sayi 40 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Transkript
sayi 40 k - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet SERPER Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi ve Çocuk Ürolojisi Klinik Başkanı Bülent AKARCALI Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı Eski Turizm Bakanı Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı Prof. Dr. Cevdet ERDÖL Ankara Milletvekili Prof. Dr. Haydar SUR Biruni Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İskender PALA Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Metin DOĞAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı, Medeniyet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat TUNCER Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa SOLAK Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Adana Milletvekili Osman GÜZELGÖZ Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü Öznur ÇALIK TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı Malatya Milletvekili Prof. Dr. Sabahattin AYDIN Medipol Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi Prof. Dr. Uğur DİLMEN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yunus SÖYLET Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı EDİTÖRDEN Bu Çocuklar Hepimizin… Yeryüzünün en değerli varlıklarından birisi de çocuklarımızdır. Allah’ın bizlere bahşettiği en güzel armağandır çocuk. Hepimiz için çocuklarımızın önemi büyüktür ve çocuklarımız vazgeçilmezlerimizin başında gelir her zaman. Bu kadar özel, önemli ve özellikli olan çocuklarımızın sağlığı da elbette ki çok önemlidir ve üzerinde hassasiyetle durulmalıdır. Sağlık ve İnsan’ın elinizdeki 40. sayısının kapak konusu “Çocuk ve Sağlık” dosyası oldu. Bu dosyamızda dikkatle ve keyif alarak okuyacağınızı umduğumuz birbirinden değerli yazılar, öneriler ve tespitler yer alıyor. Prof. Dr. Mintaze Kerem GÜNEL, Prof. Dr. Recep AKDUR, Dr. Yalım ÜNER, Prof. Dr. Güner KAYA, Prof. Dr. Tarkan SOYGÜR, Prof. Dr. Elvan İŞERİ, Uzm. Dr. Necmettin DİN, Uzm. Dr. Memnune ALADAĞ, Özel Eğitim Uzmanı Didem DOĞAN ÖKEK, Uzm. Dyt. Banu SALMAN ve Av. E. Sevi FIRAT’ın birbirinden ilginç, kapsamlı ve hepimizi yakından ilgilendiren yazıları Kapak Dosyamızda sizleri bekliyor. Böylece Kapak Konusu dosyalarımızın iddiasını bu sayıda da sürdürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Kanser Daire Başkanı Doç. Dr. Murat GÜLTEKİN Hocamızın yazısı da 40. sayımızın özellerinden birisi. Prof. Dr. Selçuk ASLAN ve Doç. Dr. Elgiz YILMAZ Hocalarımızın farklı ve ilgi çekici yazılarını bu anlamda ayrıca hatırlatmakta fayda görüyoruz. Dr. Sertaç DOĞANAY Nisan sayımızda da yazılarına devam ediyor. Yine Nisan sayımızda pek çok bilim insanı çeşitli konularda dergimiz için özel yazılar hazırladılar. Prof. Dr. Aydan BİRİ, Prof. Dr. Nevbahar TAMÇELİK, Doç. Dr. Erdem GÜVEN, Dr. Kıvılcım KAYABALI, Op. Dr. Hakan ÖZÖRNEK, Doç. Dr. Sinem CİVRİZ BOZDAĞ, Prof. Dr. Hakan UNCU yazıları ile sağlımızın insanına ve insanımızın sağlığına katkı sunuyorlar. Hayatın İçinden köşemizde FOX TV İstanbul Haber Müdürü Orkun ÖZ’ün harika bir organ bağışı ve nakli öyküsü var. Yine Gezelim Görelim bölümümüzde Derya ÖNCÜL farklı ve özel bir Ankara gezisi yaptıracak bizlere. Op. Dr. Gökçen ERDOĞAN’ın hazırladığı “Bana Masal Anlatma” filminin analizini de beğeni ile okuyacaksınız. Artık ilgili herkes tarafından sağlık alanının referans ve prestij dergisi olarak kabul edilen SAĞLIK ve İNSAN Nisan sayısında da dopdolu. Yazı ailemize katılan, değerli fikirlerini bizlerle paylaşan, dergimize katkı sunan bütün hocalarımıza, bilim insanlarımıza, hekimlerimize, dostlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz. Sağlık ve mutlulukla geçecek bir aydan sonra MAYIS sayımızda yeniden buluşmayı diliyoruz. Sevgi ve saygılarımızla… AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ Yıl: 4 Sayı: 40 • NİSAN 2015 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR. EsasMedya Ltd. Şti. adına /saglikinsandrg Ayşe Aydın /saglikveinsandergisi www.saglikveinsandergisi.com www.saglikveinsandergisi.com [email protected] Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörü: Esra ÖZ Hukuk Danışmanı: Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ensar ÜSTÜN Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: Şen Matbaa Özveren Sok. 25/B Demirtepe/ANKARA Tel : 0312 229 64 54 Basım Tarihi: Nisan 2015, ANKARA Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir. E-Nabız ile Artık Doktorlar 04 Bir “Tık” Uzakta 16 08 Çocuk Fizyoterapisti Olmak… İlk 1000 Gündeki Beslenme Alışkanlıkları Bebeklerin Tüm Hayatını Etkiliyor 42 Sınav Kaygısı 30 Çocuklarda Öğrenme Güçlüğü 54 Medya Temcilcilerinden Organ Bağışına Destek Sözü 76 Ankara haber E-NABIZ İLE ARTIK DOKTORLAR BİR “TIK” UZAKTA Sağlık Bakanlığı, Türk Telekom desteğiyle Türkiye’nin en kapsamlı kişisel e-sağlık hizmetini geliştirdi. Vatandaşların tüm sağlık kayıtlarını kendi istekleri doğrultusunda paylaşabilecekleri ve kayıtlarını her zaman yanlarında taşıyabilecekleri “Dijital Sağlık Karnesi” sistemi hizmete giriyor. Türkiye’nin lider teknoloji şirketi Türk Telekom desteği ile geliştirilen “E-Nabız” sistemi, vatandaşlara bir “tık” ile Türkiye’deki istediği doktora ulaşma fırsatı sağlayacak. E-Nabız Türkiye’deki tüm kamu hastanelerinde kullanılabilecek. Proje büyüklüğü ile Türkiye’deki sayılı e-devlet projelerinden biri olacak. E-Nabız, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu ve Türk Telekom Grubu’nu temsilen Kurumsal İş Birimi CEO’su Mehmet Ali Akarca’nın katıldığı bir törenle kamuoyuna duyuruldu. Sağlık Bakanlığı’nın, tüm sağlık kuruluşlarının bilgi sistemlerini birbirine entegre ettiği ve Türkiye’nin öncü iletişim teknolojileri şirketi Türk Telekom’un desteği ile hayata geçen “E-Nabız”, vatandaşların kişisel sağlık kayıtlarına, hem kendilerinin hem de dilerlerse ilgili sağlık personelinin internet ortamından erişebilecekleri bir platform olarak hizmet veriyor. “E-Nabız” sayesinde sağlık kurum ve kuruluşlarında gerçekleştirilen tüm kontrol ve operasyonlar tek bir veri tabanına kaydediliyor. Vatandaşlar ve vatandaşın verdiği yetki kapsamında Türkiye’nin 81 ilindeki tüm kamu sağlık kuruluşları, kişisel sağlık 4 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 kayıtlarına erişebiliyor. Vatandaşların laboratuvar tahlillerinden radyoloji görüntülerine, hastane ziyaretlerinden randevu geçmişlerine kadar tüm sağlık kayıtlarını, bu kayıtları kendi istekleri doğrultusunda paylaşabilecekleri ve kayıtlarını her zaman yanlarında taşıyabilecekleri “Dijital Sağlık Karnesi”’ sistemi hizmete giriyor. Bakan Müezzinoğlu: “E-Nabız sağlıklı geleceği parmağımızın ucuna taşıyor” Projenin sağlık alanında faydalarıyla birlikte önemli bir tasarruf sağlayacağını da belirten Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, “Ülkemizin geleceğe daha umutlu bakabilmesi için geçen yıllarda büyük ve önemli hizmetlere imza attık. Bugün de sağlık dinamiklerinin iletişimle buluştuğu bir gündeyiz. Bu ülke insanının sağlık anlamında daha fazlasını hak ettiğini düşünüyor ve teknolojinin tüm imkanlarını bu yolda kullanmaya gayret ediyoruz. E-Nabız sağlıklı gelecek için sağlık hizmetlerini parmağımızın ucuna getiren bir sistem. Dünyanın dijital sağlık alanında en gelişmiş hizmetini sağlıyor. Sağlık hizmetlerinde vatandaşımızla olan iletişimimizi ve koordinasyonumuzu kuvvetlendirecek E-Nabız sistemini çok önemsiyor ve benzer projelerle vatandaşlarımıza çok daha iyi bir sağlık hizmeti sağlamak ve sağlık sektöründe dünyada önde koşan ülkelerden biri olmak için çalışmalarımızı sürdürüyoruz” şeklinde konuştu. Türk Telekom’dan sağlık için büyük adım E-Nabız uygulaması ile Türkiye’nin nabzının bundan böyle internet ortamında atacağını belirten Kurumsal İş Birimi CEO’su Mehmet Ali Akarca, “Türk Telekom Grubu olarak, Türkiye’nin dijital dönüşümü hedefiyle attığımız adımlar arasında çok değerli yer tutan bir projeyi daha hayata geçiriyoruz. Sağlık Bakanlığımızın vatandaşlarımıza sunduğu sağlık hizmetlerine yepyeni bir soluk getirecek ‘E-Nabız’ sistemine katkı sağlamanın gururu içerisindeyiz” dedi. Uygulamanın 81 ile yayılacağını anlatan Akarca, konuşmasında şunları söyledi: “E-Nabız uygulaması, ’Türkiye’nin sağlığı için Türkiye’nin teknolojisi’ sloganıyla hayata geçiyor. Uygulama ilk etapta 860 hastane ve sağlık kuruluşunda devreye girecek, ardından hızla yayılmaya devam edecek. Türkiye’nin 81 ilindeki tüm kamu sağlık kuruluşlarından kişilerin onayıyla kişisel sağlık kayıtlarına erişebilmek mümkün olacak. Türk Telekom’un üstün güvenlikli veri merkezinde depolanacak bilgiler, vatandaşlarımıza sağlık hizmetlerinde zaman ve mekân avantajı sağlayacak. Türkiye’nin bilgi toplumu olma yolunda birlikte attığımız adımlarla, ülkemizin sağlık altyapısını da vatandaşlarımız için çok daha verimli ve kolay kullanılır hale getireceğiz.” Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Dr. Şuayip Birinci e-nabız sisteminin nasıl işleyeceğini anlattı. SİSTEM NASIL İŞLEYECEK? • Sisteme giriş yapmak için TC Kimlik Numarasıyla birlikte; E-devlet şifresi, elektronik imza veya mobil imza kullanılabiliyor. Buna ek olarak cep telefonuna gönderilen tek kullanımlık erişim kodu da erişim güvenliği için ikinci bir katman oluşturuyor. Başka bir yöntem olarak, e-devlet şifresi olmayan kişilerin aile hekimine cep telefonu numarasını kayıt yaptırarak, telefonuna SMS ile iletilecek şifre ile sisteme giriş yapmaları da sağlanabilecek. • E-Nabız, sağlık kuruluşlarında alı- nan tüm hizmetlere detaylı bir şekilde vatandaşlarımız tarafından erişilmesinin yanı sıra, yine vatandaşlarımızın günlük, saatlik, hatta anlık olarak temel sağlık göstergelerini bizzat kendilerinin kaydedebileceği ve gerektiğinde doktoruna gösterebileceği bir özelliği de içinde barındırıyor. E-Nabız sayesinde, akıllı cihazlardan alınan tansiyon, şeker gibi ölçüm verileri ile bilekliklerden alınan nabız, adım sayısı gibi veriler sağlık profiline kaydediliyor. Bu bilgiler karşılaştırmalı olarak görüntülenebiliyor. tandaşların, istediklerinde kendi sağlık verilerini sistemden tamamen silebilmeleri de mümkün. • Hekimler arasında, kişilerin rızaları doğrultusunda sağlık kayıtlarının paylaşılabilmesinin tekrarlayan sağlık harcamalarını düşürmesi hedefleniyor. Böylelikle sistem ile bir yandan tekrarlanan sağlık maliyetleri azaltılacak, diğer yandan paylaştığı takdirde vatandaşın acil hayati bilgilerine anında ulaşılabilecek. • Vatandaşların en gelişmiş güven- • Vatandaşların sağlık kurum ve kulik sistemleriyle korunan sağlık bilgileri kendi rızaları olmaksızın kimseyle paylaşılmıyor. Ayrıca va- ruluşlarında gerçekleştirilen tüm tetkik, kontrol ve operasyonları e-Nabız ile tek bir veri tabanına kaydediliyor. Türkiye’nin 81 ilindeki tüm kamu sağlık kuruluşları kişisel sağlık kayıtlarına erişebiliyor. • E-Nabız, sağlık kuruluşlarında alı- • Vatandaşlar, sağlık kuruluşlarında aldıkları tüm hizmetleri E-Nabız üzerinden değerlendirebildikleri gibi, yakında E-Nabız sisteminin mobil uygulamasında bulunan 112 acil butonunu kullanarak acil durumlarda en hızlı hizmeti alabilecek. 112 acil butonu vatandaşlarımızın acil durumlarda anlık konumlarını ve sağlık durumlarını 112 Acil Merkezi’ne bildirmelerini sağlayarak daha hızlı ve daha kaliteli hizmet almalarını sağlayacak. Engelliler için de planlanan 112 Acil uygulaması çok yakın zamanda tanıtılacak. • E-Nabız ile hastaneden randevu almak için Merkezi Hekim Randevu Sistemi’ne ayrıca giriş yapmaya gerek kalmıyor. Takvim üzerinden ‘Randevu Al’ butonuna basarak kişi randevusunu alabiliyor. nan tüm hizmetlere tüm detaylarıyla vatandaşlarımız tarafından erişilmesinin yanı sıra, yine vatandaşlarımızın günlük, saatlik, hatta anlık olarak temel sağlık göstergelerini bizzat kendilerinin kaydedebileceği ve gerektiğinde doktoruna gösterebileceği bir özelliği de içinde barındırıyor. E-Nabız sayesinde, akıllı cihazlardan alınan tansiyon, şeker gibi ölçümler ve bilekliklerden alınan nabız, adım sayısı gibi veriler vatandaşların sağlık profiline kaydedilebilecek, bu bilgiler karşılaştırmalı olarak görülebilecek. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 5 haber TÜRKİYE’DE KİŞİSEL SAĞLIK KAYDI DÖNEMİ BAŞLIYOR Artık tüm vatandaşların laboratuvar tahlillerinden radyoloji görüntülerine, hastane ziyaretlerinden randevu geçmişlerine kadar tüm sağlık kayıtlarına erişebilecekleri, bu kayıtları kendi istekleri doğrultusunda paylaşabilecekleri ve kayıtlarını her zaman yanında taşıyabilecekleri bir sistem hizmete giriyor. Tekrarlayan sağlık harcamalarının önüne geçerek önemli bir tasarruf sağlaması planlanan e-Nabız projesinin, hem yüksek sayıdaki kullanıcı hedef kitlesi, hem de veri büyüklüğü açısından Türkiye’deki en önemli e-devlet projelerinden biri olması hedefleniyor. Sağlık Bakanlığı’nın, tüm sağlık kuruluşlarının bilgi sistemlerini birbirine entegre ettiği ve Türkiye’nin öncü iletişim teknolojileri şirketi Türk Telekom’un desteği ile hayata geçen ‘e-Nabız’, vatandaşların kişisel sağlık kayıtlarına, hem kendilerinin hem de dilerlerse ilgili sağlık personelinin erişebilecekleri bir platform olarak hizmet veriyor. ‘e-Nabız’ sayesinde sağlık kurum ve kuruluşlarında gerçekleştirilen tüm tetkik, kontrol ve operasyonlar tek bir veri tabanına kayde6 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 diliyor. Vatandaşlar ve Türkiye’nin 81 ilindeki tüm kamu sağlık kuruluşları, kişisel sağlık kayıtlarına erişebiliyor. Bu sayede vatandaşlar istedikleri zaman, aldıkları tedavilerin detaylarını görebiliyor ve yine kendi rızaları doğrultusunda yakınlarıyla ve istedikleri doktorlarla paylaşabiliyor. e-Nabız, tablet bilgisayarlar ve akıllı telefonlar için geliştirilen mobil uygulama ile kolayca kullanılabiliyor, böylece vatandaşlar kendilerine ait tüm sağlık bilgilerini artık yanlarında taşıyabiliyor. e-Nabız, sağlık kuruluşlarında alınan tüm hizmetlere detaylı bir şekilde vatandaşlarımız tarafından erişilmesinin yanı sıra, yine vatandaşlarımızın günlük, saatlik, hatta anlık olarak temel sağlık göstergelerini bizzat kendilerinin kaydedebileceği ve gerektiğinde doktoruna gösterebileceği bir özelliği de içinde barındırıyor. E-Nabız sayesinde, akıllı cihazlardan alınan tansiyon, şeker gibi ölçüm verileri ile bilekliklerden alınan nabız, adım sayısı gibi veriler sağlık profiline kaydediliyor. Bu bilgiler karşılaştırmalı olarak görüntülenebiliyor. 11 Acil Uygulaması Vatandaşlarımız sağlık kuruluşlarında aldıkları tüm hizmetleri e-Nabız üzerinden değerlendirebildikleri gibi e-Nabız sisteminin mobil uygulamasında bulunan 112 acil butonunu kullanarak acil durumlarda en hızlı hizmeti alacak. 112 acil butonu vatandaşlarımızın acil durumlarda konum ve sağlık bilgilerini acil servise bildirmelerini sağlayarak hizmetin hızına hız katacak. Engelli vatandaşlarımız için de planlanan uygulama çok yakın zamanda tanıtılacak. Vatandaşlarımızın en gelişmiş güvenlik sistemleriyle korunan sağlık bilgileri, kendi rızaları olmaksızın kimseyle paylaşılmadığı gibi, vatandaşlarımız istediklerinde süreli ya da süresiz profillerini kapatabilecek. Kısacası e-Nabız, Sağlık Bakanlığımız tarafından hem kullanıcısı hem de yetkilisi bizzat vatandaşımızın olacağı bir altyapı ile oluşturulan, sağlıkta devrim niteliği taşıyan bir sistem olarak hizmete kalite ve hız getirecek. kapakkonusu ÇOCUK FİZYOTERAPİSTİ OLMAK… Prof. Dr. Mintaze Kerem GÜNEL Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü Öğretim Üyesi Çocuk Fizyoterapistleri Derneği Başkanı Üniversite sınavlarında tercihlerimi yaparken tesadüf eseri öğrenip yazdığım ve kazandığım “fizyoterapi ve rehabilitasyon” bölümünde bu sene öğrenciliğimle birlikte 30 yıl geçti. O dönemler yalnızca Hacettepe Üniversitesi bünyesinde yer alan fizyoterapi ve rehabilitasyon bölümünü bitirip fizyoterapist olduğum ilk günden buyana mesleğin tüm güzelliklerini ve zorluklarını yoğun bir şekilde yaşadım. Nörolojik problem, ortopedik problem, gelişimsel problemler, ağrı, kuvvetsizlik, duyu problemleri, ekstremite kayıpları, travmalar, ilerleyici hastalıklar, bu yazının kapsamın tek tek belirtemeyeceğim bir çok neden ile hareket yeteneği, günlük yaşamda bağımsızlığı etkilenmiş kişilere umut olan fizyoterapistlik mesleği… 8 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 Hele ki çocuklar. Daha anne karnında yada doğumunun ilk dakikalarında ve yaşamının ilk yıllarında yaşıtlarına göre gelişim problemi yaşayan, çocukluğunu yaşayamayan çocuklar. Bazı çocuklar bilişsel, duyusal ve motor özelliklerde, iletişim becerilerinde ve motor işlevlerde yetersizlik göstermektedir. Bu gelişim alanlarındaki bir yada birden fazla yetersizlik çocuğu olumsuz yönde etkileyebilmekte yaşamda onları bağımlı kılmaktadır. Bu durum doğal olarak tüm aile fertlerini de etkilemektedir. Bağımsız yaşam becerileri çocuğun başkalarına bağımlı olmadan yaşamını sürdürmesi için gerekli olan becerileri içermektedir. Günlük yaşam becerileri, bağımsız yaşam becerileri kapsamında yer alan çocuğun ve ailesi ile ilgili becerilerden oluşmaktadır. Çocuk fizyoterapisti, en az 4 yıllık fizyoterapi rehabilitasyon lisans egitimini alarak fizyoterapist unvanı almış, çocuk alanında özelleşmiş fizyoterapistlerdir. Çocuk fizyoterapistleri; bebek, çocuk ve adölasanların çeşitli konjenital, gelisimsel, kas-iskelet sistemine ait ve sonradan edinilen bozukluk ya da hastalıkların tedavisi üzerinde özelleşmişlerdir. Tedaviler; kaba ve motor becerilerin, denge ve koordinasyonun ve kuvvet ve enduransın geliştirilmesinin yanında kognitif ve duyusal sürecin ve entegrasyonun geliştirilmesine de yardım eder. Çocuk fizyoterapistleri genel fizyoterapi bilgisi üzerine, normal çocuğun büyüme ve gelişimi, çocuklarda nöromusküler sistem ve motor gelişim özelliklerinin kronolojik süreci hakkında bilgi sahibidirler. Çocuklarda gelişim açısından normalden sapmaya neden olabilecek problemlerin fizyoterapi ve rehabilitasyonunda görev alırlar. Çocuk fizyoterapisti, doğumdan adelösan döneme kadar, bir hastalık, bozukluk ya da travmaya bağlı olarak fonksiyonel kısıtlılık ve özre sahip çocukların değerlendirme, prognoz ve tedavisi ile ilgilenir. Pediatrik rehabilitasyon; çocuklarda prenatal, natal ya da postnatal nedenlerle oluşabilen fiziksel, bilşsel, duyu-algi ya da kognitif bozuklukların yarattığı özür ya da engel tablosuna ekip yaklaşımını gerektirir. Doğum öncesi, doğumsal ve doğum sonrasında fiziksel ve zihinsel gelişi- mi yönde etkileyen çeşitli nörolojik bozukluklarda fizyoterapi rehabilitasyon açısından uygun değerlendirme yaklaşımlarının belirlenmesi ve gereken fizyoterapi rehabilitasyon programlarının oluşturulması ve aile eğitimi konusunda görev alırlar. Ayrıca, çocuklarda uygulanabilen operasyon öncesi ve sonrası değerlendirme ve fizyoterapi uygulamalarında da görev alırlar. Çocuk fizyoterapisti, erken dönemde sağlık problemlerinin tespitine yardımcı olur ve çocuklarda meydana gelen bozuklukları tedavi etmek için çeşitli tedavi modalitelerini kullanır. talıklar ve geçirilen travmalar 0-6 yas arasındaki çocuklarda özüre yol açabilecek fiziksel ve zihinsel yetersizliklere neden olmaktadır. Toplumun ana öğesi olan aile kavramında biyolojik ve sosyolojik devamlılığı sağlayan çocuğun beynindeki bir hasar, nörolojik bozukluklara neden olacak ve beraberinde getirdiği sorunlarla hem çocuk ve aileye, hem de topluma yansıyacaktır. Bu durum ileride özüre yol açarak aile eve çocuğu fiziksel, sosyal ve psikolojik anlamda olumsuz yönde etkileyecek problemlerin erken dönemde tespiti ve rehabilitasyonu büyük önem taşımaktadır. Sonuç olarak, çocuk fizyoterapistleri, özürlü çocuklara günlük yasam aktivitelerinde en iyi fiziksel performansı kazanabilmeleri için yardim eder. Yasa uygun gelişimsel basamakların sağlanmasında, (örn; emekleme, oturma, ayakta durma ve yürüme) yasa uygun kaba motor ve akranlarıyla okul aktivitelerine daha iyi katilim sağlanmasında ve hareket genişliğini, kuvvet, mobilite, postür, denge ve enduransın bağımsız fonksiyonun geliştirilmesi üzerine çalışır. Erken müdahale multi-disipliner bir yaklaşım olmalıdır. Fizyoterapi yönünden erken rehabilitasyonu ele alacak olursak, fizyoterapi programına mümkün olduğunca erken başlanması, ileride oluşabilecek kas tonusu bozukluğuna bağlı kas iskelet yapısında oluşacak deformiteleri, postür bozukluklarını azaltmakta, normal motor gelişimi hızlandırarak hareketliliğin erken sağlanmasına olanak vererek problemli çocuğu ve aileyi psikolojik yönden desteklemektedir. Erken fizyoterapiye başlamanın ilerde oluşacak eklem bozuklukları, kas zayıflıkları ve duruş bozukluklarını önleyerek motor gelişimi hızlandırır. Ayrıca erken dönemde başlayan ev egzersiz programları aile eğitiminin motor gelişim açısından destekleyici nitelik taşır. Gelecekteki özürü en aza indirmek amacıyla nöromotor bozukluğu olan yüksek riskli bebeklerde erken rehabilitasyon gereklidir. Fizyoterapi rehabilitasyon programında ailenin de bulunması hedeflere ulaşmayı hızlandıracaktır Tüm Avrupa ülkelerinde ve ABD’de “Early intervention” diye adlandırılan “erken müdahale” kavramı; erken teşhis, tedavi ve rehabilitasyon yaklaşımlarını içermektedir. Hedef kitle yaşı 0-6 yas, bebeklik, erken çocukluk ve okul öncesi dönemi kapsamaktadır. Doğum öncesi, doğum sırasında veya doğum sonrası erken çocukluk döneminde (0-2 yas) meydana gelen problemler sonrası oluşan veya oluşabilecek fiziksel ve zihinsel gelişim geriliklerinin erken teşhis ve rehabilitasyonu ana hedeftir. Erken tanı, erken rehabilitasyon olanağı sağlar, bu da var olan problemin rehabilitasyonunu olumlu yönde etkiler. Altta yatan nedenin erken aydınlatılması ile eğer tedavi mümkün ise gerileme duraklatılabilir yada önlenebilir. Kalıtımla ilgili olgularda kardeş tekrarları önlenebilir. Ailenin erken bilgilendirilmesi çocuğa göstereceği ilgiyi olumlu yönde artırarak, onun gelişimini hızlandırabilir. Ülkemizde akraba evlilikleri, anne yaşı, hamilelik döneminde oluşan problemler, beslenme problemleri, olumsuz doğum şartları, prematüre ve yenidoğan servislerinin yetersiz olması, bulaşıcı has- giderek artmaktadır. Erken dönem fizyoterapi ve rehabilitasyon programları riskli bebeklerde doğar doğmaz başlaması gereken bir süreçtir. Bu programlar yenidoğan döneminde başlayıp 12 aya kadar hastanede yenidogan ve çocuk servislerinde, fizyoterapi merkezlerinde veya fizyoterapist tarafından önerilen ev programı seklinde uygulanan fizyoterapi yaklaşımlarını içerir. Erken dönem fizyoterapi programlarına “Riskli bebekler” dahil edilmektedir. Riskli bebekler, 37 haftanın altında doğan prematüre bebeklerden, düşük doğum ağırlığına sahip zamanında doğan veya çeşitli nedenlere bağlı gelişimde geriliğin görüldüğü bebekleri kapsayan bir gruptur. Gelişimsel geriliğe sebep olan nedenlerden bazıları arasında doğum sırasında oksijensiz kalma, beyin kanaması, solunum ve doğumsal kalp problemleri, sarilik, enfeksiyonlar, tekrarlayan nöbetler sayılabilir. Normal çocukta motor, duyusal ve bilişsel bütünlük gelişimin en önemli parçalarındandır. Herhangi bir nedenle bu bütünlüğün bozulması değişik seviyelerde özür olarak ortaya çıkabilmekte ve normal gelişimi olumsuz yönde etkilemektedir. Çocuğun yaşına uygun gelişim seviyelerinde problemlerin tanımlanmasında, özel uygulamalara ihtiyacı olan çocukların belirlenmesinde, motor gelişim problemleri için riskli çocukların takibinde ve tedavi programının etkisini ve yararını kanıtlamada özel değerlendirme yöntemleri kullanılmaktadır. Bu nedenle, aileler rehabilitasyon yaklaşımlarının başlangıcından itibaren rehabilitasyon ekibinin çok önemli üyeleridir. Çocuk ve aile arasındaki iliksinin artması günlük yasam aktiviteleri ve sosyal iletişimde iyileşmeyi sağlamaktadır. Aileler çocuklarına durumu kabullenmeleri ve bu problemle yasamaları konusunda yardımcı olmalıdırlar. Çocugun kendine güvenini geliştirmeye daha fazla çaba göstermeli ancak aşırı koruyucu tutum gösterilmemelidir. Fizyoterapistler, riskli bebeğin değerlendirmesinde altın rol oynarlar. Özellikle kaba ve ince motor gelişimde gecikmesi olan veya gelişimi şüpheli bebekleri değerlendirirler. Bu değerlendirmelerin çocuklar için birçok önemli amacı vardır: gelişimdeki gerilikleri tanımlamak, çocuğa özgü fizyoterapi uygulamalarını planlamak, çocuğun ilerlemesini gözlemlemektir. Genellikle fizyoterapistler, erken rehabilitasyon programına karar verirken klinik deneyimlerini kullanırlar. Ancak bu karara mutlaka standart test sonuçları yardım etmelidir. Erken dönem fizyoterapi ve rehabilitasyon uygulamalarının önemi dünyada olduğu gibi ülkemizde de Gelişimsel fizyoterapi değerlendirilmesi yasa uygun duyusal-motor cevapları, motor becerileri ve koordiSAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 9 nasyonu, gelişimsel postüral kontrol ve denge reaksiyonlarını, kas-iskelet durumunu içermelidir. Çocuğun nöro-motor değerlendirmesi genellikle motor gelişim ve duyusal gelişim, kişisel ve sosyal gelişim ve dil gelişimi baslıkları altında incelenmektedir. Bebeğin yaşamının ilk yılı beyin gelişiminde kritik bir dönemdir. Güncel çalışmalar, beyinde yüksek yenilenmenin ve hızlı öğrenmenin “olduğu bebeklik süresince uygulanan müdahalenin daha etkili olabileceğini ileri sürmüştür. Bu yüzden gelişim geriliği olan bebeklerin erken dönemde tanımlanması, uygun müdahalelerin yapılabilmesi için önemlidir. Erken müdahale, nörogelisimsel bozukluğa sahip bebeklerde Serebral Palsi (SP) gibi fiziksel sonucu değiştiremese bile yüksek riskli bebeklerin takibi ikincil kas iskelet sistemi bozukluklarının azalmasına ve SP’li çocukların fonksiyonel yeteneklerinin artmasına sebep olur. Erken dönem fizyoterapi yaklaşımları arasında ülkemizde de dünyada olduğu gibi en yaygın kullanılan yöntem Bobath nörogelisimsel tedavi yaklaşımıdır (NGT). Erken dönem NGT yaklaşımlarında amaç; beyinin yenilenmesinden yararlanarak normal hareketlerin geli- 10 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 şimini sağlamak, fonksiyonel hareket yeteneğini geliştirmek, kas-iskelet sistemi deformitelerini engellemek, duyusal ve motor deneyimleri normalleştirmek, aile eğitimi vermek, nöromotor değişiklikleri düzenli kontrollerle izlemektir. Böylelikle çocuğun fiziksel, bilişsel, psikolojik ve sosyal açılardan mümkün olan en bağımsız seviyeye ulaşması için çalışılır. Aile eğitimi, erken dönem fizyoterapi programının en önemli parçasıdır. Ailenin bebeği kabullenmesi, rehabilitasyon programına aktif katilimi, kontrollerine düzenli gelmesi bebeğin yaşamının ileriki dönemlerindeki ihtiyaçlarının karşılanması ve maksimum gelişimi elde etmesi için en temel şartlardandır. Bu yüzden aileye çocuğun durumuyla ilgili doğru bilgiler verilir. Aileye özel pozisyonlamaların, tutuş tekniklerinin öğretilmesini, ailenin ve çocuğun ihtiyaçlarının belirlenmesi aile eğitimi için gereklidir. Özetle çocuklarda erken müdahale içinde erken fizyoterapi programına başlamanın özürün şiddetinin azaltılması ve fonksiyonel bağımsızlığın kazanılması, kronik bir durum olan çocuklarda ileride oluşacak deformite ve limitasyonlarin önlenmesinde önemlidir. Ülkemizde çocuk özürlerinin yüksek bir oranda yer alması, ve çocuk fizyoterapi-rehabilitasyon merkezlerin büyük şehirlerde toplanması, var olan merkezlerin yetersizliği, sosyal güvence problemleri gibi nedenlerle ev egzersiz programı oldukça yoğun bir şekilde uygulanmaktadır. Riskli bebek, Serebral Palsi, Yagın gelişim geriliği, Spina bifida, Obsterik brakial pleksüs yaralanmalari, Down sendromu, Konjenital tortikollis , SSPE, Gullian barre sendromu, Travmatik SSS yaralanmaları, Gelişimsel problemler, Hidrosefali, Juvenil romatoid artrit, Hemofili, Skolyoz gibi problemlerin yarattığı bağımsızlığı engelleyen problemleri en aza indirmek için rehabilitasyon ekibinde yer alan fizyoterapistlerin en yüksek etik ve profesyonel standartlarının gelişimine katkıda bulunmak, Sağlık sektöründe pediatrik fizyoterapi ve rehabilitasyonun ve “ çocuk fizyoterapistliği” farkındalığını artırmak için 2004 yılında Çocuk Fizyoterapistleri Derneği kurulmuştur. Nöro-motor bozukluğa sahip, gelişimsel problemleri olan, hayatlarında, hareketlerinde “engel” olan bebeklerin ve çocukların yaşam kalitelerinin arttırmak ve hayatlarında bir “fark” yaratabilmek biz fizyoterapistlerin ana hedefidir. 7.09 .1984 12. 09. 20 14 Geleceği birlikte güvenle büyütüyoruz. kapakkonusu TÜRKİYE’DE ÇOCUK OLMAK Prof. Dr. Recep AKDUR Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Zekada, teknik terminolojisi ile mantıksal aklında (IQ- Intelligence Quotient) genetik aktarımın önemli bir yeri var. Bu aktarım X kromozomu üzerinden yapılıyor. Bu nedenle de insan zekasında anne genetiği belirleyici. Benzer bir biçimde fiziksel kapasitede de genetik aktarım çok önemli bir rol oynuyor. Nineler, dedeler, anne ve babalardan gelen hücrelerin genetiği, ya da ince ve derin geçmiş bir yana, çocukların fizik ve akıl kapasitesinde anne sağlığı özellikle de gebelik dönemindeki sağlık çok önemli. Bu nedenle de annelerin gebelikleri süresince aldıkları tıbbi bakım, kendi sağlıkları açısından olduğu kadar çocukların akıl ve beden sağlığı açısından da belirleyi12 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 cidir. Başka bir söylemle çocukların sağlıklı ve yetenekli olması, anne karnına düştüğü andan itibaren annenin ve çocuğun bakımına özellikle de tıbbi bakımına bağlı. Bundan ötürü de; çocuk olmak dünyaya gözünü açmakla değil, anne karnına düşmekle başlıyor. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2013’e (TNSA 2013) göre Türkiye’de 2013 yılında yaklaşık 654.362’si (%51) erkek, 628.700’ü (%49) kız olmak üzere 1.283.062 bebek doğdu. Bunların 20,529’una(%1.6) nüfus cüzdanı alınmadı. Başka bir söylemle 2013 yılında doğan bebeklerin yaklaşık 20 bininin bırakın sağlık sigortasını nüfusa kaydı bile yok. Türkiye’de 2013 yılı itibari ile, 22.779.900 çocuktan 17.084.925’inin (%75) aşı kartı var. Karamsar anlatımla, 5.694.975 (%25) çocuğun aşı kartı yok, 683.397 çocuk hiç aşı olmamış. Bir kez daha tekrarlamak gerekir ise, yaklaşık 684 bin çocuk aşı nedir bilmiyor. Türkiye’de doğan bebeklerin 141.137’sinin (%11) annesinin sağlık sigortası yok ve 34.643’ünün (%2,7) annesi gebeliği süresince herhangi bir tıbbi bakım görmemiş, 141.137(%11) bebeğin annesi ise yetersiz tıbbi bakım almış. Gebeliği süresince yeterli tıbbi bakım (dört ve daha fazla) gören anneden doğan bebeklerin sayısı 1.141.925(%89). Türkiye’de doğan bebeklerden 25.661’i(%2) gebeliği süresinde doktor yüzü görmeyen bir anneden doğmuş. Doğumu sırasında doktor yardımı görmeyen bebeklerin sayısı da aynı. Yani Türkiye’de 25.661(%2) bebek doğumu sırasında hekim yardımı görmüyor. Evde doğan bebeklerin sayısı ise 29.510 (%2,3). Gebe olan her on kadından biri ve emziren annelerin %17’si sigara içiyor. Bebek ölüm hızı, yalnızca bebeklerin değil aynı zamanda da toplumun sağlık düzeyini de gösteren en duyarlı ölçütlerden biri. Çünkü bu ölçüt, toplumum tüm özelliklerinden etki- lenir. En çok da annenin hamile iken gördüğü sağlık bakımından etkilenir. Türkiye’de bebek ölüm hızı binde 17’dir. Yani bir yılda doğan bin bebekten 17’si birinci yaş gününün göremeden ölüyor. Bu hız gelişmiş ülkelerde binde üç dolayındadır. Başka bir anlatımla Türkiye’de bebek ölüm hızı gelişmiş ülkelerden yaklaşık 5,5 kat daha yüksektir. Annenin öğrenim düzeyi ve toplumsal konumunun, üreme davranışı, gebeliği önleyici yöntem kullanma, çocuk ve bebek bakımı dolayısı ile de çocuk sağlığı üzerinde çok büyük bir etkisi vardır. Kadınlara ilişkin sayılar ile hesaplamalar yapıldığında; 361.823 (%28,2) bebeğin annesinin ilkokul diploması bile yok. Annesi ilkokul bitiren bebeklerin sayısı 463.185 (%36,1), ortaokul bitiren bebeklerin sayısı 193.742(15,1), lise ve üzeri okul bitiren bebeklerin sayısı ise 263.027(%20,5). Bu bebeklerin yaklaşık 59.021’ini (%4,6) henüz kendisi çocuk, oyuna bile doymamış olan anneler doğurdu. On beşinci yaş gününe girmemiş annelerin doğurduğu bebek sayısı ise 51.322 (%4). Türkiye nüfusu 2013 yılı itibari ile 76,7 milyon dolayındadır ve bunun 22.779.900’ü (%29,7) 0-18 yaşta olan çocuklardır. Bu çocuklardan 13.164’ü(%0.06) anne babadan yoksun (öksüz ve yetim), 1.578.486(%6) çocuk ayrılmış olan anne ya da babadan birisi ile yaşıyor. Yalnızca annesi ile yaşayan çocukların sayısı 1.315.405(%5) yalnızca babası ile yaşayan çocukların ise sayısı 263.081 (%1). TUİK 2012 verilerine göre; Türkiye’de 6-17 yaş grubunda 15 milyon 247 bin çocuk var. Bunlardan 1.296.250’si (%8,5) okula devam etmemektedir. Bunlar içinde çalışan çocukların sayısı 893.000’dir. Çalışan çocukların 292 bini 6-14 yaş grubunda, 601 bini ise 15-17 yaş grubunda. Çalışan çocukların %52,6’sı ücretli veya gündelikli işçi, %46,2’si ise ücretsiz aile işçisidir. Çalışan çocukların %49,8’i aynı zamanda bir okula devam ederken, %50,2’si okula devam etmemektedir. 6-17 yaş grubundaki 7 milyon 503 bin çocuk, ev işlerinde ailesine yardımcı olduğunu ifade ediyor. Cinsellik yaşamın eğlenceli ve zevkli bir parçası ancak planlanmayan veya istenmeyen bir gebelikle sonlanması partnerlerin özelikle de kadınların karabasanı. Çocuklar için ise, istenmeyen bir çocuk olmak onarılmaz bir yara, bıraktığı hasarı hiçbir şey tedavi edemez. Gebelikten korunma özellikle de etkili yöntemler kullanma bir yandan cinsel yaşamdan zevk almayı sağlarken öte yandan istenmeyen çocuk doğurma sorununu da önlüyor. Uygun koşullarda ve zamanda doğan bebekler ise ebeveyni ve çevresi için büyük bir mutluluk kaynağı. TNSA 2013’e göre son beş yılda geçekleşen doğumların genel olarak %74’ü istenen, %11 şimdi değil de daha sonra olsa idi iyi olurdu diye düşünülen, %13’ü ise istenmeyen doğumlardır. Bu oranlar çocuk sayısı ve yaşla değişiyor. Örneğin dördüncü çocukların %40’ı istenmeyen gebelikler sonunda doğuyor. Kırk yaşından sonra oluşan gebeliklerin ise %42’si istenmiyor. İstenmeyen gebeliklerden binlercesi istemli düşüklerle sonlandırılıyor. Bunlardan bir kısmın da tıbbi olmayan yöntemler kullanılıyor. Buna rağmen her yıl yüz binlerle istemeyen planlanmayan çocuk meydana geliyor. TNSA 2013 verilerini bebek sayısına uyarladığımızda 2013 yılında doğan 1.283.062 bebekten yaklaşık 166.798’i(%13) istenmeyen bebektir. Yukarıda da sözü edildiği gibi bu oran eski yıllara gittikçe ve çocuk sayısı arttıkça çok daha yükseliyor. Yakın bir geçmişte gebeliklerin üçte biri istenmeyen gebelikler idi. Eğer bu oranları göz önüne alarak hesap yaparsak çok vahim bir sonuçla karşı karşıya kalırız. Eski büyüklükler bir yana bırakılır ve yalnızca 2013 yılının oranları ile hesap yapılır ise bile Türkiye’de 18 yaş altındaki 22.779.900 çocuğun 2.961.387’si(%13) istenmeyen çocuktur. Sonuç ortada yüzlerce bebek cami avlusuna, hastane kapısına bırakılıyor. Türkiye’de 18 yaş altında olan ve ebeveynsiz yaşayan çocuk sayısı 1.366.794(%6) bunlardan 1.138.995’i (%5) annesine terk edilmiş ve babasız yaşıyor. Ailesi tarafından terk edilen, bakılamayan/ bakılmayan çocuklara Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kapasitesi yetmiyor. Binlerce çocuk sokaklarda yaşıyor. Milyonlarca çocuk çalışmaya zorlanıyor. Trabzon pazar- larında satılıyor, geçici işçi kahyası ya da vekiline teslim ediliyor. Tüm bu bilgiler gösteriyor ki Türkiye’de çocuğun adı yok. Bırakalım sokağı ailede çocuğun adı yok, evde adı yok. Bir ailenin yaklaşık yarısı çocuklardan oluşuyor. Ailelerin yaşadığı evlerin/dairelerin herhangi bir yerinde ailenin yarısını oluşturan bu çocuklara ilişkin herhangi bir mimari unsur var mı? Evde çocuk ölçülerini gözeten bir yapı var mı? Lavabolar, klozetler hepsi erişkin boyutunda. Evlerde misafirler için ikinci tuvalet, banyo ve misafir salonları var. Evlerin salonları, ikinci tuvaletleri yani yaklaşık %30’u belki bir gün gelecek misafirlere ayrılmış durumda. Ama çocuklara ayrılan çocuk boyutlarına ayarlanan herhangi bir yer ve yapı yok.! Kentlerde, sokaklarda çocuğun adı yok. Sokaklarda, caddelerde dolaşırken çocuğa ilişkin herhangi bir mimari yapı görebilir misiniz? Oysaki kentin nüfusunun en az yarısı çocuklardan oluşuyor. Evet çocuk parklarına rastlayabiliriz. Ancak çocuk parklarına dikkatli bakmak gerekir. Bir zamanlar, gözlerinden zeka fışkıran belediye başkanlarımız, çocuk parklarındaki oyuncakları 7-70 yaş için inşa ettikleri ile övündüler. Okullar akla gelebilir. Okullara çocuk gözü ile bakmak gerekir. Türkiye’de kaç okulda tuvaletler ve lavabolar çocuk boyutunda. Bu örnekler hep kamu kuruluşlarından oldu. Sanılmasın ki özel kuruluşlar çocuk dostu. Özel yerlerin de farkı yok. Çoğunlukla çocuklara hizmet veren fast-foodlara bakın. Pisuarlar, lavabolar, klozetler erişkin üstelik de Amerikan erişkini boyutunda. Hiçbir mimaride hiçbir yapıda çocuk düşünülmemiş. Türkiye’de çocuk olmak çok zor. Evde ailede çocuk olmak çok zor. Kentte, köyde, caddede sokakta çocuk olmak çok zor. YARARLANILAN KAYNAKLAR 1. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2013, Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü, Kasım 2014 2. Türkiye’de Çocuk ve Genç Nüfusun Durumunun Analizi 2012, UNİCEF 3. Çocuk İşgücü Anketi Sonuçları, 2012, TUİK Haber Bülteni Sayı:13659 Nisan 2013 4. İstatistiklerle Çocuk 2013 TUİK SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 13 kapakkonusu ÇOCUKLARI FAZLA ÖVMEK ONLARA ZARAR VERİR Mİ? Hollanda’nın Amsterdam Üniversitesindeki bilim insanlarının, 7-11 yaş arası çocuklara yönelik yaptıkları araştırmaya göre, anne-babası tarafından sürekli olarak övülen çocukların, “Narsist” olma riskini arttırdığını ortaya koyuyor. Psikiyatrist Dr. R. Sabri Yurdakul, anne baba davranışlarının çocuklar üzerindeki etkileriyle ilgili açıklamalarda bulunuyor. Psikiyatrist Dr. R. Sabri Yurdakul, çocukları takdir etmenin ve onların olumlu özelliklerini öne çıkarmanın güzel olduğunu, özgüvenlerini arttıran bir davranış olduğunu söyledi. Dr. Yurdakul şu açıklamalarda bulundu: “Sevilen ve takdir edilen çocuklar kendilerini daha iyi hissederler, “Ben yapabilirim, başarabilirim” diyerek farklı konularda deneme cesaretini gösterirler ve yapamam, edemem diye düşünmedikleri için geri çekilmezler. Ancak her işte olduğu gibi övgü konusunda da aşırıya gidildiğinde ters teper, bu sefer içi boş bir özgüvenle kendi değerini abartıp diğer insanları küçük görerek narsistik bir kişilik yapısı geliştirirler. “Ben zekiyim, zeki insanların başarılı olması için ders çalışmasına gerek yok” diyerek ders çalışmayabilir, bir yere kadar zekası ile başarılı olsa da zekanın yetmeyip çalışmanın gerektiği durumlarda ise performansları düştüğü için başarısız olacaklardır” dedi. “Çocuklarınızın Zekâsını Değil Davranışlarını Övün” Psikiyatrist Dr. R. Sabri Yurdakul, bu araştırma gibi bir başka araştır14 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 mada da zekâsı övülen çocuklarla, çalışma gayreti övülen çocukların karşılaştırıldığını belirterek, çalışma gayreti övülen çocukların daha başarılı olduğunu, zekâsı övülen çocukların ise başarısının daha geride kaldığını söyledi. Bunun da nedeninin zekânın bir yere kadar yetip bir yerden sonra yetersiz kalması olduğunu, bununla birlikte gayretin övülmesinin ise çabayı arttırıcı özelliğinin olduğunu ve çabanın artarak devam ettiğini belirtti. Her şeyin dozunda olması gerektiğini sözlerine ekledi. Psikiyatrist Dr. R. Sabri Yurdakul övgünün zeka, güzellik, yetenekler konusunda olabileceğini belirterek şöyle söyledi: “Övgülerin özgüven arttırıcı etkisi vardır. Ancak bu etki belirli bir yere kadar olumlu tesir ederken bir yerden sonra bu övgülerin doğruluğu konusunda çocuklarda kaygılar başlamaktadır. Bu kaygıları doğru çıkaran deneyimler de olursa bu sefer aksi tesir yaratmakta ve özgüven kaybı yaşanmaktadır. Örneğin müziğe yeteneği olduğunu düşündüğümüz çocuğumuz bu yeteneği çok desteklendiğinde bir süre başarılar elde edecek bir süre sonra ise “Ya başarısız olursam, ya kimseler beğenmezse” diyerek kaygı duyup müzik aleti çalmak istemeyecektir. Bu da sonuçta onu müzikten uzaklaştıracak ve enstrümanı çalmayı bırakabilecektir. Sonuçta çocuklarımızı överken dikkatli olmalı, aşırıya kaçmamalıyız. Övgünün doğal yeteneklerden daha çok çalışma ve başarma gayretine yönelik olmasına dikkat etmeliyiz. Zekânın ve yeteneklerin sonu vardır ama gayretin sonu yoktur” dedi. Dr. R. Sabri Yurdakul kapakkonusu İLK 1000 GÜNDEKİ BESLENME ALIŞKANLIKLARI BEBEKLERİN TÜM HAYATINI ETKİLİYOR 3’üncü Fetal Hayattan Çocukluğa İlk 1000 Gün Gebe ve Çocuk Beslenmesi Kongresi’nde konuşan Nutiricia Medikal Direktörü Yalım Üner, “Araştırmalar gösteriyor ki bebekler, büyüme süreçlerindeki en hızlı gelişimi ilk 1000 günde yani annenin hamileliğinin başlamasından, çocuğun 2 yaşını doldurmasına kadar geçen süreçte gösteriyorlar. Ve yine araştırmalar gösteriyor ki, 1000 gündeki beslenme alışkanlıkları, sağlıklı bir ömür sürdürülmesinde genetik faktörlerden daha önemli olabiliyor” dedi. Sağlıklı bir ömür sürdürülmesinde genetik faktörlerden daha etkili olan “İlk 1000 gün” hakkında son bilimsel araştırma ve tartışmaların paylaşıldığı “3’üncü Fetal Hayattan Çocukluğa İlk 1000 Gün Gebe ve Çocuk Beslenmesi Kongresi” yapıldı. Sağlık Bakanlığı ve Yükseliş İktisadi ve Stratejik Araştırmalar Vakfı (YİSAV) tarafından Nutricia Anne Bebek Beslenmesi sponsorluğunda düzenlenen Kongre, üçüncü senesinde tüm Türkiye’den anne ve bebek sağlığı alanında faaliyet gösteren 700’e yakın sağlık çalışanını biraraya getirdi. Kongre kapsamında gazetecilerle buluşan YİSAV Başkanı Doç. Dr. Ferit Saraçoğlu ve Nutricia Anne Bebek Beslenmesi Medikal Direktörü Yalım Üner, Türkiye’nin anne bebek beslenmesi alanında dünyadaki konumunu gösteren önemli açıklamalar yaptılar. 16 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 En Hızlı Gelişim İlk 1000 Günde 30 yıldır Türkiye’de faaliyet gösterdikerini ve bu süre zarfında sağlıklı nesillerin yetiştirilmesine katkıda bulunmanın öncelikli hedefleri olduğunu belirten Yalım Üner, şunları söyledi: “Araştırmalar gösteriyor ki bebekler, büyüme süreçlerindeki en hızlı gelişimi ilk 1000 günde yani annenin hamileliğinin başlamasından, çocuğun 2 yaşını doldurmasına kadar geçen süreçte gösteriyorlar. Ve yine araştırmalar gösteriyor ki, 1000 gündeki beslenme alışkanlıkları, sağlıklı bir ömür sürdürülmesinde genetik faktörlerden daha önemli olabiliyor. Nutricia Anne Bebek Beslenmesi olarak, bu araştırmaların sonuçlarını daha fazla kişiye ulaştırmak, annelerimizin bu konudaki bilgi birikimlerini artırmalarına destek olmak amacıyla birçok etkinlik düzenliyor, birçok etkinliğe destek oluyoruz. Sağlık personellerinin katılımıyla yapılan bu kongreyi desteklemeyi de, katılımcıların annelerle iletişime geçen birincil kişiler olmalarından dolayı önemli bir görev olarak görüyoruz.” Bebeklerin İlk 6 Ayda Sadece Anne Sütü İle Beslenmesi Gerekir Konuşmasında 25 yıllık bir hekim olarak bebek beslenmesindeki püf noktalara işaret eden Yalım Üner, “Anne sütü bir mucizedir. Bebeklerin ilk 6 ayda sadece anne sütü ile beslenmesi gerekir. Altı aydan sonra aylara göre değişen miktarlarda tamamlayıcı besinler verilebilir. Ama ilk 1000 gün bitene yani çocuk 2 yaşını doldurana kadar anne sütü beslenmeye dahil olmalıdır” dedi. Anne Kucağının, Anne Kokusunun ve Sütünün Yerini Hiçbir şey Tutmaz Nutricia’nın tüm dünyaya yayılmış 800’ü aşkın Ar-Ge personeliyle, anne-bebek beslenmesindeki doğruları bulmak üzere çalışttığını kaydeden Üner, “Anne sütü bir mucize ve biz çalışmalarımızla bu mucizeye yaklaşmaya çalışıyoruz. Gururla söyleyebilirim ki en fazla yaklaşan firma biziz. Ama yine şunu da söylemeliyim: Anne kucağının, anne kokusunun, sütünün yerini hiçbirşey tutmaz. Biz de bu yüzden ‘yeter ki anne sütü olsun biz destekleyelim’ diyoruz” dedi. Üner şunları söyledi: “Yakın ya da uzak komşularımıza baktığımızda, ne İran ne Irak ne Almanya’da annelerin çocuklarına süt verme konusunda Türkler kadar hassas olmadığını görüyoruz. Emzirmeye Türk annesi kadar duyarlı yaklaşan yok.” Nutricia’nın Bu Pazar İçindeki Payı Yüzde 70 Türkiye’de bütün segmentleriyle aylık mama satışının ortalama bin 600 ton olduğu ve Nutricia’nın bu Pazar içindeki payının yüzde 70 olduğu bilgisini de veren Üner, “Bu rakamı toplam bebek rakamına böldüğümüzde emzirmeye bizim kadar önem veren Endonezya’nın gerisinde olduğunu görüyoruz” dedi. ‘Bağışıklık Sistemi Zayıflıyor’ Kongre Başkanı Doç. Dr. Ferit Saraçoğlu ise yaptığı konuşmada “İlk 1000 günde doğru beslenmenin, özelliklede anne sütü almanın çok önemli olduğu, pek çok bilimsel çalışmayla desteklenmektedir. İlk 1000 gündeki yetersiz beslenme sadece kronik hastalıkların, psikiyatrik bozuklukların artmasına, fiziksel, beyinsel ve metabolik fonksiyonların bozulmasına değil, immün sistemin zayıflamasına dolayısıyla pneumoni, diyare gibi enfeksiyonların artmasına da yol açmaktadır” dedi. Kongremiz 700’e Yakın Sağlık Personelinin Katılımıyla Gerçekleşiyor Saraçoğlu şunları söyledi: “Artık anne bebek beslenmesi konusunda doğ- Yalım Üner ruların ne olduğunu bildiğimize göre, bu doğrulara göre davranmamız ve annelerimizi de bu doğrultuda eğitmemiz gerekiyor. Son üç yıldır, anneler ile birebir temasta olan sağlık personelinin bu konudaki farkındalığını artırarak bu yöndeki bilinçlendirme çalışmalarına katkı sunuyoruz. Bu yıl rekor kırdık. Kongremiz 700’e yakın sağlık personelinin katılımıyla gerçekleşiyor. Bu başarının en önemli etkeni STK, özel sektör ve devletin birlik içinde olması.” SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 17 kapakkonusu BEBEKLERDE UYKUSUZLUĞUN NEDENİ BESİN ALERJİSİ OLABİLİR Bebekleriniz uykuya dalmakta zorlanıyor, uykuda çok hareket ediyor ve yatakta yer mi değiştiriyor? Daha çok kucakta, araba koltuğunda uyumaya çalışıyor ama yatağa yatırıldığında uyanıyor mu? Çocukların ve bebeklerin tıpkı yetişkinler gibi uyku sorunu yaşayabildiklerini ve bu sorunun beyin gelişimlerini olumsuz etkilediğini belirten Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, çocuklarda besin alerjisinin uyku problemlerine neden olduğunu söyledi. Amerika’da Mart ayı “Uykusuzluk Farkındalık” ayı olarak kutlanırken Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Çocuk Alerji uzmanı Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, çocuklardaki uyku problemleri ve besin alerjileri hakkında bilgi verdi. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Çocuk Alerji Uzmanı Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, uyku problemlerinin besin alerjisinden kaynaklandığını, özellikle inek sütü alerjisinin çocuklarda uyku problemi yarattığını söyledi. Süt alerjisinin klinik bulguları olan bebeklerde, tipik bulgular yoksa bile sadece sütün diyetten kesilmesiyle uyku problemlerinin düzeldiğini belirtti. Yapılan araştırmalarda, sütün diyete tekrar eklenmesiyle birlikte uyku problemlerinin de ortaya çıktığını dile getirdi. Doç. Dr. Antony; “Besin alerjisi olan çocukta uykusuzluk problemi yaşanırken, bunun besin alerjisinden kaynaklandığı anlaşıla18 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 biliyor. Fakat hiçbir besin alerjisinin klinik bulgusuna rastlanmayan çocuklarda, elle tutulur - gözle görülür teşhis, uykusuzluk ve uyku problemiyle yapılabiliyor” dedi. Her yaşta olduğu gibi bebeklerde ve çocuklarda iyi uykunun, sağlıklı olmakla doğrudan ilişkili olduğunu belirten Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, kendi kliniğinde izlediği birçok besin alerjili çocuğun uyku probleminin, diyetten çıkardığı alerjik besinle ve diğer alerji tedavileriyle çözüldüğünü söyledi. Aşağıda belirttiği bulgulardan bir ya da bir kaçını yaşayan çocukları olan anne babaların, doktorlarına bu konudan mutlaka bahsetmelerini ve besin alerjisine özellikle inek sütü alerjilerine karşı dikkatli olmalarını tavsiye etti. • İyi uyuyamama • Uykudan çok sayıda uyanma • Daha çok kucakta, araba koltuğunda uyumaya çalışma ama düz bir zemine ya da Yatağa yatırıldığında uyanma • Horlama • Uykunun bütün gece boyunca sürmemesi • Gün içinde uyanık kalamama • Gün içindeki performansını düşük olması Çocuklardaki Uyku Problemleri • Uyku apnesi • Yatağa gitmeyi reddetme • Uykuya dalmada zorlanma • Uykuda çok hareket etmesi, yatağın içinde çok yer değiştirmesi • Çok fazla kâbus ve kotu rüya görmesi Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony kapakkonusu ÇOCUKLARDA ANESTEZİ: ÖZEL MİDİR? GÜVENLİ ANESTEZİ UYGULANABİLİR Mİ? Prof. Dr. Güner KAYA İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı - Çocuk Anestezisi Sorumlusu Grup Florence Nightingale Gayrettepe Hastanesi Kısaca evet, çocuklarda anestezi özeldir, özel ilgi ve özel deneyim ile ve iyi bir ekip çalışması ile güvenli anestezi uygulanabilir. Tıpta çocuklardan bahsedilirken hep’’Çocuk, erişkinin küçük hali değildir’’ denir. Gerçekten çocuk çok özel bir varlıktır; anatomisi, fizyolojisi, ilaçlara verdiği cevaplar erişkinden çok farklı ve dezavantajlıdır. Anestezi, çoğunlukla bir cerrahi girişim gerektiren durumda, canlılara (insan ya da hayvan) uygulanır; ve bu cerrahi girişimin uygulanabilir 20 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 olmasını, canlının ağrı duymamasını (hissizlik) sağlar. İşlem boyunca yaşam desteği sürdürülür. Kelime eski Yunanca’dan gelir ve AN-ESTEZİ kelimelerinden oluşur; duyarsızlık, hissizlik anlamındadır. Hayati fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici bilinç kaybı ve reflkeslerde azalma sağlanır. Anesteziyoloji, cerrahinin yapacağı travmaya ve zararlı etkilere karşı hastanın korunması, başta solunum ve dolaşım sistemi olmak üzere hayati fonksiyonların devamlı izlenmesi, ve gerekli tedavilerin anında yapılması, ve ameliyat sonrası ağrı tedavisi ile ilgilenen pozitif bir bir bilim dalıdır. Günümüzde gelişen son teknolojinin tüm yararlarından en çok faydalanan branşlardan biridir. Anestezistler hasta hayatını izlemede ve tedavide kazandıkları bu deneyim ile bu konudaki teknolojik olanakları kullanma ve uygulamadaki becerileri nedeniyle hasta hayatının tehlikeye girdiği durumlarda yaşamsal destek veren Yoğun Bakım(Reanimasyon) ünitelerinde de görev alan hekimlerdir. Anesteziyoloji ve Reanimasyon branşının uygulayıcıları doktorlar, Tıp Fakültesinden sonra Üniversite ya da Eğitim hastanelerinde 4-5 sene bu dalda gece - gündüz çalışıp bilgi ve deneyimlerini geliştiren ve bir uzmanlık tezi hazırlayarak, hocalardan oluşan bir kuruldan sınava girerek onların mesleki yeterliliğini onayladığı ve diploma verdiği hekimlerdir. Bir anestezi hekimi diplomasını alırken çalışmış olduğu hastanenin olanaklarına göre bulunan çeşitli cerrahi branşlarda; genel cerrahi, beyin sinir cerrahisi, çocuk cerrahisi vb anestezilerinde deneyim kazanır. Mesleklerini uygularken en başta gözetmeleri gereken tıbbi ahlaki kurallar ve hasta özelinin gizliliğine saygı göstermeleridir. Hasta haklarına özen göstermek ve bireye uygulanacak işlemlerde bireyin onamını almak bir hekimin ilk sorumluluğudur. Çocuk Cerrahisi Anestezisi ise anestezinin en özel branşlarından biridir. Çocuk anestezisinin uygulaması da ancak çocuk cerrahisinin iyi gelişmiş olduğu yerlerde gelişmiştir. Anestezi tehlikeli midir? Elbette, bilinçsiz, eğitimsiz, deneyimsiz kişiler tarafından, uygun olmayan koşullarda, teknolojinin olanaklarından yararlanılmadan uygulandığında anestezi gayet tehlikeli olabilir. Gazetelere konu olan anestezi ile ilgili ölüm olaylarında hastaya ait nedenler ön planda olabildiği gibi bir araya gelmiş birden çok hata, kaza ya da teknolojik yetersizlik söz konusu olabilir. İyi eğitim almış anestezi hekimi hastanın genel durumuna, hastayı ameliyata getiren hastalığının dışında taşıdığı diğer hastalıklara, hastanın geçireceği ameliyatın cinsine ve en önemlisi kendi yetenek ve deneyimlerine, sahip olduğu olanaklara göre seçeceği anestezi tipine karar verir. Kuşkusuz cerrahiyi uygulayacak meslektaşı ile ve hastası ile konuyu tartışır, onları bilgilendirir, hastasının onayını alır. Anestezi; hastanın tamamen bilinçsiz olduğu genel anestezi veya tamamen bilinçli olduğu ya da kısmen sedasyon verildiği rejyonal(bölgesel) anestezi şeklinde uygulanabilir. Seçim ameliyatın cinsine, hastanın özelliklerine, anestezistin deneyimine ve hastanın tercihine göre yapılır. Çocuk (pediyatrik) Anestezisi Çocuklara uygulanacak anestezi özeldir; tecrübe, bilgi, yetenek gerektirir. En önemli özellik; sağlığına kavuşabilmesi için cerrahi ve doğal olarak anestezi girişimine gereksinimi olan çok özel insan yavrusunun organlarının, hayati sistemlerinin henüz olgunlaşmamış olmasıdır. Sağlıklı normal yaşam için bile başkasına muhtaç olan bir çocuk kendini ifade edemez, karar verme yetisi yoktur. Onun yerine anne, babası ve hekimi karar verecek ve uygulayacaktır. Bu da karar vericiler için büyük sorumluluktur. Yenidoğan, yani yaşamın ilk bir aylık çağında dahi zaman zaman bebeklerin cerrahi ve genel anestezi gereksinimleri olmaktadır. Bu dönemde genellikle doğumsal anomaliler veya ameliyat edilmezse yaşamsal sıkıntılar çıkarabilecek durumlarda ameliyat söz konusudur. Yenidoğan ameliyat ve anestezisi çocuk anestezisinin de çok özel bir dalıdır. Bebek anne karnında kordon vasıtasıyla annesi tarafından beslenir, oksijen ve karbondioksit alışverişi yapılırken doğumla birlikte olgunlaşmamış sistemleri ile bu görevleri kendisi yüklenmeye başlar. Bu hayati işlemleri sağlayabilmesi için de dolaşım ve solunum sisteminde henüz olgunlaşmamış yapıların değişmesi ve anne karnının dışındaki yeni hayata uyum sağlaması gerekir. Yenidoğan Anestezisi Neden Risklidir? Vücutta oksijen ve karbondioksit alışverişini sağlayan ve taşıyan sistem olan havayolları ve akciğer, kalp damar sistemi anestezi için hayati önem taşır. Yenidoğan bebekte havayolları ve akciğer anatomik ve fonksiyonel olarak erişkinden çok farklıdır, yönetimi zordur. Kalp kasları yeterince gelişmemiştir, kalbin sinir yönetimi iyi değildir. Birçok ilacın kalbi deprese edici etkisi ön plandadır. İlaçların vücutta dağılması ve etki göstermeleri yenidoğanda henüz olgunlaşmamış sistemler nedeniyle dezavantajlıdır. Yetişkinlerde doğal olarak ilaçları zamanla etkisiz hale getiren mekanizmalar-enzimler yenidoğanlarda gelişmemiştir, ilaçların bağlandığı proteinlerin yapısı ve miktarı farklı olabilir. Karaciğer ve böbrekler ilaç parçalanması ve atılması için yeterli değildir. İlaçların yapışarak etkilerini gösterdiği doku reseptörlerinin yapı ve sayıları farklıdır. Dolayısıyla bebeklerin ilaçlara reaksiyonları değişik olabilir. Bazı ilaçları erişkine göre daha az, bazı ilaçları ise daha fazla vermek gerekebilir. Çocukların, özellikle de yenidoğanların, ameliyat sırasında ısılarının korunmaları hayati önem taşır. Çocuklar vücut ısısının korunması ve üretilmesi konusunda anatomik ve fizyolojik özellikleri nedeni ile eriş- kin gibi davranamaz. Oysa ameliyat ve anestezi bir yandan vücudun ısı koruma ve üretme mekanizmalarını bozar, bir yandan da aşırı ısı kaybına yol açar. Bir yenidoğanın ısısının düşmesi hayatına mal olabilecek oksijen eksikliğine yol açabilir. Vücut sıcaklığının düşmesi; kalp damar sisteminde bozukluğa, vücut sıvılarının asit tarafa kaymasına, kanamaya vb. kötü etkilere yol açabilir. Bu nedenlerle sıcaklığın korunması anestezinin en çok dikkat ve eforunu gerektiren konuların başında gelir. Çocuk Anestezisinde Aşamalar Anestezi Öncesi Muayene: Hasta bebeğin ebeveyni önce çocuk cerrahı ile karşılaşır ve anestezi hakkında ilk bilgileri ondan alır. Sonraki aşama anestezist ile hasta çocuk ve ailenin karşılaşmasıdır. Anestezist, ameliyat olacak çocuğu mutlaka önceden görmeli muayene etmelidir. Bu muayene pek çok amaçla yapılır; çocuğun genel durumunun değerlendirilerek sağlığı hakkında bilgi sahibi olunması, anestezi ve cerrahiye uygunluğunun tespit edilmesi, gerekli olabilecek bazı tıbbi hazırlıkların planlanması ve yapılması, ameliyat öncesi premedikasyon adı verilen genellikle çocuğun ameliyathaneye rahat gelmesini sağlayan ilaç ve doz tespiti bu muayene sırasında ve sonrasında yapılır. Anestezist, aile ve çocukla karşılaştığında öncelikle çocuğun yaşı uygunsa dostluğunu ve güvenini sağlamaya çalışır. Bu görüşme sırasında çocuğa bir birey olduğunun hissettirilmesi çok önemlidir. Çocuğun genel sağlık durumu ile ilgili ilk bilgilerin önceden edinilmiş olması gereksiz sorularla aile ve çocuğun rahatsız edilmesini engeller. Tıbbi Öykü:Ameliyat öncesi değerlendirmede çocuğun tıbbi öyküsü, yani; doğum öncesi ve sırası dahil olmak üzere zamanında ya da erken doğuşu ve o ana kadar geçirdiği tüm hastalıklar, hastaneye yatarak tedavi gereksinimi olup olmadığı, kullanmış olduğu ve halen kullandığı ilaçlar ve dozları, allerji hikayesi, ailesinde bulunan önemli hastalıklar vb özellikler öğrenilir. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 21 Fizik Muayene:Yenidoğan bebekte ve daha büyük çocukta farklı olmak üzere vücudun cilt dahil olmak üzere gözle incelenmesi, bazı hastalık belirtilerinin aranması, vücut gelişiminin ve varsa anatomik anomalilerin değerlendirilmesi ve tespiti yapılır. Ağız, dişler, boğazın incelenmesi, kalp ve akciğer seslerinin dinlenmesi ile fizik muayene sürdürülür. Laboratuar Muayeneleri: Çocuğun tıbbi öyküsüne, genel durumuna, geçirmiş olduğu hastalıklara, geçireceği ameliyata göre bazı laboratuar testlerinin yapılmasını istenebilir. Modern tıpta genel olarak kabul edilen yöntem yol göstericiliği fazla olmayan ve spesifik olmayan testlerin yapılmaması gerektiği şeklindedir. Ancak bu karar anestezist ve cerrahın kararıdır. Hastanın öyküsü, fizik muayenesi ve eldeki laboratuar bilgilerin ötesinde anestezist gereksinim gördüğü daha ileri laboratuar araştırması, kalp ve solunun sistemleri ile ilgili veya diğer ileri tetkikleri isteyebilir. Çocuk, sistemik hastalıkları olan bir hasta ise ameliyata kadar bu sistemlerinin en iyi halde olması için gereken organizasyonlar yapılır ve konsültasyonlar istenir. Örneğin astım hastası olan bir çocuğun ilaçlarını kullanır halde ve olabileceği en iyi durumda olması arzu edilir. Bazı Özel Durumlarda Ne Yapmalı? Aşılı çocuk: Anestezi, ve cerrahi travma immün sistem baskılanmasına yol açabilir. Bu nedenle yapılan aşının cinsine göre ameliyatın ertelenmesi söz konusu olabilir. Ameliyat ve anestezinin; tüberküloz, kızamık, kızamıkçık, kabakulak, ağızdan polio, Hemofilus influenza tip B aşıları sonrası 2 -3 hafta, DBT, inaktif polio, Hepatit B aşıları sonrası 1 hafta ertelenmesinin uygun olacağı düşünülmektedir. Ancak, yakın zamanda yapılmış aşılamanın cerrahi sonucu etkilediğini gösteren bir bulgu yoktur. Elbette yapılacak ameliyatın cinsi ve aciliyeti, aşı sonrası çocuğun genel durumu öncelikle değerlendirilmelidir. 22 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 Üst solunum yolu enfeksiyonu olan çocuk: Enfeksiyonun hafif ya da şiddetli oluşuna, çocuğun diğer sistemik hastalıklarına ve geçireceği ameliyata göre hareket edilmesi gerekir. Öksürük, iltihaplı sekresyon, ateş ve genel durum bozukluğu varsa anestezi ve ameliyat 2 hafta ertelenmelidir. Eğer enfeksiyon alt solunum yollarını yani bronş ve bronşiolleri tutmuş ise 4-6 hafta erteleme gerekebilir. Burada karar ameliyatın cinsine, aciliyetine ve çocuğun genel durumuna göre anestezist tarafından verilmelidir. Ameliyat ve Anestezi Öncesi Açlık süresi Ne Kadar Olmalı? Ameliyata giren her hastanın midesinin boş olması bir zorunluluktur. Aksi halde mide içeriğinin akciğerlere kaçması gibi tehlikeli durum ortaya çıkabilir. Ameliyat öncesi anne sütü 4 saat önce, formül mamalar ve süt 6 saat önce kesilmelidir. Katı gıdalar ise 6 saat önce kesilmelidir. Ameliyattan 2 saat öncesine kadar berrak meyve suyu, su ve açık çay alınabilir, böylece; açlık ve susuzluğun yaratacağı stres azaltılabilir. Premedikasyon Nedir? Ameliyat öncesi çocuğu sakinleştirmek, stresi gidermek, medikal olarak gerekli ilaçları vermek, varsa ağrıyı gidermek, komplikasyonları azaltmak gibi çeşitli amaçlarla verilen ilaç ya da ilaçlar premedikasyon olarak adlandırılır. 6 aya kadar olan bebeklerin ameliyatları aile için büyük stres kaynağıdır ama bebek bu dönemde stresi algılayamamaktadır, rutin premedikasyona gerek yoktur. 6 ay-1yaş arası bebeklerde anne/baba’dan ayrılma korkusu vardır, bunun sonucu geçici emosyonel ve davranışsal bozukluklar görülebilir. Premedikasyon, bebeği geçirebileceği psikolojik travmadan korumak için uygulanır. Ancak premedikasyon yapılırken çocuğa ağrı çektirilmesi, premedikasyonu amacından uzaklaştırır. Bu amaçla verilecek sakinleştirici tercihen ağız yoluyla bazı özel durumlarda iğne ile kas arasına(intramuskuler) verilir. Daha büyük olup anlatılanı anlayacak çağdaki çocuklara, anes- tezi öncesi olacaklar uygun yöntemle anlatılarak güveninin kazanılması ve gene premedikasyon uygulanması daha doğru bir davranıştır. Anestezi: Başlama(İndüksiyon)Teknikleri ve Uygulaması Ameliyathaneye alınan çocukta önce elektrokardiyografi, kanda oksijen, nabız, tansiyon gibi parametreler monitörler aracılığıyla izlenmeye başlanır. Yani hayati fonksiyonlar ilk andan itibaren kontrol altına alınır. Bunlar kesinlikle acı veren işlemler değildir. Sonra, çocukta anesteziye başlama adımı olarak şuur kaybını sağlayacak yöntem uygulanır; eğer damar yolu varsa ya buradan verilecek bir ilaçla veya damar yolu yoksa bir maske yardımıyla nefes yolu ile anestezik gaz solutularak şuur kaybı sağlanır. Bundan sonra olacakları çocuk hissetmez, ağrı duymaz. Ardından, sıra çocuğun havayollarının garantiye alınabilmesi için soluk yollarına tüp konması işlemine gelir. Bunun yapılabilmesi için önce kas gevşetici ilaç verilir. Entübasyon tüpü özel bir aletle çocuğun nefes yollarına nazik bir şekilde yerleştirilir. Bu işlem anestezinin temel taşıdır, doğru yere ve dokuların hırpalanmadan yapılması gerekir, aksi takdirde zarar vermek mümkündür. Sonra, bu tüp ile anestezi cihazı arasında bağlantı kurularak istenen gazlar yaşa, ameliyat cinsi ve süresine, çocuğun genel durumuna göre ayarlanarak verilir. Bu andan itibaren çocuğun solunumu da anestezi cihazının ventilatörü(solutma aleti)ile sağlanır. Anestezist, çocuğun hayati fonksiyonlarını garanti altına almadan asla ameliyatı başlatmaz. Ameliyat boyunca anestezist tarafından EKG, kalp üzerinden ve yemek borusu içinden steteskop ile kalp sesleri, nabız oksimetresi ile dokulardaki oksijen, soluk ile çıkarılan karbondioksit, solunumun diğer bulguları, havayolu basınçları, tansiyon aleti ile kan basıncı, vücut sıcaklığı, ameliyat boyunca olan sıvı ve kan kaybı, devamlı izlenir. Bu izlenecek parametreler ameliyatın cinsine göre değişir. Büyük operasyonlarda veya hastanın durumu özel olarak gerektirdiğinde; atardamar ve büyük toplardamarlar içine kateter konarak devamlı kan basınçları, mesaneye kateter konması ile idrar miktarının sürekli takibi, özel aletlerle sinir-kas iletimi takibi gene anestezist tarafından dikkatle yapılır. Bu izleme yöntemleri sayesinde anestezist ameliyat boyunca cerrahinin etkilerine karşı hastayı gözetir ve korur; hastanın solunumunu, oksijenizasyonunu, tansiyonunu sağlar; gerekli sıvı, kan ve ilaçları verir; gerekirse hastanın kanından laboratuar testlerini ister, izler ve gerekli tedavileri yapar. Tabii bu arada hastanın tüm bu işlemleri duymaması için gereken anestezi seviyesini sağlar, diğer dengeleri bozmadan ağrı duymamasını sağlayan analjezi ilaçlarını sürekli kullanır, cerrahinin işini rahat yapabilmesini sağlayabilmek için kas gevşemesi sağlar. Hastanın sağkalımı ve yaşam kalitesi anestezistin sorumluluğundadır. Anestezi ve Ameliyat Sonrası Anestezinin en büyük özelliği geri dönüşlü oluşudur. Ameliyat sonrası hastanın tüm bu olaylardan arınarak kendi yaşamını sürdürür hale gelmesi gerekir. Anestezist hastayı izlemeyi sürdürerek anesteziden geri dönüşü sağlar, tüm fonksiyonlar yerinde ise soluk borusundaki entübasyon tüpünü çıkararak hastanın kendi solunumunu yapabildiğini ve yeterli olduğunu görür, şuurunu ve diğer hayati fonksiyonları izlemek üzere hastayı ameliyathaneden uyanma(derlenme)odasına alır. Burada hastanın nabız oksijeni, EKGsi ve , arter basıncı izlenir. Varsa ağrı, bulantı, kusma tedavi edilir. Cerrahi ile ilgili erken bir problem olmadığından emin olunur. Derlenme odasından hastayı yatağına gönderebilmek için hayati fonksiyonların değerlendirildiği skorlama sistemleri kullanılır ve şuuru açılmış ve sistemleri stabil olan, belli puanın üzerindeki hastalar yatağına gönderilir. Ameliyat sonrası erken dönemde çocuklarda anestezi ile ilgili bir çok komplikasyon olabilir. Örneğin havayolu tıkanması, yeni- doğan veya erken doğan(preterm) bebeklerin ameliyat sonrası görülen solunum apnesi(solunumun kesilmesi), oksijen yetersizliği, karbondioksit birikmesi, kalp damar sisteminin dengesizlik göstermesi, bulantı kusma, daha büyük çocuklarda ajitasyon(huzursuzluk)olması bunlardan bazılarıdır. Bu komplikasyonlar anestezistin yakın ilgisi ve izlemi ile çözülebilir. Büyük ameliyat geçiren yenidoğanlar, büyük ve uzun süren ameliyat geçiren çocuklar, genel durumu bozuk olanlar, komplikasyon gösteren hastalar hayati fonksiyonları izlenmek ve destek verilmek üzere yoğun bakımlara alınırlar. Bebekler Ağrı Duyarlar mı? Ameliyat Sonrası Ağrı Tedavisi(Analjezi) Gerekli mi? Ameliyat işlemi ağrı doğurur, servise alınan hastada ağrı tedavisi yani hastaya ağrı duyurulmaması her şeyden önce insani bir zorunluluktur. Bunun yanı sıra tedavi edilmeyen ağrının pek çok komplikasyona sebep olduğu bilinir. Yapılan araştırmalar bebeğin henüz anne karnında iken ağrı duyduğunu göstermiştir. Yenidoğan çağında ağrı kesici verilmeden ağrılı bir işlem geçiren bebek bu ağrıyı hafızasına kaydeder ve daha sonraki dönemde başka ağrılı işlemlerde yaşıtlarına göre daha çok ağrı duyar. Bu özellikleri nedeniyle bebeklere cerrahi işlem küçük de olsa analjezi ve anestezisiz uygulanmaz. Ağrı tedavisi, çocuğun yaşına, geçireceği ameliyata, genel durumuna, anestezistin tecrübesine bağlı olarak ameliyat öncesi planlanır. Bebeklere ameliyat sırasında erişkinlerde olduğu gibi epidural-kaudal(bölgesel-rejyonal) anestezi, analjezi yöntemleri uygulanabilir. Bu işlemler genelde bebek genel anestezi altında iken uygulanır. Bu yolla lokal anestezik ilaçlar bölgesel olarak verildiğinde bebek ameliyat boyunca daha az genel anestezik ilaç alır ve sonuçda ameliyattan tamamen ağrısız uyandırılabilir. Eğer epidural kateter yerleştirilmiş ise ameliyat sonrası bu kateter yardımıyla devamlı veya aralıklı ilaç verilerek ameliyat ağrısı günlerce tedavi edilebilir. Bölgesel(rejyonal) blok uygulaması ancak tecrübeli çocuk anestezistleri tarafından uygulanabilen bir yöntemdir. Eğer bu yöntem yapılmamışsa sistemik yani ağız ya da damar yolu ile çeşitli ilaçlar düzenli olarak verilerek ameliyat ağrısı tedavi edilir. Ancak çocukların bu ilaçlara hassas olduğu ve fazla dozlarla yan etkiler ve komplikasyon gelişebileceği unutulmamalıdır. Sonuç: İnsan yavruları çok özeldir dolayısı ile onlara uygulanacak anestezi de çok özeldir. Ameliyat, insan yaşamında önemli etkiler bırakabilen önemli bir olaydır. Mümkün olduğunca insani değerlere saygı ile uygulanması, tıbbi ve etik değerlere uyulması, tıbbın tüm olanaklarının hasta sağlığı için seferber edilmesi herkesin görevidir. Hastalar ameliyatta hayatlarını teslim edecekleri hekimler olan anestezistleri de cerrahlar gibi seçmeli ve tanımalıdır. Yukarıda sayılan tüm dezavantajlara sahip bebeklerin saatler boyunca ehil çocuk cerrahları ve anestezistleri tarafından ameliyat edildiği ve sağlıkla evine dönebildiği gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. Prof. Dr. Güner Kaya 1977 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden mezun olmuş, aynı fakültede Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalında uzman ve 1985 yılnda Doçent, 1995 yılında Profesör olmuştur. 2012-2014 yılarında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği Başkanlığını yürütmüş, halen ikinci Başkanlık görevini yapmaktadır. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı öğretim üyesidir. 1988 yılından itibaren çocuk anestezisi ile uğraşmaktadır. Çok sayıda yurt içi ve yurt dışı tebliğ ve makalesi mevcuttur. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 23 kapakkonusu YAŞ KÜÇÜLDÜKÇE SU İHTİYACI BÜYÜYOR! Uzm. Dr. Necmettin DİN Sıcak havalardan en çok etkilenenlerin başında çocuklar gelmektedir. Aşırı sıcakların ve bunaltıcı havaların etkisinin en aza indirilmesi için çocukların bakımına aşırı sıcaklarda daha fazla dikkat etmek gerekmektedir. Vücudumuzun su ihtiyacı mevsimden mevsime değişmekle birlikte, toplumumuzun tükettiğinden fazla olduğu muhakkaktır. Özellikle sıcakların hissedilir derecede arttığı yaz günlerinde su ihtiyacı biraz daha fazladır. İnsanlarda yaş küçüldükçe su ihtiyacı ve vücudun su oranı artmaktadır. Yeni doğanda ortalama vücut suyu % 80 civarındadır. Bu oran giderek azalmakla birlikte erişkinde % 60-70’ler civarına kadar iner. 24 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 Anne Sütü İle Birlikte İlave Suya İhtiyaç Yoktur Anne sütü alan bebeklerde, tüm ihtiyaçlarla birlikte su da anne sütünden karşılanmaktadır. Böyle durumda bol su tüketmesi gereken anne olmalıdır. Dolayısıyla anne sütü ile birlikte ilave suya ihtiyaç yoktur. Ancak 6. aydan sonra ek gıda başlanması ile birlikte suda başlanmalıdır. İlk 6 ayda da çok sıcak havalarda ve yaz ishallerinde veya kusmalarda su verilmesi gerekebilir. Gazlı İçeceklerden Uzak Durun Oyun çağı çocuklarda susuzluğu yaygın olarak giderme yöntemi gazlı içecekler ve meyve suları ile yapılmaktadır. Bu içeceklerin fazla miktarda tüketilmesi çağımızın en fazla korkulan sağlık problemi olan obeziteye yol açtığı ve özellikle diş sağlığı açısından zararlı olduğu unutulmamalıdır. Suyu Unutturmayan Önlemler Alın Susama hissini ifade edebilen ileri yaş çocuklarda su içmenin hatırlatılması yaz aylarında çok önemlidir. Aynı şekilde erişkinlerde de suyun unutulmaması amaçlı önlemlerin alınması gerekir. Masada veya en sık bulunan ortamlarda bir bardak veya bir şişe suyun bulunması bu yöntemlerden biridir. Uzm. Dr. Necmettin Din kapakkonusu İŞTAHSIZ ÇOCUK Uzm. Dr. Memnune ALADAĞ İştahsızlık çocukluk çağında sık görülen bir semptomdur. ‘Saatlerce yemek vermesem, umurunda bile olmuyor.’, ‘Elimde tabak, yemesi için peşinden koşuyorum’ bu tür yakınmaları özellikle annelerden sıkça duyuyoruz. Bu durum çoğu zaman anne babaları endişelendirir, çocuklarının zayıf düşeceğinden, büyüyemeyeceğinden korkarlar. İştah, besinlerin zevkle, neşeyle ve arzu edilerek yenmesidir. İştahsızlığın çocuklarda en önemli sonucu gereken besin öğelerinin alınamayarak büyümenin duraklamasına neden olmasıdır. Yeme reddi veya iştahsızlık ile doktora başvuran normal çocukların oranı %25-40 arasında değişmektedir. İştah nelerden etkilenir? 1. Çocuk ile ilgili faktörler: Çocukların besinleri kabul etmesini doğuştan getirilen özellikler, öğre26 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 nilen deneyimler ve çevresel birçok faktör etkiler. Besin tercihlerinin gelişim tatlı ve tuzlu besinleri sevme, acı ve ekşi tatlardan kaçınma şeklindeki genetik yatkınlık ile başlar. Antenatal (doğum öncesi) dönemden başlayarak anne sütü alırken ve ek gıdalara geçiş döneminde çocuğa sunulan besinler, çocukta besinlere ait deneyimleri ve tanışıklığı artırır. Bu nedenle antenatal dönemden başlayarak farklı besinlerin alınması, daha sonraki dönemlerde farklı tatların kabulünü kolaylaştırmaktadır. İştahın var olan otomatik bir sistemle kontrol edildiği kabul edilmekle birlikte beslenme açısından çocuk gelişimi üç evrede tamamlanmaktadır: Dengenin oluşması evresi: Bu dönemde bebek emme ve yutma fonksiyonlarını öğrenirken, çevresindekilere açlık ve tokluk sinyalleri vermeyi de öğrenir. Bağımlılık evresi: Kendine bakan kişi ile farklı iletişim yolları geliştirir. Bu ilişkiyi sağlıklı bir şekilde kuramazsa mutluluk ve iştahtan yoksun bir ortam nedeniyle kusma veya ruminas- yon gibi patolojik hareketler geliştirebilir. Ayrılma ve bireyselleşme evresi: Hem otonomi kazanma hem de bağımlılık arasında savaş verir. Duygusal ihtiyaçlarını ise yeme davranışları ile gösterir. Çocuk otonomi kazandığını göstermek, annenin dikkatini çekmek, anneye kızdığını göstermek için yemeyi reddedebilir. Bu aşamalar çocuğun kişilik yapısına göre her çocukta farklılık gösterebilmektedir. Yenidoğan bebeğin beslenmesi ilk 4-6 ay sadece anne sütü ile olmalı, eğer yetersizlik durumu varsa adapte mamalar ile beslenme desteklenmelidir. Yenidoğan bebeğin veya süt çocuğunun beslenmesinin yeterli olup olmadığı büyüme eğrileri ile kolayca takip edilebilir. İlk 6 ay bebeğin kilo alımı ve boy uzamasının en hızlı olduğu dönemdir. Altıncı aydan sonra bebeğin büyüme hızında azalma gözlenmektedir. Dolayısı ile de bebek daha az besin tüketme eğilimine girer. Büyüme hızının yavaşlaması nedeni ile çocuğun daha az besin tüketmesi, ailenin ço- cuğun beslenmesi üzerine daha fazla odaklanmasına neden olmaktadır. Anne çocuğu beslemek için daha fazla çaba harcar, çocuk ise beslenmeye red yanıtı verir ve sonuçta anne- bebek çatışması gelişir. Tamamlayıcı beslenmeye geçiş dönemi ise yeni oral- duyusal deneyimleri beraberinde getirir. Bebek anne sütü dışında yeni gıdaları almakta isteksizlik gösterir. Bu dönemde yeni besinlere başlamak zaman almaktadır. Özellikle 1-3 yaş arası çocuklarda yeni besinleri yemekten korkma(neofobi) ve karşı gelici tutumlar(yemeyi reddetme, ağızda tutma, bir besini önce isteyip sonra reddetme, birkaç lokmadan sonra yememe, yemek seçme) görülmesi sıktır. Yemek seçicilik: Bazı bebekler aileleri tarafından yemek seçici olarak değerlendirilirler. Seçicilik yaşamın 4. ayında %19 iken iki yaş civarında %50’lere çıkmaktadır. Yaşa göre kilosu fazla olan bebekler ise daha az yemek seçmektedir. 2. Aile ile ilgili faktörler: Beslenme alışkanlıklarının düzgün kazanımı ve çocukların beslenme tutumları, anne babanın yaklaşımıyla doğrudan ilgilidir. Ebeveynlerin ilk yıllarda gösterdiği tutumların etkileri erken çocukluktan adolesan döneme dek etkisini sürdürür. Yapılan çalışmalar annelerin sadece %20’sinin çocukların besin tercihlerini bildiklerini ve genel olarak kendi seçimlerini çocukların seçimi olarak bildirdiklerini ortaya koymuştur. Genel olarak ebeveynler, sağlıklı olduğunu düşündükleri besinler konusunda pozitif baskı, sağlıksız olan besinleri de yememe konusunda negatif tutum sergilemektedirler. Sürekli sağlıklı beslenme baskısı, çocukların aşırı yeme veya tersine yememe tutumu geliştirmelerine neden olmaktadır. Ayrıca çocuklar bir yaştan itibaren kendi enerji alımlarını kontrol edebildiğinden, sunulan porsiyonun büyüklüğü ve enerji içeriği de sonraki öğünlerdeki yeme isteği ve miktarını etkilemektedir. Bu nedenle zorlayarak ve ihtiyacından fazla aşırı kalori içeren menülerle çocuğu beslemeye çalışmak bu kontrolü bozmaktadır. 3. Çevresel faktörler: Reklamların yemek yeme alışkanlıkları üzerine olumsuz etkisi üzerine net fikir birliği bulunmamakla birlikte hurda gıdaların tüketimini artırdığı bir gerçektir. Beslenme tercihlerini olumsuz etkilemesi yanı sıra, çocukların fiziksel aktivitelerini azaltması ve daha saldırgan kişilik yapısı geliştirmesine neden olduğundan beslenme sırasında televizyonun kullanılması doğru bulunmamaktadır. Televizyonla oyalama taktiği yerine masal anlatma, çocuğu ortama dahil edecek konuşma ortamının sağlanması gereklidir. Düzenli fiziksel aktivite iştahın en önemli düzenleyicilerindendir. Aktivitenin derecesi, süresi ve düzeni önemlidir. Bir günlük aktivite enerji dengesini ve iştahı etkilemezken uzun süreli ve düzenli aktivite(6 hafta) iştahı artırmaktadır. İştahsız çocuklarda aktivitenin düzenlenmesi iştahı olumlu yönde etkileyebilir. İştahsız Çocuğun Değerlendirilmesi Gerçek iştahsızlık ile yemek yemeyi reddetme durumu birbirinden ayırt edilmelidir. Çocukluk yaş grubunda görülen pek çok hastalık iştahsızlığa neden olur. Genellikle hastalık öncesinde normal yeme dönemi vardır. Yemek reddinde ise çocukta organik bir hastalık yoktur, hasta değildir. Çocuk kendisi için stres kaynağı olan bir şeye tepki göstermekte ve bunu değişik psikolojik neden ve mekanizmalarla yemek yemeyi reddetme şeklinde ortaya koymaktadır. Bu nedenle ayrıntılı öykü alınmalı ve sistemik muayene yapılmalıdır. İştahsızlıkta organik hastalık işaretleri Ölçülen boy ve ağırlığın o yaş ve cinse göre 3 persentilin altında olması Yıllık boy artışının, o yaşa göre normalden az olması Süreklilik gösteren kusma Motilite değişiklikleri (ishal, kabızlık) İşeme alışkanlıklarında değişiklik (enürezis, poliüri) Aşırı su içme Kronik karın ağrısı Cilt değişiklikleri(kuruluk, renk, döküntü) • Günlük aktiviteyi bozan halsizlik, uyku değişiklikleri Özellikle her hastanın motilite bozukluğu ve idrar yolu enfeksiyonu açısından ayrıntılı değerlendirilmesi gereklidir. Ayırıcı tanıda beslenme reddi gibi başvuran ancak yeme bozuklukları grubuna giren gagalayarak yeme(picky eater) veya anoreksiya nevroza dışlanmalı, bu konuda çocuk gastroenteroloji ve çocuk psikiatrisi hekimlerinden yardım istenmelidir. Beslenme durumunun değerlendirilmesi: Çocuğun yaşı ne olursa olsun, beslenme durumunun standart değerlendirme yöntemi, kilo ve boy eğrisindeki yerinin saptanması ve yıllık boy uzama hızının takibidir. Ölçülen boyun o cins ve yaşa göre normal büyüme eğrilerinin alt sınırının(3 persentil) altında olması ve yıllık büyüme hızının yaşına göre normalden az olması durumunda büyüme hızı yetersiz olarak değerlendirilir. Büyümedeki normaller tamamen bireysel olup, çocuklar uygun beslenme ve uygun sosyal, psikolojik koşullarda genetik olarak belirlenmiş hedefe ulaşırlar. Bu nedenle doğumdan itibaren hiçbir problemi olmayan, büyüme eğrisinde sapma olmayan, boyu ve kilosu orantılı olan ancak zayıf görünen çocukların sağlıklı olduğunu ebeveynlere anlatmak gereklidir. Bu çocuklarda laboratuvar araştırmaları yapmak, vitamin veya merkezi sinir sistemini uyararak iştahı artırma çabasına girmek gereksiz ve yanlıştır. Bu tür arayışlar normal giden gelişimde sapmalara neden olur. • • • • • • • • Uzm. Dr. Memnune ALADAĞ SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 27 Tedavi İştahsızlıkta temel tedavi altta yatan nedenin tedavisidir. Altta yatan organik hastalık varlığında bu hastalığın tedavisi ile beraber bu hastalığı takip eden ekip tarafından iştahsızlığa yönelik bazı ilaçlar kullanılabilir. İlaçlar ve vitaminlerin kanıtlanmış etkinliği gösterilememiştir. Ancak alımın yetersiz olduğu durumlarda vitamin ve eser element desteğinin verilmesi gereklidir. Balık yağı kullanımı ile ilgili genel bir görüş birliği yoktur. Organik olmayan besin reddinde ise temel yaklaşım çocuğu ve aileyi tanıyarak onları barıştırmaktır. nimine göre ayarlanmalı • Yiyecekler çocuğun yiyebileceği türden hazırlanmalı, kendi yemek istediğinde özgür bırakılmalı, kendisinin yemek yemesine olanak tanınmalı • Bir besin reddedildi ise farklı bir öğünde, açken, mümkünse kalabalık ortamda tekrar denenmeli, sevdiği bir yiyecekle beraber verilmeli • Beslenmeye gerektiği kadar önem vermeli (fazla değil) İştahsız çocuğu olan ebeveynlerin kaçınması gereken tutumlar: • Yemek saatleri düzenli olmalı, ara- • Gıdanın larda iştahı kesebilecek besinler ile tatlı besinler verilmemeli • Yemek saatleri kısa sürmeli, iste- ödül olarak kullanılması • Çocuğa erişkin porsiyonu sunulması mediğinde kaldırılmalı, tekrar açlık belirtileri gösterinceye kadar teklif etmemeli • Fazla süt ve meyve suyu seçilmeli Az yiyen veya beslenme reddi olan çocuklarda standart bir yaklaşım yeterli olmayıp çocuğun ve ailesinin tüketilmesi yanlış örnek oluş• Aile bireylerinin çocuğa karşı tutu- • Çocuğa turulması mu tutarlı olmalı, birlikte sofraya • Beslenme konusunda zoroturulmalı • Sunulacak besin çocuğun öncelik- lanması leri ve beğenileri dikkate alınarak • Başkaları ile kıyaslanması • Yemek porsiyonları annenin iste- ğine göre değil çocuğun gereksi- 28 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 özelliklerine göre bireyselleştirilmiş çözümler üretilmelidir. Doktor gözetimi altında kaşeksiye girmesine izin vermeden çocukların aralıklı olarak izlemi sürdürülmelidir. kapakkonusu ÇOCUKLARDA ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜ Didem DOĞAN ÖKEK Özel Eğitim Uzmanı Öğrenme güçlüğü nedir? Nasıl tanımlanır? Öğrenme Güçlüğü bireyin zekâ seviyesi ve sahip olduğu beceriler arasında tutarsızlık olmasını ifade eder. Özel öğrenme güçlüğü tanısından söz edebilmemiz için çocuğun zekâsının normal ve normalüstü değerlerde olması şarttır. Bunu özellikle üstüne basarak belirttim çünkü aileler bu konuda çok hassas. Kısaca öğrenme güçlüğü, çocuğun anlama, dinleme, konuşma, okuma, yazma, matematik, motor ve sosyal becerilerden birinde ya da birkaçında yaşadığı öğrenme zorluklarını ifade eder. Son zamanlarda adını çok duyar olduk. Hızla artıyor mu? Nedir görülme sıklığı? Toplum içinde oranı %5-%7’ye denk geliyor. Adını son zamanlarda daha çok duymamızın nedeni tanının ülkemizde son zamanlarda kullanılıyor 30 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 olması. Farkındalık arttıkça okullar bu konuda daha çok yönlendirme yapıyor, ailelerin farkındalığı arttıkça çözüm arayışına giriyorlar. Eskidende bu sorun yaygındı ama farklı tanılar konabiliyordu ya da sorun görmezden gelinebiliyordu. Ne mutlu ki şimdi okullar bu konuda daha titiz çalışıyorlar ve çocuklar gerekli desteği alabiliyorlar. Temennim okul öncesi döneminde tespitlerin yapılması. Okul öncesinde de belirtiler olmasına rağmen müracaatlar ilkokul dönemini buluyor. Okul öncesi öğretmenlerinin bu konuda farkındalıklarının artırılması için çalışmalar yapılması gerekiyor. Özellikle sözel olmayan öğrenme problemleri çok erken yaşlarda fark edilebilir. cerilerinde yaşanan sorunları, sözel olmayan öğrenme problemleri ise sosyal öğrenmelerde yaşanan sorunları tanımlar. Ben sözel olmayan öğrenme güçlüklerini çok önemsiyorum. Toplumumuzda öğrenme deyince sadece okuma-yazma-matematik gibi akademik süreçler akla geliyor. Oysa öğrenme doğumdan itibaren başlıyor çocukların oyun içindeki sosyal hayat içindeki duruşları bize pek çok ipucu veriyor. Sözel olmayan öğrenme güçlükleri nelerdir? Öğrenme güçlüklerinin alt tiplerinden biridir. Öğrenme güçlükleri disleksi, disgrafi, diskalkuli ve sözel olmayan öğrenme güçlüğü olarak 4 alt kategoride adlandırılır. Disleksi okuma becerilerinde yaşanan sorunları, disgrafi yazma becerilerinde yaşanan sorunları, diskalkuli matematik be- Didem Doğan Ökek Sözel olmayan öğrenme problemleri sosyal-motor becerileri kapsıyor. Öz bakım becerileri, oyunu algılama, katılma, akıcılık, sıralama, motor becerilerinde gecikme, kurallara-gruba uyum vb. becerilerde kendini gösteriyor. Öğrenme güçlüğü belirtileri nelerdir? Öğrenme güçlüğü belirtilerini okul öncesi ve okul dönemi olarak ayrıca belirtmek isterim. Ben bir uzman olarak erken tanıya çok önem veriyorum. Keşke ülkemizde okul öncesi eğitim kurumları için bir değerlendirme ölçeği geliştirilerek uygulansa çünkü erken dönemde fark edildiğinde çok başarılı sonuçlar alıyoruz. Okul öncesi belirtileri öncelikle geç konuşma, kavramsal karıştırmalar, kurallara uyma zorlukları, geç algılama vb. Okul döneminde ise daha çok akademik belirtiler okuyamama ya da yanlış okumalar, heceleme, okuduğunu anlama zorlukları, matematikte işlem ve problem hataları, takvim becerileri, arkadaşlık ilişkileri gibi alanlarda kendini gösterebiliyor. Öğrenme güçlüğü tedavisi nedir? Ben bir eğitimci olduğum için tedavi kelimesi bana çok uygun gelmiyor ama yerine kullanabileceğimiz bir kelime bulmakta zorlanıyorum açıkçası. Öğrenme güçlüğünü bir hastalık değil gelişimsel bir sorun olarak algılıyorum. Uygun eğitim desteğiyle, algısal yetenekleri geliştirerek öğrenmeyi kolaylaştırabiliyoruz Öğrenme güçlüğünün tedavisi eğitimdir diyebilir miyiz? Evet diyebiliriz. Öğrenme güçlüğü için bir ilaç yok ancak beraberinde eşlik eden bir dikkat sorunu varsa dikkate yönelik ilaçlar veriliyor. O zaman eğitim-ilaç birlikte yürütülüyor. Öğrenme güçlüğünü açıklayan farklı yaklaşımlar var. Hangi yaklaşımı benimsediğiniz, uyguladığınız eğitim programlarını etkiliyor. Ben öğrenme güçlüğünün nörolojik bir problem olduğunu kabul ediyorum bu yüzden çocukların algılama becerilerinin gelişimine çok önem veriyorum ancak bunların becerilere genellemesinin kendiliğinden olmasını beklemiyorum. İşlevsel hazırladığımız programlarda değerlendirme sonuçlarına göre çocukların güçlü ve zayıf yönlerini belirliyoruz. Desteklemek için beceri ve yetenek öğretimini bir arada uyguluyoruz. Ben çocukların severek yapmadıkları hiçbir şeyi öğrenemeyeceklerini düşünüyorum. Son yıllarda çok popüler olan pozitif pedagoji içinde geçen kafa-kalpbeden yaklaşımı çalışmalarımızı çok iyi açıklıyor. Çocuklara düşünmeyi, severek ve hareket ederek öğretiyoruz. Hızlı başarı deneyimleri kazandırarak özgüvenlerini desteklemeye önem veriyoruz. Aileler çocuklarını ve sorunu iyi tanımalıdır. Onlardan istediğimiz en önemli şey koşulsuz sevgidir. Sorunun farkında olup çocuktan neyi bekleyeceğimizi bilmek, uygun desteği zamanında ve yeteri kadar vermek, çocuğun genel gelişimine katkıda bulunabilmek için gerekli desteği sağlamak önemlidir. Öğrenme güçlüğü gösteren çocukların ailelerine neler önerirsiniz? Bu konuda öğretmenlerin yapabileceği neler olabilir? Çocuk yetiştirmek çok ciddi bir sorumluluk, sadece öğrenme güçlüğü gösteren çocuğu olan aileler için değil her aile çocuk yetiştirirken iyi gözlemci olmak zorunda. Çocuğunun güçlü-zayıf yönlerini tespit etmek, gerekli desteği vermek, gerekiyorsa bir uzmandan yardım almak her ebeveynin görevidir. Öncelikle okulların hizmet içi eğitim seminerleri ile bu konuda öğretmen gelişimine katkı sağlaması gerekiyor. Alanda çalışmalar çok yeni olduğu için öğretmenlerimizin bilgisi ve yapabilecekleri yetersiz kalıyor. Doğru yönlendirme yapmak, özellikle öğrenme güçlüğü gösteren öğrencinin sınıfa uyumunu sağlayabilmek, sosyal kabulünü artırabilmek için çalışmalar düzenlemek, uzman varsa işbirlikçi çalışmak, gözlemlerini uzmanlar ve aile ile paylaşmak, öğrenmeyi kolaylaştırabilmek için ek destek sunma yapabileceklerinden bazıları olabilir. Öncelikle çocuğu sürekli takip eden iyi bir psikiyatra müracaat edilmelidir. Genel tıbbi değerlendirmeler yapıldıktan sonra iş, biz özel eğitimcilere düşüyor iyi bir eğitsel değerlendirme ailenin çocuğunu iyi tanımasına yardımcı olacaktır. Sorunu kabul etme ve bir uzmanla çalışmaya başlama ailenin atacağı en önemli adımdır. Sonrasında uzmanla işbirliği içinde çalışma, çocuğun sosyal kimlik kazanabilmesi için gerekli desteği sağlama, doğru zamanda doğru yardımı verme gibi pek çok sorumluluk aileleri beklemektedir. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 31 kapakkonusu ÇOCUKLAR VE SAĞLIKLI BESLENME Uzm. Dyt. Banu SALMAN Kahvaltıyı Unutma ! İnsan yaşamında yeterli ve dengeli beslenmenin önemli olduğu dönemlerden birisi, çocukluk çağıdır. Çocukluk çağının en önemli dönüm noktası ise okula başlama ve çocuğun okul yaşantısıdır. Bu dönemde beslenmenin yeterli ve vücut gereksinimlerine uygun olması çok önemlidir. Çünkü bu dönem büyüme ve gelişmenin çok önemli olduğu, duygu, düşünce, davranış ve tutumun gelişme çabasının yoğunlaştığı bir süreç olmasının yanı sıra fizyolojik, psikolojik değişme ile sosyal olgunluğa hazırlanma sürecini de içerir. Doğru beslenmenin okul başarısına katkısı ise su götürmez bir gerçektir. Sağlıklı Çocuklar Mutlu Yarınlar !! Büyüyen ve gelişen Vücudumuz için Beslenme .. Sağlıklı, mutlu ve başarılı çocuklar yetiştirmek ister misiniz ? 32 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 Çocukların ve gençlerin büyümek, öğrenmek ve gelişmek için doğru yakıta ihtiyaçları vardır. Peki Doğru yakıt nedir ? Elbette protein, posa, vitamin ve mineraller.. Çok fazla gereksiz kalori içeren yağlar ve şekerler değil .. J Çocuklar ne kadar yeterli, dengeli ve keyifli beslenirlerse, yanlış atıştırmalık ya da yüksek kalorili besinlere ( cips, şekerlemeler, hazır gıdalar) o kadar az ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla çocuklar için en güzel enerji kaynağı ve de beynimizin kullandığı tek yakıt olan karbonhidratlar günlük beslenme modellerinde mutlaka olmalıdır. Karbonhidratların en sağlıklı kaynakları ise tahıllardır. Yani ekmek , makarna, kurubaklagiller, bulgur gibi sağlıklı karbonhidratlar çocukların günlük beslenmelerinde % 50’lik bir kısmı oluşturmalıdır. Yanlış Beslenme Çocuklarda Obezite ve Pek Çok Hastalığı Tetikliyor Çocuklarda yanlış beslenme alışkanlıkları sonucu ortaya çıkan sağlık sorunlarının başında obezite gelmektedir. Obezite, esas olarak yetişkin yaş grubunu ilgilendiren bir sorun gibi görünse de, başlangıcının çoğu kez bebeklik ve adölesan dönemlere uzanması nedeniyle çocukluk yaş grubunu da doğrudan ilgilendirmektedir. Çocukluk çağı obezitesi ilerleyen yaşlarda başta kalp hastalıkları gibi kronik hastalıklarla, hiperlipidemi, hiperinsülinemi, hipertansiyon ve erken ateroskleroz gibi birçok kronik durumla ilişkilidir. Sağlıklı Beslenen Çocuk Okulda Daha Başarılı ! Yapılan çalışmalarda, yetersiz ve dengesiz beslenen öğrencilerin dik- kat sürelerinin kısaldığı, algılamalarının azaldığı, öğrenmede güçlük ve davranış bozuklukları çektikleri, okulda devamsızlık sürelerinin uzadığı ve okul başarılarının düşük olduğu ortaya konmuştur. Aileler çocuklarının yalnızca okul başarılarıyla değil, onların büyüme ve gelişmelerini izleme ve sağlıklı beslenme davranışları geliştirmeleriyle de yakından ilgilenmeli ve kendi beslenme alışkanlıkları ile örnek olmalıdırlar. Çocuklarda Sağlıklı Beslenmeyi Sağlamak İçin Neler Yapılabilir? Özellikle okulöncesi yaşlardaki çocukların sağlıklı beslenme konusunda bilgilendirilmesi, oyun-şarkıetkinlik-el becerisi gibi ilgilerini çekecek araçlarla beslenmelerinde davranış değişiklikleri yaratılması; ebevenylerin bu konuda çocuklarına örnek teşkil edecek davranışlar sergilemesinin sağlanması, çocuk yaşta obezite görülme sıklığını düşüren önemli konular arasında yer alıyor. Okul çağı çocuğun toplum yaşamına ilk kez bilinçli olarak girdiği bir dönemdir. Okul öncesi çağda çocuğun beslenme alışkanlıklarını aile etkilerken, okul çağında arkadaşlar/akran grubu, reklamlar gibi etkenler, okulda beslenme konusunda denetimin olmaması, özellikle annenin çalışmasına bağlı olarak okuldan eve gelince, kendi kendine yiyecek hazırlaması sonucu çocukta yanlış beslenme alışkanlıkları gelişebilmektedir. Bu nedenle çocuğun yeterli ve dengeli beslenebilmesi için çocuğun, ailenin, okul yönetimindeki bireylerin ve öğretmenlerin beslenme konusunda bilinçli ve eğitimli ve işbirliği içerisinde olmaları gerekmektedir. Anne Babalara ve Öğretmenlere Beslenme Eğitimi ! • Öncelikle çocuğun beslenmesin- de birinci derecede görevli olan annelerin ve diğer aile bireylerinin, örgün eğitimin her aşamasındaki çocukların ve onları eğitecek olan öğretmenlerin, beslenme eğitiminden geçmesi ve bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Özellikle öğretmenler, çocukların kahvaltı yapıp yapmadığını sorgulamalı ve sağlıklı beslenme ile ilgili küçük oyun ve aktiviteler düzenlemelidir. Beslenme Alışkanlıklarının Düzenlenmesi: • Çocuklarda beslenme çocuğun yaşına, cinsiyetine, vücut ağırlığına, fiziksel aktivite düzeyine göre düzenlenmelidir • Ara ve ana öğünlerde dengeli besin seçimi sağlanmalıdır SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 33 • Enerjisi yüksek içecekler tercih edilmemeli, ancak sıvı tüketimi arttırılmalıdır. Okulda veya evde dinlenirken ve ders çalışırken açlık hissedildiğinde tüketilen besinlere dikkat edilmelidir. Örneğin, şeker ve şekerli besinler, cips, gazlı içecekler yerine süt, yoğurt, sütlü tatlılar, ekmek arası peynir, taze sıkılmış meyve suları ve kuru meyvelerin tüketiminin tercih edilmesi çocukların sağlıklı beslenmeleri açısından daha yararlıdır. • Hazır gıdalardan uzaklaşılmalıdır olabildiğince • Günlük yağ miktarının ve örüntüsü dengeli düzenlenmelidir • Yeterli sebze ve meyve tüketimi ( 5 porsiyon ) ile günlük posa miktarının eterli miktarda alınmalıdır • Günlük alınması gereken besinle- • Özellikle çocukların ilgisini çeke- cek, enerji değeri yüksek, besin değeri düşük besin maddelerinin reklamları sınırlanmalı veya kaldırılmalıdır. Okul kantinlerinin denetlenmesi • Okul kantinlerinde çocuğun sağlı- ğı ve beslenmesine uygun besinlerin satışı sağlanmalıdır. Beslenme Çantam Kontrol Altında ! Anne ve babalar çocukların beslenme çantası içeriğinin, sağlıklı seçeneklerden oluşmasına dikkat etmelidir.. Beslenme çantasında yer alabilecek sağlıklı yiyecek alternatiflerini sıralayacak olursak; • Her aşamadaki eğitim kurumların- • Sağlıklı sandviçler ( yüksek lifli ekda beslenme servisleri diyetisyen denetiminde olmalıdır. Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığımız tarafından yapılan çalışmalar ve alınan önlemler kapsamında artık okul kantinleri denetlenmektedir. Kahvaltı Olmazsa Olmaz ! mek ile hazırlanmış, peynirli, ton balıklı ve mevsim yeşilliklerinden oluşan.. ) • Süt, yoğurt, ayran, kefir • Meyve, • Ev yapımı kek ya da sağlıklı galetalar Yapılan çalışmalar özellikle çocuklarda kahvaltı alışkanlığının obeziteyi engellediği yönündedir.. • Kuru meyveler ve badem ya da düzenlenmesinde davranış değişikliği yaratılmalıdır Öğrenciler için en önemli öğün kahvaltıdır. Bütün gece süren açlıktan sonra, vücudumuz ve beynimiz güne başlamak için enerjiye gereksinim duymaktadır. Kahvaltı yapılmadığı takdirde, dikkat dağınıklığı, yorgunluk, baş ağrısı ve zihinsel performansta azalma olmaktadır. Bu nedenle, güne yeterli ve dengeli yapılan bir kahvaltı ile başlamak öğrencilerin okul başarısının artmasında son derece önemlidir. Çocukların her sabah düzenli olarak kahvaltı yapma alışkanlığı kazanmalarına özen gösterilmelidir. • Taze ya da kuru meyvelerle yapıl- Yaşam biçiminin değiştirilmesi • Daha aktif bir yaşam tarzının geliştirilmelidir • Uzun süreli televizyon seyretme, bilgisayar kullanımından kaçınılmalı, düzenli spor yapma alışkanlığı kazanılmalıdır. Çocukların gerek okul yönetimi gerekse de ebeveynleri tarafından sevdikleri herhangi bir spor dalı ile ilgilenmeleri teşvik edilmelidir. Dengeli Bir Kahvaltı : • 1 dilim Peynir, • 1 adet haşlanmış yumurta, • Bir bardak taze meyve suyu ( tercihen mümkünse taze meyve), • 1 tatlı kaşığı pekmez • Birkaç dilim tam tahıllı ekmek veya • 1 bardak süt, • 1 meyve • 3-4 yemek kaşığı kadar tam tahıllı kahvaltı gevreği Uzm. Dyt. Banu SALMAN 34 çocuklar için yeterli ve dengeli bir kahvaltı örneğidir. rin sık öğünlerle (5-6 öğün/gün) verilmelidir • Gereksinmeye uygun miktarların Reklamların denetlenmesi SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 • 5-6 adet badem ceviz ile oluşturulmuş atıştırmalık paketler mış sütlü ya da yoğurtlu karışımlar.. • Meyve pestilleri • Havuç ve salatalık çubukları Beslenme çantasının içinde yer alan besinler kadar bu çantanın temizliği de çok önemlidir. Ve çocuğunuz her okuldan geldikten sonra temizlenmeli ve bir sonraki güne hazır edilmelidir. Bilgisayar ve Televizyon Karşısında Geçirilen Zamana Dikkat ! Televizyon ve bilgisayar karşısında geçirilen zaman arttıkça çocukların sağlıksız besin tüketimleri de artmaktadır. Bu nedenle günlük televizyon ve bilgisayar karşısında geçirilecek zaman anne baba tarafından sınırlandırılmalı, bu bir kural haline getirilmeli ve çocukla paylaşılmalıdır. Yapılan çalışmalar çocukların günde 2 saatten daha fazla televizyon ve bilgisayar karşısında vakit geçirmemelerini önermektedir. kapakkonusu BU ÇOCUKLAR HEPİMİZİN… E. Sevi FIRAT Fırat - İzgi Avukatlık Ortaklığı Hepimiz bir zamanlar çocuktuk ve aslında çocuk olmanın dünyadaki en savunmasız olma hali olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, tüm dünyada çocukların özel olarak korunması gerektiği konusunda fikir birliği var. Çocuklar her zaman pozitif ayrımcılığa ilişkin politikaların odağında yer alıyor. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme 10 Aralık 1994’de TBMM tarafından kabul edilmiş ve Bakanlar Kurulu bu kararı 23.12.1994’de, 17, 29 ve 30. maddelerine çekince koyarak (T.C. Anayasası ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan anlaşması hükümlerini göz önünde tutarak) 4058 sayılı yasa ile onaylamış, Yasa 27 Ocak 1995 gün ve 22184 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Türkiye böylelikle “ Çocuk Hakları Sözleşmesi”’ne (ÇHS) taraf olmuştur. ÇHS’ye göre, her birey on sekiz yaşına kadar çocuk olarak kabul edilir. Her çocuk vazgeçilmez haklara sahiptir. Yani çocuk, o hakka, talep etmese de sahiptir. Yaşamak, her çocuğun 36 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 temel hakkıdır ve herkesin ilk görevi çocukların yaşamını korumaktır. Bu temel hakların ve nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin planlamaların ayrıca Anayasa’da yer alan sosyal devlet ilkesi çerçevesinde ele alınması gereklidir. ÇHS uyarınca Devletler, önce çocukların yararını düşünmek zorundadır. Devlet, çocukların bakımından sorumlu olan anne-baba, vasi gibi aile bireylerinin sorumluluklarını yerine getirmeleri için gerekli önlemleri almalıdır. Ayrıca, bu sorumlulukların yerine getirilip getirilmediğini de takip etmelidir. Bu hükümler, devletlerin sosyal güvenlik politikalarında çocukların ve ailelerin hakları ile ilgili destekleyici ve çocukların güvenli ve sağlık bir ortamda yetişmesini sağlayıcı politikalar üretmesini ve yürürlüğe koymasını zorunlu kılar. Bir ülkenin çocukları her boyutu ile geleceğidir. Ekonomik büyüme, akıllı ve çalışkan iş gücü ile mümkün olabilir. Ülkenin uluslararası alandaki kaderi ancak gelecek nesillerinin vatandaşlık bilinci ile donatılmasıyla mümkündür. Bu sadece ailede verilebilecek olan bir yetkinlik değildir. Ya da ailenin tek başına verebileceği… Sistem bir bütün olarak işler ve gelişir. Ülkenizde doğru yetiştirilmiş anne ve babalarınız yok ise doğru yetiştirilmiş bir geleceğinizin de olması mümkün olmaz. Dolayısı ile çocuklar ile ilgili sosyal politikalar, diğer ekonomik ve sosyal ödevlerinin aksaması değerlendirmesi yapılırken, eşitler arasında birincilik verilerek ele alınmalıdır. Türkiye’de çocuk hakları konusunda oldukça geniş bir ilerleme alanı olduğunu söylemek için hukukçu olmaya gerek yok. Biraz farkındalık yeterli… Devletin, bir çocuğun fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel çevreye, sağlık, rehabilitasyon ve eğitim hizmetlerine, bilgiye ve iletişime erişimini, engelli bir çocuğun tüm insan haklarından ve temel özgürlüklerden tam yararlanmasını sağlama hususunda gerekli düzenlemeleri yapma yükümlülüğü vardır. Peki Türkiye’nin ilk bakışta daha sağlıklı geleceğe ulaşmak için atması gereken adımlar neler ve mevzuatımız hukuk devleti ilkesi ile yönetilen Devletimize ne tür ödevler yüklüyor? Çocukların evlendirilmesi ve pedofili hastalığı ile mücadele: Herkesin bildiği gibi hukukumuzda çocuğun evlendirilmesinin çok katı kuralları vardır. Medeni Kanun’un 124. maddesinin ikinci fıkrasına göre “Ancak, hakim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple onaltı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir. Olanak bulundukça karardan önce ana ve baba veya vasi dinlenir.” ÇHS’ye göre de “Kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir” ve olmalıdır. Herhangi bir hakim kararı olmaksızın, kanunlara aykırı olarak, 18 yaşın altındaki çocukların evlendirilmesine aracılık eden kişiler ve evlenen yetişkinler hakkında derhal Türk Ceza Kanunu’nun “Çocuğun Cinsel İstismarı” m.103 ve “Reşit Olmayanla Cinsel İlişki” m.104 hükümlerine dayanılarak işlem yapılması gereklidir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bu konuda kendisine düşen rolü etkin bir şekilde yerine getirmesi ve çocukların evlendirilmesinde rol alan imamların haklarında gerekli idari tedbirleri derhal alması gereklidir. Kadına karşı şiddetin önlenmesi: Sosyal politikalarımızın hala aile birliğini korumak konusunda ciddi eksiklikleri var. Kadına karşı şiddetin her geçen yıl arttığı bir ortamda, çocuklar da bu şiddetten yeterince etkilenerek, sağlıksız bir ortamda büyüyorlar. Annelerini koruyamayan bir toplum çocuklarını da koruyamıyor. Bu nedenle kadına karşı şiddetin önlenmesine ilişkin olarak hükümetin gündeminde olan tüm yasal düzenlemelerin bir an önce hayata geçirilmesi ve uygulamada cezasızlık ile sonuçlanan yargılama süreçlerinin iyileştirilmesi ilk adım olmalıdır. İlköğretimden itibaren kadın erkek eşitliği, ailenin toplumsal değeri ve önemi konusunda öğretimin arttırılması, ailelere yönelik rehberlik hizmetlerinin genişletilmesi, şiddet gören kadının sığınabileceği korunaklı evlerin sayısının yaygınlaştırılması gibi önlemlerin alınması gereklidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2009 yılında Türkiye aleyhine ihlal kararı verdiği Opuz kararı, bir yandan Türkiye’deki ilgili mevzuatı ve uygulamayı değerlendirme, diğer yandan da kadına karşı aile içi şiddetin hukukî açıdan değerlendirilmesi açısından çok değerli bir karardır. Bu karar ayrıca, kadına karşı şiddetin önlenmesi konusunda devletlerin sorumluluğu bakımından yeni ölçütler getirmesi nedeniyle önem taşımaktadır. Bakanlığı’nın kaynakları bedenen ve ruhen zarar gören çocukların rehabilitasyonu için tedavi olanaklarının geliştirilmesi, başvuru noktalarının yaygınlaştırılması ve gerekli bakım evlerini kurabilmesi için arttırılmalıdır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Etkinliğinin arttırılması: Bu konu yakın tarihli bir Ombudsman Kurumu’na yapılan başvuruya da konu oldu ve Ombudsman tarafından Başbakanlığa gönderilen tavsiye kararında da engelli çocukların daha etkin ve yeterli eğitim alabilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılması gerekli olduğu doğrultusunda görüş bildirmiştir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı etkin hale getirilmelidir. Şiddet mağduru olan ve yakınını aile içi şiddet nedeni ile yitirmiş olan kişilerin, bu şiddetin önlenmesi ve giderilmesi için yeterince önlem almayan devletten tazminat talep etmek haklarının olduğu göz ardı edilmemelidir. Dolayısı ile yapılacak olan yatırımın maliyeti hesaplanarak kaynak değerlendirmesi yapılırken, mağdurların açabileceği tazminat davalarının devletin bütçesine etkisi de dikkate alınmalıdır. Teorik olarak, devletten koruma talep etmiş olmasına rağmen bu korumayı etkin bir şekilde alamadığı için mağdur kişi ve mirasçılarının hizmetin kötü yürütümü nedeni ile devlete karşı tam yargı davası açması mümkündür. Opuz kararı ile de bu teyit edilmiştir. Örneğin Opuz kararında, yargılama süresince edinilen raporlardan hareketle kadınların başvurduğu polislerin meseleyi aile içi mesele olarak gördükleri ve kadınlara bu yönde telkinde bulunarak kimi zaman hiç müdahale etmedikleri ve benzer şekilde yargının da kadına yönelik şiddette ayrımcı pasif tutum sergilediği, Ailenin Korunması Hakkında Kanun’un uygulanmasında önemli sorunlar yaşandığı da vurgulanmıştır. 1 ÇHS uyarınca kötü davranışlara, ihmale ya da tutukluluğa maruz kalan çocuklara yeniden topluma kazandırılmaları için gerekli özen gösterilmelidir. Aile ve Sosyal Politikalar 1 Sever, Çiğdem, “Kadına Karşı Eviçi Şiddette Devletin Sorumluluğu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Opuz v. Türkiye Kararı” http://law.atilim.edu.tr/ shares/personel/413/kad%C4%B1na%20 kar%C5%9F%C4%B1%20%C5%9Fiddet %20makale.PDF Engelli Çocuk Haklarının Gerçekleştirilmesi: Engelli çocuklarımız yeterince eğitim desteği de alamıyor. Hukukumuzda engelli çocuğu olan ailelerin faydalanabileceği bazı destekler ve iş hukuku uygulamalarına dair düzenlemeler bulunmakla beraber (izin hakları, tayin hakları, nöbetten istisna tutulma hakkı, anneler için erken emeklilik hakkı, gibi..) bu düzenlemelerin aile birliğinin temeli olan anne ve babanın Medeni Kanun uyarınca eşit olması da dikkate alınarak, babaların da kullanabileceği şekilde geliştirilmesi, ekonomik desteklerin geliştirilmesi önemlidir. Evde bakım hizmetleri konusunda çok ciddi ilerleme kaydetmiş olan Sağlık Bakanlığının takdire layık olan bu çalışmaları, Milli Eğitim Bakanlığı ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın işbirliği ile engelli çocukların eğitim ve öğretim süreçlerini destekleyecek şekilde hem toplumun parçası olarak hem de o topluma daha hızlı ayak uydurabilmek için evde de destek alabilecekleri şekilde geliştirilmesi ile ilgili çalışmaların yapılması önemli bir ilerleme sağlayacaktır. Çocuklarımız geleceğimiz, varlığımızın yansıması ve teminatıdır. Çocuklarımız hepimizin korumasına ve bireysel çabaları ile desteklenmeye muhtaçtır. Tüm paydaşların en önemli önceliği ÇHS’nin en etkin şekilde hayata geçirilmesi için gerekli adımların atılmasında işbirliği ve özverili çalışmalar olmalıdır. Bu bireylerin, vatandaşların ve devletin birincil ödevidir. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 37 kapakkonusu ÇOCUĞUNUZDAKİ BÜYÜME GERİLİĞİNİN NEDENİ BÖBREKLERİNDEKİ SORUN OLABİLİR Prof. Dr. Tarkan SOYGÜR Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ürolojisi Bilim Dalı Öğretim Üyesi Böbrek yetmezliği, böbreklerin görevlerini tam olarak yerine getirememesi sonucu gelişir. Bunun en açık göstergesi hastanın kanında üre ve kreatinin gibi bazı zararlı maddelerin artmasıdır. Böbrek yetmezliği karşımıza iki şekilde çıkabilir: • Aniden başlayabilir (Akut böbrek yetmezliği): Saatler veya günler içinde çok hızlı ortaya çıkar. Böbrekte oluşan hasar genellikle eski haline döner. Diyaliz , yalnızca böbreklerin çalışmadığı zamanlarda gerekli olabilir. • Yıllar içerisinde sessizce gelişebilir (Kronik böbrek yetmezliği): Böbrekleri yavaş yavaş bozan ilerleyici bir hastalıktır. Bu durum yıllar boyu sürebilir. Hastalık çok ilerleyene kadar belirtileri görülmeyebilir. Her iki durumda da böbrekler zararlı maddeleri dışarı atamadıkları için artık maddeler kanda birikerek birçok doku, organ ve sistemi etkilerler. Kronik Böbrek Yetmezliğinin Bazı Nedenleri • Böbreğin süzme görevi yapan bölümlerinde iltihap ve harabiyet • Böbreğin bazı bölümlerinin iltihabı • Böbreklere giden bazı damarların hasarı sonucu kan akımının azalması • Şeker hastalığı • Yüksek tansiyon • Böbrek kistleri Böbrek Hastalıklarının Belirtileri • Bulantı-kusma 38 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 • Halsizlik • İştahsızlık • İnatçı kaşıntılar • Çok su içme • Günlük idrar miktarında azalma veya aşırı miktarda idrar yapma • Cildin sarımsı-kahverengi renk alması • Çabuk yorulma • Çarpıntı • Nefes darlığı • İşitme güçlüğü • Ani ve sürekli kan basıncı (tansiyon) yükselmeleri • Göz çıkar. Bunlardan en önemlisi potasyumdur. Kan potasyumu normalin çok üzerine çıkarsa hayati tehlike belirir. Bu aşamaya gelen hastaların böbreklerine başka tedavi yöntemleri ile yardım etmek gerekir. Kronik böbrek yetersizliği önceden çok sık olarak ölüme yol açmaktaydı. Ancak , günümüzde çok etkin bir şekilde tedavi edilmektedir. Bu nedenle, son dönem böbrek yetmezliğinden korkmamak ama bu hastalığa karşı bilinçli olmak gerekir. Son dönem böbrek yetersizliği ortaya çıktığında sadece ilaç kullanarak hastayı tedavi etmek mümkün olmaz. Burada böbreğin görevlerini üstlenecek başka tedavi yöntemleri gereklidir. Bu yöntemler başlıca 2 tanedir : kapaklarında ve ayaklarda daha belirgin olmak üzere tüm vücutta su birikmesi (ödem) • Diyaliz • Böbrek nakli saldırganlık tir. Böbrek nakli de iki ayrı tür vericiden yapılabilir : • Sık idrara çıkma Diyaliz iki şekilde uygulanabilir : • Ağrılı idrar yapma • Hemodiyaliz (makine diyalizi) • Kanlı idrar • Periton diyalizi (karın diyalizi) • Bulanık idrar nakli, hastaya başka bir kişi• Gece birden fazla idrara kalkma Böbrek den alınan yeni bir böbreği takarak • Kişilik değişiklikleri ile başlayan vücuttaki zararlı artıkları temizlemek• Bilinç bulanıklığı ve komaya kadar uzanan uyanıklık ve davranış değişiklikleri • Havale (nöbet) geçirme • Özellikle çocuklarda gece idrar ka- • Canlı vericiden • Kadavradan (yeni ölmüş bir kimseden) çırmaları ve gelişme gerilikleri Bu belirtiler başka birçok hastalıkta da görülebileceğinden hangi hastalıktan kaynaklandığının hekim tarafından belirlenmesi gerekir. Böbrek Yetmezliğinin Tedavisi Böbrek yetersizliği çok ilerlerse son dönem böbrek yetersizliği ortaya çıkar. Böbrekler kanı temizleme görevini hiçbir şekilde yapamaz. Kandaki zararlı atıkların düzeyi yükselir. Ayrıca, kan tuzları normal sınırların dışına Prof. Dr. Tarkan SOYGÜR Hemodiyaliz Bir makine aracılığı ile hastanın kanının özel bir filtreden süzdürüldüğü ve içindeki zararlı maddelerin temizlendiği ve temizlenen kanın hastaya geri verildiği bir tedavi şeklidir. Bu amaca uygun olarak süzgeç görevi yapacak yapay özel filtreler üretilmiştir. Bu filtrelerin diyaliz makinelerine takılması, kanın bir pompa ile hastadan çekilerek bu zardan süzdürülmesi ile hemodiyaliz gerçekleştirilir. Bu süzme işlemi sırasında filtrenin bir ucundan hastanın kanı girer. Bu kandaki üre, kreatinin gibi zararlı maddeler, potasyum adı verilen ve fazlası vücuda zararlı olan bir tuz ile diğer zararlı maddeler dışarı alınır. Filtrenin diğer ucundan temizlenmiş olarak çıkan kan ise vücuda geri döndürülür. Hemodiyaliz sırasında vücutta fazladan birikmiş suyun çekilmesi ile tansiyon yüksekliği de daha kolay kontrol edilir. Periton (Karın) Diyalizi Kanı zararlı artıklardan temizlemek için her zaman yapay filtreler gerekmez. Bu amaçla insanın kendi karın zarı da filtre yerine kullanılabilir. İnsanın kendi karın zarı olan peritonun kullanıldığı diyaliz şekline periton diyalizi (karın diyalizi) adı verilir. Böbrek Hastalarında Beslenme Proteinler: Büyüme ve gelişmenin sağlanması dokuların onarımı ve vücut savunması için en önemli olan besin türüdür. En önemli protein kaynakları yumurta, süt, peynir, diğer hayvansal gıdalar ve kuru baklagillerdir. Proteinler vücutta değişik görevler için kullanıldıktan sonra yıkılır ve bunun sonucu protein yıkım ürünü olan üre,ürik asit, kreatinin gibi vücut için zararlı maddeler açığa çıkar ve sağlıklı kişilerde böbrek tarafından idrarla dışarı atılır. Böbrek yetersizliğinde söz konusu maddeler dışarı atılamaz ve buna bağlı hastalık belirtileri (halsizlik, iştahsızlık, bulantı, kusma, ağızda kötü koku) ortaya çıkar. Böbrek yetmezliği hastalarında protein alınımın kısıtlanması ile bu zehirli maddelerin üretimi de azaltılmış olur. Bu amaçla kilogram başına 0.5-0.6 gr/gün (genellikle 40 gr) hayvansal kaynaklı protein içeren diyet önerilmektedir. Sağlıklı bir erişkinin günde alması gerekli protein miktarı yaklaşık kg. başına 1 gramdır (örneğin 70 kg olan bir kişi için 70 gr). Bazı hastalar kan üre değerlerini iyice düşürebilme amacı ile diyetlerinde proteini tamamen keserler. Bu yanlıştır çünkü vücudun proteine mutlaka ihtiyacı vardır. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 39 Karbonhidratlar: Tüketilen enerjinin %55 ile %70’i üremik hastalarda karbonhidratlardan karşılanır. Türk mutfağında bu tür yiyecekler (ekmek, makarna, yufka, pasta, börek, pilav vb.) genellikle çok tüketildiği için gerekli kalori rahatlıkla sağlanır. Karbonhidratların ve yağların yakılması ile üre ve vb. zararlı maddeler meydana gelmez.Karbonhidratların kısıtlanması şeker hastalğı olan hastalarda önerilir. Yağlar: Yoğun şekilde enerji sağlayan maddelerdir. Günlük kullanımda yağ dediğimiz zaman tereyağı, margarin, bitkisel yağlar ve çeşitli etlerde bulunan yağlar anlaşılır. Yağ alınmasının temel amacı vücuda enerji sağlamaktır. Alınan kalorinin %20-40’ı yağlardan sağlanır. Ayrıca A, D, E ve K vitaminleri gibi yağda eriyen vitaminler de bu besinler ile birlikte emilir. Yağların kendi içinde alt grupları vardır. Kolesterol çok önemli görevleri olan bir yağ türüdür. Bir bölümü karaciğerde yapılır, kalan bölümü ise besinlerle alınır.Kanda belirli miktarı aşınca (200 mg/dL ve üzeri) damar sertliğine (ateroskleroz) ve buna bağlı olarak da kalp krizi ve inmelere neden olabilir. Böbrek yetmezliği olan hastalarda ise hastalığın daha da hızlı ilerlemesine neden olabilir. Bu nedenle bu hastaların diyetlerindeki kolestorol miktarı kısıtlanmalıdır. Bu hastalara özellikle 40 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 zeytin, mısır, ayçiçek gibi bitkisel sıvı yağlar kullanmaları öneerilir çünkü kolestorol sadece hayvansal kaynaklı besinlerde bulunur Su: Böbrek yetersizliği cok fazla ilerleyinceye kadar genellikle hastalar içtikleri su ile orantılı miktarda idrar çıkarırlar. Böbrek yetersizliği henüz başladığı erken dönemlerde kanda üre ve diğer zararlı maddelerin çok yükselmemesi için alınacak en iyi önlem fazla miktarda su içmektir. Ancak böbrek yetmezliğinin son dönemlerinde idrar miktarı iyice azalır ve su içmekle idrar miktarı artmaz. Fazla suyun vücutta kalması tansiyon yüksekliği, kalp yetmezliği ve nefes darlığına yol açar. Bu nedenle bir gün önce çıkarılan idrar miktarına 500 ml (3 su bardağı) kadar su eklenirse alınması gerekli su miktarı bulunur. Bu dönemde hastanın her gün tartılması şarttır.Alınan günlük su miktarı hesaplanırken içilen çay, ayran, çorba vb. eklenmesi de unutulmamalıdır. Tuz: Böbrek yetersizliğinde vücuda alınan tuzun atılması azalır ve vücutta birikir. Fazla miktarda tuz tansiyonu yükseltir ve vücutta su birikmesine ve kalp yetmezliğine yol açar. Günlük tuz alımı 2-3 g. olmalıdır. Diyet tuzları böbrek hastalarında çok tehlikeli olabilir. Potasyum: Tuza benzeyen kan ve dokularda bulunan bir maddedir. Kasların ve kalbin kasılmasında çok önemli rol oynar. Böbrek yetersizliğinde potasyum vücuttan uzaklaştırılamaz ve bunun sonucunda kan potasyumunda yükselme ortaya çıkar. Bu çok tehlikeli bir durumdur ve ani kalp durmasına neden olabilir. Potasyum en çok kurutulmuş meyve ve sebzeler (üzüm, incir, bamya), taze meyve (muz, üzüm, erik vb.) ve tüm sebzelerde bulunur. Bu yüzden yemeklerde kullanılan tüm sebzelerin önce haşlanması ve bu suyun atılması önerilmektedir. Böbrek hastalarına her zaman potasyumdan kısıtlı diyet önerilmektedir. Kalsiyum ve fosfor: Kalsiyum ve fosfor dengesi de böbrek yetmezliğinde bozulmuştur ve buna bağlı olarak da kemiklerde zayıflık ortaya çıkmaktadır. Kan fosfor düzeylerinde yükselme ve kalsiyum düzeylerinde azalma görülmektedir. Yalnız diyet önerileri ile bunları dengede tutmak mümkün olmamaktadır çünkü kalsiyumdan zengin gıdalarda fosfor miktarı da fazladır. Bu nedenle mutlaka doktor tarafından önerilen fosfor bağlayıcı ve kalsiyumu yükselten ilaçların kullanılması gerekmektedir. Fosfor ve kalsiyum bakımından zengin besinler tüm süt ürünleri ve balıklardır. Hastanelerinizin daha etkin yönetimi ve verimliliği için... kapakkonusu SINAV KAYGISI Prof. Dr. Elvan İŞERİ Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Sınav kaygısı nedir? Kaygı, duygusal ya da fiziksel olarak baskı yaratan bir uyaranla karşı karşıya kalındığında yaşanan bir uyarılmışlık durumudur. Normal düzeyde hissedilen kaygı belli bir konuda istek duyma, karar alma ve alınan kararlar doğrultusunda harekete geçmek için yararlıdır. Sınav kaygısı bir sınav öncesinde, sırasında ya da sonrasındaki strese bağlı olarak ortaya çıkan fizyolojik ve duygusal tepkiler olarak tanımlanabilir. Sınav öncesinde edinilen bilgilerin sınavda kullanılmasını olumsuz etkileyen ve başarı düşüklüğü ile sonuçlanan yoğun kaygıdır. Hemen hemen herkes bu kaygıyı bir miktar hisseder hatta belirli düzeyde yaşanan bu tür duygular kişiyi motive eder. Ancak bazı gençlerde bu kaygı düzeyi öylesine yükselebilir ki sınav öncesi çalışma temposunu, sınavda da sınav performansını olumsuz etkileyerek başarıyı düşürebilir. Amaç kaygıyı tamamen ortadan kaldırmak değildir. Ancak yaşanan aşırı kaygının kontrolü ve baş edilebilmesi önemlidir. Hiç kaygı yaşanmazsa, istek duyulmayacağı için yapılacak iş için yeterince enerji harcanmaz. Yoğun kaygı ise kişinin potansiyelini değerlendirmesini engeller. 42 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 Sınav kaygısının temelde iki bileşeni vardır. Kalp çarpıntısı, nefes darlığı, göğüste sıkışma hissi, terleme, titreme, bulantı, karın ağrısı, baş dönmesi, bayılma gibi bedensel belirtiler ile korku, endişe, huzursuzluk, hayal kırıklığı, ümitsizlik, kontrolü kaybetme hissi gibi duygusal belirtilerdir. Sınav kaygısı yüksek olan kişilerin çalışmaya daha çok zaman ayırdıkları gösterilmiş. Demek ki, düşük performansın nedeni yetersiz çalışma değil aşırı kaygıdır. Çünkü sınav kaygısında en önemli sorunlardan biri sınav öncesi öğrenilenleri sınavda kullanamamaktır. Sınav performansını hangisi daha olumsuz etkiler? Sınav kaygısı kontrol edilebilir mi? a) Endişe, olumsuz beklentiler b) Bedensel belirtiler, fiziksel uyarılma Doğru yanıt “a”. Bu iki bileşenden ikincisi yani duygusal boyutu çok daha olumsuz sonuçlara yol açabilir. Endişe nedeniyle dikkat sınav sorularının dışına kayar. Dikkat, sorular ve sınav performansına ilişkin yorum ve değerlendirmeler arasında bölünür. Kaygı düzeyi normal olan kişiler sınavı bilgi düzeyinin ölçüleceği bir fırsat olarak görürken, aşırı kaygılı kişiler sınavı bir tehdit olarak algılar. Sınav kaygısını pekiştiren en önemli etken kişinin olumsuz düşünceleridir. “Başarılı olamayacağım”, “herkes benden daha iyi”, “bir yılım boşa gidecek, mahvoldum”, “ailemin yüzüne nasıl bakacağım”, “sınavım berbat geçecek” “sınavda bildiklerimi de unutabilirim” gibi olumsuz düşünceler zihinde birbirleriyle yarışırken kişinin kaygı düzeyi iyice yükselir, dikkat ve konsantrasyonu olumsuz etkilenir, dolayısıyla sınav başarısı düşebilir. Öğrencilerin kendine-güven ve kendini-kabul düzeylerini etkiler. Amacımız çocuk ve gençlerdeki kaygıyı tümüyle ortadan kaldırmak değil, kaygıya yenik düşmeden onu belli bir düzeyde tutarak yararlarına kullanmalarına yardımcı olmak. Sınav kaygısıyla başa çıkarken, öncellikle engelleyebileceğimiz “çalışmaları erteleme”, “yetersiz çalışma”, “dengesiz beslenme ve uyku”, “olumsuz ve abartılı düşünceler” gibi kaygıyı arttıran etmenlerin üzerine gidilmeli. Sınav kaygısı ile baş etmede kilit nokta olumsuz düşünceleri ve iç konuşmaları durdurabilmektir. Sınav ile ilgili zihninizden geçen bu iç konuşmalar sırasında yakaladığınız olumsuz, gerçek dışı beklenti ve yorumların farkına varmak ve yeniden yapılandırmak sınav kaygısının azalmasında etkili olacaktır. “Sınavım berbat geçecek, başaramayacağım” gibi olumsuz düşüncelerin yerine “elimden geleni yaptım, eme- ğimin karşılığını alacağım” gibi olumlu düşüncelerin geçmesi rahatlama sağlayacaktır. Başarılı olmanın temelinde kişinin kendi potansiyelini doğru değerlendirmesi yatar. Nelerin eksik olduğuna ve neyi, ne kadar öğrenmeniz gerektiğine ancak gerçekçi bir değerlendirme sonucunda karar verebilirsiniz. Sınavlara planlı hazırlanmak, beklentileri gerçekçi tutmak, endişelerle uğraşarak harcanacak zamanı işlevsel geçen çalışmalara yönlendirmek, erteleme yapmamak performansı artıracaktır. Kaygının yol açtığı duygusal sıkıntılar olumsuz düşüncelerin kontrolü ile azalırken bir uzmandan yardım alarak öğrenebilebilecek gevşeme eg- zersizleri ile de bedensel rahatlama sağlanır. Kaygıyı tanımak onunla baş etmede önemli bir basamaktır. Kaygının duygusal ve fizyolojik olarak sizi nasıl etkileyebileceğini bilirseniz onu kontrol edebilme gücünüz artacaktır. Bedensel belirtilerin yoğun yaşandığı gençlerde ilaç tedavisi ile bu belirtilerin en aza indirilmesi olasıdır. Aslında kaygı yaratan sınav değil sınava yüklenen anlamdır. Sonucun istedikleri gibi olmaması durumunda dünyanın sonu gelecekmiş gibi sınava abartılı bir değer yüklenmesi çoğu kez ailenin beklentileri ile de yakından ilişkilidir. Kaygı bulaşıcı bir duygudur ve sınav öncesi tüm aile bireyleri bundan nasibini alır. O nedenle kaygıyla baş etmek de tüm ailenin rol oynayacağı bir ekip işidir. Ailelere Öneriler: • Kaygı ve duyguları onunla paylaşılmalı Prof. Dr. Elvan İŞERİ • Evde olağanüstü bir durum varmış gibi davranılmamalı • Kıyaslama ve karşılaştırma yapılmamalı • Sınav sonucuyla ilgili beklentiler üzerinde çok durulmamalı • Ailenin sınav sonucuyla ilgili kaygıları varsa öncelikle kendileri bu kaygıyla başa çıkmalılar • Olduğu gibi kabul edilmeli ve onun ne istediği üzerinde durulmalı • “en kötü ne olabilir?”…’e benzer yaklaşımlar işe yarayabilir • Kaygıları küçümsenmemeli • Her soru ve sorununa cevap bul- mak şart değil; dinlemek, paylaşmasını sağlamaya çalışmak bile yeterli. •Sınavlar hayatta mutlu, başarılı olmaya giden yollardan sadece biridir. Bunu çocuklarıma hatırlatalım. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 43 THSK KANSER DAİRE BAŞKANLIĞI VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER Doç. Dr. Murat GÜLTEKİN Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Kanser Daire Başkanı ESGO- European Society of Gynecologic Oncology ESGO (Europian Society of Gynecologic Oncology); 1983 yılında İtalya’da kadın kanserleri ile ilgili faaliyet göstermek üzere kurulmuştur. Jinekolojik Onkoloji alanında Avrupa ölçeğinde önemli çalışmalar yürüten bir dernektir. Derneğin Yönetim Kurulu 44 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 Üyesi olan THSK Kanser Daire Başkanı Doç. Dr. Murat Gültekin aynı zamanda bu dernek bünyesinde faaliyet gösteren ENYGO (European Network of Young Gynaecological Oncologists) isimli genç jinekolojik onkologları bir araya getiren derneğin Kurucu Başkanıdır. ENYGO özellikle genç onkologların eğitimlerinin kalitesinin yükseltilmesi yönünde çalışmalarına devam etmekte ve gelecek yıllarda liderlik yapacak olan genç nesillerin birbiri ile tanışarak ortak çalışmalara imza atmalarını sağlamaktadır. Karşılıklı yürütülen çalışmaların Dernek platformunda gerçekleştirilmesine katkı verilmektedir. İlk olarak 2009 yılında editörlüğü ülkemizce yapılan ve Avrupa’da geniş yankı yaratan ders kitabı olan Textbook of Gynaecological Oncology’nin, 2015 yılı için 3. Baskısının da ülkemizin önderliğinde yapılması planlanmaktadır. Ayrıca yine Doç. Dr. Murat Gültekin tarafınca Avrupa genelinde vatandaşların kanser tarama programlarına olan ilgisinin arttırılması, kanserin önlenebilir bir hastalık olduğunun vurgulanması, bu konuda esas teşkil edecek algoritmaların geliştirilmesi, farkındalık ve eğitim faaliyetleri yürütmesi açısından ENPIGO (European Network of Prevention in Gynaecological Cancers) - Avrupa Ji- nekolojik Kanserler Önleme Ağı isimli bir platform kurulması teklifi yönetim kurulunca kabul edilmiş ve Daire Başkanımızın önümüzdeki 2 yıl boyunca konunun dünyaca ünlü isimleri ile birlikte ENPIGO’nun başkanlığını yürütmesine karar verilmiştir. IARC- International Agency for Research on Cancer Dünyada kanser araştırmalarını yürüten en büyük ve önemli ajans olma niteliğini taşıyan IARC dünya genelinde pek çok kanser araştırması yürütmekte ve kanserojen maddelere yönelik raporlar hazırlamaktadır. Ayrıca dünya genelinde önemli genetik ve beslenme (EPIC) çalışmalarını yürütmektedir. Kanser Daire Başkanı daire başkanlığımız IARC’ın bilimsel kurulunda yer almakta olup, 2016 yılı itibari ile yönetim kurulu temsilciliği yapacaktır. IARC tarafından bu yıl yayınlanacak olan Dünya’da Kanser Kontrolü kitabında Türkiye’de Kanser Kontrol programıyla yer almıştır. İzmir Kanser Kayıt Merkezi’ni DSÖIARC tarafından bölgesel eğitim merkezi seçmiştir ve bölgedeki ülkelerden yabancı uzmanlar İzmir’de kanser kayıt eğitimi almaya başlamıştır. BSC (Karadeniz Ülkeleri Meme ve Serviks Kanseri Önleme Koalisyonu) Karadeniz Ülkeleri Meme ve Serviks Kanseri Önleme Koalisyonu 2011 yılında Gürcistan first lady’si sayın Sandra Roelofs önderliğinde kurulmuştur. Ermenistan, Azerbeycan, Bulgaristan, Gürcistan, Moldova, Romanya Türkiye ve Ukrayna Ülkelerinin Sağlık Bakanlığı yetkilileri, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu bölgesel liderleri ve Avrupa Serviks Kanseri Birliği(ECCA)’nın başkanının yer aldığı koalisyonun başkanlık görevini bu yıl bakanlığımız devir almış olup önümüzdeki 2 yıl için bu görevi bakanlığımızı temsilen Kanser Daire Başkanlığımız yürütecektir. MECC- Middle East Cancer Contortium MECC (Middle East Cancer Concorti- um) 1996 yılında ABD Kanser Enstitüsü önceliğinde kurulmuş, Ortadoğu Bölgesinde Sağlık Bakanlığı Yetkililerince oluşturulan bir yönetim kurulunca idame edilen bir resmi STK’dir. Özellikle kanser kayıtçılığı ve palyatif bakım konusunda bölge ülkelerinde uluslararası eğitimler vermektedir. ABD Kanser Enstitüsü ile son 1 yıldır yürütülen görüşmelerde MECC merkezinin Hacettepe Üniversitesi’ne alınması kararlaştırılmış olup süreç henüz tamamlanmamıştır. Sürecin tamamlanması durumunda başkanlık görevi Kanser Daire Başkanlığı ve Üniversite ortaklığında yürütmesi planlanmaktadır. MECC başkanlığında Ortadoğu ülkeleri ile yürütülecek ortak uluslararası çalışmaların planlanması, Ortadoğu ülkelerinin kanser karnesinin tutulması, palyatif bakım ve kayıtçılık eğitimleri başta olmak üzere uluslararası eğitimlerin düzenlenmesi planlanmaktadır. da düzenlenmiştir. Sağlık Bakanlığı olarak toplantıya ilk resmi katılım 2013 yılında gerçekleştirilmiştir. Söz konusu toplantılarda uluslararası devlet politikalarının ve yeni bilimsel verilerin bir arada değerlendirilmesi imkanı doğmakta, güncel gelişmeler bu ortak platform aracılığıyla takip edilebilir olmaktadır. APOCP- Asya Pasifik Ülkeleri Kanser Önleme Organizasyonu ICNIRP (İnternational Commission on Non-Ionizing Radiation Protection), haberleşmede kullanılan noniyonizan radyasyona karşı insanları ve çevreyi korumayı hedefleyen ve bu hedeflerine ulaşabilmek amacıyla uluslararası çok sayıda konu ile ilgili uzman bilim adamıyla çalışarak bilimsel kanıtlara dayalı kılavuzlar hazırlamakta ve yayınlamaktadır. Bu kılavuzlarda non-iyonizan radyasyonun standart-güvenli değerleri yer almakta ve günümüze dek yapılmış bilimsel çalışmalar sunulmaktadır. ICNIRP çalışmalarını Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ile birlikte yürütmektedir. Ayrıca bilimsel veriler ve noniyonizan radyasyon konusunda mevcut tüm güncel araştırmalar ICNIRP önderliğinde düzenlenen uluslararası katılımlı eğitim ve sempozyumlarla da tüm dünya ile paylaşılmaktadır. Asya Pasifik Ülkeleri Kanser Önleme Organizasyonu (APOCP) 2000 yılında Asya Pasifik Ülkeleri arasında kanser önleyici aktiviteleri geliştirmek ve diğer kanser konularında uluslararası ortak çalışmalar yürütmek amacıyla kurulmuş tarafsız bir kuruluştur. Bu organizasyonun ana hedefleri arasında uzman araştırmacılara uluslararası çalışma yürütebilmeleri için olanak sağlamak ve yapılan çalışmaların sonucunu ortak bir platformda paylaşmak yer almaktadır. APOCP tarafından Yayınlanan Uluslararası derginin editörlüğü THSK Kanser Daire Başkanlığınca yürütülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü Elektromanyetik Alanlar Projesi Mayıs 1996 tarihinde Üye Ülkelerin talepleri doğrultusunda Dünya Sağlık Örgütü tarafından “Uluslararası Elektromanyetik Alanlar Projesi” oluşturulmuştur. Projede ülkelerin hükümetleri ile uluslararası bağımsız araştırma ajansları (ICNIRP, ITU, IEC) birlikte çalışmalar yürütmektedir. Projede ülkemizin de dahil olduğu 50 ülke yer almakta olup yıllık düzenlenen toplantılarının ilki 2012 yılın- Elektromanyetik Alanlar ve Sağlık Etkileri Çalıştayı Mayıs’ta İstanbul’da Son yıllarda giderek artan internet ve diğer mobil teknolojilerin kullanımı beraberinde bu teknolojilerin olası sağlık etkilerine dair kamuoyu ve bilimsel ortamlarda ortaya çıkan tartışmaları getirmiştir. Bu konu dünya basınında olduğu gibi ülkemiz basınında da sık sık yer almakta ve bu açıdan ortaya çıkan tartışma ve endişeler bilimsel veriler göz önüne alınmayarak sürdürülmekte ve güncelliğini korumaktadır. Sağlık Bakanlığı Kanser Daire Başkanlığı, Dünya Sağlık Örgütü ile birlikte bu konuda lider bilimsel kuruluş olan ICNIRP ile birlikte 26-28 Mayıs 2015 tarihleri arasında İstanbul’da “Elektromanyetik Alanların Isıl etkileri” Çalıştayı’na ev sahipliği yaparak, hem bu konudaki yeni bilimsel verileri ortak bir platformda tartışma imkanı oluşturmayı hem de birinci ağızdan halkımızı bilgilendirmeyi hedefledi. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 45 SAĞLIKTA BİREYSEL VE KURUMSAL İLETİŞİM DAVRANIŞLARINDA ÖNE ÇIKANLAR Doç.Dr. Elgiz YILMAZ Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Kişilerarası İletişim Fakültesi Anabilim Dalı Başkanı Sağlık iletişimi; kişilerin hastalık ve sağlık hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamak, genel sağlık düzeyini artırmak, hastayı tedavi süreci hakkında karar verici mekanizma olarak bilgilendirmek gibi amaçlar doğrultusunda stratejik iletişimin sağlık alanında kullanılması olarak tanımlanabilir. Disiplinler arası bir kavram olan sağlık iletişimi, kişilerarası iletişim perspektifinden doktor, hasta ve sağlık çalışanları arasındaki ilişkiyi incelemektedir. İçinde bulunduğumuz bilgi çağı sağlık iletişiminin boyutlarını da değiştirmiştir. Yeni iletişim teknolojilerinin bilgiye erişimi kolaylaştırması sayesinde hastalar, kendi sağlık durumlarıyla ilgili tıbbi tanı ve tedavi sürecinde artık daha aktif ve katılımcı olmak iste m e k te dirler. Bu talep, hastaların çeşitli kanallardan güvenilir sağlık bilgisini nasıl edineceklerini öğrenmeleri gerekliliğini de beraberinde getirmektedir. Öte yandan, geçmiş yıllara kıyasla tıp alanında daha hızlı güncellenen bilginin sağlık profesyonellerine iletilme biçimleri de değişmiştir. Günümüzde dünyada ve ülkemizde sağlık politikalarını da etkileyen sağlık alanındaki değişim ve gelişmeler sağlığın ana aktörleri hasta, doktor ve sağlık çalışanlarının yanı sıra sağ- 46 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 lık kuruluşlarını da etkilemektedir. Sağlık kuruluşları yapı itibari ile karmaşık oldukları gibi doktor, hemşire, yardımcı sağlık personeli, hasta, hasta yakını, idari kadro dahil olmak üzere iletişim kurması gereken hedef kitleleri itibariyle de karmaşıktır Sağlık kuruluşlarının biçimsel yapıları iletişim modeli tercihlerini de etkilemektedir. Kurumlarda iletişim; kişisel, kişilerarası ve gruplar arası iletişim boyutlarının yanı sıra örgütün dış çevre ile olan iletişimini de içerir. Sağlık kuruluşları yapı ile karmaşık oldukları gibi doktor, hemşire, yardımcı sağlık personeli, hasta, hasta yakını, idari kadro dahil olmak üzere iletişim kurması gereken hedef kitleleri itibariyle de karmaşıktır (Nussbaum&Fisher, 2009). Kurumun biçimsel yapısı, önceden belirlenmiş resmi kural ve düzenlemelere göre işleyen bir biçimsel iletişim sisteminin ortaya çık- masına yol açar (Gürgen, 1997: 64). Bu yapı içinde her bireyin diğerlerininkinden az-çok farklı biçimsel bir rolü ve statüsü vardır. Bireylerden rollerine uygun davranmaları beklenir. Bu, farklı rollerdeki kişilerin iletişimlerinin de farklılaşmasına neden olur. Biçimsel yapı, bireylerin davranışlarına biçim ve yön verir. Kurumlarda istikrar ve düzeni sağlar. Bunun bilincinde olan sağlık kurumları iletişim ve iş modellerinde sürdürülebilirlik, ekip yönetimi, paylaşılan değerler, karşılıklı saygı, liderlik eğitimi ve koçluk gibi motivatör faktörleri daha çok önem vermeye başlamıştır. Kurumun biçimsel yapısı, dikey farklılaşma esasına göre oluşturulduğunda, bireyler sahip oldukları otorite ve yetki bakımından birbirlerinden hiyerarşik olarak farklılaşırlar. Bir kurumda farklılaşmanın çok olması daha fazla yönetim kademesinin ortaya çıktığını gösterir. Yapılan son düzenlemeler ile kamuya ait sağlık kurumlarında yöne- tim ve yetki il halk sağlığı müdürlüğü, ilgili bölge kamu hastaneleri birliği genel sekreteri ve başhekim arasında dağılırken; özel sağlık kurumlarında mütevelli heyeti üyeleri, yönetim kurulu ve başhekim arasında dağılım göstermektedir. Bu durum yönetim alanının daraldığını, ast-üst arasındaki iletişimin dikey olduğunu gösterir. Bu yapı alt kadroların iletişim biçimlerine de yansımakta; kaynak ile alıcı arasındaki iletişim kanalı uzadığı ölçüde iletişim süreci gecikebilmekte ve bozulabilmektedir. Hiyerarşik yapılarda bireyin kademesi yükseldikçe, üst düzeyde eşiti azaldığından yatay iletişimi de doğru orantılı olarak azalmaktadır. Buna karşılık, görevleri gereği dış çevre ile olan iletişimleri artar. Kurumun biçimsel yapısı yatay farklılaşma esasına göre oluşturulduğunda, bireylerin yapacağı işler işbölümü ve uzmanlaşmaya göre gruplandığından farklı birimler ortaya çıkmıştır. Bir hastanın teşhisini koymaya çalışırken hastalığı tetikleyen semptomları karar ağacı modeline göre değerlendiren doktorlar, hastalığın tedavisini planlarken yan dal ve disiplinlerden destek alabilmektedir. Bu nedenle farklı tıp branşları ve uzmanları her vakada dirsek dirseğe hareket etmekte; yatay iletişim bu süreçte önem taşımaktadır. Bu yapıda genellikle bilgi verici ve eş güdüm amaçlı iletişim gözlemlenmektedir. Bu yapısal özelliklerin dışında kurumun büyüklüğü (poliklinik, tıp merkezi veya çok yataklı hastane), teknolojik alt yapısı (görüntüleme teknolojileri, robotik cerrahi, elektronik kayıt sistemi, otomasyon…vb.), sektörel donanımı ve çevre koşulları da (rekabet, değişim, belirsizlik) kurumsal iletişimi etkilemektedir. Literatüre baktığımızda tıbbi güvenlik konusunda ulusal çapta yapılan çalışmalar, sağlık çalışanlarının yaşadıkları iletişim sorunlarına bağlı olarak hasta güvenliği ihmalleri, tıbbi hataları ve advers etkileri de tetiklediğini belirtmektedir. (Baker, Gustafson, Beaubien, Salas & Barach, 2005; Institute of medicine, Kohn, Corrigan, & Donaldson, 1999). Hasta-doktor iletişimi genel olarak hastanede başlar ve hastanın hastanede karşılaşacağı yaklaşım sağlık çalışanlarına yönelik davranışlarını etkiler. Hastaya sunulan hizmetin yetkinliği arttıkça, doktorun yetkinliğine, Doç.Dr. Elgiz YILMAZ başvurulan hastanenin fiziki ve teknik donanımına duyulan güvenin de o oranda güçleneceği bilinmektedir. Sağlık kuruluşları günümüzde gelişmiş teknoloji ürünü araç ve gereçleri kullanan, sağlık reformlarını izleyerek ilgili kurallar ve mevzuat değişikliklerine gerekli uyumun sağlamayı gözeten, yenilikçilik ve değer yaratmayı amaç edinen, idari ve tıbbi kadroların bir arada faaliyet gösterdiği, çalışma saatleri uzun ve yorucu, iş konusu hassas ve hata kabul etmeyen insan sağlığı olan emek yoğun işletmeler arasında yer almaktadır. Bu kuruluşların karmaşık idari yapıları çoklu hedef kitleler ile kurum içi ve kurum dışı iletişim süreçlerinin yürütülmesini de gerektirmektedir. Başka bir ifadeyle, sağlık kuruluşlarında faaliyetler, büyük ölçüde profesyonelleşmiş sağlık çalışanları ve idari görevlerdeki çalışanların ortak ve uyumlu çalışmalarıyla gerçekleştirilmektedir. Bu nedenle hastanede çalışanların örgüte bağlılığı ve motivasyonunu etkileyen temel unsurun yöneticilerin tercih ettikleri etkili iletişim ve ekip ruhu yaratacak davranışları olduğu ifade edilebilir. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 47 dijitalsağlık GOOGLE, SAĞLIK VE İLAÇ SEKTÖRÜNÜN BÜYÜK OYUNCULARINDAN BİRİ OLUYOR Dr. Sertaç DOĞANAY Tek Doz Dijital ve Social Touch Kurucusu Google 1998 yılında kurulduğundan beri sadece bir arama motoru olmanın ötesinde katma değer yaratma üzerine kafa yoran bir kurum aslında. O günden bugüne tam 178 tane firmayı bünyesine katmış veya ortaklık yapmış durumda. Bu firmaların arasında robot teknolojisi, siber güvenlik gibi teknoloji odaklı firmaların yanısıra sağlık odaklı firmalar da var. Google’ın en dikkat çekici girişimlerinin başında Google X geliyor. Google X, kanser, kalp krizi ve başka ölümcül olabilecek hastalıkların kanda oluşturduğu değişimleri saptayıp hastalıklara erken tanı koymayı hedefleyen bir akıllı hap üzerinde çalışıyor. Nanoparçacık şeklinde olan bu hap bir başka giyilebilir teknoloji ürünü sensörle birlikte kullanılıyor ve kişinin vücut kimyasında oluşan değişiklikleri sensöre ileterek hastalık riski oluştuğu anda haberdar olunmasını sağlıyor. Google X laboratuvarı başkanı, gelecekte doktorların yapacağı bütün testlerin bu teknolojiden yararlanarak gerçekleştirilmesinin en büyük hayalleri olduğunu söylüyor. Yine aynı laboratuvarda kanseri önceden tespit edecek nanoparçacıklı bileziğe karşı insan derisinin nasıl tepki vereceğini anlamak üzere yapay deri geliştirdiler. Bu yapay deri, insan derisiyle aynı otofloresansa ve biyokimyasal bileşenlere sahip olacak şekilde tasarlandı. Bundan kısa bir süre önce dünyaca ünlü ilaç firması Novartis’in göz sağlığı alanında çalışmakta olan şirketi Alcon ile “akıllı lens” teknolojisini göz sağlığında kullanmak üzere lisans sözleşmesi imzalanması da sağlık alanında yaptıkları önemli bir yatırım olarak haberlere konu oldu. Bu iş birliği sayesinde diyabet takibinde kullanılacak akıllı kontakt lensler ge48 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 liştirilecek. Bu akıllı lensler gözyaşı sıvısında ölçüm yapacak ve aldığı verileri kablosuz bağlantı yoluyla mobil cihaza iletecek. Bu sayede diyabet hastalarının, glukoz seviyelerini devamlı olarak ölçmeleri sağlanacak. Bir başka önemli haber de genetik profile özel tedaviler alanında. 23andme son derece pratik bir uygulama olan ve evde yapılabilen DNA testi ile 800.000’den fazla müşterisinden gen örnekleri toplamaya devam ediyor. 23andme geçtiğimiz günlerde ilaç dünyasını yakından ilgilendirecek ilaç keşfi projesini de duyurdu. İlaç keşiflerinde müşterilerinden topladığı DNA örneklerini kullanacak olan firmanın bu projesi rekabet piyasasında oldukça büyük bir atılım olsa da birdenbire ortaya çıkmış bir şey değil. Bu yılın başlarında 23andme, müşterilerinin genetik bilgilerini paylaşmak için Genetech ilaç firmasıyla bir anlaşma imzaladığını duyurmuştu. Bu proje kurum içinde bu yönde yapılan ilk araştırma – geliştirme çalışması olma özelliğini de taşıyor. Bu proje ile artık hastalıkların tedavisi için müşterilerin genetik bilgilerini kullanarak hareket edecek Google destekli yeni bir ilaç şirketinin daha doğduğunu söyleyebiliriz. Bu yazımda bahsedeceğim son Google sağlık uygulaması ise Google Fit. Google Fit; kişinin günlük hareket ve aktivitelerini takip edip, onları bu konuda bilgilendiren ve hatta hedefler koyup o hedefe ulaşmasına yardımcı olan bir uygulama. Bunun yanında Google Fit piyasa da bulunan Android Wear Cihazları ile de uyumlu. Onlardan gelen verileri de toplayarak kişinin aktivitelerinin takibinde kullanabiliyor. Ayrıca Google Fit, kullanıcılar bu verilere her yerden ulaşabilsin diye bu verileri bir web sitesi üzerinden de yayınlıyor. Önümüzdeki yıllarda Google’ı ilaç ve sağlık sektörünün büyük oyunculaından biri olarak daha fazla konuşacağız. röportaj ORGAN NAKLİ KOORDİNATÖRÜNÜN ANILARI Dr. Süleyman Tilif Kitabınızı yazmanızdaki etken nedir? Organ nakli koordinatörlüğü için beş günlük bir eğitim almak gerekiyor. Branşlarında uzman bilim insanları farklı konularda bilimsel bilgileri aktarırlar. Bazı konu başlıkları; beyin ölümü, organ naklinin tarihçesi, yapılabilen organ ve doku nakilleri, beyin ölümü olan kişinin yakınları ile yapılan organ bağışını içeren aile görüşmesi, bağışlanan kişinin yoğun bakımdaki bakım süreci gibi… Ayrıca bu eğitimde deneyimli koordinatörlerin tecrübe paylaşımları yanında temsili aile görüşmesi yapılır. Doğaldır ki; koordinatörün temel görevlerinden birisi olan ‘aile görüşmesi’ için bu eğitim yeterli olmayabilir. Zira söz konusu olan görüşmeler; çok farklı kültürde, kişilikte, sosyal yapıda, etnik kimlikte, inançta, siyasi görüşte olan insanlarla yapılmaktadır. Buna ek olarak, ailenin ruhunun karardığı, deyim yerindeyse, çıkışı kapatılmış bir kuyuda çaresizlik duygusu içinde hissettiği bir zamanda yaşanmaktadır. Aynı insanın bile aynı olaylar karşısında farklı tepki gösterdiği değişik ruh hali göz önüne alındığında bu daha iyi anlaşılabilir. Ülkemizde en çok aile görüşmesi 50 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 yapan koordinatörlerden birisiyim. Aile görüşmelerini, koordinatör arkadaşlarıma aktarmam gerektiğini düşünerek kitaba başladım. Yaptığım hataları anlatırsam belki diğer arkadaşlarım aynı yanlışı yapmazdı. Ya da yaşadıklarımı gözler önüne serersem koordinatör arkadaşlarıma bir faydası dokunabilirdi. Kitapta vermek istediğiniz mesaj nedir? Sevgili Hrant’ın dediği gibi anlamak… Karşındaki insanı anlamak… Onaylamak gerekmiyor, anlamak. O zaman ortaya; ‘’bir dilimi zehir zıkkım / bir dilimi candan tatlı’’ olan insanın, her türlü olumsuz koşullara karşın ‘candan tatlı’ tarafı yani vicdanı ortaya çıkıyor, kitapta anlattığım güzellikler yaşanıyor. Okurlarınıza vermek istediğiniz mesaj var mı? Okurken yüreği bir şeyler hissediyor ve söylüyorsa, o sesi hiç unutmamalarını, o sesi takip etmelerini dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden. Çünkü o ses sevginin, sevdanın, aşkın, insanın sesidir. Kitabınızla ilgili nasıl tepkiler aldınız? Bu soruya yorum yapmadan gelen yazılardan birkaç kısa pasajlarla yanıt vereyim: Koordinatörlerin duayenlerinden, çok şey öğrendiğim sevgili Levent Yücetin: Sevgili Süleyman, kitabını bir solukta okudum. Eski yıllara gittim, kendi aile görüşmelerime, o anlardaki hüzünlerime, sevinçlerime, hayal kırıklıklarıma, umutlarıma özetle bu meslekte geçen 16 yılım tekrar gözümün önünden geçti. … Kitabın etkili olmasındaki en önemli etkenin kendini çok güzel ortaya koyman olduğunu düşünüyorum. Kendi duygularını, hatalarını hiç saklamadan ifade etmişsin…Yeni koordinatör eğitimlerinde koordinatör kimdir sorusuna ve aile görüşmesine ışık tutması amacıyla önerilmesi gerektiğini düşünüyorum…. 35 yıllık çocuk hekimi Adnan Yüce: Kimi zaman gülümseyerek kimi zaman hüzünlenerek okudum. Güzel toparlanmış bu kitap için “Babasının Gülü”ne de teşekkür ederim. Eşimin tepkisi, “Öyle bir kitap önermişsin ki, daha ilk anlatıda salya sümük ağladım, devamını getiremedim...” Ortopedi Uzmanı Sabri Dokuzoğuz: Can dost Süleyman, kitabı aldım ve bir çırpıda yarısını bitirdim. Göz yaşları içinde bitirdim. Hikayelerinin içindeki insanlara taptım, insanları sevdim. İçimden sana sıkı sıkıya sarılıp, sırtını sıvazlamak geçiyor. Umarım ki bir gün seninle oturup bir dost sohbeti yaparız. Suretine değil yüzünün aslına uzun uzun bakar, yanaklarından öperim. Adnan (Yüce) ağabeyle ve Sevgili Sabri Dokuzoğuz’la yüz yüze tanışmıyoruz. Fakat yüreklerimiz birbirini çok iyi tanıyor. Kitabınız yazar olarak size ne kazandırdı? Öncelikle şunu belirtmem gerekir. Kitap yazdığım doğru, ama yazar değilim. Tıpkı elektrik işleri yaparım, ama elektrikçi olmadığım ya da motosiklet kullandığım fakat motorcu olmadığım gibi. Kendimi böyle adlandırmayı yazarlara hakaret olarak görürüm. Bana ne kazandırdığına gelince; herhangi bir konuyu araştırma ve derinlemesine inceleme isteğini geliştirdi. Yazma eyleminin insanı rahatlatan yanını yaşadım. Yanı sıra sorumluluk gerektirdiğinin ayrımına varmamı sağladı. Bir diğeri, sözel olarak paylaştığım bilgi ve deneyimlerimin kalıcılığını görmenin kıvancını yaşadım. Kitap okumanın sadece okumak olmadığını fark ettim. İçselleştirmeyi, sindirmeyi, yaşamla bağ kurmak olduğunu anladım… Sağlık haberciliği üzerine düşünceleriniz nedir? Sağlık konuları iki ucu keskin bıçak gibi. Habercilikteki genel bakış açısı sağlık haberleri için de uygulanıyor. İyiden çok kötü, olumludan çok olumsuz, güzel ve insani olandan çok vahşi haberlerin ağırlıklı olan yer alması gibi. Olumsuz örneklerin yazılmasına ya da anlatılmasına (uygun bir üslupla) karşı değilim. Hatta gerekli de. Bu sayede insanlar dönüp kendine bakabiliyor, geliştirebiliyor. Aslında bu olumsuzlukların başta meslek kuruluşları olmak üzere denetlenmesi ve gereğinin yapılması en uygunu ve güzeli. Ama her alanda olduğu gibi sağlık alanında da denetleme, özellikle de mesleki denetlemenin çok yetersiz olduğunu düşünüyorum. O zaman da bu işi basın üstlenince de şok haber adına kantarın topuzunun kaçması bir yana saldırı ve öldürme olayları gündeme geliyor. Kendini tedavi eden ya da edecek olan sağlıkçılara vahşi saldırılar birbirini kovalıyor. Böylesi bir durumda sağlıkçıların sağlıklı çalışması ortadan kalkıyor. Mesleğinin gereğini yapmaktan çok ne yaparsam bana saldırı olmaz kaygısını taşımaya başlıyor. Sağlıklı iletişimin olmazsa olmazlar nelerdir? Babasının gülü ile aramızda geçen bir örnekle anlatayım. Daha küçük, sekiz yaşında. Tartıştık. Benim de çocukluğumda yaptığım gibi odasına kapandı. Baba olan benim daha çok haklıyım bana göre. Ama eksikliğim de var. Bir süre sonra kapısını tıklatarak odasına girdim ve ‘’oransal olarak ben daha çok haklı olduğumu düşünüyorum. Fakat şu konuda da şöyle yapmamam lazımdı. Bu nedenle özür dilerim’’ dedim odadan çıktım. Yaklaşık bir saat sonra boynuma sarılarak ‘’baba ben de şurada haksızdım’’ dedi. Ağlaştık. Başka; Anlamak, tebessüm ve teşekkür, Yüreğe hitap, samimi ve dürüst olmak, yalan söylememek, Hatam olabilir değil şu konuda hatalıyım demek, Her insanın övülecek özellikleri mutlaka vardır. Önce bunu dillendirmek. Yumuşak olmak ve insani sıcaklık. Ve dinlemek, dinlemek, dinlemek… Kısaca kendinizi tanıtır mısınız? 1959 doğumluyum. Aslen Dersim’liyim. Dünya vatandaşıyım. 1984 Dicle Tıp Fakültesi mezunuyum. Sağlık Bakanlığı bünyesinde sekiz yıl Sağlık Ocağı, Devlet Hastanesi acili ve 112 Acil Yardım İstasyonu’nda (AYİ) -bizzat ambulansın içinde, insanla iç içe, masa başını hiç sevmedim- çalıştım. 112 AYİ’nda çalışırken on iki yıl işyeri hekimliği ve gönüllü olarak dört yıl İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesinin organ nakli koordinatörlüğünü yürüttüm. Kamu görevimde dört kez sürgün yedim ve her seferinde mahkeme kararı ile döndüm. Yirmi dört yılın sonunda emekliliğimi beklemeden istifa ettim ve özel hastanelerde, Tepecik Organ Nakli ekibinin bir parçası olarak organ nakil koordinatörlüğü yaptım. Şu anda işyeri hekimliği ve İş Sağlığı ve İş Güvenliği eğitmenliği yapıyorum. Organ bağışına ilişkin yurt içi ve yurt dışı sözlü bildirilerim vardır. Ayrıca 1993 yılında köy Sağlık Ocakları çalışmalarına ilişkin birinciliğimiz bulunmaktadır. Yanı sıra, organ bağışını anlatmak için Edirne’den Diyarbakır’a, Muğla’dan Samsun’a, Van’dan Manisa’ya kadar ülkemizin 72 ili ve ilçesindeki toplantılarda sayısını hatırlamadığım sunumlar yaptım. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 51 haber “ORGAN NAKLİNİ ANKARA’DA DA YAPMAK İSTİYORUM” Organ bağışının önemini vurgulayan Memorial Sağlık Grubu CEO’su Uğur Genç, “Türkiye’de maalesef çok az bağış olduğu için organ nakli Türkiye’nin yarasıdır. Bizim de önümüzün açılması lazım. Bu işi Diyarbakır’da, Antalya’da ve Ankara’da yapmak istiyorum” dedi. Ankara’nın en büyük özel hastanelerinden biri olan Memorial Ankara Hastanesi, 1’inci yaşını basın mensupları ile birlikte kutladı. Hilton Otel’de düzenlenen kahvaltıda basın mensupları ile bir araya gelen Memorial Sağlık Grubu CEO’su Uğur Genç ve Memorial Ankara Hastanesi Direktörü Dr. Levent Atay, 1 yıl içerisinde gerçekleştirilen çalışmaları ve yeni yatırımları paylaştı. Memorial sağlık grubu olarak ülke genelinde 10 hastane, 3 tıp merkezi ile hizmet verdiklerini belirten Memorial Sağlık Grubu CEO’su Uğur Genç, “Geçen yıl 2 milyona yakın insana ayaktan sağlık hizmeti verdik. Yaklaşık 155 bin yatan hastamız oldu. Ankara’da birinci yılımızı doldurduk. İlk yıl sağlık kuruluşlarında zordur. Biz Memorial Ankara hastanesinin birinci yılından çok memnunuz beklediğimizden daha iyi bir ilgi ile karşılaştık.” dedi. Etik hizmet anlayışı ve kaliteli hekim kadrosuna sahip olduklarını ifade eden Genç, “Memorial bir dünya markası. Dünyanın farklı ülkelerinden tercih ediliyoruz. Geçen yıl 92 farklı ülkeden 28 bin yabancıya hizmet verdik.” “Organ Naklini Diyarbakır’da, Antalya’da ve Ankara’da Yapmak İstiyorum” Organ bağışının önemine dikkat çeken Genç, “Türkiye’de önderlik ettiğimiz bazı alanlar var, karaciğer nakli, böbrek nakli, kemik iliği nakli ve tüp bebek konusunda Türkiye’de çok önemli sayılara sahibiz. Türkiye’de maalesef çok az bağış olduğu için organ nakli Türkiye’nin yarasıdır. Bizim de önümüzün açılması lazım. Karaciğer naklini hemen yapmazsanız o insanları ya hemen ya da belirli bir süre sonra kaybediyorsunuz. Bu iş çok ciddi emek istiyor. Büyük bir ekiple bu işi yapıyoruz. Ben bu işi Diyarbakır’da, 52 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 Antalya’da ve Ankara’da yapmak istiyorum. Organ nakli ile ilgili 26 merkezde nakil yapılabiliyor. Bunların 6’sı yıllık 20’nin üzerinde nakil yaparken kalan 20’si yirminin altında nakil yapıyor bazılarının yaptığı nakil sayısı 1-2’dir. Bu bir yaradır. Devlet kendi üniversite ve devlet hastanelerinde nakil gelişsin istiyor. Ama bizim özel sektörün bu konuda önünün açılması gerekiyor. Böbrek ve karaciğer naklinde yeni ruhsat alamıyoruz. Başarılı olanların önü açılmalı. Örneğin 26 merkezden başarılı olan 6’sının önü açılsın, diğerleri ile ilgili farklı karar verebilirsiniz.” diye konuştu. “1 Yılda 53 Bin Ayakta, 9 Bin 200 Yatan Hastaya Sağlık Hizmeti Sunuldu” Ankara hastanesini 3 Şubat 2014 tarihinde açıldığını, 43 bin metrekarelik alanı ile başkentin en büyük özel hastanesi olduğunu belirten Memorial Ankara Hastanesi Direktörü Dr. Levent Atay, “25 katlı binamızda 230 yatak kapasitemiz var. 11 çok modern ameliyathanemiz bulunuyor. Otopark sorununu 250 kapalı otopark sorunuyla aştık. 40 branşta hizmet veriyoruz. Önümüzdeki 1-2 ay içinde 3 branş daha açarak 43 branşta hizmet vereceğiz. 17’si profesör, 17’si doçent ve 30’u uzman, pratisyen olmak üzere 64 hekimimiz görev yapıyor. Bu yıl sonuna kadar bu sayının 75’e çıkarılması hedefleniyor.” şeklinde konuştu. Memorial Ankara Hastanesi Direktörü Dr. Levent Atay, 1 yılda 53 bin ayakta, 9 bin 200 yatan hastaya sağlık hizmeti sunulduğu, 2 bin 50 ameliyat ve bin anjiyo işlemi gerçekleştirdiklerini belirterek, 2014 yılında Tüp Bebek Merkezi, Kemik İliği Nakli, Lazer Lipoliz, Karbondioksit Lazer ve Kardiyolojik Elektro Fizyolojik sistemlerinin hayata geçirildiğini kaydetti. Atay, Memorial Ankara Hastanesi ola- rak 2014 yılında 17 milyon TL yatırım yapıldığını söyleyerek, 2015 yılında yapılacak yatırımları şöyle sıraladı: “2015 yılı yatırımları 20 milyon TL civarında olacak. Kemik iliğini nakil ünitesini medikal alt yapısını yapıyoruz. Bir ay içerisinde açmayı planlıyoruz. Radyasyon Onkoloji alanı var. Dermatolojik lazer alt yapısını devam ettireceğiz. Toplam yatırım tutarımız açılışımızdan itibaren 65 milyon dolarlık bir yatırım olacak.” “Ankara Sağlık Turizminde Bir Marka Olmaya Çalışıyor” Açıklamaların ardından Genç ve Atay basın mensuplarının sorularını cevapladı. Bir gazetecinin, “Yabancı hastalarınız genellikle hangi ülkelerden geliyor?” sorusuna Genç, “Ankara sağlık turizminde bir marka olmaya çalışıyor. İstanbul bir marka sağlık turizminde de bir marka. İnsanlar ülkeyi tanımadıkları için ülkenin en büyük şehrini tercih ediyor. Ağırlıklı olarak hastalarımız Irak’tan geliyor. Ardından Azerbaycan, Libya ve Rusya’dan geliyor hastalar. İlk 4 sırada bu ülkeler var. 75 kişilik bir ekibimiz var bu işle uğraşan. 20 tercümanımızla 15 dil konuşuyoruz.” cevabını verdi. Uğur Genç sektörden HYUNDAI ASANSÖR’DEN EĞİTİME TAM DESTEK! Hyundai Asansör, İnönü Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde açtığı asansör ve yürüyen merdiven sınıfı ile eğitime destek veriyor. Mesleki eğitime katkı sağlaması beklenen proje ile sektöre kaliteli eleman yetiştirilmesi de amaçlanıyor. Hyundai Asansör, İnönü Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde açtığı asansör ve yürüyen merdiven sınıfı ile eğitime destek veriyor. Asansör ve yürüyen merdiven ile ilgili teknik bilgilerin aktarılacağı sınıfta şu anda 25 öğrenci eğitim görüyor. İlerleyen zamanlarda bu sınıfta eğitim gören öğrencilerin, Hyundai Asansör ’de stajyer olarak deneyim kazanması da planlanıyor. “Sektörün olmazsa olmazı mesleki eğitim” Hyundai Asansör Türkiye Genel Müdürü Hakan Ek “Mesleki eğitimini doğru şekilde tamamlamış eleman yetiştirmek hususunda meslek liseleri önemli bir rol oynuyor. Hyundai Asansör olarak, sektöre kalifiye eleman kazandırmanın doğru eğitimden geçtiğinin farkındayız. Bu amaçla çıktığımız yolda, İnönü Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’ne tam teşekküllü bir asansör ve yürüyen merdiven sınıfı kazandırdık. Teknik ekibimizin de uygulamalı eğitimlere katılarak öğrencilere deneyimlerini aktarabilecekleri bir eğitim platformunun ilk adımını atmış bulunuyoruz. Bir sınıfla başladığımız bu projeyi ileride ihtiyacı olan tüm meslek liselerinde gerçekleştirmeyi ve bunu bir eğitim projesine dönüştürmeyi hedefliyoruz.” şeklinde konuştu. Sınıf için gerekli tüm ekipman Hyundai Asansör tarafından temin edildi Proje dahilinde bir asansör ve yürüyen merdiven sınıfı kuruldu ve gerekli tüm ekipman Hyundai Asansör tarafından temin edildi. Ayrıca bir laboratuvar kısmı oluşturularak öğrencilerin uygulamalı olarak da eğitim alması sağlandı. Hyundai Asansör teknik ekibi, kurulumla birebir ilgilenerek, öğrencilerin faydalanabileceği bir eğitim platformu hayata geçirdi. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 53 haber MEDYA TEMSİLCİLERİNDEN ORGAN BAĞIŞINA DESTEK SÖZÜ Türkiye’nin yazılı ve görsel medya kuruluşlarının temsilcileri, organ bağışının artırılabilmesi için farkındalık yaratılması amacıyla haber destek sözü verirken, toplumda olumlu algının geliştirilmesinde işbirliğine “evet” dedi. Sağlık Bakanlığı ve AB yetkilileri, organ bağışında farkındalığın artırılabilmesi için medya temsilcilerini ziyaret etti. Sağlık Bakanlığı ve AB’nin ortaklaşa yürüttüğü “Organ Bağışında Uyum İçin Teknik Yardım Projesi” çerçevesinde, yazılı ve görsel basın temsilcileri, haber müdürleri, istihbarat şefleri ile organ bağışı ve nakillerine ait bilgiler paylaşıldı. Sağlık Hizmetleri Genel Müdür Yardımcısı Arif Kapuağası, organ bağışının artırılabilmesi için toplumsal farkındalığın mutlaka yükseltilmesi gerektiğini belirterek, bu algının oluşmasında medyaya büyük sorumluluk düştüğünü söyledi. Türkiye’nin canlıdan organ bağışında çok ileri düzeyde olduğunu, ancak kadavradan organ naklinde istenilen seviyenin yakalanamadığını vurgulayan Kapuağası, basında yer alacak her olumlu haberin, bağışların artmasına büyük katkı sağladığının altını çizdi. Proje Koordinatörü ve Organ Nakli Birim Sorumlusu Mehmet Ali Aydın 54 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 da “Yaşama şansı yakalayan ya da bunun için organa ihtiyacı olan bir kişinin duyguları, medya aracılığıyla birçok yerde duyulabilir. Bu yüzden medyanın desteğine ihtiyaç var” diye konuştu. Medya temsilcilerinden tam destek Show TV Genel Yayın Yönetmeni Ramazan Kurnaz, bu konuda medyanın üstüne düşeni yaptığını düşündüğünü belirterek, “Ancak haber bültenlerinde daha sık yer verilebilir. Bunun için de çeşitli insan hikayelerinin olması gerekiyor. Bakanlık ya da ilgili kişilerin, bürokratik engelleri kaldırması gerekiyor ki bunlar gazete ve televizyonlarda sıkça haber olsun” değerlendirmesinde bulundu. Show TV Haber Müdürü Fırat Çatalbaş ve Sağlık Muhabiri Derya Bozdinç, organ bağışı konusunda haberler yaptıklarını, daha da hassas olacaklarını söylediler. CNN Türk Haber Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Boratav da medyanın kimi zaman bu konuda yanlış bilgi verebildiği eleştirisinde bulunarak, şunları kaydetti: “Dizilerde, filmlerde, haberlerde çok işleniyor. Dramatik bir konu. Buralarda yanlış bilgi ve izlenime aracı olmamaya çok dikkat etmek lazım. Türkiye’de iyi çalışan bir sistem var. Bunun her aşamasında ne yapıldığı basın mensuplarının bilmesi ve o bilgi çerçevesinde hareket etmesi lazım. Sonu iyi biten öyküleri anlatmak lazım. Acı çeken birine ‘organ bağışında bulunur musunuz?’ demek çok zor. Onlara, bu tip örneklerle bunun yapılabildiğini ve sonucunun iyi olduğunu göstermek lazım.” KANAL D Yayın Yönetmeni Lale Eren, organ bağışı konusuna karşı duyarlı davrandıklarını kaydetti. NTV Genel Yayın Yönetmeni Nermin Yurteri de organ bağışının topluma doğru anlatılması konusunda medyaya önemli sorumluluklar düştüğünün altını çizerek, “Her organ bağışının bir insanın hayatta kalması demek olduğunu iyi anlatabilme- miz lazım. Toplumda bu konudaki ön yargıların giderilmesi için medya öncü olabilir” dedi. Yurteri, şöyle devam etti: “Bir gün ‘sizin de organa ihtiyacınız olabilir’ tezi işlenebilir; organ bağışlayan ve toplumda saygı gören sanatçı, sporcu ve aydınlarla bu konuda röportajlar yapılmalı, organ bağışını engelleyen inanç ve geleneklerle ilgili çalışmalara yer verilmeli, saygı gören din adamlarının görüşleri haber ve belgesellerde değerlendirilmeli. Medyanın organ bağışı kampanyaları düzenlemesi ya da düzenlenen kampanyalara destek vermesi sağlanmalı. Organ bağışında öncülük eden ülkelerin başarı öyküleri gündeme getirilmeli.” NTV Editörü Fergün Atalay, bu konuda daha sık haber yapacaklarını söyledi. Fox TV İstanbul Haber Müdürü Orkun Öz, organ ihtiyacının bir gün herkesin başına gelebileceğinin altını çizerek, “Bizim arkadaşlarımız, bir cinayet haberine gittiğinde, öncelikle onların yakınlarına ulaşabilirsek onların aklına düşürmeye çalıyoruz. Bizim bir yönlendirmemiz söz konusu olamaz, kendi kararlarıdır ama bir farkındalık yaratabilirsek, o acının içinde başka hayatların kurtarılabilmesini sağlayabilirsek, bir kişi bir kişidir” diye konuştu. Fox TV Haber Operasyon Müdürü Onur Kumbaracıbaşı ise yetkililerin, bağışçıların ve nakil yapılan kişilerin iyi dileklerini, doğru bir şekilde izleyiciye aktarmaya çalıştıklarını belirtti. “Organ bağışına özendirilmeli” TGRT Haber Müdürü Hasan Köseoğlu, medyanın sadece haber vermekle değil aynı zamanda toplumu bilinçlendirmekle de yükümlü olduğunu ifade ederek, “Bunu yaparken, daha çok mağdur kişilere destek olunmak amacıyla haber yapılması, organ bağışına özendirilmesi de medya kuruluşunun asli vazifelerinden birisi olmalıdır” dedi. Köseoğlu, TGRT Haber olarak, organ nakillerini özendirici ve nakil gerçekleştirilen kişilerin hikayelerine yer verdiklerinin altını çizdi. Kanal 24 Haber Müdürü Mehmet Yeşilkaya da organ bağışı konusunda çok duyarlı bir yayın kuruluşu olduk- larını belirterek, böyle bir istihbarat geldiğinde mutlaka değerlendirdiklerini söyledi. Bu tür hikayelere ulaşılabilmesi için medya kuruluşlarında görev alan gazetecilerle ilgili kurumlar sıkı bir işbirliği içinde olmaları gerektiğini vurgulayan Yeşilkaya, “Sağlıklı, hızlı bir iletişim kurulmalı. Bilgiye anında ulaşmamız gerekiyor. Bu sağlandığında daha sağlıklı haber yapılabilir” diye konuştu. “Vatandaşın dini açıdan kafasında soru işareti kalmaması lazım” Hürriyet Gazetesi Yayın Koordinatörü Emre Oral, kendi gazetelerinin bu konuda farkındalık yaratmaya yönelik çaba harcadıklarını dile getirerek, Bakanlık yetkilerinin yaptıkları ziyaret sonrasında çok daha fazla bilgi edindiklerini bildirdi. Hayat hikayelerinin verilerden çok daha etkili olduğuna işaret eden Oral, organ mafyasına ilişkin şehir efsanelerinin bulunduğunu, bunların mutlaka ilgili yerlerden teyit edilmeden habere yansımaması gerektiğini vurgulayarak, bu konuda her olumsuzluğun algıda değişikliğe yol açabileceğine dikkati çekti. Sağlık Editörü Mesude Erşan ile yapılan görüşmede, konunun önemi üzerinde durarak bu konuda farkındalık oluşturmak için haber serileri yaptığını söyledi. Star Gazetesi Yayın Koordinatörü Yücel Koç, yaklaşık 25 yıldır gazeteci olduğunu ve ilk kez yetkilerin, organ bağışı ile ilgili ziyarette bulunarak bilgi aktardığını söyledi. Medyada çıkan olumsuz haberlerin, vatandaşları koruma içgüdüsüyle yapıldığı değerlendirmesinde bulunan Koç, şöyle devam etti: “Gelen bir duyum karşısında, gazeteci doğal bir refleks geliştiriyor, hem duyulsun hem de savcılığa ihbar yerine geçsin, mağduriyet varsa giderilsin. Doğru bilgilendirme yapıldığında, medyanın da katkısıyla vatandaşların bakışının değişeceğine inanıyorum. Bu sadece basına düşmez. Vatandaşın dini açıdan vatandaşın kafasında soru işareti kalmaması lazım. Bu konunun, sıkça konuşulması ve işlenmesi lazım.” Türkiye Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mustafa Bilim de bu konuyu çok önemsediklerini ve her zaman destek olmaya hazır olduklarını söyledi. Türkiye Gazetesi Sağlık Editörü Ziyneti Kocabıyık, organ bağışına önem vererek bu alanda haber çalıştıklarını ve Bakanlığın bu konuda desteğini istediler. Akşam Gazetesi Haber Müdürü Özkan Tamirak da organ bağışında farkındalığın artması haber desteği verdiklerini, bunu artırarak devam ettireceklerini bildirdi. Akşam Gazetesi Sağlık Editörü Berda Özdiktaş, organ bağışında insanların verdiği tepkilere ve beyin ölümünün iyi anlatılması gerektiğini söyledi. Star TV Program Müdürü Recep Balcı, organ bağışı ile ilgili yapılan haberlerde özellikle aklına takılanları Bakanlık yetkilisine iletti ve konuda daha çok önem vereceklerini dile getirdi. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 55 SANATLA İYİ HİSSETMEK “YARATICI ART TERAPİ VE UYGULAMALARI” Prof. Dr. Selçuk ASLAN Bir resim müzesine girdiğinizde bir resim tarafından yaratılan gerçekliğin karşısında farklı şeyler hissedersiniz. Sanatçının bir araya getirdiği figürler ve resimsel ifadeler size bir başka yere götürür ve yeni bir şeyler keşfederek kendinizi gündelik yaşamın dışında yeni bir gerçekliğin içinde bulabilirsiniz. Tabi bütün bunlar için az ya da çok bir sanat merakınız ve resime ilginiz olması gerekir. Sanata her çağda farklı anlam ve işlevler yüklenmiştir. Yaratcı dışavurumcu sanat çalışmaları bireylerin duygu ve düşüncelerini çizim ve renklerle ifade etmelerine olanak sağlamıştır. Bu ifade sanatsal bir yaratım olma çabasından çok kişilerin kendi bireysel ifadelerini daha çok amaçlamaktadır. Bu noktada akademik bir altyapı aranmaksızın ve yetenek ve üst becelrier gelitrmeksizin çizim ve resim yapma ve dışavurumcu ifadeler art terapinin alanı olarak gelişme göstermiştir. 56 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 Peki gerçekten sanatın iyileştirici bir gücü var mıdır, eğer var ise bu nasıl orataya çıkmaktadır ve etkisi nereye kadar uzanmaktadır. Bir sanat eseri ile karşılaştığımızda bir etkilenme yaşarız, bu etki ya bizim geçmişimizden bir yerlere dokunması ve bazı duygularımızı açığa çıkarması ile oluşmaktadır. Bazı eserlerde ise keşif ve şaşırma ve farklılık etkisi ön plana çıkmaktadır. Bir çok kez bir serginin bir tema üzerinde durduğunu ve bir mesaj verdiğini gözlemleriz. Bir sanat eserind emesaj doğrudan olmaz, gözlemcinin ya da izleyicinin işin içine katılarak kendisi için özgün bir anlam çıkarması ile etkisini gösterir. Yani bir çok kez sanatçının hedeflediğinden bağımsız olarak izleyici kendisi bir anlam yükler sanat eserine. Işte karikatürden ve poster çalışmalarından ayrılan nokta buradadır, bu çalışmalardan mesaj doğrudandır ve anlam ve içerik çok ön plandadır, izleyici yazarın ve çizerin mesajını kavramaya çalışırki bu mesajlar çoğu kez kolayca algılanabilmektedir. “Art terapi” ile psikiyatrik sorunlarda farklı bir psikoterapi uygulaması sağlanabilmektedir. Iyi hissetmenin sağlanabilmesi depresyonlu olgularda kötü hissetme ve erteleme, eylemsizlik, isteksizlik kısır döngüsünü kırmasına yardımcı olabilmektedir. Aktivite terapisinin bir parçası olarak depresyonlu olgularda iyi hissettiren aktivitenin gereçekleştiirlmesi ardından kişinin bu üretimi ile çevreden sosyal ödüller sağladığı ve iyi hissetmenin önünü açmakta, yeni hedefler belirileme depresyonda iyileşme sürecinde önemli bir basamak sağlamaktadır. Art terapi Depresyon yanı sıra kaygı bozukluklarında, travma yaşayan olgularda stresle başetme yöntemi olarak işlevel sonuçlar sağlayabilmektedir. Kanser yaşamak çok önemli psikosoyal stres etkenlerinin gelişmesine neden olur. Böyle ağır bir hastalık sürecinde kişi ölümle yüzleşir, zor hastalık sürecinde sevdiği yakınlarından beklediği desteği bulamayabilir, bir süre sonra başlangıçtaki ilgilerini kaybetme, kanser sürecndeki yogun tıbbi işlemler nedeniyle işini kaybedebilir, evlilik sorunları yaşanabilir. Başlangıçta kabullenememe süreçleri sonrasında yaşanan depresyon sürecinde hastanın psikoterapi yardımı almasına geresinim doğabilir. Bir çok olguda yalnızlaşma ve kendi hastalık sürecine çekilme, dünya ile teması sınırlayabilmektedir. Bu süreçte psikiyatrik değerlendirme ve psikoterapi desteğine ek olarak yaratıcı sanat terapilerinin yeri vardır. Geniş bir yelpazede uğraş terapileri hastanın iyi vakit geçirmesine yardım edebilirken içerik olarak kendini ifadeye fazla olanak tanımamaktadır. Buna karşın, özgül olarak sanat art terapi kişinin kendini bir çok olanak ile ifade etmesine izin vermektedir. Art terapi müzik, resim, drama gibi faklı araçları kullanarak yapılabilir. Biz özellikle ilgi alanımız olan çizim ve resim çalışmalarına üzerine yoğunlaşaçağız. Çizim insanın yazı yazma gibi iletişimde ve kendini ifade için kullandığı çok temel becerilerinden birisidir. Çizim becerisi bazı kişilerde çok daha kolay gelişirken bazı kişilerde eğitimle desteklenerek geliştirilebilir. Bu nedenle resim yapma ve çizme becerisi doğuştan gelen bir yetenek olmaktan çok öğrenilebilen ve geliştirilebilen bir beceridir. Doğa renk, leke, doku çalışması, desenle, yanı sıra çizimle ifade edilebilecek nesnelerle doludur, insan imgelemi çizimle iyi bir biçimde ifade edilebilmektedir. Rüyalarımızda yaşanan durumlar ve nesneler çizimle unutulmadan ifade edilebilir. İmgelemden çizimde, nesneler farklı bir bağlamda oturabilir, dünya hakkında şiirsel bir yeniden değerlendirmeye dönüşebilir. Çizimde nesnelerin işlevi ve amaçları hakkında çizer anlaşılır bir öykücü durumunda (iç dünyasını) açarak, nesnelere yeni bir “bağlam” oluşturur. Bir anlamda çizim akıp giden yaşamda bir duruş ve bir nefes alıştır. Çizim “Oradaydım ve bu olanlara tanık oldum” ve “bu benim tanıklığımın bir ifadesidir” anlamına gelmektedir. Çizer her zaman bir anlam bulma peşinde değildir, anlamı çizerin ortaya koyduğu eseri izleyenler kendi dünyalarından hareket ederek ortaya koyabilir. Resim yapmak ve çizimle ifade etmek belkide çok kolay biçimde yaşama geçirilebilir ve görece az bir masrafla gerçekleştirilebilir. Çizim ya da resim çalışması renklerle yapılabilir ve sonrasında çizim ve resim üzerine konuşma ve içsel süreçleri üzerine çalışmak için bir olanak doğurur. Tek bir olgu ile bu çalışma bireysel olarak yapılabilirken, 6-12 kişinin katılımı ile grup çalışması ile de gerçekleştirilebilir. Grup terapide öncelikle bir zihinsel odaklanma sonrasında serbest biçimde katılımcıların kağıt ve kalemle çalışması sonra eğer hedeflenmişse renkledirmeleri istenir, ya da doğrudan renklerle çalışılabilir. Resimler üzerine konuşularak her katılımcı resmi üzerinde açıklamalar yapar, bir resim seçilerek üzerinde yoğunlaşmak mümkündür. Çalışma sırasında güvenli bir yer oluşturma, kendini koruyucu bir figür hayal etme ve resimleme, travmatik olarak algılanan hastalık sürecini anımsama bu süreçte kendi imgesini resimleme, sonrsında gündelik yaşamla bağlantılar oluşturma çalışmaları yapıalbilmekte, bu sırada therapist geribildirimler verebilmektedir. 90 dk süren grup çalışmasında yaklaşık ilk 30 dk. ortak gündem ortaya çıkar ve ortak konu üzerinde bütün katılımcıların duygu ve düşünceleri alınarak kendi bilişsel süreçlerin anlaşılmasına olanak sağlamaktadır. Bilişsel modele göre yaşana olayların ağırlığı ve olumsuzluğundan dah açok kişinin bunlara verdiği anlam, iç değerlendirme süreçleri sonucunda tepkilerimiz belirlenir ,işte sanat terapisinde de kişinin orataya çıkan esere yüklediği bireysel anlamı bulmaya çalışırız. Bir çalışmada kullanılan renkler kişinin kendi öznel dünyası ile ilgili anlamlar taşıyabilir, önemli olan bu anlamı o sırada bağlantıları ile anlatabilmesidir. Bir anlamda sanat terapi çalışmasında grup terapi süreçleri işlemektedir ve ortaya konulan ürün üzerine yapılan değerlendirmeler kaıtlımcıların iç dünyalarını ortaya koymalarına ve değer sistemlerini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu noktada yargılayıcı olmayan, yansız ve yüksüz davranan, eleştiric olmayan bir therapist tavrı grup sürecinin daha verimli gelişmesini sağlamaktadır. Araştırmalar art terapi ile kanser hastasında kaygı belirtilerinin anlamlı olarak azaldığını, Depresyon şiddetinin azaldığını, Ağrı yakınmalarının şiddetinini ve işlevselliği bozucu etkisinin azaldığı belirtilmiştir. Psikoterapi ve sanatı birleştiren bu yaklaşım gündelik yaşamın içine sanatı sokarak, yeni bir farkındalık yaratmakta yeni ufuklar açmaktadır. Kaynaklar: Malchiodi, C.A. (2003). Handbook of art therapy. New York: Guilford. http://www.physiciansweekly.com/cancerart-therapy/#sthash.tGPmShGJ.dpuf Pablo Tinio, Jeffrey Smith. Aesthetics and Art. Aesthetic Science Connecting Minds, Brains, and Experience Edited by Arthur P. Shimamura and Stephen E. Palmer. 2012 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 57 sağlığımıziçin RAHİM AĞZI KANSERİNİN ERKEN TANISINDA YENİ TETKİK Prof. Dr. Aydan BİRİ Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Rahim ağzı bölgesinde bulunan hücrelerin anormalleşip kontrolsüz bir şekilde büyümeye başlaması ile oluşan kansere rahim ağzı kanseri denir. Rahim ağzı (serviks) kanserinin erken dönemlerinde pek fazla şikayet olmayabilir. Çoğu kadın hastalık iyice ilerleyip başka organların çalışmasını engellemeye başlayıncaya kadar hastalığından habersizdir. Erken evrelerinde bile ağrı şikayeti olmayabilir. Oluştuğunda ise Genellikle ilk şikayetler ilişki sonrasında olan lekelenme tarzındaki kanamalardır. (“Postcoital kanama”) Serviks kanseri tarama yapılabilen ve dolayısı ile erken yakalanabilen bir kanserdir, yani daha hiç oluşmadan tedavi edilebilir. Risk Faktörleri Nelerdir? Rahim ağzı kanseri risk faktörleri içerisinde HPV 16 ve 18 virüslerinin özel bir yeri vardır. 100 ün üzerinde HPV 58 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 (human papilloma virüs insan papilloma virüs) tipi vardır. özellikle HPV 16-18 serviks kanseri sebebidir. Cinsel Öykü; HPV esas olarak cinsel yolla bulaşmaktadır. Cinsel hayata erken başlayan ve çok partner değiştiren kadınlarda serviks kanseri riski artmaktadır. Sigara, çok doğum yapmış olmak(multiparite), düşük sosyoekonomik düzey, doğum kontrol hapı kullanımı HSV ve klamidya, enfeksiyonları HPV için kofaktorlerdir Bagısıklık sisteminin yetersizliği, baskılanması ve AIDS de risk faktörleri arasında sayılabilir Rahim Ağzı Kanserine yakalanmamak için ne yapmak gerekir? Serviks kanserinin sebebi olduğunu düşündüğümüz risk faktörlerinden uzak durmak gerekir. Özellikle HPV 16-18 den korunmak için üretilmiş özel aşılar kullanılabilir. Yine Erken yaşta cinselliğin başlamaması, ilişki sırasında kondom ile kullanmak ve düzenli olarak rahim ağzı kanserinin taranması serviks kanserinden korunmada etkili yöntemlerdir. Şu anda dünyada ve Türkiye’de kullanılan servikal tarama yaklaşımları nelerdir? Sonuçlar memnun edici midir? Yeni yaklaşımlara ihtiyaç var mıdır? Rahim ağzı kanseri taraması yaklaşık 50-60 yıldır klasik olarak smear yöntemi ile yapılmaktadır. Smear kullanılmaya başlandıktan sonra rahim ağzı kanseri sayısında bir azalma oldu fakat klasik yöntemin yapılan çalışmalarda %50-60 oranında başarılı olduğunu görmekteyiz. Smear iyi bir tarama yöntemi fakat yeterli değildir. Yeni yöntemler ile taramanın sensitivite ve spesifitesinin artırılması amaçlanmıştır. Lu viva yöntemi ile doğruluk oranı %95 e çıkıyor ve hata oranı % 5 e kadar düşüyor. Şu anda kullandığınız tarama yönteminden kaynaklanan sizin ya da meslektaşlarınızın karşılaştığı sorunlar nelerdir? Smear yöntemi, alınan örneğin yeterliliği, aynı anda lam üzerine yayılma tekniği ve patoloji bölümüne ulaştırılıp yorumlanması hem sonuca zamanında ulaşmayı geciktirir, hem de teknik hataların olma ihtimalini artırır. Bu nedenle sonuçların güvenilirliği sorgulanabilmekte, bu da hastamızın takibinde olumsuzluklar oluşturabilmektedir. Luviva ve Multimodal Hyperspectroscopy Teknolojisi hakkında görüşünüz nedir? Dijital Servikal Haritalama Yöntemi hakkında bilgi verebilir misiniz? Klasik smear ile rahim ağzı hücrelerinin dökülmesi ile yüzeyden bu hücreleri toplayarak değerlendirme yapılıyor. Lu viva ile ise derin tabakalara kadar tarama yapıldığı için çok daha erken evrede hastalığı yakalayabiliyoruz. Aynı anda sonuç vermesi, 2 yıl sonra smear ile görülebilecek sonuçların dahi öğrenilebilmesi en büyük avantajı olmaktadır. Bu yöntem ile de rahim ağzı kanserinin taranması sırasında çıkan şüpheli alanların yerlerini ve ciddiyet derecelerini inceliyor ve haritalama yaparak dijital ortamda görüntülemeyi sağlıyoruz. Rahim ağzı bölgesini 1 milimetre kare içinde 120.000 piksel keskinlikte görüntü sağlanarak, klasik kolposkopik yöntemi mükemmelleştirmiş oluyoruz. Hastamız hiç yerinden kıpırdamadan Luviva işleminden sonra aynı anda rahim ağzının hangi bölgesinde şüpheli alan olduğunu anlayabilir ve o bölgeden biyopsi alabiliyoruz. Luviva kullanmaktan memnun musunuz? Rahim ağzı kanseri taranmasının yüksek oranda duyarlı ve anında sonuç veren bir yöntemle yapılması hasta memnuniyeti ve gerekli durumlarda tedavinin hemen uygulanmaya başlanabilmesi hem bizi hem de hastalarımızı çok memnun etmektedir. Hastalarınızın Luviva’ya yaklaşımları nasıl? Yeni kullanmaya başladığımız bir teknoloji olmasına rağmen, hastalarımıza Luvivayı açıkladığımızda rahim ağzı kanser taramasının klasik yöntem yerine Luviva ile yapılmasını istiyorlar. Hemen sonuç verdiği için bekleme döneminde olan stres ve gerginlik kalmıyor. Şimdiye kadar yaptığımız tüm Luviva kontrollerinde hastalarımız memnun kaldılar. Bu yeni teknolojileri kullanmaya karar verme sürecinde sizi yönlendiren faktörler nelerdir? Teknoloji çağında olmak günlük hayatımızda yenilikler getirdiği gibi insan sağlığı için çalışan biz doktorların profosyonel mesleklerine de etki ediyor. Kadın hastalıkları doğum bölümü ve tüm diğer branşlarda yeni teknolojileri çok yakından takip ediyoruz. Bu nedenle bizler için önlenebilir bir kanser olan rahim ağzı kanserinin tarama yöntemleri de çok önem kazanıyor. Kliniğimizde her iki yöntemi de aktif kullanıyor ve hastalarımızın takibini daha iyi yaptığımızı düşünüyoruz. Bugüne kadar kullandığınız diğer sistemler ile karşılaştırdığınızda avantajları nelerdir? Daha önceden kullanmış olduğumuz kolposkopi yöntemine göre dijital olarak görüntü alınabilmesi, görüntüyü kaydedebilmesi ve hastanın sonuçlarının takip edilebilmesi en önemli avantajlarıdır. Kolposkopi ile standart değerlendirme yapmak zordur. Dysis yöntemi ile sonraki muayenelerde veriler karşılaştırılabilir ve biyopsi alanları kesin olarak belirlenebilir. Prof. Dr. Aydan BİRİ SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 59 hayatıniçinden BİR KALP HİKAYESİ... Orkun Öz - FOX TV İstanbul Haber Müdürü ‘’Karşımda dans ediyor kızım.. Sevdiği adamla ne kadar da mutlu, beyazlar içinde... Onu en son 6 sene önce görmüştüm. Yine beyazlar içindeydi… Ama bir saniye… Kefene sarılıydı... Doğru ya kendi ellerimle toprağa vermiştim Hilali’mi. O zaman karşımda mutluluktan ayakları yerden kesilen bu genç kız kim?’’ O genç kız Canan… Hilal’in can verdiği Canan.. Hafta henüz bitmedi ama bu haftanın bence en sarsıcı haberiydi... Sivas’tan bir düğün salonundan çıktı geldi, kalbimin tam ortasına oturdu. Aynı anda acıyı ve umudu yaşattı. Hilal trafik kazasında can vermiş, kalbi ‘’artık buraya kadarmış, elveda ‘’ demeye hazırlanan, Canan’a takılmıştı. Yıllar geçti… Canan emanet kalple sevdalandı, o kalbi Serhan’a kaptırdı. Düğünlerine kalbin ilk sahibinin anne babasını da davet ettiler... 6 sene sonra kızlarını karşılarında gördü Küçükgündüz çifti. Yüzü farklıydı, eli farklıydı. Hilal gibi değildi ama aynı Hilal gibi dokundu onlara, aynı Hilal gibi sımsıcak öptü onları. Ne de olsa tanıdıkları bir kalpti, kendileri hayat vermişti o kalbe. O kalp de Canan’a. Düğün boyunca karşılarında mutluluktan uçan bir Canan oldu, bir Hilal. Her bebek gibi ne sancılı büyümüştü Hilal de. O günlere gittiler izlerken... Yürümeye çalışırken düşse anne-babanın kalbi acır, parmağını çekmeceye sıkıştırsa onların yüreği ezilir. Taze bir babanın şimdilik yaşadığı bu kaygıların kat be katını yaşamıştı Ahmet Küçükgündüz. Ve ne yazık ki hayatının en büyük acısını gördü. 20’sindeki Hilal’ini uğurladı. Ama onun da yüreği o kadar büyüktü ki; ‘’Kızımızı kaybettik, bir kızımızı kazandık’’ diye özetledi durumu. Canan da ‘’annem ,babam ‘’ diye seslendi onlara. Kızlarının aslında ölmediğini gördüler. Orada yoktu belki ama tam 8 bedendeydi Hilal. Biri daha davet edilmişti o düğüne... Hilal’in bir parçasını daha taşıyan Ramazan Karataş’la da kucaklaştılar. İki Hilal oldu karşılarında. Hilal’in iyi ki böyle bir vasiyeti varmış. İyi ki ‘’bana bir şey olursa organlarımı bağışlayın’’ demiş.. Bir trafik kazasıyla yitip giden kızlarını 8 ayrı bedende yaşıyorlar şimdi. 8 ayrı bedene hayat vermenin gururunu bir de… Ve her yıl Canan kadar şanslı olmayan 6 bin kişiyse organ beklerken kaybediyor hayatını. Yapılacak işlem çok basit. Hayat için hayattayken bir imza atmak... 60 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 sektörden SANOFİ’DEN TÜRKİYE’NİN BİLİM İNSANLARINA “AR–GE ÇAĞRISI” 60 yıldır Türkiye’de Ar-Ge’nin ve bilimsel altyapının gelişmesi için yatırım yapan Sanofi, ikinci kez “Ar-Ge Çağrısı” başlatıyor. “Ar-Ge Çağrısı” platformu ile Türkiye’deki tüm bilim insanları ve akademisyenlere yeni molekül geliştirme çağrısı yapan tek ilaç şirketi olan Sanofi, bu platformla projeleri dünyaya açarken, aynı zamanda Global Ar-Ge altyapısını ve kaynaklarını da Türkiye’nin hizmetine sunmaya devam ediyor. Türkiye’de ilgili tüm bilim insanlarına açık olan ‘Ar-Ge Çağrısı’ platformuna katılım için son başvuru tarihi 30 Haziran 2015. Dünyanın önde gelen yenilikçi ilaç firmalarından Sanofi, Türkiye ilaç sektöründe Ar–Ge çalışmalarına ivme kazandırmak amacıyla “Ar–Ge Çağrısı” platformunu ikinci kez hayata geçiriyor. Çağrısı”, karşılanmamış tıbbi ihtiyaçlara cevap verebilecek yeni fikirleri olan bilim insanlarının uluslararası platformlara taşınarak Sanofi Global Ar-Ge merkeziyle birlikte ürün geliştirilmesini ve bunların insanlığın hizmetine sunulmasını amaçlıyor. Türkiye’nin bilim insanları projeleri ile dünyaya açılacak “Ar-Ge Çağrısı”, başta üniversitelerin Tıp, Eczacılık ve Fen Fakülteleri, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümleri’ndeki araştırmacılar olmak üzere tüm bilim insanlarının katılımına açık bulunuyor. Fikirlerinin yaşamları Sanofi bu platformla, Türkiye’den yeni molekül adaylarının önünü açmak, yeni Ar-Ge projelerinin çıkmasının ve Türk bilim insanlarının Sanofi Global ile işbirliği ve lisans anlaşmaları yapmalarının yolunu açmayı amaçlıyor. Türkiye’de ilaç Ar-Ge’si ve yeni molekül keşfinin desteklenmesi hedefiyle Sanofi Türkiye ekibi tarafından hayata geçirilen “Ar-Ge değiştirebilecek buluşlara dönüşebileceğine inanan bilim insanlarının, “Ar-Ge Çağrısı”na katılabilmesi için, www.sanofi.com.tr veya www.akademika.org/Arge-Cagri-Projesi adresi üzerinden başvuru formunu doldurmaları yeterli. “Ar-Ge Çağrısı”nda, özgünlük, yapılabilirlik, yaygın etki ve hukuki anlamda fikri mülkiyet oluşturma niteliğine sahip olmak gibi temel kriterlere göre değerlendirilecek olan proje başvuruları 30 Haziran 2015 tarihine kadar yapılabilecek. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 61 sağlığımıziçin GLOKOM ÖNLENEBİLİR KÖRLÜK NEDENLERİ ARASINDA İKİNCİ Glokom dünya genelindeki önlenebilir körlük nedenleri arasında ikinci sırada yer aldığını belirten İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Glokom Bölümü Sorumlusu Prof. Dr. Nevbahar Tamçelik, “Hastalar Glokom olduklarını fark etmeden önce görme yetilerinin yüzde 40’ını kaybedebiliyorlar” dedi. Halk arasında ‘göz tansiyonu’ olarak bilinen glokom; optik sinirin ilerleyen nitelikte hasar görmesine yol açan bir göz hastalığıdır. Gözün aldığı bilgilerin beyne iletilmesinde optik sinir hayati öneme sahip olduğundan, tedavi edilmediğinde, glokom yavaş yavaş ve telafi edilemez biçimde görme kaybına ve nihayetinde körlüğe neden olabilir. Glokom hastalığının sebebi tam olarak bilinmemektedir. Dünya genelinde yaklaşık 67 milyon kişi glokom hastalığıyla yaşıyor ve bunların neredeyse yarısı glokom olduklarını bilmiyorlar. Diğer bir deyişle, 30 milyondan fazla, yani Yuna- 62 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 nistan ve Romanya’nın toplam nüfusundan daha fazla insan farkında bile olmadan görme yetilerini kaybediyor. Günümüzde, dünya genelinde bu hastalık yüzünden kör olmuş 4.5 milyon kişi bulunuyor. Glokom dünya genelindeki önlenebilir körlük nedenleri arasında ikinci sırada yer almasına rağmen, hakkında çok az şey bilinen bir göz rahatsızlığıdır. Novartis, glokom hastalığıyla yaşayanlara tedavi çözümleri sunan grup şirketi Alcon işbirliğinde, 8-14 Mart Dünya Glokom Haftası kapsamında bu hastalığın potansiyel tehlikeleri ve görme yetisini koruyabilmek için düzenli göz muayenesine dikkat çekmek amacıyla bir toplantı düzenledi. 12 Mart’ta Ankara’da gerçekleşen toplantıda İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Glokom Bölümü Sorumlusu Prof. Dr. Nevbahar Tamçelik erken teşhisin çok önemli olduğu bu hastalıkla ilgili bilgiler aktardı. Artan Oküler Basınç, Glokomun En Önemli ve Düzeltilebilir Risk Faktörü “Glokom, hastanın görüşü bozulana kadar sessizce ilerleyebilir ve yıllarca teşhis edilemeyebilir. Tedaviye başlayabilmek için bu göz rahatsızlığının yeterince erken tespit edilebilmesinin tek yolu düzenli göz kontrolleridir” diyen Prof. Dr. Nevbahar Tamçelik, şu anda glokomun kesin bir tedavisinin olmadığını ancak etkin tedavi yöntemleriyle ilerlemesini yavaşlatmanın mümkün olduğunu dikkat çekti. Tamçelik, artan oküler basıncın, glokomun en önemli ve düzeltilebilir risk faktörü olduğunu, yani göz tansiyonunun kontrol altında tutulmasının, glokom hastalarının görme yetilerini koruyabilmesinde yardımcı olduğunu belirtti. Glokomun Teşhisinde Görme Alanı Testi Önemli Glokomun teşhisinde kullanılan yöntemleri anlatan Tamçelik, “Göz tansiyonu ölçümü (Tonometri), Görme Siniri Hasarının Analizi, Görme Alanı Testi ve Kornea Kalınlık Ölçümü (Pakimetri) ölçeklerine bakılması gerektiğini söyledi. Tamçelik, klinik bulgularda şunlara dikkat etmek gerektiğini vurguladı: “GİB (göz tansiyonu) 21 mmHg’dan daha yüksek ise optik sinir başında çukurlaşma olmuş ve görme alanı kaybı alanına dikkat edilmelidir.” Glokom Tipine Göre Tedavi Seçeneği Değişir Tamçelik, iki ana glokom tipi olduğunu belirterek şu bilgileri verdi: “Primer veya açık açılı glokom ile akut veya kapalı açılı glokom. Tüm glokom vakalarının yaklaşık yüzde 90’ı açık açılı glokomdur. Bunlar genellikle semptomsuz gelişir ve iyice ilerleyene kadar tespit edilemez. Diğer taraftan, kapalı açılı glokoma daha nadiren rastlanır ama hemen tedaviye başlanması gerekir. Kapalı açılı glokomun belirtileri arasında şiddetli ağrı, bulantı, gözde kızarma ve bulanık görme sayılabilir.” zer cerrahisi, geleneksel cerrahi ve bu yöntemlerin bir kombinasyonu ile tedavi edilebilir. Göz içi yüksek basınç gibi faktörlerin yanı sıra, şu kişilerde glokom riski yüksektir: Ailesinde glokom rahatsızlığı bulunanlar, 40 yaşın üzerindekiler, diyabeti, yüksek tansiyonu ve kalp rahatsızlığı bulunan kişiler, fiziksel göz hasarı bulunan kişiler ve uzun süre steroid kullanmış kişilerdir” dedi. Kimlerde Glokom Riski Yüksektir? Glokomun kesin tedavisi olmadığını belirten Tamçelik, “Görme kaybı telafi edilemez. Ancak tedavi neticesinde, görme yetisi olduğu gibi korunabilir. Glokom; göz damlaları, oral ilaçlar, la- Prof. Dr. Nevbahar Tamçelik SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 63 sağlığımıziçin DOĞUM SONRASI ESTETİK Doç. Dr. Erdem GÜVEN Estetik ve Plastik Cerrahi Uzmanı Doğum sonrasında tekrar eski haline dönmek isteyen kadınlar en çok hangi işlemleri yaptırıyor? Doğum sonrası eski haline dönmek isteyen bayanlarda en çok talep edilen estetik ameliyatların başında meme ve karın ameliyatları gelmektedir. Özellikle annelik döneminde memelerin süt ile büyümesi ve emzirme sonrasında meme hacminin küçülüp meme derisinin bol kalmasıyla sarkıklık ve gevşeklik oluşmaktadır. Ayrıca bazı bayanlarda involüsyonel atrofi denilen süt verme sonrası memelerde aşırı küçülme de şekil bozukluğuna neden olan doğum sonrası süreçlerden birisidir. Bu durumların oluşmasıyla memelerde dikleştirme ve bazen de büyütme işlemi uygulanmaktadır. Tam aksi durumlarda göğüslerin normalden büyük olduğu bireylerde doğumla ortaya çıkan aşırı büyüklükten dolayı da başvuru olabilmektedir. Bu kişilere yapılacak meme küçültme ameli64 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 yatı ile normal görünüme kavuşması sağlanmaktadır. Diğer sık karşılaşılan problem ise karın sarkması ve karın bölgesi derisinde meydana gelen çatlaklardır. Özellikle gebelikte aşrı kilo alma, ikiz gebelik ve normalden fazla büyük bebek olması durumlarında karın derisinde çatlaklar oluşmakta, doğumdan sonra aşırı bollaşan karın derisinde sarkıklık ve kötü görüntü ortaya çıkmaktadır. Bunun dışında vücut harmonisini bozan bölgesel yağlanma artışı, yüz bilgesinde oluşabilen ve doğum lekesi adı verilen derideki renk değişiklikleri, ayrıca genital bölge deformasyonları da karşılaşılan problemlerden sayılabilir. reyler arasında farklılıklar gösterebilmektedir. Yapılacak ameliyat için bireyin ruhsal ve bedensel olarak hazır olması gerekmektedir. Özellikle doğum sonrası geçirilen zor döneme bağlı ortaya çıkan depresyon konusunda hekimin dikkatli olması gerekmektedir. Bu dönemde yapılacak operasyonlar sonrasında hastanın normal aktivitelerine dönüşü zorlaşabileceğinden ameliyatların ertelenmesi daha uygun olacaktır. Doğum ve lohusalık dönemi sonrası estetik operasyon için en uygun zamanlama nasıl olmalıdır? Doğumda vücutta meydana gelen değişikliklerin tam olarak düzelmesini beklemek büyük önem taşımaktadır. Doğum ve lohusalık sonrasında estetik operasyonlar için en uygun dönem süt verme dönemi bitiminden 3 ay sonrasıdır. Bu dönem bi- Doç. Dr. Erdem GÜVEN İkinci veya üçüncü doğumu düşünen kadınlar estetik operasyon yaptırabilirler mi? sonuçtan çok uzak görüntülerle karşılaşılabilmektedir. Daha sonra doğum yapmayı düşünen kadınların meme ve vücut şekillendirme ameliyatlarını olmalarında bir sakınca yoktur. Ancak karın derisini tekrar gerecek hamilelik süreci yaşaması muhtemel kişilerin ameliyattan sakınmasını önermekteyiz. Karın germe ameliyatlarının hamilelik sürecini bitirmiş ve tekrar doğum planı olmayan kişilere yapılması, ilerde yeni gebelikle ortaya çıkabilecek deformasyon ve deri çatlaklarının olmasını engelleyecektir. Doğum sonrası yaşanan deformasyon daha çok neye bağlıdır? Doğum kiloları verilmeden yapılacak bir girişim hasta için nasıl sonuçlar doğurur? Gebelikte alınan kiloların verilmeden yapılacak girişim, ameliyattan sonraki başarıyı oldukça etkileyecektir. Özellikle vücut kitle indeksinin fazla olduğu kilolu hastalarda gebelik ve doğumdan bağımsız olarak estetik ameliyatlarını kilo verme sürecinin sonuna ertelemelerini talep etmekteyiz. Özellikle vücut şekillendirme ve karın germe ameliyatları ideal kilolarda yapılmadığı zaman istenilen Doğum sonrası ortay çıkan deformasyonlar sırasıyla, normalden fazla kilo alınması ve bu kiloların kısa sürede verilememesi, genetik olarak deri elastikiyetinin zayıf olması sonucu derinin çatlaması, doğumda gerekli egzersiz ve sporun yapılmaması ile vücudun hareket kabiliyetinin zayıflaması ve kas gevşekliğinin oluşması gibi durumlardan kaynaklanır. Diğer önemli bir faktör doğum sonrası uygun spor ve egzersizlerin yapılmamasından zayıflamış ve gevşemiş karın kaslarının kendini toparlayamaması ve karında dışarı doğru bombeleşme oluşmasıdır. Doğum sonrası daha sağlıklı bir görünüme sahip olmak için hamilelik esnasında nelere dikkat etmek gerekir? Doğum sonrası sağlıklı bir görünüme kavuşmak için öncelikli olarak normal kilolarda hamile kalınarak, ideal sınırlarda kilo alımını sağlanması ge- reklidir. Gebelikte sağlıklı ve dengeli beslenmek de vücuttaki organların sağlıklı kalması için gereklidir. Özellikle günlük su tüketim miktarı da önemlidir. Suyun az tüketilmesi deride kuruluk ve deformasyonlara ve çatlaklara yol açabilmektedir. Gebelikte spor ve egzersiz yapılması hamileliğin sağlıklı sürdürülmesinin yanında, hamilelik sonrasında vücudun daha hızlı ve kontrollü düzelmesini sağlayacaktır. Doğum sonrası yapılabilecek ameliyatsız uygulamalardan bahsedebilir misiniz? Doğum sonrasında ortaya çıkabilecek diğer problemler karın ve bacaklarda oluşacak çatlaklar ve derideki lekelerdir. İzole karın ve bel bölgesinde oluşan çatlaklar için uygulanabilecek teknolojik tedavi ise fraksiyone karbondioksit lazer tedavisidir. Gelişen teknolojiyle deriye verdiği hasar azaltılıp tedavi edici etkisi arttırılan fraksiyonel lazer tedavisi günümüzde deri çatlakları ve leke tedavisinde rakipsiz ve son teknoloji olarak görülmektedir. Bu tedavi ile çatlaklar %50 ile 80 oranında azaltılabilmekte, derideki lekelerde tamamen tedavi edilebilmektedir. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 65 haber KARACİĞER KANSERİ İLK 10’DA Karaciğer kanseri Dünyada ve Türkiye’de kansere bağlı ölüm nedenleri arasında ilk 10 içinde yer alıyor. Kanser Haftası nedeniyle yazılı açıklama yapan Avrasya Gastroenteroloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Hasan Özkan uygun şartlarda üretilmeyen ve saklanılmayan baharat ve kuruyemişin karaciğer kanserine neden olabileceği uyarısında bulundu. Karaciğer kanserinin Türkiye’de ölüm nedenleri arasında ilk 10’da yer aldığına dikkat çeken Prof. Dr. Hasan Özkan ciddi sonuçlara neden olan “Hepatit B’nin Doğu ve Güneydoğu’da görülme oranı yüzde 10, batıda ise yüzde 1. Türkiye ortalaması ise yüzde 5. Dolayısıyla hijyen ve kültürel yapı çok önemli” dedi.Hepatit C’nin görülme sıklığının ise %1 olduğunu bildirdi. Prof. Dr. Özkan Türkiye’de çok yoğun tüketilen baharatların ve kuruyemişlerin uygun koşullarda üretilip saklanmamasının karaciğer kanserine davetiye çıkaracağının söyledi. Prof. Dr. Özkan bu nedenle üretim kaynağı belli, sağlıklı biçimde ambalajlanmış ve güvenilir ürünlerin tüketilmesinin önemini kaydetti. Karaciğer kanserinin görülme sıklığıyla Hepatit B ve C hastalıklarının görülme sıklığı arasında doğru orantı bulunduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Hasan Özkan son yıllarda Hepatit B mikrobuna karşı aşılamanın yaygınlaştırılmasının hastalığın görülme sıklığını düşürdüğünü ifade etti. Prof. Dr. Özkan “ülkemizde Hepatit B ve Hepatit C hastalığı görülme sıklığı azalırsa karaciğer kanseri görülme sıklığı da azalmış olur” dedi. Ülkemizde Hepatit B’ye gereği kadar önem verilmediğini hatırlatan Prof. Dr. Hasan Özkan, “Ülkemizde yaklaşık 4 milyona yakın hasta var. Bunun % 60’ı siroz ve kanserden ölüyor, % 40’ı taşıyıcı olarak yaşıyor. Sirozlu hastalarda kanser gelişiyor. Hepatit B Güneydoğu Anadolu’da % 20, Doğu Anadolu’da ise % 10’lar seviyelerinde 66 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 görülmektedir. Halkımızın karaciğer hastalığı hakkında da bilgilendirilmesi lazım. Sadece bitkilerle tedavi hastalığın stabilden çıkmasını sağlayarak olumsuz etki gösteriyor. Bitkisel ilaçlar hastalar için değil, sağlam insanların kullanması gereken ilaçlardır. Hastalar sadece ilaç kullanmalı ve yerli yersiz her bitkinin peşinde koşmamalı” diye konuştu. tit B virüsünün kişinin bağışıklık sistemine bağlı olarak vücuttan atıldığını belirtirken Hepatit C’de virüsün farklı bir seyir izlediğini söyledi. Prof. Dr. Özkan Türkiye’de görülen Hepatit C genotipinin 5 farklı tip içinde tedaviye en dirençli tiplerden biri olduğuna dikkat çekti. Ancak son bir yıl içinde kullanıma giren kronik hepatit C’de kullanılan ilaçların bu hastalığı %100’e yakın tedavi ettiğini bidirdi. Yeni ve güçlü ilaçlar Prof. Dr. Hasan Özkan Karaciğer kanserlerinin sıklıkla karında şişkinlik, karnın sağ üst kısmında sırta vuran ağrı, kilo kaybı, iştahsızlık, ateş ve ciltte sararma, idrar renginde koyulaşma gibi sarılık bulguları ile ortaya çıktığını kaydetti. Bu yakınma ve bulguların hiç birisinin karaciğer kanserine özgün olmadığını hatırlatan Prof. Dr. Özkan benzer yakınmaları olan kişilerin doktora başvurmalarının önemli olduğuna dikkat çekti. Kronik hepatit C’nin tedavisinde %100’e yakın tedavi başarısı sağlayan yeni ilaçlar kullanıma girdiğini ve yine kronik hepatit B’yi tümden yok edecek ilaçlarında faz I ve Faz II çalışmalarının bittiğini bildirdi. Yeni ve güçlü ilaçların Hepatit B’li hastalarda sirozu ve karaciğer kanserini önleyeceğini anlatan Prof. Dr. Özkan, “Bilindiği gibi kronik Hepatit B hastalığı erken teşhis ve doğru tedavi edilmez ise hastalar siroza ve karaciğer kanserine yakalanıyor. Son yıllarda geliştirilen aşı çocuklarımızı Hepatit B’den korurken yeni ve güçlü ilaçlar da hepatitli hastaların siroz ve kansere gidişini önlüyor. Hepatit B’li 1274 hasta, en uzun izlem ile 17 yıl (ortalama 8 yıl) izlendi. Bu hastaların % 9’unda yeni ilaçlarla tedavi ile tam şifa sağlandı. Tedavi başarısı sağlanan hastaların % 95’ında siroz ve karaciğer kanseri gelişimi önlendi. Tedaviye alınan 506 kişinin %80’inde başarılı sonuçlar elde edildi” dedi Avrasya Gastroenteroloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Hasan Özkan Hepa- Avrasya Gastroenteroloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Hasan Özkan karaciğer kanserinden korunmak için hepatit virüsleriyle infeksiyondan kaçınmak gerektiğini söyledi. Hepatit B virüsünden aşılanarak korunmanın mümkün olduğunu hatırlatan Prof. Dr. Özkan siroza ve uzun dönemde karaciğer kanserine neden olabileceği için alkol tüketiminden uzak durulması gerektiğini de kaydetti. Prof. Dr. Hasan Özkan DOKTORUMU DİNLİYORUM Dr. Kıvılcım KAYABALI Bir kararın niteliğinin, bu kararı alırken harcanan süre ve çabayla doğrudan bağlantılı olduğunun sürekli bize hatırlatıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Acele işe şeytan karışır diyoruz. Dereyi görmeden paçayı sıvama. Dur da bir düşün. Görünüşe aldanma. Sadece bilinçli kararlarımızın doğruluğuna güveniyoruz. Ancak günlük yaşamımızda sık sık anlık hükümler ve ilk izlenimler kararlarımızı yönlendiriyor. Nörobilim alanında yürütülen çok sayıda araştırma saniyeler içerisinde verdiğimiz kararların, bazı durumlarda aylar süren mantıksal analizler 68 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 sonucunda ulaşacağımız kararlardan farklı olmadığını gösteriyor. Kararlarımızı yönlendiren en önemli faktör ise duygular. Duygu yoksa karar da alınamıyor. Doktor hasta ilişkilerine baktığımız zaman da durum pek farklı değil. Eğer uğraştığınız konu insan sağlığı ise, hastaların duygulardan oluşan varlıklar olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Teknolojinin altın çağının yaşandığı günümüzde bile hala hastaların tedavi kararlarını, tedaviye uyumlarını ve doktorlara duydukları güveni yönlendiren en önemli etken doktorların onlarla çok kısa bir süre içerisinde kurduğu iletişim şekli. Örneğin doktorun kendileriyle konuşma tonu, göz teması kurması, doğru soruları sorması, onları dinlemesi, görüşme sırasında uygun ve anlaşı- labilir açıklamaların yapılması… Hastalar, onların bir olgu değil bir insan olduğunu bilen ve bunu hissettiren doktorlara güveniyorlar. Malcolm Gladwell’in Blink kitabında detaylı bir şekilde ele aldığı, Amerika’da hekimler üzerinde yapılan bir çalışmada, doktorlara yanlış tedavi yaptıkları durumlar için poliçe satan bir sigorta şirketi hangi doktorların dava edilme olasılığının daha yüksek olduğunu araştırıyor. İki olasılık var: Birincisi, doktorun eğitim düzeyi ve güvenilirliğini hakkında bilgi sahibi olmak için son yıllarda ne kadar hata yaptığını hastane kayıtlarını inceleyerek araştırmak; diğeriyse doktorun bir hastasıyla arasında geçen konuşmanın bir kısmını kaydederek dinlemek. Bu konuda yürütülen araştırmalara kitapta detaylı olarak yer verilmiş ve elde edilen sonuçlar oldukça ilgi çekici. Dava edilme riski, doktorun ne kadar çok hata yaptığıyla kesinlikle ilgili değil. Araştırma sonuçlarına göre çok başarılı ve yetenekli doktorlar sıklıkla dava ediliyorken, çok hata yapanlar hiç mahkemeye çıkmayabiliyor. Ayrıca doktorun hatasından dolayı zarar gören ama bu durumu çevresindekilerle paylaşmayan hastaların sayısı oldukça fazla. Hastalar sadece kötü tedavi uygulandığını düşündükleri için dava açmıyor. Şikayetçi olma nedenleri hem kötü tedavi, hem de muayene sırasında doktorların onlara davranma şekliyle ilgili. Yanlış tedavi davalarında genellikle karşılaşılan durum, hastaların hızlı karar vermek zorunda bırakılmaları ve yeterince ilgi görmemeleri. Bu davalarla ilgilenen önemli bir avukat olan Alice Burkin şunu söylüyor: “İnsanlar sevdikleri doktorları dava etmiyorlar.’’ Doktorunu dava etmekte kararlı olan bir hasta, avukatı Alice Burkin’e, doktorundan nefret ettiğini, çünkü kendisine hiç zaman ayırmadığını ve semptomları hakkında sorular sormadığını, sanki karşısında bir insan yokmuş gibi davrandığını anlatıyor. Farklı platformlarda uzmanların dile getirdiği gibi, özellikle, hasta kötü bir sonuçla karşılaştığında doktor durumu uygun bir iletişim diliyle açıklamalı ve hastanın sorularını yanıtlamalı. Haklarında dava açılanlar ise genellikle bunu yapmayan doktorlar. O zaman bir doktorun dava edilme riskini ölçmek için ne kadar iyi ameliyat yaptığını bilmek şart değil. Bilinmesi gereken şey doktorun hastasıyla kurduğu ilişki. Kitapta önemli bir bilim insanı olan Dr. Wendy Levinson’un yaptığı ilginç bir araştırma sonucu da yer alıyor. Bu araştırmada doktorlarla hastaları arasında geçen konuşmalar kaydediliyor. Bu doktorların yaklaşık yarısı hiç dava edilmemiş. Diğer yarısı da en az iki kez dava edilmiş. Araştırmacılar kaydedilen konuşmalara bakarak iki grup arasında belirgin farklar saptıyor. Hiç dava edilmemiş olan cerrahlar hastalarına daha önce dava edilmiş olan gruptan en az 3 dakika daha fazla vakit harcamış (edilmemiş olanlar 18,3 dakika, edilmiş olanlarsa 15 dakika). İlgili doktorlar “önce sizi muayene edeceğim sonra da probleminiz hakkında konuşacağız” ya da birazdan sizin sorularınıza da geçeceğiz” gibi hastaların bu muayeneden beklentilerini netleştirmeye yarayan ve muayenenin zamanlamasını belirten açıklamalar yapmış. Aktif bir şekilde hastalarını dinlemiş ve “biraz daha ayrıntı verebilir misiniz” gibi cümleler kurmuşlar. Ayrıca bu doktorların daha çok gülümsediği ve espri yaptıkları saptanmış. İlginç olan nokta ise verdikleri bilginin niteliği ve niceliği diğer doktorlardan farklı değil; hastalarının durumu ya da tedavi hakkında aynı oranda bilgi vermişler. Temel fark ne söylediklerinde değil, bunu nasıl söylediklerinde. Bu araştırma, Dr. Levinson’un hastalarla doktorlar arasındaki konuşma kayıtlarını dinleyen psikolog Nalini Ambady tarafından daha da detaylandırılmış. Ambady, her doktor için iki ayrı hastayla geçen birer görüşme seçmiş. Sonra, her görüşmeden doktorun konuştuğu ikişer 10 saniyelik parça dilimini ayırmış, yani üzerine yoğunlaştığı dilim her doktor için 40 saniye olarak belirlenmiş. Son olarak da konuşmaların yüksek frekanstaki tonlamalarını –ki bu heceler kelimeleri anlamlı kılan şeyler- silerek kayıtları özel bir filtreden geçirmiş. Bu elemeden sonra kayıtta sadece tonlama, farklı perdeden sesler ve ritm kalmış, içeriğe ait her şey yok olmuş. Sadece bu dilimi kullanarak bir analiz yapmış. Hakimlere bu bozulmuş ses kaydını dinleterek samimiyet, düşmanlık, üstünlük ve gerginlik açısından puanlar vermelerini istemiş ve sadece o puanlara bakarak hangi doktorların dava edildiğini, hangilerinin edilmediğini tahmin edebilmiş. da herhangi bir bilgiye sahip değildiler. Onların hastalara ne dediğini bile bilmiyorlardı aslında. Tahmin etmek için ellerindeki tek veri doktorların ses tonlarını dinleyerek yaptıkları analizlerdi. Hatta durum bundan daha da basitti. Eğer doktorun sesinin üstünlük taslayan bir tonda olduğuna karar verilmişse o doktorun dava edilmiş olan gruba ait olduğu tahmin ediliyordu. Eğer ses tonu daha az baskıcı, daha ilgili, düşünceli geliyorsa doktorun dava edilmeyen gruptan olduğu saptanmıştı. Hepimiz için, her çeşit iletişimde anlık hükümler ve ilk izlenimler önemlidir, duygularımızla anlık yargılara sahip oluruz. Evrimsel süreç içerisinde bu anlık kararlar insanoğlunun uyum yeteneğinin ve hayatta kalma şansının yüksek olmasını sağlamıştır. Her şey saniyeler içerisinde gelişir; ölçülü ve analitik davranacak, karşımızdaki kişinin veya doktorumuzun yaşadığı zaman baskısı, kurumsal koşulların getirdiği zorluklar hakkında fikir yürütecek, empati kuracak vaktimiz yoktur. En derindeki arzumuz her koşulda anlaşılmak, sevgi, şefkat ve güven duygusunu hissetmektir. Ambady’in belirttiğine göre kendisi ve çalışma arkadaşları elde ettikleri sonuca inanamamışlar. Hakimler, cerrahların deneyimleri, eğitim düzeyleri, yetenekleri ve çalışma yöntemleri hakkınSAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 69 sağlığımıziçin ÜREME CHECK-UP’INI ATLAMAYIN Op. Dr. Hakan ÖZÖRNEK Geç gebelik için şans nasıl artırılabilir? Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Üremeyi koruyarak nasıl yaşlanabiliriz? İleri yaşlarda nasıl çocuk sahibi olabiliriz? Soruları son yıllarda daha sık sorulmaya başlandı. Bunun şu anda tek yolu yumurta ve spermi dondurmak. Pek çok ülkede isteğe bağlı olarak yumurta dondurma işlemine izin veriliyor. Türkiye’de ise kanser hastalarına, üreme organlarıyla ilgili ameliyat geçirmek zorunda olan erkeklere ve kadınlara üreme hücrelerini dondurma izni kanunlarla veriliyor. Halen kanunen izin verilmeyen ancak sonrasında çok ciddi bir sosyal problem haline gelebilen, geç yaş evliliklerinde üremenin korunması isteği de ciddi şekilde tartışılır hale geldi. İnanıyorum ki çok uzak olmayan bir dönemde Türkiye’de yönetmelik değişecek ve merkezlerimiz de bu hizmeti vermeye başlayacak. Çünkü anne ve baba adayları hayatlarını planlarken belki de çok erken dönemde çocuk sahibi olmak istemeyecekler. Yaşla birlikte gebelik yüzdelerinin düşmesi de yumurtanın yaşlanmasına bağlı olduğu için yumurtalarını dondurmayı talep edebilecekler. Bu aynı zamanda şu anlama geliyor; ‘Bir noktada biyolojik saatimi durdurayım, ne zaman istersem o Kadın için normal üreme süreci, ilk adetini gördükten sonra yavaş yavaş başladı. Türkiye’de ilk adet yaşı 12 – 13 civarındadır. 20’li yaşların başı gebe kalınması için ideal yaşlar. Bu çağda aylık gebe kalma oranı yüzde 25 civarında. O nedenle üremenin 20 – 35 yaş arasında olmasını tavsiye ediyoruz. 35’ten sonra kadının doğurganlığında bir azalmanın ortaya çıktığını görüyoruz. 40 yaş sonrasında bu azalma hızlanıyor. Kişiden kişiye değişmekle birlikte aşağı yukarı 44 yaşından sonra doğurganlık oranı yüzde 1’ler civarındadır. Kısacası kadının bir üreme çağı var ama maalesef bu o kadar da uzun değil. Bu sebeplerden dolayı çiftlere önerim şu olabilir; eğlenmeyi, para biriktirmeyi, statü sahibi olmayı öteleyebilirsiniz. Ancak çocuk doğurmak ertelenmeyecek kadar önemli bir karar. Bu konuda üreme sağlığıyla ilgili testlerinizi yaptırın. 70 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 zaman çocuk sahibi olayım.’ Çünkü eğer yumurta korunabiliyorsa rahim yaşlanmadığı için kadınlar 50 yaşında da çocuk doğurabilecek noktaya gelebilir. Buradaki önemli tek nokta, yumurtanın yaşlanmasının durdurulması; bunu sağlamanın tek yolu da yumurtanın dondurulması. Üreme check – up’ının yerleşmesi lazım Üremede check – up kavramının artık gelişmesi ve yerleşmesi gerekiyor. Evlendik olursa olur, olmazsa olmaz diye birşey yok. Dolayısıyla bunun zaman- Op. Dr. Hakan ÖZÖRNEK • Günlük hayatımdaki stresle başa lamasını planlıyorsanız başınıza gelecek kötü sürprizleri de engellemeniz lazım. çıkamıyorum. aydır çocuk isteğim var. İlaçsız adet göremiyorum • Hangi testler yapılmalı? Kadında yumurtalık deposunu gösteren, erkekte ise spermin durumunu belirleyen çok basit testler var. Son dönemde teknolojinin gelişmesiyle de gerçek bilgiye en doğru haliyle ulaşabiliyoruz. ‘Anti müllerian’ (AMH) adlı hormon yumurtalığın içindeki yumurta kapasitesini ortaya koyar. Kadının menopoza girme yaşını da yaklaşık olarak söyleyen bu testin en önemli özelliklerinden biri de adet döngüsünün herhangi bir zamanında yapılabiliyor olmasıdır. Erkeklerde de sperm testinin kadınlardaki AMH testi gibi erkeğin üreme kapasitesiyle ilgili bilgi verir. Üreme sağlığınızı test edin 1. BÖLÜM Kadın için; • 35 yaşından gencim, 1 yıldır çocuk isteğim var. • 35 veya daha üzeri yaştayım, 6 • • • Erkek için; Çocukken yumurtalıklarım yukarıda idi. Ergenlik döneminden sonra kabakulak hastalığı geçirdim. Varikosel ameliyatı oldum, sperm değerlerim iyileşmedi. 2. BÖLÜM Kadın için; Adetlerim ağrılı olur. Kadın hastalıklarıyla ilgili ameliyat geçirdim. Adetlerim düzensizdir. Adetlerim 24 günden kısa sürer. Adetlerim 32 günden uzun sürer. Çikolata kistim var. • Günde 2 kadehten fazla alkol tüketiyorum. • Günde 5 bardaktan fazla çay, kahve, kola tüketiyorum. • Normal kilonun 10 kilo üzerindeyim. Değerlendirme: Evet veya Hayır diye işaretlediğiniz maddelerden; • 1. Bölümde: Evet işaretlediyseniz, üreme konusunda mutlaka yardım almanız gerekir. En kısa sürede konuyla ilgili bir doktora başvurmanız gerekir. • • • 2. Bölümde: Evet işaretlediyseniz • • • • • 3. 3. BÖLÜM Hem kadın hem erkek için; Günde 10’dan fazla sigara içiyorum. • üreme sağlığınız olumsuz etkileniyor olabilir ve bebek istiyorsanız mutlaka bir doktora danışmanız gerekir. Doktorunuz size gerekli önerilerde bulunacaktır. Bölümde: İşaretlediğiniz her evet cevabı üreme şansınızı düşürmektedir. Eğer bebek yapmaya karar verdiyseniz yaşantınızdaki bu olumsuz faktörü mutlaka ortadan kaldırın. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 71 röportaj PHILIPP HAAS DEVA Holding Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO Sağlık kattığımız yaşamlar için yaptığımız işin değerini, önemini biliyor ve ülkemize yatırım yapmaya devam ediyoruz. DEVA, Türkiye’nin en köklü ilaç firmalarından biri. Bize kısaca DEVA’yı anlatabilir misiniz? 72 tıbbi üretim alanında faaliyet gösteriyor, yaklaşık 1800 çalışanımızla ve 3 üretim tesisimizle ülkemize hizmet ediyoruz. DEVA Holding olarak 2014 yıl sonu IMS verilerine göre kutu bazında %6,1 pazar payı ile 2. Sırada yer alıyoruz. müz, 190 bin metrekareye yayılmış yaklaşık 500 milyon kutuluk kapasiteye sahip üretim tesislerimiz bulunuyor. 1958 yılında kısıtlı kaynaklarla kimsenin hayal edemediği yerli ilaç üretimini yapan ilk ilaç üreticilerinden biri olmak bizi bugünlere taşıdı. DEVA olarak amacımız, üretilebilecek her ilacı ülkemizde üretmek ve erişilebilir tedavileri tıbbın hizmetine sunmaktır. Türkiye yeni ürün geliştirmek ve üretmek için önemli potansiyele sahip bir ülke. Biz DEVA olarak bu potansiyeli harekete geçirebilmek için yatırımlarımıza hız kesmeden devam ediyoruz. 2014 yılında Kartepe’deki üretim tesislerimizde oftalmoloji alanında üretim süreçlerimizi tamamladık ve bu alanda kendi üretim tesislerinde üretim yapan “yerli üretici” konumunu kazandık. Yine geçen yıl 1700 metrekarelik Çerkezköy inhaler ilaç üretim tesisinin açılışını yaptık. Tek vardiyada yılda 2 milyon aerosol vial, DEVA, 1958 yılında çoğunluğu sağlık çalışanı olan 27 hissedar ve onların ortaya koydukları sermaye ile kurulmuş, köklü bir ilaç şirketidir. Hatta, DEVA’nın açılımı Doktor, Eczacı ve Alatları’dır. 1960 yılında Beyoğlu Tünel’de ilk üretim tesisi açılmış, sonrasında Bomonti’de, Topkapı ve İzmit’teki üretim tesisleriyle gelişmeye devam etmiştir. Yıllar içerisinde yatırımlarıyla büyüyerek dikkat çeken DEVA’nın çoğunluk hisseleri 2006 yılında EastPharma’ya devredilmiş ve dünyaya açılmıştır. Yerli bir ilaç firması olarak ülkemize yatırım yapmaya devam ediyorsunuz. Projelerinizden ve yeni yatırım alanlarınızdan bahseder misiniz? Bugüne geldiğimizde DEVA olarak, beşeri ilaç ve hammadde başta olmak üzere veteriner ilacı, kolonya ve Onkolojiden kardiyolojiye, solunum sisteminden sinir sistemine 13 farklı terapötik alanda yaklaşık 400 ürünü- SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 180 milyon kuru toz kapsül ve 23 milyon BFS vial üretilebilme kapasitesine sahip yeni tesisimiz Türkiye’de tüm inhaler ürün çeşitlerini barındıran en büyük tesis oldu. Ar-Ge alanındaki faaliyetlerinizden bahseder misiniz? Ar-Ge’ye büyük önem veriyoruz. Bu alanda 2009 yılında kurduğumuz DEVARGE (DEVA Ar-Ge) merkezimiz ve 167 kişilik alanında uzman çalışanımızla, yeni tedaviler ve yeni formlar geliştirmek için çalışıyoruz. Geçen yıl ciromuzun %9’unu Ar-Ge çalışmalarına ayırdık. Yeni fikirlerimiz ve yeni projelerimiz var- bunları sırasıyla hayata geçirmek için hazırlanıyoruz. Uluslararası yatırımlarınız da bulunuyor. Bu konuda neler yapıyorsunuz? Bölgesel büyüme operasyonlarımız ve ihracat faaliyetlerimiz artarak devam ediyor. 2014 yılı Aralık ayı itibariyle aralarında Almanya, İsviçre, Hollanda, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın da bulunduğu toplam 23 ülkede 193 ürün ruhsatı aldık. Önümüzdeki yıl da farklı ülkelerle stratejik ortaklık projeleri için araştırmalarımız devam edecek. Türkiye ilaç pazarının şu anki durumu ile ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Son dönemde ilaç fiyatları önemli ölçüde değer kaybetti. Biz de bu dönemde belli bir disiplin içinde hareket ettik. Sektörün içerisinde maliyet kontrolü ve disiplinli çalışma anlamında kendimizi lider kuruluşlardan biri olarak görüyor, hammaddeyi de üreterek dikey büyümeyi yaratmak istiyoruz. Son olarak bize DEVA’nın sosyal sorumluluk alanındaki projelerinden bahseder misiniz? Sağlık kattığımız yaşamlar için yaptığımız işin değerini ve önemini biliyoruz. Bu anlayış ile sorumluluğunun bilincinde bir sağlık kuruluşu olarak, projeler geliştiriyor ve hayata geçiriyoruz. Son olarak Çanakkale Savaşı’nın 100. yılında şehitlerimizi anmak ve savaşın az değinilen bir yönünü gündeme getirmek istedik. Bu amaçla, 2005 yılında hazırlayarak yayınladığımız Acı İlaç adlı eserin yeniden basımını gerçekleştirdik. Çanakkale Savaşı, çocuklarımızın, gençlerimizin ve hepimizin öğrenmesi, anlaması gereken bir savaş. Acı İlaç, en az savaş kadar öldürücü olan bulaşıcı hastalıklardan başlayarak, tedavi yöntemlerini, ameliyatları, ilaç ve malzemeyi, hastaneleri, doktorları, kısacası savaşın sıhhiye cephesini anlatmaktadır. Bu konudaki eksiklikler, yokluklar, katlanılan zorlukların gündeme getirilmesi, Çanakkale Savaşı’nın, aynı zamanda ilaç ve malzeme yokluğuna karşı verilen bir savaş olduğu gerçeğini ve milli ilaç sanayinin savaştaki önemini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Belirli sayıda bastığımız kitabımızı paydaşlarımıza ve kütüphanelere iletiyoruz. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 73 sağlığımıziçin VARİS TEDAVİSİ Prof. Dr. Hakan UNCU Varisin belirtileri nelerdir? Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Günümüzde adını sıkca duyduğumuz “huzursuz bacak sendromu” nun en önemli sebeplerinden birisi varistir. Hastalar, bacaklarda ağrı ve ağırlık hissi, kasılma, kas krampları, kaşıntı, karıncalanma, dolgunluk, gerginlik ve huzursuzluk şikayetleri ile başvururlar. Özellikle akşamları ve sıcak havalarda artan ağrı ve yorgunluk hissi dikkat çekicidir. Hastalardan en sık duyduğumuz şikayetlerden birisi, “geceleri yattığımda ayaklarımı nereye koyacağımı bilemiyorum” sözleridir. Varislerin örümcek gibi çirkin görüntüleri ve estetik kaygılar da, ihmal edilmeyecek başvuru sebeplerindendir. Çoğunlukla hastalar yaz öncesinde, yani “çorapları çıkarma mevsiminde” başvururlar. Kış mevsiminde hem soğuk etkisiyle şikayetleri azalır, hem de çizmeler ve çoraplar içinde varislerini unuturlar. Halbuki tedavi için en uygun zaman, bu kış aylarıdır. Varis ilerleyip üçüncü evreye geldiğinde bacaklarda ödem, dördüncü evrede ise ayak bileği çevresinde renk değişiklikleri ve kan göllenmesi ortaya çıkar. Son evrelerde ise ayak bileğinde açık yaralar ile karşılaşılır ki, bunları “varis ülseri” olarak adlandırmaktayız. Vücudumuzdaki damarların toplam uzunluğu 160.000 km. olup, bu uzunluk dünyanın çevresini 4 kez dolaşacak kadar büyük bir mesafedir. Bu kadar uzun yolda tabii ki bozulmalar da olabilecektir, tıkanmalar da olabilecektir. Bacaklarımızda derin ve yüzeyel olmak üzere birbirleri ile bağlantılı iki adet toplayıcı damar sistemi bulunmaktadır. İşte bu yüzeyel sistemdeki toplar damarların uzaması, kıvrılması ve genişlemesine “ varis” diyoruz. Varislerin otuz yaş üzeri kadınlarda görülme sıklığı % 45 iken, ileriki yaşlarda daha da yüksek oranlarda karşımıza çıkar. Hem annesinde hem babasında varis hastalığı olan kız çocuklarında varisin ortaya çıkma riski % 90 olup, bu oran erkeklerde yarısı kadardır. Kadınların hamilelik süreci, ve öte yandan kullandıkları doğum kontrol hapı, adet düzenleyici ve menapoz ilacı gibi hormon dengelerini değiştiren ilaçlar varislerin ve tromboflebitin oluşumunda suçlanan faktörlerdendir. 74 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 Varisin mesleklerle ve hayat tarzı ile ilişkisi var mıdır ? Uzun süre ayakta sabit duranların ve sürekli olarak oturan kişilerin hastalığıdır. Buna örnek olarak cerrahlar, diş hekimleri, garsonlar, güvenlik görevlileri, öğretmenler, otobüs şoförleri, bankacılar, telefon operatörleri gösterilebilir. Otobüs beklerken bile sabit durmayıp, yürümek önerilmelidir. Bu sebeple yüzme, bisiklet, yürüyüş, kayak ve dans etmek önerilir. Tenis ve ağırlık kaldırmak gibi sporlar yasaktır. Hastalar güneş, sıcak kum, sauna, hamam ve kaplıcadan uzak durmalıdır. Fazla kilo almamalı, yüksek topuklu ayakkabıları, tayt ve korse gibi vücudu sıkan giysileri tercih etmemelidirler. Her hamilelikte varislerin biraz daha ilerleyeceği bilindiğinden, tedavinin hamilelikten önce yapılması doğru olur. Varis tedavi edilmez ise, ne gibi ciddi sonuçlar ortaya çıkabilir ? Burada en korkulacak şeylerden biri ayak bileklerinde kapanmayan yaralar açılmasıdır. Bu akıntılı yaralar infekte olurlar ve insanın normal yaşamını sürdürmesine, hayatına devam etmesine izin vermezler. Ülkemizde varisin bir sonucu olarak ayak bilek bölgesinde yara açılan yaklaşık 150.000 venöz ülserli hasta olduğu bilinmektedir. varisleri tedavi edemezler, sadece hastanın şikayetlerini azaltabilirler. İkinci ve belki de en önemli kötü sonucu ise, varisli damarın içinde pıhtı oluşumudur. Varisli damarda pıhtı oluşumuna “tromboflebit” adını veriyoruz. Bu pıhtılar genellikle uzun süren uçak veya otobüs yolculuğu sonrasında meydana gelirler. Tromboflebitte pıhtıların ortalama % 20’si derin sisteme, bazıları oradan da akciğere gidip ölüme sebep olabilirler. Dünyada akciğere giden pıhtı (emboli) sebebi ile ortaya çıkan ölüm oranları, çok korktuğumuz meme kanserinin sebep olduğu ölüm oranlardan 5 kat daha fazladır. 2. İlaçlar Varislerin üçüncü muhtemel ciddi sonucu ise, küçük bir çarpmayla varisli damarın dışarı doğru kanamasıdır. Varisin tanısı nasıl konur ? Tecrübeli bir damar cerrahının muayenesi tanı koymak için yeterli olabilir. Fakat tam olarak tanıdan emin olmak için Doppler ultrason incelemesi yapmak doğru olur. Meme ultrasonu veya hamilelikte yapılan ultrasondan çok farklı değildir, kolaylıkla tekrarlanabilir. Anjiografi gibi hastaları rahatsız edecek ileri bir tanı yöntemlerine ihtiyaç olmaz. Varislerin Tedavisinde Cerrahi mi, Yoksa Köpük veya Buhar Gibi Yeni Bir Tedavi Yöntemi mi ? Variste hangi tedavi yöntemleri uygulanmaktadır ? Variste çeşitli tedavi yöntemleri vardır. Fakat her hastaya her yöntem uygun olmamaktadır, dolayısı ile hasta ben şu yöntemi istiyorum, dememelidir. Varisin evresine göre farklı tedavi yöntemleri kullanılmaktadır. Variste tedaviler aşağıdaki gibi sekiz bölümde açıklanabilir: 1. Çoraplar veya bandajlar Varis çorapları kanın dönüşünü kolaylaştırır, ödemi ve diğer şikayetleri azaltabilirler. Fakat doktor önerisi ile değil de, rastgele kullanılır ise, dolaşıma zararı bile olabilir. Dizaltı, dizüstü ve külotlu çoraba, hangi basınçta kullanılacağına doktor karar vermelidir. Çoraplar çok doğru kullanılsa bile, Ağızdan alınan ilaçlarla varisi düzeltmek veya oluşumunu önlemek mümkün değildir. Bazı ilaçlar ile hastaların farklı şikayetlerini gerileyebilir, ağrı ve ödem azalır. Fakat hasta ilacı bıraktığında, şikayetleri yeniden başlar. 3. Köpük Tedavisi Genellikle kozmetik sebepler ile başvuran genç hastaların birinci evre varislerinde uyguladığımız çok popüler bir tedavidir. Bu tedavi için hastane şartları ve anestezi gerekmez. Varisli damara deterjan gibi köpük ilaç verilerek yarım saat içinde ağrısız olarak yapılabilir. Hastalar adeta örümcek gibi çok kötü görünen damarlardan aynı gün kurtularak işlerine dönebilirler. Burada köpükle kapatılan minik damarlar zaten hiçbir şekilde görevi olmayan damarlardır. Dolayısı ile bu tedavinin hiçbir zararı yoktur, tersine faydası vardır. 4. Cerrahi Artık 1-2 cm.lik küçük kesilerden tığ benzeri minik aletler ile girilerek başarı ile yapılmaktadır. Eskisi gibi kötü görüntü bırakan dikişlere de ihtiyaç olmamakta, estetik bantlar ile kapatmamız yeterli olmaktadır. Bacaklarda da dikiş izi kalmaz. Genel anesteziye de ihtiyaç olmamaktadır. Halen bazı hastalarda diğer tedavilerin hiçbiri uygun olmamakta, zorunlu olarak kullanabildiğimiz tek tedavi yöntemi, “ameliyat” olabilmektedir. Hastaların korkmaması gereken bir yöntemdir, ameliyattan sonra ertesi gün evlerine dönebilirler. yasyon içermez, radyoterapi ile karıştırılmamalıdır. Fakat hangi hastada hangi yöntemin uygun olduğuna bir cerrah karar vermelidir. 7. Buhar Tedavisi Damar içine yerleştirdiğimiz sıcak buhar veren bir katater yardımı uyguladığımız bu tedavi , tedaviler içinde en yeni olanıdır. Laser, radyo-frekans ve buhar tedavileri çok ince kataterler yardımı ile ameliyathanede uygulanırlar. Ameliyat kesileri ve dikiş olmaksızın, anestezi gerektirmeyen, hastaya aynı gün eve dönme imkanını veren, konforlu ve ağrısız yöntemlerdir. Bacakta kanama ve morluk da olmaz. Son yıllarda dünyada ve ülkemizde uygulanan ve başarılı sonuçlar elde edilen yeni tedavilerdir. Fakat cerrahiden de hiç vazgeçmediğimiz bilinmelidir. 8. Endoskopik girişim Bilindiği gibi cerrahinin her alanında yaygınlaşan endoskopik cerrahi yöntemi, bilekte renk değişikliği veya yara oluşmuş ileri evre varislerde de uygulanmaktadır. Bunu Türkiye’de ilk defa Mart 2002’de biz gerçekleştirdik. Bacağın içine şişirilebilen bir balon ve bu balonun yardımı ile küçük bir kamera yerleştirilir. Bu kamera yardımıyla yaranın altına giden damarlar zımba teli gibi bir klipsle klipslenir, varise bağlı oluşmuş yara da yaklaşık 2 ay içerisinde kapanır. Buna “endoskopik varis tedavisi”, uluslararası literatürde “SEPS” denir. Bacağa boydan boya kesi yapmadan, kalem ucu kadar bir delikten kalem kadar kamera yerleştirilerek yapılır. 5. Laser Örümcek damarlara ciltten, daha büyük damarlara ise damar içine yerleştirilen bir katater ile uygulanmaktadır. Farklı laser dalga boyları olduğu unutulmamalıdır. 6. Radyo-Frekans Laserin kullanılabileceği her durumda bu yöntem de kullanılabilir. Rad- Prof. Dr. Hakan UNCU SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 75 gezelimgörelim 76 Ankara Derya ÖNCÜL Samet Ağaoğlu, “Kediseven Sokağındaki Bahçe” isimli küçük bir memuru anlattığı hikayesinde ne güzel anlatmıştır bu sokağı. Ankara’yı bir gezi sayfasında anlatıyor olmak zordur. Ankara’nın belleklerde yerleşmiş iz düşümü gezmek, görmek gibi değil de yüksek devlet binalarının bulunduğu gri bir şehir gibidir. Oysa, tarihi çok eski çağlara dayalı olan bu şehrin anlatılacak, görülüp gezilecek çok yeri vardır. Ankara’yı geniş tarihsel perspektifte okumak, farklı renkleri ve tatlarıyla tanımak bu kentin sokaklarında bir yolculuğa çıkmak, belleklerdeki gri şehir iz düşümünü yok edecektir. Zaten bu kente gri denilmesi de bugünkü gibi ışıl ışıl sokakların olmadığı 60’lar ve 70’lerde havanın erken karardığı kış akşamlarında, floresan ışığında çalışan devlet dairelerinden süzülen ışık nedeniyledir, bu da zamanla dillerde ve bellekte gri şehir olarak yer etmiştir. “Ankara’ya yeni gelmiştim. Küçük ve ilk memuriyetimin verdiği heyecanlı hevesle sabahın erken saatlerinden akşamın geç vaktine kadar çalışıyor, sonra iyi bir memur olmanın huzur ve sükuneti içinde daireye çok yakın Kediseven sokağındaki bahçeye giderek bir kanepenin üstünde saatlerce oturuyor, sonsuz bir hasbilikle sevdiğim yaşamayı doya doya tadıyordum. Hayatımda büyük zevkler yoktu. İçki içemez, sigara kullanmazdım. Günlerim yeknesak ve muntazam geçerdi Kediseven sokağındaki küçük bahçe ile ruhumu birbirine benzetiyordum. İkisi de sükun ve inziva içindeydiler, ikisi de bu kocaman kainatta kimsenin gözüne çarpmayan, kimseyi rahatsız etmeyen birer köşe idiler” (aktaran Bozyiğit, 2000, s. 116). Nedir bu şehri güzel yapan? Bazımız için keskin ayazı, yağan karı, gece tenha sokakları ile bir kartpostalı anımsattığı günler dünyanın en güzel şehirlerinden biri olması. Bazımız için de her gün adını yeni duyacağımız, kim bilir önünden kaç defa geçtiğimiz, keşfedilmeyi bekleyen sokaklarının varlığıdır. Mesela Kediseven Sokağını kaçımız biliriz, ya Şairler Sokağını? Bugün çok büyük ilçe olan Keçiören’in yazlık mekan olarak Ankaralılar tarafından kullanıldığını da Vehbi Koç’un hatıralarından öğreniyoruz. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 “Ankaralıyım. Aile şeceremden anlaşıldığına göre tarafımdan 600, baba tarafımdan da 250 yıllık Ankaralı bir aileden geliyorum. 1901 yılında, Keçiören’nin altında, çoraklık denilen semtteki yazlık evimizde doğmuşum. Kışlık evimiz bugün adı Ana- fartalar Caddesi olan, eski adıyla Efe Mahallesi’nin Karaoğlan Caddesinde uzun zaman İmar Müdürlüğü’nün ve altında Atlas Ayakkabı Mağazası’nın bulunduğu yerdeydi… Zengin Hristiyanlar Keçiören, Etlik, Çankaya semtlerinde yazlıklara giderlerdi. Yalnız Musevilerde bağ adeti yoktu” (aktaran Bozyiğit, 2000, s. 127). Tarihin sayfaları araladığında öğrendiğin her yeni bilgi şaşırtmaya devam eder Ankara hakkında. Ulus semtinin ilk isminin Taşhan olması gibi. Bugün Ankaralıların yalnız bırakmadığı, yurdun her köşesinden gelen ziyaretçilerle de ziyaretçi akınına uğrayan Ankara’nın kalbi Ulus’ta camisi ve türbesi bulunan Hacı Bayram-ı Veli’yi ve onun tasavvuf anlayışını bilmeden de Ankara’yı anlamak zordur. Hacı Bayram-ı Veli ‘Pîr’ ismiyle anılan ve Bayrâmiyye tarîkatı kurucusudur. H.753 M. 1352-53 tarihinde Ankara’nın Çubuksuyu kenarında Solfasol-Zü’l-Fadl’ köyünde dünyaya gelmiştir. İsmi Nûman ise de, mürşidi olan Ebû Hâmid Aksarâyî (Somuncu Baba) ile buluşmaları bir Kurban Bayramına rastladığı için, şeyhi tarafından kendisine Bayram ismi verilmiştir. Hacı Bayram Velî, Ankara’da ve yakın çevrede tarikatını yaymaya, insanları Allah sevgisinde birleştirmeye çalışmıştır. Bu yüzden, yetişen müritlerine bir tür vekillik demek olan hilâfet vermek sûretiyle civar il- lere göndermiştir. Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Bâyezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad devirlerini idrak eden ve kurduğu Bayramîlik tarîkatıyla Anadolu’nun mânevî yapısının şekillenmesinde büyük katkıları olan Hacı Bayrâm-ı Velî Ankara’da vefat etmiştir; vefâtından birkaç yıl önce yaptırılan ve kendi adıyla anılan caminin yanına defnedilmiştir (1). Hacı Bayram-ı Veli’nin hayatını öğrenirken, Ankara’nın Solfasol semtinin adının da nerden geldiğini böylelikle öğrenmiş oluyoruz. Hacı Bayram-ı Veli adına inşa edilen Cami ve türbe ise, Roma çağının önemli bir yapısı olan ve bulunduğu meydana adını veren Ogüst Tapınağı’nın hemen yanındadır. Cami, Hacı Bayram-ı Veli’nin ölümünden iki yıl önce H. 831 / M. 1427-28 yılında inşa edilmiştir. Takip eden dönemlerde oldukça çok onarım görmüş olan yapının ilk mimarı hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Taş kaideli, tuğla duvarlı ve kiremit çatılı bir yapı olan Hacı Bayram-ı Veli Cami kuzey - güney doğrultusunda derinlemesine dikdörtgen bir plana sahiptir. Zemin katta 437 metrekarelik, üstteki mahfilde ise 263 metrekarelik bir kullanım alanı vardır. Yapının güneyinde Hacı Bayram-ı Veli Türbesi bulunmaktadır (Sezer:2007). Hacı Bayram-ı Veli Camisi’ndeki, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1940-41 yıllarında yapılan geniş çaplı tamirde yazıldığı düşünülen hat yazıları, Hattat Mustafa Halim Özyazıcı tarafından hat sanatının celi sülüs tekniği ile yazılmıştır. Cami’nin farklı yerlerinde bulunan bu yazılarda Ayetler ve Kelime-i Tevhid bulunmaktadır. Örneğin; Cami’nin sol giriş kapısı üstünde (iç tarafta) bulunan levha 50*160 cm’dir. Buradaki ayet, Bakara Suresinden bir ayettir 2/238 (Sezer:2007). KAYNAKÇA Bilâl SEZER.,”Hattat Mustafa Halim Özyazıcı’nın Ankara Hacı Bayram-ı Veli Camii’ndeki Yazıları” Sanat Dergisi Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi S.11 2007. S.,11-15. Bozyiğit, A. E. (2000). Ankara’nın Taşına Bak… Türk Yazınında Ankara. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri (1) http://turkkad.org/UD_OBJS/PDF/PROJE/2012/HBV-davet%20kitab%C4%B1web.pdf Erişim Tar: 27 Mart 2015 Birkaç paragrafa sığdırmaya çalıştığımız Ankara, denizi yok diye görmezden gelinecek bir şehir değildir. Anlaşılmak ister, okunmak, sokaklarında tarihin izlerinde gezilmek ister. Ankara ilgi ister, kıymet bilinmek ister. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 77 film Op. Dr. Gökçen ERDOĞAN Sinema, 7. sanat ve sinemasever de dünyanın 8. harikası bana göre. Çünkü hayatın anlatılması gerekiyor; olduğu gibi, hayal edildiği gibi, yorumlandığı gibi, uzaktan, yakından, ta içinden ve bazen de gaipten. Çünkü hayatın meraklısı olmak önemli. Hayatın anlatılması gerekiyor çünkü hayat, içindeyken yeterince anlaşılmıyor. Fotoğraf çekerken anı kaçırmak gibi bir şey bu, objektiften gördüğümüz şeye bakınca şaşırmak gibi gerçeği karşımızda durmuyormuş gibi. Ya da hiçbiri değil ve sinema yalnızca anlamsız bir sevgi. Fark eder mi, dünya durdukça film biter mi! 78 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 Geçtiğimiz ay izlediğim bir Türk filminden bahsetmek istiyorum size. Sinema eleştirmeni olmadığım herkesçe malum ama hayata dair her şeye biraz ilgiliyim. Bana Masal Anlatma filmini çok sevdim. Çünkü özlediğim o his vardı içinde, aradığım o doku. Eski Türk filmlerinin samimiyeti, sıcaklığı ve bayıldığım o genç ‘kafa’. TRT’nin fark yaratan dizisi Leyla ile Mecnun’un senaristi Burak Aksak, yine kendi kafasını yaşatmış. Gençler böyle diyorlar şimdilerde ve ben bu mizah anlayışının inceliğine hastayım. Absürtlükle sadelik arasındaki o ince çizgiyi adeta bir ip cambazı kadar ustalıkla kullanıyor Aksak. Masallardan fırlayan Ayperi’nin dünyaya düşüşüne de dünyada payına düşenlere de bayıldım. Dolmuş şoförü Rıza’nın azıcık aşı, kaygısız başı ve hep insan kalan yanlarıyla canlanışı çok ama çok özeldi. Son derece sıcak bir mahallede, hayat gailesi içinde yaşayan kendi halinde insanlar görmeyi özlemişim, anladım. Eski Türk filmlerindeki Kirkor Amca’yı, Madam Eleni’yi nasıl da arar olmuşum. Bir arada yaşamanın normalliğini ve güzelliğini unutur gibi olmamıza nasıl da içerlemişim. Madam’ı oynayan Ani İpekkaya, müthiş oyunculuğuyla, bana ihmal edilen ve yok olmamak için direnen, eskiyi özleyen İstanbul’u da anımsattı. Onu mahallemizde görmüş ve elini öpmüş, dizinde yatmış kadar sevdim, sevindim nedense. Esas oğlan Fatih Artman’ın, gözbebeğimiz Bir Ankara Polisiyesi Behzat Ç.’den bu yana verdiği kilolar hepimize örnek olsun, oyunculuğunun da gözlerinden öperim, nasıl sıcak nasıl gerçek nasıl bizden, nasıl dolmuş şoförü, tam da istediğimiz türden üstelik(!). Esas kız Hande Doğandemir’in güzelliği, mimikleri, saflığı ve aşka çağırışı yine çok eskiyen ve özlenen bir şeydi benim için. Tabi esas oğlanın sevişi de ona yakışır, çok özenilesi çok güzeldi! Masallardan İstanbul’un eski mahallelerinden Suriçi’ne düşen bir genç kızın, kendisinin kurtuluşu olacak genç adamı arayışına tanıklık ederken beni huzurdan keyfe sürükleyen bir mahalleye de misafir oldum. Dedikodusundan, yardımlaşmasına, kavgasından, şenliğine her şeyiyle tastamam eski ve sıcacık bir mahalle. Kentsel kentsel dönüşüp piksel piksel bozulmamak için direnen bir mahalle. Kapıların kilitlenmediği, kimsenin kimsenin bir şeyine göz dikmediği, küslüklerin kısa, dostlukların uzun sürdüğü bir mahalle... Nasıl da özlemişim o Türk filmi tadını. Bana Masal Anlatma’da düşük yapan yok, ihanet eden yok, hırsızlık yapan yok, aptal yerine koyan yok. İnsan yerine koyan bir film izledim. Çokça film izledim ama uzun süre sonra ilk defa sanki çocukluğumu izledim. Cengiz Bozkurt ve Devrim Yakut başta olmak üzere tüm kadro ‘zaten başkası olamazdı’ dedirtti. Devrim Yakut’un Düğün Dernek filmindeki Anadolu annesi rolünden sonra klasik oğlan annesi rolüne de bayıldım, ne oynarsa oynasın kadın tavrını bangır bangır koyan oyunculuğuna baygınım. Cengiz Bozkurt’un unutulmaz Erdal Bakkal performansıyla hasret gidermemizi sağlayan rolü de filmin içinde başlı başına mücev- her. Kendisi bildiğim kadarıyla uzun yıllar Londra’da yaşamış, oyunculuk eğitimi almış ve tiyatro oyunlarında yer edinmiş bir oyuncu. Yeteneği de sınırlar ötesi zaten. Bir doktor olarak söylüyorum ki ‘hastasıyım’. Beni daha fazla konuşturmayın ve bu naif filmi mutlaka ama mutlaka izleyin. Yalnızca mutlu olmak için, büyük sinematografik yorumlamalar yapmak için değil, siz bana bakmayın; benim ki düpedüz hadsizlik. SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 79 kitap HASTALARLA İLETİŞİM Yazar: Yasin Bulduklu Sayfa: 304 Sağlık hizmetlerine ilişkin tatminin sağlanması ve algılanan kalitenin yükseltilmesinde sağlık hizmeti sunanlarla hastalar arasındaki iletişimin büyük önemi vardır. En üst düzey teknolojinin kullanıldığı ve en iyi ortamın yaratıldığı sağlık kuruluşlarında bile hastayı tatmin etmekten uzak iletişim yaklaşımı, hastanın hizmeti olumsuz değerlendirmesine neden olmaktadır. Hastaların tedavi protokolüne uyumları, öncelikle sağlık hakkındaki bilgiyi anlamlandırmaları ile olanaklıdır. Eksik anlaşılan ya da anlamlandırılamayan bilgi ile hastanın tedavi kurallarına uymasını beklemek gerçekçilikten uzaktır. Hasta ile hizmeti sunanın birbirini anlaması ve hastanın sağlık sunucusuna güvenmesi başarılı sağlık sonuçlarına erişimi sağlamaktadır. Hastanın bilgiyi anlaması ve hizmeti sunana güvenmesi, iletişim stratejilerinin bilinmesi ve etkili kullanılması ile olanaklıdır. Sağlık sunucunun iletişim becerisinin yetersiz olduğuna ilişkin algı, hastanın farklı şekillerde tepki vermesine neden olmaktadır. Bu tepki sağlık kurumunu ve hizmet sunucusunu değiştirmek şeklinde olabileceği gibi, hukuki sonuçların da ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Özünde insanı sevmeyi ve ona salt insan olduğu için değer vermeyi gerektiren emek yoğun yapıdaki sağlık hizmeti sunumunda, sunucuların iletişim becerilerini geliştirmeleri ve farkında olarak iletişim kurmaları gerekliliktir. GENÇLER İÇİN ÖZGÜVEN GELİŞTİRME Bu kitap ben dilinde gençlere doğrudan hitap ederek hazırlanmıştır. Gençler için özgüven geliştirme kitabı gençlerle çalışan psikolojik danışman ve rehberlik öğretmenlerine, gençlerle çalışan klinik psikologlara ve psikiyatristlere de yardımcı olabilecek bir kaynaktır. Bu kitap gençlere yönelik hazırlanmıştır, ancak erişkinlerinde kendileri için çıkarabileceği yararlı sonuçlar vardır. Gençlik evresi kişinin kimliğini bulduğu ve bireyleştiği bir dönemdir. Evinde bir genç büyüyen tüm anne ve babalara bu kitabı edinmeleri ve içinde özenle hazırlanmış örnekleri okuyarak benzer durumlarda yeni kimlik geliştiren bireye nasıl yaklaşacakları konusunda bilgilenmelerini öneririz. Yazar: Margi G. Fox - Leslie Sokol Çevirmen: Runa Uslu - Selçuk Aslan 197 GÜN Gerçek bir cinayetten esinlenirek yazılan, öldükleri mekana haspsolan ruhların gözünden anlatılan, komik, esprili, psişik, alışılmışın dışında bir polisiye cinayet romanı… 1. Kan lekesi ‘dış kapının kolunda’ 2. Kan lekesi ‘dış kapı pervazında’ 3. Kan damlası ‘evin girişinde zeminde’ ..... Yazar : Sultan Tarlacı Yayınevi : Tuti Kitap Sayfa Sayısı: 528 Baskı Yılı: 2015 80 80 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 SAĞLIK ve İNSAN / NİSAN 2015 65. Kanlı parmak izleri ‘2. kat, yatak odasında, gardırop kapağında’ 66. Takma tırnak ‘2. kat, yatak odasında’ Akıcı kurgusu, ikna edici bilimsel zemini, ilgi çekici dinî ve parapsikolojik yaklaşımlarıyla polisiye romanlar içinde türünün tek örneği olan 197 Gün’ü elinizden bırakamayacaksınız.