Hillsider 72_TURKCELL 01
Transkript
Hillsider 72_TURKCELL 01
11/14 16/20 22/26 38 40/43 44/46 58/62 hillsider likes 80 look 2 94 en beğenilen ilanlar gülen düşünce... “Mizah komiklik değildir” diyen bile var. 64/66 ünlü markaların bilinmeyen ilginç özellikleri... Zara, Lacoste, Toblerone... 82/84 sonbaharda mutfak 68/70 comic con Popüler kültür. 86 remix Leopar aşkı! 48/52 moda günlüğü Çekim alanına gireceğimiz trendler neler ? 72/76 hillside challengers Onlar kendi hikayelerini yazdılar. 88/90 art blog Arda Yalkın ve Burcu Yağcıoğlu... 34/37 bisiklet kültürü Sadece iki tekerlek, bir de pedala kuvvet.. 54/56 topraktan gelen sağlık... Hayatımızdaki yeni terimler.. 78 good for men 91/93 open 7/24 95/106 Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş. Tel: 0212 362 30 00 Nispetiye Cad. Ahular Sok. No: 6 Etiler 34337 İstanbul / Türkiye Attaş Alarko Turistik Tesisler Adına Sahibi İshak Alaton Genel Yayın Koordinatörü Edip İlkbahar Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ve Özlem Gökbel ([email protected]) Reklam Sorumlusu Yazı İşleri Çağan Şimşek Serkan Mekikoğlu İpek Kigan Çeviri Ayşem Özbaşaran Basıldığı Tarih Yayın Türü filmlere yaraşır bir rüya Beverly Hills Hotel 28/32 new orleans Jazz’ın başkenti... summary Yayımcı Tasarım Basımcı ve Basıldığı Yer gucci Hirohiko Araki’nin gözünden... Republica A4 Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. . Şti. Tel: 0212 281 6448 Oto Sanayi Sitesi, Yeşilce Mah. Donanma Sk. No:16 Kağıthane/İstanbul Ekim 2013 Yerel Süreli Yayın (Dergi) 72. sayıya katkıda bulunanlar look 1 üç... iki... bir... start! Bir pist yarışçısı... Aytaç Biter. Berna Gençalp Burak Işık Cihan Ünalan Çağla Cabaoğlu Elmira Gürses Hüseyin Aksoy Mehmet Tokgözlü Melis Oğuz Neslihan Işık Özlem Yücelener Pelin Çakar Saffet Emre Tonguç Fotoğraflar le tour du monde Dünyadan en son haberler, tasarımdaki en son yenilikler. Selin Sönmez Serhat Kapki Uğur Bektaş Yasin Baran Sayı 72 (Eylül, Ekim, Kasım 2013) Üç ayda bir yayımlanır. “Hillsider Magazin’de yayımlanan yazı ve fotoğrafların tüm hakları, Hillsider logosu ve isim hakkı Attaş AlarkoTuristik Tesisler A.Ş.’ye aittir. Kaynak gösterilecek de olsa Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.’nin yazılı izni olmadan hiçbir şekilde yazı ve fotoğraflardan alıntı yapılamaz.” Hillside Leisure Nispetiye Cad. Ahular Sok. No: 6 Etiler 34337 İstanbul / Türkiye T.(90) 212 362 30 00 F.(90) 212 362 30 04 www.hillside.com.tr [email protected] DÜNYADAN HABERLER LE TOUR DU MONDE Sarı, 1999 Cam elyaf ve pigment Fotoğraf: Dave Morgan Kâhin, 1990-2002 Kumtaşı ve pigment “Sakıp Sabancı Müzesi’nde çağdaş bir sanatçı; Anish Kapoor S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) ve Akbank tüm dünyanın merakla takip ettiği ünlü İngiliz çağdaş sanatçı Anish Kapoor’un eserlerini Türkiye’ye getirdi. Akbank’ın 65. yılı kapsamında sponsor olduğu sergide, Anish Kapoor’un eserleri, S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergileniyor. 1990 yılında Venedik Bienali’nde İngiltere'yi temsil eden, 1991 yılında Turner Ejderha, 1992 Kireç taşı ve pigment, Değişken boyutlar Fotoğraf: Hirosuke Yagi, Nagoya Ödülü’ne layık görülen, 2004 yılında dünyanın en üretken ve en saygı duyulan heykeltıraşı seçilen ve 2012 Olimpiyat Oyunları kapsamında Londra’nın kamuya açık en büyük heykeline imza atan Anish Kapoor’un şaşırtıcı eserleri, 5 Ocak 2014’e kadar sanatseverlerle buluşacak. Sergide, dünyada soyut heykel sanatına yeniden anlam kazandıran başlıca sanatçı olarak tanınan Kapoor’un heykel ile mimariyi, mühendislik ve teknolojiyi buluşturduğu tonlarca ağırlıktaki eserleri yer alıyor. Kapoor’un Türkiye’deki ilk kapsamlı kişisel sergisine ev sahipliği yapmaya hazırlanan SSM, daha önce hiç sergilenmeyen eserlerinin yanı sıra Sarı (Yellow) ve Gök Ayna (Sky Mirror) gibi tanınmış çalışmaları da sanatseverlerin beğenisine sunuyor. Oldukça merak uyandıran sergide toplam ağırlıkları 100 tona ulaşan baş döndürücü eserler sergileniyor. Bu muazzam sergiyi kaçırmamak lazım. DÜNYADAN HABERLER “Coca-Cola’dan Doğallık Devrimi: COCA-COLA LIFE Dünyanın en sevilen içecek markalarından Coca-Cola doğallıktan yana olanlar için yepyeni bir seri yarattı. Coca-Cola Life, Coca-Cola ailesinin sadece doğal şeker ve stevia içeren tek üyesi. Doğallık ve sağlıkla özdeşleşen yeşil renkteki serinin cam şişesi ödül kazanan %30 bitki özlerinden yapılmakla kalmıyor; aynı zamanda tamamen yeniden dönüştürülebiliyor. Coca-Cola Life 600ml’de sadece 108 kalori içeriyor. Klasik Coca-Cola’da bu oran 250 kalori. Şu an için Coca-Cola Life sadece Arjantin’de bulunuyor ama yakın zamanda dev markanın tüm serileri gibi dünyanın her yerindeki marketleri doldurması bekleniyor. “Pharrell Williams & Moncler Lunettes: Güneş Gözlüğüne Sanatsal Yorum Grammy ödüllü yapımcı Pharrell Williams, hem erkek, hem de kadınlar için Moncler Lunettes ile bir araya gelerek yepyeni bir seri güneş gözlüğü tasarladı. Muhteşem koleksiyon Paris, Rue du Faubourg Saint-Honoré’deki ana Moncler mağazında 26 Eylül’de resmi olarak satışa sunulacak. Kenarları kalınken ön tarafta oldukça hafif bir görünüşe sahip olan çerçeveler, tek bir parça titanyumun hayranlık uyandıran işçiliğinden yapılma. Williams tasarımlı modeller Moncler butiklerinde, seçkin çok-markalı mağazalarda, uluslararası çalışan gözlükçülerde ve moncler.com’da Eylül’ün sonlarından itibaren sizi bekliyor olacak. DÜNYADAN HABERLER “Nike’la Çeyrek Asırlık Bir Serüven: JUST DO IT 1988 yılında, bundan tam 25 yıl önce ilk kez “Just Do It” (yap gitsin) dedi Nike. Kampanyanın fikir babası Dan Wieden “Just Do It” kelimelerini ilk kullandığında 25 yıl boyunca markanın en hatırlanacak sloganını yarattığını bilmiyordu. George Washington Üniversitesi İş Bilimleri Fakültesi müdürü Lisa Delpy “Slogan tuttu, çünkü kısa, kolay anlaşılır, cesur ve dönemin pek çok Nike atleti gibi özgüvenliydi” dedi. 25 yıl sonra bugün, Nike, ikonik “Just Do It” kampanyası şerefine muhteşem bir reklam filmi çekti. NBA’nin en değerli oyuncusu LeBron James, dünyanın bir numaralı tenisçisi Serena Williams, FC Barselona ve İspanya takımlarının göz bebeği Gerard Pique ve boks efsanesi Andre Ward gibi dev isimlerin “normal şehir insanları” tarafından yenildiği, geçildiği, alt edildiği yeni “Just Do It” reklamı, The Hangover filmlerinden tanınan Bradley Cooper’ın anlatımıyla daha bile etkileyici hale getirildi. Projenin büyüklüğü neredeyse orta bütçeli bir film kadar ama o 1.30 dakikanın her görkemli saniyesine değiyor. Nike ile özdeşleşmiş “Just Do It” sloganı, hala içinde hayat enerjisi olanları harekete geçirmeye devam ediyor. “Beyoğlu’nda Yeni Lokanta İstanbul’da son zamanlarda etkisini iyice hissettiren yepyeni bir lezzet akımının son, belki de en güçlü örneklerinden biri Yeni Lokanta. Anadolu mutfağının modern bir yeniden yorumlanması diye adlandırılabilecek ve Yeni İstanbul kimliğinin hızla bir parçası haline gelmeye başlamış akım kendini en çok Beyoğlu’nun bu gündüz kadar taze ve şimdiden gözdeleşen mekanında hissettiriyor. Restoran, sıra dışı Changa restoranda sıra dışı tarifler arasında yetişmiş ve kendini Avrupa’nın en iyi restoranlarında eğitmiş olan Civan Er’in eseri. Bilinen Türk mutfağını tüm ciddiyetiyle yeniden ele alan ve ince, şık ve son derece zevkli bir anlatımla sunan restoran Fransız bistrolarını anımsatsa da her detayında Türk kimliğini gururla gösteriyor. Yeni Lokanta, çok iyi düşünülmüş, kapsamlı bir menüyle öğle yemeği ve akşam yemeği servisi yapıyor. Oldukça öz olmasına rağmen mantıdan, güvece, makarnadan balığa, kuzu pirzoladan hafif salatalara kadar her türlü talebe cevap veriliyor burada. Türk mutfağının bilindiği kadar, unutulmaya yüz tutmuş tatlarını da harmanlayan restoran, sumak ekşili salatayla sizi şaşırtabileceği gibi, garsondan ev yapımı turşunun tarifini almaya çalışmanıza da sebep olabilir. Şarap listesi ise Arcadia gibi seçkin Türk markalarını içeriyor. Yıllardık alışık olduğumuz tatlara muhteşem yeni yorumlar getiren mekan öğleden sonra 12’den gece 1’e kadar açık. DÜNYADAN HABERLER “55. Venedik Sanat Sergisi Dünyanın en muhteşem şehirlerinden Venedik bu yıl 55. Sanat Bienali ile çehresini değiştiriyor. Rehberli turlar ile çocuklar, yetişkinler, aileler, profesyoneller, şirketler ve üniversiteler için özel workshopların da hazırlandığı bienal dünyanın her yerinden sanat aşıklarını romantizmin şehrine çekiyor. The Encyclopedic Palace (Ansiklopedik Saray) merkezde, Giardini’de ve Arsenale’de bulunuyor ve son yüzyılı kapsayan eserlerin yanı sıra 37 ülkeden 150’den fazla sanatçının yeni komisyonlarını da içeriyor. 88 ulusal katılımcının eserlerinin de sergilendiği etkinlik 2013 yılında özellikle üniversiteler ve akademiler için çok uygun tur seçenekleri düzenliyor. Sergi aynı zamanda ön ayak olduğu “Sanat Toplantıları” ile aktör Marco Paolini ile sohbet etme imkanı yaratırken, kendi-kendini yetiştiren sanatçılar mitini de derinlemesine inceleyen dört ayrı etkinlik daha düzenliyor. 2013 Venedik Sanat sergisi 1 Haziran’da başladı ve 24 Kasım tarihine kadar Giardini, yani Arsenale’de ve romantizmin şehrinin pek çok özel mekanında sanatseverlerin ziyaretine açık olacak. ÜÇ... İKİ... BİR... START! 16/17/18/19/20 Toshiba Genel Müdürü Aytaç Biter ile röportaj yapacağımı öğrenince hakkında araştırma yapmaya başladım. İş hayatı ile ilgili bilgilere ulaşacağımı beklerken, karşıma mükemmel bir sporcu çıktı. Bir pist yarışçısı. Hem de 4 kere üst üste Türkiye Şampiyonu olmuş, Avrupa’da 3.’lük kazanmış bir yarışçı. Hem çok önemli bir iş adamı, hem çok başarılı bir sporcu... Kısaca zoru başaranlardan... Motor sporlarına ilginiz ne zaman başladı? Annemin anlattığına göre çok küçükken sandalyeyi yere yatırır, bir tencere kapağını direksiyon yapıp, terlikleri ters çevirip gaz-fren pedalı yaparak otomobil kullanırmışım! Çok sonraları ehliyet alma yaşım geldiğinde, ehliyet sınavına babamın otomobilini kullanarak gidip, sınavı kazandım. Polis memuru önce ehliyetim olmadan geldiğim için kızdı ve çok zorlayıcı bir sürüş testi yaptı. Ama kısa süre içinde sınavı yarıda kesip ‘gerek yok, ehliyetini alabilirsin’ dedi. İş hayatımın ilk yıllarında kazandığım her kuruşu alabileceğim en yüksek performanslı araca yatırdım. Maalesef otoyollarda süratli kullanmayı çok severdim. Maalesef diyorum çünkü bunun ne kadar yanlış olduğunu bir müşterimizin ”neden caddede hayatını riske atıyorsun, yarış pistine gitmelisin!” diyerek beni pistlerle tanıştırması sayesinde anladım. Daha sonra çok iyi arkadaş ve hatta pistlerde rakip olduğum başarılı yarışçı Ali Gülan sayesinde otomobil sporlarına başladım. Sadece pist yarışlarına mı katılıyorsunuz? Hiç ralli yapmayı denediniz mi? Pist yarışlarını tercih ettim. Türkiye Şampiyonaları, Avrupa ve Dünya Şampiyonaları ile 6, 12 ve 24 saat dayanıklılık yarışlarına katıldım. Sadece bir ralli denemesi yaptık. Türkiye’de yapılan ilk Dünya Ralli Şampiyonası’na katıldım. Ama yarış için tam bir hafta harcamak zorunda kalınca, pist yarışlarının bana daha uygun olduğuna karar verdim. Çünkü pist yarışları için sadece Cumartesi - Pazar yeterli oluyor. Röportaj: İpek Kigan Fotoğraflar : Uğur Bektaş Yarışırken hissettiğiniz duyguyu nasıl anlatırsınız? Bence bağımlılık yaratan, çok keyifli bir duygu. Adrenalin mucizesi diyebilirim. Normal hayattaki her şeyi unutup farklı bir dünyada çok eğlenceli bir mücadeleye giriyorsunuz. İhtiyacınız olan kondisyonu kazanmak için nasıl çalışmalar yapıyorsunuz? Biraz yürüyüş, mümkün olduğunda masa tenisi ve esneklik kazandıracak stretching yeterli oluyor. Masa tenisi refleksleri geliştirmek için çok faydalı ama açıkçası çok zaman bulamıyorum. Yarış pilotu olmak, iş yaşamınızda veya normal hayatınızda size ne gibi faydalar sağlıyor? Yarışlar sayesinde stres atıyor olmak, benim için en büyük faydayı oluşturuyor. Yarış esnasında her şeyi unutuyor, yaptığınız mücadeleye tam konsantre oluyorsunuz. Yarışlar sadece iki güne sığıyor ama Pazartesi günü işe geri döndüğümde, sanki uzun bir tatilden dönmüş gibi kendimi yenilenmiş hissediyorum. Başka hangi sporlar size benzer zevki verir? Satranç, masa tenisi ve su sporlarından da çok keyif alıyorum ama bence en iyi yaptığınız şeye odaklanmanız ve o konuda uzmanlaşmanız daha iyi oluyor. Hepsini iyi yapmak için zaman yetmiyor. Bu nedenle satranç ve su sporlarını daha üst seviyede devam ettirmedim. Satrançta ortaokul ve lisede okul şampiyonu oldum. Hala zaman bulduğumda örneğin uzun uçuşlarda bilgisayara karşı ve boş hafta sonlarında kuvvetli rakip bulursam satranç oynarım ama günlük yoğun tempoda vakit bulamıyorum. Su sporlarının her türlüsünü özellikle tatil yapabildiğimde denerim. 12 yaşımda İstanbul’da 10-13 yaş arası 100 metre serbest stil yüzme yarışında ikinci olmuştum. Daha sonra rakiplerim fiziksel olarak benden daha fazla gelişip, daha hızlı ilerleyince iddialı olmayı bırakmak zorunda kaldım. Su kayağı, sörf ve diğer su sporlarını her fırsatta yapmaktan hoşlanıyorum. Hız tutkusu, hayatınızın başka alanlarında da var mı? Yaşamı baş döndürücü bir şekilde mi yaşıyorsunuz? Evet, kendimi teknoloji meraklısı olarak da tanımlayabilirim. Bu nedenle her şeyin en hızlısını kullanmak ve yaşamın hızına göre daha yenilikçi olup zamanın önünde gitmek isterim. Yenilikleri ve trendleri doğru analiz edip, yükselen trendleri önceden tahmin etmeyi ve erkenden kullanmayı çok seviyorum. Bunu bilen arkadaşlarım araştırmak yerine ben ne kullanırsam onu tercih ediyor veya önerimi soruyor. Ben de bu durumdan hoşlanıyorum. Normal zamanda şoför koltuğunda değil, yan koltuktayken nasıl hissedersiniz? Yan koltuğu sevmiyorum, özellikle eşim kullanıyorsa çok karışıyorum. Başkası kullanıyorsa dışa fazla vuramadığım için dayanmak zor oluyor. Sanırım ortağım bu durumu anladı, bir yere onun aracı ile gideceksek de bana kullandırıyor. Kontrolün sizde olmadığı anlar sizi endişelendiriyor o zaman.Evet, yarışlarda araçtaki ekstra güvenlik öğeleri sayesinde normal hayatta alamayacağınız riskleri alma rahatlığı olduğu için çok fazla tehlike tecrübe ediyorum. Bu nedenle trafikte başkasının yanında tehlikeleri önceden sezebiliyorum ve her an kontrol edemeyeceği endişesine kapılabiliyorum. Benzer durum işte de söz konusu. Toshiba’nın genel müdürlüğü gibi yorucu ve yoğun bir işiniz varken hobinize nasıl vakit ayırabiliyorsunuz? Hafta sonu normal mesaisi olmayan bir işimin olması ve bu sporun hafta sonu yapılması benim için büyük şans. Ayrıca mobil teknolojiler sayesinde her yer ofis. Artık işinizin büyük bir bölümünü yapmak için, bilgiye erişmek ve iletişim kurmak için nerede olduğunuzun önemi giderek azalıyor. Toshiba 1875’te kurulmuş dünyanın en eski ve öncü teknoloji şirketlerinden biri ve ürünlerimizin çoğu bilgi teknolojileri için verimlilik araçları. Bu araçlar her yerden çalışabilmeyi sağlıyor. Toshiba ile ne zamandan beri çalışıyorsunuz? Firmamız Toshiba bilgisayar ve görüntü sistemlerinin 1992 senesinden bugüne Türkiye’deki tek distribütörüdür. Bu işten önce şahsi şirketimi 1985’de üniversitede öğrenciyken kurdum. Bilgisayar sektörünün mil taşları olan Commodore Kişisel Bilgisayarları ve sonra Escort Masaüstü PC ve Çevre Birimleri ile devam etmiştim. Toshiba’ya ne gibi yenilikler, farklılıklar kazandırdınız? Bana göre bir işte başarılı olmak için gereken en önemli unsurlar, işi sevmek ve inanmak, uzmanlaşmak, sürekli daha iyisini yapmak için çalışmak, istikrar, doğru iletişim ve iyi bir ekip olmak. Toshiba işine başladığımızda lider rakip markanın pazar payı %50 idi. İstikrarlı olarak büyüyerek ilk defa 1998 senesinde pazar lideri olduk. Avrupa’da ve Dünya’da Toshiba’nın en başarılı projelerini gerçekleştirdik. Örneğin, Öğretmen Kampanyası dünyada bir seferde yapılmış en büyük notebook bilgisayar kampanya satışı oldu. Vakıfbank, çağrı merkezimiz ve Yurtiçi Kargo entegrasyonu ile 85bin öğretmenimizin adresine teker teker teslim ettirip en yakın bayi tarafından eksiksiz kurulumunu sağladık. 500bin adet DVD player satışı ise BP şirketi ile yapılmış bir promosyonda yine dünyanın en büyük DVD player satışı oldu. Daha önceki en büyük satış 400bin adet ile Wal-Mart’a yapılmış. Firmamızı Avrupa çapında ürünler ve servislerde en başarılı firma haline getirmek için çok yoğun çalışıyoruz. Örneğin yakın zamanda taşınabilir bilgisayarlarımız, tablet ve TV’lerimizi “No Matter What- Ne Olursa Olsun” garantisi ile sunmaya başladık. Bu sayede kullanıcılarımız teknoloji yatırımlarını maksimum güvence ile kullanıyorlar yani artık Toshiba ürünlerine ödenen bedel sadece garanti kapsamındaki arızalar değil aynı zamanda hırsızlık, kırılma dahil tüm garanti harici arızalar ve koşulsuz iade, değiştirme imkanı ile tam koruma altında. Sizi heyecanlandıran başka neler var hayatta? Ailem, işim ve otomobil sporu benim için 3 ana heyecan konusu ama ailem başta gelir. Bunca şeyi bir arada yapabilmek için zamanla aranızın iyi olduğunu düşünüyorum. Zamanı nasıl ikna ediyorsunuz size istediğiniz gibi hizmet etmesi için? Daha önce belirttiğim gibi teknoloji sayesinde ve hız merakımın katkısıyla birçok işi ve uğraşı aynı anda yönetebiliyorum. Bu konuda ortağım İbrahim Bey’in benden daha başarılı olduğunu da belirtmem lazım. Onun hızlı düşünme ve sistem kurma yeteneği ve tecrübesi, tabi öncesinde analiz edip çözümleme bilgisi sayesinde benim de işim kolaylaşıyor. Aslında her şey bir takım çalışması. Bence hem iş, hem otomobil sporlarında takım olabiliyorsanız, ekibinizi motive edebiliyorsanız işin en önemli yarısını halletmiş oluyorsunuz. Bildiğim kadarıyla 1 çocuğunuz var. Onun için neler hayal ediyorsunuz? Kızım 12 yaşında, ismi Ayda. Kafa yapımız ve birçok konuda çok uyumluyuz, huylarımız bile benziyor. Bence yaşının üzerinde bir algı ve gelişime sahip. Aslında günümüz çocuklarının çoğunda durum böyle. Bizden çok daha şanslılar. Çok daha zengin bir öğrenme düzeyindeler. Çocukluğumda biz bir bilgi bulmak için kütüphaneye gitmeyi düşünürken onlar ellerindeki mobil cihazlarla anında her seviyede bilgiye erişebiliyorlar. Ben sevdiği işi yapmasından yanayım. Koruma ve ihtiyacı olduğunda destek olma haricinde hiçbir şeye zorlamak niyetinde değilim. Çocuğunuz ile birlikte yapmaktan en çok hoşlandığınız şey nedir? Xbox, PS3, Nintendo’nun fiziksel aktiviteli takım oyunlarını birlikte oynamayı seviyoruz. Tekne ve yüzme de ortak zevklerimiz arasında. Baba olmak mı zor, genel müdür olmak mı? Bence ikisi de zor ve sorumluluk istiyor ama baba olmanın sorumluluğu çok ağır. Aynı zamanda tüm çalışma arkadaşlarımı bir aile gibi görüyorum, hepsine her fırsatta bilgi ve tecrübelerimi samimi şekilde aktarmaya çalışıyorum. Size bir uçak bileti hediye etsem, biletin üzerinde neresinin yazmasını isterdiniz? Çok istediğim halde yarışma fırsatı bulamadığım Macau veya tatil yapmak için de berrak bir göl veya deniz kenarında, doğanın iç içe olduğu egzotik yerlerden biri olabilir. Bir yer hayal edin. Sizi çok mutlu eden, huzur veren. Burası nasıl bir yer? Yukarıda anlattığım tatil yöresi olabilir. Deniz suyu turkuaz renkte ve berrak olmalı, altın kumsal üzerine yemyeşil ağaçlar denize kadar sarkmış olsun. Çevrede dalında meyveler olan ağaçlar, donanımlı bir kulübe veya bungalov ama beton hiç olmamalı. Müzik yerine kuş sesleri ve arka planda yürüyüş mesafesinde küçük bir şelale. Şelalenin döküldüğü yerde tertemiz bir göl. Bunlar olunca teknolojik hiçbir şey olmasın diyebilirsiniz ama ben mutlaka bir internet bağlantısı, Toshiba hibrit ultrabook-tablet, güzellikleri çekebilmek için Toshiba 3D kamera isterim. İkinci senaryo ise çok çeşitli performans otomobilleri ile dolu bir yarış pisti. Hepsini deneyebilecek Nürburgring Nordschleife tarzı uzun ama İstanbul Park gibi güvenli bir yarış pisti ve yeterince rakip Alonso, Raikkonen, Vettel Schumacher, Yvan Muller gibi pist ustaları ve Sebastian Loeb iyi olurdu. Takım arkadaşlarım da olursa daha iyi olur özellikle İbrahim Okyay, Kaan Gürgenç, Levent Kocabıyık, Can Artam ve genç yeteneğimiz Kaan Önder. Beni bu spora tanıştıran Ali Gülan zaten koşarak gelir. Son olarak klasik bir soru. Gelecek ile ilgili planlarınızdan biraz bahseder misiniz? Otomobil sporlarında Türkiye Şampiyonluğu hedefim vardı, 4 sene üst üste ulaşma şansına eriştim. Avrupa’da podyum hedefim vardı. Son Avrupa Şampiyonası yarışında Salzburg’da 3. oldum. Şimdiki hedefim podyumun en üst noktası. Diğer tarafta genç ve yetenekli pilotumuz Kaan Önder’in gelecekte ülkemizi en iyi şekilde temsil ederek dünya çapında başarılar elde etmesi en önemli hedefimiz. Takım olarak bu sporda ülkemizi dünya çapında tanıtmak istiyoruz. İş hayatında ise en genel anlamda ülkemizin bilişim alanında gelişimine katkıda bulunmak istiyoruz. Ülkemizi Avrupa’da ve Dünya’da bilişim alanında öne çıkarmak öğrenmeye açık ve rekabetçi genç nüfusumuz sayesinde zor olmayacaktır. Ünlü Japon Manga Sanatçısı Hirohiko Araki’nin Gözünden; GUCCI 22/23/24/25/26 Hirohiko Araki; Japon Manga Sanatçıları içinde en ünlülerinden biri... Çizgileri herkesi etkisi altına alıyor. Gucci; Moda, şıklık, kalite, lüks kelimeleri art arda sıralanınca akla ilk gelen markalardan biri... Ürünleri insanı kışkırtıyor. Yaptıkları işler, üretimleri parmakla gösterilen bu iki dev isim bir araya gelirse ne olur??? Muhteşem bir görsel şölen olur. Hikaye, Gucci’nin geçen kış vitrinlerini süslemek için Manga sanatçısı Hirohiko Araki’ yle işbirliği yapmasıyla başlamıştı. Hirohiko Araki, Gucci 2013 Cruise koleksiyonundan esinlenlerek çizdiği seriyi Frida Giannini ile birlikte oluşturmuştu. Japon çizgi roman sanatından örnekler sunan görseller tüm dünyadaki 70 Gucci mağazasının vitrinlerini süslemişti. En son bu yaz ise muhteşem bir sergi çıkageldi Avrupa’nın göbeğine... Araki, sergi için 30 yıldır derlediği Manga hikayelerinden uzun süreli serisi “JoJo’s Bizarre Adventure” dan parçaları ve Gucci için yarattığı moda görsellerini içeren özel bir koleksiyon oluşturdu. Hazırlayan: Özlem Gökbel Moda ve Japon karikatürü arasında köprü kuran bu eşsiz sergi Gucci’nin doğduğu yer olan Floransa’daki Gucci via delle Caldaire mağazasında sergilendi. Gucci yaratıcı direktörü Frida Giannini’nin dizaynlarından etkilenen Araki “Jolyne, Fly High with Gucci” isimli özel bir Manga hikayesi yarattı ve özel donanımlarla Gucci’nin dünya çapındaki doğrudan mağaza ağının pencerelerini açtı. Eserler bu yılın hikayesi “Jolyne, Fly High with Gucci”den seçilen görseller, 2011’de Japon dergisi SPUR’un 90. Yıldönümü için yaratılan “Rohan Kishibe goes to Gucci” adlı Manga hikayesi ve Araki’nin 30. Yıl yazılarını da içeriyordu. Ayrıca sergide, Araki’nin en iyi bilinen uzun süreli serisi, 1880’lerde İngiltere’de başlayan epik maceranın hikayesini anlatan “JoJo’s Bizarre Adventure”dan da parçalar vardı. Bu serilerin dünya çapında 80 milyon kopyası satıldı ve İtalya’daki basım evlerinde tüm parçaları çevrildi. Bu koleksiyon ile birlikte Hirohiko Araki’nin, moda ve popüler kültürdeki güçlü ifadesi; enerji, duygusallık ve zorlayıcı cazibeden oluşan eşsiz dünyası ortaya çıkıyor. Buyrun bu büyüleyici sergiyi birlikte dolaşalım... Daha fazla ayrıntı için, lütfen gucci.com ve Araki Hirohiko’nın resmi web sitesi JOJO.com veya http://www.araki-jojo.com/ sitesini ziyaret edin. Cazın Başkenti NEW ORLEANS 28/29/30/31/32 New Orleans çok sıra dışı bir şehir. Mimari muhteşem. Ben bu kadar güzel evi bir arada hiç görmedim. Her taraf açelyalarla dolu. Paskalya öncesi yapılan büyük eğlence Mardi Gras’da dağıtılan kolyeler hala ağaçların üstünde sallanıyor. İşin ilginç tarafı mezarlıklarda bile bu rengarenk kolyeler var. Yazı ve Fotoğraflar : Saffet Emre Tonguç [email protected] Şehirde önemli bir müzisyen öldüğünde önde orkestra müzik yaparak ilerliyor, cenaze arabası arkadan geliyor. Son yolculuk bile keyifle. Çünkü New Orleans cazın doğduğu, büyüdüğü ve hala caz denince dünyada akla ilk gelen şehir. ABD’nin Louisiana eyaletinin en büyük şehri, Meksika Körfezi ile Pontchartrain Gölü arasında yer alıyor ve dünyanın en hareketli liman şehirlerinden biri olarak kabul ediliyor. Çok kültürlü geçmişi ve mutfağıyla da öne çıkıyor. Yılda on milyondan fazla turist geliyor. Dolayısıyla hayat çok hareketli ve eğlenceli, yapacak o kadar çok şey var ki… New Orleans cazın 1880’lerde doğduğu ve gelişmeye başladığı şehir. Amazon ve Nil’den sonra dünyanın üçüncü büyük nehri olan Mississippi deltasında yer alan bir liman şehri. Ticaret yolu ve kozmopolit bir yerleşim merkezi olduğundan cazın ideal mekanı olmuş. Birçok barda müzisyenlere iş imkanı doğmuş. Canlı müziğe olan talep sanatçılara yeni stiller için ilham vermiş. Caz bu arayışlar sonucu ortaya çıkmış. İlk başta işçi kesiminden zenci müzisyenlerin kulaktan dolma ve doğaçlama yaptıkları müzik, sokaklarda konser vermeye başlayan caz grupları sayesinde her kesimin sevdiği bir müzik türü olmuş, giderek hayat tarzı haline gelmiş. New Orleans, hala cazın başkenti. Her yıl binlerce ünlü sanatçı kente geliyor ve sayısız festivaller düzenleniyor. Burada turizm de sanki caz üzerine kurulu. O kadar çok festival var ki. Nisan’ın ikinci haftası French Quarter Festivali yapılıyor. Mayıs başındaysa Caz Festivali var. 45 dolar verip gün boyunca onlarca konser dinleyebiliyorsunuz. New Orleans cazın ve eğlencenin merkezi ancak kadersiz bir yer. Yakın tarih boyunca sellerin, salgınların, zenci-beyaz çatışmasının, ırkçılığın ve yoksulluğun olduğu bir bölge. Yoksulların çoğu, tahmin edebileceğiniz gibi zenciler. ABD genelinde % 10 olan zenci oranı, burada % 50’lere varıyor. Geçmişte köle olarak çok ağır şartlarda çalışıp kenti yaratan zencilerin yakılmasına kadar varan ırkçılığın anlatıldığı “Mississippi Yanıyor” filmi aslında New Orleans’ın tarihi. Amerikan petrol üretiminin dörtte birini sağlamasına rağmen işsizlik oranı % 50 düzeyinde. Son olarak 2005 yılında Katrina, 2012’de de Isaac Kasırgası vurdu kenti. Çünkü New Orleans deniz seviyesinden iki metre aşağıda. Her zaman su altında. Onun için, saniyede binlerce metreküp su boşaltan 22 dev pompa, tayfun olsun olmasın, sürekli çalışıyor ama şehri her zaman koruyamıyor. Kentin her yıl sekiz milimetre suya battığı belirtiliyor. Her su baskınında insanlar ölüyor, elektrikler kesiliyor, hayat felce uğruyor. Yas Bitti, Şimdi Caz ve Gezme Zamanı Ancak New Orleans’a giderseniz yüksekte kaldığı için su baskınlarından zarar görmeyen merkezde (daha çok beyazların yaşadığı bölge) şehri mahveden kasırgaların etkilerini hissetmiyorsunuz. Yas şimdilik bitti, caz zamanı geldi. Festivaller başlamak üzere bu festival şehrinde. Ayrıca New Orleanslılar başlarına gelen felaketi bile turistik bir amaçla kullanabiliyorlar, felaket bölgelerine tur düzenliyorlar. Öncelikle sokakları keşfedin. Fransız zamanından kalma ve halen Fransız etkilerinin görüldüğü French Quarter, şehirde turistlerin en çok rağbet ettiği yer. Garden District ve Uptown tarihi bölgeler ve burada inanılmaz evler görebiliyorsunuz. Prytania, Charles Bulvarı, Coliseum, Nashville, Chestnut, antikacılarla dolu ve dolaşmaktan keyif alacağınız yerler. 10 kilometre uzunluğundaki Magazine Caddesi’ne "Hayaller Caddesi" diyorlar. Gölle Mississippi Nehri arasında kalan Canal Street şehrin en kalabalık yerlerinden ve turistik bölge olan French Quarter’a çok yakın. Constantinople, Murat gibi sokak adları görürseniz şaşırmayın. Alışverişe meraklıysanız, Wyndham Otel’in altındaki Canal Place şehrin şık alışveriş merkezlerinden. İçinde Saks, Pottery Barn gibi mağazalar da var. Eyalet sistemi dolayısıyla ABD’de vergi iadesi yokken, New Orleans’ta "Tax free" tabelaları görüyorsunuz. Şehirde ilginç turlar yapıyorlar. Çarklı gemilerde caz eşliğinde yemek yiyip, nehir turu yapmak için Natchez’i arayın (504-5868777 www.neworleanssteamboat.com) New Orleans su seviyesinin altında kaldığından mezarları anıtsal biçimde toprağın üstüne yapmışlar. Mezarlık turunun adı ürkütücü olsa bile, kendi ilginç. New Orleans büyücüleriyle de ünlü, en bilindik isim "Voodoo Queen" diye tanınan Marie Laveau. St. Louis Mezarlığı’nda en çok ziyaret edilen mezarlardan biri ona ait. Şehrin en iyi müzeleri City Park’ta bulunan New Orleans Museum of Art ve WW II Museum. City Park yürüyüş için de çok keyifli. Arkasında ünlü heykeltıraşların eserlerinin bulunduğu Heykel Bahçesi var. Audubon Parkı doğayı sevenler için bir diğer alternatif, içinde ABD’nin 4. büyük hayvanat bahçesi de bulunuyor. Çağdaş sanat galerileri daha ziyade Julia Street’te. Louisiana Filarmoni Orkestrası’nın konserleri çok başarılı. Geçmişte İdil Biret’in verdiği konser de çok ilgi görmüş. Sabaha Kadar Caz ve Dans Sokağı Binalarda ferforjenin yoğun olarak kullanıldığı French Quarter’a New Orleanslılar “Vieux Carre” yani "Eski Meydan" diyorlar. Buradaki Jackson Meydanı, St. Louis Katedrali’nin önünde bulunuyor. En önde de Mississippi Nehri kenarındaki yürüyüş yolu var. Mississippi, Kızılderililerin dilinde büyük su olarak geçiyor, uzunluğu ise 3800 km. ABD’deki en eski Katolik katedrali olan St. Louis’in önünden faytonlara binip adam başı 15 dolar gibi bir parayla keyif yapabilirsiniz ya da arkasındaki sokaklarda farklı bir mimari tarzın eserleriyle dolu olan Royal ve Bourbon sokaklarında dolaşabilirsiniz. Royal antikacılarla dolu, keyifli bir sokak, gündüz sokak müzisyenlerine de rastlayabiliyorsunuz. Arka paralelindeki Bourbon ise gece her türlü eğlencenin doruğa çıktığı "sabaha kadar dans ve caz" tarzı bir yer. Adını Fransız hanedanından alan bu sokakta yürürken balkonlardaki insanlar size şehrin adeta simgesi olmuş boncuk kolyeleri atıyorlar. Yeri gelmişken iki öneride bulunayım: Tipitina’s (504-8958477) kısaca Tip’s diye geçiyor. Adı Tipitina isimli şarkıya ismini veren kadından geliyor. Kentin en büyük müzik kulübü. Programlarına www.tipitinasfoundation.org’dan bakabilirsiniz. Diğeri Preservation Hall (504- 5222841), bugün bir efsane haline gelen yer, Allan ve Sandra Jaffe tarafından 1961’de New Orleans caz stilini korumak için açılmış. Napolyon’dan Satın Alınan Eyalet New Orleans ve Florida’yı almak isteyen Başkan Thomas Jefferson, Napolyon’a 2 milyon dolar teklif etmiş. Daha sonra 1803’te Napolyon, Haiti dolayısıyla problem yaşayınca, o zamanki ABD’nin üçte biri olan tüm Louisiana eyaletini 15 milyon dolara Amerikalılar’a satmış. Kuruluşu Fransız Kralı XIV. Louis zamanında olan New Orleans’ın maliyeti ise 7 dolar olmuş! Napolyon şehre hiç gelmemiş ama Louisiana ABD’de, İngiliz yerine Napolyon hukukunu kullanan tek eyalet, bazı sokaklar onun savaşlarının adını taşıyor. Gelmesi halinde kalması planlanan Napolyon House ise bugün şehrin en rağbet gören barlarından biri. Felaket Turları Katrina New Orleans’ı 29 Ağustos 2005’te vurdu. Koruma duvarlarını yıkınca, su seviyesi altında kalan şehri su bastı, yüzde 80’i sular altında kaldı. 80 bin ev ve 100 bin araç hasar gördü. Tayfun sonrasında 30 yıllık çöp birikti. Lousiana eyaletinde 1577, ülke genelinde 1836 kişi öldü. Louisiana’nın başkenti Baton Rouge (Kırmızı Çubuk) New Orleans’a 110 km. uzaklıkta, tayfundan sonra nüfusu ikiye katlandı. New Orleans’tan kaçanlar soluğu orada almışlardı çünkü. Hala karavanlarda yaşayan çok sayıda insan var. Burası da turistlere gezdirilen liman. Louis Armstrong’un Kenti İçinde yaşayanların N’Awlins dedikleri şehirde caz bir yaşam tarzı. Korno çalan Buddy "King" Golden caza New Orleans baharatını ekleyen ilk kişi. Edward "Kid" Ory trombonuyla, Louis Prima trompetiyle caza renk katmış, piyanist Jelly Roll Morton cazın ilk bestelerini ve düzenlemelerini yapmış. Ama caz deyince herkesin aklına Louis Armstrong geliyor. Bugün New Orleans havaalanı bile bu ünlü sanatçının adını taşıyor. New Orleans’ta doğup Perdido sokağında yaşamış. Caz Festivali’nin başladığı yer olan Congo Meydanı’nda heykeli de var. Tombul Salı Eğlenceleri Hıristiyanlık inancına göre Hazreti İsa çölde 40 gün oruç tutmuş. Dolayısıyla bu orucun bittiği Paskalya Pazarı’ndan 40 gün önce Lent denilen büyük perhiz başlıyor. Perhiz öncesi yapılan büyük eğlenceye Mardi Gras (Tombul Salı) deniyor. Tarihte ufak oynamalar olabiliyor. Brezilya’daki samba, Almanya’daki faşing, Venedik’teki karnaval aslında hep aynı geleneğin değişik ülkelerdeki farklı yansımaları. New Orleans’ta 1827’den beri yapılan Mardi Gras’da bir kral (Rex) ve kraliçe seçiliyor. Bu ikili, yapılan baloda ellerinde asa, kostümlerinde uzun kuyruk, ortalıkta dolaşarak insanları selamlıyorlar. Bu baloya sadece davetliler gidebiliyor. Kral, doktor ve avukat gibi toplumda önemli bir yere sahip, altmışlı yaşlarında biri, kraliçe ise henüz yirmilerinde olan, iyi bir aileden gelen bir üniversite öğrencisi oluyor. Mardi Gras boyunca onlarca geçit töreni yapılıyor. İnsanlar boyunlarına rengarenk boncuklardan yapılma kolyeler takıyorlar. Bunlardan biri de kostümlü köpeklerin Barkus Parade isimli yürüyüşü. Ne, Nerede Yenir? New Orleans mutfağı tam bir füzyon. Fransız etkisi dominant olmakla birlikte Kanada’nın Nova Scotia bölgesinden gelen Fransız köylüsü Cajun’ların, Creole dedikleri Fransız, İspanyol ve Karayip Adaları’ndan gelme insanların karışımından oluşan melezlerin katkısı var. Mesela bamya çorbasının adı Gumbo olmuş, sosislisinden istiridyelisine farklı çeşitleri mevcut. Acı Tabasco sosu, Southern Comfort ilk New Orleans’ta üretilmiş. 1838’de New Orleanslı Antoine Peychaud isimli barmen, içkileri Coqutier denilen bir kapta karıştırıp servis yapınca, kelime bize de kokteyl olarak geçmiş. Hurricane de ilk New Orleans’da ortaya çıkmış bir kokteyl. Şehirdeki en iyi bira ise Abita. New Orleans’ın evleri avlularıyla meşhur ve bu evlerin bazıları restorana çevrilmiş. Şimdi önerilere geçelim: Commander’s Palace (504-8998221 www.commanderspalace.com) Oscar Wilde "Günaha teşvik eden bir arzudan kurtulmanın tek yolu ona boyun eğmektir" demiş. Bu restorandaki ortam, servis ve yemekler insanı günahkar yapıyor. Cesur olun, kaplumbağa çorbası için. Ben içtim, hala yaşıyorum! Körfez balığı da çok lezzetli. Cumartesi ve pazar günleri brunch zamanı, iki ayrı caz grubu müzik yapıyor. Size bir sır: Öğle yemeklerinde martininin kadehi 25 cent. Amerika’da bundan ucuza hiçbir yerde sarhoş olunmaz! Antoine’s (504-5814422 www.antoines.com) 1840’tan kalma, ABD’de aynı aile tarafından işletilen en eski restoran. Brennan’s (504-5259711 www.brennansneworleans.com) Yemekler, ortam ve Fitzgerald krepleri harika. Broussard’s Restaurant (504-5813866 www.broussards.com) Fransız bölgesinde en güzel avlulu bina seçilmiş. Ortam da yemekler de güzel. Galatoire’s (504-5252021 www.galatoires.com) 1905’ten beri hizmet veriyor. New Orleans’taki "Cuma öğle yemekleri" geleneğinin en iyi uygulayıcılarından. Arnaud’s (504-5230611 www.arnaudsrestaurant.com) Şehrin klasiklerinden. Üst katında 13 ayrı salonu özel gruplar rezerve edebiliyor. Court of Two Sisters (504-5227261 www.courtoftwosisters.com) Şehrin göbeğindeki bir avluda, yüz yıllık mor salkımın altında yemek çok keyifli. Acme Oyter House (504-5225973 www.acmeoyster.com) İstiridye düşkünlerini 1910’dan beri mutlu ediyor. Cafe du Monde (504-5254544 www.cafedumonde.com) 1862’den kalma kafe şehrin en eskisi ve her zaman dolu. Beignet dedikleri ve üçü bir tabakta gelen tatlıları meşhur. Bizim lokmanın kare şeklinde ve şerbetsiz olanını düşünün, üzerine de bol pudra şekeri ekleyin. Napoleon House (504-5249752 www.napoleonhouse.com) Napolyon gelememiş ama siz gidin. Nerede Kalınır? W, Loews, Wyndham, Monteleone, Omni Royal Orleans ile aynı gruba bağlı Royal ve Chateau Sonesta iyi otellerden. Windsorcourt ise New Orleans’ın en zarifi ama en pahalısı. Hotel Monteleone (504-5233341 www.hotelmonteleone.com) 1886’da yapılmış ve ABD’deki üç tarihi otelden biri. Ernest Hemingway "Savaştan önceki gece" isimli romanında otelden bahsetmiş. Omni Royal Orleans (504-5295333 www.omniroyalorleans.com) Tarihi bir bina, girdiğiniz andan itibaren kendini gösteren bir şıklık. Royal Sonesta Hotel (504-5860300 www.sonesta.com/royalneworleans) Hem merkezde, hem çok güzel. The Columns Hotel (504-8999308 www.thecolumns.com) Şehirde oturanlar Viktorya tarzında yapılan bu binanın barına, kalanlar ise odalarına hayran. 1883’te yapılmış ve milli tarihi eserler listesine kayıtlı. Ramada Plaza (504-5247611 www.ramada.com) Tam merkezde, tarihi bir bina, avlusu ise tam bir sürpriz. Bir Gün Herkes BİSİKLETLEYECEK 34/35/36/37 BİSİKLET KÜLTÜRÜ Hemen şimdi gözünüzü kapatın ve bir yer hayal edin. Araba yok, korna yok, hava ve gürültü kirliliği yok. Sadece iki tekerlek, önde veya arkada bir sepet, bir de pedala kuvvet.. The Bisiklet! Bu soruyla birlikte yakın zamanda İstanbul’da uygulanmaya başlanan “Akıllı Park” sistemi çıkıyor karşımıza. İçimizde bir umut ışığı yanıyor... “İsbike” istasyonlarından kiralanan bisikletler yurt dışındaki kullan&bırak otomobil modeli “Zipcar”lar gibi çalışıyor ve pratiklik konusunda neredeyse yayalıkla yarışıyor. Kullanımındaki bu pratiklik demek oluyor ki; artık siz sıkışan trafikte 20km hızla dahi ilerleyemezken ve “İsbiker”lar yanınızdan tam gaz geçerken, siz şaşırmamaya, aksine giderek yaygınlaşan bu duruma alışmaya Çoğumuzun küçüklüğünde en sevdiği karne hediyesi başlayabilirsiniz. Bu süperçevreci modaya olmuş, sonra büyüyünce unutulmuş, arka balkonda katılmaya, arabanızı bırakıp, bisikletlere tozlanmaya yüz tutmuş, trafikten kurtulmak içinse atlamaya hemen şimdi en azından kısa mesafede tüm sağlığına düşkünlerin ve çevrecilerin son umudu deneyerek başlayabilirsiniz! olmuş! Montreal, Barcelona, Kopenhag, Aslında düşününce, ilk bakışta ütopik gibi görünen bu Amsterdam gibi bisikletin günlük yaşamla iç içe geçtiği şehirlerde dünyaca ünlü bisikletçilerin yaşam biçimi için Survivor Adası’na, Amsterdam’a, yetişmesi ve uluslararası yarışların düzenlenmesi Londra’ya, Milano’ya falan, doğal olarak daha sık görülse de, tüm saydığımız kısacası çok uzağa gitmenize gerek yok. eksikliklerimize rağmen Türkiye sınırları içinde İstanbul’a otuz dakika mesafedeki Prenses Adaları’nın hemen hemen hepsinde yaşam zaten bu de ümit vadeden şehirler gelişmekte. koşullarda. Ama içimizde bir yerde, derinlerde hayal Coğrafi özelliklerinin avantajını kullanan İzmir, ettğimiz; önce İstanbul gibi metropollerde sonra Konya ve Eskişehir’de bisikleti yaşamının bir Türkiye’nin her yerinde giderek yaygınlaşan bir bisiklet kültürüne sahip olmak, bir “bisiklet toplum”, parçası haline getirenler sayesinde bu şehirler Avrupa’daki bisiklet şehirlerin Türkiye’deki “bisiklet şehirler” yaratmak. karşılığı olarak gösterilebilecek seviyelerde. Bisikleti unuttuğumuz, tozlu depolardan çıkarmak, günlük hayatımızın bir parçası yapmak, gaz yerine pedala basmak, benzin yerine kalori yakmak, vites artırmak yerine kas yapmak gerçekten bir hayal mi ?? Aslında bu konu, “Bisikleti şehir içi ulaşım aracı kullanmak” başlığıyla hakkında yirmi sayfalık entry girilen kitlesel bir arzu ve önemli bir mevzu. Yazı : Özlem Yücelener Fotoğraflar : Yasin Baran Belçika, Hollanda, Fransa, Kanada bisiklet kültürünü en iyi yaşayabileceğiniz, çevreci ulaşımda en üst standardları yakalayabileceğiniz ülkeler arasında. “Neden Türkiye’de de olmasın?” sorusunu sormadan edemiyoruz kendimize. Türkiye’de bisiklet kültürünün yerleşmesi adına, Nisan’da gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı kupası gibi ulusal organizasyonların yanı sıra, Mayıs’ta Londra ve Moskova’dan sonra İstanbul’da da düzenlenen ve hatta Açık Radyo’dan parkura dair tarihi bilgilerin eşzamanlı yayınlandığı gece sürüşü İstanbul Velonotte 2013 gibi dünya çapında aktiviteler de artmakta. Bu takvime önümüzdeki aylardan birkaç örnek eklemek istersek, Hillsider’ların 2012’de “Challenge” ettiği Likya Yolu’na bisikletseverler de göz koymuş olacak ki; takvimde ilk dikkat çekenlerden biri 12-20 Ekim’de gerçekleşecek olan “Likya Bisiklet Festivali”. Likya yolu kadar iddialı bir başka sportif faaliyet olan triatlonda koşu ve bisikleti bir bütün olarak düşününce, Kapadokya’da Powerade Runfire, Antalya’da Runtalya, İstanbul’da Avrasya Maratonu gibi önemli organizasyonların yapıldığı aynı parkurda koşunun yanında bir bisiklet organizasyonunun da yer aldığını fark edince, takvime eklenebilecek iddialı rotalar olarak Büyükada, Bozcaada ve Kapadokya da akla geliyor haliyle. Tüm bu planlar bir kenara; bisikleti bir spor dalı, bir ulaşım aracı, bir yaşam tarzı, bir yarış rotası olarak görenlerin yanında, bisikletle dünyayı dolaşan “gezgin” diye adlandırılan bambaşka bir grup da var. Bu alanda bir ilk olan Thomas Stevens, dünyayı bisikletle ilk dolaşan ve üzerine kitap yazan bir gezgin. Yolculuğuna 1884’te genç bir 18’likken San Francisco’dan başlayan Stevens; California’dan New York’a ulaşarak Amerika içindeki ilk bisikletli turunu tamamlamış. Bıkmamış, yorulmamış, rotasının geri kalanını İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan’a çevirmiş, yolunu İstanbul’dan geçirmeyi ihmal etmemiş ve hatta hızını alamayıp Şah’ın konuğu olarak İran’a kadar da gitmiş. Bu uzun hikayeye ve ilginç karaktere ait tüm detaylar, Stevens’ın “San Francisco’dan Tahran’a Bisikletle Dünya Turu” isimli kitabında. Thomas Stevens gibi maceracı bisikletçilere denk, günümüzden ve Türkiye’den “Kim?” desek Gürkan Genç en güncel örnek! Gürkan, 12.500 km’lik Türkiye-Japonya rotasını bisikletle almış heyecanlı bir tutkun. Yaptıklarıyla yetinmeyip, “Gelecek için Pedalla” ismiyle başlattığı ve 7 yıl sürmesini öngördüğü projesiyle Gürkan, 7 kıtada 84 ülkeyi bisikletlemek için tam 115.000 km katedeceğini anlatıp takipçilerini şimdiden heyecanlandırmakta. Bu kadar maceradan bahsedince, emniyet çok önemli bir nokta olur elbette. İşte bu yüzden rotası Gürkan Genç’inki kadar uzun olsun olmasın, ister Gürkan gibi eski, ister yazlık bisikletçisi kadar yeni; bisikletle yola çıkacak her kim olursa olsun bu hayati tasarımdan edinmeli! İsveçli iki tasarımcı Anna Haupt ve Terese Alstin, bir ilke imza atmışlar ve bisiklet kullanırken kask kullanımını teşvik edecek bir boyunluk tasarlamışlar. Çarpma anında hava yastığına dönüşen ama esasen şık bir eşarp görünümüne sahip olan Hövding isimli “kask-eşarp” için Shopigo’yu ziyaret edin, bisiklet kullanıyorsanız mutlaka bir tane de siz edinin. İnsanların % 80'inin bisiklet, fakat sadece % 10'unun otomobil alabilecek ekonomik düzeyde olduğu bir dünyada yaşıyorken, “İyi bir gezgin asla varmaya niyetlenmez” diyen Lao Tzu’yu, "Bisikletin selesine oturan her canlı, vuslata ermiş âşık misali kör olur. Ve dünyayı, olduğu gibi değil, olmasını istediği gibi görür." diyen Aydan Çelik’i saygı ve hayranlıkla takip ederek “Ekmek yoksa pasta yesinler, otobüs yoksa bisiklete binsinler” diyorum ve sizi en yakın bisiklete davet ediyorum. Kazak Mini Etek Yağmur Botları Emporio Armani 40/41/42/43 Gülüşüne Hayran Yazanın ruh hali okuyanı ne kadar ilgilendirir bilmiyorum ama söylemeden edemeyeceğim; çok gerginim. İlgilenmeyenler lütfen sonraki paragraflara atlasınlar. İlgilenenlere gerginlik seviyemi daha iyi açıklamak için şöyle bir benzetme yapayım; penaltı atışı için topun başına geçen pek çok futbolcu benden daha rahattır. Bir Dünya Kupası finalinde diyorum. Uzatmalar filan bitmiş. İş son bir penaltıya kalmış... Yıllardır maç izlememiş bir insan olarak espriye futboldan kapı açıyorsam, bana sempatiyle yaklaşmanıza ne kadar ihtiyacım var anlayın artık! Nerden önerdim ‘mizah’ konulu bir yazı yazmayı! Niye kimse beni durdurmadı? Yazmak için öyle kazık, öyle kaypak bir konu ki... Kesin bilgi diyebileceğim 2-3 şey var. Gerisinde, herkes ayrı telden çalıyor. “Mizah komiklik değildir” diyen bile var. Böyle bir felsefi dağınıklık... Toparla toparlayabilirsen! Ayrıca bir yazarın şöyle de dertleri oluyor; bu yazı gülünç mü olmalı yoksa araştırma yaparken onlarcasını okuduğum gibi had safhada ciddi bir yazı mı olmalı? Tarihten daldırıp güncelden mi çıkmalı, yoksa Anglosakson mizahında ironi, Temel fıkralarının kendine has parlak zekası, Doğu’nun hicvi diye sıralayıp kestirmeden mi sıvışmalı? En fenası yazarın kendini konunun büyüsüne kaptırıp pek de iyi olmayan espriler yapması olur. Gülme eylemi tutulabilen bir şey. Bakalım güldürme eylemi de tutulabilecek mi? Mizah tariflerini sıralayıp ahkam kesmek kolay; sadece güldürmek için değil gülmek için de zeka uyanık olmalı. Yazı : Berna Gençalp Mizah ya da gülmece, azıcık gülümsemekten çatlayana kadar gülmeye doğru genişleyen bir yelpaze. Ama mizahın herkesin üzerinde uzlaştığı tek bir tanımı yok. Yalnız şu bilgi kesin; gülmek rahatlatır. Pek çoklarına göre mizah karşıtlıklardan doğuyor. Olanla olması gereken arasındaki çelişki, dengesizlik ya da uyumsuzluk mizahın yeşermesi için bereketli topraklar. Cemal Nadir mizahı gülümseme ve düşünce ışığı ile ortaya çıkan bir felsefe sanatı olarak görüyor. Ali Ulvi mizahtan beyinsel bir haz alındığını söylüyor. “Mizah gülen düşüncedir” sözü kimindi, Albert Einstein? Eray Özbek için ise mizah ‘komiklik değil’... Bir takım iğreti örtüleri çekiverme hınzırlığı. Aziz Nesin konuyu şöyle özetliyor; “ Yalnız insan güler ve insan yalnız insana güler; insandan başka bir şeye gülmüşse, onda insana benzerlik gördüğü için gülmüştür. Gülen de, gülünen de, güldüren de hep insandır”. Yani mizah üretmek de gülmek de çok insani. Ama her insan mizah yapamıyor, daha üzücüsü her insan gülemiyor, çünkü neşeyi, gülmeyi ve güldürüyü hayatlarından kovanlar var. Bu, başarısızlığa mahkum bir çaba. İnsan gülmesini tutabilir de, ne kadar tutabilir ki? Hangi sonsuza kadar? Şimdi sıkı durun yazıdaki nadir kesin bilgilerden birini daha patlatıyorum; gülmeyi sevmeyen gülünç olur. Kör talih! İmdat Meselesi “Bir şaka imdadımıza yetiştiğinde gülebiliriz ancak”, diye yazmış Freud. İmdat meselesi önemli.Aziz Nesin’in Prof. Dr. Rasim Adasal’dan aktardığına göre “Gülmede insan, bilinç dışında olan ve moral benliğinin zoruyla baskıda olan bir şeyi salıverir”. Bu anlayışa göre gülme, ruhsal bir boşalım. Gülme eyleminin kendisini Thomas Hobbes ani üstünlük duygusu ve böbürlenme olarak açıklıyor. Gogol ise onda kin duygusunun panzehirini görüyor; “Salt karanlık şeyler insanları öfkelendirir. Gülme ise aydınlıktır. Gülmenin aydınlığı ile ruhu sükunet bulan bir kimse, o adamın ruhundaki kötülüklerle alay edildiğini görünce kini söner, hemen hemen onunla barışır gibi olur” diyor. Gülmek bireysel olduğu kadar toplumsal bir boşalım da sağlıyor.“Toplumların değer değiştirme dönemleri gülünç öğelerin öne çıktığı dönemlerdir. Eskinin, varlığınısürdürme kaygısı içinde, gülünç olmaya başladığı görülür. Yeninin, yeni gelenin, yükselenin gülünç bir yanı yoktur. Ancak o da bu yükseliş telaşı içinde gariplikler ederse, aykırılıklar ortaya koyarsa gülmemizi tutamayız”. Afşar Timuçin mizah konulu makalesinde toplum ve gülmek arasındaki ilişkiyi böyle açıklamış. Grafik Mizah Rönesansa dek mizah Batı’da imzasız, anonim olarak ortaya konuyor. Bizde de durum pek farklı değil. Türk mizahının tarihsel gelişimi ve özellikleri üzerine çok sayıda ve derinlikli akademik çalışmalar olmasa da biliyoruz ki tüm Nasreddin Hoca fıkraları tek bir zihnin ürünü değil. Yine de Divan şairi Fuzuli, “Selam verdim, almadılar, rüşvet değildur deyü...” beyitinin altına imzasını koymadan edememiş. Karagöz oyunları, meddah gösterileri, Keloğlan masallarında ve bazı türkülerde bolca bulunan mizahi öğeler Anadolu topraklarında güçlü bir mizah damarının olduğunu bize hissettiriyor. Batı’da 19. yüzyılda dergilerde imzalarını koyarak ve gerçek isimlerini kullanarak toplanmaya başlayan mizahçılara karşılık bizde I. Meşrutiyet döneminde Osmanlı’nın eleştirisini yapan ve bir tür muhalefet işlevi gören Diyojen Dergisi yayınlanıyor. Biraz da şaşırarak edindiğim bilgiye göre Kurtuluş Savaşı sırasında da leyhte ve aleyhte, her iki siyasete karşı çok etkili mizah yapan yayınlar varmış. Fransa mizah dergiciliğinde öncü ve istikrarlı bir tutum gösterirken, Hitler iktidara gelince Alman çizerler Simplicissimus Dergisi’nde toplanıp gidişata sert bir muhalefet yapmışlar. Türkiye’de 1922 ile 1972 yılları arasında, kimi zaman ara verse de mizah dergisi olarak Akbaba önemli. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Markopaşa dergisi siyasi mizah yaparak popülerleşmiş. 1970’li yıllarda ise grafik mizah üretenler, bir diğer adıyla karikatür çizenler dergilerden çok sergilerde çalışmalarını paylaşma yoluna gitmişler. Daha sonra Gırgır’lı yıllar geliyor ve ardından yine çoğunlukla o tezgahtan geçen çizerlerin çıkardıkları, halen yayında olan mizah dergilerine geliyoruz. Grafik mizahı yalnızca karikatür çizenlerle sınırlamak pek doğru değil. Lautrec, Picasso, Klée, Cihat Burak, Mehmet Güleryüz gibi mizahi eğilimleri olan ressamlar da var. Sonuçta, kaba saba güldürüler unutulup gidiyor ama mizah barış ve demokrasinin önündeki engelleri sarstıkça, toplumun gözünde saygınlık kazanıyor. Mizahını Arayan Feminizm Mizahın bir tür ters yüz edilmiş öfkeden ya da haksızlığa karşı durma güdüsünden kaynaklandığını kabul edebiliriz sanırım. Her zaman komik olan şeylere gülmediğimiz de doğru. Uzmanlar gülmeyi içgüdüsel bir yaşam aracı olarak tanımlıyor. Çoğu zaman bir şakalaşma sonucu değil sadece sosyalleşmek için gülüyoruz. Kadınların ise konuşurken kahkahalarını noktalama işaretleri gibi kullanarak dinleyenlerden daha fazla güldüğü gözlenmiş. Genelde kadın güldüren değil güldürülen olarak konumlandırılıyor. Oysa içgüdülerim bana gülebilenin güldürebileceğini de söylüyor. Peki neden kalabalıkları güldüren kadınlardan fazla yok? Bunun bir açıklaması kadınların öfkelerini dışarı değil içeri doğru kanalize ettikleri, neredeyse her konuda kendilerini suçladıkları ve sürekli bir hüzün içinde yaşadıkları şeklinde. Geçiniz. Annesiyle güne giden her çocuğun kulağında kahkahalar çınlar. Bir başka açıklama da mevcut ana akım mizahın fazlasıyla cinsiyetçi olduğu ve bu tip esprilerin doğal olarak erkeklerin tekelinde olduğu yönünde. Gözünü sevdiğim ironi... Şu cümlede bile ‘ana’ geçiyor. Mizahını arayan feminizme bir cevap çağdaş sanattan geliyor. Backflip: Çağdaş Sanatta Mizah ve Feminizm başlıklı karma serginin küratörü Laura Castagnini feminist duyarlılıklar taşıyan neşeli, oyuncu ve güldürücü sanat eserleri derlemiş. 2013 Mayıs’ında Victorian College of the Arts’ta yer alan Margaret Lawrence Gallery’de açılan Bertolt Brecht mizahın olmadığı yerde yaşamanın zor, her şeyin mizah olduğu yerde ise yaşamanın imkansız olduğunu söylemiş. Bazen zor ile imkansız arasında çok manzaralı yerler oluyor. Backflip sergisinin Türkiye’ye de gelmesini ya da bir benzerinin yerli sanatçılarla düzenlenmesini çok arzu ederim. Mizah herkese lazım diyerek yazıyı toparlarken her zamanki gibi meraklıları ‘Meraklısına Notlar’ bölümüne davet ederim. Bulgarların bir deyişi varmış; “Dünya, güldüğü için yaşıyor”. Yaşasın o zaman! Meraklısına Notlar - Bu yazıyı yazmama yardımcı olan kaynakları bana kendi kütüphanelerinden çıkarıp olduğum yere ulaştıran Elif Aydoğdu Oral ve Tan Oral’a çok teşekkürler. Biliyor musunuz, kendi kütüphanemde de aynı kitaplar vardı ama ben evde değildim. - YGS Yayınları’ndan çıkan bir derleme olan Gülme’nin Kitabı ve Tan Oral’ın yazılarının yer aldığı İris Yayınları’ndan çıkan Yaza Çize isimli iki kitaptan bu yazıda çok faydalandım. Ayrıca feminizim ve mizah konusunda akademik yayınlar için internet sağolsun. - Gülün Adı romanında Umberto Eco, gülmeyi kendi dünyasından kovanları konu ediyor. - Lacivert Kitaplar’dan çıkmış olan Adam Philips’in Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine kitabı da güzel bir okuma. - Ve yazarın ruh haliyle ilgilenenler için geliyor: O artık gerginlik değil şaşkınlık içinde. Şundan dolayı; topun başında bu kadar zaman oyalanınca dayanamayıp topu ağlarla hakem buluşturdu ve şu anda yazarın faltaşı gibi açılmış gözleri önünde ilginç Filmlere Yaraşır Bir Rüya: BEVERLY HILLS HOTEL 44/45/46 Yazı: Elmira Gürses Öyle bir otel düşünün ki; kimsenin uğramadığı, hiçbir şeyin olmadığı, el değmemiş topraklar üzerine yapılıp, iki yılda o bölgeden adını taşıyan küçük bir şehir yaratsın. Beverly Hills Otel 1912’de Los Angeles’ın kuzeyinde o zamanlar bomboş arazilerden oluşan bir alana inşa edildiğinde, otelin inşasına o günlerde şok edecek bir miktar olan 500.000 dolar döken Rodeo Land ve Water Company’nin sahibi olan Burton Green’in umudu, zengin doğuluları Batı’nın bu keşfedilmemiş cennetine çekmekti. Yaklaşık beş hektarlık bir alana yayılan Beverly Hills Oteli stükko dış işçiliği ve kiremit rengi çatısıyla büyüleyici bir efsanenin ilk solukla anlatılan giriş bölümü gibi Los Angeles’ta yükseldiğinde Burton, umutlarının olacaklar yanında ne kadar sönük kaldığından bihaberdi. Otele Massachusetts’teki evi Beverly Farms’ın adını veren Burton, Santa Monica dağlarının eteklerinde bulunan araziyi otel inşası için Margaret J. Anderson’a emanet etti. 1914 yılına gelindiğinde otelin çektiği misafir sayısı, bölgeye şehir statüsü kazandıracak kadar çoktu. Ardından 1920 yılında, Mary Pickford ve Douglas Fairbanks kendi tatil evlerini yakınlardaki tepelerde yaptırdılar ve Beverly Hills kısa sürede dünyanın en çok beğenilen ve en zarif yerlerinden biri haline geldi. Daha fazla yıldız Beverly Hills Oteli çevreleyen fasulye tarlalarını satın alarak bölgeye yerleşti. Aralarında Charlie Chaplin, Gloria Swanson, Buster Keaton, Rudolph Valentino, Tom Mix ve Will Rogers’ın bulunduğu bu starlar bölgeyi paha biçilmez bir emlak cenneti haline getirdiler. Otelin orijinal yüzü Pasadena mimarı Elmer Grey tarafından Akdeniz tarzında tasarlandı. Ana binanın kuzey tarafını saran bahçelerde bulunan 23 bungalova 1940 yılında eklenen yeni bir kanat da dahil oldu. Oteli süsleyen ikonik imza ve eklemeler ise Paul Williams’ın eseriydi. Tam bir asırlık nefes kesen tarihi, filmlere mekan olan ve göze çarpan her ince detayla zenginleşen muhteşem güzelliği ve onlarca yıldır dünya kültürünü elleriyle şekillendiren pek çok insanı misafir edişiyle, başlı başına bir kültür mirası haline gelen Beverly Hills Oteli, misafirler arasında ayrım yapmadan herkese unutulmaz bir masalın parçası olduğunu hissettiren bir hizmet anlayışıyla çalışıyor. Misafirler, Pembe Sarayın önünde arabalarından inip anahtarlarını valeye uzattıkları andan itibaren, ayrıldıkları ana kadar kendilerini 1950’lerde otelde kalan Belçika Kralı Albert ya da Monako Veliaht Prensi gibi hissettiren saygılı, yardımcı ve son derece asil bir hizmete tanık oluyorlar. Konukların, Marilyn Monroe’nun yerleştiği (sene 1956) 20 numaralı bungalovda kalabilecekleri, Broadway senaristi Neil Simon’un California Suite isimli filmi için mekân olan büyüleyici bahçelerinde gezinebilecekleri, havuz kenarında ve Cabana Club’ta oturup içkilerini yudumlarken taraflarında gazetelerini okuyan yıldızları görmelerinin olağan olduğu bir yer Beverly Hills Otel... Jeffrey Katzenberg’in bir keresinde “evrenin merkezi” diye tarif ettiği otel, bir yüzyıla yayılmış gurur verici bir başarı hikayesi ve aynı anda da yaşanabilir, gerçek, muhteşem bir peri masalı. Efsanelerin yazılmış ve hala yazılmakta olduğu bu yaldızlı cennet, Hollywood’un altın günlerinde milyon dolarlık film anlaşmalarının imzalandığı ve yıldızların yaratıldı bir yerdi. Bugün, Beverly Hills Hotel, otel personelinin de espriyle söylediği gibi “Evrenin şimdiki hükümdarlarının” yani dünyaca ünlü insanların ve endüstri devlerinin, bir zamanlar Katharine Hepburn’ün içine kıyafetleri ile atladığı olimpik havuzda dinlenirken ya da Hunter S. Thompson’ın Las Vegas macerasını başlattığı yer olan ikonik Polo Lounge’da Alman elmalı kreplerinin tadını çıkarken görülebileceği bir yer. Zamanın durduğu bazı yerler vardır. Gittiğinizde kendinizi elli yıl, yüz yıl geçmişte bulduğunuz yerlerden bahsetmiyorum, hayır. Dünün, bugünün ve yarının aynı anda hissedildiği, ölümsüz bir ruhu olan mekanlardan bahsediyorum. Teknoloji ve tasarımın en modern örnekleri ile işlenmiş olsa da geçmişin iz bırakan simalarının seslerini duvarların içinde hala duyabildiğiniz, ruhlarının bir parçasının bugün bile tüm ihtişamı ile sizin yanınızda yürüdüğü ve yapılışından beri geçen tüm tarihi her taşında hissettiğiniz yerlerden bahsediyorum. Pink Palace, yani ikonik Pembe Saray, bundan yüz yıl sonra da evrenin merkezi olacağını gösterircesine sakin bir görkemle bizi karşılayan o nadir yerlerden biri işte. MODA GÜ 48/49/50/51/52 FLORAL DESEN • BACK TO SCHOOL • DALi RÜZGARI BU SONBAHAR VE KIŞ ÇEKİM ALANINA GİRECE⁄İMİZ TRENDLER NELER ? FLORAL DESEN Son bir kaç sezondur solmayan çiçekler bu kış da tüm ihtişamıyla yer yer baskı desenlerde, bazen de nakışlarda hayat buluyor. Romantik ruh bu kış üzerimizden düşmüyor. Hazırlayan: Melis Oğuz www.melisoguz.co ÜNLÜGÜ • MASKÜLEN • LÜKS DETAYLAR • AYAKKABI • ÇANTA BACK TO SCHOOL Yeni sezonda hepimiz okullu oluyoruz. Seneler önce arkamızda bıraktığımız lise eteklerimize yeniden kavuşuyoruz. Pötikare ve ekoseye dolabınızda yer açın! DALi RÜZGARI Salvatore Dali bu kış pek çok desen tasarımcısının ilham kaynağı. Tüm vücutta veya detaylarda karşımıza çıkan bu sıradışı desenler kot pantalonlarla veya kot ceketlerle kombinlendiğinde şık ve spor bir hava yaratıcak. MASKÜLEN Son bir kaç sezondur maskülen olan kadınlar bu sezonda da dişiliklerine kavuşamadılar. Takım elbiseler, erkek yaka ceketler bu sezondaki maskülen detaylar arasında... LÜKS DETAYLAR Her kış olduğu gibi bu kış da kürk ve danteller bizimle. Kürklerle ipek gömlek ve elbiseleri beraber kullanmak ise sezonun en trendi… ANIMAL PRINT Hayvan desenleri artık vazgeçilmezimiz oldu. Neredeyse her sezonda kendine bir yer bulan hayvan desenleri, bu sezonda karşımıza kabanlarda, tulumlarda ve şortlarda çıkıyor. ÇANTA Fendi Kürk detaylı çantaları yanınızdan ayıramayacaksınız. Chanel Dev clutchlar da benim favorilerimden Dior Stilletto çizimli portföy sezonun en dikkat çeken parçaları arasında. Celine Pötikare çantalarda da sıkça karşımıza çıkıcak. AYAKKABI Podyumlarda sıkça karşımıza çıkan asimetrik topukları bu kış sokaklarda da çokça görücek gibiyiz. Bunun yanı sıra dizde çizmeler ve loaferlar bu sezonda da bizimle. TOPRAKTAN GELEN SAĞLIK... 54/55/56 Organik Yoğurt, Akıllı Ev, Yeşil Bina; Hayatımızdaki yeni terimler.. Peki anlamları ne, dünya neden bunlarla ilgileniyor ? Şimdiki dünya trendi, gıdada da gördüğümüz gibi, önce “bildiklerimizi unutmak”, sonra bulduklarımıza “aa biliyormuşuz” demek. Tıpkı babaannemizin turşusunu bizim kurmayı bilmememiz ve bize faydalarını doktorlar söylerse inandığımız gibi... Yoğurdun faydalarının ancak probiotikler çıkınca algılandığı gibi... Mimaride, endüstriyel devrimle birlikte, nüfusu artan şehirlere daha çok insan sığdırma ihtiyacı doğunca, çok katlı, çelik ve betonarme yapılar ortaya çıktı. Zamanla kırsal hayatın binlerce yıllık bilgileri kayboldu. Şehirlerde yaşayanlar doğaya ve kırsala geri dönerken kırsaldaki evlerini de yaşanır şekilde iklimlendirmek için yüksek enerji tüketen çağdaş yöntemlere başvurdular. Sağlığı ve sürdürülebilirliği tehdit eden iklimlendirme sistemleri ile bir takım yeni hastalıklar da gelişti. Klima soğuğundan üşütmeyenimiz, astımı azmayanımız, alerjilerle boğuşmayanımız yoktur sanırım, bir de kas ağrılarını unutmayalım... Hele kışın fazla ısıtmadan bu sefer damar hastalıkları yaşayanlar ? Filtrelerde üreyen bakteriler.. Yüksek faturalar ise cabası, tabii faturanın yüksek olması demek, çok enerji kullanımı demek, doğal kaynakların tüketilmesi, yok edilmesi demek... Çağımızda görülen bu ekolojik çöküş ve sağlık problemlerine en güzel çözümlerden biri 10.000 yıldan eski Çatalhöyükte kullanılan; Urartular’dan bu yana 3000 yıldır depremelere meydan okuyan Van kalesi gibi : Kerpiç yapılar. Yazı: Neslihan Işık Kerpiç deyince akla hemen ne geliyor ? Çamur ? Eski köylerdeki yıkılmak üzere olan neredeyse 100 yıllık evler? Avustralya, Amerika ve birçok ülkede ise akla müzeler, okullar ve harika malikaneler geliyor... Doğaya ve insan sağlığına katkı geliyor... “Can boğazdan gelir” sözü, yada yeni değişiyle “ne yersen o’sun” ilkesiyle yediklerimize dikkat ediyoruz. Nerede yetiştiğinden tut, kimin topladığı, nasıl işlem görüp, bize nasıl ulaştığına kadar tüm detaylarıyla ilgileniyoruz. Sağlığımıza dikkat ediyoruz, spora gidiyoruz. “Ya evlerimizin mekan şartları ne kadar sağlıklı ?” Vücut ısımızın dengede kalabilmesi için ortam sıcaklığının 18-24 derece arasında ve nem yüzdesinin 40-50 arasında olması gerekiyor. İşte Kerpiç tam bu noktada insan sağlığı üzerindeki hünerini gösteriyor. Toprak ve başka minerallerin karışımı olan kerpiç, ısı izolasyon değeri yüksek, doğal olarak nefes alan bir malzeme. Bu özelliği ile mekanı insan sağlığı için ideal nem seviyesinde tutuyor. Isı depolama özelliği ile de dışarısı sıcak iken içeriyi serin, dışarısı soğuk iken çok az bir ısıtma ile içeriyi sıcak tutabiliyor. University of New Mexico, Albuquerque New Mexico, USA Mimar Antoine Predock Kerpiç evler, sağlık için tadı kötü bir şurup içmek gibi de değil. Sağlıklı olan çirkin olacak diye bir kural yok. Doğal kaynakları sınırlı bir ada olan Avustralya’da ve Kanada, Almanya, Fransa gibi ülkelerde mimarlar malzemenin enerji tasarrufu ve sağlığa katkılarını keşfettiklerinden beri, Kerpiç’ten müzeler, okullar ve muhteşem mimaride evler tasarlıyorlar. Ev ve bina sahipleri de bu malzemeyi talep ediyor. Yani A+ enerji sınıfı buzdolabı almak gibi ya da rüzgar gülü kullanmak gibi tasarruf zincirinin bir parçası oluyorlar. Amerika’da da New Mexico eyaletinde ise yapı standartları sadece kerpiçe izin veriyor. Earth House, Avustralya Mimar Jolson Architecture Interiors TarraWarra Museum of Art, Avustralya Mimar Allan Powell Farklı renkte, şekilde ve malzemede bina yapmak, doğal kaynakları ve gelenekleri koruma yasalarına göre yasak. Van Kulesi Kerpiç mimari üzerine 25 yılı aşkın süredir araştırmaları olan annem Prof. Dr. Bilge Işık’ın yaptığı pilot yapılar, yürüttüğü deprem güvenliği deneyleri, iç ve dış duvar ısısı ölçüm istatistikleri, Anadolu’da insanların 10bin yılı aşkın süredir sağlıklı ve depreme dayanıklı evlerde yaşadığının kanıtı. Şimdi, dünyanın peşinden koştuğu, çağdaş inşaat teknikleriyle üretilen kerpiç, bir yeşil bina olarak, sağlık ve sürdürülebilirlik algısı yüksek akıllı evlerde, özel villa ve toplu konutlarda neden bir “marka” olmasın ? Daha fazla bilgiye 11-12 Eylül 2013 tarihleri arasında İstanbul Aydın Üniversitesi, Florya Yerleşkesi’nde gerçekleşmiş olan, ulusal ve uluslararası bilim kurulu UNESCO çerçevesinde kurulan ICOMOS kerpiç yapılar bilim kurulu ISCEAH üyelerinin sunuş yaptığı kerpiç'13 - New Generation Earthen Architecture: Learning from Heritage (Yeni Nesil Kerpiç Mimarisi: Mirasımızdan Ders Alma) kongresinin linkinden ulaşabilirsiniz: www.kerpic.org/2013 New Mexico Adobe Earthstructures HILLSIDER LIKES 58/59/60/61/62 GUCCI KÜPE GUCCI ÇANTA EMPORIO ARMANI ÇANTA TWEEN AYAKKABI GUCCI KEMER Ünlü Markaların Bilinmeyen İLGİNÇ ÖZELLİKLERİ 64/65/66 Zara, Lacoste, Toblerone... BU SONBAHAR VE KIŞ ÇEKİM ALANINA GİRECE⁄İMİZ TRENDLER NELER ? FLORAL DESEN Son bir kaç sezondur solmayan çiçekler bu kış da tüm ihtişamıyla yer yer baskı desenlerde, bazen de nakışlarda hayat buluyor. Romantik ruh bu kış üzerimizden düşmüyor. Her markanın kendine göre bir hikayesi vardır. Çoğu zaman bir rastlantı, ya da marka sahibinin hayatında iz bırakmış bir anı, bir olay o markanın ismini ya da tasarımını belirler. Bu dünyaca ünlü markalar için de böyle… Bir rastlantı, bir iddia ve bir şehrin sembolü dünyanın üç ünlü markasına ilham kaynağı olmuş. Zara, Lacoste ve Toblerone’un pek de bilinmeyen yönlerini öğrenmek istiyorsanız, takip eden birkaç sayfaya göz atmanız yeterli.. Zara’nın adı neden Zara? Amancio Ortega, 1975 yılında İspanya’nın kuzeydoğusundaki La Coruna’da ilk tekstil mağazasını açacağı için çok heyecanlıydı. Üstelik mağazasına şahane bir de isim bulmuştu. Markası adını, seyredip çok beğendiği, başrolünü Anthony Quinn’in oynadığı “Zorba” filminden alacaktı. Mağazanın girişine ZORBA yazdırmak için paraya kıydı ve harflerin özel kalıbını döktürttü. Çevreye de birkaç hafta sonra mağazanın açılışını duyuran flyerlar dağıttı. Bu flyerlardan birisi aynı mahalledeki bir bar sahibinin eline geçti. Barının ismi Zorba’ydı ve aynı mahallede iki Zorba biraz fazla olacaktı. Bar sahibi Amancio Ortega’nın kapısında bitti ve “Son gelen ismini değiştirir” mesajı verdi. Ortega’yı bir düşünce alıverdi. O kadar para verip harf kalıpları yaptırmıştı. Mecburen Z, O, R, B, A harfleri arasından bir kelime üretip mağazasına bu ismi verecekti. Markanın “Z” harfiyle başlamasını istiyordu. Geride kalan harfleri farklı kombinasyonlarda denedi. ZARA ortaya çıktınca da bu ismin tınısını ve söyleniş basitliğini sevdi. Tabelacıyı arayıp, O ve B harflerini iptal etti. A’dan iki adet sipariş verdi. Yazı : Burak Işık Twitter : @BurakISIK_ Blog : marka123.com Bugün dünyada 1700’e yakın mağazası bulunan Zara markası böyle doğdu. Bugün 76 yaşında olan Amancio Ortega, Forbes’a göre İspanya’nın en zengin kişisi; milyarderler listesinde ise dünyada 5. sırada. Lacoste’un sembolü neden timsah? Lacoste’un ünlü timsahını bilmeyen yok, ama hikayesini çok az kişinin bildiğini tahmin ediyorum. Bilenlerden duymadıysanız, buyrun size Lacoste timsahının hikayesi... Timsahlı kısma geçmeden Lacoste isminin dönemin ünlü Fransız tenis oyuncusu Rene Lacoste’tan geldiğini belirtmem lazım. Birçok kişinin “Lacoste” kelimesinin Fransızca’da “timsah” anlamına geldiğini sandığını biliyorum. Not olarak düşelim ki, bu doğru değil. Rene Lacoste’un Davis Kupası’nda takım arkadaşlarıyla birlikte Fransa’yı temsil ettiği dönemler.... Önemli bir maç öncesi Fransa takımının kaptanı Rene’ye maçı kazanması halinde kendisine timsah derisinden yapılmış bir çanta hediye edeceğini söyler. Bu da basının diline dolanır. Rene sonuçta maçı kaybeder ama kendine bir ünvan kazanır: “Timsah Rene“. Bu lakabı benimseyen Rene de o günden sonra korta ceketinin cebine dikili bir timsah armasıyla çıkar. Rene Lacoste yıllar sonra iş hayatına atılıp, kendi ismiyle bir marka yaratmaya karar verdiğin de, timsah ister istemez akla gelen ilk marka sembolü olur. Ve bugün bildiğimiz logo ortaya çıkar: Majiskül karakterlerle yazılmış baskın bir Lacoste’un üzerinde ağzını açarak avını bekleyen bir timsah amblemi… Toblerone çikolatasının ambleminde bir ayı saklı olduğunu farketmiş miydiniz? Yurt dışından dönüşlerin bir numaralı “hediyesi”, Duty Free mağazaların gözbebeği, yayvan piramit şeklindeki kutu tasarımı ile dikkati çeken Toblerone çikolatası, İsviçre’nin Bern şehrinde doğmuş. Toblerone Logosu’nu ise majiskül, kontürlerle boyutlandırılmış kırmızı harfler ve Alpler’den Matternhorn Dağı oluşturuyor. Ve o dağın içerisinde ayakları üzerine kalkmış bir ayı gizleniyor. “Neden?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. TOBLERONE marka isminin içine gizlenen şehrin, yani Bern’in sembolü bir ayı da ondan. Popüler kültür... Sanırım kendisine haksızl vvk etsek de en kaba tarifi bu. COMIC CON 68/69/70 Yazı: Cihan Ünalan www.cihanunalan.com Bu bölümde fuarın olduğu 4 gün boyunca bütün Amerika kapsamında mağazalarını kapatıp, tüm stoklarını oraya getirmiş mağaza sahipleri bulunuyor. Onların standlarında yeni piyasaya sürülecek ürünlerden ziyade, yeni eski halen satışta olan ürünler var. İşte burada hiç beklemediğiniz vintage ve koleksiyon değeri olan ürünleri bulmanız veya senelerden beri arayıp, artık üretimden kalktığı için bulamadığınız heykelleri, oyuncakları çok daha ucuza almanız olası. İnsan gezerken gerçekten her şeyi almak istiyor ve kendinizi bir anda eliniz kolunuz dolmuş bir halde bulabiliyorsunuz, o yüzden mutlaka girişte ücretsiz dağıtılan sırt çantalarından almayı unutmayın! Çizgi roman sayfalarını süsleyen yüzlerce, belki binlerce süper kahramandan, bunların milyonlarca dolarlık TV dizileri ve sinema filmlerine, koleksiyonerlerin hayalleri olan heykelleri ve figürlerinden, dinlemeye doyamadığımız film müziklerine sonsuz bir dünya bu. Aslında yaratıcılık ve sanatkarlıkla dolu bir güç bu, çünkü bir şekilde biraz içine girdiğiniz zaman kendinizi siz de bir şeyler yaratmak isterken buluyorsunuz. Sizi daha iyi ve daha güzel şeyler yapmak için zorluyor adeta. Normal şartlarda bütün bu dünyayı tek bir seferde görebilmeye, anlayabilmeye pek imkan olduğunu söyleyemeyiz, haliyle bütün filmleri ve dizileri izlemeye, binlerce çizgi romanın hepsini okumaya kimsenin vakti yok. Ama bu dünya başından beri söylediğim gibi standart bir yer değil. O yüzden eğer bu dünyayı merak ediyorsanız veya zaten çoktan gönlünüzü kaptırmış milyonlardan biriyseniz sizi tek bir adres bekliyor: San Diego Comic Con Fuarı. Her sene düzenli olarak yapılan San Diego Comic Con’un ilki 1970’de düzenlenmiş. İlk zamanlarda özel olarak sadece çizgi roman fuarı olan Comic Con, daha sonra popüler kültürün istilasıyla bambaşka bir şeye dönüşmüş. Bugün Comic Con’da çizgi romanların haricinde, korku, animasyon, anime, manga, oyuncak, koleksiyoner ürünleri ve aklınıza gelip gelemeyecek birbirinden renkli sonsuz içeriğe rastlamak mümkün. Her sene ortalama 100.000 – 130.000 kişi arasında ziyaretçiye kapılarını açan Comic Con’da, sadece yapılan alışverişten kazanılan miktar, 2012 senesi için 175.000.000 dolarmış! Yani kişi başına düşen yaklaşık harcama ortamalama 1.750 dolar ve bunun içine konaklama, yeme içme gibi giderler dahil değil. Sadece bu rakamlar bile, aslında bu dünyanın ne kadar büyük bir sektöre hizmet ettiğini anlamak için yeterli. Uçağınızdan inip otele yerleştiğinizde dikkatinizi çeken ilk şey otelde kostümleriyle, çeşitli film veya çizgi kahraman t-shirtleriyle dolanan insanlar oluyor. Yanlış anlamayın bunlar çocuk değil, dört günlük fuarı dolu dolu yaşamaya gelen bu dünyaya gönül vermiş yetişkin insanlar. İlk başta biraz şaşırtıcı gelmesine ragmen, fuar binasına ulaştığınızda bunun aslında hiçbir şey olduğunu anlıyorsunuz. Taksiden inip başınızı kaldırıp fuar binasına baktığınız zaman daha içeri girmeden bile sizi nasıl bir dünyanın beklediğiyle ilgili heyecana kapılıyorsunuz. Sanki bir film setine girmek gibi, ama tek farkı belli bir konu üzerine değil bu film. Üçüncü ve son bölüm daha çok sanat başlığı altında değerlendirilebilir. Burada fuarda stand açmış artistler ve bu artistleri temsil eden galerileri bulabilirsiniz. İşte buralarda gerçekten kendinizi kaybetmemek elde değil çünkü orijinal içeriğe sahip, normalde medyada rastlamadığınız birçok artwork sizlere sunuluyor. Binlerce dolara satılan super kahramanlarla süslenmiş tablolar ve heykellerden, vintage çizgi roman müzayede evlerine kadar birçok şey burada. Fuar binasının alt katında bu zengin dünya devam ederken, üst katta ise bambaşka bir şeyler oluyor. İkinci katta bulunan onlarca panel Bugüne kadar gördüğünüz bütün filmler, bütün odası ve konferans salonunda dünyaca ünlü diziler, çizgi romanlar ve çizgi filmlerdeki çizerlerden çizim teknikleri dersleri, 2014 Marvel karakterleri bir araya toplayıp bir set hazırladıklarını filmleri, 3D karakter tasarımı incelemeleri, düşünün. İşte arabadan adımınızı attığınızda böyle Wolverine vb. çizgi roman filmlerinin ön gösterimleri bir ortam içinde buluyorsunuz kendinizi. gibi heyecan verici konularda birçok sunum devam ediyor. Bunları Comic Con basılı programlarından Bir tarafta filmdeki kalitesine eşdeğer veya iphone uygulamalarından takip edip, önceden kostümleriyle, yan yana dolaşan Batman ve hangilerine gidileceğini belirlemek şart çünkü son Bane’den, diğer tarafta yarı çıplak rengarenk anda gidip yer bulmak kesinlikle mümkün değil. kıyafetleri ve aksesuarlarıyla dolaşan manga karakterlerine, bir anda arkanızdan sirenlerini Dört günü de bitirip, Comic Con’a veda ettiğiniz çalarak geçen Hayalet Avcıları arabasından, noktada insanı en çok etkileyen şeylerden bir tanesi, iki insan boyunda mekanik robotlara kadar tek bir binanın içinde nasıl bir aklınızı oynatacağınız şeylerin içinde buluyorsunuz kreatif gücün toplanabildiği oluyor. kendinizi. Daha sonra cesaretinizi toplayıp Fiziksel olarak bunu hissediyorsunuz ve sizi de yavaş yavaş içeri giriyorsunuz ve esas macera yaratıcı olmanız için adeta teşvik ediyor. burada başlıyor... Adımınızı içeri attığınızda, toplanma alanlarını da geçip fuar alanına Uzun uçuş saatleri ve mesafelere karşılık eğer girdiğinizde ilk başta içinde bulunduğunuz binanın ve bu dünyalara biraz olsun meraklı biriyseniz bütün fuarın büyüklüğünün farkına varıyorsunuz. San Diego Comic Con mutlaka görmeniz gereken bir Ucşuz bucaksız uzanan, yaklaşık 40 koridordan şölen ve eşi benzeri kolay kolay bulunamayacak oluşan mekanı zaten tek bir günde bitirmeye imkan türden bir hayat tecrübesi. yok. O yüzden zamanı iyi kullanmak önemli. En güzel işleyen sistem, açılış gününden bir gece önceki ön gösterim gecesine katılıp, genel olarak ne olup ne olmadığına baktıktan sonra esas dört günü buna göre planlamak. Temelde üç ana alandan oluşuyor fuar alanı. En büyük kısım ortada DC Comics, Dark Horse, Marvel gibi dev çizgi roman yayıncıları ve Sideshow, Hot Toys, Toynami, Gentle Giant’a ayrılmış. Esas büyük eventler hep buralarda oluyor, o yüzden bu bölümü yakından izlemek lazım. Önümüzdeki sene satışa sunulacak heykeller ve oyuncakları, 2014 itibariyle başlayacak yeni çizgi roman serilerini, bu serilerin çizerlerinin canlı performanslarını ve çok daha fazlasını bu bölümlerde görmek mümkün. İkinci kısım aslında büyük bir hazine avı gibi. Onlar Kendi Hikayelerini Yazdılar; HILLSIDE CHALLENGERS 72/73/74/75/76 Kimi daha küçük yaşlardayken tanışmış sporla, kimi okul yıllarında fırsat bulabilmiş ancak. Kimi ise 30’larından hatta 40’larından sonra almış hayatına sporu. Hepsinin hedefi aynı. Zor olana “meydan okumak”, başarmak, kendini iyi hissetmek...! Bu söyleşi Hillside City Clublar’daki “zora meydan okuyanlar”ın yani “Challenger”lardan bazılarının başarı öyküleri, hisleri üzerine... Onlar profesyonel sporcular olmamalarına rağmen, amatör bir ruhla kendi “challenge”larını belirliyorlar, çoğumuzun hayret ve takdirle karşılayacağımız bir mücadele veriyorlar ve çabalarını anlamlandırıp gerçekten başarıyorlar. İşte o an, her şeye bedel olan an! Birçok koşucu sadece bu maratona girmeye hak kazanmak için senelerce çalışır. O denli önemli bir “challenge” sayılır. Bu maratonu 2013’de 4 saatte tamamladım ve bu derecemle tekrar Boston Maratonu’nu koşmaya hak kazandım. Yani 2014’de de tekrar koşabileceğim. Boston Maratonu’na hazırlanmak kendi başına bir “challenge” oldu. Oldukça zor bir parkurda, büyük ve hırslı bir kalabalık ile (26.000 kişi), değişik bir iklimde ve farklı bir kıtada koşmam gerekiyordu. Yarıştan 12 hafta önce hazırlanmaya başladım. Koştuğum haftalık mesafelerin ve tempoların arttığı zorlu bir program izledim. Her hafta bir uzun mesafe (27 km-35 km arası) koşuyordum. Bu uzun ve yorucu antrenman döneminde hem ailem, hem de arkadaşlarım (özellikle maraton koşan, spor yapan arkadaşlarım) hem de tabii Hillside eğitmenlerimiz destek ve moral verdiler. Seyhan CİVANLAR Elektrik ve Elektronik Mühendisi Yaş: 57 2008’den beri Hillsider Röportajlar: İklima Doğan/Serra İnce Fotoğraflar: Kişisel arşivlerden Her zaman spora oldukça meraklıydım. Senelerdir haftanın 4 günü spor yaparım. Ama koşuya olan merakım son 5 senedir. Ilk defa bır yarışa 53 yaşında ve 2009 Avrasya Maratonu’nda 15 km koşarak başladım. Daha sonra da birbiri ardına birçok yarı maraton (21 km) koştum. 2011’de Runtalya Maratonu’nda 21 km’de 1:52’lik derece ile yaş grubumda Türkiye rekorunu kırdım ve yine aynı yıl Miami Yarı Maratonu’nda 280 kadın arasından 5. olarak dereceye girip kürsü madalyası aldım. Bu performanslarımdan sonra maratoncu arkadaşlarım tam maraton da koşabileceğime beni ikna ettiler. İlk defa 2011 Ekim ayında Avrasya Maratonu’nu 3 saat 58 dakikada koşarak yaş grubumda bu mesafeyi koşan ilk Türk kadını olarak rekor kaydettim. 2012’de aynı maratonu tekrar koştum. Avrasya Maratonları’nda yaptığım derecelerle 2013 Boston Maratonu’nu koşmaya hak kazandım. Biliyorsunuz Boston Maratonu sadece en iyi koşucuları (daha önce koştukları maratonlarda yaptıkları derecelere göre) seçtiği için dünyanın en prestijli maratonu sayılır. En büyük motivasyonum koşucu bayan arkadaşlara örnek olabilmek oldu. Zira benim yaşımda bu mesafeleri koşabilen kadın sayısı hem Türkiye’de, hem de dünyada parmakla sayılacak kadar az maalesef. Onlara, bu “challenge”ı bir Türk kadını olarak başarabileceğimizi gösterebilmek ve daha genç nesle örnek olabilmek benim için kesinlikle en önemli motivasyondu. Yarışma çok heyecanlıydı. Adeta sınava giren bir çocuk gibiydim. Onca ay hazırlanmıştım. Ve işte oradaydım ve koşmak üzereydim. Hava nefisti. Kalabalık coşku içindeydi. 42 km boyunca seyircilerin yaptığı tezahürat ve özellikle parkurun zorlaştığı yerlerde gördüğümüz seyirci desteği inanılmazdı. Başından sonuna kadar zevkle ve sevinçle koştum. Ben bitirdikten tam 5 dakika sonra bildiğiniz gibi finish’te iki bomba patlamasıyla yüzlerce insan yaralandı ve 6.000 kişi maratonu bitiremedi. Derin bir üzüntü veren bu olaya rağmen madalyama her baktığımda tekrar büyük gurur ve mutluluk duyuyorum. Mottom her zaman ‘çalışan kazanır’ oldu. Yani başarı tesadüf değildir. Başarılı sporcular emek, zaman, düşünce ve efor harcarlar. Ve evet, 2014’de Boston’u tekrar koşabilmeyi istiyorum. Daha sonra da bir triatlon ve hatta half ironman yapmak isterim. Bunlara da inşallah diyelim. Berry NAE Tekstil Yaş: 38 2007’den beri Hillsider 2010 Riva parkuru yarışları / 2010 Runtalya 42 K Maraton 2011 Runtalya 21 K Yarı Maraton / 2012 Amsterdam 42 K Maraton 2012 Kıbrıs 21 K Yarı Maraton Bayrak Yarışı 2012 Avrasya 42 K Maraton / 2012 Caddebostan Sprint Triatlon 2013 Geyik ve Aydos Patika yarışları 2013 Yalova Sprint Triatlon / 2013 Antalya Olimpik Triatlon 2013 Runtalya 42 K Maraton / 2013 Norveç 70.3 Ironman (1.9 K yüzme, 90 K bisiklet, 21.1 K koşu) Bundan önceki spor hayatım halı sahada futbol oynamak, okul yıllarında basketbol oynamak ve stadyumda maç izlemekten ibaretti. 2008 yılı sonlarında kilo vermek amacıyla üye olduğum Hillside City Club-İstinye hayatımda önemli değişikliklere yol açtı. İlk olarak 6 ay içinde 25 kilo verdim ve daha sonra kilomu korumak için düzenli bir spor hayatım oldu. Bu süre zarfında kondüsyonum arttı, kısa mesafe koşu yarışlarına katıldım ve daha sonra uzun mesafe yarışları ile devam ettim. Her yarış bir öncekinden daha iyi derece yaptım ve kendime güvenim arttı. Hep daha iyisini yapmak istedim ve hedefime ulaşmak için daha çok çalıştım. Maraton koşmaktan farklı bir şeyler yapmak istediğim için triatlon ile ilgilenmeye başladım. Bu sporu seçmemde kulüp müdürü Ali Rıza Bilal ve eğitmenlerinden Göksen Çınar'ın payı çok büyüktü. Ülkemizde maalesef çok yaygın değil ama onların bizlere örnek olduğu gibi bizlerin etrafımızdakilere güzel bir örnek olacağımızdan, her geçen gün katılımcı ve izleyici sayısının artacağından eminim. İçinde yüzme, bisiklet ve koşu etapları bulunuyor. Fakat hazırlanma süreci hiç de kolay değil. Haftada 17 saatlere varan antrenmanlar... Ama güzel tarafı antrenmanların sürekli çeşitlilik göstermesi ve grup bisiklet sürüşleriydi. Her gün yapacağınız antrenmanın süresi ve seviyesi önceden belli olduğundan buna göre programlanıyorsunuz. Çok daha düzenli ve disiplinli bir hayatınız oluyor. Başarmak ve takdir edilmek ise kendinize olan güveninizi inanılmaz arttırıyor. u ana kadar koştuğum en uzun mesafe Norveç 70.3 Ironman oldu. Half Ironman mesafesi koşmak için kendimi yeterli görmüyordum. Ama eğitmenlerimin verdiği destekle yapabileceğime inandım. Çok yoğun ve sıkı bir antrenman süreci geçirdim. Günde çift idman ve hafta sonları grup ile birlikte yapılan uzun antrenmanlar... Belirli bir program dahilinde aile ve iş hayatınızı dengede tutarak 4 ay boyunca hazırlanmak kolay bir süreç değil tabi ki. Sabahları 05:30 antrenman başlıyor, arkasından işe, tekrar antrenmana ve eve yemeğe. Çocuklarla daha fazla vakit geçirmek için kuvvet egzersizlerini bazı akşamlar evde yapıyordum. Ufaklıkları da yanıma alıp, şınav ve mekik hareketlerini birlikte yapıyorduk. Onları da ufak yaşta spora alıştırıyordum. Motivasyonum başarmak, en büyük destekçim ise eşim oldu. Norveç triatlonu yüzme etabıyla başlıyordu. Benim en zayıf olduğum branş. Bu nedenle Ocak ayından derslere başlamıştım. Koşu ise en iyi olduğum alandı. Planım yüzmede kaybedeceğim zamanı koşu ile telafi edip bisikleti de iyi çevirip, güzel bir derece yapmaktı. Ama yarışa öyle motive olmuştum ki, her branşta planladığımdan çok daha iyi derece yaptım, özellikle de yüzmede. Sonunda 1.350 kişi içinde 360. olmuştum. Yarışı bitirdiğimde başarmanın verdiği mutluluğun tarifi yoktu ve bütün zorluklara değerdi. Durmak yok, devam diyorum... Ozan Yeniçeri Finans Yaş: 33 2007’den beri Hillsider Seastanbul ve Forestanbul organizasyonları, 2013 Runantalya’da 21km, Bu Kızlar Nereye Koşuyor ve Team Istrunbul Running Academy gibi koşu grupları ile haftada birkaç gün sabah-akşam koşuları ve haftada 3 gün cycle derslerinden oluşan bir program uyguladım. Hillside Etiler’den ve Istrunbul’dan maratona katılacak olan arkadaşlarımla birlikte spor yapmak ve Paris gezisini planlamak sanıyorum en büyük motivasyon kaynağı oldu benim için. Üniversite yıllarında sporla ilgilenmeye başladım, ancak spor yapmaya asıl başlama tarihim Hillside üyesi olduğum gündür… Spora ağırlık egzersizleri ile başladım ancak zamanla koşu ve bisiklet gibi kardiyo ağırlıklı antrenmanlara kaydım ve halen de ağırlıklı olarak elimden geldiğince koşmaya çalışıyorum. İlk “challenge”ım sanırım 2011 Avrasya Maratonu’nu koşmamdı, ancak 1 ay gibi kısa süreli bir hazırlıkla girdiğim maratonu tamamladığım gibi aynı zamanda 6 ay boyunca koşmama engel olacak şekilde sakatlandım da. O yüzden 2011 Avrasya Maratonu benim için “challenge”tan ziyade antrenman ve hazırlık programlarının önemini anlatan bir ders olarak yer alıyor hatıralarımda. 2012 Lykia Hillsider Challege’a katılmak üzere Hillside City Club-Etiler takımına seçildim ve 6 ay süreyle Hillside antrenmanlarına katıldım ama bu “challenge”da da beni bir hayal kırıklığı beklediğini, elde olmayan sebepler sonucu bu organizasyona katılamayınca öğrenmiş oldum. Son olarak alnımın akıyla tamamladığım “challenge”, 2013 Paris Maratonu’dur. Paris Maratonu hem katılımcıların çokluğu hem de 42 km’lik parkur boyunca izleyicilerin durmak bilmeyen tezahüratları, yol kenarında çeşitli tarzda grupların açık hava konserleri ile unutulmaz bir anı oldu. Maraton öncesindeki heyecan, yarış başladıktan sonra yerini Paris’i ilk kez koşarak dolaşmanın zevkine bırakırken, bunun ilk 30 km boyunca süreceğini bilmiyordum. Son 12 km’lik bölümde sanıyorum her adımımda vücudumun farklı bir bölgesinden farklı bir acı yükseliyordu ama bitiş çizgisine ulaştığımda hissedeceğim rahatlama ve sonunda yemek yiyebilecek olma düşüncesi bana dayanma gücü verdi. Maratonun veya genel anlamda koşmanın bende yarattığı hisleri tarif etmem gerekirse aklın ve bedenin birbiriyle savaşı demem sanırım en doğru tanım olur. Vücudum ‘hadi bırak! yeter artık bu kadar koştuğun, zorlanma daha fazla‘ derken aklım sürekli ‘şu kadar km kaldı, bitince nasıl da rahatlayacaksın, düşünsene’ gibi kuru sözlerle motivasyonumu korumamı sağlamaya çalışıyordu. Tabi koşu sırasında insanın kendisiyle baş başa kalıp gündelik hayatta çoğu zaman üzerinde kafa yormadığı ya da sadece önemsemediği birçok konuyu da enine boyuna düşünmek için bulunmaz bir fırsat oluyor ki bu da koşu süresinin farkına varmadan bitmesini sağlıyor. (Bu maratondaki hislerimi Bu Kızlar Nereye Koşuyor adlı grubun tumblr hesabında da özetlemeye çalıştım: http://bukizlarnereyekosuyor.tumblr.com/post/4834639774 7/pariste-bir-kahraman#notes ) Bugüne kadar birçok “challenge”a katılmayı planlayıp farklı aksilikler yaşamış biri olarak uzun vadeli gelecek planı yapmıyorum ? Şu anda bir sakatlık ya da aksilik olmazsa Amsterdam, Avrasya ve Barcelona yarı maraton ve maratonlarına katılmayı planlıyorum ama hangilerini gerçekleştirebileceğimi zaman gösterecek. Hedeflerim için motivasyonum, hedefimi gerçekleştirdiğimde hissedeceğim duygular oluyor, sürekli benimsediğim bir mottom yok ama olsa olsa her spor yaptığımda kulaklarımda çınlayan “Feel Good” olur... Aslı Ergenç Yönetici Asistanı Yaş: 36 2001’den beri Hillsider 11 yaşında Enka Spor Kulübü’nde atletizme başladım. 13 yıllık profesyonel atletizm yaşantımı Fenerbahçe Spor Kulübü’nde noktaladım. 100 mt engelli ve 100 mt, 4X100 mt yarışlarında Milli Takım’da yer aldım. 2004 Olimpiyat tanıtımın filminde yer aldım. Ayrıca 2004 yılında Atina Olimpiyatları öncesi İstanbul’dan geçen olimpiyat meşalesini taşıyanlardan birisiydim. Profesyonel spor hayatımın hemen ardından Hillside üyesi oldum. 12 yıldır Hillside City Club-Etiler’de spor yapıyorum. Atletizm Milli Takımı’nda yer alarak Balkan Şampiyonası, Avrupa Şampiyon Kulüpler yarışmaları gibi çeşitli uluslararası müsabakalarda yer aldım. Bütün bunlara antrenörümün desteği ve yönlendirmesi ile düzenli antrenman programı ile hazırlandım. Bu kadar yoğun, heyecan verici çabanın sonucunda başarıya ulaştığınız zaman sonsuz mutluluk hissediyorsunuz. 13 yıllık atletizm hayatımda kendi adıma birçok başarıya inanarak, isteyerek, hırsla ve çok çalışarak ulaştım. Bireysel spor yaptığım için zamanla ve başka kişilerle rekabet hali; kişisel gelişimimde bana hep ayaklarımın üzerinde durmayı, mücadeleyi ve asla pes etmemeyi öğretti. Şu anda amatör olarak uzun koşular yapıyorum. Kısa yarışlara katılarak yarış heyecanımı tekrar yaşıyorum. Şimdi artık önemli olan; bitirmek ve bundan keyif almak... Önümüzdeki günlerde Avrasya Maratonu’nda yarışmayı hedefliyorum. Düzenli olarak antrenman yaparak ve beslenme düzenini sağlayarak hazırlanıyorum. En büyük motivasyonum, bu güzel organizasyonlarda yer alarak yarışı bitirebilmek, arkadaşlarımla birlikte spor yaparken eğlenmek ve keyif almak. Nikola Marincic Gıda İthalatı Yaş: 46 2010’dan beri Hillsider Bu yıl gerçekleştirdiğim “challenge” ise Marathon Des Sables denilen, 6 gün süren, tüm ihtiyaçların sırt çantasında taşındığı, Sahara Çölü’nde yapılan dünyanın en zorlu koşu yarışı idi. Bakalım yapabilecek miyim diye kendimi sınamak istedim. Bu yarış sadece dayanıklılıkla ilgili değil hatta sırf formda olmakla da ilgili değil (bu yıl 4 kez üst üste şampiyon olmuş Laurence Klein dördüncü gün yarışı brakmak zorunda kaldı) Aslında bu yarış kuvvetinizi, sabrınızı ve enerjinizi 6 güne yaydığınız bir yarış. Bu yarış bana sabırlı olmayı, azla yetinmeyi ve asla pes etmemeyi öğretti. Gençliğimde bir dönem tenis oynamıştım onun dışında ciddi bir spor geçmişim yok. Buna rağmen diğer taraftan insan kafaya koydu mu yapamayacağı şey de yok! 2008 yılında Avrasya’da halk koşusu ile başladım koşuya diyebilirim. Deli gibi yağan bir yağmurun altında tamamladığım 8 km’lik koşu inanılmaz hoşuma gitti. Eve bir sertifika ve madalya ile döndüğümde “artık her yarışta biraz daha hızlı, biraz daha uzağa gitmek kalıyor” dedim kendi kendime. Böylece başkaları ile değil kendimle yarıştığım bir spor bulmuştum. 2009’da 10 km, 2010’da 21 km ve 2011’de ilk maratonumu koştuktan sonra daha zor ne olabilir dedim ve triatlon yapmaya başladım. 2011 sonunda ilk olimpik triatlonumu yapınca bu spora aşık oldum. Derken bunun da iddialısı olan Ironman ile tanıştım. İlk olarak Belçika’da Half Ironman yaptım yani 1,9 km yüzme, 90 km bisiklet ve 21 km koşu; yaklaşık 113 km’lik bir yarış! Daha sonra Singapur’da bir tane daha Half Ironman yaptıktan sonra Nisan ayında Nice‘te Full Ironman yaptım. Bu; 3,8 km yüzme, 180 km bisiklet ve 42 km bir maratonla biten, toplam 226 km’lik ve bir günde yapılan en çetin yarışlardan biriydi. Bu yarışa 8 ayda toplam 3.750 km koşarak hazırlandım. Haftanın her günü tek, 3 günü çift antrenman yaptım. Bunun yanı sıra ağırlık çalıştım. Bu arada gıdaları test etmek, yerde yatmaya alışmak, sırt çantası ile koşmak gibi bir sürü detayı öğrendim. En büyük destekçim ailem oldu. Tüm bu antrenmanlar boyunca bir şekilde evdeki vakitten de çalıyorsunuz ama karım olsun, çocuklarım olsun benim bu motivasyonumu desteklediler. Yarış inanılmaz zordu. 52 dereceyi gördüğümüz günler oldu. Sırtınızda 10 kg’lık bir çanta ile kumlarda, çakıllı arazilerde durmaksızın koşmak lazım. Bazen geceleyin zayıf fener ışıklarının altında attığım her adımda bunu niye yapıyorum diye düşünmeden edemedim! Ama zor da olsa aklınızın bir yerinde biteceğini biliyor ve o düşünceye sıkı sıkı sarılıyorsunuz. Sonrasında tabii ki büyük bir gurur, başarmışlık hissi… O anılar hepsi harika ve yaşanılması nadir duygular... Spora başladığım 40’lı yaşlarımdan itibaren her yıl geçen yıldan biraz daha ileri gidebilmek benim en büyük motivasyonum. Amacım uzun yıllar bu sporu yapmak, kondisyonlu ve formda olmak, çok özel yarışları yaşayabilmek... Şunu net olarak söyleyebilirim; bu yarışlara katılabilecek hale gelmek işin en zevkli yanı. Kısacası finiş çizgisi değil, ona giden yol en keyifli olan... GOOD FOR MEN 78 Sakalın Yeni Kuralları Takım Elbise & Botlar Sakalın da ayrı bir cazibesi var... Bunu inkar etmeyelim. Sakal bırakmak isteyen erkekler için, bu işin yeni stilini maddeler halinde topladık: Yağmur ve fırtınaların yaklaşmasıyla botlar ayakkabıların yerini alıyor. Ancak şehirli erkek modasının en zorlayıcı parçası olan takım elbise & bot uyumunu yakalama endişesi de yağmurlarla birlikte döndü. Bilmeniz gereken ilk şey tüm botların aynı yapılmadığıdır. • Çene çizgisi boyunca kısaltma yapmayın. Bu yüzünüzü daha ince yapmaz. İkinci çene görüntüsünü artırır. • Sakalınıza saçınıza davrandığınız gibi davranın. Buna yıkamak ve bakım yapmak da dahil. • Sakalınızdaki ilk beyazları keşfettiğinizde boyaya uzanmayın. Doğal görünmekten vazgeçmeyin. • Tarzınız ne kadar detaylıysa ince kesim çizgiler veya yaratıcı keçi sakallar snop görünme olasılığınız da o kadar fazla. Abartıya kaçmayın. • Saç tonunuz ve sakal tonunuz uyumlu olmayabilir. Pek çok sarışın erkek koyu kahve sakala sahiptir. Bundan utanmayın. Ewan McGregor ve Charlie Hunnam gibi pek çok ünlü isim gibi sizde sakalınızı gururla taşıyın. Pek çok iyi marka ve tasarımcı yıllardır kış botlarına tarz ve şıklık getirme yarışındalar. Kocaman lastik tabanlı, kare uçlu, gereksiz yere uzun ipleri olan deriler artık yok. Artık in olan dayanıklı ama yumuşak deriler, klasik renkler ve resmi iş ayakkabılarından alınan ilhamla yaratılan tasarımlar. Geleneksel resmi giyim kurallarına uyan bu botlar, sahip olduğunuz tüm takım elbiselere tamamen uyum sağlayabilir. Tüvit pantolondan flanel t-shirtlere, denim ceketlere kadar her türlü tarza uyumlanabilecek ‘resmi giyim botları’ sizin de mutlaka kış gardırobunuz için seçmeniz gereken bir parça. Uyumu yakalamak için tek yapmanız gereken ise işi basit tutmak. Klasik ve doğal renkler seçin ve tasarımda abartıya kaçmayın. Kışın hem ayaklarınızı koruyun, hem de şık görünün. Şapkalar Dönüyor İster soğuyan havalar, ister klasik İngiliz şıklığının çağrısı olsun, şapkalar erkek modasına geri dönüyor. Trençkot veya yağmurluğunuza uygun bulduğunuz bir şapka seçmeye bakın, zira şapkalar sizi sadece çok çekici ve asil göstermekle kalmıyorlar, bir de böyle özellikleri var; • Şapkalar işlevseldir. Doğru şapka sizi doğanın elementlerine karşı koruyacak ve dünyayla etkileşiminizi etkileyecektir. Tüm diğer giyim aksesuarları arasında şapkalar uyandırdıkları saygı ve itibar hissiyle de benzersizdirler. • Bir şapka sizi anında diğerlerinden ayırır. Özellikle de doğru bir şapka, özgüvenle giyilmişse. Günümüzde fötr şapka gibi şapkalar giymek nadir şeyler artık. Abartıdan kaçınıp hafızalarda ‘şapkalı adam’ olarak kalmamaya dikkat ederek, doğru bir kullanımla kendinizle ilgili çok daha hatırlanır bir izlenim bırakabilirsiniz. • Şapkalar boyunuzu uzun gösterir. Bir araştırmada, gözlemcilerden şapka giyen erkeklerin boylarını tahmin etmeleri istendiğinde sonuçlar gerçek boylardan 5-10 cm fazla çıkmış. Boy, insanlarda uyandırdığınız saygınlık ve itibarla doğrudan bağlantılı olduğundan siz en iyisi kendinize iyi bir şapka seçmeye bakın. 2 Elbise Kemer Ayakkabı Gucci SONBAHARDA MUTFAK... 82/83/84 Kıştan hemen önce son kez bahardır artık... Öyle bir ara dönemdir ki bu, hem soğuklar gelmeden içimizi ısıtan yemeklere eğilim göstermeye başlarız, hem de yazdan kalma ve en olgun dönemlerini yaşayan sebze ve meyvelerden vazgeçemeyiz. Böyle dönemlerde hep çorba yapmak gelir aklıma. Her daim iyi geldiğini hissettiğim çorba mevsimi başlamıştır şimdi. Konservelik topladığım yeşil domateslerden bile çorba yapmaya başlamışken, közlenmiş biber, limonlu kök kereviz ve zerdeçallı sarı mercimek çorbası sıraya girdi bile. Bu mevsim, daha topraksı, daha baharatlı ve daha yoğun lezzetler barındıran malzemeler öne çıkar. Mantar toplama zamanı Eylül ayı ortalarından sonra başlar. Eylül, sonbaharın besin değeri en yüksek mantarı için en doğru aydır. Geli Mantarı, Kuzugöbeği, Borazan, Sarıkız, İstiridye ve Ayı mantarı gibi yabani mantar türlerini semt ve köy pazarlarında rahatlıkla bulabilirsiniz. Menüde spesiyal olarak mutlaka değerlendirmeye çalıştığım bu zengin mantar karışımı ile risotto yapılabilir, ince bir dilim biftek üzerine karamelize mantar sos düşünülebilir ya da barbeküye eşlik edecek iri mantarlardan ızgara yapılabilir. Mevsimin diğer kahramanları ise sırasıyla; balkabağı en tombul haliyle bekliyordur tarlada. Körpe ıspanaklar, pazılar, şeker pırasa, kırmızı pancar, boy boy lahana, kök kereviz, çiçek çiçek karnabahar ve brokoli el ele tezgahtalar artık. Kış gelmeden, yaz bitmeden demişken mevsimi geçmek üzere olan ve yokluğunda kurusunu yemek zorunda kalacağımız taze incir’i yemeden sonbaharı bitirmeyelim. Gövdeli bir şarap eşliğinde şarküteri ile kombine edilmiş taze incire serin bir sonbahar akşamında veda edebiliriz. Hazırlayan: Pelin Çakar/Lucca Fotoğraflar: Selin Sönmez Yaban Mantarlı Risotto Karabiber Soslu Izgara Biftek, Patates Püresi ile Serrano Jambon'u ve Taze İncir Tabağı, Antep fıstığı ile LEOPAR AŞKI Modanın kendinden eski, doğanın en vahşi güzelliklerinden birinin ehlileşmiş hali, binlerce yıldır gücün, zenginliğin ve keskin bir zarafetin sembolü... Tüm ihtişamıyla... Leopar deseni. Dolce & Gabbana’ın Leoparı iPad’inizi Koruyor Günümüzde gittiğiniz her yere bir tablet bilgisayar götürmek artık neredeyse bir gereklilik oldu. Dolce & Gabbana’nın çarpıcı iPad çantası hem tabletinizi yumuşacık leopar desenli iç kaplaması ile koruyor, hem de dikkat çekici bir stil beyanı olarak nefes kesiyor. Altın kol zinciri, kaliteli deriden kaplaması ve ekstra cepleri ile iPad’inize lüks bir dokunuş sunan çanta, Dolce & Gabbana’nın evcil leoparını elinizin altına veriyor. http://www.trendhunter.com/ trends/dolce-gabbana-sequined-le ather-ipad-case# Zamanın Vahşi Bekçisi Dünyanın en değerli saat markalarından Rolex de leoparın büyüsüne kapılan markalardan. Her zaman arzulanan leoparın vahşi çekiciliğini 48 pırlanta ve 36 parça baget konyak safirle süsleyen Rolex, Cosmograph Daytona Leopard kol saatini yarattı. Paha biçilmez saatin kayışları bile leopar deseni taşıyor. http://www.trendhunter.com/ trends/rolex-cosmograph-daytona -leopard-watch Coca-Cola’nın Kükreyen Şişeleri İtalyan moda tasarımcısı Roberto Cavalli Coca-Cola için sınırlı sayıda üretilen çok özel bir seri tasarladı. Kendisinin çok iyi tanındığı egzotik detayları, doğanın çekici desenleri ile birleştiren Cavalli hayvan kürkü görünümü taşıyan üç ayrı şişe tasarladı. Serinin en dikkat çekici parçası, tüm güzelliğiyle Coca-Cola markası tarafından ehlileştirilmiş gibi görünen çarpıcı leopar desenli şişeydi. http://www.trendhunter.com/tren ds/diet-coke-roberto-cavalli Bieow! Rapçiler de Kedi Sever Leoparın cezbedici renkleri herkesi baştan çıkarıyor. Dünyanın en çok konuşulan pop starlarından Justin Bieber’da, benekli büyünün çağrısına karşı çıkamayanlardan. Audi R8 model arabasını 125.000 euro’ya leopar deseniyle kaplatan ünlü şarkıcı, yırtıcı güzellikteki görkemli kedinin renklerini gardırobundan de hiç eksik etmiyor. Dünyanın en büyük rapçilerinin kendilerine has tarzları, çok uzun zamandır hayranları tarafından özümsenip, taklit edilmiştir. Tyga’nın Reebok işbirliği ile üretilen T-Raww ayakkabıları, Tyga fanlerine rapçinin vahşi adımlarını takip etme fırsatı veriyor. http://www.justinbieberzone.com/ 2013/06/justin-bieber-leopard-pri nt-car/ http://www.trendhunter.com/tren ds/tygas-traww ART BLOG 2 Sanatçı 2 KEYİFLİ SÖYLEŞİ 88/89/90 Arda Yalkın Arda; 1974 Ankara doğumlu. Bilgisayar ve müzikle ilgilenmeye başlaması ortaokul dönemlerime denk geliyor. Commodore, amiga, 8086 işlemciler... Sırasıyla Anadolu Üniversitesi Turizm ve Ankara DTCF Arkeoloji/Restorasyon bölümlerini son sınıflarında müzisyen olmak için bırakmış. 1999 yılında gitar çalmak için gelip gittiği İstanbul'a yerleşmiş. Bir süre ses teknolojileri üzerine çalışıp, 2004 senesinde video ve animasyonla ilgilenmeye, fotoğraf çekmeye başlamış. Bugün pek çok sergiye ve uluslararası sanat fuarına katılan, işleri iç titreten bir sanatçı Arda Yalkın. Röportaj : Çağla Cabaoğlu Fotoğraflar : Sanatçıların arşivinden Sanata bu kadar dalarken motivasyonunuz neydi? Bize biraz yaptıklarınızdan bahseder misiniz ? Motivasyonum Cold Cut'ı canlı izlemekti. O zamanki ekibimle Şebnem Ferah, Tarkan, Mor ve Ötesi, Pentagram, Sertab Erener gibi yerli ve yurt dışından bir sürü ünlü müzisyen için sayısız canlı video performansları gerçekleştirdim. Tüm bu tecrübeler analog/sayısal ses ve görüntü işlemenin değişik yönlerini deneyimlememi sağladı. 2011'de katıldığım ilk sergiye kadar portföyümde konser DVD'leri, müzik videoları, uluslararası şirketler için çektiğim reklamlar ve bağımsız animasyon projeleri vardı. Pop Art Extended için yaptığım "Bir" isimli video, Video Cube seçkisi ile 2011’de Contemporary Istanbul Sanat Fuarı’na davet edildim ve bu video ile izleyicilerden çok olumlu tepkiler aldım. Plastik işlerimi de içeren ilk kişisel sergim "Çalışkan Küçük İnsanlar" Eylül 2012'de Alan İstanbul'da gerçekleşti. Geçtiğimiz 1,5 senede üçü Atina'da olmak üzere 20'ye yakın sergiye ve uluslararası sanat fuarına katıldım. Çalışırken neler hissediyorsunuz ? Çalışmalarınızı anlatır mısınız ? Nedenini bilmiyorum ama "yaptığım şeyi yapmak zorundayım". Tek getirebildiğim açıklama şu; daha önce yaptığım hiçbir şeyi yaparken bu kadar dolu bir deneyim yaşamadım ve bu kadar istekli çalışmadım. Çoğu meslektaşımın aksine, eserin yaratılma süreci ve bu süreçte yaşadığım deneyimler eserin kendisinden, vardığı noktadan, insanlar üzerindeki etkisi ya da açtığı iletişim kanallarından daha önemli benim için. İşlerim ilk bakışta renkli, tanıdık gelen imgeler ama izleyici yaklaşıp detaylara indikçe binlerce parçaya bölünüp bambaşka hikayeler, durumlar deneyimler hale geliyor. Bir tür tuzak bu; konuyu, renkleri, kompozisyonu, kullanılan malzeme ve işçiliğin kalitesini izleyiciyi rahatlatmak ve ilgisini çekmek, detaylara inmeye zorlamak için kullanıyorum, ardından çok kısa sürede binlerce, on binlerce imajla karşılaşıyorlar. Çoğunu zaten biliyorlar ama düştükleri tuzak ve gördükleri, gördüklerini o anda görmek zorunda kalmaları, hatta bazılarının parçası olmuş olmaları izleyicilerde tekinsiz bir durum yaratıyor genellikle. Bir tür dekonstrüktivist yaklaşım belki de. Modern-korporatist iletişimin diline hakim olup, bu dili kullanarak içinde bulunmaktan pek de mutlu olmadığım sistemde farklı bir titreşim yaratmanın peşindeyim. Buna ters-mühendislik diyebiliriz aslında. Başlarda tekniğim son derece kontrast ve matematiksel, grafik kolajlar üretmekti. Son zamanlarda daha karmaşık işler üretmeme rağmen artık daha resimsel, matematiğin varlığının değil ama -ilk anda- hissedilebilirliğinin daha az olduğu, daha akışkan bir tarz geliştirmeye çalışıyorum. Kendimi bir sanatçıdan çok "yaratıcı zanaatkar" olarak tanımlıyorum. Toplumun sanatçıya bir şeyler borçlu olduğu, yeteneğin bir tür seçkinlik getirdiği ön kabulünü reddediyorum. Ürettiğim işin her bileşenini bilmek isterim. Örneğin, bir video çektiğimde ışığı, kamerayı, 3d/2d animasyonları, compositing ve matte painting, montajı, rengi, ses tasarımını hatta müziği mümkün olduğunca kendim yapmaya çalışırım. Tüm bu alanlarda uzmanlaşmak çok büyük bir mesai gerektiriyor. Üstelik her geçen gün yeni bir şey çıkıyor. Ancak tüm bu değişime ayak uydurmak için sürekli olarak çalışmak, yeni teknikler ve yöntemler denemek, kendimi sürekli olarak yenilemek beni dünyaya bağlayan şeyler… Dünyada beğendiğiniz, takip ettiğiniz sanatçılar kimler? Bu soruyu görsel sanatlarla ilintili olarak sordunuz sanırım. Çok kanalı takip ediyorum. Hiç unutamadığım iki şey; ilk gittiğim Cold Cut konseri, orada gördüğüm saatler süren canlı video performansı ve bir arkadaşımın yıllar önce izlettiği MK12'nin "Infinity" videosu. Bunlar benim hayatımı değiştirdi. Herkesin takip ettiği bilinen sanatçıların yanı sıra genellikle. MK12, Psyop, Gmunk, UVA, Guilherme Marcondes, Transistor ya da Blu Blu, Cold Cut gibi oluşumlardan, sokak sanatından, demolardan, saatler süren canlı video performanslarından, bilgisayar kodlarından besleniyorum daha çok. "Underground" olarak nitelendirilebilecek, düşük bütçeli ama görsel dili ve teknolojiyi zorlayan işler özellikle ilgi alanımda. Dijital sanata ilginiz ilk ne zaman başladı? Dijital sanatın geleceği hakkındaki düşünceleriniz nedir? Ortaokulda demolarla başladı. Bu soru iki başlı bir cevabı hak ediyor. Bir yanda dijital teknolojiyi konvansiyonel yöntemleri hızlandırmak için kullanmak var. Özellikle Türkiye'de sık gördüğüm bir şey. Mesela çok basit filtreleri bir fotoğrafa uygulayıp çıkışını almak ve üzerine boya uygulamak gibi. Hayal gücünü ve el emeğini bir yazılıma teslim etmiş oluyorsunuz. Böyle olunca birbirinin aynısı, seri üretim işler çıkıyor ortaya. Öte yandan yazılım ve donanımlara tam anlamıyla hakim olup bunların sınırlarını zorlamak, bilgisayara tıpkı boyayla, fırçayla, agrandizör ya da filmle haşır neşir olurcasına bir malzeme gibi davranmak son derece özgün ve kendine has sonuçlar çıkarıyor ortaya. İlk yöntemle üretilen işlerin elbette bir geleceği yok ama sürekli devinmeye, yeniliğe ihtiyaç duyan sanat piyasasında özgün dijital eserlerin değeri gittikçe artacak diye düşünüyorum. Bir de şu var, şimdilerde çok göz önünde diye söylüyorum, örneğin animasyon yapan, modelleme yapan çok yetenekli insanlar var ve kısa bir süre sonra sanal uzayda modellediklerini ucuz 3 boyutlu yazıcılarla üretme ve katı olarak sergileme şansına sahip olacaklar. Heykel sanatının seyrini değiştirecek bir gelişme bu bence. Tıpkı müzik piyasası gibi, dijital teknolojiye geçiş ile birlikte birçok büyük şirket iflas etti, on binlerce müzisyen çok ucuz maliyetlerle evlerinde kayıt yapma olanağına kavuştu. Hala eski kafalı müzik endüstrisi kendine gelebilmiş değil. İletişim yönünden de çok şanslıyız. Doğru bir iş mutlaka karşılığını buluyor. Bilgiye ulaşmak istediğimizde artık çok daha az efor harcıyoruz. Ben ne öğrendiysem online kaynaklardan öğrendim. Elbette kolay elde edilen bilginin değeri daha az oluyor insanların gözünde... ama plak, cd kovalamış, kaset peşinde koşmuş, ansiklopedi okumuş benim neslim bu durumla başa çıkabiliyor. Teknoloji çok farklı disiplinleri birbirlerine yaklaştırdı. Dijital mecrada multi-disipliner olmayan sanatçıların geleceğinin -istisnalar dışında- çok parlak olmadığını düşünüyorum. Sanatınızı üretirken toplumsal mesaj verme kaygısı taşıyor musunuz? Üretirken herhangi bir kaygı duymuyorum zaten o nedenle bu işi yapıyorum. Eserler gelişirken, kolajın doğası gereği, olan ya da olmuş bir çok şey esere dahil oluyor. Bu genellikle işlerimi politikmiş gibi gösterse de aslında yaptığım sadece bir durum tespiti. Yaptığım şey, gördüğümü, yaşadığımı, hissettiğimi kendi meşrebimce kayıt altına almaktan ibaret. Daha önce de dediğim gibi yaptığımın vardığı yer ya da anlaşılandan, anlaşılma kaygısından çok eseri yaratma süreci önemli benim için. Yine de şu ana kadar bir kaplanın adalelerinin estetik güzelliği ile ilgili bir şey üretmedim. Türkiye’yi dijital sanat alanında nasıl buluyorsunuz? Son derece gerideyiz ama Murat Germen, Refik Anadol, Candaş Şişman ya da Murat Pak gibi çok sevdiğim sanatçılar da var ve her biri birinci sınıf sanatçılar. Takip edebildiğim kadarıyla bilinen okulların güzel sanatlar fakültelerinde bilgisayar öcü olarak görülüyor hala ama özel üniversiteler kabuklarını kırmaya başladılar. Özellikle animasyon sektöründe, dünyaca ünlü stüdyolarda çalışan bir çok Türk var. Bir de şu var, reklam sektörü dijital platformu kullanan insanları adeta yutuyor. Çok düzgün maaşlarla yetenekli insanları içlerine alıp öğütüyorlar. Aynı deneyimi yaşadım. Bir motosiklet kazası sonucu hayatımı değiştirmeye karar vermeseydim büyük olasılıkla ben de bir reklam şirketi için çalışıyor olurdum. Şimdi düşününce çok garip geliyor; yurt dışında okumuş, master yapmış, yüklü maaş alan bir grup insan gofret jelatinindeki yansımanın rengini tartışıyorlar... Yaşadığınız, yolculuk yaptığınız şehirlerden sanatınıza en çok giren hangisi oldu? Kendinizi sanatsal üretim adına en verimli hissettiğiniz şehir hangisi? Ankara'nın benim üzerimdeki etkisi büyüktür. O zamanlar hayat evlerde sürerdi. Sabaha kadar müzik dinlemek, gitar çalmak, arşivcilik, uzun okumalar, tartışmalar bana çok şeykattı. Geçen sene Yunanistan'da bir galeri ile bir dizi sergiye katıldım. Atina, özellikle de Exarchia beni büyüledi. Oradaki komün hayatı ve sokak sanatı aslında nasıl bir dünya istediğimi anlamama yardımcı oldu. İstanbul'dan başka bir yerde yaşasam sanırım Atina’da yaşamak isterdim. Berlin'in ortamını da çok seviyorum. En uzun orada kaldım. Aslında İstanbul'dan giden birisi olarak Avrupa şehirlerinde sanatın gündelik hayatın içine bu kadar girmiş olmasına şaşırıyor ve gıpta ediyor insan. Gidip geldikçe "acaba buraya yerleşip çalışsam nasıl olur?" diye düşünmüyor değilim... Burcu Yağcıoğlu Burcu; 1981'de İstanbul'da doğmuş. 2001-2005 yılları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde resim lisansını yaptıktan sonra, Sabancı Üniversitesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nde yüksek lisansını tamamlamış. 2008'de Londra'ya taşınıp Goldsmiths Üniversitesi’nde ikinci yüksek lisansını bitirmiş. Şu an İstanbul ve Londra'da yaşıyor. Sizi ve çalışmalarınızı daha yakından tanımak isteriz. Benim sanat pratiğim video, resim ve heykeli içinde barındırıyor. Anlatı, hikayecilik, kurgu / gerçek ilişkisi gibi temalarla ilgileniyorum. Anlatı çok çeşitli biçimlerde karşımıza çıkabilen bir şey. Anlatının alabileceği şekiller ilgimi çekiyor. Giorgio Agamben; Mona Lisa bile, hatta Las Meninas bile sonsuz, değiştirilemez formlar olarak değil, parçası oldukları kayıp film bulunduğunda gerçek anlamlarını tekrar kazanacak bir filmin fragmanları ya da kareleri olarak görülebilir der. Ben de işlerimi üretirken buna yakın bir anlayışla çalışıyorum. Mekana kendisini tamamıyla ele vermeyen hikayelere referans veren imajlar, sesler ve şeyler yerleştiriyorum. Öte yandan pratiğimde bir ‘gerçek anlamı’ hedeflemiyorum, tersine işlerime bakan kişiyi aktif hikaye ve anlam yaratıcısı olmak üzere baştan çıkarmaya çalışıyorum. Sizin bir idolünüz ya da beğendiğiniz, takip ettiğiniz sanatçılar var mı? Gabriel Orozco çok beğendiğim sanatçılardan biri. Orozco’nun sanat yapması ve oyun oynamak arasında direkt bir ilişki var bence. Hem çok yaratıcı, hem de hiç zorlanmadan eğlenerek yapıldığı izlenimi veren işler üretiyor. Yine oyun fikriyle flörtleştiğini düşündüğüm ve çok beğendiğim diğer bir sanatçı da, aynı zamanda bu senenin Turner Prize adaylarından biri olan David Shringley. İşlerinde aynı Orozco gibi teknik bir çeşitliliği barındıran bir sanatçı. İngiliz usulü sarkastik ve satirik bir espri anlayışı var. Pipilotti Ritz’in videolarını da çok beğenirim. Ritz için videolarının yapım aşaması kadar gösterimi de önemli. Video karşınıza yerde mi çıkıyor, dev bir kumaş parçasına mı projekte edilmiş, bir delikten kafanızı sokarak mı görüyorsunuz, bütün bunlar Ritz için önemli ve işlerinin algılanışını belirleyen kararlar. Ellen Gallagher yakın bir zamanda keşfettiğim ve çok beğendiğim sanatçılardan biri. O da çeşitli malzemelerle calışan bir sanatçı. Hale Tenger’i de cok beğenirim. Özellikle Beirut (2005-2007) ve Strange Fruit işlerini, her seferinde beni korkutmalarına rağmen – ya da belki bu sayede - çok seviyorum. Türkiye’li genç sanatçılardan Nazım Ünal YIlmaz’ı beğeniyorum. Bunun yanında David Hockney, Sarkis, Adam Broomberg ve Oliver Chanarin , John Baldessari, William Kentridge, Anette Messager’ı beğeniyorum. Dijital sanata ilginiz ilk ne zaman başladı? Dijital sanatın geleceği hakkındaki düşünceleriniz nedir? Herhangi bir konuya, şeye hatta kişiye karşı ilgili olmak zaten ister istemez onun dijital dünyadaki karşılığına da ilgi duymak anlamına geliyor. O yüzden dijital bu kadar hayatlarımızın içinde zaten. Hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan, hayata dair ne varsa potansiyel olarak içinde barındırabilen bir şey. Ulaşılabilirliği yüksek, davetkar ve dinamik bir dünya. İnternetin gün geçtikce yaygınlaşması, taşınabilir binbir türlü aygıt, bu aygıtların fiyatlarının düşmesi vs. büyük etkenler tabii. Bütün bunlar da yaratıcı üretimi tetikleyen şeyler, çünkü hem üretimi, hem de bu üretimin yayılmasını kolaylaştıran şeyler. Yaratıcı üretim patlaması yaşadığımız şu çağın belki de en önemli kazanımlarından biri anonim yaratıcı üretimin tekrar hayat bulmuş olması bence. Yaratıcı üretim sanatçılık, yazarlık, yönetmenlik gibi bireyci, kariyer merkezli ve varlığı sermayeyle ilişkisi içinde değerlendirilen bir anlayışın dışında da yer bulabiliyorsa, bunu hayatlarımızın içine nüfuz eden dijitale borçluyuz. Sanat pratiğinizin toplumsal olanı konu eden, bunu sorunsallaştıran bir yönü var mı? Sanatın kendisi bir kitle iletişim aracı olması dolayısıyla, felsefeyle yakın bir temasta olmasından ve de yaşam ve ölümle flörtleşen bir pratik olmasından dolayı toplumsaldır zaten. Sanat, sanatçı, politik ve toplumsal konuları direkt olarak sanatında konu etmese bile ister istemez toplumsal olanı ortaya koyar, onu deler ya da yerleşik hale getirir. Sanatçı toplumun bir bireyi olduğundan yaptığı işler o toplumu reflekt eder ve etkiler. Mesela şöyle bir örnek vereyim, her ülke kendine has bir çağdaş sanat üretir bence. Türkiye’de üretilen sanatla İngiltere'de üretilen sanat birbirlerinden farklıdır. Dikkatli bir bakış bu ülkelerdeki sanat üretimlerinin, bunların tarihlerini, güncel politik konumlarını, düşünce yöntemlerini, neyi önemseyip, neyi önemsemediklerini görebilir. Comme des Garcons Black Comme des Garcons popüler parfüm serisine 2013 için BLACK’i ekledi. Her zamanki gibi Japon markası sınırları zorlayarak güçlü yumruk etkisi yaratan bir parfüm ortaya çıkartmış. Notalar: Karabiber, tütsü, deri, kayın katranı , ahşap, vetiver ve sedir. www.oki-ni.com 65 GBP Hazırlayan: Mehmet Tokgözlü Miu Miu Sivri Uçlu Babetler Şık bir görünümün en pratik yolu yeni akım sivri uçlu babetlerden geçiyor. Miu Miu'nun papyon detaylı bu ayakkabıları bu sene çok tercih edilecekler arasında. http://www.net-a-porter.com/product/379539 395 Creative Recreation Pony Tüyü Sneakerlar Creative Recreation Cesario X Sneaker serisine pony tüyü modellerini de ekledi. 3 renk alternatifi olan bu yeni modellerle oldukça farklı bir stil yaratmayı başarmışlar. www.barneys.com 190 İşte 71. sayımızın en beğenilen 3 ilanı // TAV // ADİDAS // MAXX ROYAL // NEW BALANCE // WINGS // JEEP // VODAFONE // HSBC // AUDI ŞENYILDIZ // İŞ BANKASI 2 /3 4 /5 6/7 8 9 15 21 27 33 39 // SAMSUNG KLİMA // ULUDA⁄ // TOYA YAPI // SEDVENTURE // EMAAR // RUGA RESTORAN // DOVE // TWEEN // TTNET // COCA-COLA 47 53 57 63 67 71 77 79 81 85 // LOUNGE FM // PHILIPS // TUMI Bu sayıdaki en beğendiğiniz ilanı bize e-mail'le bildirmenizi rica ederiz. [email protected] 87 107 108 SUMMARY 72 THREE..TWO..ONE… GO! AYTAÇ BiTER I began researching after learning that I was going to interview Aytaç Biter, Managing Director of Toshiba Turkey. 16/17/18/19/20 Interview: İpek Kigan Photos: Uğur Bektaş I was expecting to find some information on his career, but I came across a perfect sportsman: a racing driver. And one who won the Turkish Championship four times in a row, as well as a third place in Europe. He is a prominent businessman and a very successful sportsman... In short, he is an achiever. Do you participate only in track races? Have you ever tried rallying? I preferred track races. I took part in Turkish Championships, European and World Championships and 6, 12 and 24-hour endurance races. What do you feel when you are racing? It is, to me, an addictive and great feeling. I can call it the adrenaline miracle. You forget about everything in normal life and engage in a fun contention in a different world. What are the advantages that being a racing driver brings to you in your business or personal life? The greatest benefit for me is blowing off steam by way of racing. During the race, you forget about everything and fully concentrate on competing. The races last just two days but when I get back to work on Monday, I feel refreshed as if I have just been back from a long vacation. Does your passion for speed infiltrate other parts of your life? Do you live a dizzying life? Yes, I can describe myself also as a tech-savvy man. I want to use whatever is the fastest, be more innovative to keep up with the pace of life, and be ahead of the time. I love analyzing novelties and trends correctly, predicting rising trends, and being one of the first users of new releases. How can you spare time for your hobby when you have the tiring and busy job of being the managing director of Toshiba? I am very lucky that my job does not normally require weekend hours and that this sport is practiced in weekends. And thanks to mobile technologies everywhere is office now. Your whereabouts becomes less and less important when it comes to handling a considerable part of your work, accessing information and communicating. Since when have you been working with Toshiba? Our firm is the sole distributor of Toshiba computer and imaging systems in Turkey since 1992. Before this business, I had set up my own company in 1985, when I was a student at the university. Then I went on with Commodore Personal Computers, and later with Escort Desktop PC and Peripherals, the milestones of the computer industry. What are the novelties or distinctions you contributed to Toshiba? I believe that the key elements for professional success are to love and believe in the job, gain expertise, always work to do better, achieve consistency and correct communication, and be a good team. When we started the Toshiba business, the leading competitor controlled a 50% market share. We grew consistently and captured the market leadership in 1998 for the first time. We have carried out Toshiba’s most successful projects in Europe and in the world. If I were to give you a plane ticket as a gift, what destination would you want to see on it? It could be Macau; I did not get a chance to race there although I very much wanted to. For vacation, it could be an exotic place by the lake or the sea, nested in nature. My last question will be a classical one. Can you tell us about your future plans? I had targeted to win the Turkish Championship in auto sports; I had the chance to claim it four years in a row. I had targeted to win a medial in Europe. At the last European Championship race, I came third in Salzburg. My current target is to climb to the top of the podium. In terms of business, we wish to contribute to Turkey’s development in the broadest sense in the IT industry. Driving our country forward in the field of IT in Europe and in the world will not be difficult thanks to our young population who are open to learning and competitive. NEW ORLEANS THE CAPITAL OF JAZZ New Orleans is the largest city in the state of Louisiana, USA, and lies between the Gulf of Mexico and Lake Pontchartrain. 28/29/30/31/32 Article and photos: Saffet Emre Tonguç [email protected] It is the city where jazz music was born in the 1880s and flourished. It is a port city located in the Mississippi Delta, the world’s third longest river after the Amazon and the Nile. Being a trade route and a cosmopolitan settlement made it the ideal hometown for jazz. Musicians had the chance to get gigs at many bars, while the demand for live music inspired the artists to try out new styles. At first improvised by working-class black musicians who had picked up making music here and there, the music became popular among people from all walks of life thanks to jazz bands that gave street concerts, and gradually established itself as a lifestyle. Every year thousands of famous artists flood the city where numerous festivals are organized. Jazz is associated with Louis Armstrong by almost everyone. The New Orleans airport is named after this famous musician. Born in New Orleans and having lived on the Perdido Street, Armstrong’s statue is erected on the Congo Square that hosts the Jazz Festival. As much as New Orleans is the center of jazz and entertainment, it also has a bad fate. In the near past, the city has suffered from floods, epidemics, black versus white clashes, racism and poverty. Most of the poor, as you can guess, are black people. 10% across the United States, the ratio of black people reaches 50% in this city. Mississippi Burning, the film about racism that reaches the extreme dimension of burning the black people who slaved under the toughest conditions and built the city, is actually the history of New Orleans. Although accountable for one fourth of American oil production, the city suffers from an unemployment rate of 50%.Most recently, New Orleans was hit by Hurricane Katrina in 2005 and Hurricane Isaac in 2012. This is because New Orleans is two meters below sea level and is always inundated. MOURNING IS OVER, IT IS NOW TIME FOR JAZZ AND TAKING A CITY TOUR First discover the streets. Dating from the French era and still showing the French influence, the French Quarter is the major tourist attraction in the city. Garden District and Uptown are historical districts where you can see incredible houses. Packed with antique shops, Prytania, Charles Boulevard, Coliseum, Nashville and Chestnut are a joy to stroll around. The 10-kilometer long Magazine Street is dubbed the “Street of Dreams”. Lying between the Lake and the Mississippi River, Canal Street is one of the most crowded spots in the city and is very close to the French Quarter. Don’t be surprised when you see street names like Constantinople or Murat. If you are fond of shopping, the Canal Place down Wyndham Hotel is the smartest address of shopping in the city, and features stores like Saks and Pottery Barn. Although there is no tax refund in the US due to the state system, one can see “tax free” signs in New Orleans. Interesting tours are organized in the city. To dine to the jazz music on a paddle steamer and do a river tour, call Natchez (504-5868777 www.neworleanssteamboat.com). The best museums in town are the New Orleans Museum of Art and WW II Museum located in the City Park, which offers a lovely setting for a walk. Behind the Park there is a Sculpture Garden featuring the works of world-renowned artists. Another alternative for nature lovers is the Audubon Park that is home to the fourth largest zoo in the US. Modern art galleries are mostly to be found on the Julia Street. The Louisiana Philharmonic Orchestra performs great concerts. Obviously, the İdil Biret concert of several years ago was also a magnet for the crowd. Outside St. Louis, the oldest Catholic cathedral in the US, you can take a horse-drawn carriage for an enjoyable ride that costs 15 dollars per person, or walk through the Royal and Bourbon Streets, lined up with the products of a distinctive architectural style. The Bourbon lies in parallel at the back where you can dance and enjoy jazz all night long. As you walk along this street named after the French dynasty, people throw bead necklaces which have become the city’s symbol. Speaking of which, let me recommend two places: Tipitina’s (504-8958477) or shortly Tip’s is the biggest music club in town. Now a legend, Preservation Hall (504- 5222841) was opened in 1961 by Allan and Sandra Jaffe to preserve New Orleans jazz style. THE STATE PURCHASED FROM NAPOLEON American President Thomas Jefferson wanted to purchase New Orleans and Florida, and offered 2 million dollars to Napoleon. Later in 1803, upon having issues because of Haiti, Napoleon sold the entire Louisiana state, which corresponded to one third of the US territory at the time, for 15 million dollars. Established at the time of Louis XIV of France, New Orleans cost just 7 dollars! Although Napoleon never set foot in the city, Louisiana is the only American state that adopted the Napoleonic Code rather than the British law and is home to some streets named after him. Intended to be a residence for the French emperor, the Napoleon House is now one of the hottest bars in the city. WHAT TO EAT, WHERE TO EAT? New Orleans has an entirely fusion cuisine. While French influence is dominant, the Cajuns, the French peasants from the Nova Scotia region in Canada, and the Creoles, a blend of people of French, Spanish and Caribbean descent, also contributed to the food. For example, the name of the okra soup has become gumbo and has many varieties from sausage to oyster gumbo. The hot Tabasco sauce and Southern Comfort were first produced in New Orleans. In 1838, a New Orleans bartender, Antoine Peychaud, mixed the liquors in a container called “coqutier”, planting the roots of the word “cocktail”. Hurricane is a cocktail that was born in New Orleans. The best beer in the city is Abita. Houses in New Orleans are famous for their courtyards, some of which are converted into restaurants. Let’s get to the suggestions: Commander’s Palace (504-8998221 www.commanderspalace.com) The ambience, service and dishes in this restaurant make one a sinner. Be brave and have turtle soup. I had it and I am alive! The Gulf fish is delicious. Two different jazz bands perform during brunch on Saturdays and Sundays. Let me give you a secret: With lunch, a glass of martini is 25 cents. There is no cheaper place than here to get drunk in America! Antoine’s (504-5814422 www.antoines.com) Dating from 1840, it is the oldest restaurant run by the same family in the US. Court of Two Sisters (504-5227261 www.courtoftwosisters.com) It is a pleasure to eat under the 100-year-old wisteria trees in a courtyard at the heart of the city. Acme Oyster House (504-5225973 www.acmeoyster.com) The place keeps oyster fans happy since 1910. Café du Monde (504-5254544 www.cafedumonde.com) Established in 1862, it is the oldest café in the city and it is always packed. The venue is famous for ”beignet”, a dessert with a serving of three pieces. Think of the Turkish dessert lokma, but without the syrup; square-shaped pastries are fried and served with a generous coat of powdered sugar. WHERE TO STAY? Fine hotels include W, Loews, Wyndham, Monteleone, Omni Royal Orleans, and Royal and Chateau Sonesta owned by the same group. Windsorcourt is the most elegant and the most expensive choice in New Orleans. Hotel Monteleone (504-5233341 www.hotelmonteleone.com) Built in 1886, it is one of the three historic hotels in the US. Omni Royal Orleans (504-5295333 www.omniroyalorleans.com) A historical building with a striking elegance. BICYCLE CULTURE Some Day Everyone Will Cycle 34/35/36/37 Article: Özlem Yücelener Photos: Yasin Baran Just Now, close your eyes and imagine a place where there are no cars, no honks, and no air and noise pollution. Just two wheels, a basket at the back or front, and forcefully pushed pedals... The Bicycle! The beloved report card present for most of us when we were kids, which was forgotten after growing older, left to collect dust in the rear balcony, and finally has become the last hope of all health-conscious individuals and environmentalists to dodge the traffic! Come to think of it, one does not need to travel to the Survivor island, to Amsterdam, London, Milan, or to other distant places to capture this lifestyle, which, at first, sounds utopic. It is part of life almost on all of the Princess Islands that are just thirty minutes from İstanbul. But deep down, we dream of establishing a bicycle culture, starting with metropolises like İstanbul which would then spread all over the country, and of creating a ”bicycle culture” and ”bicycle cities”. Belgium, the Netherlands, France and Canada are some of the countries where you can best experience the bicycle culture and capture the highest standards in environment-friendly transportation. We can’t help but ask the question “why not have it in Turkey too?” The question leads us to İstanbul’s recently introduced “Smart Parking” system. Hope kindles in our hearts... Bikes rented at “İsbike” stations are operated like “Zipcar”, the car sharing system abroad, and almost contest walking in terms of practicability. Practical use means that as you are stuck in traffic, driving under 20 kmh, you might begin to be unsurprised with “İsbikers” overtaking you at full speed; actually, you might even get accustomed to this situation as the system becomes more and more widespread. You can drop your car and join in this super-environmentalist trend right now by trying to pedal – at least short distances! Turkey sees an increasing number of international events that will be instrumental in establishing the bicycle culture such as the Presidential Cycling Tour of Turkey held in April, as well as global activities such as İstanbul Velonotte 2013, the nocturnal grand tour held in May following London and Moscow. The latter was accompanied by the Açık Radyo show that provided instant historic information about the route. Signaling that bike-enthusiasts must have their eye on the Lycian Way that Hillsiders had “challenged” in 2012, .the “Lycian Bike Festival” that will take place on 12-20 October is another noteworthy event from the following months’ schedule. Given that we are living in a world where 80% of all the people can afford bicycles whereas only 10% can afford cars, I follow with respect and admiration in the footsteps of Lao Tzu who said “A good traveler has no fixed plans and is not intent on arriving” and of Aydan Çelik who says “Every being that sits on the saddle will go blind just like a lover who has united with his loved one. And then will he see the world not as it is, but as he wants it to be”. So I say, “If there is no bread, let them eat cake, and if there are no buses, let them ride their bikes” and I invite you to the nearest bicycle. A SMILING THOUGHT Why on earth I suggested writing an article about ‘humor’! It is such a tough, such an elusive topic to write about... 40/41/42/43 Article: Berna Gençalp Some even say that “humor is not about being funny”. Such a philosophical mess... It will be a challenge to tidy things up! A writer faces the additional problems of whether the article should be laughable or extremely serious like the dozens I have read while researching. Should it start with history and end up with the current or should it take a shortcut and list the ironic Anglo-Saxon humor, the witty “Temel” jokes, and the Eastern satire? Big Fan of Smile Humor is an array ranging from a faint smile to laughing out one’s head. But there is no consensus on a single definition of humor. This bit is verified, though: laughing is a relaxing act. Many think that humor is born out of contradictions. The contrast, imbalance or incompatibility between that which happens and that which should have happened provide the fertile grounds for humor to flourish. Cemal Nadir regarded humor as a philosophical art that arises in the light of smile and thought. Ali Ulvi said humor inspired a “brainy” satisfaction. Who had said that ‘humor is a thought that laughs’? Was it Albert Einstein? Although scientists determined that other living things are also tickled and gave reactions similar to laughing, I guess it is characteristic of human beings to laugh in the absence of a physical stimulus. Aziz Nesin sums things up: “...only humans laugh and they laugh at humans only; if he has laughed at anything other than a human, then he has laughed for spotting a resemblance to the human being. The human is the unchanging subject, object and stimulator of laughter.” In other words, it is very human to produce humor and laugh. The Rescue “Only when a joke comes to our rescue can we laugh”, wrote Freud. The rescue bit is important. Thomas Hobbes defined the act of laughing itself as a sudden sense of superiority and arrogance. Laughing is a social discharge, as well as an individual one.In his article on humor, Afşar Timuçin described the relation between society and laughing: societies change their values when funny elements stand out. It is seen that the old starts to be ridiculous, as it struggles to maintain its existence. The new, the newcomer, and the rising have no laughable aspects. But if it acts strangely amid the turmoil of rising and displays contradictions, then we can’t help but laugh. Graphic Humor Until the Renaissance, humor was anonymous in the West. Things were not much different in our country, either. Even though there are not many in-depth academic studies about the historic development and characteristics of the Turkish humor, we know that all Nasreddin anecdotes are not attributable to a single mind. Humorous elements that are abundant in Karagöz and Hacivat shadow plays, Meddah (public storyteller) shows, and Keloğlan tales and some folk songs indicate at the strong sense of humor inherent in the Anatolian soil. While humorists in the West began gathering in magazines printing their signatures and using their real names in the 19th Century, Diyojen magazine was published in our country during the First Constitutional Era of the Ottoman Empire, which criticized the state and practically served as opposition. Based on some information that I found somewhat surprising, there were publications, pro and con, during the Turkish War of Independence, which printed very effective humor against both politics. While France showed a pioneering and consistent attitude in humor magazine publishing, German illustrators gathered under the roof of Simplicissimus Magazine after Hitler came to power, where they put up a powerful opposition against the course of events. Akbaba must be noted as a humor magazine that was published, even if not uninterrupted, from 1922 to 1972 in Turkey. During WWII, Markopaşa magazine got popular for its political humor. During the 1970s, those who produced graphic humor, or caricaturists, opted for sharing their works in exhibitions rather than in magazines. Then came the years with Gırgır, which was followed by humor magazines that were mostly released by illustrators who were on the cast of Gırgır and that are still being published. It would not be right to limit graphic humor to caricaturists only. There are painters with humoristic tendencies like Lautrec, Picasso, Klée, Cihat Burak and Mehmet Güleryüz. At the end of the day, coarse comedies fade way but humor earns respect in the eyes of the society as it shakes the obstacles against peace and democracy. Bertolt Brecht said that it is hard to live where there is no humor, but it is impossible to live where everything is about humor. The Bulgarians have a saying: “The World lives because it laughs”. Long live World! A DREAM THAT BEFITS MOVIES: THE BEVERLY HILLS HOTEL 44/45/46 Article: Elmira Gürses When the Beverly Hills Hotel was built in 1912 in open fields with a then-staggering investment of USD 500,000, Burton Green, the owner of Rodeo Land and Water Company, was hoping to lure the wealthy Easterners to this undiscovered paradise in the West. As the Beverly Hills Hotel stretching out on twelve acres rose with its white stucco exterior and terra cotta-colored roof tiles in Los Angeles reminiscent of the introduction of a mesmerizing legend told breathlessly, Burton was unaware of how his hopes would pale beside what would happen in reality. By 1914, the Hotel had attracted enough residents to incorporate as a city. Then, in 1920, Mary Pickford and Douglas Fairbanks built their county home in the nearby hills. Beverly Hills soon became one of the world’s smartest addresses. More stars followed, including Charlie Chaplin, Gloria Swanson, Buster Keaton, Rudolph Valentino, Tom Mix, and Will Rogers, buying the bean fields that surrounded the Hotel to settle down and transform them into prime real estate. The façade of the Hotel was originally designed in the Mediterranean style by Pasadena architect Elmer Grey. In 1940, a new wing was added to the twenty-three bungalows located in the gardens north of the main building. The iconic signage and the addition were designed by Paul Williams. With a fascinating history of 100 years, its glamour that makes it the venue of numerous films, its splendor enriched with every outstanding detail, and its decades-long hosting of many figures who have personally molded the world culture, the Beverly Hills Hotel has become a cultural heritage itself. The Hotel adopts an approach to service that makes each and every guest feel that they are part of an unforgettable fairy tale. From the moment they step out of their cars and hand the keys to the valet outside the Pink Palace, the guests witness a respectful, helpful and sublime service that makes one feel as the King Albert of Belgium or the Crown Prince of Monaco, who stayed here in the 1950s. It is usual for a Beverly Hills Hotel guest to book bungalow no. 20 that Marilyn Monroe bunked in in 1956, walk through the fascinating gardens where Broadway screenwriter Neil Simon’s California Suite was filmed, and spot stars nearby reading their newspapers while sipping a drink by the pool or at the Cabana Club... There are places where time stands still. No, I am not talking about those places that take you back to fifty or one hundred years earlier. I am talking about those that have an immortal spirit where you can feel the past, the present and the future all at the same time. I am talking about places, even if touched by state-of-the-art technology and design, where you can still hear the voices of personalities that have made a mark in the past echoing through the walls, where their souls so grandiosely accompany you, and where you feel the entire history in every brick. The iconic Pink Palace is one of those rare places that welcome us with a calm grandeur as if to claim that it will remain the center of the universe even one hundred years from today. HEALTH DERIVED FROM THE SOIL Organic Yoghurt, Smart House, Green Building – New terms in our lives... What do they mean and why is the world dealing with them? 54/55/56 Article: Neslihan Işık As is the case in food, the current global trend is to first “forget what we know”, and be surprised at what we find out since “we already knew that”. This is just like how we don’t know how to pickle like our grandmother does and how we only believe in its benefits only if doctors tell us... This is just like how the benefits of yoghurt were appreciated only after when probiotic varieties were introduced... Upon the industrial revolution, multi-storey, steel and reinforced concrete structures emerged in architecture when the need arose to fit more people in cities with growing populations. In time, the know-how of thousands of years of rural life faded away. As city-dwellers returned to nature and the countryside, they used high energy-consuming modern methods to climatize their country homes in a livable manner. The climatization systems that posed a threat against health and sustainability were accompanied by some new illnesses. I don’t suppose any of us avoided catching cold, suffering from asthma crises, and struggling with allergies triggered by the cold AC air... And muscle aches, as well... What about those having vascular diseases due to overheating in wintertime? The bacteria that reproduce on the filters? Crowning them all are high bills, which means high energy consumption and depletion of natural resources... There is one wonderful solution to the ecological collapse and health problems of our time, which has been used in Çatalhöyük that dates from 10,000 years earlier, and in the Van Fortress that has been withstanding earthquakes for 3000 years since the Urartu Kingdom: earthen structures. What does the term earthen or mudbrick remind you? Mud? Almost 100-year-old ramshackle houses in old villages? In Australia, America and many other countries, on the other hand, the term is associated with museums, schools and magnificent mansions. It is associated with contribution to the nature and human health... We watch what we eat based on the saying “bread is the staff of life”, or on the current principle of “you are what you eat”. We are interested in every detail from where it was grown, to whom it was picked by, how it was processed and transported. We watch our health and go to the gym. “What about the structural conditions of our houses? How healthy are they?” To keep our bodily temperature balanced, the ambient temperature must be between 18 to 24 degrees and humidity should be between 40-50%. This is where mudbrick manifests its merit on human health. A mixture of soil and other minerals, mudbrick has high heat insulation values, and is a naturally breathable material. This helps it keep the structure at the ideal humidity level for human health. With its heat-storing property, it keeps the inside cool when it is hot outside and vice versa with very little heating. Earthen houses are nothing like taking a bitter medicine for staying healthy. There is no rule that every healthy thing is ugly. Since architects discovered the energy saving and health contributions of the material in Australia, an island with limited resources, and in countries like Canada, Germany and France, they have been designing earthen museums, schools and houses with wonderful architectural features. Owners demand the material, too. They become a ring of the saving chain like buying an A+ fridge or using wind turbines. The building norms in the state of American state of New Mexico allow mudbrick only. The pilot structure built by Prof. Bilge Işık, my mother who has been researching earthen architecture for over 25 years, earthquake safety tests she has conducted, and internal and external wall temperature reading statistics endorse that people in Anatolia have been living in healthy and earthquake-resistant houses for more than 10 thousand years. Wanted across the world and now produced with modern construction techniques, kerpiç, as a green building, may well become a “brand” in smart houses with high health and sustainability perception, private villas and housing projects. Why not? For further information please visit the website of kerpiç'13 - New Generation Earthen Architecture: Learning from Heritage, which took place on 11-12 September 2013 at İstanbul Aydın University Florya Campus and during which I SCEAH (International Scientific Committee on Earthen Architectural Heritage) members established under ICOMOS (International Council on Monuments and Sites), one of the three formal advisory boards to UNESCO World Heritage Committee: www.kerpic.org/2013 INTERESTING UNKNOWNS ABOUT FAMOUS BRANDS... 64/65/66 Article: Burak Işık Twitter : @BurakISIK_ Blog : marka123.com Every brand has its own story. Three famous world brands were inspired by a coincidence, a bet and a landmark. Just browse through the following paragraphs to learn about some less-known aspects about Zara, Lacoste and Toblerone.. Why is Zara called Zara? Amancio Ortega was excited to be opening the first textile store in La Coruna in northeast Spain in 1975. He had come up with a wonderful name for his store. He would name his brand after the film Zorba the Greek starring Anthony Quinn that he had watched and loved. He spared no expenses to have ZORBA inscribed at the store entrance and had a special mold cast for the letters. He distributed flyers announcing that the store would open in several weeks. One of these flyers made its way to a bar owner in the same neighborhood. His bar was called Zorba and two Zorbas in the same place was one too many. The bar owner paid a rushed visit to Amancio Ortega and passed the message that the last comer was to change the name. So Ortega called the sign painter, cancelled the letters O and B and ordered two A’s. This is how the brandname Zara was born, which currently has nearly 1700 stores all over the world. 76 years of age, Amancio Ortega is named the richest person in Spain and ranked as the fifth richest person in the world by Forbes. Why does Lacoste have a crocodile logo? I have to state that Lacoste is named after René Lacoste, the famous French tennis player of the time. I know that many people think the word “Lacoste” means “crocodile” in French, but it should be noted that this is not true. René Lacoste and teammates were representing France in the Davis Cup... Before a critical match, the French team captain told René that he would give him a suitcase made of crocodile skin as a present if he won the match. The word got out to the press. René ended up losing the match but won himself a nickname: “the Crocodile”. Having embraced the nickname, René started wearing a blazer embroidered with a crocodile to his matches. When René Lacoste decided years later to venture into business life and create a brand named after him, the crocodile was inevitably the first logo to come to mind. So was born the logo as we know it today: a crocodile waiting for its prey with an open mouth above the word Lacoste printed in bold capital letters... Ever noticed that the Toblerone chocolate logo has a hidden bear? The number one “gift” for returns from international travels, the top product in Duty Free stores, Toblerone chocolate bar, which is well known for its distinctive prism box, was born in Bern, Switzerland. The Toblerone logo consists of embossed upper case red letters and the Matternhorn Mountain in the Alps. In that mountain figure hides a bear standing on its rear feet. I can almost hear you asking “why?”. Because bear is the symbol of the town of TOBLERONE’s origin. POPULAR CULTURE... POSSIBLY UNFAIR, BUT I GUESS THIS IS ROUGHLY THE 68/69/70 Article: Cihan Ünalan www.cihanunalan.com This is an endless world with hundreds, if not thousands, of superheroes that appear on the pages of comic books, million-dollar TV series and adapted movies, statuettes and figurines that collectors dream of, and soundtracks that we love to hear over and over again. It is, in fact, a power filled with creativity and artistry because when you are somehow involved, you end up feeling a creative urge. If you are curious to know about this world, or if you are one of the millions who have put their hearts in it, there is one address awaiting you: Comic Con International: San Diego. An annual convention, San Diego Comic Con was first organized in 1970. Initially dedicated to comic books, Comic Con was entirely transformed over time by the invasion of popular culture. Today, Comic Con presents horror films, animation films, anime, manga, toys, collectibles and an infinite range of other unimaginable things. Welcoming an average of 100,000 to 130,000 attendees every year, the Comic Con generated revenues of USD 175 million in 2012 - and this only on purchases! In other words, average spending per person was USD 1,750, and this figure did not include other expenses such as accommodation and food. When you get out of the cab and look up at the convention building, you get excited about the world ahead of you even before going in. It is like walking in to a film set, only this one is not about a specific topic. Imagine a set with all of the characters you have ever seen in movies, TV series, comic books and cartoons. You are engulfed by mind-boggling scenes ranging from Batman and Bane walking together, dressed in costumes that compare to the ones in the film to half-naked manga characters moving around in their colorful clothes and accessories, and from the Ghostbusters truck that suddenly passes you by with sirens sounding to 12-feet mechanical robots. The real adventure starts inside the building.... The convention space basically consists of three sections. The largest one is allocated to giant comic book publishers such as DC Comics, Dark Horse, and Marvel and to Sideshow, Hot Toys, Toynami and Gentle Giant. This area hosts all the major events, therefore calls for close attention! These sections feature the figurines and toys that will go on the market next year, the new comic book series to be released in 2014, live performances by illustrators, and much more. The second section is like a massive treasure hunt. It holds storeowners who have closed down their stores all across the USA for the 4-day duration of the event and shipped all their inventories to the convention. Their booths feature products, old and new, currently on sale rather than future releases. This is the place where you can spot the most unexpected vintage products or collectibles, or buy at rather cheap prices the figurines and toys that you have been hunting down for years, but were unable to get your hands on since their production is discontinued. The third and last section can be described under the heading ”art”. Here, you will find artists who have booths at the convention and the galleries representing them. It is really impossible not to get carried away here since you are exposed to numerous original artworks that do not normally make their way to the media. This is where you will find many things from several thousand-dollar paintings adorned with super heroes and figurines to vintage comics auction houses. Despite long hours of flight and distances, Comic Con International: San Diego is a must-see treat for those having even the slightest interest in these worlds, and it is certainly a unique life experience. HILLSIDE CHALLENGERS THEY MADE THEIR OWN STORIES! This interview is about the success stories and feelings of the challengers at Hillside City Clubs... 72/73/74/75/76 Interviews: İklima Doğan – Serra İnce Photos: Personal archives Although they are not professional athletes, they set their own challenges with an amateur spirit and put up a struggle that most of us will watch with awe and admiration. They ascribe a meaning to their efforts and they do succeed. That moment is the one that makes it all worthwhile! Seyhan CİVANLAR Electrical and Electronic Engineer Age: 57 Hillsider since 2008 I have been exercising 4 days a week for many years, but I grew an interest in running 5 years ago. I first took part in a race at the age of 53, running 15 km in the 2009 Eurasia Marathon. After that, I ran many half-marathons (21 km). I broke the Turkey record in my age group with a result of 1:52 in 21 km in the 2011 Runtalya Marathon. The same year, I finished fifth within 280 women in the Miami Half Marathon and got a podium medal. After these performances, my marathon runner friends convinced me that I could run the full marathon. I ran the Eurasia Marathon for the first time in October 2011 and finished in 3 hours and 58 minutes, setting a record as the first Turkish woman to run that distance in my age group. I ran the same marathon in 2012. Based on the times I finished in the Eurasia Marathons, I qualified for the 2013 Boston Marathon. The Boston Marathon admits only the best runners (based on their previous marathon times), so it is regarded as the world’s most prestigious marathon. It is an equally important challenge. I finished that one in 4 hours in 2013, and thus qualified to run the Boston Marathon again. My greatest motivation was to set an example for women runners since there are very few women at my age who can run these distances either in Turkey or in the world. My biggest motive was showing them that we, the Turkish women, could overcome this challenge, and setting an example for the younger generation. BERRY NAE Textile Age: 38 Hillsider since 2007 My earlier sport life consisted of playing football on artificial turf, playing basketball in school years, and watching matches at the stadium. By end 2008, I joined Hillside City Club-İstinye to lose weight, after which my life changed drastically. First of all, I lost 25 kilos in 6 months; afterwards, I exercised regularly to preserve my weight. During this time, I achieved better physical fitness; I took part in short distance running races and I went on with long distance races. I attained a better time in every new race and that built my confidence. I kept wanting to do better and I worked harder to reach my target. I wanted to do something different than marathon running so I began to deal with triathlon, which covers swim, bike and run courses. But the preparation is not an easy process. The weekly training can add up to 17 hours... Your life must be very disciplined and well organized. Success and appreciation, on the other hand, boost self-confidence incredibly. I am motivated by an urge to succeed and my wife has been my greatest support. The Norway triathlon started with the swim course, my weakest discipline. Because of that, I had started training in January. Running is my strongest discipline. I had planned to make up for the time I was going to lose in swimming through running, and to pedal well to end up with a good time. But I was so motivated for the race that I achieved much better times in all three branches than I had planned, particularly in the swim. At the end, I ranked 360th among 1,350 people. There are no words to describe my happiness when I completed the race and it was worth all the hard work. So I say, no halting and on with the work... Ozan Yeniçeri Finance Age: 33 Hillsider since 2007 I took an interest in sports when I was at university but the date I really started exercising is the day I joined Hillside... I began with weight training, but in time I focused on cardio training such as running and cycling. Currently, I am trying to run as much as I can. My first challenge was running in 2011 Eurasia Marathon. I was elected to the Hillside City Club-Etiler team to take part in 2012 Lycia Hillsider Challenge; I participated in the Hillside training for 6 months, but I could not take part in the event. The latest challenge I have proudly completed is the 2013 Paris Marathon. My program included Seastanbul and Forestanbul organizations, 21 km at 2013 Runtalya, morning/evening runs several days a week with running groups like Where are These Girls Running and Team Istrunbul Running Academy, as well as cycle classes 3 times a week. Probably my biggest motives were working out with friends from Hillside Etiler and Istrunbul who would take part in the marathon, and planning the Paris trip. I think I could best describe the emotions the marathon or running in general evokes in me as the fight between the mind and the body. Regarding my targets, I am motivated by the feelings I will have once I achieve a given target. I don’t have a fixed motto but “Feel Good” would be close to it, which rings in my ears in each training session.. . HILLSIDE CHALLENGERS ASLI ERGENÇ Occupation: EXECUTIVE ASSISTANT Age: 36 Hillsider since 2001 I took up athletics at the age of 11 at Enka Sports Club. After 13 years, I retired from professional athletics when I was with Fenerbahçe Sports Club. I was part of the Turkish National Team in 100 m hurdles, 100 m and 4x100 m races. I appeared in the 2004 Olympics promotional film. I was one of the Olympic torchbearers as the Olympic flame travelled through İstanbul before Athens 2004 Olympics. I joined Hillside right after I retired as a professional athlete. I have been exercising at Hillside City Club-Etiler for 12 years. As part of the National Athletics Team, I participated in various international competitions including the Balkan Championships and the European Champion Clubs’ Cup. You feel infinitely happy when you achieve a successful result after such intense and overpowering effort. In 13 years as a professional athlete, I have had many achievements with self-belief, desire, ambition and hard work. Being involved in an individual discipline, I competed against time and other people, which taught me to remain standing, to fight and never to give in, in terms of personal development. Currently, I do long runs as an amateur. I relive the thrill of racing by taking part in short races. What matters now is to finish the race and enjoy it... Nikola MARINCIC Occupation: Food Import Age: 46 Hillsider since 2010 I played tennis when I was young, but I did not do anything serious sport-wise in the past. Yet, once the mind is set, there is nothing one cannot do! I started running in 2008 with the 8-km fun run in the Eurasia Marathon. After running 10 km in 2009, 21 km in 2010 and my first marathon in 2011, I thought nothing could be harder and did my first olympic triathlon at the end of 2011. Then I found out about even-the-more-challenging Ironman. I first did Half Ironman in Belgium, which covered 1.9 km swim, 90 km bike ride and 21 km run courses for a total of nearly 113 km! After doing another Half Ironman later in Singapore, I did the Full Ironman in Nice in April. This is one of the toughest single-day races with a total course of 226 km made up of 3.8 km swim, 180 km bicycle ride and 42 km marathon stages. The challenge I took on this year was Marathon des Sables, the Marathon of the Sands. Held in the Sahara desert, the six-day event during which a competitor carries all the gear in a backpack is the world’s toughest foot race. This race taught me to be patient, to do with less, and to never give in. I prepared for this race running 3,750 km in total over 8 months. I did a single training session 4 days a week and two sessions 3 days a week. I also did weight training. My family has been a great support to me. The race was incredibly challenging. There were days when it was as hot as 52 degrees. You have to run non-stop on sand and gravel, with a 10-kg backpack. Sometimes at night, with every step I took in the dim torchlight, I asked myself why I was doing this! Even if it is hard, deep down you know it is going to end and hold on to that thought. Then comes an immense pride, the sense of achievement... You collect wonderful memories and rare emotions... Since my 40s when I started doing sports, I am most motivated by getting better every year. I intend to do this sport for many more years to come, to be physically fit and in form, and to experience special races... I can clearly say that the best bit is getting into the form that allows you to take part in these races. Not the finish line, but the path that leads to it is the most enjoyable part... ART BLOG 2 PLEASANT INTERVIEWS WITH 2 ARTISTS Arda Yalkın Born in 1974 in Ankara, Arda developed an interest in computers and music when he was in secondary school. Commodore, amiga, 8086 processors... 88/89/90 Interview: Çağla Cabaoğlu Photos: Artists’ archives He dropped out of two universities -Anadolu University, Tourism Department and Ankara University, Faculty of Languages, History and Geography, Department of Archeology/Restoration- in senior year to be a musician. In 1999, he settled down in İstanbul that he had been commuting to play the guitar. He worked on sound technology for a while, took an interest in video and animation, and started taking photographs in 2004. Today, Arda Yalkın is an artist producing works that touch the heart and travel to many exhibitions and international art fairs. What did motivate you to get so deeply involved in art? Can you tell us about your works? My motivation was to watch Cold Cut live. The team I had back then and I realized numerous live video performances for many Turkish musicians including Şebnem Ferah, Tarkan, Mor ve Ötesi, Pentagram, and Sertab Erener, as well as for many foreigners. Thanks to these experiences, I was involved in different aspects of analogous/digital sound and image processing. Until the first exhibition I took part in 2011, my portfolio included concert DVDs, music videos, commercials I had shot for international companies, and independent animated film projects. I was invited to Contemporary İstanbul Art Fair in 2011 for the video titled “Bir” (One) I produced for Pop Art Extended, the Video Cube compilation. The video received a positive response from the audience. My first solo exhibition that also covered my plastic works, "Çalışkan Küçük İnsanlar" (Hardworking Little People) took place in Alan İstanbul in September 2012. During the past 1.5 years, I participated in nearly 20 exhibitions and international art fairs, three of them in Athens. When did your interest in digital art first take root? What do you think about the future of digital art? It all started with demos when I was going to secondary school. This question deserves a binary answer. On one hand, you use digital technology to speed up conventional methods. I see that frequently especially in Turkey. For instance, you can apply very simple filters to a photo, print it out, and then apply paint on it. This means you surrender imagination and handwork to a software program. This results in serial production of identical works. On another hand, having full command of software and hardware to push their limits, and treating the computer as a material as if you are dealing with paints, brushes, enlargers or film leads to totally original and distinctive results. Those works that result from the first method have absolutely no future, but I believe that original digital works will enjoy gradually increasing value in the actionand innovation-craving art market. I have learned everything I know from online resources. Easily accessible information has less value in the eyes of the people... But my generation, which has chased records and CDs, hunted for cassette tapes and read encyclopedia, is able to deal with this situation. Technology brought very dissimilar disciplines closer. I think that non-multidisciplinary artists, save for exceptions, are not looking at a bright future in the digital medium. Where do you place Turkey in the field of digital art? We are lagging way behind. But there are also artists that I love such as Murat Germen, Refik Anadol, Candaş Şişman and Murat Pak – each one is top class. As far as I am concerned, computer is still demonized in the fine art faculties of well-known schools, but private universities began loosening. Many Turks are working in worldwide renowned studios, particularly in the animation industry. And another thing – the advertising sector practically swallows those who use the digital platform. They attract talented people with decent salaries and grind them. This is my first-hand experience. Had I not decided to change my life after a motorcycle crash, most probably I would also be working for an advertisement company. Looking back now, it feels so strange. A group of well-paid people who studied and got graduate degrees abroad are discussing the color of the reflection of a candy bar wrap. Burcu Yağcıoğlu Burcu was born in 1981 in İstanbul. She pursued her undergraduate studies in painting from 2001 to 2005 at Mimar Sinan Fine Arts University and got her master’s degree in Visual Arts and Visual Communication Design from Sabancı University. She moved to London in 2008, where she received a second master’s degree. She now lives in İstanbul and London. We would like to get to know you and your works better. My art practice covers video, painting and sculpture. I am interested in such themes as narration, storytelling, and fiction versus reality. There are many forms of narration. I am attracted to various potential forms of narration. According to Giorgio Agamben, “Even the Mona Lisa, even Las Meninas could be seen not as immovable and eternal forms, but as fragments of a gesture or as stills of a lost film wherein only they would regain their true meaning.” I produce my works work with a similar approach. I install images, sounds and things in the space, which refer to stories that are not fully revealing. On the other hand, I do not aim at ’true meaning’ in my practice. To the contrary, I am attempting to seduce the onlooker to actively engage in creating the story and the meaning. Do you have an idol or are there artists that you admire and follow? Gabriel Orozco is one of my favorite artists. I think that Orozco’s art and playing games are directly interrelated. His works are very creative; they also look effortless. I also love David Shringley, whom I believe flirts with the notion of games. He was nominated for the Turner Prize 2013. His artworks entail technical variety just like Orozco’s. He has that British-style sarcastic and satiric sense of humor. I also admire Nazım Ünal Yılmaz, a young artist from Turkey. Does your art practice have an aspect that dwells on and problematizes that which is social? Being a mass communication tool itself, art is social at any rate, since it is in close contact with philosophy and flirts with life and death. Even if art and artists may not directly dwell on political and social topics in artworks, they display that which is social, they pierce or establish it. Since the artist is a member of the society, his or her artworks reflect and affect that society. Let me give an example: I think that every country produces her own contemporary art. The art produced in Turkey and that in the UK are different from one another. A careful eye would be able to see the backgrounds of artwork productions in these countries, their current political standings, thinking methods, and what they do and do not care about.