yemek ve Kültür, S. 1, Kış, s. 126137.
KURNAZ, Cemal (1996a), Hayâlî Bey Dîvânı’nın Tahlîli, İstanbul: Millî Eğitim
Bakanlığı Yay.
KURNAZ, Cemal, “Gül”, İslâm Ansiklopedisi, C. 14, s. 219-222, İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
KURUM, Uygar (2008), Düziçi’nde Halk Hekimliği, Niğde: Niğde Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
KUTLAR, Fatma Sabiha (2004), Arpaemîni-zâde Mustafa Sâmî, Dîvân, Ankara.
KÜÇÜK, Sabahattin (1994), Bâkî Divanı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
KÜÇÜK, Sabahattin (1999), Antakyalı Münif Dîvânı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
MENGİ, Mine (2014), Mesîhî Dîvânı, Ankara:Atatürk Kültür Merkezi Yay.
MERMER, Ahmet (1991), Mezâkî Hayatı, Edebî Kişiliği ve Dîvânı’nin Tenkitli
Metni, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Mütercim Âsım Efendi (2000), Burhân-ı Kâtı‘, Hazırlayanlar: Mürsel Öztürk,
Derya Örs, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
OKCU, Naci (2011), Şeyh Gâlib Dîvânı(Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri, Şiirlerinin
Umûmî Tahlîli), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
OLCAY, Deniz (2010), 14-15. Yüzyıl Dîvânlarında Mutfak Kültürü, Sakarya:
Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
ONAY, Ahmet Talat (1992), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı,
Hazırlayan: Cemal Kurnaz, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
ÖNLER, Zafer (1990), Celâlüddin Hızır (Hacı Paşa), Müntahâb-ı Şifâ I (GirişMetin), Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
ÖZKAN, Ömer (2005), “Bir TedaviBitkisi Olarak Gül’ün Dîvân Şiirindeki
Görünümleri, AKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, S. 2, s. 30-41.
ÖZTEKİN, Özge (2006), XVIII. Yüzyıl Dîvân Şiirinde Toplumsal Hayatın İzleri,
Dîvânlardan Yansıyan Görüntüler, Ankara: Ürün Yay.
Klasik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler
● 313
ÖZTOPRAK, Nihat (1986), Hayretî Dîvânı’nda Bitkiler, İstanbul: Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
PALA, İskender (1995), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Ankara: Akçağ Yay.
SARAÇ, Yekta, M. A. (2002), Emrî Dîvânı, İstanbul:Eren Yay.
SEFERCİOĞLU, Nejat (1990), Nev‘î Dîvânı’nın Tahlîli, Ankara:Kültür Bakanlığı Yay.
SEFERCİOĞLU, Nejat (2008), “Meyve Redifli Gazeller”, Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of
Turkish or Turkic, Volume 3/5, Fall, s. 321-344.
SERDAROĞLU, Vildan (2006), Sosyal Hayat Işığında Zâtî Dîvânı, İstanbul:
İsam Yay.
ŞANLI, İsmet (2006), “Ahmet Paşa, Necati Bey, Fuzuli, Hayali ve Baki
Dîvânlarına Göre Dîvân Şiirinde Meyve”, U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 7, S. 11, s. 232-235.
TARLAN, Ali Nihad (1967, 1970, 1987), Zâtî Dîvânı, Gazeller Kısmı(Edisyon
Kritik ve Transkripsiyon) C. I-II-III, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yay.
TARLAN, Ali Nihad (1992a), Ahmed Paşa Dîvânı, Ankara: Akçağ Yay.
TARLAN, Ali Nihad (1992b), Hayâlî Dîvânı, Ankara: Akçağ Yay.
TARLAN, Ali Nihad (1997), Necâtî Beg Dîvânı, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
http/www.bitkiselkitap.com (08.8.2015)
TULUM, Mertol ve Tanyeri, M. Ali (1977), Nev‘î, Dîvân, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
Türkçe Sözlük (2011),Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
YALÇIN, Ayhan (1981), A’dan Z’ye Şifâlı Bitkiler Ansiklopedisi, Ev İlaçlarıŞifâlı Sular, İstanbul: Geçit Kitabevi.
YENİTERZİ, Emine (1998), “Divan Şiirinde Sağlık ve Hastalıklarla İlgili Bazı
Unsurlar", Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.4, s.
87-103.
YILDIRIM, Nimet (2008), Fars Mitolojisi Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yay.
314 ●
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
YILDIRIM, Ali (2009), Kâmî Dîvânı (Edirneli Efendi Çelebi-Hayatı, Sanatı ve
Eserleri ve Dîvânı’nın Tenkitli Metni), İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
ZÜLFE, Ömer (1998), Nâşid Dîvânı(İnceleme-Tenkidli Metin), İstanbul: Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yüksek Lisans
Tezi, http/www.kultur.gov.tr, e-kitap (20.8.2015).

Benzer belgeler