Sayı 18 - TüvTürk

Transkript

Sayı 18 - TüvTürk
KITAP DÜNYASI BASIT AMA ETKİLİ: MERAK
04
05
06
2016
Söyleşi
Onur Saylak
Tarihten
Doğu’nun ölümsüz
âşıkları
Hayat
Eski yeni İstanbul
Her daim güzel
English Summary of Contents
Geçmişimizdir
geleceğimize ışık tutan…
Doğanın yeniden canlandığı bahar mevsimi geldi çattı. Bu mevsimde insan, hayata daha sıkı
sarılır sanki ve onu doyasıya yaşamak adına yeni yeni kararlar alır. Yeniliklere ışık tutacak
yegâne unsursa, geride bıraktığımız yaşamımız; diğer bir ifadeyle o ana kadar edindiğimiz
tecrübelerimizdir.
Kurumlar için de durum farklı değil. Kurumlar da varlık gösterdikleri yıllar boyunca atacakları yeni adımlara, geçmişte edindikleri deneyimler eşliğinde yön verirler. Faaliyet alanları her
ne olursa olsun, hedefleri doğrultusunda yol alarak insanların hayatında fark yaratabilmişlerse, gelecekte de bunu sürdürmeyi, hatta daha fazlasını yapmayı arzularlar.
Tıpkı TÜVTÜRK gibi…
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın denetiminde; TÜVSÜD, Doğuş Grubu
ve Bridgepoint ortaklığıyla 11 Şubat 2008 yılında kurulan TÜVTÜRK olarak, odağımıza tek
bir şeyi aldık: İnsan. Ve tek bir amaca hizmet etmeyi amaçladık: Muayenesiz araçların sayısını azaltarak trafik güvenliğine katkı sağlamak. Bu amaç doğrultusunda 1 milyar Dolar’ın üzerinde yatırım yaparak, Türkiye’nin dört bir yanındaki araç muayene istasyonlarımızla hizmet
vermeye başladık. Sayıları 302’yi bulan araç muayene istasyonlarımızda, 3 bin 500’ü aşan nitelikli çalışanımızla bugüne kadar yaklaşık 50 milyon aracın muayenesini gerçekleştirdik.
Faaliyete başladığımız ilk günden bu yana geçen sekiz yıllık zaman zarfında, başta Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü olmak üzere, çeşitli kurum ve kuruluşlarla yaptığımız işbirlikleriyle birçok sosyal sorumluluk çalışmasına imza attık. Trafikte Sorumluluk Hareketi kapsamında, 200 binin üzerinde öğrencimize, 850 bini aşkın velimize ve yaklaşık 30 bin servis şoförümüze trafik güvenliğiyle ilgili bilgi aktarmanın
ve düzenlediğimiz etkinliklerle 4 milyondan fazla kişiyi sorumlu davranmaya davet etmenin
mutluluğunu yaşamaktayız.
Satırlarımızın başında da ifade ettiğimiz gibi insana “yaşamak güzeldir” dedirten bir mevsimdeyiz. İçimizdeki yaşama sevinci, geleceğe dair umutlarımızın, beklentilerimizin ve isteklerimizin artmasına da aracılık ediyor. Kişisel ya da kurumsal fark etmez; geçmişte edindiğimiz
deneyimler geleceğimizi şekillendiriyor. Rakamlar, TÜVTÜRK’ün faaliyete başladığı günden
bugüne kadar geçen zamanda çok önemli deneyimler elde ettiğini gösteriyor.
Özetle, odağına insanı yerleştiren bakış açımızla, kaliteli hizmet anlayışımızla ve binlerce kişiyi kapsayan projelerimizle başarılarla dolu bir geçmişe ve deneyime sahibiz. Geçmişimizden
duyduğumuz gururun ışığında, geleceğe doğru umutla yol alıyoruz.
Saygılarımla…
KEMAL ÖREN
TÜVTÜRK CEO
İNSANA, “YAŞAMAK
GÜZELDIR” DEDIRTEN BIR
MEVSIMDEYIZ. İÇIMIZDEKI
YAŞAMA SEVINCI, GELECEĞE
DAIR UMUTLARIMIZIN
ARTMASINA DA ARACILIK
EDIYOR. KIŞISEL YA DA
KURUMSAL FARK ETMEZ;
GEÇMIŞTE EDINDIĞIMIZ
DENEYIMLER GELECEĞIMIZI
ŞEKILLENDIRIYOR.
24
Söyleşi
36 Gezi
18
Tarihten
10
Hayat
İçindekiler
33 28
Kitap dünyası
Otomobil
NİSAN-MAYIS-HAZİRAN 2016
06 HABERLER
Dünyada ve Türkiye’de öne çıkan
haberler...
10 HAYAT
Bizans döneminden beri Haliç’in
karşı yakasındaki imparatorluk
saraylarında alınan kararları
sıkıcı bulan Galata’nın, 19’uncu
yüzyılda İstanbul’a ve Osmanlı
İmparatorluğu’na yeni bir hediyesi
vardı: Batı tarzı apartmanlar.
18 TARİHTEN
Kadim kültürlerden günümüze kadar
ulaşan bir aşk hikâyesi: Leyla ile
Mecnun
4
İSTASYON
24 SÖYLEŞİ
Yıllardır kendisini sinema filmlerinde
ve dizilerde gördüğümüz Onur Saylak,
kısa filmin ardından şimdi de uzun
metrajla yönetmen koltuğunda.
28 KİTAP DÜNYASI
Ian Leslie tarafından yazılan “Merak”,
psikoloji, sosyoloji ve ekonomiden
çarpıcı araştırmaların eşliğinde ilham
verici hikâyeleri, vaka incelemelerini
ve pratik tavsiyeleri okura aktarıyor.
33 OTOMOBİL
Otomobilseverler için bu yıl güzel
geçecek. Zira 2016’da heyecanımızı hat
safhaya taşıyacak birçok model var.
36 GEZİ
Cunda, tarih ve yaşanmışlık dolu
daracık sokakları, kıyı boyunca
dizilerek konuklarına Ege’nin meşhur
yemeklerini sunan restoranları,
masmavi denizi ve tabii kendine has
yaşam kültürüyle her daim seyahat
listelerinin başında yer alıyor.
42 YEMEK
Baharın gelişini üzerinde yetişen
onlarca farklı çeşit otla kutlayan
bereketli Ege topraklarına uzanmaya
ne dersiniz? Mevsimine göre hemen
her yemekte kullanılabilen bu yabani
otlar, sofranızı zenginleştirebileceğiniz
gerçek bir hazine.
46 SAĞLIK
Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklama
yapmasını gerektirecek kadar etkili
olan Zika, son derece hızlı yayıldı.
Acıbadem Taksim Hastanesi Enfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji
Uzmanı Dr. Sezen Özkök, son günlerin
sıkça sözü edilen hastalığı Zika’yı ve
bu hastalıktan korunmanın yollarını
bizimle paylaşıyor.
50 UZMAN GÖZÜYLE
Yasal bir zorunluluk olan araç
muayenesi kapsamında ihtiyaç duyulan
evraklar ve ilgili kontroller hakkındaki
bilgileri, Teknik Eğitmenimiz Hakan
Burçin Uluçay anlatıyor.
52 OYUN
Doğrunun peşinde bir dedektif ve
hiç “soğumayan” bir vaka… “Her
Story”, oyuncuya bir dedektifin
hisselerini yaşatan, basit ama bir o
kadar da komplike bir oyun.
54 POPÜLER KÜLTÜR
Sinema, müzik, televizyon
dünyasında neler oluyor?
En iyi konserler, sergiler ve
etkinlikler...
58 TÜVTÜRK HABERLER
62 ENGLISH SUMMARY OF
CONTENTS
İmtiyaz Sahibi
TÜVTÜRK Kuzey Taşıt Muayene İstasyonları Yapım
ve İşletim A.Ş. Adına Kemal Ören
Yönetim Yeri
Büyükdere Caddesi, No: 255 Kat: 17-18
Maslak-Şişli-İSTANBUL
Yayın Yönetmeni Sema Uludağ
Yayın Koordinatörü Koray Özcan
(Sorumlu Müdür)
Görsel Yönetmen Erhan Teksöz
Yapım Yeri Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve
Ticaret A.Ş. Doğuş Power Center Ahi Evran Polaris
Caddesi No: 4 Maslak 34398 İstanbul
Tel: 0212 304 00 00 (Santral)
Baskı yeri Ömür Matbaacılık A.Ş. Beysan Sanayi
Sitesi Yakuplu Mah. Birlik Cad. No: 20/1 34524
Beylikdüzü / İstanbul Tel: 0212 422 76 00
Yayın Türü Üç aylık yaygın süreli yayın, TÜVTÜRK
Araç Muayene İstasyonları kurumsal yayınıdır,
parayla satılmaz. [email protected]
İSTASYON
5
HABERLER
ON, DOKUZ,
SEKIZ…
GENÇ BEYINLERI GELIŞTIREN OYUN
Analitik düşünmeyi, strateji oluşturmayı, aklı kullanmayı gerektiren satrancın,
gençlerin beyin gelişiminde önemli bir role sahip olduğu anlaşıldı. Ekonomik ve
kültürel sınırları bulunmayan oyunun taraflar için “adil ortam” yaratması da cabası.
n İnsan düşünen, tasarlayan ve tasarladığını
uygulayabilen bir canlı… Düşünmek her ne
kadar doğuştan kazanılan bir yetiyse de onun da
gelişmeye, geliştirilmeye ihtiyacı olduğu muhakkak.
“Kralların oyunu” olarak da anılan satranç, beynin
gelişimine katkı sağlayan aktivitelerden biri…
Dünyanın her yerinde eğlenceli ve zamanı en iyi
şekilde geçirmeyi sağlayan bu oyunun kökenleri
binlerce yıl önceye dayanıyor. Uluslararası Olimpiyat
Komitesi tarafından bir spor olarak kabul gören
satrancın, 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları’nda yer
alması için çeşitli kampanyaların yürütüldüğü de
biliniyor. Tüm bunların yanı sıra www.sciencealert.
com internet sitesinde yayınlanan bir haber,
satrancın çocukların beyin gelişiminde çok önemli
olduğu gerçeğini bir kez daha kanıtladı. Konuyla
ilgili yapılan birçok akademik araştırma, satrancın
çocukların konsantrasyon, problem çözme, analitik
ve stratejik düşünme, yorumlama gibi yeteneklerinin
yanı sıra matematik becerilerini artırdığını ve
hafızalarını güçlendirdiğini ortaya çıkardı. Özel
eğitime ihtiyaç duyan çocukların, satranç derslerine
ya da takımlarına girdikleri takdirde öğrenme
ve diğer insanlarla iletişim kurma becerilerini
artırdıkları da biliniyor. Yaşı, boyu, kilosu, ten rengi,
sosyo-ekonomik durumu ya da dini görüşleri ne
olursa olsun, satranç oynayan tüm çocuklar, oyun
içerisinde eşitler. Bu da, satrancın sosyo-ekonomik
ve kültürel tüm sınırları yıkarak; herkesin birbiri
karşısında eşit olduğu “adil ortam” yarattığının bir
diğer ifadesi. Evet, tüm diğer canlıların aksine insan
düşünebilen bir varlık. Dolayısıyla bu yetiyi özgürce
ve sınırsızca kullanmak için satranç dâhil her fırsatı
değerlendirmek şart.
Cüzdanınızın üzerine oturmayın!
n Telefonlarını ya da cüzdanlarını pantolonlarının arka cebinde taşımak,
genellikle erkeklere mahsus bir davranış biçimi... Ancak, Kanada’daki
Waterloo Üniversitesi’nin yaptığı araştırmanın sonuçlarını öğrendikten
sonra aynı davranışı daha ne kadar sürdürürler, bilinmez. Dr. Stuart McGill
başkanlığındaki araştırma grubu, arka cebe konulan telefon veya cüzdan
gibi herhangi bir nesnenin üzerinde uzun süre oturmanın ciddi kemik
hastalıklarına yol açabileceği sonucuna vardı. Otururken vücudun denge
ağırlığını bozacak yükseltilerin, kemik yapısında olumsuz etkiler yarattığını
ve bunun da bel, sırt, kalça ağrılarına neden olabileceğini tespit eden
uzmanlar, özellikle gençleri bu uyarıyı dikkate almaya davet ediyor.
6
İSTASYON
Yıl, zekâ ve
haylazlığın
yılı
Pardon, isim
neydi sizin?
n Hafızanın karmaşık bir sistem
olduğu tartışılmaz. Bizleri ne
zaman yarı yolda bırakacağı pek
belli olmaz. İşte onlardan biri de
isimleri hatırlayamama durumu.
Birçoğumuzun başına gelmiştir;
yeni biriyle tanışır, saatlerce sohbet
eder, ama bu muhabbetin üzerinden
bir süre geçtikten sonra ismini
hatırlamada zorluk yaşarız. Sohbetin
detayları zihnimizde dolanıp
dururken, birileri konuştuğumuz
kişinin ismini hafızamızdan silmiştir
sanki. BBC Future’dan Tom Stafford,
insanı kimi zaman utandıran bu
durumu kendine dert edinenlerden.
Stafford haberinde, hafızanın basit
bir dosyalama sistemine sahip
olmadığına, aksine bağlantılar
kurarak işlediğine, iç içe geçmiş
bilgi kalıplarından oluştuğuna ve
her bilginin bir öncekiyle bağlantılı
olduğuna dikkat çekiyor. Bununla
birlikte bellek oluşturmanın
hatırlama isteğiyle değil, olaylarla
ilgili ne kadar bağlantı kurulduğuyla
alakalı bir süreç olduğunun altını
çiziyor. Tam da bu nedenle, biriyle
tanıştığımızda onun adını öğrensek
bile bellek açısından rastgele bir
bilgi anlamını taşıyor. Belleğin
bunu kaydetmesi, dolayısıyla
da daha sonra hatırlayabilmesi
için ismin konuşma esnasından
mümkün olduğunca tekrarlanması
gerekiyor. Zira pratik yapmak
öğrenmenin temel kuralı olarak
değerlendiriliyor. Stafford, ismi
bildiğimiz bir şeyle ilişkilendirmenin
hatırlamayı kolaylaştıracağı
kanaatinde. Örneğin yeni tanıştığınız
kişinin ismini, aynı adı taşıyan bir
arkadaşınızla ilişkilendirerek her
ikisindeki benzer ya da zıt yönleri
düşünmek, o adı hafızada tutmaya
yardımcı oluyor.
Hemen hepimiz, hiç
değilse yılbaşlarında,
gerisayım yapmışızdır.
Binlerce kişi gibi siz de
10’dan sıfıra gerisayımın
NASA’nın keşfi olduğunu
düşünüyorsanız,
yanılıyorsunuz…
n Geriye doğru saymak tüm dünyada olduğu
gibi Türkiye’de de bir yılbaşı klasiği. Akreple
yelkovan, gece yarısındaki buluşmalarına
doğru yol aldığında, bizler de başlarız
saymaya: “On, dokuz, sekiz, yedi…” Veyahut
uzayla ilgili film seyrederken rastlarız benzer
bir sahneye. Roket fırlatılırken 10’dan 0’a
doğru sayan davudi sesin büyüsüne kapılıverir
ve kalp atışlarımızın hızlanan ritmiyle ekrana
kilitleniriz. İzlediğimiz filmlerden olsa gerek,
birçoğumuz gerisayımın NASA’nın ürettiği
fikirlerden biri olduğuna inanırız. Oysa gerçek
bambaşka... Bu durumun nasıl ortaya çıktığına
gelince... Yıl 1929’dur. Sessiz film yönetmeni
Fritz Lang, bir bilimkurgu filmi yapmaya karar
verir. Filmin adı “Woman in the Moon”dur
ve Ay’da bulunduğunu düşündüğümüz doğal
kaynakları çıkarma çabasını anlatmaktadır.
Ay’a ulaşabilmek için de “Friede” adlı bir
roket üretilir. Ses teknolojisinin henüz
beyazperdeyle buluşamadığı o yıllarda,
filmdeki roketin fırlatılma anının dramatik
tansiyonu, 10’dan geriye sayarak sağlanır.
Roket fırlatmadan önce 10’dan geriye sayma
geleneği işte böyle başlar. Lang, fikrin
nasıl ortaya çıktığını daha sonra şu sözlerle
kamuoyuna anlatır: “Roket fırlatma sahnesini
filme çekerken, ‘Bir, iki, üç, dört, 10, 50, 100’
diye sayarsam seyirci aksiyonun ne zaman
başlayacağını bilemeyecekti. Ama geriye
doğru; 10, dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört,
üç, iki, bir, SIFIR diye sayınca anlayacaklardı.”
Bugün baktığımızda Lang’in haksız olduğunu
kim iddia edebilir ki…
Bilim keşfetmeye devam ediyor
n Biliminsanları yeni yeni keşifleriyle geleceğe yatırım yapmayı sürdürüyor. Bir süre önce
Journal of the American Chemical Society adlı bilim dergisinde yayınlanan bir habere göre Güney
California Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı, bilim tarihinde ilk kez havadan yakaladıkları
karbondioksiti (CO2), hidrojen depolaması ve yakıt pillerinin yanı sıra plastikler için yapıtaşı olarak
kullanılan metanole dönüştürmeyi başardı. Aslına bakılırsa bugüne kadar, metanolün hidrojen ve
karbondioksitin birleştirilmesiyle oluşturulabileceği bilinen bir durumdu. İlgilisini heyecanlandıran
yeni gelişmeyse araştırmacıların karbondioksiti doğrudan yakalayarak aynı kap içindeki
moleküler hidrojenle metanole
dönüşmesini sağlayacak bir
katalizör yaratmaları oldu. Kimya
endüstrisi her yıl, çoğu plastiğe
çevrilmek üzere neredeyse 70
milyon ton metanol üretiyor.
Söz konusu buluşun, finansal ve
çevresel maliyeti ciddi biçimde
azaltılacağını düşünenlerin sayısı
hayli fazla.
n Justin Timberlake, Céline
Dion, Walter Matthau,
Gisele Bündchen, Selena
Gomez, Danny De Vito,
Naomi Watts, Jacqueline
Bisset ve efsane oyuncu
Elizabeth Taylor… Her
biri kendi alanının bir
numarası olan bu isimlere
daha yüzlercesini eklemek
mümkün… İşlerinde
sergiledikleri başarılarla
milyonların gönlünde
taht kuran bu ünlülerin
bir ortak yanı daha var.
O da Çin takvimine göre
Maymun Yılı’nda doğmuş
olmaları. Neredeyse
tüm dünyanın aksine
Çinlilere göre yeni yıl 8
Şubat’ta başlıyor. Yıllar
da hayvan isimleriyle
anılıyor: Fare, Öküz,
Kaplan, Tavşan, Ejderha,
Yılan, At, Koyun, Maymun,
Horoz, Köpek, Domuz…
Çin astrolojisindeki 12
hayvandan dokuzuncusu
olan Maymun, zekâyı ve
haylazlığı temsil ediyor.
Maymun yılında doğanların
zeki, uyumlu, beceriklilik
gibi vasıflarının yanında
biraz hilebaz ve açıkgözlü
olduğu varsayılıyor.
Cazibeleriyle çevresindeki
herkesi büyülemekte
zorluk çekmeyen Maymun
Yılı insanlarının bir diğer
özelliğiyse nüktedanlıkları.
Evet, Çin Takvimi’ne göre
bu yıl Kırmızı Ateş Maymun
Yılı. Yukarıdaki isimlere bir
kez daha göz atıp onların
yaşamıyla ilgili kabaca
bilgi sahibi olduğunuzda,
insanın Çin Takvimi’ne
inanası geliyor.
Üç çizgi, üç nokta,
üç çizgi: S.O.S
n Bazı semboller vardır ki, insanlığın ortak dili haline
gelmişlerdir. “S.O.S” de bu semboller arasında ve belki
de en bilineni. Dünyanın neresinde olursanız olun bu
sembolü kullandığınızda, karşınızdakiler sizin başınızın
belada olduğunu anlamakta zorlanmaz. Birçoğumuz
“Mayday”den sonra gelen ve en acil yardım çağrılarından
biri olan “S.O.S”in
açılımının “Save
Our Ship / Gemimizi
Kurtar” veya “Save
Our Soul / Ruhumuzu
Kurtar” ya da “Stop
Other Signals / Diğer
Sinyalleri Durdur” kelimelerinin kısaltılmışı olduğunu
düşünürüz. Oysa tüm bunların S.O.S kısaltmasıyla hiçbir
alakası yok. Bu, telgrafın iletişim aracı olarak kabul
edildiği zamanlarda kullanılan mors alfabesiyle ilgili
bir durum. İmdat çağrısının kolay bir şekilde akılda
tutulabilmesini amaçlayan ilgililer, 1908’de “üç çizgi, üç
nokta, üç çizgi” olan S.O.S.’i sembol olarak benimsedi.
İSTASYON
7
HABERLER
HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR
SOLOWHEEL ORBIT
YOLLARDA, TEK
TEKER ÜZERINDE…
Elektrikli araçlarla birlikte insanlık tarihinin yüz yılı aşan içten
yanmalı motor serüveni, son günlerine geliyor. Elektrik motor
ve pil teknolojileri geliştikçe, özellikle şehiriçi ulaşımında
otomobilin dışında alternatifler de ortaya çıkıyor. Tek
tekerlekli araçlar bunlardan biri ve belki de en ilgi çekeni.
8
n Hep birlikte bir süredir elektrikli otomobillerin yükselişini izliyoruz. Motorlar güç-
ONEWHEEL
leniyor ve daha da önemlisi pil teknolojileri hızla gelişiyor. Günümüzde, ulaşım konusunda otomobillerin çok ötesinde, bilimkurgu filmlerden çıkmışa benzeyen fantastik araç tasarımları görmeye başladık. Bunların başında, tek tekerlekli ulaşım araçları
geliyor...
Bu araçlar elektrikli motor, pil ve dengeyi otomatik olarak sağlayan sürüş yazılımlarının müthiş bir bileşimi. Aslında hatırlayanlar olacaktır, Segway adındaki iki tekerlekli araç bu türün atası olarak addedilebilir. Birçok yenilikçi özelliğine rağmen, satış fiyatları ve ağırlık gibi teknik nedenlerle pek yaygınlaşamadı. Ama şirket elektrikli araç
teknolojilerindeki gelişmelerle yeniden popülaritesini artıyor. Hatta geçen yıl Çinli Ninebot şirketini satın alarak, hem dünya hem de Çin pazarında önemli bir adım attı.
Ama Segway’ler iki tekerlekliydi. Şimdi gelişen teknolojilerle denge sistemleri insanların tek tekerlek üzerinde 40 kilometre hıza kadar çıkabilecekleri hale geldi. Evet,
doğru duydunuz, altınızda tek tekerlekle şehir içinde 40 kilometre hızla yol almak
mümkün. Gelişen piller sayesinde kısa sürede şarj edip yeniden yollara düşebiliyorsunuz. Söz konusu ettiğimiz tek tekerleklerin en büyük kolaylığıysa kolayca taşınabilmesi elbette. Sizler için bir araştırma yaptık ve son dönemlerin tek tekerlekli popüler
ulaşım araçlarını, bu sayfalarda buluşturduk.
Kaykay için yaşınız geçmiş diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Future Motion adındaki şirketin kurucusu Kyle Doerksen de öyle düşünmüş olsa gerek ki, kaykayları yeniden tasarlamış. Ortadaki dev tekerin içinde 500 Watt’lık bir motor var. Denge sistemiyle gerçek bir kaykay üzerindeki gibi korkmanıza gerek yok. Soldaki fotoğrafta
da göreceğiniz gibi, üzerine çıktığınızda otomatik olarak dengeye geliyor. Ağırlığınızı öne verdiğinizde hızlanan, arkaya verdiğinizdeyse fren yapan bu araçta, sağa ve
sola dönüşleri yine ağırlığınızı o yönlere kaydırarak yapabiliyorsunuz. Saatte 24 kilometre hıza çıkabilen Onewheel’de, 11 kilometrelik bir mesafeye tek şarjla gidebiliyorsunuz. 20 dakikada yeniden şarj edebiliyor. Gece için ön LED farlar ve arka için kırmızı
LED’ler kullanılmış. Altınaysa şarj durum göstergesi ve açma-kapama düğmesi yerleştirilmiş. 11 kilogramlık ağırlığa sahip araç, kalın tekerleğiyle her türlü yol koşulunda
hareket edebiliyor. Fiyatıysa öyle çok çok abartılacak gibi değil: 1499 Dolar. Onewell
ile ilgili daha detaylı bilgiye www.rideonewhell.com internet adresini ziyaret ederek
ulaşabilirsiniz.
İSTASYON
HOVERBOARD TECHHOLOGIES
Tek tekerlekli kaykay modeline bir örnek de Hoverboard’tan geliyor. Ama oldukça
tarz bir şekilde... Onewhell, koca tekerleği ve sert çizgileriyle daha arazi tipi gibi dursa da Hoverboart tam genç işi: Kenarlarda neon LED’ler, tabanda bluetooth hoparlörler, şeffaf tekerlekleriyle yuvarlak hatlara sahip. 4 bin ve 5 bin
Watt’lık versiyonları olan Hoverboard,
tek şarjla 20 kilometrelik bir menzile sahip.
Saatte 25 kilometrelik bir
hıza çıkabilen tek tekerlekli
bu kaykayda da otomatik denge sistemiyle kullanılıyor. 2 bin 995 Dolar ile
satışa çıkan ve rakiplerine göre bir hayli hafif olan Hoverboard, sadece 6,8 kilogramlık ağırlığıyla kolayca taşınabiliyor. www.hoverboard.com sitesi, ürünle ilgili daha detaylı bilgiler sunuyor.
Tek tekerlekli araçlar arasında sürüş ve tasarım olarak öncülerden biri olan şirket Orbit,
tasarımıyla adına yakışır bir adım atmış. Orbit, ayaklarınızın arasında dönen tek tekerlekli araçlar arasında en hafiflerden biri: Sadece 4
kilogram. Yine denge yazılımıyla öne ve arkaya yöneldiğinizde hızlanma ve frenleme yapabiliyor. Hızlı şarj özelliğiyle yarım saatte sürüşe
hazır. 1600 Watt’lık elektrikli motoruyla saatte 16 kilometre hıza çıkabildiğiniz gibi, tek şarjla 15 kilometre yol alabiliyorsunuz. Frenleme
sırasında da şarj etme özelliği var. Bu ürün 115
kilograma kadar herkesi rahatlıkla taşıyabiliyor. Ayrıntılı bilgiyi www.solowheel.com/
product/orbit adresinden alabileceğiniz; siyah-kırmızı ve beyaz-kırmızı renk seçenekleri bulunan ürünü 2 bin 595 Dolar’a temin edebilirsiniz.
YENİ ÜRÜNLER
EHANG 184
n Bugünün popüler araçları olan
Drone’lara Çinli Ehang şirketinden
yeni ve farklı bir yorum geldi: Drone’ları, insan taşıyabilen bir tür mini
helikopter yapmak mümkün olabilir
mi? Şirket, Ehang 184 adında bir kişisel taşıma aracını dünyaya duyurdu. Tıpkı Drone’lar gibi kullanılan ve
yönetilen Ehang 184, gerçekten de
dev bir Drone benziyor. Çalışan bir
prototipi dünyaya duyuran Ehang,
havacılıkla ilgili birçok problemle
karşılaşsa da pek yılacak gibi değil.
Kuşkusuz ki, bir Drone uçurmakla,
onunla insan taşımak arasında ciddi
fark var. Ama fikir gerçekten dikkate değer. Drone’lar yıllardır özlemini
çektiğimiz kişisel hava araçları dönemini başlatsa ve İstanbul trafiğinden
kurtulsak iyi olmaz mıydı?
FARADAY FUTURE FFZERO1
NINEBOT ONE E+
Ninebot, geçen yıl tek tekerlekli teknolojinin atası Segway tarafından satın alınan
bir Çin şirketi. İki tekerlekli modellerin yanı sıra One modeli de bulunuyor. Dört farklı seçeneğe sahip One serisinde E+, 14,2 kilogramlık ağırlık ve 260 Wh’lık bataryasıyla uzun bir sürüş sağlıyor. Maksimum hızı saatte 20 kilometreye ulaşan ürün 32 kilometre menzile sahip. Ninebot One’ın tasarımı da ilgi çekici. 20 LED lambadan oluşan
yanardöner ışıklandırma, farklı renklere dönüşebiliyor. 1500 W motoruyla 120 kiloluk
bir sürücüyü rahatlıkla taşıyabiliyor. Android tabanlı aplikasyonuyla tek tekerinizi yönetebiliyorsunuz. Su geçirmez özelliği sayesinde her türlü hava koşulunda kullanılabilecek Ninebot One’ın raflardaki satış fiyatı 599 Dolar. Bu ürünle ilgili daha fazla bilgiye ihtiyaç duyarsanız www.ninebot.com sitesini ziyaret edebilirsiniz.
n Elektrikli otomobillerde yeni ve oldukça iddialı bir marka ortaya çıktı. ABD’de
Çin sermayeli olarak kurulduğu belirtilen Faraday Future, ilk konsept otomobilini tanıttı. Ama otomobil mi, yoksa uzay aracı mı, siz karar verin. FFZero1
adındaki bu araç, öncelikle tasarımıyla göz dolduruyor. Koltuk ve iç tasarımı
NASA’dan biliminsanlarıyla birlikte gerçekleştirilen FFZero1, dört tekerleğindeki
dört motoruyla 1000 beygirlik bir güç üretiyor. Araç kendi kendine sürüş sistemine sahip. En önemli özelliğiyse aracın şasesi: Zira başka otomobil tasarımları
için kolaylıkla modifiye edilebiliyor.
AIRWHEEL X8
RICOH WG-M2
Tek tekerlekli araçlarda popüler markalardan biri olan Airwheel, son modeli X8’de fiber bir kasayla çıkıyor karşımıza. Kullanılan yeni denge ve hareket çipiyle havacılık,
yazılım dünyası ve jayro sistemleri bir araya getirilerek daha etkili bir sürüş yaratılmış. Bu sayede enerji kullanımı da etkinleştirilmiş. Lityum-ion pillere sahip X8, 11,1 kilogram ve saatte 18 kilometre hıza çıkabiliyor. Tek şarjda 18 ila 23 kilometre arasında
mesafe katedebiliyorsunuz. En fazla 120 kilograma kadar ağırlık taşıyabiliyor. 16 inçlik teker boyu, 400 Watt’lık motorla desteklenmiş.
n Ricoh, ultra geniş açıya sahip yeni
kompakt aksiyon kamerasını duyurdu. Daha önce piyasaya sürülen modelden yüzde 40 daha küçük
ve daha hafif olan WG-M2, 1,5 metre yükseklikten düşse dahi çalışmaya devam edebiliyor. Eksi 10 derece hava sıcaklığında bile sorunsuzca
işlevini yerine getirebilen kamera, aynı zamanda 20 metreye kadar
suya karşı da dayanıklı. 204 derecelik lensle ultra geniş açı çekimler yapılabilmesini mümkün kılan ürün,
30 FPS’de 4K, 60 FPS’de 1080p, 120
FPS’de 720p video kaydı gerçekleştirebiliyor. 8 megapiksel çözünürlüğünde fotoğraf çekebiliyor ve 1,5
inçlik renkli LCD ekranı bulunuyor.
Ürün 299,95 Dolar’dan satılacak.
İSTASYON
9
HAYAT
İstanbul’u ve Osmanlı
Devleti’ni apartmanlarla
tanıştıran semt Galata
oldu. Günümüzün tarihi
apartmanları, yaklaşık 125
yıl önce İstanbul için yeni bir
çağın başladığının
somut kanıtlarıydı.
19’uncu yüzyılda
İstanbul’a ulaşan
Batı tarzı
apartmanlar,
değişen bir kentin
hikâyesini
anlatıyor.
Eski
Yeni
İstanbul
10
İSTASYON
İSTASYON
11
HAYAT
H
emen kiralık. Pera’da, Rus Sarayı’nın karşısında.
10 odalı, akan sarnıç suyu, kuyusu, mahzeni, çamaşırlığı ve çok güzel bir terası olan şık daire. Müracaat için Demileville mağazası.”
19 Nisan 1853 tarihli Journal de Constantinople gazetesinin
son sayfasında, iki beygirgücündeki satılık buhar makinesi ve
bebekler için diş çıkarma şurubu ilanları arasına gizlenmiş bu
küçük kiralık ev ilanı, büyük bir değişimin habercisiydi. Bizans
döneminden beri Haliç’in karşı yakasındaki imparatorluk saraylarında alınan kararları sıkıcı bulan Galata’nın tarihi aykırılığı,
19’uncu yüzyılın özellikle ikinci yarısında fiziksel görünümüne
belirgin bir şekilde yansıyacaktı. Galata’nın İstanbul’a ve Osmanlı İmparatorluğu’na yeni bir hediyesi vardı: Batı tarzı apartmanlar.
Modern anlamda apartmanlar, Avrupa’da Sanayi Devrimi’ni
takip eden doğal bir sürecin sonunda ortaya çıktı: Büyük kentler fabrikalar doğurdu, artan sanayi ve ticaret sonucu bu kentler
daha da kalabalıklaştı. Konut ihtiyacı arttı ve böylece 19’uncu
yüzyılın ortalarından itibaren araziler değerlendi, kentler yükseldi ve apartmanlar yaygınlaştı.
Fakat bu apartmanlaşmanın neredeyse eşzamanlı yaşandığı
19’uncu yüzyıl Galata’sında bir fabrika işçisi bulmak güç. Zaten
Avrupa’nın aksine Osmanlı’nın ilk apartmanları işçi sınıfı için
değil, Galata’nın orta–üst sınıfı için yapıldı. Peki Galata sakinlerini iki–üç katlı ahşap ve kâgir aile konutları yerine, çok katlı
kâgir apartmanlar yapmaya iten neydi? Yüzyıllardır konaklarda
oturan bir halkın geleneksel konutlarını terk etmesi ve apartmanlara geçmesi nasıl gerçekleşti?
12
İSTASYON
1853 yılında çekilen bu fotoğraf, az katlı geleneksel yapıların hâkim olduğu bir Galata’yı gösteriyor.
1850’lerde dünyanın en büyük birkaç kentinden biri olan
İstanbul, aynı zamanda Londra ve Paris’ten sonra en kalabalık
üçüncü Avrupa kentiydi. Sanayi Devrimi’nin henüz tam anlamıyla uğramadığı İstanbul’un nüfus açısından endüstrileşmiş
kentlerle aşık atabilmesinin nedeni, 19’uncu yüzyılda kaybedilen Balkan, Kırım ve Kafkas topraklarından aldığı kayda değer
göçlerin yanı sıra yüzyıllardır Avrupa’nın ve dünyanın sayılı
siyasi ve ticari merkezlerinden biri olmasıydı. Ve siyasetin olmasa da ticaretin merkezi tartışılmaz bir şekilde Galata’ydı.
Kaybedilen savaşlara, daralan sınırlara ve altı yüzyıllık yorgun
imparatorluğun yakında yıkılacak oluşu bir sır olmamasına
rağmen Galata ve İstanbul, uluslararası albenisinden pek bir
şey kaybetmedi, aksine gelişti. 19’uncu yüzyılda önce İngiltere
olmak üzere dönemin başat güçleriyle imzalanan ticaret anlaşmaları, İstanbul’u global ticaret ve finans ağının önemli bir
parçası yaptı. Ayrıca İstanbul, Kırım Savaşı sırasında Rusya’ya
karşı Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında savaşan Fransa ve
İngiltere için önemli bir üs haline geldi ve askerlerin yanı sıra
tedarikçilerin, sağlık görevlilerinin ve tüccarların da kentte konuşlanması, İstanbul ile Batı’nın birbirini tekrar keşfetmesini
sağladı. Üstelik savaş sırasında ve sonrasında kente yerleşen
Levantenlerin (bu tanım bazen Osmanlı İmparatorluğu’nda
yaşayan ve Müslüman olmayan herkes için kullanılsa da genelde Avrupa’dan Osmanlı’ya yerleşenleri, özellikle de Katolikleri
tanımlıyor) sayısı arttı. Yüzyıl içerisindeki askeri ve ekonomik
bozgunlar sonucu bağımsız olma hakkı elinden alınan Osmanlı
ekonomisi, dünyaya entegre olmak zorunda kalırken bankalar,
borsa, sigorta ve ticaret şirketleri İstanbul’a Galata Limanı’ndan
girip yerleşti. Kapalıçarşı’da en üstün değer halen zanaat ve üretimken Galata’da Panama’dan, Siyam’dan gelen hisse senetleri
dolaşıyordu. Galata’ya bakarak imparatorluğun batmakta olduğunu anlamak mümkün değildi. Dönemin siyasal konjonktürü
sonucu kaçınılmaz olarak küreselleşen Osmanlı ekonomisinin
sefasını bu ufak semt ve burada 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında filizlenen yepyeni bir hayat tarzının mensupları sürecekti. Ve
yeni Galata’nın bu seçkin sakinleri konakta değil, apartmanda
oturacaktı.
Ancak 1850’lerden itibaren ekonomik ve kültürel açıdan
hızla gelişen Galata’ya ket vuran bir konu vardı: Altyapı sorunları. Dünyanın dört bir yanından tüccarlar, işinsanları
ve turistler İstanbul’a ve Galata’ya gelmesine geliyordu ama
tuttukları günlükler kentin, özellikle Galata ve Pera’nın yaka
silktiren şartlarıyla doluydu. 1850’lerin başında Galata’da şöyle
bir tablo vardı: Semt, Galata surları tarafından oldukça dar bir
alana sıkıştırılmıştı (bu surlar 1864–65’te yıkılacaktı); engebeli
topografya, herhangi birinin canı öyle istediği için öyle açılmış
gibi duran, dar, isimsiz, labirenti andıran sokaklar ve bu dar
sokakları dolduran sürekli kalabalık, semtin sıkışık dokusu içerisinde hareket etmeyi zorlaştırıyordu. Galata, Batılı tüccarların mecburiyetten geldiği ancak pek de sevmediği bir bölgeydi.
Semtin sakinleri de bölgenin kentsel özelliklerinden pek memnun değildi. Dönemin kamuoyu ve gazeteleri sık sık Galata’yı
Batı’yla, özellikle Paris’le kıyaslayarak kendi kentlerini yetersiz,
sıkış tepiş ve pis buluyordu.
Galata, sıfırdan planlanmış Paris, Londra ve benzeri Avrupa kentleriyle yarışacaksa kentsel altyapısının elden geçirilmesi
şarttı. İstanbul’daki hükümet, sakinlerinin bir süredir bireysel
ölçekte kâgir yapılarla bezediği Galata sokaklarına devlet şefkati göstermeye karar verdi. Hatta Osmanlı Devleti yalnızca
Galata’nın değil, tüm İstanbul’un yönetim anlayışını değiştirerek yeni şekillenen modern belediyeciliğin kente hâkim olmasını
hedefliyordu. Bu hedef doğrultusunda 1856 yılında İntizam–ı
Şehir Komisyonu kuruldu. Avrupa’da yaşamış dört gayrimüslim
Osmanlı, belediye yönetiminde tecrübeli iki yabancı ve kimi kaynaklara göre iki, kimi kaynaklara göreyse yalnızca bir Müslüman
Osmanlı’dan oluşan komisyon, yönetimi kolaylaştırmak adına
İstanbul’u on dört alana bölmeyi hedefliyordu. Bütün belediye
dairelerini aynı anda kurmayı akıl kârı bulmayan komisyon, ilk
adımını Batı’yı yakından tanıyan Galata ve Pera’da atacaktı ve
sonradan hayata geçirilecek diğer on üç belediye dairesi de bu
örneğin tecrübelerinden yararlanacaktı. Böylece sınırları Galata,
Pera ve Tophane’yi kapsayan Altıncı Daire Belediyesi’nin kuruluşu, 1857 yılında dönemin resmi gazetesi Takvim–i Vekâyi ’de
ilan edildi.
Altıncı Daire önceliğini Galata’daki ticaret etkinliklerini rahatlatacak çalışmalara verdi. Yollar genişletildi, günümüzde
halen sıklıkla kullanılan sokakların bazıları bu dönemde açıldı,
kaldırımlar yapıldı, evler numaralandırıldı, mezarlıklar bölgenin dışına çıkarıldı ve sokaklar aydınlatıldı. 1864–65’te, Altıncı
Daire’nin en tartışmalı kararlarından biri olan Galata surlarının
yıkımı gerçekleşti. Bu karar birçok kişiyi çok rahatsız etse de hedeflenen gerçekleşti ve Galata semti içine sıkıştığı fiziksel sınırlardan azat oldu. Bu yıkımdan sonra adeta Altıncı Daire’nin altın
çağı başladı. Bu büyük değişim Altıncı Daire’nin görev bölgesine
İSTASYON
13
HAYAT
yeni bir mimari kültür katabileceği ve farklı bir kentsel görünüm
kazandırabileceği anlamına geliyordu. Surlar ve hendeklerin
ortadan kaldırılmasıyla kazanılan araziler belediye tarafından
satışa çıkarıldı. Altıncı Daire ayrıcalıklı konumunu 1876’daki
Belediyeler Kanunu ile kaybedecekti; fakat o gün gelene kadar hatırı sayılır siyasi ve ekonomik zorluklara rağmen elinden
geleni yaptı. Semti baştan yaratmasa da çözsün diye kendisine
verilen sorunları büyük ölçüde çözdü ve Galata ile Pera’nın yenilenme ihtiyacını ve arzusunu gidermeyi başardı. Avrupa’da neler
olup bittiğini yakından takip eden Galatalılar, bireysel ölçekte
bu değişimi zaten başlatmıştı, ama Altıncı Daire’nin çalışmaları,
semtin geçirdiği değişimin ve modernleşme isteğinin hükümet
tarafından tescillendiği anlamına geliyordu.
AHŞAP KONAKTAN KÂGIR KONUTLARA
TAŞINMAK KONFOR VE GÜVENLIK AÇISINDAN
ANLAŞILABILIRDI, FAKAT DAHA FAZLASINA
GERÇEKTEN GEREK VAR MIYDI?
Galatalılar Altıncı Daire’nin icazeti üzerine bir sabah uyanıp
tüm Osmanlı tarzı konutları yıkmaya, yerlerine günümüzde
hâlâ ayakta olan o kâgir apartmanları yapmaya ve inşaat biter
bitmez de taşınıp içinde yaşamaya başlamadı tabii.
19’uncu yüzyılın üçüncü çeyreğinde Altıncı Daire kenti
modernleştirme konusunda üzerine düşeni yaparken Galata
sakinleri de neredeyse eşzamanlı olarak yeni bir konut tipini
benimsemeye başlamıştı. “Bu yeni konutlar eski konaklarla tamamen aynı değillerdi, ama şu an oturduğumuz apartmanlara da hiç benzemiyorlardı,” diyor Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ayşe Derin Öncel. Galata’nın apartmanlaşma sürecinde sıklıkla görmezden gelinen bir unsur olan
bu “ara tip” konutlar, yüzyıllardır konaklarda yaşayan bir toplu-
mun nasıl apartmana geçtiğiyle ilgili çok değerli bir bilgi veriyor
aslında. Bu geçiş tipi konutlar kâgir ve birkaç katlı olmalarıyla
apartmanları andırıyordu; ancak kat bağımsızlıkları olmaması
açısından konaklara benziyorlardı; yani mutfak ve banyo gibi
alanlardan tüm bina yararlanıyordu ve her şeyden önemlisi her
katta farklı aileler otursun diye değil, tüm bina tek ve kalabalık
bir ailenin yaşam alanı olarak inşa ediliyordu. Ancak sonradan
fikir değiştirilirse her bir katı bağımsız hale getirip kiraya vermek de mümkündü. Bilinen en eski örnekleri 19’uncu yüzyılın
ortalarına kadar uzanan bu yapılar, Altıncı Daire’nin faaliyetleri
devam ederken Galata sokaklarını kaplamaya başlamıştı.
Geçiş tipi konutlarda yaşayanlara sorarsanız, alıştıkları rahat
aile konutlarını terk edip apartmanlara geçmek için pek fazla
geçerli neden yoktu. Ahşap konaktan kâgir geçiş tipi konutlara taşınmak konfor ve güvenlik açısından anlaşılabilirdi, fakat
daha fazlasına gerçekten gerek var mıydı? Konaktaki hayatından memnun olan, çalışmak zorunda olmayan aileler zaten bu
yanı başlarındaki yeni apartmanlarda yaşamak için uğraşmadı
hiç. Bu tereddütün ve isteksizliğin yer yer bilinçli bir reddedişe
dönüştüğü de oldu. Tıpkı hali vakti yerinde bir Galata ailesi olan
Yannisopoulolar örneğinde olduğu gibi. Bir Galata sokağında
kendi apartmanını yaptıran Yannisopoulolar, apartmanlarının
inşası bitmiş olsa da sokağın hemen karşısındaki, apartman
olmayan aile evlerini hiç terk etmedi. Apartmanlarından kira
getirisi dışında bir beklentileri yoktu. “Hiçbir Yannisopoulo o
apartmanda oturmadı,” diyor Öncel. “Direnç, öylesine güçlü bir
direnç.”
Yine de hem inatçı Yannisopoulolar hem diğer Galata aileleri geçiş tipi konutlarla yetinmediler. Bugün hâlâ büyük bir
bölümünün içinde yaşamın devam ettiği büyük apartmanları
yaptılar. Çünkü kentlerinin değiştiğinin farkındaydılar. Yalnızca
kentleri değil, tüm Avrupa toplumsal ve kültürel bir değişim yaşıyordu: Claude Monet İzlenim: Gün Doğumu’nu resmediyor,
Karl Benz ilk otomobili üretmekle uğraşıyor, Sigmund Freud ilk
makalelerini yazıyordu. Fin–de–siècle ruhu artık aynı zamanda
Batılı bir kent olan İstanbul’a, Galata ve Pera’ya da uzanmıştı.
Genellikle finans, ticaret ve eğlence temalı, kısa bir süre önce
var olmayan meslekler türemişti. Artık insanlar geceleri dışarı
çıkıyor, kafelerde sonu gelmez sohbetler ediyor, sanat ve eğlence tüketiyordu. Yeni çağın yeni insanları yeni işlerde çalışacak,
Galata’da yaşayacak ve apartmanlarda oturacaktı. Yannisopoulolar hiçbir zaman bir apartmana taşınmayacak olabilirlerdi,
fakat Galata’da yaşamaya can atan genç “beyaz yakalılar” ve onların çok sevdiği apartmanlar, bölgedeki mülk sahipleri için kira
geliri demekti.
Ailelerini konaklarda veya aile konutlarında bırakan bu genç
nesil, yeni hayat tarzlarına pek uygun olan bu yeni, Avrupai binalara bir bir yerleşti ve Galata’nın ilk apartmanlarının ilk sakinleri
oldu. Bu insanlar büyük ölçüde kiracıydı ve neredeyse tamamı
Avrupalı veya gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarıydı. Geçiş tipi
konutlara aşina olan Galata sokaklarına apartmanlarla gelen
yeni mimari doku ve toplumsal yaşam, değişen kuşaklarla iyice
benimsendi ve geçiş tipi konutların çoğu görece kısa bir sürede
tüketilerek yerlerini büyük ölçüde apartmanlara bıraktı.
Apartmanlaşma sürecini hızlandıran iki de yan unsur vardı.
Bunlardan ilki, 1858 yılındaki şartnamelerle ve 1867 yılından itibaren ilan edilen kanunlarla giderek daha fazla millete mülkiyet
hakkı tanınmaya başlanması oldu. Artık her Osmanlı vatandaşı,
dininden bağımsız bir şekilde eşit mülkiyet hakkına sahipti. Batılı yaşam tarzına aşina Levantenler ve gayrimüslim Osmanlılar,
artık alışkanlıklarını veya arzularını mimariye daha dolaysız ve
hızlı bir şekilde uygulayabileceklerdi.
Bir diğer unsursa İstanbul’un çok eskiden beri yakından tanıdığı, yüzlerce yıllık bir düşmandı: Yangınlar. Alevlere müdahaleyi güçleştiren bir sokak ağına sahip olan Galata’nın ahşap
yapıları yangınlardan çok zarar görüyordu. Binalar yanıyor, yerine yenileri yapılıyor, sonra onlar da yanıyordu. Üç sokak ötedeki
komşunuzun sobası beklenmedik bir kıvılcım saçtığı için birkaç
KONAKTAN APARTMANA Galata ve Pera, 19’uncu yüzyılın
ortalarına kadar kentin geri kalanı gibi geleneksel ahşap
konutlarla kaplıydı. Bölgenin 19’uncu yüzyılda değişen
ekonomik ve toplumsal koşulları fiziksel görünümüne de
yansıdı: Önce konaklar yerini geçiş tipi kâgir konutlara
bıraktı, sonrasındaysa bu ara tip konutlar apartmanlara
dönüştü. Apartmanlar da kısa sürede çeşitlendi: Bazıları
oldukça darken bazıları birkaç kapı gerektirecek kadar
geniş cephelere sahipti.
Geleneksel Osmanlı konağı,
18. yüzyıl sonu, Beşiktaş
14
İSTASYON
Geçiş tipi konut,
19. yüzyıl ortaları, Pera
Barnathan Apartmanı,
1892, Galata
Botter Apartmanı,
1900, Pera
saat içerisinde sizin eviniz, hatta sokağınız yok olabiliyordu.
Yangınlar her ne kadar diken üstünde bir yaşama neden olsa da
yaygın inanışın aksine apartmanlara geçilmesinin temel nedenlerinden biri değildi. “Galata’nın dönüşümünde yangınların rolü
hemen hemen hiç yok,” diyor tarihçi Dr. Lorans Tanatar Baruh.
“İhtiyaçtan doğuyor apartmanlaşma.”
Dönüşümün başrolünde nüfus baskısı ve sosyo–ekonomik
değişim vardı; ki zaten geçiş tipi kâgir konutlar da yangınlara
karşı benzer bir koruma sağlıyordu. Alevler apartmanlaşma sürecinde kullanışlı bir enstrüman olarak devreye girdi. “Yangınlar
aslında kenti daha modern hale getirmek için bir araç olarak
kullanılıyor,” diyen mimar Ayşe Derin Öncel de Baruh’la hemfikir.
Bu yangın felaketlerinin en büyüklerinden biri olan 1870
Pera yangını da Öncel’in önerisini destekliyor. 5 Haziran 1870’te
yaşanan ve özellikle Taksim civarını dümdüz eden bu yangın on
üçüncü saatinde söndürüldüğünde ardında şöyle bir manzara
bıraktı: Yangınlardan bıkmış bir halk ve hükümet, yangına çok
daha dayanıklı olan yeni bir konut tipi ve tekrar konutla doldurulması gereken, birçok insanın üzerinde yaşamak istediği, yüksek değerli boş araziler. Benzer felaketlerin ne kadar sık yaşandığı düşünülürse, başta 1870 yangını olmak üzere Galata ve Pera
yangınlarının, apartmanların ortaya çıkışında doğrudan bir rolü
olmasa da, bölgenin kâgirleşme hızını kayda değer bir şekilde
artırdığını söylemek gayet mümkün.
Apartmanların ortaya çıkışı sosyo–ekonomik bir değişimin
fiziksel boyutu olduğu için bu yeni yapı tipi geçici değil, kalıcı
oldu. Bu dönemde inşa edilen yeni yapıların çoğu kâgirdi. Bu
gidişat yalnızca hükümet tarafından değil (örneğin tuğla fabrikası kurulmuş ve kâgir malzeme taşıma ücretleri düşürülmüştü,
kâgir yapı tekniği zorunlu hale getirilmişti ve hükümet gücü yettiğince bu kuralı uygulatmaya çalışıyordu), dönemin basın organları tarafından da cesaretlendiriliyordu. Gazeteler bölgenin
“tamamen Avrupalı bir görünüşe” kavuştuğunu ve “sağlam ve
taş binalarla bölgenin güzelleştiğini” yazıyordu.
Fakat bu yeni durum herkesi heyecanlandırmıyordu. Galata
ve Pera’nın olmaya çalıştığı şeyi olamadığını düşünen bazı Avrupalı gezginler bu başarısızlığı kentin yüzüne acımasızca vuru-
Kente bıraktıkları
pek çok eser
arasında
Galata’daki
Kamondo
Merdivenleri
de bulunan
Kamondo ailesi
ve dönemin
diğer varsıl
aileleri, Galata ve
Pera’nın mimari
ve ekonomik
dönüşümünde
kayda değer bir
rol oynadı. Bu
ailelerin birçok
üyesi belediye
meclisine
veya danışma
kurullarına
üyeydi ve
görüşleri, alınan
kararlarda etkili
oluyordu.
İSTASYON
15
HAYAT
Batılılaşan İstanbul, 19’uncu yüzyılda Paris tarzındaki apartmanlarla
Londra tarzındaki sıra evler arasında bir yol ayrımındaydı. Osmanlı
devlet adamı ve diplomatı olan ve başkentin fiziksel değişimiyle
de yakından ilgilenen Mustafa Reşid Paşa’ya göre tek ailelik İngiliz
konutları, birçok ailenin bir arada yaşadığı Fransız apartmanlarına
kıyasla Osmanlı yaşam tarzına daha uygundu. Ancak İstanbullular
tercihlerini apartmandan yana kullandı ve 1875 yılında Akaretler’de
Sarkis Balyan mimarlığında yapımına başlanan sıra evler,
sapılmayan bir yolun az rastlanan hatıralarından biri olarak kaldı.
yorlardı. “Aşağılama hevesiyle söylemiyorum, gerçekten Pera,
bir yabancıya çok az şey verebilir,” diyordu Fransız tarihçi J.H.A.
Ubicini. İngiliz gezgin W.H. Hutton’a göre ise bu bölge “Batı uygarlığının grotesk bir taklidi”ydi.
Galata ve Pera’nın Batılı yaşam tarzını benimsemiş sakinleri, genel anlamda durumdan memnun olsa da bölgenin
Müslüman nüfusu arasında yadırgama ve yer yer saldırgan bir
tutum içinde olanlar da vardı. Ticari imtiyazlardan faydalanan
varlıklı yabancı ve gayrimüslim nüfusun artması, Müslüman
Galatalıların daha dar bir alana sıkışmalarına ve eskiden içinde kendilerini rahat hissettikleri semte yabancılaşmalarına yol
açabiliyordu. Gerekli izinleri aldıktan sonra Kulekapısı’na taşınan, imam ve mahalle bekçisinin gözü önünde mahalleliler
tarafından tartaklanan ve evlerine hasar verilen Avusturyalı
Zimmermann çiftinin öyküsüne benzer haberlere gazetelerde rastlamak mümkündü. Modernleşmenin Batılılaşmayla
çoğu zaman eş tutulması, hem bölgede hem de İstanbul genelinde pek çok kalp kırmıştı. Özellikle ticaret konusunda her
kesimden İstanbullunun bir arada çalışması veya Eminönü–
Galata’daki dükkân ve sokakların kentin tüm kesimlerinden
insanları bir araya toplamasına rağmen, farklı sosyo–kültürel
YENI ÇAĞIN YENI INSANLARI YENI IŞLERDE
ÇALIŞACAK, GALATA’DA YAŞAYACAK VE
APARTMANLARDA OTURACAKTI.
19’uncu yüzyıl dokusunun fazla bozulmadan günümüze ulaştığı Galata, İstiklâl Caddesi ve çevredeki Tarlabaşı veya Karaköy gibi semtlere olan ilgi her geçen gün artıyor. Bu durum
günlük yaşama doğrudan etki ediyor: Kiralar artıyor, semtler kimlik değiştiriyor, kapsamlı kentsel dönüşüm projeleri gündeme geliyor. Bu değişim, Elmadağ’daki Arif Paşa Apartmanı
gibi dikkatle korunması gereken mimari örneklerin sınırına dayanmış durumda (altta solda). İstanbul’a 19’uncu yüzyılda Galata ve Pera’dan girip yerleşen yeni yaşam tarzı kentin hem
fiziksel görünümünü hem de günlük hayatını geri alınamayacak bir şekilde değiştirdi. Yıllar içinde yer değiştiren, kapanan ve günümüzde farklı bir isme sahip bir restorana dönüşen
tarihi Markiz Pastanesi’nin duvarlarında mevsimleri temsil eden kadın figürleri, oldukça uzun bir süredir bu yaşam tarzını benimsemiş insanları izliyor (altta sağda).
16
İSTASYON
değerleri olan toplulukların iletişimi bir noktada sınırlı kalıyordu ve bunun sonuçları da toplumda hissediliyordu. 19’uncu
yüzyılın ikinci yarısında Galata ve Pera’nın yazarı Prof. Dr.
Nur Akın’a göre Galata ve Pera’nın o dönemki sakinlerinin
Osmanlı başkentindeki konumları, sömürgeci devletlerin kolonilerdeki uzantılarına benziyordu ve bu Batılı semtlerin hızla gelişmesinin temelinde iç dinamikler değil, bir çıkar ilişkisi
yatıyordu. Galata ve Pera sakinleri yarım yüzyıl içinde inanılmaz bir servete kavuşmuştu ve bazı Batılı yazar ve seyyâhlara
göre hâlâ yetersiz olsa da seçkin bir yaşam tarzı sürmüşlerdi.
Baruh’a göreyse Galata ve Pera, Tarihi Yarımada’ya, hem ticari hem de Galata Köprüsü aracılığıyla fiziksel olarak bağlıydı.
Bu köprü Doğu ile Batı’yı kesin bir şekilde ayırmıyor, aksine iki yakayı birleştirerek aynı anda birçok şehir olabilen bir
19’uncu yüzyıl metropolünü, İstanbul’u oluşturuyordu. Galata
ve Eminönü’ndeki dükkânlar, hiçbir müşteriyi kaçırmamak
için tabelalarını Osmanlıca, Rumca, Ermenice ve Fransızca
olmak üzere dört dilde hazırlıyordu. Kapalıçarşı çevresindeki
geleneksel konaklar ve Nişantaşı’nda saray çevresindeki siyasi
elite ait ihtişamlı konaklar en az Pera apartmanları kadar prestijli konutlardı.
Dinamikleri ne olursa olsun bu değişim kalıcı oldu ve kentin fiziksel görüntüsüne yansıdı. Osmanlı konutları Batılılaşırken, Batı’dan gelen bu yeni konut tipi de kısmen Osmanlılaştı.
Osmanlı Devleti’nin ilk apartmanları, ülkenin en Batılılaşmış
bölgesi olan Galata’da ortaya çıkmasına rağmen Batı’daki örneklerin bir karbon kopyası olduklarını söylemek çok da doğru
değil. Yüzlerce yıldır temel yaşama alanı olarak evlerin sofalarını kullanmış olan aileler şimdi ne yapacaktı? Veya apartmanda
oturmak isteyenlerin, Osmanlı konutlarının tipik çıkmaların-
dan ya da bu topraklarda pek sevilen cumbalardan vazgeçmesi
mi gerekecekti?
Hayır. Zaten ilk apartmanlar öyle Batı tarzı eğitim görmüş
mimarlar tarafından değil, çoğunluğu Ermeni veya Rum olan,
bu toprakların geleneklerine sahip Osmanlı ustaları tarafından
yapıldı. Konaklardan ve bitişik nizam ahşap konutlardan apartmanlara geçerken, eski yaşam tarzına ait her şeyi, özellikle de
o konutların sevdiğimiz yanlarını geride bırakma zorunluluğu
yoktu ne de olsa. Bazı apartmanlarda sofalar, apartman dairelerinin ortalarına yerleştirildi ve korundu. Işık almaları için
yanlarına aydınlıklar yerleştirildi. İlk katlarda (ki en prestijli kat
buydu, yerden yüksekti ve merdivenlerle cebelleşmeyi gerektirmiyordu, tavanları da daha yüksek tutulurdu) cumba korundu,
ama üstlerine Batı’dan transfer edilen balkonlar inşa edildiği
oldu. “Bir apartmanın en üst katında ufak bir hamama bile rastladık,” diyor Öncel. Eski alışkanlıklardan kurtulmak zor.
19’uncu yüzyılın son çeyreğinde, limana yakın yerlerdeki ticari yapılaşma konutları önce tepeye, oradan da Pera’ya doğru
itti. Limandan tepeye uzanan yeni yollar yapılması ve Tünel’in
açılması da Galata ve Pera’nın apartmanlaşmasının önündeki
lojistik ve topografik engelleri ortadan kaldırdı. Böylece apartmanlar, o zamanlar Cadde–i Kebir veya Grande Rue de Péra
olarak anılan İstiklâl Caddesi’ndeki elçilikler çevresinde zaten
türemeye başlamış olan kâgir konutları da önüne kattı ve çok
geçmeden bu aksı ve havzasını kapladı. Apartmanlar büyüdü,
çeşitlendi. Sıra evler ve pasaj apartmanları İstanbul’da görülmeye başladı. Osmanlı kalfaları yerine Fossati kardeşler,
Alexandre Vallaury, Raimondo d’Aronco ve Giulio Mongeri
gibi dönemin ünlü Batı kökenli mimarları ve Batı tarzında eğitim görmüş, artık apartman yapmaya alışık Osmanlı mimarları tarafından inşa edilen yapıların sayısı arttı. Artık son derece
prestijli bir semt olan Pera’nın ana caddeleri bölgenin zengin
gayrimüslim ve özellikle Levanten ailelerinin görkemli cephelere sahip apartmanlarıyla doldu. Müslüman Osmanlılar İstiklâl
Caddesi üzerinde apartmanlar yaptırmış olsalar da bu bölgeye
ilgileri yatırım odaklı oldu ve oturma açısından Galata ve Pera’ya
çok rağbet etmediler. Yüzyıl dönümü bu yeni konut tipinin altın
çağı oldu. 1895–1905 arası dönemde Galata ve Pera’da yaklaşık
500 apartman inşa edildi. Galata’daki modern apartmanların
yaklaşık yüzde 70’i, Pera’dakilerinse yaklaşık yüzde 90’ı 1894–
95’ten sonra yapıldı. Pera apartmanları Galata’ya kıyasla daha
nezih ve ferahtı; daireleri de genellikle daha geniş oluyordu. Ayrıca çoğu üç-dört katlı olan Galata apartmanlarının aksine Pera’dakiler büyük çoğunlukla beş-altı katlıydı.
Apartmanlar İstiklâl Caddesi’nin diğer ucu olan Taksim’e
ulaştı. Önce Tarlabaşı, Pangaltı, Tatavla (Kurtuluş) ve Moda’ya,
sonra Nişantaşı, Şişli ve Kadıköy’e yayıldı. Apartmanların İstanbul ve Osmanlı’nın değişen sosyo–ekonomik kültürüne getirdiği çözüm halk tarafından da mantıklı bulunmuş olmalı ki, bu
noktadan sonra bu yeni konutların sayısı hızla arttı ve geleneksel
Osmanlı konutları git gide daha az rastlanır hale geldi. İstanbul
artık bir apartman kentine dönüşürken imparatorluğun İzmir,
Halep, Beyrut ve resmi olarak 1914 yılına kadar bir Osmanlı
kenti olan Kahire gibi ticaret kentlerinde de İstanbul ile yer yer
paralellik gösteren fakat biraz gecikmeli bir apartmanlaşma süreci yaşandı.
Apartmanlar, bir gün tekrar bahçeli bir konakta yaşama hayali kuran nesillerin hayatına böylece girmiş oldu.
Bu konu National Geographic Türkiye dergisinden özetlenerek alınmıştır, NG Türkiye abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59
İSTASYON
17
TARİHTEN
LEYLÂ İLE MECNUN
DOĞU’NUN ÖLÜMSÜZ
ÂŞIKLARI
AŞK TARİHİNİN ŞAHESERİNİ FUZULÎ YAZDI
DÂSTÂN-I LEYLÎ VÜ MECNÛN
Leylâ ile Mecnun, Doğu dünyasına özgü aşkın ölümsüzlüğünü,
aşka yüklenen sonsuzluğu dile getiren en tanınmış efsanedir.
Önce sözlü olarak anlatıldı. Sonra İslâm coğrafyasının büyük
şairlerinin en çok sevdiği konular arasına girdi.
Fuzulî’nin kaleminde klasikleşti.
Leylâ demek, cennette bir huri
Mecnun demek, karanlıkta bir ışık
18 İSTASYON
EFSANENİN TARİHİNİ DEĞİŞTİREN KİTAP
Diyarbakır’da bir sahafta bulunan Leylâ ile
Mecnun yazmasının, yazısı, sürhü ve kâğıdı
itibariyle en geç 16’ncı yüzyıl başında kaleme
alındığı ortaya çıktı. Buna göre, Fuzulî tahmin
edilenden önce yaşamıştı.
İSTASYON
19
TARİHTEN
olan bu şair, Gülşen-i Uşşak (Aşıkların Gül Bahçesi) adını verdiği 6446 beyitlik mesnevisini 1478’de şehzadeye
sunmuş. Nevaî, Şâhidî’nin çağdaşları ve sonrakilerden
konuyu işleyenler az değildir. Hamdî, Behiştî (15’inci
yüzyıl), Bursalı veya İznikli Celilî, Sevdâî (16’ncı yüzyıl),
ilk akla gelen ve eserleri günümüze ulaşanlardır.
Leylâ ile Mecnun’un Arapça, Farsça, Urduca, Çağatay-Azeri-Anadolu Türkçeleriyle yazmaları, bunlardan
yapılmış basmaları, halk hikâyesi yapısına uyarlanmış
taşbaskıları çoktur. Yüzyıllar boyunca Anadolu’da okunup anlatılan aşk öykülerinin başta geleni Leylâ ve Mecnun, diğeri Kerem ile Aslı’ydı.
ARAPLAR, IRANLILAR, HINTLILER, TÜRKLER
YÜZYILLARCA ANLATTI, DINLEDI, AĞLADI
omşu coğrafyalarda yerleşik Araplar,
Farslar ve Türkler yüzyıllarca yarı efsanevi aşk öyküsünü okudular, anlattılar, dinlediler; duygulandılar, ağladılar. Romanın bilinmediği devirlerin
ozan ve yazarları da aşkları daha mükemmel dillendirmek için yarıştıklarından bunlardan
birini klasik aşk öykülerinin ilk sırasına çıkarttılar. Bu
efsane, Arap edebiyatının İslâmiyetten sonraki erken
çağında Irak, Necid, Hicaz kabilelerinin belki bir çalgı
eşliğinde dinledikleri, hatta ağladıkları yarı ağıtsı Leylâ
ve Mecnun’du.
En geç 10’uncu yüzyılda ünlendiği sanılan öykü
zamanla İran’da, daha sonra Türk yurtlarında ve
Anadolu’da da benimsendi. Arap, Fars ve Türk şairleri,
başeserleri için bu konuyu tercih ettiler. Böylece Arap
coğrafyasında doğup İslam dünyasına yayılan, giderek
efsanevi vurgusu artan Leylâ ve Mecnun, diğerlerine
oranla daha yaygın hicran öyküsü oldu.
Öykünün kabileler arasında dolaşan parçalarını derleyip Divan Macnun Layla adı altında söylencelikten yazılı edebiyata geçiren
Ebubekir el-Vâlibî’dir. Arada başka yazarların
da işlediği konuyu, Son olarak 20’nci yüzyıl
Arap şairlerinden Ahmed Şevki, İsfahanî’nin
Aganî yapıtındaki çerçevesinde ele alarak
1931’de manzum bir dram yazmıştır.
Efsanenin İran’da da sözlü aktarıma dayalı
uzun bir dönemi var. Bunlar Kıssa-i Mecnun
ve Leylâ, Kıssa-i Kays bin el-Mülevvah, el-Ma’ruf beMecnun Leylâ adlarıyla 12’nci yüzyılda toplandı. İran
şairlerinin işlediği Leylâ ve Mecnûn’un, mesnevi tarzında ilk manzum şaheserini 1188’de Genceli Nizâmî, Şirvanşah hükümdarı Minuçihr oğlu Ahistan için kaleme
aldı. Nizâmî, bu trajik öykünün Araplar arasındaki söylencelerini derleyip klasik
mesnevi yapısına uygun bir
yorumla her biri ayrı bir
konu içeren manzum beş
öyküsü (hamsesi) arasında şiirleştirdi. Bu sayede,
eski bir sözlü Arap öyküsü,
geçtiği coğrafyanın çok uzağında ve yüzlerce yıl sonra,
MEKTEPTE BAŞLAYAN AŞK
şanına lâyık, dört dörtlük
Mektebde onunla oldu hemdem
bir manzum öyküye dönüşBir nice melek misâl kız hem
tü. Nizamî, öykünün yalın
Bir saf kız oturdu bir saf oğlan
ve parça bölük içeriğini
Cem oldu behişte hûr ü gılman
çöl yaşamı yanında kent
yaşamından sahnelere de
yer vererek uyarladığından, sonraki dönemde Leylâ ve
Mecnûn’u yeniden işleyenler çoğunca Nizamî’yi izlediler. Onun açtığı hamse çığrını takip edenlerden Hüsrev-i
Dehlevî (ö.1325), Câmî (ö.1493) ve başkaları, Hüsrev ve
Şirin, Vâmık ve Azra gibi aşk öyküleri yanında, Leylâ ve
Mecnun’a da hamselerinde yer verdiler; böylece öykü
klasik mesnevilerin ilk sırasına girdi.
Fars edebiyatında 12’nci yüzyıldan 19’uncu yüzyıla
değin yazılan 40 dolayındaki Leylâ ve Mecnun’un 17’sinin yazma nüshaları günümüze ulaştı. Aynı dönemde
Hindistan’da da Urdu diliyle yazılmış sekiz Mecnun ve
Leylâ saptanmıştır. Türk edebiyatında da yine mesnevi
tarzında ve beş öykü “hamse” tertibinde Leylâ ve Mecnun
yazanlar var. Ali Şir Nevaî (ö.1501), Nizamî’nin, Hüsrev-i
Dehlevî’nin, Süheylî’nin yapıtlarından esinlenerek ve
kimi yeni motifler katarak 1485’te Çağatay Türkçesiyle
yazmış. Anadolu Türkçesiyle bağımsız olarak veya hamse kapsamında Leylâ ve Mecnun yazanların ilki, Edirneli Şâhidî’dir. Cem Sultan’ın (ö.1495) kâtibi ve musahibi
FUZULÎ’YE IMTIHAN OKU
EFSANE, ARAP EDEBIYATINDA İSLÂMIYETTEN
SONRAKI ERKEN ÇAĞDA SÖZLÜ BIR AĞITTI. İSLÂM
COĞRAFYASINDA YAYILDI. ÜÇ DILDE YAZAN
ŞAIRLERIN ILGISINI ÇEKTI. NIZAMÎ VE FUZULÎ’NIN
ŞAHESERLERI BÖYLECE ORTAYA ÇIKTI.
20 İSTASYON
TÜRK EDEBIYATININ USTASI
(Tezkirelere
Göre Divan
Edebiyatı
İsimler
Sözlüğü, Doç.
Dr. Haluk
İpekten, 1988,
S. 152-153)
Fuzulî, klasik Türk edebiyatının en büyük isimlerinden biridir. Ancak hayatı hakkında çok
az şey bilinir. Doğum tarihi de
tartışmalıdır. Asıl adının Mehmed olduğu düşünülür. “Fuzulî”
onun eserlerinde kullandığı mahlasıdır. Kendisi, Irak’ta doğduğunu belirtir. Bu büyük şairin Arapça, Farsça ve Türkçe eserleri her
üç dilin de şaheserleri arasında
sayılır. Onun hakkında Tezkirelere göre Divan Edebiyatı İsimler
Süzlüğü’nde şöyle denilir: “Fuzulî
(ölümü 963/ 1555-56) Bağdat’ta
doğdu. Doğuda şiir söyleyenle-
rin üstadıdır. Ölünceye kadar şiirlerle uğraştı. Kanunî, Bağdat’a
gelince kasideler sundu. Nevaî
tarzında bediî bir üslûbu vardır.
Tarzında tektir. Büyük bir şairdir.
Şiirleri sağlam, nazik ve renklidir.
Türk diliyle yazılmış hamsesi vardır. Özellikle “Leylâ vü Mecnun”
adlı mesnevisi çok tanınmıştır. Hüseyin Vâiz’in “Ravzatü’şŞehüdası”nı çevirip “Hadikatü’s
Süeda” adını vermiştir. Ancak
tam çeviri değildir. “Rind ü Zahid”, Beng ü Bâde”, “Sıhhat ü
Maraz”, Arapça, Farsça ve Türkçe divanları vardır.”
Dâstân-ı Leylî vü Mecnûn dramatik aşk öyküsünü şanına lâyık içerik, lirizm ve şiirsellikle şahesere dönüştürense o topraklardan Fuzulî
oldu. Giriş dizelerinde
“Nizamî’yi okudum” diyen
şair, bir gün “nice zarif-i
hıtta-i Rum”(Anadolulu
aydınlar ozanlar) ile bir
mecliste oturur. Saz,
meze, şarap... yiyip içerlerken şairler Fuzulî’ye
bir “imtihan oku” yöneltirler: “Ey söz ustası! Gizli
bir hazineyi ortaya çıkar:
Leylî Mecnûn Acemde
çokdur/ Etrâkde ol efsane
yokdur. Gel, bu eski destanı yeniden yeşert!” derler.
Şair, sınava çekildiğini, bir
musibet ve belâ meclisine
düştüğünü anlar. O efsanenin “Evveli gam sonu
LEYLÂ’YI AİLESİ ÇADIRA KAPATIR
fenâ” olup, “ne bâdesinde
Leylî hem oturdu evde nâçâr
sevinçten renk, ne nağDöndü sedefine dürr-i şehvâr
mesinde ferahtan âhenk”
olmadığını; yazarsa gam
Gördü ki (Kays) behişte hûr(i) gelmez
üstüne gam yaşatacağıGün çıkdı henüz nûr gelmez
nı düşünür. Ama özür
dilemektense
tevekkülle işe başlamayı seçer. Çünkü o aşk, kendi duygularına,
mükemmel ve samimi anlatma arayışına çok uygundur.
Leylâ ve Mecnun’u önceki şairler gibi bir hamse içinde
değil, kaside, naat, dua, methiye ve gazellerle donatarak
3 bin beyit dolayında bir mesnevide işler.
Leylâ ve Mecnun’un 16’ncı yüzyılda uyandırdığı ilgi,
divan ve halk şairlerinin konuyu yeniden yeniye yazmalarından anlaşılıyor. Kıssahanlar, meddahlar, halk ozanları, bu efsaneyi etkileyici gazeller ve deyişlerle renklendirerek hanlarda, kahvehanelerde gemi yolculuklarında,
iskele çardaklarında Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin,
Battalnâme, Hamzanâme gibi okuyor veya anlatıyorlardı.
Eski Arap nesep (soy) bilginleri bu vuslatsız aşkın
İSTASYON
21
TARİHTEN
“esas oğlan”ı Mecnun’u çok tartışmışlar ama gerçek bir şahsiyet mi,
bir masal insanı mı kesin bir
karara varamamışlar. Bir söylenceye göre, Emeviler döneminde (656-744) yaşamış,
“el-Mecnûn” mahlasıyla şiirler
söyleyen Kays bin Mülavvah el-Âmirî (ö. 690’lar)
adında bir şairmiş. Diğer
söylencelere göre Kays,
Beni Ümeyye (Emevi)
ailesinden,
gerçek
kimliğini gizleyen,
kabile
reisi
Mülevvah’ın
oğluymuş.
Şu
söylence
de ilginç: Kays
bebekliğinde çok ağlar, ancak güzel bir kadının
kucağında susarmış! Mecnun için gerçek,
hatta divan sahibi bir şairdi diyenler de olmuş. Mecnun
Divanı’nın yazma nüshalarından da söz edilmiştir.
Bir gariplik de bu aşk efsanesinin adındadır. “Tutulma” önceliği daima erkekte olduğu için, âşık çiftlere Kerem ile Aslı, Vâmık ile Azra, Ferhat ile Şirin denilmesi
de doğaldır. Oysa bu ikiliye, pek ender Mecnun ile Leylî
dense de, kıza öncelik verilerek Leylâ ile Mecnun
denilmiş. “Esas kız”ın
yani Leylî/Leylâ’nın (geceye ait-çok karanlık
gece anlamında) adı da
takma olmalı. Künyesi
“Leylâ binti Mehdi bin
Sa’d el- Âmiriya” imiş. Bu
durumda Mecnun/ Kays,
Leylâ’nın babasıyla kuzen oluyor.
İmgesel ya da gerçek
Mecnun kimdi? Leylâ
kimdi? Bu sorular, zaman
belirleme açısından da
duraksamalı: Bu umutsuz aşk, Emevi halifeleri
(650-744) veya bir yüzyıl
daha sonra Abbasiler’den
Harun Reşid’in halifeliMECNUN KÂBE’DE DUA EDER
ğinde (783-805) yaşanYâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşina beni
mış olmalı.
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni
Arap nesep (soy sop)
Oldukça ben götürme belâdan irâdetim
bilgini İbn el-Kalbî’ye
Ben isterim belâyı çü ister belâ beni
(ö.819) göre bu öykü, Beni
Ümeyye yani EmevilerGitdikçe hüsnün eyle ziyâde nigârımın
den, amcasının kızını seGeldikçe derdine beter et mübtelâ beni
ven, ama aşkını açıklamak
22 İSTASYON
500 YILLIK FUZULÎ YAZMASI
Leylâ ve Mecnun yazması, kâğıdı, yazısı, taşıdığı mühür ve ibarelerle, 15’inci yüzyıl sonu, en geç 16’ncı
yüzyıl başlarında yazılmış olabileceği izlenimi veriyor.
Mecnun’un
Leylâ ile son
buluşması.
istemeyen genç bir şairin düzmecesiydi. Oysa, El-Kalbî’den
150 yıl sonra, Abu’l-Farac el-İsfahanî (ö.967) el-Aganî adlı
eserinde, Halid bin Cemil- Halid bin Kulsum ikilisinin böyle bir hikâye uydurduklarını kaydeder. İbnü’l-Nadim de
987’de yazdığı Kitâb el-Fihrist’de, Kitâb Macnun va Layla’yı
da tanıtır. Yukarıda değinilen Ebubekir el-Valibî, şiirsel içerikli yapıtı, manzum-mensur bir öyküye dönüştürmüştü. Şu
sonuca varılıyor ki Arap edebiyatı, 10’uncu yüzyıl kapanmadan yazılı Leylâ ve Mecnun eserine sahipti, anlatı da yaygın
bir halk öyküsü değerini kazanmıştı.
Dünya kütüphanelerinde eserin bu ilk evresine tarihlenen yazmaları ve bunların basmaları vardır. Türkiye’de
de Arapça, Farsça, Türkçe Leylâ ve Mecnun yazmalarının yanında, İbn Mubarrad’ın Nuzhat el Musamir fi
ahbar Macnun beni Âmir adlı eserinin yegâne yazması
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Arapça yazmaları
arasındadır.
Diyarbakır Sipahiler çarşısında yaşlı bir
sahaf vardı. Camekânına birkaç eski kitap asar, kışın, iskemlesinin önündeki
teneke mangalda ateş, mütevekkilâne
müşteri beklerdi. Yolum Diyarbakır’a
düşerse uğrardım. Eline aldığı herhangi eski kitabın konusunu bilecek kadar doğu kitabiyatına,
dolayısıyla Arapça, Farsça ve Türkçeye vakıftı. Gençliğinde
evinin yazma dolu iki odasını çökmesin diye payandaladığını
anlatmıştı. Elden düşme kitapları yüzde 10 gibi bir kârla satardı. Sorduğumda, “Fazlası haram” demişti... Tanıyanlarının “Seyda” dedikleri Şefik Güleken’i -keşke halen hayattadır
iyimserliğinde olabilsem- rahmetle anıyorum. 1986 yazında
Diyarbakır’dan birlikte gittiğimiz köy evinde bize bir yığın fersude gösterildi. Boş dönmemek için birkaç cönk ve
mecmua seçtim. Şefik Efendi de benim için üç kitap ayırdı.
Bunlar, Ahter-i Kebir, Akkoyunlularla ilgili eksik bir tarih ve
Fuzulî’nin Leylâ vü Mecnun mesnevisiydi.
Tarihle mesneviyi, baştan sona okudum. Yazma tarih,
Heşt Behişt ’in 18’inci yüzyılda yapılmış Türkçe çevrisinin Akkoyunlular ve Şah İsmail’i anlatan bölümleriydi. İstanbul’da
İletişim Yayınları’nda Orhan Şaik Bey’le (Gökyay) konuşurken Leylâ vü Mecnun’dan söz açtım. “Süleymaniye’ye gel,
Günay (Kut) da geliyor, bakalım,” dedi. Ama o buluşmadan önce fırsatlar doğdu, 17 Ocak 1989’da Topkapı Sarayı
Kütüphanesi’nde Filiz Çağman gördü yazmayı. 25 Ocak
1989’da da Süleymaniye’de Prof. Dr. Günay Kut ve Doç. Dr.
Ali Alparslan ayrı ayrı incelediler. İkinci kez 17 Şubat’ta Kut,
Orhan Şaik Gökyay ve kütüphane müdürü Muammer Ülker; aradan üç yıl geçtikten sonra 22 Aralık 1992’de de İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde uzman İsmail Günay Paksoy
ve kütüphane şefi Havva Koç incelediler. Her seferinde, dile
getirilenleri not ettim: O yıl basılmak üzere çevirisi yapılan
John E. Woods’un Akkoyunlular kitabı için benden ekler ve
açıklamalar istenince, not ettiklerime ilaveten kaynaklar üzerinde ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde yaptığım
çalışmalardan da yararlanarak uzun bir makale hazırladım.
Bu yazıda adı geçenlere göndermelerde bulunarak, yazmadaki ta’likin, tarzının ilk örneklerinden olduğu; yazısı ve kâğıdı
itibariyle 15’inci yüzyılın son, en geç 16’ncı yüzyılın ilk yıllarında yazılmış olabileceği; nesnel özellikleri ve yorgunluğu bakımından da bilinen Leylâ ve Mecnun nüshalarından daha eski
ve belki ilk; bu karakterde bir başka kitabın Petersburg’da olduğu; muhtelif sayfalarındaki mühür, kayıt ve resimlerin de
Akkoyunlu-Bayındır beyleriyle ilişkisini belirtmiştim.
Özetlenen bu görüşlere ek olarak: “Padişah-ı İslâmın
du’âsıdır” başlıklı sâkinâmede övülen hükümdar, Akkoyunlu Uzun Hasan’ın torunu Sultan Yakup’un oğlu Sultan
Murad Bahş (1498-1503)
olduğu açıktır. Oysa, Fuzulî’nin eserini 1535’te
Bağdat’ı alan Sultan Süleyman’a sunduğu ileri sürülmekte
ve “Sakinâme”deki “Sultan Murad Bahş-ı Âdil” ad ve unvanı da transkripsiyonlarda “Sultan-ı murad-bahş-ı âdil”
biçiminde, zorlama bir nitelemedir. Bu dize, önceki ve sonraki dizeler, mesnevinin kime ithaf edildiğini gösteriyor:
“Müstahfız-ı dîn penâh-ı İslâm/ Mahdûm-ı zamân mülâz-ı
eyyâm/ Ol ebr-i sehâ vü berk-ı kîne/ Şâhen-şeh-i Mekke
vü Medîne/ Müstecîr-i hakk mahv-ı bâtıl/ Sultan Murâd
Bahş-ı âdil / Erbâb-ı hüner ümmîd-gâhı /Türk Arab Acem
penâhı”. Bu dizelerde tanımlanan kişi, Türklerin, Arapların ve Acemlerin koruyucusu Mekke’nin ve Medine’nin
şâhı olan Murad-Bahş’tır. Sultan Murad (Bahş), kuzeni
Elvend Bey’den sonra 1498’de dokuz yaşında Bağdat’ta sultan ilan edilip gölge hükümdarlığı beş yıl süren Murad’dır.
Fuzulî, eserini ithaf ettiği bu çocuk padişahı, babası Sultan
Yakub’un sikkelerindeki “Sultan-ı âdil”, “Sultân-ı selâtin-i
Arab ve’l-Acem”, “Türk Arap Acem penâhı”, “Mekke ve
Medine’nin Şehinşahı” sanlarıyla anılır.
Kitabın Akkoyunlu hanedanı Bayındır beylerine ait olduğunu birkaç sayfaya basılan mühürler, “kitâb-ı Bayındırbegân”, “mühr-i Bayındır”, “bende-i şâh-ı velâyet”, “çâker-i
Âl-i Ali Mirzâ Kulî” ibareleri, bir amblem, basit bir aslan
resmi; Fuzulî’nin 1504’te ölen Elvend Bey için de bir kaside
yazmış olması da (4) pekiştiriyor. Türkiye kütüphanelerindeki Fuzulî’nin Leylâ ve Mecnun yazmalarının en eskisi ise
şairin memleketinden çok uzaklarda ve ölümünden sonra
istinsah edilen Topkapı Sarayı’ndaki H. 987 (M.1579) tarihli
nüshadır. Sahaf Şefik Güleken sayesinde ulaşılan Fuzulî’nin
bu yorgun Leylâ vü Mecnûn’unu bulmak, bir kitap meraklısı
için kâşiflerin kutup keşifleri gibi bir maceradır.
Bu konu NTV Tarih dergisinden özetlenerek alınmıştır.
İSTASYON
23
SÖYLEŞİ
“Mültecilerle birlikte dünyada bir kayıp kuşak oluşuyor,”
diyor ilk uzun metrajlı filminin yönetmen koltuğuna
oturmaya hazırlanan Onur Saylak. Yıllardır kendisini sinema
filmlerinde ve dizilerde gördüğümüz Saylak, birçok alanda
birlikte üretmenin önemine dem vuruyor.
Her kulvarda var olabiliyor
RÖPORTAJ: BAHAR ÇUHADAR FOTOĞRAFLAR: MURAT YILMAZ
men olarak iyi bir çıkış yaptığı ilk kısa metrajından sonra, önümüzdeki yaz aylarında uzun metraj film için kamera arkasına geçecek. Oyunculuktan sinemanın diğer
basamaklarına da adım atan ve bu işi her seferinde ısrarla vurguladığı üzere kolektif bir kafayla bakan Saylak
ile kariyeri ve hayatını konuştuk.
K
uşağının iddialı oyuncularından biri... İlkin
“Sonbahar”ın (Özcan Alper imzalı) Yusuf’u
olarak tanıyıp benimsedik, sonrasındaysa parçası olduğu her TV ve sinema işinde bir şekilde izini bıraktı. En son “Hatırla Gönül” dizisinin “psikopat Tekin”i olarak çok çok iyi bir oyunculukla
baş başa bıraktı seyirciyi. Tekin’den ne kadar tiksindiysek, Onur Saylak’ın çıkardığı işi de o kadar sevdik.
Dizi bitti derken, Özcan Alper’in yeni filmi “Rüzgârın
Hatıraları”nın Aram’ı olarak sinemada çıktı karşımıza. 40’ların Türkiye’sinin tekinsiz atmosferinde, geçmişiyle bugünü arasında sıkışmış Ermeni bir gazeteci,
bir aydının dünyasına soktu bizi Aram’la. Filmle eş zamanlı olaraksa bir başka tatlı sürpriz yaptı bize, Onur
Saylak. Yazar Hakan Günday ve tiyatrocu Doğu Akal
ile birlikte, İstanbul’dan bir mülteci öyküsü anlattıkları “Orman” adlı kısa bir film yapmışlardı. Film onlarca uluslararası festivalden ödülle döndü. Şimdilerdeyse
aynı ekip, Günday’ın romanı “Daha”dan uyarladıkları
bir uzun metraj üzerine çalışıyor. Onur Saylak, yönet-
24
İSTASYON
En son “Hatırla Gönül”de bırakmıştık sizi, ardından
“Rüzgârın Hatıraları”nın Aram’ı ile tanıştık. Ve eşzamanlı olarak yoğun bir şekilde festival haberleri gelmeye başladı sizden. Bu kez yönetmen olarak; hem kısa
filminiz “Orman”la hem de üzerinde çalıştığınız uzun
metraj projesiyle… Neyin peşindesiniz?
Üretimin bir parçası olmaya çalışıyoruz. “Biz” dediğim
Hakan Günday, Doğu Akal, Cemre Kutluay ve ben,
dört kişilik bir kafa ekibi, yazıp çiziyoruz. Geçen sene
Şubat’ta “Orman” diye bir kısa film çektik. Suriyeli mülteci Omar’ın İstanbul’daki bir günlük hikâyesi. Birçok
festivale katıldı film, katılmaya devam ediyor. Berlin
Bağımsız Filmi Festivali’nden “En İyi Kısa”, Londra
Uluslararası Film Festivali’nden “En İyi Kurgu”yu aldık. Geçen günlerde SİYAD gecemizi yaşadık. Sağolsun
Sinema Yazarları Derneği bizi yılın en tatlı beş kısa filminden biri seçti. Şu anda da Akbank, ardından Ankara
ve İstanbul Film Festivalleri diye devam edecek.
Uzun metrajda neler olacak?
Mekânlarımızı buluyoruz, senaryo bitti diyebiliriz. Cast
çalışmaları devam ediyor, bu sene içinde çekeceğiz. Hakan Günday’ın “Daha” romanının bir serbest uyarlaması diyebiliriz.
Neden mülteci meselesini seçerek giriştiniz bu işe?
Öyle bir coğrafyadayız ki, hepimizin gözü önünde dünyanın belki de en büyük göç dalgalarından biri yaşanıyor. Bu ülkede iki milyonu aşkın Suriyeli mülteci var.
Herhalde bir kayıp kuşak oluşmak üzere... Yurdu yok,
okuma ve öğrenme imkânı yok; bu nesil nasıl yetişecek? Artık bir gerçek var; bu insanlar ya buradalar ya da
İSTASYON
25
SÖYLEŞİ
daha renkli ve flaş bir şey ve sen o ürünün forveti olduğun için
sana kimse çok fazla soru sormuyor. Maçı kaybettiğin zaman
takıma mal ediliyor, kazandığında ne iyi goller attığından konuşuluyor. Oyunculukla ilgili onu hissediyorsun. Ama teknik
direktör tarafına geçtiğin zaman, bütününden sorumlusun.
Oyuncu olarak, oyuncu yönetmek nasıl bir şey?
Kısa filmde şanslıydık, çok iyi ve çok çalışkan bir cast’la beraberdik. Kameranın arkasına geçtiğinde, oyuncu olarak ne
hissettiğini bildiğin için, oyuncuyu rahatlatmak ve oyuncunun
o anki duygularına saygı gösterip onunla ilerlemeyi becerebildiğimiz için bütün oyuncular çok mutlu. Bir oyuncu, rolü ele
aldığında balık gibidir. İlk başta karakterden korkarsınız, sanki
ilk kez bir şey yapıyormuşsunuz gibi gelir. Ne zaman ki rolü
çıkarıyorsunuz, o zaman da astronot gibi bir şey oluyorsunuz.
Onu var etmiş ve tamamlamış biri psikolojisinde oluyorsun.
İçinden canavar çıkan bir yönetmen misiniz acaba?
Değilim. Büyük de konuşmayayım, kısada olmadı… Kısaya o
kadar iyi hazırlanmıştık ki, sadece uyguladık. Sistem iyi işlediği ve işinin ehli bir teknik ve yaratıcı ekiple çalıştığımız için
-Naz Erayda, Feza Çaldıran, Tamer Başaran- biz sadece keyifle
yaptık. Şimdi bütün derdimiz 13 dakikalık değil, atıyorum iki
saatlik bir uygulamanın buna dönüşmesi… Ne çekileceğiyle ilgili fikrimiz var, yapının yüzde 80’ini kafamızda tamamladık. Yüzde 20’yi
de bırakıyoruz ki, o anda gelişecek
şeyleri de barındırabilsin.
Avrupa’da bir yerlerdeler. Bu entegrasyon konularının konuşulması gerekiyor. Biz Araf’tayız, bölge olarak. Bizdeki fark şu:
Biz gönderenleriz. Ve bu kısmı daha kimse anlatmadı. Bizim
anlatacağımız kısım, bu. Genelde ya çıkışlarını ya da Avrupa’da
geldikleri noktayı anlatan eserler var. Biz bunları gönderenleri
anlatmaya çalışacağız. Uzun filmimizin konusu bir insan kaçakçısı ve oğlunun hikâyesi... Fonumuzda da mülteciler var.
Hep oyunculuk yapmış birisiniz. Bir filmin sıfırdan üreticisi
olmak, senaryosunu yazmak, yönetmenliğini ve hatta yapımcılığını da yapmak nasıl bir his?
Hayal kurmak, bunun için çabalamak güzel. Bence şu anda
en keyifli yeri, senaryo kısmı. Saatlerce boğuşuyorsun, kafanda
karakterler her gün evriliyor. Belirli bir doyum noktasına ulaştığında sen de uzaktan bakıp “Bir şeye benzedi herhalde” deyip
keyifleniyorsun. Her karakter için hiç hissetmediğim duygular
üzerine kafa yoruyorum. AB’nin, UNICEF’in, BM’nin bu konuda, özellikle çocuklar üzerinde ulaşabildiğimiz tüm raporlarını okuduk. Her bir detay senaryoda yeni bir şeye yol açtı. Avrupa’daki çok iyi sivil toplum örgütlerinin sitelerine üye olduk,
günlük değişen verileri her hafta kontrol ediyoruz. Avrupa’daki
ve Ege’deki değişimleri kontrol ediyoruz. İzmir’de Basmane’ye
gittik, orası kötü tabirle bir pazar yeri gibi. Simsarlarla dolu. Bir
meydan düşünün, herkes yerlerde oturuyor, kendi çay ocakları
falan var. Ve simsarlar geliyor, pazarlığını yapıyorsun, 1000 ila
2 bin Euro arası bir bota bindirilmen. Geçiş garantisi yok.
26
İSTASYON
Önceden bir şeyler yazar mıydınız? Yazıyla aranız nasıldı?
Yok, yazmazdım. 13 yıllık bir üniversite hayatı, üç farklı bölüm… Tiyatroda ve sonraki işlerde dramaturji yapmanın, birçok oyun okumanın, izlemenin getirdiği artılar var. Bir oyuncu
olarak karakterin dilinin nasıl olması gerektiğine dair fikirler,
bir de 38 yıllık hayat tecrübesi diyelim. Bunlar bir araya gelince
bir şeye benziyor. İyi midir kötü müdür tartışılır, ama en kötü
ihtimalle, aramızda Hakan var! (Gülüyor) Diyoruz ki “Hakan
bize yardım et.” Herkesin güçlü yanları var, onları bir araya getirmeye çalışıyoruz.
Yönetmenlik yapma kısmı nasılmış?
Keyifli. Ben beraber yapıldığı zaman keyif alan bir adamım.
Amatör tiyatro o kadar uzun yıllar yaptım ki, o yüzden beraber bir iş yapmanın güzelliklerini, zorluklarını az çok tattım.
Yönetmenlik olarak bakmıyorum ona. Tabii ki, karar merci
sen oluyorsun, sette gözler sende oluyor ve finalde de sana soruluyor... Büyük lafları olan bir yönetmen değilim. Tek şu; izlenebilir, iyi olduğunu düşündüğümüz, bizim izlemekten zevk
aldığımız bir şey yaratmak.
Oyunculuktan yönetmenliğe geçiş, hayattaki konumunuz, duruşunuz olarak nasıl bir his peki?
Çok üstüme almıyorum galiba durumu. Maksat, bir şeyleri
üretmek. Ama bir festivale gittiğinde his farklı; bütün sorumluluk sende. Oyunculuk, tırnak içinde söylemek gerekirse,
Nerede çekilecek?
Antalya’da. Romanı bilenler şaşıracak, farklı bir yapı ve farklı bir anlatı
var. Kitapta hiç olmayan karakterler ve sahneler… Tabii ki kitaptan
da bir iki sahnemiz bire bire yakın.
Yönetimi yazayım o halde” dedim. Sonra tiyatro kulübüne girdim. Kuşadası’ndan çıktıktan sonra Ankara’ya ilk gittiğimde
bütün operalara, tiyatrolara saldırmıştım. Ama içimde küçücük bir şey yoktu, tiyatro yapmaya dair. Sonra tiyatro topluluğuna girdim, ilk bir yıl denemeler falan… Yılın sonunda bir küçük oyun yaptık. Hocalarımız “Sen yapsana bu işi” dediler. Ertesi yıl tepkiler büyüdü. Sonra “Herhalde bu iş oluyor” dedim.
Devlet Tiyatrosu’na gittim. Bana güldüler önce. Fakat o esnada
“Getto” diye çok kalabalık bir oyun yapılıyordu, Erhan Gökgücü koyuyordu sahneye. Bana, “İrfan Şahinbaş Sahnesi’ne git,
Erhan Hoca’yı bul” dediler. Erhan Bey, “İyi yarın gel” dedi. Bir
hafta oturttular beni, bir gün figüranlardan biri yoktu... Erhan
Bey, “Hadi çık bakalım sen” dedi, çıkış o çıkış… 300 oyuna yakın “Getto”da oynadım, “Bu işi yapacağım” dedim ve Bilkent’te
sınava girdim. Sağolsunlar bana burs verdiler ve 25 yaşında tiyatro okuluna girmiş oldum. Hep böyle ilerlediğim için kulvar
değiştirmek rahat geliyor bana.
İkizleriniz var, kendinizi nasıl bir baba olarak tanımlarsınız?
Bilmiyorum… Ben sadece eğleniyorum.
Ev içinde sorumluluk eşit midir?
Herhalde! Bizde iki çocuk var. Boş vakit diye bir şey yok zaten,
en fazla çocukları değiştirebiliyorsun. “Sen bunu al, ben bir kahve
içeyim” diye bir şey yok. Ama şimdi
çok rahatız, büyüdüler. Birbirleriyle araları çok iyi...
“BIR OYUNCU, ROLÜ ELE ALDIĞINDA BALIK GIBIDIR.
İLK BAŞTA KARAKTERDEN KORKARSINIZ, SANKI ILK
KEZ BIR ŞEY YAPIYORMUŞSUNUZ GIBI GELIR. NE
ZAMAN KI ROLÜ ÇIKARIYORSUNUZ, O ZAMAN DA
ASTRONOT GIBI BIR ŞEY OLUYORSUNUZ.”
Eşiniz Tuba Büyüktüstün bir şeyler üretirken danıştığınız biri
midir?
Tabii ki… Mesela “Orman”ın finalindeki yılan, onun fikri. Çok
iyi tamamladı. Sonuçta güzel sanatlar okumuş, estetik algısı
çok yüksek bir kadından bahsediyoruz. Her satırını okutuyorum. Düsturum şu; tek akıllı sen değilsin! Ve “Akıl akıldan üstündür.” Danıştığım insanlara da öyle bakıyorum.
Hayatınızın hangi noktasında oyunculuğa karar verdiniz?
ODTÜ’de sonra Siyasal Bilgiler’e gittim. Fizikten sonra
kamu yönetimi okumak bir nebze daha rahat geldi. Aslında
ODTÜ’den sonra Sinema Televizyon’a girmek istedim. Fakat
bizim dönemimizde, “Ne yapacaksın Sinema Televizyon’da,
eşek bağlasan bitiriyor, hiçbir şey yok orada” derlerdi. Ve “Sen
bu kadar fizik okudun, saçmalama” dediler.
Fiziği niye bırakmıştınız?
Biraz erken başladım okula. 77’liyim, 1993 yılında ODTÜ’deydim. ODTÜ’ye girince bir aydınlanma çağı… Ve dedim ki, “Bu
değil”. ODTÜ’den sonra “Sinema TV yazmayacaksam, Kamu
Rol aldığınız işlere ne diyorlar?
Hiç izletmedik daha. İki kişilik bir
dünyaları var. Biz anne-baba olarak daha çok lojistik ve duygusal
destek veriyoruz! Onun dışında
birbirleriyleler. Yer yatağında yatıyorlar, ikisi yan yana…
Çocukları sinemaya, tiyatroya sık götürüyor musunuz?
Hemen hemen bütün çizgi filmleri izlediler. Evde çok film izliyorlar, sürekli müzik dinliyorlar, resim yapma hastalığı var
ikisinde de…
Yoruluyor musunuz?
Çooook! Çocuklardan önce 12 ya da birden önce uyanmayan
biriydim. Hiçbir kuvvet beni kaldıramazdı; ne sevgilim, ne annem babam, ne bir sınav… Dört yıldır, başlarda kalkış saatim
05.30’du, şimdi 06.00-07.00 gibi ayaktayım. Filmlerde izlediğimiz her şey gerçek. Çoğu zaman, yorgunluktan kendimizi
salonda koltukta uyurken buluyoruz. Ama artık biraz daha rahat... Konuşmaya başladılar, kendi fikirleri var…
Oyunculuk dışında “Şunu çok iyi yaparım” dediğiniz bir şey
var mı?
Var, aşçılık. Balıkla ilgili çok büyük projelerim var; hem fırın,
hem tava… Etlerle aram iyidir. Çok iyi mücver yaparım. Bende
tarif yok; markete dalarım, orda bulduğum soslarla, daha önce
izlediğim programlardan falan esinlenerek yemek yaparım.
İSTASYON
27
KİTAP DÜNYASI
Y
Basit ama
bir o kadar saptırıcı:
MERAK
Yazar Ian Leslie tarafından kaleme alınan “Merak”,
öğrenme arzumuzu yitirmememiz gerektiğini tutkulu
şekilde savunuyor. Psikoloji, sosyoloji ve ekonomiden
çarpıcı araştırmaların eşliğinde ilham verici hikâyeleri, vaka
incelemelerini ve pratik tavsiyeleri okura aktarıyor.
28
İSTASYON
azar Ian Leslie, “İnsan zihninde ilk keşfettiğimiz ve
duygularımız arasında en basit olanı meraktır” diyor
“Merak” adını verdiği kitabında. NTV Yayınları tarafından dilimize kazandırılan kitapta, basit olmasına
rağmen kişide engellenemez bir keşfetme arzusu yaratan bu duyguyla ilgili gerçek hikâyelere yer veriliyor. “Merak Nasıl İşler”, “Merak Uçurumu” ve “Merakta Kalmak” olmak üzere
üç temel bölümden oluşan kitaptan bazı satırbaşlarını seçtik. Meraklısı, içinde çok fazla şey bulabileceği 280 sayfalık bu kitabı, kitapçılardan veya www.ntvyayinlari.com internet adresinden temin edebilir.
“İnsanların çok bilgili olmamalarının tek sebebi, hayatta
pek fazla şeyi umursamamalarıdır. Bu tür insanlar meraklı değildir. Meraklı olmamak, olabilecek en tuhaf ve
en aptalca kusurdur…” Kitabının giriş bölümünde Stephen Fry’ın bu sözlerine yer veren Leslie, merakı dördüncü dürtü olarak tanımlıyor. Sonra da Tasarımcı Charles
Earnes’tin, “Bilgi edinmenin ardından tercihler çağı gelecektir” sözünü hatırlatarak, “Sizce de Aristo’nun ‘bilgi
edinme arzusu’ olarak adlandırdığı kavramla (merakla)
aranızdaki ilişkiyi yeniden gözden geçirme vaktiniz gelmedi mi” diye soruyor.
Kitabının ilk bölümünde “Merak Nasıl İşler” sorusuna yanıt arayan yazar, hayatın içinden seçtiği örnekleri artarda sıralıyor. İlk hikâye 10 yaşındaki Brian Smith’te ait.
Kardeşiyle birlikte ebeveynlerinin yatak odasında oynarken tesadüfen bulduğu silah, Brian’ın hayatını derinden etkiler. Brian, o
andan sonra silahı düşünmeden tek bir gün bile geçiremez. Anne-babasının evde olmadığı bir gün, kendi sözleriyle “merakına
yenik düşerek”, silahı çekmeden çıkarıp pencerenin önüne gider. Bir suikastçı olduğunu hayal ederek elindeki silahı karşı kaldırıma doğrultur. Silahın horozunu kaldırınca çıkan “klik” sesiyle heyecanlanır. Parmağını tetiğe yaslar, nişan alır ve… BAAM!
Elindeki tabancanın namlusundan duman çıktığını görür. Birini vurmuş olabileceğini düşünerek dehşete kapılır; neyse ki, hiç
kimseye bir şey olmaz...
Çocukların saptırıcı merakla dolu olduklarını ve Brian’ın silahı eline aldığı gün, kendini saptırıcı meraka kaptırdığını belirten
yazar, yetişkinlikte de durumun değişmediğine dikkat çekiyor:
“Çocukken deniz kenarında kayaların arasındaki su birikintilerine nasıl dikkatlice bakmamızı sağladıysa, yetişkin olarak Twitter akışını sürekli yenilememizi
sağlar.” Saptırıcı merakın içgüdüsel ve karşı konulamaz olduğunu, belli bir yöntemi veya süreci izlemediğini belirten Leslie, düşünür Edmund
Burke’nin bu merak türünü tanımlayışını hatırlatıyor: “Çocukların sürekli bir yerden bir yere
koşuşturduğunu veya yeni arayışlar içinde
olduğunu görürüz. Önlerine çıkan her şeye
büyük bir hevesle ve fazla seçici olmadan
tutunurlar. Ancak, sadece yeni oldukları için
ilgi duyduğumuz şeyler, zihnimizi uzun süreliğine meşgul etmediği için merak tüm düşkünlüklerimiz arasında en sığ olanıdır.
Merak duyduğumuz konular sürekli
olarak değişir, son derece kabarık olan, ancak kolayca tatmin edilerek kapanabilen bir iştahı vardır ve daima uçarı, huzursuz ve endişe dolu bir görüntü sergilememize neden olur.”
Leslie’nin kitabına mevzuu ettiği ikinci örnekse dil alanında
sürekli bir arayış içinde olan Alexander Arguelles’in yaşamı. Çocuk yaştan itibaren dillere büyük bir merak duyan; bu arzusunu
tatmin etmek üzere birçok dil öğrenen Arguelles, mesleği sayesinde dünyanın birçok yerini gezer ve bu avantajı, dil öğrenmek
amacıyla kullanır. Sabırla ve yoğun mesai sayesinde onlarca dili
öğrenir. Her öğrendiği dille birlikte yeni bir kişiliğe bürünür. Eğitim vermek üzere Güney Kore’ye gider; Uzakdoğu
dillerini öğrenmek amacıyla her akşam sekizde yatıp gece
2’de kalkarak 16 saat çalışır. Kelt ve Slav dil ailelerini araştırır.
Brian Smith ve Alexander Arguelles’in ortak yanı, basit bir keşfetme duygusunun derinleşerek dinmek bilmeyen bir öğrenme tutkusuna dönüşmesidir. Tam da burada merakın iki farklı yönüne dikkat çekiyor yazar. Birinin
bizi taşları çevirip altına bakmaya, dolapları karıştırmaya,
internet bağlantılarını tıklamaya ittiğini; diğerininse kalın
bir romanı bitirmek veya yeni diller öğrenmek gibi bireysel çıkarlarımızla ilgisi olmayan ilgi alanlarına yönelttiğini
belirtiyor. Örneğin büyüdüğünde Chicago’da polis memuru olan Smith, ateşli silahlar konusunda uzmanlaştı. Dönemin devlet başkanının eşi Hillary Clinton’ı korumakla görevlendirilen ekip dâhil, binlerce kolluk kuvvetine ateşli silahların
kullanımı eğitimi verdi. Arguelles ise ilk etapta çok sayıda dil bilen biri olmanın heyecan verici olduğunu düşündüğünden, lisan
öğrenmeye karşı yoğun bir istek duydu. Kısa sürede, ne kadar çok
İSTASYON
29
KİTAP DÜNYASI
STEPHEN FRY: “MERAKLI OLMAMAK, OLABILECEK EN
TUHAF VE EN APTALCA KUSURDUR…”
lisan öğrenirse, o kadar çok şey keşfedebileceğinin farkına vardı.
Yaşı ilerledikçe, merakı derinleşerek dünyanın en gelişmiş beyinlerinin bilgeliğini kavramaya yönelik bir arzuya dönüştü. Her iki
örnekteki kahraman da başta saptırıcı bir merak içerisindeyken,
zamanla nispeten daha derin, daha disiplinli ve daha fazla gayret gerektiren epistemik meraka kapılır. İki tür arasındaki farkı şu sözlerle tanımlıyor yazar: Bir dağın arkasında ne olduğunu
öğrenme isteği “saptırıcı”, oraya vardığımızda hayatta kalmamızı
sağlayacak bilgileri edinme arzusu “epistemik” meraktır.
Tam da bu noktada bilgi edinme arzusunun merakla olan ilişkisini mercek altına almak gerekir. “Bilgi diğer bilgilerin üzerine,
fikirler de diğer fikirlerin üzerine inşa edilir” diyor Leslie, yaşantımızın ilk 10 ila 12 yılında, bilgi edinmeye odaklanılabileceğini
ve içine doğduğumuz ekolojik ortam hakkında fikir oluşturabileceğimizi belirtiyor. İnsanların belli bir miktar merakla doğmasa bile merakın öğrenmeyi beslediğine dem vurarak, çocukların
soru sorma eyleminin, hem bilgi edinmek hem de meraklarını gidermek olduğunu söylüyor. Yapılan bir araştırma, çocukların iki
ila beş yaşları arasında, toplam 40 bin “açıklama gerektiren” soru
sorduğu sonucunu ortaya çıkarıyor. Peki, çocukların sadece üç yıl
içinde 40 bin soru sorma kapasitesi erişkinlikte ne oluyor? Kitapta bu sorunun yanıtı Henry James’tan alınan bir sözle özetleniyor: “Her birimiz bir doygunluk noktasına erişiriz... Bir dengeye
girer ve yaşantımıza, duyduğumuz ilgi taze ve içgüdüsel olduğu
zamanlarda edindiğimiz bilgilerle devam ederiz.”
MERAK UÇURUMU
Yazarın “Merak Uçurumu” adını verdiği ikinci bölüm, “Tehlike
Çağı”, “Sorgulama Çağı” ve “Cevap Çağı” olmak üzere üç arabaşlıktan oluşuyor. “Tehlike Çağı”nda merakın dönemsel olarak ge-
30
İSTASYON
çirdiği evrimden söz ediliyor. Antik çağlarda, Atina’da, meraklı
veya “curiositas” kelimesi, sadece bilgi edinmek, bilginin peşinden
gitmek anlamına geliyordu, diyen yazar, bunun herhangi bir çıkar için yapılmadığının altını çiziyor. Cicero’nun “Kâr amacı gütmeyen… Doğuştan gelen öğrenme ve bilgi aşkı” olarak tanımladığı merak, Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin hâkimiyetinin olduğu
yıllarda gerileme sürecine girer. Kilisenin eğitim üzerine kurduğu
tekel, zaman içerisinde araştırmaya, anlamaya ve nihayetinde doğal dünyaya hükmetmeye yönelik giderek kuvvetlenen politik, askeri ve ekonomik görüşlerle çatışır.
Merakın Ortaçağ boyunca devam eden kötü şöhreti,
Rönesans’la birlikte tekrar eski itibarını kazanır. 17’nci yüzyılda
dünyevi merak, Avrupa’nın üst sınıfı tarafından benimsenir. İnsanların seyahat etmelerini ve bilgiye erişim sağlamalarını kısıtlayan bariyerler ortadan kalkmaya başlar. Aynı dönemde, biliminsanları da dünyanın nasıl döndüğüne dair çeşitli teoriler ileri
sürerler.
Merakın itibar kazanmasını sağlayan unsurların Rönesans, küresel ticaret ve bilimsel devrim olduğunu belirten yazar, bu duy-
gunun popülerlik kazanmasında matbaanın icadına önemli
rolü olduğunu ifade ederek “Sorgulama Çağı”nda duruma açıklık kazandırıyor. Gutenberg’in matbaa makinesini tam bir merak makinesi olarak adlandırdıktan sonra, Sir Francis Bacon’un
bu gelişmeyi “dünyayı tamamen değiştiren üç icattan biri” olarak
tanımlamasını anlatıyor. Zira okuma yazma oranın yükselmesine aracılık eden bu icat, gazetecilik sektörünün doğmasını sağlayarak insanları sorgulamaya yönelten yeni bir dönem başlatır.
“Epistemik merak, İngiltere’de gerçekleşen sanayi devriminin entelektüel buhar gücüydü” diyen Leslie, bu merakın yükselişe geçmesiyle birlikte farklı bir merak türünün, yani farklı insanların
duygu ve düşüncelerini öğrenme isteğine yol açan empatik merakın ortaya çıktığını yazıyor. Edebiyatın bu merak türünü tatmin
etmede önemli bir işlevi bulunduğunu belirten yazar, romanların bize gerçek hayatta karşılaşılan olayların bir çeşit zihinsel simülasyonunu sunduğuna; çevremizdekilerin niyetlerini, isteklerini, arzularını ve üzüntülerini nasıl yorumlamamız gerektiğine
dair pratik yapma imkânı sağladığına dem vuruyor. Hâlâ Aydınlanma Çağı’nda çığ gibi büyüyen merakın meyvelerini yediğimizi söyleyen yazar, günümüzdeki bilgi bolluğu ve bilgiye erişimin
kolaylığı nedeniyle entelektüel keşifler için duyduğumuz arzuyu
kaybetme tehlikesinin varlığından bahsediyor.
Yazar, “Cevap Çağı”ndaysa merak arzumuzu baltalayan unsurları mercek altına alıyor. “Toplumların merak seviyesini artırıp artıramamamız eğitim sistemimiz, çocuk yetiştirme alışkanlıklarımız, ders verme tarzımız ve sosyal tavırlarımız gibi birçok
faktöre bağlıdır,” diyen yazar, buradaki önemli unsurun interneti
nasıl kullandığımızla ilgili olduğunu belirtiyor. “İnternet bizi aptallaştırıyor mu, yoksa zekileştiriyor mu?” sorusuna verilebilecek
en mantıklı cevap “Evet”tir diyen Leslie, internetin bir şeyler öğrenmek için eşsiz fırsatlar sunduğu gibi herhangi bir şey öğrenmeye zahmet etmeden yaşantımızı devam ettirebilmemize de olanak tanıdığına dem vuruyor ve Kevin Drum’ın sözünü alıntılıyor:
“İnternet akıllı insanları daha da akıllı yapmakta, aptal insanları
ise daha da aptallaştırmaktadır.”
MERAKTA KALMAK
Yazar kitabının üçüncü ve son bölümünde merakı sürekli kılmanın yedi yolunu paylaşıyor okurlarıyla. Yedi maddeden ilki olan
“Aptal Kalın”, Apple’ın kurucusu Steve Jobs’u hatırlatır nitelikte:
“Aç kalın, aptal kalın!” Bu bölümde Walt Disney ile Steve Jobs’ın
yaşamlarına odaklanan yazar, her ikisinin de milyonlarca kişinin
günlük hayatına kendi estetik zevklerini dayatan öncüler olduğunu, “yıkıcı teknolojiler” olarak adlandırılan teknolojileri kullanarak devasa ve kalıcı ticari imparatorluklar kurduklarını belirtiyor.
Azimli ve güçlü bu iki karakterin böylesi bir imparatorluk yaratmasının altındaysa, meşhur fizikçi James Clerk Maxwell’in bir
zamanlar, “tüm gerçek bilimsel gelişmeler cehaletin etraflıca fark
edilmesinden doğar” sözünü benimsemelerinden kaynaklandığını belirtiyor.
“Bir veri tabanı oluşturmak” Ian Leslie’nin ikinci maddesi.
“Olağanüstü fikirler, onları bulmak için zihinsel çaba sarf ettiğiniz
anda birdenbire ortaya çıkmazlar. Kökenleri, fikirleri bulan insanların hayatlarında aylar, yıllar veya on yıllar öncesinde edindikleri bilgi ve deneyimlere dayanır; zekâ parıltılarının ürünü oldukları
kadar, uzun süre önce oluşan zihinsel alışkanlıkların da ürünüdürler” diyen yazar, bilginin bilgiyi çektiğine dem vuruyor. Bunun
için de gözlem yapmayı, üretilen fikirlerin üzerinden geçmeyi, bi-
Ne kadar
meraklısınız?
H
er soruyu, “doğru” veya “yanlış” olarak cevaplayın. Ve lütfen “dürüst” olun!
1- Karmaşık problemleri, basit problemlere tercih ederim.
2 - Çok düşünerek altından kalkılabilecek durumlarda sorumluluk almayı isterim.
3 - Benim eğlence anlayışımda, düşünmeye yer yoktur.
4 - Düşünme yeteneğimi zorlayacak şeyler yerine, fazla düşünmemi gerektirmeyecek şeyler yapmayı tercih ederim.
5. Bir şey hakkında derinlemesine düşünmemi gerektirme ihtimali yüksek olan durumları önceden sezmeye ve bu gibi durumlardan kaçınmaya çalışırım.
6. Bir konu hakkında uzun süre boyunca yoğun bir şekilde düşünmekten memnuniyet duyarım.
7. Herhangi bir konu hakkında sadece gerektiği kadar kafa yorarım.
8. Uzun vadeli projelerden ziyade ufak, günlük projeler hakkında düşünmeyi tercih ederim.
9. Öğrendikten sonra, fazla düşünmemi gerektirmeyecek görevlerden hoşlanırım.
10. Tepeye ulaşmak için düşüncelerime güvenme fikri bana çekici gelir.
11. Karşılaştığım sorunları yeni yöntemler geliştirerek çözmemi gerektiren görevlerden zevk alırım.
12. Yeni düşünce yöntemleri öğrenmek beni pek heyecanlandırmaz.
13. Hayatımın çözemediğim bulmacalarla dolu olmasını tercih ederim.
14. Soyut düşünme kavramı bana çekici gelir.
15. Entelektüel, zor ve önemli bir görevi, yine bir miktar önem arz eden, ancak fazla düşünce gerektirmeyen bir göreve tercih ederim.
16. Çok miktarda zihinsel çaba sarf etmemi gerektiren bir görevi tamamladığımda, memnuniyetten çok rahatlama hissederim.
17. İşlerin bir şekilde yürümesi benim için yeterlidir. İşlerin nasıl veya niçin yürüdüğü ilgimi çekmez.
18. Beni kişisel olarak etkilemeseler bile, kendimi sıklıkla bazı konular hakkında kafa yorarken bulurum.
1, 2, 6, 10, 11, 13, 14, 15 ve 18 numaralı soruların çoğuna “doğru” ve diğer
soruların çoğuna “yanlış” cevabını verdiyseniz, büyük ihtimalle ortalama bir
insandan daha yüksek “Need For Cognition (NLC) / Bilme ihtiyacı” (entelektüel
merakın bilimsel ölçütü) puanına sahipsiniz.
İSTASYON
31
BILGI DIĞER BILGILERIN ÜZERINE, FIKIRLER DE
DIĞER FIKIRLERIN ÜZERINE INŞA EDILIR.
linçaltının birebir o konuyla bağlantısı olmayan herhangi bir şeyle uyarılmasına izin vermeyi, ardından da problemi bilinçaltına
devretmeyi, beşinci ve son adımdaysa beliren fikri test etmeyi, ince
ayarlarını gerçekleştirip gerçeğe dönüştürmeyi salık veriyor.
Merakta kalmanın üçüncü yolu, “bir tilki-kirpi kırması gibi
bilgi toplamak”… Belirli bir konu üzerinde uzmanlaşmak ya da
genel bilgi sahibi olmak arasında tercih yapmalısınız diyen yazar,
yeni fikirlerin genellikle geniş bilgi dağarcığına sahip insanların
zihinlerinde farklı alanların çapraz döllenmesiyle ortaya çıktığının bilindiğini belirtiyor. “Tilki, düşmanlarından kurtulmak için
yaratıcı ama yorucu yöntemler dener; öte yandan kirpi, güvenilirliği tecrübeyle kanıtlanmış tek bir strateji kullanır, çömelerek
düşmanlarından korunma işini dikenlerine bırakmak” diyen yazar, günümüzde hem uzmanlığın hem de farklı iş kollarının çakışmasıyla ortaya çıkan çığır açıcı içgörülerin ödüllendirildiği bir
dünyada, her iki özelliğe de sahip olup tilki-kirpi kırmasına dönüşmeniz gerektiğini belirtiyor.
Sıra geldi dördüncü tavsiyeye: “Büyük ‘niçin’ sorusunu sorun!”… Yazara göre “niçin” sorusunu sormayı bırakırsak içinde
bulunduğu ortamı gözlemleyen, taleplerde bulunabilen ve verilen
talimatları yerine getirebilen ama daha derin gerçeklerin farkına
varamayan zeki bir maymun Kanzi’ye dönüşürüz; tıpkı düşmanlarımızın olmamızı istediği gibi.
Ian Leslie’nin maddelerinin beşinci sırasında “Bir Thinkerer Olun” var. İngilizcedeki “think / düşünme” ve “tinker”ın (bir
şeyi düzeltmek / tamir etmek amacıyla kurcalamak) bileşimi olan
“thinkering”i, somut ve soyutu karıştıran, detaylara ve büyük resme dönüşümlü olarak odaklanan bir bilişsel araştırma tarzını ifade etmek için kullanan yazar, açıklamasını yine Steve Jobs üze-
32
İSTASYON
rinden yapıyor. Jobs’un “vizyoner” ve detaylara takıntılı bir insan
olduğunu belirten Leslie, onun bakış açısını şekillendiren bu iki
özelliğin birbiriyle bağlantılı olduğunu belirtirek “Jobs, bir thinkerer idi” diyor ve ekliyor: “Birer thinkerer olmak için çaba sarf etmez, büyük düşünürken küçük detayları öğrenmek için ter dökmez, süreçler ve sonuçlarına ilgi duymazsak çağın ruhunu asla
yakalayamayız.”
“Çay kaşıklarınızı sorgulayın!” Durup dururken bu da nereden çıktı şimdi diye düşünebilirsiniz. Leslie, merakta kalmanın
altıncı maddesine bu başlığı uygun bulmuş. Olağandışı şeylere
ilgi duyan Fransız yazar Georges Perec, An Attempt at Exhausting a Place in Paris adlı deneme yazısında Paris’te bir kafede oturur ve pencereden gördüğü şeyleri tarif eder. Devam eden birkaç
gün aynı şeyi tekrarlar. “Hiçbir şey olmadığında ne olduğunu” öğrenmek ister. Perec, deneme yazısında okuyucularına “çay kaşıklarını sorgulamalarını” şiddetle tavsiye eder. Bu örnekten yola çıkan yazar da bunun tam anlamıyla bir tercih meselesi olduğunu,
günlerimizi ya sıradan şekilde yaşayarak ya da çatal bıçak takımları da dâhil etrafımızdaki şeylere merak duyarak geçirebileceğimizi belirtiyor.
Merakta kalabilmenin son maddesi “bulmacaları gizeme dönüştürmek”. “Bir bulmaca, ancak onu çözene kadar merakımızı
cezbeder” diyen yazar, onu gizeme dönüştürdüğümüzde olabilecekleri şu sözlerle özetliyor: “Herhangi bir bulmacayla karşılaştığımızda, ardında yatan gizemi bulmak için gözümüzü açık tutmalıyız, çünkü bu tür gizemler bulmacayı çözdükten uzun süre
sonra bile aklımızı meşgul etmeye ve bizi eğlendirmeye devam
edebilir.”
Kitabının hemen her sayfasında bilginin önemine dair cümleler sarf eden Ian Leslie, merakla ilgili son sözlerini şu şekilde ifade
ediyor: “Merakımızın peşinden gitmek zor bir iştir, çünkü bizi görev ve hedeflerimizden alıkoyabilir. Ancak, bu konuda seçim yapma şansımız vardır. Karşımıza çıkan bilgi evrenlerini keşfetmeye karar verebilir. Veya karşımıza çıkan güzellikleri ve gizemleri
göz ardı etmeyi seçip bir sonraki randevunun yolunu tutabiliriz.”
O
ge tom
h çe o
va at sa cek bils
r. Ö fh . Z eve
ze aya ira rle
llik t 20 r i
le aşı 16’ çin
HA
de ya da bu
ZIR
LA
SU cak he yı
YA
N:
V bi yec l g
FA
se rç a üz
TİH
gm ok nım el
YU
RD
AT
en mo ız
AP
tin de ı
AN
de l
…
Be
kle
de me
ğd ye
i
KİTAP DÜNYASI
İSTASYON
33
OTOMOBİL
tin Sakarya’daki fabrikasında üretilip oradan
Avrupa’ya dağıtılacak.
İlk kez SUV üretecek bir diğer markaysa,
Jaguar. Onların yeni F-Pace modeli, yıl ortasından itibaren piyasaya çıkacak. Boyut olarak Range Rover Evoque’dan biraz daha büyük olan modelin Jaguar’a önemli bir başarı
getirmesi bekleniyor.
Bu alandaki en büyük atılımsa Land
Rover’dan geliyor. Üstü açık SUV düşleyenlerin hayallerini gerçek kılmaya aday Range
Rover Evoque Convertible’ın çok özel bir araç
olacağını söylemek mümkün.
SUV segmentinden son bir bilgi daha…
Türkiye pazarına 2016 yılında giren Lexus,
altı farklı modeliyle sahnede. Bunlardan en
çok ilgi görecek olansa yenilenerek hem konforu hem de sportif sürüşü vadeden dördüncü
nesil RX. Bu modelin hibrit versiyonu da var.
RENGÂRENK BIR YIL
LÜKS SEGMENTE AIT OLANLAR DA
VAR, HERKESIN ULAŞABILECEĞI SATIŞ
FIYATLARIYLA SUNULANLAR DA... GÜVENLIK
VE KONFOR, HEPSINDE ÖN PLANDA.
Y
akın zamanda otomobil almayı düşünüyorsanız veya kendinizi otomobil meraklısı olarak
addediyorsanız, 2016 yılının
tam size göre olduğunu söyleyebiliriz… Konsepti SUV olan
2016, gerek yeni modelleri
merak edenleri, gerekse yerden yüksek araçları tercih edenleri memnun edecek nitelikte. SUV/crossover pazarı son zamanlarda öylesine hareketlendi ki, Maserati, Bentley ve
Lamborghini de dâhil birçok marka, pastadan daha fazla pay alabilmek amacıyla direksiyonunu bu yöne kırdı. Her ne kadar Ferrari
bu konuda dirense de Porsche’nin Cayenne ve
Macan ile elde ettiği başarı, devler ligi için iyi
bir örnek oldu. Buna bir de Nissan’ın birkaç
yıl önce Qashqai ile yarattığı başarı eklenince, sadece geçen yıl Avrupa’daki SUV ve crossover segmentinde yüzde 21’lik artış sağlandı. Şimdi gelin dünyaca ünlü markaların bu
yıl içerisinde otomobilseverlerle buluşturacağı modellere bir göz atalım…
34
İSTASYON
Lüks ve güçlü otomobil denince akla gelen isimlerden Bentley’in Bentayga adını verdiği SUV’u, birçok kişi tarafından heyecanla
bekleniyordu. Markanın klasikleşen tasarımını yansıtan model, 610 beygirlik güç üreten W12 motora sahip. 2016’nın en sıra dışı
otomobillerinden olan Bentayga, 0’dan 100’e
4,1 saniyede çıkıyor ve saatte 300 kilometre
hıza ulaşıyor.
Maserati, SUV kervanına Levante adını
verdiği modeliyle katılıyor. 3.0 performansının yanı sıra dizel motor seçeneğinin de bulunduğu Levante, yüksek sürüş konforu ve
yol tutuş dinamikleriyle dikkatleri üzerine
çekmekte zorlanmıyor.
Gelelim bu sektörün “büyükler liginde” oynayan önemli bir ismine; Volkswagen Grup’a.
İlkiyle büyük ilgi toplayan VW Tiguan’ın ikinci nesli hazır. Tiguan XL, görsel olarak Tiguan ile aynı olsa bile, uzunluğu ve pratik özellikleriyle fark yaratıyor. Yedi koltuklu model,
daha ziyade ABD pazarı için üretildi, ancak
Türkiye’de de hayli rağbet görüyor.
VW Grup’un bir diğer markası Seat, Ateca
ile ilk kez SUV segmentine giriyor. Tamamen
yenilenecek ikinci jenerasyon Skoda Yeti’den
izler taşıyan Ateca’daki verimli motorlar, istenirse dört çeker sürüşle kombine edilebiliyor.
VW Grup’un premium markası Audi,
uzun süredir bu pazarın oyuncusuydu zaten.
Golf, Octavia, Leon gibi modellerde kullanılan MQB altyapısına sahip Audi Q2, yelpazenin daha da genişlemesine vesile olacak gibi
görünüyor. Premium segmentte daha kompakt bir model arayışındakilerin derdine derman olacak Q2, dört halkalının elini hayli
güçlendireceğe benziyor.
Sektörün önemli isimlerinden Toyota,
SUV’daki varlığını, Nissan Juke ile Qashqai arasında bir boyuta sahip C-HR ile hissettiriyor. Tasarımı coupe’yi andıran, şehiriçi
kullanıma son derece uygun olan bu modelin hibritin yanı sıra 1.2 litre benzinli ve bazı
pazarlarda satışa sunulacak 2.0 benzinli motor alternatifleri de bulunacak. C-HR, şirke-
Yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere SUV pazarında, hayli hareketli günler geçireceğiz. Ancak sektör SUV’dan ibaret değil.
Otomotiv devlerinin özene bezene ürettiği
birçok model, yollara çıkmak için gün sayıyor. İşte o modellerden bazıları…
İtalyan Alfa Romeo, kendilerinin de kabul ettiği üzere, son yıllarda Alfa’nın felsefesinden ve kalitesinden uzak otomobiller üretti. Ta ki bu yıla kadar. Bu yıl, BMW 3 serisine
rakip olması planlanan Alfa Romeo Giulia,
normal versiyonlarının yanı sıra Ferrari’den
transfer edilen uzmanların yarattığı performans versiyonuyla da çok konuşulacak gibi
görünüyor. 510 beygirgücündeki performans
modelinin 0’dan 100’e 3,9 saniyede çıktığı
söylersek uzmanların boşa mesai harcamadığı da anlaşılacaktır sanırız.
Söz İtalyanlardan açılmışken Ferrari’yi es
geçmemek gerek. Birçok süper spor otomobil
üreticisi gibi turbo beslemeli motorlara geçen markanın en önemli kozu Maranello’nun
amiral gemisi F12 Tour de France. Son birkaç yıldır F1’de başarısız sezonlar geçiren
Ferrrari’nin Fransa’daki yol yarışları zaferini
anmak için kullandığı bir isim bu. 770 beygirgücü üreten F12 Tour de France, bu yıl içerinde şanslı azınlığa teslim edilecek.
Fiat cephesine gelince… Egea ile önemli bir
atılım yapan marka, bunu station ve hatchback
modelleriyle taçlandıracak. Tipo adını alacak
modeller, tasarımıyla dikkat çekmeyi hedefliyor. Kabini Egea ile aynı olan modelin daha çok
Avrupa’da iddialı olması bekleniyor.
Satış adeti anlamında ülkemiz için önem
taşıyan bir diğer yenilik Renault Megane’dan
Yeni teknolojiler de bizi bekliyor
2016’daki yeni otomobiller, aynı
zamanda yeni teknolojiler de demek.
Genelde daha pahalı otomobillerde
bulunsa ya da isteğe bağlı olarak
sunulsa da bu teknolojiler yakın
gelecekte ortalama otomobillerde
standart hale gelecek.
360 DERECE GÖRÜŞ VE GERI
GÖRÜŞ KAMERALARI: Bu teknoloji,
hâlihazırda bazı otomobillerde
var. Geri görüş kameralarının
yanı sıra 360 derece görüş sağlayan sistem, aracı adeta yukarıdan görmenize vesile oluyor ve
etrafınızdaki nesneleri de ekrana yansıtıyor.
KUMANDA PARK ETSIN! Aracı uzaktan kumandayla park etmek bilgisayar oyunu gibi olsa da,
dar yerlere park etmek gibi sorunlar üstesinden geliyor. BMW’nin sisteminde, akıllı telefon
benzeri bir anahtarla aracı park edebiliyorsunuz. Mercedes’teyse akıllı telefona yüklenen
uygulama kullanılıyor.
KAZA ANINDA ŞIŞEN EMNIYET KEMERLERI: Ford’un geliştirdiği bu sistem arka koltuklarda
özellikle çocukların kaza anında emniyet kemerinden kurtulma ihtimallerini azaltıyor. Hem de
daha az sarsıntı yaşıyorlar. Kaza sırasında saliseler içerisinde şişen emniyet kemerleri yüksek
güvenlik sağlayacak.
KABLOSUZ ŞARJ SISTEMI VE HOTSPOT: Akıllı telefonlar ayrılmaz birer parçamız haline gelirken
otomobiller de buna kayıtsız kalmadı. Telefonla entegre ekranların yanı sıra, kablosuz şarj
sistemiyle telefonunuzu artık belli bir yere koyarak şarj edebileceksiniz. Araç içerisindeki
hotspot sistemiyse, tüm yolcuların internet bağlantısına sahip olmasını sağlayacak.
GPS ILE ENTEGRE ŞANZIMAN: Sistem henüz geliştirme aşamasında, ama bazı markalar üst
modellerinde kullanmaya başladı. GPS sistemine gideceğiniz rotayı girdikten sonra, araç size en
verimli şanzıman kademesiyle sürüş yapmanıza imkân tanıyor. Örneğin bir viraja yaklaşırken
vites küçülterek yavaşlamanızı sağlıyor.
geliyor... Her yeni hatchback modeli gibi o
da sınıfının lideri olarak gösterilen Golf’ü
geçmek istiyor. Daha geniş iç hacim ve bagaj alanıyla birlikte daha geniş motor seçenekleri ve yüksek kalite sunulacak. RS performans versiyonu ve station modelleri de
gelecek. Türkiye’de Nisan ayından itibaren
görmeye başlayacağız. Talisman ve Scenic ise
Renault’un daha üst segmentlere hitap eden
iki modeli olarak karşımıza çıkıyor.
Konforundan çok az kişinin faydalanabildiği Bugatti, yeni hibrit hiper otomobili Chiron ile boy gösterecek. 1500 beygirlik güç
üreten Chrion, tasarımından teknolojik özelliklerine ve performansına kadar, her açıdan
sıra dışı bir model.
Bu yılın ilginç performans modellerinden
biri de BMW M2 olacak. Alman markanın
kilo alan performans modellerinden sonra
bu kompakt hızlı otomobil, sürüş tutkunla-
rına iyi gelecek. Altı silindirli 3.0 motor eski
performans otomobillerinin sürüş heyecanını taşıyacak.
Mercedes’in makam otomobili S-Sınıfı’nın
üstü açılan versiyonu, direksiyonu kolay kolay kimseye bıraktırmayacak. Çift turbo V8
S63 AMG modeli 100 km/s hıza sadece 3,9
saniyede çıkıyor.
Listemizin sonunda, Volvo’nun bu yıl pazara çıkaracağı S90 ve V90 modelleri var.
XC90’ın yeni altyapısını kullanan bu araçlar,
kaliteli kabini ve rahat sürüşüyle öne çıkıyor.
Ayrıca dünyanın ilk çarpışma tespit etme sistemiyle satılacak.
Evet, 2016 yılında yollarda rastlayacağımız modellerden birkaçını sıraladık. Marka çok, seçenek bol… Tek yapmamız gereken
tasarımı, donanımı ve konforunun yanı sıra
duygusal olarak da bağlanabileceğimiz birinde karar kılmak…
İSTASYON
35
cunda
GEZİ
Her daim güzel
Püfür püfür esen rüzgâr, Ege’nin iyotlu havasını kıyının
iç taraflarına taşıyor. Sınırları içinde bulunduğu vilayeti,
biraz da kendisi sayesinde ünlü yapan Cunda, tarih ve
yaşanmışlık dolu daracık sokakları, kıyı boyunca dizilerek
konuklarına Ege’nin meşhur yemeklerini sunmayı bekleyen
restoranları, masmavi denizi ve tabii kendine has yaşam
kültürüyle her daim seyahat listelerinin başında yer alıyor.
YAZI: SEMA ULUDAĞ FOTOĞRAF: MURAT YILMAZ
36
İSTASYON
T
ürkiye sınırları içinde faaliyet gösteren
ünlü tur şirketlerinden birinin sloganı,
hafızalardaki tazeliğini koruyor: “Hepimiz tatil için çalışıyoruz.” Sloganı beğenip beğenmemek bir yana, pratik hayatta temas ettiği nokta çok doğru aslında. Hangimiz
yılın belli zamanlarında, özellikle de bahar ve yaz aylarında, işimizden gücümüzden, yaşadığımız yerden
uzaklaşıp sevdiklerimizle birlikte birkaç güzel gün geçirmek üzere yollara düşmeyiz ki? Hangimiz, iyot kokusunu ciğerlerimize çekmenin, tertemiz ve masmavi bir denizde kulaç atmanın, sıcacık kumlara uzanıp
güneşin tadını çıkarmanın özlemini yıl boyunca çekmeyiz ki? Dahası hangimiz o yoğun temponun içindeyken ve bir süre sonra çıkacağımız tatilin hayaline
dalmışken, komşunun ağacında yeşermiş sert ve sulu
eriği gizlice dişleyen çocuğun mutluluğunu ve dahi
mahcubiyetini yaşamayız ki… Gündelik koşuşturma
ve yoğunluk içerisinde fazlaca dikkat edemediğimiz
hayatın türlü çeşitli renklerini, o kısacık tatil süresinde yakalayabilme arzusuyla dolduğumuz aşikâr.
Bu satırları okuduğunuz şu dakikalarda, memleketin dağına taşına, suyuna toprağına bahar geldi. Yaz aylarıysa hemen kapıda. Birçoğumuz büyük
bir heyecan içinde, tatil planları kurulmaya başlandı. Yurtiçi mi, yurtdışı mı? Ege mi, Akdeniz mi? Tatil köyü mü, yoksa yatak kapasitesi sınırlı bir butik
otel mi? Bu ve bunun gibi onlarca sorunun zihnimizi kurcaladığı günlerdeyiz. Tıpkı renkler gibi,
tıpkı damak tadı gibi tatil anlayışı da son derece kişisel bir mevzuu aslında. Dünya görüşümüz, hayata
bakış açımız, zevklerimiz veyahut beğenilerimiz, tatillerimizi şekillendiren unsurlardan sadece birkaçı… Tabii bir de bütçe konusu var elbette ama her
şey demek değildir! Zira ne kadar bütçeniz olursa
olsun, eğer gideceğiniz yeri iyi seçemezseniz, yeterince iyi zaman geçirmenizin de garantisi olmuyor
ne yazık ki.
Hal böyle olunca seçenekleri çok iyi değerlendirmek gerekiyor. Örneğin gittiğiniz yerde saatlerinizi, günlerinizi sadece deniz kenarındaki şezlongunuza uzanarak ve soğuk içeceğinizi yudumlayarak
İSTASYON
37
GEZİ
geçirmek isteyebilirsiniz. Tercih sizin, kim ne diyebilir
ki? Ama bununla yetinmez, “tatilci” kimliğinizi, “kâşif”
kimliğinizle harmanlarsanız; diğer bir ifadeyle gittiğiniz yerin havasını suyunu, taşını toprağını, tarihini ve
doğasını tanımak isterseniz, işte o zaman ziyareti (tatili), ticarete (edindiğiniz bilgileri başkalarıyla paylaşmaya) dönüştürebilirsiniz. Yapacağınız ticareti, hem
siz hem de karşınızdaki açısından son derece kârlı kılacak yerlerin sayısı epey fazla. Zira bu topraklar, kadim kültürlere ve medeniyetlere kucak açmış yüzyıllardır. İşte onlardan biri de Cunda…
Cunda-Ayvalık
arası karayoluyla
da alınabilir. Ama
hemen kıyının
yanında duran
teknelerden birini
tercih ederseniz, sizi
bu manzara karşılar.
HAVADA ZEYTIN KOKUSU VAR!
Balıkesir’in Ayvalık ilçesine bağlı olan Cunda, Ege
Denizi’nin muhteşem maviliğinin yanı başına konumlanan, yaz mevsiminde bile imbatla meltemin ılık
ılık estiği, tarihi Rum evlerinin kültürel bir değer kazandırdığı bir yer. Genelde Balıkesir, özeldeyse Ayvalık zeytin yetiştiriciliği ve zeytinyağı üretiminde sadece Türkiye’de değil, dünyada da hatırı sayılır bir yere
sahip. Bu durumdan Cunda’da nasibini almış elbette.
Aslına bakarsanız, zeytin ve zeytinyağı üretimi, bölgeye Rumlar eliyle kazandırılmış bir zenginlik. Ayvalık
ve çevresinin kuruluşuyla ilgili net veriler olmamakla
birlikte, 1700’lü yılların ikinci yarısından itibaren Osmanlı Padişahı fermanıyla Yunanistan’dan ve Yunan
adalarından gelen çok sayıda Rum’un bu bölgeye yerleştiği biliniyor. Zaten zeytinle ilgili teşriki mesai de o
yıllarda başlıyor. Yabancı misyonerlerin tuttukları notlardan anlaşıldığı üzere, o dönemde Ayvalık’ta, yüzden
fazla zeytinyağı mengenesiyle, İstanbul’a ve Rusya’ya
ihracat yapılıyor. 1800’lü yılların son çeyreğinde limanın genişletilmesiyle birlikte yılda yaklaşık 600 geminin buraya gelmesi, ticaretin gelişmesini sağlıyor.
1800’lü yılların sonlarında bir İngiliz tarafından kurulan zeytinyağı tesisi, işlerin daha profesyonel noktaya
taşınmasında önemli rol oynuyor.
Tarih boyunca kutsallığın, bolluğun, bilgeliğin ve
sağlığın simgesi sayılan zeytinin, bu ilçede üstlendiği tüm değerlere layık bir saygı gördüğünü ifade edersek, abartmış olmayız. Öyle ki, sadece Türkiye’de değil,
uluslararası yarışmalarda da ödül kazanan üreticilerinin dükkânlarına neredeyse adım başında rastlamak
mümkün. Biberli, kekikli, defneli, biberiyeli olan da var
zeytinyağların arasında, taş baskı soğuk sıkım da… Çeşitte çok, satıcı sayısı da… “Bu lezzeti membaında tatmak iyi güzel ama Cunda’ya ve Ayvalık’a kadar gidip de
zeytinyağı almadan dönmek olmaz,” diye düşünmekten kendinizi alamayacağınız da kesin.
Bilindiği üzere Osmanlı, her şeyin yanı sıra isyanlarla anılan bir imparatorluk. Cunda ve Ayvalık’ta yaşam süren Rumlar da zaman zaman bağımsızlık için
başkaldıran topluluklar arasında. Devletin bu isyanları bastırmak için kullandığı yöntemler, Rumların bölgedeki sayısının giderek azalmasına neden oluyor. Bununla birlikte, 1919’da Yunan ordusu tarafından işgal
38
İSTASYON
Taş Kahve,
Cunda’nın daracık
sokaklarında tarihin
izini sürenlerin biraz
soluklanıp bir şeyler
içebileceği oldukça
meşhur bir yer.
edilmesi, ilçenin tarihinde dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Çünkü İstanbul’daki hükümetin tüm uyarılarına rağmen işgale karşı koyan 172. Alay Komutanı Ali Bey (Çetinkaya), öylesine bir başarı sergiliyor ki,
hem ilçeyi işgalden kurtarıyor hem de Cunda Adası’nın
kendi ismiyle, Alibey Adası olarak anılmasına vesile
oluyor. Takvim yapraklarının 1923’ü gösterip mübadelenin yapıldığı dönemdeyse, Rumlar artık bölgeyi tamamen terk ediyor…
MÜZELER, KILISELER VE ÇOK DAHA FAZLASI
BAKMASINI BILEN,
GÖRDÜĞÜNE
DEĞER VEREN,
O DEĞERLERIN
YARINLARA
TAŞINMASINI
ARZU EDENLERIN
KEYIFLE
KEŞFEDECEĞI BIR
BELDE CUNDA.
Mübadelenin ardından neredeyse bir asırlık zaman
geçse dahi, Cunda’da Rumların yarattığı değerlerin izini sürmek hâlâ mümkün. Özellikle de mimaride ve mutfak kültüründe. Cunda’nın hemen her yerinde rastlayabileceğiniz, ancak birçok kişinin daha ziyade
deniz kenarında bulunanları tercih ettiği restoranlar,
menülerinde Rum ve Girit mutfağının en güzel örneklerine yer veriyorlar.
Yine kıyıda konumlanan ve günün her saati tıklım
tıklım olan tarihi Taş Kahve ise, Cunda’nın daracık sokaklarında dolaşıp bir kültüre, bir tarihe tanıklık ettikten sonra kısa bir mola vermek için ideal. Alkolsüz
soğuk ve sıcak içeceklerin servis edildiği bu kahvehane, aperatif bir şeyler yemek isteyenlerin de rotasında.
Tüm bölgede olduğu gibi Taş Kahve’de de genel tercih, Ayvalık Tostu elbette. Yalnız kahvehane özellikle
yaz aylarında epey kalabalık, servis de yavaş. Eğer Taş
Kahve’de bu lezzete ulaşamazsanız üzülmeyin; ya karadan ya da kıyı boyundan kalkan tekneler aracılığıyla
denizden, 20-25 dakikada ulaşabileceğiniz Ayvalık’ta
sırf bu iş için kurulmuş bir çarşı var. Adı da Tostçular
Çarşısı. Sıra sıra dizilen tostçuların önünde oluşan sıralar sizi korkutmasın. Sonunda beklemeye değdiğini
göreceksiniz…
Basın yayın organlarında dikkatinizi çekmiştir belki; Cunda, son birkaç yıldır büyük şirketlerin de ilgi
odağında. Koç Topluluğu, bu şirketlerden biri. Koç ailesi, Cunda’daki tarihi dokunun yüzyıllarca daha ko-
İSTASYON
39
GEZİ
MÜBADELENIN ÜZERINDEN
NEREDEYSE BIR ASIRLIK
ZAMAN GEÇSE DAHI,
CUNDA’DA RUMLARIN
YARATTIĞI DEĞERLERIN IZINI
SÜRMEK HÂLÂ MÜMKÜN.
Coca Cola CEO’su Muhtar Kent’in anne ve babasının adını taşıyan
Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı, dünyanın her yerinden turist ağırlıyor.
Rahmi Koç Müzesi, Taksiyarhis Kilisesi’nin yeniden hayata döndürülmesiyle
oluşturulan bir yer. Müzenin içi envai çeşit obje ve oyuncakla dolu…
runabilmesi amacıyla hem Rahmi Koç Müzesi’ni hem
de Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı’nı kültür yaşamımıza kazandırdı. Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı, Cunda Adası’nın neredeyse en yüksek yerinde bulunan Agios Yannis Kilisesi’nin restore edilmesiyle oluşturuldu.
Patrik Teodosios zamanında İstanbul’daki Fener Rum
Patrikhanesi’ne bağlanan manastırın kitaplığının 1835
senesinden itibaren zenginleşmeye başladığı, dini kitapların yanı sıra 17’inci ve 18’inci yüzyılın kilise hukuku hakkındaki yayınların da bulunduğu biliniyor. Mübadele döneminde tahrip olan Şapel’in batısında, büyük
olasılıkla manastıra un sağlamak üzere inşa edilen değirmen de bu tahribatta payına düşeni fazlasıyla almış. Yıllar yılı harap bir şekilde kalan değirmen ve kilise, Rahmi M. Koç’un katkılarıyla restore edilerek 2007 yılında
açıldı. Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı bün-
40
İSTASYON
yesinde hizmet veren kitaplığa; ilerleyen yaşı nedeniyle
göz sağlığı bozulan, “Göremediğime değil, okuyamadığıma üzülüyorum” diyen Emekli Büyükelçi Necdet Kent’in
ve eşinin ismi verilmesiyle birlikte, çiftin oğlu ve CocaCola’nın CEO’su Muhtar Kent, babasından yadigâr
1300’ü aşkın kitabı bu kitaplığa bağışladı.
Cunda’nın kıyı kesiminde bulunan Rahmi Koç Müzesi ise, beldenin en önemli yapılarından biri olduğu halde, define avcıları tarafından talan edilen, tavanındaki
mühürden anlaşıldığı kadarıyla yapımı 1873 yılına kadar
dayanan Taksiyarhis Kilisesi’nin yeniden hayata döndürülmesiyle oluşturulan bir yer. Neo Klasik mimariye sahip Taksiyarhis Kilisesi, iki yıldan fazla süren restorasyonun ardından 2014’te kapılarını açtı. Üç katlı olsa da
en üst katı ziyarete kapalı olan müzenin ilk katında eski
otomobil, motosiklet ve bisikletler, denizcilik araç-ge-
reçleri, saatler, fotoğraf makineleri gibi onlarca eser var.
İkinci katıysa daha ziyade çocuklar için. Zira bu kat envai çeşit oyuncaklarla dolu. Dünyanın her yerinden gelen bebekler, bebek arabaları, oyuncak arabalar ve daha
neler neler…
Cunda’nın daracık sokaklarda dolaşmaya devam ettiğimizde, burada sadece Taksiyarhis’in değil, birçok kilisenin olduğunu görüyoruz. Aya Athanasiu Kilisesi, Ayvalık Ayazma Kilisesi, Profit İliyas Kilisesi bunlardan
sadece birkaçı. Bazı Rum evleri gibi dinsel yapıların da
bakımsız veya harap durumda olduğunu fark etmemek
imkânsız... Toplumun önemli bölümü, tarihi eserleri korumanın sadece dünü değil, bugünü ve tabii yarını da
anlamak için önemli olduğunu idrak ettiği gün, bu yapılar da hak ettikleri saygıyı göreceklerdir sanırız.
Cunda’ya kadar gitmişken görülmesi gereken yerler-
den biri de Şeytan Sofrası kuşkusuz. Ayvalık’ın merkezine sadece birkaç kilometre uzaklıktaki bu yer, özellikle
gün batımıyla meşhur. Tepede şeytanın ayak izi olduğuna inanılan bir taştan adını alıyor. Günümüzde turistlik
bir hal alan, dolayısıyla da çeşitli işletmelerin bulunduğu
yerde, Midilli Adası’na nazır çayınızı ya da okkalı kahvenizi yudumlarken gün batımının o eşsiz görüntüsüne tanıklık etmeniz işten bile değil.
Evet, bahar aylarının başımızda kavak yellerini estirdiği günlerdeyiz. Gün, birkaç günlüğüne de olsa, bulunduğumuz yerden uzaklaşmak, denizle, doğayla, tarihle
iç içe saatler geçirmek istediğimiz gündür. Gidilebilecek
yer sayısı hayli fazla. Ancak tarihle, kültürle, denizle, doğayla ve tabii zeytinle var olan bir beldeye uğramak isterseniz, Cunda’yı da listenize dâhil etmenizi özellikle tavsiye ederiz.
İSTASYON
41
YEME-İÇME
Ege’nin yeşil hazinesi
Baharın gelişini üzerinde yetişen onlarca farklı çeşit otla kutlayan bereketli Ege topraklarına uzanmaya ne
dersiniz? Mevsimine göre hemen her yemekte kullanılabilen bu yabani otlar,
sofranızı zenginleştirebileceğiniz gerçek bir hazine. YAZI: GAYE ŞAHIN
ği çalkama. Ege’de her sofrada karşınıza çıkacak çalkamanın bağımlısı olmamak zor. Eskiden tarladan yorgun argın dönen köylülerin icat ettiği bu nefis börek çeşidi, aslında basit bir yapım
tekniğinin genel adı. Taze toplanan otları, bazı sebze çeşitleriyle
de karıştırarak tavada kavuruyor; üzerine un, zeytinyağı, limon,
su ve biraz da tahin ekleyerek bir bulamaç elde ediyorlar. Açılan hamurların ya da yufkaların arasına konulan bu karışım fırında pişince tadına doyulmaz
bir börek oluyor. Ege’nin bir başka vazgeçilmezi
ot kavurması. Zeytinyağında kavrulan taze otlar, bazen yoğurtla bazen de üzerine yumurta
kırılarak karın doyuruyor.
Ege ve Akdeniz çevresi dışında fazla tanınmayan ot çeşitleri bugün yöresel lezzetler konusundaki farkındalığın artmasıyla kendilerinden daha sık söz ettirir oldu. Artık sadece Ege
ve Akdeniz restoranlarında değil, farklı şehirlerde de bu otlarla hazırlanan yemeklere yer veren onlarca genç şef var. Her yıl
Alaçatı’da düzenlenen Alaçatı ot festivali de, otların bilinirliğini artırmada
önemli bir rol üstleniyor. Nisan
ayının ilk haftası düzenlenen
“OT” DEYIP GEÇMEYİN!
BILIMSEL OLARAK DA KANITLANMIŞTIR KI,
HER BIRI TAM BIR SAĞLIK DEPOSU.
İ
ğnelik, radika, arslan perçemi, cibes, beyaz acımık, sirken, çakal boğan, tırpışen... Bu kelimeler bir başka dile mi ait diye
düşünüyorsanız, Ege mutfağının yeşil hazinelerini yeterince tanımıyorsunuz demektir. Bölgenin baharla birlikte uyanan yamaçları, şimdilerde kışın bitişini üzerinde yetişen onlarca farklı türde otla selamlıyor. Dilimizden düşürmediğimiz
zengin Ege mutfağının en büyük lezzet sırrı da çoğunluğun adını bile bilmediği bu otlardan başkası değil. Sadece yemeklere verdikleri tattan bahsetmek de haksızlık,
çünkü her biri aynı zamanda güçlü birer şifa kaynağı.
Ege insanının şerbetten farksız iklimin ve bereketli toprakların sunduklarıyla kurduğu bağı kıskanmamak elde değil. Bölgenin sevimli köy
ve kasabalarında kurulan herhangi bir meydan pazarına denk gelirseniz, tezgâhlarda
sattıkları otları, onları nasıl toplayıp nasıl ayıkladıklarını, yeri geldiğinde yapraklarını ve saplarını ayrı işlevler için
nerede kullandıklarını kendi ağızlarından mutlaka dinlemek gerek. İlk başta birbi-
42
İSTASYON
rinden ayırt etmesi ve bazılarının tatlarına alışması zaman alabilir, ama birkaç temel bilgiyle arayı kapatarak sofranızı bu şifa
kaynağı yeşilliklerle zenginleştirmeniz mümkün. Doğal otların
kullanımı hızla tükettiğimiz besin kaynaklarına önemli bir destek olması açısından da önemli. Yetişen otların pek çoğu yüksek
antioksidan özelliği taşıyor. Çoğu, bugün sağlık ve kozmetik ürünlerin yapımında kullanılan önemli temel maddeler
arasında. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, her yabani otun yenilmeyeceğini akıldan çıkarmamak. Egelilerin bu konudaki rehberi keçi ve inekler. Bölgede hayvanların yemediği hiçbir otu insanlar da yemiyor, bu
şekilde zehirli olanlar kolayca ayırt edilebiliyor.
Çok kültürlü Ege mutfağında mübadelenin, özellikle Girit’ten gelen ailelerin,
Rum, Yahudi, Levanten, Boşnak ve Arnavut yemek kültürlerinin etkisi büyük. Otlar mevsimine göre hemen her
yemekte, meşhur ot kavurmalarında, böreklerde hatta çaylarda bile çok
sık kullanılıyor. Bilinen en kolay ot yeme-
festival, otlarla yapılan nefis yöresel lezzetlerle tanışmak için iyi
bir fırsat. Kimi elle kolayca, kimi bıçakla biraz zorlanarak koparılabilen otların dünyasını öğretebilmek için ot toplama etkinliklerine de sahne olan festival, bu yıl 7-10 Nisan tarihleri arasında
gerçekleşecek.
Tariflerde sıklıkla yer bulan radika, cibes, şevket-i bostan,
sarmaşık otu, arapsaçı gibi çeşitler, buzdağının sadece görünen
yüzü. Toplamda 50’den fazla kullanılabilir ot var. Bu otların birçoğu Karadeniz’de, Mersin ve Adana çevresiyle Antalya civarında
da yetişiyor. Bazı otları sadece kaynayan suda kısa bir süre haşlanıyor, bazılarını yağda kavuruyorlar. Kimi etlere, kimi de salatalara ve mezelere ilham veriyor. Gelin, lezzetiyle kendine hayran
bırakan birkaç ot çeşidini daha yakından tanıyalım…
Nisan sonuna kalmadan tükenen sarmaşık otu, tansiyon ve kolesterolü dengeliyor; hazmı kolaylaştırıp vücuttaki ödemi atıyor. Ege’de hemen her öğünde sıklıkla tüketiliyor, ama en çok
yumurtalı kavurması seviliyor. Acı ot olarak da anılan sarmaşık otunu pişirirken asla metal bıçakla kesmemek, hatta karıştırırken de mutlaka tahta kaşık kullanmak gerek. Çünkü hemen
acılaşarak lezzetini kaybediyor. Kavurma yapmak için sarmaşık
filizlerinin uca yakın körpe kısımları kullanılıyor. İki demet sarmaşığı bir soğan ve biraz sızma zeytinyağıyla tavada kavurun. Bir
tutam tuz ve biraz sirke ilave ettikten sonra, üzerine iki yumurta
kırarak kapağını kapayın. Tarifi bu kadar kolay…
Ege otları içinde alışılması daha uzun zaman alan çeşitlerden
biri arapsaçı... Anasonu andıran yoğun aroması, nerede kullanıl-
ması ve nasıl pişirilmesi konusunda biraz tecrübe istiyor. Görüntüsü nedeniyle dereotunuyla karıştırılabiliyor. Havuç ve maydanozla aynı aileden gelen arapsaçı, kuzu etiyle eşleştirilse de Ege
ve Akdeniz’de daha çok karışık ot kavurmalarında kullanılıyor.
Önemli bir ürik asit toplayıcısı olan ve sağlık için sıklıkla başvurulan, kenker adıyla da bilinen eşek dikeni, pembe mor çiçekleriyle de dikkat çekiyor. Eşek dikeni içerisinde protein bulunduğu söyleniyor. Suyunu kaynatıp içmek böbrek taşından sinir ve
kalp rahatsızlıklarına kadar pek çok derde deva oluyor.
Bahar aylarıyla birlikte tarlalara ve yol kenarlarına yayılan gelincik, bölgenin en sevdiği ve en sık kullandığı otlar arasında. Genelde bakliyat türünde yemeklerde yer bulan
gelincik, ot kavurmalarında, mercimek ve börülcede, pilavlarda kullanılıyor. Ayrıca evde pazı
ya da ıspanak kalmadığında yerini gelincikle
doldurmak da mümkün.
Ege sofrasında özellikle mezelerin ve ara
sıcakların en güçlü oyuncularından, lezzet
sırlarından biri cibes (cibez). Kaynayan suya
bırakıp bir iki dakika haşladıktan sonra üzerine
sadece zeytinyağı ve limon sıkarak tüketebileceğiniz bu hayli lezzetli otu, zeytinyağında kavurarak
yoğurtla da tüketebilirsiniz. Diğer otlardan farklı olarak, lahana ve karnabaharın kesilip toplandıktan sonra toprakta kalan köklerinden büyüyor. Ege dışında pek fazla bilinmeyen cibes,
yaşlanmayı geciktiren, bağışıklık sistemine
kuvvet veren bir C vitamini deposu.
Toprağın derinliklerinden çıkan şevket-i
bostan, girdiği her yemeğe muazzam bir lezzet veriyor. Kökleri derinde olduğu için toplaması ve pişirmesi biraz zor. Önce çevresini çapayla kazıp, yapraklarından çekerek çıkarmak gerekiyor.
Toprağından ayıklamak için limonlu suda bekletmeniz yeterli. Pişirmeden önce beyaz kök kısmını kaplayan dış kabuğu ayıklayın. Şevket-i bostanı pazardan alacaksanız dış kabuğunun açık
beyaz olmasına dikkat edin. Kökü oksijenle karşılaştığı anda sarardığı için tazeliğini çabuk kaybedebiliyor.
Oval ve buruşuk yaprakları, mavi mor tonlarıyla bilinen hodan otunun boyu 15 ile 60 santimetre aralığında değişiyor.
Önemli bir idrar söktürücü olarak kullanılan hodan, ayrıca boğaz ağrılarına, bademcik iltihabına da iyi geliyor. Boğazı temizlediği için sigara içenlere tavsiye edilen hodanı, stresle baş etmekte
güçlük çekenler ve depresyon hastaları da de kullanıyor.
Oldukça yoğun bir kokuya sahip iğnelik, 20 santimetreyi geçmeyen boyu ve gagaya benzeyen uçlarıyla biliniyor. Pembe tonlara sahip çiçeklerin henüz açmadan toplanması şart. Boğaz enfeksiyonlarında, ishal, mide ülseri ve iç kanamaların tedavisinde
kullanılıyor. Afrodizyak etkisiyle de bilinen iğnelik otu, ayrıca
kan şekerini dengeleyip şeker seviyesini düşürüyor.
Karahindiba otu olarak da bilinen radika, papatya ailesinden.
Adının kara olması yanıltmasın çünkü yeşil yapraklı ve sarı çiçekli bir bitki. Potasyumun yanı sıra A, C vitaminleri ve bazı mineraller bakımından da zengin olan radika, körpeyken salatalarla
birlikte çiğ tüketiliyor. Tabii kavurarak veya haşlayarak da zeytinyağıyla birlikte lezzetlendirmek mümkün. Anne sütünü artırdığı söylenen radika, özellikle doğum sonrasında tavsiye ediliyor.
İSTASYON
43
SAĞLIK
PAKETTEKI
KALORI HESABI
Birçoğumuzun ilk kez duyduğu
Ortoreksiya Nervozu, sağlıklı
beslenmeyi takıntı haline getirenlere
koyulan tıbbi bir teşhis ve Anoreksiya
Nervozu kadar tehlikeli.
Yiyecek, içecek paketlerinin üzerinde, o gıdadan alacağımız
kalorilerin nasıl eritilebileceği yazsa iyi olmaz mı? İngiltere Kraliyet
Kamu Sağlığı Kurumu, gıda paketlerinin üzerinde yapılması gereken
egzersizlere dair ibareler bulunması gerektiğini savundu.
n Birçoğumuz paketlenmiş
gıdaları alırken hayli hassas
davranırız: Ne zaman
üretildiğini, son kullanma
tarihini, muhtevasını öğrenmeye
çalışırız. Bir kısmımızsa ayrıca,
satın alacağımız o gıdanın bize
kaç kalori vereceğini merak
ederiz. İngiltere’nin resmi yayın
organı BBC, geçtiğimiz günlerde
yayınladığı bir haberinde, “Royal
Society for Public Health (RSPH)
/ İngiltere Kraliyet Kamu Sağlığı
Kurumu”nun bu alanda attığı yeni bir adımdan söz etti. Habere göre RSPH, yiyecek ve içecek
paketlerinin üzerinde o gıdadan alınan kalorilerin yakılması için gereken egzersizlerin de yazılması
gerektiğini savundu. Kurumu böyle bir karara sevk eden temel nedense, insanların günlük
tükettikleri gıdayla alınan kalorinin yakılması için gereken zamanı hafife almaları. Tüketicilerin bir
şeyi almadan önce paketin üzerine ortalama altı saniye kadar baktığına, paketler üzerindeki besin
değerleri tablosunun birçok kişi için kafa karıştırıcı olduğuna dikkat çeken Kraliyet Kamu Sağlığı
Kurumu, sonuçların kamuoyuyla paylaşılmadan önce, 2 bin kişiyle bir araştırma yaptı. Araştırmaya
katılanların yüzde 60’ı, paketlere kaloriye denk gelen egzersiz etiketinin konulmasına destek
verdi. Araştırmaya göre sağlıklı bir kiloda kalabilmek için, erkeklerin günde ortalama 2 bin 500,
kadınlarınsa 2 bin kalori tüketmesi gerekir. Bu tasarı hayata geçer mi, geçerse başka ülkelerde
de uygulanır mı bilinmez… Ancak o günler gelene kadar; gazlı bir içeceği yakmak için 26 dakika
yürümek ya da 13 dakika koşmak, orta boy bir çikolata için 42 dakika yürümek veya 22 dakika
koşmak, bir paket cips için 31 dakika yürümek veyahut 16 dakika koşmak, yaban mersinli bir kek
içinse 48 dakika yürümek veya 25 dakika koşmak gerektiğini aklımızın bir köşesinde tutmamızda
fayda olabilir.
Muhteşem ikili!
n Yemeklerimizin olmazsa olmazı soğanın
tam anlamıyla bir “sağlık membaı”
olduğu uzun zamandır biliniyor.
Bilinmeyense mor soğanla sütün
muhteşem bir ikili oluşturdu. Bu sıra
dışı birliktelik, ilk anda midenizde
hafif bir hareketlenmeye neden olsa
da acele karar vermemenizi tavsiye
ederiz. Cumhuriyet gazetesinin
haberine göre sütle mor soğan karışımı,
safra kesesi salgısını artırıyor, bu da safra
44
İSTASYON
CEHENNEME
GIDEN YOL…
SAAT BAŞI, IKI DAKIKA
n Egzersiz yapmanın önemi tartışılmaz olsa bile,
çoğumuz hayat şartlarının ağırlığından veya iş
temposunun yoğunluğundan dem vurarak hareketsiz
kalışımıza teori üretmeye meylederiz. Oysa Amerika
Birleşik Devletleri’nde yapılan bir araştırma, kişinin
istediği takdirde her koşulda yaşam kalitesini
artırabileceğini kanıtlıyor. Sonuçları İngiltere’nin
saygın gazetelerinden Independent’ta yayınlanan
habere göre, Utah Üniversitesi’nce yapılan bu
araştırma, her saat başında sadece iki dakika
yürümenin bile ölüm riskini yüzde 33 oranında
azalttığını gösteriyor. 3 bin 600 yetişkin Amerikalının
üç yıllık sağlık, beslenme ve egzersiz kayıtlarının
incelenmesiyle oluşturulan araştırmada uzmanlar,
deneklerin saat başına 34 dakikayı oturarak ya da
uzanarak geçirdikleri hesaplandı. Uzmanlara göre,
bu kişiler ne kadar çok hareketsiz zaman geçirirlerse,
araştırma süresi içinde ölme olasılıkları o kadar
fazlaydı. Zamanı hareketsiz geçirmek yerine ayakta
durmak gibi düşük yoğunluklu egzersiz yapmak da
benzer bir sonuca yol açacaktı. Fakat her bir saatte
iki dakika yürümek, bu riski yüzde 33 oranında azalttı.
Uzmanlar ayrıca saat başına iki dakika yürüyerek
haftada bin kalori yakılabileceği sonucuna da vardı.
kesesinde taş oluşumunu engelliyor. Karışımın aynı zamanda
tansiyon düşürücü etkisi olduğu da söyleniyor. Bunun
için yapmanız gerekense mor soğanı ince ince doğrayıp
sütün içinde kaynatmak, daha sonra bu karışımı içmek.
Dilerseniz dipte kalan soğanları da yiyebilirsiniz.
Söz mor soğandan açılmışken birkaç bilgiyi daha
aktarmakta fayda var: El ve ayak tırnaklarınız çabuk
kırılıyorsa, mor soğan suyuyla ovalayabilirsiniz.
Balla karıştırılan mor soğan suyunun boğaz
iltihabına, sinirsel rahatsızlıklara, öksürüğe,
bronşite iyi geldiği de biliyor. Son bir bilgi de nasırı
olanlar için… Sirkenin içinde kaynattığınız mor soğanı
nasırlı bölgeye bağlayın. Bu işlemi üç dört gün boyunca
gerçekleştirin. Bakalım sonuçtan memnun kalacak mısınız?
n Tükettiğimiz besinlerin, gerçekten olması gerektiği gibi üretilip
üretilmediği, bize ulaşana kadar geçen sürede ne gibi işlemlerden
geçtiği zihnimizde soru işaretleri yaratıyor. İçinde ya da üzerinde
kimyasallar bulunmayan organik ürünlerle beslenmek hepimizin
hayali haline geldi. Basın yayın organlarında yer alan haberlerin de
etkisiyle “sağlıklı beslenme”, günümüzün yükselen trendi kuşkusuz.
Ancak bu trendi abartanlar da yok değil. İşte bu durum yeni bir
hastalığın gündemimize gelmesine aracılık ediyor. Hastalığın
tıbbi adı Ortoreksiya Nervoza ya da halk dilindeki adıyla “sağlıklı
beslenme takıntısı”. Hastalığın isim babası Dr. Steven Bratman,
1997’de bu tanımlamayı kullandı. Yunanca “doğru” veya “normal”
anlamına gelen “Ortho” ile “açlık” anlamına gelen “orexis”
kelimelerinden türetilen “Ortoreksiya”, sağlıklı olma arzusunun
tetiklediği saf, temiz yiyecekler tüketme takıntısı sonucunda ortaya
çıkıyor. Uzmanlar Ortoreksiya Nevruza’nun, dünyanın en sinsi
hastalığı olarak nitelendiriyor, zira özünde “sağlıklı olma arzusu”
yatıyor. Peki, bu hastalığa yakalananların ortak özellikleri neler?
Her şey kişinin sağlıklı yemek yemeyi fazlaca önemsemesiyle
başlıyor ve zaman içerisinde bu durum hayatın merkezi haline
geliyor. Yiyecekler çok güvenilir yerlerden alınıp özel mutfak
gereçleri kullanılarak pişiriliyor. Buraya kadar anlattıklarımız
aslında hemen hepimizin önemsediği unsurlar, zaten sorun
da bu aşamadan sonra başlıyor. Ortoreksiya Nevruza’ya
yakalananlar sağlıklı yemek yiyemeyeceğini düşündüğü hiçbir
yere gitmemeye, iş hayatına önem vermemeye, kişisel değerleri
ve zevkleri geri plana atmaya başlıyor. Bu ruh haliyle giderek
yalnızlaşan ve yalnızlaştıkça da daha sağlıklı beslenme isteği duyan
hastalar, kısır bir döngünün içine düşüyor… Ezcümle dünyada
giderek yaygınlaşan bu hastalık, bize ünlü bir sözü hatırlatıyor:
“Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarından örülmüştür!”
GIZLI ŞEKERIN
AÇIK BELIRTILERI
n Dünya üzerinde şeker
hastalığının görünme
oranı, birçok hastalıktan
daha yüksek. Genç
yaşlı, kadın erkek fark
etmeksizin milyonlarca
kişi, yaşamını bu
hastalığa göre
düzenlemek zorunda
kalıyor. Üstelik bu
rakamın belki de çok
üzerindeki kişide gizli
şeker bulunuyor. Diğer
bir ifadeyle dünyada
milyonlarca insanın gizli
şekeri var. Peki gizli
şekerin açık belirtileri
neler? İşte onlardan
sekizi…
Devamlı tatlı yeme isteği,
Açlık atakları,
En kötü kalori
n Doktorlar sık sık “üç beyazdan uzak durun” der. Un, tuz ve
şekerin vücutta yarattığı tahribat gerçekten çok fazla… Amerika
Birleşik Devletleri’nin San Francisco şehrindeki California ve
Touro üniversitelerinde yapılan bir araştırma, şekerin özellikle
çocukların yaşamında hayli kötü sonuçlar doğurduğunu bir kez
daha kanıtladı. Sonuçları Obesity dergisinde yayınlanan araştırmaya
göre, metabolizmasında kronik hastalıklar bulunan çocukların
şeker tüketimi azaltıldığında 10 gün içerisinde iyileşme kaydettiği
gözlemlendi. Araştırmanın başyazarı Pediatrik Endokrinoloji Uzmanı
Doktor Robert Lustig, bu çalışmanın şekerin metabolik olarak zararlı
olduğunu bilimsel olarak kanıtladığını söyledi. Sözün özü şeker,
sadece yüksek kalorili olduğu ya da kilo almaya yol açtığı için değil,
yapısı itibarıyla zararlı bir madde. Touro Üniversitesi Osteopati
Tıp Bölümü’nden Doktor Jean-Marc Schwarz da, anne babaların
çocuklarının tükettiği şeker miktarını mutlaka çok yakından takip
etmesi gerektiğinin altını çizdi. Şeker oranı düşük gıdalar tüketen
çocukların tansiyon, trigliserit ve LDL kolesterol oranlarında ciddi
boyutta düşüş tespit edildi.
Son zamanlarda aşırı kilo alma veya zayıflama,
Gündüzleri uyuklama,
Öfkelenme, birden sinirlenme,
Terlemenin artması,
gece terleme, gece baş terlemesi,
Halsizlik, yorgunluk, sıkıntı
olması, psikolojik değişiklik,
Ağız kuruması, çok
su içme, çok idrara gitme...
İSTASYON
45
SAĞLIK
Hastalığın tedavisinde nasıl bir
tedavi uygulanacağı henüz bilinmiyor. Buna karşılık, bir hekim
olarak neler yapılabileceğini düşünüyorsunuz?
Bu daha ziyade sivrisinekler aracılığıyla bulaşan bir hastalık olduğu
için, öncelikle bu canlıların üreyebileceği sulak ve bataklık bölgelerin
kurutulması gerektiğini düşünüyorum. İnsanlar, mümkünse virüsün
bulunduğu bölgelere gitmemeliler. Eğer gitmek
mecburiyetindelerse daha
önce sıraladığım önlemleri almaları şart.
Ezcümle, 30’dan fazla ülkede
binlerce kusurlu doğuma yol açan
Zika, anlaşılan o ki bir süre daha hayatımızı zehretmeye devam edecek.
Acıbadem Taksim Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Sezen Özkök,
hem hastalığın etkilerini anlattı hem
virüsün rastlandığı ülkeleri ziyaret
etmeyi planlayanlara önerilerde bulundu.
Hayatımızı zehreden
yeni virüs
Güney Amerika’da doğan, Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklama yapmasını gerektirecek kadar
etkili olan Zika, son derece hızlı yayılarak birçok ülkeyi etkisi altına aldı. Acıbadem Taksim
Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Sezen Özkök, son
günlerin sıkça söz edilen hastalığı Zika’yı ve bu hastalıktan korunmanın yollarını anlattı.
A
teş, şiddetli baş ağrısı, gözlerde
kızarma, kusma, döküntü, kas ve
eklem ağrıları… Birçok hastalığın
habercisi olabilecek gibi görünen
bu emareler, son dönemde adından sık sık söz
ettiren Zika virüsüyle ilgili de ipuçları sunuyor.
Latin Amerika’da doğarak birdenbire hayatımıza giren bu virüs, öylesine hızla yayıldı ki,
kısa süre sonra küresel sağlık tehdidi olarak
algılanmaya başlandı. Sivrisinek sokmasıyla
bulaşan virüsün özellikle hamileleri ve onların
doğmamış bebeklerini etkilemesi nedeniyle
milyonlarca kişinin tüm dikkati bu hastalığa
yöneldi. Latin Amerika’dan Afrika’ya, oradan
da Asya’ya yayılan virüsün bebeklerin yaşam
süresini kısaltması, beyin fonksiyonlarında
bozukluklara veya beynin yetersiz gelişmesine
yol açması nedeniyle de önemsenmesi gerekiyordu. “World Health Organization (WSO) /
46
İSTASYON
Dünya Sağlık Örgütü”nün insandan insana da
bulaşabileceğini açıklamasıyla birlikte, durum
daha da vahim bir hal aldı.
Milyonlarca kişi adını ilk kez duysa bile aslında bu virüsün kökenleri epey eskiye dayanıyor. İlk olarak 1947 yılında Uganda’da gerçekleştirilen malta humması taramaları esnasında
incelenen maymunda rastlandı. Ancak kendisini neredeyse 70 yıl boyunca fazla belli etmedi. Ta ki, bugüne dek… Daha ziyade tropikal
bölgelerde görünen, WHO’nun Şili ve Kanada
dışında tüm Amerika için acil durum ilan ettiği
bu virüse karşı ilacın bulunamaması, hastalığa
yakalanan vakalarda ölüm oranlarının yüksek
olması korkuyu artıran unsurlar arasındaydı.
Bununla birlikte çeşitli kurum ve kuruluşlar çözüm önerilerini kamuoyuyla paylaşmaya başladı. Uluslararası Atom Enerjisi
Kurumu’ndan gelen öneri hayli ilginçti. Zira
kurum, Zika virüsüyle mücadelenin bir yolunun, daha önce Portekiz’in Madeira Adası’nda
kullanılan yöntemden geçtiğini savunuyor ve
Brezilya’daki milyonlarca sivrisineğin gama
ışınları vasıtasıyla kısırlaştırılabileceğini söylüyordu.
Acıbadem
Taksim Hastanesi
Enfeksiyon
Hastalıkları ve
Klinik Mikrobiyoloji
Uzmanı
Dr. Sezen Özkök.
Çağımızda insanlık, yeni yeni virüslerle tanışmaya başladı. Neredeyse
her yıl yeni bir virüsle mücadele
etmemiz gerekiyor. Bunun nedeni
nedir?
Bu doğru. Teknolojinin son derece
hızlı ilerlemesi nedeniyle, hastalıklara neden olan viral etkenleri de bulabiliyoruz. Bununla birlikte, örneğin
influenza’daki gibi bazı virüslerin
yapılarında değişiklikler söz konusu.
Bu da bizim yeni yeni virüslerle tanışmamıza yol açıyor.
Dünya Sağlık Örgütü, Zika’nın daha
ziyade Güney Amerika ülkelerinde
görüldüğünü açıkladı. Hastalığın
ortaya çıkmasında coğrafi koşullar etkili mi?
Coğrafyadan ziyade, hastalığa neden olan unsurlarla ilgili bir durum bu… Hastalığın sivrisinekler vasıtasıyla bulaştığı biliniyor. Zika
virüsü taşıyan “Aedes Aegypti” adlı sineğin
Güney Amerika’da yaşaması, hastalığın orada
görülmesinin temel nedeni aslında.
Bu virüs nasıl bulaşıyor ve nasıl bu kadar çabuk yayılabiliyor?
Bir önceki sorunun yanıtında da ifade ettiğim
gibi Zika virüsü genellikle sivrisineklerin ısırmasıyla ortaya çıkıyor. Hızla yayılmasının temel nedeniyse, günümüz dünyasında seyahat
imkânlarının sınırsızlığı elbette. Birçok kişi
bulunduğu ülkeden başka bir ülkeye rahatlıkla
seyahat edebiliyor. Bu da virüsün kıtalararasında yaygınlaşmasına neden oluyor.
Söz konusu virüsten neden daha ziyade hamileler ve bebekler etkileniyor?
Gebelerin Zika virüs enfeksiyonlarına karşı
daha duyarlı olduklarına ya da enfeksiyonun
gebelikte daha şiddetli seyrettiğine dair kesin
bir bilgi yok aslında. Zika enfeksiyonu, yüzde 80 oranında semptomsuz seyrettiği ya da
semptomlarının genellikle hafif seyretmesi
(akut başlayan ateş, makülopapüler dökün-
ZIKA VIRÜSÜNÜN
BULUNDUĞU BÖLGELERE
GIDECEKLERIN KAPALI
GIYSILER GIYMELERI,
SIVRISINEK KOVUCU
KULLANMALARI
VE SINEKLERDEN
ARINDIRILMIŞ
MEKÂNLARDA
KONAKLAMALARI
HASTALIK RISKINI
AZALTAN UNSURLAR.
tüler, eklem ağrıları,
adale ağrıları, baş ağrısı
ya da pürülan olmayan
konjonktivit) nedeniyle
birçok kişi enfekte olduğunu anlamayabiliyor. Ancak özellikle hamilerde fetüsü etkilerse, çocuklar mikrosefali dediğimiz hastalıkla doğuyor. Bu nedenle hamilelerin bu
bölgelere mümkünse seyahat etmemelerini
istiyoruz. Herhangi bir nedenle bu bölgelere
ziyaret etmesi gereken hamilelereyse gerekli önlemleri almalarını ve mümkün olduğu
kadar doktor kontrolünde olmalarını salık
veriyoruz.
Hamileler ve bebekler dışında kimlerin risk
altında olduğunu öğrenebilir miyiz?
Bu soruya kısa ve tek cümleyle yanıt vermek
mümkün: Tüm bölge halkı risk altında.
Zika henüz Türkiye’de varlık göstermedi. İnsanlar bu virüsle enfekte olmamak için neler
yapmalı?
Özellikle Zika virüsünün olduğu bölgelere gidecek olan kişilerin kapalı giysiler giymelerini
istiyoruz. Sivrisinek kovucular kullanmak ve
sineklerden arındırılmış mekânlar seçmek, bu
virüse yakalanmayı engelleyebilir.
Zika virüsünün ortaya çıkmasıyla birlikte
Guillain-Barré sendromunda da artış olduğu
söyleniyor. Kas güçlüğü
ve felçlerde kendini gösteren Guillain-Barré sendromuyla Zika virüsü arasında nasıl bir ilişki var?
Doğru, böyle bir gelişmenin olduğu söyleniyor.
Brezilya Sağlık Bakanlığı, Zika virüsüyle birlikte
Guillain Barré sendromu
vakalarında
artışların
olduğunu saptamış ve
bunu raporlamıştır. Tüm bunlara rağmen
Guillain Barré sendromuyla Zika virüsü arasında bir ilişki olup olmadığı bilimsel olarak
kanıtlanmış değil.
Son olarak, önümüzde bahar ve yaz ayları var.
Virüsün görüldüğü ülkelere gitmeyi planlayanlara neler tavsiye edersiniz?
Hamilelerin bu bölgelere mümkünse seyahat etmemelerini, herhangi bir nedenle
bu bölgelere ziyaret etmesi gereken kişilerin uzun ve kalın giyinmelerini istiyoruz.
Hamilelerin ve hamilelik planlayan kişilerin bu ülkelere ziyareti olması halinde
doktor kontrolünde olmasını istemekteyiz.
Brezilya’da ortaya çıkan son salgında mikrosefalisi olan bebeklerde Zika virus enfeksiyonunun varlığının yanı sıra bu dönemde
mikrosefali ile doğan yenidoğanların sayısında da önemli artış olduğu görüldü. Özellikle Zika virüs enfeksiyonu haricinde enfeksiyonlar, beslenme ve çevresel faktörler
fetüslerdeki mikrosefali’nin diğer nedenleri
arasında olduğu düşünülüyor.
İSTASYON
47
SOSYAL MEDYA
APPLE MUSIC TÜRKIYE’DE
GOOGLE’A RAKIP GELIYOR
Yarattığı ürünlerle milyonlarca kişiyi kendisine bağımlı hale getiren Apple, müzik dünyasında da adından söz ettiriyor.
30 milyondan fazla şarkının bulunduğu Apple Music, Türkiye’deki müzikseverlerin hizmetine sunuldu.
Bugün değilse bile çok yakın bir tarihte, arama motoru âleminde roller bir parça
değişecek gibi görünüyor. Zira Wikimedia Foundation, Google’a rakip olmasını
hedeflediği yeni bir arama motoru geliştiriyor.
n Uzun süredir merakla beklenen Apple Music uygulaması, nihayet
Türkiye’de de kullanıma açıldı. Apple Music, diğer çevrimiçi muadillerinde
olduğu gibi müzik hizmetlerini belli bir aylık ücret karşılığında kullanıcılara
sunuluyor. Hizmeti satın almadan önce denemek isterseniz, üç ay ücretsiz deneme süresi de sunulan seçenekler arasında. Misyonunu “radyonun
tanımını tekrar yapmak” olarak belirleyen Apple müzik, arşivinde 30 milyondan fazla şarkı barındırıyor. Apple tarafından oluşturulan dijital radyo yayınlarının dışında birçok yerel radyo yayınına da uygulama üzerinden ulaşmak mümkün.
Apple Music uygulamasını kullanmak için Apple ID ve bu hesaba tanımlanmış bir kredi kartınızın bulunması gerekiyor. Uygulama, en büyük rakibi olan Spotify ile benzer bir politika izlenerek aylık 9,99 TL üzerinden
ücretlendiriliyor. Oldukça popülerleşen Apple Music, henüz birinci yılını doldurmamasına rağmen, dünya çapında 10 milyonun üzerinde ücretli kullanıcıya ulaşmış durumda. Uygulamanın bu kadar popülerleşmesinde, Android cihazlarla da uyumlu çalışması önemli bir yer tutuyor.
Türkiye’den sanatçıların da bulunduğu Apple Music arşivinde, bu topraklara özel “Halk ve Sanat Müziği“ gibi yerel etiketler de mevcut.
5G, hızlı adımlarla yaklaşıyor!
n Yeni nesil kablosuz tele-
fon teknolojisi olarak bildiğimiz 5’inci nesil, yani
5G mobil telekomünikasyon hizmeti bir önceki nesilden 10 kat daha hızlı olacağı yönünde tartışmalara
kendini gebe bırakmış durumda. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Mobil Dünya Kongresi’nde konuyla
ilgili açıklama yapan Amerikalı mobil operatörlerden
Verizon, ABD’de 5G testlerine başladığını belirtti. Tabii bu konuda yalnız da değil! Intel, Nokia, Samsung gibi teknoloji partnerliğinde 5G
adımlarını atmaya başladığını söyleyen Verizon Kıdemli Başkan Yardımcısı Ed Chan, 5G’nin ticarileşmeye hazır hale geldiğinin altını çizdi. Gelelim, 5G ile neler olacağına... Örneğin normalde dakikalarımızı, hatta saatlerimizi alan birkaç Gigabit indirmeler, saniyelere içinde
gerçekleşebilecek. Kısacası 5G adımlarına da hızlıca atarak yaklaşıyor,
2020’de hayatımıza girmesi planlanırken, 2017’de, hatta belki daha
da önce çalışmaya başlayacak. Peki, Türkiye’de durum ne? Sonuna
yaklaştığımız 4,5G’ye geçiş çalışmaları, daha hızlı ve çok daha verimli
bir internet vadederek, beklentilerimizi artırmaya devam ediyor. Belki 4,5G’nin hızına daha doyamadan 5G’ye geçmiş oluruz. Ne dersiniz?
Işıl Şahin, Sosyal Medya Uzmanı, Pixelplus İstanbul
48
İSTASYON
Facebook’un satranç sürprizi
n Facebook’un, kendi mesajlaşma ara-
cı Messenger’ın içine küçük bir sürpriz gizlediği anlaşıldı. Kullanıcılar, arkadaşıyla mesajlaşırken “@fbchess play”
yazdıklarında, konuştukları kişiyle satranç oynayabiliyor. Birçok yazılım firması, programlarının içine küçük uygulamalar gizlemeyi seviyor. Facebook’un kendi
mesajlaşma aracı olan Messenger’ın içine gizlediği satranç uygulamasının da
yayılması çok uzun sürmedi. Mesajlaşma bölümünde herhangi bir kişiye gönderdiğiniz “@fbchess play” mesajı, karşılıklı oynayabileceğiniz satranç oyununu
hemen karşınıza çıkarıyor. İşin sorunlu
kısmıysa oyunun sadece komutlarla oynanabilmesi... Oyunda satranç taşları-
nın her biri, İngilizce isimlerinin baş harfleri ile eşleştirilmiş. Örneğin bir piyonu
hareket ettirmek için piyonun İngilizcesi
olan “Pawn” kelimesinin ilk harfini ve taşın gitmesini istediğiniz kareyi yazmanız
gerekiyor. Komutlarla ilgili birkaç örnek
vermek gerekirse: “@fbchess Pd4” komutu d2 karesindeki piyonu, d4 karesine ilerletiyor. Şah için “K”, vezir için “Q”,
fil için “B”, kale için “R” ve at içinse şahla karışmaması adına “N” harfi kullanılıyor. Yardıma ihtiyaç duyduğunuzda “@
fbchess help” yazarak komutlarla ilgili bilgi alabiliyorsunuz. Nasıl oynandığını
artık öğrendiğinize göre, iyi eğlenceler!
Güney Kaplan, Metin Yazarı,
Pixelplus Interactive
Toplantılar
artık daha
mobil
n Online iletişimi sağlayan,
çoğu insanın eli kulağı Skype,
mobilde çok beklenen yeni bir
özelliğini devreye aldığını duyurdu. Beş ila 25 kişiye kadar
kullanıcılar, artık mobil üzerinden de sohbet edebilecek, konferans gerçekleştirebilecek. Yani
artık konferans için bilgisayar
başında olmanıza gerek kalmayacak da diyebiliriz.
Akıllı telefon ve tablet uygulamalarında yer alabilecek bu
özellik, ilk olarak Skype’ın Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki iOS ve Android kullanıcılarına
açıldı. Ardından da tüm dünyaya sunuldu.
Skype’ın açıklamasına göre bu
özellik, HD görüntü kalitesi ve
pürüzsüz ses akışı da sağlıyor.
Yani hem mobil olup hem aynı
anda 25 kişiyle konuşup hem de
kesintisiz ses ve görüntü kalitesine sahip olabileceksiniz. Bununla da bitmeyen yeniliklerde
ayrıca tıpkı bilgisayardan yapılan Skype görüşmelerinde olduğu gibi ana ekranı konuşan kişiye ayıran toplu sohbetin diğer
katılımcılara ait bölümündeki videolar, ekranın kenarlarında da
küçültülerek gösterilecek.
Bundan daha fazlası olamaz
dediğimiz her an, yeni sürprizlerle karşılaşıyoruz. Peki, her
geçen gün kendini geliştiren,
özelliklerini artıran Skype’ın kullanıcılarına sunacağı bir sonraki
özellik ne olur dersiniz?
n Wikipedia‘nın ana
kuruluşu Wikimedia
Foundation, “internetin ilk
şeffaf arama motoru” olarak
adlandırdıkları yeni arama
motorunu geliştirmek
üzere çalışmalara başlıyor.
Wikimedia’nın geliştirdiği
Knowledge Engine adlı
proje için 2,5 milyon
Dolar civarında bir bütçe
ayrıldı. İlk etapta 14
kişiyle yürütülecek proje
için Wikipedia ve diğer
Wikimedia projeleri test
amaçlı bir ortam sunacak.
Projenin altı aylık bir
araştırma sürecinden sonra
testleri ve kullanıcı deneyimi
çalışmaları yapılacak.
Bu, Wikimedia’nın ilk arama
motoru projesi değil.
Daha önce 2007 yılında
Wikia isimli arama motoru
projesini başlatmışlar, ancak
bir yıl sonra proje sona
ermişti.
Yeni arama motoru
Knowledge Engine; kalite
odaklı yayınlar, özellikle
belirtilen şeffaflık, paylaşılan
bilgilere nasıl ulaşıldığı ve
veri kaynakları konusunda
açıklamalar, kullanıcıların
aramaları için güçlü
koruma ve gizlilik, özgürce
bilgi alışverişi yapılacak
bir platform ve reklamsız
alanları içerecek. Ayrıca
Wikipedia arama motoru
Knowledge Engine’in
Wikipedia’nın ve açık web’in
ilkeleri doğrultusunda
geliştirileceğini duyurdu.
Günümüz lider arama
motorlarına alternatif
geliştirilen projeler
başarıya ulaşamıyor.
Bakalım Knowledge Engine,
Wikipedia’nın zengin
bilgi havuzuyla başarı
sağlayabilecek mi?
Emre Yılmaz, Sosyal Medya
Uzmanı, Pixelplus Interactive
Tepkilerden tepki beğen
n Her Facebook kullanıcısının hayatında büyük bir yer
kaplayan “Beğen” butonuna elveda demenin vakti geldi. Dijital dünyanın kuşkusuz en vazgeçilmezi olanı Facebook, yeni güncellemeleriyle hayatımızdaki önemini
artırmaya devam ediyor. Ekim ayından beri pilot ülkelerde denenen Facebook Reactions, yani tepkiler butonu
artık dünya çapındaki bütün Facebook kullanıcılarının kullanımına sunuldu.
Facebook bu yeni özelliğiyle artık kullanıcılarının hislerine daha çok tercüman olabilmek
için “Like” butonuna alternatif beğenme eylemleri ekledi.
Facebook’ta sevgi, mutluluk, şaşkınlık, üzüntü ve öfke
hislerinizin Emoji’li karşılıkları var. Facebook’da bir
paylaşımı ya da sayfayı beğenmenin yanı sıra size hissettirdiklerini karşılayan “Beğen, Sevgi, Kahkaha, Vay,
Üzgün ve Kızgın” Emoji’lerini kullanarak tepkilerinizi
daha detaylı ortaya koyabiliyorsunuz. Hem de bu tepkileri “Beğen” tuşunun üstüne birkaç saniye bekleyerek yapabiliyorsunuz.
Sosyal medya sayfaları
tarafından hazırlanmıştır.
İSTASYON
49
UZMAN GÖZÜYLE
MUAYENEDEKİ
EVRAK KONTROLLERİ
Yasal bir zorunluluk olan araç muayenesi kapsamında ihtiyaç duyulan evrak ve ilgili kontroller
hakkındaki bilgileri Teknik Eğitmenimiz Hakan Burçin Uluçay anlatıyor.
1
2
3
4
YAPILAN SORGULAMALAR
Girilen plaka numarası bilgisine göre Maliye Bakanlığı Sistemleri'nden araç
sahiplik bilgisi, vergi borcu bilgisi, köprü / otoyol geçiş cezası bilgisi ve trafik
cezası bilgisi alınır. Muayene öncesinde burada belirtilen cezalardan kaynaklalan araca ait ödenmemiş borç olmaması gerekmektedir.
Aracın plaka ve tescil belge seri numrası (tescil belgesi yerine bazı durumlarda ASBİS numarası ya da Polnet Numarası girilebilir) Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı sistemlerine aktarılır.
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı sistemi araç bilgilerini Emniyet
Genel Müdürlüğü sistemlerinden, trafik sigortası poliçe bilgileriniyse Tramer
sisteminden alarak Viaonline aktarır.
İşlem yapılan aracın plaka numarasına göre Viaonline sistemi sorgulama listeleri (Sefer Görev Emri vb.) kontrolleri yapılır.
MUAYENE YAPILAMADIĞI TAKDIRDE
Bakanlık sisteminde yapılan sorgu sonucu maliye kayıtlarında var olan borç
nedeniyle “Muayene Yapılamaz” bilgisi alınan arcın muayene işlemlerine devam edilebilmesi ancak iki koşulda mümkün olabilir.
1- Fenni Muayene İzin Belgesi varsa, sorgulanır.
2- Sorgusuz kabul edilebilir belgesi (ödeme dekontu vb) varsa belge sisteme girilir.
Tescil belgesi düzenlenecek araçlar için verilen EK-44 Araç Tesciline İlişkin
Geçici Belge ile müracaat edilmesi halinde, Tescil Belgesi seri numarası yerine, ASBİS Referans numarasıyla borç sorgulaması yapılır.
Başka bir kişi veya tüzel kişiliğe ait aracı muayeneye getiren kişilerin vekalet
ya da yetki belgeleri de talep edilmektedir.
MUAYENEDE KONTROL EDİLEN EVRAK
2918 sayılı Kara Yolları Trafik Kanunu ve ilgili yönetmeliklere göre; bütün motorlu araçlarla bu yönetmelikte tescili zorunlu kılınan motorsuz araçların sahipleri, araçlarını yetkili tescil
kuruluşuna tescil ettirmek ve tescil belgesi almak
mecburiyetindedir. Tescil edilen araçlar, “Trafik
Belgesi” ve “Tescil Plakası” alınmadan karayollarına çıkarılamazlar.
Araç Tescil Belgesi: Aracın teknik özelliklerini,
kayıtlı olduğu trafik tescil kuruluşunu ve sahibine ilişkin bilgileri ihtiva eden ve trafik tescil şube
veya büroları tarafından düzenlenen belgedir.
Araç Trafik Belgesi: Tescil işlemleri tamamlanmış araçların, trafiğe çıkarılmasına müsaade edildiğini belirten ve muayene sürelerini belirleyen
belgedir.
Motorlu Taşıt Egzoz Emisyon Ruhsatı: Trafikte seyreden motorlu taşıtlar için yapılan egzoz gazı ölçümü sonunda, ölçüm sonucu uygun
olan taşıtlara Egzoz Gazı Emisyon Ölçüm Pulu verilir ve bu pul muayenenin geçerlilik tarihinin de
belirtildiği Motorlu Taşıt Egzoz Emisyon Ruhsatı
üzerine yapıştırılır.
Trafik Sigorta Poliçesi (Mali Mesuliyet Sigortası): Trafiğe çıkarılacak araçların geçerli temi-
50
İSTASYON
Viaonline sistemi üzerinden yapılan sorgulamayla elektronik tescil bilgilerine
ulaşılabilir. Bu sorgulama sonucunda elektronik tescil bilgilerine ulaşılamazsa
araç sahibinden tescil kuruluşu onaylı Polnet Çıktısı talep edilir.
SEFERBERLIK GÖREV EMRI
Sorgu adımlarından biri olan “Seferberlik Emri Var mı” sorusuna yanıt “Var”
olarak gelirse, aracı muayeneye getiren kişiden “Seferberlik Görev Emri” talep edilir. Belge beyan edilemiyorsa araç muayeneye alınmaz. SGE’nin iptal
edildiği beyan ediliyorsa iptal yazısı talep edilir.
LPG SIZDIRMAZLIK RAPORU
nat tutarları, üzerinden mali mesuliyet sigortası
yaptırmaları zorunludur. Mali mesuliyet sigortası
bulunmayan araçlar muayeneye alınmazlar.İnsan
taşımada kullanılmayan römorklar kendilerini çeken motorlu aracın sigortasına dâhildir. Bu araçlar için sigorta poliçesi talep edilmez, bu römork-
ları çeken araçların poliçeleri talep edilir.
Araç muayenesi için istasyonlarımıza müracaat
eden müşterilerimizden öncelikle yukarıda belirtilen evraklar talep edilir. Araçla ilgili belgelerdeki bilgiler esas alınarak, TÜVTÜRK Viaonline sistemi üzerinden sorgulama yapılır.
Tadilat yapılan araçlar için ilgili tadilat projeleri talep edilerek muayene sırasında kontrol edilir. Araçlara LPG / CNG gibi ikinci yakıt sistemi takılmışsa hem tadilat muayenelerinde hem de sonraki muayenelerinde ayrıca sızdırmazlık raporu da talep edilir. Trafik zabıtasınca aracın teknik özelliklerinin
kontrol edilerek,eksiklikler tespit edilmesi durumunda, muayeneye sevk edilmesi halinde verilen Ek-40 Uygunsuzluk Tespit Tutanağı ve el konulmuş olan
tescil belgesinin onaylı fotokopisi muayene öncesi talep edilir. Trafik zabıtasınca teknik eksiklikleri tespit edilip trafikten men edilen, bu eksikliklerini gidermesi için geçici süreyle trafiğe çıkmasına izin verilerek muayene istasyonuna sevk edilen araçlar içinse Ek-33 İzin Belgesi düzenlenir. Muayene öncesi
bu belge de ibraz edilmelidir.
İSTASYON
51
OYUN VE TEKNOLOJİ
HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR
LARA CROFT 20 YAŞINDA
Video oyunlarının tartışmasız en ünlü kadını Lara Croft yirmi yaşında, ama asla yaşlanmıyor.
DUMANI ÜZERİNDE
n Oyunseverlere müjdemiz
var: Heyecanını hat safhaya
çıkaracak iki ürün daha
meraklısıyla buluşuyor.
Bunlardan ilki “Hitman Agent
47”. Aslında bu oyunun geçen
yılın Aralık ayında çıkarılması
planlanıyordu. Ama olamadı.
Yeni tarih 11 Mart 2016.
Hitman serisinin son halkası
olan Hitman Agent 47’ü PC ve
PS4 platformlarından oynamak
mümkün.
Dark Souls 3 adını taşıyan
diğer oyunsa, 16 Nisan’da
meraklılarıyla buluşacak.
Oyunun, deluxe ve normal
olmak üzere iki versiyonu
var. “Daha çok Dark Souls”
şeklinde yorumlanan oyun, hiç
olmadığı kadar karanlık ve her
zamanki gibi zorlayıcı olacak
gibi duruyor.
52
İSTASYON
BU ONUN HIKÂYESI
Doğrunun peşinde bir dedektif ve hiç “soğumayan” bir vaka… “Her Story”, oyuncuya
bir dedektifin hislerini yaşatan, basit ama bir o kadar da karmaşık bir oyun.
n Yıllardır oynadığımız oyunlarda, büründüğümüz ka-
rakterleri kusursuz hale getirmek için uykusuz geceleri birbirine bağladık. Kart limitimizi zorladığımız da
oldu, sabrımızı da. Bir hız, bir yetişememe kaygısı…
Ama bazen kısa da olsa bir mola vermek, bakış açısına ufak bir ayar çekmek gerekmez mi? “Her Story”,
oyuncusuna bu fırsatı sunan bir oyun. Hem de kesinlikle… Oyun, uçsuz bucaksız bir dünyada geçmiyor. Karakter gelişimi vadetmiyor. Üstelik oldukça kısa; üç,
bilemedin dört saatte finaldesin. Bu izlenimleri olumsuz mu buldunuz? Alametifarikası basitlik olan “Her
Story” söz konusuyken bunların hepsi artı birer puana dönüşüyor. Anlatılmaz yaşanır derler ama biz yine
de oyunu az da olsa hikâyelemeye çalışalım. 1994 yılına ait sorgulama kayıtlarını izliyoruz. Bir
kadın konuşuyor. İsmi
Hannah Smith. Kocası Simon kaybolmuş,
bir süre sonra da cinayete kurban gittiği ortaya çıkmış. Sureti, nefesi olmayan
bir dedektif, bu cinayetle ilgili sorular soruyor. Hannah cevaplıyor; nazik ama bir
o kadar tedirgin. Tüm bu olup bitenler arasında sizin yapmanız gerekense, kadının sözlerinden birtakım
anahtar kelimeler yakalamak ve onların izine düşmek.
Bunu da oyunun sunduğu arama motorundan gerçekleştiriyorsunuz. Zaten oyunun yapımcısı Sam Barlow
da -ki kendisi Silent Hill: Shattered Memories’dan aşina olduğumuz bir şahsiyettir- Google’da arama yapa-
bilen herkesin bu oyunu oynayabileceğini söylüyor.
Oldukça basit değil mi? Aslında, hayır! Çünkü zaman
geçiyor, olaylar gelişiyor ve sizin aradığınız kelime, peşine düştüğünüz yol aniden çıkmaz bir sokağa dönüşebiliyor. Bildikleriniz ya da bildiğinizi sandığınız gerçekler, bilmediklerinizden çok daha önemsiz hale geliyor.
Demek ki bir şeyi atladınız, demek ki işin başlarında
bir yerde fena çuvalladınız. Aslında yaptığınız samanlıkta küçük bir iğne aramak. Sizin samanlığınız, sorgulama kayıtlarından oluşan bir video database’i, iğneyi
bulmaksa ünlü dedektif Hercule Poirot’nun deyimiyle “gri hücreler”inizi kullanabilme yeteneğinizle doğru
orantılı. Her Story, ilginizi, merakınızı bir an olsun kaybetmeden oynayabileceğiniz bir oyun. İçinizde saklı o
küçük dedektifi canlandıran, kışkırtan
bir dinamiğe sahip.
Oyun portallarında,
yorum sitelerinde 10
üstünden dokuzun
altında not almışlığı
yok. The Guardian’ın
oyun için attığı başlık
belki de onun en kısa
ve öz tanımı: Gerçek Dedektiflik Dizisi
Google’la birleşirse...
Oyuna dair son bir not düşmek gerekirse bu da
Hannah Smith’i canlandıran oyuncu Viva Seifert’in başarılı performansı olmalı. 2015 Game Awards, En İyi
Performans dalında oldukça güçlü adayları geride bırakarak ödülü kazanan bu başarılı hanımefendi, aynı
zamanda bronz madalyalı bir jimnastikçi ve bir müzisyen.
n Bir kadın karakteri başrole yerleştiren ilk oyunlardan olan
Tomb Raider, ilk olarak 1996 yılında video oyun olarak karşımıza çıktı. Erkek kahramanların egemen olduğu video oyun
pazarında büyük ilgiyle karşılandı. Bu yıl 20’nci yaşını geride
bırakan Lara Croft, her geçen yıl teknolojik gelişmelerle daha
da güzelleşerek, hâlâ oyunseverlerin gönlündeki yerini koruyor. Bugüne kadar 45 milyondan fazla kopya
satarak efsaneleşen Lara Croft, tam
bir ikon haline geldi. 90’lı yıllarda
Lara’nın güzel yüzü, Financial Times,
TIME gibi dünya çapında tanınan yayınların kapaklarını bile süsledi. Hatta bir dönem Visa şirketinin reklam
yüzü bile oluverdi.
Serinin tasarımcısı ve yaratıcısı olan
Toby Gard, oyunda Lara Croft’u İngiliz bir arkeolog olarak yaratmıştı.
1996’da çıkan ilk oyun Core Design
tarafından yapıldı. Oldukça atletik
ve güçlü bir vücuda sahip olarak tasarlanan Lara Croft, örülmüş veya
atkuyruğu saçlarıyla birçok gencin de hayallerini süslemeyi başardı. Kızıla yakın saçları ve kahverengi iri gözleriyle bilgisayar tarafından
yaratılmış ilk ünlülerden biriydi o. Klasik kıyafetiyse turkuaz
renkli askılı tişört, hayli kısa açık kahverengi şort, diz altı bot-
lar ve uzun beyaz çoraplar... Parmaksız eldivenler, sırt çantası, bel çantası ve yanlarda iki silah kılıfını da unutmamak gerek. Oyunun konusuna göre çeşitli kıyafetlere girse de Lara
Croft tarzını hep korudu. Bu yirmi yıl içinde 11 tane Lara Croft
oyunu çıktı. Ama macera hem beyazperdede hem de kitaplarda sürdü. İlk film 2001 yılında sinemalara geldi ve kahramanımızı Angelina
Jolie canlandırdı. Oldukça iyi bir gişe
yapan film, ilk haftasında 48,2 milyon Dolar’la bir numaraya oturdu. Film
aynı zamanda, dünya çapında 300 milyon Dolar gelirle, bir video oyunu uyarlaması olarak en başarılı film unvanını
kazandı. Yönetmenliğini Simon West’in
yaptığı filmin, iki yıl sonra “Lara Croft
Tomb Raider: Yaşamın Kaynağı” adıyla ikincisi çekildi. Bugünlerde üçüncüsünün çekileceği yönünde dedikodular dolaşıyor.
Normal bir arkeolog iken bir uçak kazasından sağ kurtulduktan sonra bir
süper kahraman olarak doğan Lara,
hayatımıza girdiği 1996’dan bugüne
nasıl bir değişim gösterdi? Bu konuyu süsleyen fotoğraflardan da (solda) göreceğiniz gibi yaşlanmak yerine daha da güzelleştiği bir gerçek. 20’nci yılın kutlu olsun
Lara Croft.
“KOLBASTI” OYUNLAR
Mobil oyun ve aplikasyonlar, artık kol saatlerine bile girdi. Apple’ın iWatch’un
satışları İsviçre saatlerinin toplam satışlarını geçmişken, biz de kendi başına
oynanabildiği gibi iPad ve iPhone’daki oyunlarınıza yeni bir soluk getiren beş kol
saati oyununu bir araya getirdik
n SAKIN BASMA Daha önce iPhone
versiyonu olan oyun, iWacth ile daha
bir bağımlılık yapıcı hale geliyor. Oyun
o kadar basit ki, sinir bozuculuğu ve
etkisi de buradan geliyor. Ekrandaki
Sakın Basma ve Şimdi Bas yazılı tuşlara,
zamanında ve doğru anda basarak puan
alıyorsunuz. Ücretsiz olarak sunulan oyun
vakit öldürmek için birebir.
n TOBY Bir zamanlar küçük anahtarlık
gibi taşınan Tomagachi’ler vardı. Şimdi
benzer oyunları kol saatinizde oynamak
çok kolay. Küçük köpek Toby, her an
kolunuzda sizden ilgi, yemek ve sevgi
bekliyor. Kolunda evcil bir siber hayvan
beslemek isteyenler, her hangi bir
ücret ödenmeyen bu oyunu mutlaka
denemeli.
n WRIST SUDOKU Artık her an her
yerde bulmaca çözebilirsiniz. Saat için
geliştirilmiş ve 2,69 TL ödeyerek satın
alabileceğiniz bu sudoku oyunuyla vakit
öldürmek çok kolay.
n WRIST SNAKE Teknoloji ilerlese
de efsane oyunlar bir yolunu bulup
hayatımızda kalmayı beceriyor. İşte
efsane oyunlardan Snake de kol
versiyonu ile karşımızda. 2,69 TL’ye
piksel çağının keyfini sürebilirsiniz.
n MINIOWL Saatler de en popüler
oyunlar, hafıza ve puzzle’lar. İşte
bunlardan Mini Owl ile karışık haldeki
şekilleri ve fotoğrafları ortaya çıkarmaya
çalışıyorsunuz. Fiyatı 5,29 TL.
İSTASYON
53
KÜLTÜR
SANAT
BIR GÜZEL ADAM…
Ajandanıza
şimdiden not
edin!
KAPADOKYA’YA,
CAPPADOX’A BUYURUN
Pozitif Live tarafından bu yıl ikincisi düzenlenecek olan Cappadox, uluslararası ve yerel
müzik, çağdaş sanat, gastronomi ve doğa etkinlikleri aracılığıyla herkesi farklı bir
Kapadokya deneyimi yaşamaya davet ediyor.
n İlki geçen yıl düzenlenen ve büyük ilgi gören Cappadox,
“gelin bahçemizi ekelim” konseptiyle ikinci macerasını
yaşamaya hazırlanıyor. Geçtiğimiz yıl katılımcılarına üç gün
boyunca müzik, çağdaş sanat, gastronomi ve açık hava
yürüyüşleri sunan Cappadox, disiplinlerarası etkinlikler
aracılığıyla farklı bir Kapadokya deneyimi yaşatmıştı. Bu yıl
19-22 Mayıs tarihlerinde başta Uçhisar ve Göreme olmak
üzere bölgenin en güzel yerlerini sanata açacak olan
Cappadox, Kapadokya’nın eşsiz coğrafyasına tohumlar
ekmeyi amaçlıyor. Belirlediği konsept çerçevesinde, günümüz
hızlı yaşamına alternatif bir pencereden bakmayı hedefleyen
festivale, tarihin ve doğanın iç içe geçtiği farklı mekânlar ev
sahipliği yapacak. Gün doğumu konserleri, flora yürüyüşü,
dolunay konseri, farklı içeriklerle hazırlanan tadım etkinlikleri,
bisiklet turları, koşu yarışları, sessiz yürüyüşler, yoga
etkinlikleri gibi Cappadox’a özel deneyimler programda yer
Her şey “Yok Olmadan”
54
İSTASYON
alacak. Kızılçukur, Güvercinlik, Paşabağ, Meskendir, Avanos,
Zemi vadileriyle Bezirhane, Uçhisar Kale, Perili Ozanlar
Vadisi ve sürpriz noktalar dört gün boyunca müzik, çağdaş
sanat, gastronomi ve açık hava etkinlikleriyle Cappadox
ruhuna bürünecek. Sun Ra Arkestra, Dhafer Youssef, Udi
Yervant, Karsu, Adam Hurst, Laraaji, Oceanvs orientalis ve
İlhan Erşahin, Esmerine, Kaki King, Eric Truffaz, Emre Ergin,
Gevende, Fennesz, Saltland olmak üzere birçok müzisyenin
katılacağı Cappadox’ta, planlı ya da kendiliğinden gelişmiş
konserlerle katılımcılara unutulmaz anlar yaşatılması
amaçlanıyor. Hıza ve küresele karşı doğanın ritminin, yerel
ve insani değerlerin ön plana çıkartılacağı etkinliğin çağdaş
sanat ayağında Asunción Molinos Gordo, Ayşe Erkmen,
Christoph Schaefer, Hera Büyüktaşçıyan, John Körmeling,
Maider Lopez, Marilá Dardot, Murat Germen, Murat Şahinler
ve Nilbar Güreş ağırlanacak.
n İstanbul Modern, yeni yılı doğayı yücelten ve çevresel
farkındalığı gündeme getirmeyi amaçlayan bir sergiyle
karşıladı. 13 Ocak’ta açılan sergi “Yok Olmadan” adını
taşıyor. Doğayla ilgili kavramsal araştırmalar yapan
ve ekolojik meseleleri sanatsal pratiğinin temeline
alan sanatçılardan bir seçkinin sunulduğu sergide,
farklı dönemlerden sanatçıların doğaya bakışlarını ve
“sürdürülebilirlik” kavramıyla çetrefilli ilişkilerini yansıtan
çalışmalar, insanın ekosistemle etkileşimine dair farklı
yorum ve öngörüler içeriyor. Küratörlüğünü Çelenk Bafra
ve Paolo Colombo’nun yaptığı sergi 5 Haziran’a kadar açık.
n İzlanda’nın dünyaya armağan
ettiği ender müzik gruplarından
Sigur Rós, Türkiye’ye geliyor.
“Primavera Sound” turnesi
kapsamında 11 Haziran’da, Zorlu
Performans Sanatları Merkezi’nde
sahneye çıkacak olan grup, bugüne
dek toplam dokuz albüme imza
attı. Bununla birlikte, günümüzün
en popüler dizilerinden “Games
of Thrones”un bir bölümünde
oynayıp müziklerini yaparak
ününe ün kattı. Jón Þór (Jónsi)
Birgisson, Georg Hólm ve Ágúst
Ævar Gunnarsson’dan oluşan
(grubun davulcusu olan Ágúst
Ævar Gunnarsson, bir süre sonra
kendi yolu çizdi ve yerini Orri Páll
DÝrason aldı) ve 1994 yılında
kurulan Sigur Rós, ismini Jónsi’nin
grubun kurulduğu gün doğan kız
kardeşinden alıyor. Jónsi’nin bir
çello yayını gitarında kullanarak
akışkan ve havai bir ses çıkarmasıyla
da bilinen grup, ilk olarak “Vanilla
Sky”ın müziklerini yaptı. Bu açılıştan
sonra, aralarında The Simpsons’ın
da bulunduğu birçok dizi ve filmde
kimi zaman oyuncu olarak yer aldı,
kimi zaman da müzikleriyle renk
kattı. Evet, İzlanda’nın kendine
has kültürünü müziklerine taşıyan
Sigur Rós’un turne programının
bir durağı da İstanbul olacak.
Daha zaman olmasına rağmen, biz
şimdiden söyleyelim: Ajandanızın
11 Haziran tarihli bölümüne büyük
harflerle Sigur Rós yazın. Pişman
olmayacaksınız.
Gerek ekranların, gerekse beyazperdenin nev-i şahsına münhasır isimlerinden biri Nejat
İşler. Büründüğü her karaktere sadece can değil, ruh da vermesini bilen oyuncu, uzun bir
aranın ardından sevenlerindeki özlemi yeni bir projeyle gidermeye hazırlanıyor.
Tiyatronun
rengârenk
festivali
n Bu yıl Mayıs ayı tiyatroseverler
açısından hayli yoğun geçecek.
Zira bu yıl 20’nci kez perdelerini
açacak “İstanbul Tiyatro Festivali”,
3-28 Mayıs tarihlerinde dopdolu bir
programla izleyicilere seslenecek.
Yurtdışından dokuz, Türkiye’dense
23 oyunun sergileneceği festivalde,
dans ve performanslarla birlikte
toplam 32 gösteri sunulacak. Yerli
oyunlardan 21’i festival vasıtasıyla ilk
kez izleyiciyle buluşurken, yabancı
oyunlardan birinin dünya prömiyeri
yine bu etkinlikte gerçekleştirilecek.
18 yan etkinliğin bulunduğu “20.
İstanbul Tiyatro Festivali”nde
sanatseverler, Üsküdar’dan
Bomonti’ye kadar uzanan 25 farklı
mekânda oyunları izleyebilecek.
Bununla birlikte festival kapsamında
bu yıl ilk kez “Dans Platformu”
düzenlenecek ve sanatçılar kısa
sunumlarla hazırladıkları projelerini
bu platformda paylaşacak.
n Şubat ayının sonlarına doğru Hürriyet gazetesinden Sinem
Vural’ın yaptığı haber, Nejat İşler hayranlarına verilebilecek
en güzel hediyeydi belki de. Mealen söylersek, haberde
uzun süredir ne küçük ekranda ne de beyazperdede görülen
oyuncunun, yeni bir projeye “evet” dediği yazıyordu. Yapımın
adı, çekimlerinin ne zaman tamamlanacağı ve ne zaman
vizyona gireceği dergimiz yayına hazırlandığı sırada henüz
belli değildi.
Kendisini en son
“Behzat Ç. Ankara
Yanıyor” filminde
Ercüment Çözer
karakteriyle izlediğimiz
ve filmin bütünü değilse
bile onun sergilediği
performansa hayran
kaldığımız İşler için
yukarıdaki satırlarda
“nev-i şahsına münhasır”
tanımlaması kullanıp
başlığımızı da “bir güzel
adam” olarak seçmemiz
boşa değil. Zira kendisi
sadece sözleriyle değil,
davranışlarıyla da bu
tanımlamayı fazlasıyla
hak ediyor. İstanbul’un
Eyüp ilçesinde doğan,
sıradan bir hayat
sürdükten sonra, izlediği
bir tiyatro oyunundan
etkilenerek konservatuar
sınavlarına başvuran,
aynı zamanda işportacılık yapan İşler, oyunculuğa tiyatroyla
adım atsa da asıl ününü televizyon dizilerinden kazandı.
“Gülbeyaz” ve “Aliye” onun ününün tavan yaptığı dizilerdi.
Ardından da “Bıçak Sırtı”, “Kapalıçarşı” ve “Behzat Ç.” gibi
Saatler
bizim için çalıyor
n SALT Beyoğlu, sanatçı Christian
Marclay’in 2010 tarihli sıra dışı
video işi “The Clock / Saat”e ev
sahipliği yapacak. 9-25 Mayıs
tarihlerinde ziyaret edilebilecek
çalışmada, sinema tarihinden
zamanın akışına vurgu yapan
gerçek anlamıyla nitelikli diziler geldi. Küçük ekran kadar
beyazperde de sevdirdi kendisini: “Mustafa Hakkında Her
Şey”, “Anlat İstanbul” ve tabii Yiğit Şener ve Ahu Türkpençe
ile başrolünü paylaştığı “Kaybedenler Kulübü”…
Çok değil, bir parça isteseydi eğer, bugün “jön” olarak
kabul edilen birçok ismi tahtından etmekte zorlanmazdı. Ama
o yıldızlar âleminin sanal ışıltısına kapılmayı reddetti. Her
fırsatta şöhret olmayı değil,
işini en iyi şekilde yapmayı
arzuladığını dile getirdi.
Yaptı da… Yakasını bir türlü
bırakmayan hastalıklar
nedeniyle yoğun bakıma
kaldırıldı ve uzun bir süre
orada kaldı. Ardından daha
sakin bir yaşam sürmek
üzere Bodrum’a yerleşti
ve geçen yıl Gümüşlükspor
futbol kulübüne başkan
oldu. Hastalığı esnasında
hakkında çıkan “tedaviyi
reddediyor” sözlerine
sosyal medya hesabından
verdiği yanıtsa, onun
“güzel bir adam” olduğunu
bir kez daha kanıtladı:
“Tedaviyi reddetmek,
erken ölmek gibi niyetim
yok… Çıplak geldim, çıplak
gideceğim... Altıma son
model bir araba çekip,
güzel bir ev alınca mutlu
mu olacağım yani? Hayır,
olmam. Aranızda mutlu olanlar varsa, zekâsından şüphe
ederim, bir de gözlerinden. Çünkü iyi görmüyorlardır. Ben
gidiyorum dediğimde ‘gitme’ diyen değil, ‘Ben de geliyorum,
yalnız gidemezsin’ diyen birini istiyorum.”
binlerce sekans kullanılıyor. Kol
saati, saat kulesi, çalar saat, hatta
guguklu saat görüntüleri orijinal
içeriklerinden çıkarılıp kronolojik
olarak 24 saatlik gerçek zamanlı bir
kurgu şeklinde yeniden düzenlendi.
Çok sayıda sinemasal dönem,
kurgu, stil ve türün sıralandığı
“The Clock”ta, birbirinden farklı
filmlerin kesitleri, zamanın
durmak bilmez ilerleyişinin işin
hikâyesine dönüştüğü anlamlı
bir bütün hâlinde bir araya
getiriliyor. Gösterim boyunca
SALT Beyoğlu’nun giriş katı 24
saat açık olacak. Hayli ilginç bu
sergiyi deneyimlemek isteyenlere
hatırlatmakta fayda var: SALT
Beyoğlu, pazar 18.00’dan salı
12.00’a kadar kapalı.
İSTASYON
55
ÇOCUK
TİMSAHLAR
ARILAR BİR KAVANOZ BAL YAPABİLMEK İÇİN
80
>>>
Garip
AMA
,
Gercek
YAŞINA KADAR YAŞAYABİLİR.
Yeryüzünde yaşayan hayvanların
yüzde 75’i
AŞAĞIDAKİ BİLGİLER
SENİ ŞAŞIRTACAK
BİR SÜT İNEĞİ
böcektir.
HAYATI BOYUNCA YAKLAŞIK
100.000
BARDAK SÜT VERİR.
İlk
e-posta
1972 yılında
Kafanda şu anda
150.000 saç teli
uzuyor.
OKYANUSTA
TSUNAMİ
BAZEN JET UÇAĞI
renk değiştirebilir.
31.556.926
ERKEK
sivrisinek
re
e
y
düşm
esi
iki saati
bulabilir.
İSTASYON
DEV BİR MİDYENİN
İÇİNDE 6,4 KİLOLUK
BİR İNCİ KEŞFEDİLDİ.
ISIRMAZ.
Bir kar
tanesinin
56
20 saniyede
BİR YIL
New York
her yıl Londra’dan
2,5 cm kadar uzaklaşır.
ses yoktur.
Bukalemun
KADAR HIZLI İLERLER.
SANİYEDİR.
gönderilmiştir.
Uzayda
BEŞ MİLYON ÇİÇEĞE KONAR.
Erkek devekuşu tıpkı bir
aslan gibi kükreyebilir.
SUAYGIRININ TERİ
KIRMIZI
RENKTİR.
Bir bulut yaklaşık
500.000 kg ağırlığında olabilir.
Bu konu NATIONAL GEOGRAPHIC KIDS Türkiye dergisinden alınmıştır, NG KIDS abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59
İSTASYON
57
TÜVTÜRK
TÜVTÜRK
2015 RAKAMLARINI AÇIKLADI
Değer
katan öneriler
TÜVSÜD, Doğuş Holding ve Bridgepoint ortaklığıyla
11 Şubat 2008’de faaliyetlerine başlayan TÜVTÜRK, sekiz
yıllık zaman zarfında gerek muayene, gerekse trafik
güvenliğine dikkat çeken farkındalık çalışmalarında önemli
başarılara imza attı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
Bakanlığı’nın denetiminde araç muayene konusunda
tek yetkili kurum olan TÜVTÜRK, kuruluşundan bu yana
gerçekleştirdiği çalışmalara dair istatistiki bir çalışma
yaptı. Günümüzde 203’ü sabit, beşi motosiklet, 76’sı
gezici ve 18’i gezici traktör olmak üzere 302 muayene
istasyonu bulunan TÜVTÜRK, faaliyete başladığı günden
31 Aralık 2015’e kadar geçen süre içinde, 47 milyon aracın
periyodik muayenesini gerçekleştirdi; 207 bine yakın
yola elverişlilik muayenesi yaptı. Ücretsiz muayene tekrarları, egzoz gazı emisyon ölçümleri ve tespit işlemleriyle birlikte bu
rakam, 77 milyonu aştı. Muayenesi gerçekleştirilen araçların yüzde 50’sini binek, yüzde 35’ini hafif ticari araç, yüzde 10’unu
otobüs, kamyon, tanker ve TIR gibi ağır vasıtalar ve yüzde 5’ini traktör ve motosikletler oluşturuyor. Tüm bu süreç
boyunca, 15 milyondan fazla aracın trafikte risk yaratmasının önüne geçildi. İlk muayeden geçemeyen
16 milyondan fazla araçtan yüzde 97,6’sıysa eksiklerini gidererek ikinci muayeneden geçti. Bütün
bunlarla birlikte Türkiye’nin en büyük trafik güvenliği konulu kurumsal sosyal sorumluluk
projesi olan Trafikte Sorumluluk Hareketi’nin de yürütücülüğünü üstlenen
TÜVTÜRK, bu kapsamda 9 bin 500 öğretmene, 218 bin öğrenciye, 856 bin
veliye ve 29 bin 500 şoföre trafik güvenliği eğitimi verdi. Ayrıca
iletişim ve farkındalık çalışmalarıyla, 4 milyondan fazla kişiyi
trafikte sorumlu davranmaya davet etti.
TÜVTÜRK, çalışanlarının fayda sağlayan
önerilerini değerlendirmeye devam ediyor.
Bireysel Öneri Sistemi’ne gelen önerilerden
uygulanabilecek nitelikte olanlar,
konuyla ilgilenen yöneticiler tarafından
değerlendirmeye alındı. Kabul gören öneri
sahiplerine teşekkür mektupları
plaketleriyle birlikte sunuldu.
58
İSTASYON
DAHA IYI HIZMET,
DAHA KOLAY ERIŞIM
Gaziantep’te, biri il merkezinde olmak üzere üç istasyonla
hizmet veren TÜVTÜRK, 10 Şubat itibarıyla bu sayıyı dörde yükseltti.
Sadece randevu sistemiyle hizmet verecek olan üç kanallı Şehitkamil Muayene
İstasyonu’nda araç sahiplerinin tüm süreci izleyebilecekleri özel bekleme salonu da
bulunuyor. Müşteri hizmetleri kalitesini artırmak amacıyla gelen tüm talep ve önerileri
değerlendiren ve yol haritasını bu unsurlar doğrultusunda belirleyen TÜVTÜRK’ün yeni
istasyonunda da her türlü aracın muayenesi hızlı ve kaliteli şekilde gerçekleştirilecek.
Gaziantep’teki yatırımlarına il merkezinde açtığı istasyonla başlayan TÜVTÜRK, geçen yılın
Ekim ayında Islahiye, Aralık ayındaysa Nizip’teki istasyonlarında birer ek kanalı hizmete açtı.
Şirketin bu ilde bir de Gezici Araç Muayene İstasyonu bulunuyor. İstasyon sayısını artırarak
Türkiye’nin dört bir yanındaki erişim olanaklarını daha da iyileştiren TÜVTÜRK, kaliteli
hizmet anlayışını yüzde 100 randevu sistemiyle en üst seviyeye çıkarmayı amaçlıyor. Bu
hedef doğrultusunda, Mart ayının ikinci yarısında Balıkesir’in Ayvalık, Manisa’nın Alaşehir ve
Demirci, Kütahya’nın Gediz ve Simav, Adana’nın Ceyhan, Afyon’un Dinar ve Sandıklı, Burdur’un
Bucak, Isparta’nın Yalvaç, Konya’nınsa Ilgın ilçelerinde bulunan istasyonlarında yüzde 100
randevulu sistemine geçildi.
KALIBRASYON
LABORATUVARI
AKREDITE EDILDI
Faaliyetlerine 2014 yılında başlayan TÜVTÜRK
Kalibrasyon Laboratuvarı, TÜRKAK tarafınca akredite
edildi. Akademisyenler ve sektör uzmanlarından
oluşan bir heyet tarafından 4-7 Kasım tarihlerinde
gerçekleştirilen denetimlerin ardından TÜVTÜRK’ün
kalite yönetim sisteminin ve merkezi laboratuvar
kalibrasyonlarının TS EN ISO/IEC 17025:2013
standardına uygun olduğuna karar kılındı.
Böylece TÜVTÜRK Kalibrasyon Laboratuvarı’nın
akreditasyon sertifikası, 7 Mart’ta AB-0156-K
dosya numarasıyla yayınlandı. TÜVTÜRK’ün
yüksek hizmet kalitesinin yetkili bir
kurum tarafından bir kez daha
tasdik edilmesi anlamına gelen
söz konusu akreditasyon,
bundan sonra atılacak
adımlar için de son derece
önemli bir anlam taşıyor.
RENGÂRENK
YARIŞMA BAŞLIYOR!
Kısa
filmlerle
trafik güvenliği
Trafikte güvenlik konusunun hayati önem taşıdığı ve herkesin buna
hassasiyetle yaklaşması gerektiği aşikâr. İşte bu gerçekten hareket
eden Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Hizmetleri Başkanlığı, yeni
bir projeye imza attı. TÜVTÜRK’ün sponsorluğunda 29 Şubat ila
3 Ekim tarihlerini kapsayan dönem içerisinde devam edecek “Trafik
Güvenliği Konulu Kısa Film Yarışması”, soruna ilgi gösteren herkese
açık. Trafik güvenliğine dikkat çekmeyi, insanları bu konuyla ilgili
bilgilendirip bilinçlendirmeyi ve topluma doğru davranışlar
kazandırmayı amaçlayan yarışmayla ilgili daha detaylı
bilgi almak ve başvuruda bulunmak isterseniz,
www.trafik.gov.tr adresini ziyaret
edebilirsiniz.
Millî Eğitim Bakanlığı Temel Eğitim Genel Müdürlüğü, Ulaştırma Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı ve TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları arasında imzalanan
işbirliği protokolüyle 2010 yılında başlayan Can Dostları Hareketi, ilkokul dördüncü sınıf
öğrencileri, veliler ve servis şoförlerinde trafik
güvenliği ve bireysel sorumluluklar konusunda
farkındalığı artırmayı amaçlıyor. 2010 yılında başlatılan
projede bugüne kadar, Türkiye genelinde 592 okulda 5 bin
500 öğretmene eğitim verildi. Seminere katılan öğretmenler
aracılığıyla 168 bin öğrenciye, 336 binden fazla veliye ve
8 bin 500 servis şoförüne doğrudan ulaşıldı. 2015-2016
eğitim öğretim yılında Mart ayına kadar Ankara, Bursa,
Çanakkale, Denizli, Elazığ, Hatay, İstanbul, İzmir, Tokat,
Trabzon ve Zonguldak’taki 101 okulda öğrenciler ve velilere
yönelik etkinliklerin devam ettiği Can Dostları Hareketi
kapsamında bir de her yıl resim yarışması düzenleniyor.
Projenin uygulandığı okullarda ilkokul öğrencilerinin trafik
güvenliği konusundaki bilgilerini pekiştirmeyi amaçlayan Can Dostları Resim Yarışması’nda öğrenciler, edindikleri
bilgi ve becerileri kullanarak, trafik güvenliği üzerine, serbest teknik ve malzemeyle resim yapıyorlar.
Ardından yaptıkları resimleri, okullarındaki Can Dostları Hareketi temsilcisine vermesi üzere sınıf
öğretmenlerine teslim ediyorlar. Temsilci öğretmenlerse, okullarındaki tüm başvuruları, ilgili
adrese gönderiyor. Can Dostları Resim Yarışması’nın bu yılki sonuçları 22 Nisan’da
belli olacak ve kazananların isimleri www.trafikhareketi.org üzerinden
açıklanacak. Yarışmada dereceye giren öğrencilere, öğretmenlerine
ve okullarına çeşitli ödüller verilecek.
İSTASYON
59
TÜVTÜRK
TÜVTÜRK AKADEMI’DEN
GÜVENLIK EĞITIMI
Sektörün eğitim seviyesini yükselterek, nitelikli insan kaynağı oluşturma
hedefiyle faaliyetlerine devam eden TÜVTÜRK Akademi, teknik bilgi ve
tecrübelerini paylaşmaya devam ediyor. TÜVTÜRK çalışanının yanı sıra çeşitli
kurum ve kuruluşlara teknik ve yetkinlik eğitimleri veren TÜVTÜRK Akademi,
SRC 5 Tehlikeli Madde Taşımacılığı ve Tehlikeli Madde Güvenlik Danışmanlığı
konularında mesleki yeterlilik eğitimlerine başladı. Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı’nca 2014 yılında alınan bir kararla, tehlikeli madde
taşımacılığının yapıldığı tüm alanlarda (gönderen, paketleyen, dolduran,
taşıyan) faaliyet gösteren işletmelerin güvenlik danışmanı istihdam etmesi
veya tehlikeli madde danışmanından hizmet alması zorunlu hale getirildi.
TÜVTÜRK Akademi 2016 senesi başında yaptığı başvuruyla Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından Tehlikeli Madde güvenlik
danışmanlığı eğitimlerini vermeye yetkili bir eğitim kurumu oldu.
Şile’de, 3 bin metrekaresi kapalı olmak üzere 5 bin metrekarelik alanda altı salonla
eğitim hizmetlerini sürdüren, TÜVTÜRK Akademi’nin tehlikeli madde taşımacılığı
eğitimlerinde de başarılı sonuçlar ortaya koyarak, ulaşım güvenliğine
katkı sunacağına kuşku yok.
DOĞUŞ GRUBU GÜVENLIK ZIRVESI
Doğuş Grubu Güvenlik Yöneticileri Semineri’nin ikincisi, Doğuş Holding CEO’su Hüsnü Akhan
Başkanlığı’nda gerçekleştirildi. İstanbul’un Üsküdar ilçesinde, Adile Sultan Saray’ında düzenlenen
seminerde, Grubun güvenlik yöneticileri bilgi ve tecrübelerini meslektaşlarıyla paylaştı.
Elektronik güvenlik alanındaki yeniliklerin, özel güvenliğe hukuksal yaklaşımların, çalışan
motivasyonuyla aidiyeti artırıcı unsurların, suiistimalleri önleme yöntemlerinin de
tartışıldığı “Doğuş Grubu Güvenlik Yöneticileri Semineri”nde TÜVTÜRK’ü
Güvenlik ve Suiistimal Önleme Yönetmeni Raşit Bayraktar temsil
etti. Bayraktar, etkinlik kapsamında “Suiistimal Önleme”
başlıklı bir sunum yaptı.
TEBRIK EDER,
BAŞARILAR DILERIZ!
GENÇ FIKIRLER
BIR KEZ DAHA
YARIŞIYOR
Trafik güvenliği sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın sorunu ve
dolayısıyla konuyla ilgili bir dizi çalışmalar gerçekleştiriliyor. Milli
Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Genel Müdürlüğü, Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı Karayolu Düzenleme Genel Müdürlüğü, TÜVTÜRK
Araç Muayene İstasyonları ve Goodyear Lastikleri arasında imzalanan
işbirliği protokolüyle “Trafikte Sorumluluk Hareketi” kapsamında hayata
geçirilen Trafikte Gençlik Hareketi de bunlardan biri. 2012 yılından
itibaren uygulanmaya başlanan proje, liseli gençlerde trafik güvenliği
ve bireysel sorumluluklar konusunda farkındalığı artırmayı hedefliyor.
Proje kapsamında, gençleri trafik güvenliği konusunda sorumluluk
almaya; yaparak-yaşayarak öğrenme süreçlerine dâhil olmaya teşvik
etmeyi amaçlayan Trafikte Genç Fikirler yarışmasının 2015-2016
şartnamesi yayınlandı. Yarışmaya katılım, başvuru şekli, başvuru
değerlendirme ve ödüller hakkında ayrıntılı bilginin bulunduğu
Trafikte Genç Fikirler Yarışma Şartnamesi’ne,
http://www.trafiktegenclikhareketi.org/sartname.
php web sitesinden ulaşmak mümkün.
60
İSTASYON
Emre Büyükkalfa
Koray Özcan
Melis Avalin Aygül
Can Şiram
TÜVTÜRK, yeni yıla
yeni başlangıçlarla girdi.
Yeni yılın ilk günlerinden
itibaren gerçekleştirilen terfi ve
atamalar kapsamında, daha önce
TÜVTÜRK Kurumsal Gelişim Direktörü
olarak görev yapan Emre Büyükkalfa,
Operasyondan Sorumlu Genel Müdür
Yardımcılığı görevine, İletişim ve İş
Geliştirme Direktörü olarak görev yapan
Koray Özcan, TÜVTÜRK İstanbul AŞ
ve Karadeniz Taşıt AŞ şirketlerinden
sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı’na
atandı. TÜVTÜRK çatısı altında İnsan
Kaynakları Direktörü olan Melis Avalin
Aygül, 1 Ocak itibarıyla İnsan Kaynakları
ve Kurumsal İletişim Direktörlüğü
görevine getirildi. TÜVTÜRK İstanbul
Direktörü olan Can Şiram, TÜVTÜRK
Kalite ve Denetim Direktörlüğü
görevini üstlendi. Atanan ve
terfi edenleri yürekten
kutluyor, yeni
görevlerinde
başarılar
diliyoruz.
Farkındalık
yaratan bir
çalışma
Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından hayata geçirilen
Tarım Araçlarının Güvenli Kullanımı projesi kapsamında,
2016 yılının ilk etkinliği Afyon Sandıklı’da 10 Mart’ta
gerçekleşti. Toplantıya konuyla ilgili birçok kamu
kuruluşunun yanı sıra TÜVTÜRK İş Ortağı KYC AŞ
Bölge Teknik Müdürü Yusuf Karaman ve Afyon Merkez
İstasyon Amir Yardımcısı Erdal Sevim katıldı. Etkinlik
alanında bulunan TÜVTÜRK Traktör Mobil
İstasyonu’nda ve TÜVTÜRK standında,
katılımcılara traktör muayenesiyle
ilgili bilgiler sunuldu.
İSTASYON
61
ENGLISH SUMMARY
Old and
New Istanbul
Western style buildings that appeared in Istanbul during the 19th century tell us a story of a changing city.
T
he historical contradiction of the Galata neighborhood,
of which residents found the decisions made by the imperial palaces across the Golden Horn boring ever since
the Byzantine times, was reflected in its physical appearance especially in the second half of the 19th century. Galata offered a
new gift to Istanbul and Ottoman Empire: Western-style buildings.
One of the biggest cities in the world during 1850s, Istanbul was also the third most crowded European city after London and Paris. The center of trade if not politics was undoubtedly Galata. The trade agreements signed with the dominant
powers of the time during the 19th century, especially with England, made Istanbul an important part of the global network
of trade and finance. While the Ottoman economy, whose right
of independence was taken away as a result of the military and
economic defeats during the century, had to integrate into the
world economy; stock market, and insurance and trade companies entered and settled in Istanbul through Galata Port.
Culturally and economically developing since 1850s, Galata had one major problem: Infrastructure issues. Tradesmen,
business people and tourists from all over the world came to Istanbul and Galata but the diaries they kept wrote of sickening
conditions especially in Galata and Pera. Galata was a neighborhood that Westerns tradesmen had to come but didn’t like
much. The community dwellers were also not happy with the
neighborhood’s municipal features. The government in Istanbul
decided to show state affection to the streets of Galata, where lo-
62
İSTASYON
The new life style that entered in Istanbul in the 19th century through Galata and Pera
changed the physical appearance and daily life of the city irrevocably. Symbolizing the
seasons, women figures on the walls of Markiz Patisserie, which have changed places, shut
down and finally turned into a restaurant with a different name over time, have been long
watching the people who have adopted that life style.
cals had been constructing masonry buildings for a while. In 1856,
The City Regulations Commission
was founded. Aiming to divide Istanbul into 14 areas to make governance easier, the commission
consisted of four non-Muslim Ottomans that had lived in Europe
before, two foreigners that had an
experience in municipality, and
according to some resources, two
Muslims and according to some
others, only one Muslim Ottoman.
Having thought that founding all
municipalities at the same time
would be unreasonable, the commission would take its first step in
Galata and Pera. Thus, The Sixth
Borough Municipality, whose borders included Galata, Pera and Tophane, was founded in 1857.
The Sixth Borough gave priority to the
works that would make trade activities in Galata easier. Roads were widened; sidewalks were
built; houses were numbered; cemeteries were
moved outside the area and streets were lightened. In 1864–65, the Galata city walls were
destroyed, which was the most contradictory decision of The Sixth Borough. The land
gained after the walls and ditches were destroyed was put up for sale by the municipality.
Of course the locals of Galata didn’t wake
up one day and start demolishing all Ottoman-style buildings, constructing instead
those masonry buildings that are still alive today and moving into them as soon as the construction was over on subsequent consent of
The Sixth Borough.
While The Sixth Borough was doing its part
about modernizing the city in the third quarter of the 19th century, locals started adopting
a new type of residence. Those buildings, which
were not similar to the old residences but also
nothing like the buildings we live in right now,
started to fill the streets of Galata. If you asked
the people living in those transient-style residences, there was not a sound reason to leave
comfortable family residences and move into
the apartment buildings. Occasionally, this
hesitation and unwillingness turned into conscious rejection just as in the example of the
Yannisopoulos, the well-off Galata family. Getting their own apartment building constructed
on a street of Galata, Yannisopoulos never left
their family home right across the street, which
was not an apartment building. Still, both
the stubborn Yannisopoulos and other Galata families were not contented with transient
Neighborhoods such as Galata and Istiklal
Street, and their surrounding areas like
Tarlabaşı and Karaköy, where the 19th centuryfabric has managed to reach today, increasingly
draw attention now. This situation directly
affects daily life: Rents increase, neighborhoods
change their identities, and extensive urban
transformation projects come up. This
change is pushing the limits of the number of
architectural buildings that need to be carefully
protected such as Arif Paşa Apartment in
Elmadağ.
style residences. They constructed apartment
buildings in which most of them still live today because they were aware that their city was
changing. The new generation who left their
families back in the mansions or family residences, moved into those new, European-style
buildings that suited their new life style and became the first residents of the apartment buildings in Galata.
There were two side factors that speeded up
the process of constructing apartment buildings. One of them was the fact that increasingly more people were given the right of property with the specifications in 1858 and the laws
that started to be introduced after 1867. Now
all Ottoman citizens, no matter from what religious background they had, had an equal
right of property. Another factor was an enemy
of hundreds of years old, which Istanbul was
closely acquainted with: Fires. Having a web of
streets that made fire fighting hard, Galata had
wooden buildings that were highly damaged
from fire. Fire flames stepped in as a useful instrument in the process of introducing apartment buildings.
Even though the first apartment buildings
in Ottoman Empire appeared in Galata, which
was the most westernized area of the country; we can’t say that they were identically the
same with their counterparts in the West. After all, the first apartment buildings were not
designed by architects with Western education but by mostly Greek or Armenian ones,
who were raised with the traditions of this geography. In some cases, sofas were placed and
maintained in the middle of the flats. Light
shafts were placed next to them so that they
would be illuminated. The bay windows on
the first floors were kept but
sometimes balconies, imported
from the West, were constructed above them. Öncel says “We
even came across a small hamam
on the top floor of an apartment
building.” Old habits die hard.
In the last quarter of the 19th
century, high commercial development close
to the port pushed residences first towards
the hill, and then towards Pera. The construction of new roads stretching from the port to
the hill and the opening of Tünel subway removed the logistic and topographic obstacles to the process of apartment building constructions in Galata and Pera. Thus, soon
enough, apartment buildings, along with the
masonry buildings that already started to appear around the embassies on Istiklal Street
known as Cadde–i Kebir or Grande Rue de
Péra back then, spread over this area. Apartment buildings got bigger and more varied.
Ribbon buildings and passage apartments
were observed in Istanbul. The number of
buildings designed by famous Western architects such as Fossati Brothers, Alexandre Vallaury, Raimondo d’Aronco and Giulio Mongeri and Ottoman architects that were now
used to design apartment buildings, instead
of Ottoman master builders, increased. The
turning of a new century became the golden
era for this new type of residence. Around 500
apartment buildings were constructed during
the years 1895-1905.
Apartment buildings reached Taksim,
the other edge of the Istiklal Street. First it
spread to Tarlabaşı, Pangaltı, Tatavla (Kurtuluş) and Moda, and then to Nişantaşı, Şişli and
Kadıköy. It seems the solution that apartment
buildings offered to the changing socioeconomic culture of Istanbul was also found reasonable by people because new residences increased by leaps and bounds after that point.
Thus entered apartment buildings into the
lives of generations who now dream of living in
a mansion with garden one day again.
İSTASYON
63
ENGLISH SUMMARY
He is an all-rounder
or two scenes have been almost identically
taken from the book.
Stepping into other parts of cinema from acting and looking at it in a collective state of mind as
he always emphasizes, Onur Saylak tells us about his career and life.
Do you ask your wife Tuba Büyüktüstün’s
opinions when you are creating a project?
Of course… For example, the snake at the
end of The Jungle was her idea. It completed
the film very well. After all, we are talking
about a woman who studied fine arts and
has a very high level of aesthetic perception.
I make her read each line of what I write. My
principle is this: You are not the only smart
one in this world! And two heads are better
than one.
Interview by: BAHAR ÇUHADAR Photography: MURAT YILMAZ
H
e is one of the ambitious actors of
his generation.… We got to know
him first as Yusuf in the movie
Autumn (directed by Özcan Alper); later on, he left his mark on every TV or
film project of which he was a part of. Most
recently, he has performed really well as “the
psychopath Metin” in the TV series “Hatırla
Gönül”. The more we were disgusted with
Tekin, the more we liked Onur Saylak’s acting skills. After the series ended, he appeared
as Aram in Özcan Alper’s recent movie Memories of The Wind. Through Aram, he took us
into the world of an Armenian intellectual
and journalist who was stuck between his
past and present in the uncanny atmosphere
of Turkey in 1940s. At the same time, he gave
us a sweet surprise. Along with the writer
Hakan Günday and theatre player Doğu
Akal, he had made a short film called The
Jungle telling a story of a refugee in Istanbul.
The film came back home with many awards
from international festivals. Nowadays, the
team is working on a feature-length movie
adapted from Günday’s novel Daha. Onur
Saylak is going to get behind the camera
during the summer months after the short
film with which he made a breakthrough as a
director. Stepping into other parts of cinema
from acting and looking at it in a collective
state of mind as he always emphasizes, Onur
Saylak tells us about his career and life.
We watched you on screen as an actor, now
you’re a director… What are you after?
We are trying to be a part of the production
process. By “us”, I mean Hakan Günday,
Doğu Akal, Cemre Kutluay and I. We are a
brain team of four and we write and all. We
shot a short film called The Jungle last February. It’s about the one-day story of Omar,
a Syrian refugee in Istanbul. It was and still
is being screened in many festivals.
64
İSTASYON
What is going to happen with the
feature-length?
We are finding our places to shoot; we can
also say the script is finished. We are still
working on the cast. We will shoot it this
year. We can say it’s a free adaptation of
Hakan Günday’s novel “Daha”.
How does it feel to produce a movie, to write
its script and direct and even make it from
scratch?
To imagine it and
to make effort for it
is nice. I think the
most pleasant part
right now is writing the script. You
struggle for hours;
the characters evolve
in your mind every day. When you
reach a certain point
of satisfaction, you
look at it from outside and say “I guess now
it’s something” and that makes you joyful.
For each character, I rack my brains thinking about emotions I have never felt.
rector who says big words. Just this: I would
like to create something that is watchable,
that we think is good and that we are delighted to watch.
As an actor, how is it like to direct actors/
actresses?
We were lucky in the short film because we
worked with a very good and hard-working
cast. I know very well how the actors/actresses feel when you get behind the camera
and could manage
to relieve actors/actresses, respect their
emotions at that moment and get along
with them. Thus,
they are very happy.
An actor/actress is
like a fish when he/
she is handed with
the role. First, you’re
afraid of the character; it feels like you’re doing something for
the first time. Whenever you handle the role,
then you become something like an astronaut. You feel like you made that character
exist and completed it.
“I GOT ON THE STAGE AS
A WALKER ON AND NEVER
STEPPED DOWN… ”
What is it like to be the director?
Cheery. I get cheery when I do things collectively. I have performed in amateur theatres
for so many years that I’ve got a taste of the
beauty and hardships of acting collectively.
So, I don’t see it as directing. I’m not a di-
Where is it going to be shot?
In Antalya. Those who read the novel will
be surprised: it has a different structure and
narration. There are characters and scenes
that don’t exist in the book… Of course one
Do you have equal sharing of responsibilities
at home? As parents, for example?
Surely! We have two kids. So, there is no
such thing as leisure time; the best thing you
can do is switching the kids. There is no such
thing as “Take this and I’ll have some coffee.”
However, we are very much in comfort now
because they have grown up. They also get
along very well with each other…
What do they say about the projects in which
you act?
We have not showed them yet. They have a
world for two. We as parents rather provide
them with logistic and emotional support.
Aside from that, they keep each other company. They sleep on a floor bed next to each
other…
Do you take them to the movies and theatre
often?
They have watched almost all cartoons. They
watch movies at home a lot; they listen to
music all the time; and they are too keen on
painting…
Is there anything you would say, “I do really
well” except acting?
Yes, cooking. There are many things I cook,
actually. I have big projects about fish: both
grilled and fried… I’m good with all kinds
of meat. I make mücver (battered, deep
fried patties of grated squash with dill) very
well. I don’t follow any recipes; I break into
a market and cook with sauces I find there
and all. I am inspired by TV shows I have
seen before.
İSTASYON
65
ENGLISH SUMMARY
TÜVTÜRK news
conformed to TS EN ISO/IEC 17025:2013 standard.
Thus, TÜVTÜRK Calibration Laboratory’s accreditation
certificate was issued on March 7 with the file number
AB-0156-K. Meaning that an authorized body once again
approved the high service quality of TÜVTÜRK, the
accreditation is also important for the company’s next steps.
Emre Büyükkalfa
Koray Özcan
BETTER SERVICE,
EASIER ACCESS
Melis Avalin Aygül
Can Şiram
CONGRATULATIONS!
n TÜVTÜRK entered the New Year with the new
beginnings. As part of the promotions and assignments
started on the first days of the new year, Corporate
Development Director Emre Büyükkalfa has been
promoted to Chief Operating Officer; Koray Özcan acting
as Communication and Business Development Director,
has been promoted to Assistant General Manager of
TÜVTÜRK İstanbul A.Ş. and Karadeniz Taşıt A.Ş.. Melis
Avalin Aygül acting as Human Resources Director has
been promoted to Human Resources and Corporate
Communications Director. TÜVTÜRK İstanbul Director
Can Şiram has been promoted to Director for Audit and
Quality Management. We congratulate all the newly
promoted executives and wish them success.
n Providing service in Gaziantep with three stations, one of
which is in the city center, TÜVTÜRK raised this number
to four on February 10. Three-channel Şehitkamil Inspection Station will offer service only by appointment and has
a waiting salon where vehicle owners can watch the whole
inspection process. Analyzing all demands and suggestions
to raise its customer service quality and establishing its
road map according to them, TÜVTÜRK’s new station will
inspect all types of vehicles fast and in high quality. Having started making investments in Gaziantep with its station in the city center, TÜVTÜRK had constructed one additional lane in last October in Islahiye, and last December
in Nizip. The company also has a mobile vehicle inspection
station in the city. Providing easier access throughout Turkey by increasing the number of its stations, TÜVTÜRK
aims to take its quality service to top level with 100 percent appointment system. In accordance with that aim, in
the second half of March, the stations in Ayvalık province
of Balıkesir, Alaşehir and Demirci of Manisa, Gediz and Simav of Kütahya, Ceyhan of Adana, Dinar
and Sandıklı of Afyon,
Bucak of Burdur, Yalvaç of Isparta, and Ilgın
of Konya switched to
100 percent appointment system.
“SOSYAL MEDYA
EKIBIMIZ
ISI BILIYOR”
DEMIS MIYDIK?
#workhard
#partyhard
DÜNYANIN ÖNDE GELEN ULUSLARARASI İŞ ÖDÜLLERİ
YARIŞMASINDAN STEVIE ÖDÜLÜ İLE DÖNDÜK.
En İyi Facebook Hayran Sayfası Kategorisinde Gold Stevie Ödülü
En İyi Instagram Kullanımı Kategorisinde Gold Stevie Ödülü
En İyi Twitter Kullanımı Kategorisinde Silver Stevie Ödülü
Araçlar ve Hizmetler Kategorisinde Silver Stevie Ödülü
Deneysel ve Yenilikçi Kategorisinde Bronze Stevie Ödülü
CALIBRATION
LAB WAS ACCREDITED
n Having started its operations in 2014, TÜVTÜRK
Calibration Lab was accredited by TÜRKAK. After a
committee of academicians and experts audited the
firm on November 4-7, it was decided that TÜVTÜRK’s
quality management system and central lab calibration
66
İSTASYON
/pixelplus
/Pixelplus

Benzer belgeler