sayi 40 k - Sağlik Ve insan Dergisi

Transkript

sayi 40 k - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ
Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ahmet SERPER
Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Çocuk Cerrahisi ve Çocuk Ürolojisi Klinik Başkanı
Bülent AKARCALI
Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı Eski Turizm Bakanı
Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR
İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL
Ankara Milletvekili
Prof. Dr. Haydar SUR
Biruni Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. İskender PALA
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Metin DOĞAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN
Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı, Medeniyet Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Murat TUNCER
Hacettepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mustafa SOLAK
Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR
TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı
Adana Milletvekili
Osman GÜZELGÖZ
Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü
Öznur ÇALIK
TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı
Malatya Milletvekili
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
Medipol Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi,
Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı
Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI
Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi
Prof. Dr. Uğur DİLMEN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Yunus SÖYLET
Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı
EDİTÖRDEN
Bu Çocuklar Hepimizin…
Yeryüzünün en değerli varlıklarından birisi de çocuklarımızdır. Allah’ın bizlere bahşettiği en güzel armağandır çocuk. Hepimiz için çocuklarımızın önemi
büyüktür ve çocuklarımız vazgeçilmezlerimizin başında gelir her zaman. Bu
kadar özel, önemli ve özellikli olan çocuklarımızın sağlığı da elbette ki çok
önemlidir ve üzerinde hassasiyetle durulmalıdır.
Sağlık ve İnsan’ın elinizdeki 40. sayısının kapak konusu “Çocuk ve Sağlık” dosyası oldu. Bu dosyamızda dikkatle ve keyif alarak okuyacağınızı umduğumuz
birbirinden değerli yazılar, öneriler ve tespitler yer alıyor.
Prof. Dr. Mintaze Kerem GÜNEL, Prof. Dr. Recep AKDUR, Dr. Yalım ÜNER, Prof.
Dr. Güner KAYA, Prof. Dr. Tarkan SOYGÜR, Prof. Dr. Elvan İŞERİ, Uzm. Dr. Necmettin DİN, Uzm. Dr. Memnune ALADAĞ, Özel Eğitim Uzmanı Didem DOĞAN
ÖKEK, Uzm. Dyt. Banu SALMAN ve Av. E. Sevi FIRAT’ın birbirinden ilginç, kapsamlı ve hepimizi yakından ilgilendiren yazıları Kapak Dosyamızda sizleri
bekliyor. Böylece Kapak Konusu dosyalarımızın iddiasını bu sayıda da sürdürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliyoruz.
Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Kanser Daire Başkanı Doç. Dr.
Murat GÜLTEKİN Hocamızın yazısı da 40. sayımızın özellerinden birisi. Prof.
Dr. Selçuk ASLAN ve Doç. Dr. Elgiz YILMAZ Hocalarımızın farklı ve ilgi çekici
yazılarını bu anlamda ayrıca hatırlatmakta fayda görüyoruz.
Dr. Sertaç DOĞANAY Nisan sayımızda da yazılarına devam ediyor. Yine Nisan
sayımızda pek çok bilim insanı çeşitli konularda dergimiz için özel yazılar hazırladılar. Prof. Dr. Aydan BİRİ, Prof. Dr. Nevbahar TAMÇELİK, Doç. Dr. Erdem
GÜVEN, Dr. Kıvılcım KAYABALI, Op. Dr. Hakan ÖZÖRNEK, Doç. Dr. Sinem CİVRİZ BOZDAĞ, Prof. Dr. Hakan UNCU yazıları ile sağlımızın insanına ve insanımızın sağlığına katkı sunuyorlar.
Hayatın İçinden köşemizde FOX TV İstanbul Haber Müdürü Orkun ÖZ’ün harika bir organ bağışı ve nakli öyküsü var. Yine Gezelim Görelim bölümümüzde
Derya ÖNCÜL farklı ve özel bir Ankara gezisi yaptıracak bizlere. Op. Dr. Gökçen ERDOĞAN’ın hazırladığı “Bana Masal Anlatma” filminin analizini de beğeni ile okuyacaksınız.
Artık ilgili herkes tarafından sağlık alanının referans ve prestij dergisi olarak
kabul edilen SAĞLIK ve İNSAN Nisan sayısında da dopdolu. Yazı ailemize katılan, değerli fikirlerini bizlerle paylaşan, dergimize katkı sunan bütün hocalarımıza, bilim insanlarımıza, hekimlerimize, dostlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz.
Sağlık ve mutlulukla geçecek bir aydan sonra MAYIS sayımızda yeniden buluşmayı diliyoruz.
Sevgi ve saygılarımızla…
AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ
Yıl: 4 Sayı: 40 • NİSAN 2015 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR.
EsasMedya Ltd. Şti. adına
/saglikinsandrg
Ayşe Aydın
/saglikveinsandergisi
www.saglikveinsandergisi.com
www.saglikveinsandergisi.com
[email protected]
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörü: Esra ÖZ Hukuk Danışmanı:
Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ensar ÜSTÜN Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım
Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83
Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: Şen Matbaa Özveren Sok. 25/B Demirtepe/ANKARA Tel : 0312 229 64 54
Basım Tarihi: Nisan 2015, ANKARA
Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir.
E-Nabız ile Artık Doktorlar
04 Bir “Tık” Uzakta
16
08
Çocuk Fizyoterapisti Olmak…
İlk 1000 Gündeki Beslenme Alışkanlıkları
Bebeklerin Tüm Hayatını Etkiliyor
42 Sınav Kaygısı
30
Çocuklarda Öğrenme
Güçlüğü
54
Medya Temcilcilerinden
Organ Bağışına Destek Sözü
76
Ankara
haber
E-NABIZ İLE ARTIK DOKTORLAR
BİR “TIK” UZAKTA
Sağlık Bakanlığı, Türk Telekom desteğiyle Türkiye’nin en kapsamlı kişisel e-sağlık hizmetini geliştirdi.
Vatandaşların tüm sağlık kayıtlarını
kendi istekleri doğrultusunda paylaşabilecekleri ve kayıtlarını her zaman
yanlarında taşıyabilecekleri “Dijital
Sağlık Karnesi” sistemi hizmete giriyor. Türkiye’nin lider teknoloji şirketi
Türk Telekom desteği ile geliştirilen
“E-Nabız” sistemi, vatandaşlara bir
“tık” ile Türkiye’deki istediği doktora
ulaşma fırsatı sağlayacak. E-Nabız
Türkiye’deki tüm kamu hastanelerinde kullanılabilecek. Proje büyüklüğü
ile Türkiye’deki sayılı e-devlet projelerinden biri olacak.
E-Nabız, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu ve Türk Telekom Grubu’nu
temsilen Kurumsal İş Birimi CEO’su
Mehmet Ali Akarca’nın katıldığı bir
törenle kamuoyuna duyuruldu. Sağlık Bakanlığı’nın, tüm sağlık kuruluşlarının bilgi sistemlerini birbirine
entegre ettiği ve Türkiye’nin öncü
iletişim teknolojileri şirketi Türk
Telekom’un desteği ile hayata geçen
“E-Nabız”, vatandaşların kişisel sağlık
kayıtlarına, hem kendilerinin hem
de dilerlerse ilgili sağlık personelinin
internet ortamından erişebilecekleri
bir platform olarak hizmet veriyor.
“E-Nabız” sayesinde sağlık kurum ve
kuruluşlarında gerçekleştirilen tüm
kontrol ve operasyonlar tek bir veri
tabanına kaydediliyor. Vatandaşlar
ve vatandaşın verdiği yetki kapsamında Türkiye’nin 81 ilindeki tüm
kamu sağlık kuruluşları, kişisel sağlık
4
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
kayıtlarına erişebiliyor. Vatandaşların
laboratuvar tahlillerinden radyoloji
görüntülerine, hastane ziyaretlerinden randevu geçmişlerine kadar tüm
sağlık kayıtlarını, bu kayıtları kendi
istekleri doğrultusunda paylaşabilecekleri ve kayıtlarını her zaman yanlarında taşıyabilecekleri “Dijital Sağlık
Karnesi”’ sistemi hizmete giriyor.
Bakan Müezzinoğlu: “E-Nabız sağlıklı
geleceği parmağımızın ucuna taşıyor”
Projenin sağlık alanında faydalarıyla
birlikte önemli bir tasarruf sağlayacağını da belirten Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, “Ülkemizin geleceğe daha umutlu bakabilmesi için
geçen yıllarda büyük ve önemli hizmetlere imza attık. Bugün de sağlık
dinamiklerinin iletişimle buluştuğu
bir gündeyiz. Bu ülke insanının sağlık
anlamında daha fazlasını hak ettiğini
düşünüyor ve teknolojinin tüm imkanlarını bu yolda kullanmaya gayret ediyoruz. E-Nabız sağlıklı gelecek
için sağlık hizmetlerini parmağımızın
ucuna getiren bir sistem. Dünyanın
dijital sağlık alanında en gelişmiş hizmetini sağlıyor. Sağlık hizmetlerinde
vatandaşımızla olan iletişimimizi ve
koordinasyonumuzu kuvvetlendirecek E-Nabız sistemini çok önemsiyor
ve benzer projelerle vatandaşlarımıza çok daha iyi bir sağlık hizmeti sağlamak ve sağlık sektöründe dünyada
önde koşan ülkelerden biri olmak
için çalışmalarımızı sürdürüyoruz”
şeklinde konuştu.
Türk Telekom’dan sağlık için büyük adım
E-Nabız uygulaması ile Türkiye’nin
nabzının bundan böyle internet
ortamında atacağını belirten Kurumsal İş Birimi CEO’su Mehmet Ali
Akarca, “Türk Telekom Grubu olarak,
Türkiye’nin dijital dönüşümü hedefiyle attığımız adımlar arasında çok
değerli yer tutan bir projeyi daha hayata geçiriyoruz. Sağlık Bakanlığımızın vatandaşlarımıza sunduğu sağlık
hizmetlerine yepyeni bir soluk getirecek ‘E-Nabız’ sistemine katkı sağlamanın gururu içerisindeyiz” dedi.
Uygulamanın 81 ile yayılacağını anlatan Akarca, konuşmasında şunları söyledi: “E-Nabız uygulaması,
’Türkiye’nin sağlığı için Türkiye’nin
teknolojisi’ sloganıyla hayata geçiyor.
Uygulama ilk etapta 860 hastane ve
sağlık kuruluşunda devreye girecek,
ardından hızla yayılmaya devam
edecek. Türkiye’nin 81 ilindeki tüm
kamu sağlık kuruluşlarından kişilerin onayıyla kişisel sağlık kayıtlarına
erişebilmek mümkün olacak. Türk
Telekom’un üstün güvenlikli veri
merkezinde depolanacak bilgiler, vatandaşlarımıza sağlık hizmetlerinde
zaman ve mekân avantajı sağlayacak. Türkiye’nin bilgi toplumu olma
yolunda birlikte attığımız adımlarla,
ülkemizin sağlık altyapısını da vatandaşlarımız için çok daha verimli ve
kolay kullanılır hale getireceğiz.”
Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı
Dr. Şuayip Birinci e-nabız sisteminin
nasıl işleyeceğini anlattı.
SİSTEM NASIL İŞLEYECEK?
• Sisteme giriş yapmak için TC Kimlik Numarasıyla birlikte; E-devlet
şifresi, elektronik imza veya mobil
imza kullanılabiliyor. Buna ek olarak cep telefonuna gönderilen tek
kullanımlık erişim kodu da erişim
güvenliği için ikinci bir katman
oluşturuyor. Başka bir yöntem
olarak, e-devlet şifresi olmayan
kişilerin aile hekimine cep telefonu numarasını kayıt yaptırarak,
telefonuna SMS ile iletilecek şifre
ile sisteme giriş yapmaları da sağlanabilecek.
• E-Nabız, sağlık kuruluşlarında alı-
nan tüm hizmetlere detaylı bir
şekilde vatandaşlarımız tarafından
erişilmesinin yanı sıra, yine vatandaşlarımızın günlük, saatlik, hatta
anlık olarak temel sağlık göstergelerini bizzat kendilerinin kaydedebileceği ve gerektiğinde doktoruna gösterebileceği bir özelliği de
içinde barındırıyor. E-Nabız sayesinde, akıllı cihazlardan alınan tansiyon, şeker gibi ölçüm verileri ile
bilekliklerden alınan nabız, adım
sayısı gibi veriler sağlık profiline
kaydediliyor. Bu bilgiler karşılaştırmalı olarak görüntülenebiliyor.
tandaşların, istediklerinde kendi
sağlık verilerini sistemden tamamen silebilmeleri de mümkün.
• Hekimler arasında, kişilerin rızaları
doğrultusunda sağlık kayıtlarının
paylaşılabilmesinin
tekrarlayan
sağlık harcamalarını düşürmesi
hedefleniyor. Böylelikle sistem ile
bir yandan tekrarlanan sağlık maliyetleri azaltılacak, diğer yandan
paylaştığı takdirde vatandaşın acil
hayati bilgilerine anında ulaşılabilecek.
• Vatandaşların en gelişmiş güven- • Vatandaşların sağlık kurum ve kulik sistemleriyle korunan sağlık
bilgileri kendi rızaları olmaksızın
kimseyle paylaşılmıyor. Ayrıca va-
ruluşlarında gerçekleştirilen tüm
tetkik, kontrol ve operasyonları
e-Nabız ile tek bir veri tabanına
kaydediliyor. Türkiye’nin 81 ilindeki tüm kamu sağlık kuruluşları kişisel sağlık kayıtlarına erişebiliyor.
• E-Nabız, sağlık kuruluşlarında alı-
• Vatandaşlar, sağlık kuruluşlarında
aldıkları tüm hizmetleri E-Nabız
üzerinden değerlendirebildikleri
gibi, yakında E-Nabız sisteminin
mobil uygulamasında bulunan
112 acil butonunu kullanarak acil
durumlarda en hızlı hizmeti alabilecek. 112 acil butonu vatandaşlarımızın acil durumlarda anlık
konumlarını ve sağlık durumlarını
112 Acil Merkezi’ne bildirmelerini
sağlayarak daha hızlı ve daha kaliteli hizmet almalarını sağlayacak.
Engelliler için de planlanan 112
Acil uygulaması çok yakın zamanda tanıtılacak.
• E-Nabız ile hastaneden randevu
almak için Merkezi Hekim Randevu Sistemi’ne ayrıca giriş yapmaya
gerek kalmıyor. Takvim üzerinden
‘Randevu Al’ butonuna basarak
kişi randevusunu alabiliyor.
nan tüm hizmetlere tüm detaylarıyla vatandaşlarımız tarafından
erişilmesinin yanı sıra, yine vatandaşlarımızın günlük, saatlik, hatta
anlık olarak temel sağlık göstergelerini bizzat kendilerinin kaydedebileceği ve gerektiğinde doktoruna gösterebileceği bir özelliği
de içinde barındırıyor. E-Nabız sayesinde, akıllı cihazlardan alınan
tansiyon, şeker gibi ölçümler ve
bilekliklerden alınan nabız, adım
sayısı gibi veriler vatandaşların
sağlık profiline kaydedilebilecek,
bu bilgiler karşılaştırmalı olarak
görülebilecek.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
5
haber
TÜRKİYE’DE KİŞİSEL SAĞLIK KAYDI
DÖNEMİ BAŞLIYOR
Artık tüm vatandaşların laboratuvar
tahlillerinden radyoloji görüntülerine, hastane ziyaretlerinden randevu
geçmişlerine kadar tüm sağlık kayıtlarına erişebilecekleri, bu kayıtları
kendi istekleri doğrultusunda paylaşabilecekleri ve kayıtlarını her zaman yanında taşıyabilecekleri bir
sistem hizmete giriyor. Tekrarlayan
sağlık harcamalarının önüne geçerek
önemli bir tasarruf sağlaması planlanan e-Nabız projesinin, hem yüksek
sayıdaki kullanıcı hedef kitlesi, hem
de veri büyüklüğü açısından Türkiye’deki en önemli e-devlet projelerinden biri olması hedefleniyor.
Sağlık Bakanlığı’nın, tüm sağlık kuruluşlarının bilgi sistemlerini birbirine entegre ettiği ve Türkiye’nin
öncü iletişim teknolojileri şirketi Türk
Telekom’un desteği ile hayata geçen
‘e-Nabız’, vatandaşların kişisel sağlık
kayıtlarına, hem kendilerinin hem de
dilerlerse ilgili sağlık personelinin erişebilecekleri bir platform olarak hizmet veriyor. ‘e-Nabız’ sayesinde sağlık
kurum ve kuruluşlarında gerçekleştirilen tüm tetkik, kontrol ve operasyonlar tek bir veri tabanına kayde6
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
diliyor. Vatandaşlar ve Türkiye’nin 81
ilindeki tüm kamu sağlık kuruluşları,
kişisel sağlık kayıtlarına erişebiliyor.
Bu sayede vatandaşlar istedikleri zaman, aldıkları tedavilerin detaylarını
görebiliyor ve yine kendi rızaları doğrultusunda yakınlarıyla ve istedikleri
doktorlarla paylaşabiliyor. e-Nabız,
tablet bilgisayarlar ve akıllı telefonlar
için geliştirilen mobil uygulama ile
kolayca kullanılabiliyor, böylece vatandaşlar kendilerine ait tüm sağlık
bilgilerini artık yanlarında taşıyabiliyor.
e-Nabız, sağlık kuruluşlarında alınan
tüm hizmetlere detaylı bir şekilde
vatandaşlarımız tarafından erişilmesinin yanı sıra, yine vatandaşlarımızın günlük, saatlik, hatta anlık olarak
temel sağlık göstergelerini bizzat
kendilerinin kaydedebileceği ve gerektiğinde doktoruna gösterebileceği bir özelliği de içinde barındırıyor.
E-Nabız sayesinde, akıllı cihazlardan
alınan tansiyon, şeker gibi ölçüm verileri ile bilekliklerden alınan nabız,
adım sayısı gibi veriler sağlık profiline kaydediliyor. Bu bilgiler karşılaştırmalı olarak görüntülenebiliyor.
11 Acil Uygulaması
Vatandaşlarımız sağlık kuruluşlarında aldıkları tüm hizmetleri e-Nabız
üzerinden değerlendirebildikleri gibi
e-Nabız sisteminin mobil uygulamasında bulunan 112 acil butonunu
kullanarak acil durumlarda en hızlı
hizmeti alacak. 112 acil butonu vatandaşlarımızın acil durumlarda konum ve sağlık bilgilerini acil servise
bildirmelerini sağlayarak hizmetin
hızına hız katacak. Engelli vatandaşlarımız için de planlanan uygulama
çok yakın zamanda tanıtılacak.
Vatandaşlarımızın en gelişmiş güvenlik sistemleriyle korunan sağlık
bilgileri, kendi rızaları olmaksızın
kimseyle paylaşılmadığı gibi, vatandaşlarımız istediklerinde süreli ya da
süresiz profillerini kapatabilecek.
Kısacası e-Nabız, Sağlık Bakanlığımız
tarafından hem kullanıcısı hem de
yetkilisi bizzat vatandaşımızın olacağı bir altyapı ile oluşturulan, sağlıkta
devrim niteliği taşıyan bir sistem olarak hizmete kalite ve hız getirecek.
kapakkonusu
ÇOCUK FİZYOTERAPİSTİ OLMAK…
Prof. Dr. Mintaze Kerem GÜNEL
Hacettepe Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi Fizyoterapi ve
Rehabilitasyon Bölümü Öğretim Üyesi
Çocuk Fizyoterapistleri Derneği Başkanı
Üniversite sınavlarında tercihlerimi
yaparken tesadüf eseri öğrenip yazdığım ve kazandığım “fizyoterapi ve
rehabilitasyon” bölümünde bu sene
öğrenciliğimle birlikte 30 yıl geçti. O
dönemler yalnızca Hacettepe Üniversitesi bünyesinde yer alan fizyoterapi
ve rehabilitasyon bölümünü bitirip
fizyoterapist olduğum ilk günden
buyana mesleğin tüm güzelliklerini
ve zorluklarını yoğun bir şekilde yaşadım. Nörolojik problem, ortopedik
problem, gelişimsel problemler, ağrı,
kuvvetsizlik, duyu problemleri, ekstremite kayıpları, travmalar, ilerleyici
hastalıklar, bu yazının kapsamın tek
tek belirtemeyeceğim bir çok neden
ile hareket yeteneği, günlük yaşamda bağımsızlığı etkilenmiş kişilere
umut olan fizyoterapistlik mesleği…
8
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
Hele ki çocuklar. Daha anne karnında
yada doğumunun ilk dakikalarında
ve yaşamının ilk yıllarında yaşıtlarına
göre gelişim problemi yaşayan, çocukluğunu yaşayamayan çocuklar.
Bazı çocuklar bilişsel, duyusal ve motor özelliklerde, iletişim becerilerinde
ve motor işlevlerde yetersizlik göstermektedir. Bu gelişim alanlarındaki
bir yada birden fazla yetersizlik çocuğu olumsuz yönde etkileyebilmekte
yaşamda onları bağımlı kılmaktadır.
Bu durum doğal olarak tüm aile fertlerini de etkilemektedir. Bağımsız yaşam becerileri çocuğun başkalarına
bağımlı olmadan yaşamını sürdürmesi için gerekli olan becerileri içermektedir. Günlük yaşam becerileri,
bağımsız yaşam becerileri kapsamında yer alan çocuğun ve ailesi ile ilgili
becerilerden oluşmaktadır.
Çocuk fizyoterapisti, en az 4 yıllık
fizyoterapi rehabilitasyon lisans egitimini alarak fizyoterapist unvanı almış, çocuk alanında özelleşmiş fizyoterapistlerdir. Çocuk fizyoterapistleri;
bebek, çocuk ve adölasanların çeşitli
konjenital, gelisimsel, kas-iskelet
sistemine ait ve sonradan edinilen
bozukluk ya da hastalıkların tedavisi
üzerinde özelleşmişlerdir. Tedaviler;
kaba ve motor becerilerin, denge
ve koordinasyonun ve kuvvet ve enduransın geliştirilmesinin yanında
kognitif ve duyusal sürecin ve entegrasyonun geliştirilmesine de yardım
eder.
Çocuk fizyoterapistleri genel fizyoterapi bilgisi üzerine, normal çocuğun
büyüme ve gelişimi, çocuklarda nöromusküler sistem ve motor gelişim
özelliklerinin kronolojik süreci hakkında bilgi sahibidirler. Çocuklarda
gelişim açısından normalden sapmaya neden olabilecek problemlerin
fizyoterapi ve rehabilitasyonunda
görev alırlar. Çocuk fizyoterapisti,
doğumdan adelösan döneme kadar,
bir hastalık, bozukluk ya da travmaya
bağlı olarak fonksiyonel kısıtlılık ve
özre sahip çocukların değerlendirme, prognoz ve tedavisi ile ilgilenir.
Pediatrik rehabilitasyon; çocuklarda
prenatal, natal ya da postnatal nedenlerle oluşabilen fiziksel, bilşsel,
duyu-algi ya da kognitif bozuklukların yarattığı özür ya da engel tablosuna ekip yaklaşımını gerektirir.
Doğum öncesi, doğumsal ve doğum
sonrasında fiziksel ve zihinsel gelişi-
mi yönde etkileyen çeşitli nörolojik
bozukluklarda fizyoterapi rehabilitasyon açısından uygun değerlendirme yaklaşımlarının belirlenmesi
ve gereken fizyoterapi rehabilitasyon
programlarının oluşturulması ve aile
eğitimi konusunda görev alırlar. Ayrıca, çocuklarda uygulanabilen operasyon öncesi ve sonrası değerlendirme
ve fizyoterapi uygulamalarında da
görev alırlar. Çocuk fizyoterapisti, erken dönemde sağlık problemlerinin
tespitine yardımcı olur ve çocuklarda
meydana gelen bozuklukları tedavi
etmek için çeşitli tedavi modalitelerini kullanır.
talıklar ve geçirilen travmalar 0-6 yas
arasındaki çocuklarda özüre yol açabilecek fiziksel ve zihinsel yetersizliklere neden olmaktadır. Toplumun ana
öğesi olan aile kavramında biyolojik
ve sosyolojik devamlılığı sağlayan
çocuğun beynindeki bir hasar, nörolojik bozukluklara neden olacak ve
beraberinde getirdiği sorunlarla hem
çocuk ve aileye, hem de topluma yansıyacaktır. Bu durum ileride özüre yol
açarak aile eve çocuğu fiziksel, sosyal
ve psikolojik anlamda olumsuz yönde etkileyecek problemlerin erken
dönemde tespiti ve rehabilitasyonu
büyük önem taşımaktadır.
Sonuç olarak, çocuk fizyoterapistleri,
özürlü çocuklara günlük yasam aktivitelerinde en iyi fiziksel performansı kazanabilmeleri için yardim eder.
Yasa uygun gelişimsel basamakların
sağlanmasında, (örn; emekleme,
oturma, ayakta durma ve yürüme)
yasa uygun kaba motor ve akranlarıyla okul aktivitelerine daha iyi katilim sağlanmasında ve hareket genişliğini, kuvvet, mobilite, postür, denge
ve enduransın bağımsız fonksiyonun
geliştirilmesi üzerine çalışır.
Erken müdahale multi-disipliner bir
yaklaşım olmalıdır. Fizyoterapi yönünden erken rehabilitasyonu ele
alacak olursak, fizyoterapi programına mümkün olduğunca erken başlanması, ileride oluşabilecek kas tonusu
bozukluğuna bağlı kas iskelet yapısında oluşacak deformiteleri, postür
bozukluklarını azaltmakta, normal
motor gelişimi hızlandırarak hareketliliğin erken sağlanmasına olanak
vererek problemli çocuğu ve aileyi
psikolojik yönden desteklemektedir.
Erken fizyoterapiye başlamanın ilerde oluşacak eklem bozuklukları, kas
zayıflıkları ve duruş bozukluklarını
önleyerek motor gelişimi hızlandırır.
Ayrıca erken dönemde başlayan ev
egzersiz programları aile eğitiminin
motor gelişim açısından destekleyici nitelik taşır. Gelecekteki özürü en
aza indirmek amacıyla nöromotor
bozukluğu olan yüksek riskli bebeklerde erken rehabilitasyon gereklidir.
Fizyoterapi rehabilitasyon programında ailenin de bulunması hedeflere ulaşmayı hızlandıracaktır
Tüm Avrupa ülkelerinde ve ABD’de
“Early intervention” diye adlandırılan “erken müdahale” kavramı; erken
teşhis, tedavi ve rehabilitasyon yaklaşımlarını içermektedir. Hedef kitle
yaşı 0-6 yas, bebeklik, erken çocukluk
ve okul öncesi dönemi kapsamaktadır. Doğum öncesi, doğum sırasında
veya doğum sonrası erken çocukluk
döneminde (0-2 yas) meydana gelen
problemler sonrası oluşan veya oluşabilecek fiziksel ve zihinsel gelişim
geriliklerinin erken teşhis ve rehabilitasyonu ana hedeftir. Erken tanı,
erken rehabilitasyon olanağı sağlar,
bu da var olan problemin rehabilitasyonunu olumlu yönde etkiler. Altta
yatan nedenin erken aydınlatılması
ile eğer tedavi mümkün ise gerileme duraklatılabilir yada önlenebilir.
Kalıtımla ilgili olgularda kardeş tekrarları önlenebilir. Ailenin erken bilgilendirilmesi çocuğa göstereceği
ilgiyi olumlu yönde artırarak, onun
gelişimini hızlandırabilir. Ülkemizde
akraba evlilikleri, anne yaşı, hamilelik
döneminde oluşan problemler, beslenme problemleri, olumsuz doğum
şartları, prematüre ve yenidoğan servislerinin yetersiz olması, bulaşıcı has-
giderek artmaktadır. Erken dönem
fizyoterapi ve rehabilitasyon programları riskli bebeklerde doğar doğmaz başlaması gereken bir süreçtir.
Bu programlar yenidoğan döneminde başlayıp 12 aya kadar hastanede
yenidogan ve çocuk servislerinde,
fizyoterapi merkezlerinde veya fizyoterapist tarafından önerilen ev programı seklinde uygulanan fizyoterapi
yaklaşımlarını içerir.
Erken dönem fizyoterapi programlarına “Riskli bebekler” dahil edilmektedir. Riskli bebekler, 37 haftanın altında doğan prematüre bebeklerden,
düşük doğum ağırlığına sahip zamanında doğan veya çeşitli nedenlere
bağlı gelişimde geriliğin görüldüğü
bebekleri kapsayan bir gruptur. Gelişimsel geriliğe sebep olan nedenlerden bazıları arasında doğum sırasında oksijensiz kalma, beyin kanaması,
solunum ve doğumsal kalp problemleri, sarilik, enfeksiyonlar, tekrarlayan
nöbetler sayılabilir.
Normal çocukta motor, duyusal ve
bilişsel bütünlük gelişimin en önemli
parçalarındandır. Herhangi bir nedenle bu bütünlüğün bozulması değişik
seviyelerde özür olarak ortaya çıkabilmekte ve normal gelişimi olumsuz yönde etkilemektedir. Çocuğun
yaşına uygun gelişim seviyelerinde
problemlerin tanımlanmasında, özel
uygulamalara ihtiyacı olan çocukların
belirlenmesinde, motor gelişim problemleri için riskli çocukların takibinde
ve tedavi programının etkisini ve yararını kanıtlamada özel değerlendirme yöntemleri kullanılmaktadır.
Bu nedenle, aileler rehabilitasyon
yaklaşımlarının başlangıcından itibaren rehabilitasyon ekibinin çok
önemli üyeleridir. Çocuk ve aile arasındaki iliksinin artması günlük yasam aktiviteleri ve sosyal iletişimde
iyileşmeyi sağlamaktadır. Aileler çocuklarına durumu kabullenmeleri ve
bu problemle yasamaları konusunda yardımcı olmalıdırlar. Çocugun
kendine güvenini geliştirmeye daha
fazla çaba göstermeli ancak aşırı koruyucu tutum gösterilmemelidir.
Fizyoterapistler, riskli bebeğin değerlendirmesinde altın rol oynarlar.
Özellikle kaba ve ince motor gelişimde gecikmesi olan veya gelişimi şüpheli bebekleri değerlendirirler. Bu değerlendirmelerin çocuklar için birçok
önemli amacı vardır: gelişimdeki gerilikleri tanımlamak, çocuğa özgü fizyoterapi uygulamalarını planlamak,
çocuğun ilerlemesini gözlemlemektir. Genellikle fizyoterapistler, erken
rehabilitasyon programına karar verirken klinik deneyimlerini kullanırlar.
Ancak bu karara mutlaka standart
test sonuçları yardım etmelidir.
Erken dönem fizyoterapi ve rehabilitasyon uygulamalarının önemi
dünyada olduğu gibi ülkemizde de
Gelişimsel fizyoterapi değerlendirilmesi yasa uygun duyusal-motor
cevapları, motor becerileri ve koordiSAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
9
nasyonu, gelişimsel postüral kontrol
ve denge reaksiyonlarını, kas-iskelet
durumunu içermelidir. Çocuğun nöro-motor değerlendirmesi genellikle
motor gelişim ve duyusal gelişim, kişisel ve sosyal gelişim ve dil gelişimi
baslıkları altında incelenmektedir.
Bebeğin yaşamının ilk yılı beyin gelişiminde kritik bir dönemdir. Güncel
çalışmalar, beyinde yüksek yenilenmenin ve hızlı öğrenmenin “olduğu
bebeklik süresince uygulanan müdahalenin daha etkili olabileceğini ileri
sürmüştür. Bu yüzden gelişim geriliği
olan bebeklerin erken dönemde tanımlanması, uygun müdahalelerin
yapılabilmesi için önemlidir.
Erken müdahale, nörogelisimsel bozukluğa sahip bebeklerde Serebral
Palsi (SP) gibi fiziksel sonucu değiştiremese bile yüksek riskli bebeklerin
takibi ikincil kas iskelet sistemi bozukluklarının azalmasına ve SP’li çocukların fonksiyonel yeteneklerinin
artmasına sebep olur. Erken dönem
fizyoterapi yaklaşımları arasında ülkemizde de dünyada olduğu gibi
en yaygın kullanılan yöntem Bobath
nörogelisimsel tedavi yaklaşımıdır
(NGT).
Erken dönem NGT yaklaşımlarında
amaç; beyinin yenilenmesinden yararlanarak normal hareketlerin geli-
10
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
şimini sağlamak, fonksiyonel hareket
yeteneğini geliştirmek, kas-iskelet
sistemi deformitelerini engellemek,
duyusal ve motor deneyimleri normalleştirmek, aile eğitimi vermek,
nöromotor değişiklikleri düzenli
kontrollerle izlemektir. Böylelikle çocuğun fiziksel, bilişsel, psikolojik ve
sosyal açılardan mümkün olan en bağımsız seviyeye ulaşması için çalışılır.
Aile eğitimi, erken dönem fizyoterapi programının en önemli parçasıdır. Ailenin bebeği kabullenmesi,
rehabilitasyon programına aktif katilimi, kontrollerine düzenli gelmesi
bebeğin yaşamının ileriki dönemlerindeki ihtiyaçlarının karşılanması
ve maksimum gelişimi elde etmesi
için en temel şartlardandır. Bu yüzden aileye çocuğun durumuyla ilgili
doğru bilgiler verilir. Aileye özel pozisyonlamaların, tutuş tekniklerinin
öğretilmesini, ailenin ve çocuğun ihtiyaçlarının belirlenmesi aile eğitimi
için gereklidir.
Özetle çocuklarda erken müdahale
içinde erken fizyoterapi programına
başlamanın özürün şiddetinin azaltılması ve fonksiyonel bağımsızlığın
kazanılması, kronik bir durum olan
çocuklarda ileride oluşacak deformite ve limitasyonlarin önlenmesinde
önemlidir. Ülkemizde çocuk özürlerinin yüksek bir oranda yer alması,
ve çocuk fizyoterapi-rehabilitasyon
merkezlerin büyük şehirlerde toplanması, var olan merkezlerin yetersizliği, sosyal güvence problemleri
gibi nedenlerle ev egzersiz programı
oldukça yoğun bir şekilde uygulanmaktadır.
Riskli bebek, Serebral Palsi, Yagın gelişim geriliği, Spina bifida, Obsterik
brakial pleksüs yaralanmalari, Down
sendromu, Konjenital tortikollis ,
SSPE, Gullian barre sendromu, Travmatik SSS yaralanmaları, Gelişimsel
problemler, Hidrosefali, Juvenil romatoid artrit, Hemofili, Skolyoz gibi
problemlerin yarattığı bağımsızlığı
engelleyen problemleri en aza indirmek için rehabilitasyon ekibinde
yer alan fizyoterapistlerin en yüksek
etik ve profesyonel standartlarının
gelişimine katkıda bulunmak, Sağlık
sektöründe pediatrik fizyoterapi ve
rehabilitasyonun ve “ çocuk fizyoterapistliği” farkındalığını artırmak için
2004 yılında Çocuk Fizyoterapistleri
Derneği kurulmuştur.
Nöro-motor bozukluğa sahip, gelişimsel problemleri olan, hayatlarında, hareketlerinde “engel” olan
bebeklerin ve çocukların yaşam kalitelerinin arttırmak ve hayatlarında
bir “fark” yaratabilmek biz fizyoterapistlerin ana hedefidir.
7.09 .1984
12. 09. 20 14
Geleceği birlikte güvenle
büyütüyoruz.
kapakkonusu
TÜRKİYE’DE ÇOCUK OLMAK
Prof. Dr. Recep AKDUR
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Zekada, teknik terminolojisi ile mantıksal aklında (IQ- Intelligence Quotient) genetik aktarımın önemli bir yeri
var. Bu aktarım X kromozomu üzerinden yapılıyor. Bu nedenle de insan
zekasında anne genetiği belirleyici.
Benzer bir biçimde fiziksel kapasitede de genetik aktarım çok önemli bir
rol oynuyor.
Nineler, dedeler, anne ve babalardan
gelen hücrelerin genetiği, ya da ince
ve derin geçmiş bir yana, çocukların
fizik ve akıl kapasitesinde anne sağlığı özellikle de gebelik dönemindeki
sağlık çok önemli. Bu nedenle de annelerin gebelikleri süresince aldıkları
tıbbi bakım, kendi sağlıkları açısından olduğu kadar çocukların akıl ve
beden sağlığı açısından da belirleyi12
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
cidir. Başka bir söylemle çocukların
sağlıklı ve yetenekli olması, anne karnına düştüğü andan itibaren annenin ve çocuğun bakımına özellikle de
tıbbi bakımına bağlı. Bundan ötürü
de; çocuk olmak dünyaya gözünü açmakla değil, anne karnına düşmekle
başlıyor.
Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması
2013’e (TNSA 2013) göre Türkiye’de
2013 yılında yaklaşık 654.362’si (%51)
erkek, 628.700’ü (%49) kız olmak
üzere 1.283.062 bebek doğdu. Bunların 20,529’una(%1.6) nüfus cüzdanı
alınmadı. Başka bir söylemle 2013
yılında doğan bebeklerin yaklaşık 20
bininin bırakın sağlık sigortasını nüfusa kaydı bile yok.
Türkiye’de 2013 yılı itibari ile,
22.779.900 çocuktan 17.084.925’inin
(%75) aşı kartı var. Karamsar anlatımla, 5.694.975 (%25) çocuğun aşı kartı
yok, 683.397 çocuk hiç aşı olmamış.
Bir kez daha tekrarlamak gerekir ise,
yaklaşık 684 bin çocuk aşı nedir bilmiyor.
Türkiye’de
doğan
bebeklerin
141.137’sinin (%11) annesinin sağlık sigortası yok ve 34.643’ünün
(%2,7) annesi gebeliği süresince
herhangi bir tıbbi bakım görmemiş,
141.137(%11) bebeğin annesi ise
yetersiz tıbbi bakım almış. Gebeliği
süresince yeterli tıbbi bakım (dört
ve daha fazla) gören anneden doğan
bebeklerin sayısı 1.141.925(%89).
Türkiye’de
doğan
bebeklerden
25.661’i(%2) gebeliği süresinde doktor yüzü görmeyen bir anneden
doğmuş. Doğumu sırasında doktor
yardımı görmeyen bebeklerin sayısı
da aynı. Yani Türkiye’de 25.661(%2)
bebek doğumu sırasında hekim yardımı görmüyor. Evde doğan bebeklerin sayısı ise 29.510 (%2,3). Gebe
olan her on kadından biri ve emziren
annelerin %17’si sigara içiyor.
Bebek ölüm hızı, yalnızca bebeklerin değil aynı zamanda da toplumun
sağlık düzeyini de gösteren en duyarlı ölçütlerden biri. Çünkü bu ölçüt,
toplumum tüm özelliklerinden etki-
lenir. En çok da annenin hamile iken
gördüğü sağlık bakımından etkilenir.
Türkiye’de bebek ölüm hızı binde
17’dir. Yani bir yılda doğan bin bebekten 17’si birinci yaş gününün göremeden ölüyor. Bu hız gelişmiş ülkelerde binde üç dolayındadır. Başka
bir anlatımla Türkiye’de bebek ölüm
hızı gelişmiş ülkelerden yaklaşık 5,5
kat daha yüksektir.
Annenin öğrenim düzeyi ve toplumsal konumunun, üreme davranışı,
gebeliği önleyici yöntem kullanma,
çocuk ve bebek bakımı dolayısı ile
de çocuk sağlığı üzerinde çok büyük
bir etkisi vardır. Kadınlara ilişkin sayılar ile hesaplamalar yapıldığında;
361.823 (%28,2) bebeğin annesinin
ilkokul diploması bile yok. Annesi ilkokul bitiren bebeklerin sayısı
463.185 (%36,1), ortaokul bitiren bebeklerin sayısı 193.742(15,1), lise ve
üzeri okul bitiren bebeklerin sayısı ise
263.027(%20,5). Bu bebeklerin yaklaşık 59.021’ini (%4,6) henüz kendisi
çocuk, oyuna bile doymamış olan anneler doğurdu. On beşinci yaş gününe girmemiş annelerin doğurduğu
bebek sayısı ise 51.322 (%4).
Türkiye nüfusu 2013 yılı itibari ile
76,7 milyon dolayındadır ve bunun 22.779.900’ü (%29,7) 0-18 yaşta olan çocuklardır. Bu çocuklardan
13.164’ü(%0.06) anne babadan yoksun (öksüz ve yetim), 1.578.486(%6)
çocuk ayrılmış olan anne ya da babadan birisi ile yaşıyor. Yalnızca annesi ile yaşayan çocukların sayısı
1.315.405(%5) yalnızca babası ile yaşayan çocukların ise sayısı 263.081 (%1).
TUİK 2012 verilerine göre; Türkiye’de
6-17 yaş grubunda 15 milyon 247
bin çocuk var. Bunlardan 1.296.250’si
(%8,5) okula devam etmemektedir.
Bunlar içinde çalışan çocukların sayısı 893.000’dir. Çalışan çocukların 292
bini 6-14 yaş grubunda, 601 bini ise
15-17 yaş grubunda. Çalışan çocukların %52,6’sı ücretli veya gündelikli
işçi, %46,2’si ise ücretsiz aile işçisidir. Çalışan çocukların %49,8’i aynı
zamanda bir okula devam ederken,
%50,2’si okula devam etmemektedir.
6-17 yaş grubundaki 7 milyon 503
bin çocuk, ev işlerinde ailesine yardımcı olduğunu ifade ediyor.
Cinsellik yaşamın eğlenceli ve zevkli
bir parçası ancak planlanmayan veya
istenmeyen bir gebelikle sonlanması partnerlerin özelikle de kadınların
karabasanı. Çocuklar için ise, istenmeyen bir çocuk olmak onarılmaz bir
yara, bıraktığı hasarı hiçbir şey tedavi
edemez. Gebelikten korunma özellikle de etkili yöntemler kullanma bir
yandan cinsel yaşamdan zevk almayı sağlarken öte yandan istenmeyen
çocuk doğurma sorununu da önlüyor. Uygun koşullarda ve zamanda
doğan bebekler ise ebeveyni ve çevresi için büyük bir mutluluk kaynağı.
TNSA 2013’e göre son beş yılda geçekleşen doğumların genel olarak
%74’ü istenen, %11 şimdi değil de
daha sonra olsa idi iyi olurdu diye
düşünülen, %13’ü ise istenmeyen
doğumlardır. Bu oranlar çocuk sayısı
ve yaşla değişiyor. Örneğin dördüncü çocukların %40’ı istenmeyen gebelikler sonunda doğuyor. Kırk yaşından sonra oluşan gebeliklerin ise
%42’si istenmiyor. İstenmeyen gebeliklerden binlercesi istemli düşüklerle
sonlandırılıyor. Bunlardan bir kısmın
da tıbbi olmayan yöntemler kullanılıyor. Buna rağmen her yıl yüz binlerle istemeyen planlanmayan çocuk
meydana geliyor.
TNSA 2013 verilerini bebek sayısına
uyarladığımızda 2013 yılında doğan 1.283.062 bebekten yaklaşık
166.798’i(%13) istenmeyen bebektir. Yukarıda da sözü edildiği gibi bu
oran eski yıllara gittikçe ve çocuk
sayısı arttıkça çok daha yükseliyor.
Yakın bir geçmişte gebeliklerin üçte
biri istenmeyen gebelikler idi. Eğer
bu oranları göz önüne alarak hesap
yaparsak çok vahim bir sonuçla karşı
karşıya kalırız.
Eski büyüklükler bir yana bırakılır
ve yalnızca 2013 yılının oranları ile
hesap yapılır ise bile Türkiye’de 18
yaş altındaki 22.779.900 çocuğun
2.961.387’si(%13) istenmeyen çocuktur. Sonuç ortada yüzlerce bebek
cami avlusuna, hastane kapısına bırakılıyor. Türkiye’de 18 yaş altında olan
ve ebeveynsiz yaşayan çocuk sayısı
1.366.794(%6) bunlardan 1.138.995’i
(%5) annesine terk edilmiş ve babasız
yaşıyor. Ailesi tarafından terk edilen,
bakılamayan/ bakılmayan çocuklara
Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kapasitesi yetmiyor. Binlerce çocuk sokaklarda yaşıyor. Milyonlarca çocuk
çalışmaya zorlanıyor. Trabzon pazar-
larında satılıyor, geçici işçi kahyası ya
da vekiline teslim ediliyor.
Tüm bu bilgiler gösteriyor ki
Türkiye’de çocuğun adı yok. Bırakalım sokağı ailede çocuğun adı yok,
evde adı yok. Bir ailenin yaklaşık yarısı çocuklardan oluşuyor. Ailelerin yaşadığı evlerin/dairelerin herhangi bir
yerinde ailenin yarısını oluşturan bu
çocuklara ilişkin herhangi bir mimari
unsur var mı? Evde çocuk ölçülerini
gözeten bir yapı var mı? Lavabolar,
klozetler hepsi erişkin boyutunda.
Evlerde misafirler için ikinci tuvalet,
banyo ve misafir salonları var. Evlerin salonları, ikinci tuvaletleri yani
yaklaşık %30’u belki bir gün gelecek
misafirlere ayrılmış durumda. Ama
çocuklara ayrılan çocuk boyutlarına
ayarlanan herhangi bir yer ve yapı
yok.!
Kentlerde, sokaklarda çocuğun adı
yok. Sokaklarda, caddelerde dolaşırken çocuğa ilişkin herhangi bir mimari yapı görebilir misiniz? Oysaki
kentin nüfusunun en az yarısı çocuklardan oluşuyor. Evet çocuk parklarına rastlayabiliriz. Ancak çocuk parklarına dikkatli bakmak gerekir. Bir
zamanlar, gözlerinden zeka fışkıran
belediye başkanlarımız, çocuk parklarındaki oyuncakları 7-70 yaş için
inşa ettikleri ile övündüler. Okullar
akla gelebilir. Okullara çocuk gözü
ile bakmak gerekir. Türkiye’de kaç
okulda tuvaletler ve lavabolar çocuk
boyutunda. Bu örnekler hep kamu
kuruluşlarından oldu. Sanılmasın ki
özel kuruluşlar çocuk dostu. Özel yerlerin de farkı yok. Çoğunlukla çocuklara hizmet veren fast-foodlara bakın.
Pisuarlar, lavabolar, klozetler erişkin
üstelik de Amerikan erişkini boyutunda. Hiçbir mimaride hiçbir yapıda
çocuk düşünülmemiş. Türkiye’de çocuk olmak çok zor. Evde ailede çocuk
olmak çok zor. Kentte, köyde, caddede sokakta çocuk olmak çok zor.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
1. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2013,
Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü, Kasım
2014
2. Türkiye’de Çocuk ve Genç Nüfusun Durumunun Analizi 2012, UNİCEF
3. Çocuk İşgücü Anketi Sonuçları, 2012, TUİK
Haber Bülteni Sayı:13659 Nisan 2013
4. İstatistiklerle Çocuk 2013 TUİK
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
13
kapakkonusu
ÇOCUKLARI FAZLA ÖVMEK
ONLARA ZARAR
VERİR Mİ?
Hollanda’nın Amsterdam Üniversitesindeki bilim insanlarının, 7-11 yaş arası çocuklara
yönelik yaptıkları araştırmaya göre, anne-babası tarafından sürekli olarak övülen çocukların,
“Narsist” olma riskini arttırdığını ortaya koyuyor. Psikiyatrist Dr. R. Sabri Yurdakul, anne baba
davranışlarının çocuklar üzerindeki etkileriyle ilgili açıklamalarda bulunuyor.
Psikiyatrist Dr. R. Sabri Yurdakul,
çocukları takdir etmenin ve onların
olumlu özelliklerini öne çıkarmanın
güzel olduğunu, özgüvenlerini arttıran bir davranış olduğunu söyledi.
Dr. Yurdakul şu açıklamalarda bulundu: “Sevilen ve takdir edilen çocuklar kendilerini daha iyi hissederler, “Ben yapabilirim, başarabilirim”
diyerek farklı konularda deneme
cesaretini gösterirler ve yapamam,
edemem diye düşünmedikleri için
geri çekilmezler. Ancak her işte olduğu gibi övgü konusunda da aşırıya gidildiğinde ters teper, bu sefer
içi boş bir özgüvenle kendi değerini
abartıp diğer insanları küçük görerek narsistik bir kişilik yapısı geliştirirler. “Ben zekiyim, zeki insanların
başarılı olması için ders çalışmasına
gerek yok” diyerek ders çalışmayabilir, bir yere kadar zekası ile başarılı
olsa da zekanın yetmeyip çalışmanın gerektiği durumlarda ise performansları düştüğü için başarısız
olacaklardır” dedi.
“Çocuklarınızın Zekâsını Değil
Davranışlarını Övün”
Psikiyatrist Dr. R. Sabri Yurdakul,
bu araştırma gibi bir başka araştır14
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
mada da zekâsı övülen çocuklarla,
çalışma gayreti övülen çocukların
karşılaştırıldığını belirterek, çalışma
gayreti övülen çocukların daha başarılı olduğunu, zekâsı övülen çocukların ise başarısının daha geride
kaldığını söyledi. Bunun da nedeninin zekânın bir yere kadar yetip
bir yerden sonra yetersiz kalması
olduğunu, bununla birlikte gayretin
övülmesinin ise çabayı arttırıcı özelliğinin olduğunu ve çabanın artarak
devam ettiğini belirtti. Her şeyin
dozunda olması gerektiğini sözlerine ekledi.
Psikiyatrist Dr. R. Sabri Yurdakul
övgünün zeka, güzellik, yetenekler
konusunda olabileceğini belirterek
şöyle söyledi: “Övgülerin özgüven
arttırıcı etkisi vardır. Ancak bu etki
belirli bir yere kadar olumlu tesir
ederken bir yerden sonra bu övgülerin doğruluğu konusunda çocuklarda kaygılar başlamaktadır. Bu
kaygıları doğru çıkaran deneyimler
de olursa bu sefer aksi tesir yaratmakta ve özgüven kaybı yaşanmaktadır. Örneğin müziğe yeteneği
olduğunu düşündüğümüz çocuğumuz bu yeteneği çok desteklendiğinde bir süre başarılar elde edecek
bir süre sonra ise “Ya başarısız olursam, ya kimseler beğenmezse” diyerek kaygı duyup müzik aleti çalmak istemeyecektir. Bu da sonuçta
onu müzikten uzaklaştıracak ve
enstrümanı çalmayı bırakabilecektir. Sonuçta çocuklarımızı överken
dikkatli olmalı, aşırıya kaçmamalıyız. Övgünün doğal yeteneklerden
daha çok çalışma ve başarma gayretine yönelik olmasına dikkat etmeliyiz. Zekânın ve yeteneklerin sonu
vardır ama gayretin sonu yoktur”
dedi.
Dr. R. Sabri Yurdakul
kapakkonusu
İLK 1000 GÜNDEKİ
BESLENME ALIŞKANLIKLARI
BEBEKLERİN TÜM HAYATINI ETKİLİYOR
3’üncü Fetal Hayattan Çocukluğa İlk 1000 Gün Gebe ve Çocuk Beslenmesi Kongresi’nde konuşan Nutiricia
Medikal Direktörü Yalım Üner, “Araştırmalar gösteriyor ki bebekler, büyüme süreçlerindeki en hızlı gelişimi
ilk 1000 günde yani annenin hamileliğinin başlamasından, çocuğun 2 yaşını doldurmasına kadar geçen
süreçte gösteriyorlar. Ve yine araştırmalar gösteriyor ki, 1000 gündeki beslenme alışkanlıkları, sağlıklı bir
ömür sürdürülmesinde genetik faktörlerden daha önemli olabiliyor” dedi.
Sağlıklı bir ömür sürdürülmesinde
genetik faktörlerden daha etkili olan
“İlk 1000 gün” hakkında son bilimsel
araştırma ve tartışmaların paylaşıldığı
“3’üncü Fetal Hayattan Çocukluğa İlk
1000 Gün Gebe ve Çocuk Beslenmesi
Kongresi” yapıldı. Sağlık Bakanlığı ve
Yükseliş İktisadi ve Stratejik Araştırmalar Vakfı (YİSAV) tarafından Nutricia Anne Bebek Beslenmesi sponsorluğunda düzenlenen Kongre, üçüncü
senesinde tüm Türkiye’den anne ve
bebek sağlığı alanında faaliyet gösteren 700’e yakın sağlık çalışanını biraraya getirdi.
Kongre kapsamında gazetecilerle
buluşan YİSAV Başkanı Doç. Dr. Ferit
Saraçoğlu ve Nutricia Anne Bebek
Beslenmesi Medikal Direktörü Yalım
Üner, Türkiye’nin anne bebek beslenmesi alanında dünyadaki konumunu
gösteren önemli açıklamalar yaptılar.
16
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
En Hızlı Gelişim İlk 1000 Günde
30 yıldır Türkiye’de faaliyet gösterdikerini ve bu süre zarfında sağlıklı
nesillerin yetiştirilmesine katkıda
bulunmanın öncelikli hedefleri olduğunu belirten Yalım Üner, şunları söyledi: “Araştırmalar gösteriyor
ki bebekler, büyüme süreçlerindeki
en hızlı gelişimi ilk 1000 günde yani
annenin hamileliğinin başlamasından, çocuğun 2 yaşını doldurmasına
kadar geçen süreçte gösteriyorlar. Ve
yine araştırmalar gösteriyor ki, 1000
gündeki beslenme alışkanlıkları, sağlıklı bir ömür sürdürülmesinde genetik faktörlerden daha önemli olabiliyor. Nutricia Anne Bebek Beslenmesi
olarak, bu araştırmaların sonuçlarını
daha fazla kişiye ulaştırmak, annelerimizin bu konudaki bilgi birikimlerini
artırmalarına destek olmak amacıyla
birçok etkinlik düzenliyor, birçok etkinliğe destek oluyoruz. Sağlık personellerinin katılımıyla yapılan bu
kongreyi desteklemeyi de, katılımcıların annelerle iletişime geçen birincil kişiler olmalarından dolayı önemli
bir görev olarak görüyoruz.”
Bebeklerin İlk 6 Ayda Sadece Anne Sütü
İle Beslenmesi Gerekir
Konuşmasında 25 yıllık bir hekim olarak bebek beslenmesindeki püf noktalara işaret eden Yalım Üner, “Anne
sütü bir mucizedir. Bebeklerin ilk 6
ayda sadece anne sütü ile beslenmesi gerekir. Altı aydan sonra aylara
göre değişen miktarlarda tamamlayıcı besinler verilebilir. Ama ilk 1000
gün bitene yani çocuk 2 yaşını doldurana kadar anne sütü beslenmeye
dahil olmalıdır” dedi.
Anne Kucağının, Anne Kokusunun ve
Sütünün Yerini Hiçbir şey Tutmaz
Nutricia’nın tüm dünyaya yayılmış
800’ü aşkın Ar-Ge personeliyle, anne-bebek beslenmesindeki doğruları
bulmak üzere çalışttığını kaydeden
Üner, “Anne sütü bir mucize ve biz
çalışmalarımızla bu mucizeye yaklaşmaya çalışıyoruz. Gururla söyleyebilirim ki en fazla yaklaşan firma biziz. Ama yine şunu da söylemeliyim:
Anne kucağının, anne kokusunun,
sütünün yerini hiçbirşey tutmaz. Biz
de bu yüzden ‘yeter ki anne sütü olsun biz destekleyelim’ diyoruz” dedi.
Üner şunları söyledi: “Yakın ya da
uzak komşularımıza baktığımızda, ne
İran ne Irak ne Almanya’da annelerin
çocuklarına süt verme konusunda
Türkler kadar hassas olmadığını görüyoruz. Emzirmeye Türk annesi kadar duyarlı yaklaşan yok.”
Nutricia’nın Bu Pazar İçindeki Payı Yüzde 70
Türkiye’de bütün segmentleriyle aylık mama satışının ortalama bin 600
ton olduğu ve Nutricia’nın bu Pazar
içindeki payının yüzde 70 olduğu bilgisini de veren Üner, “Bu rakamı toplam bebek rakamına böldüğümüzde
emzirmeye bizim kadar önem veren
Endonezya’nın gerisinde olduğunu
görüyoruz” dedi.
‘Bağışıklık Sistemi Zayıflıyor’
Kongre Başkanı Doç. Dr. Ferit Saraçoğlu ise yaptığı konuşmada “İlk
1000 günde doğru beslenmenin,
özelliklede anne sütü almanın çok
önemli olduğu, pek çok bilimsel çalışmayla desteklenmektedir. İlk 1000
gündeki yetersiz beslenme sadece
kronik hastalıkların, psikiyatrik bozuklukların artmasına, fiziksel, beyinsel ve metabolik fonksiyonların
bozulmasına değil, immün sistemin
zayıflamasına dolayısıyla pneumoni,
diyare gibi enfeksiyonların artmasına
da yol açmaktadır” dedi.
Kongremiz 700’e Yakın Sağlık
Personelinin Katılımıyla Gerçekleşiyor
Saraçoğlu şunları söyledi: “Artık anne
bebek beslenmesi konusunda doğ-
Yalım Üner
ruların ne olduğunu bildiğimize göre,
bu doğrulara göre davranmamız ve
annelerimizi de bu doğrultuda eğitmemiz gerekiyor. Son üç yıldır, anneler ile birebir temasta olan sağlık personelinin bu konudaki farkındalığını
artırarak bu yöndeki bilinçlendirme
çalışmalarına katkı sunuyoruz. Bu yıl
rekor kırdık. Kongremiz 700’e yakın
sağlık personelinin katılımıyla gerçekleşiyor. Bu başarının en önemli etkeni STK, özel sektör ve devletin birlik
içinde olması.”
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
17
kapakkonusu
BEBEKLERDE UYKUSUZLUĞUN NEDENİ
BESİN ALERJİSİ OLABİLİR
Bebekleriniz uykuya dalmakta zorlanıyor, uykuda çok hareket ediyor ve yatakta yer mi değiştiriyor?
Daha çok kucakta, araba koltuğunda uyumaya çalışıyor ama yatağa yatırıldığında uyanıyor mu?
Çocukların ve bebeklerin tıpkı yetişkinler gibi uyku sorunu yaşayabildiklerini ve bu sorunun beyin gelişimlerini olumsuz etkilediğini belirten
Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, çocuklarda besin alerjisinin uyku problemlerine neden olduğunu söyledi.
Amerika’da Mart ayı “Uykusuzluk Farkındalık” ayı olarak kutlanırken Çocuk
Sağlığı ve Hastalıkları, Çocuk Alerji
uzmanı Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, çocuklardaki uyku problemleri
ve besin alerjileri hakkında bilgi verdi.
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Çocuk
Alerji Uzmanı Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, uyku problemlerinin besin
alerjisinden kaynaklandığını, özellikle inek sütü alerjisinin çocuklarda
uyku problemi yarattığını söyledi.
Süt alerjisinin klinik bulguları olan
bebeklerde, tipik bulgular yoksa bile
sadece sütün diyetten kesilmesiyle
uyku problemlerinin düzeldiğini belirtti. Yapılan araştırmalarda, sütün
diyete tekrar eklenmesiyle birlikte
uyku problemlerinin de ortaya çıktığını dile getirdi. Doç. Dr. Antony; “Besin alerjisi olan çocukta uykusuzluk
problemi yaşanırken, bunun besin
alerjisinden kaynaklandığı anlaşıla18
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
biliyor. Fakat hiçbir besin alerjisinin
klinik bulgusuna rastlanmayan çocuklarda, elle tutulur - gözle görülür
teşhis, uykusuzluk ve uyku problemiyle yapılabiliyor” dedi.
Her yaşta olduğu gibi bebeklerde
ve çocuklarda iyi uykunun, sağlıklı
olmakla doğrudan ilişkili olduğunu
belirten Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, kendi kliniğinde izlediği birçok
besin alerjili çocuğun uyku probleminin, diyetten çıkardığı alerjik besinle
ve diğer alerji tedavileriyle çözüldüğünü söyledi. Aşağıda belirttiği bulgulardan bir ya da bir kaçını yaşayan
çocukları olan anne babaların, doktorlarına bu konudan mutlaka bahsetmelerini ve besin alerjisine özellikle inek sütü alerjilerine karşı dikkatli
olmalarını tavsiye etti.
• İyi uyuyamama
• Uykudan çok sayıda uyanma
• Daha çok kucakta, araba koltuğunda uyumaya çalışma ama düz
bir zemine ya da Yatağa yatırıldığında uyanma
• Horlama
• Uykunun
bütün gece boyunca
sürmemesi
• Gün içinde uyanık kalamama
• Gün içindeki performansını düşük
olması
Çocuklardaki Uyku Problemleri
• Uyku apnesi
• Yatağa gitmeyi reddetme
• Uykuya dalmada zorlanma
• Uykuda çok hareket etmesi, yatağın içinde çok yer değiştirmesi
• Çok fazla kâbus ve kotu rüya görmesi
Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony
kapakkonusu
ÇOCUKLARDA ANESTEZİ: ÖZEL MİDİR?
GÜVENLİ ANESTEZİ UYGULANABİLİR Mİ?
Prof. Dr. Güner KAYA
İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim
Dalı - Çocuk Anestezisi Sorumlusu
Grup Florence Nightingale
Gayrettepe Hastanesi
Kısaca evet, çocuklarda anestezi özeldir, özel ilgi ve özel deneyim ile ve iyi
bir ekip çalışması ile güvenli anestezi
uygulanabilir.
Tıpta çocuklardan bahsedilirken
hep’’Çocuk, erişkinin küçük hali değildir’’ denir. Gerçekten çocuk çok
özel bir varlıktır; anatomisi, fizyolojisi, ilaçlara verdiği cevaplar erişkinden
çok farklı ve dezavantajlıdır.
Anestezi, çoğunlukla bir cerrahi girişim gerektiren durumda, canlılara
(insan ya da hayvan) uygulanır; ve
bu cerrahi girişimin uygulanabilir
20
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
olmasını, canlının ağrı duymamasını (hissizlik) sağlar. İşlem boyunca
yaşam desteği sürdürülür. Kelime
eski Yunanca’dan gelir ve AN-ESTEZİ
kelimelerinden oluşur; duyarsızlık,
hissizlik anlamındadır. Hayati fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici bilinç kaybı ve reflkeslerde azalma
sağlanır. Anesteziyoloji, cerrahinin
yapacağı travmaya ve zararlı etkilere karşı hastanın korunması, başta
solunum ve dolaşım sistemi olmak
üzere hayati fonksiyonların devamlı
izlenmesi, ve gerekli tedavilerin anında yapılması, ve ameliyat sonrası ağrı
tedavisi ile ilgilenen pozitif bir bir bilim dalıdır. Günümüzde gelişen son
teknolojinin tüm yararlarından en
çok faydalanan branşlardan biridir.
Anestezistler hasta hayatını izlemede
ve tedavide kazandıkları bu deneyim
ile bu konudaki teknolojik olanakları
kullanma ve uygulamadaki becerileri
nedeniyle hasta hayatının tehlikeye
girdiği durumlarda yaşamsal destek
veren Yoğun Bakım(Reanimasyon)
ünitelerinde de görev alan hekimlerdir. Anesteziyoloji ve Reanimasyon
branşının uygulayıcıları doktorlar,
Tıp Fakültesinden sonra Üniversite
ya da Eğitim hastanelerinde 4-5 sene
bu dalda gece - gündüz çalışıp bilgi
ve deneyimlerini geliştiren ve bir uzmanlık tezi hazırlayarak, hocalardan
oluşan bir kuruldan sınava girerek
onların mesleki yeterliliğini onayladığı ve diploma verdiği hekimlerdir. Bir
anestezi hekimi diplomasını alırken
çalışmış olduğu hastanenin olanaklarına göre bulunan çeşitli cerrahi
branşlarda; genel cerrahi, beyin sinir
cerrahisi, çocuk cerrahisi vb anestezilerinde deneyim kazanır. Mesleklerini uygularken en başta gözetmeleri
gereken tıbbi ahlaki kurallar ve hasta
özelinin gizliliğine saygı göstermeleridir. Hasta haklarına özen göstermek
ve bireye uygulanacak işlemlerde bireyin onamını almak bir hekimin ilk
sorumluluğudur.
Çocuk Cerrahisi Anestezisi ise anestezinin en özel branşlarından biridir.
Çocuk anestezisinin uygulaması da
ancak çocuk cerrahisinin iyi gelişmiş
olduğu yerlerde gelişmiştir.
Anestezi tehlikeli midir?
Elbette, bilinçsiz, eğitimsiz, deneyimsiz kişiler tarafından, uygun olmayan
koşullarda, teknolojinin olanaklarından yararlanılmadan uygulandığında anestezi gayet tehlikeli olabilir.
Gazetelere konu olan anestezi ile ilgili ölüm olaylarında hastaya ait nedenler ön planda olabildiği gibi bir
araya gelmiş birden çok hata, kaza ya
da teknolojik yetersizlik söz konusu
olabilir.
İyi eğitim almış anestezi hekimi hastanın genel durumuna, hastayı ameliyata getiren hastalığının dışında
taşıdığı diğer hastalıklara, hastanın
geçireceği ameliyatın cinsine ve en
önemlisi kendi yetenek ve deneyimlerine, sahip olduğu olanaklara göre
seçeceği anestezi tipine karar verir. Kuşkusuz cerrahiyi uygulayacak
meslektaşı ile ve hastası ile konuyu
tartışır, onları bilgilendirir, hastasının
onayını alır.
Anestezi; hastanın tamamen bilinçsiz olduğu genel anestezi veya tamamen bilinçli olduğu ya da kısmen
sedasyon verildiği rejyonal(bölgesel)
anestezi şeklinde uygulanabilir. Seçim ameliyatın cinsine, hastanın özelliklerine, anestezistin deneyimine ve
hastanın tercihine göre yapılır.
Çocuk (pediyatrik) Anestezisi
Çocuklara uygulanacak anestezi
özeldir; tecrübe, bilgi, yetenek gerektirir.
En önemli özellik; sağlığına kavuşabilmesi için cerrahi ve doğal olarak
anestezi girişimine gereksinimi olan
çok özel insan yavrusunun organlarının, hayati sistemlerinin henüz
olgunlaşmamış olmasıdır. Sağlıklı
normal yaşam için bile başkasına
muhtaç olan bir çocuk kendini ifade
edemez, karar verme yetisi yoktur.
Onun yerine anne, babası ve hekimi
karar verecek ve uygulayacaktır. Bu
da karar vericiler için büyük sorumluluktur.
Yenidoğan, yani yaşamın ilk bir aylık
çağında dahi zaman zaman bebeklerin cerrahi ve genel anestezi gereksinimleri olmaktadır. Bu dönemde genellikle doğumsal anomaliler
veya ameliyat edilmezse yaşamsal
sıkıntılar çıkarabilecek durumlarda
ameliyat söz konusudur. Yenidoğan
ameliyat ve anestezisi çocuk anestezisinin de çok özel bir dalıdır. Bebek
anne karnında kordon vasıtasıyla
annesi tarafından beslenir, oksijen
ve karbondioksit alışverişi yapılırken
doğumla birlikte olgunlaşmamış
sistemleri ile bu görevleri kendisi
yüklenmeye başlar. Bu hayati işlemleri sağlayabilmesi için de dolaşım ve
solunum sisteminde henüz olgunlaşmamış yapıların değişmesi ve anne
karnının dışındaki yeni hayata uyum
sağlaması gerekir.
Yenidoğan Anestezisi Neden Risklidir?
Vücutta oksijen ve karbondioksit
alışverişini sağlayan ve taşıyan sistem olan havayolları ve akciğer, kalp
damar sistemi anestezi için hayati
önem taşır. Yenidoğan bebekte havayolları ve akciğer anatomik ve fonksiyonel olarak erişkinden çok farklıdır,
yönetimi zordur.
Kalp kasları yeterince gelişmemiştir,
kalbin sinir yönetimi iyi değildir. Birçok ilacın kalbi deprese edici etkisi
ön plandadır.
İlaçların vücutta dağılması ve etki
göstermeleri yenidoğanda henüz
olgunlaşmamış sistemler nedeniyle
dezavantajlıdır. Yetişkinlerde doğal
olarak ilaçları zamanla etkisiz hale
getiren mekanizmalar-enzimler yenidoğanlarda gelişmemiştir, ilaçların
bağlandığı proteinlerin yapısı ve miktarı farklı olabilir. Karaciğer ve böbrekler ilaç parçalanması ve atılması
için yeterli değildir. İlaçların yapışarak
etkilerini gösterdiği doku reseptörlerinin yapı ve sayıları farklıdır. Dolayısıyla bebeklerin ilaçlara reaksiyonları
değişik olabilir. Bazı ilaçları erişkine
göre daha az, bazı ilaçları ise daha
fazla vermek gerekebilir.
Çocukların, özellikle de yenidoğanların, ameliyat sırasında ısılarının
korunmaları hayati önem taşır. Çocuklar vücut ısısının korunması ve
üretilmesi konusunda anatomik ve
fizyolojik özellikleri nedeni ile eriş-
kin gibi davranamaz. Oysa ameliyat
ve anestezi bir yandan vücudun ısı
koruma ve üretme mekanizmalarını
bozar, bir yandan da aşırı ısı kaybına
yol açar. Bir yenidoğanın ısısının düşmesi hayatına mal olabilecek oksijen
eksikliğine yol açabilir. Vücut sıcaklığının düşmesi; kalp damar sisteminde bozukluğa, vücut sıvılarının asit
tarafa kaymasına, kanamaya vb. kötü
etkilere yol açabilir. Bu nedenlerle
sıcaklığın korunması anestezinin en
çok dikkat ve eforunu gerektiren konuların başında gelir.
Çocuk Anestezisinde Aşamalar
Anestezi Öncesi Muayene:
Hasta bebeğin ebeveyni önce çocuk
cerrahı ile karşılaşır ve anestezi hakkında ilk bilgileri ondan alır. Sonraki
aşama anestezist ile hasta çocuk ve
ailenin karşılaşmasıdır.
Anestezist, ameliyat olacak çocuğu
mutlaka önceden görmeli muayene etmelidir. Bu muayene pek çok
amaçla yapılır; çocuğun genel durumunun değerlendirilerek sağlığı hakkında bilgi sahibi olunması, anestezi
ve cerrahiye uygunluğunun tespit
edilmesi, gerekli olabilecek bazı tıbbi
hazırlıkların planlanması ve yapılması, ameliyat öncesi premedikasyon
adı verilen genellikle çocuğun ameliyathaneye rahat gelmesini sağlayan
ilaç ve doz tespiti bu muayene sırasında ve sonrasında yapılır.
Anestezist, aile ve çocukla karşılaştığında öncelikle çocuğun yaşı uygunsa dostluğunu ve güvenini sağlamaya çalışır. Bu görüşme sırasında
çocuğa bir birey olduğunun hissettirilmesi çok önemlidir.
Çocuğun genel sağlık durumu ile ilgili ilk bilgilerin önceden edinilmiş
olması gereksiz sorularla aile ve çocuğun rahatsız edilmesini engeller.
Tıbbi Öykü:Ameliyat öncesi değerlendirmede çocuğun tıbbi öyküsü,
yani; doğum öncesi ve sırası dahil
olmak üzere zamanında ya da erken
doğuşu ve o ana kadar geçirdiği tüm
hastalıklar, hastaneye yatarak tedavi
gereksinimi olup olmadığı, kullanmış
olduğu ve halen kullandığı ilaçlar ve
dozları, allerji hikayesi, ailesinde bulunan önemli hastalıklar vb özellikler
öğrenilir.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
21
Fizik Muayene:Yenidoğan bebekte
ve daha büyük çocukta farklı olmak
üzere vücudun cilt dahil olmak üzere
gözle incelenmesi, bazı hastalık belirtilerinin aranması, vücut gelişiminin
ve varsa anatomik anomalilerin değerlendirilmesi ve tespiti yapılır. Ağız,
dişler, boğazın incelenmesi, kalp ve
akciğer seslerinin dinlenmesi ile fizik
muayene sürdürülür.
Laboratuar Muayeneleri: Çocuğun
tıbbi öyküsüne, genel durumuna,
geçirmiş olduğu hastalıklara, geçireceği ameliyata göre bazı laboratuar
testlerinin yapılmasını istenebilir.
Modern tıpta genel olarak kabul edilen yöntem yol göstericiliği fazla olmayan ve spesifik olmayan testlerin
yapılmaması gerektiği şeklindedir.
Ancak bu karar anestezist ve cerrahın
kararıdır.
Hastanın öyküsü, fizik muayenesi ve
eldeki laboratuar bilgilerin ötesinde
anestezist gereksinim gördüğü daha
ileri laboratuar araştırması, kalp ve
solunun sistemleri ile ilgili veya diğer
ileri tetkikleri isteyebilir.
Çocuk, sistemik hastalıkları olan bir
hasta ise ameliyata kadar bu sistemlerinin en iyi halde olması için gereken organizasyonlar yapılır ve konsültasyonlar istenir.
Örneğin astım hastası olan bir çocuğun ilaçlarını kullanır halde ve olabileceği en iyi durumda olması arzu
edilir.
Bazı Özel Durumlarda Ne Yapmalı?
Aşılı çocuk: Anestezi, ve cerrahi travma immün sistem baskılanmasına
yol açabilir. Bu nedenle yapılan aşının
cinsine göre ameliyatın ertelenmesi
söz konusu olabilir. Ameliyat ve anestezinin; tüberküloz, kızamık, kızamıkçık, kabakulak, ağızdan polio, Hemofilus influenza tip B aşıları sonrası 2
-3 hafta, DBT, inaktif polio, Hepatit B
aşıları sonrası 1 hafta ertelenmesinin
uygun olacağı düşünülmektedir.
Ancak, yakın zamanda yapılmış aşılamanın cerrahi sonucu etkilediğini
gösteren bir bulgu yoktur. Elbette
yapılacak ameliyatın cinsi ve aciliyeti, aşı sonrası çocuğun genel durumu
öncelikle değerlendirilmelidir.
22
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
Üst solunum yolu enfeksiyonu
olan çocuk: Enfeksiyonun hafif ya
da şiddetli oluşuna, çocuğun diğer
sistemik hastalıklarına ve geçireceği ameliyata göre hareket edilmesi
gerekir. Öksürük, iltihaplı sekresyon,
ateş ve genel durum bozukluğu
varsa anestezi ve ameliyat 2 hafta
ertelenmelidir. Eğer enfeksiyon alt
solunum yollarını yani bronş ve bronşiolleri tutmuş ise 4-6 hafta erteleme
gerekebilir. Burada karar ameliyatın
cinsine, aciliyetine ve çocuğun genel
durumuna göre anestezist tarafından verilmelidir.
Ameliyat ve Anestezi Öncesi Açlık süresi
Ne Kadar Olmalı?
Ameliyata giren her hastanın midesinin boş olması bir zorunluluktur. Aksi
halde mide içeriğinin akciğerlere
kaçması gibi tehlikeli durum ortaya
çıkabilir. Ameliyat öncesi anne sütü
4 saat önce, formül mamalar ve süt 6
saat önce kesilmelidir. Katı gıdalar ise
6 saat önce kesilmelidir. Ameliyattan
2 saat öncesine kadar berrak meyve
suyu, su ve açık çay alınabilir, böylece; açlık ve susuzluğun yaratacağı
stres azaltılabilir.
Premedikasyon Nedir?
Ameliyat öncesi çocuğu sakinleştirmek, stresi gidermek, medikal olarak
gerekli ilaçları vermek, varsa ağrıyı
gidermek, komplikasyonları azaltmak gibi çeşitli amaçlarla verilen ilaç
ya da ilaçlar premedikasyon olarak
adlandırılır. 6 aya kadar olan bebeklerin ameliyatları aile için büyük stres
kaynağıdır ama bebek bu dönemde
stresi algılayamamaktadır, rutin premedikasyona gerek yoktur. 6 ay-1yaş
arası bebeklerde anne/baba’dan
ayrılma korkusu vardır, bunun sonucu geçici emosyonel ve davranışsal
bozukluklar görülebilir. Premedikasyon, bebeği geçirebileceği psikolojik
travmadan korumak için uygulanır.
Ancak premedikasyon yapılırken
çocuğa ağrı çektirilmesi, premedikasyonu amacından uzaklaştırır. Bu
amaçla verilecek sakinleştirici tercihen ağız yoluyla bazı özel durumlarda iğne ile kas arasına(intramuskuler)
verilir. Daha büyük olup anlatılanı
anlayacak çağdaki çocuklara, anes-
tezi öncesi olacaklar uygun yöntemle
anlatılarak güveninin kazanılması ve
gene premedikasyon uygulanması
daha doğru bir davranıştır.
Anestezi: Başlama(İndüksiyon)Teknikleri
ve Uygulaması
Ameliyathaneye alınan çocukta önce
elektrokardiyografi, kanda oksijen,
nabız, tansiyon gibi parametreler monitörler aracılığıyla izlenmeye başlanır. Yani hayati fonksiyonlar ilk andan
itibaren kontrol altına alınır. Bunlar
kesinlikle acı veren işlemler değildir.
Sonra, çocukta anesteziye başlama
adımı olarak şuur kaybını sağlayacak
yöntem uygulanır; eğer damar yolu
varsa ya buradan verilecek bir ilaçla veya damar yolu yoksa bir maske
yardımıyla nefes yolu ile anestezik
gaz solutularak şuur kaybı sağlanır.
Bundan sonra olacakları çocuk hissetmez, ağrı duymaz. Ardından, sıra
çocuğun havayollarının garantiye
alınabilmesi için soluk yollarına tüp
konması işlemine gelir. Bunun yapılabilmesi için önce kas gevşetici
ilaç verilir. Entübasyon tüpü özel bir
aletle çocuğun nefes yollarına nazik
bir şekilde yerleştirilir. Bu işlem anestezinin temel taşıdır, doğru yere ve
dokuların hırpalanmadan yapılması
gerekir, aksi takdirde zarar vermek
mümkündür. Sonra, bu tüp ile anestezi cihazı arasında bağlantı kurularak istenen gazlar yaşa, ameliyat cinsi
ve süresine, çocuğun genel durumuna göre ayarlanarak verilir. Bu andan
itibaren çocuğun solunumu da anestezi cihazının ventilatörü(solutma
aleti)ile sağlanır. Anestezist, çocuğun
hayati fonksiyonlarını garanti altına
almadan asla ameliyatı başlatmaz.
Ameliyat boyunca anestezist tarafından EKG, kalp üzerinden ve yemek
borusu içinden steteskop ile kalp sesleri, nabız oksimetresi ile dokulardaki
oksijen, soluk ile çıkarılan karbondioksit, solunumun diğer bulguları,
havayolu basınçları, tansiyon aleti ile
kan basıncı, vücut sıcaklığı, ameliyat
boyunca olan sıvı ve kan kaybı, devamlı izlenir. Bu izlenecek parametreler ameliyatın cinsine göre değişir.
Büyük operasyonlarda veya hastanın
durumu özel olarak gerektirdiğinde;
atardamar ve büyük toplardamarlar
içine kateter konarak devamlı kan
basınçları, mesaneye kateter konması ile idrar miktarının sürekli takibi,
özel aletlerle sinir-kas iletimi takibi
gene anestezist tarafından dikkatle
yapılır.
Bu izleme yöntemleri sayesinde
anestezist ameliyat boyunca cerrahinin etkilerine karşı hastayı gözetir
ve korur; hastanın solunumunu, oksijenizasyonunu, tansiyonunu sağlar; gerekli sıvı, kan ve ilaçları verir;
gerekirse hastanın kanından laboratuar testlerini ister, izler ve gerekli
tedavileri yapar. Tabii bu arada hastanın tüm bu işlemleri duymaması için
gereken anestezi seviyesini sağlar,
diğer dengeleri bozmadan ağrı duymamasını sağlayan analjezi ilaçlarını
sürekli kullanır, cerrahinin işini rahat
yapabilmesini sağlayabilmek için kas
gevşemesi sağlar.
Hastanın sağkalımı ve yaşam kalitesi
anestezistin sorumluluğundadır.
Anestezi ve Ameliyat Sonrası
Anestezinin en büyük özelliği geri
dönüşlü oluşudur. Ameliyat sonrası
hastanın tüm bu olaylardan arınarak kendi yaşamını sürdürür hale
gelmesi gerekir. Anestezist hastayı izlemeyi sürdürerek anesteziden
geri dönüşü sağlar, tüm fonksiyonlar
yerinde ise soluk borusundaki entübasyon tüpünü çıkararak hastanın
kendi solunumunu yapabildiğini
ve yeterli olduğunu görür, şuurunu
ve diğer hayati fonksiyonları izlemek üzere hastayı ameliyathaneden
uyanma(derlenme)odasına alır. Burada hastanın nabız oksijeni, EKGsi
ve , arter basıncı izlenir. Varsa ağrı,
bulantı, kusma tedavi edilir. Cerrahi
ile ilgili erken bir problem olmadığından emin olunur. Derlenme odasından hastayı yatağına gönderebilmek
için hayati fonksiyonların değerlendirildiği skorlama sistemleri kullanılır
ve şuuru açılmış ve sistemleri stabil
olan, belli puanın üzerindeki hastalar
yatağına gönderilir. Ameliyat sonrası
erken dönemde çocuklarda anestezi
ile ilgili bir çok komplikasyon olabilir.
Örneğin havayolu tıkanması, yeni-
doğan veya erken doğan(preterm)
bebeklerin ameliyat sonrası görülen solunum apnesi(solunumun
kesilmesi), oksijen yetersizliği, karbondioksit birikmesi, kalp damar
sisteminin dengesizlik göstermesi,
bulantı kusma, daha büyük çocuklarda ajitasyon(huzursuzluk)olması
bunlardan bazılarıdır. Bu komplikasyonlar anestezistin yakın ilgisi ve izlemi ile çözülebilir.
Büyük ameliyat geçiren yenidoğanlar, büyük ve uzun süren ameliyat geçiren çocuklar, genel durumu bozuk
olanlar, komplikasyon gösteren hastalar hayati fonksiyonları izlenmek ve
destek verilmek üzere yoğun bakımlara alınırlar.
Bebekler Ağrı Duyarlar mı?
Ameliyat Sonrası Ağrı Tedavisi(Analjezi)
Gerekli mi?
Ameliyat işlemi ağrı doğurur, servise
alınan hastada ağrı tedavisi yani hastaya ağrı duyurulmaması her şeyden
önce insani bir zorunluluktur. Bunun
yanı sıra tedavi edilmeyen ağrının
pek çok komplikasyona sebep olduğu bilinir. Yapılan araştırmalar bebeğin henüz anne karnında iken ağrı
duyduğunu göstermiştir. Yenidoğan
çağında ağrı kesici verilmeden ağrılı bir işlem geçiren bebek bu ağrıyı
hafızasına kaydeder ve daha sonraki
dönemde başka ağrılı işlemlerde yaşıtlarına göre daha çok ağrı duyar. Bu
özellikleri nedeniyle bebeklere cerrahi işlem küçük de olsa analjezi ve
anestezisiz uygulanmaz. Ağrı tedavisi, çocuğun yaşına, geçireceği ameliyata, genel durumuna, anestezistin
tecrübesine bağlı olarak ameliyat
öncesi planlanır. Bebeklere ameliyat
sırasında erişkinlerde olduğu gibi
epidural-kaudal(bölgesel-rejyonal)
anestezi, analjezi yöntemleri uygulanabilir. Bu işlemler genelde bebek
genel anestezi altında iken uygulanır.
Bu yolla lokal anestezik ilaçlar bölgesel olarak verildiğinde bebek ameliyat boyunca daha az genel anestezik ilaç alır ve sonuçda ameliyattan
tamamen ağrısız uyandırılabilir. Eğer
epidural kateter yerleştirilmiş ise
ameliyat sonrası bu kateter yardımıyla devamlı veya aralıklı ilaç verilerek
ameliyat ağrısı günlerce tedavi edilebilir.
Bölgesel(rejyonal) blok uygulaması
ancak tecrübeli çocuk anestezistleri
tarafından uygulanabilen bir yöntemdir. Eğer bu yöntem yapılmamışsa sistemik yani ağız ya da damar
yolu ile çeşitli ilaçlar düzenli olarak
verilerek ameliyat ağrısı tedavi edilir.
Ancak çocukların bu ilaçlara hassas
olduğu ve fazla dozlarla yan etkiler
ve komplikasyon gelişebileceği unutulmamalıdır.
Sonuç: İnsan yavruları çok özeldir
dolayısı ile onlara uygulanacak anestezi de çok özeldir. Ameliyat, insan
yaşamında önemli etkiler bırakabilen önemli bir olaydır. Mümkün olduğunca insani değerlere saygı ile
uygulanması, tıbbi ve etik değerlere
uyulması, tıbbın tüm olanaklarının
hasta sağlığı için seferber edilmesi
herkesin görevidir.
Hastalar ameliyatta hayatlarını teslim edecekleri hekimler olan anestezistleri de cerrahlar gibi seçmeli
ve tanımalıdır. Yukarıda sayılan tüm
dezavantajlara sahip bebeklerin saatler boyunca ehil çocuk cerrahları
ve anestezistleri tarafından ameliyat
edildiği ve sağlıkla evine dönebildiği
gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır.
Prof. Dr. Güner Kaya
1977 yılında İstanbul Üniversitesi
Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden mezun
olmuş, aynı fakültede Anesteziyoloji
ve Reanimasyon Anabilim Dalında
uzman ve 1985 yılnda Doçent, 1995
yılında Profesör olmuştur. 2012-2014
yılarında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği Başkanlığını
yürütmüş, halen ikinci Başkanlık görevini yapmaktadır. Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı öğretim üyesidir.
1988 yılından itibaren çocuk anestezisi ile uğraşmaktadır. Çok sayıda
yurt içi ve yurt dışı tebliğ ve makalesi
mevcuttur.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
23
kapakkonusu
YAŞ KÜÇÜLDÜKÇE
SU İHTİYACI BÜYÜYOR!
Uzm. Dr. Necmettin DİN
Sıcak havalardan en çok etkilenenlerin başında çocuklar gelmektedir.
Aşırı sıcakların ve bunaltıcı havaların etkisinin en aza indirilmesi için
çocukların bakımına aşırı sıcaklarda
daha fazla dikkat etmek gerekmektedir.
Vücudumuzun su ihtiyacı mevsimden mevsime değişmekle birlikte,
toplumumuzun tükettiğinden fazla
olduğu muhakkaktır. Özellikle sıcakların hissedilir derecede arttığı yaz
günlerinde su ihtiyacı biraz daha fazladır. İnsanlarda yaş küçüldükçe su
ihtiyacı ve vücudun su oranı artmaktadır. Yeni doğanda ortalama vücut
suyu % 80 civarındadır. Bu oran giderek azalmakla birlikte erişkinde %
60-70’ler civarına kadar iner.
24
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
Anne Sütü İle Birlikte
İlave Suya İhtiyaç Yoktur
Anne sütü alan bebeklerde, tüm ihtiyaçlarla birlikte su da anne sütünden
karşılanmaktadır. Böyle durumda bol
su tüketmesi gereken anne olmalıdır.
Dolayısıyla anne sütü ile birlikte ilave
suya ihtiyaç yoktur. Ancak 6. aydan
sonra ek gıda başlanması ile birlikte
suda başlanmalıdır. İlk 6 ayda da çok
sıcak havalarda ve yaz ishallerinde
veya kusmalarda su verilmesi gerekebilir.
Gazlı İçeceklerden Uzak Durun
Oyun çağı çocuklarda susuzluğu
yaygın olarak giderme yöntemi gazlı içecekler ve meyve suları ile yapılmaktadır. Bu içeceklerin fazla miktarda tüketilmesi çağımızın en fazla
korkulan sağlık problemi olan obeziteye yol açtığı ve özellikle diş sağlığı
açısından zararlı olduğu unutulmamalıdır.
Suyu Unutturmayan Önlemler Alın
Susama hissini ifade edebilen ileri
yaş çocuklarda su içmenin hatırlatılması yaz aylarında çok önemlidir.
Aynı şekilde erişkinlerde de suyun
unutulmaması amaçlı önlemlerin
alınması gerekir. Masada veya en sık
bulunan ortamlarda bir bardak veya
bir şişe suyun bulunması bu yöntemlerden biridir.
Uzm. Dr. Necmettin Din
kapakkonusu
İŞTAHSIZ ÇOCUK
Uzm. Dr. Memnune ALADAĞ
İştahsızlık çocukluk çağında sık görülen bir semptomdur. ‘Saatlerce
yemek vermesem, umurunda bile
olmuyor.’, ‘Elimde tabak, yemesi için
peşinden koşuyorum’ bu tür yakınmaları özellikle annelerden sıkça
duyuyoruz. Bu durum çoğu zaman
anne babaları endişelendirir, çocuklarının zayıf düşeceğinden, büyüyemeyeceğinden korkarlar.
İştah, besinlerin zevkle, neşeyle ve
arzu edilerek yenmesidir. İştahsızlığın
çocuklarda en önemli sonucu gereken besin öğelerinin alınamayarak
büyümenin duraklamasına neden olmasıdır. Yeme reddi veya iştahsızlık ile
doktora başvuran normal çocukların
oranı %25-40 arasında değişmektedir.
İştah nelerden etkilenir?
1. Çocuk ile ilgili faktörler:
Çocukların besinleri kabul etmesini
doğuştan getirilen özellikler, öğre26
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
nilen deneyimler ve çevresel birçok
faktör etkiler. Besin tercihlerinin gelişim tatlı ve tuzlu besinleri sevme, acı
ve ekşi tatlardan kaçınma şeklindeki
genetik yatkınlık ile başlar. Antenatal
(doğum öncesi) dönemden başlayarak anne sütü alırken ve ek gıdalara
geçiş döneminde çocuğa sunulan
besinler, çocukta besinlere ait deneyimleri ve tanışıklığı artırır. Bu nedenle antenatal dönemden başlayarak
farklı besinlerin alınması, daha sonraki dönemlerde farklı tatların kabulünü kolaylaştırmaktadır. İştahın var
olan otomatik bir sistemle kontrol
edildiği kabul edilmekle birlikte beslenme açısından çocuk gelişimi üç
evrede tamamlanmaktadır:
Dengenin oluşması evresi: Bu dönemde bebek emme ve yutma fonksiyonlarını öğrenirken, çevresindekilere açlık ve tokluk sinyalleri vermeyi
de öğrenir.
Bağımlılık evresi: Kendine bakan kişi
ile farklı iletişim yolları geliştirir. Bu
ilişkiyi sağlıklı bir şekilde kuramazsa
mutluluk ve iştahtan yoksun bir ortam nedeniyle kusma veya ruminas-
yon gibi patolojik hareketler geliştirebilir.
Ayrılma ve bireyselleşme evresi: Hem
otonomi kazanma hem de bağımlılık arasında savaş verir. Duygusal
ihtiyaçlarını ise yeme davranışları ile
gösterir. Çocuk otonomi kazandığını
göstermek, annenin dikkatini çekmek, anneye kızdığını göstermek için
yemeyi reddedebilir.
Bu aşamalar çocuğun kişilik yapısına
göre her çocukta farklılık gösterebilmektedir. Yenidoğan bebeğin beslenmesi ilk 4-6 ay sadece anne sütü
ile olmalı, eğer yetersizlik durumu
varsa adapte mamalar ile beslenme
desteklenmelidir. Yenidoğan bebeğin veya süt çocuğunun beslenmesinin yeterli olup olmadığı büyüme
eğrileri ile kolayca takip edilebilir. İlk
6 ay bebeğin kilo alımı ve boy uzamasının en hızlı olduğu dönemdir.
Altıncı aydan sonra bebeğin büyüme hızında azalma gözlenmektedir.
Dolayısı ile de bebek daha az besin
tüketme eğilimine girer. Büyüme hızının yavaşlaması nedeni ile çocuğun
daha az besin tüketmesi, ailenin ço-
cuğun beslenmesi üzerine daha fazla
odaklanmasına neden olmaktadır.
Anne çocuğu beslemek için daha fazla çaba harcar, çocuk ise beslenmeye
red yanıtı verir ve sonuçta anne- bebek çatışması gelişir. Tamamlayıcı
beslenmeye geçiş dönemi ise yeni
oral- duyusal deneyimleri beraberinde getirir. Bebek anne sütü dışında
yeni gıdaları almakta isteksizlik gösterir. Bu dönemde yeni besinlere başlamak zaman almaktadır.
Özellikle 1-3 yaş arası çocuklarda yeni
besinleri yemekten korkma(neofobi)
ve karşı gelici tutumlar(yemeyi reddetme, ağızda tutma, bir besini önce
isteyip sonra reddetme, birkaç lokmadan sonra yememe, yemek seçme) görülmesi sıktır.
Yemek seçicilik: Bazı bebekler aileleri tarafından yemek seçici olarak
değerlendirilirler. Seçicilik yaşamın
4. ayında %19 iken iki yaş civarında
%50’lere çıkmaktadır. Yaşa göre kilosu fazla olan bebekler ise daha az
yemek seçmektedir.
2. Aile ile ilgili faktörler:
Beslenme alışkanlıklarının düzgün
kazanımı ve çocukların beslenme
tutumları, anne babanın yaklaşımıyla doğrudan ilgilidir. Ebeveynlerin
ilk yıllarda gösterdiği tutumların
etkileri erken çocukluktan adolesan döneme dek etkisini sürdürür.
Yapılan çalışmalar annelerin sadece
%20’sinin çocukların besin tercihlerini bildiklerini ve genel olarak kendi
seçimlerini çocukların seçimi olarak
bildirdiklerini ortaya koymuştur.
Genel olarak ebeveynler, sağlıklı olduğunu düşündükleri besinler konusunda pozitif baskı, sağlıksız olan
besinleri de yememe konusunda
negatif tutum sergilemektedirler.
Sürekli sağlıklı beslenme baskısı,
çocukların aşırı yeme veya tersine
yememe tutumu geliştirmelerine
neden olmaktadır. Ayrıca çocuklar
bir yaştan itibaren kendi enerji alımlarını kontrol edebildiğinden, sunulan porsiyonun büyüklüğü ve enerji
içeriği de sonraki öğünlerdeki yeme
isteği ve miktarını etkilemektedir. Bu
nedenle zorlayarak ve ihtiyacından
fazla aşırı kalori içeren menülerle çocuğu beslemeye çalışmak bu kontrolü bozmaktadır.
3. Çevresel faktörler:
Reklamların yemek yeme alışkanlıkları üzerine olumsuz etkisi üzerine
net fikir birliği bulunmamakla birlikte hurda gıdaların tüketimini artırdığı
bir gerçektir. Beslenme tercihlerini
olumsuz etkilemesi yanı sıra, çocukların fiziksel aktivitelerini azaltması
ve daha saldırgan kişilik yapısı geliştirmesine neden olduğundan beslenme sırasında televizyonun kullanılması doğru bulunmamaktadır.
Televizyonla oyalama taktiği yerine
masal anlatma, çocuğu ortama dahil
edecek konuşma ortamının sağlanması gereklidir. Düzenli fiziksel aktivite iştahın en önemli düzenleyicilerindendir. Aktivitenin derecesi, süresi ve
düzeni önemlidir. Bir günlük aktivite
enerji dengesini ve iştahı etkilemezken uzun süreli ve düzenli aktivite(6
hafta) iştahı artırmaktadır. İştahsız
çocuklarda aktivitenin düzenlenmesi
iştahı olumlu yönde etkileyebilir.
İştahsız Çocuğun Değerlendirilmesi
Gerçek iştahsızlık ile yemek yemeyi
reddetme durumu birbirinden ayırt
edilmelidir. Çocukluk yaş grubunda
görülen pek çok hastalık iştahsızlığa
neden olur. Genellikle hastalık öncesinde normal yeme dönemi vardır.
Yemek reddinde ise çocukta organik
bir hastalık yoktur, hasta değildir. Çocuk kendisi için stres kaynağı olan
bir şeye tepki göstermekte ve bunu
değişik psikolojik neden ve mekanizmalarla yemek yemeyi reddetme
şeklinde ortaya koymaktadır. Bu nedenle ayrıntılı öykü alınmalı ve sistemik muayene yapılmalıdır.
İştahsızlıkta organik hastalık işaretleri
Ölçülen boy ve ağırlığın o yaş ve
cinse göre 3 persentilin altında
olması
Yıllık boy artışının, o yaşa göre
normalden az olması
Süreklilik gösteren kusma
Motilite değişiklikleri (ishal, kabızlık)
İşeme alışkanlıklarında değişiklik
(enürezis, poliüri)
Aşırı su içme
Kronik karın ağrısı
Cilt değişiklikleri(kuruluk, renk,
döküntü)
• Günlük aktiviteyi bozan halsizlik,
uyku değişiklikleri
Özellikle her hastanın motilite bozukluğu ve idrar yolu enfeksiyonu
açısından ayrıntılı değerlendirilmesi
gereklidir. Ayırıcı tanıda beslenme
reddi gibi başvuran ancak yeme bozuklukları grubuna giren gagalayarak
yeme(picky eater) veya anoreksiya
nevroza dışlanmalı, bu konuda çocuk
gastroenteroloji ve çocuk psikiatrisi
hekimlerinden yardım istenmelidir.
Beslenme durumunun değerlendirilmesi: Çocuğun yaşı ne olursa olsun,
beslenme durumunun standart değerlendirme yöntemi, kilo ve boy eğrisindeki yerinin saptanması ve yıllık
boy uzama hızının takibidir. Ölçülen
boyun o cins ve yaşa göre normal
büyüme eğrilerinin alt sınırının(3
persentil) altında olması ve yıllık büyüme hızının yaşına göre normalden
az olması durumunda büyüme hızı
yetersiz olarak değerlendirilir.
Büyümedeki normaller tamamen
bireysel olup, çocuklar uygun beslenme ve uygun sosyal, psikolojik
koşullarda genetik olarak belirlenmiş hedefe ulaşırlar. Bu nedenle
doğumdan itibaren hiçbir problemi
olmayan, büyüme eğrisinde sapma
olmayan, boyu ve kilosu orantılı
olan ancak zayıf görünen çocukların sağlıklı olduğunu ebeveynlere
anlatmak gereklidir. Bu çocuklarda
laboratuvar araştırmaları yapmak,
vitamin veya merkezi sinir sistemini uyararak iştahı artırma çabasına
girmek gereksiz ve yanlıştır. Bu tür
arayışlar normal giden gelişimde
sapmalara neden olur.
•
•
•
•
•
•
•
•
Uzm. Dr. Memnune ALADAĞ
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
27
Tedavi
İştahsızlıkta temel tedavi altta yatan
nedenin tedavisidir. Altta yatan organik hastalık varlığında bu hastalığın tedavisi ile beraber bu hastalığı
takip eden ekip tarafından iştahsızlığa yönelik bazı ilaçlar kullanılabilir.
İlaçlar ve vitaminlerin kanıtlanmış
etkinliği gösterilememiştir. Ancak
alımın yetersiz olduğu durumlarda
vitamin ve eser element desteğinin
verilmesi gereklidir. Balık yağı kullanımı ile ilgili genel bir görüş birliği
yoktur.
Organik olmayan besin reddinde ise
temel yaklaşım çocuğu ve aileyi tanıyarak onları barıştırmaktır.
nimine göre ayarlanmalı
• Yiyecekler
çocuğun yiyebileceği
türden hazırlanmalı, kendi yemek
istediğinde özgür bırakılmalı, kendisinin yemek yemesine olanak
tanınmalı
• Bir besin reddedildi ise farklı bir
öğünde, açken, mümkünse kalabalık ortamda tekrar denenmeli,
sevdiği bir yiyecekle beraber verilmeli
• Beslenmeye gerektiği kadar
önem vermeli (fazla değil)
İştahsız çocuğu olan
ebeveynlerin kaçınması gereken tutumlar:
• Yemek saatleri düzenli olmalı, ara- • Gıdanın
larda iştahı kesebilecek besinler
ile tatlı besinler verilmemeli
• Yemek saatleri kısa sürmeli, iste-
ödül olarak
kullanılması
• Çocuğa erişkin porsiyonu sunulması
mediğinde kaldırılmalı, tekrar açlık belirtileri gösterinceye kadar
teklif etmemeli
• Fazla süt ve meyve suyu
seçilmeli
Az yiyen veya beslenme reddi olan
çocuklarda standart bir yaklaşım
yeterli olmayıp çocuğun ve ailesinin
tüketilmesi
yanlış örnek oluş• Aile bireylerinin çocuğa karşı tutu- • Çocuğa
turulması
mu tutarlı olmalı, birlikte sofraya
• Beslenme konusunda zoroturulmalı
• Sunulacak besin çocuğun öncelik- lanması
leri ve beğenileri dikkate alınarak • Başkaları ile kıyaslanması
• Yemek porsiyonları annenin iste-
ğine göre değil çocuğun gereksi-
28
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
özelliklerine göre bireyselleştirilmiş
çözümler üretilmelidir. Doktor gözetimi altında kaşeksiye girmesine izin
vermeden çocukların aralıklı olarak
izlemi sürdürülmelidir.
kapakkonusu
ÇOCUKLARDA ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜ
Didem DOĞAN ÖKEK
Özel Eğitim Uzmanı
Öğrenme güçlüğü nedir?
Nasıl tanımlanır?
Öğrenme Güçlüğü bireyin zekâ seviyesi ve sahip olduğu beceriler arasında tutarsızlık olmasını ifade eder. Özel
öğrenme güçlüğü tanısından söz
edebilmemiz için çocuğun zekâsının
normal ve normalüstü değerlerde
olması şarttır. Bunu özellikle üstüne
basarak belirttim çünkü aileler bu
konuda çok hassas. Kısaca öğrenme
güçlüğü, çocuğun anlama, dinleme,
konuşma, okuma, yazma, matematik,
motor ve sosyal becerilerden birinde
ya da birkaçında yaşadığı öğrenme
zorluklarını ifade eder.
Son zamanlarda adını çok duyar olduk.
Hızla artıyor mu? Nedir görülme sıklığı?
Toplum içinde oranı %5-%7’ye denk
geliyor. Adını son zamanlarda daha
çok duymamızın nedeni tanının ülkemizde son zamanlarda kullanılıyor
30
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
olması. Farkındalık arttıkça okullar
bu konuda daha çok yönlendirme
yapıyor, ailelerin farkındalığı arttıkça
çözüm arayışına giriyorlar. Eskidende
bu sorun yaygındı ama farklı tanılar
konabiliyordu ya da sorun görmezden gelinebiliyordu. Ne mutlu ki şimdi okullar bu konuda daha titiz çalışıyorlar ve çocuklar gerekli desteği
alabiliyorlar. Temennim okul öncesi
döneminde tespitlerin yapılması.
Okul öncesinde de belirtiler olmasına rağmen müracaatlar ilkokul dönemini buluyor. Okul öncesi öğretmenlerinin bu konuda farkındalıklarının
artırılması için çalışmalar yapılması
gerekiyor. Özellikle sözel olmayan
öğrenme problemleri çok erken yaşlarda fark edilebilir.
cerilerinde yaşanan sorunları, sözel
olmayan öğrenme problemleri ise
sosyal öğrenmelerde yaşanan sorunları tanımlar.
Ben sözel olmayan öğrenme güçlüklerini çok önemsiyorum. Toplumumuzda öğrenme deyince sadece
okuma-yazma-matematik gibi akademik süreçler akla geliyor. Oysa öğrenme doğumdan itibaren başlıyor
çocukların oyun içindeki sosyal hayat
içindeki duruşları bize pek çok ipucu
veriyor.
Sözel olmayan öğrenme güçlükleri
nelerdir?
Öğrenme güçlüklerinin alt tiplerinden biridir. Öğrenme güçlükleri disleksi, disgrafi, diskalkuli ve sözel olmayan öğrenme güçlüğü olarak 4 alt
kategoride adlandırılır. Disleksi okuma becerilerinde yaşanan sorunları,
disgrafi yazma becerilerinde yaşanan
sorunları, diskalkuli matematik be-
Didem Doğan Ökek
Sözel olmayan öğrenme problemleri sosyal-motor becerileri kapsıyor.
Öz bakım becerileri, oyunu algılama,
katılma, akıcılık, sıralama, motor becerilerinde gecikme, kurallara-gruba
uyum vb. becerilerde kendini gösteriyor.
Öğrenme güçlüğü belirtileri nelerdir?
Öğrenme güçlüğü belirtilerini okul
öncesi ve okul dönemi olarak ayrıca belirtmek isterim. Ben bir uzman
olarak erken tanıya çok önem veriyorum. Keşke ülkemizde okul öncesi
eğitim kurumları için bir değerlendirme ölçeği geliştirilerek uygulansa
çünkü erken dönemde fark edildiğinde çok başarılı sonuçlar alıyoruz.
Okul öncesi belirtileri öncelikle geç
konuşma, kavramsal karıştırmalar,
kurallara uyma zorlukları, geç algılama vb. Okul döneminde ise daha
çok akademik belirtiler okuyamama
ya da yanlış okumalar, heceleme,
okuduğunu anlama zorlukları, matematikte işlem ve problem hataları,
takvim becerileri, arkadaşlık ilişkileri
gibi alanlarda kendini gösterebiliyor.
Öğrenme güçlüğü tedavisi nedir?
Ben bir eğitimci olduğum için tedavi
kelimesi bana çok uygun gelmiyor
ama yerine kullanabileceğimiz bir
kelime bulmakta zorlanıyorum açıkçası. Öğrenme güçlüğünü bir hastalık değil gelişimsel bir sorun olarak
algılıyorum. Uygun eğitim desteğiyle, algısal yetenekleri geliştirerek öğrenmeyi kolaylaştırabiliyoruz
Öğrenme güçlüğünün tedavisi eğitimdir
diyebilir miyiz?
Evet diyebiliriz. Öğrenme güçlüğü
için bir ilaç yok ancak beraberinde
eşlik eden bir dikkat sorunu varsa
dikkate yönelik ilaçlar veriliyor. O zaman eğitim-ilaç birlikte yürütülüyor.
Öğrenme güçlüğünü açıklayan farklı
yaklaşımlar var. Hangi yaklaşımı benimsediğiniz, uyguladığınız eğitim
programlarını etkiliyor. Ben öğrenme
güçlüğünün nörolojik bir problem
olduğunu kabul ediyorum bu yüzden çocukların algılama becerilerinin gelişimine çok önem veriyorum
ancak bunların becerilere genellemesinin kendiliğinden olmasını beklemiyorum. İşlevsel hazırladığımız
programlarda değerlendirme sonuçlarına göre çocukların güçlü ve zayıf
yönlerini belirliyoruz. Desteklemek
için beceri ve yetenek öğretimini bir
arada uyguluyoruz. Ben çocukların
severek yapmadıkları hiçbir şeyi öğrenemeyeceklerini düşünüyorum.
Son yıllarda çok popüler olan pozitif
pedagoji içinde geçen kafa-kalpbeden yaklaşımı çalışmalarımızı çok
iyi açıklıyor. Çocuklara düşünmeyi,
severek ve hareket ederek öğretiyoruz. Hızlı başarı deneyimleri kazandırarak özgüvenlerini desteklemeye
önem veriyoruz.
Aileler çocuklarını ve sorunu iyi tanımalıdır. Onlardan istediğimiz en
önemli şey koşulsuz sevgidir. Sorunun farkında olup çocuktan neyi bekleyeceğimizi bilmek, uygun desteği
zamanında ve yeteri kadar vermek,
çocuğun genel gelişimine katkıda
bulunabilmek için gerekli desteği
sağlamak önemlidir.
Öğrenme güçlüğü gösteren çocukların
ailelerine neler önerirsiniz?
Bu konuda öğretmenlerin yapabileceği
neler olabilir?
Çocuk yetiştirmek çok ciddi bir sorumluluk, sadece öğrenme güçlüğü
gösteren çocuğu olan aileler için değil her aile çocuk yetiştirirken iyi gözlemci olmak zorunda. Çocuğunun
güçlü-zayıf yönlerini tespit etmek,
gerekli desteği vermek, gerekiyorsa
bir uzmandan yardım almak her ebeveynin görevidir.
Öncelikle okulların hizmet içi eğitim
seminerleri ile bu konuda öğretmen
gelişimine katkı sağlaması gerekiyor.
Alanda çalışmalar çok yeni olduğu
için öğretmenlerimizin bilgisi ve yapabilecekleri yetersiz kalıyor. Doğru
yönlendirme yapmak, özellikle öğrenme güçlüğü gösteren öğrencinin sınıfa uyumunu sağlayabilmek,
sosyal kabulünü artırabilmek için
çalışmalar düzenlemek, uzman varsa işbirlikçi çalışmak, gözlemlerini
uzmanlar ve aile ile paylaşmak, öğrenmeyi kolaylaştırabilmek için ek
destek sunma yapabileceklerinden
bazıları olabilir.
Öncelikle çocuğu sürekli takip eden
iyi bir psikiyatra müracaat edilmelidir.
Genel tıbbi değerlendirmeler yapıldıktan sonra iş, biz özel eğitimcilere
düşüyor iyi bir eğitsel değerlendirme
ailenin çocuğunu iyi tanımasına yardımcı olacaktır.
Sorunu kabul etme ve bir uzmanla
çalışmaya başlama ailenin atacağı en
önemli adımdır. Sonrasında uzmanla
işbirliği içinde çalışma, çocuğun sosyal kimlik kazanabilmesi için gerekli
desteği sağlama, doğru zamanda
doğru yardımı verme gibi pek çok sorumluluk aileleri beklemektedir.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
31
kapakkonusu
ÇOCUKLAR VE SAĞLIKLI BESLENME
Uzm. Dyt. Banu SALMAN
Kahvaltıyı Unutma !
İnsan yaşamında yeterli ve dengeli
beslenmenin önemli olduğu dönemlerden birisi, çocukluk çağıdır. Çocukluk çağının en önemli dönüm noktası
ise okula başlama ve çocuğun okul
yaşantısıdır. Bu dönemde beslenmenin yeterli ve vücut gereksinimlerine
uygun olması çok önemlidir. Çünkü
bu dönem büyüme ve gelişmenin
çok önemli olduğu, duygu, düşünce,
davranış ve tutumun gelişme çabasının yoğunlaştığı bir süreç olmasının
yanı sıra fizyolojik, psikolojik değişme ile sosyal olgunluğa hazırlanma
sürecini de içerir. Doğru beslenmenin okul başarısına katkısı ise su götürmez bir gerçektir.
Sağlıklı Çocuklar Mutlu Yarınlar !!
Büyüyen ve gelişen Vücudumuz için
Beslenme ..
Sağlıklı, mutlu ve başarılı çocuklar yetiştirmek ister misiniz ?
32
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
Çocukların ve gençlerin büyümek,
öğrenmek ve gelişmek için doğru yakıta ihtiyaçları vardır.
Peki Doğru yakıt nedir ? Elbette protein, posa, vitamin ve mineraller.. Çok
fazla gereksiz kalori içeren yağlar ve
şekerler değil .. J
Çocuklar ne kadar yeterli, dengeli ve
keyifli beslenirlerse, yanlış atıştırmalık ya da yüksek kalorili besinlere (
cips, şekerlemeler, hazır gıdalar) o kadar az ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla çocuklar için en güzel enerji kaynağı ve
de beynimizin kullandığı tek
yakıt olan karbonhidratlar
günlük beslenme modellerinde mutlaka olmalıdır.
Karbonhidratların
en
sağlıklı kaynakları ise
tahıllardır. Yani ekmek
, makarna, kurubaklagiller, bulgur gibi
sağlıklı karbonhidratlar çocukların
günlük beslenmelerinde %
50’lik bir kısmı
oluşturmalıdır.
Yanlış Beslenme Çocuklarda Obezite ve
Pek Çok Hastalığı Tetikliyor
Çocuklarda yanlış beslenme alışkanlıkları sonucu ortaya çıkan sağlık sorunlarının başında obezite gelmektedir.
Obezite, esas olarak yetişkin yaş
grubunu ilgilendiren bir sorun gibi
görünse de, başlangıcının çoğu kez
bebeklik ve adölesan dönemlere
uzanması nedeniyle çocukluk yaş
grubunu da doğrudan ilgilendirmektedir.
Çocukluk çağı obezitesi ilerleyen yaşlarda başta kalp hastalıkları gibi kronik
hastalıklarla, hiperlipidemi, hiperinsülinemi,
hipertansiyon ve erken ateroskleroz
gibi birçok kronik durumla ilişkilidir.
Sağlıklı Beslenen Çocuk Okulda Daha
Başarılı !
Yapılan çalışmalarda, yetersiz ve
dengesiz beslenen öğrencilerin dik-
kat sürelerinin kısaldığı, algılamalarının azaldığı, öğrenmede güçlük ve
davranış bozuklukları çektikleri, okulda devamsızlık sürelerinin uzadığı ve
okul başarılarının düşük olduğu ortaya konmuştur.
Aileler çocuklarının yalnızca okul başarılarıyla değil, onların büyüme ve
gelişmelerini izleme ve sağlıklı beslenme davranışları geliştirmeleriyle
de yakından ilgilenmeli ve kendi beslenme alışkanlıkları ile örnek olmalıdırlar.
Çocuklarda Sağlıklı Beslenmeyi Sağlamak
İçin Neler Yapılabilir?
Özellikle okulöncesi yaşlardaki çocukların sağlıklı beslenme konusunda bilgilendirilmesi, oyun-şarkıetkinlik-el becerisi gibi ilgilerini
çekecek araçlarla beslenmelerinde
davranış değişiklikleri yaratılması;
ebevenylerin bu konuda çocuklarına
örnek teşkil edecek davranışlar sergilemesinin sağlanması, çocuk yaşta
obezite görülme sıklığını düşüren
önemli konular arasında yer alıyor.
Okul çağı çocuğun toplum yaşamına
ilk kez bilinçli olarak girdiği bir dönemdir. Okul öncesi çağda
çocuğun beslenme
alışkanlıklarını
aile etkilerken, okul
çağında
arkadaşlar/akran grubu, reklamlar
gibi etkenler, okulda beslenme konusunda denetimin olmaması, özellikle annenin çalışmasına bağlı olarak
okuldan eve gelince, kendi kendine
yiyecek hazırlaması sonucu çocukta
yanlış beslenme alışkanlıkları gelişebilmektedir. Bu nedenle çocuğun
yeterli ve dengeli beslenebilmesi için
çocuğun, ailenin, okul yönetimindeki
bireylerin ve öğretmenlerin beslenme konusunda bilinçli ve eğitimli
ve işbirliği içerisinde olmaları gerekmektedir.
Anne Babalara ve Öğretmenlere
Beslenme Eğitimi !
• Öncelikle çocuğun beslenmesin-
de birinci derecede görevli olan
annelerin ve diğer aile bireylerinin, örgün eğitimin her aşamasındaki çocukların ve onları eğitecek
olan öğretmenlerin, beslenme
eğitiminden geçmesi ve bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Özellikle öğretmenler, çocukların kahvaltı yapıp yapmadığını sorgulamalı
ve sağlıklı beslenme ile ilgili küçük
oyun ve aktiviteler düzenlemelidir.
Beslenme Alışkanlıklarının
Düzenlenmesi:
• Çocuklarda
beslenme çocuğun
yaşına, cinsiyetine, vücut ağırlığına, fiziksel aktivite düzeyine göre
düzenlenmelidir
• Ara ve ana öğünlerde dengeli besin seçimi sağlanmalıdır
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
33
• Enerjisi
yüksek içecekler tercih
edilmemeli, ancak sıvı tüketimi
arttırılmalıdır. Okulda veya evde
dinlenirken ve ders çalışırken açlık
hissedildiğinde tüketilen besinlere dikkat edilmelidir. Örneğin,
şeker ve şekerli besinler, cips, gazlı
içecekler yerine süt, yoğurt, sütlü
tatlılar, ekmek arası peynir, taze
sıkılmış meyve suları ve kuru meyvelerin tüketiminin tercih edilmesi
çocukların sağlıklı beslenmeleri
açısından daha yararlıdır.
• Hazır
gıdalardan
uzaklaşılmalıdır
olabildiğince
• Günlük yağ miktarının ve örüntüsü dengeli düzenlenmelidir
• Yeterli sebze ve meyve tüketimi ( 5
porsiyon ) ile günlük posa miktarının eterli miktarda alınmalıdır
• Günlük alınması gereken besinle-
• Özellikle çocukların ilgisini çeke-
cek, enerji değeri yüksek, besin
değeri düşük besin maddelerinin
reklamları sınırlanmalı veya kaldırılmalıdır.
Okul kantinlerinin denetlenmesi
• Okul kantinlerinde çocuğun sağlı-
ğı ve beslenmesine uygun besinlerin satışı sağlanmalıdır.
Beslenme Çantam Kontrol Altında !
Anne ve babalar çocukların beslenme çantası içeriğinin, sağlıklı
seçeneklerden oluşmasına dikkat
etmelidir.. Beslenme çantasında yer
alabilecek sağlıklı yiyecek alternatiflerini sıralayacak olursak;
• Her aşamadaki eğitim kurumların- • Sağlıklı sandviçler ( yüksek lifli ekda beslenme servisleri diyetisyen
denetiminde olmalıdır.
Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığımız tarafından yapılan çalışmalar
ve alınan önlemler kapsamında artık
okul kantinleri denetlenmektedir.
Kahvaltı Olmazsa Olmaz !
mek ile hazırlanmış, peynirli, ton
balıklı ve mevsim yeşilliklerinden
oluşan.. )
• Süt, yoğurt, ayran, kefir
• Meyve,
• Ev yapımı kek ya da sağlıklı galetalar
Yapılan çalışmalar özellikle çocuklarda kahvaltı alışkanlığının obeziteyi
engellediği yönündedir..
• Kuru meyveler ve badem ya da
düzenlenmesinde davranış değişikliği yaratılmalıdır
Öğrenciler için en önemli öğün
kahvaltıdır. Bütün gece süren açlıktan sonra, vücudumuz ve beynimiz
güne başlamak için enerjiye gereksinim duymaktadır. Kahvaltı yapılmadığı takdirde, dikkat dağınıklığı,
yorgunluk, baş ağrısı ve zihinsel
performansta azalma olmaktadır. Bu
nedenle, güne yeterli ve dengeli yapılan bir kahvaltı ile başlamak öğrencilerin okul başarısının artmasında
son derece önemlidir. Çocukların her
sabah düzenli olarak kahvaltı yapma
alışkanlığı kazanmalarına özen gösterilmelidir.
• Taze ya da kuru meyvelerle yapıl-
Yaşam biçiminin değiştirilmesi
• Daha aktif bir yaşam tarzının geliştirilmelidir
• Uzun süreli televizyon seyretme,
bilgisayar kullanımından kaçınılmalı, düzenli spor yapma alışkanlığı kazanılmalıdır. Çocukların gerek
okul yönetimi gerekse de ebeveynleri tarafından sevdikleri herhangi bir spor dalı ile ilgilenmeleri
teşvik edilmelidir.
Dengeli Bir Kahvaltı :
• 1 dilim Peynir,
• 1 adet haşlanmış yumurta,
• Bir bardak taze meyve suyu ( tercihen mümkünse taze meyve),
• 1 tatlı kaşığı pekmez
• Birkaç dilim tam tahıllı ekmek veya
• 1 bardak süt,
• 1 meyve
• 3-4 yemek kaşığı kadar tam tahıllı
kahvaltı gevreği
Uzm. Dyt. Banu SALMAN
34
çocuklar için yeterli ve dengeli bir
kahvaltı örneğidir.
rin sık öğünlerle (5-6 öğün/gün)
verilmelidir
• Gereksinmeye uygun miktarların
Reklamların denetlenmesi
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
• 5-6 adet badem
ceviz ile oluşturulmuş atıştırmalık
paketler
mış sütlü ya da yoğurtlu karışımlar..
• Meyve pestilleri
• Havuç ve salatalık çubukları
Beslenme çantasının içinde yer alan
besinler kadar bu çantanın temizliği
de çok önemlidir. Ve çocuğunuz her
okuldan geldikten sonra temizlenmeli ve bir sonraki güne hazır edilmelidir.
Bilgisayar ve Televizyon Karşısında
Geçirilen Zamana Dikkat !
Televizyon ve bilgisayar karşısında
geçirilen zaman arttıkça çocukların
sağlıksız besin tüketimleri de artmaktadır. Bu nedenle günlük televizyon ve bilgisayar karşısında geçirilecek zaman anne baba tarafından
sınırlandırılmalı, bu bir kural haline
getirilmeli ve çocukla paylaşılmalıdır.
Yapılan çalışmalar çocukların günde
2 saatten daha fazla televizyon ve
bilgisayar karşısında vakit geçirmemelerini önermektedir.
kapakkonusu
BU ÇOCUKLAR HEPİMİZİN…
E. Sevi FIRAT
Fırat - İzgi Avukatlık Ortaklığı
Hepimiz bir zamanlar çocuktuk ve
aslında çocuk olmanın dünyadaki
en savunmasız olma hali olduğunu
biliyoruz. Bu nedenle, tüm dünyada çocukların özel olarak korunması
gerektiği konusunda fikir birliği var.
Çocuklar her zaman pozitif ayrımcılığa ilişkin politikaların odağında yer
alıyor.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme 10
Aralık 1994’de TBMM tarafından kabul edilmiş ve Bakanlar Kurulu bu
kararı 23.12.1994’de, 17, 29 ve 30.
maddelerine çekince koyarak (T.C.
Anayasası ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan anlaşması hükümlerini
göz önünde tutarak) 4058 sayılı yasa
ile onaylamış, Yasa 27 Ocak 1995
gün ve 22184 sayılı Resmi Gazete’de
yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Türkiye böylelikle “ Çocuk Hakları
Sözleşmesi”’ne (ÇHS) taraf olmuştur.
ÇHS’ye göre, her birey on sekiz yaşına
kadar çocuk olarak kabul edilir. Her
çocuk vazgeçilmez haklara sahiptir.
Yani çocuk, o hakka, talep etmese
de sahiptir. Yaşamak, her çocuğun
36
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
temel hakkıdır ve herkesin ilk görevi
çocukların yaşamını korumaktır. Bu
temel hakların ve nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin planlamaların ayrıca
Anayasa’da yer alan sosyal devlet ilkesi çerçevesinde ele alınması gereklidir.
ÇHS uyarınca Devletler, önce çocukların yararını düşünmek zorundadır.
Devlet, çocukların bakımından sorumlu olan anne-baba, vasi gibi aile
bireylerinin sorumluluklarını yerine
getirmeleri için gerekli önlemleri almalıdır. Ayrıca, bu sorumlulukların
yerine getirilip getirilmediğini de takip etmelidir.
Bu hükümler, devletlerin sosyal güvenlik politikalarında çocukların ve
ailelerin hakları ile ilgili destekleyici
ve çocukların güvenli ve sağlık bir ortamda yetişmesini sağlayıcı politikalar üretmesini ve yürürlüğe koymasını zorunlu kılar.
Bir ülkenin çocukları her boyutu ile
geleceğidir. Ekonomik büyüme, akıllı ve çalışkan iş gücü ile mümkün
olabilir. Ülkenin uluslararası alandaki kaderi ancak gelecek nesillerinin
vatandaşlık bilinci ile donatılmasıyla
mümkündür. Bu sadece ailede verilebilecek olan bir yetkinlik değildir. Ya
da ailenin tek başına verebileceği…
Sistem bir bütün olarak işler ve gelişir.
Ülkenizde doğru yetiştirilmiş anne ve
babalarınız yok ise doğru yetiştirilmiş
bir geleceğinizin de olması mümkün
olmaz. Dolayısı ile çocuklar ile ilgili
sosyal politikalar, diğer ekonomik ve
sosyal ödevlerinin aksaması değerlendirmesi yapılırken, eşitler arasında
birincilik verilerek ele alınmalıdır.
Türkiye’de çocuk hakları konusunda
oldukça geniş bir ilerleme alanı olduğunu söylemek için hukukçu olmaya
gerek yok. Biraz farkındalık yeterli…
Devletin, bir çocuğun fiziksel, sosyal,
ekonomik ve kültürel çevreye, sağlık, rehabilitasyon ve eğitim hizmetlerine, bilgiye ve iletişime erişimini,
engelli bir çocuğun tüm insan haklarından ve temel özgürlüklerden tam
yararlanmasını sağlama hususunda
gerekli düzenlemeleri yapma yükümlülüğü vardır.
Peki Türkiye’nin ilk bakışta daha sağlıklı geleceğe ulaşmak için atması gereken adımlar neler ve mevzuatımız
hukuk devleti ilkesi ile yönetilen Devletimize ne tür ödevler yüklüyor?
Çocukların evlendirilmesi ve pedofili
hastalığı ile mücadele:
Herkesin bildiği gibi hukukumuzda
çocuğun evlendirilmesinin çok katı
kuralları vardır. Medeni Kanun’un
124. maddesinin ikinci fıkrasına göre
“Ancak, hakim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple onaltı
yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir. Olanak bulundukça karardan önce ana
ve baba veya vasi dinlenir.”
ÇHS’ye göre de “Kamusal ya da özel
sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde,
çocuğun yararı temel düşüncedir” ve
olmalıdır.
Herhangi bir hakim kararı olmaksızın, kanunlara aykırı olarak, 18 yaşın
altındaki çocukların evlendirilmesine
aracılık eden kişiler ve evlenen yetişkinler hakkında derhal Türk Ceza
Kanunu’nun “Çocuğun Cinsel İstismarı” m.103 ve “Reşit Olmayanla Cinsel İlişki” m.104 hükümlerine dayanılarak işlem yapılması gereklidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bu konuda kendisine düşen rolü etkin bir
şekilde yerine getirmesi ve çocukların evlendirilmesinde rol alan imamların haklarında gerekli idari tedbirleri derhal alması gereklidir.
Kadına karşı şiddetin önlenmesi:
Sosyal politikalarımızın hala aile
birliğini korumak konusunda ciddi
eksiklikleri var. Kadına karşı şiddetin her geçen yıl arttığı bir ortamda,
çocuklar da bu şiddetten yeterince
etkilenerek, sağlıksız bir ortamda büyüyorlar. Annelerini koruyamayan bir
toplum çocuklarını da koruyamıyor.
Bu nedenle kadına karşı şiddetin önlenmesine ilişkin olarak hükümetin
gündeminde olan tüm yasal düzenlemelerin bir an önce hayata geçirilmesi ve uygulamada cezasızlık ile
sonuçlanan yargılama süreçlerinin
iyileştirilmesi ilk adım olmalıdır.
İlköğretimden itibaren kadın erkek
eşitliği, ailenin toplumsal değeri ve
önemi konusunda öğretimin arttırılması, ailelere yönelik rehberlik hizmetlerinin genişletilmesi, şiddet gören kadının sığınabileceği korunaklı
evlerin sayısının yaygınlaştırılması
gibi önlemlerin alınması gereklidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
2009 yılında Türkiye aleyhine ihlal
kararı verdiği Opuz kararı, bir yandan
Türkiye’deki ilgili mevzuatı ve uygulamayı değerlendirme, diğer yandan
da kadına karşı aile içi şiddetin hukukî
açıdan değerlendirilmesi açısından
çok değerli bir karardır. Bu karar ayrıca, kadına karşı şiddetin önlenmesi
konusunda devletlerin sorumluluğu
bakımından yeni ölçütler getirmesi
nedeniyle önem taşımaktadır.
Bakanlığı’nın kaynakları bedenen ve
ruhen zarar gören çocukların rehabilitasyonu için tedavi olanaklarının
geliştirilmesi, başvuru noktalarının
yaygınlaştırılması ve gerekli bakım
evlerini kurabilmesi için arttırılmalıdır.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
Etkinliğinin arttırılması:
Bu konu yakın tarihli bir Ombudsman Kurumu’na yapılan başvuruya
da konu oldu ve Ombudsman tarafından Başbakanlığa gönderilen tavsiye kararında da engelli çocukların
daha etkin ve yeterli eğitim alabilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılması gerekli olduğu doğrultusunda
görüş bildirmiştir.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı etkin hale getirilmelidir.
Şiddet mağduru olan ve yakınını aile içi şiddet nedeni ile yitirmiş
olan kişilerin, bu şiddetin önlenmesi
ve giderilmesi için yeterince önlem
almayan devletten tazminat talep
etmek haklarının olduğu göz ardı
edilmemelidir. Dolayısı ile yapılacak
olan yatırımın maliyeti hesaplanarak
kaynak değerlendirmesi yapılırken,
mağdurların açabileceği tazminat
davalarının devletin bütçesine etkisi
de dikkate alınmalıdır. Teorik olarak,
devletten koruma talep etmiş olmasına rağmen bu korumayı etkin bir
şekilde alamadığı için mağdur kişi ve
mirasçılarının hizmetin kötü yürütümü nedeni ile devlete karşı tam yargı
davası açması mümkündür. Opuz kararı ile de bu teyit edilmiştir. Örneğin
Opuz kararında, yargılama süresince
edinilen raporlardan hareketle kadınların başvurduğu polislerin meseleyi
aile içi mesele olarak gördükleri ve
kadınlara bu yönde telkinde bulunarak kimi zaman hiç müdahale etmedikleri ve benzer şekilde yargının da
kadına yönelik şiddette ayrımcı pasif
tutum sergilediği, Ailenin Korunması
Hakkında Kanun’un uygulanmasında
önemli sorunlar yaşandığı da vurgulanmıştır. 1
ÇHS uyarınca kötü davranışlara, ihmale ya da tutukluluğa maruz kalan
çocuklara yeniden topluma kazandırılmaları için gerekli özen gösterilmelidir. Aile ve Sosyal Politikalar
1 Sever, Çiğdem, “Kadına Karşı Eviçi Şiddette Devletin Sorumluluğu ve Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin Opuz v.
Türkiye Kararı” http://law.atilim.edu.tr/
shares/personel/413/kad%C4%B1na%20
kar%C5%9F%C4%B1%20%C5%9Fiddet
%20makale.PDF
Engelli Çocuk Haklarının
Gerçekleştirilmesi:
Engelli çocuklarımız yeterince eğitim
desteği de alamıyor.
Hukukumuzda engelli çocuğu olan
ailelerin faydalanabileceği bazı destekler ve iş hukuku uygulamalarına
dair düzenlemeler bulunmakla beraber (izin hakları, tayin hakları, nöbetten istisna tutulma hakkı, anneler
için erken emeklilik hakkı, gibi..) bu
düzenlemelerin aile birliğinin temeli
olan anne ve babanın Medeni Kanun
uyarınca eşit olması da dikkate alınarak, babaların da kullanabileceği
şekilde geliştirilmesi, ekonomik desteklerin geliştirilmesi önemlidir. Evde
bakım hizmetleri konusunda çok ciddi ilerleme kaydetmiş olan Sağlık Bakanlığının takdire layık olan bu çalışmaları, Milli Eğitim Bakanlığı ve Aile
ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın
işbirliği ile engelli çocukların eğitim
ve öğretim süreçlerini destekleyecek
şekilde hem toplumun parçası olarak
hem de o topluma daha hızlı ayak uydurabilmek için evde de destek alabilecekleri şekilde geliştirilmesi ile ilgili
çalışmaların yapılması önemli bir ilerleme sağlayacaktır.
Çocuklarımız geleceğimiz, varlığımızın yansıması ve teminatıdır. Çocuklarımız hepimizin korumasına ve
bireysel çabaları ile desteklenmeye muhtaçtır. Tüm paydaşların en
önemli önceliği ÇHS’nin en etkin şekilde hayata geçirilmesi için gerekli
adımların atılmasında işbirliği ve özverili çalışmalar olmalıdır.
Bu bireylerin, vatandaşların ve devletin birincil ödevidir.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
37
kapakkonusu
ÇOCUĞUNUZDAKİ BÜYÜME GERİLİĞİNİN
NEDENİ BÖBREKLERİNDEKİ SORUN OLABİLİR
Prof. Dr. Tarkan SOYGÜR
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Ürolojisi Bilim Dalı Öğretim Üyesi
Böbrek yetmezliği, böbreklerin görevlerini tam olarak yerine getirememesi sonucu gelişir. Bunun en açık
göstergesi hastanın kanında üre ve
kreatinin gibi bazı zararlı maddelerin
artmasıdır. Böbrek yetmezliği karşımıza iki şekilde çıkabilir:
• Aniden başlayabilir (Akut böbrek
yetmezliği): Saatler veya günler
içinde çok hızlı ortaya çıkar. Böbrekte oluşan hasar genellikle eski
haline döner. Diyaliz , yalnızca
böbreklerin çalışmadığı zamanlarda gerekli olabilir.
• Yıllar içerisinde sessizce gelişebilir
(Kronik böbrek yetmezliği): Böbrekleri yavaş yavaş bozan ilerleyici bir hastalıktır. Bu durum yıllar
boyu sürebilir. Hastalık çok ilerleyene kadar belirtileri görülmeyebilir.
Her iki durumda da böbrekler zararlı
maddeleri dışarı atamadıkları için artık maddeler kanda birikerek birçok
doku, organ ve sistemi etkilerler.
Kronik Böbrek Yetmezliğinin
Bazı Nedenleri
• Böbreğin süzme görevi yapan bölümlerinde iltihap ve harabiyet
• Böbreğin bazı bölümlerinin iltihabı
• Böbreklere giden bazı damarların
hasarı sonucu kan akımının azalması
• Şeker hastalığı
• Yüksek tansiyon
• Böbrek kistleri
Böbrek Hastalıklarının Belirtileri
• Bulantı-kusma
38
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
• Halsizlik
• İştahsızlık
• İnatçı kaşıntılar
• Çok su içme
• Günlük idrar miktarında
azalma
veya aşırı miktarda idrar yapma
• Cildin sarımsı-kahverengi renk alması
• Çabuk yorulma
• Çarpıntı
• Nefes darlığı
• İşitme güçlüğü
• Ani ve sürekli kan basıncı (tansiyon) yükselmeleri
• Göz
çıkar. Bunlardan en önemlisi potasyumdur. Kan potasyumu normalin
çok üzerine çıkarsa hayati tehlike
belirir. Bu aşamaya gelen hastaların
böbreklerine başka tedavi yöntemleri ile yardım etmek gerekir.
Kronik böbrek yetersizliği önceden
çok sık olarak ölüme yol açmaktaydı.
Ancak , günümüzde çok etkin bir şekilde tedavi edilmektedir. Bu nedenle, son dönem böbrek yetmezliğinden korkmamak ama bu hastalığa
karşı bilinçli olmak gerekir. Son dönem böbrek yetersizliği ortaya çıktığında sadece ilaç kullanarak hastayı
tedavi etmek mümkün olmaz. Burada böbreğin görevlerini üstlenecek
başka tedavi yöntemleri gereklidir.
Bu yöntemler başlıca 2 tanedir :
kapaklarında ve ayaklarda
daha belirgin olmak üzere tüm vücutta su birikmesi (ödem)
• Diyaliz
• Böbrek nakli
saldırganlık
tir. Böbrek nakli de iki ayrı tür vericiden yapılabilir :
• Sık idrara çıkma
Diyaliz iki şekilde uygulanabilir :
• Ağrılı idrar yapma
• Hemodiyaliz (makine diyalizi)
• Kanlı idrar
• Periton diyalizi (karın diyalizi)
• Bulanık idrar
nakli, hastaya başka bir kişi• Gece birden fazla idrara kalkma Böbrek
den alınan yeni bir böbreği takarak
• Kişilik değişiklikleri ile başlayan vücuttaki zararlı artıkları temizlemek• Bilinç bulanıklığı ve komaya kadar
uzanan uyanıklık ve davranış değişiklikleri
• Havale (nöbet) geçirme
• Özellikle çocuklarda gece idrar ka-
• Canlı vericiden
• Kadavradan (yeni ölmüş bir kimseden)
çırmaları ve gelişme gerilikleri
Bu belirtiler başka birçok hastalıkta
da görülebileceğinden hangi hastalıktan kaynaklandığının hekim tarafından belirlenmesi gerekir.
Böbrek Yetmezliğinin Tedavisi
Böbrek yetersizliği çok ilerlerse son
dönem böbrek yetersizliği ortaya çıkar. Böbrekler kanı temizleme görevini hiçbir şekilde yapamaz. Kandaki
zararlı atıkların düzeyi yükselir. Ayrıca, kan tuzları normal sınırların dışına
Prof. Dr. Tarkan SOYGÜR
Hemodiyaliz
Bir makine aracılığı ile hastanın
kanının özel bir filtreden süzdürüldüğü ve içindeki zararlı maddelerin
temizlendiği ve temizlenen kanın
hastaya geri verildiği bir tedavi
şeklidir. Bu amaca uygun olarak
süzgeç görevi yapacak yapay
özel filtreler üretilmiştir. Bu filtrelerin
diyaliz makinelerine takılması, kanın
bir pompa ile hastadan çekilerek bu
zardan süzdürülmesi ile hemodiyaliz
gerçekleştirilir. Bu süzme işlemi sırasında filtrenin bir ucundan hastanın
kanı girer. Bu kandaki üre, kreatinin
gibi zararlı maddeler, potasyum adı
verilen ve fazlası vücuda zararlı olan
bir tuz ile diğer zararlı maddeler dışarı
alınır. Filtrenin diğer ucundan temizlenmiş olarak çıkan kan ise vücuda geri
döndürülür. Hemodiyaliz sırasında vücutta fazladan birikmiş suyun çekilmesi ile tansiyon yüksekliği de daha kolay
kontrol edilir.
Periton (Karın) Diyalizi
Kanı zararlı artıklardan temizlemek için her zaman
yapay filtreler gerekmez. Bu amaçla insanın kendi karın zarı da filtre yerine kullanılabilir. İnsanın
kendi karın zarı olan peritonun kullanıldığı diyaliz şekline periton diyalizi (karın diyalizi) adı
verilir.
Böbrek Hastalarında Beslenme
Proteinler:
Büyüme ve gelişmenin sağlanması dokuların
onarımı ve vücut savunması için en önemli olan
besin türüdür. En önemli protein kaynakları yumurta, süt, peynir, diğer hayvansal gıdalar ve kuru
baklagillerdir. Proteinler vücutta değişik görevler için
kullanıldıktan sonra yıkılır ve bunun sonucu protein
yıkım ürünü olan üre,ürik asit, kreatinin gibi vücut için
zararlı maddeler açığa çıkar ve sağlıklı kişilerde böbrek
tarafından idrarla dışarı atılır. Böbrek yetersizliğinde söz
konusu maddeler dışarı atılamaz ve buna bağlı hastalık belirtileri (halsizlik, iştahsızlık, bulantı, kusma, ağızda
kötü koku) ortaya çıkar.
Böbrek yetmezliği hastalarında protein alınımın kısıtlanması ile bu zehirli maddelerin üretimi de azaltılmış olur.
Bu amaçla kilogram başına 0.5-0.6 gr/gün (genellikle 40
gr) hayvansal kaynaklı protein içeren diyet önerilmektedir. Sağlıklı bir erişkinin günde alması gerekli protein miktarı yaklaşık kg. başına 1 gramdır (örneğin 70 kg olan bir
kişi için 70 gr). Bazı hastalar kan üre değerlerini iyice
düşürebilme amacı ile diyetlerinde proteini tamamen keserler. Bu yanlıştır çünkü vücudun proteine
mutlaka ihtiyacı vardır.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
39
Karbonhidratlar:
Tüketilen enerjinin %55 ile %70’i üremik hastalarda karbonhidratlardan
karşılanır. Türk mutfağında bu tür
yiyecekler (ekmek, makarna, yufka,
pasta, börek, pilav vb.) genellikle çok
tüketildiği için gerekli kalori rahatlıkla sağlanır. Karbonhidratların ve yağların yakılması ile üre ve vb. zararlı
maddeler meydana gelmez.Karbonhidratların kısıtlanması şeker hastalğı
olan hastalarda önerilir.
Yağlar:
Yoğun şekilde enerji sağlayan maddelerdir. Günlük kullanımda yağ dediğimiz zaman tereyağı, margarin,
bitkisel yağlar ve çeşitli etlerde bulunan yağlar anlaşılır. Yağ alınmasının
temel amacı vücuda enerji sağlamaktır. Alınan kalorinin %20-40’ı yağlardan sağlanır. Ayrıca A, D, E ve K vitaminleri gibi yağda eriyen vitaminler
de bu besinler ile birlikte emilir. Yağların kendi içinde alt grupları vardır.
Kolesterol çok önemli görevleri olan
bir yağ türüdür. Bir bölümü karaciğerde yapılır, kalan bölümü ise besinlerle alınır.Kanda belirli miktarı aşınca
(200 mg/dL ve üzeri) damar sertliğine
(ateroskleroz) ve buna bağlı olarak da
kalp krizi ve inmelere neden olabilir.
Böbrek yetmezliği olan hastalarda ise
hastalığın daha da hızlı ilerlemesine
neden olabilir. Bu nedenle bu hastaların diyetlerindeki kolestorol miktarı
kısıtlanmalıdır. Bu hastalara özellikle
40
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
zeytin, mısır, ayçiçek gibi bitkisel sıvı
yağlar kullanmaları öneerilir çünkü
kolestorol sadece hayvansal kaynaklı
besinlerde bulunur
Su:
Böbrek yetersizliği cok fazla ilerleyinceye kadar genellikle hastalar
içtikleri su ile orantılı miktarda idrar
çıkarırlar. Böbrek yetersizliği henüz
başladığı erken dönemlerde kanda üre ve diğer zararlı maddelerin
çok yükselmemesi için alınacak en
iyi önlem fazla miktarda su içmektir.
Ancak böbrek yetmezliğinin son dönemlerinde idrar miktarı iyice azalır
ve su içmekle idrar miktarı artmaz.
Fazla suyun vücutta kalması tansiyon
yüksekliği, kalp yetmezliği ve nefes
darlığına yol açar. Bu nedenle bir gün
önce çıkarılan idrar miktarına 500
ml (3 su bardağı) kadar su eklenirse
alınması gerekli su miktarı bulunur.
Bu dönemde hastanın her gün tartılması şarttır.Alınan günlük su miktarı
hesaplanırken içilen çay, ayran, çorba
vb. eklenmesi de unutulmamalıdır.
Tuz:
Böbrek yetersizliğinde vücuda alınan tuzun atılması azalır ve vücutta
birikir. Fazla miktarda tuz tansiyonu
yükseltir ve vücutta su birikmesine
ve kalp yetmezliğine yol açar. Günlük
tuz alımı 2-3 g. olmalıdır. Diyet tuzları
böbrek hastalarında çok tehlikeli olabilir.
Potasyum:
Tuza benzeyen kan ve dokularda bulunan bir maddedir. Kasların ve kalbin kasılmasında çok önemli rol oynar. Böbrek yetersizliğinde potasyum
vücuttan uzaklaştırılamaz ve bunun
sonucunda kan potasyumunda yükselme ortaya çıkar. Bu çok tehlikeli bir
durumdur ve ani kalp durmasına neden olabilir. Potasyum en çok kurutulmuş meyve ve sebzeler (üzüm, incir, bamya), taze meyve (muz, üzüm,
erik vb.) ve tüm sebzelerde bulunur.
Bu yüzden yemeklerde kullanılan
tüm sebzelerin önce haşlanması ve
bu suyun atılması önerilmektedir.
Böbrek hastalarına her zaman potasyumdan kısıtlı diyet önerilmektedir.
Kalsiyum ve fosfor:
Kalsiyum ve fosfor dengesi de böbrek yetmezliğinde bozulmuştur ve
buna bağlı olarak da kemiklerde zayıflık ortaya çıkmaktadır. Kan fosfor
düzeylerinde yükselme ve kalsiyum
düzeylerinde azalma görülmektedir.
Yalnız diyet önerileri ile bunları dengede tutmak mümkün olmamaktadır
çünkü kalsiyumdan zengin gıdalarda
fosfor miktarı da fazladır. Bu nedenle
mutlaka doktor tarafından önerilen
fosfor bağlayıcı ve kalsiyumu yükselten ilaçların kullanılması gerekmektedir. Fosfor ve kalsiyum bakımından
zengin besinler tüm süt ürünleri ve
balıklardır.
Hastanelerinizin
daha etkin
yönetimi ve
verimliliği için...
kapakkonusu
SINAV KAYGISI
Prof. Dr. Elvan İŞERİ
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve
Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Sınav kaygısı nedir?
Kaygı, duygusal ya da fiziksel olarak
baskı yaratan bir uyaranla karşı karşıya kalındığında yaşanan bir uyarılmışlık durumudur. Normal düzeyde
hissedilen kaygı belli bir konuda istek
duyma, karar alma ve alınan kararlar
doğrultusunda harekete geçmek için
yararlıdır.
Sınav kaygısı bir sınav öncesinde,
sırasında ya da sonrasındaki strese
bağlı olarak ortaya çıkan fizyolojik ve
duygusal tepkiler olarak tanımlanabilir. Sınav öncesinde edinilen bilgilerin sınavda kullanılmasını olumsuz
etkileyen ve başarı düşüklüğü ile sonuçlanan yoğun kaygıdır.
Hemen hemen herkes bu kaygıyı bir
miktar hisseder hatta belirli düzeyde
yaşanan bu tür duygular kişiyi motive eder. Ancak bazı gençlerde bu
kaygı düzeyi öylesine yükselebilir ki
sınav öncesi çalışma temposunu, sınavda da sınav performansını olumsuz etkileyerek başarıyı düşürebilir.
Amaç kaygıyı tamamen ortadan kaldırmak değildir. Ancak yaşanan aşırı
kaygının kontrolü ve baş edilebilmesi önemlidir. Hiç kaygı yaşanmazsa,
istek duyulmayacağı için yapılacak
iş için yeterince enerji harcanmaz.
Yoğun kaygı ise kişinin potansiyelini
değerlendirmesini engeller.
42
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
Sınav kaygısının temelde iki bileşeni
vardır. Kalp çarpıntısı, nefes darlığı,
göğüste sıkışma hissi, terleme, titreme, bulantı, karın ağrısı, baş dönmesi, bayılma gibi bedensel belirtiler ile
korku, endişe, huzursuzluk, hayal kırıklığı, ümitsizlik, kontrolü kaybetme
hissi gibi duygusal belirtilerdir.
Sınav kaygısı yüksek olan kişilerin
çalışmaya daha çok zaman ayırdıkları
gösterilmiş. Demek ki, düşük performansın nedeni yetersiz çalışma değil
aşırı kaygıdır. Çünkü sınav kaygısında en önemli sorunlardan biri sınav
öncesi öğrenilenleri sınavda kullanamamaktır.
Sınav performansını hangisi daha
olumsuz etkiler?
Sınav kaygısı kontrol edilebilir mi?
a) Endişe, olumsuz beklentiler
b) Bedensel belirtiler, fiziksel uyarılma
Doğru yanıt “a”. Bu iki bileşenden
ikincisi yani duygusal boyutu çok
daha olumsuz sonuçlara yol açabilir.
Endişe nedeniyle dikkat sınav sorularının dışına kayar. Dikkat, sorular ve
sınav performansına ilişkin yorum ve
değerlendirmeler arasında bölünür.
Kaygı düzeyi normal olan kişiler sınavı bilgi düzeyinin ölçüleceği bir fırsat
olarak görürken, aşırı kaygılı kişiler
sınavı bir tehdit olarak algılar.
Sınav kaygısını pekiştiren en önemli
etken kişinin olumsuz düşünceleridir. “Başarılı olamayacağım”, “herkes
benden daha iyi”, “bir yılım boşa gidecek, mahvoldum”, “ailemin yüzüne
nasıl bakacağım”, “sınavım berbat geçecek” “sınavda bildiklerimi de unutabilirim” gibi olumsuz düşünceler
zihinde birbirleriyle yarışırken kişinin
kaygı düzeyi iyice yükselir, dikkat ve
konsantrasyonu olumsuz etkilenir,
dolayısıyla sınav başarısı düşebilir.
Öğrencilerin kendine-güven ve kendini-kabul düzeylerini etkiler.
Amacımız çocuk ve gençlerdeki
kaygıyı tümüyle ortadan kaldırmak
değil, kaygıya yenik düşmeden onu
belli bir düzeyde tutarak yararlarına
kullanmalarına yardımcı olmak.
Sınav kaygısıyla başa çıkarken, öncellikle engelleyebileceğimiz “çalışmaları erteleme”, “yetersiz çalışma”,
“dengesiz beslenme ve uyku”, “olumsuz ve abartılı düşünceler” gibi kaygıyı arttıran etmenlerin üzerine gidilmeli.
Sınav kaygısı ile baş etmede kilit
nokta olumsuz düşünceleri ve iç
konuşmaları durdurabilmektir. Sınav ile ilgili zihninizden geçen bu iç
konuşmalar sırasında yakaladığınız
olumsuz, gerçek dışı beklenti ve yorumların farkına varmak ve yeniden
yapılandırmak sınav kaygısının azalmasında etkili olacaktır. “Sınavım
berbat geçecek, başaramayacağım” gibi olumsuz
düşüncelerin yerine
“elimden geleni
yaptım, eme-
ğimin karşılığını alacağım” gibi olumlu düşüncelerin geçmesi rahatlama
sağlayacaktır. Başarılı olmanın temelinde kişinin kendi potansiyelini
doğru değerlendirmesi yatar. Nelerin
eksik olduğuna ve neyi, ne kadar öğrenmeniz gerektiğine ancak gerçekçi
bir değerlendirme sonucunda karar
verebilirsiniz. Sınavlara planlı hazırlanmak, beklentileri gerçekçi tutmak,
endişelerle uğraşarak harcanacak
zamanı işlevsel geçen çalışmalara
yönlendirmek, erteleme yapmamak
performansı artıracaktır. Kaygının yol
açtığı duygusal sıkıntılar olumsuz düşüncelerin kontrolü ile azalırken bir
uzmandan yardım alarak
öğrenebilebilecek
gevşeme eg-
zersizleri ile de bedensel rahatlama
sağlanır. Kaygıyı tanımak onunla baş
etmede önemli bir basamaktır. Kaygının duygusal ve fizyolojik olarak
sizi nasıl etkileyebileceğini bilirseniz
onu kontrol edebilme gücünüz artacaktır. Bedensel belirtilerin yoğun yaşandığı gençlerde ilaç tedavisi ile bu
belirtilerin en aza indirilmesi olasıdır.
Aslında kaygı yaratan sınav değil sınava yüklenen anlamdır. Sonucun
istedikleri gibi olmaması durumunda dünyanın sonu gelecekmiş gibi
sınava abartılı bir değer yüklenmesi
çoğu kez ailenin beklentileri ile de
yakından ilişkilidir. Kaygı bulaşıcı bir
duygudur ve sınav öncesi
tüm aile bireyleri bundan nasibini alır. O
nedenle kaygıyla
baş etmek de
tüm ailenin rol
oynayacağı bir
ekip işidir.
Ailelere Öneriler:
•
Kaygı ve
duyguları
onunla paylaşılmalı
Prof. Dr. Elvan İŞERİ
• Evde olağanüstü bir durum varmış gibi davranılmamalı
• Kıyaslama ve karşılaştırma yapılmamalı
• Sınav sonucuyla ilgili beklentiler
üzerinde çok durulmamalı
• Ailenin sınav sonucuyla ilgili kaygıları varsa öncelikle kendileri bu
kaygıyla başa çıkmalılar
• Olduğu
gibi kabul edilmeli ve
onun ne istediği üzerinde durulmalı
• “en kötü ne olabilir?”…’e benzer
yaklaşımlar işe yarayabilir
• Kaygıları küçümsenmemeli
• Her soru ve sorununa cevap bul-
mak şart değil; dinlemek, paylaşmasını sağlamaya çalışmak bile
yeterli.
•Sınavlar
hayatta mutlu, başarılı
olmaya giden yollardan sadece
biridir. Bunu çocuklarıma
hatırlatalım.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
43
THSK KANSER DAİRE BAŞKANLIĞI
VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER
Doç. Dr. Murat GÜLTEKİN
Sağlık Bakanlığı
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu
Kanser Daire Başkanı
ESGO- European Society
of Gynecologic Oncology
ESGO (Europian Society of Gynecologic Oncology); 1983 yılında İtalya’da
kadın kanserleri ile ilgili faaliyet göstermek üzere kurulmuştur. Jinekolojik Onkoloji alanında Avrupa ölçeğinde önemli çalışmalar yürüten bir
dernektir. Derneğin Yönetim Kurulu
44
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
Üyesi olan THSK Kanser Daire Başkanı
Doç. Dr. Murat Gültekin aynı zamanda bu dernek bünyesinde faaliyet
gösteren ENYGO (European Network
of Young Gynaecological Oncologists) isimli genç jinekolojik onkologları bir araya getiren derneğin Kurucu Başkanıdır. ENYGO özellikle genç
onkologların eğitimlerinin kalitesinin
yükseltilmesi yönünde çalışmalarına
devam etmekte ve gelecek yıllarda
liderlik yapacak olan genç nesillerin
birbiri ile tanışarak ortak çalışmalara
imza atmalarını sağlamaktadır. Karşılıklı yürütülen çalışmaların Dernek
platformunda gerçekleştirilmesine
katkı verilmektedir.
İlk olarak 2009 yılında editörlüğü ülkemizce yapılan ve Avrupa’da geniş
yankı yaratan ders kitabı olan Textbook of Gynaecological Oncology’nin,
2015 yılı için 3. Baskısının da ülkemizin önderliğinde yapılması planlanmaktadır. Ayrıca yine Doç. Dr. Murat
Gültekin tarafınca Avrupa genelinde
vatandaşların kanser tarama programlarına olan ilgisinin arttırılması,
kanserin önlenebilir bir hastalık olduğunun vurgulanması, bu konuda
esas teşkil edecek algoritmaların geliştirilmesi, farkındalık ve eğitim faaliyetleri yürütmesi açısından ENPIGO
(European Network of Prevention in
Gynaecological Cancers) - Avrupa Ji-
nekolojik Kanserler Önleme Ağı isimli
bir platform kurulması teklifi yönetim
kurulunca kabul edilmiş ve Daire Başkanımızın önümüzdeki 2 yıl boyunca
konunun dünyaca ünlü isimleri ile
birlikte ENPIGO’nun başkanlığını yürütmesine karar verilmiştir.
IARC- International Agency
for Research on Cancer
Dünyada kanser araştırmalarını yürüten en büyük ve önemli ajans olma
niteliğini taşıyan IARC dünya genelinde pek çok kanser araştırması yürütmekte ve kanserojen maddelere
yönelik raporlar hazırlamaktadır. Ayrıca dünya genelinde önemli genetik
ve beslenme (EPIC) çalışmalarını yürütmektedir.
Kanser Daire Başkanı daire başkanlığımız IARC’ın bilimsel kurulunda
yer almakta olup, 2016 yılı itibari ile
yönetim kurulu temsilciliği yapacaktır. IARC tarafından bu yıl yayınlanacak olan Dünya’da Kanser Kontrolü
kitabında Türkiye’de Kanser Kontrol
programıyla yer almıştır.
İzmir Kanser Kayıt Merkezi’ni DSÖIARC tarafından bölgesel eğitim
merkezi seçmiştir ve bölgedeki ülkelerden yabancı uzmanlar İzmir’de
kanser kayıt eğitimi almaya başlamıştır.
BSC (Karadeniz Ülkeleri Meme ve Serviks
Kanseri Önleme Koalisyonu)
Karadeniz Ülkeleri Meme ve Serviks
Kanseri Önleme Koalisyonu 2011
yılında Gürcistan first lady’si sayın
Sandra Roelofs önderliğinde kurulmuştur. Ermenistan, Azerbeycan,
Bulgaristan, Gürcistan, Moldova,
Romanya Türkiye ve Ukrayna Ülkelerinin Sağlık Bakanlığı yetkilileri, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu bölgesel
liderleri ve Avrupa Serviks Kanseri
Birliği(ECCA)’nın başkanının yer aldığı koalisyonun başkanlık görevini
bu yıl bakanlığımız devir almış olup
önümüzdeki 2 yıl için bu görevi bakanlığımızı temsilen Kanser Daire
Başkanlığımız yürütecektir.
MECC- Middle East Cancer Contortium
MECC (Middle East Cancer Concorti-
um) 1996 yılında ABD Kanser Enstitüsü önceliğinde kurulmuş, Ortadoğu
Bölgesinde Sağlık Bakanlığı Yetkililerince oluşturulan bir yönetim kurulunca idame edilen bir resmi STK’dir.
Özellikle kanser kayıtçılığı ve palyatif
bakım konusunda bölge ülkelerinde
uluslararası eğitimler vermektedir.
ABD Kanser Enstitüsü ile son 1 yıldır
yürütülen görüşmelerde MECC merkezinin Hacettepe Üniversitesi’ne
alınması kararlaştırılmış olup süreç
henüz tamamlanmamıştır. Sürecin
tamamlanması durumunda başkanlık görevi Kanser Daire Başkanlığı ve
Üniversite ortaklığında yürütmesi
planlanmaktadır. MECC başkanlığında Ortadoğu ülkeleri ile yürütülecek
ortak uluslararası çalışmaların planlanması, Ortadoğu ülkelerinin kanser
karnesinin tutulması, palyatif bakım
ve kayıtçılık eğitimleri başta olmak
üzere uluslararası eğitimlerin düzenlenmesi planlanmaktadır.
da düzenlenmiştir. Sağlık Bakanlığı
olarak toplantıya ilk resmi katılım
2013 yılında gerçekleştirilmiştir. Söz
konusu toplantılarda uluslararası
devlet politikalarının ve yeni bilimsel
verilerin bir arada değerlendirilmesi
imkanı doğmakta, güncel gelişmeler
bu ortak platform aracılığıyla takip
edilebilir olmaktadır.
APOCP- Asya Pasifik Ülkeleri Kanser
Önleme Organizasyonu
ICNIRP (İnternational Commission
on Non-Ionizing Radiation Protection), haberleşmede kullanılan noniyonizan radyasyona karşı insanları
ve çevreyi korumayı hedefleyen ve
bu hedeflerine ulaşabilmek amacıyla uluslararası çok sayıda konu ile
ilgili uzman bilim adamıyla çalışarak
bilimsel kanıtlara dayalı kılavuzlar
hazırlamakta ve yayınlamaktadır. Bu
kılavuzlarda non-iyonizan radyasyonun standart-güvenli değerleri yer
almakta ve günümüze dek yapılmış
bilimsel çalışmalar sunulmaktadır.
ICNIRP çalışmalarını Dünya Sağlık
Örgütü (DSÖ), Uluslararası Çalışma
Örgütü (ILO) ile birlikte yürütmektedir. Ayrıca bilimsel veriler ve noniyonizan radyasyon konusunda mevcut tüm güncel araştırmalar ICNIRP
önderliğinde düzenlenen uluslararası katılımlı eğitim ve sempozyumlarla
da tüm dünya ile paylaşılmaktadır.
Asya Pasifik Ülkeleri Kanser Önleme
Organizasyonu (APOCP) 2000 yılında
Asya Pasifik Ülkeleri arasında kanser
önleyici aktiviteleri geliştirmek ve diğer kanser konularında uluslararası
ortak çalışmalar yürütmek amacıyla
kurulmuş tarafsız bir kuruluştur. Bu
organizasyonun ana hedefleri arasında uzman araştırmacılara uluslararası
çalışma yürütebilmeleri için olanak
sağlamak ve yapılan çalışmaların sonucunu ortak bir platformda paylaşmak yer almaktadır. APOCP tarafından Yayınlanan Uluslararası derginin
editörlüğü THSK Kanser Daire Başkanlığınca yürütülmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü Elektromanyetik
Alanlar Projesi
Mayıs 1996 tarihinde Üye Ülkelerin talepleri doğrultusunda Dünya
Sağlık Örgütü tarafından “Uluslararası Elektromanyetik Alanlar Projesi”
oluşturulmuştur. Projede ülkelerin
hükümetleri ile uluslararası bağımsız
araştırma ajansları (ICNIRP, ITU, IEC)
birlikte çalışmalar yürütmektedir.
Projede ülkemizin de dahil olduğu
50 ülke yer almakta olup yıllık düzenlenen toplantılarının ilki 2012 yılın-
Elektromanyetik Alanlar ve Sağlık Etkileri
Çalıştayı Mayıs’ta İstanbul’da
Son yıllarda giderek artan internet
ve diğer mobil teknolojilerin kullanımı beraberinde bu teknolojilerin
olası sağlık etkilerine dair kamuoyu
ve bilimsel ortamlarda ortaya çıkan
tartışmaları getirmiştir. Bu konu dünya basınında olduğu gibi ülkemiz
basınında da sık sık yer almakta ve
bu açıdan ortaya çıkan tartışma ve
endişeler bilimsel veriler göz önüne
alınmayarak sürdürülmekte ve güncelliğini korumaktadır.
Sağlık Bakanlığı Kanser Daire Başkanlığı, Dünya Sağlık Örgütü ile birlikte
bu konuda lider bilimsel kuruluş olan
ICNIRP ile birlikte 26-28 Mayıs 2015
tarihleri arasında İstanbul’da “Elektromanyetik Alanların Isıl etkileri”
Çalıştayı’na ev sahipliği yaparak, hem
bu konudaki yeni bilimsel verileri ortak bir platformda tartışma imkanı
oluşturmayı hem de birinci ağızdan
halkımızı bilgilendirmeyi hedefledi.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
45
SAĞLIKTA BİREYSEL VE KURUMSAL İLETİŞİM
DAVRANIŞLARINDA ÖNE ÇIKANLAR
Doç.Dr. Elgiz YILMAZ
Galatasaray Üniversitesi
İletişim Fakültesi
Kişilerarası İletişim Fakültesi
Anabilim Dalı Başkanı
Sağlık iletişimi; kişilerin hastalık ve
sağlık hakkında bilgi sahibi olmasını
sağlamak, genel sağlık düzeyini artırmak, hastayı tedavi süreci hakkında
karar verici mekanizma olarak bilgilendirmek gibi amaçlar doğrultusunda stratejik iletişimin sağlık alanında
kullanılması olarak tanımlanabilir.
Disiplinler arası bir kavram olan sağlık iletişimi, kişilerarası iletişim perspektifinden doktor, hasta ve sağlık
çalışanları arasındaki ilişkiyi incelemektedir.
İçinde bulunduğumuz bilgi çağı sağlık iletişiminin boyutlarını da değiştirmiştir. Yeni iletişim teknolojilerinin
bilgiye erişimi kolaylaştırması sayesinde hastalar, kendi sağlık durumlarıyla ilgili tıbbi tanı
ve tedavi sürecinde
artık daha aktif
ve katılımcı
olmak iste m e k te dirler. Bu
talep, hastaların çeşitli kanallardan güvenilir
sağlık bilgisini
nasıl edineceklerini öğrenmeleri
gerekliliğini de beraberinde getirmektedir. Öte yandan, geçmiş
yıllara kıyasla tıp alanında
daha hızlı güncellenen bilginin sağlık profesyonellerine iletilme biçimleri de değişmiştir.
Günümüzde dünyada ve ülkemizde
sağlık politikalarını da etkileyen sağlık alanındaki değişim ve gelişmeler
sağlığın ana aktörleri hasta, doktor
ve sağlık çalışanlarının yanı sıra sağ-
46
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
lık kuruluşlarını da etkilemektedir.
Sağlık kuruluşları yapı itibari ile karmaşık oldukları gibi doktor, hemşire, yardımcı sağlık personeli, hasta,
hasta yakını, idari kadro dahil olmak
üzere iletişim kurması gereken hedef
kitleleri itibariyle de karmaşıktır
Sağlık kuruluşlarının biçimsel yapıları iletişim modeli tercihlerini de
etkilemektedir. Kurumlarda iletişim;
kişisel, kişilerarası ve gruplar arası
iletişim boyutlarının yanı sıra örgütün dış çevre ile olan iletişimini de
içerir. Sağlık kuruluşları yapı ile karmaşık oldukları gibi doktor, hemşire, yardımcı sağlık personeli, hasta,
hasta yakını, idari kadro dahil olmak
üzere iletişim kurması gereken hedef kitleleri itibariyle de karmaşıktır
(Nussbaum&Fisher, 2009).
Kurumun biçimsel yapısı, önceden
belirlenmiş resmi kural ve düzenlemelere göre işleyen bir biçimsel
iletişim sisteminin
ortaya çık-
masına yol açar (Gürgen, 1997: 64).
Bu yapı içinde her bireyin diğerlerininkinden az-çok farklı biçimsel bir
rolü ve statüsü vardır. Bireylerden
rollerine uygun davranmaları beklenir. Bu, farklı rollerdeki kişilerin iletişimlerinin de farklılaşmasına neden
olur. Biçimsel yapı, bireylerin davranışlarına biçim ve yön verir. Kurumlarda istikrar ve düzeni sağlar. Bunun
bilincinde olan sağlık kurumları iletişim ve iş modellerinde sürdürülebilirlik, ekip yönetimi, paylaşılan değerler, karşılıklı saygı, liderlik eğitimi
ve koçluk gibi motivatör faktörleri
daha çok önem vermeye başlamıştır.
Kurumun biçimsel yapısı, dikey
farklılaşma esasına göre oluşturulduğunda, bireyler sahip oldukları
otorite ve yetki bakımından birbirlerinden hiyerarşik olarak farklılaşırlar. Bir kurumda farklılaşmanın çok
olması daha fazla yönetim kademesinin ortaya çıktığını gösterir.
Yapılan son düzenlemeler ile kamuya
ait sağlık kurumlarında yöne-
tim ve yetki il halk sağlığı müdürlüğü, ilgili bölge kamu hastaneleri
birliği genel sekreteri ve başhekim
arasında dağılırken; özel sağlık kurumlarında mütevelli heyeti üyeleri,
yönetim kurulu ve başhekim arasında dağılım göstermektedir. Bu
durum yönetim alanının daraldığını,
ast-üst arasındaki iletişimin dikey olduğunu gösterir. Bu yapı alt kadroların iletişim biçimlerine de yansımakta; kaynak ile alıcı arasındaki iletişim
kanalı uzadığı ölçüde iletişim süreci
gecikebilmekte ve bozulabilmektedir. Hiyerarşik yapılarda bireyin
kademesi yükseldikçe, üst düzeyde
eşiti azaldığından yatay iletişimi de
doğru orantılı olarak azalmaktadır.
Buna karşılık, görevleri gereği dış
çevre ile olan iletişimleri artar.
Kurumun biçimsel yapısı yatay farklılaşma esasına göre oluşturulduğunda, bireylerin yapacağı işler işbölümü
ve uzmanlaşmaya göre gruplandığından farklı birimler ortaya çıkmıştır. Bir hastanın teşhisini koymaya
çalışırken hastalığı tetikleyen semptomları karar ağacı modeline göre
değerlendiren doktorlar, hastalığın
tedavisini planlarken yan dal ve disiplinlerden destek alabilmektedir. Bu nedenle
farklı tıp branşları
ve uzmanları her
vakada dirsek
dirseğe hareket etmekte; yatay iletişim bu süreçte önem taşımaktadır.
Bu yapıda genellikle bilgi verici ve eş
güdüm amaçlı iletişim gözlemlenmektedir.
Bu yapısal özelliklerin dışında kurumun büyüklüğü (poliklinik, tıp
merkezi veya çok yataklı hastane),
teknolojik alt yapısı (görüntüleme
teknolojileri, robotik cerrahi, elektronik kayıt sistemi, otomasyon…vb.),
sektörel donanımı ve çevre koşulları
da (rekabet, değişim, belirsizlik) kurumsal iletişimi etkilemektedir. Literatüre baktığımızda tıbbi güvenlik
konusunda ulusal çapta yapılan çalışmalar, sağlık çalışanlarının yaşadıkları iletişim sorunlarına bağlı olarak
hasta güvenliği ihmalleri, tıbbi hataları ve advers etkileri de tetiklediğini
belirtmektedir. (Baker, Gustafson,
Beaubien, Salas & Barach, 2005; Institute of medicine, Kohn, Corrigan, &
Donaldson, 1999).
Hasta-doktor iletişimi genel olarak
hastanede başlar ve hastanın hastanede karşılaşacağı yaklaşım sağlık
çalışanlarına yönelik davranışlarını
etkiler. Hastaya sunulan hizmetin
yetkinliği arttıkça,
doktorun yetkinliğine,
Doç.Dr. Elgiz YILMAZ
başvurulan hastanenin fiziki ve teknik donanımına duyulan güvenin de
o oranda güçleneceği bilinmektedir.
Sağlık kuruluşları günümüzde gelişmiş teknoloji ürünü araç ve gereçleri
kullanan, sağlık reformlarını izleyerek
ilgili kurallar ve mevzuat değişikliklerine gerekli uyumun sağlamayı gözeten, yenilikçilik ve değer yaratmayı
amaç edinen, idari ve tıbbi kadroların bir arada faaliyet gösterdiği, çalışma saatleri uzun ve yorucu, iş konusu
hassas ve hata kabul etmeyen insan
sağlığı olan emek yoğun işletmeler
arasında yer almaktadır.
Bu
kuruluşların
karmaşık idari
yapıları çoklu hedef
kitleler ile
kurum içi
ve kurum
dışı
iletişim süreçlerinin
yürütülmesini
de
gerektirmektedir. Başka
bir ifadeyle, sağlık
kuruluşlarında faaliyetler, büyük ölçüde
profesyonelleşmiş sağlık
çalışanları ve idari görevlerdeki çalışanların ortak ve
uyumlu çalışmalarıyla gerçekleştirilmektedir. Bu nedenle hastanede
çalışanların örgüte bağlılığı ve motivasyonunu etkileyen temel unsurun
yöneticilerin tercih ettikleri etkili iletişim ve ekip ruhu yaratacak davranışları olduğu ifade edilebilir.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
47
dijitalsağlık
GOOGLE, SAĞLIK VE İLAÇ SEKTÖRÜNÜN
BÜYÜK OYUNCULARINDAN BİRİ OLUYOR
Dr. Sertaç DOĞANAY
Tek Doz Dijital ve Social Touch Kurucusu
Google 1998 yılında kurulduğundan
beri sadece bir arama motoru olmanın ötesinde katma değer yaratma
üzerine kafa yoran bir kurum aslında.
O günden bugüne tam 178 tane firmayı bünyesine katmış veya ortaklık
yapmış durumda.
Bu firmaların arasında robot teknolojisi, siber güvenlik gibi teknoloji
odaklı firmaların yanısıra sağlık odaklı firmalar da var.
Google’ın en dikkat çekici girişimlerinin başında Google X geliyor. Google
X, kanser, kalp krizi ve başka ölümcül
olabilecek hastalıkların kanda oluşturduğu değişimleri saptayıp hastalıklara erken tanı koymayı hedefleyen bir akıllı hap üzerinde çalışıyor.
Nanoparçacık şeklinde olan bu hap
bir başka giyilebilir teknoloji ürünü
sensörle birlikte kullanılıyor ve kişinin vücut kimyasında oluşan değişiklikleri sensöre ileterek hastalık riski
oluştuğu anda haberdar olunmasını
sağlıyor. Google X laboratuvarı başkanı, gelecekte doktorların yapacağı
bütün testlerin bu teknolojiden yararlanarak gerçekleştirilmesinin en
büyük hayalleri olduğunu söylüyor.
Yine aynı laboratuvarda kanseri önceden tespit edecek nanoparçacıklı
bileziğe karşı insan derisinin nasıl
tepki vereceğini anlamak üzere yapay deri geliştirdiler. Bu yapay deri,
insan derisiyle aynı otofloresansa ve
biyokimyasal bileşenlere sahip olacak şekilde tasarlandı.
Bundan kısa bir süre önce dünyaca
ünlü ilaç firması Novartis’in göz sağlığı alanında çalışmakta olan şirketi
Alcon ile “akıllı lens” teknolojisini göz
sağlığında kullanmak üzere lisans
sözleşmesi imzalanması da sağlık
alanında yaptıkları önemli bir yatırım olarak haberlere konu oldu. Bu
iş birliği sayesinde diyabet takibinde
kullanılacak akıllı kontakt lensler ge48
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
liştirilecek. Bu akıllı lensler gözyaşı
sıvısında ölçüm yapacak ve aldığı verileri kablosuz bağlantı yoluyla mobil
cihaza iletecek. Bu sayede diyabet
hastalarının, glukoz seviyelerini devamlı olarak ölçmeleri sağlanacak.
Bir başka önemli haber de genetik profile özel tedaviler alanında.
23andme son derece pratik bir uygulama olan ve evde yapılabilen
DNA testi ile 800.000’den fazla müşterisinden gen örnekleri toplamaya
devam ediyor. 23andme geçtiğimiz
günlerde ilaç dünyasını yakından
ilgilendirecek ilaç keşfi projesini de
duyurdu. İlaç keşiflerinde müşterilerinden topladığı DNA örneklerini kullanacak olan firmanın bu projesi rekabet piyasasında oldukça büyük bir
atılım olsa da birdenbire ortaya çıkmış bir şey değil. Bu yılın başlarında
23andme, müşterilerinin genetik bilgilerini paylaşmak için Genetech ilaç
firmasıyla bir anlaşma imzaladığını
duyurmuştu. Bu proje kurum içinde
bu yönde yapılan ilk araştırma – geliştirme çalışması olma özelliğini de
taşıyor. Bu proje ile artık hastalıkların tedavisi için müşterilerin genetik
bilgilerini kullanarak hareket edecek
Google destekli yeni bir ilaç şirketinin
daha doğduğunu söyleyebiliriz.
Bu yazımda bahsedeceğim son Google sağlık uygulaması ise Google Fit.
Google Fit; kişinin günlük hareket ve
aktivitelerini takip edip, onları bu konuda bilgilendiren ve hatta hedefler
koyup o hedefe ulaşmasına yardımcı
olan bir uygulama. Bunun yanında
Google Fit piyasa da bulunan Android Wear Cihazları ile de uyumlu.
Onlardan gelen verileri de toplayarak
kişinin aktivitelerinin takibinde kullanabiliyor. Ayrıca Google Fit, kullanıcılar bu verilere her yerden ulaşabilsin
diye bu verileri bir web sitesi üzerinden de yayınlıyor.
Önümüzdeki yıllarda Google’ı ilaç ve
sağlık sektörünün büyük oyunculaından biri olarak daha fazla konuşacağız.
röportaj
ORGAN
NAKLİ
KOORDİNATÖRÜNÜN
ANILARI
Dr. Süleyman Tilif
Kitabınızı yazmanızdaki etken nedir?
Organ nakli koordinatörlüğü için beş
günlük bir eğitim almak gerekiyor.
Branşlarında uzman bilim insanları farklı konularda bilimsel bilgileri
aktarırlar. Bazı konu başlıkları; beyin ölümü, organ naklinin tarihçesi,
yapılabilen organ ve doku nakilleri,
beyin ölümü olan kişinin yakınları
ile yapılan organ bağışını içeren aile
görüşmesi, bağışlanan kişinin yoğun
bakımdaki bakım süreci gibi… Ayrıca bu eğitimde deneyimli koordinatörlerin tecrübe paylaşımları yanında
temsili aile görüşmesi yapılır.
Doğaldır ki; koordinatörün temel görevlerinden birisi olan ‘aile görüşmesi’ için bu eğitim yeterli olmayabilir.
Zira söz konusu olan görüşmeler; çok
farklı kültürde, kişilikte, sosyal yapıda,
etnik kimlikte, inançta, siyasi görüşte
olan insanlarla yapılmaktadır. Buna
ek olarak, ailenin ruhunun karardığı,
deyim yerindeyse, çıkışı kapatılmış
bir kuyuda çaresizlik duygusu içinde
hissettiği bir zamanda yaşanmaktadır. Aynı insanın bile aynı olaylar karşısında farklı tepki gösterdiği değişik
ruh hali göz önüne alındığında bu
daha iyi anlaşılabilir.
Ülkemizde en çok aile görüşmesi
50
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
yapan koordinatörlerden birisiyim.
Aile görüşmelerini, koordinatör arkadaşlarıma aktarmam gerektiğini
düşünerek kitaba başladım. Yaptığım
hataları anlatırsam belki diğer arkadaşlarım aynı yanlışı yapmazdı. Ya da
yaşadıklarımı gözler önüne serersem
koordinatör arkadaşlarıma bir faydası dokunabilirdi.
Kitapta vermek istediğiniz mesaj nedir?
Sevgili Hrant’ın dediği gibi anlamak… Karşındaki insanı anlamak…
Onaylamak gerekmiyor, anlamak. O
zaman ortaya; ‘’bir dilimi zehir zıkkım
/ bir dilimi candan tatlı’’ olan insanın,
her türlü olumsuz koşullara karşın
‘candan tatlı’ tarafı yani vicdanı ortaya çıkıyor, kitapta anlattığım güzellikler yaşanıyor.
Okurlarınıza vermek istediğiniz mesaj
var mı?
Okurken yüreği bir şeyler hissediyor
ve söylüyorsa, o sesi hiç unutmamalarını, o sesi takip etmelerini dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.
Çünkü o ses sevginin, sevdanın, aşkın, insanın sesidir.
Kitabınızla ilgili nasıl tepkiler aldınız?
Bu soruya yorum yapmadan gelen
yazılardan birkaç kısa pasajlarla yanıt
vereyim:
Koordinatörlerin
duayenlerinden,
çok şey öğrendiğim sevgili Levent
Yücetin: Sevgili Süleyman, kitabını
bir solukta okudum. Eski yıllara gittim, kendi aile görüşmelerime, o anlardaki hüzünlerime, sevinçlerime,
hayal kırıklıklarıma, umutlarıma özetle bu meslekte geçen 16 yılım tekrar
gözümün önünden geçti. … Kitabın
etkili olmasındaki en önemli etkenin
kendini çok güzel ortaya koyman olduğunu düşünüyorum. Kendi duygularını, hatalarını hiç saklamadan
ifade etmişsin…Yeni koordinatör
eğitimlerinde koordinatör kimdir sorusuna ve aile görüşmesine ışık tutması amacıyla önerilmesi gerektiğini
düşünüyorum….
35 yıllık çocuk hekimi Adnan Yüce:
Kimi zaman gülümseyerek kimi zaman hüzünlenerek okudum. Güzel
toparlanmış bu kitap için “Babasının
Gülü”ne de teşekkür ederim.
Eşimin tepkisi, “Öyle bir kitap önermişsin ki, daha ilk anlatıda salya sümük ağladım, devamını getiremedim...”
Ortopedi Uzmanı Sabri Dokuzoğuz:
Can dost Süleyman, kitabı aldım ve
bir çırpıda yarısını bitirdim. Göz yaşları içinde bitirdim. Hikayelerinin
içindeki insanlara taptım, insanları
sevdim. İçimden sana sıkı sıkıya sarılıp, sırtını sıvazlamak geçiyor. Umarım ki bir gün seninle oturup bir dost
sohbeti yaparız. Suretine değil yüzünün aslına uzun uzun bakar, yanaklarından öperim.
Adnan (Yüce) ağabeyle ve Sevgili
Sabri Dokuzoğuz’la yüz yüze tanışmıyoruz. Fakat yüreklerimiz birbirini
çok iyi tanıyor.
Kitabınız yazar olarak size ne kazandırdı?
Öncelikle şunu belirtmem gerekir.
Kitap yazdığım doğru, ama yazar
değilim. Tıpkı elektrik işleri yaparım,
ama elektrikçi olmadığım ya da motosiklet kullandığım fakat motorcu
olmadığım gibi. Kendimi böyle adlandırmayı yazarlara hakaret olarak
görürüm.
Bana ne kazandırdığına gelince; herhangi bir konuyu araştırma ve derinlemesine inceleme isteğini geliştirdi.
Yazma eyleminin insanı rahatlatan
yanını yaşadım. Yanı sıra sorumluluk
gerektirdiğinin ayrımına varmamı
sağladı.
Bir diğeri, sözel olarak paylaştığım
bilgi ve deneyimlerimin kalıcılığını
görmenin kıvancını yaşadım.
Kitap okumanın sadece okumak olmadığını fark ettim. İçselleştirmeyi,
sindirmeyi, yaşamla bağ kurmak olduğunu anladım…
Sağlık haberciliği üzerine düşünceleriniz
nedir?
Sağlık konuları iki ucu keskin bıçak
gibi. Habercilikteki genel bakış açısı sağlık haberleri için de uygulanıyor. İyiden çok kötü, olumludan çok
olumsuz, güzel ve insani olandan çok
vahşi haberlerin ağırlıklı olan yer alması gibi.
Olumsuz örneklerin yazılmasına ya
da anlatılmasına (uygun bir üslupla) karşı değilim. Hatta gerekli de.
Bu sayede insanlar dönüp kendine
bakabiliyor, geliştirebiliyor. Aslında
bu olumsuzlukların başta meslek
kuruluşları olmak üzere
denetlenmesi ve gereğinin yapılması en uygunu ve güzeli. Ama her
alanda olduğu gibi sağlık
alanında da denetleme,
özellikle de mesleki denetlemenin çok yetersiz
olduğunu düşünüyorum.
O zaman da bu işi basın
üstlenince de şok haber
adına kantarın topuzunun kaçması bir yana
saldırı ve öldürme olayları gündeme geliyor.
Kendini tedavi eden ya
da edecek olan sağlıkçılara vahşi saldırılar birbirini kovalıyor. Böylesi bir
durumda
sağlıkçıların
sağlıklı çalışması ortadan
kalkıyor. Mesleğinin gereğini yapmaktan çok ne
yaparsam bana saldırı olmaz kaygısını taşımaya başlıyor.
Sağlıklı iletişimin olmazsa olmazlar
nelerdir?
Babasının gülü ile aramızda geçen
bir örnekle anlatayım. Daha küçük,
sekiz yaşında. Tartıştık. Benim de çocukluğumda yaptığım gibi odasına
kapandı. Baba olan benim daha çok
haklıyım bana göre. Ama eksikliğim
de var. Bir süre sonra kapısını tıklatarak odasına girdim ve ‘’oransal olarak
ben daha çok haklı olduğumu düşünüyorum. Fakat şu konuda da şöyle yapmamam lazımdı. Bu nedenle
özür dilerim’’ dedim odadan çıktım.
Yaklaşık bir saat sonra boynuma sarılarak ‘’baba ben de şurada haksızdım’’
dedi. Ağlaştık.
Başka;
Anlamak, tebessüm ve teşekkür,
Yüreğe hitap, samimi ve dürüst olmak, yalan söylememek,
Hatam olabilir değil şu konuda hatalıyım demek,
Her insanın övülecek özellikleri mutlaka vardır. Önce bunu dillendirmek.
Yumuşak olmak ve insani sıcaklık.
Ve dinlemek, dinlemek, dinlemek…
Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
1959 doğumluyum. Aslen Dersim’liyim. Dünya vatandaşıyım. 1984 Dicle Tıp Fakültesi mezunuyum. Sağlık
Bakanlığı bünyesinde sekiz yıl Sağlık
Ocağı, Devlet Hastanesi acili ve 112
Acil Yardım İstasyonu’nda (AYİ) -bizzat ambulansın içinde, insanla iç içe,
masa başını hiç sevmedim- çalıştım.
112 AYİ’nda çalışırken on iki yıl işyeri hekimliği ve gönüllü olarak dört
yıl İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma
Hastanesinin organ nakli koordinatörlüğünü yürüttüm. Kamu görevimde dört kez sürgün yedim ve her seferinde mahkeme kararı ile döndüm.
Yirmi dört yılın sonunda emekliliğimi
beklemeden istifa ettim ve özel hastanelerde, Tepecik Organ Nakli ekibinin bir parçası olarak organ nakil koordinatörlüğü yaptım. Şu anda işyeri
hekimliği ve İş Sağlığı ve İş Güvenliği
eğitmenliği yapıyorum.
Organ bağışına ilişkin yurt içi ve yurt
dışı sözlü bildirilerim vardır. Ayrıca
1993 yılında köy Sağlık Ocakları çalışmalarına ilişkin birinciliğimiz bulunmaktadır.
Yanı sıra, organ bağışını anlatmak için
Edirne’den Diyarbakır’a, Muğla’dan
Samsun’a, Van’dan Manisa’ya kadar
ülkemizin 72 ili ve ilçesindeki toplantılarda sayısını hatırlamadığım sunumlar yaptım.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
51
haber
“ORGAN NAKLİNİ ANKARA’DA DA
YAPMAK İSTİYORUM”
Organ bağışının önemini vurgulayan Memorial Sağlık Grubu CEO’su Uğur Genç, “Türkiye’de
maalesef çok az bağış olduğu için organ nakli Türkiye’nin yarasıdır. Bizim de önümüzün
açılması lazım. Bu işi Diyarbakır’da, Antalya’da ve Ankara’da yapmak istiyorum” dedi.
Ankara’nın en büyük özel hastanelerinden biri olan Memorial Ankara
Hastanesi, 1’inci yaşını basın mensupları ile birlikte kutladı. Hilton
Otel’de düzenlenen kahvaltıda basın
mensupları ile bir araya gelen Memorial Sağlık Grubu CEO’su Uğur Genç
ve Memorial Ankara Hastanesi Direktörü Dr. Levent Atay, 1 yıl içerisinde
gerçekleştirilen çalışmaları ve yeni
yatırımları paylaştı.
Memorial sağlık grubu olarak ülke
genelinde 10 hastane, 3 tıp merkezi
ile hizmet verdiklerini belirten Memorial Sağlık Grubu CEO’su Uğur
Genç, “Geçen yıl 2 milyona yakın insana ayaktan sağlık hizmeti verdik.
Yaklaşık 155 bin yatan hastamız oldu.
Ankara’da birinci yılımızı doldurduk.
İlk yıl sağlık kuruluşlarında zordur. Biz
Memorial Ankara hastanesinin birinci yılından çok memnunuz beklediğimizden daha iyi bir ilgi ile karşılaştık.”
dedi.
Etik hizmet anlayışı ve kaliteli hekim
kadrosuna sahip olduklarını ifade
eden Genç, “Memorial bir dünya
markası. Dünyanın farklı ülkelerinden tercih ediliyoruz. Geçen yıl 92
farklı ülkeden 28 bin yabancıya hizmet verdik.”
“Organ Naklini Diyarbakır’da, Antalya’da
ve Ankara’da Yapmak İstiyorum”
Organ bağışının önemine dikkat çeken Genç, “Türkiye’de önderlik ettiğimiz bazı alanlar var, karaciğer nakli,
böbrek nakli, kemik iliği nakli ve tüp
bebek konusunda Türkiye’de çok
önemli sayılara sahibiz. Türkiye’de
maalesef çok az bağış olduğu için organ nakli Türkiye’nin yarasıdır. Bizim
de önümüzün açılması lazım. Karaciğer naklini hemen yapmazsanız o insanları ya hemen ya da belirli bir süre
sonra kaybediyorsunuz. Bu iş çok ciddi emek istiyor. Büyük bir ekiple bu işi
yapıyoruz. Ben bu işi Diyarbakır’da,
52
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
Antalya’da ve Ankara’da yapmak istiyorum. Organ nakli ile ilgili 26 merkezde nakil yapılabiliyor. Bunların 6’sı
yıllık 20’nin üzerinde nakil yaparken
kalan 20’si yirminin altında nakil yapıyor bazılarının yaptığı nakil sayısı
1-2’dir. Bu bir yaradır. Devlet kendi
üniversite ve devlet hastanelerinde
nakil gelişsin istiyor. Ama bizim özel
sektörün bu konuda önünün açılması gerekiyor. Böbrek ve karaciğer naklinde yeni ruhsat alamıyoruz. Başarılı
olanların önü açılmalı. Örneğin 26
merkezden başarılı olan 6’sının önü
açılsın, diğerleri ile ilgili farklı karar
verebilirsiniz.” diye konuştu.
“1 Yılda 53 Bin Ayakta, 9 Bin 200 Yatan
Hastaya Sağlık Hizmeti Sunuldu”
Ankara hastanesini 3 Şubat 2014 tarihinde açıldığını, 43 bin metrekarelik alanı ile başkentin en büyük özel
hastanesi olduğunu belirten Memorial Ankara Hastanesi Direktörü Dr.
Levent Atay, “25 katlı binamızda 230
yatak kapasitemiz var. 11 çok modern ameliyathanemiz bulunuyor.
Otopark sorununu 250 kapalı otopark sorunuyla aştık. 40 branşta hizmet veriyoruz. Önümüzdeki 1-2 ay
içinde 3 branş daha açarak 43 branşta hizmet vereceğiz. 17’si profesör,
17’si doçent ve 30’u uzman, pratisyen
olmak üzere 64 hekimimiz görev yapıyor. Bu yıl sonuna kadar bu sayının
75’e çıkarılması hedefleniyor.” şeklinde konuştu.
Memorial Ankara Hastanesi Direktörü Dr. Levent Atay, 1 yılda 53 bin
ayakta, 9 bin 200 yatan hastaya
sağlık hizmeti sunulduğu, 2 bin 50
ameliyat ve bin anjiyo işlemi gerçekleştirdiklerini belirterek, 2014 yılında
Tüp Bebek Merkezi, Kemik İliği Nakli,
Lazer Lipoliz, Karbondioksit Lazer ve
Kardiyolojik Elektro Fizyolojik sistemlerinin hayata geçirildiğini kaydetti.
Atay, Memorial Ankara Hastanesi ola-
rak 2014 yılında 17 milyon TL yatırım
yapıldığını söyleyerek, 2015 yılında
yapılacak yatırımları şöyle sıraladı:
“2015 yılı yatırımları 20 milyon TL
civarında olacak. Kemik iliğini nakil
ünitesini medikal alt yapısını yapıyoruz. Bir ay içerisinde açmayı planlıyoruz. Radyasyon Onkoloji alanı var.
Dermatolojik lazer alt yapısını devam
ettireceğiz. Toplam yatırım tutarımız
açılışımızdan itibaren 65 milyon dolarlık bir yatırım olacak.”
“Ankara Sağlık Turizminde Bir Marka
Olmaya Çalışıyor”
Açıklamaların ardından Genç ve
Atay basın mensuplarının sorularını
cevapladı. Bir gazetecinin, “Yabancı
hastalarınız genellikle hangi ülkelerden geliyor?” sorusuna Genç, “Ankara
sağlık turizminde bir marka olmaya
çalışıyor. İstanbul bir marka sağlık turizminde de bir marka. İnsanlar ülkeyi tanımadıkları için ülkenin en büyük
şehrini tercih ediyor. Ağırlıklı olarak
hastalarımız Irak’tan geliyor. Ardından Azerbaycan, Libya ve Rusya’dan
geliyor hastalar. İlk 4 sırada bu ülkeler
var. 75 kişilik bir ekibimiz var bu işle
uğraşan. 20 tercümanımızla 15 dil
konuşuyoruz.” cevabını verdi.
Uğur Genç
sektörden
HYUNDAI ASANSÖR’DEN
EĞİTİME TAM DESTEK!
Hyundai Asansör, İnönü Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde açtığı asansör ve yürüyen
merdiven sınıfı ile eğitime destek veriyor. Mesleki eğitime katkı sağlaması beklenen proje ile
sektöre kaliteli eleman yetiştirilmesi de amaçlanıyor.
Hyundai Asansör, İnönü Mesleki
ve Teknik Anadolu Lisesi’nde açtığı
asansör ve yürüyen merdiven sınıfı
ile eğitime destek veriyor. Asansör
ve yürüyen merdiven ile ilgili teknik
bilgilerin aktarılacağı sınıfta şu anda
25 öğrenci eğitim görüyor. İlerleyen
zamanlarda bu sınıfta eğitim gören
öğrencilerin, Hyundai Asansör ’de
stajyer olarak deneyim kazanması da
planlanıyor.
“Sektörün olmazsa olmazı mesleki eğitim”
Hyundai Asansör Türkiye Genel
Müdürü Hakan Ek “Mesleki eğitimini doğru şekilde tamamlamış
eleman yetiştirmek hususunda
meslek liseleri önemli bir rol oynuyor. Hyundai Asansör olarak, sektöre kalifiye eleman kazandırmanın
doğru eğitimden geçtiğinin farkındayız. Bu amaçla çıktığımız yolda,
İnönü Mesleki ve Teknik Anadolu
Lisesi’ne tam teşekküllü bir asansör
ve yürüyen merdiven sınıfı kazandırdık. Teknik ekibimizin de uygulamalı eğitimlere katılarak öğrencilere deneyimlerini aktarabilecekleri
bir eğitim platformunun ilk adımını
atmış bulunuyoruz.
Bir sınıfla başladığımız bu projeyi
ileride ihtiyacı olan tüm meslek liselerinde gerçekleştirmeyi ve bunu bir
eğitim projesine dönüştürmeyi hedefliyoruz.” şeklinde konuştu.
Sınıf için gerekli tüm ekipman Hyundai
Asansör tarafından temin edildi
Proje dahilinde bir asansör ve yürüyen merdiven sınıfı kuruldu ve gerekli tüm ekipman Hyundai Asansör
tarafından temin edildi. Ayrıca bir laboratuvar kısmı oluşturularak öğrencilerin uygulamalı olarak da eğitim
alması sağlandı. Hyundai Asansör
teknik ekibi, kurulumla birebir ilgilenerek, öğrencilerin faydalanabileceği
bir eğitim platformu hayata geçirdi.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
53
haber
MEDYA TEMSİLCİLERİNDEN
ORGAN BAĞIŞINA DESTEK SÖZÜ
Türkiye’nin yazılı ve görsel medya kuruluşlarının temsilcileri, organ bağışının artırılabilmesi
için farkındalık yaratılması amacıyla haber destek sözü verirken, toplumda olumlu algının
geliştirilmesinde işbirliğine “evet” dedi.
Sağlık Bakanlığı ve AB yetkilileri, organ bağışında farkındalığın artırılabilmesi için medya temsilcilerini ziyaret etti. Sağlık Bakanlığı ve AB’nin
ortaklaşa yürüttüğü “Organ Bağışında Uyum İçin Teknik Yardım Projesi”
çerçevesinde, yazılı ve görsel basın
temsilcileri, haber müdürleri, istihbarat şefleri ile organ bağışı ve nakillerine ait bilgiler paylaşıldı.
Sağlık Hizmetleri Genel Müdür Yardımcısı Arif Kapuağası, organ bağışının artırılabilmesi için toplumsal
farkındalığın mutlaka yükseltilmesi
gerektiğini belirterek, bu algının
oluşmasında medyaya büyük sorumluluk düştüğünü söyledi. Türkiye’nin
canlıdan organ bağışında çok ileri
düzeyde olduğunu, ancak kadavradan organ naklinde istenilen seviyenin yakalanamadığını vurgulayan
Kapuağası, basında yer alacak her
olumlu haberin, bağışların artmasına
büyük katkı sağladığının altını çizdi.
Proje Koordinatörü ve Organ Nakli
Birim Sorumlusu Mehmet Ali Aydın
54
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
da “Yaşama şansı yakalayan ya da
bunun için organa ihtiyacı olan bir
kişinin duyguları, medya aracılığıyla
birçok yerde duyulabilir. Bu yüzden
medyanın desteğine ihtiyaç var” diye
konuştu.
Medya temsilcilerinden tam destek
Show TV Genel Yayın Yönetmeni
Ramazan Kurnaz, bu konuda medyanın üstüne düşeni yaptığını düşündüğünü belirterek, “Ancak haber
bültenlerinde daha sık yer verilebilir.
Bunun için de çeşitli insan hikayelerinin olması gerekiyor. Bakanlık ya
da ilgili kişilerin, bürokratik engelleri
kaldırması gerekiyor ki bunlar gazete
ve televizyonlarda sıkça haber olsun”
değerlendirmesinde bulundu. Show
TV Haber Müdürü Fırat Çatalbaş ve
Sağlık Muhabiri Derya Bozdinç, organ bağışı konusunda haberler yaptıklarını, daha da hassas olacaklarını
söylediler.
CNN Türk Haber Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Boratav da medyanın
kimi zaman bu konuda yanlış bilgi
verebildiği eleştirisinde bulunarak,
şunları kaydetti: “Dizilerde, filmlerde,
haberlerde çok işleniyor. Dramatik bir
konu. Buralarda yanlış bilgi ve izlenime aracı olmamaya çok dikkat etmek
lazım. Türkiye’de iyi çalışan bir sistem
var. Bunun her aşamasında ne yapıldığı basın mensuplarının bilmesi ve
o bilgi çerçevesinde hareket etmesi
lazım. Sonu iyi biten öyküleri anlatmak lazım. Acı çeken birine ‘organ
bağışında bulunur musunuz?’ demek
çok zor. Onlara, bu tip örneklerle bunun yapılabildiğini ve sonucunun iyi
olduğunu göstermek lazım.”
KANAL D Yayın Yönetmeni Lale Eren,
organ bağışı konusuna karşı duyarlı
davrandıklarını kaydetti.
NTV Genel Yayın Yönetmeni Nermin
Yurteri de organ bağışının topluma doğru anlatılması konusunda
medyaya önemli sorumluluklar düştüğünün altını çizerek, “Her organ
bağışının bir insanın hayatta kalması demek olduğunu iyi anlatabilme-
miz lazım. Toplumda bu konudaki
ön yargıların giderilmesi için medya
öncü olabilir” dedi. Yurteri, şöyle devam etti: “Bir gün ‘sizin de organa
ihtiyacınız olabilir’ tezi işlenebilir;
organ bağışlayan ve toplumda saygı
gören sanatçı, sporcu ve aydınlarla bu konuda röportajlar yapılmalı,
organ bağışını engelleyen inanç ve
geleneklerle ilgili çalışmalara yer
verilmeli, saygı gören din adamlarının görüşleri haber ve belgesellerde
değerlendirilmeli. Medyanın organ
bağışı kampanyaları düzenlemesi ya
da düzenlenen kampanyalara destek
vermesi sağlanmalı. Organ bağışında
öncülük eden ülkelerin başarı öyküleri gündeme getirilmeli.” NTV Editörü Fergün Atalay, bu konuda daha sık
haber yapacaklarını söyledi.
Fox TV İstanbul Haber Müdürü Orkun
Öz, organ ihtiyacının bir gün herkesin başına gelebileceğinin altını çizerek, “Bizim arkadaşlarımız, bir cinayet
haberine gittiğinde, öncelikle onların
yakınlarına ulaşabilirsek onların aklına düşürmeye çalıyoruz. Bizim bir
yönlendirmemiz söz konusu olamaz,
kendi kararlarıdır ama bir farkındalık
yaratabilirsek, o acının içinde başka
hayatların kurtarılabilmesini sağlayabilirsek, bir kişi bir kişidir” diye konuştu.
Fox TV Haber Operasyon Müdürü
Onur Kumbaracıbaşı ise yetkililerin,
bağışçıların ve nakil yapılan kişilerin
iyi dileklerini, doğru bir şekilde izleyiciye aktarmaya çalıştıklarını belirtti.
“Organ bağışına özendirilmeli”
TGRT Haber Müdürü Hasan Köseoğlu, medyanın sadece haber vermekle
değil aynı zamanda toplumu bilinçlendirmekle de yükümlü olduğunu
ifade ederek, “Bunu yaparken, daha
çok mağdur kişilere destek olunmak
amacıyla haber yapılması, organ bağışına özendirilmesi de medya kuruluşunun asli vazifelerinden birisi
olmalıdır” dedi.
Köseoğlu, TGRT Haber olarak, organ
nakillerini özendirici ve nakil gerçekleştirilen kişilerin hikayelerine yer
verdiklerinin altını çizdi.
Kanal 24 Haber Müdürü Mehmet Yeşilkaya da organ bağışı konusunda
çok duyarlı bir yayın kuruluşu olduk-
larını belirterek, böyle bir istihbarat
geldiğinde mutlaka değerlendirdiklerini söyledi. Bu tür hikayelere
ulaşılabilmesi için medya kuruluşlarında görev alan gazetecilerle ilgili
kurumlar sıkı bir işbirliği içinde olmaları gerektiğini vurgulayan Yeşilkaya,
“Sağlıklı, hızlı bir iletişim kurulmalı.
Bilgiye anında ulaşmamız gerekiyor.
Bu sağlandığında daha sağlıklı haber
yapılabilir” diye konuştu.
“Vatandaşın dini açıdan kafasında soru
işareti kalmaması lazım”
Hürriyet Gazetesi Yayın Koordinatörü
Emre Oral, kendi gazetelerinin bu konuda farkındalık yaratmaya yönelik
çaba harcadıklarını dile getirerek, Bakanlık yetkilerinin yaptıkları ziyaret
sonrasında çok daha fazla bilgi edindiklerini bildirdi. Hayat hikayelerinin
verilerden çok daha etkili olduğuna
işaret eden Oral, organ mafyasına
ilişkin şehir efsanelerinin bulunduğunu, bunların mutlaka ilgili yerlerden
teyit edilmeden habere yansımaması
gerektiğini vurgulayarak, bu konuda
her olumsuzluğun algıda değişikliğe
yol açabileceğine dikkati çekti. Sağlık
Editörü Mesude Erşan ile yapılan görüşmede, konunun önemi üzerinde
durarak bu konuda farkındalık oluşturmak için haber serileri yaptığını
söyledi.
Star Gazetesi Yayın Koordinatörü
Yücel Koç, yaklaşık 25 yıldır gazeteci
olduğunu ve ilk kez yetkilerin, organ
bağışı ile ilgili ziyarette bulunarak
bilgi aktardığını söyledi. Medyada
çıkan olumsuz haberlerin, vatandaşları koruma içgüdüsüyle yapıldığı
değerlendirmesinde bulunan Koç,
şöyle devam etti: “Gelen bir duyum
karşısında, gazeteci doğal bir refleks
geliştiriyor, hem duyulsun hem de
savcılığa ihbar yerine geçsin, mağduriyet varsa giderilsin. Doğru bilgilendirme yapıldığında, medyanın
da katkısıyla vatandaşların bakışının
değişeceğine inanıyorum. Bu sadece
basına düşmez. Vatandaşın dini açıdan vatandaşın kafasında soru işareti
kalmaması lazım. Bu konunun, sıkça
konuşulması ve işlenmesi lazım.”
Türkiye Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mustafa Bilim de bu konuyu
çok önemsediklerini ve her zaman
destek olmaya hazır olduklarını
söyledi. Türkiye Gazetesi Sağlık Editörü Ziyneti Kocabıyık, organ bağışına önem vererek bu alanda haber
çalıştıklarını ve Bakanlığın bu konuda desteğini istediler.
Akşam Gazetesi Haber Müdürü Özkan Tamirak da organ bağışında
farkındalığın artması haber desteği
verdiklerini, bunu artırarak devam
ettireceklerini bildirdi. Akşam Gazetesi Sağlık Editörü Berda Özdiktaş,
organ bağışında insanların verdiği
tepkilere ve beyin ölümünün iyi anlatılması gerektiğini söyledi.
Star TV Program Müdürü Recep Balcı, organ bağışı ile ilgili yapılan haberlerde özellikle aklına takılanları
Bakanlık yetkilisine iletti ve konuda
daha çok önem vereceklerini dile getirdi.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
55
SANATLA İYİ HİSSETMEK
“YARATICI ART TERAPİ VE UYGULAMALARI”
Prof. Dr. Selçuk ASLAN
Bir resim müzesine girdiğinizde bir
resim tarafından yaratılan gerçekliğin karşısında farklı şeyler hissedersiniz. Sanatçının bir araya getirdiği
figürler ve resimsel ifadeler size bir
başka yere götürür ve yeni bir şeyler
keşfederek kendinizi gündelik yaşamın dışında yeni bir gerçekliğin içinde bulabilirsiniz. Tabi bütün bunlar
için az ya da çok bir sanat merakınız
ve resime ilginiz olması gerekir. Sanata her çağda farklı anlam ve işlevler
yüklenmiştir.
Yaratcı dışavurumcu sanat çalışmaları bireylerin duygu ve düşüncelerini
çizim ve renklerle ifade etmelerine
olanak sağlamıştır. Bu ifade sanatsal
bir yaratım olma çabasından çok kişilerin kendi bireysel ifadelerini daha
çok amaçlamaktadır. Bu noktada akademik bir altyapı aranmaksızın ve yetenek ve üst becelrier gelitrmeksizin
çizim ve resim yapma ve dışavurumcu ifadeler art terapinin alanı olarak
gelişme göstermiştir.
56
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
Peki gerçekten sanatın iyileştirici bir
gücü var mıdır, eğer var ise bu nasıl
orataya çıkmaktadır ve etkisi nereye
kadar uzanmaktadır. Bir sanat eseri
ile karşılaştığımızda bir etkilenme
yaşarız, bu etki ya bizim geçmişimizden bir yerlere dokunması ve bazı
duygularımızı açığa çıkarması ile
oluşmaktadır. Bazı eserlerde ise keşif
ve şaşırma ve farklılık etkisi ön plana
çıkmaktadır. Bir çok kez bir serginin
bir tema üzerinde durduğunu ve bir
mesaj verdiğini gözlemleriz. Bir sanat eserind emesaj doğrudan olmaz,
gözlemcinin ya da izleyicinin işin
içine katılarak kendisi için özgün bir
anlam çıkarması ile etkisini gösterir.
Yani bir çok kez sanatçının hedeflediğinden bağımsız olarak izleyici kendisi bir anlam yükler sanat eserine.
Işte karikatürden ve poster çalışmalarından ayrılan nokta buradadır, bu
çalışmalardan mesaj doğrudandır ve
anlam ve içerik çok ön plandadır, izleyici yazarın ve çizerin mesajını kavramaya çalışırki bu mesajlar çoğu kez
kolayca algılanabilmektedir.
“Art terapi” ile psikiyatrik sorunlarda farklı bir psikoterapi uygulaması
sağlanabilmektedir. Iyi hissetmenin
sağlanabilmesi depresyonlu olgularda kötü hissetme ve erteleme, eylemsizlik, isteksizlik kısır döngüsünü
kırmasına yardımcı olabilmektedir.
Aktivite terapisinin bir parçası olarak
depresyonlu olgularda iyi hissettiren
aktivitenin gereçekleştiirlmesi ardından kişinin bu üretimi ile çevreden
sosyal ödüller sağladığı ve iyi hissetmenin önünü açmakta, yeni hedefler
belirileme depresyonda iyileşme sürecinde önemli bir basamak sağlamaktadır. Art terapi Depresyon yanı
sıra kaygı bozukluklarında, travma
yaşayan olgularda stresle başetme
yöntemi olarak işlevel sonuçlar sağlayabilmektedir.
Kanser yaşamak çok önemli psikosoyal stres etkenlerinin gelişmesine
neden olur. Böyle ağır bir hastalık
sürecinde kişi ölümle yüzleşir, zor
hastalık sürecinde sevdiği yakınlarından beklediği desteği bulamayabilir,
bir süre sonra başlangıçtaki ilgilerini
kaybetme, kanser sürecndeki yogun
tıbbi işlemler nedeniyle işini kaybedebilir, evlilik sorunları yaşanabilir.
Başlangıçta kabullenememe süreçleri sonrasında yaşanan depresyon sürecinde hastanın psikoterapi yardımı
almasına geresinim doğabilir. Bir çok
olguda yalnızlaşma ve kendi hastalık
sürecine çekilme, dünya ile teması
sınırlayabilmektedir. Bu süreçte psikiyatrik değerlendirme ve psikoterapi desteğine ek olarak yaratıcı sanat
terapilerinin yeri vardır.
Geniş bir yelpazede uğraş terapileri
hastanın iyi vakit geçirmesine yardım edebilirken içerik olarak kendini
ifadeye fazla olanak tanımamaktadır.
Buna karşın, özgül olarak sanat art
terapi kişinin kendini bir çok olanak
ile ifade etmesine izin vermektedir.
Art terapi müzik, resim, drama gibi
faklı araçları kullanarak yapılabilir. Biz
özellikle ilgi alanımız olan çizim ve
resim çalışmalarına üzerine yoğunlaşaçağız.
Çizim insanın yazı yazma gibi iletişimde ve kendini ifade için kullandığı çok temel becerilerinden birisidir.
Çizim becerisi bazı kişilerde çok daha
kolay gelişirken bazı kişilerde eğitimle desteklenerek geliştirilebilir.
Bu nedenle resim yapma ve çizme
becerisi doğuştan gelen bir yetenek
olmaktan çok öğrenilebilen ve geliştirilebilen bir beceridir.
Doğa renk, leke, doku çalışması, desenle, yanı sıra çizimle ifade edilebilecek nesnelerle doludur, insan imgelemi çizimle iyi bir biçimde ifade
edilebilmektedir. Rüyalarımızda yaşanan durumlar ve nesneler çizimle
unutulmadan ifade edilebilir.
İmgelemden çizimde, nesneler farklı
bir bağlamda oturabilir, dünya hakkında şiirsel bir yeniden değerlendirmeye dönüşebilir. Çizimde nesnelerin işlevi ve amaçları hakkında çizer
anlaşılır bir öykücü durumunda (iç
dünyasını) açarak, nesnelere yeni bir
“bağlam” oluşturur.
Bir anlamda çizim akıp giden yaşamda bir duruş ve bir nefes alıştır. Çizim
“Oradaydım ve bu olanlara tanık oldum” ve “bu benim tanıklığımın bir
ifadesidir” anlamına gelmektedir.
Çizer her zaman bir anlam bulma
peşinde değildir, anlamı çizerin ortaya koyduğu eseri izleyenler kendi
dünyalarından hareket ederek ortaya
koyabilir.
Resim yapmak ve çizimle ifade etmek
belkide çok kolay biçimde yaşama
geçirilebilir ve görece az bir masrafla
gerçekleştirilebilir. Çizim ya da resim
çalışması renklerle yapılabilir ve sonrasında çizim ve resim üzerine konuşma ve içsel süreçleri üzerine çalışmak
için bir olanak doğurur. Tek bir olgu
ile bu çalışma bireysel olarak yapılabilirken, 6-12 kişinin katılımı ile grup
çalışması ile de gerçekleştirilebilir.
Grup terapide öncelikle bir zihinsel
odaklanma sonrasında serbest biçimde katılımcıların kağıt ve kalemle
çalışması sonra eğer hedeflenmişse
renkledirmeleri istenir, ya da doğrudan renklerle çalışılabilir. Resimler
üzerine konuşularak her katılımcı resmi üzerinde açıklamalar yapar, bir resim seçilerek üzerinde yoğunlaşmak
mümkündür.
Çalışma sırasında güvenli bir yer
oluşturma, kendini koruyucu bir figür hayal etme ve resimleme, travmatik olarak algılanan hastalık sürecini anımsama bu süreçte kendi
imgesini resimleme, sonrsında gündelik yaşamla bağlantılar oluşturma
çalışmaları yapıalbilmekte, bu sırada
therapist geribildirimler verebilmektedir. 90 dk süren grup çalışmasında
yaklaşık ilk 30 dk. ortak gündem ortaya çıkar ve ortak konu üzerinde bütün katılımcıların duygu ve düşünceleri alınarak kendi bilişsel süreçlerin
anlaşılmasına olanak sağlamaktadır.
Bilişsel modele göre yaşana olayların ağırlığı ve olumsuzluğundan dah
açok kişinin bunlara verdiği anlam, iç
değerlendirme süreçleri sonucunda
tepkilerimiz belirlenir ,işte sanat terapisinde de kişinin orataya çıkan esere yüklediği bireysel anlamı bulmaya çalışırız. Bir çalışmada kullanılan
renkler kişinin kendi öznel dünyası
ile ilgili anlamlar taşıyabilir, önemli
olan bu anlamı o sırada bağlantıları
ile anlatabilmesidir. Bir anlamda sanat terapi çalışmasında grup terapi
süreçleri işlemektedir ve ortaya konulan ürün üzerine yapılan değerlendirmeler kaıtlımcıların iç dünyalarını
ortaya koymalarına ve değer sistemlerini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu noktada yargılayıcı olmayan,
yansız ve yüksüz davranan, eleştiric
olmayan bir therapist tavrı grup sürecinin daha verimli gelişmesini sağlamaktadır.
Araştırmalar art terapi ile kanser hastasında kaygı belirtilerinin anlamlı
olarak azaldığını, Depresyon şiddetinin azaldığını, Ağrı yakınmalarının
şiddetinini ve işlevselliği bozucu etkisinin azaldığı belirtilmiştir. Psikoterapi ve sanatı birleştiren bu yaklaşım
gündelik yaşamın içine sanatı sokarak, yeni bir farkındalık yaratmakta
yeni ufuklar açmaktadır.
Kaynaklar:
Malchiodi, C.A. (2003). Handbook of art therapy. New York: Guilford.
http://www.physiciansweekly.com/cancerart-therapy/#sthash.tGPmShGJ.dpuf
Pablo Tinio, Jeffrey Smith. Aesthetics and Art.
Aesthetic Science Connecting Minds, Brains,
and Experience Edited by Arthur P. Shimamura and Stephen E. Palmer. 2012
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
57
sağlığımıziçin
RAHİM AĞZI KANSERİNİN
ERKEN TANISINDA YENİ TETKİK
Prof. Dr. Aydan BİRİ
Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı
Rahim ağzı bölgesinde bulunan hücrelerin anormalleşip kontrolsüz bir
şekilde büyümeye başlaması ile oluşan kansere rahim ağzı kanseri denir.
Rahim ağzı (serviks) kanserinin erken dönemlerinde pek fazla şikayet
olmayabilir. Çoğu kadın hastalık iyice
ilerleyip başka organların çalışmasını engellemeye başlayıncaya kadar
hastalığından habersizdir. Erken evrelerinde bile ağrı şikayeti olmayabilir.
Oluştuğunda ise Genellikle ilk şikayetler ilişki sonrasında olan lekelenme tarzındaki kanamalardır. (“Postcoital kanama”)
Serviks kanseri tarama yapılabilen ve
dolayısı ile erken yakalanabilen bir
kanserdir, yani daha hiç oluşmadan
tedavi edilebilir.
Risk Faktörleri Nelerdir?
Rahim ağzı kanseri risk faktörleri içerisinde HPV 16 ve 18 virüslerinin özel
bir yeri vardır. 100 ün üzerinde HPV
58
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
(human papilloma virüs insan papilloma virüs) tipi vardır. özellikle HPV
16-18 serviks kanseri sebebidir.
Cinsel Öykü; HPV esas olarak cinsel
yolla bulaşmaktadır. Cinsel hayata
erken başlayan ve çok partner değiştiren kadınlarda serviks kanseri riski
artmaktadır.
Sigara,
çok
doğum
yapmış
olmak(multiparite), düşük sosyoekonomik düzey, doğum kontrol hapı
kullanımı
HSV ve klamidya, enfeksiyonları HPV
için kofaktorlerdir
Bagısıklık sisteminin yetersizliği, baskılanması ve AIDS de risk faktörleri
arasında sayılabilir
Rahim Ağzı Kanserine yakalanmamak
için ne yapmak gerekir?
Serviks kanserinin sebebi olduğunu
düşündüğümüz risk faktörlerinden
uzak durmak gerekir. Özellikle HPV
16-18 den korunmak için üretilmiş
özel aşılar kullanılabilir. Yine Erken
yaşta cinselliğin başlamaması, ilişki
sırasında kondom ile kullanmak ve
düzenli olarak rahim ağzı kanserinin
taranması serviks kanserinden korunmada etkili yöntemlerdir.
Şu anda dünyada ve Türkiye’de kullanılan
servikal tarama yaklaşımları nelerdir?
Sonuçlar memnun edici midir? Yeni
yaklaşımlara ihtiyaç var mıdır?
Rahim ağzı kanseri taraması yaklaşık 50-60 yıldır klasik olarak smear
yöntemi ile yapılmaktadır. Smear
kullanılmaya başlandıktan sonra rahim ağzı kanseri sayısında bir azalma
oldu fakat klasik yöntemin yapılan
çalışmalarda %50-60 oranında başarılı olduğunu görmekteyiz. Smear iyi
bir tarama yöntemi fakat yeterli değildir. Yeni yöntemler ile taramanın
sensitivite ve spesifitesinin artırılması amaçlanmıştır. Lu viva yöntemi ile
doğruluk oranı %95 e çıkıyor ve hata
oranı % 5 e kadar düşüyor.
Şu anda kullandığınız tarama yönteminden
kaynaklanan sizin ya da meslektaşlarınızın
karşılaştığı sorunlar nelerdir?
Smear yöntemi, alınan örneğin yeterliliği, aynı anda lam üzerine yayılma tekniği ve patoloji bölümüne
ulaştırılıp yorumlanması hem sonuca
zamanında ulaşmayı geciktirir, hem
de teknik hataların olma ihtimalini
artırır. Bu nedenle sonuçların güvenilirliği sorgulanabilmekte, bu da
hastamızın takibinde olumsuzluklar
oluşturabilmektedir.
Luviva ve Multimodal Hyperspectroscopy
Teknolojisi hakkında görüşünüz nedir?
Dijital Servikal Haritalama Yöntemi
hakkında bilgi verebilir misiniz?
Klasik smear ile rahim ağzı hücrelerinin dökülmesi ile yüzeyden bu hücreleri toplayarak değerlendirme yapılıyor. Lu viva ile ise derin tabakalara
kadar tarama yapıldığı için çok daha
erken evrede hastalığı yakalayabiliyoruz. Aynı anda sonuç vermesi, 2 yıl
sonra smear ile görülebilecek sonuçların dahi öğrenilebilmesi en büyük
avantajı olmaktadır.
Bu yöntem ile de rahim ağzı kanserinin taranması sırasında çıkan şüpheli
alanların yerlerini ve ciddiyet derecelerini inceliyor ve haritalama yaparak dijital ortamda görüntülemeyi
sağlıyoruz. Rahim ağzı bölgesini 1
milimetre kare içinde 120.000 piksel keskinlikte görüntü sağlanarak,
klasik kolposkopik yöntemi mükemmelleştirmiş oluyoruz. Hastamız hiç
yerinden kıpırdamadan Luviva işleminden sonra aynı anda rahim ağzının hangi bölgesinde şüpheli alan
olduğunu anlayabilir ve o bölgeden
biyopsi alabiliyoruz.
Luviva kullanmaktan memnun musunuz?
Rahim ağzı kanseri taranmasının yüksek oranda duyarlı ve anında sonuç
veren bir yöntemle yapılması hasta
memnuniyeti ve gerekli durumlarda
tedavinin hemen uygulanmaya başlanabilmesi hem bizi hem de hastalarımızı çok memnun etmektedir.
Hastalarınızın Luviva’ya yaklaşımları nasıl?
Yeni kullanmaya başladığımız bir
teknoloji olmasına rağmen, hastalarımıza Luvivayı açıkladığımızda
rahim ağzı kanser taramasının klasik
yöntem yerine Luviva ile yapılmasını istiyorlar. Hemen sonuç verdiği
için bekleme döneminde olan stres
ve gerginlik kalmıyor. Şimdiye kadar
yaptığımız tüm Luviva kontrollerinde
hastalarımız memnun kaldılar.
Bu yeni teknolojileri kullanmaya karar
verme sürecinde sizi yönlendiren
faktörler nelerdir?
Teknoloji çağında olmak günlük hayatımızda yenilikler getirdiği gibi
insan sağlığı için çalışan biz doktorların profosyonel mesleklerine de
etki ediyor. Kadın hastalıkları doğum
bölümü ve tüm diğer branşlarda
yeni teknolojileri çok yakından takip
ediyoruz. Bu nedenle bizler için önlenebilir bir kanser olan rahim ağzı
kanserinin tarama yöntemleri de çok
önem kazanıyor. Kliniğimizde her iki
yöntemi de aktif kullanıyor ve hastalarımızın takibini daha iyi yaptığımızı
düşünüyoruz.
Bugüne kadar kullandığınız diğer
sistemler ile karşılaştırdığınızda
avantajları nelerdir?
Daha önceden kullanmış olduğumuz
kolposkopi yöntemine göre dijital
olarak görüntü alınabilmesi, görüntüyü kaydedebilmesi ve hastanın
sonuçlarının takip edilebilmesi en
önemli avantajlarıdır. Kolposkopi ile
standart değerlendirme yapmak zordur. Dysis yöntemi ile sonraki muayenelerde veriler karşılaştırılabilir ve
biyopsi alanları kesin olarak belirlenebilir.
Prof. Dr. Aydan BİRİ
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
59
hayatıniçinden
BİR KALP HİKAYESİ...
Orkun Öz - FOX TV İstanbul Haber Müdürü
‘’Karşımda dans ediyor kızım.. Sevdiği adamla ne kadar da mutlu, beyazlar içinde...
Onu en son 6 sene önce görmüştüm. Yine beyazlar içindeydi… Ama bir saniye… Kefene sarılıydı... Doğru
ya kendi ellerimle toprağa vermiştim Hilali’mi. O zaman karşımda mutluluktan ayakları yerden kesilen bu
genç kız kim?’’
O genç kız Canan… Hilal’in can verdiği Canan.. Hafta henüz bitmedi ama bu haftanın bence en sarsıcı
haberiydi... Sivas’tan bir düğün salonundan çıktı geldi, kalbimin tam ortasına oturdu. Aynı anda acıyı ve
umudu yaşattı.
Hilal trafik kazasında can vermiş, kalbi ‘’artık buraya kadarmış, elveda ‘’ demeye hazırlanan, Canan’a takılmıştı.
Yıllar geçti… Canan emanet kalple sevdalandı, o kalbi Serhan’a kaptırdı.
Düğünlerine kalbin ilk sahibinin anne babasını da davet ettiler...
6 sene sonra kızlarını karşılarında gördü Küçükgündüz çifti. Yüzü farklıydı, eli farklıydı.
Hilal gibi değildi ama aynı Hilal gibi dokundu onlara, aynı Hilal gibi sımsıcak öptü onları.
Ne de olsa tanıdıkları bir kalpti, kendileri hayat vermişti o kalbe. O kalp de Canan’a.
Düğün boyunca karşılarında mutluluktan uçan bir Canan oldu, bir Hilal.
Her bebek gibi ne sancılı büyümüştü Hilal de. O günlere gittiler izlerken...
Yürümeye çalışırken düşse anne-babanın kalbi acır, parmağını çekmeceye
sıkıştırsa onların yüreği ezilir.
Taze bir babanın şimdilik yaşadığı bu kaygıların kat be katını yaşamıştı
Ahmet Küçükgündüz.
Ve ne yazık ki hayatının en büyük acısını gördü. 20’sindeki Hilal’ini
uğurladı.
Ama onun da yüreği o kadar büyüktü ki; ‘’Kızımızı kaybettik, bir kızımızı kazandık’’ diye özetledi durumu. Canan da ‘’annem ,babam ‘’
diye seslendi onlara.
Kızlarının aslında ölmediğini gördüler. Orada yoktu belki ama tam
8 bedendeydi Hilal.
Biri daha davet edilmişti o düğüne...
Hilal’in bir parçasını daha taşıyan Ramazan Karataş’la da kucaklaştılar.
İki Hilal oldu karşılarında.
Hilal’in iyi ki böyle bir vasiyeti varmış. İyi ki ‘’bana bir şey
olursa organlarımı bağışlayın’’ demiş..
Bir trafik kazasıyla yitip giden kızlarını 8 ayrı bedende yaşıyorlar şimdi.
8 ayrı bedene hayat vermenin gururunu bir de…
Ve her yıl Canan kadar şanslı olmayan 6 bin kişiyse organ
beklerken kaybediyor hayatını.
Yapılacak işlem çok basit. Hayat için hayattayken bir imza
atmak...
60
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
sektörden
SANOFİ’DEN TÜRKİYE’NİN
BİLİM İNSANLARINA “AR–GE ÇAĞRISI”
60 yıldır Türkiye’de Ar-Ge’nin ve bilimsel altyapının gelişmesi için yatırım yapan Sanofi, ikinci
kez “Ar-Ge Çağrısı” başlatıyor. “Ar-Ge Çağrısı” platformu ile Türkiye’deki tüm bilim insanları
ve akademisyenlere yeni molekül geliştirme çağrısı yapan tek ilaç şirketi olan Sanofi, bu
platformla projeleri dünyaya açarken, aynı zamanda Global Ar-Ge altyapısını ve kaynaklarını
da Türkiye’nin hizmetine sunmaya devam ediyor. Türkiye’de ilgili tüm bilim insanlarına açık
olan ‘Ar-Ge Çağrısı’ platformuna katılım için son başvuru tarihi 30 Haziran 2015.
Dünyanın önde gelen yenilikçi ilaç
firmalarından Sanofi, Türkiye ilaç sektöründe Ar–Ge çalışmalarına ivme
kazandırmak amacıyla “Ar–Ge Çağrısı” platformunu ikinci kez hayata
geçiriyor.
Çağrısı”, karşılanmamış tıbbi ihtiyaçlara cevap verebilecek yeni fikirleri
olan bilim insanlarının uluslararası
platformlara taşınarak Sanofi Global
Ar-Ge merkeziyle birlikte ürün geliştirilmesini ve bunların insanlığın hizmetine sunulmasını amaçlıyor.
Türkiye’nin bilim insanları projeleri ile
dünyaya açılacak
“Ar-Ge Çağrısı”, başta üniversitelerin
Tıp, Eczacılık ve Fen Fakülteleri, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümleri’ndeki araştırmacılar olmak üzere
tüm bilim insanlarının katılımına
açık bulunuyor. Fikirlerinin yaşamları
Sanofi bu platformla, Türkiye’den
yeni molekül adaylarının önünü
açmak, yeni Ar-Ge projelerinin çıkmasının ve Türk bilim insanlarının
Sanofi Global ile işbirliği ve lisans anlaşmaları yapmalarının yolunu açmayı amaçlıyor. Türkiye’de ilaç Ar-Ge’si
ve yeni molekül keşfinin desteklenmesi hedefiyle Sanofi Türkiye ekibi
tarafından hayata geçirilen “Ar-Ge
değiştirebilecek buluşlara dönüşebileceğine inanan bilim insanlarının,
“Ar-Ge Çağrısı”na katılabilmesi için,
www.sanofi.com.tr veya www.akademika.org/Arge-Cagri-Projesi adresi üzerinden başvuru formunu doldurmaları yeterli. “Ar-Ge Çağrısı”nda,
özgünlük, yapılabilirlik, yaygın etki
ve hukuki anlamda fikri mülkiyet
oluşturma niteliğine sahip olmak gibi
temel kriterlere göre değerlendirilecek olan proje başvuruları 30 Haziran
2015 tarihine kadar yapılabilecek.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
61
sağlığımıziçin
GLOKOM ÖNLENEBİLİR KÖRLÜK
NEDENLERİ ARASINDA İKİNCİ
Glokom dünya genelindeki önlenebilir körlük nedenleri arasında ikinci sırada yer aldığını
belirten İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Glokom
Bölümü Sorumlusu Prof. Dr. Nevbahar Tamçelik, “Hastalar Glokom olduklarını fark etmeden
önce görme yetilerinin yüzde 40’ını kaybedebiliyorlar” dedi.
Halk arasında ‘göz tansiyonu’ olarak
bilinen glokom; optik sinirin ilerleyen
nitelikte hasar görmesine yol açan
bir göz hastalığıdır. Gözün aldığı bilgilerin beyne iletilmesinde optik sinir hayati öneme sahip olduğundan,
tedavi edilmediğinde, glokom yavaş
yavaş ve telafi edilemez biçimde görme kaybına ve nihayetinde körlüğe
neden olabilir. Glokom hastalığının
sebebi tam olarak bilinmemektedir.
Dünya genelinde yaklaşık 67 milyon
kişi glokom hastalığıyla yaşıyor ve
bunların neredeyse yarısı glokom
olduklarını bilmiyorlar. Diğer bir deyişle, 30 milyondan fazla, yani Yuna-
62
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
nistan ve Romanya’nın toplam nüfusundan daha fazla insan farkında bile
olmadan görme yetilerini kaybediyor. Günümüzde, dünya genelinde
bu hastalık yüzünden kör olmuş 4.5
milyon kişi bulunuyor.
Glokom dünya genelindeki önlenebilir körlük nedenleri arasında ikinci
sırada yer almasına rağmen, hakkında çok az şey bilinen bir göz rahatsızlığıdır. Novartis, glokom hastalığıyla
yaşayanlara tedavi çözümleri sunan
grup şirketi Alcon işbirliğinde, 8-14
Mart Dünya Glokom Haftası kapsamında bu hastalığın potansiyel tehlikeleri ve görme yetisini koruyabilmek
için düzenli göz muayenesine dikkat
çekmek amacıyla bir toplantı düzenledi. 12 Mart’ta Ankara’da gerçekleşen toplantıda İstanbul Üniversitesi
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Glokom Bölümü
Sorumlusu Prof. Dr. Nevbahar Tamçelik erken teşhisin çok önemli olduğu
bu hastalıkla ilgili bilgiler aktardı.
Artan Oküler Basınç, Glokomun En Önemli
ve Düzeltilebilir Risk Faktörü
“Glokom, hastanın görüşü bozulana
kadar sessizce ilerleyebilir ve yıllarca teşhis edilemeyebilir. Tedaviye
başlayabilmek için bu göz rahatsızlığının yeterince erken tespit edilebilmesinin tek yolu düzenli göz kontrolleridir” diyen Prof. Dr. Nevbahar
Tamçelik, şu anda glokomun kesin
bir tedavisinin olmadığını ancak etkin tedavi yöntemleriyle ilerlemesini
yavaşlatmanın mümkün olduğunu
dikkat çekti. Tamçelik, artan oküler
basıncın, glokomun en önemli ve
düzeltilebilir risk faktörü olduğunu,
yani göz tansiyonunun kontrol altında tutulmasının, glokom hastalarının
görme yetilerini koruyabilmesinde
yardımcı olduğunu belirtti.
Glokomun Teşhisinde Görme Alanı Testi
Önemli
Glokomun teşhisinde kullanılan
yöntemleri anlatan Tamçelik, “Göz
tansiyonu ölçümü (Tonometri), Görme Siniri Hasarının Analizi, Görme
Alanı Testi ve Kornea Kalınlık Ölçümü (Pakimetri) ölçeklerine bakılması
gerektiğini söyledi. Tamçelik, klinik
bulgularda şunlara dikkat etmek gerektiğini vurguladı: “GİB (göz tansiyonu) 21 mmHg’dan daha yüksek ise
optik sinir başında çukurlaşma olmuş
ve görme alanı kaybı alanına dikkat
edilmelidir.”
Glokom Tipine Göre Tedavi Seçeneği
Değişir
Tamçelik, iki ana glokom tipi olduğunu belirterek şu bilgileri verdi: “Primer veya açık açılı glokom ile akut
veya kapalı açılı glokom. Tüm glokom vakalarının yaklaşık yüzde 90’ı
açık açılı glokomdur. Bunlar genellikle semptomsuz gelişir ve iyice ilerleyene kadar tespit edilemez. Diğer
taraftan, kapalı açılı glokoma daha
nadiren rastlanır ama hemen tedaviye başlanması gerekir. Kapalı açılı
glokomun belirtileri arasında şiddetli
ağrı, bulantı, gözde kızarma ve bulanık görme sayılabilir.”
zer cerrahisi, geleneksel cerrahi ve bu
yöntemlerin bir kombinasyonu ile tedavi edilebilir. Göz içi yüksek basınç
gibi faktörlerin yanı sıra, şu kişilerde
glokom riski yüksektir: Ailesinde glokom rahatsızlığı bulunanlar, 40 yaşın
üzerindekiler, diyabeti, yüksek tansiyonu ve kalp rahatsızlığı bulunan
kişiler, fiziksel göz hasarı bulunan
kişiler ve uzun süre steroid kullanmış
kişilerdir” dedi.
Kimlerde Glokom Riski Yüksektir?
Glokomun kesin tedavisi olmadığını
belirten Tamçelik, “Görme kaybı telafi
edilemez. Ancak tedavi neticesinde,
görme yetisi olduğu gibi korunabilir.
Glokom; göz damlaları, oral ilaçlar, la-
Prof. Dr. Nevbahar Tamçelik
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
63
sağlığımıziçin
DOĞUM SONRASI ESTETİK
Doç. Dr. Erdem GÜVEN
Estetik ve Plastik Cerrahi Uzmanı
Doğum sonrasında tekrar eski haline dönmek isteyen kadınlar en çok hangi işlemleri yaptırıyor?
Doğum sonrası eski haline dönmek
isteyen bayanlarda en çok talep edilen estetik ameliyatların başında
meme ve karın ameliyatları gelmektedir. Özellikle annelik döneminde
memelerin süt ile büyümesi ve emzirme sonrasında meme hacminin
küçülüp meme derisinin bol kalmasıyla sarkıklık ve gevşeklik oluşmaktadır. Ayrıca bazı bayanlarda involüsyonel atrofi denilen süt verme
sonrası memelerde aşırı küçülme de
şekil bozukluğuna neden olan doğum sonrası süreçlerden birisidir. Bu
durumların oluşmasıyla memelerde
dikleştirme ve bazen de büyütme
işlemi uygulanmaktadır. Tam aksi
durumlarda göğüslerin normalden
büyük olduğu bireylerde doğumla
ortaya çıkan aşırı büyüklükten dolayı
da başvuru olabilmektedir. Bu kişilere yapılacak meme küçültme ameli64
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
yatı ile normal görünüme kavuşması
sağlanmaktadır.
Diğer sık karşılaşılan problem ise
karın sarkması ve karın bölgesi derisinde meydana gelen çatlaklardır.
Özellikle gebelikte aşrı kilo alma, ikiz
gebelik ve normalden fazla büyük
bebek olması durumlarında karın derisinde çatlaklar oluşmakta, doğumdan sonra aşırı bollaşan karın derisinde sarkıklık ve kötü görüntü ortaya
çıkmaktadır. Bunun dışında vücut
harmonisini bozan bölgesel yağlanma artışı, yüz bilgesinde oluşabilen
ve doğum lekesi adı verilen derideki
renk değişiklikleri, ayrıca genital bölge deformasyonları da karşılaşılan
problemlerden sayılabilir.
reyler arasında farklılıklar gösterebilmektedir. Yapılacak ameliyat için
bireyin ruhsal ve bedensel olarak
hazır olması gerekmektedir. Özellikle
doğum sonrası geçirilen zor döneme
bağlı ortaya çıkan depresyon konusunda hekimin dikkatli olması gerekmektedir. Bu dönemde yapılacak
operasyonlar sonrasında hastanın
normal aktivitelerine dönüşü zorlaşabileceğinden ameliyatların ertelenmesi daha uygun olacaktır.
Doğum ve lohusalık dönemi sonrası
estetik operasyon için en uygun
zamanlama nasıl olmalıdır?
Doğumda vücutta meydana gelen
değişikliklerin tam olarak düzelmesini beklemek büyük önem taşımaktadır. Doğum ve lohusalık sonrasında
estetik operasyonlar için en uygun
dönem süt verme dönemi bitiminden 3 ay sonrasıdır. Bu dönem bi-
Doç. Dr. Erdem GÜVEN
İkinci veya üçüncü doğumu düşünen
kadınlar estetik operasyon
yaptırabilirler mi?
sonuçtan çok uzak görüntülerle karşılaşılabilmektedir.
Daha sonra doğum yapmayı düşünen kadınların meme ve vücut şekillendirme ameliyatlarını olmalarında
bir sakınca yoktur. Ancak karın derisini tekrar gerecek hamilelik süreci
yaşaması muhtemel kişilerin ameliyattan sakınmasını önermekteyiz.
Karın germe ameliyatlarının hamilelik sürecini bitirmiş ve tekrar doğum
planı olmayan kişilere yapılması, ilerde yeni gebelikle ortaya çıkabilecek
deformasyon ve deri çatlaklarının
olmasını engelleyecektir.
Doğum sonrası yaşanan deformasyon
daha çok neye bağlıdır?
Doğum kiloları verilmeden yapılacak bir
girişim hasta için nasıl sonuçlar doğurur?
Gebelikte alınan kiloların verilmeden
yapılacak girişim, ameliyattan sonraki başarıyı oldukça etkileyecektir.
Özellikle vücut kitle indeksinin fazla
olduğu kilolu hastalarda gebelik ve
doğumdan bağımsız olarak estetik
ameliyatlarını kilo verme sürecinin
sonuna ertelemelerini talep etmekteyiz. Özellikle vücut şekillendirme
ve karın germe ameliyatları ideal kilolarda yapılmadığı zaman istenilen
Doğum sonrası ortay çıkan deformasyonlar sırasıyla, normalden fazla
kilo alınması ve bu kiloların kısa sürede verilememesi, genetik olarak deri
elastikiyetinin zayıf olması sonucu
derinin çatlaması, doğumda gerekli
egzersiz ve sporun yapılmaması ile
vücudun hareket kabiliyetinin zayıflaması ve kas gevşekliğinin oluşması
gibi durumlardan kaynaklanır. Diğer
önemli bir faktör doğum sonrası uygun spor ve egzersizlerin yapılmamasından zayıflamış ve gevşemiş karın
kaslarının kendini toparlayamaması
ve karında dışarı doğru bombeleşme
oluşmasıdır.
Doğum sonrası daha sağlıklı bir
görünüme sahip olmak için hamilelik
esnasında nelere dikkat etmek gerekir?
Doğum sonrası sağlıklı bir görünüme
kavuşmak için öncelikli olarak normal kilolarda hamile kalınarak, ideal
sınırlarda kilo alımını sağlanması ge-
reklidir. Gebelikte sağlıklı ve dengeli
beslenmek de vücuttaki organların
sağlıklı kalması için gereklidir. Özellikle günlük su tüketim miktarı da
önemlidir. Suyun az tüketilmesi deride kuruluk ve deformasyonlara ve
çatlaklara yol açabilmektedir. Gebelikte spor ve egzersiz yapılması hamileliğin sağlıklı sürdürülmesinin yanında, hamilelik sonrasında vücudun
daha hızlı ve kontrollü düzelmesini
sağlayacaktır.
Doğum sonrası yapılabilecek ameliyatsız
uygulamalardan bahsedebilir misiniz?
Doğum sonrasında ortaya çıkabilecek diğer problemler karın ve bacaklarda oluşacak çatlaklar ve derideki
lekelerdir. İzole karın ve bel bölgesinde oluşan çatlaklar için uygulanabilecek teknolojik tedavi ise fraksiyone
karbondioksit lazer tedavisidir. Gelişen teknolojiyle deriye verdiği hasar
azaltılıp tedavi edici etkisi arttırılan
fraksiyonel lazer tedavisi günümüzde deri çatlakları ve leke tedavisinde
rakipsiz ve son teknoloji olarak görülmektedir. Bu tedavi ile çatlaklar
%50 ile 80 oranında azaltılabilmekte,
derideki lekelerde tamamen tedavi
edilebilmektedir.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
65
haber
KARACİĞER KANSERİ İLK 10’DA
Karaciğer kanseri Dünyada ve Türkiye’de kansere bağlı ölüm nedenleri arasında ilk 10 içinde yer alıyor.
Kanser Haftası nedeniyle yazılı açıklama yapan Avrasya Gastroenteroloji
Derneği Başkanı Prof. Dr. Hasan Özkan uygun şartlarda üretilmeyen ve
saklanılmayan baharat ve kuruyemişin karaciğer kanserine neden olabileceği uyarısında bulundu. Karaciğer
kanserinin Türkiye’de ölüm nedenleri
arasında ilk 10’da yer aldığına dikkat
çeken Prof. Dr. Hasan Özkan ciddi
sonuçlara neden olan “Hepatit B’nin
Doğu ve Güneydoğu’da görülme
oranı yüzde 10, batıda ise yüzde 1.
Türkiye ortalaması ise yüzde 5. Dolayısıyla hijyen ve kültürel yapı çok
önemli” dedi.Hepatit C’nin görülme
sıklığının ise %1 olduğunu bildirdi.
Prof. Dr. Özkan Türkiye’de çok yoğun
tüketilen baharatların ve kuruyemişlerin uygun koşullarda
üretilip saklanmamasının karaciğer kanserine davetiye
çıkaracağının söyledi. Prof.
Dr. Özkan bu nedenle üretim kaynağı belli, sağlıklı
biçimde ambalajlanmış
ve güvenilir ürünlerin tüketilmesinin önemini kaydetti.
Karaciğer kanserinin görülme sıklığıyla Hepatit B ve C
hastalıklarının görülme sıklığı
arasında doğru orantı bulunduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Hasan
Özkan son yıllarda Hepatit B mikrobuna karşı aşılamanın yaygınlaştırılmasının hastalığın görülme sıklığını
düşürdüğünü ifade etti. Prof. Dr. Özkan “ülkemizde Hepatit B ve Hepatit
C hastalığı görülme sıklığı azalırsa
karaciğer kanseri görülme sıklığı da
azalmış olur” dedi.
Ülkemizde Hepatit B’ye gereği kadar
önem verilmediğini hatırlatan Prof.
Dr. Hasan Özkan, “Ülkemizde yaklaşık 4 milyona yakın hasta var. Bunun
% 60’ı siroz ve kanserden ölüyor, %
40’ı taşıyıcı olarak yaşıyor. Sirozlu
hastalarda kanser gelişiyor. Hepatit B
Güneydoğu Anadolu’da % 20, Doğu
Anadolu’da ise % 10’lar seviyelerinde
66
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
görülmektedir. Halkımızın karaciğer
hastalığı hakkında da bilgilendirilmesi lazım. Sadece bitkilerle tedavi
hastalığın stabilden çıkmasını sağlayarak olumsuz etki gösteriyor. Bitkisel ilaçlar hastalar için değil, sağlam
insanların kullanması gereken ilaçlardır. Hastalar sadece ilaç kullanmalı ve
yerli yersiz her bitkinin peşinde koşmamalı” diye konuştu.
tit B virüsünün kişinin bağışıklık sistemine bağlı olarak vücuttan atıldığını belirtirken Hepatit C’de virüsün
farklı bir seyir izlediğini söyledi. Prof.
Dr. Özkan Türkiye’de görülen Hepatit
C genotipinin 5 farklı tip içinde tedaviye en dirençli tiplerden biri olduğuna dikkat çekti. Ancak son bir yıl
içinde kullanıma giren kronik hepatit
C’de kullanılan ilaçların bu hastalığı
%100’e yakın tedavi ettiğini bidirdi.
Yeni ve güçlü ilaçlar
Prof. Dr. Hasan Özkan Karaciğer kanserlerinin sıklıkla karında şişkinlik,
karnın sağ üst kısmında sırta vuran
ağrı, kilo kaybı, iştahsızlık, ateş ve
ciltte sararma, idrar renginde koyulaşma gibi sarılık bulguları ile ortaya
çıktığını kaydetti. Bu yakınma ve bulguların hiç birisinin karaciğer kanserine özgün olmadığını hatırlatan
Prof. Dr. Özkan benzer yakınmaları
olan kişilerin doktora başvurmalarının önemli olduğuna dikkat
çekti.
Kronik hepatit C’nin tedavisinde
%100’e yakın tedavi başarısı sağlayan yeni ilaçlar kullanıma girdiğini
ve yine kronik hepatit B’yi tümden
yok edecek ilaçlarında faz I ve Faz II
çalışmalarının
bittiğini bildirdi. Yeni ve güçlü
ilaçların Hepatit B’li hastalarda sirozu ve karaciğer kanserini önleyeceğini anlatan Prof.
Dr. Özkan, “Bilindiği gibi kronik Hepatit B hastalığı erken teşhis ve doğru
tedavi edilmez ise hastalar siroza ve
karaciğer kanserine yakalanıyor. Son
yıllarda geliştirilen aşı çocuklarımızı
Hepatit B’den korurken yeni ve güçlü ilaçlar da hepatitli hastaların siroz
ve kansere gidişini önlüyor. Hepatit
B’li 1274 hasta, en uzun izlem ile 17
yıl (ortalama 8 yıl) izlendi. Bu hastaların % 9’unda yeni ilaçlarla tedavi
ile tam şifa sağlandı. Tedavi başarısı
sağlanan hastaların % 95’ında siroz
ve karaciğer kanseri gelişimi önlendi.
Tedaviye alınan 506 kişinin %80’inde
başarılı sonuçlar elde edildi” dedi
Avrasya Gastroenteroloji Derneği
Başkanı Prof. Dr. Hasan Özkan Hepa-
Avrasya Gastroenteroloji Derneği
Başkanı Prof. Dr. Hasan Özkan karaciğer kanserinden korunmak için
hepatit virüsleriyle infeksiyondan kaçınmak gerektiğini söyledi. Hepatit B
virüsünden aşılanarak korunmanın
mümkün olduğunu hatırlatan Prof.
Dr. Özkan siroza ve uzun dönemde
karaciğer kanserine neden olabileceği için alkol tüketiminden uzak durulması gerektiğini de kaydetti.
Prof. Dr. Hasan Özkan
DOKTORUMU DİNLİYORUM
Dr. Kıvılcım KAYABALI
Bir kararın niteliğinin, bu kararı alırken harcanan süre ve çabayla doğrudan bağlantılı olduğunun sürekli
bize hatırlatıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Acele işe şeytan karışır diyoruz.
Dereyi görmeden paçayı sıvama. Dur
da bir düşün. Görünüşe aldanma.
Sadece bilinçli kararlarımızın doğruluğuna güveniyoruz. Ancak günlük
yaşamımızda sık sık anlık hükümler
ve ilk izlenimler kararlarımızı yönlendiriyor.
Nörobilim alanında yürütülen çok
sayıda araştırma saniyeler içerisinde
verdiğimiz kararların, bazı durumlarda aylar süren mantıksal analizler
68
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
sonucunda ulaşacağımız kararlardan
farklı olmadığını gösteriyor. Kararlarımızı yönlendiren en önemli faktör
ise duygular. Duygu yoksa karar da
alınamıyor.
Doktor hasta ilişkilerine baktığımız
zaman da durum pek farklı değil.
Eğer uğraştığınız konu insan sağlığı
ise, hastaların duygulardan oluşan
varlıklar olduğunu akılda tutmak
gerekiyor. Teknolojinin altın çağının
yaşandığı günümüzde bile hala hastaların tedavi kararlarını, tedaviye
uyumlarını ve doktorlara duydukları
güveni yönlendiren en önemli etken
doktorların onlarla çok kısa bir süre
içerisinde kurduğu iletişim şekli. Örneğin doktorun kendileriyle konuşma tonu, göz teması kurması, doğru
soruları sorması, onları dinlemesi,
görüşme sırasında uygun ve anlaşı-
labilir açıklamaların yapılması… Hastalar, onların bir olgu değil bir insan
olduğunu bilen ve bunu hissettiren
doktorlara güveniyorlar.
Malcolm Gladwell’in Blink kitabında detaylı bir şekilde ele aldığı,
Amerika’da hekimler üzerinde yapılan bir çalışmada, doktorlara yanlış
tedavi yaptıkları durumlar için poliçe satan bir sigorta şirketi hangi
doktorların dava edilme olasılığının
daha yüksek olduğunu araştırıyor. İki
olasılık var: Birincisi, doktorun eğitim
düzeyi ve güvenilirliğini hakkında
bilgi sahibi olmak için son yıllarda ne
kadar hata yaptığını hastane kayıtlarını inceleyerek araştırmak; diğeriyse
doktorun bir hastasıyla arasında geçen konuşmanın bir kısmını kaydederek dinlemek.
Bu konuda yürütülen araştırmalara
kitapta detaylı olarak yer verilmiş ve
elde edilen sonuçlar oldukça ilgi çekici. Dava edilme riski, doktorun ne kadar çok hata yaptığıyla kesinlikle ilgili
değil. Araştırma sonuçlarına göre çok
başarılı ve yetenekli doktorlar sıklıkla
dava ediliyorken, çok hata yapanlar
hiç mahkemeye çıkmayabiliyor. Ayrıca doktorun hatasından dolayı zarar
gören ama bu durumu çevresindekilerle paylaşmayan hastaların sayısı
oldukça fazla. Hastalar sadece kötü
tedavi uygulandığını düşündükleri için dava açmıyor. Şikayetçi olma
nedenleri hem kötü tedavi, hem de
muayene sırasında doktorların onlara davranma şekliyle ilgili. Yanlış
tedavi davalarında genellikle karşılaşılan durum, hastaların hızlı karar
vermek zorunda bırakılmaları ve
yeterince ilgi görmemeleri. Bu davalarla ilgilenen önemli bir avukat olan
Alice Burkin şunu söylüyor: “İnsanlar
sevdikleri doktorları dava etmiyorlar.’’ Doktorunu dava etmekte kararlı
olan bir hasta, avukatı Alice Burkin’e,
doktorundan nefret ettiğini, çünkü
kendisine hiç zaman ayırmadığını ve
semptomları hakkında sorular sormadığını, sanki karşısında bir insan
yokmuş gibi davrandığını anlatıyor.
Farklı platformlarda uzmanların dile
getirdiği gibi, özellikle, hasta kötü bir
sonuçla karşılaştığında doktor durumu uygun bir iletişim diliyle açıklamalı ve hastanın sorularını yanıtlamalı. Haklarında dava açılanlar ise
genellikle bunu yapmayan doktorlar.
O zaman bir doktorun dava edilme
riskini ölçmek için ne kadar iyi ameliyat yaptığını bilmek şart değil. Bilinmesi gereken şey doktorun hastasıyla kurduğu ilişki.
Kitapta önemli bir bilim insanı olan
Dr. Wendy Levinson’un yaptığı ilginç
bir araştırma sonucu da yer alıyor.
Bu araştırmada doktorlarla hastaları
arasında geçen konuşmalar kaydediliyor. Bu doktorların yaklaşık yarısı
hiç dava edilmemiş. Diğer yarısı da
en az iki kez dava edilmiş. Araştırmacılar kaydedilen konuşmalara bakarak iki grup arasında belirgin farklar
saptıyor. Hiç dava edilmemiş olan
cerrahlar hastalarına daha önce dava
edilmiş olan gruptan en az 3 dakika
daha fazla vakit harcamış (edilmemiş
olanlar 18,3 dakika, edilmiş olanlarsa 15 dakika). İlgili doktorlar “önce
sizi muayene edeceğim sonra da
probleminiz hakkında konuşacağız”
ya da birazdan sizin sorularınıza da
geçeceğiz” gibi hastaların bu muayeneden beklentilerini netleştirmeye
yarayan ve muayenenin zamanlamasını belirten açıklamalar yapmış. Aktif bir şekilde hastalarını dinlemiş ve
“biraz daha ayrıntı verebilir misiniz”
gibi cümleler kurmuşlar. Ayrıca bu
doktorların daha çok gülümsediği ve
espri yaptıkları saptanmış. İlginç olan
nokta ise verdikleri bilginin niteliği
ve niceliği diğer doktorlardan farklı
değil; hastalarının durumu ya da tedavi hakkında aynı oranda bilgi vermişler. Temel fark ne söylediklerinde
değil, bunu nasıl söylediklerinde.
Bu araştırma, Dr. Levinson’un hastalarla doktorlar arasındaki konuşma
kayıtlarını dinleyen psikolog Nalini
Ambady tarafından daha da detaylandırılmış. Ambady, her doktor için
iki ayrı hastayla geçen birer görüşme
seçmiş. Sonra, her görüşmeden doktorun konuştuğu ikişer 10 saniyelik
parça dilimini ayırmış, yani üzerine
yoğunlaştığı dilim her doktor için 40
saniye olarak belirlenmiş. Son olarak
da konuşmaların yüksek frekanstaki
tonlamalarını –ki bu heceler kelimeleri anlamlı kılan şeyler- silerek
kayıtları özel bir filtreden geçirmiş.
Bu elemeden sonra kayıtta sadece tonlama, farklı perdeden sesler ve ritm kalmış, içeriğe ait her
şey yok olmuş. Sadece bu dilimi
kullanarak bir analiz yapmış.
Hakimlere bu bozulmuş ses
kaydını dinleterek samimiyet,
düşmanlık, üstünlük ve gerginlik açısından puanlar vermelerini istemiş ve sadece
o puanlara bakarak hangi
doktorların dava edildiğini, hangilerinin edilmediğini tahmin edebilmiş.
da herhangi bir bilgiye sahip değildiler. Onların hastalara ne dediğini bile
bilmiyorlardı aslında. Tahmin etmek
için ellerindeki tek veri doktorların
ses tonlarını dinleyerek yaptıkları
analizlerdi. Hatta durum bundan
daha da basitti. Eğer doktorun sesinin üstünlük taslayan bir tonda olduğuna karar verilmişse o doktorun
dava edilmiş olan gruba ait olduğu
tahmin ediliyordu. Eğer ses tonu
daha az baskıcı, daha ilgili, düşünceli
geliyorsa doktorun dava edilmeyen
gruptan olduğu saptanmıştı.
Hepimiz için, her çeşit iletişimde anlık hükümler ve ilk izlenimler önemlidir, duygularımızla anlık yargılara sahip oluruz. Evrimsel süreç içerisinde
bu anlık kararlar insanoğlunun uyum
yeteneğinin ve hayatta kalma şansının yüksek olmasını sağlamıştır. Her
şey saniyeler içerisinde gelişir; ölçülü
ve analitik davranacak, karşımızdaki
kişinin veya doktorumuzun yaşadığı zaman baskısı, kurumsal koşulların getirdiği zorluklar hakkında fikir
yürütecek, empati kuracak vaktimiz
yoktur. En derindeki arzumuz her koşulda anlaşılmak, sevgi, şefkat ve güven duygusunu hissetmektir.
Ambady’in belirttiğine
göre kendisi ve çalışma
arkadaşları elde ettikleri sonuca inanamamışlar. Hakimler, cerrahların deneyimleri,
eğitim düzeyleri, yetenekleri ve çalışma
yöntemleri hakkınSAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
69
sağlığımıziçin
ÜREME CHECK-UP’INI ATLAMAYIN
Op. Dr. Hakan ÖZÖRNEK
Geç gebelik için şans nasıl artırılabilir?
Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı
Üremeyi koruyarak nasıl yaşlanabiliriz? İleri yaşlarda nasıl çocuk sahibi
olabiliriz? Soruları son yıllarda daha
sık sorulmaya başlandı. Bunun şu
anda tek yolu yumurta ve spermi
dondurmak. Pek çok ülkede isteğe
bağlı olarak yumurta dondurma işlemine izin veriliyor. Türkiye’de ise
kanser hastalarına, üreme organlarıyla ilgili ameliyat geçirmek zorunda
olan erkeklere ve kadınlara üreme
hücrelerini dondurma izni kanunlarla veriliyor. Halen kanunen izin verilmeyen ancak sonrasında çok ciddi
bir sosyal problem haline gelebilen,
geç yaş evliliklerinde üremenin korunması isteği de ciddi şekilde tartışılır hale geldi. İnanıyorum ki çok uzak
olmayan bir dönemde Türkiye’de
yönetmelik değişecek ve merkezlerimiz de bu hizmeti vermeye başlayacak. Çünkü anne ve baba adayları
hayatlarını planlarken belki de çok
erken dönemde çocuk sahibi olmak
istemeyecekler. Yaşla birlikte gebelik
yüzdelerinin düşmesi de yumurtanın
yaşlanmasına bağlı olduğu için yumurtalarını dondurmayı talep edebilecekler. Bu aynı zamanda şu anlama
geliyor; ‘Bir noktada biyolojik saatimi
durdurayım, ne zaman istersem o
Kadın için normal üreme süreci, ilk
adetini gördükten sonra yavaş yavaş
başladı. Türkiye’de ilk adet yaşı 12
– 13 civarındadır. 20’li yaşların başı
gebe kalınması için ideal yaşlar. Bu
çağda aylık gebe kalma oranı yüzde
25 civarında. O nedenle üremenin
20 – 35 yaş arasında olmasını tavsiye
ediyoruz. 35’ten sonra kadının doğurganlığında bir azalmanın ortaya
çıktığını görüyoruz. 40 yaş sonrasında bu azalma hızlanıyor. Kişiden kişiye değişmekle birlikte aşağı yukarı
44 yaşından sonra doğurganlık oranı yüzde 1’ler civarındadır. Kısacası
kadının bir üreme çağı var ama maalesef bu o kadar da uzun değil. Bu
sebeplerden dolayı çiftlere önerim şu
olabilir; eğlenmeyi, para biriktirmeyi,
statü sahibi olmayı öteleyebilirsiniz.
Ancak çocuk doğurmak ertelenmeyecek kadar önemli bir karar. Bu konuda üreme sağlığıyla ilgili testlerinizi yaptırın.
70
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
zaman çocuk sahibi olayım.’ Çünkü
eğer yumurta korunabiliyorsa rahim
yaşlanmadığı için kadınlar 50 yaşında da çocuk doğurabilecek noktaya
gelebilir. Buradaki önemli tek nokta,
yumurtanın yaşlanmasının durdurulması; bunu sağlamanın tek yolu da
yumurtanın dondurulması.
Üreme check – up’ının yerleşmesi lazım
Üremede check – up kavramının artık
gelişmesi ve yerleşmesi gerekiyor. Evlendik olursa olur, olmazsa olmaz diye
birşey yok. Dolayısıyla bunun zaman-
Op. Dr. Hakan ÖZÖRNEK
• Günlük hayatımdaki stresle başa
lamasını planlıyorsanız başınıza gelecek kötü sürprizleri de
engellemeniz lazım.
çıkamıyorum.
aydır çocuk
isteğim var.
İlaçsız
adet göremiyorum
•
Hangi testler yapılmalı?
Kadında yumurtalık deposunu
gösteren, erkekte ise spermin durumunu belirleyen çok basit testler
var. Son dönemde teknolojinin gelişmesiyle de gerçek bilgiye en doğru
haliyle ulaşabiliyoruz. ‘Anti müllerian’ (AMH) adlı hormon yumurtalığın
içindeki yumurta kapasitesini ortaya
koyar. Kadının menopoza girme yaşını da yaklaşık olarak söyleyen bu
testin en önemli özelliklerinden biri
de adet döngüsünün herhangi bir
zamanında yapılabiliyor olmasıdır.
Erkeklerde de sperm testinin kadınlardaki AMH testi gibi erkeğin üreme
kapasitesiyle ilgili bilgi verir.
Üreme sağlığınızı test edin
1. BÖLÜM
Kadın için;
• 35 yaşından gencim, 1 yıldır çocuk
isteğim var.
• 35 veya daha üzeri yaştayım, 6
•
•
•
Erkek için;
Çocukken yumurtalıklarım yukarıda idi.
Ergenlik döneminden sonra kabakulak hastalığı geçirdim.
Varikosel ameliyatı oldum, sperm
değerlerim iyileşmedi.
2. BÖLÜM
Kadın için;
Adetlerim ağrılı olur.
Kadın hastalıklarıyla ilgili ameliyat
geçirdim.
Adetlerim düzensizdir.
Adetlerim 24 günden kısa sürer.
Adetlerim 32 günden uzun sürer.
Çikolata kistim var.
• Günde 2 kadehten fazla alkol tüketiyorum.
• Günde 5 bardaktan fazla çay, kahve, kola tüketiyorum.
• Normal kilonun 10 kilo üzerindeyim.
Değerlendirme:
Evet veya Hayır diye işaretlediğiniz
maddelerden;
• 1. Bölümde: Evet işaretlediyseniz,
üreme konusunda mutlaka yardım almanız gerekir. En kısa sürede konuyla ilgili bir doktora başvurmanız gerekir.
•
•
• 2. Bölümde: Evet işaretlediyseniz
•
•
•
•
• 3.
3. BÖLÜM
Hem kadın hem erkek için;
Günde 10’dan fazla sigara içiyorum.
•
üreme sağlığınız olumsuz etkileniyor olabilir ve bebek istiyorsanız
mutlaka bir doktora danışmanız
gerekir. Doktorunuz size gerekli
önerilerde bulunacaktır.
Bölümde: İşaretlediğiniz her
evet cevabı üreme şansınızı düşürmektedir. Eğer bebek yapmaya
karar verdiyseniz yaşantınızdaki
bu olumsuz faktörü mutlaka ortadan kaldırın.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
71
röportaj
PHILIPP HAAS
DEVA Holding Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO
Sağlık kattığımız yaşamlar için yaptığımız işin değerini, önemini biliyor
ve ülkemize yatırım yapmaya devam ediyoruz.
DEVA, Türkiye’nin en köklü ilaç
firmalarından biri. Bize kısaca DEVA’yı
anlatabilir misiniz?
72
tıbbi üretim alanında faaliyet gösteriyor, yaklaşık 1800 çalışanımızla ve
3 üretim tesisimizle ülkemize hizmet
ediyoruz. DEVA Holding olarak 2014
yıl sonu IMS verilerine göre kutu bazında %6,1 pazar payı ile 2. Sırada yer
alıyoruz.
müz, 190 bin metrekareye yayılmış
yaklaşık 500 milyon kutuluk kapasiteye sahip üretim tesislerimiz bulunuyor. 1958 yılında kısıtlı kaynaklarla
kimsenin hayal edemediği yerli ilaç
üretimini yapan ilk ilaç üreticilerinden biri olmak bizi bugünlere taşıdı.
DEVA olarak amacımız, üretilebilecek her ilacı ülkemizde üretmek ve
erişilebilir tedavileri tıbbın hizmetine
sunmaktır.
Türkiye yeni ürün geliştirmek ve üretmek için önemli potansiyele sahip bir
ülke. Biz DEVA olarak bu potansiyeli
harekete geçirebilmek için yatırımlarımıza hız kesmeden devam ediyoruz. 2014 yılında Kartepe’deki üretim
tesislerimizde oftalmoloji alanında
üretim süreçlerimizi tamamladık ve
bu alanda kendi üretim tesislerinde
üretim yapan “yerli üretici” konumunu kazandık. Yine geçen yıl 1700
metrekarelik Çerkezköy inhaler ilaç
üretim tesisinin açılışını yaptık. Tek
vardiyada yılda 2 milyon aerosol vial,
DEVA, 1958 yılında çoğunluğu sağlık
çalışanı olan 27 hissedar ve onların
ortaya koydukları sermaye ile kurulmuş, köklü bir ilaç şirketidir. Hatta, DEVA’nın açılımı Doktor, Eczacı
ve Alatları’dır. 1960 yılında Beyoğlu
Tünel’de ilk üretim tesisi açılmış, sonrasında Bomonti’de, Topkapı ve İzmit’teki üretim tesisleriyle gelişmeye
devam etmiştir. Yıllar içerisinde yatırımlarıyla büyüyerek dikkat çeken
DEVA’nın çoğunluk hisseleri 2006 yılında EastPharma’ya devredilmiş ve
dünyaya açılmıştır.
Yerli bir ilaç firması olarak ülkemize
yatırım yapmaya devam ediyorsunuz.
Projelerinizden ve yeni yatırım
alanlarınızdan bahseder misiniz?
Bugüne geldiğimizde DEVA olarak,
beşeri ilaç ve hammadde başta olmak üzere veteriner ilacı, kolonya ve
Onkolojiden kardiyolojiye, solunum
sisteminden sinir sistemine 13 farklı
terapötik alanda yaklaşık 400 ürünü-
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
180 milyon kuru toz kapsül ve 23
milyon BFS vial üretilebilme kapasitesine sahip yeni tesisimiz Türkiye’de
tüm inhaler ürün çeşitlerini barındıran en büyük tesis oldu.
Ar-Ge alanındaki faaliyetlerinizden
bahseder misiniz?
Ar-Ge’ye büyük önem veriyoruz. Bu
alanda 2009 yılında kurduğumuz DEVARGE (DEVA Ar-Ge) merkezimiz ve
167 kişilik alanında uzman çalışanımızla, yeni tedaviler ve yeni formlar
geliştirmek için çalışıyoruz. Geçen yıl
ciromuzun %9’unu Ar-Ge çalışmalarına ayırdık. Yeni fikirlerimiz ve yeni
projelerimiz var- bunları sırasıyla hayata geçirmek için hazırlanıyoruz.
Uluslararası yatırımlarınız da bulunuyor.
Bu konuda neler yapıyorsunuz?
Bölgesel büyüme operasyonlarımız
ve ihracat faaliyetlerimiz artarak devam ediyor. 2014 yılı Aralık ayı itibariyle aralarında Almanya, İsviçre, Hollanda, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın
da bulunduğu toplam 23 ülkede 193
ürün ruhsatı aldık. Önümüzdeki yıl
da farklı ülkelerle stratejik ortaklık
projeleri için araştırmalarımız devam
edecek.
Türkiye ilaç pazarının şu anki durumu ile
ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?
Son dönemde ilaç fiyatları önemli
ölçüde değer kaybetti. Biz de bu dönemde belli bir disiplin içinde hareket ettik. Sektörün içerisinde maliyet
kontrolü ve disiplinli çalışma anlamında kendimizi lider kuruluşlardan
biri olarak görüyor, hammaddeyi de
üreterek dikey büyümeyi yaratmak
istiyoruz.
Son olarak bize DEVA’nın sosyal
sorumluluk alanındaki projelerinden
bahseder misiniz?
Sağlık kattığımız yaşamlar için yaptığımız işin değerini ve önemini biliyoruz. Bu anlayış ile sorumluluğunun bilincinde bir sağlık kuruluşu
olarak, projeler geliştiriyor ve hayata
geçiriyoruz. Son olarak Çanakkale
Savaşı’nın 100. yılında şehitlerimizi
anmak ve savaşın az değinilen bir
yönünü gündeme getirmek istedik.
Bu amaçla, 2005 yılında hazırlayarak
yayınladığımız Acı İlaç adlı eserin
yeniden basımını gerçekleştirdik.
Çanakkale Savaşı, çocuklarımızın,
gençlerimizin ve hepimizin öğrenmesi, anlaması gereken bir savaş. Acı
İlaç, en az savaş kadar öldürücü olan
bulaşıcı hastalıklardan başlayarak,
tedavi yöntemlerini, ameliyatları, ilaç
ve malzemeyi, hastaneleri, doktorları, kısacası savaşın sıhhiye cephesini
anlatmaktadır. Bu konudaki eksiklikler, yokluklar, katlanılan zorlukların gündeme getirilmesi, Çanakkale Savaşı’nın, aynı zamanda ilaç ve
malzeme yokluğuna karşı verilen bir
savaş olduğu gerçeğini ve milli ilaç
sanayinin savaştaki önemini daha
iyi anlamamızı sağlıyor. Belirli sayıda
bastığımız kitabımızı paydaşlarımıza
ve kütüphanelere iletiyoruz.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
73
sağlığımıziçin
VARİS TEDAVİSİ
Prof. Dr. Hakan UNCU
Varisin belirtileri nelerdir?
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Genel Cerrahi Anabilim Dalı
Öğretim Üyesi
Günümüzde adını sıkca duyduğumuz “huzursuz bacak sendromu”
nun en önemli sebeplerinden birisi
varistir. Hastalar, bacaklarda ağrı ve
ağırlık hissi, kasılma, kas krampları,
kaşıntı, karıncalanma, dolgunluk,
gerginlik ve huzursuzluk şikayetleri
ile başvururlar. Özellikle akşamları ve
sıcak havalarda artan ağrı ve yorgunluk hissi dikkat çekicidir. Hastalardan
en sık duyduğumuz şikayetlerden
birisi, “geceleri yattığımda ayaklarımı nereye koyacağımı bilemiyorum”
sözleridir. Varislerin örümcek gibi
çirkin görüntüleri ve estetik kaygılar da, ihmal edilmeyecek başvuru
sebeplerindendir. Çoğunlukla hastalar yaz öncesinde, yani “çorapları
çıkarma mevsiminde” başvururlar.
Kış mevsiminde hem soğuk etkisiyle
şikayetleri azalır, hem de çizmeler ve
çoraplar içinde varislerini unuturlar.
Halbuki tedavi için en uygun zaman,
bu kış aylarıdır. Varis ilerleyip üçüncü
evreye geldiğinde bacaklarda ödem,
dördüncü evrede ise ayak bileği çevresinde renk değişiklikleri ve kan göllenmesi ortaya çıkar. Son evrelerde
ise ayak bileğinde açık yaralar ile karşılaşılır ki, bunları “varis ülseri” olarak
adlandırmaktayız.
Vücudumuzdaki damarların toplam uzunluğu 160.000 km. olup, bu
uzunluk dünyanın çevresini 4 kez
dolaşacak kadar büyük bir mesafedir. Bu kadar uzun yolda tabii ki bozulmalar da olabilecektir, tıkanmalar
da olabilecektir. Bacaklarımızda derin
ve yüzeyel olmak üzere birbirleri ile
bağlantılı iki adet toplayıcı damar sistemi bulunmaktadır. İşte bu yüzeyel
sistemdeki toplar damarların uzaması, kıvrılması ve genişlemesine “ varis”
diyoruz. Varislerin otuz yaş üzeri kadınlarda görülme sıklığı % 45 iken,
ileriki yaşlarda daha da yüksek oranlarda karşımıza çıkar. Hem annesinde
hem babasında varis hastalığı olan
kız çocuklarında varisin ortaya çıkma
riski % 90 olup, bu oran erkeklerde
yarısı kadardır. Kadınların hamilelik
süreci, ve öte yandan kullandıkları
doğum kontrol hapı, adet düzenleyici ve menapoz ilacı gibi hormon
dengelerini değiştiren ilaçlar varislerin ve tromboflebitin oluşumunda
suçlanan faktörlerdendir.
74
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
Varisin mesleklerle ve hayat tarzı ile
ilişkisi var mıdır ?
Uzun süre ayakta sabit duranların ve
sürekli olarak oturan kişilerin hastalığıdır. Buna örnek olarak cerrahlar, diş
hekimleri, garsonlar, güvenlik görevlileri, öğretmenler, otobüs şoförleri,
bankacılar, telefon operatörleri gösterilebilir. Otobüs beklerken bile sabit durmayıp, yürümek önerilmelidir.
Bu sebeple yüzme, bisiklet, yürüyüş,
kayak ve dans etmek önerilir. Tenis ve
ağırlık kaldırmak gibi sporlar yasaktır.
Hastalar güneş, sıcak kum, sauna, hamam ve kaplıcadan uzak durmalıdır.
Fazla kilo almamalı, yüksek topuklu
ayakkabıları, tayt ve korse gibi vücudu sıkan giysileri tercih etmemelidirler. Her hamilelikte varislerin biraz
daha ilerleyeceği bilindiğinden, tedavinin hamilelikten önce yapılması
doğru olur.
Varis tedavi edilmez ise, ne gibi ciddi
sonuçlar ortaya çıkabilir ?
Burada en korkulacak şeylerden biri
ayak bileklerinde kapanmayan yaralar açılmasıdır. Bu akıntılı yaralar
infekte olurlar ve insanın normal yaşamını sürdürmesine, hayatına devam etmesine izin vermezler. Ülkemizde varisin bir sonucu olarak ayak
bilek bölgesinde yara açılan yaklaşık
150.000 venöz ülserli hasta olduğu
bilinmektedir.
varisleri tedavi edemezler, sadece
hastanın şikayetlerini azaltabilirler.
İkinci ve belki de en önemli kötü sonucu ise, varisli damarın içinde pıhtı
oluşumudur. Varisli damarda pıhtı
oluşumuna “tromboflebit” adını veriyoruz. Bu pıhtılar genellikle uzun
süren uçak veya otobüs yolculuğu
sonrasında meydana gelirler. Tromboflebitte pıhtıların ortalama % 20’si
derin sisteme, bazıları oradan da akciğere gidip ölüme sebep olabilirler.
Dünyada akciğere giden pıhtı (emboli) sebebi ile ortaya çıkan ölüm
oranları, çok korktuğumuz meme
kanserinin sebep olduğu ölüm oranlardan 5 kat daha fazladır.
2. İlaçlar
Varislerin üçüncü muhtemel ciddi sonucu ise, küçük bir çarpmayla varisli
damarın dışarı doğru kanamasıdır.
Varisin tanısı nasıl konur ?
Tecrübeli bir damar cerrahının muayenesi tanı koymak için yeterli olabilir. Fakat tam olarak tanıdan emin olmak için Doppler ultrason incelemesi
yapmak doğru olur. Meme ultrasonu
veya hamilelikte yapılan ultrasondan
çok farklı değildir, kolaylıkla tekrarlanabilir. Anjiografi gibi hastaları rahatsız edecek ileri bir tanı yöntemlerine
ihtiyaç olmaz.
Varislerin Tedavisinde Cerrahi mi, Yoksa
Köpük veya Buhar Gibi Yeni Bir Tedavi
Yöntemi mi ?
Variste hangi tedavi yöntemleri
uygulanmaktadır ?
Variste çeşitli tedavi yöntemleri vardır. Fakat her hastaya her yöntem
uygun olmamaktadır, dolayısı ile hasta ben şu yöntemi istiyorum, dememelidir. Varisin evresine göre farklı
tedavi yöntemleri kullanılmaktadır.
Variste tedaviler aşağıdaki gibi sekiz
bölümde açıklanabilir:
1. Çoraplar veya bandajlar
Varis çorapları kanın dönüşünü kolaylaştırır, ödemi ve diğer şikayetleri
azaltabilirler. Fakat doktor önerisi ile
değil de, rastgele kullanılır ise, dolaşıma zararı bile olabilir. Dizaltı, dizüstü
ve külotlu çoraba, hangi basınçta kullanılacağına doktor karar vermelidir.
Çoraplar çok doğru kullanılsa bile,
Ağızdan alınan ilaçlarla varisi düzeltmek veya oluşumunu önlemek
mümkün değildir. Bazı ilaçlar ile hastaların farklı şikayetlerini gerileyebilir, ağrı ve ödem azalır. Fakat hasta
ilacı bıraktığında, şikayetleri yeniden
başlar.
3. Köpük Tedavisi
Genellikle kozmetik sebepler ile başvuran genç hastaların birinci evre varislerinde uyguladığımız çok popüler
bir tedavidir. Bu tedavi için hastane
şartları ve anestezi gerekmez. Varisli
damara deterjan gibi köpük ilaç verilerek yarım saat içinde ağrısız olarak
yapılabilir. Hastalar adeta örümcek
gibi çok kötü görünen damarlardan
aynı gün kurtularak işlerine dönebilirler. Burada köpükle kapatılan minik
damarlar zaten hiçbir şekilde görevi
olmayan damarlardır. Dolayısı ile bu
tedavinin hiçbir zararı yoktur, tersine
faydası vardır.
4. Cerrahi
Artık 1-2 cm.lik küçük kesilerden tığ
benzeri minik aletler ile girilerek başarı ile yapılmaktadır. Eskisi gibi kötü
görüntü bırakan dikişlere de ihtiyaç
olmamakta, estetik bantlar ile kapatmamız yeterli olmaktadır. Bacaklarda
da dikiş izi kalmaz. Genel anesteziye
de ihtiyaç olmamaktadır. Halen bazı
hastalarda diğer tedavilerin hiçbiri
uygun olmamakta, zorunlu olarak
kullanabildiğimiz tek tedavi yöntemi,
“ameliyat” olabilmektedir. Hastaların
korkmaması gereken bir yöntemdir,
ameliyattan sonra ertesi gün evlerine
dönebilirler.
yasyon içermez, radyoterapi ile karıştırılmamalıdır. Fakat hangi hastada
hangi yöntemin uygun olduğuna bir
cerrah karar vermelidir.
7. Buhar Tedavisi
Damar içine yerleştirdiğimiz sıcak
buhar veren bir katater yardımı uyguladığımız bu tedavi , tedaviler içinde en yeni olanıdır.
Laser, radyo-frekans ve buhar tedavileri çok ince kataterler yardımı ile
ameliyathanede uygulanırlar. Ameliyat kesileri ve dikiş olmaksızın, anestezi gerektirmeyen, hastaya aynı gün
eve dönme imkanını veren, konforlu
ve ağrısız yöntemlerdir. Bacakta kanama ve morluk da olmaz. Son yıllarda dünyada ve ülkemizde uygulanan
ve başarılı sonuçlar elde edilen yeni
tedavilerdir. Fakat cerrahiden de hiç
vazgeçmediğimiz bilinmelidir.
8. Endoskopik girişim
Bilindiği gibi cerrahinin her alanında yaygınlaşan endoskopik cerrahi
yöntemi, bilekte renk değişikliği veya
yara oluşmuş ileri evre varislerde de
uygulanmaktadır. Bunu Türkiye’de ilk
defa Mart 2002’de biz gerçekleştirdik.
Bacağın içine şişirilebilen bir balon
ve bu balonun yardımı ile küçük bir
kamera yerleştirilir. Bu kamera yardımıyla yaranın altına giden damarlar
zımba teli gibi bir klipsle klipslenir,
varise bağlı oluşmuş yara da yaklaşık
2 ay içerisinde kapanır. Buna “endoskopik varis tedavisi”, uluslararası literatürde “SEPS” denir. Bacağa boydan
boya kesi yapmadan, kalem ucu kadar bir delikten kalem kadar kamera
yerleştirilerek yapılır.
5. Laser
Örümcek damarlara ciltten, daha büyük damarlara ise damar içine yerleştirilen bir katater ile uygulanmaktadır. Farklı laser dalga boyları olduğu
unutulmamalıdır.
6. Radyo-Frekans
Laserin kullanılabileceği her durumda bu yöntem de kullanılabilir. Rad-
Prof. Dr. Hakan UNCU
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
75
gezelimgörelim
76
Ankara
Derya ÖNCÜL
Samet Ağaoğlu, “Kediseven Sokağındaki Bahçe” isimli küçük bir memuru
anlattığı hikayesinde ne güzel anlatmıştır bu sokağı.
Ankara’yı bir gezi sayfasında anlatıyor olmak zordur. Ankara’nın belleklerde yerleşmiş iz düşümü gezmek,
görmek gibi değil de yüksek devlet
binalarının bulunduğu gri bir şehir
gibidir. Oysa, tarihi çok eski çağlara dayalı olan bu şehrin anlatılacak,
görülüp gezilecek çok yeri vardır.
Ankara’yı geniş tarihsel perspektifte
okumak, farklı renkleri ve tatlarıyla
tanımak bu kentin sokaklarında bir
yolculuğa çıkmak, belleklerdeki gri
şehir iz düşümünü yok edecektir.
Zaten bu kente gri denilmesi de bugünkü gibi ışıl ışıl sokakların olmadığı 60’lar ve 70’lerde havanın erken
karardığı kış akşamlarında, floresan
ışığında çalışan devlet dairelerinden
süzülen ışık nedeniyledir, bu da zamanla dillerde ve bellekte gri şehir
olarak yer etmiştir.
“Ankara’ya yeni gelmiştim. Küçük ve
ilk memuriyetimin verdiği heyecanlı
hevesle sabahın erken saatlerinden
akşamın geç vaktine kadar çalışıyor,
sonra iyi bir memur olmanın huzur
ve sükuneti içinde daireye çok yakın
Kediseven sokağındaki bahçeye giderek bir kanepenin üstünde saatlerce oturuyor, sonsuz bir hasbilikle
sevdiğim yaşamayı doya doya tadıyordum. Hayatımda büyük zevkler
yoktu. İçki içemez, sigara kullanmazdım. Günlerim yeknesak ve muntazam geçerdi Kediseven sokağındaki
küçük bahçe ile ruhumu birbirine
benzetiyordum. İkisi de sükun ve inziva içindeydiler, ikisi de bu kocaman
kainatta kimsenin gözüne çarpmayan, kimseyi rahatsız etmeyen birer
köşe idiler” (aktaran Bozyiğit, 2000,
s. 116).
Nedir bu şehri güzel yapan? Bazımız
için keskin ayazı, yağan karı, gece
tenha sokakları ile bir kartpostalı
anımsattığı günler dünyanın en güzel şehirlerinden biri olması. Bazımız
için de her gün adını yeni duyacağımız, kim bilir önünden kaç defa
geçtiğimiz, keşfedilmeyi bekleyen
sokaklarının varlığıdır. Mesela Kediseven Sokağını kaçımız biliriz, ya Şairler Sokağını?
Bugün çok büyük ilçe olan Keçiören’in
yazlık mekan olarak Ankaralılar tarafından kullanıldığını da Vehbi Koç’un
hatıralarından öğreniyoruz.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
“Ankaralıyım. Aile şeceremden anlaşıldığına göre tarafımdan 600, baba
tarafımdan da 250 yıllık Ankaralı
bir aileden geliyorum. 1901 yılında,
Keçiören’nin altında, çoraklık denilen
semtteki yazlık evimizde doğmuşum. Kışlık evimiz bugün adı Ana-
fartalar Caddesi olan, eski adıyla Efe
Mahallesi’nin Karaoğlan Caddesinde
uzun zaman İmar Müdürlüğü’nün ve
altında Atlas Ayakkabı Mağazası’nın
bulunduğu yerdeydi… Zengin Hristiyanlar Keçiören, Etlik, Çankaya semtlerinde yazlıklara giderlerdi. Yalnız
Musevilerde bağ adeti yoktu” (aktaran Bozyiğit, 2000, s. 127).
Tarihin sayfaları araladığında öğrendiğin her yeni bilgi şaşırtmaya devam
eder Ankara hakkında. Ulus semtinin
ilk isminin Taşhan olması gibi.
Bugün Ankaralıların yalnız bırakmadığı, yurdun her köşesinden gelen ziyaretçilerle de ziyaretçi akınına uğrayan Ankara’nın kalbi Ulus’ta camisi ve
türbesi bulunan Hacı Bayram-ı Veli’yi
ve onun tasavvuf anlayışını bilmeden
de Ankara’yı anlamak zordur.
Hacı Bayram-ı Veli ‘Pîr’ ismiyle anılan ve Bayrâmiyye tarîkatı kurucusudur. H.753 M. 1352-53 tarihinde
Ankara’nın Çubuksuyu kenarında
Solfasol-Zü’l-Fadl’ köyünde dünyaya
gelmiştir. İsmi Nûman ise de, mürşidi
olan Ebû Hâmid Aksarâyî (Somuncu Baba) ile buluşmaları bir Kurban
Bayramına rastladığı için, şeyhi tarafından kendisine Bayram ismi verilmiştir. Hacı Bayram Velî, Ankara’da
ve yakın çevrede tarikatını yaymaya,
insanları Allah sevgisinde birleştirmeye çalışmıştır. Bu yüzden, yetişen
müritlerine bir tür vekillik demek
olan hilâfet vermek sûretiyle civar il-
lere göndermiştir. Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Bâyezid, Çelebi Mehmed
ve II. Murad devirlerini idrak eden
ve kurduğu Bayramîlik tarîkatıyla
Anadolu’nun mânevî yapısının şekillenmesinde büyük katkıları olan Hacı
Bayrâm-ı Velî Ankara’da vefat etmiştir; vefâtından birkaç yıl önce yaptırılan ve kendi adıyla anılan caminin
yanına defnedilmiştir (1).
Hacı Bayram-ı Veli’nin hayatını öğrenirken, Ankara’nın Solfasol semtinin
adının da nerden geldiğini böylelikle
öğrenmiş oluyoruz.
Hacı Bayram-ı Veli adına inşa edilen Cami ve türbe ise, Roma çağının
önemli bir yapısı olan ve bulunduğu meydana adını veren Ogüst
Tapınağı’nın hemen yanındadır.
Cami, Hacı Bayram-ı Veli’nin ölümünden iki yıl önce H. 831 / M. 1427-28
yılında inşa edilmiştir. Takip eden
dönemlerde oldukça çok onarım
görmüş olan yapının ilk mimarı hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Taş
kaideli, tuğla duvarlı ve kiremit çatılı
bir yapı olan Hacı Bayram-ı Veli Cami
kuzey - güney doğrultusunda derinlemesine dikdörtgen bir plana sahiptir. Zemin katta 437 metrekarelik,
üstteki mahfilde ise 263 metrekarelik
bir kullanım alanı vardır. Yapının güneyinde Hacı Bayram-ı Veli Türbesi
bulunmaktadır (Sezer:2007).
Hacı Bayram-ı Veli Camisi’ndeki, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından
1940-41 yıllarında yapılan geniş çaplı
tamirde yazıldığı düşünülen hat yazıları, Hattat Mustafa Halim Özyazıcı
tarafından hat sanatının celi sülüs
tekniği ile yazılmıştır. Cami’nin farklı yerlerinde bulunan bu yazılarda
Ayetler ve Kelime-i Tevhid bulunmaktadır. Örneğin; Cami’nin sol giriş
kapısı üstünde (iç tarafta) bulunan
levha 50*160 cm’dir. Buradaki
ayet, Bakara Suresinden bir
ayettir 2/238 (Sezer:2007).
KAYNAKÇA
Bilâl SEZER.,”Hattat Mustafa Halim Özyazıcı’nın
Ankara Hacı Bayram-ı Veli Camii’ndeki Yazıları” Sanat Dergisi Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi S.11 2007. S.,11-15.
Bozyiğit, A. E. (2000). Ankara’nın Taşına Bak…
Türk Yazınında Ankara. Ankara: T.C. Kültür
Bakanlığı Kültür Eserleri
(1)
http://turkkad.org/UD_OBJS/PDF/PROJE/2012/HBV-davet%20kitab%C4%B1web.pdf Erişim Tar: 27 Mart 2015
Birkaç paragrafa sığdırmaya çalıştığımız Ankara, denizi yok diye görmezden gelinecek
bir şehir değildir. Anlaşılmak ister, okunmak, sokaklarında
tarihin izlerinde gezilmek ister. Ankara
ilgi ister, kıymet bilinmek ister.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
77
film
Op. Dr. Gökçen ERDOĞAN
Sinema, 7. sanat ve sinemasever
de dünyanın 8. harikası bana göre.
Çünkü hayatın anlatılması gerekiyor;
olduğu gibi, hayal edildiği gibi, yorumlandığı gibi, uzaktan, yakından,
ta içinden ve bazen de gaipten. Çünkü hayatın meraklısı olmak önemli.
Hayatın anlatılması gerekiyor çünkü
hayat, içindeyken yeterince anlaşılmıyor. Fotoğraf çekerken anı kaçırmak gibi bir şey bu, objektiften gördüğümüz şeye bakınca şaşırmak gibi
gerçeği karşımızda durmuyormuş
gibi. Ya da hiçbiri değil ve sinema yalnızca anlamsız bir sevgi. Fark eder mi,
dünya durdukça film biter mi!
78
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
Geçtiğimiz ay izlediğim bir Türk filminden bahsetmek istiyorum size.
Sinema eleştirmeni olmadığım herkesçe malum ama hayata dair her
şeye biraz ilgiliyim. Bana Masal Anlatma filmini çok sevdim. Çünkü özlediğim o his vardı içinde, aradığım
o doku. Eski Türk filmlerinin samimiyeti, sıcaklığı ve bayıldığım o genç
‘kafa’. TRT’nin fark yaratan dizisi Leyla
ile Mecnun’un senaristi Burak Aksak,
yine kendi kafasını yaşatmış. Gençler
böyle diyorlar şimdilerde ve ben bu
mizah anlayışının inceliğine hastayım. Absürtlükle sadelik arasındaki o
ince çizgiyi adeta bir ip cambazı kadar ustalıkla kullanıyor Aksak.
Masallardan fırlayan Ayperi’nin dünyaya düşüşüne de dünyada payına
düşenlere de bayıldım. Dolmuş şoförü Rıza’nın azıcık aşı, kaygısız başı ve
hep insan kalan yanlarıyla
canlanışı çok ama çok özeldi. Son derece sıcak bir mahallede, hayat gailesi içinde
yaşayan kendi halinde insanlar görmeyi özlemişim,
anladım. Eski Türk filmlerindeki Kirkor Amca’yı, Madam
Eleni’yi nasıl da arar olmuşum. Bir arada yaşamanın
normalliğini ve güzelliğini
unutur gibi olmamıza nasıl
da içerlemişim. Madam’ı oynayan Ani İpekkaya, müthiş
oyunculuğuyla, bana ihmal
edilen ve yok olmamak
için direnen, eskiyi özleyen
İstanbul’u da anımsattı.
Onu mahallemizde görmüş ve elini
öpmüş, dizinde yatmış kadar sevdim,
sevindim nedense.
Esas oğlan Fatih Artman’ın, gözbebeğimiz Bir Ankara Polisiyesi Behzat
Ç.’den bu yana verdiği kilolar hepimize örnek olsun, oyunculuğunun da
gözlerinden öperim, nasıl sıcak nasıl
gerçek nasıl bizden, nasıl dolmuş şoförü, tam da istediğimiz türden üstelik(!). Esas kız Hande Doğandemir’in
güzelliği, mimikleri, saflığı ve aşka
çağırışı yine çok eskiyen ve özlenen
bir şeydi benim için. Tabi esas oğlanın sevişi de ona yakışır, çok özenilesi
çok güzeldi!
Masallardan İstanbul’un eski mahallelerinden Suriçi’ne düşen bir genç
kızın, kendisinin kurtuluşu olacak
genç adamı arayışına tanıklık ederken beni huzurdan keyfe sürükleyen bir mahalleye de misafir oldum.
Dedikodusundan, yardımlaşmasına,
kavgasından, şenliğine her şeyiyle
tastamam eski ve sıcacık bir mahalle.
Kentsel kentsel dönüşüp piksel piksel
bozulmamak için direnen bir mahalle. Kapıların kilitlenmediği, kimsenin
kimsenin bir şeyine göz dikmediği,
küslüklerin kısa, dostlukların uzun
sürdüğü bir mahalle... Nasıl da özlemişim o Türk filmi tadını.
Bana Masal Anlatma’da düşük yapan
yok, ihanet eden yok, hırsızlık yapan
yok, aptal yerine koyan yok. İnsan yerine koyan bir film izledim. Çokça film
izledim ama uzun süre sonra ilk defa
sanki çocukluğumu izledim.
Cengiz Bozkurt ve Devrim Yakut
başta olmak üzere tüm kadro ‘zaten
başkası olamazdı’ dedirtti. Devrim
Yakut’un Düğün Dernek filmindeki
Anadolu annesi rolünden sonra klasik oğlan annesi rolüne de bayıldım,
ne oynarsa oynasın kadın tavrını
bangır bangır koyan oyunculuğuna
baygınım. Cengiz Bozkurt’un unutulmaz Erdal Bakkal performansıyla
hasret gidermemizi sağlayan rolü
de filmin içinde başlı başına mücev-
her. Kendisi bildiğim kadarıyla uzun
yıllar Londra’da yaşamış, oyunculuk
eğitimi almış ve tiyatro oyunlarında
yer edinmiş bir oyuncu. Yeteneği de
sınırlar ötesi zaten. Bir doktor olarak
söylüyorum ki ‘hastasıyım’.
Beni daha fazla konuşturmayın ve bu
naif filmi mutlaka ama mutlaka izleyin. Yalnızca mutlu olmak için, büyük
sinematografik yorumlamalar yapmak için değil, siz bana bakmayın;
benim ki düpedüz hadsizlik.
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
79
kitap
HASTALARLA İLETİŞİM
Yazar: Yasin Bulduklu
Sayfa: 304
Sağlık hizmetlerine ilişkin tatminin sağlanması ve algılanan kalitenin yükseltilmesinde
sağlık hizmeti sunanlarla hastalar arasındaki iletişimin büyük önemi vardır. En üst düzey teknolojinin kullanıldığı ve en iyi ortamın yaratıldığı sağlık kuruluşlarında bile hastayı
tatmin etmekten uzak iletişim yaklaşımı, hastanın hizmeti olumsuz değerlendirmesine
neden olmaktadır. Hastaların tedavi protokolüne uyumları, öncelikle sağlık hakkındaki
bilgiyi anlamlandırmaları ile olanaklıdır. Eksik anlaşılan ya da anlamlandırılamayan bilgi
ile hastanın tedavi kurallarına uymasını beklemek gerçekçilikten uzaktır. Hasta ile hizmeti sunanın birbirini anlaması ve hastanın sağlık sunucusuna güvenmesi başarılı sağlık sonuçlarına erişimi sağlamaktadır. Hastanın bilgiyi anlaması ve hizmeti sunana güvenmesi, iletişim stratejilerinin bilinmesi ve etkili kullanılması ile olanaklıdır. Sağlık sunucunun
iletişim becerisinin yetersiz olduğuna ilişkin algı, hastanın farklı şekillerde tepki vermesine
neden olmaktadır. Bu tepki sağlık kurumunu ve hizmet sunucusunu değiştirmek şeklinde
olabileceği gibi, hukuki sonuçların da ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Özünde
insanı sevmeyi ve ona salt insan olduğu için değer vermeyi gerektiren emek yoğun yapıdaki sağlık hizmeti sunumunda, sunucuların iletişim becerilerini geliştirmeleri ve farkında
olarak iletişim kurmaları gerekliliktir.
GENÇLER İÇİN ÖZGÜVEN GELİŞTİRME
Bu kitap ben dilinde gençlere doğrudan hitap ederek hazırlanmıştır. Gençler
için özgüven geliştirme kitabı gençlerle çalışan psikolojik danışman ve rehberlik öğretmenlerine, gençlerle çalışan klinik psikologlara ve psikiyatristlere de
yardımcı olabilecek bir kaynaktır. Bu kitap gençlere yönelik hazırlanmıştır, ancak erişkinlerinde kendileri için çıkarabileceği yararlı sonuçlar vardır. Gençlik
evresi kişinin kimliğini bulduğu ve bireyleştiği bir dönemdir. Evinde bir genç
büyüyen tüm anne ve babalara bu kitabı edinmeleri ve içinde özenle hazırlanmış örnekleri okuyarak benzer durumlarda yeni kimlik geliştiren bireye nasıl
yaklaşacakları konusunda bilgilenmelerini öneririz.
Yazar: Margi G. Fox - Leslie Sokol
Çevirmen: Runa Uslu - Selçuk
Aslan
197 GÜN
Gerçek bir cinayetten esinlenirek yazılan, öldükleri mekana haspsolan ruhların
gözünden anlatılan, komik, esprili, psişik, alışılmışın dışında bir polisiye cinayet
romanı…
1. Kan lekesi ‘dış kapının kolunda’
2. Kan lekesi ‘dış kapı pervazında’
3. Kan damlası ‘evin girişinde zeminde’
.....
Yazar : Sultan Tarlacı
Yayınevi : Tuti Kitap
Sayfa Sayısı: 528
Baskı Yılı: 2015
80
80
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015
65. Kanlı parmak izleri ‘2. kat, yatak odasında, gardırop kapağında’
66. Takma tırnak ‘2. kat, yatak odasında’
Akıcı kurgusu, ikna edici bilimsel zemini, ilgi çekici dinî ve parapsikolojik yaklaşımlarıyla polisiye romanlar içinde türünün tek örneği olan 197 Gün’ü elinizden
bırakamayacaksınız.

Benzer belgeler