Tasarım Gazetesi Kasım sayısı için

Transkript

Tasarım Gazetesi Kasım sayısı için
MİLYONLARIN SOKAKLARA DÖKÜLDÜĞÜ, BAYRAKLARA SARILI BİR GECENİN
ARDINDAN... KAH ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA, KAH GÖZÜ YAŞLI KUTLANMIŞ BİR 90 YILI
BETİMLEMEK İÇİN KALEME SARILIYORUM. MÜMKÜNMÜŞ GİBİ... BU TARİHİN
NASIL TASARLANDIĞINI YAZMAK İSTİYORUM, BECEREBİLİRMİŞÇESİNE.
OLMUYOR... NE SÖYLESEM EKSİK KALIYOR. OKUYORUM BEN DE YAZMAK
YERİNE...
ATATÜRK’ÜN SEYYAR SERGİSİ KARADENİZ GEMİSİ’NİN TÜRK ÜRÜNLERİNİ NASIL
GEZDİRDİĞİNİ HATMEDİYORUM. “SUNUŞ TARZI ÇOK İYİDİR. HAZIRLAYICISINI
TAKDİR VE TEBRİK EDERİM” SÖZLERİNİ KAZIYORUM AKLIMA… BİR KEZ DAHA
ÖYKÜNÜYORUM O GEMİNİN YOLCULARINA, SANATÇILARINA, ZANAATKARLARINA.
İHAP HULUSİ’NİN ATATÜRK’ÜN İSTEĞİYLE TASARLADIĞI ALFABE KAPAĞINA
BAKIYORUM; BİRLİKTE RESMEDİLDİĞİ MANEVİ KIZI ÜLKÜ’YE LATİN HARFLERİNİ
ÖĞRETİŞİNİ İZLİYORUM UZUN UZUN, CANLI GİBİ, GÖRMEDEN ÖZLÜYORUM.
“BİZE ORİJİNAL BİR MODERN TÜRK MİMARLIĞI GEREKİR. İNANIYORUM Kİ,
YETİŞMEKTE OLAN GENÇ TÜRK MİMARLARI, BU HAKLI İSTEĞİMDE OLUMLU BİR
YARATICILIĞA ERİŞECEKLERDİR” DEDİĞİ GÜNLERE DÖNÜYORUM ZİHNİMDE…
İLK MESLEK ODASINI KURAN MİMAR KEMALEDDİN BEY’İN GAR BİNALARINI
GEZİYORUM, MİMAR VEDAT TEK’İN İKİNCİ MECLİS BINASINA, MİMAR ARİF
HİKMET KOYUNOĞLU’NUN ETNOĞRAFYA MÜZESİ’NE UĞRUYORUM.
“GÜZEL SANATLARDA BAŞARI, BÜTÜN DEVRİMLERİN BAŞARILDIĞININ EN KESİN
KANITIDIR. BUNDA BAŞARILI OLAMAYAN MİLLETLERE NE YAZIKTIR!” SÖZLERİNİ
KAZIYORUM ZİHNİMİN DERİNLERİNE, YILLAR İÇİNDE YIKILANLARIN, YAKILANLARIN
YANIBAŞINA. DİLİMİ ISIRIYORUM…
ATATÜRK’ÜN ŞAPKASINI, AYAKKABISINI, KOSTÜMLERİNİ TASARLAYANLARI
LİSTELİYORUM BİR BİR… ALTIN ÇİZME’Yİ, NURİ’Yİ MERAK EDİYORUM. YALNIZ
KENDİNE TİTİZLENMEDİĞİNİ, TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ’NİN ÜNİFORMALARINI
COCO CHANEL’E TASARLATMIŞ OLDUĞUNU ÖĞRENİYORUM. GÜLÜMSÜYORUM,
İSTER İSTEMEZ…
VİTRİN
TASARIMLARI
MODANIN
ALTIN ÇAĞLARI
GÖSTERGE
OLARAK
MİMARLIK
TASARIM
HAFTALARI
ÇÖP KÜLTÜRÜ
KASIM 2013
KENTSEL
AKUPUNKTUR
VE EN SON “İNSANLARIN HAYATINA, FAALİYETİNE EGEMEN OLAN KUVVET,
YARATMA, İCAT YETENEĞİDİR” SÖZÜNÜ NOT EDİYORUM, GURURLANIYORUM,
SANKİ BANA SÖYLENMIŞ GİBİ. “BENİ TÜRK HEKİMLERİNE EMANET EDİN”
SÖZLERİNİ HER OKUDUĞUMDA DOKTOR OLMADIĞIMA HAYIFLANDIĞIM
ATATÜRK’ÜN…. TÜRK TASARIMCILARI İÇİN DE BU CÜMLEYİ - YA DA BU ÖDEVİMİRAS BIRAKTIĞINI DÜŞÜNÜYORUM. SAHİP ÇIKMAYA SÖZ VERİYORUM.
Umut Kart
[email protected]
KALE TASARIM MERKEZİ’NİN AYLIK TASARIM GAZETESİDİR, PARA İLE SATILMAZ.
KALEBODUR
HER AÇIDAN
BEKLENMEYENİ
YA R AT I R .
C-Extreme
Çimento, traverten ve
ahşap doku görünümünü
buluşturan fullbody porselen.
Kalebodur’dan.
kale.com.tr
C Extreme RADIKAL EK 240x325.indd 1
16.08.2013 18:21
KASIM/2013
03
Gözde Severoğlu
[email protected]
TASARIMCININ BURSA KEŞFİ
Bir yılı aşkın süredir art’ı Mekan Dekorasyon ve Mimarlık Dergisi liderliğinde
kurgulanan Design City Bursa Yaratıcı Endüstriler Buluşması, şehir ve tasarım
dünyası için önemli bir etkinlik olarak hafızalarda yerini almayı başardı.
4-5 Ekim tarihlerinde Aloft Hotel ev
sahipliğinde gerçekleşen, art’ı Mekan
Dekorasyon ve Mimarlık Dergisi tarafından
organize edilen, Design City Bursa Yaratıcı
Endüstriler Buluşması’nın ilk gününde
tasarımcılar, şehir haritaları ile bir
geziye çıktılar. Belirledikleri rotayı karış
karış gezen her bir tasarımcıdan şehir
deneyimini en az 5 fotoğraf ile özetlemesi
istendi.
Kent müzeleri ve şehrin iletişim araçları ile
ilgilenen Eray Makal, Yeşil Camii’de An’ı
fotoğraflayan Derin Sarıyer, Koza Han ve
dolayısıyla Bursa ipeğine verdiği önemi
bir kez daha hatırlatan Gamze Saraçoğlu,
İnkaya’daki tarihi çınar, Karagöz Hacivat
Anıtı ve Kadınlar Hamamı gibi şehrin
bilinirliği yüksek tarihi yerlerini gezen ve
kendini de fotoğraflarına fiziksel olarak
dahil eden Mehmet Turgut şehri keşfedenler
arasındaydı. Bursa ve çevresindeki İznik
Çinileri’ni araştırmak üzere yollara düşen
ve şaşırtıcı perspektifler ile karşılaşan
Oya Akman, Kozahan’dan yola çıkıp Ünlü
Cadde, Irgandı Köprüsü ve ardından
Atatürk Caddesi’nde son bulan rotası
ile Erdem Akan rastlantısal yolculuğu
etkileyiciydi. Sit alanı olarak belirlenen
Cumalıkızık’tan başlayarak şehri, mimariyi,
insanı okumalarını akıcı ve çözüm odaklı
bir dilde aktaran Yılmaz Zenger, şehrin
markalaşması için gerekenleri objektif
bir şekilde paylaşan, şehrin tarih kokan
bölgelerinde günümüz teknolojilerinin
amatörce kullanılmasından dolayı gördüğü
zararları fotoğraflayan Adnan Serbest ve
ziyaret ettiği camileri, medreseleri eskiz
defterine çizen Kerem Erginoğlu, çektiği
fotoğrafları telefonundaki uygulama
aracılığıyla çizgi romana dönüştürdüğü
sunumu ile izleyicinin karşısındaydı.
Etkinliğin sonunda gerçekleşen partide DJ
kabininde de endüstriyel tasarımcı ve DJ,
olan Ezgi yer aldı. Katılımcıların görüşleri
şöyle oldu:
Eray Makal:
“Verimli bir etkinlikti. Şehrin dışından
gelen tasarımcıların şehre yeniden
bakıyor olması izleyiciler için heyecan
vericiydi. Bu, tasarım ile ilişkili Bursalılar
için yeni bir bakış açısı olabilir mi,
yeni bir sinerji çıkabilir mi sorusunu
canlandırdı. Tasarımcıların kendilerini
anlatmalarındansa kenti yaşamaları daha
önce deneyimlenmemişti. Birebir kentin
insan, tasarım ilişkisini göstermenin
markalaşmanın yüzeysel anlatılmasından
daha verimli bir yaklaşım olduğu kesin.
Daha iyiye gitmesi için bu bir adım,
tasarımcının tek başına şehri bir yere
getirmesi mümkün değil. Sivil toplum
kuruluşları ile bir sistem kurgusunun
yapılması gerektiğini düşünüyorum.”
Yılmaz Zenger:
“Bu etkinlik Bursa’ya yönelik bir etkinlikti.
Şehre katkısı, katılımcıların ne kadar
Bursa dışından olduğuna bağlı olarak
değişir. Bursa’ya nasıl baktığımız,
Dünya’ya nasıl baktığımızdan yola çıkarak
şekillendi. Böylece okumalarımız ortaya
çıktı. Mimari, kent, insan nasıl okunur;
olaylar, geçmişler, objeler nasıl okunur,
herkes kendinden anlattı. İzleyiciler
arasında çok genç insanlar vardı, bu
etkinlik bir okuma etkinliği oldu. Farklı
disiplinlerden gelen insanların söyledikleri
arasındaki benzerlikler ve farklılıklar
arasındaki faz farkı da çok önemli.
Disiplinlerin farklılaştırma potansiyeli
ve bizler için çizdiği pencereler nasıldır,
bizleri sorgulamaya yönlendirdi. Tüm bu
sorgulamalar görseller ile desteklendi,
ancak bana göre görsellerden daha çok
sözler önemliydi. Görseller izleyiciler
için tanıdıktı. Nesneler üzerindeki
okumalar, daha sonrasında aynı nesnelerle
karşılaşan izleyicilerin, okumaları
anımsayıp kendilerine bir eğitim süreci
yaratabileceklerini düşünüyorum.”
Adnan Serbest:
“Türkiye’nin özellikle markalaşma
konusunda bazı sorunları çözmesi
gerekiyor. Bu konuda, insanların gelişmesi
ve sorunları birlikte çözmesi adına bir araya
gelmeleri, örgütlenmeleri ve bu konu ile
ilgili problemleri ortadan kaldırmak için
çalışmaları gerekiyor. Bu etkinlik, bu bir
araya geliş için ilginç ve ciddi bir adım.
Belki küçük, ancak doğru bir adım.”
04
Gözde Tüfekçi
[email protected]
KALEBODUR ADI DESIGN INDEX 2013’E SEÇİLDİ
Türk seramik sektörünün lider markası Kaleseramik, ışığın farklı açılarıyla hayat bulan ve Kalebodur markası ile üretilen
“Light+” Seramik Karo Koleksiyonu ile, İtalya Endüstri Ürünleri Tasarımı Birliği’nin (ADI) her yıl en başarılı tasarımları
seçtiği “ADI Design Index 2013” seçkisine alındı.
İtalya Endüstriyel Tasarım Birliği - The
Italian Association for Industrial Design
(ADI)‘nin değerlendirme kriterleri arasında
bulunan, üretimde mükemmelliyetçilik ve
ayırt edici tasarım özelliklerini karşılaması
ile bu seneki seçkide yer almaya hak
kazanan Isao Hosoe tasarımı Light+
koleksiyonu, seramik ve yapı ürünleri
grubu dışında birçok alandan başarılı
ürünlerin aday gösterildiği, İtalya’nın en
prestijli tasarım seçkilerinden biri olan
organizasyonda, 853 adayın arasından
seçilerek 170 ürünün arasına girmeyi
başardı.
yanısıması olan seri, yalın duruşunun
içinde bir hikaye barındırarak uygulandığı
duvarda üçüncü bir boyut kazandırmayı
hedeflemiş. Çok ince ve şekil alabilen
bir tabaka olan kağıt davranışının, rijit
ve bir o kadar dayanıklı karo ürününe
yansıması olarak şekil alan seri, sade,
yalın ve bir o kadar da etkileyici. Sekiz
farklı renk seçeneği ile sunulan karo
serisi, bir kağıdın katlanışındaki ışık ve
gölge oyunlarını ürüne taşıyarak, banyo
mekanlarında farklı renk kullanımlarını da
öneriyor.
“Light+” Triennale di Milano’da
Işık ve gölgenin birbiri ile olan
ilişkisinden ilham alan koleksiyon,
sanatsal ve matematiksel teorilerden
esinlenilerek, banyo alanlarına farklı bir
yorum getirme hedefiyle ortaya çıkıyor.
Japon bakış açısı ile İtalyan tasarımının
birleşiminden doğan koleksiyon ve kağıt
katlama sanatı origaminin banyolardaki
ADI Index kapsamında her yıl, seçkiye
giren ürünlerin yer aldığı bir sergi de
ziyaretçilerin ilgisine sunuluyor.
Organizasyon kapsamında kentin önemli
modern sanat ve tasarım müzesi olan
Triennale di Milano’da bu sene 2 Ekim-3
Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilen
serginin açılış gecesinde, ADI Konferansı
da yer aldı. Ziyaretçilerin beğenisine
sunulan Light+ koleksiyonunun yanısıra,
İtalyan tasarım bakışaçısıyla ortaya
konmuş, birçok büyük markanın ürünleri
de ziyarete açıldı.
Çanakkale Seramik, Kalebodur ve
Kale markalarıyla banyolar ve yaşam
alanlarında farklı ve konforlu mekanlar
yaratan Kaleseramik, Isao Hosoe Design
ile yaptığı işbirliğinden doğan proje ile,
Türk firmasının İtalyan bir tasarım ofisiyle
işbirliğinden doğan başarısını da bir kez
daha tescillemiş oldu.
İtalyan tasarımcı ve tasarım ofislerine ait
ürünlerin arşivlenmesine yönelik olarak
gerçekleştirilen ADI Design Index’te yer alan
diğer sektör firmaları arasında ise, Ceramica
Sant’Agostino, Ceramiche Refin, 3D Surface
ve XILO1934 markaları bulunuyor.
Müge Yorgancı
[email protected]
DÜNYA ŞEHİRCİLİK GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN
Her yıl 8 Kasım’da kutlanan Dünya Şehircilik Günü bir kez daha şehir ve tasarım kelimelerini yan yana koyup
düşünmemize neden olacak. Doğrusu ‘şehir’ kavramı hiç bu kadar anlamlı olmamıştı!
Demokrasi arayışındaki bir toplum olarak
şehirde kendini ifade edebilme, şehirde
var olabilme, yaşadığımız yer ile ilgili
söz hakkımızı kullanabilme haklarımızı
hatırlamaya başladığımız günlerde eski
bir Alman atasözünü anımsadık: “Şehrin
havası özgür kılar”.
Dünya nüfusunun yarısından fazlasına
ev sahipliği yapan yoğun şehir alanları
aynı zamanda yaratıcılığın ve üretkenliğin
yüksek olduğu yerler. Tasarımın doğadan
ilham aldığını kabul edersek, şehrin
de iyi tasarım için yaratıcılık ortamını
sağladığı söylenebilir. Bu ortam yalnızca
farklılıkların yan yana gelerek oluşturduğu
ahengin değil, eşitsizliklerden
oluşan adeletsizliğin tasarım yolu ile
aşılabileceği gerçeğinden doğuyor.
İyi tasarlanmış bir kentin, yaşayanlara
sunacağı en önemli özellik adalet dersek
yanılmış olmayız. Kamusal alanda var
olmak, kentin sunduğu olanaklardan eşit
bir şekilde faydalanmak için kentin ve
sağladığı olanaklar iyi tasarlanmış olması
bir gereklilik.
Her yıl 8 Kasım Dünya Şehircilik Günü
etkinlikleri kapsamında düzenlenen Dünya
Şehircilik Günü Kolokyumu’nun 37.si,
6-7-8 Kasım 2013 tarihlerinde İzmir’de,
Dokuz Eylül Üniversitesi ev sahipliğinde
gerçekleştirilecek. Bu yıl Kolokyum’un en
önemli amaçlarından birisi, gözlemlenen
yeniden yapılanma süreçlerinin kentin
yönetimi ve planlanmasındaki etkilerini
ve sonuçlarını değerlendirebilmek için
belirtilen soruları yanıtlayabilecek
örnekler üzerinden tartışma platformları
oluşturmak.
Ayrıntılı bilgi için http://www.sehircilik.
org/ adresini ziyaret edebilirsiniz.
KASIM/2013
05
Serap Alp Demirel
[email protected]
MERCEDES-BENZ
FASHION WEEK ISTANBUL’U İLE
Dünyanın sayılı moda şehirleri arasına girmek için çaba gösteren İstanbul, bir adım
daha attı. Mercedes-Benz Fashion Week, toplam 40 tasarımcının çalışmalarını ağırladı.
Erdoğan, Zeynep Tosun, Zeynep Mayruk ve
Mercedes Benz Presents Zeynep Tosun.
İstanbul, dünya moda şehirlerinden biri
olabilmek için bir sınav daha verdi. İki
sezondur güçlü sponsorluk alan Moda
Haftası’nın organizasyonu her geçen yıl daha
da güçleniyor. Organizasyon güçleniyor
güçlenmesine... Ancak organizasyonun PR’ı,
organizasyonu takip eden satın almacı ve
defileleri izleyen profil açısından bir değişim
olmuyor. Gerçi geçen sezon bir yayın grubuna
verilen yayın sponsorluğu krizi bu yıl aşıldı.
Geçtiğimiz iki sezondur boykot eden dergi
grupları da moda haftasına katıldılar.
Podyumun ön sıraları yine ajanslar tarafından
doğru yönetilemedi. Olması gereken
uluslararası ve yerli satın almacılar, geleneksel
ve dijital basın ön sıralarda değildi. Maalesef
satın almacıların dikkatlerini çekebilen bir
organizasyon yapılamadığını söyleyebiliriz.
MBFWİ’ye 40 tasarımcı katıldı: ADL Cengiz
Abazoğlu, Argande, Arzu Kaprol Private
Viewing, Asu Aksu, Ayhan Yetgin, Ayşe Deniz
Yeğin, Beste Gürel, Burçe Bekrek, Çiğdem
Akın, DB Berdan, Ece Gözen, Emre Erdemoğlu,
Gizia, Günseli Türkay, Hakan Akkaya, İstanbul
Fashion Akademi (İMA), Janucha by Jale
Hürdoğan, Kaf’tan by Elaidi, Kith&Kin, Lady
Faith Designed by Nazlı Soylu, Les Benjamins,
Lug Von Siga, Made İn Love, Maybelline New
York By DB Deniz Berdan, Merve Bayındır, Nej,
Nian, Nil Kandemir, Niyazi Erdoğan, Odrella,
Özgür Masur, Özlem Erkan, Özlem Kaya, Red
Beard By Tanju Babacan, Şafak Tokur, Selma
State, Serdar Uzuntaş, Songül Cabacı, Tuba
Ergin, Tuvanam, Raisa Vannesa Sason, Zeynep
Tasarımcılar koleksiyonlarını defile ya da
“studio” olarak sergilediler. Geçen sezon
Studio yapan Deniz Berdan, Tuba Ergin ve
Ece Gözen bu yıl koleksiyonlarını defileyle
tanıttılar. MBFWİ kapsamında ilk defilesini
sunan Tuba Ergin’e görüşlerini sorduk:
“Mart ayında Studio sunumu yapmış
olduğum MBIFW kapsamında bu sezon
“Earth Unknown” adını vermiş olduğum ilk
defilemi gerçekleştirdim. Ana sponsorumuz
Desa ile başlamış olduğumuz ‘’Tuba Ergin
for Desa” işbirliği ‘ altında 5 parçalık deri ve
deri kombinli ürünlerden oluşmuş kapsül
koleksiyonu da sergilediğim defilemin
geneline çok ince ve işlenmiş deriler, organze
ve keten gibi kontrast materyaller, deneysel
formalarla yorumlanan modeller, lazer
kesimler ve elişçiliğiyle zenginleştirilmiş
detaylar hakimdi. Geriye dönüştürülmüş
kamyon lastikleri gibi endüstriyel atıkları ipek
organzelerle birleştirdiğim koleksiyonum
farklı olmayı seven genç ve güçlü hisseden
kadınlara hitap ediyor. Gerçekleştirdiğim ilk
defilem ile hem basın hem de sektörden tam
not aldık. Organizasyon için seçilen mekan
Kuruçeşme Arena, herkesi İstanbul boğazının
güzel manzarası eşliğinde birbirinden kreatif
birçok koleksiyon ile buluşturarak moda
haftasına ayrı bir keyif kattı. Organizasyonel
aksaklıkların çok daha azaldığı, hazırlanmış
koleksiyonların daha nitelikli olduğu genel
anlamda daha profesyonelce ele alınmış
bir etkinlik olduğunu düşünüyorum. Basın
ve ünlülerin yoğun ilgisi olmasına rağmen,
sektörel katılımın yeterli olmayışı üzücüydü.
Türk ve uluslararası satın almacıların daha
yoğun katılımı kesinlikle sağlanmalı ve
tasarımcılara somut dönüşlerinin arttırılması
gerektiğini düşünüyorum. “
MBFWİ’ye 3.kez katılan Songül Cabacı’nın
görüşleri ise şöyleydi: “Bu yıl bir kez daha
moda haftasını atlattık. Her şey oldukça keyifli
ve gerçekten profesyoneldi. Her sene gelişerek
devam eden moda haftamız bu sezon dingin
ortamı ve sadece yaptığımız işe odaklı
halimiz ile olması gerektiği gibi geçti. Mutlaka
düzelmesi gereken detaylar çok irdelersek
çıkabilir. Fakat tüm emekleri için İMG ekibinin
ve bizlerden desteğini eksik etmeyen herkesin
hakkını yemiş oluruz. Hepsine sonsuz
teşekkürler. Her sezon daha profesyonel ve
güzel geçmesi dileğiyle...”
06
Yasemin Şener
[email protected]
MIMARLAR ARKIMEET’TE TOPLANDI
7-8 Ekim tarihlerinde Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen Arkimeet bu yıl
mimarlık dünyasının duayenlerini “Mimarlar İstanbul’da Buluşuyor” sloganıyla
bir araya getirdi.
Arkitera tarafından düzenlenen ve her
yıl mimarların buluştuğu Tükiye’deki
en büyük platform olarak hayata
geçirilen Arkimeet, bu kez 7-8 Ekim
tarihlerinde Haliç Kongre Merkezi’nde
kapılarını açtı. Mimarlık dünyasının
uluslararası isimlerinin de konuşmacı
olarak davet edildiği etkinlikte, Türkiye
gündemindeki önemli konular ve projeler
yapılan konferans ve oturumlarla ele
alındı. Etkinlik kapsamında düzenlenen
ödül programlarıyla fiziksel çevrenin
niteliğinin iyileştirilmesine katkı sağlayan
kişi ve kurumlar da onurlandırıldı.
Arkimeet 2013’ün “Mimarlar İstanbul’da
Buluşuyor” konferans serisinde yer
alan en ilgi çekici iki isim, Josep Luis
Mateo ve Manuelle Gautrand’dı. ETH
Zürih’te mimarlık kürsüsünde profesör ve
MateArquitectura’nın kurucusu olan Josep
Llois Mateo konuşmasında doğa, kent ve
mimarlık olgularının kendi mimari üretimi
üzerindeki etkilerinden söz ederken;
Manuelle Gautrand ise yenilikçi mimari
konusunda yaptıkları işlerden örnekler
sergiledi. Kentlerin geleceği ve yaratıcı bir
şekilde yeniden keşfi için uluslararası bir
otorite olan Charles Landry, Arkimeet’in
özel konuklarından bir diğeriydi.
Sürdürülebilir Tasarımlar Konferansı ise
Duygu Erten’in moderatörlüğünde, Selçuk
Avcı, Engin Ayaz ve Chip DeGrace’nin
katılımıyla gerçekleşti. “İngiltere’nin En İyi
50 Genç Mimarlık Ofisi Rehberi”nde yer
alan Avcı Mimarlık’ın kurucusu Selçuk Avcı,
sürdürülebilirlik kavramının geçmişten
bugüne hikâyesini anlatırken mimarların
ve mühendislerin karbon salınımının
%40’ından sorumlu olduklarını ve modern
mimarinin yanlış tasarımlarla çok farklı
boyutlara ulaştığını söyledi.
Arkimeet izleyicilerinin en çok ilgi
gösterdiği etkinliklerden biri olan Pecha
Kucha Night, Yaşar Adanalı, Ali Taptık,
Ertuğ Uçar, Koray Çalışkan, Ömer Selçuk
Baz ve Arman Akdoğan’ın sunumlarıyla
gerçekleşti. Pecha Kucha oturumunun
kapanış konuşmasını ise İstanbul
milletvekili, gazeteci-yazar Şafak Pavey
yaptı. “İstanbul’un bir çiviye bile dermanı
kalmadı” diyen Pavey, İstanbul’a yapılan
tüm müdahaleleri ağır yaralı birinin
defalarca bıçaklanmasına benzetti.
Arkimeet’in ikinci ve son gününe
ise, son yılların en çok ses getiren
projelerinden Zorlu Center damgasını
vurdu. Katılımcılar, Arkimeet kapsamında
gelenekselleşmesi hedeflenen
oturumlardan biri olan ‘Zaman Tüneli’nde
mercek altına alınan Zorlu Center
projesini, mimarı Emre Arolat’tan
dinleme fırsatı buldu.
“Bir projenin, özellikle de süreklilik
taşıyacak bir etkinlik projesinin ilkini
yapmak -yapmayanların bilemeyeceği
kadar- zor bir iş. Aynı anda dikkat
edilmesi gereken çok sayıda kriter var,
kurguladığınız strateji bir anda çökebiliyor.
Bu zor durum içinden de bakacak olursak
kesinlikle Arkimeet’in oldukça başarılı
geçtiğini düşünüyorum” diyen Arkitera
Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Yılmaz,
etkinlikte en fazla ilginin Arkimeet Zaman
Tüneli’ne gösterildiğini söyleyerek, bunun
nedenlerini şu şekilde açıkladı: “Zaman
Tüneli projesi zaten ilginç; inceleyeceğimiz
yapılar zaten her zaman büyük ölçekli
yatırım projeleri olacak. Bunun üzerine
açılışı tam da bugünlerde yapılan ve
gündemde oldukça önemli yer bulan Zorlu
Center projesinin bu yılki yapı olması
sanıyorum ilgiyi yüksek tuttu.”
Arkitera Ödülleri
Arkitera tarafından Türkiye’deki mimarlık
ortamını teşvik etmek amacıyla verilen
Arkitera İşveren Ödülü, Genç Mimar Ödülü
ve RAF Yapı Malzemesi Ödülü Arkimeet
kapsamında düzenlenen bir törenle
sahiplerini buldu.
İTÜ Mardint ve PAB Mimarlık tarafından
tasarlan Namık Kemal Üniversitesi Ortak
Derslikler ve Merkezi Laboratuvarlar
Binası Projesi kamu dalında Arkitera
İşveren Ödülü’nü alan ilk üniversite
yapısı oldu. ArkiParc Gayrımenkul Ödülü
Tekfen Bomonti Apartmanı projesi ile DB
Mimarlık’a verilirken, Seçici Kurul Teşvik
ödülleri ise 2P Evleri ile Bürgehan ve Burçin
Postalcıoğlu’na ve İglo Mimarlık tasarımı
Logipark Lojistik Tesisleri ile Access
Turkey Capital Group’a verildi. Arkitera
Genç Mimar Ödülü’ne ise bu sene ulusal ve
uluslararası başarılara sahip bir mimar olan
Arman Akdoğan layık görüldü.
KASIM/2013
07
Bahar Türkay
[email protected]
KENT-KARAKTER-BELLEK-KİMLİK
21. yüzyılda kentleri tehdit eden küresel dinamiklere bağlı olarak İstanbul’un içinde
bulunduğu değişimle birlikte, kimliğe ait yerel, özgün izlerin başkalaşma ihtimaliyle
karşı karşıyayız.
Kentlerin görsel kimlik sorunsalı yaygın
olarak pazarlanan ‘marka kent’/‘kent
markası’ bağlamında tartışılıyor gibi
görünse de, kentte yaşayan herkesin
farklı şekillerde yüzleştiği bir konu.
Kentler toplumsal yaşantının izlerini
barındırıyorlar ki bu, beraberinde ortak bir
bellek ve bu belleğin devamında bir kimlik
oluşması süreci. Kentin görsel kimliği
ve bunu yansıtan tüm grafik tasarım
unsurlarıysa bunun yansıması.
Kentsel dönüşüm sürecini fotoğraflarıyla
belgeleyen isimlerden Kerem Uzel, kentin
yeniden tasarlanmasında aslolanın
özne değil, ekonomi olduğu İstanbul’da
şimdiki estetik anlayışı siluetinde yeni
yer edinmeye başlayan inşaatlarla
tanımlanıyor, dolayısıyla şehir sakinleri
için kentin görsel kimliğinin çok farkedilir
olmadığı görüşünde.
İstanbul çok hızlı bir değişim, yaygın
ifadeyle ‘dönüşüm’ sürecinde. 3. köprü
ve havalimanı, yeni meydanlar, yıkılan
binalar, dikilen kuleler derken çok fazla
şey olup bitiyor. Bu başdöndürücü hızın,
kentin kimliğiyle ilgili öncelikle kentte
yaşayanlar olarak bize dokunduğu haliyle
ne söylediğini dinlemeyi akıl ettiğimizde
geç olabilir.
Görsel kimlik kişinin algısında ortak bir
ruh ve aidiyet oluşturan, başlı başına bir
kimlik yaratmasa da varolan değerleri,
kimliği görünür kılan bir uzmanlık.
Türkiye’de grafik tasarım dendiğinde
ilk akla gelen tasarımcılardan olan,
ağırlıklı olarak kültür ve sanat alanında
çalışmalarını yürüten ve halen MSGSÜ
Grafik Tasarım Bölümü’nde öğretim üyesi
olan Bülent Erkmen yıllar önce yazdığı
‘Şehir Kimliği Üzerine Bazı Düşünceler’
yazısında şehirlerin insanlar gibi, o
şehri o şehir yapan bir karakteri, bir
kimliği olduğunu belirtiyor. Tek başına
bir tabela veya tasarlanmış bir otobüs
durağının kimlik olmadığını, kimliğin
bütünsel bir karakter olduğunu vurgulayan
Erkmen, şehir için yapılacak her şeyin
o şehrin kimliğine uygun tasarlanması
gerekliliğinden söz ediyor. Ulaşım
araçlarından yönlendirme işaretlerine
kadar tüm bu unsurların o şehre ait
olması için sadece orada yer almaları
yeterli değil. Şehir üzerine tasarlanacak
işler için önce belirgin bir şehir kimliğine
ihtiyaç var ve burada asıl olan, göze hoş
gelmese de şehrin kişiliğini belirleyecek
güçte bazı özelliklerden kaçınılması
değil, aksine üzerine gidilmesi.
Erkmen’in verdiği örnekte olduğu gibi;
İtalyan rehber Napoli sokaklarında
gezdirdiği turistlere balkonlardan
sarkan çamaşırları göstererek, ‘Bunlar
Napoli’nin bayraklarıdır’ der. İstanbul’daki
dönüşüm faaliyetleriyse bunun tersi
bir temizleme/düzenleme eğilimini
çağrıştırıyor. Bunda belki de kimlik,
tasarım gibi kelimeleri kullanırken esas
olarak ‘bir karakter kazandırmayı’ değil o
şeyi ‘güzelleştirmeyi’ anlıyor olmamızın
tehlikeli etkisi var.
Bu konular üzerine düşünürken akla gelen
çalışmalardan biri, 2005’te Bülent Erkmen
ve Aykut Köksal tarafından tasarlanan
ve İstanbul’un tamamında uygulanan
kırmızı sokak tabelaları. Büyükşehir
Belediyesi’nin talebiyle başlatılan projede
kentin bilgi veren bu öğelerinin kente
özgü olması hedeflenmişti. Erkmen, kent
kimliğini bir tür ‘evinde hissetme hali’
olarak tanımlıyor ve bu bağlamda bu
tabelaları ‘küçük aidiyet işaretleri’ olarak
birleştirici bulduğunu ifade ediyor.
1997-2007 yılları arasında BEK tasarım
ofisinde çalışmış, şu anda i-am Associates
İstanbul’un kreatif direktörü olan,
bahsi geçen projede yer alan ve bu
kapsamda ‘Kent’ isimli yazı karakterini
de tasarlayan Yetkin Başarır’a göre esas
tasarım problemi o dönemde şehirde belli
standardı olmayan tabalalar olmasıydı.
Dolayısıyla fonksiyonel ihtiyaçların
doğurduğu bir iş. Tasarladığı yazı
karakteri için ise öznel olarak kendisiyle
İstanbul arasındaki izlerden yola çıkan
Başarır’a göre proje iyi çalışan, doğru
bir iş ve sonunda kentin kimliğinin doğal
bir parçası haline geldi. Ancak Başarır,
kent kimliği meselesinin arkasında,
nicelikler üzerinden tanımlanmaya
çalışılmış günlük ihtiyaçlar yerine,
geçmişle gelecek arasında bağ kuran bir
vizyon, nitelikten vazgeçmeyen bir kent
bilinci taşıması gerektiği görüşünde.
Yapılan yanlışlar düzeltilmeli, diğer
taraftan öncelikle varlığıyla kent belleğine
kazınmış bir takım şeylerin yaşatılması
gerekiyor; kendisinin ifadesiyle ‘dolan
bir kül tablasını garsonun 3 dakikada bir
boşaltması başka birşey, o mekanda 100
senedir aynı kültablasının kullanılıyor
olması başka birşey’. Bu açıdan, bellek
oluşturmak, onu korumak bir kimlik
yaratmanın ön koşulu olarak önümüzde
duruyor ve Başarır’ın ilettiği gibi, önce
kente insanların sahip çıkmasını sağlamak
gerekiyor ki kent kimliğinden bahsetmeye
başlayabilelim ve daha sonra da onun
üzerine tasarımlar yapalım.
Not: Tüm bunları yazarken İstanbul’un
eski valilerinden Lütfi Kırdar’ın isminin
Harbiye’deki sokak tabelasında ve metro
istasyonunun içindeki yönlendirmelerde
yanlış yazdığını (Lütfü Kırdar olarak)
görmek, üzülmek… Not etmek!
08
Onur Mengi
[email protected]
SİZ NASIL
HAYAL EDERDİNİZ?
Mimarlık ve şehircilik dünyasına ilham vermek üzere düzenlenen The City of Dreams
Pavilion yarışmasının 2013 birincisi heyecan yarattı. “Bakalım bu sene de 53.780 adet
plastik şişeden yapılmış bir yapı gelecek mi?” sorusu akıllardaydı.
American Institute of Architects New York
Chapter (AIANY) ve The Structural Engineers
Association of New York (SEAoNY) tarafından
bu sene 4.sü düzenlenen Rüyaların Şehri (The
City of Dreams) Yapı Yarışması’nın finalistleri
belli oldu. Önümüzdeki yaz sezonunda New
York Governors Island’da uygulanacak birinci
proje ise 31 Ekim günü açıklanıyor. Standart
kalıcı şehircilik yarışmalarının aksine, The City
of Dreams Pavilion, geçici kullanımlar için
sürdürülebilir ve etkin tasarım çözümlerinin
arandığı bir yarışma. Rüya gibi çekici, belki
de hiç olamayacak kadar ütopik bir kent
mekanının hayali. Bu yarışmadaki en önemli
kriter, katılımcılarının öncelikle kullandıkları
malzemelerin sürdürülebilir kullanım
koşullarını, çevreye olan uyumlarını ve nasıl en
zararsız uygulanabileceklerini içeren süreçleri
gözetiyor olmaları. Öneri yapı malzemelerinin
ise artık kendi bağlamlarındaki kullanım
ömürlerini tamamlamış, atık ya da eski
malzemeler olması bekleniyor.
2010 yılında ilki düzenlenen yarışmada
Ann Ha, Assoc. AIA tarafından tasarlanan
“Living Pavilion”u, 2011’de Bittertang’nın
“Burble Bup”ı ve 2012’de ise uygulaması bu
Eylül ayında yapılan “Head in the Clouds”
isimli tasarımlar birincilik aldı. Projelere
baktığımızda, 2010’daki Living Pavilion,
form, strüktür, ışık ve yaşamın sentezi olarak
tasarlanmıştı. Yüzeyler yarı geçirgen yeşil
öğeler ve bitkiler ile iklimlendirme sağlayacak
şekilde düşünülmüştü. Living Pavilion,
ekosistemdeki çeşitliliğin devam ettiği ancak
daha yeşil bir kentin hayali olarak tasarlanmıştı.
Temsilinde, yeşil duvar ve yeşil çatılar
aracılığıyla, akşam saatlerinde yapılı çevrelerde
görülen ısınmanın etkisinin azaltılabileceği
düşünülmüştü. Doğaya dönen, teknolojinin bize
kazandırdıklarını kullanmadan aksine onun yol
açtıklarına savaşır nitelikteydi Living Pavilion.
Modüler tasarımı sayesinde bu yeşillerin, postuse sürecinde kent içindeki konut ve kamusal
yaşam alanlarına dağıtılabileceği planlanmıştı.
2011’deki Burble Bup ise, oturma,
uzanma, yatma gibi eylemlerin rahatça
gerçekleştirilebileceği bir iç mekan sunuyordu.
Farklı ölçeklerdeki iç alt mekanlar, tırmanma,
zıplama gibi çocuk oyunlarına da imkan
sağlıyordu. Dışarıdan bakıldığında ise göz
alıcı, amorf sakız balonlarını anımsatıyordu.
Bu kocaman yapıyı oluşturan öğelerin, ışığın
açısına göre renk değiştirerek daha keyifli bir
mekan sağlayabildiğini düşünürseniz, aslında
konforlu, eğlenceli ve renkli bir kentin hayali
olduğunu kolayca söyleyebilirdiniz. Ağırlıklı
olarak renkli şişme balonlardan oluşan,
parçalara ayrılabilir strüktürün, “post-use”
sürecinde New York kentindeki havuzlarda
şişme can simidi ve yüzme öğeleri olarak
kullanılması planlanmıştı.
Geçtiğimiz haftalarda Governors Island’da
kurulan, 2012’nin birinci gelen projesi Head
in the Clouds ile medyada ses getiren bu
yarışmanın bilinirliği daha da pekişmiş oldu.
Tasarımcılar Jason Klimoski ve Lesley Chang
bu tasarımda, kentlerdeki karbon ayak izini
düşürmeyi hedeflemişti. Yapı da kullanılan
tüm malzemeler geri dönüştürülebilir türde
seçilmişti. Şehirden topladıkları 53.780 adet
plastik şişe ve süt kutularından inşa ettikleri
rüya yapı strüktüründe 120 adet yastıktan
oluşuyordu. Bulutların üzerinde kurulmuş bir
kent ortamı sunan tasarımda, bu yastıkların
biraraya gelişinden oluşan hayvan, insan ve
şehir formları ortaya çıkıyordu. Bu fantastik
strüktür, içinde bulundurduğu formlar ve şeffaf
yapısı ile gökyüzüne bir bakışı temsil ediyordu.
Bu senenin final projeleri de öncekiler
kadar iddialı; Polonyalı IKAR tasarım ekibi
tarafından önerilen “ArtCloud” yapısı,
geleceğin şehirlerinin, kültür ve teknolojinin
melez bir karması olacağının vurgusunu
yapıyor. Çoğunlukla Amerikan Mimarisi’nde
karşılaştığımız ‘siding’ malzemeleri toplayarak
yeniden değerlendiriyor. Modüler olarak
tasarlanması, ziyaretçileri kendi mekanlarını
oluşturmalarına ve kişiselleştirmelerine
imkan sağlıyor. Prefabrik olması sebebiyle
kurulum aşamasında zaman ve enerji kaybı
engelleniyor.
Brooklyn New York’dan
Manifold
ArchitectureStudio’nun “Dream Catcher”ı da
finalistler arasında. Basit, dairesel ve hafif
bir strüktür önerisini hareketli balonlar ile
tamamlayan tasarım, eğlenceli bir mekan
deneyimi sunmayı hedefliyor. Peki neden
balon? Bu finalistin tek iddiası, onları hareketi
ile rüyaların bir temsilini mekana yansıtmak.
Bir diğeri, yine New York’tan CDR Studio’nun
projesi Governor’s Cup. Geri dönüştürülmüş
plastik bardakların kullanıldığı üst örtüsü ile
yarı gölge mekanların önerildiği yapı, aynı
zamanda dışarıdaki esintinin iç mekanda
yankılanmasına fırsat veriyor. Bir başka
New Yorklu ise STUDIO V Architecture’ın
tasarımı MÖBI Water Tower Pavilion. New
York’un ikonik Möbius’unun ikonik yapısal
özelliklerinden ilham alan proje, eski su
tanklarından çıkan malzemeler ile tasarlanmış.
Prefabrik ve ekolojik bir yapım süreci öneren
proje, post-use aşamasında birbirinden farklı
kamusal kullanımlara da ayrılabileceği iddiası
ile tasarlanmış. Son finalist ise yine bir lokal;
Afoam tasarım grubundan Urban Accordion.
Bu yapının tasarımında özelleştirmeye ve
azalan kamusal alan kullanımlarına vurgu
var. Birbiri ile yarışan özel ve kamusal
kullanımların farklı formlar ile birbirinden
ayrıldığı ve bu kullanımların aynı anda
gerçekleşebildiği, kimsenin birbiri üzerinde
hakimiyet kurmadığı bir kent yaşamının hayali.
Bu birbirinden iddialı yapılardan bakalım
hangisi bize o hayal ettiğiniz kentlerin, “acaba
bir gün ulaşabilir miyiz” dediğimiz mekanların
en iyi örneğini sunacak, bundan sonra hangisi
gerçekten rüya gibi bir kent ya da yapı
tasarımına ilham verecek bekleyip, göreceğiz.
KASIM/2013
09
Esra Bici Nasır
[email protected]
ESKI OYUNLARA
YENI ADETLER
Çocukluğumuzun oyunları nelerdi? Adam asmaca? Monopoly? Sessiz sinema?
Neredeyse ekipmansız oynanan bu oyunların, içerdikleri zengin ‘oynama’ deneyimi,
gelişen oyuncak endüstrisiyle birlikte, tasarımcılara da keyifli bir mecra yaratıyor.
ünite de dijital açık arttırma aparatları. Başka
bir versiyonunda ise elektronik bir yapay zeka
ünitesi oyunun ortasına yerleştiriliyor ve bu
ünite oyunculara sesli komutlar vererek oyunu
oynatıyor. Fantastik kurgu versiyonlarının
da türetildiği bu oyunu Yıldız Savaşları ya da
Yüzüklerin Efendisi kurgusunda oynamak,
otel işletmek ve arsa almak yerine galaksiyi
işgal etmek mümkün. Ya da Tokyo, New York
veya Türkiye versiyonlarında lokal deneyimler
yaşanabiliyor.
2015 yılında 100 milyar dolarlık bir hacme
ulaşacağı tahmin edilen oyuncak ve oyun
endüstrisinin gelişimi çocukluğumuza ait
sokak oyunları, kağıt kalem oyunları ve
hatta kutu oyunlarınıın değişimi ve yeni
tasarımlarını gündeme getirdi. Yılların el
yakmaca oyunu artik dijital yüzüklerle, ‘sessiz
sinema’ dijital zaman ölçerlerle, ‘adam
asmaca’, ışıklı yazı tahtalarında oynanıyor.
Kağıt kalemle oynanan Amiral Battı ise,
gerçek savaş gemisi modelleriyle bambaşka
bir deneyim yaşatıyor. Üstelik bu deneyime
oyundan alınan referanslarla yapılmış
Battleship filmi de eşlik ediyor.
Oyuncuların kağıt kalemle 10x10’luk bir
koordinat sistemine gemilerini çizerek
dizmesi ve birbirlerinin donanmasını
tahminlerle batırmaya çalıştığı Amiral Battı,
Hakan Diniz tarafından yeniden tasarlanarak
Hasbro tarafından piyasaya sürüldü. Artık
kağıt kalem yerine zırhlı bir laptopu andıran
iki oyun birimi ile oynanan oyunda, oyuncular
uzaylı veya insan taraflardan birini seçiyor.
Oyuncunun donanmasını koordinat sistemine
dizmesi, gerçek savaş gemilerinin ölçekli
modellerini, diğer oyuncunun gemilerinin
yerleriyle ilgili tahmin geliştirmesi ise plastik
top mermileri gride dizmesiyle fiziksel
olarak gerçekleşiyor. Oyunun yaşattığı üç
boyutlu deneyim, çeşitli versiyonlarıyla daha
da zenginleşiyor. Galaksi versiyonunda,
gelecekte insanlık için uzayda altıgen
koordinat sistemleriyle savaşmak mümkün.
Elektronik Amiral Battı ve ipad üzerinde
gerçek gemilerle oynanan dijital versiyonlar
da farklı deneyimler sunuyor.
Kağıt ve kalemle oynanan oyunlardan biri
olan Adam Asmaca’nın oynanma şekli de yine
karşılıklı tahminlere dayanır. Oyunculardan
birinin belirlediği bir kelimeyi, diğer oyuncu
harf tahminleri yaparak bulmaya çalışır.
Yanlış tahmin edilen her harf asılan bir
adam figürünün bir parçasını oluşturur ve
belli sayıda yanlış tahmin sonucu oyuncu
‘asılmış’ olur. Hakan Diniz ve firması Studio
HDD , oyunu yeni ekipmanlar düşünerek
ve işin içine çizimi de katarak yeniden
tasarlamış. Oyunun temel ekipmanları dijital,
aydınlatmalı bir çizim yüzeyi ve bu yüzeye
yazabilen bir kalem. Adam asma metaforu
karanlık bir imge olarak değerlendirildiği için
kullanılmıyor. Oyuncu önceden hazırlanmış
kartlardaki kelimeleri ışıklı ve çift taraftan
görünen bir ekrana çizerek diğer oyuncuya
belirli bir zamanda anlatmaya çalışıyor.
Popüler bir dijital oyun uygulaması olarak da
farklı versiyonları türetilmiş.
Yeniden tasarlanmış masaüstü oyunlara
da Monopoly örnek verilebilir. Oyuncuların
emlak ticareti yaparak, oteller ve evler
kurarak kira toplamaya ve nihayetinde zengin
olarak oyunu kazanmaya calıştığı bu oyunun
modern versiyonunda yeni tasarımlara
gidilmiş. Kağıt para yavaş yavaş yerini kredi
kartına bırakmış. Oyuna eklenen bir başka
En keyifli topluluk oyunlarından biri olan
Sessiz Sinema da güncel oyun sektöründe
yeniden tasarlanmış oyunlardan biri. Orijinal
halinde hiçbir ekipman kullanılmadan
oynanan bu oyun, bir oyuncu grubu
tarafından belirlenen bir filmin diğer
oyuncu grubunun anlatıcısına bildirilmesi
ve anlatıcının kendi grubuna sadece
hareket, mimik ve jestlerle söz konusu
filmi anlatmasıyla ilerler. Charades adı
ile yeniden tasarlanan bu oyuna eklenen
temel ekipman sinema denince en başta
akla gelen ikon objelerden biri olan klaket.
Önceden hazırlanmış film kartları, bir klakete
yerleştirilerek oyun oynanıyor. Oyuncu belirli
bir sürede filmin adini tahmin edemezse kart
klakette yer alan mekanizma tarafından yere
bırakılıyor.
Görünen o ki, oyun sektörü gitgide
renkleniyor!
10
Beste Sabır
[email protected]
KENTSEL AKUPUNKTUR
26 Eylül - 3 Ekim arasında gerçekleşen Beijing Tasarım Haftası 2013 paralelinde kentin
tarihi dokusu Dashilar, tasarımcıların projelerini sergilediği bir platforma dönüştü.
Tasarım Haftası’nın İtalyan Direktörü Beatrice
Leanza’nın “kentsel akupunktur” olarak
tanımladığı küçük müdahaleler mahallenin
boş ve kullanılmayan mekanlarında bir tür
test yapıyor, dokunun, yaşamın, gündelik
hayatın içine sızarak sosyo-kültürel ve fizik
mekanda etki bırakmayı amaçlıyor. Bir diğer
yandan da akla şu soru gelmiyor değil: Yapılan
müdahaleler tıpkı kent merkezlerinde turistik
ve parlak mekanlar yaratmak gibi, tasarımcılar
için “otantik sahneler” yaratma yolunda mı
ilerliyor?
Prefabrik kütüphane
Beijingli stüdyo People’s Architecture
Office “avluya eklenmiş” (courtyard plug-
in) çalışmasıyla prefabrike yaşam ünitelerini
var olan konut birimleriyle birleştiriyor. Su
tesisatı, ısıtma gibi donanımların sağlandığı
bu deneysel projenin eklenti parçaları,
yaşayanların kullanacağı bir kütüphaneye
dönüşüyor ve sosyal dokuda bir etki
yaratmayı amaçlıyor.
Yaratıcı ve etkileşimli
bir aradalık
İnsan odaklı tasarımlarıyla tanınınan Fransız
Tasarımcı Matali Crasset, önerdiği sosyal
merkez aracılığıyla yaşayanların yaratıcı bir
şekilde bir araya gelerek etkileşim kurmalarını
amaçlıyor. Günlük yaşamdaki yaratıcılığa
odaklanan “Sınırsız Hutong” (Unlimited
Hutong) çalışması kentin merkezine
eklemlenen bir mekan öneriyor. Hutonglar
-yani Çin’in geleneksel, avlulu konutlarıdar sokaklarla birleşerek geniş ve organik
bir yerleşim oluşturuyor. Crasset’in önerisi,
iki hutong’un birleşimiyle ortaya çıkan bir
halk evi. Proje paralelinde mahalle sakinleri,
yaratıcı aktiviteleri deneyimliyor. Bu öneriyi
gerçekleştirmek amacıyla yeni katılımcıları
bekleyen Crasset, 2014 yılındaki Beijing
Tasarım Haftası’na kadar projeyi devam
ettirerek deneyimleri biriktirmeyi planlıyor.
Küçülen sosyal
konut birimleri
Çinli mimar Zhang Ke ve ofisi
Standartarchitecture tarafından hazırlanan
deneysel proje “mikro hutong” mekansal bir
yerleştirme ile sosyal konuta dair bir deneme
ortaya koyuyor. Proje, geleneksel tarihi
dokunun organik ve iç içe geçmiş dokusu
içinde, çok küçük birimlere sahip bir sosyal
konutun mekansal araştırmasını yapıyor.
Mobil logolar
Lava Design Amsterdam tarafından seyyar
grafik tasarım servisi veren araçlar kentin tarihi
dokusunda gezerek küçük işletmelere kurumsal
kimlik ve logo konusunda danışmanlık veriyor.
Küçük işletmelere ücretsiz olarak verilen bu
hizmet, bazen sadece üst gelir grubunun
ulaşabildiği tasarımı yerel halkla buluşturuyor.
KASIM/2013
11
Eray Çaylı
[email protected]
GÖSTERGE OLARAK MIMARLIK:
İKON MU, SEMBOL MÜ?
İşlevi ‘harfîyen’ biçime dönüştürmüş görünen mimari tasarımları salt estetik
açıdan değerlendirip konuyu kapatmadan önce, mimarlığın gösterge niteliğine
dair gündeme getirdikleri soruları tartışmakta fayda var.
Geçtiğimiz günlerde kamuoyuna yansıyan
ve hatta anaakım basında da kendine yer
bulan bir mimari proje var: Artvin Çoruh
Üniversitesi Kütüphane Binası. Kütüphane,
dışarıdan görünümü üst üste istiflenmiş dört
kitabı andıracak şekilde tasarlanmış. Binanın
“mimari özellikleriyle Türkiye’de bir ilk”
olacağını öne süren haberler, mimarlarının
görüşlerine de yer vermekte. Kitap imgesine
yaptıkları biçimsel göndermenin binanın
kabuğuyla sınırlı kalmayacağını söyleyen
mimarlar, proje tamamlandığında iç
mekânda da “tavandan sarkıtılan kitap
şeklindeki aydınlatmaların” yer alacağından
bahsediyorlar. İşlevi ‘harfîyen’ biçime
dönüştürmüş görünen böylesi bir tasarımı
nasıl ele almalı? Hızlı bir yargıya vararak
kütüphaneyi ‘kiç’ addetmek elbette işten
değil. Ancak böylesi bir yargı, söz konusu
projenin, ‘mimari tasarım’ ve ‘gösterge’
kavramları arasındaki ilişkiye dair gündeme
getirdiği ve tartışılmaya değer bir dizi soruyu
da gözden kaçırmak anlamına gelecektir.
Gelin, kısaca bu soruların birkaçına
değinelim.
‘Mimarlık’ ve ‘gösterge’ denildiği zaman ilk
akla gelen çalışma elbette Robert Venturi,
Denise Scott-Brown ve Steven Izenour
üçlüsünün 1970’lerin başında yazdığı Las
Vegas’ın Öğrettikleri kitabı. Üçlü, kitabın
büyük bölümünde Las Vegas Şeridi’nde
yer alan tabelaların mimarlık üzerine
yaptıkları etkiyi ele alırlar. Yazarlar, her ne
kadar reklam ve bilgilendirme gibi işlevlere
hizmet ettikleri düşünülse de, tabelaların
aslında bölgedeki mimarlık algısını birinci
derecede tanımlayan öğeler olduklarına
dikkat çekerler. Vegas’ın dışına çıktıklarında
ise inceledikleri örneklerden biri 1930’ların
Amerikası’nda ördek yetiştiriciliği yapan
Martin Maurer’in çiftliğinde yetiştirdiği
ürünlerin satışını yapabilmek amacıyla
inşa ettiği, kocaman bir ördek biçimindeki
“Big Duck” (Büyük Ördek) adlı bir yapıdır.
Yazarlar, bu yapıyı “süslü baraka”
(decorated shed) olarak tanımlarlar ve hatta
şeklindeki yeni binası, en geniş iki cephesini
ABD bayrağı şeklindeki aydınlatma
yerleştirmelerine ayırır. Yine ABD’de, sepet
üreticisi Longaberger şirketinin 1990’ların
sonunda inşa ettirdiği yedi kat üzerinde
3000 metrekareye yayılan merkez binası da
şirketin en çok satan ürününün tam 160 kat
büyütülmüş hali olarak, yani kocaman bir
sepet şeklinde tasarlanır.
Big Duck’ın mimari anlamda “en saf” süslü
baraka olduğunu söylerler.
Venturi, Scott-Brown ve Izenour her ne kadar
mimarlık ve göstergeler arasındaki diyalektik
ilişkiye dikkat çekmeleri açısından öncü
olsalar da, Big Duck örneğinin kendilerine
sunduğu ve belki de kitapta irdeledikleri
tüm soruları da toparlayacak kapsayıcı
bir çıkarsama yapma fırsatını ıskalarlar.
Bu çıkarsama, ‘bina’ ve ‘gösterge’nin artık
ayrı olgular olarak ele alınamayacakları ve
tamamen örtüştükleri durumlara ilişkindir.
Richard Brook ve Nick Dunn, 2011 tarihli
Urban Maps adlı kitaplarında bu ıskaya
işaret ederler: Şayet Big Duck’ın mimari
saflığından bahsedilecekse bunu mümkün
kılan, yapının “süslü baraka” oluşu değil,
‘süs’ ve ‘baraka’nın aynı şey haline gelişine
bir örnek teşkil etmesidir. Gerçekten de,
yakın geçmiş bize göstergelerin bina,
binaların da gösterge haline geldiği birçok
örnek sunar. Örneğin, New York’un en işlek
meydanı Times Square’de, profesyonel
orduya eleman arayan askerlik şubesinin
2000’de inşa edilen dikdörtgenler prizması
Ancak yukarıda bahsi geçen yapılar,
göstergenin alabildiği hallerden yalnızca
birini örnekliyor. Bu, göstergenin, temsil
ettiği şeyi fiziksel olarak anımsattığı,
göstergebilimin öncülerinden Peirce’ın
“ikon” adını verdiği, hal. Yine Peirce’la
devam edersek, göstergenin alabildiği
“simge” adlı bir halin daha olduğunu
görüyoruz. Peirce “simge” terimini,
göstergenin bağlamından kolayca
koparılabildiği ve temsil etmesi
gereken şeyle aynı uzam ve zamanda
bulunmayabildiği halini tanımlamak için
kullanıyor. İlginçtir ki, göstergenin bu halini
de kitap şeklindeki iki binayla örneklemek
mümkün. İlki, 2006’da Türkmenistan’ın
“ömür boyu lideri” Sefermurad Türkmenbaşı
tarafından ülkenin başkenti Aşkabat’ta
açılan Özgür Yaratıcılık Evi. İkincisiyse
1970’lerin Doğu Almanyası’nın önemli
şehirlerinden Leipzig’de inşa edilmiş
Hermann Henselmann tasarımı otuzaltı
katlı gökdelen City-Hochhaus. Basın ve
akademi üzerindeki yoğun baskı ve sansürle
anılan bu iki bağlamda gerçekleşen söz
konusu projelerden ilki medya kurumlarına,
ikincisiyse Leipzig Üniversitesi’ne ev
sahipliği yapmak üzere inşa edilmiş. Peki,
bir gösterge olarak mimarlığın günümüz
Türkiyesi’ndeki hali “simge” olmaya mı
“ikon” olmaya mı daha yakın? Belki de,
Artvin Çoruh Üniversitesi kütüphanesi gibi
projeleri, salt estetik açıdan değerlendirip
konuyu kapatmadan önce, böylesi bir soru
ekseninde tartışmak daha anlamlı.
12
KASIM/2013
13
Gözde Severoğlu
[email protected]
TASARIMIN EN UZUN HAFTASI
Tasarım, her yıl Eylül ayı itibariyle kentlere daha yoğun sızmaya başladı. Tasarımcılar, dünyanın dört bir
yanında gerçekleşecek sergileri için çalışmalarını sonlandırırken, diğer yandan ziyaretçileri bir heyecan
kapladı. Bu sene, en yeniyi hangi tasarım haftasında göreceğimiz bizim için de merak konusu oldu.
Helsinki Design Week,
12 – 22 Eylül
Budapest Design Week,
27 Eylül – 06 Ekim
Helsinki Design Week ekibi tüm
fikirlerin gerçeğe dönüşme vaktinin
geldiğini söylerken bu sene için temasını
“hareket” olarak belirliyor. Her tasarım
haftası için söylendiği gibi Helsinki de
tasarımın şehir ölçeğine yayılmasında
katkı olduğunu belirtiyor. Ziyaretçilerin
katılımcı bir şekilde gezmesi, haftanın
etkin bir programa dönüşmesi için bir
fırsat olarak görülüyor. Hafta, tasarımın
hayatımızdaki tüm varoluş biçimlerinden
referanslar taşıyarak sergilere yer
ayırıyor. Yaratıcı endüstrilerin farklı
kollarının yanında, tasarımı desteklemek
isteyen ulusal ve uluslararası firmalar
da programa kendi etkinlikleri ile
katılıyor. Haftanın ana sergisi Old
Customs Warehouse’da gerçekleşirken,
seminerler, kapılarını ziyarete
açan ofisler, moda defileleri, IKEA
liderliğindeki farklı atölye çalışmaları ve
dahası şehre yayılıyor.
Budapeşte, izleyiciler ile buluşturduğu
sanat ve günümüz tasarım ürünlerinin
yanında trendler ile ilgili benzersiz teknikleri
şehrin gizli hazinesi olarak görüyor.
Avrupa’daki ekonomik sınırlamalar uygun
bütçeler ve az maliyetli yöntemler ile ürün
üretilmesine imkan veriyor. Prag merkezli
designSupermarket tasarım ekibinin
liderliğinde ekonomik krizlerden referansla
malzemenin yeniden ve ekolojik yönelen
ürünleri ile Redesign ve değerlerden
beslenerek üretilen Designeast sergileri
görülmeye değerdi. Uluslararası Çek
tasarımcılara yer verilen sergi, Aralık ayının
ilk haftası, Prag’da! Bu senenin konuk ülkesi
ise İtalya oldu. Tasarım klasiklerine yer
verilen ülke sergisinin yanında tasarıma ve
gastronomiye odaklanan çalıştaylar da ev
sahipliği yapılan etkinlikler arasındaydı.
Teknolojinin faydaya dönüştüğü etkinlik
içinde Meed:madeinhungary sergisi ile yerel
malzeme, üretim yöntemlerinin yanında
kullanım alışkanlıkları birer çözüm önerisine
dönüştürüldü. Cincinnati Design Week,
30 Eylül – 5 Ekim
Design Week Portland,
07 – 12 Ekim
Vienna Design Week,
29 Eylül – 06 Ekim
Ev sahipliğinin tasarım ofisleri ve
okulları tarafından yapıldığı bu hafta,
farklı yetenekleri çalıştaylar, paneller,
defileler ve büyük partiler ile bir araya
getirmeyi tercih ediyor. Bu tasarım
haftası Kaleidpscope, Foster&Flux,
We Have Become Viking ya da Brazee
Street Studios gibi yaratıcı disiplinlerin
bir araya gelerek kurduğu ve yönettiği
firmaların tanıtılmasına imkan veriyor.
Profesyonellerin deneyimlerinin
paylaşıldığı TedXCincinnati
konuşmasından, tasarımcı-üretici
eşleştirme toplantıları olan
SpringBoard, Cincinnati Mimarlık
Vakfı’nın liderliğinde düzenlenen
zanaat ve teknolojiyi karşılaştıran
çalıştayları ya da kullanıcı deneyimlerinin
iyileştirilmesine yönelik düzenlenen
beyin fırtınası etkinlikleri haftanın
mutlaka ziyaret edilmesi gerekenleri
arasında!
Etkinlik kapsamında, bir hafta boyunca,
üretim yöntemleri, disiplinlerarası geçiş
yöntemlerinin programlandığı zanaat
ve tasarım uygulamaları ziyaretçiler ile
paylaşılıyor. Portland, on yıl içinde kendi
ihtiyaçlarını bünyesinde çözebilmek,
tasarımcı ve üreticilerin iş birliklerinin
artırılmasına motive dinamik bir merkez
olmaya niyetli. Beraber yaratmanın verimli
bir yöntem olduğunu vurgularken, yaratıcılığın
gelişmesi için ilham kaynağı olmak istiyorlar.
Kurumlar, bireyler, stüdyolar, müzeler,
işletmeler, üniversiteler ve politikacıların bir
arada bu haftayı gözlemleyerek geçirmelerine
odaklanan bir hafta olmak için çalışıyorlar.
Viyana’da gerçekleşen bu tasarım haftasının
her geçen gün uluslararası bilinirliği
artarken, marka değeri yükseliyor. Her
sene, Eylül’ün son günlerinde başlıyor,
yoğun etkinlikler Ekim ayı içinde devam
etse de bazı programlar Kasım ayına
dek sürüyor. Viyana’da tasarım haftası,
şehir için ‘‘Tasarım Sonbaharı’’ olarak da
adlandırılabilir. Bu sene, deneysel malzeme
ve üretim yöntemlerinden, beslenme
alışkanlıklarına, çocuklar için atölye
çalışmalarından trend sunumlarına, bölgenin
cam ve porselen üretim zenginliklerinden
kağıdın binbir türüne Viyana Tasarım
Haftası’nda ulaşmak mümkündü. Pecha
Kucha’ları, farklı konferanslarının yanında,
atölyeleri ile kendi içindeki üretkenliğini
göstermeyi başardı.
Dutch Design Week,
19 – 27 Ekim
Geriye dönüp geçen 12 yıla bakınca en
katılımcı ve gelişmeye açık tasarım haftası
olduğu konusunda birçoğumuz hemfikirizdir.
Yıllar içinde özgün bakış açısı ile ayrışmayı
başaran, 2000’den fazla tasarımcıyı katılımcı
olarak, yüz binlerce insanı ziyaretçi olarak
ağırlayan hafta, Eindhoven gibi küçücük bir
şehrin tasarım ile nasıl var olduğunu gözler
önüne seriyor. Haftanın bu seneki teması ise
‘Gelecek Şimdi!’ oldu. Direktör, etkinlikler
için tasarım dünyası için birlikte bir vızıltı
üretmenin memnuniyetini yaşadığını dile
getiriyor. Deneyim ve kavramsal tasarımın,
yaratıcı üretim yöntemlerinin yanında
sunmanın merak uyandırıcılığı ve etkileyiciliği
görülmeye değerdi her zamanki gibi. Design Week Birmingham,
21 – 28 Ekim
Birmingham, tasarım dünyasının günlük
yaşam için önemini vurgulamak üzere
mimarları, grafik tasarımcıları, iç mimarları,
peyzaj mimarlarını ve endüstriyel
tasarımcıları birleştiren çok yönlü bir hafta
olma yolunda ilerliyor. Tasarım yürüyüşleri,
TedxBirminghamSalon etkinliği, iletişim
tasarımı alanındaki yeni ajansların ziyaret
edildiği, web tasarımı alanında programların
tanıtıldığı ve uygulamaların yapıldığı bir hafta
olduğu söylenebilir. Istanbul Design Week,
27 Kasım – 1 Aralık
Istanbul Design Week, her sene bambaşka
bir formatta karşımıza çıkıyor. Bu sene,
yine mekan değişikliği yaşanıyor ve Küçük
Çiftlik Park haftanın ev sahibi oluveriyor.
Yılın trendlerinden beslenilerek çalışmaların
sürdürüldüğü söylenen haftada, moda ve
endüstriyel tasarımcıların bir araya gelmesi
bekleniyor. “Tasarım ve Kent” başlığı
altındaki haftanı bu sene Finlandiya, İsviçre,
İngiltere, Avusturya, Polonya, İtalya, Hollanda,
Almanya ve Fransa gibi birçok ülkenin
tasarım yaklaşımının paylaşılacağı sergiler
düzenleniyor. Gerçekleşmesi planlanan
konuşmalarda yaratıcı endüstriden ‘‘özel’’
isimlerin olacağı söyleniyor.
Bahrain International
Design Week,
05 – 07 Aralık
Bahreyn, en güncel haberleri, mimari ve
tasarım hizmetlerini ve bunun yanında yaratıcı
disiplinlerden profesyonelleri bir araya
toplamak için kendini adıyor. Uluslararası
pazarlara açılmak üzere yeteneklerini
göstermeyi önemserken, tasarımcıları yeni
sergi ve benzersiz ürünleri ile bir araya
toplamaya çalışıyor. Hafta bünyesinde
hayata geçirilen One-Stop-Shop mağazası,
tasarımcıların ürünlerini ziyaretçiler ile
buluşturmanın yanında, mesleki bilgilendirme
için bir buluşma noktası oluyor. Sergi alanı
üç ana başlıkta toplanıyor. Moda, giyim, takı,
aksesuar ve parfüm gibi kozmetik ürünlerin
olduğu Kişisel Tasarım, mimari, iç mimari ve
dekorasyon ürünleri, tekstil tasarımı, mutfak
tasarımından oluşan Mimari Tasarım ve tasarım
okullarının ve firmalarının yer aldığı, otomotiv
tasarımından grafiğe, görsel sanatlardan
iletişim tasarımına Tasarım Hizmetleri Bölümü
sergi alanının başlıklarını oluşturuyor.
14
F.Dilek Himam
[email protected]
YENİ ÇÖP “KÜLTÜRÜ”
Çöp tenekeleri artık içlerinde sadece atık bulundurma fonksiyonunu taşımıyor, onları
kent sokaklarında renkli ve farklı tasarımlarla görebiliyoruz.
Çöp kavramını Prof. Dr. Neşe Özgen,
kentleşmeyle birlikte ortaya çıkmış bir
kavram olarak görürken çöpün kendi
doğasının, çürüme, bozulma sonucunda
çıkardığı gazların tehlikeleri nedeniyle
sosyal ve sağlık alanlarının da ilgi konusu
haline geldiğini belirtiyor. Dolayısıyla
çöpü gözle görünmeyecek bir alanda
bırakma, çöpten yakma, denize dökme
gibi yöntemlerle kurtulmaya çalışırken,
çöp, sanayi ve üretim faaliyetleriyle
şekil değiştirerek gelir getirici bir unsura
dönüşüp “çöpten geçinenler”i ve “çöp
toplayıcılarını” da yaratıyor. Çöpten
geri kazanım projeleri gibi projelerin
“çöpten geçinme” veya “çöpte yaşama”
ile karıştırılmaması gereken faaliyetler
olduğunu belirten Özgen’e göre çöp kültürü,
kent yaşamında üzerine tartışılması gereken
gündemler yaratıyor.
Çöp tenekeleri ile ilgili ilk tasarım faaliyetleri
1930 yılında George Dempster tarafından
başlatılmış. Daha sonra çöp tenekeleri ve çöp
boşaltma sistemleri üzerine çalışmalar hız
kazanmış. Çöpleri yere atmama üzerine bir
kültürü aşılamak, görüntü kirliliği yaratmamak
üzerine artan ilgi, tasarımcıları da çöp
tenekeleri ve çöple ilgili tasarımlara yöneltmiş.
Özel bomba sensörlü çöp tenekeleri, terör
alarmı veren dünyamızda yeni bir ürün olarak
ortaya çıkan tasarımlardan biri. Çoğu zaman
içine bomba atılma korkusuyla kamusal
alanlardan kaldırılan çöp tenekelerine karşı
bomba sensörlü çöp tenekeleri en yeni
tasarımlardan. Sokak sanatının hayranlık
uyandıracak şekilde çöp tenekeleri ise
gülümseten çöp tenekesi çalışmalarına
örnek. Çöp tenekelerinde yaşayan Susam
Sokağı’nın Kırpık karakteri ve görev icabı da
olsa çöplerden içimizi ısıtan dünyalar yaratan
iyi kapli romantik Wall- E de çöple ilgili sevimli
karakterler olarak aklımıza geliyor.
Çöp tenekeleri, başka endüstriyel ürünlere
de ilham veriyor. Apple’ın yeni Mac Pro
serisi, Japon çöp tenekelerinden ilham
alınarak yapılmış. Koku giderici ekipmanlarla
tasarlanan çöp kutuları, origami tekniğiyle
yapılan kâğıttan çöp kutuları, banyoda
gazete, dergi okumayı sevenler için
tasarlanmış çöp kutuları, çöp toplayıcıları ile
empati kuran ve onların daha rahat işe yarar
atıklara ulaşmalarını sağlayan tasarımlar da
çöp tenekesi dünyasında zihin açıcı projeler
arasında. Adidas’ın Paris’te yerleştirdiği bir
diğer yaratıcı çöp kutusu çözümü ise yerden
gerçek bir pota yüksekliğinde yerleştirilmiş
bir tür gerilla pazarlama stratejisi olarak da
kullanılan çöp kutuları.
1939 yılından beri çöp kutusu tasarlayan
ünlü Vipp Inc. firması tarafından ortaya çıkan
çöp kutusu tasarımları da ses getirenlerden.
Tasarımcılar arasında Danimarkalı ünlü model
Helena Christensen gibi isimlerin yer aldığı
çalışma, bir tür sosyal sorumluluk projesi
olarak ortaya çıkmış. Lessja Verlingieri
tarafından tasarlanan couture çöp kutuları,
moda duyarlılığıyla bildiğimiz Lady Gaga,
Britney Spears ve Gwyneth Paltrow gibi ünlü
isimler için binbir zahmetle tasarlanarak
‘Trashion’ isimli bir eğilim başlatmış. Vipp
Inc. firması daha önce de ünlü sanatçı
Damien Hirst ile polka benekli desenleriyle
karşımıza çıkmıştı.
Çöp sosyolojisi içinde bir kısır döngüyü de
barındırıyor, tükettikçe daha da çok çöp
çıkarıyoruz, atıklarımızı bir yandan görmek
istemezken onları paketleyip özenle yeniden
kullanıma sokmaya çalışıyoruz. Artık hiç
olmadığı kadar estetik görünen çöp tenekeleri
ile mahvettiğimiz doğaya adeta borcumuzu
ödüyor gibiyiz.
KASIM/2013
15
Elif Tekcan
[email protected]
MODANIN ALTIN ÇAĞLARI
Avrupa sanat ve kostüm tarihi moda tasarımcıları için her zaman önemli bir ilham
kaynağı oldu. Bu sezon da Alexander McQueen, Dolce & Gabbana, Valentino başta
olmak üzere pek çok koleksiyon masalsı bir tarihsellik sunuyor.
Orta Çağ her ne kadar karanlık çağ olarak
adlandırılsa da, dönem giysileri oldukça
zengin detaylara sahip. 5. ve 15. yüzyıllar
arasında 1000 yıllık bir süreyi kapsayan
bu dönemde, Avrupa Coğrafyası’na etki
eden kültürlerin çeşitliliği farklı siluetlerin
oluşmasına katkı sağlamış. Dönem içinde
etkisi en fazla hissedilen kültürlerden biri
ise Bizans. Özellikle imparatorluk sanatını
ve dinsel kültürünü yansıtan ikonalar, çeşitli
mitolojik kurguların veya imparatorlukla ilgili
önemli olayların tasvir edildiği mozaikler
bize hem dönemin giyim biçimleriyle ilgili
ipuçları veriyor hem de tasarımcılar için
geniş bir renk paletiyle, sınırsız desen
seçeneği sağlıyor. 2013-2014 SonbaharKış sezonunda Bizans etkisinin en fazla
görüldüğü koleksiyon hiç şüphesiz Sicilya
mozaiklerinden ilham alan Dolce & Gabbana
koleksiyonu olmuş. Giysilerin oluşturduğu
sade fakat keskin A ve X formundaki
siluetler, organza üzerine yapılan mozaik
baskılar, boncuk ve payet işlemeler, brokar
ve dantel yüzeylerle zenginleştirilmiş. Tel
işleme tekniğiyle yapılmış ve çeşitli taşlarla
süslenen kraliçe taçları, göz alıcı mozaik
detaylarına sahip ayakkabı, çanta, kolye
ve küpeler ise koleksiyonu tamamlıyor.
Koleksiyonun en iddialı parçalarından biri
olan ve yine tel işleme tekniğiyle yapılmış
altın rengi büstiyer ise Sicilyalı Aziz
Agatha’ya ithaf edilmiş.
15. Yüzyılda yaşamış Hollandalı ressam Petrus
Christus ise Marios Schwab’ın esin kaynağı
modern bir üslupla bir araya getiriyor. Belden
itibaren artan volümler, fırfırlı kol ve yaka
detayları, ipek ve metal ipliklerle yapılan
işlemeler 16. yüzyıl kraliyet giysilerine
referans verirken, yoğun bir şekilde kullanılan
inciler Ballets Russes etkisi taşıyor.
olmuş. Koleksiyonda kullanılan yeşil, kırmızı,
krem renkleri ve seçilen kadife, şifon, brokar
gibi kumaşlar da ressamın çalışmalarında
kullandığı renkleri ve o dönemin giyim
biçimlerini yansıtıyor. O her ne kadar
farklı bir döneme referans vermiş olsa da
Shwab’ın koleksiyonunda Pre-Raphaelite
(Rafael-Öncesi) etkiler de hissediliyor. 19.
Yüzyılda ortaya çıkan ve Yüksek Rönesans
sanatını ve Neo-klasik üslupları reddeden
bu akım, orta çağ kültürünü romantik bir
üslupla yeniden yorumlamış, Bizans, ErkenRönesans ve Gotik dönem sanatından
etkilenmişti. Schwab omuzları tamamen
açıkta bırakan tasarımlarında kolları uzatmış
ve derinleştirdiği kol yırtmacıyla bu akımı
yansıtan tablolarda görülen ve aşağı doğru
genişleyen kol formuyla benzerlik yakalamış.
Dirsek arkasında oluşturduğu ve astarın dışarı
taşmasına izin veren kesikler, John William
Waterhouse’un The Lady Claire tablosundaki
görünümü anımsatıyor. Orta çağ etkisi
kıyafetleri tamamlayan deri sandaletlerde
de etkisini gösteriyor. Jean-Charles de
Castelbajac koleksiyonu da yine Rafael-Öncesi
sanatçılarından biri olan Millais ve onun ünlü
Ophelia tablosundan etkilenmiş.
Alexander McQueen Haute Couture
koleksiyonu ise her zamanki gibi gotik
üslubun sağladığı ruhaniliğe sahip. İlhamını
kardinal giysilerinden, rahibelerden, papadan,
Kraliçe Elizabeth’ten ve Ballets Russes’tan
alan Sarah Burton, tarihselliği ve sanatı
17. Yüzyıl Hollanda sanatına referans
veren Valentino ise Dolce & Gabbana gibi
ilham kaynağını oldukça net yansıtan
koleksiyonlardan birine imza atmış. Bu
netliğin bir nedeni de Hollanda sanatının
sadece giysilere değil, markanın reklam
kampanyasına da nüfuz etmiş olması. Reklam
kampanyasında da kullanılan ve Jan Daemen
Cool tarafından 1636 yılında yapılan Portrait
of a Young Woman with Fan (Yelpazeli Genç
Bir Kadın Portresi) adlı tablo, koleksiyondaki
yalın hatlara sahip, kol ile yaka detaylarıyla ön
plana çıkan siyah elbiselerin ilham kaynağını
oluşturuyor. Siyahtan sonra etkisi en fazla
hissedilen renk ise mavi. Özellikle beyaz
kumaş üzerine mavinin tonları kullanılarak
yaratılan çini desenleri, 16. yüzyıl sonrasında
Avrupa’ya ithal edilmek üzere Çin’de üretilen
ve sonrasında Hollanda natürmort sanatında
oldukça sık görülmeye başlayan beyaz üzerine
mavi desenli porselenleri anımsatıyor.
Özetle bu sezon da tarihin farklı
dönemlerinden aldıkları estetik detayları
giyim kültürüyle birleştiren moda markaları,
koleksiyonlarında bizlere sanatın giyilebilir
hallerini sunuyor.
16
Onur Mengi
[email protected]
MODA HAFTALARINDA
VİTRİNLER
Aylardır hazırlıkları süren, Milano, Paris, Londra ve New York Moda Haftaları’nı
geride bıraktık. Birbirinden çılgın moda şovlarının, ünlü tasarımcıların yepyeni
koleksiyonlarının yanı sıra aklımızda bir şey daha kaldı... Vitrinler.
Burberry Printemps, Paris
Paris’in ünlü mağazası Printemps, bu seneki
moda haftasında Londra yaşamına vurgu
yapmayı tercih etti. Yalnızca Printemps için
değil, tüm kentte bu seneye özel böyle bir
kurgu vardı. “Londra’da mıyız?” diyerek
dolaşılan Paris sokaklarının en çekici vitrini
de dünyaca ünlü Hausmann Bulvarı’ndaki
Printemps’tı. İngiliz Burberry’nin burayı çok
sevdiğine dair grafiksel büyük bir iddiada
bulunan vitrinde, Londra’nın şehir imajını
destekleyen Londra Köprüsü, Big Ben Saat
Kulesi, London Eye gibi kentsel öğelerine
rastlamak mümkündü. Yalnızca markanın
sunduğu ürün çeşitliliği değil, bunun yanı sıra
İngiliz mimarisi, yaşam tarzı, havası da bu
vitrinler üzerinden hikaye edildi.
Louis Vuitton Printemps,
Paris
Yayoi Kusama adlı Japon tasarımcının, Paris
Printemps’daki Louis Vuitton vitrini de en çok
konuşulanlar arasındaydı. Avant-garde stilinin
temsilcilerinden olan Kusama’nın kendine
has puantiyeleri, bu sefer boş odalardan
kıyafetlere, ağaçlardan insan vücutlarına
kadar her detayda hakimdi. Louis Vuitton’un
kreatif direktörü Marc Jacobs’un da bu seneki
tasarımlarında sıkça kullandığı logo çılgınlığı
ile çok da ayrı düşmediğini gördüğümüz bu
puantiyeler, mekanda göz ardı edilemeyecek
yoğunlukta ve sıklıkta kullanıldı. Jacobs’a
göre bu vitrin, takıntının geldiği son noktayı
ve bitmeyecek bir dünyayı vurguluyormuş.
Hal böyle olunca, Kusama’nın işlerini Louis
Vuittton’un gözünden görmek için, galeriler
yerine alternatif bir mekan yaratılmış oldu.
Le Bon Marché, Paris
Film yönetmeni Sofia Coppola, Paris’in en
eski mağazası Le Bon Marché’nin vitrini için
Louis Vuitton’un 2009 SC çantasını yeniden
ele aldı. Güncellenen çanta, bu sefer bir
film yönetmenin elinden tasarım dünyasına
bir kere daha sunuldu. Sesin çekiciliğinin
kullanılmadığı bir alanda çalışan Coppola,
vurgu yapacak diğer öğeleri, neon ışıklarını,
gerçek görünümlü vahşi hayvanları ve sıra
dışı ürün tasarımlarını bir araya getirdi. SC
çanta kimi zaman büyük renkli balonlara
bağlanırken, kimi zaman da bir geyiğin
boynuzlarında taşındı. Eğlenceli ve feminen
bir mekan düzeninde çanta, her zaman bir
hediyeymiş gibi sunuldu.
Brassiere Chavot, Londra
Moda bu sefer kıyafet vitrininden çıkıp,
bir restoran vitrinine girdi. Londra Moda
Haftası kapsamında, ünlü çiçek tasarımları
ekibi Todich Floral Design, taze çiçeklerden
yaptıkları kıyafet tasarımlarını mankenler ile
Brassiere Chavot’da sergilediler. Tel strüktür
üzerine, 50’lerin eteklerini canlandırdıkları
tasarımların yapımına Moda Haftası’nın
ilk günlerinde başlandı. Tabaka tabaka
oluşturulan kıyafetlerin en dış kısmında,
göz alıcı parlak pembe ve sarı yavruağzı
çiçekleri, pembe okaliptüsler ve dam koruğu
bitkileri vardı. Kırmızı ateş laleleri de bu
tasarımların vazgeçilmez çiçeklerinden
biriydi. Çiçeklerden tasarlanan kıyafetler,
gelecek sezon da kullanılacak desenlerin
habercisiydi. Vitrinde ayrıca, bu kıyafetlerin
KASIM/2013
taşıdığı dönem ruhuna uygun olması adına
ahşap çerçeveler, mankenler ve kilimler de
kullanıldı.
Liberty London, Londra
Londra’nın en bilinen mağazalarından
Liberty London’da “Moda Canavarları”
konsepti temelinde tasarlanmış mankenler
ile dolu vitrinler vardı. Makyaj tasarımcısı
ve genellikle interdisipliner projelerin
aranılan adamı Isamaya Ffrench tarafından
tasarlanan sahnelerde, moda haftaları
dahilindeki en kreatif mankenler yer aldı.
Mankenlerin vurgulandığı tasarımların
en temel nokta ise, en fazla 1 ya da 2
poz verdirilen mankenlerin sade bir arka
planda yer almasıydı. Sergilenmek üzere
sunulan ürünlere yapılan vurgunun böylece
arttırıldığı mekanlarda, genelde sıra dışı
yüzeyler ve organik formlar kullanıldı.
Charlie Le Mindu’nun tasarladığı kanatlar
ve Ffrench’nin karışık renk ve desenleri
ile canavarlaşan mankenlerde 13 farklı
koleksiyon tanıtıldı. Yün, angora, parlak
kürkler, kıvırcık koyun yünleri kullanılan
malzemeler arasındaydı.
Bergdorf Goodman,
New York
New York’un Bergdorf Goodman mağazası ise
moda haftasını, 1980’lerin grafiksel ifadesinin
yeniden keşfi ve yeniden yorumlanması ile
karşıladı. Moda ilüstratörü Tony Viramontes,
vitrinlerde konsept olarak Dean Rhys
Morgan’ın ünlü kitabı “Bold, Beautiful and
Damned”en esinlendi. Daha çok post-punk
akımının hakim olduğu vitrinde, arka plan
olarak ise küçük ölçeklerdeki birbirinden
çarpıcı renklerim hakim olduğu ilüstrasyonlar
yan yana gelecek şekilde kullanıldı. Birçok
tasarımcının kıyafetlerinin tek bir sahnede
kullanıldığı bu sergileme anlayışında, ön
sıraları ise 1980’lere ait fotoğraf makinesi,
video kaset, kitap ve magazin dergileri kaptı.
Süreçte ise, Post-Punk’ı çağrıştıracak her türlü
ürünün, kıyafetlerle olan doku, desen ve renk
uyumu tamamıyla göz ardı edilmiş.
Lacoste 5th Ave, New York
New York’un en çekici yerlerinden biri
olan 5.Cadde’deki Lacoste mağazası ise
geçmişe öykünen bir vitrin tasarımına doğru
gitti. Markanın zengin tarihsel ve kültürel
vurgularını ön plana çıkardıkları vitrinlerde
8 adet farklı sahne yaratıldı. Bu sahnelerde,
Lacoste’nin arşivinden geçmişten bugüne
kadar olan yolculuğundaki, akımlar ve
kıyafetler yer aldı. Özellikle spor kıyafetler
üzerinden işleyen tasarımlarda en çok
arşiv fotoğrafları altlık olarak kullanıldı.
1930’lardaki tenis şampiyonalarında
karşımıza çıkan polo yaka tişörtler,
1950’lerdeki deniz aşırı yolculuk yapan
gemiler ve denizciliğe ait birçok öğe,
1990’lardaki her zaman ve herkese hitap eden
yumuşak renkler bu 8 seri vitrinin yalnızca
birkaçıydı.
Saks Fifth Avenue’s,
New York
Lüks tüketim markası Christian Dior, moda
haftası kapsamında Manhattan Saks Fifth
Avenue’deki 17 adet vitrini işgal etti. Fransız
marka, her bir vitrine krom küreler yerleştirdi.
Bu küreler ile ayakkabı, çanta ve diğer kozmetik
ürünleri havada asılıymışçasına durdular. Bir
vitrin ise yalnızca Dior’un o çok tanıdığımız
17
kırmızı rujuna ayrıldı 60. yılı şerefine. Diğer
vitrinde ise Dior’un insan ölçeğinden büyük
parfüm şişesi sergilendi. Saks Fifth Avenue’dan
Kathleen Ruiz, bu sene büyük kısmını Dior’a
ayırdığı vitrin tasarımları için, markaların
ilham aldıkları hikayeleri anlattıklarını, tasarım
trendlerini vurguladıklarını ve inandıkları
sergilediklerini ifade etti.
La Rinascente, Milano
İtalyan tasarımcı Fabio Novembre’nin elinden
çıkan La Rinascente vitrini de Milano Moda
Haftası’na hazırdı. Ünlü marka Tommy
Hilfiger’ın “Tailored” serisi için kolları sıvayan
tasarımcı, çoğu mağaza vitrininden farklılaştı.
“Benim bir yaşam tarzım var” mottosuna
vurgu yapan mekanda, genelde erkeklerin
kullandıkları ve maskülen sayılabilecek
günlük ürünler ön plana çıktı. Bu ürünlerin
hepsi, mat metalik maviye boyanmış, demir
tüplere asılı duruyorlardı. Tıpkı maket
yapmak üzere aldığımız kutudan çıkan
parçalara benziyorlardı. Vitrinde yer alan bu
maket parçaları, gerekli unsurların bir arada
kullanılarak istenilen figürün oluşturulabilmesi
konseptine vurgu yapmaktaydı.
18
Beste Sabır
[email protected]
AKORDEON GIBI BELGELEMEK
Geçtiğimiz günlerde gösterime giren “Yüksek Yapılaşmanın Kısa Öyküsü” (The Short
History of the Highrise) sadece kente odaklanan bir belgesel değil; aynı zamanda
etkileşimli ve deneysel bir dijital arşivle insanların mekansal deneyimlerini paylaşıyor.
Sıcak su, asansör bunların hepsi bir dönem
konutlar için çok yeniydi… Evet, kendimizi
gökyüzüne yaklaştırmaya başlayalı uzun
zaman oldu ve bunun beraberinde getirdiği
soru ise açık: Üst katı kim alır ve neden?
Düşey yaşamın evrimini 2.500 yıllık bir
süreçte mekansal, sosyo-politik ve kültürel
anlamda inceleyen Emmy ödüllü deneysel
belgesel; “çamur”, “beton”, “cam” ve “yuva”
bölümlerinden oluşuyor. İlk üç bölüm The
New York Times arşivlerinden yararlanılarak
ortaya çıkıyor. Her bölüm bir hikaye kitabı
formatında tasarlanmış. Dördüncü bölüm
“yuva”, halk tarafından paylaşılan imajlardan
oluşuyor. İnteraktif bir deneyim içeren bu
bölüm, sahip olduğu ek arşiv ve belgeler
sayesinde görsel bir akordeon şeklinde,
izleyicilerin döneme dair derinleşmesine
olanak sağlıyor. Yönetmen Katerina Cizek’in
belirttiği üzere, büyük kentler tarih boyunca
sahip oldukları etkileyici binalarla tariflenmiş:
Tapınaklar, bankalar, saraylar, kültürel anıtlar
vb. Fakat bir kentin günlük yaşam dokusu
ve sıradan binaları da birçok bilgiyi içinde
barındırıyor.
1800’lerin sonlarında New York’ta başlayan
üst gelir grubuna yönelik yüksek katlı
yapılaşma, o zamandan itibaren kentsel
yoğunluk ve yayılmayla mücadeleye yönelik
bir araç haline geldi. Ama düşey yaşamın
tarihsel kökeni aslında çok daha eskilere
dayanıyor. (Babil Kulesi, Arizona’daki
uçurumda konumlanan birimler, Sovyet
Kruşçev Kuleleri vb.) 1900’lerin başında
yüksek katlı yapılar üst gelir grubuna hitap
edecek şekilde düşünülerek farklı bir anlam
kazanmaya başladı böylelikle, yüksek katlı
bina (highrise) doğdu. Peki ya daha sonra
yüksek yapılaşma 20. yüzyılın sorunlarını
çözmekten nasıl çıktı?
Bugün yüksek katlı konutlar, toplumsal ve
mekansal ayrışmanın önemli sembollerinden.
New York, bu global fenomenin gelişim
sürecinde önemli bir rol oynadı. Dünyadaki
kentler büyüyüp yoğunlaştıkça yüksek
katlı konutlar kentleşmenin başarı ve
başarısızlıklarının sosyo-politik bir
barometresi oldu.
Bu paralelde ele alınan belgesel aslında
binalardan çok insanlara odaklanıyor. Film
paralelinde hazırlanan dijital etkileşimli
arşivin, gelecekte eklenecek mobil
uygulamalar ve materyallerle genişlemesi
amaçlanıyor. Arşiv, gezegenimizin durumunu
keşfetmek için yüksek katlı binalarının
pencerelerinden hayatlarını ve deneyimlerini
paylaşan insanlara yer veriyor.
Güçlendirilmiş betonun bulunmasıyla sosyal
konut anlayışına da yer açmaya başlayan
yüksek yapılar, savaş sonrasında toplu
konutlar üzerinde odaklanır. Kapitalizm
paralelinde “orta gelir grubu konut
planlaması” olarak adlandırılan yüksek
yapılaşma, Sovyetler tarafından ise “yeni
insanlık için konutlar” şeklinde tanımlanır.
İdealizmden yıkıma kadar uzanan bir
öyküye sahip olan yüksek katlı yapılaşmanın
göz kamaştırıcı etkisi 1960’larda söner.
1970’lerde kentsel yayılmanın yaygınlaşması
ile üst gelir grubu, kent dışındaki düşük katlı
konut alanlarına kayar ve kent içindeki yüksek
katlı konutlar düşük gelir grubuna devrolur.
Devlet politikalarının yetersizliği paralelinde
bakımsız kalan binaların koşulları gittikçe
kötüleşirken sosyal başarısızlıklar için binalar
suçlanır, ardından Pruitt-Igoe’da olduğu gibi
yıkımlar ve sonrasında yenileme hareketleri
başlar. Bir diğer taraftan, küresel bir ölçekte,
çoğalan toplu konutlar artık sosyal bir eşitlik
için değil, kapitalizminin finansal bir aracı
şeklinde üretilir hale dönüşür ve kat mülkiyeti
kavramı ortaya çıkar.
Uzun süre betonla şekillenen günümüz
kentlerinin yapısına 1990’larla birlikte cam
eklendi. Bu paralelde kentin yeni lüks yüksek
katlı konutları; daha akıllı, daha yüksek, daha
yeşil bir hal alırken düşük gelir grubunun
konut birimleriyse gittikçe küçülür halde. Cam
ve inşaat malzemelerinin sürdürülebilirliği
açısından bakıldığında, bu binaların da
gelecekte düşük gelirlilerin yerleşeceği alanlar
haline dönüşmesi pek muhtemel.
Dünyanın farklı şehirlerinde yaşayan ve
son yüzyılın en yaygın inşaat üretim biçimi
olan betonarme yüksek katlı konutların
sakinleri, kendi dünyalarını, deneyimlerini,
hayatlarını paylaşıyor. Yani global anlamda
bir yolculuktan bahsediliyor. Arşiv aracılığıyla,
insan ruhu ve modernizm kalıntıları
arasındaki anlam yeniden canlandırılmaya
çalışılıyor. Bu paralelde dünyanın farklı
ülkelerinden 13 şehirden 49 hikaye, 13 farklı
dilde paylaşılıyor. Arşiv aslında yüksek katlı
kentsel deneyim alanlarına, banliyölere,
düşey şehrin keşfedilmemiş yaşamlarına
aralanan bir “lens”. Çalışma aynı zamanda,
bir belgeselin sosyal değişimleri sadece
belgelemek yerine ona katılabilmesi ve
etkilemesi üzerine yapılmış bir deney.
* Belgeseli izlemek ve daha detaylı bilgi edinmek
için: http://www.nytimes.com/projects/2013/
high-rise/, http://highrise.nfb.ca
** Arşivin depolandığı interaktif siteyi incelemek
için: http://interactive.nfb.ca/#/outmywindow
KASIM/2013
19
Bahar Aksel
[email protected]
KAMUSAL ALANDA
“SANAT”
Açık kamusal alanlarda yer alacak kalıcı sanat eserlerinin, kimi zaman kent mobilyaları
formunda olsalar dahi seçimi, siparişi ve yerleştirilmesinde yönetimlerin karar verici
rolü halen devam ediyor!
eksenini oluşturmakta. İstanbul gibi
karmaşık bir sosyal yapıya sahip bir
kentte özellikle kamusal alanda yer alan
her türlü etkinlik ve objenin topluma karşı
bir sorumluluğu olduğu unutulmamalı.
Kentlerimizde, kamusal alanda yer alan
sanat eserleri söz konusu olduğunda
genellikle ilk akla gelen heykellerdir.
Cumhuriyet sonrasında planlanan ana
caddeleri ve meydanları ile yeni bir
görünüme kavuşan kentler aynı zamanda
anıtsal heykeller ile donatılmaya başladı.
Batı’nın modern kent planlama anlayışını
takip eden yeni kentsel yapılanmanın
olmazsa olmazı olarak düşünülen bu
heykeller devlet eli ile sipariş edilerek
kent mekanlarında yerlerini aldı.
Büyük boyutlarda çalışılarak kaideler
üzerinde sergilenen bu eserlerin büyük
bir kısmı başta Atatürk olmak üzere,
Cumhuriyet’in kurulmasında rol alan
önemli kişileri, yaşanan olayları ve
kahramanlıkları aktarmaktaydı. Yeni bir
ulusun inşaası mekansal ve anlamsal
açıdan şekillenmekteydi. Sanat eserleri
ise kamusal alanda yer almakla birlikte
halkın ancak uzaktan izleyebileceği bir
konumdaydı.
Sanatın toplumla buluşması ancak
1950’lerin ardından açılmaya başlayan
sanat galerilerinin etkisi ile oldu ve
sanatçılar kendi söylemleri ile işler üretir
hale geldiler. 90’lara gelindiğinde ise özel
sektörün artan, devletin ise önceye göre
azalan destekleri ile İstanbul’un sanat
ortamı iyice hareketlendi. İlk İstanbul
Bienali’nin düzenlenmesi de bu döneme
rastladı (1987). Ardından gelen sürede
pek çok etkinlik, özellikle de sokak ve
yaya sergileri gibi etkinlikler geçici de
olsa halkı sokaklarda yer alan sanat işleri
ile biraraya getirdi. Bunların kimisi özel
sektör destekli, kurumsal yerleştirmeler
olsalar da kentin mekanları farklı fikirlere
ve görselliklere açıldı artık.
Kent planlaması açısından bakıldığında
açık kamusal alanlarda yer alacak
kalıcı sanat eserlerinin, kimi zaman
kent mobilyaları formunda olsalar dahi
seçimi/siparişi ve yerleştirilmesinde
yönetimlerin karar verici rolü halen devam
etmekte. Diğer yanda sanat çevrelerinin
gündeminde ise sermaye ve sanat ilişkisi
var. Sponsorluklar ile gelişmeye/yayılmaya
çalışan etkinlikler gerçekten ne kadar
kamusal/halka ait olabiliyor?
İstanbul’un en önemli sanat etkinliği olan
İstanbul Bienali’nin 13.sünün sonlandığı
şu günlerde kamusal alan ve sanat üzerine
yapılan tartışmalar daha da yoğunlaşmış
durumda. Gezi Süreci ile kamusal alanın
kullanım biçimleri çeşitlenmiş, halkın
kendini ifade şekilleri çeşitlenmiş ve
cesaretlenmiş iken kurumsal sanat
etkinliklerinin daha tutucu kalmış
olması, diğer yandan sergilenen işlerin
mesajlarının karmaşıklığı tartışmaların
Günümüzde sanat dalları toplumsal
dialoğun geliştirilmesi için en önemli
araç. Bireylerin kendilerini ifade etmek
için alternatif yolları bulması, halk ve
sanatçıların beraber işler üretmesi ve
kent mekanlarında bunların yer alması
toplum tarafından daha çok izlenen,
benimsenen ve korunan eserlerin
artmasını sağlayacaktır. Bir diğer önemli
rolü ise karşılıklı ‘tolerans’ın gelişmesine
katkısıdır. Gezi sürecinde pekçok yaratıcı
ifadenin ortaya çıkmasında bu tolerans
ortamının rolü unutulmamalıdır. Her
fikrin, her görsel anlatımın ve her ifadenin
kendine ait bir önemi ve mesajı olduğu
düşüncesi ile, ilk adımı eleştiri olmayan,
tolerans ve kabul ile başlayan bir bakış
İstanbul’un yaratıcı ortamı ve kamusal
alanlardaki sanatsal zenginliklerini daha
olumlu etkileyecektir. Eserin mesajının
netliği, estetik/sanatsal yeterlilikleri ya
da üretim biçimi ile ilgili eleştiriler sanat
ve kamusal alan pratikleri uzun yıllar
formel olarak tanımlanmış İstanbul’da
yeni yeni gelişmekte olan alternatif
yaklaşımlar üzerinde ancak olumsuz
etkiler yapabilir. Oysa ki, yeni fikirlerin
üretimi, yaratıcı ifadeler ve yaklaşımların
daha da önem kazandığı günümüzde her
düşüncelerin gelişmesi ancak serbest ve
karşılıklı toleransın yüksek seviyelerde
olduğu ortamlarda mümkündür. Kent
içinde bir duvar çatlağına [Urban Geode,
Çukurcuma, 2013] yerleştirilmiş ufacık
bir sanat işinden bile öğrenecek ve ilham
alınacak çok şey olduğu unutulmamalı,
çevreye daha açık bir vizyonla bakmanın
yolları aranmalıdır.
Fotoğraf: Urban Geode, Çukurcuma,
2013. www.urbanbacklog.tumblr.com
20
Didem Bilge
[email protected]
İLHAM KAYNAĞI YEŞİL
Doğadan ilham alınan tasarımlara aşiyanız hepimiz. Yeri geldi doğallığı ilham oldu,
yeri geldi sesi, bazense rengi. Sahi... Rengi nasıl ilham olmuştu bize?
18 Ekim gecesi binlerce polis, onlarca iş
makinası ve “belediye görevlisi” ile bir
gecede binlerce ağaç katledildi. 50 yıllık
yemyeşil orman 9 saatlik çalışmanın
sonucunda bir bozkıra döndü. Çok değil
bundan sadece birkaç ay önce ‘Mesele
sadece ağaç değil!’ diyerek dökülmüştük
sokaklara. Şimdi yine, meselenin tam da
merkezinde iken ağaç, ağacın rengi yeşilin
tasarımdaki anlamını ve kullanım alanlarını
inceleyemeye koyulduk.
Tasarımlarımızda kullandığımız malzeme ve
şekillerin insanlar üzerindeki etkileri kadar
renk seçimlerimiz de vermek istediğimiz
mesajı doğru iletebilmemiz açısından çok
önemlidir. Rengin seçimi hatta kimi zaman
renkler üzerinde yapacağımız en ufak ton
farklılıkları dahi algının değişmesinde etkili
olabiliyor. Hal böyleyken renklerin dili,
kulağımıza fısıldadıkları çok daha da önemli
hale gelmeye başlıyor.
Yeşil iki ana rengin karışımından oluşan
bir ara renk. Güneşin rengi sarı zihnimizi
temsil ederken gökyüzünün rengi mavi
ruhumuza su serpiyor adeta. Yeşil de tam
bu iki rengin birleşiminde kendine saygının
ve iyiliğin sembolü olarak yer buluyor.
En temel anlamıyla yaşamın rengi yeşil.
Günlük yaşamın stresini atmak için
yardımına ihtiyaç duyduğumuz renk.
Gözlerimizi kapatıp kendinizi yemyeşil
çimenlerin ortasında hayal etmek bile
huzur bulmamıza yeter kimi zaman. Tam
da bu sebeple doğa ve çevrecilik ile ilgili
alanlarda sıkça kullanıldığmız renktir
yeşil aynı zamanda. Tıpkı Alman 3deluxe
Tasarım Ofisi’nin Syzygy firmasının
Frankfurt Ofisleri için tasarladığı Red
Dot 2013 ödüllü iç mekan tasarımlarında
olduğu gibi. Projede en çok göze çarpan
nokta formların yumuşaklığı ile beyaz ve
yeşil uyumu. Tasarım sürecinde doğadanın
yumuşak kıvrımlarından ilham aldıklarını
belirten 3deluxe yetkilileri, bütünde
kullandıkları beyaz renk ile gün ışığının
daha verimli kullanılmasını sağlıyorlar.
Beyazın bir avantajı da iç mekanda
yarattığı ferahlık. İkinci ana renk olarak
kullandıkları yeşil ise ofis çalışanlarının
iş stresinden uzaklaşmalarını sağlayacak
rahatlama ve dinlenme alanları karşımıza
çıkıyor. Doğanın kendi içindeki uyumundan
ve dengesinden ilham alarak kullanılan
yeşil tonları ile ofis içi huzurun, dengenin
ve dolayısı ile iş veriminin artması
hedefleniyor.
Benzer şekilde doğa dostu ve geri
dönüşümlü tasarımları simgeleyen
renktir yeşil. O’right markası Tayvanın
dünyaca ünlü kozmetik markalarından.
‘Yeşil Dünyanın Merkezinden’ mottosuyla
sundukları doğal kozmetik ürünlerini
Red Dot 2013 Ambalaj Tasarımı ödüllü
doğaya saygılı geri dönüşümlü ambalajları
ile kullanıcıları ile buluşturuyor. Jüri
tarafından yapılan açıklamada ‘yenilikçi,
çığır açan tasarımlarında kullandıkları
biçim ve doğal renklerin uyumu’ ile ödüle
layık görülen markanın tüm kurumsal yapısı
doğanın, doğal olanın sağlıktaki önemine
gönderme yaparcasına yeşil ve yeşil tonları
üzerine konumlandırılmış.
Aynı zamanda büyüme, gelişme ve
yenilenmeyi de temsil eder. Doğurganlık
ve bereket temaları da yaygın olarak
bu renk ile ilişkilendirilir. Bir diğer
Red Dot 2013 ödülü sahibi Almanya’da
yaşamakta olan Türk Mustafa Karakaş
ise posterlerinde doğayı, yeşili, gelişimi,
doğurganlığı bambaşka bir yaratıcılık ile
yorumluyor. Günümüz toplumlarındaki
kadın haklarına dikkat çeken poster
çalışmaları ile bir sosyal duyarlılık
kampanyasının parçası oluyor. Her bir
çalışma kadınların maruz kaldığı ayrı bir
şiddete vurgu yapılıyor.
Anlaşılan o ki, yeşilin hayatımızdaki olumlu
etkilerini en doğal hali ile kaybetmeye
devam ettikçe, ağacın yerini toprak, yeşilin
yerini kahverengi almaya başladıkça,
ruhlarımızda oluşan boşluğu doldurabilmek
adına tasarımlarımızda daha çok yeşile
başvuracağız.
KASIM/2013
21
Dilek Öztürk
[email protected]
GIDEBILDIĞINCE...
Mimar Coşkun Demirok’un Nişantaşı Galeri ArtCollection’da açtığı “Gidebildiğince//
Seeking Limits” sergisi, sanatla mimarlığın ne denli iç içe olabildiğini gözler
önüne seriyor.
dik bir tepenin doruğuna yuvarlayarak
Mimar mekan yaratma eyleminde
yalnız değildir ve bu süreç onu görüp
dokunabildiği, üzerine yağmur yağdığı,
kenarından rüzgarın geçtiği bir objeye
götürür. Coşkun Demirok için bu
süreç hiç bitmiyor. Mekan yaratma
“deneyimleri” kentsel mekanda değil,
tuvalde, kendini yenileyen-yineleyen bir
süreçte gidebildiğince devam ediyor.
çıkarmakla cezalandırılır. Her seferinde
tam tepenin doruğuna ulaştığında
kaya elinden kayar ve Sisifos her şeye
yeniden başlamak zorunda kalır. Bu
ceza böylece sonsuza kadar sürecektir.
Coşkun Demirok’un bunu en iyi anlatan
işi ise sergideki videosu. Videoda resim
başlıyor, formlar ortaya çıkıyor, silmeler
Mimar Coşkun Demirok’un bu ay,
Nişantaşı Galeri ArtCollection’da açtığı
“Gidebildiğince // Seeking Limits” isimli
kişisel sergisi bize mimarlık ve sanat
disiplinin ne kadar iç içe olabileceğini
gösterdi bir kez daha. Mimarlık bir
yandan da, kusursuzluğu yüceltir
ya, Demirok, işlerinde kusursuzluğu
tesadüfen bozuyor ve bu tesadüfler
zincilerlemeleri üzerine gelişen bir
kurguda yakaladığı “arayış” devam
ediyor.
Sevgili Frank Gehry’yi hatırlayıp,
“mimarlık müziğin donmuş hali ve
dolayısıyla müzik de mimarinin likit
hali” dersek; mimarinin ritimlerinin
Demirok’un işlerinde nasıl dönüştüğünü
çok rahatlıkla okuyabiliriz. Coşkun
Demirok’un işlerinde geometrik formlar,
modernist bir temsiliyete kendini
bırakıyor. Kompozisyon modernizmin
önerdiği uyum, ritim ve düzen içindeymiş
gibi görünse de, kasti bir tavırla gelişen
ve bitmemişlik hissi veren dağılmalar,
renk lekeleri çağdaş bir dilin sanatçıya
özgü yorumu olarak tanımlanmalı.
Sanatçı resimlerinde kasıtlı kurduğu
düzen ve bozulmuşluk ikilemini bağlantılı
ve bağlantısız, etkileyici ve etkisiz,
eleştirel ve kayıtsız olanın karşıtlığını
kurmak için kullanıyor. Yapıtta ters yüz
etmeyi, düzensizliği, parçalanmışlığı ve
absürd olmayı seçiyor.
Coşkun Demirok, karşıtlıklardan yola
çıkarak bütünlük ve yenilik yakalamak
istiyor. Gidebildiğince ileri gidiyor,
sonsuz varyasyonlar geliştiriyor ancak hiç
bitirmiyor.
giriyor, bozmalar yapılıyor ve sonsuz bir
tekrarla kurgu başa sarıyor. Bitmeyenin,
bitmemişliğin ve bitmeyecek olanın
güncesi bu. Demirok’un videosuna atfen yazdığı şiir,
sergi kadar çarpıcı:
- Bu bir inat,
Bir karşı çıkma.
Hem kendime, hem de bilinmeyene.
Konuşmuyorum hayır
Anlatacak bir öyküm yok,
Sorsalar bile.
İşaretler bunlar yururken bırakılan
Rastlantısal ve anlık,
Hırçın ve yüzeysel
Apaçık ve hayale zıt
Kandırmacaya,
Kendini kandırmacaya...
Bunlar duvara attığı çizikler
Ömür boyu bir mahkumun
Gidebildiğince...
Gidebildiğince sergisinde resimlerde
gördüğümüz önce kurulan sonra bozulan
strüktür anlayışı, üç boyutlu işlerde de
mevcut. Heykel olarak adlandırabileceğimiz
bu işlerde düz satıhlar yer yer koparılarak
boşluklar ile tamamlanmış ve bitmiş ve
bitmemişlik arasındaki gerilim kasıtlı/
spontan müdahaleler ile başarılı bir şekilde
yansıtılmış. Demirok işlerinde boyama, silme ve
bozmalarla tuvalde yeni çözümler
arayarak hiç bitmeyen bir resmin
kurgusunu yapıyor. Sonsuz varyasyon,
sonsuz deneme ve bitmemişlik… Bu
anlamda Sisifos efsanesine öykünen
bir yanı var. Yunan mitolojisinde
Korint kralı Sisifos, suçları nedeniyle
tanrılar tarafından büyük bir kayayı
Tartarak çeşitlemelerini hiçliğin
Sınayarak boşunalıkları yeniden
Yalınayak
Ve yalın duyu
Ve yalın özgürlük
Güzelim anlamsızlık
İyi ki varsın... -
22
Berna Dalaman
[email protected]
KOBİLER AÇISINDAN TASARIM
“İmalat sanayiinde, hisselerinin %25’in fazlası büyük işletmelerin elinde olmayan,
1’den 250’ye kadar işçi çalıştıran” şirketler... Yani KOBİ’ler. Endüstriyel tasarım
ihtiyaçlarının, güncel gelişmelerin ve karşılaştıkları zorlukların ne kadar farkındayız?
kuruluşlar, sanayi bölgelerine yakın
olmalı, sahada bizzat bulunarak KOBİ
ihtiyacını anlamalı ve çözüm yolu
önermeli. Tabii ki bu bahsedilen yöntem,
işleyiş bakımından oldukça zorlayıcı ve
eforlu bir hareket...
21.yüzyıl dünyasında teknoloji çok hızlı bir
gelişme kaydediyor. Global dünyada bu
değişim ve gelişim hareketlerinin neticesi
olarak, günümüz işletmecilik felsefesi
ve işletmecilik alanında da bir takım
önemli değişim hareketleri gerçekleşiyor.
İşletmeler yeniden bir yapılanma süreci
yaşamak zorunda kalıyor. Bu değişimi
yakalamayan işletmeler başarısız oluyor
ve bu zorlu ortamdan ayrılmak hatta yok
olmak durumu ile karşı karşıya kalıyor.
KOBİ’lerin tasarım ihtiyaçlarını en iyi
anlayıp, çözüm yolu bulmaları, önlerine
getirilecek somut örnekler, öneriler ve
maddi olarak desteklenmeleri ile akışkan
hale gelebilir. Bu akışkanlık ise sanayi
bölgelerinde yerleşmiş endüstriyel
tasarım merkezlerinin bilgi, tecrübe
ve öneri aktarımları ile olabilir. Ancak
çok sayıda olmayan bu merkezler de
yetersiz kalıyorlar. Endüstriyel tasarım
konusunda özellikle KOBİ’lere yönelik
devlet destekli projelerin yaygınlaşması
bu ihtiyaca bir nebze katkı veriyor ve
bilgilenme çapını arttırabiliyor.
Dolayısıyla, üretimde olmazsa olmaz
değişim hareketleri, teknolojik yenilikleri
takip edebilme olduğu kadar üretilen
ürünlerin “endüstriyel tasarım” ile yeni
yüze kavuşması, ergonomik ve fonksiyonel
olarak gelişmeleri, estetiğin ve kullanım
kolaylığının ürün üzerine yerleşmesi
ile rekabet edebilirliğinin arttırılması
gerekliliği tartışılmaz bir nokta haline
geliyor.
Endüstriyel tasarım, üretimin en
önemli girdilerinden biri haline gelmiş
durumda. Endüstriyel tasarım eylemi
başlığının detayına indiğimizde kalitenin,
fonksiyonelliğin, ergonominin, estetiğin,
ekonominin önemli üretim faktörleri
olma niteliği kazandığını görüyoruz.
Tasarımın yüksek teknolojiler ile
beraber kullanılması, rekabet gücünün
artırılmasına fark yaratan katkılarda
bulunuyor.
Türkiye Ekonomisi’nde % 98’lik gibi
önemli bir paya sahip olan KOBİ’ler,
kalite, bilgi ve teknoloji alanlarında
yeterli donanımlara sahip değiller. Kalite,
bilgi ve teknoloji gibi genel bileşenlerin
yanında endüstriyel tasarım, KOBİ için
çok daha spesifik, anlaşılması güç,
uygulaması karmaşık olarak karşılanıyor.
Genel bileşenlerin yanında endüstriyel
tasarımı şirket kültürlerine katamamış
KOBİ’lerin rekabet güçleri aynı oranda
düşük seviyede kalıyor. KOBİ’lerin üretim
süreçlerinin teknoloji ile yapılandırılması
ve ürünlerinin endüstriyel tasarım ile
geliştirilememesi neticesinde yüksek
rekabet düzeyine erişebilmelerinin
mümkün olabileceği ise bir gerçek.
Sanayi bölgelerinde endüstriyel tasarımın
ihtiyaç olduğunu anlayıp bu konuda çözüm
arayışına geçmiş KOBİ’ler ne yazık ki
parmakla gösterilebilecek kadar az sayıda.
Az sayıda KOBİ’nin tasarım ihtiyaçlarını
keşfetmeleri anlamlı bir gelişme olsa da
bu gerekliliği endüstriyel tasarım ile nasıl
çözümleyecekleri veya bunun için kiminle
nasıl çalışacakları onlar için karmaşık
bir konu. Endüstriyel tasarım ile elde
edebilecekleri kazancın farkında olsalar
bile bu iş için yapmaları gereken yatırım
miktarından da son derece habersizlerdir.
Tasarım hizmeti için yapacakları
harcama kıyaslanamaz ve somut verilere
dayandırılamaz durumda. Bu belirsizlikler,
tasarım hizmeti almak için niyetlenmiş
KOBİ’yi endişeleniyor ve korkak adımlar
ile hareket etmelerine neden oluyor. Diğer
yandan tasarım ihtiyacının farkında bile
olmayan çok sayıda KOBİ, neden gelişip
daha fazla kazanamadıklarını ve rekabetin
içine dahil olamadıklarını çözemiyor. Yan
sanayi üreticisi olan KOBİ ise endüstriyel
tasarıma ihtiyaç duymuyor. Bu nedenler
ile endüstriyel tasarımın ne olduğunu
ve üreticiye neler kazandırabileceğinin
anlaşılabilmesi için bilgi ve danışmanlık
kaynağı yaratılması gerekiyor. Endüstriyel
tasarım alanında faaliyet gösteren
Örneğin Ostim OSB’de yerleşik Ostim
Endüstriyel Tasarım ve Mühendislik
Merkezi (OTM) tüm Türkiye’deki
kalkınma ajansları ile endüstriyel tasarım
özelinde KOBİ’lerin faydalanabileceği
projeler geliştirmek üzere iletişime
geçerek bu kültürün yaygınlaştırılması
ve daha çok sayıda örnek oluşturmak
amacı ile çalışmalar yapıyor. OTM’nin
Ankara’da medikal sektörde daha önce
benzer bir proje gerçekleştirmesi, bu
projenin önemli bir referans yaratmış
olması ve Kayseri OSB ile benzer bir
projenin başlangıç temellerini atması
ile endüstriyel tasarım kültürünün
yaygınlaşması ve bilgilenme çapının
arttırılması yönünde önemli bir gelişme
olarak gösterilebilir.
Endüstriyel tasarımcıların veya
endüstriyel tasarım kuruluşlarının,
bu kavramın ülkemizde ve özellikle
KOBİ dünyasında henüz bir başlangıç
noktasında olduğunun farkında
olarak karşılaşılan zorluklar ve imkan
yetersizliklerinden olumsuz etkilenmeyip,
motivasyonlarını düşürmeden
çalışmalarına devam etmesi, yakın
gelecekte endüstriyel tasarım için şaşırtıcı
bir başarı ve potansiyel oluşturmasını
mümkün kılacaktır.
KASIM/2013
Geleceğin
Tasarımcıları
Seramik Tasarım Yarışması
Türk seramik sektörünü
geliştirecek ‘geleceğin
tasarımcılarını’ arıyor.
Çimento, Cam, Seramik
ve Toprak ürünleri
İhracatçıları Birliği
tarafından düzenlenen
yarışmanın amacı çevreci
ve sağlıklı çözümler
sunan seramiğin, değişen
yaşam mekanlarında
kullanılabilecek, yaratıcı
tasarımlarla geleceğe
taşınması. Seramik
kaplama malzemeleri ve
seramik sağlık gereçleri
olarak iki ayrı kategori olan
yarışmanın son başvuru
tarihi 20 Aralık 2013.
Hediyem
İstanbul
“Hediyem İstanbul Desen
Tasarımı Yarışması”nın
amacı “Hediyem İstanbul”un
kurumsal yapısını ve
konseptini temsil edecek
özgün desen tasarımları
ortaya çıkarmak. Konusu
ise İstanbul Kültür A.Ş.’nin
İstanbul temalı hediyelik eşya
tasarımı için oluşturduğu
yeni markası olan “Hediyem
İstanbul”un misyon ve
vizyonu ile uyumlu, basılı
ya da basılı olmayan her tür
üründe kullanılabilirliği olan
ve markanın konseptiyle de
örtüşecek desen tasarımına
ulaşmak. Son başvuru tarihi 11
Kasım 2013.
İş Ve İnşaat
Güvenliği
Tasarımcıya
Destek
Tasarımcılara destek veren
markalara bir yenisi daha
eklendi. İnci markası
Niyazi Erdoğan ve Gamze
Saraçoğlu ile işbirliği
yapıyor. 2013 yılı içerisinde
marka için iki koleksiyon
hazırlayan tasarımcılardan
Niyazi Erdoğan’ın ürünleri
geçtiğimiz günlerde özel
bir davetle tanıtıldı.
Niyazi Erdoğan Büyük
Hun İmparatorluğu’nun
güçlü hükümdarı Atilla’dan
ilham alarak oluşturduğu
on adetten fazla parçadan
oluşan ayakkabı-bot
koleksiyonuna ek olarak,
koleksiyon parçalarına
uygun çanta, kemer ve
bileklikler de tasarladı.
Sıkılabilen
Poşet Çay Sıcak suya batırılan poşet
çayın demini saldıktan
sonra etrafa dökülmeden
bardağın içinden nasıl
çıkarılacağı sorunu, İzmir’e
uluslararası ödül getirdi.
İzmir Ekonomi Üniversitesi
Tarımsal Teknoloji ve Gıda
Bilimleri Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Nazan Turhan’ın
demlik poşete pratiklik
kazandıran “sıkılabilen poşet
çay” buluşu, Güney Kore’deki
Uluslararası Kadın Buluşçular
Fuarı’ndaki yarışmada
“Hayata Geçirilebilen Gıda
Ambalajları” kategorisinde
dünya üçüncülüğüne seçildi.
Serap Alp
[email protected]
Müzik ve
Tasarım
İzmir Kültür Sanat ve
Eğitim Vakfı, 21. İzmir
Avrupa Caz Festivali’ni 01
– 20 Mart 2014 tarihleri
arasında gerçekleştiriyor.
“Avrupa Cazı” gibi özel
bir alana sahip, dünyanın
sayılı festivallerinden biri
olan “İzmir Avrupa Caz
Festivali”ne gençlerin bakış
açısını taşıyor. Yarışma;
ayrıca grafik sanatına ilgi
duyan öğrencilerin ve
genç grafik sanatçılarının
yaratıcılıklarını
desteklemeyi hedefliyor.
İKSEV, seçilecek eseri
21. İzmir Avrupa Caz
Festivali gibi saygın bir
organizasyonun afişi olarak
kullanarak, genç sanatçılara
yeni ufuklar açmayı,
yeni olanaklar sağlamayı
amaçlıyor. Yarışmanın son
başvuru tarihi ise 31 Aralık
2013.
Son dönemin en dikkat
çeken ve önemli konu
başlıklarından biri olan
iş güvenliğiyle ilgili bir
yarışma düzenlenmişti.
Anadolu Üniversitesi
Mühendislik Fakültesi
İnşaat Mühendisliği Bölümü
tarafından düzenlenen “İş
ve İnşaat Güvenliği” temalı
afiş ve fotoğraf yarışması
sonuçlandı. Jüri tarafından
yapılan değerlendirmede
yarışmaya gönderilen
afiş tasarımları arasından,
birincilik ödülüne Uğur
Şenarslan, ikinciliğe Erhan
Yalur, üçüncülüğe de Murat
Akkan tarafından hazırlanan
eserler layık görüldü.
Koçtaş’tan
Yarışma
Koçtaş Ürünleri İç
Mekan Tasarımı Öğrenci
Yarışması’nın amacı
geleceğin iç mimar, mimar
ve endüstri ürünleri
tasarımcılarına markanın
ürünlerinin tanıtılması, markanın ürünleri ile
yaratıcı mimari çözümlerin
geliştirilmesi. Yarışmanın
konusu ise yarışmacıların
uygun göreceği ölçekteki bir
konut içinde çalışma işlevini
üstlenecek bir mekan tasarımı
yapmaları, bu “çalışma”
mekanı içinde, farklı kullanım
ve düzenleme olanakları
sunabilecek bir “kitaplık”
sistemi tasarlamaları. Son
başvuru tarihi 16 Aralık 2013.
23
İMA Seminerleri
MTD (Moda Tasarımcıları
Derneği) ve İMA (İstanbul
Moda Akademisi) moda
tasarımı alanında kendini
geliştirmek isteyenler
için “Talk Mode” seminerleri
düzenliyor. Moda ve tekstil
endüstrisi profesyonelleri ile
öğrencilerine yönelik “Talk
Mode” seminerlerinde tasarım
süreçleri ve markalaşma
çeşitli başlıklarla ele alınıyor.
MTD Başkanı Mehtap Elaidi
olmak üzere; Seda Saydam,
Gül Ağış, Özlem Kaya, Niyazi
Erdoğan, Gamze Saraçoğlu,
Simay Bülbül ve Tuvana
Büyükçınar gibi moda
tasarımı dünyasından önemli
isimler eğitim veriyor.
Vespa Zamanı
Piaggio Group’un Türkiye
distribütörü Ferco Motor
tarafından bu sene
dördüncüsü gerçekleştirilen
Art Vespa başlıyor.
Kendi Vespa tasarımını
yaratacak olan katılımcılar
reklam sektörünün
önemli isimlerinden
oluşan jüri tarafından
değerlendirilecek. Son
başvuru tarihi 30 Kasım
2013 olan yarışmanın
jürisinde Atilla Aksoy, Metin
Aroyo, Selim Demirdelen,
Hakkı Mısırlıoğlu, Faika
Ergüder ve Derin Sarıyer
bulunuyor. Daha detaylı
bilgiyi fercomotor.com.
tr/artvespa adresinden
alabilirsiniz.
Yayın Türü: Aylık Sahibi: Kaleseramik Çanakkale Kalebodur Seramik A.Ş. Koordinasyon: Kale Tasarım Merkezi
Editör: Umut Kart (sorumlu) Katkıda Bulunanlar: Gözde Tüfekçi Sayfa Tasarımı: Emre Senan Tasarım ve Danışmanlık;
Emre Senan, Özge Güven, Nurhan Seyrekbasan Danışma Kurulu: Serhan Ada, Erdem Akan, İhsan Bilgin, Asiye Bodur,
Füsun Curaoğlu, Yeşim Demir, Ömer Durmaz, Alpay Er, Cem Erciyes, Sertaç Ersayın, Hakan Ertem, Güran Gökyay, Korhan
Gümüş, Gamze Güven, Gülay Hasdoğan, Tansel Korkmaz, Zeynep Bodur Okyay, Suha Özkan, Kuyaş Örs, Nevzat Sayın, Emre
Senan Baskı: Veritas Baskı, Yeşilce Mahallesi Diken Sokak No: 34. Levent-İstanbul Tel: 0212 294 50 20 İletişim: Kale
Tasarım Merkezi-Silahtarağa Mah. Kazım Karabekir Cad. No: 2/6 34060 Eyüp/İstanbul, Tel: 0212 311 75 68, 0212 371 53 95
[email protected], [email protected] Kale Tasarım Merkezi’nin ücretsiz tasarım gazetesidir.
www.kaletasarimmerkezi.com

Benzer belgeler