Batı`nın çöküş, Erdoğan Türkiye`sinin çıkış kodları
Transkript
Batı`nın çöküş, Erdoğan Türkiye`sinin çıkış kodları
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi haber MART 2015 YIL 9 SAYI 100 15 TL www.haberajanda.com.tr DOÇ. DR. SİNAN CANAN S.W.O.T. AHMET TURGUT Eski kıbleye yeni bakışlar YUSUF KEMAL BOZOK İran suskunluğunu bozdu AHMET YOZGAT Bizi gidi beyinsizler! SEYDAHMET KARAMAĞRALI Lozan zafere dönüşürken MEHMET FATİH ÖZTARSU “Zıddiyetin Evladı Enver Paşa” MEHMET SERHAT BIÇAK Paralel hatıraların Bank Asya yolu HİKMET GÖK Kandil-Pensilvanya DOÇ. DR. BÜLENT KARA Sol ve seçim SABRİ ÖĞE Osmanlı’dan günümüze bir bakış SÖYLEŞİ M. SERHAT BIÇAK İSMAİL ALPTEKİN: “Biz bu noktaya, 1971’den beri damdan düşe düşe geldik” MEHMET ŞEKER Birliğimizi ve dirliğimizi bozmak isteyenlere fırsat düşmesin! GÜLENAY PINARBAŞI Beyrut FİKRİ AKYÜZ Hakiki AKP ORHAN MÜCAHİT Kapitalizm kendi sonunu getirdi LOKMAN AYVA Hayra hakaret hürriyeti PROF. DR. RAMAZAN ERDEM Üniversitelerdeki müthiş kaynak israfı: Rektörlük seçimleri AYŞE YAŞAR UMUTLU Estetiksiz, felsefesiz medeniyetsizlik AYTEN ÇALIŞ Batı’nın çöküş, Erdoğan Türkiye’sinin çıkış kodları Çanlar Batı için çalıyor! “Tükenmişlik sendromu” had safhada Yayınları Hür Tefekkürün KALESİ ABONELİK Abonelik başvurularızı e-mail, telefon veya faks yoluyla yapabilirsiniz. Tel: 0312. 380 90 92 - 0 533 165 39 82 Faks: 0312. 381 45 65 [email protected] www.kulturajanda.com www.kültürajanda.com mart 2015 1 haberajanda İçindekiler SAYI: 100 // MART 2015 BAŞYAZI // DOÇ. DR. SİNAN CANAN S.W.O.T. 6 Birbirimize hâlâ (mucizevi bir şekilde) bağlıyız. Büyük şehirleri bir kenara koyarsak, Anadolu’nun hâlâ çoğu kısmında yalnızlıktan ve açlıktan ölmek gibi bir riskiniz pek yok. Halen normal insan ilişkilerine sahip az sayıda gelişmiş ülkeden bir tanesiyiz. Her ne kadar önemli günlerde SMS ve e-posta ile kutlamalar gittikçe yaygınlaşsa da birbirimizi görebiliyor ve fiziksel anlamda gerçek iletişimler kurabiliyoruz. 52 KAPAK / AYTEN ÇALIŞ 52 Batı’nın çöküş, Erdoğan Türkiye’sinin çıkış kodları Zira bu ülke, son 13 yıllık sürece kadar egemen güçlerin ve bürokratik üslerin çizdiği haritanın dışına çıkamayan, asla alternatif bir görüşü dile getiremeyen bir ülke olmuştur. Bu manada Erdoğan’ın zaman zaman yükselen sesi, aslında kendine gelen Türkiye’nin sesidir. 26 AHMET TURGUT Eski kıbleye yeni bakışlar Tasvirlenen resmi “umutsuzluk” değil, “uyarı” penceresinden okursak hedef iyi kötü bellidir sanırım. Her biri bir sonraki 100. yılın anahtarı olan bir süreçteyiz. Suriye ve Irak’ta sorumluları cezalandırma parametresinin önüne aynı bölgelerde bir an evvel sulhu tesis etmeyi öncelememiz gerekiyor. 28 SEYDAHMET KARAMAĞRALI 32 26 28 32 38 2 mart 2015 38 Lozan zafere dönüşürken Yanlış anlaşılmamak için hemen kaydetmeliyim ki, “ülkeyi Lozan’a hazırlayan şartlar”ın başat müsebbibi de bizler değildik, Almanlardı. Deriz ki -fakir dâhil hepimiz-, “Cihan harbinde müttefikimiz Almanya yenildiği için biz de yenik sayıldık”. MEHMET FATİH ÖZTARSU “Zıddiyetin Evladı Enver Paşa” Enver Paşa: Benzetmek isterseniz benzetin, ancak bir asker olarak bana mağlubiyet dersi, felsefesi gereklidir. Bütün harp okulları mağlubiyet işini de talim ve derinden tahlil ederler. Benim için önemli olan, tarihî zaferler arasındaki zaman mesafesi değil, mağlubiyetler arasındaki tarihtir. MEHMET SERHAT BIÇAK Paralel hatıraların Bank Asya yolu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir konuşmasında paralel yapıyı şu şekilde tanımlamıştı: “Legal görünümlü illegal oluşum ve işlevler yürüten örgüt…” Minareyi çalanın kılıfını hazırladığına dair getirilen bu post-modern tanım, işte tam da bu ikinci planın şu sahnede nasıl tuttuğunu gösterdi. 4 EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK 5 AHMET YOZGAT Karikatür 6 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN S.W.O.T. 9 AHMET YOZGAT Karikatür 10 AYIN OLAYLARI / HABER AJANDA Hayat nerede? Adres belli!? 14 SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda 18 ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda 22 ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda 26 AHMET TURGUT Eski kıbleye yeni bakışlar 28 SEYDAHMET KARAMAĞRALI Lozan zafer mi, hezimet mi?-2 Lozan zafere dönüşürken 32 MEHMET FATİH ÖZTARSU “Zıddiyetin evladı Enver Paşa” 38 MEHMET SERHAT BIÇAK Paralel hatıraların Bank Asya yolu 44 HİKMET GÖK Kandil-Pensilvanya 47 CÜNEYT AKAR Tarafsızlık: İyi mi, kötü mü, mümkün mü? 48 DOÇ. DR. BÜLENT KARA Sol ve seçim 50 ORHAN MÜCAHİT Kapitalizm kendi sonunu getirdi 52 AYTEN ÇALIŞ Batı’nın çöküş, Erdoğan Türkiye’sinin çıkış kodları 56 SABRİ ÖĞE Osmanlı’dan günümüze bir bakış 60 FİKRİ AKYÜZ Hakiki AKP 62 MEHMET SERHAT BIÇAK SÖYLEŞİ/ İSMAİL ALPTEKİN: “Biz bu noktaya, 1971’den beri damdan düşe düşe geldik” 71 YAHYA KURT Batı “İslam”ı SÖYLEŞİ: M. SERHAT BIÇAK MEHMET ŞEKER İSMAİL ALPTEKİN: “Biz bu noktaya, 1971’den beri damdan düşe düşe geldik” Birliğimizi ve dirliğimizi bozmak isteyenlere fırsat düşmesin! 62 Siyasette adam yetiştirmek o kadar kolay değildir; siyaset, okumakla ve diplomayla olsaydı, dünyadaki dâhilerin tamamının parti lideri olmaları gerekirdi. Ancak böyle bir şey yok! Siyaset, Allah’ın verdiği bazı özel kabiliyetler ve yaşayarak pişmek ile öğrenilir. Nasrettin Hoca’nın damdan düşme meselesi var ya, işte öyle! 72 MEHMET ŞEKER Birliğimizi ve dirliğimizi bozmak isteyenlere fırsat düşmesin! 78 LOKMAN AYVA Hayra hakaret hürriyeti 80 MESUT EMRE BALCI Algı operasyonları ve savunma(!) mekanizmamız 82 YUSUF KEMAL BOZOK Şii Ensarullah Yemen’de darbe yaptı İran suskunluğunu bozdu 84 GÜLENAY PINARBAŞI Beyrut 87 FATMA ŞURA BAHSİ Rus Oryantalizmi üzerine bir eser değerlendirmesi 88 AHMET YOZGAT Kafatasındaki bir buçuk kiloluk yağ kitlesini mucize sanan... Bizi gidi beyinsizler! 94 AYŞE YAŞAR UMUTLU Estetiksiz, felsefesiz medeniyetsizlik 97 MUHAMMED LÜTFÜ AVCI Dilin imkânlılığı ve Anadolu demokrasisi 98 ORHAN RUFAT KARAGÖL Türkiye’nin şiddet haritası 99 AYTEKİN ATASOYU Kadınların idolü Afrodit değil, “Antigone” olmalıdır 100PROF. DR. RAMAZAN ERDEM Üniversitelerdeki müthiş kaynak israfı: Rektörlük seçimleri 102EKREM ÖZBAY Türkiye’nin zekâ sorunu 104AHMET FİDAN Megaköy Ankara’nın kümesleri 106SUNA AKAR Soframızdaki tuts ak ve evcil balıklar 108DR. NURETTİN ALABAY Teknoloji 112AHMET YOZGAT Karikatür 72 Onlar istedikleri kadar planlar yapsınlar. Bizim Ayhan’larımız oldukça, aramızda böyle güzel insanlar yaşadıkça, bize karada ölüm yok. Biriz, birlikteyiz, kardeşiz... Hep birlikte Türkiye’yiz… Bunu anlayanlara ve bilenlere selam olsun! Anlamayan ve bilmeyenin nasibine ise ilim irfandan önce ilk olarak izan düşsün. 44 56 78 48 60 88 HİKMET GÖK Kandil-Pensilvanya SABRİ ÖĞE Osmanlı’dan günümüze bir bakış Eğitim gönüllüleri ha? 150 ülkede faaliyet göstermenize kim şemsiye oldu? Siyasî faaliyet yürütmezmiş… Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e mektup göndererek “İkiniz (Gül-Erdoğan) ne karar verirseniz uyarım” diyen başkası olmalı. Bir bedende birkaç kişilik… Tam muhbir pozisyonu! Yakışır! 44 DOÇ. DR. BÜLENT KARA Sol ve seçim “Sol” kavramı, tarihten günümüze kadar sermayenin değil, emekçinin tarafında tanımlanmaktadır ve din, dil, ırk, cinsiyet ve kültür ayrımı yapmaksızın, sadece insanı merkez alır. Bu yüzden çağlar boyu solun, çeşitli coğrafyalar ve çeşitli kültürler içinde iktidar olduğu, bilinen bir gerçektir. 48 Bu sarf edilen parayı Sayın Erdoğan borç almamış; on cente muhtaç, memurunun maaşını ödeyecek parayı bile ancak dışarının deprem yardımlarından sağlayabilen bir devleti, kendi öz kaynağından katrilyonlar harcayarak kendi devlet sarayını yapabilir hale getirmiş. Bundan daha sevindirici bir şey olabilir mi? 56 FİKRİ AKYÜZ Hakiki AKP Arıtma Koruma Partisi: Selçuk Karaoğlu, 1946-1947. (Hayır, bu “arıtma” sözcüğünün su arıtması ise ilgisi yok. Zaten o dönemde su arıtma sistemi yok. Ayrıca AK Parti’ye AKP diyenlere uyarı: Hakiki AKP, bu parti!) 60 LOKMAN AYVA Hayra hakaret hürriyeti Birilerinin kötülemesine bakıp da hak yoldan vazgeçmemek, hatta birilerinin kötülemesinin peşine takılıp da onlarla beraber pislik kervanına katılmamak ve yine birilerinin kötülemesine bakıp da ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Biz hangi pozisyonda olursak olalım, “Allah nurunu tamamlayacaktır”. 78 AHMET YOZGAT Bizi gidi beyinsizler! Beyin dediğimiz organ en çok geceleyin çalıştığı için, canlılar uyuyor, bedensel motor faaliyetleri neredeyse sıfırlanıyor ve vücut, enerjisini beyne teksif ediyor. Beyin bu esnada o kadar çok enerjiye ihtiyaç duyuyor ki, bu kapasitedeki enerjinin üretimi için uyku yetmiyor, ilaveten “iki seksen yatmak” gerekiyor. 88 mart 2015 3 haberajanda Editör Sayı: 100/ Mart 2015 İMTİYAZ SAHİBİ AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR TEMSİLCİLİKLER BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ HABER AJANDA BASKI Yavuz Selim [email protected] Müzeyyen Selim [email protected] Sinan Canan [email protected] Erkan Oğur [email protected] Mehmet Serhat Bıçak [email protected] A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık [email protected] Bige Canan [email protected] Ahmet Oğuz [email protected] Aykut Koçoğlu [email protected] Aktüelya İlker Kırmızı Anadolu Ajansı Serkan Selim Dilek / Bravadziluk 8/71000 Sarajevo Bosnia and Hercegovina Ofis Tel : 00 387 33 225526 Cep : 00 387 62 225526 Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp Skopje - Macedonia Ofis Tel : 00 389 23 220337 Cep : 00 389 70 451737 Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97 BASKI TARİHİ Mart 2015 İDARİ ADRES Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303 Kat: 3 Ulus – Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 381 45 65 HABERLEŞME ADRESİ Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara [email protected] Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ISSN ABONELİK Yurtiçi yıllık abonelik 180 TL, kurum ve kuruluşlar için 360 TL, Kıbrıs için 200 TL, Avrupa için 150 € ve ABD için 200 $’dir. HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 4 mart 2015 1306-5742 Abone bildiriminiz için [email protected] e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 381 45 65’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. Mehmet Serhat Bıçak [email protected] Haber Ajandalya* ALLAH “yüz”ümüzü güldürsün daim… >> O’nun (cc) lütfunu birer avcı sabrıyla bekleyen kadromuzun her kalemi, birer bülent olmuşçasına imanıyla sarıldı yıllardır silahına. Bu kadro, nadir görünen bir fikriyatla söylenecek ne varsa söylemeye, “şundan” veya “bundan” diye ayırt etmeden, her şeyi erkânınca yazmaya gayret göstererek, dokunulması gereken her konuya bir yıldırım gibi düştü. Ancak gündemin yavuzluğuna karşın selim yollar göstermenin cehdine girerek taşıdığı müzeyyen sevdanın mücahitliğini yapmaya da her zaman devam etti. Bilmem sizin dikkatinizi çekti mi, dört bir yandan Haber Ajanda için yazıp da bu sayfalarda yer bulan bunca kalem kaç kez bir araya topyekûn gelebiliyor ki böylesi ortak bir aklı topluma takdim edebiliyor? Bunun iki önemli izahı var ki ilki şu: Yıllardır yetiştirdiği kalemlerle bir ekol hüviyetine bürünen Haber Ajanda, büyük bir şuranın kalbî vuslatını kuruyor ve bu hasbî buluşmadan doğan muradı doğrudan ve tek elden gösterebiliyor. Bu kalbî vuslatı korumanın ve bunca yıldır sürdürebilmenin altında, ilk teri nasıl döktüysek, her terimizi aynı şevkle dökmemiz, heyecanımızı geleceğin umutlu günleri için hep yanar halde tutmamız yatıyor. Ekol dedik de, Haber Ajanda’nın diktiği fidanların şimdi nasıl birer servet hükmünde olduklarını izlemek ne büyük kıvanç, ne büyük onur! Dokuz yıldır vefa, hatır ve muhabbet üzere kurulu bu metin birlikteliğin ikinci izahına gelince… Kurda sormuşlar “Boynun neden kalın?” diye, “Kendi işimi kendim görürüm” demiş. Haber Ajanda, ikbal düşünmeden, ün alma derdine düşmeden, hiçbir yerde eğilmeden ve bükülmeden, yalnız okurları ve yazarlarıyla muhteşem bir his dünyası kurdu ve tam da o kurt gibi kendi işini kendi gördü. Öyle ya, bu bakımdan her sıkıntıda hikmet gördük, ancak hiçbir şebekenin oyuncağı olmayı zihnimizden bir an dahi geçirmedik! Kimi zaman ülke gibi gerildik, kimi zaman şen günleri şeker gibi geçirdik. Ve memleketin kırmızı kırmızı alarmlar verdiği, tuzun dahi koktuğu günlerde ak yüzleriyle fikrî aydınlığı gösteren kadromuzla “Allah var, gam yok!” demeyi bildik. Bu kadro, en derin yaralara Allah’ın izniyle Lokman olmaya talip biçimde, kimseden bir karşılık beklemeksizin kolları sıvadı, cananı bildiği can yurdu için tüm gücüyle çalıştı, çalıştı ve çalıştı… Atası soyu ne yaptıysa, bu kadro da ona meyyaldi hep; mazlumun yanında, zalimin -kimden olduğunu sorgulamadan- karşısında oldu. Öyle ya, kodlarında hep bu vardı. “Biz yapalım, minberi oturtacak bir Selahaddin çıkar elbet” diye çaylı muhabbetlerimizde kurduğumuz cümleleri işte bu iştiyakla nesrin akışına bıraktık. “Su akar, mecraını bulur” derler ya, biz de fikir hayratları kurduk gönlümüzce, kim demlendiyse o mesut etti bizi. Öyle ya, Fatih’in torunlarına da fetihler yakışırdı ancak… Bahaeddin Karakoç’un “Sana Yazdım” isimli şiirinde şöyle bir bölüm vardır: “Şair oğlu şairim, redd-i miras hakkım yok./ Gider gittiği yere yaydan fırlayınca ok;/ Bunu her menzile yazdım…/ Şimdi göndere çekilen bir bayrak gibi/ Senin ipine asılmışım;/ Dem, bu dem…” İşte tam da bu demdeki hissimiz şudur: Mehtaba asılı ay nasıl tüm kutunu nur nur kara göle düşürüyorsa, biz de Kevserü’lZehra’nın Babası Ahmet’in (sav) yardığı o ay gibi, kararmış günlere ak düşürme derdindeyiz. Dem, bu dem… Haber Ajanda, sinesinde muhafaza ettiği güven ve erdemi yine en sağlam şekilde büyütmeye devam ederken, hür tefekkürün kalesine diktiği bayrağını her zamanki ihlas ve sabriyle daha da refik etmenin azmindedir ve bu azimden dönmeyecektir. Gayret bizden, tevfik Yüce Hakk’tandır… *Mehmet Şeker Ağabey’e teşekkürler… **Değerli yazarımız Nadire Çamlı Yıldırım Hanımefendi’nin mahdumu “Emir”e, 15 Şubat 2015 tarihi itibariyle “Aramıza hoş geldin!” diyoruz. Rabbim bahtını açık etsin… Ahmet Yozgat - [email protected] haberajanda Karikatür mart 2015 5 haberajanda Başyazı Bir başka zayıflık da “özgüven” konusunda var bence. Yok, kendine güvensizlik değil, belki fazlaca güvenme sorunumuz var. “Hallederiz” ile “Allah Kerim” arasında salınıyor gibiyiz. Bizi gerçekten ilgilendiren hemen her şeyi başkalarına bırakırken, bizi zerre ilgilendirmemesi gereken mevzularla ömür çürütmek, adeta milli sporumuz gibi bir şey. Güçlü yönlerimiz konusunda bahsettiğimiz “tek kutuplu siyasî yapı”ya bile güveniyoruz. İktidardan tarafsak, onların masumiyetine ve her şeye kadirliğine, müzmin muhalefetsek, iktidarın bir gün Allah’ın gazabına uğrayıp kendi kendine düşeceğine güvenimiz tam. 6 mart 2015 S.W.O.T. Doç. Dr. Sinan Canan [email protected] S TRATEJİK planlamalarla uğraşanların pek sık kullandığı ve bildiği bir terimdir “SWOT analizi”. İngilizcede “güçlü yönler” (strength), “zayıf yönler” (weakness), “fırsatlar” (opportunity) ve de “tehditler” (threat) anlamına gelen kelimelerin baş harflerinden türetilmiş bir terim ve kuruluşların stratejik olarak ileriye dönük planlar yapması için gerekli olan analizlerden biri. >> Bu tip bir analize harcanan zaman önemlidir; zira bu analiz sonucunda sizi nelerin beklediğini, ne tip handikaplara takılabileceğinizi, gizli güçlerinizi ve sizi bekleyen riskleri daha kolay öngörebilirsiniz. Bir süredir kendimce bu tekniği kullanmaya gayret ediyorum. Eğer varsa, incelikli ilmine çok vâkıf olmadığım halde, kendimce ve kendi hakkımda yaptığım SWOT analizleri bana hayli faydalı bir iç görü sunuyor. Ayrıca böyle bir analizi değişen zaman ve koşullar için tekrar baştan uygulamak da faydalı görünüyor. Zira zamanla güçlü özellikler, zayıflıklar, fırsatlar ve tehditler de değişiyor. Dolayısıyla her dem yeniden düşünülmesi gereken konular bunlar. Kendi kendime bunları yaparken aklıma düştü, “Acaba içinde yaşadığımız memleketin temel gidişatı için de böyle bir şey yapsam nasıl olur?” diye düşündüm. Şimdi gelin, sizlerle beraber ülkemizin gidişatı için minik bir SWOT analizi yapalım; bakalım neler göreceğiz... Elbette “Birlikte yapalım” desem de –farkındayım- bu yazı tek taraflı bir çaba olacak. Ama yine de bu analizi yaparken, olabildiğince genel düşünmeye ve hepimizi ilgilendiren yönlere vurgu yapmaya çalışayım; bakalım nasıl bir noktaya varacağız… (Not: Analiz tamamen yazı yazılırken canlı olarak yapılmıştır, önceden planlanmış bir gündem, mesaj veya gizli ajanda yoktur.) Güçlü yönlerimiz Ülkemizin güçlü yönlerini listelemek, sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Mevzuyu bize okulda öğretilen bilgilerle halletmeye çalışsak kolaydı aslında, “Bir Türk dünyaya bedel”, “Vatan cennet”, Ne çalışkan milletiz; zeki, süper ve de ne müthişiz… Of, aman Allah’ım!” der, geçerdik. Fakat gerçekte durum belki biraz daha farklıdır. Mesela, güçlü yönlerimiz arasında öyle her bir ferdimize sirayet etmiş, milli bir ülküye dönüşmüş çalışkanlık gibi hasletlerden bahsetmek zor. Zeki olabiliriz, ama dünya ortalamasının çok üzerinde yer aldığımıza dair bilimsel bir kanıtım yahut nesnel bir göstergem de yok. “Yeraltı ve yerüstü kaynaklar” deseniz, yok, onlar da pek parlak değil. “Tarihî miras” desen, okuyan ve meraklı kitle çoğunluğumuzu oluşturmadığından o da pek ümitvar olabileceğimiz bir alan sayılmaz. Peki, güçlü yönlerimizden aklımıza gelen ne var? Öncelikle birçok gelişmiş dünya ülkesine göre kalabalık ve genç bir nüfus varlığı… Azımsanacak bir güç değil bu, zira tüm güçler gibi, nasıl kullanacağınızı ve yöneteceğinizi bilmezseniz başınıza bizzat bela da olabilecek bir güç. Ama sonuçta güçlü bir yan işte! Başka? Teknolojiye ve tüketime müthiş meyilli bir kitle var elimizde. Giyecek pantolon alamayacakken en son cep telefonu modellerini almak için boyuyla borca girebilecek kadar cevval bir meyil bu. Deli gibi internet ve sosyal medya meftunuyuz. Özellikle de son yıllardaki göreceli zenginlik ve refah artışıyla işler iyice rayından çıktı gibi görünüyor. Kısacası en güçlü yönlerimizden biri, dijital dünyanın adeta parmaklarımızın ucunda olması ve bu maharetli parmaklardan milyonlarcasına sahip olmamız şeklinde özetlenebilir. Birbirimize hâlâ (mucizevi bir şekilde) bağlıyız. Büyük şehirleri bir kenara koyarsak, Anadolu’nun hâlâ çoğu kısmında yalnızlıktan ve açlıktan ölmek gibi bir riskiniz pek yok. Halen normal insan ilişkilerine sahip az sayıda gelişmiş ülkeden bir tanesiyiz. Her ne kadar önemli günlerde SMS ve e-posta ile kutlamalar gittikçe yaygınlaşsa da birbirimizi görebiliyor ve fiziksel anlamda gerçek iletişimler kurabiliyoruz. Siyaseten de güçlü yönümüz çok aslında. Çok partili demokratik bir parlamenter sisteme sahibiz; onlarca partinin seçime girebildiği, siyasî ortamı oldukça serbest ve canlı bir ülkeyiz. Fakat buna rağmen, ortada fiilen bir tane iktidar partisi ve “diğerleri” var. Eğer iyimser bir açıdan bakarsanız, bunu güçlü yönler hanesine yazabiliriz. Yazabiliriz, çünkü ortadan kabaca karpuz misali iki siyasî kutba ayrılmış bu ülkede, birileri kafalarına göre “Bir şeyler yapacağız” diye uğraşırlarken, “diğerleri” tüm varlıklarını “yaptırtmama” üzerine kurmuş durumda. Güçlü sayılabilecek bir durum; zira engelleyici “diğerleri”, hiçbir şeyde anlaşamadıkları gibi, engelleme yolu ve yordamı konusunda da anlaşamıyorlar. “Berikiler”, yani iktidardakilerse gayet frensiz ve pürüzsüz bir yolda kendi keyiflerince ilerliyorlar. Bu kontrolsüz gücün başında oturan ve oturacak insanların temel düzeyde insaflı olacakları umudundan hareketle, bu durumu “artı” hanemize yazarak gayet iyimser ve güzel bir tablo çizmek de mümkün. Tersini düşününce insanın uykuları kaçıyor ve ortalığı karıştırası geliyor. En son aklıma gelen güçlü yön ise baklava, künefe, uykuluk ve kokoreç gibi milli lezzetlerimiz. “Ne alakası var?” demeyin, onlarsız hayat çekilmezdi! Zayıflıklarımız Zayıf yönlerimiz konusunda çok karamsar olmadığımı fark ettim. Fakat ciddi bazı zayıflıklarımız da yok değil. Mesela, adına “eğitim” dediğimiz süreç, ciddi zayıflıklarımızdan biri. Neyi neden öğrettiğimizi bilmediğimiz, klinik anlamda psikopat yetiştirmeye, “insan” yetiştirmekten çok daha uygun bir sistem haline gelen eğitimimizle nasıl olup da (kazara da olsa) normal insanlar yetiştirebildiğimize şaşmamak mümkün değil. Bir başka zayıflık da “özgüven” konusunda var bence. Yok, kendine güvensizlik değil, belki fazlaca güvenme sorunumuz var. “Hallederiz” ile “Allah Kerim” arasında salınıyor gibiyiz. Bizi gerçekten ilgilendiren hemen her şeyi başkalarına bırakırken, bizi zerre ilgilendirmemesi gereken mevzularla ömür çürütmek, adeta milli sporumuz gibi bir şey. Güçlü yönlerimiz konusunda bahsettiğimiz “tek kutuplu siyasî yapı”ya bile güveniyoruz. İktidardan tarafsak, onların masumiyetine ve her şeye kadirliğine, müzmin muhalefetsek, iktidarın bir gün Allah’ın gazabına uğrayıp kendi kendine düşeceğine güvenimiz tam. Bir başka zayıf yönümüz de “hafızamız”. Geçmişi hatırlayamıyoruz. Bir nevi sosyal Alzheimer hastalığı gibi mart 2015 7 haberajanda Başyazı üniversite kurabilir, hiçbir şey okumadan yazar olabilir, tek bir fikriniz bile olmadan ve sadece bir şeylere karşı olduğunuzu dile getirerek bir sürü insandan oy alan bir siyasetçi portresi çizebilirsiniz. İşte size fırsatlar ülkesi! Tehditlerimiz Okulda yine ne güzel öğretmişlerdi bize: “Dört bir yanımız düşmanlarla çevrili”, “Türkün Türk’ten gayrı dostu yok, herkesin gözü bizim üstümüzde”... Böyle gitsek tehdit tanımlaması da kolaydı, ama gerçek dünya biraz daha çetrefilli. Karşımızdaki tehditler pek bu kadar eften püften değiller. Bana sorarsanız, en büyük tehdidimiz, “dünyadan haberimizin olmaması”. Dünyaya nizam verme geleneğinden gelen bir coğrafyanın evlatları olarak, okuduğumuz gazetelerde ve takip ettiğimiz internet sitelerinde Adriana Lima’nın maceraları gibi mevzular dışında dünya haberlerine rastlamanız neredeyse imkânsız. Birbirimize hâlâ (mucizevi bir şekilde) bağlıyız. Büyük şehirleri bir kenara koyarsak, Anadolu’nun hâlâ çoğu kısmında yalnızlıktan ve açlıktan ölmek gibi bir riskiniz pek yok. Halen normal insan ilişkilerine sahip az sayıda gelişmiş ülkeden bir tanesiyiz. Her ne kadar önemli günlerde SMS ve e-posta ile kutlamalar gittikçe yaygınlaşsa da birbirimizi görebiliyor ve fiziksel anlamda gerçek iletişimler kurabiliyoruz. bir şey bu! Hem de aynen bu gibi hastalıklardan mustarip bunamış yaşlılar gibi, kendi ömür süremiz içinde olan bitenleri çok daha kolay unuturken, uzak geçmişten bize anlatılanlarla böbürlenmeyi ve ha bire birkaç yüzyıl öncesinden söz açmayı pek seviyoruz. Yakın geçmişimizde kaç darbe yemiş, kaç kez kandırılmış, kaç kez hatalı tarafa dâhil olmuş olursak olalım, Abdülhamit’ten, yeniçeriden, Selçuklu’dan, Hititlerden yahut daha eski Anadolu medeniyetlerinden ve dahi onların başlarına gelen nice trajik hadiseden bahsedince hemen kendimizi iyi hissedebiliyoruz. Gençlerin durumu daha da fena! Onlar için hemen her şey, içine doğdukları son 10-15 senenin mevzularından ibaret. O yüzden, mesela Gezi olaylarını 8 mart 2015 İkinci Cihan Harbi kadar önemli zannediyorlar belki de. Görüldüğü gibi bunlar ufak zayıflıklar. Fakat cehalet, meraksızlık, kendine aşırı güven ve bunama gibi belirtileri üst üste koyarsanız, ülkede birçok insanı psikiyatri kliniğinde yatan hastalar gibi görmeniz işten değil. Allah’tan güçlü yönlerimiz ve dahi bazı fırsatlarımız da var. Fırsatlarımız Hep söylerim, “En önemli fırsat, yaşadığımız coğrafya”. Burası, bütün büyük fikirlerin ve dinlerin beşiği, dünya medeniyetlerinin kesiştiği doğurgan bir kavşak noktası! Ne Doğulu, ne de Batılı. Burası, kendine has, nev-i şahsına münhasır bir yer! Nice medeniyetleri doğuran böyle bir yerde yaşayan bizlerin biçare hali bazen insanı derinden üzebilse de zayıf yönlerimizde bahsettiğimiz bazı mevzuların ışığında durumu daha iyi anlayabiliyoruz. İkinci ve önemli bir fırsat da burada hiçbir şeyin ciddi ve sistemli olarak yapılmıyor olması. Bürokrasi hariç, hiçbir şeyin oturmuş bir geleneği, felsefesi, yol ve yordamı yok neredeyse. “Bu nasıl bir fırsat?” demeyin, zira kendinizce bir devrim yapmak isteseniz, burası gibi oturmuş bir sistemi ve felsefesi olmayan, söylenen her şeyin yeni zannedildiği bir yerde işiniz aslında pek kolay. Siz ilk sonuçları alana kadar birçok insan devrim yaptığınızı bile anlamayabilir. Sadece biraz sessiz olup kravatınızı düzgün takıp takmadığınızı kontrol edin, yeter! Tek bir bina bile dikmeden Ellerin nereye gittiği, neler ettiği konusunda pek fikrimiz yok. Bütün dünyayı, kendi (aslında var olmayan) siyasî ve gündelik tartışmalarımızdan ibaret zannediyoruz. Dünyada meydana gelen fikrî devrimlerden haberimiz bile olmuyor. Ciddi sorunlar bizi pek ilgilendirmiyor. Küresel ısınmaymış, çevre kirliliğiymiş, kıyametin yaklaşmasıymış, umurumuzda değil! Benzin fiyatları artınca birkaç dakikalık geçici bir isyan duygusu dışında, dünya yansa bir kucak otumuz yanmayacak psikolojideyiz. “Bu kadar çöp nereye gidiyor? Torunuma nasıl bir dünya bırakıyorum? Bu büyümenin sonu ne olacak?” gibi anlamsız sorularla vakit geçirmiyoruz pek. Tehditlerimizin en güzel yanı da –herhalde- gerçek anlamda tehdit olan hiçbir şeyden haberimizin olmayışı. Ancak zerre önemi olmayan mevzuları tehdit sanmaya devam ediyoruz. Bilmem daha büyük bir tehdide ihtiyacımız var mıdır? “Kişi kendini bilmek gibi irfan olmaz” demişler; benim taraftan bakınca işler biraz böyle görünüyor, inşallah çokça yanılıyorumdur. Ahmet Yozgat - [email protected] haberajanda Karikatür mart 2015 9 Haber Ajanda AYINOLAYLARI Ayın Olayları Hayat nerede? Adr BU sayfalara taşıyacağımız olay, asırların en büyük sefaletinin göstergesi aslında. “Ayın Olayı” şeklinde nitelemek az, ancak unutan ve yapay konuşmalar arasında eriyen toplum için aylık bir durum… >> Özgecan Aslan, üniversite öğrenimini sürdürmekte olan gencecik bir kızcağızdı. Binmiş olduğu dolmuşta tek başına kalınca bir vahşinin saldırısına uğradı. Tecavüze yeltenen ucube, kahraman kızın karşı koyması üzerine ona önce bıçakla saldırdı, sonra yaktı ve nehre attı. Böylesi satırları buraya yazmak istemiyoruz ve bunu samimiyetle belirtiyoruz. Zira vakaya dair bilgilerin yayınlanmasında asla ve asla bir yarar görmediğimiz gibi, zararının daha büyük olduğuna inanıyoruz. Ancak olayın vukuuna dair bilgiye herkesin ulaşması sebebiyle maalesef bir not düşmek zorunda kalıyoruz. Dünyada “terör” kelimesinin üzerine yapılan konuşmaların, yapılan okumaların ve verilen mücadelenin neredeyse tamamı silahlı eylem ve anarşizme yöneliktir. Fakat bu kavramı, altına doldurduğu birkaç başlıkla değerlendirmenin ve bu eksenler üzerinde yorumlamanın, dolayısıyla toplumsal çözümlemelerin de bu çerçevede yapılmasının ne kadar elzem olduğu ortadadır. Bu yüzden terör konusunu bu alt başlıklarıyla birlikte incelemek ve bu başlıklara karşı denk tedbir ve yaptırımlar görüşülmeli, planlanmalıdır. Bu başlıklardan ikisi de “ahlak terörü” ve “ahlakî terör” şeklinde belirtilebilir. Ahlak terörü, toplumun inandığını yaşamayıp yaşadığına inanmasının sonucu elde ettiği bir terör tipidir. Bu noktada toplum, var olan ahlak sistemini yanlışın 10 mart 2015 üzerine kurmakta ve o yanlış çerçevesinde yeni yanlışlar geliştirerek kabuklu bir muhafaza oluşturmaktadır. Buna en güzel örneklerden biri, konu edindiğimiz mesele üzerinden açılan namus ve iffet başlıklarıdır. Namus ve iffet, asıl adres üzerinden okunduğunda şöyle karşımıza çıkıyor: “Mümin erkeklere söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir.” (Nur, 30) Açık adreste karşılaştığımız gerçeklik bu; ancak görmek istediğimiz gerçeklik “kadının ırzını koruması” ise, işte o zaman ahlak terörünü başlatmış oluyoruz. Ahlakî terör ise, oluşturulan ahlak sisteminden değil, edinilen ahlakın kendisinden gelen terördür. Bir kimse ahlaksızlığı ahlak edinmişse, o kimseden kurulu sisteme uyması, insanî davranışlar sergilemesi beklenemez. Bu noktada şunu biyoloji literatürüne sokmalı: Bazı canlılar yumurtlama, bazı canlılar da doğum hadisesiyle dünyaya gelirler. Ancak bazı yaratıklar var ki, affınıza sığınıyoruz, bunlar doğrudan tuvalet hadisesi ürünüdürler. Bunların din, ırk, cemiyet gibi bir zümre aidiyetleri yoktur, zira tuvalet ürünüdürler. Tecavüz, tecavüze teşebbüs, cinayet ve bu tür fiiliyatla insanların ve toplumların ruhuna kastedenler, yani Kur’anî tabirle “belhum adal” kimseler, işte bu ürünün numunesidirler. Konusu ahlak, silah, nesil yahut uyuşturucu olabilir, terörün her türlüsü, ancak misliyle karşılık bulmalıdır. Değilse, çarelerden biri de bellidir: “Otomatik Portakal”... “Otomatik Portakal”, 1962 yılında İngiliz yazar Anthony Burgess tarafından kaleme alınmış ve aynı yılların modernleşme ve değişim sancılarını yansıtırken, bireylerin ne kadar özgür veya baskı altında olması gerektiğini ve sonuçlarını sorgulayan ve de bunu eserin (anti) kahramanının hayatında okuyucuya anlatan önemli bir eserdir. Kitaba değinmeden evvel, yazarın vatanı olan İngiltere’de uygulanan infaz hukukuna göre suçlunun hayatını kaybettiği bir ceza infaz tipine yer verilmediğini belirtmeliyiz. Zira İngilizlere her alanda insan lazımdır. Öyle ya, nüfus yoksunluğu sebebiyle kral gözetimi altında hapishanelerde yatırdıklarını dahi çiftleştirmek zorunda kalmış bir tarih vardır ortada (Function Under Control of the Kingdom). Kitaba dönelim… 1971’de Stanley Kubrick tarafından beyazperdeye de aktarılan ve kült filmler arasında önemli bir yer edinen bu eserin (anti)kahramanı, Alex adında bir çete üyesidir. Alex, mensubu olduğu çeteyle birlikte gasp, cinayet, yaralama, tecavüz, uyuşturucu kullanma gibi olumsuz birçok eyleme karışmıştır. Bir gün polis tarafından yakalanan Alex, sevk edildiği hapishanede programlı bir rehabilitasyona tâbi tutulur. Ancak rehabilitasyon, Alex ve üyesi olduğu çetenin gerçekleştirdiği olayların kendisine zorla izlettirilmesi üzerine planlıdır. Genellikle merhum Özgecan’ın karşılaştığı durumların failleriyle ilgili olarak, hâlihazırda sonucu ölüm olan bir infaz türüne sahip olmadığımız ve Türkiye toplumu olarak nüfus bakımından İngilizler gibi bir sorunumuzun olmaması sebebiyle her zaman ilk akla gelen ceza “hadım” üzerinedir. Özür dileyerek sormak lazım bunu düşünenlere: “Hadım edilen kimsenin es belli! aklı, hadımdan sonra kafatasına yeniden mi oturuyor?” Ve bütün bu süreçte öyle bir aile tanıdı ki Türkiye, ders üstüne ders olsun hepimize… Baba Mehmet Aslan’ın, Hazreti Ali’ye ait “Ben, söylenmiş olan bütün sözlerden aşağıdayım; söylenmemiş olan bütün sözlerden de yukardayım!” sözleriyle başlayan konuşmasıyla son verelim yazımıza: “Biliyorsunuz, her insanın bir nefsi var. Nefis kabardığı zaman, o, insanın mahvolmasına sebep olur. Ben, ben olmaktan çıktım. ‘Edinmiş olduğum, sahip olmuş olduğum bütün her şey bugün içinmiş’ diye düşünüyorum. Çünkü ben güzel kızımı, güzel meleğimi çok severdim, sevmeye kıyamazdım, saçına dokunmaya kıyamazdım. Bizim söyleyebileceğimiz fazla bir şey yok. İnsanlar bizim bu günümüzde yanımızda oldular, bizim içimizdeki yangını söndürebilmek için koştular, bize yardımcı oldular, acılarımızı paylaştılar. Devletimiz zeval görmesin! Milletimiz necip, güzel bir millet; güzel gönüllü insanlar var. Ben öncelikle kendim için şunu söyleyeyim: Ben günahkârların günahkârı, fakirlerin fakiri, acizlerin acizi bir garibim. Rabbim özel yaratmış, güzel yaratmış; çok sevdi, yanına aldı. Bu memlekette artık ikilik olmasın! Bu vahim olayı yapan insanlara da zulmedilmesin, adaletin karşısına çıkıp cezalarını çeksinler. Allah onların analarına, babalarına da yardımcı olsun. Sevmekten başka bir çıkar yolumuz yok. Teslim olursak, içimizdeki bütün güzellikler ortaya çıkacak. Savaşırsak, sonunda nefsimiz kazanacak ve analar, babalar ağlayacak, meleklerin kanatları koparılacak, meleklerin çığlıklarını kimse duymayacak. Duyduğumuz kulaklarımızın, gördüğümüz gözlerin aslında bir anlamı yok. Memlekette herkes bir şey söylüyor; biz ne ocuyuz, ne bucuyuz; şanı yücelerden yüce olan Türk milletinin bir ferdiyiz, evladıyız. Ben milletimizden çok şey bilmem, ama Maun Suresi’nin, Âl-i İmran Suresi’nin 103. ayetini ve Asr Suresi’ni okumalarını tavsiye ediyorum. Bu ayetler bana göre çok önemli! Doğru yolu bulmak, doğru yolu seçmek, doğru yolda yürümek çok zor... Malum, dünya geçimini sürdürmek için çalışıyoruz. Gözümüz körleşiyor, kulaklarımız sağırlaşıyor. Herkes kalbindeki sesi iyi dinlesin. Bana yıllarca neler olabileceğini anlattılar ama ben anlamadım. Gözlerim kör, kulaklarım sağır vaziyette, dünyanın peşinde koştum durdum. Siz hiç mucize gördünüz mü? Şu an bir mucize gerçekleşiyor. Olayın tüm Türkiye’ye mâl olmasının bir hikmeti var… Masallarla büyüdük. Bir varmış, bir yokmuş… Bir Özge varmış, bir Özge yokmuş… Sevgi geldi, saygı geldi cihana, ‘Biz yarattık’ dediler. Bizler sevmesini, saymasını öğretmeye geldik cihana…” mart 2015 11 Haber Ajanda AYINOLAYLARI Ayın Olayları Bir şükür namazı hikâyesi Operasyon: Şah Fırat S ÜLEYMAN Şah Türbesi ve Saygı Karakolu, Türkiye’nin ekslav türünde (başka ülke üzerinde) sahip olduğu tek yapı ve dolayısıyla yapının bulunduğu alan itibariyle de tek toprak parçasını belirtiyor. Suriye’nin en önemli şehirlerinden biri olan Halep’te bulunan türbe (ve türbenin karakolu), Osmanlı Devleti’nden günümüze “Mezar-ı Türk”, yani “Türk Mezarı” ismiyle mutlaka korunan ve özel önem verilen, bu yüzden ekslav türünde bir alanda korunan tek kabir niteliğine sahip. >> Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi’nin dedesi ve Ertuğrul Gazi’nin babası olan Süleyman Şah, Kayı Boyu’nun önderi olarak yurt arama çabasındayken, Fırat nehri üzerinden geçtiği sırada iki alpiyle birlikte boğulması sonucu rahmet-i Rahman’a kavuşur. Halep yakınlarındaki Rakka bölgesinde Caber Kalesi’ne defnedilen naaşı, Osmanlı’nın büyümesi ve bu toprakları kendi toprakları bünyesine katmasının ardından bir türbeyle korunur. Türbenin adı, doğrudan Osmanlı Devleti tarafından “Türk Mezarı” şeklinde konulur ve hep böyle anılır. Zaman içindeki savaşlar ve toprak kayıpları neticesinde Caber Kalesi, Osmanlı’nın elinden çıkar ve Fransız sömürgesi olan Suriye mandasına kalır. 1921’de Ankara Hükümeti ile Fransa arasında imzalanan anlaşma ve 1923’teki Lozan Antlaşması ile türbeye özel bir toprak statüsü verilir. 1939’da, türbenin ilk nakli Caber Kalesi içinde gerçekleşir. 1968’de Suriye’nin, bölgede yapmak istediği barajın türbeyi sular altında bırakması ihtimali üzerine Türkiye’ye verdiği nota bir krize yol açar ama 1975’te ikinci nakil gerçekleşir. Türk uzmanların araştırmaları ve Suriye yetkililerinin gösterdikleri alanlar arasından seçilen bu ikinci nakil yeri, Halep’in Karakozak köyü yakınlarında ve 12 mart 2015 yine nehir kenarındaki bir alandır. Türbe (ve türbenin karakolu), bu uzun yıllar içerisinde yıpranmıştır, ancak ilk kez 2003 tarihli bir projeyle tahkimat, onarım ve karakolun yeniden inşası yapılmıştır. Irak ve Suriye’de boy gösteren IŞİD/DEAŞ terörünün, bölgede Hazreti İmam Hüseyin’in kabr-i şerifi başta olmak üzere bütün kabir ve türbeler konusunda oluşturduğu tehdit ve özellikle ülkemizde çıkan Süleyman Şah Türbesi’ni muhafaza eden birliğin tehlikede olduğu yönündeki haberler, türbenin ve dolayısıyla karakolun yine taşınması ihtimalini doğurdu. 22 Şubat 2015 günü ülkemiz, gece saatlerinde çok önemli bir haberle karşılaştı. Türk askeri, çok riskli bir operasyonla 572 askerini, 50 tankı ve sınır devriyesi tutan 59 savaş uçağıyla Suriye topraklarına girdi ve toplam 9 buçuk saat süren işlemler neticesinde Süleyman Şah ve yanında medfun iki alpinin naaşlarını Türkiye’ye getirdi. Ayrıca Karakozak’ta bulunan karakol da herhangi bir risk içermesi ihtimaliyle imha edildi. Operasyon sırasında bir askerimiz, başına tank kapağının çarpması sebebiyle şehit oldu. Operasyonun bir ayağı da sancak konusu üzerindeydi. Türkiye sınırına 180 metre uzaklıkta olan Ayne’l-Arab yakınlarındaki Eşme köyü, Süleyman Şah’ın yeni istirahatgâhı olarak seçilmişti. Karakozak’taki karakolda Türk bayrağı emanet alınırken, Eşme’de yeni belirlenen mevkide de aynı anda Türk bayrağı dikildi. Bu operasyon Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, kimsenin ruhu duymadan bu kadar geniş bir organizasyonla başka bir toprak üzerinde nasıl bir harekât tertipleyebileceğine dair önemli ipuçları verdi, hatta bazı güçleri tedirgin dahi etti. Öyle ya, bu ülkede “Hayata Dönüş” ismini verdikleri operasyonla cezaevine tankla girilmişti de “hayata dönüş”, “hayattan kopuş” şeklini almıştı. Türk askerinin gerçekleştirdiği bu operasyonun adı, Süleyman Şah’ın hayatını kaybettiği Fırat nehri ile kendisini özdeşleştiren “Şah Fırat” adını aldı. Ancak ülkede bu operasyon sonrası haliyle yine iki görüş peydahlandı: “Başarılı operasyon” ve “topraktan çekilme hezimeti”… Biz bu konudaki tavrımızı net şekilde, operasyonun çok önemli olduğu ve titizlikle yürütüldüğü çizgisi üzerinden Türk askerinin dünyaya verdiği mesajın ne demek olduğunu görerek “başarılı operasyon” şıkkıyla gösteriyoruz. O yüzden de muhalefetin ne söylediğine dair çeşitli ispatlar geliştirme ve operasyonu savunma yönünde şekillenen cümleler kurmayacağız. Zira muhalefet, iktidarın yaptığı her işe zıt bir malzeme kullanma noktasında sabit. Yani orada bir askerin kılına zarar gelseydi, muhalefetin “Neden daha önce tedbir almadınız?” diyeceği de, alınan böylesi bir tedbire “Toprağı kaybettik” şeklinde bir tepki vereceği de ortada zaten. 9 buçuk saat süren operasyon, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dakika dakika bildirilirken, Genelkurmay Karargâhı’nda Başbakan Ahmet Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in bizzat yürüttüğü operasyon için yerini aldı. Kimsenin gözünü bir saniye kırpmadan takip ettiği operasyon tamamlandığında vakit, sabah namazı vaktiydi. 28 Şubat’ları gören ve Karargâh’a çağırılıp askere hesap veren, talimat alan Türkiye işte o vakit gitti ve o sabah namazı vaktinde, Peygamber ocağını Muhammedî kokuyla dolduran bir namaz kılındı. Başbakan Davutoğlu’nun kıldığı bu şükür namazı, Türkiye’nin ancak Rabbi karşısındaki aczini, şükrünü ve atinin ne büyük günlere erişeceğini gösteren mühim bir işarettir. Zira kimsenin beklemediği, ruhlarının dahi duymadığı, adeta bir Yasin okunmuş da yüzlerine kumlar serpilmiş gibi olan biteni görmediği bir zaman zarfında, “O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar” diyen Koca Akif’in nesli, kimliksizleştirilen, balans ayarı çeken, sıfatı “Peygamber ocağı” olmasına rağmen İslam düşmanlığıyla neredeyse bir tutulan yerde önemli bir harekât yürüttü ve şükrünü de aynı anda eda etti. Operasyonun ardından ilk tebrik elbette Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hulusi Akar’ı telefonla ayrı ayrı arayarak kutlayan Erdoğan, operasyonla ilgili ayrıntıları da paylaştı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’nun tahliyesine ilişkin yazılı açıklamasında şunlara değindi: “Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’nun yeri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaptığı başarılı bir operasyon neticesinde değiştiril- miş bulunmaktadır. Sevk ve idaresini bizzat takip ettiğim, Sayın Başbakanımızın ve Genelkurmay Başkanımızın harekât merkezinden bizzat yürüttüğü bu operasyon, ecdadımızın bizlere emaneti olan Süleyman Şah Türbesi’ni, savaş şartlarının hâkim olduğu Suriye’de daha güvenli bir mevkiye nakletmeyi amaçlamıştır. Gece boyu gerçekleştirilen Şah Fırat operasyonuyla, Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’ndaki tüm emanetler ve orada görev yapan askerlerimiz salimen ülkemize getirilmiş bulunmaktadır. Operasyon, devletimizin kararı ve uygulamasıyla başarılı bir şekilde tamamlanmıştır. Süleyman Şah’ın naaşı, askerlerimiz tarafından kontrol altına alınan ve şu anda bayrağımızın dalgalandırıldığı, Suriye sınırları içinde sınırımıza 200 metre mesafede bulunan Eşme bölgesine nakl-i kubur ile getirilecektir. Daha önce iki defa yeri değiştirilmiş olan Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu, yine uluslararası hukuk ve anlaşmaların bir gereği olarak yeni mekânında bayrağımızı dalgalandırmaya ve ecdadımızın hatırasını yaşatmaya devam edecektir. Herhangi bir çatışmanın yaşanmadığı operasyon sırasında, kaza sonucu bir askerimiz şehit düşmüştür. Kendisine Allah’tan rahmet, ailesine ve yakınlarına başsağlığı diliyorum. Her türlü takdirin fevkindeki bu başarılı operasyonu gerçekleştiren hükümetimizi ve silahlı kuvvetlerimizi, şahsım ve milletim adına tebrik ediyorum.” Biz de şanlı askerimizi tebrik ediyor, mazlumun sesi ve muhafızı olma noktasında Rabbimizden muvaffakiyetler vermesini diliyoruz. mart 2015 13 Türkiye Ajanda İç Güvenlik Paketi provokasyonları KAMUOYUNA “İç Güvenlik Paketi” ismi ile duyurulan ve toplumda huzuru bozucu tüm illegal tutum ve davranışları belli bir düzene oturtmaya çalışan yasalar demetinin çıkması hususunda, Türkiye Büyük Millet Meclisi başta olmak üzere siyasî her mecrada büyük tartışmalar, hatta kavgalar gerçekleşiyor bugünlerde. >> “İç Güvenlik Paketi” adındaki bu yasalar demetinin hedefi, ülkede küçücük kıvılcımların dahi provokatörler tarafından kullanılmasının önüne geçmek. En bilindik ve konuşulan özelliği ise, bir gösteri sırasında yüz kapatmak ve molotof kokteyli atmak fiillerini suçtan sayması ve bunu yapanların yargılanmalarını sağlayacak olması. Bu pakete karşı muhalefetin göstermiş olduğu direnç, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi tarihlerine not düşülecek cinsten. Zira kürsü işgali, kürsü gaspı, kürsü saldırısı gibi eylemlerin yanında, koridorlara kadar uzanan kavgalar ve hatta Meclis Başkan Vekili’ne (Ayşe Nur Bahçekapılı) düpedüz küfür ve hakaret de bulunuyor muhalefetin bilançosunda. Ve aynı muhalefet, şiddetini, şirretini, öfke ve nefretini bu rahatlıkta istifra ederken, bu paketin çıkmasıyla birlikte ülkenin bir “polis devleti” olacağını iddia ederek memleketi karanlık günlerin beklediğini iddia edip duruyor. Tam da bu paketle birlikte provokasyonlar ve dolayısıyla 14 mart 2015 yüzleri kapalı provokatörler sahadan çekilirken, her nedense üç tip polis haberiyle doğrudan sarsılıyoruz. Sarsılıyoruz ve ardından da diyoruz ki o polis haberlerini izleyip ve işitip, “Zaten polis kendini aşmış, bir de bu paket geçerse mahvolacağımızın resmidir”. Belirttiğimiz gibi “provokatörler sahadan çekildiler birdenbire” ve Gaziantep’teki şu olayla sarsıldık: Merkez Şahinbey İlçe Belediyesi tarafından Karataş bölgesine yaptırılan sanayi sitesinden, ihaleye girmelerine rağmen dükkân alamadıklarını ve aldıkları dükkânların ödemelerini yapamadıklarını iddia eden 400 kişilik esnaf grubu, öğle saatlerinde Şahinbey Belediyesi önünde toplanarak eylem yaptı. Belediye’ye tepki gösteren kalabalık, bir süre sonra Gaziantep Valiliği’ne yürümek istedi. Atatürk Bulvarı’nı trafiğe kapatarak yürüyen gruba -polisin uyarılarına rağmen dağılmayınca- biber gazıyla müdahale edildi. 1 kişinin gözaltına alındığı müdahalenin ardından kalabalıktan bazıları dağılırken, bazıları ise yürüyüşü sürdürdü. Polis, Valilik ve Belediye önünde güvenlik önlemi aldı. Görüldüğü üzere olay, esnafın belediyeye gösterdiği tepki üzerine çıkmış. Ne yüzünü kapatan var ortada, ne de molotof kokteyli atan. Ancak kameralar o kadar yakından öyle bir manzarayla karşılaşıyorlar ki, bu manzarayı vermekten hiç imtina etmeyen bir zavallı (polis), o kameralara günlerce konuşulacak bir görüntü sunuyor. Mesai arkadaşının ensesinden tutan o zavallı (polis), esnafa karşı biber gazını kullanmaktan kendisini esirgeyen polisi sarsarken bir de “Sık la sık!” diyerek öfkesinden kenetlenen dişlerini gösteriyor kendisini çeken kameralara. Daha geçen yıl yaşanan Soma maden faciası üzerine İzmir’de yaşanan protesto görüntülerini de hatırlayalım mı? O gösteriler sırasında daha 14 yaşındaki bir çocuk, yine bir zavallı (polis) tarafından yüzü maskeli olmamasına ve de molotof kokteyli atmamasına rağmen yakasından tutularak gözaltına alınmıştı da korkudan altını ıslatmıştı. İşte o çocuk, çıkarıldığı mahkeme tarafından beraat ettirildi, hem de neredeyse bir yıl sonra. (Bu ülkede giderayak işletilebilen yargı, o çocuğu bir yıl diken üstünde yaşattı yani.) Ve bu beraat ile “Sık la sık!” vakalarının ardından bir olay daha itiraf üzerine çözüldü. 14 Ocak 2015 günü Şırnak-Cizre’de, 12 yaşındaki Nihat Kazancı adındaki çocuk, (polis) bir caninin açtığı ateş sonucu hayatını kaybetti. Olayı, ancak H.V. adındaki bir polisin anlattıkları üzerine öğrenebildik. Fakat sorun bir değil, çok fazla. Zira “Emniyet bünyesine bu kadar psikopat nasıl doldurulur?”, “Üç olayda da yüzü maskeli şahsa rastlanmazken, hatta iki olayda masum iki çocuktan bahsediyorken, birinin ölümüne, diğerininse yargılanmasına nasıl göz yumulur?”, “İç Güvenlik Paketi tartışılmaktayken, polisin psikopat şuuraltını bu derece yansıtan üç örnek nasıl aynı tarihlere denk getirilir?” şeklindeki sorularla doluyor zihnimiz. Emniyet’teki paralel yapılanmaya ilişkilendirilerek açılan soruşturma ve yapılan operasyonların ardından, yaptıkları yayınlarda “kahraman babaları” ve “terörist avcısı polisleri” hayat hikâyeleri ve gözleri yaşlı aileleriyle birlikte kamuoyuna anlatan paralel medyanın bu polisler hakkında hiçbir fikri yoktur sanırım (!). Bu üç vakada da görüntülerin nasıl tespit edildiğini merak etmek hakkımızdır sanırım. Durum ortada! Maskeli illegal provokatörleri sahadan çekersen, üniformalı legal provokatörleri oyuna sürersin, ardından da “iç güvenliği” sağlayacakların ne denli psikopatlar olduklarını doğrudan anlattığında halkın görüşü netleşir: “Diktatörün polis devletine doğru gidiyoruz!” İşte her şey bu kadar basit! Sivil polislerin kasten ve döverek öldürdüğü Ali İsmail Korkmaz ve cem evi bahçesinde yine polis kurşunuyla vurularak hayatını kaybeden Uğur Kurt’u hatırlayınca, bu tip hadiselerin tam da şu süreçte hangi anlamlara geldiğini derinlemesine düşünmeliyiz. Selçuk Kayıhan // [email protected] Bank Asya’ya e l ko nu l du TASARRUF Mevduatı Sigorta Fonu, yaptığı açıklamayla Bank Asya yönetimine el konulduğuna ilişkin açıklama yaptı. misinin büyük zarar gördüğü hatırlanacak olursa, alınan tedbirlerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Batan bankalara bir yenisinin eklenmemesi için bankanın hissedarlarını, müşterilerini, bankacılık sektörünü ve Türkiye ekonomisini korumak amacıyla, ilgili kanun maddelerinin emrettiği tedbirler alınmış ve Asya Katılım Bankası A.Ş. Yönetim Kurulu üyeleri ile Genel Müdür değiştirilmiştir.” >> TMSF, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun aldığı karara dayanarak Asya Katılım Bankası A.Ş. ile ilgili tedbir alınmak zorunda kalındığını belirterek, “Asya Katılım Bankası A.Ş. ile ilgili alınan tedbirler, söz konusu kanunun 18. maddesinin 5. fıkrasına dayanmakta olup, banka yapısının şeffaf olmasını ve denetlenebilmesini amaçlamaktadır” beyanında bulunuldu. Bir gece yarısı hareketliliği geçiren Bank Asya Genel Merkezi’ne gelen TMSF yetkilileri, bankada yaptıkları incelemelerin ardından bir açıklama gerçekleştirdiler. Yüzde 63’lük payına el konulan banka hakkında yapılan açıklama şöyle: “Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun aldığı karara istinaden, Asya Katılım Bankası A.Ş. ile ilgili tedbir alınmak zorunda kalınmıştır. Zamanında gerekli tedbirler alınmadığı için, 2001 krizinde bankaların battığı, vatandaşların mağdur olduğu, bankacılık sektörü ve Türkiye ekono- Bu bankaya el konulmasının ardından, Fuat Avni isimli korkağın CHP’li Umut Oran’la yaptığı iddia edilen Twitter yazışmalarında bahsi geçen Türkiye İş Bankası için çıkarılan yalan haberleri anlamakta büyük güçlük çektik doğrusu. Türkiye İş Bankası, Atatürk’ün vasiyeti üzerine CHP ile ilişkilendirilen bir banka olabilir; ancak bu banka, Türkiye’nin referans bankalarından biridir ve tahrip edilemez. İşte sırf bu yüzden bile CHP, kiminle dans ettiğine dikkat etmelidir! Zira o dedikodunun paralel dudakların bir ıslığı olduğu her şeyiyle ortadadır. Ramazan Akyürek tutuklandı ADI Hrant Dink cinayeti üzerinden gündeme gelen ve cinayetin yaşandığı süreçte Trabzon Emniyet Müdürü olan eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek tutuklandı. Hrant Dink suikastına ilişkin soruşturmayı yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hakkında yakalama kararı verdiği Akyürek, terörle mücadele polisleri tarafından yakalandı. Akyürek’in adı, EGM İstihbarat Daire Başkanı olduğu dönemde (Şehit) Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekilerin, bulundukları helikopterin düşmesi üzerine hayatlarını kaybettikleri olayla ilgili olarak bilgi saklama ve geç ulaştırma iddialarıyla da gündeme gelmişti. Yargıda değişiklikler BİR süredir Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı takındığı olumsuz tavırlarla gündemde büyük yer edinen ve Mahkeme Başkanlığı seçimlerini kasten ertelemekle suçlanan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, emeklilik kararı alarak görevinden ayrıldı. Kılıç’ın bıraktığı Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na Zühtü Arslan seçildi. >> Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünden 1987’de mezun olan Arslan, yüksek lisansını İngiltere’deki Leicester Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde “İnsan Hakları ve Sivil Özgürlükler” alanında, doktorasını da aynı fakültede ve Anayasa Hukuku alanında yaptı. 2007’de profesör unvanı alan Arslan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde de bir süre çalıştı. Arslan, Yükseköğretim Genel Kurulu’nca gösterilen üç aday arasından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmişti. Yargıdaki ikinci önemli gelişme de Yargıtay’da yaşandı. Giderayak aldığı Hanefi Avcı kararıyla eleştiri oklarını üzerine çeken Yargıtay Başkanı Ali Alkan, yaş haddinden emekliye ayrıldı. Alkan’ın bıraktığı Yargıtay Başkanlığı makamına, 13. Ceza Dairesi Başkanı İsmail Rüştü Cirit seçildi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1978’de mezun olan Cirit, birçok bölgede hâkimlik ve mahkeme başkanlığı görevlerinde bulundu. Yargıtay üyeliğine 2004’te seçilen Cirit, Yargıtay Büyük Genel Kurulu tarafından 2011’de 13. Ceza Dairesi Başkanlığı’na seçilmişti. mart 2015 15 Türkiye Ajanda İç G üve n l i k Pa ke t i’ n i n 26 madde s i kabul ed i ld i TBMM Genel Kurulu’nda görüşmeleri devam eden ve kamuoyunda “İç Güvenlik Paketi” olarak bilinen tasarının ilk 26 maddesi kabul edildi. halinde”, evde veya iş yerinde ifade alabilecek. Polis, kendisine veya başkalarına, iş yerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara, kişilerin tek tek veya toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara molotof kokteyli, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı -saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüdesilah kullanabilecek. Toplantı veya gösteri yürüyüşlerinde havai fişek, molotof kokteyli ve benzeri el yapımı patlayıcılar, demir bilye ve sapan bulundurulması, taşınması yasak olan maddeler kapsamında ele alınacak. Kimliklerini gizlemek için yüzlerini tamamen veya kısmen bez ve sair unsurlarla örterek toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılmak da tasarı ile suç kapsamına alınacak. >> Büyük arbede ve kavgaların yaşandığı oturumların yanında Meclis Başkan Vekili’ne alenen küfür, hakaret ve sövme edepsizliğinde bulunulmasına rağmen Meclis’ten geçirilen 26 maddeye göre, -elle dıştan kontrol hariç- kişinin üstü ve eşyası ile aracının dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin aranması, İçişleri Bakanlığı’nca belirlenecek esaslar dâhilinde mülkî amirin görevlendireceği kolluk amirinin yazılı -acele hallerde sonradan yazıyla teyit edilmek üzere sözlü- emriyle yapılabilecek ve kolluk amirinin kararı, 24 saat içinde görevli hâkimin onayına sunulacak. Bu kapsamda yapılacak aramalarda kişiye, arama gerekçesini de içeren bir belge verilecek. Polis, başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürenleri, -fiilleri ayrı bir suç oluşturmadığı takdirde- kişinin can güvenliğinin sağlanması bakımından koruma altına alabilecek ya da olay yerinden uzaklaştırabilecek. Polis, sadece “müşteki, mağdur ve tanıkların istemesi Av r a s y a A l e v i l i k - B e k t a ş i l i k A r a ş t ı r m a M e rke z i k u r u l d u ALEVİLİK-Bektaşilik inanç ve kültürünün tarih içerisindeki yerini doğru bilgi ve belgelere dayalı olarak tespit etmek üzere İnönü Üniversitesi’nde kurulan Avrasya Alevilik-Bektaşilik Uygulama Araştırma Merkezi’nin usul ve esaslarını düzenleyen yönetmelik Resmî Gazete’de yayımlandı. Merkez tarafından elde edilen bilgiler, yayımlanacak olan akademik araştırma 16 mart 2015 dergisi, elektronik posta, bülten ve benzeri vasıtalarla araştırmacılara ve kurumlara ulaştırılacak. Doğrudan Alevilik-Bektaşilik inanç ve kültürü ile yetişen kişilerin telif ve tercüme eserlerini bulup ortaya çıkaracak bu merkez, fikirleri tahlil ve tenkit süzgecinden geçirerek anlaşılır hale getirecek, dijital ortama aktaracak, arşivleyecek, Türkçeye çevirerek yayımlayacak ve alan araştırmaları yapacak. Merkez tarafından konuyla ilgili uzmanlar yetiştirmek amacıyla yüksek lisans ve doktora bursları ile kaynak temini de sağlanacak. Ayrıca bu merkezle Alevi-Bektaşi inanç önderleri ve Alevi-Bektaşilikle ilgili dernek ve vakıflarla ortak projeler de üretilecek. Sentetik uyuşturucu maddelere yönelik cezaî yaptırımın daha caydırıcı hale getirilmesi için, “sentetik kannabinoidler (bonzai) ve türevi uyuşturucu maddeler” de TCK kapsamına alınacak. Bu maddelerin imali ve satışına yönelik ceza da yarı oranında arttırılacak. Toplumda infial yaratan öldürme, kasten yaralama, saldırı, cinsel saldırı, çocuk istismarı, kaçakçılık, fuhuş, hırsızlık, yağma, uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti gibi suçlarda, kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlarda 48 saate kadar gözaltına alma kararı verilebilecek. Mahir Kaynak hayatını kaybetti ESKİ Millî İstihbarat Teşkilatı mensubu, iktisatçı ve yazar Prof. Dr. Mahir Kaynak, 81 yaşında hayatını kaybetti. Geçen yıl kısmî felç geçiren duayen stratejist, evinde rahatsızlanmasının ardından kaldırıldığı askerî hastanede vefat etti. Kaynak’ın cenazesi, 16 Şubat günü toprağa verildi. Allah gani gani rahmet eylesin… Selçuk Kayıhan “1980 öncesi gibi” manşetçilerine duyurulur: Oyununuz tutmayacak! EGE Üniversitesi’nde yaşanan ve Ülkü Ocaklı gençlerle HDP’liler arasında gerçekleşen kavga sırasında sekiz öğrenci yaralandı. Yaralananlardan Fırat Yılmaz Çakıroğlu adlı Ülkü Ocaklı genç, maalesef hayatını kaybetti. (Allah rahmet eylesin.) Fırat Çakıroğlu’nun ardından söylenen bu sözlerde acıdan başka bir şeye yer yok. Ancak üniversite olaylarının hangi saikler üzerinden tırmandırılacağı ortada. Ve vampirler, bu acılı babanın “Bitmeyecek, devam edecek” sözünü gerçek kılmak adına ellerinden geleni yapıyorlar, yapacaklar. Zira defnin hemen ardından Trabzon’da yaşananlar, Marmara Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yine aynı grupların karşı karşıya gelmesi de bunun işareti. Ancak kendilerinin canı yandığında ses çıkaran paralel dudakların çaldıkları şeytan ıslıkları perde perde boğulacak ve bu oyun asla tutmayacak! Bu da böyle biline! Fidan Ana da Sonsuzluğun Sahibi’ne kavuştu ŞEHİT Muhsin Yazıcıoğlu’nun annesi Fidan Yazıcıoğlu, kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun da katıldığı ve omuz verdiği Fidan Ana’nın cenazesi, Ulu Cami’den kaldırılarak büyük bir kalabalık tarafından defnedildi. Siyasette temizliğin sembolü olan yiğidin biricik annesi için Rabbimizden gani gani rahmet dileniyoruz… “Maarif Vakfı” kuruluyor MİLLİ Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Türkiye’nin yurtdışındaki eğitim kurumlarına ilişkin kurulacak vakfın adının “Maarif Vakfı” olacağını açıkladı. >>Söz konusu okullara ilişkin oluşturulacak sistemin ayrıntılarının Bakanlar Kurulu’nda konuşulduğunu söyleyen Avcı, “Maarif Vakfı, bütün dünyada faaliyet gösterebilecek bir vakıf statüsünde çalışacak. Bulunduğu ülkenin sosyal, siyasî ve hukukî şartlarına uyum gösterebilecek esneklikte yerel uzantıları da olabilecek bir yapı” şeklinde oluşumu kısaca tarif etti. >> Çakıroğlu’nun vefatı, ülkede büyük bir üzüntüyle karşılandı. Elemli baba Mahir Çakıroğlu, Fırat’ın ardından şu önemli sözleri söyledi: “Oğlum Türk olduğu için saldırıya uğradı. Oğlumun üç ayı vardı mezun olmasına, ona izin vermediler. Hep başarılı öğrencileri seçiyorlar, bu organize bir hareket! Bu olaylar bitecek mi? Bitmeyecek, yine devam edecek. Önlem alınsın; benim başıma geldi, ben acıyı yaşadım, başkaları yaşamasın…” Maarif Vakfı’nın, gittiği ülkelerde etkin saha çalışmalarında da bulunacağına işaretle kadro konusuna tema eden Avcı, “Vakıf olması gerekiyor, çünkü devlet memuru statü ve zihniyetinde yürütülebilecek hizmetler değil bunlar, daha çok idealizm gerekiyor” ifadelerini kullandı. Ciddî bir fedakârlık, özel ilgi ve gönüllülük isteyen Maarif Vakfı’nın ilk şartı “gurbet”. Allah bu yolda gönüllerini ve başlarını koyacakların yâr ve yardımcısı olsun… mart 2015 17 Dünya Ajanda Ye m e n’d e Fa r i s î d a r b e YEMEN’de İran yanlısı Husiler, başkent Sana’da kontrolü ele geçirerek Riyad destekli Devlet Başkanı Hadi’yi ev hapsine aldılar. Husilerle Hadi arasındaki gerilim, Hadi’nin Şii Husi taleplerine boyun eğmesi üzerine dindi. ‘Husiler’ dediğinizde, Yemen halkının büyük bir bölümünü kastetmiş oluyorsunuz. Bugün aldığımız haberlere göre kendileri anlaşmışlar. Biz istiyoruz ki, içeride kendileri anlaşsın ve bir sonuca varsınlar. Biri düşecek, biri kalacak; biz bunlarla ilgilenmeyiz. Biz çocukça bir rekabetin peşinde değiliz; Yemen halkının ihtiyacı olursa yardım ederiz. ‘Hükümette olanlara yardım edelim, olmayanlara etmeyelim’ gibi bir durum olmaz. Biz meselelere dar açılardan bakmayız, gizli işler yapmaya da ihtiyaç duymayız.” Bu açıklamaların ardından baktığımızda İslam dünyası ve Müslümanların öyle acı bir fotoğraf verdiğine inanıyoruz ki, hani şu radikalizm dolu söylemlerin hangi cenaha atıfla yapıldığını, kimin asıl radikal olduğunu, neyin gerçek, neyin yalan kaldığını kestirmek de zorlaşıyor. Politik Müslümanların politik ikiyüzlülükleri, politik beyanları, ama ille de üstü örtülü mesajları, üstü örtülü tehditleri… Nereye kadar? >> Haberin detaylarına geçmeden önce, tarihî seyirde kronolojik iki kareye bakma ihtiyacı hissediyoruz. İran, kendisini 1979 yılında anayasal monarşiden İslam Cumhuriyeti görüntüsüne bürüyen bir devrim yaşadı. “İran İslam Devrimi” adını alan siyasî hareketlenmenin manevî önderi, o günlerde İran’da olmayan Ayetullah Ruhullah Humeyni idi. 1902 doğumlu Humeyni, politikalarına muhalif olduğu Şah tarafından sürgüne gönderilmişti. 1960’lı yılların sıcak günlerini önce Türkiye’de, sonra da Irak’ta geçiren Humeyni, yalnız Fransa tarafından sahiplenilmişti. Gerçekleşen İran İslam Devrimi öncesi Paris’te olan ruhanî lider, 1 Şubat 1979 günü Fransa Havayolları uçağıyla geldiği İran’da milyonlarca kişinin coşkusuyla karşılanmıştı. Bu tarihî seyir kronolojisinden ikinci kare ise, 7 Ocak 2015 günü Fransa’nın başkenti Paris’te düzenlenen kanlı baskına ait. Charlie Hebdo adlı mizah (!) dergisine düzenlenen baskını Yemen El-Kaide’si üstlenmişti. 18 mart 2015 Fransa, İran, Yemen, El-Kaide ve Şia kavramlarını yan yana getirdiğimizde ne derece kompleks, fakat ne derece basit bir yuvarlakta koşturduğumuzun farkına varıyoruzdur sanırım. Türkiye’den sonra Irak’a geçen ve buradan da adeta kovulan Humeyni’yi sahiplenen Fransa’ya, kendisine bir zamanalr kol kanat gerdiği için bir tür minnet borcu ödemek isteyen İran tarafından bir hediye veriliyor ve Chralie Hebdo saldırısını üstlenen Yemen El-Kaide’sinden bir tür intikam alınmış oluyor. Yemen El-Kaide’si ve Yemen İhvan’ı Islah Partisi’ne savaş açan İran destekli Şii Husiler, başta Fransa olmak üzere Batı’dan aldığı destekle Arap yarımadasında böylece bir darbe gerçekleştirmiş oldular. Suudi Arabistan ile İran’ın bölgesel rekabetine sahne olan Yemen’de, İran yanlısı Şii Ensarullah Hareketi (Husiler), iki şehir dışında ülkenin tüm kontrolünü ele geçirdi. Kontrol altına alınan şehirler arasında başkent Sana da bulunuyor. Şii Husilerle Sünnî Hadi’nin arasında kayda düşülen anlaşma, anayasa taslağında değişikliğe gidilmesi, Barış ve Ulusal Ortaklık Anlaşması’nın uygulamaya geçirilmesi ve güvenlik zafiyetinin giderilmesi konularına dair bazı maddeler içeriyor. Söz konusu darbeye kadar Husiler, Sünni iktidarın azınlıkları dışladığını iddia ederek daha fazla hak ve özerklik için 2004’ten beri Yemen ordusuyla çatışıyordu. Husi darbesi üzerine Yemen’de, Halid Mahfuz Bahhah başkanlığındaki hükümet, Cumhurbaşkanı Abdurabbu Mansur Hadi’ye istifasını sundu. Bu istifanın ardından, Husilerin taleplerini kabul etmek zorunda kalan Cumhurbaşkanı Abdurabbu Mansur Hadi de görevinden istifa etti. İran Meclis Başkanı Ali Laricani, bu gelişmelerin ardından “İran Husileri destekliyor mu?” şeklindeki bir soruya şöyle yanıt veriyor: “Bu yüzeysel bir görüş. Bölgenin sorunları derin. İran, bölgede her zaman demokrasiyi desteklemiştir. Bizim bölgede imparatorluk kurmak gibi bir hedefimiz yok. Vehhabî mezhebine bağlı Suudi Arabistan, Ehl-i Sünnet ve Şia şeklinde ayrılan İslam dünyasının Ehl-i Sünnet, yani Sünnî kısmında yer alıyor. İran ise Şia… Yemen’de Suudi Arabistan’la İran’ın rekabetinden söz ediliyor, ancak karşımıza çıkan unsurların adı El-Kaide ve Ensarullah. ElKaide’nin, sahip olduğu Selefi görüşler üzerine bir Sünnî (!) dünya kurmaya çalıştığını biliyoruz. İran’ın bölgedeki gölgesi olan Ensarullah ise, Şii hilalinin Arap yarımadası noktası. “İran” ile birlikte, nükleer müzakereler, askerî tatbikatlar ve yaptığı silahlarla dünyaya meydan okuyan bir şeriat devleti algısı yerleştirilmiş zihinlere. Dünyada “İslam” gibi şerefli bir kelimenin yanına nefret, ölüm, cinayet, kan, vahşet ve savaş türünden kavramların hatırlandığı Selefi görüşün temsilcileriyse El-Kaide, IŞİD, hatta Taliban. El-Kaide’nin Suudi Arabistan’la yan yana getirilmesi dahi ilginç gibi geliyor, ancak bu kavramların belirttiğimiz gibi “İslam” ile birlikte kullanılması, zaten ilginçliğin doğrudan kendisi değil mi? Ömer Bekir Sadık // [email protected] Çavuşoğlu’ndan “One minute!” Yaşı “9” TÜRKİYE Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, ülkemizi temsilen katıldığı 51. Münih Güvenlik Konferansı programını İsrailli temsilcilerin de bu programa katılacak olmaları sebebiyle iptal etti. Çavuşoğlu’nun bu tavrı, ikinci bir “One minute!” çıkışı şeklinde yorumlandı. İKİ çocuk… Biri Filistin’de, biri İsveç’te... İkisi de Müslüman, ikisi de gözaltında. Yaşları mı? Sadece “9”… >> Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nu, İsrailli katılımcıları gerekçe göstererek katılmadığı konferans dolayısıyla ilk tebrik edense Filistin yönetimi oldu. Çavuşoğlu’nun tavrından dolayı memnuniyetini belirten Hamas, “Bu adım Türkiye’nin, Filistin halkının ve onun haklı davasının yanında yer aldığını göstermektedir” şeklinde bir yazılı açıklama yayınladı. >> İsrail askerleri, yaptıkları baskınlar sırasında Hz. İbrahim Camii’nin yakınlarında 9 yaşındaki Abdurrahman Amir Berkan’ı gözaltına aldı. Berkan, elleri kelepçelenerek bilinmeyen bir yere götürüldü. Bakan Çavuşoğlu, Münih Güvenlik Konferansı’nda sunum yapacağı oturuma İsrailli temsilcilerin de katılacağının son anda ortaya çıkması üzerine programını iptal ettiğini açıklamıştı. Somali’de Türk heyetine bombalı saldırı SOMALİ’nin başkenti Mogadişu’da, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın tam da Afrika ziyaretlerine başladığı Etiyopya programı sırasında, bomba yüklü bir araçla Türk delegasyonun kaldığı otelin karşısına saldırı düzenlendi. İsveç’teki bir tren istasyonunda 9 yaşındaki çocuğun güvenlik güçleri tarafından şiddet uygulanarak gözaltına alınması ise büyük infial uyandırdı. Çocuğun gözaltı esnasında ensesine bastıran güvenlikçiye rağmen “La ilahe illallah” diyerek Tevhid kelimesini getirmesi ise bu infiali daha da arttırdı. Bu olaya karışan güvenlikçilerle ilgili 12 kişinin polise şikâyette bulunduğu bildirildi. İlle de -kutsalımızla uzaktan yakından alakası olmamasına rağmen- bir karikatür yayınlanmasına gerek yok sanırım. Sinir hücrelerinin hepsi mi öldü be Müslüman? Kalk ayağa ve çalış! >> Etiyopya sonrası Somali’ye geçecek olan Cumhurbaşkanı’nın güvenliğini sağlamak adına saha çalışması yapan ekibimize karşı düzenlenen bu saldırıya rağmen Erdoğan, söz konusu Somali ziyaretini iptal etmedi. Saldırıda 2 terörist öldü, olay mahalindeki 3 kişi hayatını kaybetti. Büyükelçilik aracımıza saldırı Saldırıyı El-Kaide bağlantılı Eş-Şebab terör örgütü üstlendiyse de bu saldırıyla Somali polisini hedef aldığını duyurdu. Yalnız biz Eş-Şebab’ın Türkiye’yi ne kadar sevdiğini (!) iyi biliyoruz. Zira daha önce de Türk Büyükelçiliği’ne karşı saldırılar düzenlemiş, Necaşi’nin memleketinde yalnız insanlığa hizmet etmek isteyen Türkiye’yi bu topraklarda istemediğini sürekli dile getirmişti. Öyle ya, Somali açlıkla mücadele ederken, Türkiye’nin kurduğu kamplar dahi bu örgüt tarafından basılmıştı. AFGANİSTAN’ın başkenti Kabil’de, Büyükelçimizi koruma timinin aracına bomba yüklü araçla saldırı düzenlendi. Saldırıda bir uzman çavuşumuz şehit (Adem Şengül) oldu, bir uzman çavuşumuz (Ahmet Basatlı) da yaralandı. Bu menfur saldırıyı Taliban üstlendi. Ancak bilin bakalım ne oldu? Somali’de Eş-Şebab’ın yaptığını, Afganistan’da Taliban yaptı ve dedi ki, “Hedefimiz Türkler değil, Amerikalılardı”. Şehidimize Rabbimizden rahmet, gazimize şifa diliyoruz… mart 2015 19 Dünya Ajanda ABD’de üç Müslüman genç katledildi BU sayfalarda Uygur Özerk Bölgesi’ne dair haberlere çokça yer verdik. Ancak biliyorsunuz ki Çin hegemonyasında olduğu için, bölgeden doğrudan doğru haberi almak neredeyse imkânsız. Zira Çin, sadece kendi devlet ajansı aracılığıyla servis ettiği haberleri sübjektif şekilde duyuruyor. PYD Elysee’de KOBANİ’nin IŞİD’den arındırılması sonrası kanton yönetimi ve PYD, kentin onarımı için harekete geçmişti. Ancak kritik bir gelişme oldu ve nasıl olduysa (!) PYD’yi Fransa Cumhurbaşkanlığı Sarayı Elysee’de bulduk. >> Çin’in gösterdiği bu despot tavrı, ülkedeki komünist rejime bağlayabiliriz, ancak her daim özgürlükten bahseden ve vatandaşlarına karşı güya ayrımcılık yapmayan ABD’nin tavrını açıklayacak hiçbir izah yok! Konumuz olan hadise üzerinden baktığımızda, bize göre ha Çin, ha ABD… Chapel Hill kasabasındaki North Carolina Üniversitesi yerleşkesi yakınında bulunan evlerinde yaşayan üç Müslüman genç, kendisini “ateist” olarak tanımlayan Craig Stephen Hicks tarafından park meselesi yüzünden silahla vurularak öldürüldü. 23 yaşında diş hekimliği öğrencisi olan Deah Barakat, 21 yaşındaki eşi Yusor Muhammed Ebu Salha ve 19 yaşındaki baldızı Razan Muhammed Ebu Salha’nın cenazeleri, Raleigh İslam Derneği’nin mescidinde binlerce kişi tarafından kılınan cenaze namazının ardından defnedildi. Craig Stephen Hick adlı kişinin “ateist” olduğunu, Amerikan emniyet birimlerinden aldıkları bilgiyle servis yapan Amerikan ajanslarından öğreniyoruz. Çin’in izlediği basın-enformasyon politikası, ABD tarafından gayet benimsenmiş demek ki… Belli ki bu ateist, sadece İslam’a ateist, başka dinlere değil. Zira ortada bir nefret suçunun olma- 20 mart 2015 dığını izah etmek için Amerikan yetkililerin nasıl çırpındıklarını ancak böyle anlayabiliriz. Amerikan yetkililerin zihin karışıklığı, “park meselesi” bahanesinde zirve yapıyor. Eğer bir insanın sırf park meselesi yüzünden üç kişiyi öldürebileceğine inanıyorsanız, o sürekli övündüğünüz Ulusal Bildirge’nizden utanmalısınız! Hem “Park meselesi yüzünden öldürmüş, Müslümanlara bir nefreti yok” diye neredeyse savunduğunuz adam hakkında ille de “ateist” vurgusu yapmanın ne manası var?! Şehit gençlerin ardından kılınacak cenaze namazı öncesinde derneğe gelen sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri de bu noktada ortak bir açıklama yaptılar. Amerikan İslam İlişkileri Konseyi (CAIR), Kuzey Amerika İslam Toplumu (ISNA) ve Filistinliler için Amerikalı Müslümanlar (AMP) temsilcilerinin de aralarında bulunduğu çok sayıdaki Müslüman sivil toplum kuruluşu temsilcisinin yaptığı bu açıklamada, “İslamofobi bu ülkede bir endüstri haline geldi” denildi. Bu olaya dair en muazzam yorumu ise Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Erdoğan, birtakım ziyaretler için Güney Amerika’da bulunduğu sırada Venezuela’da durumu öğrendi ve şu açıklamayı yaptı (gerçi onunki bir açıklama değil, harbi bir hesap sormaydı): “Amerikan yönetimi DEAŞ’a karşı, ‘DEAŞ bir terör örgütü, ne gerekiyorsa yapmamız lazım’ diyor. Ben Amerikan yönetimine sesleniyorum: DEAŞ bir terör örgütü olarak ortada da, annesi babası Amerikan vatandaşı, Amerika’da doktorluk görevi yapan bu çocukların hiçbir günahları yokken, bir serseri, bir terörist, bir cani, bir katil geliyor, bu üç kişiyi öldürüyor; Sayın Obama niçin susuyorsun? Biden niçin susuyorsun? Kerry niçin susuyorsun? Ben Sayın Obama’nın da, Yardımcısı Biden ve Kerry’nin de bu üç mazlum ve masum insanın öldürülmesinin takibini bekliyorum. Bu kişiyi lanetliyorum! Bu bir vahşettir! Bunun altında yatan sebebin süratle bulunması gerekir. Eğer bulmuyorsa, o zaman Amerikan yönetiminin DEAŞ hakkında söyleyecek sözü de olmaz!” Erdoğan’ın sadece bir “ses” beklediği ABD yönetimi ne mi yaptı? Charlie Hebdo yürüyüşüne üst düzey temsilci göndermedikleri için pişman olduklarından, adaletin kılıcı olarak âdil davrandılar (!) ve bir yazılı açıklamayla taziye mesajı sundular. >> Gerçi bunda şaşılacak bir taraf yok, zira Charlie Hebdo sonrası dünya liderlerinin katıldığı yürüyüşte PKK bayraklarını görmüştük. Hatta bu noktada Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un, Davutoğlu’nun Paris’teki bu yürüyüşe katılması hususunda ortaya koyduğu “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” nev’inden yorumuna da katılmıştık. Tabiî Paris’te öldürülen üç PKK’lı kadın militanın da Elysee’ye çıktıklarını, üst düzey Fransız yetkililerle ne ölçüde ve hangi sıklıkta görüştüklerini de unutmayalım. Dönelim PYD’nin Elysee’ye misafir oluşuna… PYD Eş Başkanı Asiye Abdullah, Kobani’de IŞİD’e karşı savaşan kadın grubu YPJ’nin lideri Nesrin Abdullah ve PYD Fransa Temsilcisi Halid İsa, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ile Elysee Sarayı’nda görüştü ve bu görüşmenin fotoğrafları, Kobani’de insanlığa yardım eden hayır babası (!) Fransa için o kadar önemliydi ki Cumhurbaşkanlığı resmî web sitesinde yayınlandı. Bütün bunları görünce, o hep hakkımızda söylenen “kıymetli yalnızlık” aklımıza geliyor. Neyse, şimdi boynu kalın kurdun hikâyesini anlatmayalım durduk yere… Ömer Bekir Sadık Avusturya’da İslam yasası saçmalığı AVUSTURYA Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) ve Avusturya Halk Partisi’nin (ÖVP) oluşturduğu koalisyon hükümeti tarafından hazırlanan “İslam Yasa Tasarısı”, Avusturya Meclisi Genel Kurulu’nda görüşüldü ve kabul edildi. değil de Almanca vaaz vermesi gerektiğini ifade eden Strache, “İslam, Avusturya’nın parçası değildir. Yasada minare ve burka yasağının da olması gerekir. Çünkü bunlar politik birer semboldür. Yasa, hedeften uzak bir yasadır” diye konuştu. >> Hani resmî dinler hanesine topraklarında yaşayan ve “kabul ettiğini belirttikleri” dinleri yazan ülkeleri görmüştük de bir dine has yasa çıkaran herhangi bir ülke görmemiştik, o da oldu. Yalnız söz konusu tasarıya muhalefet (!) eden de çok oldu. “Muhalefet” kelimesinin yanına neden parantez içinde ünlem yerleştirdiğimizi, buyurun birlikte öğrenelim… Tasarı aleyhine ilk sözü alan aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) Genel Başkanı Heinz-Christian Strache, tasarının radikal İslamcılara karşı bir yasa olmadığını belirterek daha sert bir yasanın kabul edilmesi gerektiğini söyledi. İmamların kendi dillerinde SPÖ’lü Devlet Bakanı Josef Ostermayer ise, yasayı İslam ve Alevî cemaatinin temsilcileriyle görüşerek hazırladıklarını belirterek, cemaat liderlerinin yasayı kabul ettiğini ifade etti. İslam yasasının bir terör veya asayiş yasası olmadığını vurgulayan Ostermayer, sadece 1912 tarihli İslam yasasının günün şartlarına göre uyarlandığını ve modernleştirildiğini söyledi. Ostermayer, yasanın bütün Müslümanların haklarını koruduğunu Kosova’da gerginlik KOSOVA’nın başkenti Priştine’de yaklaşık 20 bin kişi, Kosovalı annelere “vahşi” diyen Sırp bakan Aleksandar Jablanoviç’i protesto etti. Özel bir şirkete ait olan Trepçe’deki maden ocağının kamusallaştırılmasını da isteyen göstericilerden bazıları Başbakanlık binasına saldırdı. Binanın camlarını kıran göstericilere polis gaz bombası kullanarak müdahale etti. >> Vetvendosye Hareketi lideri Albin Kurti, söz konusu maden ocağının kamusallaştırılmasına dair yasanın onaylanmaması halinde “Kosova Baharı”nın başlayacağını ileri sürdüğü konuşmasında, Başbakan İsa Mustafa’ya atfen, “İsa Mustafa’yı veririz, Kosova annelerini ve Trepçe’yi verme- yiz!” dedi. Kosova Savaşı sırasında Sırplar tarafından katledilen 12 bin insanın annelerini temsilen konuşan Annelerin Çağrısı Başkanı Mürvete Kumova, yaşananlardan dolayı özür beklerken bir de rencide edildiklerini, bu yüzden Jablanoviç hakkında suç duyurusunda bulunacak- larını belirtti. Ayrıca protestocu 20 bin Kosovalı, Başbakan İsa Mustafa’dan densiz bakanın görevden alınmasını istedi. Kosova Başbakanı İsa Mustafa ve Başbakan Yardımcısı Haşim Taçi ise, ortak bir basın toplantısı düzenleyerek yaşanan olayları değerlendirdiler. Başbakan Mustafa, başkentte şiddet gösterilerine dönüşen protestoları hükümetin derin bir endişeyle takip ettiğini söyledi. Muhalefet partileri tarafından düzenlenen gösterileri değerlendiren Başbakan, “Hükümet, protestocular tarafından kullanılan şiddeti kınamaktadır. Gösteriler sırasında yaralananlar için üzgünüz. Kamu ve özel binalara verilen zarar ve polise karşı kullanılan aktararak kendilerini savundu. Dışişleri ve Entegrasyon Bakanı Sebastian Kurz da bu yasayı Müslüman cemaatlerle birlikte hazırladıklarını belirterek, eleştirilen “finansman yasağı” ile ilgili olduğunu ve dışarıdan gelen etkileri azaltmak istediklerini söyledi. Kurz, “Başka hükümetler tarafından atanan imamları Avusturya’da istemiyoruz. Bana göre İslam Avusturya’ya aittir. Avusturya, 1912’de İslam’ı tanıdı. 500 binin üzerinde Müslüman yaşıyor. Biz göç alan bir ülkeyiz, Müslümanları yok sayamayız. Bu nedenle problemleri çözmeliyiz. Bu yasa, bu problemleri çözme ve hakları koruma adına iyi bir yasadır” dedi. Sanırım üç açıklamadan da İslam karşısında Batı’nın yaşadığı o derin kompleksin şifrelerini fazlasıyla çıkardık. “Bu saçmalığı biz yapsaydık ne olurdu?” diye düşündüğümde nedense “Estağfurullah” diyesim geliyor… şiddeti kınıyoruz. Polis, göstericiler tarafından taşlı sopalı ve molotof kokteylli saldırıya uğramıştır. Siyasî amaçlar için etnik ayrımcılığın yaratılmaya çalışılması ülkeye zarar vermektedir” ifadelerini kullandı. Başbakan Yardımcısı Haşim Taçi ise, protesto gösterilerinin siyasî hedefleri olduğuna vurgu yaptı. Taçi, “Cumartesi günkü ve bugünkü protestoların hiçbir sivil hedefi yoktu, tamamen siyasî hedefleri vardı. Protesto gösterileri halkın talebi üzerine düzenlenmedi. Gösteriler tamamen muhalefet partilerinin organizasyonuyla gerçekleşti. İktidar ve muhalefet arasındaki diyalog meydanlarda değil, mecliste gerçekleşmelidir. Kosova hiçbir zaman şiddet ve siyasî amaçlı protestolara teslim olmayacaktır” diyerek halkı sağduyulu davranmaya davet etti. Biliyoruz ki Balkanlarda yeni gerginlikler hedefleniyor. Ukrayna’da yaşanan AB-Rusya rekabeti, Balkanlar üzerinden bir rant savaşına dönüşme eğiliminde. Yoksa Kosova, Balkanların Tunus’u mu olacak? Kurti ne demek istiyor? mart 2015 21 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 22 Nasıl bir maşa olduğunuzun farkında mısınız? Ş mart 2015 AH Fırat Operasyonu, gerçekleştirildiği geceden itibaren Türkiye ve dünya gündemine oturdu. Ancak Türkiye’nin böylesi bir operasyonu nasıl büyük bir titizlikle bu kadar mükemmel gerçekleştirdiğini içine sindiremeyince, bizim medyanın derdi, operasyonu itibarsızlaştırmanın yollarına dolandı. Bunun için de kolay bir yöntem buldular: Taşeron bir örgüt bulup konuşturmak… Aslı Aydıntaşbaş, 23 Şubat 2015 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan “PYD: Türkiye ile anlaşma var” başlıklı röportaj içerikli yazısıyla maalesef bu planın maşası oldu. Yazı şöyle: “IŞİD kontrolündeki bölgede ufacık bir adacık gibi kalan Süleyman Şah Türbesi’nin askerî bir operasyonla boşaltılması doğru karardır, kimse ‘Neden vatan toprağını bıraktık?’ dememeli. Türbe yeniden yapılır, içindeki emanetler başka formüllerle muhafaza edilir; ancak sekiz aydır adeta orada mahsur kalan o 40 askerin hayatı her şeyden daha değerlidir. Daha çarpıcı ifade edeyim: Hiçbirimiz o askerlerden birini günün birinde turuncu tulumlarla IŞİD’in elinde görmeye tahammül edemezdik. Tahliye, doğru karardır. Ayrıca bu operasyon, Kobani’de oluşan yepyeni bir ‘jeopolitik’ gerçeğin de habercisidir. Kısaca özetleyelim: 1. Ankara bu operasyonu IŞİD’e rağmen ve Kobani’deki YPG güçlerine ‘haber vererek’ yapmıştır. 2. Operasyonu askerî açıdan kolaylaştıran, YPG güçlerinin son haftalarda Kobani’nin batısındaki köyleri bir bir geri alarak Süleyman Şah’a yaklaşması olmuştur. PYD’ye bağlı Kürt güçleri Süleyman Şah’a 2 kilometre kadar yaklaştığı için, TSK 30 değil, 2 kilometrelik IŞİD bölgesini yararak türbeye ulaşmıştır. 3. Operasyonun, Ankara’nın IŞİD’e karşı ‘eğit-donat’ anlaşması imzalamasının hemen arkasından olması tesadüf değildir. Zira bu anlaşma, IŞİD karşıtı muhaliflerin eğitilmesini amaçlar. Bu yüzden de Türkiye’yi ‘IŞİD karşıtı’ cepheye bir adım daha yaklaştırmış, Süleyman Şah’ı IŞİD açısından daha açık bir hedef haline getirmiştir. 4. Operasyonun PYD’den Kobani Kantonu Başbakanı Enver Müslim’in resmî temaslar için Ankara’da olduğu bir zamana denk gelmiş olması da tesadüf değildir. Her şey tamam olunca, bizim akıldan yoksunların kafataslarına inen ilk şey, “Türkiye bu operasyonu yaparken kimden destek almış olabilir?” yönünde oldu. 5. Türbenin yeniden yerleştirildiği Eşme köyü ise, YPG/YPJ isimli Kürt güçlerinin kontrolündedir. Bu yüzden de TSK ve ‘PKK’nın Suriye kolu’ diye anılan YPG, Uluğ Bayındır // [email protected] artık ister istemez ‘koordineli’ olmak durumundadır. Bu sayede, siyaseten kullanışlı olsa da gerçekte ‘PYD/YPG terör örgütüdür’ söylemi, sahada anlamlı olmaktan çıkmıştır. 6. Haliyle Türkiye, Kobani’deki stratejik hatadan dönmüş, o dönem yapamadığını şimdi yaparak IŞİD’e bir adım daha mesafe koymuş, kabul etse de, etmese de PYD/ YPG’ye bir adım yaklaşmıştır. Bu, Çözüm Süreci’nin kritik aşamasında ‘güven arttırıcı’ bir durumdur. İdris Nassan, Kobani’deki Kürt güçlerinin uluslararası dünyadaki sözcüsü. Resmi makamı, “Dışişleri Bakanı Yardımcısı”. Dün, Süleyman Şah operasyonunu konuşmak için aradığımda şu bilgileri verdi: (Operasyondan önceden haberiniz oldu mu?) Türk askeri YPG bölgesinden barışçıl bir biçimde geçti. Önceden haber verilmişti. Karar sadece (Ankara’da bulunan Kobani Başbakanı) Enver Müslim değil, YPG’yle de temas edildi. (Türbenin yeni yeri sizin bölgenizde mi?) Türbenin yeni yeri Eşme köyü; YPG ve YPJ kontrolünde. Kendi tarihlerini koruyabilmek için geçici olarak bir yere ihtiyaçları var, ama bu, oranın Türk toprağı haline geldiği anlamına gelmiyor. Biz onlara tarihlerini koruyabilmeleri için yardımcı oluyoruz. Olanlar, Kobani yönetimi ve Türk makamları arasında bir anlaşma çerçevesindedir. (IŞİD’le savaşırken Süleyman Şah’a ne kadar yaklaşmıştınız?) YPG/YPJ güçleri Kobani’yi aldıktan sonra civar köylere yöneldi. Şu an IŞİD’le çatışmalar Süleyman Şah’a çok yaklaştı, 2 kilometre yakınındayız. Haliyle orası bir savaş alanı haline geldi ve Türkiye oradaki askerlerini korumak zorunda. Bu yüzden tahliye ettiler. Türbeye yaklaşmış olmamız, Türklerin askerlerini geri çekmelerine imkân verdi. Biz zaten başından beri insanlık adına IŞİD’le savaştığımızı söylüyoruz. Bölgede hâkimiyet kurduğumuzda, Türkiye, aramızda bir mutabakat çerçevesinde türbedeki askerlerini çok daha rahat hareket ettirebilir. Biz sadece kendimiz için savaşmıyoruz, Kobani güvende olursa, Türkiye de güvende olur. Fox’un kasapları eyleme çıkar… F OX TV, bilindiği üzere muhalefet partilerinden daha muhalif üslubuyla servis ettiği haberleri ve dolayısıyla bu haberleri seyirciye aktaran sunucularıyla oldukça meşhur. İşte bu televizyon kanalının ana haber bülteninde gördüğüm, fakat başka bir yerde asla aynı formata rastlamadığım bir haberi buraya taşımaya ve kurnazlık üzere yoğrulan tilkinin Fox’ta vücut bulan halini arz etmeye çalışacağım. Önce durumu, sonra da durumun haberleştirilmiş şeklini arz edeyim ki durum şu: Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı’nın almış olduğu ortak karar ve bu iki bakanlığın yeni dönemde uygulayacağı denetime göre, kasaplar, önceden hazırlamış oldukları köfteleri satamayacak, ancak yalnız müşterinin talebi doğrultusunda ve yine müşterinin gözünün önünde hazırlayarak köfte satabilecek. Durumu aktardık, şimdi tilki kurnazlığıyla hazırlanan habere gelelim. Haber şöyle: “Bu uygulama kasapları çok kızdıracak! Önceden hazırladıkları köfteler hakkında satış yasağı getirilen kasaplar eylem için sokaklara bile dökülebilir!” (Ama resmî olarak Türk yetkililer PYD’nin ‘terör örgütü’ olduğunu söyledi...) Biz terörist değiliz. Başından beri Türk makamlarına, Türkiye’ye karşı savaşmadığımızı anlatmaya çalıştık. Bunu siyasî sebeplerle söylüyorlar. Ama koalisyon Kobani’de bizim lehimize müdahale ettikten sonra Türkiye’nin de sahadaki tavrı değişti. Ahmet Davutoğlu’nun Kobani zaferini öven ve Kürtçe öğrenmek arzusunu belirten açıklaması çok önemliydi.” Dünya üzerindeki birçok ülkede yayın yaptıran ve kendi ihtirasları uğruna algı yönetimi uygulamaktan çekinmeyen bir patronunuz varsa, bu çok normal. Yahu “Mesele ağaç değil, sen hâlâ anlamadın mı?” diyerek bu milleti aldatıp sokaklara döktünüz, şimdi sıra köfteye mi geldi karbonatını sevdiğimin tilkisi? >> Fox, Türkçede “tilki” anlamına gelen kelimenin karşılığı. Nereden üzerine yapışmıştır bilmem, “tilki” isimli hayvan “kurnazlık” huyu ile anılır. Öyle ya, “Köpek gibi sadık”, “Kedi gibi nankör”, “At gibi diri”, “Fare gibi pis” türünden somut benzetmeler bu hayvan üzerinden yapıla- mazken, “Tilki gibi kurnaz” deyişiyle soyut bir yansıtma tarzı geliştirilmiştir. Bir de “Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar” var ama konumuzla alakalı değil… Bizim tilkinin kürkü sıkmış olacak ki, biraz atraksiyon görse de bir ferahlasa… Demek istiyor ki, “Ey kasap kardeşlerim! Bu hükümet sizin dürüstlüğünüze inanmıyor. Hem inanmadığı gibi, ‘Hadi yap, görecem!’ dedirtiyor, sizi millete maymun ediyor. Mesele köfte değil, siz hâlâ anlamadınız mı?”. Ancak Fox TV, tilkiye atfen kullanılan kurnazlık huyunu, bu hayvanın üzerine yapıştırmak konusunda oldukça ısrarlı. Ama kusura bakma tilki kardeş, sana bu dükkândan köfte çıkmaz. Zira burası kasap, kürkçü dükkânı değil! mart 2015 23 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 24 Acun’un acun kanalı B İR zamanlar evde, televizyon kumandası elimizde zapping yaparken eğer keyfimize göre bir program bulamamışsak, “TV 8’de mutlaka güzel bir şey vardır” derdik. Hele bizim hanım, “Gülhan’ı aç Gülhan’ı, o kız çok sevimli!” diyerek bir seyahat programı olan “Gülhan’ın Galaksi Rehberi”ni açtırırdı. “Açtırırdı” derken, kendi açardı yani; “Al kendin aç!” derdim, açardı. gerçeği yaşıyorsun, unutma! Arkada az önce biriyle kavga mı etmişim, yediğim yemek ıspanaklı yumurta mıymış, bir derdim mi varmış, sahneye çıktığımda karakterime girer, arkayı buraya yansıtmam. Ama sen, benim burada sunduğumu izlerken hayatına devam ediyorsun”. Cem Yılmaz’ın bu hakikat dersini iyi anladıktan sonra, içi yarışmalarla dolu TV 8’in nasıl gerçekliği bile sanallığa dönüştürdüğünü aktarabilirim sanırım. Yarışmanın bir bölümü verilmiş, ertesi gün o bölüm üzerine bir tartışma programı var TV 8 ekranında. Bu nedir? Biri diğerine “Ama Turabi terbiyesizlik yaptı” diyor, diğeri öbürüne “İyi de haklıydı” diyerek Turabi’yi savunuyor. Bu, sadece bir yarışma için geçerli değil, TV 8’deki bütün yarışma programlarının aynı zamanda tartışma programları da var. Hele bir moda programı var ki, eski mezunlarını (!) yeni televizyon fenomenleri haline getirip yeni katılan yarışmacıları değerlendirtiyorlar. Bunu izah edecek bir akıl var mı? >> Sonra bu TV 8 satıldı, yeni sahibi, eski bir televizyon muhabiri olan Acun Ilıcalı oldu. Acun Ilıcalı, hakikaten kendini çok iyi yetiştirmiş, nereye ve kime yatırım yapacağını çok iyi bilen bir zekâ adamı. Onu, bir Fenerbahçeli olmasına rağmen yaptığı Beşiktaş muhabirliğinden beri bütün Türkiye tanır. Gerçekten de mesleğinin hakkını vermiştir. Zaten o yüzden bütün Türkiye tanır. TV 8’i aldıktan sonra izlediği yayın politikası şöyle: 10 dakikalık dahi olsa bir haber bültenine yer olmaksızın, kanalı sadece ve sade- mart 2015 ce eğlenceyle doldurmak ve halka eğlence pazarlamak… Cine 5, TMSF’nin eline düşmeden evvel yalnız film yayınlayan bir kanaldı. Ama onda bile akşamları 10 dakikalık bir ana haber bülteni geçerdi. Şimdiki TV 8’de o da yok! Oysa Türkiye’nin yetiştirdiği en beyefendi spikerlerden Kaan Yakuphan seslenirdi ana haberlerden “İyi akşamlar!” diyerek… (Yahu ne TV 8 edebiyatı yaptım öyle arkadaş!) Bu arada “acun”, kadim Türkçemizde “cihan, dünya, âlem” karşılığında kullanılan en köklü kelimelerden biri… Bir saniye! Acun Ilıcalı’nın TV 8’i yalnız acu- na mı hitap ediyor? Yanlış anlaşılmasın, “Acun Ilıcalı, sadece kendi sevdiği programları mı izlettiriyor halka?” diye sormuyorum, yeni TV 8’in sadece dünyalık üzerine kurulu olduğunu ve bunun hakikaten bir tehlike arz ettiğini belirtmeye çalışıyorum. Yarışmalarla dolu yeni TV 8, halkın sanallıklarla dolu hayatına ancak ve ancak sanallık katıyor. Hem de bu sanallık öyle yoğun ki, en iyisi şöyle bir söz üzerinden bunu anlatayım: Komedyen Cem Yılmaz bir gösterisinde diyor ki, “Ben sahnede bir karaktere bürünüyorum, ancak sen beni izlerken Velhasılıkelam, Acun Ilıcalı’nın TV 8’i, dünyada hiç dert, sıkıntı, tasa yokmuş, her şey güllük gülistanlıkmış da kaygı adına sadece yarışmacıların acıları, yarışmacıların sevinçleri, yarışmacıların gözyaşları kalmış gibi bir manzara izleten acayip bir hal almış. Sanal âlemin esiri bir nesilden bahsediyor insanlık, biz o neslin gerçeklerini de sanallaştırmaktan koruyamazsak, gelecekte insanlığı, vatan ve milletini dert bilen ve bu unsurların sorumluluğunu sırtlanan kimseyi bulamayacağız. Bu da böyle biline! Bu arada kendisi de bir zamanlar seyahat programları yapan Acun Ilıcalı’nın belli ki “Ben daha iyisini yapıyordum” diyerek beğenmeyip TV 8’den gönderdiği Gülhan, “Gülhan’ın Galaksi Rehberi” adlı programını TRT Haber’de yapmaya başladı. Hayırlı olsun hanım! Uluğ Bayındır Paralel örtüler “E SKİ Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, Ankara’da gözaltına alındı. >> Hrant Dink soruşturması kapsamında gözaltına alınan Akyürek, Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne getirildi. Akyürek, Ankara’daki işlemlerinin ardından soruşturmanın yürütüldüğü İstanbul’a gönderilecek. Akyürek’in gözaltına alınma gerekçesi olarak ‘soruşturmanın sağlıklı yürütülmesi’ gösterildi. Öte yandan Hrant Dink soruşturması kapsamında dönemin Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi’nde görevli Şube Müdürü Ercan Demir, komiser Özkan Mumcu ve polis memuru Muhittin Zenit, tutuklanarak cezaevine gönderilmişti. Yine soruşturma kapsamında dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek, İstanbul İl Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, Eski Trabzon İl Emniyet Müdürü Reşat Altay ve İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler’in ifadesi alınmış ve ardından serbest bırakılmışlardı. Ancak Hrant Dink cinayetinde Ogün Samast’ı azmettirmekle yargılanan Erhan Tuncel’i istihbarat elemanı yapan dönemin Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç ile ilgili hiçbir işlem yapılmadı. İçişleri Bakanlığı, halen İstihbarat Daire Başkanlığı görevini yürüten Dinç’i savcının talebine rağmen ifadeye göndermemişti. Bu olay da kamuoyunda ‘ikinci 7 Şubat krizi’ olarak anılmıştı.” Başlangıçta vermiş olduğumuz haber, eski EGM İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in gözaltına alındığı gün Zaman gazetesi tarafından yayınlanan ta kendisidir. Paralel medyanın Ramazan Akyürek’i MİT Müsteşarlığı’nı hak ettiğini savunmaktan tutun da yerlere göklere sığdıramayışının sebeb-i hikmeti nedir acaba? Bu sorunun cevabını aramaya gerek yok elbette. Fakat durumun bu denli maksatlı bir şekilde, dalgın öğrencinin test şıklarını kaydırması gibi kaydırılması, ancak paralel bir kabiliyetiniz varsa yapabileceğiniz bir iştir. Evet, daha önce bu soruşturma kapsamında Reşat Altay ve Celalettin Cerrah’ın görüşleri alınmıştı. Suikastın planlayıcısı olarak bilinen Erhan Tuncel, Reşat Altay döneminde değil, Ramazan Akyürek döneminde Emniyet’e muhbirlik yapması için alınmış bir elemandı. Bu konuda Reşat Altay, soruşturmada şöyle bir ifade veriyor: “Biz, Ramazan Akyürek ile resmî devir teslim yapmadık. Sonra kendisi ile telefonda bir görüşme yaptık, bir kere de ailesi ile geldi. Kendisini misafir ettim ama bunların hiçbirinde bana Yasin Hayal grubuyla ilgili bilgi vermedi.” Ayrıca Altay, o dönemin Trabzon Emniyet İstihbarat Şube Müdürü Faruk Sarı’nın, “Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer, Reşat Altay’a bilgi vermemem konusunda bana talimat verdi, ben de ona bilgi vermiyorum” dediğini aynı ifadesinde belirtti. Ramazan Akyürek’in avukatı 2014 yılında “Müvekkilim Tuncel’i tanımıyor” dese de 2008’de TBMM’de kurulan komisyona şöyle demişti Akyürek: “Türkiye’nin başını ağrıtan olayı haber veren Erhan Tuncel’in örselenmesi, devlet görevlisi olarak beni üzmüştür.” Öyle ya, Erhan Tuncel, Dink’e yapılacak suikastı Emniyet’e tam 17 kez ihbar etmişti. Şimdi… Paralel fitnebazların “ikinci 7 Şubat krizi” diyerek yaftalamaya çalıştıkları olayla başka şeylerin üzerlerini nasıl örtmeye giriştiklerini mutlaka anlıyoruz. Hakan Fidan’a ve Fidan’la birlikte MİT’e karşı olan nefretlerini de net şekilde görüyoruz. Peki, Hakan Fidan MİT Müsteşarlığı’na getirilmeden önce yaşanan bir olayı 17 kez Emniyet’e bildirilmesine rağmen MİT’e yüklemeye kalkışmayı nasıl algılamamızı istiyorsunuz? Yoksa paralel, “Benim sadece Emniyet’te olduğumu sanıyor, MİT’teki dallarımı göremiyorsunuz. Gazetemde ismini verdiğim kişi bile bir yem ve siz oltama takılıyorsunuz” türünden bir şey mi demek istiyor? Bu arada, Zaman gazetesinde yayınlanan haberde geçen bütün isimler, verdikleri ifadelerin ardından serbest bırakıldılar, doğru. Akyürek ise, çıkarıldığı mahkeme tarafından tutuklu yargılanmak üzere cezaevine gönderildi. “Paralel erkeklik” diye bir şey varmış meğer! C UMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, bütün imanıyla faiz lobisi ve uşaklarına açtığı savaşta çarpışıyor da çarpışıyor, Allah gücünü arttırsın… Onun söylediği her söz faiz lobisini ürkütedursun, Türkiye’deki kurumlarla da faiz konusunda verdiği mücadele, belli ki dillere destan olacak. >> Mutlak surette ülkedeki faiz oranlarının indirilmesi gerektiğini savunan Cumhurbaşkanı, karşısına aldığı Merkez Bankası idarecilerine çeşitli çözüm yolları aktarsa da, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın “Onlar ehil kişiler, işlerini biliyorlar” telkininden cesaret alarak Cumhurbaşkanı’nın isteğinin tersi istikamette hareket etmekten geri kalmıyorlar MB yöneticileri. İşte bu ters hareketler artık tak ediyor canına Cumhurbaşkanı’nın ve her harfi millete mesajlar veren şu cümleleri aktarmasına sebep oluyor: “Yani bize karşı bir bağımsızlık mücadelesi veriyorsun da, başka yerlere bağımlılığın mı var, bir de bunu söyle! Merkez Bankası, faiz konusunda yanlış yapıyor; mevcut faiz oranları Türkiye’nin ekonomideki gerçeğine uygun değildir. Benim Merkez Bankası’nın bağımsızlığına edecek bir sözüm yok. Ama nereye kadar yok? Ülkenin ve milletin menfaatlerini koruduğu yere kadar yok. Biz bu konunun takipçisi olmaya ve ikazlarımızı yapmaya devam edeceğiz.” Paralel fitnenin pelerin ütücüleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözlerinden öyle çok ürkmüş olacaklar ki nasıl cümleler kurup nereye sığınacaklarını bilememişler resmen. Cumhurbaşkanı’nın “Bana karşı bağımsızlık mücadelesi veriyorsun” diye hitap ettiği Merkez Bankası yöneticilerini ilginç bir yöntemle korumaya, belki de ateşe atmaya çalışan paralel medya, Erdoğan’ın bu konuşmasını haber yapıyor ve şu başlığı kullanıyor: “Erdoğan’dan akıl almaz soru!” Haberi okuduğunuzda görüyorsunuz ki, “Başka yerlere bağımlılığın mı var?” şeklinde kullandığı cümle, Cumhurbaşkanı açısından yapılmış bir gaf gibi verilmiş. Kusura bakma paralel ütücü, o ne dediğini gayet iyi biliyor! Ama paralel pelerin ütücülerinin ilm-i siyasetleri hiç bitmiyor tabiî. “Akıl almaz soru” diyerek gaf nitelemesi yapma çalışması belli ki geri tepmiş, furuattan bilip geri adım atmışlar bu başlıktan. Yeni başlık: “Erdoğan yine konuştu, dolar yine fırladı…” Siz dert etmeyin ağam paşam, o konuşsun, dolar fırlasın; bu ülkede aksırıktan tıksırıktan, Anayasa kitapçığından başbakan titremesinden bir gecede fakirler iki katı fakir oldular. O yüzden siz hiç dert etmeyin! Medyada birkaç saatte manşet değiştirme işlemine “paralel erkeklik” denildiğini böylece öğrenmiş olduk. Lenin bile sizin yaptığınızı yapmadı. O en azından “İki geri, bir ileri” diyordu, sizin nasıl adım attığınız belli değil! Ama “Yiğidi öldür, hakkını yeme” derler, Haşhaşi ithamının hakkını veriyorsunuz… mart 2015 25 haberajanda Toplum Tasvirlenen resmi “umutsuzluk” değil, “uyarı” penceresinden okursak hedef iyi kötü bellidir sanırım. Her biri bir sonraki 100. yılın anahtarı olan bir süreçteyiz. Suriye ve Irak’ta sorumluları (en azından bir kısmını) cezalandırma parametresinin önüne aynı bölgelerde bir an evvel sulhu tesis etmeyi öncelememiz gerekiyor. Zira mevcuttaki kör dövüş, Sykes-Picot’un bir asır evvel yirmiye ayırdığı coğrafyayı kırk parçaya bölme arefesinde. *** Sykes-Picot projesinin yarım bırakıp günümüz Batı’sına ödev olarak sunduğu bölgeyi iyiden iyiye alt kimlikleştirme ve minör devletler kurma hedefine karşı durabilecek en güçlü devlet olabilmek için, seçimleri atlatır atlatmaz söylemlerimizi ve eylemlerimizi 2017 iklimine taşımamız gerekiyor. 26 mart 2015 ESKİ KIBLEYE YENİ BAKIŞLAR H ER yıl Mart aylarında, Çanakkale Zaferimize dair anma programları düzenleniyor. Bu yıl, zaferin 100. yılına gireceğimiz için evvelkilere nazaran çok daha görkemli, geniş katılımlı organizasyonlar yaşanacak. >> Yine her yıl Nisan aylarının sonunda, diaspora tarafından sözde Ermeni soykırımını anma etkinlikleri düzenleniyor. Takvimsel açıdan diaspora da 100. yılı boş geçirmeyecek. Mart ayında 1915 Osmanlı’sının Batı cephesini, Nisan ayında ise Doğu’sunu 100. yılları itibariyle yarışa sokmuş olacağız. Ülkenin batısında ölüm kalım savaşına giren İmparatorluğun doğuda sırtından hançerlenmesi, gerek Ermeni komitacıların, gerekse Çarlık Rusya’sı ordusunun Türk, Kürt veya Kafkas Müslümanlara yönelik kitlesel katliamları ve bunlar karşısında alınan tedbirler, bu tedbirlerin uygulanışındaki aksaklıklar ve Ermeniler dâhil tüm bölge halklarının çektiği sıkıntılar, dönem tarihini bilen uzmanlar tarafından ekranlarda eni-konu tartışılacak. Evet, artık “100. yıllar burcu”na giriyoruz. Sekiz dokuz yıl boyunca hemen her sene bir asırlık dosyalar açılacak. 2015, Çanakkale’nin ve doğudaki mukatelenin 100. yılları; 2016, Sykes-Picot’un 100. yılı; 2017, Kudüs’ün Haçlı ittifakınca son işgalinin 100. yılı; 2018, Ortadoğu’nun Batılılarca tamamen işgal edilişinin 100. yılı; 2019, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışının veya Anadolu İstiklal Mücadelesi’nin başlangıcının 100. yılı ve nihayet 2023, Cumhuriyetimizin 100. yılı… Her biri bugünümüzü ülkesel ve bölgesel olarak şekillendiren başat vakıalar olan bu asırlık dosyaların içlerini ne ölçüde doldurup dolduramayacağımızı ilerleyen aylarda ve yıllarda hep birlikte göreceğiz. 2015 Nisan’ında ülke olarak genel savunmaya çekilirken, en büyük bölgesel atak şansımızı 2017 yılında yakalayacağız. Kudüs’ün ve Filistin’in tapusunu elinde tutan son Müslüman gücün ne denli varisi olup olamayacağımız veya “Yeni Türkiye” iddiasının Devlet-i Âliyye’nin mirasıyla ne denli örtüşebileceğinin delillerini 2017 dünyasına ve ille de Ortadoğu’ya göstereceğiz. Haliyle 2023’ün “Eski Türkiye”ye dair Trakya-Anadolu özelindeki bir 100. yıl mı olacağının, yoksa “Yeni Türkiye”nin gücüne ve bölgesel itibarına mı şahit olacağının ana turnusolü “2017 performansımız”. Medyadan STK’lara ve düşünce kuruluşlarına, partilerden Hükümet’e, Meclis’ten devletin en zirve makamlarına değin 2017 Ahmet Turgut [email protected] rüzgârına şimdiden nefes vermemiz gerekiyor. “Osmanlı” kelimesini ve/veya çağrışımlarını Arap komşularımızdan ziyade Kudüs-Filistin işgalcilerine karşı kullanabildiğimiz ölçüde, başta Arap-Kürt-Farisî kamuoylarında, ardınca Ortadoğu dışındaki Müslüman halklar nezdinde kıymet bulacağımız kesin. Peki, “One minute!” ile başlayan niyet beyanının 2017’de “One century” projeksiyonuna çevrilebilirliğini görebilmek için hangi engelleri aşmamız lazım? İçerideki en büyük engel, “adalete güvensizlik”… Dışarıdaki en büyük çatışma alanı ise, yine bir takvim dayatması olan “SykesPicot’un 100. yılı”… 2015’in ilk yarısı, -Haziran ayındaki milletvekili seçimleri nedeniyle- Türkiye’nin içe döndüğü bir süreci yaşıyor, yaşayacak. 2015’in ikinci yarısıysa, muhtemelen Anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi tartışmalarıyla şekillenecek. Pensilvanya, İmralı veya Kandil misali coğrafik adların vazettiği sorunlar, bunlara bağlı atılacak adımlar ve gelen karşı hamlelere verilecek cevaplar da eklenince, 2015’in ikinci yarısının da içe kapanmayla geçeceğini öngörebiliriz. Ortadoğu’nun ilk paylaşım planı olan Sykes-Picot’un devamı niteliğindeki “Ortadoğu kışı”nın dindirilmesine dair elimizdeki kozlar tükendikçe, 2016’nın daha da vahşi ve parçalanmış bir Ortadoğu vaat edeceği de kesin! Sykes-Picot’un Batı lehine upgrade edildiği bir ortamda 2017’nin yüzyıl evvelki Balfour günlerine rahmet okutacağını söy- lemek de büyük bir kehanet olmasa gerek. Tasvirlenen resmi “umutsuzluk” değil, “uyarı” penceresinden okursak hedef iyi kötü bellidir sanırım. Her biri bir sonraki 100. yılın anahtarı olan bir süreçteyiz. Suriye ve Irak’ta sorumluları (en azından bir kısmını) cezalandırma parametresinin önüne aynı bölgelerde bir an evvel sulhu tesis etmeyi öncelememiz gerekiyor. Zira mevcuttaki kör dövüş, Sykes-Picot’un bir asır evvel yirmiye ayırdığı coğrafyayı kırk parçaya bölme arefesinde. Sykes-Picot projesinin yarım bırakıp günümüz Batı’sına ödev olarak sunduğu bölgeyi iyiden iyiye alt kimlikleştirme ve minör devletler kurma hedefine karşı durabilecek en güçlü devlet olabilmek için, seçimleri atlatır atlatmaz söylemlerimizi ve eylemlerimizi 2017 iklimine taşımamız gerekiyor. mart 2015 27 haberajanda Tarih Analiz Yanlış anlaşılmamak için hemen kaydetmeliyim ki, “ülkeyi Lozan’a hazırlayan şartlar”ın başat müsebbibi de bizler değildik, Almanlardı. Deriz ki -fakir dâhil hepimiz-, “Cihan harbinde müttefikimiz Almanya yenildiği için biz de yenik sayıldık”. Bu sav, kısmen ve usulen doğru sayılsa da fiziken yanlıştır ve hiçbir hükmü yoktur. Almanların yenilgisi bizim üzerimizdendir; buna bağlı olarak İngilizlerin galibiyeti de “Alman ulusu”nun karşısında ulaşılan zaferler dizisi değil, bizim mağlubiyetimiz üzerinden bir kazanma sayılır. Lozan zafer mi, hezimet mi?-2 Lozan zafere dönüşürken “L OZAN Zafer mi, Hezimet mi?” kitabının müellifi Üstad Kadir Mısıroğlu’na teşekkür borçluyum, zira fakire konuyla ilgili olarak -şimdilik- iki yazı yazma fırsatı oluşturdu. Birinci makale Haber Ajanda ve ardından internette yayınlandıktan sonra bir tartışma alanı doğdu ve olumlu olumsuz geri dönüşler aldı. Eski öğrencilerimden Bahattin, gayet edepli bir dille bizi selamladı; yazıyla ilgili olarak yaptığı yorumunda “Çanakkale Zaferi”ne dikkat çekti, ortada böyle kesin bir zafer dururken, Osmanlı’nın son döneminde yaşanagelen bir dizi “hezimet”ten söz etmenin ve bunları Lozan’a bağlamanın çok uygun olmayacağını dile getirdi ve fakirden bir cevap bekledi haklı olarak. >> Evet, Bahattin haklı! 1699’u kulak arkası yapıp asıl yıkılışı başlattığımız 1839 Balta Limanı Antlaşması’ndan Birinci Dünya Savaşı’na kadar gelen 79 yıl içerisinde yaşanan “hezimet dizisi” içerisinde bir Çanakkale Zaferi var ve onun büyüklüğü su götürmez. Lakin o da sonucu değiştirmedi -hatta etkilemedi bile-. Sadece başında bulunduğu Dünya Savaşı’nı cephelere böldü, savaş yıllarını uzattı. İlaveten toprak, insan ve maddî imkân açısından hezimet sayısını arttırdı. Belki biraz moral tavsiyesi oldu, o kadar… Lakin sonu hüsran olacak Yemen, Irak, Filistin, Kanal, Kafkasya, hatta bizimle hiçbir organik bağı olmayan Galiçya cephelerinde Anadolu’nun bir avuç nüfusunun çeyreğini temsil eden “işe yarar erkek” cev- 28 mart 2015 herini yok etti. Nihayetinde ne kaldı bize Çanakkale’den? Hüzünlü bir hatıra, buruk bir memnuniyet tebessümü… Neyse, gelelim “Lozan’ın zafere dönüşmesine”... Bidayetinde Çanakkale Muharebesi bulunan birinci harbin sonunda Mondros Ateşkesi ve ona bağlı olarak Sevr Antlaşma metni tarihlerdeki yerini aldı. Yani harbin nihayetinde topyekûn çöküş yazıldı yaşlı kitabın saman sayfalarına. “Yüzde 100 hezimet” vesikası olarak orta yerde duran Sevr metni, henüz imza aşamasındayken ve dağıtılan Meclis-i Mebusan mecburiyet sebebiyle imzalamamışken, Lozan’ı hazırlayan ve gerekli kılan şartlar imdada yetişti. “Sevr” adlı o “uğursuz metin”, yanlış hatır- lamıyorsam Yunanistan dışında hiçbir ülke tarafından paraf edilmedi de “topyekûn yok olmak”tan kurtulduk. Yanlış anlaşılmamak için hemen kaydetmeliyim ki, “ülkeyi Lozan’a hazırlayan şartlar”ın başat müsebbibi de bizler değildik, Almanlardı. Deriz ki -fakir dâhil hepimiz-, “Cihan harbinde müttefikimiz Almanya yenildiği için biz de yenik sayıldık”. Bu sav, kısmen ve usulen doğru sayılsa da fiziken yanlıştır ve hiçbir hükmü yoktur. Almanların yenilgisi bizim üzerimizdendir; buna bağlı olarak İngilizlerin galibiyeti de “Alman ulusu”nun karşısında ulaşılan zaferler dizisi değil, bizim mağlubiyetimiz üzerinden bir kazanma sayılır. Anlaşılsın diye örneklemek gerekirse, sahaya çıkan iki süvariden biri kendisinin atıyla yarışan yarışmacı, bineği ödünç olan rakip süvarinin atını vurur ve ipi tek başına göğüsler, böylece yarışmayı kazanır. Atı vurulan süvari, vurulan atını vurulduğu yerde bırakır ve kendi harasına ve harasında seyislerinin beslediği atının yanına döner, ikinci yarış için hazırlığa girişir. Geride vurulmuş, vurularak yenilmiş bir at, binitsiz kalan bir de sahip bırakmıştır. Şimdi soralım: Yarışı kaybeden vefasız sürücü müdür, at mıdır, yoksa çöl ortasında ölmüş atının leşiyle tek başına kalan sahip Seydahmet Karamağralı [email protected] mart 2015 29 haberajanda Tarih Analiz mi? Düşünedurun, burada örnekle ilgili bir başka sual sorup o kanalda devam edelim yazıya: Eğer yarışı ödünç at kazansaydı, kazanan at mı, süvari mi, yoksa sahip mi olacaktı? Seyirciler hangisini alkışlayacaklardı “galip” diye? Anlamış olacağınız üzere, örneğimizde kendi atına binen İngiliz ve müttefikleridir. Ödünç ata binen süvari de ordumuza kumanda eden devrin Almanya’sıdır. Doğal olarak atın yayan yapıldak çöllere düşen piyade sahibi biz Türkler ya da Osmanlılarız. Bu arada, ödünç verdiğimiz atımız da tabiî ki ordumuz ve ülke imkaânlarıdır. Üstelik üzerinde yarış yapılan saha da Osmanlı ülkesi olarak örnekteki yerini almış oldu. Birinci Cihan Harbi, iki “dünya kaba- dayısı”nın bizim imkânlarımızı kullanarak üzerimizde vuruşmasının hikâyesiydi asıl itibariyle ve neticede yenen İngiliz, yenilen Alman, ancak yok olan biz olduk. Birkaç sıyrıkla ülkesine dönen Şövalye Hans’ın ülkesi bu savaştan hiç mi hiç etkilenmemişti. Yani galipler, Almanya topraklarına ayak bile basmadılar, biliyor musunuz? Üstelik Almanların yeni bir hamle için hem B planı vardı, hem de planı gerçekleştirecek imkânları. Cermen Şövalyesi Hans ülkesine dönerken, ona galebe çalan İngiliz ve ortakları Fransa, İtalya ile diğerleri zafer sarhoşluğu içerisinde ganimete saldırmış ve paylaşma telaşına düşmüşlerdi. Paylaşım planı olarak Sevr öyle yağlı bir plandı ki şıpır şıpır çöllere Bizim yok olmamızın sebebi olduktan sonra Cermen şövalyeleri, “teorik mağlubiyet”lerini sırtlanıp Bavyera ormanlarına geri döndüler. Bu arada “derin Berlin”in B planı hazırdı. “Ulus devletler yüzyılı”na girerken bertaraf edilmesi gereken üç imparatorluktan sonuncusu sayılan Rus Çarlığı, henüz savaşın yakıcı ateşini bedeninde duymamıştı. Aslında “İngilizlerin diabolik siyaset”i ölmeden önce Çar’ı da “av partisi”ne davet etmişti. Majeste’nin amacı, Moskof ordularını Kafkaslarda yormak, parti tamamladıktan sonra da onun yorgun bedenine çullanmaktı. İşte bu çullanma işini İngilizler değil ama Almanlar yaptı ve derin Alman BND’si, Çar’a karşı planladığı Bolşevik isyanını başarıyla yönetti. damlıyordu. Bu manzara karşısında galiplerin gözü en yağlı parçayı iç etmekten başka bir şey görmüyordu. Bu keşmekeşte tayfay-ı galip, harbin bidayetindeki baş düşmanları Almanya’yı unutmuş, kendilerince savaşı bitirmiş ve yengilerinin keyfini yaşamaya dalmışlardı. Bu gidişle “Şeytan Türkler problemi”nin doğurucuları, yani Doğupolitik’in müsebbibi, ölüsü dirisinden daha kıymetli addedilen Gog Mogog kavmi, içi katran dolu Sevr kazanına atılır ve sonsuza kadar dosya kapatılırdı. Yani 1099’da başlayan Haçlı seferlerinin sonuncusu, galibiyetle sonuçlanmış olarak tarihteki yerini almış olurdu. Oh be! 900 sene sonra nihayet… Lakin öyle olmadı… Şeytan Türkler, Sevr kazanının içine atıldı da o heyecan içinde kazanın altı yakılamadı; Yaratan unutturdu zahir. Burada eğri oturup doğru laf edelim. İşin aslı, kazanın altını yaktırmayan ya da yakılmasına engel olan hareketi başlatan bizler değildik. Bize kalsa ta Mondros’ta uzatmıştık kellemizi kurbanlık giyotininin altına. İleri geri konuşup da hamaset yapmanın âlemi yok! Ne hanedan, ne terhis edilmiş paşalar, ne de halk, hiç kimse bir Anadolu dirilişinin peşinde değildi. Sadece havanda dövülen suyun sesi ve yakaza halinde görülen rüyanın anlamsız arzusu vardı, o kadar… Doğrusu bu ya, devlet ve ulus çok yorulmuştu. Hani bazı durumlarda “Şu iş ne olacaksa olsa bitse de kurtulsak bu işkenceden” der ya insan, işte o yıllarda zavallı coğrafya, taşı toprağıyla bu psikolojiyi yaşıyordu. Kendisi de bir general olan Karabekir, henüz işgali söz konusu olmayan Erzurum yöresinde bilfiil görevine devam ediyor ve emrindeki askeri terhis etmekte ayak sürüyordu. Erzurum’un kolay kolay ölmeyen “dadaş ruhu”nun verdiği enerjiyle Karabekir, koynunda saman kâğıda yazılmış canhıraş bir planla İstanbul’a koştu ve kendisine “bir nevi suç ortağı” ayarlamak üzere “boşta gezer paşalar”a müracaat etmek niyetindeydi. Cebinde kırık dökük bir planın ana hatları vardı dedik ya, anlaşılan o ki, belki de –bahtsız “kara” kahramanın ruhundan özür dileyerek söylüyorum- kafasındaki hareketi başlatacak cesareti yoktu. Nasıl olsun ki? Müracaat ettiği “Terhisli Paşa” dahi planı dinledikten sonra “Bu da fikirlerden bir fikir işte!” demişti. O ne yapsın? Zira onun çevresindekiler de o günlerde göçmen al- 30 mart 2015 Seydahmet Karamağralı mak üzere dünya milletlerine müracaat etmiş olan Yeni Zelanda’ya gitmekten, olmadı Anadolu’nun uzak bir beldesine sığınıp “Osmanlı’da paşa olacağına orada toprak ağası olmaktan” söz ediyorlardı. Lakin bu sözü edenler ne yapsın? Çünkü ne yüreklerinde cesaret, ne de bedenlerinde yeterli enerji vardı yeni bir savaşa duhul etmek için. Harp esnasında onlar uzak cephelerde dolaşırken, hesaplarında birikmiş maaşlarının Pera Palas faturalarından arta kalanıyla üç beş tarla alma derdindeydiler. Dünya bu! Ya halk? Hangi halk? Anadolu köylerinde oturan kadınlar ve yaşlılar mı? Kocalarını ve eli iş tutan delikanlılarını cephelere göndermelerinin ardından beş sene geçmiş, gidenlerin yaşıyor veya ölü oldukları bile belli olmaktan çıkmıştı. Ortalığı kasıp kavuran kıtlık ve yol başlarını tutan ne idüğü belirsiz eşkıya taifesi dünyalarını başlarına yıkmıştı zavallıların. Üst yanlarında olanlardan haberleri bile yoktu ama biri çıkıp herhangi bir köy meydanında anlatsa hemen hepsi “Başımızda bir devlet olsun da ister Osmanlı olsun, ister İngiliz” diyecekleri kesindi günümüz Irak veya Suriye’si gibi. Kısacası, zamanın coğrafyasındaki herkes yukarıda söylenildiği gibi aralarındaki anlaşmazlık nedeniyle uzayan süreden rahatsızdı ve “yedi düvel”den paylaşımın sonlandırılmasını, bekleme işkencesinin bitirilmesini ve devletin başına bir otoritenin geçmesini istiyordu. İnanın, en çok da çöken devletin son ricali, hanedanlık ve boşta gezer paşalar… Zira hâlâ içlerinde umut taşıyanlar, gözlerini onlara dikmiş bakıyorlardı “Hadisenize!” der gibi: “Sen ördün başımıza bu çorabı, yine sen çıkarmak zorundasın!” Böyle diyen birileri olmasa bile devletin başına bu çorabı ördürenler, vicdanlarından yükselen bu sesi yakinen duyuyorlardı. Sevr uygulanırsa, bu rahatsız edici çığlığın susacağından emindiler. Susmasa bile verilecek cevapları vardı: “Ne yapalım? Yapılacak bir şey kalmadı, iş işten geçti. Başa geleni çekeceğiz...” Oh be! Devrin bakiyesindeki psikolojik atmosfer tam da bu idi işte! Hatta aklıma gelmişken hemen kaydedeyim: Son generallerden biri, süreci hızlandırmak ister gibi bir yabancı gazeteci aracılığıyla İngiliz işgal komiserine “Majeste’nin hizmetine girmekten mutlu olacağı” mealinde bir mesaj gönderiyor ve “kendisine tevdi edilecek valilik gibi bir görev” arzu ettiğini belirtiyordu. Zira “araf atmosferi”, herkesin olduğu gibi onun da ru- huna bir karabasan gibi çökmüştü anlaşılan. Ortada bir devlet olmadığına göre “millî çıkarlar”dan söz edilemeyeceği, “ferdî menfaatler”in daha mühim olduğu anlayışı her beyni işgal etmişti. Lozan’la şekillenen vavien hattı Bu satırların yazarının, son imparatorluklarını batırdıkları için Almanları affetmesi mümkün değil. Ancak hakkı teslim etmek gibi bir adalet severliği de mevcut. Başımıza birinci harbi sarıp yenilmemizin müsebbibi olan Almanlar, dolaylı yoldan kurtuluşumuza giden yolu da açtılar. Şöyle ki… Bizim yok olmamızın sebebi olduktan sonra Cermen şövalyeleri, “teorik mağlubiyet”lerini sırtlanıp Bavyera ormanlarına geri döndüler. Bu arada “derin Berlin”in B planı hazırdı. “Ulus devletler yüzyılı”na girerken bertaraf edilmesi gereken üç imparatorluktan sonuncusu sayılan Rus Çarlığı, henüz savaşın yakıcı ateşini bedeninde duymamıştı. Aslında “İngilizlerin diabolik siyaset”i ölmeden önce Çar’ı da “av partisi”ne davet etmişti. Majeste’nin amacı, Moskof ordularını Kafkaslarda yormak, parti tamamladıktan sonra da onun yorgun bedenine çullanmaktı. İşte bu çullanma işini İngilizler değil ama Almanlar yaptı ve derin Alman BND’si, Çar’a karşı planladığı Bolşevik isyanını başarıyla yönetti. Netice-i isyanda Romanof Hanedanı’nın tüm bireylerini, “Ekim Devrimi” neticesinde soğuk Rusya’nın steplerinde buz kesen karlar altına gömdü. Bununla kalmadı, büyüyen gücüyle Orta ve Kuzeybatı Avrupa’ya göz diktiğini ima etmekten çekinmedi. İşte bu gelişmedir ki, henüz Sevr uygulamasını sonlandırmamış olan İngiliz ve ortaklarını tedirgin etmeye yetti de arttı bile. Onlar için acilen yapılacak iş, bir an önce “Avrupa evi”ne dönmek ve beliren “ayı tehlikesi”ni savuşturmak gerekiyordu. Yani İngiliz ve avenesi henüz imzalanmamış olan Sevr’in sonunu beklese iş işten geçmiş olabilirdi. İşte galip diplomatlar kafa kafaya verip bu durakta palyatif bir çözüm buldular! Bu çözüm geçici, mesela yüzyıllığına bir ara antlaşma olabilirdi ki o antlaşma Lozan oldu. Majeste ve çömezleri, Lozan’da kendileri hesabına kazandıkları yüzyıl içinde Avrupa’yı düzenler, sonra geri dönüp “Nerede kalmıştık?” derdi. Böylece Lozan’ı sonlandırır ve Sevr’e kaldıkları yerden devam edebilirlerdi. Yüz sene dediğin ne ki? Osmanlı toprağında oluşturulan minyatür devletçiklerin yorgun halkları için bir kanım uyku… Palyatif olarak Anadolu’da kurulan “Lozan Devleti”ne verilen süre başladı: 1923... Şu sıralarda geri sayımın son yıllarını yaşıyoruz, 2023’e sekiz yıl var. Ancak... Her şeyin bir “ama”, “lakin”, “fakat”ı olur ya, Lozan’ın da oldu. 1923’ten beri tıkır tıkır işleyen Lozan saati beklenmeyen bir yerde arıza verdi. Yüz yıllığına uyutulan Anadolulular, Allah’ın bir lütfuyla dokuz yıl önce uyandı ve onların en sadesi olan fakir, bu makaleyi kaleme aldı. Diğerleri yazı yazmak gibi imanın en zayıf şubelerinden biriyle uğraşmadı ve bedenleriyle harekete geçtiler. 2013 ve 2014 yılı, Anadolu’nun diriliş yılı oldu ve bu toprağın en hakikî sahipleri, son iki yılda üst üste yaşanan “muharebelerden” başarıyla çıktılar. Takdir-i İlahî işte! Lozan, ömrünü tamamlamaya on kala akamete uğradı ve kendisine küçük imzayı atanların çocukları, Sevr hizmetinin ikinci perdesine eriştiremeden diz üstü çöktü. İşte önümüzdeki sekiz yıl, Lozan’ın zafere evrilme yılları olacak! Bu sebeple Anadoluların işi zor… 1099’da başlayan Haçlı saldırıları henüz bitmiş değil. Siz bakmayın tarihlerin yazdığı 1299 rakamına, o da bir yalan! Eski ABD Başkanı Bush ağzından kaçırmadı mı? Savaş devam ediyor, en azından 2023’e kadar... Haydi Hakk rast getire! Ne demiştik bu ikilemenin ilk yazısında? “Lozan, bir hezimetler zincirinin son lokmasıdır.” Evet, son lokma da bir hezimetti, ancak son anda zafere evriliyor Rahman’ın izniyle. Bu anlamda Lozan’a teşekkür ederiz. Zira bize, Sevr’e karşı koyacak zamanı ve ruhu kazanmamıza yardımcı olarak hizmet etti. Şimdi coğrafyadaki hiç kimse “Şu iş olsa da kurtulsak araftan” deme yorgunluğunu ve zorakiliğini taşımıyor, “Neresinde kalmıştık birinci savaşın?” diyerek küllerinden ve yeniden doğuyor. Evet, 2023’te yeni bir antlaşma paraf edilecek, ancak o anlaşma asla Sevr, hatta Lozan gibi dahi olmayacak. Zira artık masada galipler ve mağluplar oturmuyor. O anlaşmada galiplerle galipler oturuyor olacaklar Allahualem. mart 2015 31 haberajanda Tarihi Analiz Enver Paşa: Benzetmek isterseniz benzetin, ancak bir asker olarak bana mağlubiyet dersi, felsefesi gereklidir. Bütün harp okulları mağlubiyet işini de talim ve derinden tahlil ederler. Benim için önemli olan, tarihî zaferler arasındaki zaman mesafesi değil, mağlubiyetler arasındaki tarihtir. Tarih felsefesi, sizin düşündüğünüz kadar basit değildir. Zafer de nispîdir. Her neyse… Özgür olmayan millet, tarihe iz düşemez. Ama dünya işte, her şeyin güzelini almak, milletin de isteğidir. 32 mart 2015 “ZIB DDİYETİN EV UGÜN yaşadığımız herhangi bir kriz karşısında hemen tarihe bakıp benzer olaylardan ders çıkarmak gibi bir âdetimiz vardır. Fakat bu girişim, çoğu zaman tarihin belirli kalemler tarafından şekillendirilmesinden dolayı akamete uğrar ve tarihe bakarak hiç olmadık işleri olmuş gibi görmeye başlarız. Özellikle tarihî olay ve kişilikler üzerinde istediği şekilde kalem oynatmaya çalışan bir kısım “tarihçi-yazar” güruhunun istediği de bugün ile geçmiş arasındaki bağları bu şekilde koparmaktır. Mehmet Fatih Öztarsu [email protected] LADI ENVER PAŞA” >> Bu sayımızda size, alışılageldiği üzere tarihte “Şu olaylar şu kişiler tarafından şu şekilde olmuştur” temalı yaklaşımlardan farklı bir tarz sunmak istiyorum. Bir kısım okuyucumuz hatırlayacaktır, 1990’lı yıllarda Mim Kemal Öke ve Erol Mütercimler’in sunduğu “Tarih Yargılanıyor” adlı muazzam bir program vardı. Her bölümde, bugün hakkında türlü tartışmalar yaptığımız tarihî olaylar ve kişilikler mahkemeye çıkarılır ve programda bulunan jüri kimin haklı, kimin haksız olduğuna kanaat getirmeye çalışırdı. Böylesi bir program ve böylesi bir tarza yıllardır rastlayamadık. Aslında buna çok ihtiyacımız vardı. Tarihle yüzleşme konularını gündeme taşıyan kalemler nedense böyle bir yola başvurmadı. Bu yöntem, hem tarih okumalarının arttırılmasını teşvik edecek, hem de kültürel zenginliğimizde tarihin yerini diyalektik farkıyla sağlamlaştırmış olacaktı. Fakat bu ihtiyacımızı gidermek ve bu tarz yaklaşımların önünü açmaya vesile olabilmek amacıyla dergimizin bu sayısında yönümüzü Bakü’ye çeviriyoruz. Azerbaycan aydınlarından Kamil Veli Nerimanoğlu’nun “Zıddiyetin Evladı Enver Paşa” çalışmasında yer alan “tarihî vicdan mahkemesi”ni sizler için çevirip bilginize sunmak istiyorum. Enver Paşa, Mustafa Kemal, Nuri Paşa ve Tonyukuk bir araya gelince, bakalım kendi dönemlerinin Türk tarihi açısından kırılma noktalarını nasıl yorumluyorlar. *** Tarihî vicdan mahkemesinden notlar 1918’de Bakü’müzü ve Azerbaycan’ımızı Ermeni istilacılardan kurtaran Türk askerinin aziz hatırasına ithaf olunur... Tarihçi: Paşam, sizce Rusların gücünün temelini teşkil eden nedir? Enver: Rus’un gücünün temelinde, sömürdüğü halkların gücü bulunmakta. Kan karışıklığı, melezlik, Doğu-Batı köprüsü olma özelliği Ruslara emperyal güç verdi. Türklerle, İranlılarla savaşan kahramanları bilek ve akıl gücü olan Türkler, Müslümanlar değil miydi? Don Kazakları, Kafkas süvarileri, Türkistan yiğitleri çok büyük güce sahipti. Azerbaycan hükümetinin Savunma Bakanı Aliağa Şihlinski, Rus topçuluğunun babası değil mi? Ben daha Mehmandarov’u, onlarca Türk, Gürcü, Karaçay ve Kırgız generalleri saymadım. Tarihçi: Tarih yine de Türk’ü Türk’e kırdırdı… Enver: Tarih kırdırmadı, bizim cehaletimiz kırdırdı. Tarihçi: Ve bütün bunlar tarihe geçti… Yazar: Paşam, siz harf-i Enveriyye oluşturmuşsunuz, maksadınız neydi? Arap alfabesi geriliğimizin sembolüydü, değil mi? Enver: Siz böyle düşünüyorsunuz ama bence öyle değil. Bizim zamanımızdaki Arap alfabesini değiştirmek değil, yenilemek gerekiyordu. Müslüman Türk dünyasının alfabesini değiştirmeye asla ihtiyacımız yoktu. Alfabeleri değiştirmek, bir medeniyet faciasıdır. Orhun alfabesinden uzaklaşmak birinci facia ise, Arap alfabesinden uzaklaşmak ikinci faciaydı. Tarihçi: O halde size göre Atatürk yanlış adımlar attı. Enver: Hayır! 1926’da, benim ölümümden dört sene sonra, Bakü’deki Türkoloji Kurultayı’nda Atatürk’ün görünen ve görünmeyen temsilcileri oldu. Görünenler mart 2015 33 haberajanda Tarihi Analiz Köprülü ve Ali Hüseyinzade, görünmeyenler Menzil ve Mecsaroş gibi yabancılardı. Onların raporları ile kurultayın bildirisi Atatürk’ü bu kararı almaya sevketti. Ama Stalin Arap alfabesinden uzaklaşmayı başardıktan sonra Sovyetler Latin alfabesini de kaldırabildi. Dillerin hepten adını değiştirdi. Tarihçi: Mustafa Kemal Paşam, Enver Paşa doğru mu söylüyor? Atatürk: Esasen evet, mantık doğru… Ben mevcut vaziyetin Avrupa yönlü halini buldum, bunun adı harf inkılabıdır. Tarihçi: Enver Paşam, sizin alfabe ıslahatınızın maksadı neydi? Enver: Arap harflerinde esas zorluk, harflerin birleşmesi ile ilgilidir. Askerî hayat, harp için bu zorunluydu. Ama yine tekrar ediyorum, zaman Arap alfabesinden uzaklaşmanın yanlışlığını bize gösterecek. İmparatorlukların kılıçla kurulduğunu düşünenler ciddi hataya düşerler. Dikkat edin, dünyadaki bütün imparatorlukların temelinde medeniyet vardır. Devletin felsefesi medeniyettir. Tasavvuf ve irfan olmasaydı Türk imparatorlukları kurulamazdı. Karahanlıların da, Selçukluların da, Osmanlı’nın da, Safevilerin de temelinde medeniyet felsefesi vardır. Yazar: Paşam, bizi ilim-teknik yolundan cehalet ve gerilik yoluna bu söylediğiniz tasavvuf ve irfan gibi şeyler düşürmedi mi? Enver: Hayır, tamamen yanlış bir düşünce! İrfan ve tasavvuf sahipleri, ilmin ve aklın anahtarlarıdırlar. Hesaplama, takvim, ölçü, tıbbî metotlar ve daha pek çok sistemleri oluşturan Hayyamlar ve İbn-i Sinalar, tasavvuf ve irfan sahipleriydiler. Tarihçi: Peki, ne oldu, kurt keçiyi neden yedi? Enver: Aklın yolu azdırıldı. Cehaletle tasavvuf arasındaki büyük duvarlar avamların eli ile dağıtıldı. Cehalet şeytan yoludur. Şeytan yolu, Allah’ın yolunu kapattı. Tarihçi: Paşam, bu imtihan ne zamana kadar devam edecek? Enver: Kendimizi ve yolumuzu Allah’a götürene kadar… Ben teessüf ediyorum ki, bazıları İmparatorluk vizyonunun ne olduğunu bilmiyor. Türkiye’nin böyle bir vizyondan mahrum olması, onun eski topraklarından el çekmesi, gelecekte bu dava- 34 mart 2015 Mehmet Fatih Öztarsu lardan uzak kalması anlamına gelir. Bunun adı, bölgede ağır stratejik mağlubiyet veya siyasî ölümdür. Evet, Atatürk edilemeyeni etti, Anadolu’da bir Türk Cumhuriyeti kurdu. Bugün ve yarın Musul, Kerkük, Bosna, Selanik meselesi gündeme gelirse… (Sözü kesilir.) Tarihçi: Ruhunuz şahittir ki, bunların bir kısmı artık gündemdedir… Enver: Evet, gündeme gelirse siyasîstratejik çözüm sadece İmparatorluk vizyonu iledir. Yazar: Türk dünyası için de bu vizyon uygun mudur? Enver: Elbette! Bu vizyon olmasa, Türk cumhuriyetlerini, gelecekte Türk topluluklarını bağrımıza basamayız. Onların bağımsızlık haklarını savunmamız zorlaşır. Atatürk: Sizce biz bunu bilmiyor muyduk? Enver: Ben “Bilmiyordunuz” demiyorum. O zamanki şartlarda bu vizyon için ortam elverişsizdi. Tarihçi: Siz kendinizi bu vizyonun adamı olarak mı görüyorsunuz? Enver: Bunu tarih bilir; ben bir Türk askeri ve aydını olarak bu vizyonu zarurî bildim ve canımı bu hak yola kurban verdim. Tarihçi: Çaresini tarih ve millet bilir mi diyorsunuz? Enver: Kesinlikle! Yakın mesafeden tarih görünmez, bilinmez. Tarihçi: Önceki yıllarda Kırım’da bir ilmî konferanstaydım. Bir yaşlı kadın, Zemfira Sadıkova, söz Türkiye’ye gelince ağladı, “Biz Enver Paşa’yı çok severiz. O bizim topraklardan gelip geçmiş, babamı tanımış ve dostluk etmiştir. Bizim milletin Kırım’da da, Kırım’dan Türkistan’a sürgünden sonra da bağrında sakladığı bir muhabbet, bir sır var ki, onun adı Enver Paşa’dır. Hürriyet âşığı Enver Paşa” dedi. Yazar: Azerbaycan’da olduğu kadar Türkistan’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Irak’ta ve Mısır’da da Enver Paşa’ya sevgiler sonsuz ve derindir. Enver: Bu, bana olan bir sevgi değil, Türkiye’ye ve Türk askerine olan sevgidir. Ben o mukaddes muhabbeti şahsıma ait olmaktan çok hürriyete ve Türk’e olan sevgi diye kabul ediyorum ve bundan şeref du- yuyorum. Kendimi o insanlara borçlu görmekteyim. Çünkü istediklerimi tamamen gerçekleştiremedim. Allah büyüktür! Akıldan hariç bir de iman var, imanı anlamadan bu büyük işleri anlamak zordur. Atatürk: Biz imanla aklı birleştirmeyi hedefledik. Millet bu hedefe ulaştı. En yakın adamım da bana sordu: “Paşam, siz Bolşevik misiniz?” Ben güldüm, bir söz söylemedim. Enver: Bana da Bolşevik diyenler çoktur. Sosyal hak ve adalet uğrunda mücadeleyi Bolşevizm olarak görenlerin maksadı, Türkiye’yi daha büyük güçlere teslim etmek oldu. Ben sadece onlardan istifade etmek istedim. Türkiye’nin ve Türklüğün kurtuluşu için… O zamanın dünya dengelerini bilmeden değerlendirme yapmak çok yanlıştır. Tarihçi: Ama siz sadece savaşçısınız, 28 yaşında büyük bir devletin silahlı kuvvetlerinin başında olan kişisiniz... Enver: Ben savaşçıyım… Ama çarpışmaya mecbur bırakılmış, vatanına kast edilmiş bir ülkenin savaşçısıyım. Tarihçi: Bu bir beraat mi? Enver: Savaşlar da adaletli veya adaletsiz olur. Adaletli savaşlar, Peygamber Efendimiz’in, Sultan Fatih’in, Napolyon’un savaşlarıdır… Tarihçi: Ben Napolyon’un bütün savaşlarının hak savaşı olduğuna inanmıyorum… Enver: Ben inanıyorum... Napolyon, savaş askeri olduğu kadar, yeni Avrupa’nın ve yeni düşüncenin de askeridir. Napolyon’un galibiyetleri de, mağlubiyetleri de benim için önemlidir… Tarihçi: Bu biraz şahsa beraat işine benzedi… Paşam, siz malum mağlubiyetinize ne dersiniz? Enver: Benzetmek isterseniz benzetin, ancak bir asker olarak bana mağlubiyet dersi, felsefesi gereklidir. Bütün harp okulları mağlubiyet işini de talim ve derinden tahlil ederler. Benim için önemli olan, tarihî zaferler arasındaki zaman mesafesi değil, mağlubiyetler arasındaki tarihtir. Tarih felsefesi, sizin düşündüğünüz kadar basit değildir. Zafer de nispîdir. Her neyse… Özgür olmayan millet, tarihe iz düşemez. Ama dünya işte, her şeyin güzelini almak, Enver Paşa: Ben teessüf ediyorum ki, bazıları İmparatorluk vizyonunun ne olduğunu bilmiyor. Türkiye’nin böyle bir vizyondan mahrum olması, onun eski topraklarından el çekmesi, gelecekte bu davalardan uzak kalması anlamına gelir. Bunun adı, bölgede ağır stratejik mağlubiyet veya siyasî ölümdür. Evet, Atatürk edilemeyeni etti, Anadolu’da bir Türk Cumhuriyeti kurdu. Bugün ve yarın Musul, Kerkük, Bosna, Selanik meselesi gündeme gelirse… milletin de isteğidir. Yazar: Ben “Her millette iki millet var” tanımını beğeniyorum. Rejim ve istibdat Rusya’sı ile Dostoyevski ve Tolstoy Rusya’sını ayırmak gerek… Enver: Ben az çok Rusça bildiğim için Rus yazarlarını okudum ve hayran kaldım. Ama o dediğiniz rejim Ruslarının Doğu halklarına vurduğu darbeler insanlık dışıdır. mart 2015 35 haberajanda Tarihi Analiz Tarihçi: Alman mareşali Limon von Sanders’a bir sorum var… Tarihçi: Ben yüce divan karşısında size sormak istiyorum, sizin cevabınız bazı karanlıkları aydınlatabilir; siz Alman kumandanı olarak Kafkasya’nın Türk ordusu tarafından kurtarılmasına karşı oldunuz mu? fuzunu ve iktisadî menfaatlerini temin etmen için biz Türk ordusunun Kafkaslara ve özellikle Bakü’ye yönelmesine, Ermeni çetecilere karşı güç birliği oluşturmasına karşı olduk. Türkiye bizim müttefikimizdi. Ancak menfaatlerimiz daha önceliklidir. Türkiye’nin Kafkaslar’da, İran’da, Ortadoğu’da güçlenmesi dün de, bugün de, yarın da Avrupa için en büyük tehlikedir. Ermeniler sadece maşadır büyükler için. Ruslar bu maşadan çok büyük ustalıkla istifade ettiler, biz de ettik. Bu siyasetin devamı bugün de sürmektedir. Kayser: Almanya’nın Kafkaslarda nü- Tarihçi: Teşekkürler Sayın Kayser… Sanders: Buyurun efendim… Sanders: Evet, çünkü benim askeri olduğum devletin talebi bu yöndeydi. Bu soruyu zahmet olmazsa yüce Kayserimize yöneltin. Enver Paşa: Tarih şuurunu yitirmiş milletin büyük devlet kurması imkânsızdır. Bu kopmalar, inkâr olmadan zor gerçekleşirler. Tam bağımsızlık ve millî hâkimiyet böyle oluşur. Demokrasi, Batılıların ayağına düşmek değil, öz millî demokratik formülü oluşturmaktır. Sayın Sanders, müttefik kuvvetlerinin kumandanı olarak siz Enver Paşa ve sonrasında ise Mustafa Kemal Paşa ile yakınlaştınız, o zamanki hadiselerin esas maksadı ve bu şahsiyetler hakkındaki düşünceleriniz tarih için önemlidir. Buyurun lütfen… Sanders: Her iki şahsiyete de büyük hürmetim vardır. Vatanperverlikleri, yüksek seviyeli savaşçı olmaları önemlidir. O zor yıllarda Çanakkale’de, sonrasında Suriye ve Mısır cephelerinde o insanlarla defalarca görüştüm. İlk yıllarda Enver Paşa ile tanışmam çok büyük bir şeref oldu. Alman Devleti’ni ve insanını iyi tanıyan, dilimizi ve medeniyetimizi iyi bilen Enver Paşa bir aksiyon insanıydı; hatalardan iyi neticeler çıkarabilen biri. Orduda sert intizam taraftarıdır. Kafkaslardaki işlerde çok ileri gitti. Almanya’nın Kafkaslardaki nüfuzunun istenilen seviyede olmamasının tek sebebi Enver Paşa’dır. Enver: Tabiî… Sizle yan yanaydık ama Türkler kulluğu köleliği kabul etmez Cenap Mareşal, bunu asla unutmamalı! Her milletin idealleri vardır, hiçbir hareket bu milleti idealinden koparamadı. Sanders: Her neyse… Tarih her şeyin hakkını öder, sabırlı olalım… Mustafa Kemal tabiatça farklıdır. Büyük asker, diplomat ve siyaset adamıdır. Onu Çanakkale’de tanıdım ve sevdim. Sonraları çok ciddi fikir ayrılığımız oldu. Biz dağılan bir devletin böylesi bir şahsiyet yetiştireceğine inanmıyorduk. Bu da tarihin bir cilvesi ve milletin mevcut gücünün bir sonucudur. O, rasyonalist ve cesaretlidir. En ağır zamanlarda asker Kemal, ülkeyi Avrupa yönlü kurmakta yenilikçi Kemal, uluslararası nüfuz ve ilişkilerde diplomat Kemal, hakikaten Türklerin atasıdır. Açıkçası, önder olarak Atatürk’ü, aksiyon ve güzel insan olarak Enver Paşa’yı seviyorum. Tarihçi: Teşekkürler mareşal… Ben Alman halkını, medeniyetini ve felsefesini seviyorum, bizim müttefiki-miz oldular ki bu da bir talih işidir. Almanya ne son dostumuz, ne de son düşmanımızdır. Müttefikler de ebedi değil… Osmanlı’nın son devri, Türk milletinin en ağır devridir. 600 yıllık bir devlet yıkıldı. Bu yıkım bazı şeylerin sonu, bazılarının başlangıcıydı. Çöken devletin buhranını yaşamak, eski anlaşmaları iptal etmek ve ağır mağlubiyeti kabul etmek, milletçe sükûtu kabul etmekten başka bir şey değildi. İstanbul, Londra, 36 mart 2015 Mehmet Fatih Öztarsu Sykes-Picot Anlaşması, Mondros ve Sevr Anlaşmaları vatana ve devlete hıyanet anlaşmalarıydı. Atatürk’ün asılmasına fetva veren şeyhülislam ile hain Ferit Paşa’nın teslim imzası mahiyet olarak ecnebilikten farksızdı. Asker savaşır, millet kanı akar, analar kan ağlar, oğullar şehit olur… Osmanlı idarecileri ve din ile devlet başları teslim olur, ayak altına düşer, “hasta adam” ölür, ülke olum ve ölüm darboğazında çırpınır… Kurtuluş yolu ise evlatlardır; evlatlar ayağa kalktı. Bir başı Türkistan, bir başı Kafkaslar, bir başı Suriye, Irak, Mısır, bir başı Balkanlar ve merkezi Anadolu… Atatürk Anadolu’ya girdi ve İstiklal Savaşı başladı, millet şaha kalktı. “Yokluk içinde savaşmak ve vatanı korumak” felsefesini kabul edenlerin mücadelesi başladı. Nuri Paşa: Türk askeri Azerbaycan’ı Ermenilerden kurtardı. Hakikatin arkasında çok şey var. Evvela bunu işgal olarak anlayan ve anlatan Ruslar ve Avrupalılar çok büyük, bağışlanmaz hatalara yol açtılar. Biz Azerbaycan’ı Azerbaycan Türkü ile omuz omuza kurtardık. Biz Azerbaycan’ın bağımsızlığı için tüm kapıları açtık. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin uluslararası arenada tanınması ve güçlenmesi bizim yardımımızla oldu. Çanakkale’de kanını döküp şehit olan Azerbaycan Türkü de Türkiye için yardımını esirgememişti. Ağır zamanlarda kardeş yardımı yerine getirildi. Kardeşlik borcunu, din ve millî şeref ortaklığını, dil, tarih ve medeniyet paydaşlığını bir yabancıya izah etmek zordur. Yabancının gözü daima kardeş servetinde, toprağında oldu. Kazak bölgesinde bizim binbaşı Sabri Bey vardı, oradaki okula gidip çocuklarla görüşürdü. Aç, ayağı çıplak çocuklar onun tarih ve edebiyat sorularına bülbül gibi cevap verirlerdi. Sabri Bey, gözleri dolu halde onları sahiplenirdi. Aynı durum Göyçay’da, Gence’de, Karabağ’da hep tekrarlandı. Azerbaycan Türkiye’nin, Türkiye de Azerbaycan’ın ilacıdır. Bunu bilmeyen tarihi tekrar okusun ve her şeyi öğrensin. Enver: Elbette ki tarih, hafızasından kimseyi silmez. İyi işleri, fedakârlığı, cesareti ve korkaklığı ile milletine açtığı yeni yollarla, büyüklüğü ve küçüklüğüyle herkes tarihte yerini alır. Tonyukuk: Tarih amansızdır. Bu, tabiatın amansızlığından farklıdır. Tabiat onun ahengini, hakkını, zarafetini ve kanunlarını bozanlardan intikam alır. Tarih ise yüzyıl, binyıl geçse de her şeyi taşıdığı değer neyse onunla ortaya koyar ve ebediyete kavuşturur. Atatürk: Tarihi yazmak da tarihi yapmak kadar şerefli ve önemlidir… Tonyukuk: Türkiye’yi ve Türk devletlerini öz kökünden koparmak, hepimiz için tehlikelidir. Büyük güçlerin siyaseti de bu yöndedir… Tarihçi: Bu kopmada Enver Paşa ve Mustafa Kemal’in rolü var mı? Enver: Ben modernleşmenin de taraftarıyım ve kendimi modern tahsilli birey olarak da görürüm. Ama benim için modernleşme hedef değil; ben Müslümanım, milliyetçiyim ve demokrat fikre saygılıyım. Elbette ben askerim; askerin aşırı demokrat olması imkânsızdır. Benim hayat yolum, maalesef demokrat çizgiye ulaşamadı. Atatürk: Ben de askerim ama benim asker hayatımı devlet ve siyaset hayatı etkiledi. Ben demokrasi, halkçılık ve sosyal haklar prensiplerini rehber edindim. İsyanları ve yeni bağımsızlığını kazanmış Cumhuriyet’e karşı olanları ve hatta karşı olabilecekleri sağlam ilkelerle temizledik. Aksi takdirde ülke ayakta kalamazdı. Efendiler! Evet, bu temizlemede geçmişten kopmalar da oldu, bu süreç zor ve çok anlamlıdır… Yazar: Lenin, Stalin de böyle etmediler mi? Atatürk: Ben Lenin gibi halkımı ve dünyayı kandırmadım. Bunun ne olduğunu Başkurd Zeki Velidi Toğan da, Tatar Kaliyev de, Azerbaycanlı Neriman Nerimanov da harika şekilde anlatmışlardır. Ben demokrasi temeli attım ve bunlar mahsul verdi. Lenin ve Stalin temelleri ülkelerini parçaladı. Tarihçi: Ama tarihten kopma meselesini inkâr etmiyorsunuz? Atatürk: Efendim, ben cehalete karşı koydum, dinimize ve medeniyetimize değil. Zaviyeleri ve din oyunbazlığı meydanlarını kapattım. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ocağını kapatmadım… Yazar: Ama sizin yanınızdaki bazıları, siz “saç” deyince baş getirdiler. Atatürk: (Tebessümle) Elbette olur. Bazen saç gelmeyince başla getirilir. Büyük işler, büyük hataları da beraberinde getirebilir… Enver: Siz beni mi, yoksa Mustafa Kemal’i mi muhakeme ediyorsunuz? Bu meselelerde benim düşüncem, Kemal’in dediklerine yakındır. Teferruat ve tatbikatta farkımız var. Çünkü maksat, “bağımsız Türkiye ideali”dir. Ben bu ideale hayatım boyunca sadık kaldım, şimdi de sadığım. Vatana ve millete sadakatin başka yolu yoktur. Benim yanlışlarım, idealimin ve ülkemin üzerini zerre kadar gölgeleyemez. Tarihçi: Milleti tarihinden geleceğine taşırken yaşanan kopmalar üzerine inkârlar olmadan mümkün değil mi sizce? Enver: Bence değil… Tarih şuurunu yitirmiş milletin büyük devlet kurması imkânsızdır. Bu kopmalar, inkâr olmadan zor gerçekleşirler. Tam bağımsızlık ve millî hâkimiyet böyle oluşur. Demokrasi, Batılıların ayağına düşmek değil, öz millî demokratik formülü oluşturmaktır. Tarihçi: Bu fikirleriniz hayatınızın ve hadiselerin mantığı değil, daha çok, şehit olduktan sonraki düşünce ve kanaatinizdir… Enver: Hayatımın mantığı ve aldığım dersler bunları söylemeyi gerektirdi… Tonyukuk: Baştan beri sizi dinliyorum ve düşünüyorum. Göktürk tarihimizin ağır zamanlarını, bizden önceki İskit ve Hun devrinde dedelerimizin savaşlarını, devlet kurma mücadelelerini, medeniyet yolundaki arayışlarını düşünmekteyim. Tarihin bütün zamanlarının ve bu zamanı oluşturan şahsiyetlerin öz kıymeti vardır. Bu büyük geçmişin arka planında 20. asır öncesi yetişmiş sen Enver Paşa’yı ve sen Mustafa Kemal’i, Cemal Paşa’yı, Talat Paşa’yı ve Kazım Karabekir’i Allah bir milletin kurtuluşu için yaratmış. Siz, gençliğinizi ve hayatınızı vatanınız ve milletiniz için harcamış büyük Türklersiniz. Hatalarınızı itiraf ettiniz, kim hatasız ki? (Derin nefes alır) Siz bağışlanmaz yanlışlar yapmadınız, tarih de, millet de ve divanımız da sizi bağışlar. Bu divan sizlere af verir. Biz bu affı ve şerefi size bağışlar, Türk milletinin geleceği, Türk devletlerinin ihtişamı için sizlere ruh birliği, gönül hoşluğu ve sonsuz vatan ve millet aşkı arzularız. mart 2015 37 haberajanda Kritik Hiçbir işletmeden, hiçbir firmadan, hiçbir kuruluştan reklam alamayan gazete zor günler geçiriyordu. Böyle bir yayın, ancak reklamlar, aboneler ve bayi satışlarıyla ayakta durabilirdi. Tabanda Taraf gazetesine abone olunması hakkında yönlendirme yapılamayacağı için, bu konudaki “tahşidat” bölgelerdeki üst kademelerde yapılmalıydı. Genel müdürler, müdürler, üst düzey yöneticiler vs. Tabanda yer alan herhangi bir şakirt öğrenci dahi Zaman gazetesine aynı anda 3 kez abone oluyorken, söz konusu iriler (!) Taraf ve Bugün adlı gazetelere yönlendirilmişlerdi, ama özellikle Taraf’a. *** Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir konuşmasında paralel yapıyı şu şekilde tanımlamıştı: “Legal görünümlü illegal oluşum ve işlevler yürüten örgüt…” Minareyi çalanın kılıfını hazırladığına dair getirilen bu post-modern tanım, işte tam da bu ikinci planın şu sahnede nasıl tuttuğunu gösterdi. BDDK’nın el koyduğu ve yüzde 63’ünü TMSF’ye devrettiği Bank Asya, can havliyle, tamamen teknik bir hamleyle ve her çerçevesi hukukla döşenerek kurtarıldı. Bunu ben söylemiyorum, atanan Genel Müdür söylüyor: “Bank Asya, bugün dünden daha güçlüdür. Çünkü arkasına kamu gücünü almıştır.” 38 mart 2015 Paralel hatıra Mehmet Serhat Bıçak [email protected] ların Bank Asya yolu S ONRA evi geldi. Güç bela girdiği odasındaki tabutuna oturdu. Başını iki elinin arasına aldı. Hazin hazin dolaşırken düşüncelerde, gözünden birkaç damla yaş düştü yere. Ne yapmalıydı? Vermişti bir defa sözü, geri dönemezdi. Sadece o mu? Onun gibi kimler ve kimler… >> Evin sorumluluğu zaten büsbütün bir yüktü, ancak bu vazife herkese verilmiyordu. Öyleyse verdiği sözü de tutmalı, kendisine güvenenlerin bu hislerini boşa çıkarmamalıydı. Başını kaldırdı, son bir ılık damla daha yanağından süzüldü, süzüldü… Bu damla da yere düşemezdi, hemen davrandı elinin tersiyle ve izin vermedi onun da düşmesine. El çantasını aldığı gibi fırladı yerinden, hızla ayakkabılarını giyip çıktı evden… Aman Allah’ım! Bugün hava, tıpkı hisleri gibi griydi. Ne büyük imtihandı bu böyle, keşke… “Keşke” diyemezdi. Yoluna devam etti. Ve o gri hava, evdeki halıya düşen damlaları hatırlatıyordu şimdi sağanak sağanak. Bu ne müthiş bir yağmurdu böyle! Etrafta koşuşan insanlar sığınacak yer arıyorlardı tıpkı kendisi gibi… Bu sağanak yağmur da nereden çıkmıştı böyle? Şimdi bir gün daha kayıp gitmişti elinden. Akşamki buluşmada ne söyleyecekti peki? “Yapamadım, olmadı” mı? Bu yağmur dinecek gibi görünmüyordu. Bir çatı çıkıntısının altında en azından sağanağın durulmasını beklemeye başladı. Arkasına baktı, bu çatı bir karakola aitti. Kendi kendine düşünmeye başladı, ya kötü bir muameleyle karşılaşırsa… Olsun, bu yolda en galiz hakaretleri duymak da vardı, en belalı insanlarla karşılaşmak da. Etrafına bakındı, bir “Bismillah” çekerek kapıdan içeri adımını attı. Karakol rutin işleriyle meşguldü. Kime gitmeli, kimle başlamalıydı konuşmaya? Bir memur kendisine doğru bakıyordu, hemen fark etti onu. Nasıl hitap etmeliydi? “Memur Bey”? Amirse? Hayır, hayır! Her zamanki gibi en samimi hitapla başlamalıydı konuşmasına: “Abi!” “Buyur kardeş!” diyen bu polis ne de sıcaktı böyle, hemen konuya girmeliydi: “Sızıntı dergisinden haberiniz vardır mutlaka, abone olmak ister miydiniz?” Polis abinin sıcak tebessümü, dışarının o gri havasını yaran yağmurun rahmetini hissettiriyordu şimdi. İsmi geçince soğukluk ve uzaklık hissi veren bu kamu binası, irşat çiçeklerinin açacağı yer olacaktı. Polis abi, gözleri kan çanağına dönmüş bu dertli gencin gönlünü nezaretten çıkarmış, özgürlüğe kavuşturmuştu. Yağmur dinmişti. Polis abinin ellerinden sıka sıka geldiği karakolun giriş kapısından ayrılırken gözleri yine nemliydi. “Allah razı olsun” diyen dili titrek dudaklarının arasında yuvarlanıyordu. Elinde tuttuğu koçanları çantasına yerleştirip vedalaştı. Rahmet, sağanak sağanak buluşmuştu günle. Soğuk karakolun bütün personelini abone yaptığı için şükrüne şükür kattı. Hem de hepsinin tahsilatını da yapabilmişti. Artık akşamki buluşma için hiçbir endişesi kalmamıştı. Bir abone, belki onlarca irşat demekti… Ulvî görev bu! Ya yerine getir, ya utan! “Sen kaç diyorsun?” dedi abisi. Tam cevap veriyordu ki, “Niçin soruyorum? On tane yapar, fazlasını getirir” diye eklediğini duydu bu kez. On mu? Yapabilir miydi? Şöyle bir ince ve kısa düşünce üzerine “İnşallah” dedi kendi kendine. Sonra önüne bir liste geldi. İyi ama bunların hepsi bayan kuaförü… Uzun uzun listeye baktıktan sonra abisine döndü, bir şey söyler gibi oldu ama söyleyemedi. Göz göze geldikleri abisiyle kısa bir tebessüm anı geçirdiler; ne olursa olsun, vazife yerine gelecekti. Ertesi gün eline aldığı listedeki bayan kuaförlerinin yerlerini tek tek tespit etti. Ancak bir sıkıntı vardı. Kuaförlerin yerlerini bulmaya bulmuştu ama kendisinde içeri girecek cesareti bulamamıştı. Büsbütün sıkıntının sebebi “utanmak” idi. Listeye tekrar baktı, tek tük kalan apartman dairesi adreslerini gezmekte karar kıldı. Bu adreslerin hangisine gittiyse açılan bir tek kapıyla karşılaşamadı. Büsbütün bayan kuaförlerine gitmekten başka bir çaresi yoktu. Utana sıkıla birinin önünde durdu. Kapı kolunu yavaşça itekleyip içeri girer girmez sordu: “Sızıntı dergisine abone olur musunuz?” Kuaförün verdiği cevap, aradığı cesareti misliyle kazandırmıştı: “Ben de sizi bekliyordum…” Bir irşat vasıtası olmanın verdiği kıvançla ayrıldı kuaförden. Sırada bir başkası vardı. Kapıyı bu kez oldukça rahat şekilde araladı ve yine aynı soruyu sordu. Ancak bu kez aldığı cevap, tam aksine o unuttuğu utanma hissini ensesine bindirmişti: “Tamam ablam, sana da olayım…” “Sana da” mı? Elindeki liste başka kimlerde vardı ki? “Dört tane oldum ama senin için de olurum, dert değil” diyen ablaya baktı, hiçbir şey ekleyemeden, usulca “Hayırlı işler!” deyip kapıyı arkasından çekti. Kulakları yanıyor, siniri tepesinde kaynıyordu. Bu abla dört kez irşat olmuştu da kırklarca irşada bedel miydi yani? Tahsilat yetiyor muydu mart 2015 39 haberajanda Kritik Allah rızasını kazanmaya? Eve döndü. Odasındaki tabutuna oturduktan sonra koçanları eline alıp yazmaya başladı kalan dokuzunu. Kuaförden başka kimseye gidecek yüzü kalmayınca, bilmediği insanların bilmediği adreslerini yazdı. Böylece listedeki diğer isimlerin abonelikleri yenilenmişti. Mesele sadece tahsilattı, onu da kendi harçlığından ödedi. Yani babasının gönderdiği paradan… İstişare günü gelip çattığında koçanlarını tamamlayamayanlara abisi ne kadar da limoni bakmıştı öyle, iyi ki kendisininkini tamamlamıştı. Öyle ya, o bakış binlerce kez gelmiş şefkat tokadından daha da ağırdı. Bu gündem maddesi geçilmiş, vazifeyi tamamlayamayanların boyunlarıysa bükülmüştü. Yeni gündem maddesi Zaman aboneliğiydi. “Bir milyona ulaşmamız artık şart!” diyordu abi, hem de tirajda düşüşler söz konusuydu. “Maşallah on tanenin hakkını veren adam, Zaman için de üç abone olur” dedi kendisine bakarak. “Zaten bir aboneliğim var, Aksiyon’la Fountain de var” diye cevap vermişti ki, “İyi, iki tane daha Zaman’a ol, bu ayki tiraj 1 milyona dayanınca gelecek ay ayrılırsın” dedi abisi. Hal böyle olunca, sadece “Tamam!” demek düştü diline. On abonenin külfeti yetmiyormuş gibi neler de açmıştı başına kendi kendine. Neyse, gelecek ay ayrılacaktı zaten, bütün yıl sürmeyecekti diğer ikisi. Ertesi hafta sunulan yeni gündem maddesi biraz zahmetli bir işti. Gönüllü üç kişi aranıyordu sekiz ev mesulünden. Abisiyle göz göze gelmesi yetmişti hemen, “Ben yapabilirim” dedi. Sabah namazından hemen sonra, kucağına aldığı elli gazeteyi istediği bir apartmanın veya dükkânın kapısına bırakacaktı. Sabah namazına nasıl olsa kalkıyorlardı, sadece ayaza direnmesi ve biraz yürümesi gerekiyordu. Yani aslında iş çok basitti. Ertesi sabah, namazı kıldıktan hemen sonra soluğu gazetenin il temsilciliğinde aldı. Diğer iki kişiden biri gelmemişti. Kendisine emanet edilen elli gazeteyi aldığı gibi yola koyuldu. Bir çöp kutusuna bunların hepsini atsa kim bulacaktı ki? Hayır! Bu ulvi bir görevdi ve Allah’ın görmesi yeterdi. Bir ibadet iştiyakıyla bütün gazeteleri dağıttı. Bitirdiğinde, dilinde hâlâ “Ya Subhanu Ya Allah” virdi vardı… Gece bir telefon geldi. Abisi diyordu ki, 40 mart 2015 “Diğer şakirt hepsini dağıtamamış, senden de Allah razı olsun. Yarın yine aynı şekilde, ama bu kez 100 gazeteyi dağıtmanı istiyorum”. “Tamam!” dedikten sonra yarın sabah için yine hazırlandı. Namazın ardından yine soluğu gazetenin il temsilciliğinde aldı. Kendisine emanet edilen 100 gazeteyi kucakladığı gibi yola düştü. Hepsini bitirmişti ki abdesti kaçtı herhalde, dilindeki virdi durdurdu ve düşündü: “Bu 100 gazeteden hangi ikisi benimki?” Garibanlara sızmak(!) 2007 yılında öyle bir gazete girdi ki yayın hayatına, ne yaptığı, kimin yönlendirdiği, hangi zümrenin malı olduğu neredeyse hiç anlaşılamadı. Hakkında binbir türlü dedikodu dönüyor, farklı şekillerde senaryolar kuruluyordu. Soros’un malı olduğunu söyleyen de vardı, en iyi muhalefeti yapan en bağımsız gazete olduğunu söyleyen de. O gazetenin adı “Taraf ” idi. Gazete 2008 yılında müthiş bir finansal kriz içerisine girdi. Zira yaptığı haberler, onu ismi gibi doğrudan bir tarafa itiyordu: Kimsesizler… Öyle ya, hakkında binbir dedikodunun döndüğü bu gazete, herhangi bir güç kaynağının değil, doğrudan kendi fikir dünyasını yansıtan bir bağımsızlar ekolü görünümüne artık tamamen sokulmalıydı. Manşet hazırdı: “Zor günlerden geçiyoruz…” Hiçbir işletmeden, hiçbir firmadan, hiçbir kuruluştan reklam alamayan gazete zor günler geçiriyordu. Böyle bir yayın, ancak reklamlar, aboneler ve bayi satışlarıyla ayakta durabilirdi. Tabanda Taraf gazetesine abone olunması hakkında yönlendirme yapılamayacağı için, bu konudaki “tahşidat” bölgelerdeki üst kademelerde yapılmalıydı. Genel müdürler, müdürler, üst düzey yöneticiler vs. Tabanda yer alan herhangi bir şakirt öğrenci dahi Zaman gazetesine aynı anda 3 kez abone oluyorken, söz konusu iriler (!) Taraf ve Bugün adlı gazetelere yönlendirilmişlerdi, ama özellikle Taraf ’a. Bu gazeteye kimse bir ilan dahi veremezken, elif gibi dik duruşlu bir zümreden (!) Taraf ’a sürekli bir reklam verilmişti. Bu reklam, neredeyse akla gelmeyecek, neredeyse yüzlerce, hatta binlerce kuruluş ve firması bulunan bu zümrenin en temel yayınının reklamıydı: “Sızıntı”… Peki, bu bir mesaj mıydı? Neden Zaman, neden Sürat Kargo, neden herhangi bir dershane değil de Sızıntı? Hani “Yeni Ümit” bile olabilirdi Taraf gazetesine atıfla, ama olmadı. Hâlbuki Taraf, bu zümrenin yeni ümidiydi. Aşikâr gösteremedikleri muhalefetle geleceğin inşasını ne de güzel şekillendiriyorlardı “AKP ve Gülen Hareketi’ni bitirme planı” diye… Meğer o günden “AKP” demeye hazırlarmış da biz de bunu yutmuşuz gibi yapmışız (!). Sızıntı, irşat ve hizmetin menbaı… Sızıntı, verilecek mesajın dürbünü… Sızıntı, kalbin zümrüt tepesi… Sızıntı, en zehirli kaymağın destek süsü… Sızıntı, hiçbir yerde değil de Taraf ’ta reklamını yayınlatıyordu. Sızıntı, “Biz buradayız!” mesajı veriyor, “taraf ”ını, ilm-i siyasetini, yüzünü, politikasını belli ediyordu. Her yere nasıl sızdıysa, yine o şekilde sızmaya devam edeceğini böylece gösteriyordu. Bir saniye! Bu nasıl bir sızıntıydı ki böyle reklam verme konusunda çağlamıştı? Zor günler geçirenlere derman olup yetişen Sızıntı neden reklam veriyordu, nasıl reklam veriyordu? Çok hesap delirtir! Ablanın “Sana da olayım” şeklindeki cevabından utanmıştı şakirt, eve döndü. Eline aldığı koçanları listesinde bulunan ve bilmediği adreslerdeki bilmediği kimselerin adına doldurdu. Abla dört, kendisi de aynı anda dokuz defa Sızıntı abonesi olmuştu. Kuaförü de sayınca 14 irşat vesilesi, yüz kırk tebliğin önünü açmıştı. Tahsilat, irşadın en önemli aşamalarından biriydi… 14 irşat vesilesinin tahsilatıyla Taraf gazetesine reklam verilebilir, binler, hatta milyonlarca insana ulaşılabilirdi. Zaman gazetesine Sızıntı reklamı vermeye ne gerek vardı? Hem zaten ilm-i siyaset gereği Zaman’la organik bağın olduğuna dair bir görüntüye de yer vermemek lazımdı. Taraf ’la daha başka çevrelere ulaşılabilirdi. Hem o garibandı, kimsesizdi; kimsecikler ona reklam, hatta bir ilan bile vermiyordu. İki sabah üst üste dağıttığı toplam 150 gazeteden hangi ikisinin kendi aboneliğinden olduğunu da çok fazla sorgulamamıştı zaten, zira havsalası almıyordu. Hesaba bu yüzden çok gerek yoktu… Boykot… Ama ne boykot! Coca-Cola’nın yine boykot edildiği gün- Mehmet Serhat Bıçak SIZINTI, İRŞAT VE HİZMETİN MENBAI… SIZINTI, VERİLECEK MESAJIN DÜRBÜNÜ… SIZINTI, KALBİN ZÜMRÜT TEPESİ… SIZINTI, EN ZEHİRLİ KAYMAĞIN DESTEK SÜSÜ… SIZINTI, HİÇBİR YERDE DEĞİL DE TARAF’TA REKLAMINI YAYINLATIYORDU. SIZINTI, “BİZ BURADAYIZ!” MESAJI VERİYOR, “TARAF”INI, İLM-İ SİYASETİNİ, YÜZÜNÜ, POLİTİKASINI BELLİ EDİYORDU. HER YERE NASIL SIZDIYSA, YİNE O ŞEKİLDE SIZMAYA DEVAM EDECEĞİNİ BÖYLECE GÖSTERİYORDU. lerdi. Evlere giren kola şişeleri lavabolara, tuvaletlere boşaltılıyordu. Memleketlerden birinde bir lokantaya gitti diğer şakirtlerle. Lokanta, bir abinin mekânıydı. Sofra daha oturulmadan kurulmuştu bile. Havadan sudan konuşulurken garson geldi içecek siparişlerini almaya. İçlerinden biri “Kola!” deyince, aralarındaki en büyük uyardı: “Boykot!” “Kola” istediği için utanan şakirt başını eğdi, garson ise boykotu hatırlatan şakirde döndü ve cevabını aldı: “Fanta!” Masada bulunup da bu şuurlu (!) cevabı duyan diğerleri sırayla “Fanta” derken, Sızıntı ve Zaman hesabında kilitlenen şakirt gülüyordu. Sıra kendisine geldiğinde cevap verdi: “CocaCola Company’nin üretmediği bir ayran!” Aslında bizim hesapçı şakirt, diğerlerinin kola içmemelerine üzülüyordu da. Zira lokantanın sahibi olan abi ödeyecekti tüm hesabı zaten, yani hiç para ödenmeyecek, dolayısıyla malum şirkete, Filistin’e sıktıracağı kurşun parası gitmeyecekti. Bir saniye! Hesapçı şakirt ona da üzülmemişti. Bir yandan lokantanın sahibi olan abiye de üzülmüştü. Zira herkes bu boykota uyarsa abinin durumu daha vahim olurdu. Hayır, sadece lokantada kola satamadığı için değil, o şehrin Coca-Cola Distribütörü olduğu için… Ama birden kendine geldi, içi ferahladı şakirdin. Öyle ya, abi sadece lokantacılık ve kola dağıtımı yapmıyordu, bir rakı markasının da “bölge” bayisiydi. Çok şükür abi rızıksız kalmamıştı ve dolayısıy- mart 2015 41 haberajanda Kritik la camiasından da desteğini çekmeyecekti böylece… Bizim hesapçı iyice düşündü bunu, ne de olsa o rakı markasının reklamı Zaman’da tam sayfa yayınlanmıştı, kötü bir şey olsaydı yayınlanır mıydı hiç? Bizim hesapçı şakirdin hakkında üzüldüğü lokantacı, distribütör ve bölge bayii olan abisi, elbette bunca sektörden kazandığını biriktiriyor, helal kazancını helal yollara yatırıyordu. Bu yollarda biri himmet, biri de tabiî ki faizsiz bankacılığın en müstesna ürünü Bank Asya idi. Dolayısıyla bizim hesapçı şakirdin de parasını yatırabileceği bir banka vardı, ancak yatıracak para yoktu. 3 Zaman, 9 Sızıntı, 1 Aksiyon, 1 de Fountain belini bükmüştü. Gerçi tam da kendi belini bükmemişti, zira abonelikleri başka isimler veya rumuzlar üzerine kaydettirmişti. Keşke tahsilat da rumuzla olabilseydi… Sıza sıza zeytinyağı gibi üste çıkmayı da öğrendiler Furuattan olunca, pek sevdiği yârini İstanbul’a yolladığı sınavdan geçmesine rağmen bu söz konusu bankada işe başlatamadı bizim hesapçı. Furuat, bizimkinin yâri değil, onun başına bağladığıydı. Evlerine ateşler salınmış böcekler, kurumuş ve sararmış yapraklar gibi savruldular başka adreslere. Olsun, irşat ve hizmet her şeydi. Belki o minili kızcağız veya pek yakından tanıdığı alkolik kimse de irşat olur, imana gelirdi… Gönüllere hipnoz, pardon hizmet aşkıyla sızanların ellerinden aldığı üç kuruşluk harçlıklar, Taraf gazetesinde reklam, Bank Asya’da sermaye olmuştu. Bank Asya Türk futbolunun kuvvetlenmesi için, bizim hesapçının lokantasına uğradığı bayi-distribütor-ocakbaşı abi de Bank Asya için himmet ededursun, banka işte böyle günden güne büyüyordu. 17 Aralık 2013 günü, aralarında Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın da bulunduğu birkaç kişi gözaltına alındı. Durum kamuoyunda iki farklı başlıkla veriliyordu: Biri “Yolsuzlukla Mücadele Operasyonu”, diğeri “Sivil Darbe”… Meselenin bir yanında banka olunca, karşılığında da akla ilk gelen şey yine bir banka olmuştu. Madem bu tarafta Halkbank vardı, öyleyse diğer tarafta da Bank Asya olabilirdi. Bir yolsuzluk varmış ve içerisine de Halk- 42 mart 2015 Mehmet Serhat Bıçak bank’ın en üst düzey yöneticisi karışmış gibi gösterilen bu girişimin ardından, mücadelesi yürütülen geniş bir propaganda savaşı izledik. Operasyonla gözaltına alınanlar şahıslarıyla değerlendirilmek yerine içinde bulundukları zümrelerle yorumlandılar. Hiçbir suçunun olmadığı her şeyiyle ispat edilen Süleyman Aslan’ın Genel Müdürü olduğu Halkbank hakkında da bu düzlemde bir karartma uygulandı. Halkbank hakkındaki ABD ve AB menşeli raporları mutlaka hatırlayacaksınız. Bu algıyı oluşturan “karanlık kurul”, çarpraz algı pususunu Bank Asya üzerinden şekillendirdi. Ziraat Bankası’nın, Türkiye’de bir devlet sermayeli banka olarak katılım bankası hüviyetinde yeni bir açılıma gitmeyi planladığı günlerde birtakım haberler ayyuka çıktı. Bu haberlere göre Ziraat Bankası, Bank Asya ile satın alma pazarlıklarına girişmişti. Bu haberleri tasdik eden ve üst düzey devlet yöneticilerine ait olan beyanlar halen arşivdedir. Ancak bu haberlerin zirve yaptığı günlerde Ziraat Bankası Genel Müdürü Hüseyin Aydın tarafından hiçbir şekilde Bank Asya ile bir görüşme yapılmadığı ve Ziraat Bankası’nın bir satın alma yerine en baştan kurma yoluna kesin şekilde gideceği yönünde bir açıklama yapıldı. O günlerde, “Doğru canım, devlet masraf yapacağına bu bankayı alıversin madem” şeklinde gelişigüzel işkembe yorumlarını duymak çok normaldi. Ancak bu pusu tutmayınca, ikinci bir plan devreye sokuldu. Paralel yapının sıkı şekilde yuvalandığı Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun “hukukî” güzellemesini izledik, hem de polis baskınıyla. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir konuşmasında paralel yapıyı şu şekilde tanımlamıştı: “Legal görünümlü illegal oluşum ve işlevler yürüten örgüt…” Minareyi çalanın kılıfını hazırladığına dair getirilen bu post-modern tanım, işte tam da bu ikinci planın şu sahnede nasıl tuttuğunu gösterdi. BDDK’nın el koyduğu ve yüzde 63’ünü TMSF’ye devrettiği Bank Asya, can havliyle, tamamen teknik bir hamleyle ve her çerçevesi hukukla döşenerek kurtarıldı. Bunu ben söylemiyorum, atanan Genel Müdür söylüyor: “Bank Asya, bugün dünden daha güçlüdür. Çünkü arkasına kamu gücünü almıştır.” Eski Genel Müdür’ün Cihan Haber Ajansı’na verdiği röportaj da ne öyle? “Bank Asya’ya el konulmadı!” Yahu yönetim düşmüş, sen ne diyorsun? “Bank Asya’ya yatırımcısının güveni tammış…” Yahu tabiî ki tam olacak, adam “Dünden daha güçlü” diyor. TMSF ve BDDK yapılanmasındaki sadece bir önceki dönem dahi tüm bu planları göstermeye yetecektir. Televizyonlarında, gazetelerinde çıkan haberlerin ortak başlığı: “Siyasî gasp!” Bu densizliğin sonunun olmayacağı belli. Ancak bari şu üst düzey devlet yöneticileri yaptıkları açıklamalara dikkat etseler… Teknik… Hukukî… Boş verin böyle lafları, 2001 yılını hatırlatın kamuoyuna! Uzan’ı söyleyin, Demirel’i söyleyin, Egebank’ı, İnterbank’ı, Transbank’ı, Adabank’ı, Demirbank’ı, Pamukbank’ı, İmar Bankası’nı, İhlas Finans’ı hatırlatıp “O devlet onları kaçırmıştı, biz hesap soracağız” deyin! Pusuya “Uzun Adam”ın delikanlılığıyla karşı durun… Bank Asya’nın yüzde 63’lük hissesine el konulması, kamuoyunda şimdiden “Devlet bu bankayı aldı” algısına sebep oldu bile. Banka bu noktada derhal satılmalı, sahip olduğu menkul ve gayrimenkul bütün değerler elden çıkarılarak kamuya açtığı zarar telafi edilmeli ve devlet, kendisine takılacak boynuzdan acilen kaçınmalıdır. Bir gün bu bankanın devlet tarafından tamamen alındığı ve “devletin yeni katılım bankası” olarak tanımladığı konuşulursa, bütün varlıklarının ve bütün personelinin devlete ait olduğu görüntüsü ortaya çıkarsa, kimse kamuoyuna hak ve hukuk anlatamaz. Otomatik olarak devlet memuru olan Bank Asya personelini hiçbir KPSS mağduruna anlatamazlar! Çözüm, az önce belirttiğimiz gibi net: Derhal satış! Kamuoyu, 2001-2004 arası kendini yakan, intihar eden off-shorezedeleri unutmamalıdır. Denilebilir ki, “BDDK bu tür olaylar bir daha yaşanmasın diye kuruldu”; doğru, ama eksik. Şekerbank bütün zararlarını özel bir tim kurarak kapatmış ve Türkiye’ye sanki yeniden kurulan bir banka kazandırmıştı. BDDK Şekerbank için niçin aynısını yapmadı? Şekerbank tim kurmak yerine şeffaf olmayan evrak sunmayı düşünememiş miydi? Hinliğe, sahtekârlığa akılları çalışmamış mıydı? 17 Aralık’la başlayan büyük kavganın ardından, paralel organların Emniyet, Askeriye ve medya üzerinden “Doğu kaynı- yor, terör azıyor!” şeklinde ürettiği haberleri izlemeyen yoktur. Hani sanırsınız ki, PKK ile mücadele eden tek devlet, o birilerinin söylediği gibi “paralel devlet”. (Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu tanıma dair her defasında “Haşhaşi, örgüt, çete veya paralel yapı” kavramlarını kullanıyor olsa da birtakım kimseler, her nedense bu aşağılamayı görmezden gelerek bu örgütün devletleştiğini kabul ediyor gibi “paralel devlet” demekte ısrar ediyorlar sanki.) Söz konusu kendileri olup da camialarını savunmaya dönük beyanlarda bulunanları hemen yayınlarına taşıyorlar paralelciler. İşte PKK ile mücadele eden bu örgütün, Bank Asya’ya uygulanan “siyasî gasp” üzerine HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın kendilerine verdiği desteği manşet manşet öne çıkarması ne hoştur öyle! Hele 2001’de batan bankalar hakkında hiçbir ses çıkarmayan ABD ve AB kuruluşlarının yayınladıkları bildiri ve raporları Türk kamuoyuyla paylaşmaları, ülkemiz hakkında ne büyük endişe duyduklarını, bizi ne kadar da çok düşündüklerini göstermeleri karşısında ne kadar ezildiğimi anlatamam. İşte bütün bunları düşününce, zeytinyağı gibi nasıl üste çıkma çabasında olduklarını da görüyorum. Hem de sızma, saf (!) zeytinyağı… Koskoca bir yalan! Sızıntı’yla Zaman’a abone parası ödemekten Bank Asya’ya tek kuruş yatırım yapamadı bizim şakirt. Bütün bu hikâyeyi nereden mi biliyorum, o da bende kalsın. Ama şuraya kadar yazdıklarımın içinden gerçekte yaşanmamış olanını belirteyim: Polis karakoluna girip de bütün personeli Sızıntı abonesi yapan gözü yaşlı genç… Zira bu genci üç farklı kimseden üç farklı yorumla doğrudan dinledim. Hepsi de o gencin kendi ev arkadaşı olduğunu söyledi. Detaysa şurada: Bütün polis teşkilatı, “sızdırılan sorularla” değil, Sızıntı ile irşat olmuştu bu hikâyeye göre. Bu noktada insanın aklına şöyle bir soru geliyor: “O genç Somuncu Baba filan mıydı?” FG’den başkası değildi elbette. Dolayısıyla koskoca bir yalandı! mart 2015 43 haberajanda Analiz Eğitim gönüllüleri ha? 150 ülkede faaliyet göstermenize kim şemsiye oldu? Siyasî faaliyet yürütmezmiş… Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e mektup göndererek “İkiniz (Gül-Erdoğan) ne karar verirseniz uyarım” diyen başkası olmalı. Bir bedende birkaç kişilik… Tam muhbir pozisyonu! İçeride operasyon yap, halka dinî hizmet hareketi olarak görün, git, Batı’nın Türkiye aleyhine başlattığı karalama sürecine malzeme taşı… Yakışır! G İRDİĞİN yolun zemininde keskin taşlar varsa hızlı koşamazsın. Bir çakıl taşı bile sendelemene yol açabilir, ayağını kesebilir. Ve bir menzile varman gerekiyorsa, yolda taş var diye o yola çıkmamazlık edemezsin… >> Türkiye, kendi öz medeniyet havzasında yeniden küllerinden doğup ayakları üzerinde dikilerek hızla koşması gereken bir dönemin arefesinde. Tarih, gelecek, konjonktür, coğrafya, iklim ve inanç bunu elzem kılıyor; bir kaçınılmaz sorumluluk aynı zamanda, varoluş eşiği... Türkiye, son yüzyılda ilk kez kendi iç sorunlarını kendi iradesiyle çözme, Kemalist/ulusalcı/güdümlü rejimin milletin benliğinde oluşturduğu tortuları/korku duvarlarını aşma, bunların oluşturduğu zulüm ve yaraları sarma, dış faktörlere karşı kendi iç dinamikleriyle refleks verme fırsatını yakalamış durumda. Tarihte ender rastlanan bir kavşak ya da parametreler bütününün bir araya gelerek önümüze koyduğu tercih… Son on yılda ekonomi, iç-dış politika, konjonktürel gelişmeler vs. alanında büyük adımlar atan Türkiye, eski rejimin Batı menşeli olarak yol açtığı toplumsal barış ve millet olma iradesinde açılan zehirli gediklerle yüzleşme ve onarma noktasına geldi. Bu yaralara merhem sağlandıktan sonra inşa süreci bir sonraki adıma işaret eder. Bu yaraların başlıcaları biliniyor. Kürt 44 mart 2015 Hikmet Gök [email protected] meselesi, Alevî sorunu, Ermeni sorunu, din ve dindarların ötekileştirilmesi sorunu, askerî vesayet, oligarşik azgın sermaye ve medyası vs. Bu alanların her birinde önemli mesafeler kat edildi. İşin garip tarafı, hiçbir başlık aslında bağımsız değildi, bağımsız olduğu bize lanse edilmişti ve biz de kabullenmiş görünüyorduk. Oysa hiçbiri ötekinden ayrılamaz şekilde girift bir yumaktı. Öyle ki, her biri diğerini besleyen, kan tazeleten bir özelliğe sahipti. Askerî vesayet bitirilmeden terör bitirilemez, terör bitmeden oligarşik azgın sermayenin beslediği medyanın din ve toplum düşmanlığı anlaşılamaz, totalitarizme son vermeden mezhebî ayrımcılık giderilemezdi (vs.)… Bu bünye dışından zerk edilmiş dönüştürücü zehir ve vücudu bir tür mutant sürecinden geçirerek yeni bir tür ve toplumsal kaotik dengeye oturtan yapı taşları bir bir çözülmeye başlayınca, başka bir gerçeklikle ya da bilmediğimiz, fark etmediğimiz yeni bir hastalıkla karşılaştık. Çözüm Süreci, Batılı güçlerin devrede olmadığı zemin ve şartlarda millî bir inisiyatifle yol almaya başlayınca, sorulan en can alıcı soru, “Bir yandan İngiltere-ABD-İsrail, diğer yandan Rusya-İran blokları bu kutlu yürüyüşü nasıl sabote edecekler/ etmeye çalışacaklar?” şeklini aldı. Cinayetler, suikastlar, katliamlar, bombalar, silahlar, ekonomiyi çökertme çabaları ilk akla gelen seçeneklerdi. Doğrusu ben de hep bu tür şeyler olabileceğini, PKK ya da başka taşeron örgütlerin devreye sokulacağını düşünürdüm. Yer yer de oldu nihayetinde, ama süreci durduramadı. Alevîlerin istismar edilerek bir kaos yaratılabileceği de hep aklımın bir köşesinde dururdu. Paralel yapı, bu bağlamda düşündüğüm bir faktör ve parametre değildi. Sanırım Hükümet de Oslo’dan önce böyle bir ihtimali düşünmek bile istemedi (nitekim hâlâ düşünemeyen bakanlar mevcut)! Ne zamana kadar? Gezi olaylarına ve 7 Şubat operasyonuna kadar… Gezi olaylarında akrebin kuyruğu hissedilmeye başlandı. Kürt meselesi çözüm noktasına ve yüzyıl önce o zehri zerk edenlerin inisiyatifi dışındaki bir aşamaya doğru evrilince, bünyemizdeki bu diğer tümör harekete geçti. İşte bugün terör dışında, paralel yapıyı da kucağında bulan bir süreci yaşıyoruz! İkisi de eski Türkiye’nin tümörleri… Türkiye, bir dönem (Eski Türkiye) devletin kendi döl yatağında büyütüp hasımlarına kaptırdığı iki aktörün (Öcalan ve Gülen) liderliğindeki iki örgütle hesabını kapatmadan yola çıkamaz. Bunlar, Türkiye’nin yolundaki sivri taşlar gibi duruyorlar. Ve bunlarla yüzleşip ayıklamak zorunda! Biri din/maneviyat merkezli yapılanmayla devletin kılcal damarlarında büyüdü, diğeri ise etnisite ve ideoloji merkezli yapılanma ile devlete/millete karşı çatışma yoluna girdi. İkisi de belli bir güce ulaştıklarında emperyalistlerin döl yatağına kaymaya başladılar. Alanlarında kullanışlı malzemelerdi: “Etnisite” ve “din”... Öcalan birtakım hesaplar ve strateji değişiklikleri sonucu Türkiye’ye teslim edilirken, Gülen alınıp götürüldü. Birinin örgütü dışarıda, kendisi içeride; diğerinin kendisi dışarıda, örgütü içeride… Değerli yazar Ahmet Taşgetiren, “Gülen camiası için de bir çözüm süreci düşünülebilir mi?” sorusunu gündeme getirdi, olmazlığını da kendisi yazdı. (5 Şubat 2015, Star) “İmralı-Pensilvanya” başlıklı o yazısında Taşgetiren, İmralı’nın Türkiye’de, Pensilvanya’nın ise ABD’de bir yer adı olduğuna dikkat çekerek iki örgüt liderinden birinin (Öcalan) dış güçlerden yalıtılmış şekilde muhatap alınmasının önemini, diğerininse (Gülen) hâlâ onların elinde olmasının barış için zorluğunu çok çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. FG’den paralel cümleler Çözüm Süreci’nde İmralı değil, Kandil’in yıkıcı rolünü dikkate alırsak, benzetmeyi İmralı değil, Kandil üzerinden yapmak daha doğru olur kanısındayım. Taşgetiren’in bu yazıyı yazdığı gün, F. Gülen’in de makalesi NYT’de ABD’lilerin takdirine sunuluyordu: “AKP baskılarının tek kurbanının bizler olduğu zannedilmesin. Barışçı çevreci protestocular, Kürtler, Alevîler, gayrimüslimler ve iktidar partisiyle birlikte hareket etmeyen bazı Sünni Müslüman gruplar da bu politikadan nasibini almıştır.” Bu satırların benzerleri, “One minute!” çıkışından beri Batı medyasında sık rastlanan cümleler. Zaten liberalsol (aslında Haçlı-İngiliz bakiyesi yerli ajan) kesimlerin Gezi’den beri her gün Batı medyasına yazıp gönderdiği cümleler çok farklı değildi. mart 2015 45 haberajanda Analiz Devam ediyor: “50 senedir, Hizmet veya Camia olarak da bilinen, mensupları ve sempati duyanları milyonları bulan bir sivil toplum hareketinin ferdi olduğum için kendimi talihli addediyorum. Hareketin fertleri, kendilerini dinler arası diyaloğa, toplum hizmetine ve yardım işlerine adamış olan, insanların hayatlarını değiştiren, eğitimi erişilir kılan Türk vatandaşlarıdırlar. Sayıları bini bulan, 150’den fazla ülkede faaliyet gösteren, seküler ve modern eğitim veren okullar, etüt merkezleri, üniversiteler, hastaneler ve yardım kuruluşları inşa etmişlerdir. Hareket gönüllüleri arasında öğretmenler, gazeteciler, işadamları ve sade vatandaşlar vardır.” Savcılar, Emniyet görevlileri nerede? Unutmuş olmalı... “Meğer melekler taifesi ile karşı karşıya imişiz de yanılmışız” duygusu uyandıran cümleler. Bu da 2013 Mart’ında İngiliz Financial Times gazetesine yazdığı makaleden bir paragraf: “Benim de aralarında olmaktan şeref duyduğum bu insanların 40 yıldan fazladır ellerindeki mali imkânları ve enerjilerini eğitime, diyaloğa ve insanî yardıma adamaları, siyasî makamlardan ve bununla alakalı pazarlıklardan şuurlu bir şekilde müstağni kalmaları ispat eder ki, siyasî güç veya bunun getireceği avantajlar peşinde değildir. (…) Hayatımın son 15 senesini manevî bir inziva halinde geçirdim. Türkiye’deki durum nasıl olursa olsun, hayatımın geri kalan kısmını aynı şekilde devam ettirme niyetindeyim.” Aslında ne demek istiyor Gülen bu yazısında? “Türkiye’ye karşı başlattığınız destabilizasyon operasyonunda sizinle birlikteyim ve birlikte olmaya devam edeceğim.” Bu kişinin yazdıklarında ve söylediklerinde çelişki aramıyorum. Saysanız buradan köye yol olur. Dinlemeleri kim yaptı, yapanlar yargı önüne çıkarılmaya başlanınca senin ve medyanın bunca feryadı niye? MİT tırlarını durduran savcıya neden siper oldun? Cumhurbaşkanı hakkında en hafif deyimleriniz “tiran, Yezit, Nemrut, Sufyan, diktatör”… Eğitim gönüllüleri ha? 150 ülkede faaliyet göstermenize kim şemsiye oldu? Siyasî faaliyet yürütmezmiş… Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e mektup göndererek “İkiniz (GülErdoğan) ne karar verirseniz uyarım” diyen başkası olmalı. Bir bedende birkaç kişilik… Tam muhbir pozisyonu! İçeride operasyon yap, halka dinî hizmet hareketi olarak görün, git, Batı’nın Türkiye aleyhine başlattığı karalama sürecine malzeme taşı… Yakışır! 46 mart 2015 BİRİ DİN/MANEVİYAT MERKEZLİ YAPILANMAYLA DEVLETİN KILCAL DAMARLARINDA BÜYÜDÜ, DİĞERİ İSE ETNİSİTE VE İDEOLOJİ MERKEZLİ YAPILANMA İLE DEVLETE/MİLLETE KARŞI ÇATIŞMA YOLUNA GİRDİ. İKİSİ DE BELLİ BİR GÜCE ULAŞTIKLARINDA EMPERYALİSTLERİN DÖL YATAĞINA KAYMAYA BAŞLADILAR. ALANLARINDA KULLANIŞLI MALZEMELERDİ: “ETNİSİTE” VE “DİN”... Bana kırmızı başlıklı kızın nenesinin yatağında yatan kurdun durumunu çağrıştırıyor her cümlesi, her satırı. NYT’de makalesinin yayınlandığı günün ertesinde, ABD’li ünlü gazeteci Wayne Madsen, “50 kadar senatör, F. Gülen’in iadesini engellemek için harekete geçti” diye açıklama yapıyordu. Şu cümleler de Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, katıldığı bir televizyon programında söylediği sözlerden alınma: “Eskiden gerçekten yanlış düşünüldüğü kanaatini taşırdık: ‘Aldatılıyor’, ‘Çevre faktörü’ ve sair... Cumhurbaşkanımız kaç kere davet etti, biz davet ettik, gelmedi. Demek ki bugünler için gelmiyormuş, New York Times’te Türkiye aleyhine kampanya yapmak için gelmiyormuş. (…) Haydi yazdı, ne diyor içeriğe baktığınızda? Diyor ki, ‘Türk, Kürt, Alevî, Sünnî, gayrimüslim herkes Türkiye’de baskı altında’. (…) Niye gayrimüslimleri zikrediyor? Çünkü oradaki lobilere hitap ediyor. Türkiye’deyken muhafazakâr kesimin hissiyatını harekete geçireceksiniz, oraya gidip lobilere, Rum lobisine, Ermeni lobisine ‘Türkiye’de gayrimüslimler baskı altında’ diyeceksiniz. Kürt meselesi senin için bu kadar önemliyse, 3 senedir yürüttüğümüz Çözüm Süreci’ne niye engel olmaya kalktınız? En kritik yerlerde, Emniyet’teki unsurlarla Çözüm Süreci’ni niye baltalamaya çalıştınız?” Bülent Arınç ve Abdullah Gül bu sözlere ne der, merak ediyorum. Merak ettiğim bir konu daha var: Tarihçiler bu hareketi hangi noktasından yola çıkarak anlayacak ve anlatacaklar? Hizmet, himmet hareketi mi, Batı taşeronu mu, Yargı/Emniyet/istihbarat örgütü mü, darbe yapıp devleti ele geçirmeye çalışırken Batı’ya esir düşmüş bir lider mi, tarikat mı, ne? Sahi, biz Haşhaşileri bir iki vasfı dışında ne kadar biliyoruz? Hani Hasan Sabbah’ın lideri olduğu Batınî örgüt… Halk arasında sık başvurulan bir refleks ve algı ifadesi vardır: “Ben nasıl büyük bir günah işledim de böyle büyük bir musibetle karşılaştım?” Ya da “Ne ettim de … buldum?” Büyük günahlar mı insanı büyük imtihanlarla yüz yüze getirir, yoksa büyük idealler peşinde olmak mı? Eski Türkiye’nin bünyesinde, gözümüzün önünde büyüyen bu tümör, şimdi hepimizi hasta edecek duruma gelmiş! Hiçbir şeyin sebepsiz olmadığına inanırız; doğrudur… haberajanda Siyaset T Cüneyt Akar [email protected] ÜM muhalefet, bir “tarafsızlık”tır tutturmuş gidiyor. Herkes Cumhurbaşkanı’nın tarafsız olması gerektiğini, Erdoğan’ın ise bu tarafsızlığı ihlâl ettiğini, ettiği yemini bozduğunu iddia ediyor. Peki, nedir bu tarafsızlık? İyi bir şey midir? Ya da beklendiği şekilde bir tarafsızlık mümkün müdür? Öncelikle şunu iyice anlamak zorundayız ki taraf tutmak veya taraf olmak, sosyal hayatın içinde olmazsa olmaz bir durumdur. Herkes bir şeyin, birinin, birilerinin, bir ideolojinin tarafı; ailesinin, arkadaşının, takımının, cemaatinin, partisinin, devletinin, dünya görüşünün, dininin tarafında olabilir insan. Bunlar için de hiç kimse tarafından yargılanamaz “Neden değer verdiğinin tarafındasın?” diye. Taraf olmak ayıp değildir. Savunulan fikirlerin arkasında durmak, hem önemli bir tutarlılıktır elbette. İnsan bazen bilmeden yanlış tarafta da durabilir hatta. O zaman bile doğru zannettiği tarafta durması yargılanamaz çoğu kez. İşte siyasette adı geçen tarafsızlık da bu kategoriye sığdırılmaya çalışılmalı bence. Bir başbakan, seçmenden hangi oranda oy almış olursa olsun, tüm seçmenlerin başbakanı değil midir? Elbette öyle! Bugüne kadar hangi başbakana, kendi siyasî görüşüne uygun icraat yaptığı suçlaması yöneltilmiştir acaba? Böyle bir suçlama tabiî ki pek mantıklı olmaz; ondan talep edeceğiniz icraat, ona ve partisinin siyasî çizgisine uymalıdır. Onun siyaseti yanlış da olsa, bu oyunun kuralı budur! Zira o, -muhtemelen- inandığı doğrular üzerine bir siyaset geliştirmiştir. O başbakan bir gün paranın, hukuksuzluğun veya gayrimeşru gücün tarafına geçerse, cezasını ilk önce halk verir zaten. Yok, eğer durduğu yer, savunduğu idealler ve hedefleri doğru ise, ödülünü de alır şüphesiz. İşte Erdoğan da halktan o ödülü alan bir siyasetçidir! Tarafsızlık: İyi mi, kötü mü, mümkün mü? ERDOĞAN, 1994’ten beri siyasî zeminde vatandaşa hizmeti şiar edinmiş biri olarak ödülünü Cumhurbaşkanlığı unvanıyla almıştır. Şimdi onun tarafgirliğinden bahsediyoruz bilinçsizce; siyasete girdiği günden beri kendi dünya görüşünü siyasî görüşüyle harmanlamış ve bu sayede halktan yükselen oranlarla takdir almış, sonunda da devletin zirvesine ilk defa halkın oyuyla gelmiş birinin tarafsız olmasını nasıl bekliyorsunuz beyler? makla suçlamanın delili olamaz. Abdullah Gül’e de taraflı olduğu suçlamaları yapanların birkaç kanun maddesini reddettiğinde nasıl da kendisinin savunucusu olduklarını hatırlayalım lütfen! Neymiş efendim, Erdoğan teşekkür mitingi düzenlemiş. Daha önce yapılmadı diye Erdoğan da mı yapmamalıydı yani? Ne gerekçeyle yanlış bu hareket? Cumhurbaşkanı yeni anayasa için oy isteyemezmiş, neden? O anayasa için senelerdir bizatihi gayret sarf etmedi mi? Özellikle son birkaç seçimde yeni anayasayı değiştirecek çoğunluk için oy istemedi mi? Erdoğan, 1994’ten beri siyasî zeminde vatandaşa hizmeti şiar edinmiş biri olarak ödülünü Cumhurbaşkanlığı unvanıyla almıştır. Şimdi onun tarafgirliğinden bahsediyoruz bilinçsizce; siyasete girdiği günden beri kendi dünya görüşünü siyasî görüşüyle harmanlamış ve bu sayede halktan yükselen oranlarla takdir almış, sonunda da devletin zirvesine ilk defa halkın oyuyla gelmiş birinin tarafsız olmasını nasıl bekliyorsunuz beyler? Erdoğan, yetiştiği siyasî partiye bile reform denecek açılımlar getirebilen, bununla yetinmeyip yeni bir siyasî parti kurmuş ve ona hem ana, hem baba olmuş biri; AK Parti, Erdoğan’ın çocuğu. Bunu veda konuşmasında söylemişti kendisi. O partide Erdoğan’ın dünya görüşü, ekonomi bilgisi, toplum ahlakı ve dinî görüşü vücuda geldi. Şimdi Cumhurbaşkanı oldu diye 20 yıldır kendisine oy kazandıran fikirleri yok mu oldu zannediyorsunuz? O fikirleri yok sayarsak Erdoğan’dan geriye ne kalır? Sadece “uzun adam”… Öyleyse onun kendi fikirlerinin arkasında durması, onları geliştirmesi ve hatta değiştirmesi de gayet normal bir durumdur. Bu, Cumhurbaşkanı’nı ettiği yemine aykırı davran- Bunlar, Anayasa’nın tarif ettiği tarafsızlık ilkesine aykırı durumlar olamaz asla! Olsa olsa, bu anlamsız haykırışlar Anayasa’ya aykırıdır. Zira hiç kimsenin düşüncesinden dolayı suçlanamayacağını Anayasa garanti altına almıştır. Ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamında yaptığı ve de söylediği her şey kendi düşüncesidir. Kısacası taraf olmak, öyle zannedildiği gibi kötü bir şey değildir aslında. Taraf olmak, adam olmak gibidir; hatta tam tamına adam olmak, fikrinin arkasında durmaktır. Bu memlekette, o muhalefetin anladığı manada tarafsızlığını bozan tek cumhurbaşkanı, “onuncusu” olmuştur. Onun dışında, ne cumhurbaşkanıyken parti kurup parti kapatan Kemal Paşa, ne de Turgut Sunalp’i alenen destekleyen Kenan Paşa’nın tarafsızlıkları tartışılmamalıdır. mart 2015 47 haberajanda Analiz “Sol” kavramı, tarihten günümüze kadar sermayenin değil, emekçinin tarafında tanımlanmaktadır ve din, dil, ırk, cinsiyet ve kültür ayrımı yapmaksızın, sadece insanı merkez alır. Bu yüzden çağlar boyu solun, çeşitli coğrafyalar ve çeşitli kültürler içinde iktidar olduğu, bilinen bir gerçektir. Fakat günümüzde sanki iktidar olmak için değil, başkalarını iktidara taşımak için dizayn ediliyor. Bu dizayn sol, legal örgütlenmenin dinamizmi olmuş durumdadır. SOL VE SEÇİM 48 mart 2015 Doç. Dr. Bülent Kara [email protected] B İLİNEN adıyla “Syriza” ya da Aleksis Çipras’ın Yunanistan’da seçimi kazanması, Türkiye’deki sol hareketin kendini yeniden tanımlanma konusunda olmasa da iktidara taşınma umutlarını arttırmış görünüyor. Kendini tanımlamıyor, çünkü anti-emperyalist bir karakter (IMF, AB, ABD paradigmalarına) arz etmiyor. Tam tersine, “devletçi” karakteri üzerinden yenilendiğini varsayarak iktidar olmayı hedeflemesini yöneltiyor. Solun, bunun için gerçekten ülkenin tahlil ve tenkidini yeniden yapmasına acil ihtiyaç duyulmaktadır. >> “Sol” kavramı, tarihten günümüze kadar sermayenin değil, emekçinin tarafında tanımlanmaktadır ve din, dil, ırk, cinsiyet ve kültür ayrımı yapmaksızın, sadece insanı merkez alır. Bu yüzden çağlar boyu solun, çeşitli coğrafyalar ve çeşitli kültürler içinde iktidar olduğu, bilinen bir gerçektir. Fakat günümüzde sanki iktidar olmak için değil, başkalarını iktidara taşımak için dizayn ediliyor. Bu dizayn sol, legal örgütlenmenin dinamizmi olmuş durumdadır. Çağdaş solun iktidarla buluştuğu ilk kavşak ve belirleyici hareket, Fransız Devrimi’dir. Devrimle gelen bu iktidar, yıllar boyu sol deneyimlerle günümüzde “iktidar sahibi solcu” tipini yaratmış ve buna ruhunu vermiştir. Tarihsel süreç, 1960 ila 1980’li yıllar arası solun güçlenmesini sağlamış, Cumhuriyet tarihinde en yüksek (yüzde 44) oyu almasını sağlamıştır. Siyasal sol partiler bu en yüksek oyu almamakla kalmamış, gençlik de dalga dalga sosyalist hareketle tanışmış ve sosyalist hareketler, en yüksek toplumsal kabule ulaşmıştır. Tıpkı sol yelpazedeki bu siyasal hareketler, “bileşen kaplar teorisi”nde olduğu gibi birbirini tetikleyerek tamamlamış ve de bu tamamlama niteliksel ve niceliksel çoğalmayı beraberinde getirmiştir. Günümüzde ise sözde var olan sol iktidar, söylemlerden uygulamaya bir türlü geçememiştir. Bu iktidar sahibi solcular, beyaz tuval üzerine solcu resmi yapmaya çalışsalar da kendilerini var eden mutlulukları unuttukları için resmini yapamamakta ve sadece “Muhayyel olan mükemmeldir” mantığı ile buldukları boş alanları doldurma gayreti içindedirler. Bu saikler solcuları iktidar gücünü paylaşmaya iterken, geniş katmanları (işçi, memur, yoksul) da solculuktan uzaklaştırmaktadır. Bunun nedeni, mevcut ekonomik şartlara bağlı olarak artan eşitsizliklerdir. Tüketimin teşviklendirilmesi, sınıflar arası ayrımı beraberinde getirerek kapitalizmin önünü açmaktadır. Bundan dolayı da bu çağdaş jakoben hareket “emeğe karşı bir dayatma” olarak karşımıza çıkmaktayken, aynı zamanda da emekçilere tepeden bakan, onları horlayan, aşağılayan ve “Her şeyi ben bilirim” noktasına gelmektedir. Bu anlayış, “Bu seçim ne pahasına olursa olsun kazanılmalıdır ve bu kazanma, yoksulluğu ortadan kaldıracaktır” noktasından uzaktadır. Kendiliğinden gelişen ve örgütlü olmaktan da ve mütegallibe olmanın yeğlendiği bu durum, tepedekileri güçlendirse de zencileri, Kızılderilileri ve Aborijinleri yok etmektedir. Beyaz solcu Özellikle günümüzde beyaz solcular birer sermaye sahibi olarak karşımıza çıkarken, 1923 ruhundan uzak olarak dar çıkar gruplarının kişisel algıları olarak halkı bertaraf etmenin farkına varmadan yollarını açmaktadır. Onun için kuşatılmış liderlikle yola çıkan, halkı değil, birilerini ihya eder. Ki bu, solun dokusunu bozan, karmaşık kısır değerlerin tartıldığı -sonuç itibariyle- sol ruhunun handikabı olmaktadır. Bunun için sol, “loser”, yani “müzmin kaybeden” olmaktan öteye gidememektedir. Oysa kazanan solcu olmak, ülkemiz ve ülkemizin bekası için vazgeçilmezlerimiz arasındadır. Ulusal duruş ve ulusal mutabakat için bu elzemdir. Çünkü sol, vizyon ve misyonunu Kuvay-i Milliye hareketinden almaktadır. Bu, bizi geçmişte var etmiş ve atide var edecek alternatifsiz realitedir. Bu bir realite olmakla beraber, sol siyasî anlayış, “acemi sol el tipi” olarak karşımıza çıkmaktadır. Acemilik, “Benim solcum/adamım/ başkanım iyidir” anlayışıyla kaybetme trendine girmektedir. Bu da solda birlik yerine “ayrımcılık” kavramını ortaya çıkarmıştır. Gidilen yolların sonunda aynı hedef olmasına rağmen bir son değil, yolların çeşitliliğine önem verilerek bir türlü “amaca ulaşılamayacak bir kaos” haline gelmiştir. Kuvay-i Milliye hareketi, amacını gerçekleştirmek, iktidar olmak ve bu iktidarı sürdürmek için ülkenin tüm renklerini aynı amaca sevk eden, birlik oluşturan ve amaçlarını gerçekleştirmek noktasında yöneten bir özellik arz etmek ve anti-emperyalist bir karakter çizerek ulus-devletin inşasını sağlayan bir modernleşme hareketi oluşturmaktadır. Şimdilerde ise bundan uzak sol, muhafazakâr bir görünümle eskiyi savunan ve onun ipine sarılan, yeni olandan uzak duran bir karakter arz etmektedir. Bu beyaz anlayış, solun ana temasını oluşturan “yoksulları unutmuş kapitale hizmet etme” yarışına girmiştir. Dar alanlarındaki temaşa anlayışı, kazanabilecek insanlara bile kaybettirme hülyaları yaratmaktadır. Yani muhafazakâr anlayışla kullanılan deyimle durumu ifade edersek, “Ali’ye duyulan sevgiden çok, Muaviye’ye duyulan öfkenin” farkına varmalıyız. Başka bir deyişle, sol savunuculuğu yapmaktansa, kapitalizmin getirdiği olumsuzluklara odaklanarak çözüme gitme farkındalığını yaratmak gerekir. Bu fark ediş, solun tam ortasında zuhur eden ve kıvılcımlar oluşmasına engel olan, kaybeden haline getiren tek gerçekliktir. Solun cennet bahçeleri ve bunun paradigması olan “yeni toplum”, beyaz tuval üzerine kırmızı olmalıdır. Çünkü bu iki renk, bayrağın renkleridir. Bayrak, sembol olarak gündelik yaşamımızın ritüellerinden başlayarak kaotik toplumsal yapımızın tüm enstrümanlarını tanımlayan, anlamlandıran ve yorumlayan eksen değer olarak dil, din ve ırktan bağımsız şekilde onları kucaklayandır, sosyal kimliğimizin çok kültürlülüğünü var eder ve ortaklaşmasını sağlayan herkesin altında olmaktan hoşnut olduğu ya da fazla olumsuz anlam yüklemediği tepe değer olarak kendini konumlandırmaktadır. Onun için “Bu olmadı, şunu deneyelim” mantığından sıyrılarak, “kazanan kahraman solcu” tipini yaratmalıyız. Kazanma hırsını göz bebeklerinde kaybetmiş olanların, koltuklarında kaybetmelerinden medet umması ise beyhudedir. Bu beyhudelik, taşrada kazanacak solculara değil, solcuların medet umduğu kaybetmişlerle Mercedeslere binenlere yarayacaktır. Eksen değerlerin yerine kendini sürekli var eden jargon solculuğu, “Biz eskiden ne idik?” söylemleri üzerinden rakı, balık, ihtilal, ihtiras veya yakınını yok etme gibi kibirlerinden kurtulamayacaktır. Üçüncü ağız ve kahve kültüründen arınmamış bilgiye dayalı solculuk ise ezberci, kimlikçi ve kendiliğinden dayatmacı olacaktı. Bu da başka düşünceleri ve ideolojileri değil, her zaman olduğu gibi kendini yok edecek ya da mahdut kılacaktır. İktidar olmak, seçim kazanmak yerine sürekli kaybeden olmasını sağlayacaktır. Uzlaşmacılar uzlaşmayanları yok ederlerse, biline ki, önce uzlaşanlar yok olacaklardır… mart 2015 49 haberajanda Analiz Kapitalizm kendi sonun Dünyanın her yerinde bir huzursuzluk, Hemen her yerde çatışma, terör, savaş ve vahşet var. Şiddet sarmalı tüm dünyayı sarmış durumda, ahlaksızlık ve suç oranı, dolayısıyla suç işleyenlerin sayısı da arttı. Bu vahşetten, savaşlardan ve çatışmalardan yeni düzenin kurucuları, yani kapitalist sistemin sahipleri sorumlu! Sömürü düzenlerini sürdürmek için bu çatışma ve savaşlara ihtiyaçları vardı. Hem doğal kaynakları sömürmeye devam etmek için, hem de silaha bağlı kendi ekonomik düzenlerinin devamı için bu savaşlar ve çatışmalar devam etmeliydi, ancak sonuç olarak bu düzen de artık çöküşe girdi. 50 mart 2015 D ÜNYA hızla değişiyor; dünyanın kurulu düzeni, kurulu sistemi de değişiyor. Özellikle Ortadoğu ekseninde son on yıldır yeniden şekilleniyor dünya, saflar değişiyor. Yıllar süren düşmanlıklar bitiyor, yeni dostluklar başlıyor ve yeni yeni ittifaklar kuruluyor. Bunun yanında çıkar ilişkisine dayalı dostluklar bitiyor, yeni cepheler açılıyor, yeni savaşlar çıkıyor ve yeni yeni düşmanlar ortaya çıkıyor. Toplumsal ihtiyaçlar ve beklentiler hızla değişiyor. Öncelikler, tanımlar, ideolojiler, düzenler ve sistemler değişiyor. >> Avrupa Birliği çatırdıyor; hatta diyebiliriz ki, “AB kurulduğu günden beri en sıkıntılı zamanını yaşıyor”. Yunanistan’da yapılan seçimler ve seçimi kazanan Syriza sonrası yaşanan gelişmeler, hâlihazırda devam eden AB-Yunanistan krizinin büyüyeceğini gösteriyor. Yunanistan’ın Cem Uzan’ı yakıştırması yapılan Çipras’ı, dolayısıyla Yunanistan ve AB’yi sıkıntılı günler bekliyor. ği Fransa’da El-Kaide bağlantılı iki terör saldırısı meydana geldi. Bunun yanında PEGIDA benzeri İslamifobik hareketler ve milliyetçi marjinal gruplar giderek güçleniyorlar. Bu marjinal grupların Müslümanlara karşı gösterdiği şiddet eylemleri ise -ilginç bir şekilde- engellenemiyor. Bu da Avrupa’da yaşayan milyonlarca Müslümanı tedirgin etmiş durumda, toplumsal huzursuzluk arttı. Ekonominin dışında başka sorunlar da yaşıyor Avrupa. AB’nin göbe- Bu arada Kuzey Kore, Çin, Japonya ve Güney Kore arasındaki gerginlik de büyüyor. Ufak çaplı çatışmaların büyüyeceğinden endişe ediliyor. Çin ve benzer şekilde Hindistan ekonomisi büyüyor. Ancak neredeyse dünyanın üçte birini oluşturan bu iki ülkenin halkının gelir seviyesi, bu ülkelerdeki zengin-fakir uçurumu ve yaşam kalitesinin düşüklüğü, bu büyümenin sürdürülebilirliğinin sorgulanmaya başlamasına başlıca sebep. Özellikle Çin, sınırlarına sığ- Yunanistan, İrlanda, İtalya, Portekiz ve nispeten iyileşme gösterse bile İspanya’da artan ekonomik kriz AB’yi sarsmaya başladı. Bu ülkelerin her biri -özellikle İtalya’nın ekonomisi- birkaç Yunanistan edeceği için, böyle olası bir çöküşü AB’nin kaldırması mümkün görünmüyor, bunun için kriz kâhini olmaya gerek yok. Avro bölgesinde alınan önlemler, sanki daha çok o kötü sonu ertelemeye dönük çabalar. AB ülkelerinde gözle görülür ekonomik sorunların başladığını, bu durumu birebir yaşayan gurbetçi vatandaşlarımızdan da duyuyoruz. Sanayi ve üretim devi Almanya’da kapanan işyerlerini ve işsizliğin arttığı da aldığımız haberler arasında. Ukrayna’nın durumu ve sonrasında Rusya’nın enerji kartı AB’yi zora soktu. Kısacası Avrupa Birliği, hem ekonomik, hem de sosyal olarak büyük bir krizin eşiğinde. AB hem kendini, hem de geleceğini sorgulamaya başladı. Rusya son on yılda büyük bir ilerleme kaydetmiş, Putin sonrası yeniden toparlanmaya başlamıştı. Ancak Rusya, Ukrayna ile büyük bir kumar oynadı. AB ve ABD’nin girişimleri ile Rusya ekonomisi krize girdi ve çökme tehlikesi geçirdi. Dolayısıyla pabucun pahalı olduğunu anladı ve artık yeni ittifaklar peşinde. Kuzey Kore, ABD’nin başını ağrıtmaya devam ediyor. mamaya başladı; ekonomisini doyurmak ve büyümesini sürdürmek için küresel ölçekte “Artık ben de varım!” diyor. Dünya ekonomisinin en önemli kaynaklarından biri olan Ortadoğu bölgesi, belki de tarihindeki en karışık dönemi yaşıyor. Irak, Suriye, Libya ve Mısır iç savaşlarla kaynıyor. Japon hükümeti, DEAŞ’ın katlettiği iki gazetecisi için 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk defa sınır ötesi operasyon yetkisi istedi. Ürdünlü pilot DEAŞ tarafından yakılarak infaz edilince Ürdün halkı da ayaklandı. Libya’da Kaddafi sonrası karışıklıklar ve olaylar devam ediyor. Mısır’da darbe sonrası İhvan zulme karşı direnmeye devam ediyor. Mısır halkının Sisi’ye karşı olan nefreti günbegün artıyor. Irak gibi Suriye de parçalandı. Suriye halkı Esed’e karşı mücadeleye devam ediyor. İran ve Rusya’nın desteklediği Esed, fırsat buldukça katliamlarına devam ediyor. DEAŞ sonrası Irak ve Suriye darmadağın oldu. Yemen’deki mezhep kavgaları ve olaylar devam ediyor. Filistin halkı direnişini sürdürüyor. İsrail ise kendi ateş çemberini yaktı; şimdi bu çemberin ortasında ve iyice köşeye sıkışmış bir vaziyette kurtuluş çaresi arıyor. Afyon, demokrasi, savaş, barış vs. Dünyanın her yerinde bir huzursuzluk, Hemen her yerde çatışma, terör, savaş ve vahşet var. Şiddet sarmalı tüm dünyayı sarmış durumda, ahlaksızlık ve suç oranı, dolayısıyla suç işleyenlerin sayısı da arttı. Bu vahşetten, savaşlardan ve çatışmalardan yeni düzenin kurucuları, yani kapitalist sistemin sahipleri sorumlu! Sömürü düzenlerini sürdürmek u getirdi Orhan Mücahit [email protected] için bu çatışma ve savaşlara ihtiyaçları vardı. Hem doğal kaynakları sömürmeye devam etmek için, hem de silaha bağlı kendi ekonomik düzenlerinin devamı için bu savaşlar ve çatışmalar devam etmeliydi, ancak sonuç olarak bu düzen de artık çöküşe girdi. 90’lı yıllar komünizmin çöküşü ile kapandı, kapitalist düzen yeni düzenin hâkimi oldu. Temelinde adaletsizlik, haksızlık ve sömürü düzeni olan hiçbir sistem sürdürülebilir değildir. Kim ne derse desin, kapitalist sistem, emperyalizmin bir silahıdır. Emperyalizm ise sömürgeciliğin modern adıdır. Sömürgecilik düzeninin yıkılacağını öngören küresel güçler demokrasiyi icat ettiler. 18. yüzyılda dünyaya afyon ihraç eden küresel güçler, halkları uyuşturmak için 19. yüzyılda demokrasi ihraç etmeye başladılar. Demokrasi, (neredeyse sınırsız) özgürlük paketi ile yeni dünya düzeninde pazarlandı. Amerikan rüyası, Hollywood filmleri ile az gelişmiş ülkelere yutturuldu. Kurulu hâkim kapitalizm düzeninin de sürdürülebilir olmadığı ortaya çıktı. Bu düzen, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmaktan öteye geçemiyor. İnsanlar tatmin olmuyorlar, toplumlar artık mutlu değil. İnsanları oyalamak için kullanılan yeni teknolojik aletler de artık yetmiyor. Kapitalist sistem, yaşamını devam ettirmek ve kendini daha da büyütmek için tüketim toplumunu yarattı. Tüketim toplumu, kapitalist sistemin en iyi müşterisiydi. Ancak yaratılan tüketim toplumu, doyumsuzluğu ile artık kapitalist düzenin en büyük düşmanı haline geldi. Kapitalist sistem, farkına varmadan kendi canavarını yarattı. İnsanlar mutsuz ve artık sormaya ve mevcut düzeni sorgulamaya, bu savaşların, sonu gelmez çatışmaların, bitmek bilmeyen kavga ve çekişmelerin nedenini görmeye başladı. Kapitalizm çöküyor! Yeni düzen, umuyorum hakkı, adaleti, adil paylaşımı ve adil düzeni referans alan, sürdürülebilir bir sistem olur. Yoksa bu savaşlar, bu çatışmalar ve bu sorunlar insanoğlunu kıyamete sürükleyecek... mart 2015 51 haberajanda Kapak Türkiye, aradığı kanı bu şekilde buldu ve aradığını bulunca da cana geldi, nereden gelip nereye gittiğini hatırlayıverdi. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin gelip kilitlendiği “başkanlık sistemi tartışmaları”, parlamenter sistemin önüne arkasına dair “siyasî” bir mesele değil aslında. Bir model tartışması filan da değil. Mesele, çocukluktan ergenlik dönemine giren Türkiye’nin “Ben artık rüştümü ispat ediyorum” deyişi, artık vücuda dar gelen gömleğin bir üst bedenle değiştirilişi aslında. Siyasî bir fantezi değil, fıtrî bir seyir yani… *** “Bir daha da Davos’a gelmem!” deyip gerçekten de bir daha Davos’a adım atmayan Erdoğan önemlidir! Bunlar, Erdoğan’ın kişisel tarzından ziyade Türkiye’nin kendini ispatıdır çünkü. Ezik büzük bir tipolojiye sıkıştırılan silikleşmiş bir karakterin aslına rücû edişidir bu. Hatta bir iç politika konusu gibi duran Metin Feyzioğlu hadisesinde gösterdiği reaksiyon bile yine Türkiye’nin yaşadığı bilinç değişimi ve olgunlaşma ile alâkalıdır. Zira bu ülke, son 13 yıllık sürece kadar egemen güçlerin ve bürokratik üslerin çizdiği haritanın dışına çıkamayan, asla alternatif bir görüşü dile getiremeyen bir ülke olmuştur. Bu manada Erdoğan’ın zaman zaman yükselen sesi, aslında kendine gelen Türkiye’nin sesidir. Batı’nınçöküş,ErdoğanTürkiye’sinin ÇIKIŞ KODLARI Çanlar Batı için çalıyor! “Tükenmişlik sendromu” had safhada “S OĞUK Savaş yıllarına ait kalın perdenin kapanmasıyla birlikte gündeme gelen Körfez Krizi” meselesinden bugüne değin birçok periyodik hamle ile üste çıkmaya ve türlü kurgularla adım adım “İslam” belasından (!) kurtulmaya çalışan Batı, apaçık bir çöküş içinde düpedüz “fobik” bir profil sergiliyor. >> Köstebek yuvasına döndürdüğü dünya coğrafyasında manevra alanı gitgide daralan ve kendi kendini köşeye sıkıştıran hamleleriyle iyice panikleyen bir Batı var karşımızda. Derin korkular içinde olan, korktukça daha fazla hata yapıp iyice saldırganlaşan, ciddî bir kısır döngüye girdiğini bilen, stratejik manada esaslı bir “tükenmişlik sendromu” yaşayan ve oldukça telaşlı bir Batı… Ünlü Amerikalı yazar Ernest Heming- 52 mart 2015 way’dan alıntıyla, bugün çanların, Batı’nın pörsümüş, ben-merkezci ve kısır zihniyeti için çaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ya da stratejik anlamda benzeri salvoları üst üste harcayan ve artık hatalı kodlamalarından dolayı kendi kendine blokaj oluşturan Batı’nın apaçık bir “tükenmişlik sendromu” yaşadığını… Bu çok net artık! Hem siyasî üslup, hem stratejik hamleler, hem de mefkûre bakımından ciddî bir kilit- lenmişlik söz konusu. Siyasal, sosyal ve stratejik anlamda sürekli birbirini tekrar eden hareketler var. Her açıdan hatırı sayılır bir kısır döngü bu. Ne “İslamofobi” kurgusunun, ne “insan hakları-özgürlük-eşitlik sakızı”nın, ne de “demokrasi yalanı”nın kapatamayacağı cinsten bir açık… Batı/yor-du… Evet, Batı oldukça yordu. Ama hep bir çığlıktı aslında bu! Üretim yoksunluğunun, hakikat adına ciddî bir fukaralığın çok doğal bir neticesi… Batı, batıyordu artık… Batan, Batı ekonomisi değildi belki, ama Batı zihni ve mantalitesi batıyordu apaçık. Kendini, icat ettiği sanal düşmanlar üzerin- Ayten Çalış [email protected] Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Ve “Sünnetullah”taki doğal denge gereği, tıpkı bir tahterevalliyi andıran sosyolojik düzen icabı, bir şey batarken, bir başka şey çıkıyor, sürpriz bir biçimde boy veriyordu. Siyahın siyahlığını beyazın, beyazın beyazlığını siyahın yanında hatırlaması gibi, daima “Ben!” diyen pörsümüş Batı zihni çökerken, daima “Biz!” diyen bir başka ufuk hayat buluyor, Anadolu’nun şahsında çok köklü bir alternatif vücut kazanıyordu. mart 2015 53 haberajanda Kapak den var etmeye ve güçlendirmeye alışmış, bu klasik moda çakılıp kalmış o kokuşmuş zihin batıyordu. Hedonizm ve tüketim odaklı o oksijensiz, o ruhsuz yaşam, sahte heyecanlara endeksli o sanal dünya batıyordu. Vizesiz gidilebilen ülkeler listesine bakıldığında, koca dünyada korkudan kendini kapatan Batı hudutlarını görmek bile, bu derin korkunun net bir yansımasıydı aslında. Ve “Sünnetullah”taki doğal denge gereği, tıpkı bir tahterevalliyi andıran sosyolojik düzen icabı, bir şey batarken, bir başka şey çıkıyor, sürpriz bir biçimde boy veriyordu. Siyahın siyahlığını beyazın, beyazın beyazlığını siyahın yanında hatırlaması gibi, daima “Ben!” diyen pörsümüş Batı zihni çökerken, daima “Biz!” diyen bir başka ufuk hayat buluyor, Anadolu’nun şahsında çok köklü bir alternatif vücut kazanıyordu. Yüzyıllarca gücünü mağdura kol kanat germek adına kullanan ve sonunda öz tohumunu sınırlı bir Anadolu coğrafyasına gömerek köklenmeye bırakan o “ben ötesi” bakış, o kadim nazar yeniden hayata dönüyordu. Ortadoğu’nun her bir köşesi başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında bir çakal bir koyunu boğazlarken bu senaryoyu çevir çevir okutan “beş kardeş”e “Dünya sizden büyüktür!” diyebilen hatırı sayılır bir ses desibel desibel yükseliyordu… Yüce (!) Kral’a yüzyıllardır methiyeler düzen sahte ağızlar kemikleşmiş ve bu sakat bakışı tek çıkış olarak dayatmışken, ecdadı bembeyaz bir tarih yazmış olan o sürpriz coğrafya, göğsünü gere gere “Kral çıplak!” diyordu, “Kral Çıplak!”… “Yüz yıllık bekleyiş” ve ergenlik… “Mahalleye Sahip Çıkacak Delikanlı”, çocukluktan çıktı! “Osmanlı” dediğimiz kâmil bakışın, dünya coğrafyasına hocalık yapan üst aklın etrafı alınıp da onun bedeninde cisimleşen, “adil dünya düzenine ait ideal” bir kara deliğe süpürülünce mahalle sahipsiz kaldı ve “Amaca giden her yol mubahtır” diyen küresel güçler, köşe başlarını tutarak dünyayı “Tek yol: Yıkıcı güçlere itaat!” cümlesine demirledi. Ve daima “biz” duygusu ile hareket eden ecdadın vazifedar sürgünü T.C. Devleti, yaklaşık yüz yıllık emekleme ve çocukluk döneminden çıkıp buluğ çağına erince, dünya üzerindeki bütün dengeler yeniden harekete geçti. Yeni dönemin müjdeleyici ismi ise şüphesiz ki Erdoğan’dı. İstanbul Beyoğlu İlçe Teşkilatı’ndaki öncü çalışmalarının akabinde adım adım hedefe doğru yürüyen bu sürpriz kart, bir türlü ergenlik dönemine adım atamayan Türkiye için ciddî bir “katalizör” oldu ve Anadolu onunla birlikte aslına rücû eden açılımlar yaşamaya başladı. Peki ama neden ve nasıl oldu bu? Yıllardır bir ileri üç geri götüren kısır döngülerle sıkıntılı bir koalisyon sarmalında can çekişen Türkiye aradığı kanı nasıl buldu? Bu soruya Bosna özel çalışmamız esnasında Sarajevo’da Boşnakçasına da rastladığımız “Bir Liderin Doğuşu” kitabından alıntıyla yanıt verelim. Erdoğan’ı yakından tanıyan Hüseyin Besli ve Ömer Özbay’ın ortak çalışması olan ve 100’ü aşkın baskı yapan kitap, bu soruya şöyle bir cevap veriyor: “Modernleşme, geleneksel yapıları marjinalleştirip dışlarken, o yapıların sahiplendiği kimi kavramları da aşağılama eğilimindedir. Yok sayar hatta! Bu bağlamda ‘delikanlılık’ kavramı da modernist anlayışta karşılığı olmayan bir tavırdır. Ya da Marx’ın olumsuzladığı biçimiyle bir nev’i lümpenlik. Oysa halkın gözünde Tayyip Erdoğan’ın Kasımpaşalılığı, onu alabildiğine ‘sahici’ kılan bir özellik. Kendilerinden biri olduğuna dair, kıymetli evrak hükmünde bir ‘tescil belgesi’. Tayyip Bey de bu durumun farkında. Yakasına taktığı kırmızı bir gül gibi taşıyor delikanlılığı, kendisine yakıştırıyor. Sahiciliğini, temsil ettiği kitlenin değer yargıları üstüne inşa ediyor. Bunu yaparken hiç zorluk çekmiyor; o değerlere gerçekten sahip olmanın güveniyle hareket ediyor. Rol yapmıyor, içinden geldiği gibi davranıyor. Başka biri olma ihtiyacı duymuyor. Sözgelimi, bir cenaze törenine katıldığında güneş gözlüklerini takıp avlunun bir köşesinde sıkıntıyla ellerini ovuşturarak beklemiyor, en ön safta namaza duruyor. Namazdan sonra mevtanın yakınlarına başsağlığı dileyip ortadan kaybolmuyor. Aksine, bütün safiyetiyle tabutun altına girip taşınmasına yardım ediyor. İnsanlar bunu siyaseten yaptığını düşünmüyor, aksine çok ‘sahici’ buluyor. Çünkü biliyorlar ki Recep Tayyip Erdoğan, gerektiğinde cemaatin 54 mart 2015 Ayten Çalış önüne geçip en sahih biçimiyle o cenazenin namazını da kıldırabilen bir geleneğin takipçisi. Tribünlere oynamıyor; bunu, yıllarca top koşturduğu futbol sahalarında yapacağı kadar yapmış zaten, tezahürattan yana bir muradı kalmamış. Halkın içinden gelen bir lider olmanın avantajlarını, halkı ve ihtiyaçlarını daha iyi anlayabilmek için kullanıyor. Bunu başarıyor da…” Evet, sorunun cevabı burada gizli! Türkiye, aradığı kanı bu şekilde buldu ve aradığını bulunca da cana geldi, nereden gelip nereye gittiğini hatırlayıverdi. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin gelip kilitlendiği “başkanlık sistemi tartışmaları”, parlamenter sistemin önüne arkasına dair “siyasî” bir mesele değil aslında. Bir model tartışması filan da değil. Mesele, çocukluktan ergenlik dönemine giren Türkiye’nin “Ben artık rüştümü ispat ediyorum” deyişi, artık vücuda dar gelen gömleğin bir üst bedenle değiştirilişi aslında. Siyasî bir fantezi değil, fıtrî bir seyir yani… Türkiye’nin rüştünü ispatında Erdoğan’ın rolü Erdoğan, kısır muhalefet anlayışının klişe olumsuzlamaları üzerinden değil, “kendisi üzerinden yürüyen bir lider” olduğunu, kendi aslî ufkunu baz alan gerçek bir karakter olarak plastik siyasetçilerle asla aynı kefeye konulamayacağını defalarca kanıtlayan bir lider oldu. Bu çok açık! Türk siyasî hayatında bu manada zirve yapmış bir isim olarak tarihî bir kimlik kazandı. Tabiî bu üst kimlik, daha çok ilerideki zaman dilimlerinde netleşecektir. Zira insan, içindeyken göremez birçok şeyi, olayın dışına çıkarak onu nesne edinebileceği sağlıklı bir zamanı bekler. Bu zaman ve zeminse “tarih”tir genellikle. Erdoğan’ın neden tarihî bir figür olmayı hak ettiğini gösteren birkaç konuşma örneğini hatırlayacak olursak, Davos’tan girer, Avrupa Parlamentosu ya da BM Genel Kurulu’ndan çıkarız. Siyasî tarih içinde göz göze gelinmeye korkulan mecralara verilen dersleri, vecize niteliği kazanacak potansiyel cümleleri peş peşe eklemek son derece kolay olur. Strasbourg’daki Avrupa Parlamentosu toplantısında, “Madem çok demokratsınız, seçim barajını neden düşürmüyorsunuz?” sorusuna onca Avrupalının içerisinde gayet net bir izah yapıp zarif bir üslup içinde, “Ülke olarak yakaladığımız istikrarlı çıkışı kaybetmek istemiyoruz, bu nedenle tercihimiz değil. Gerekirse halkımızla müzakere eder, icap edeni de yaparız. Fakat bunu size soracak da değiliz!” diyebilen, Fransızların gözünün içine baka baka “Demokrasi iddiası taşıyan sizler, neden acaba Roman vatandaşları Fransa’dan kovuyorsunuz?” diye sorabilen Erdoğan önemlidir! Gezi olaylarından dem vuran Almanlara, “Peki, ya sizler neden Frankfurt ve Hamburg olaylarında vatandaşa çok sert muamelelerde bulundunuz? O inanılmaz müdahalelerin görüntü ve kayıtları elimizde! Biz de bunları izledik. Kaldı ki, orada Gezi’deki gibi geniş çaplı bir kışkırtma olayı da yoktu” gibi cümlelerle yanıt verebilen Erdoğan önemlidir! Ermeni meselesini gündeme getiren Ermenistan Dışişleri Bakanı’nın yüzüne karşı, “Madem biz Türkler bu kadar kötüyüz ve sevilmiyoruz, neden 40 binden fazla Ermeni vatandaşı akın akın benim ülkeme geliyor?” sorusunu yöneltebilen Erdoğan önemlidir! BM Genel Kurulu’nda Mısır ve Filistin’i dile getirerek, “Bu tepkisizlik ve suskunluk daha fazla devam edemez! Bu BM niye var?” diye soran, “Konvansiyonel silahlarla öldürülen insanlar nükleer meselesini fersah fersah aşmışken, bunu görmezden gelmek nasıl bir aklın ürünüdür?” sorusunu açıktan ortaya atan Erdoğan önemlidir! “Dünya beşten büyüktür!” diyerek tarihî bir tespit yapan ve yer aldığı safı bildiren, her gittiği yerde bayrağını yerden alıp cebine koyarak protokolvarî usulsüzlükleri tanımadığını ortaya koyan ve kendi tarzını yaşatan Erdoğan önemlidir! “Bir daha da Davos’a gelmem!” deyip gerçekten de bir daha Davos’a adım atmayan Erdoğan önemlidir! Bunlar, Erdoğan’ın kişisel tarzından ziyade Türkiye’nin kendini ispatıdır çünkü. Ezik büzük bir tipolojiye sıkıştırılan silikleşmiş bir karakterin aslına rücû edişidir bu. Hatta bir iç politika konusu gibi duran Metin Feyzioğlu hadisesinde gösterdiği reaksiyon bile yine Türkiye’nin yaşadığı bilinç değişimi ve olgunlaşma ile alâkalıdır. Zira bu ülke, son 13 yıllık sürece kadar egemen güçlerin ve bürokratik üslerin çizdiği haritanın dışına çıkamayan, asla alternatif bir görüşü dile getiremeyen bir ülke olmuştur. Bu manada Erdoğan’ın zaman zaman yükselen sesi, aslında kendine gelen Türkiye’nin sesidir. Ve bu bilindiği için Batı “endişelidir”! Yani “Türkiye’nin gidişatından endişeliyiz!” ifadesinin Batı’ya tercüme edilmiş hali, “Türkiye’nin kendine gelişinden rahatsızız!” cümlesidir aslında. “Başkanlık sistemi” demek, “güçlü ve net bir Türkiye” demektir Türkiye başkanlık modeline, Erdoğan, “Köşesinde oturan bir cumhurbaşkanı olmayacağım” dediği gün geçmişti aslında. 19 Ocak 2015 günü Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yapılan Bakanlar Kurulu Toplantısı ise bunun güncel bir dışavurumu oldu sadece. Yani takvim zaten işlemekte. Fakat uygulamada başlayan bu modelin her türlü açıdan sistematize edilerek tescillenmesi ve tamamına erdirilmesi de elbette önemli. Zira şüphesiz ki ibre, düşüşe geçen Batı zihniyetini ve tozunu kirini silkeleyip kendine gelen Anadolu ruhunu işaret ediyorken vitesi yükseltmemek, çeşme akarken kovayı dolduracağına sağla solla sohbet etmeye benzer. Her şeyin bir demi, bir zamanı ve zemini vardır elbet! Şu an çocukluk evresini geride bırakarak ergenliğini yaşayan Türkiye’nin kendi rüştünü ispat dönemi! Ve “başkanlık sistemi” üzerinden yürüyen gündem de bu ispat sürecinin önemli bir parçası. Kendi içinde tutarlı, güç kaybını minimize etmiş net Türkiye için şu an bu adım elzem. Zira gelinen aşamanın icap ettirdiği bu! Erdoğan ne Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı, ne de başkanlığı sırtına yükleyip götürebilecek; Türkiye, şu an Erdoğan gibi dirayetli bir isim üzerinden toprak yoldan otobana çıkarılıyor, hatta yol genişletme çalışmaları ile birlikte bünyeye zarar veren kan emici mahlûkat da yine onun eliyle temizleniyor. Olan biten bu! Süreci zamanında ve zemininde sağlıklı şekilde okuyarak ufka su taşıyanlardan olma vakti artık! Onun için de “ideoloji”den abdest alma, siyasal ve sosyal körlükten “zamanın dili”ne hicret etme mevsimi! Son söz, ismi çok çevrelerce kullanılsa da henüz ne dediği anlaşılmadığı görülen Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nden olsun: “Gözünü kapatan, yalnızca kendine gece yapar…” mart 2015 55 haberajanda Analiz Sayın Erdoğan tebrik edilmelidir. Bu binaya yapılan harcamayı eleştirenlere hayret etmemek mümkün değildir. Bu sarf edilen parayı Sayın Erdoğan borç almamış; on cente muhtaç, memurunun maaşını ödeyecek parayı bile ancak dışarının deprem yardımlarından sağlayabilen bir devleti, kendi öz kaynağından katrilyonlar harcayarak kendi devlet sarayını yapabilir hale getirmiş. Bundan daha sevindirici bir şey olabilir mi? Bu binanın projesini bir Türk mimar çizmiş, inşaatını bizim müteahhidimiz, mühendisimiz ve işçimiz yapmış. Yani her şeyiyle milli olan bir eser. Bundan gurur duymak var iken, aşağılık duygusu içinde kıvranan, yabancılar karşısında kendisini pire gibi görüp, ülkesini bir saraya layık göremeyenler! Kendi devri iktidarlarında bir kulübe dahi yapacak mecali olmayanlar! İnsanda biraz utanma diye bir duygu olmalı değil mi? 56 mart 2015 Osmanlı’dan gü Sabri Öğe [email protected] nümüze bir bakış O SMANLI DEVLETİ’nin hâkimiyet kurmuş olduğu ülkeleri, süreleriyle birlikte şöyle bir gözden geçirmemiz acaba bu günkü meselelerimize bakışımızda bize bir ufuk açabilir mi? Avrupa’da: Bulgaristan (545 yıl), Yunanistan (520), Sırbistan (419), Karadağ (399), Bosna-Hersek (445), Hırvatistan (147), Makedonya (542), Slovenya (250), Romanya (484), Slovakya (22), Macaristan (192), Moldova (274), Ukrayna (296), Azerbaycan (26), Gürcistan (398), Ermenistan (41), Kıbrıs (343), Rusya’nın güney toprakları (355), İtalya’ın güney doğusu (20), Arnavutluk (445), Kosova (524), Voyvodina (192)... Asya’da: Irak (404), Suriye (402), İsrail (402), Filistin (402), Ürdün (402), Arabistan (393), Yemen (146), Umman (8), Birleşik Arap Emirlikleri (42), Katar (42), Bahreyn (56), Kuveyt (375), Batı İran (28), Lübnan (402)... Afrika’da: Mısır (397), Libya (361), Tunus (330), Cezayir (339), Sudan (397), Eritre (330), Cibuti (329), Somali (361), Kenya sahilleri (350), Tanzanya sahilleri (250), Kenya (5), Çad (37), Nijer (31), Mozambik (4), Fas (313), Mali (eski adı Gat Kazası 300), Senegal (300), Gambiya (300), Gine (300), Etiyopya (Habeşistan’ın bir kısmı 350)... Himaye altında olanlar: Polnya (25), Belarus (25), Litvanya (25), Letonya (25), Batı Sahra (250), Moritanya (250), Senagal (300), Kazan Hanlığı (30), Kasım Hanlığı (26), Nogay Hanlığı (163), Başkırdistan (82), Buhara ve Kaşgar Hanlıkları, Açe Sultanlığı. Osmanlı’ya haraç verenler: Avusturya (73), Venedik (182), Rusya (197), ABD (1797 yılında), Fransa... Hilafete bağlı yerler: Hindistan Müslümanları (Pakistan-Bengaldeş), Singapur, Malezya, Endonezya, Türkistan Hanlıkları, Kamerun... Deniz hâkimiyetleri: Akdeniz’in tamamında 1 asır, mart 2015 57 haberajanda Analiz Akdeniz’in doğusunda 3 asır, Karadeniz’in tamamına 4 asır, Ege’nin tamamına 4 asır... Bu tablo neyi ifade ediyor? Daha doğrusu bizlere, aydınlara, siyasetçilere, gençlerimize ne anlatıyor, ne düşündürüyor? Beş kıtaya uzanmış olan Osmanlı Cihan Devleti, bu günün süper güçleri gibi kanla zulümle değil, bütün insanlığa bir baba şefkati ile yaklaşarak bir medeniyet götürmüştü. Bu muhteşem imparatorluğun varisi olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu gün acaba etliye sütlüye karışmayan, sırtını bu devasa coğrafyaya dönük bir siyaset izleyebilir mi, istese dahi bunu başarabilir mi? Tarih buna izin verir mi? Suriye’ye, Irak’a sırtını dönebilir, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus’da olanlar karşısında Kemal Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi “Boş verelim, bize ne!”diyerek başını kuma sokabilir mi? Ne tarih, ne coğrafya ve ne de bu günün dünyasının ortaya çıkardığı yeni stratejik olgular böyle uyuşuk bir devlet yönetimine asla imkân vermez. Takriben 20-25 yıl önce, galiba bir Mısırlı akademisyendi, çok ilginç bir şey söylemişti: “Türkiye İslam dünyasının liderliğinden istifa etti, fakat istifası kabul edilmedi.” Evet, büyük savaşın galipleri, Anadolu’ya hapsettikleri devletimize karşı elde sopa göstererek onu kıpırdayamaz hale getirmek istemişlerdir. O zamanki Türkiye’nin hali malum; ekonomi yok, hiçbir kaynak yok, en önemlisi de insan kaynağı yoktu. Dolayısıyla devletimiz çaresizdi. Arkasından 2. Dünya Savaşı sonrası gelen soğuk savaş dönemi her ne kadar Türkiye için bir atalet dönemi olmuş ise de, insan kaynağını geliştirmesi için iyi bir fırsat yaratmıştır. Buna mukabil, 2003 yılına kadar olan süre içerisinde bitip tükenmeyen zayıf koalisyon hükümetleri ve darbeler yüzünden nice altın değerindeki yıllarımız heba olup gitmiştir. Şayet devletimizin yönetim biçimi başkanlık sistemi olmuş olsaydı, o çalkantılı koalisyonlar dönemlerini ve kayıp yılları yaşamamış olacaktık. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Haziran seçimlerinden sonra yapılmasını temenni ettiğimiz yeni anayasa ile en kısa zamanda başkanlık sistemine geçilmesi bir zaruret haline gelmiş bulunuyor. Muhalefet cephesinin sırf muhalefet taassubuyla buna karşı çıkmasının bir değeri ve ciddiyeti yoktur. CHP’yi anlıyoruz, bu parti daima ülkenin kötülüğüne çalışmakla meşhur olmuş, öyle kurgulanmıştır. MHP de, Erdoğan husumeti üzeri- 58 mart 2015 ne öyle bir siyaset kurgulamış ki, kendi geçmişini, kurucu genel başkanını dahi çiğneyip geçebiliyor. Başbuğ Alpaslan Türkeş ne diyor? Devlet-liderlik ilişkisini tarihi verilere dayalı olarak ülkemizde en iyi bilen Merhum Alpaslan Türkeş, daha 42 yıl önce bakınız ne diyor: “Çağımız, kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır. Türk milleti dünya imparatorlukları kurduğu devirlerde, kuvvetli, adil ve hızlı icra sistemini uygulamıştır. Kuvvetli ve hızlı icra, icra gücünün tek elde toplanmasıyla mümkündür. Bunun için tarih ve töremize uygun olarak başkanlık sistemini savunuyoruz. İcrayı, Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık olarak ikiye bölemeyiz. Her konuda bütünleşmeci olduğumuza göre, icranın başında da bütünleşmeci olmalıyız. Türk tarih felsefesi ve tarihinde icra organı hiçbir zaman bölünmemiş, yani tek bir başkan tarafından yürütülmüştür. Milliyetçi Türkiye’de de, Demokratik Milli Cumhuriyet ilkesi içinde Başkan, Türk Milletinin yürütme organının tek başı olacaktır.(1) Cumhuriyet Dönemi’nde ruhumuzu kaybetmişiz Muhteşem İmparatorluğumuz tarih olmuş, devletimiz fiziki olarak küçülmüştür; ama Osmanlı ecdadımızdan tevarüs etmiş olduğumuz ruhumuz, yüksek kültür değerlerimiz yerinde durmaktadır. Dolayısıyla dilimiz, dinimiz, kültürümüz, mimarimiz ona göre olmalı değil mi? Fakat heyhat! Dilimizi Agop Martayan’ın elinde kabile diline çevirmiş, dinimizi irtica kaynağı sayıp kökünü kazımaya, kültürümüzü Yunan’a benzetmeye çalışmışız. 1950’li yıllarda ilkokul ve ortaokulda okurken, malum, okulumuz, dershanelerimiz, her şeyimiz perme perişandı, yokluk içinde yüzüyorduk. Ama bir şey vardı ki, hayret edilecek derecede mükemmeldi. Okul kütüphanesine, yaprakları süper kalite parlak kâğıttan mamul bir dolu kitap gelmişti. O yıllarda öyle kaliteli kâğıt Türkiye’de imal edilemediğine göre, mutlaka dışarıdan alınmış olmalıdır. Bu kitaplar Yunan klasikleri idi. Kitapların ilk sayfasında, bu klasikleri medeniyetin temeli olarak öven bir önsöz ve altında “Reisicumhur İsmet İnönü” imzası bulunuyordu. Yurdumuzun bütün okulları- na gönderilen bu kitapların parası acaba fakir devletimizin bütçesinden mi, yoksa emperyalizmin “hediyesi”miydi bilmiyorum. Daha sonraları o kitaplar kaldırıldı. Merhum Menderes’in en büyük “suçlarından” birisi de, sanırım bu emperyalist tuzağa geçit vermemiş olmasıdır. Yunan kültüründen ne bekleniyordu? Ankara Güven Park’ta, Cumhuriyetin başlıca sembol eserlerinden birisi kabul edilen iki genç insan heykeli vardır. Hangi heykeltıraşın elinden çıktıysa, bu genç insan heykellerinde zerre kadar Türk insanına benzeyen bir tek çizgi dahi yoktur. Kıvırcık saçları, biçimsiz kafa yapıları, çirkin yüz hatlarıyla tamı tamına bir Yunan karakteridir. Cumhuriyet dönemi mimarimiz olarak milli karakterde bir tane dahi eserimiz mevcut bulunmuyor. Her ülkenin kendi büyüklüğüne izafeten özellikle saray, parlamento binası, hava limanı, mabet gibi sembol mimari eserleri vardır. Osmanlı ecdadımız da, dünyanın en büyüklerine nispet, bu gün de dünyaya karşı yegâne iftihar kaynağımız olan muhteşem eserler vücuda getirmişler. Cumhuriyet döneminde ise bu manada milli karakterde bir tane dahi sembol mimari eserimiz mevcut değildir. Bir Anıt Kabir yapılmış, Yunan’ın Olimpos’unu andıran, işçiliği de fevkalade berbat bir “mabet”tir. Devasa parlamento binamız ise, adeta büzülüp büyüklüğünü gizlemeye çalışan, bizim eski toprak köy damlarını andıran görüntüsüyle hiçbir sembolik değeri olmayan bir yapıdan ibaret. Hepsi bu, başka da bir şeyimiz yok. Hayır bir de, karikatür gibi kaba saba bir sürü heykel ve bol palavralı vatan-millet nutukları. İşte eski Türkiye budur. Şimdi tasavvur edelim: Ülkemize gelen bir yabancı devlet adamı, bir kasaba havaalanı görünümündeki Esenboğa’ya indikten, yıkık dökük gecekonduların arasından kıvrıla kıvrıla giden tek şeritli yoldan geçtikten sonra, sıradan bir bina olan Çankaya Köşküne vardığı; hele de Kızılay’da dolmuş durakları ile iç içe, hiçbir sembolik değeri bulunmayan zavallı başbakanlık binasını gördüğü zaman bizim ülkemize ve devletimize ne ölçüde bir saygı duyabilir? Cumhurbaşkanlığı Sarayı, yeniden dirilişin sembolüdür Sabri Öğe Türkiye yeniden aslına dönmekte iken, dünyanın en büyükleri ile yarışmanın cesaret ve şuuru içerisinde artık havalimanının, köprünün, yolun vs.nin en büyüğünü, yani kendine yakışanını yapmakta iken, bu saray da en azından Fransız’ın Elize’sinden, İngiliz’in Bakingam’ından, Rus’un Kremlin’inden aşağı olmamalı idi. Eskiden yurt dışına gidip de, bu büyükler bir yana, dünkü vilayetlerimiz olan Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerin saraylarını, parlamento binalarını görür, bir de kendi ülkeminkilerini düşünür ve üzüntümden kahrolurdum. Sayın Cumhurbaşkanı’nın yaptırmış olduğu yeni sarayı gördüğümde üzüldüm. Bu saray çok daha büyük ve görkemli ve tepeden tırnağa bizim Selçuklu ve Osmanlı mimarimizin karakterlerini taşımalıydı. Türkiye yeniden aslına dönmekte iken, dünyanın en büyükleri ile yarışmanın cesaret ve şuuru içerisinde artık havalimanının, köprünün, yolun vs.nin en büyüğünü, yani kendine yakışanını yapmakta iken, bu saray da en azından Fransız’ın Elize’sinden, İngiliz’in Bakingam’ından, Rus’un Kremlin’inden aşa- ğı olmamalı idi. Eskiden yurt dışına gidip de, bu büyükler bir yana, dünkü vilayetlerimiz olan Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerin saraylarını, parlamento binalarını görür, bir de kendi ülkeminkilerini düşünür ve üzüntümden kahrolurdum. Gene de çok iyi bir iş yapılmıştır... Sayın Erdoğan tebrik edilmelidir. Bu binaya yapılan harcamayı eleştirenlere hayret etmemek mümkün değildir. Bu sarf edilen parayı Sayın Erdoğan borç almamış; on cente muh- taç, memurunun maaşını ödeyecek parayı bile ancak dışarının deprem yardımlarından sağlayabilen bir devleti, kendi öz kaynağından katrilyonlar harcayarak kendi devlet sarayını yapabilir hale getirmiş. Bundan daha sevindirici bir şey olabilir mi? Bu binanın projesini bir Türk mimar çizmiş, inşaatını bizim müteahhidimiz, mühendisimiz ve işçimiz yapmış. Yani her şeyiyle milli olan bir eser. Bundan gurur duymak var iken, aşağılık duygusu içinde kıvranan, yabancılar karşısında kendisini pire gibi görüp, ülkesini bir saraya layık göremeyenler! Kendi devri iktidarlarında bir kulübe dahi yapacak mecali olmayanlar! İnsanda biraz utanma diye bir duygu olmalı değil mi? (1) Alpaslan Türkeş. 9 Haziran 1973 MHP XI. Kurultay açış konuşması. Dokuz Işık Milliyetçilik yolu, MHP Genel Merkez Yayınları, Emel Matbaacılık Sanayii 1974-Ankara, s. 15. mart 2015 59 haberajanda Arşivden Bakandan özür dileyen başyazar G AZETECİ-İKTİDAR ilişkisi deyince, “yandaş gazeteci” diye isimlendirdikleri gazeteciler akla geliyor. Oysa mevcut iktidara “yandaş” olmayıp “Ona nasıl yanaşabilirim?” diye kendini paralayanlara da dikkat çekmek gerekiyor. >> Geçen gün, Metin Toker’in imtiyaz sahibi olduğu, Cüneyt Arcayürek’in genel yayın müdürlüğünü yaptığı Akis dergisinin 11 Aralık 1954 tarihine ait bir nüshası elime geçti. (Gerçi o dönemde, künyede genel yayın müdürü unvanı değil, “yazı işlerini fiilen idare eden” şeklinde bir unvan kullanılıyormuş.) İşte bu nüshada bir haber dikkatimi çekti. Haberi önce özetleyeyim: Dünya gazetesinin sahibi Falih Rıfkı Atay’dır. Köşe yazarlarından biri de Bedii Faik’tir. İktidarda Adnan Menderes hükümeti vardır. Basından Sorumlu Bakan Mükerrem Sarol’dur. Mükerrem Sarol’un yolsuzluk yaptığını içeren bir iddiayı köşesine taşıyan Bedii Faik, hapse atılmıştır. Falih Rıfkı Atay, bunun üzerine Av. Burhan Apaydın’a bir mektup yazar. Bu mektubun tamamını radyoda okur. Diyeceksiniz ki, “İyi de Burhan Apaydın’la konunun ne ilgisi vardır?”. Şu ilgisi var: Sonradan Yassıada’da Menderes’in avukatlığını da yapan Burhan Apaydın, 1954’te Mükerrem Sarol’un avukatıdır. Yani Falih Rıfkı Atay, Basından Sorumlu Devlet Bakanı Mükerrem Sarol’a değil, onun avukatı olan Burhan Apaydın’a hitap eder. İşte o mektuptan birkaç satır: “Sayın Burhan Apaydın, arkadaşım Bedii Faik hapse atıldı. Sıhhî durumunu biliyorsunuz. Bir hekim olan Mükerrem Sarol’un bu durumda genç bir fikir adamını tevkifhanede tutmak istemeyeceğini pekiyi takdir ederim. Bedii Faik, Devlet Bakanı Sayın Mükerrem Sarol hakkında yazdığı yazıyı tam tetkik edemeden yazısına konu etmiştir. Amacı, Sayın Bakanımızı rencide etmek değildir. İyi tetkik edememesinden sadır olmuştur. Dedikodulardan müteşekkil bir haberi yazısına konu ettiği için Sayın Devlet Bakanımız Mükerrem Sarol’dan özür diliyorum.” Evet, Falih Rıfkı’nın mektubundan şunu anlıyoruz: 1. Atay, devletin radyosunda -ki o radyo, Mükerrem Sarol’un bakanlığına bağlıdır- Bakan’dan özür diliyor. 2. Özrü Bakan’a değil, Bakan’ın avukatına hitaben yazıyor. 3. Gazetesinin yazarı Bedii Faik’i kurtarmaya çalışıyor. 4. Ama Bedii Faik’i kurtarmak isterken, onu “dedikoduyu kaleme alan yazar” olarak nitelendiriyor. 5. “Sayın” diye başladığına göre, demek ki “sayın” sözcüğü, 1954’te de kullanılıyor. Oysa bu sözcüğün isim babasının Bülent Ecevit olduğu söylenirdi. 6. Demek ki o dönemde bir “asil”, asillerin gönderdiği vekillerin çıkardığı bir “vekil”den, yani bakandan özür dileyince, vekillerin vekilinin vekilinden özür dileniyormuş. 60 mart 2015 Fikri Akyüz [email protected] - Twitter.com/akyuzfikri Arıtma Koruma Partisi: Selçuk Karaoğlu, 1946-1947. (Hayır, bu “arıtma” sözcüğünün su arıtması ise ilgisi yok. Zaten o dönemde su arıtma sistemi yok. Ayrıca AK Parti’ye AKP diyenlere uyarı: Hakiki AKP, bu parti!) O da kim? Hakiki AKP 26 OCAK 1935 tarihli Dahiliye Vekaleti’nin (İçişleri Bakanlığı) talimatnamesi olan belgede bakın ne yazıyor: T ÜRKİYE’de kurulan partilerin isimleri ile ilgili şöyle küçük çaplı bir araştırma yaptım, karşıma acayip isimler çıktı. Birkaç tanesini genel başkanlarının adı ve soyadı ile sıralayayım. 1. Arıtma Koruma Partisi: Selçuk Karaoğlu, 1946-1947. (Hayır, bu “arıtma” sözcüğünün su arıtması ise ilgisi yok. Zaten o dönemde su arıtma sistemi yok. Ayrıca AK Parti’ye AKP diyenlere uyarı: Hakiki AKP, bu parti!) 2. Dokuz Yüz Kırk Altılılar Milli Mücadele Partisi: Asım Yavuz, 1962-1962. (Çok şükür ki parti, adını Cumhuriyet’in Yirmi Üçüncü Yılına Tekabül Eden Bin Dokuz Yüz Kırk Altılılar Milli Mücadele ve Dandanakan Meydan Muharebesi Partisi koymamış.) 3. Ergenekon Köylü ve İşçi Partisi: Arif Hikmet Adsız, 1946-1953. (Kafasının karışık olduğu, kurucusunun adından belli. Nazım Hikmet’in “Hikmet”i de var, Nihal Adsız’ın “Adsız”ı da.) 4. Güden Partisi: Halil Güden, 1951-1952. (Adamın soyadı “Çö- ken” olsaydı, demek ki parti de “Çöken Parti” olacaktı.) 5. Türkiye Özürlüsüyle Mutludur Partisi: Murat Dilmen, 19962003. (Haklı olarak, “Türkiye engellisiyle mutludur” diyor. Gerçi Türkiye, engellendikçe daha da mutsuz oluyor.) 6. Türkiye Sultan Partisi: Yaşar Sultan, 1996-2001. (Teşkilatlandığı tek yer, muhtemelen Eyüp Sultan’dır.) 7. Ufak Parti: Hüseyin Köycü, 1957-1958. (İşte haddini bilen parti!) Şöyle bir düşündüm, yeni bir parti kursam adı ne olurdu acaba? Aklıma gelenler: Kararsızları Kararlı Hale Getirmeye Kararlıyız Partisi... 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Partisi... Diğer Parti... Yüzde Yirmi Bandında Seyreden Parti... Bir Oy Bir Oydur Partisi... İktidara Diz Çöktüreceğiz Partisi... Sık Kullanılanlar Partisi... Ulusal Yargı Ağı Partisi (UYAP)... Halkın Rızasını Arama Partisi (HARAP)... Halkın Ordusunu Şahlandırma Fırkası (HOŞAF) >> “Batı musikisinin halk arasında günden güne yayılmakta olduğu görülmekte ise de geçimi bu yüzden olan bazı çalgıcıların umumi yerlerde hâlâ eski Şark musikisini halka dinletmeye çalışmakta oldukları haber alınmaktadır. Vilayetlerde muallimlere konserler verdirilmek suretiyle halkın musiki ihtiyacının karşılanarak Batı müziğinin kökleştirilmesi ve bu suretle yakın zamanda eski Şark musikisinin ortadan kaldırılmasının teminini dilerim.” Demek ki neymiş, Şark müziği, dolayısıyla Bizans ve Doğu müziğinden esinlenerek oluşturulmuş olan Türk müziğinin çalınması, sadece radyolarda değil, aynı zamanda “umumi yerlerde” de yasakmış. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya «bakmış ki», umumi yerlerde birtakım çalgıcılar halka Şark müziği “dinletmeye çalışıyor”, hemen bir adet “yönerge” yapıştırıyor. Ama Atatürk’ün, bu saçma sapan görüşü bir devlet adamına yakışır şekilde devreye sokarak «def etmesi” ile Türk müziği kısa bir süre sonra yeniden “sahne almaya” başlamıştır. Peki, yasaklanan müzik türlerinden biri olan klasik Türk musikisinin en büyük bestekârı kimdir? Ne yazık ki çok az kişi, o bestekârın, 100 Türk lirasının arka yüzünde yer alan ve asıl ismi Buhurizade Mustafa Efendi olan Itrî olduğunu biliyor. Yine peki, yarın öbür gün cebinde dolaştırdığı bu 100 TL ile “Dienar”a gidip Ahmet Böylebirsesgörülmedi’nin albümünü alacak olan gençlerimizden kaçı Itrî’yi bilmektedir? Evet, toplumuna yabancılaşmış bir neslin geldiği yer ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Ermeni, Rum ve Yahudi olan azınlık mensuplarından “yerli yabancılar” diye söz eden Yargıtay kararlarının verilebildiği yerdir. (HGK E:1971/2-820, K:1974/505, 08.05.1974) (Bazen bir virgül ne kadar önemli, değil mi? Yukarıdaki paragrafın ilk satırında yer alan “ne yazık ki” ünleminden sonraki virgülü kaldırıp bir kez daha okursanız, virgülün önemli bir nokta olduğunu görmüş olacaksınız.) mart 2015 61 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ Ülkenin ekonomik göstergelerine bakmak gerekirken, o dönemki yayınlarıyla “Şurada filanca namaz kılarken yakalandı”, “Filanca yerde çocuklara Kur’an okutulurken yakalandı”, “Bu böyle yazdı” veya “Şu kimse çarşafını şöyle bağladı” gibi haberleri yapmayı malum basın kendisine görev addetmişti. Toplumu bu noktada germeye başladılar. O günün ifadesiyle “zinde güçler” dediğimiz güçler de her an bu maksatlı yayınların, maksatlı dedikoduların, hatta provokasyonların etkisi altında kaldılar. *** “Biz bu noktaya, 1971’den beri damdan düşe 28 Şubat döneminde ülke öyle bir noktaya geldi ki, düşünebiliyor musunuz, Refah Partisi iktidarda, Adalet Bakanlığı Refah Partisi’nde ve Cumhuriyet Başsavcısı iktidardaki Refah Partisi’ne kapatma davası açıyor… Hem de bunu yaparken, hiçbir teamül ve yasada olmadığı halde, kapatma davası açtığıyla ilgili iddianameyi bir basın toplantısıyla basına duyuruyor vatanı kurtaran bir kahraman gibi(!)… Bu, büyük bir olaydır! *** 28 Şubat örtülü darbesinde, belki 1980’le birlikte yapılan bazı baskılardan daha şiddetlisine ve daha büyük kanunsuzluklara şahit olduk. Tabiî basının önemli bir kısmı, sermayenin tamamına yakını, sivil toplum kuruluşlarının önemli bir kısmı, işçi ve işveren sendikaları bildiri yayınlayacak kadar gözleri dönmüş derecede darbenin yanında ve o kalemler durmadan iftira mekanizmasını yürütüyorlar… İşte böyle bir durumda, darbenin etkisinin az olacağını asla düşüneme- 62 mart 2015 İsmail Alptekin Servet Hocaoğulları Mehmet Serhat Bıçak [email protected] düşe geldik” F AZİLET Partisi Kurucu Genel Başkanı İsmail Alptekin ile gerçekleştirdiğimiz söyleşinin ikinci bölümünü sunarken, birimci bölümde Sayın Alptekin’in doğumundan Millî Selamet Partisi’nin kapanışı ve Refah Partisi’nin kuruluşuna kadarki dönemi işlediğimizi hatırlatarak bir noktaya değinmek istiyoruz. >> Söyleşimizin birinci bölümünde, siyasette erdem ve hafızanın, vefa ve istikametin fotoğrafına dair küçük bir yorumda bulunmuştuk. İkinci bölüm için gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, yine bu çizgiden şaşmayan ve röportaj metninde karşılaşacağınız iki cümleye burada yer vermek niyetindeyim ki ilk cümle şu: “1999 seçimlerinde, Ankara’da siyasete başladığım halde Bolu Teşkilatımız, memleketim olan Bolu’dan, benim gibi bir evladını Meclis’e taşımak için çalıştı ve muvaffak oldu.” Sizce bu cümle ne anlatıyor? Bu fakirin düşüncesi şudur: Siz, inandığınız davanın yolunda Rabbinizin sadece biricik kulusunuz. Demokrasi denen şey, halk temsilcilerinin yine halk tarafından seçilmesi ve bu noktada organizasyonların kurulması ise, işte biricik kul, olan başarının kendinden olduğunu değil, yanında yer alan potansiyelin ürünü olduğunu bilecek. Bu cümledeki erdemli duruş diyor ki, “Onlar istemeseydi seçilemezdim”. Röportaj metninden buraya taşıyacağım ikinci “ders” nitelikli cümle şudur: “Partimizin üst yetkilileri, Genel Başkanımız, büyüklerimiz, ‘Sen Meclis’te hizmet et’ derlerse baş üstüne…” Belki birinci cümle için içinizden geçe- bilecek “Ne var bunda?” tepkisini bu kez tamamen verdiniz, ancak bütün cümledeki “büyüklerimiz” söylemine dikkatinizi çekeyim. Zira Sayın Alptekin, partisinin ve de Türkiye siyasetinin en ehliyetli ve en tecrübeli bir iki isminden biri. Buradaki “büyüklerimiz” vurgusu, onun siyasette şahıslara değil, doğrudan davasına olan rabıtasını nasıl da gösteriyor. Bu duruş, ülkemiz siyasetinde yaş, mevki, makam ve rütbe üzerine cenk edenlerin ne büyük bir yanlışta olduklarını, erdemi ve bilgisiyle hizmet edenler hakkında “Dünkü çocuk!” yorumunun yapılmasının ne büyük bir hata olduğunu göstermesi bakımından ziyadesiyle mühimdir. Sayın İsmail Alptekin’e, bize yine o yoğun geçen günlerinden ikisini fazla fazla ayırdığı için çok çok teşekkür ediyor, kendisinden ebeden razı olması için Rabbimize dua ediyoruz. *** “Yarın ne olacağını, hangi davanın açılacağını, hangi yeni bandın ortaya çıkacağını bilemiyorduk” • Millî Selamet Partisi kapatıldıktan sonra Refah Partisi ile yola devam yiz! Bu zelzelenin şiddet oranı çok yüksekti. *** Siyasette adam yetiştirmek o kadar kolay değildir; siyaset, okumakla ve diplomayla olsaydı, dünyadaki dâhilerin tamamının parti lideri olmaları gerekirdi. Ancak böyle bir şey yok! Siyaset, Allah’ın verdiği bazı özel kabiliyetler ve yaşayarak pişmek ile öğrenilir. Nasrettin Hoca’nın damdan düşme meselesi var ya, işte öyle! Biz bu noktaya, 1971’den beri damdan düşe düşe geldik. Buna rağmen her gün yeni bir senaryoyla karşılaşıyorduk ki hiçbir senaryo, birbirine benzemiyordu. Ancak Allah bu millete yardım etti ve Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra Fazilet Partisi, Türkiye’de yeni bir dönemi de başlatmıştır. *** Mesela Ermeni meselesi üzerine kaç kitabımız var? Diaspora, para vererek uydurma ama ciltlerce kitaplar hazırlattı, hazırlatıyor… Mesela komşularımızla ilgili yıllardır hocalarımız ne araştırdılar? Tarihimiz 4000 yıl evvele dayanıyor, bu tarihi derinlemesine araştırıp aktaracak çalışmaları görmek istiyoruz. Avrupa ülkeleriyle ilgili 1-5-10-50-100 yıllık araştırmalar yapılmış mı hiç? Ama ne yaptılar? Cübbelerine giyip sokağa dökülerek orduyu göreve çağırdılar... Bu mu?! Türkiye’nin bu anlayıştaki kadroyu kırması lazım. *** Partimizin üst yetkilileri, Genel Başkanımız, büyüklerimiz, “Sen Meclis’te hizmet et” derlerse baş üstüne… Yok, demezlerse de bir şey diyemem, burası da emanet. Siyasetteki en büyük hastalık, “görev isteme ve o görevi isteyen başkalarının ayağını kaydırma” hastalığıdır. Bu çok tehlikeli! Siyasî anlayışımızdan bunu çıkarmalı, “Kendin için istediğini kardeşin için de istemelisin” düsturunu oturtmalıyız. Hâsılı, nasipse olur… Hayırlısı… mart 2015 63 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ En iyi kanunu yaparsınız, ama kanunu uygulayıcı kurum o kıvamda değilse, o kanunu hazmetmiş ve kanuna inanmış değilse -kanunlar yorumlanabilen cümlelerdir-, o kanundan iyi bir sonuç çıkmaz. Yani kanun iyi olabilir, ama uygulama kötü olursa, millet de o kanunu kötü kabul eder. edildi. Ancak Refah Partisi başlangıcında tüm teşkilat yöneticilerine siyaset yapma yasağı geldiği için doğrudan aktif görev almamıştınız. Bu süreçte nasıl bir mücadele dönemi geçirdiniz? Refah Partisi’nin kuruluş hazırlığını biz yaptık ama kurmak bize nasip olmadı yasaklı olmam sebebiyle. Ancak bu süreçte bizim görevimiz bitmiş değildi. Sıkıyönetim Mahkemesi’nde devam eden davalar, daha sonra Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne aktarıldı. O 64 mart 2015 davaları takip ederek bizzat meselenin başında bulunup işlerin organizasyonunu yapmak yine bize düşmüştü. Dolayısıyla yoğunluğumuz yine devam etti. Kaldı ki, bu yoğunluk içerisinde eğer partide önemli bir görev verilseydi davalarla ilgilenmemem lazımdı; ancak yarı yarıya yürütmek mümkün değildi. Ben aşağı yukarı 1986’ya kadar söz konusu davalarla ilgilendim. Ancak tabiî bu arada da yeni davalar açıldı. Mesela o zaman Avrupa Millî Görüş Teşkilatı’nın Türkiye’de bir davası açılmıştı. Teşkilat Genel Sekreteri Hasan Damar kardeşimizin öncüsü olduğu yakalanan bir grupla teşkilat içinde olmayıp da başka cemaatlere mensup başka kardeşlerimiz de aynı dava dosyasında toplanmışlardı. Hiçbirini ayırmadan, yine savunmalarında bulundum ve bu görevi uzun süre yürüttüm. Bir dava açılmış, tam biz işi son savunma noktasında bitirmek üzereyiz, iki taraftan bir bant daha geliyor, sil baştan yeni bir dava açılıyor ve bu kez onunla ilgileniyorduk. Bu davaların bir türlü sonu gelmiyordu. Hasan Bey o dönem birçok ceza aldı ve cezaevine girmek zorunda kaldı. Ulucanlar’da yattı; cezaevi psikolojisini biliriz, her hafta en az bir defa ziyaret etmek gerekiyordu kendisini. Haymana’ya sevk edildiğinde de yanına gidip gelmek icap ediyordu… Hâsılı, o dönemde bizim evimize gidecek pek vaktimiz olmadı. Hep bu davalarla, hep bu mücadelelerle uğraşmalıydık. Çünkü yarın ne olacağını, hangi davanın açılacağını, bu davanın kimi ilgilendireceğini, hangi yeni bandın ortaya çıkacağını bilemiyorduk. Böyle bir mücadele dönemi geçti. “Filanca yerde çocuklara Kur’an okutulurken yakalandı” manşetleri • Bundan sonraki süreçte aktif siyasete siz de dâhil oluyorsunuz ve giderek yükselen Refah Partisi’nin grafiğini 1995’te seçimin birinci partisi olarak görüyoruz. Ancak işler bu noktadan sonra hiç iyi gitmiyor ve 28 Şubat 1997 gününe uyanıyoruz. O günleri nasıl anımsıyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz postmodern darbeyi? 1986’dan sonra o davalar ya- Mehmet Serhat Bıçak vaş yavaş bitmeye başladı. Ama arkadan münferit olsa da gerek Avrupa, gerekse Türkiye’den 163. madde ve diğer din ve vicdan hürriyetiyle ilgili konularla davalar açılıyordu, biz yine onlarla ilgileniyorduk. Benim Refah Partisi’yle tekrar aktif siyasete dönüşüm, işte bu tarihlerden sonra yapılan bir kongrede Yüksek Disiplin Kurulu’na seçilmemle olmuştur. Orada da Başkan Vekili olarak uzun süre görev yaptım. Ancak bu arada herhangi bir dava açıldığında yine o davaya, cübbeyi giyip çantamızı alarak gitmek bize düşüyordu. 1990’a kadar böyle bir dönem geçirdikten sonra, 1991’de yapılan seçimlerde Refah Partisi ciddi bir başarı kazandı. 1995’te birinci parti oldu. Yükseliş bu süreçle birlikte partide devam etti. En 1995 seçimlerinde aday oldum, ancak seçilmek nasip olmadı. Öyle ya, “Nasipse olur, nasip değilse olmaz” deyip yine kendi hizmetimize devam ettik. Refah-Yol hükümeti döneminde Türkiye, rahmetli Hocamın ortaya koyduğu ekonomik projeyle çok ciddi bir atılım çizgisine girdi, bunalım içerisindeki ekonomi rahatladı. Bu rahatlama sadece dış etkenlerden kaynaklanmıyordu, içerideki kaynakları iyi kullanmakla da ilgiliydi. Mesela o dönemde memura, işçiye ve emekliye tarihinde görülmemiş bir zam verildi ve bu zümre rahatlatılmıştı. Dolayısıyla Refah-Yol hükümetinden halk memnunken sistem memnun değildi. Sistem, yolunda giden işlerden çok rahatsızdı; “Bu işler böyle yürür, ekonomik başarı da devam ederse Refah Partisi daha da yükselir, belki tek başına dahi iktidar olur” gibi düşüncelerle malum mekanizmalar harekete geçtiler. Ülkenin ekonomik göstergelerine bakmak gerekirken, o dönemki yayınlarıyla “Şurada filanca namaz kılarken yakalandı”, “Filanca yerde çocuklara Kur’an okutulurken yakalandı”, “Bu böyle yazdı” veya “Şu kimse çarşafını şöyle bağladı” gibi haberleri yapmayı malum basın kendisine görev addetmişti. Toplumu bu noktada germeye başladılar. O günün ifadesiyle “zinde güçler” dediğimiz güçler de her an bu maksatlı yayınların, maksatlı dedikoduların, hatta provokasyonların etkisi altında kaldılar. Kaldı ki, 28 Şubat döneminde Fadimeler, Kalkancılar ve sair isimlerin karıştığı birtakım olayların, daha sonraki dönemlerde yapılan araştırmalarla belli güçler tarafından organize edilmiş birer senaryo olduğu, amaca giden yolda kullanılan birer argüman olduğu ortaya çıktı. O dönemlerde halka doğrudan bizi gösterecek televizyon ve diğer medya organları yoktu. Güçlü gazetelerimiz yoktu. Malum gazeteler öyle bir manşet atıyorlardı ki halkın kafası dağılıyordu. Halk ciddi manada bunlardan etkilenmiştir, bunu kabul etmek lazım. 28 Şubat döneminde ülke öyle bir noktaya geldi ki, düşünebiliyor musunuz, Refah Partisi iktidarda, Adalet Bakanlığı Refah Partisi’nde ve Cumhuriyet Başsavcısı iktidardaki Refah Partisi’ne kapatma davası açıyor… Hem de bunu yaparken, hiçbir teamül ve yasada olmadığı halde, kapatma davası açtığıyla ilgili iddianameyi bir basın toplantısıyla basına duyuruyor vatanı kurtaran bir kahraman gibi (!)… Bu, büyük bir olaydır! Türkiye’de iyiye giden ekonomi, bu sarsıntılar sebebiyle de etkileniyordu. Böylece 28 Şubat’ın, yani bu örtülü darbenin adım adım bütün şartları ve altyapısı hazırlandı. Tabiî daha önce de ifade ettiğim gibi ben, Millî Nizam Partisi’nin kapatılma davasına da şahit olan ve partiyi savunan ve de 1980 Darbesi’nin sonuçlarından biri olarak bütün siyasî partiler kapatıldığı sırada bu kez de Millî Selamet Partisi’nin kapatılışına şahit olan bir hukukçu-siyasetçi olarak, bu davalarda haklarında dava açılan tüm teşkilat mensuplarının (Avrupa, gençlik kolları vs.) savunmalarını yıllarca yürütmüş biri olarak şu düşüncedeydim: Görünen köy belli ki, hukuk hâkim değil ve kanunlar uygulanmıyor; mekanizma ne yapmak istiyorsa, yasalar da ona göre yorumlanıyor, eğilip bükülüyor… Bu yüzden de Refah Partisi’nin suçsuz olduğuna inanan biri olarak, nihaî manada hukukî bir sonucun çıkmayacağı kanaatini herkes gibi ben de taşıyordum. Partiyi kapatacaklar; ama bugün, ama yarın… Peki, kapatmakla iş hallolur mu? Milletin kendi kanaati, inancı, hedefi ve arzusu var; bu yüzden toplumu istenen çizgiye göre biçimlendirmek çok zor. Bugüne kadarki toplum mühendisliğinin hepsi iflas etmiş, hesap kitaplarının hepsi yanlı çıkmış ve tutmamış. İşte bu düşünceyi bilerek ve durumu görerek, söz konusu kısmın boş ve de toplumun sahipsiz kalmaması adına fikir jimnastikleri yapıldı. Şunu çok net şekilde belirteyim: 28 Şubat örtülü darbesinde, belki 1980’le birlikte yapılan bazı baskılardan daha mart 2015 65 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ şiddet oranı çok yüksekti. Öyle bir duruma gelinmişti ki, artık demokratik siyasetin bittiği düşünüldü. Bundan sonra öyle bir güç ittifakı var ki, “Bunlar Türkiye’nin yönetimini bütünüyle dizayn edecekler, ülkeyi başka noktalara götürecekler” şeklinde bir fikir var. Bütün siyasetçilerin güveni kırıldı, siyasete güven kalmadı. Darbe yanında olanların tabiî neşeleri yerindeydi, ama demokrasiye inanan siyasetçilerin, bilim adamlarının, gazetecilerin ve kanaat önderlerinin hakikaten moralleri son derece bozuktu. Hatta öyle bir noktaya gelindi ki, sokak duvarlarının bile fişlendiği bir boyuta erişildi. İki kişi bir arada, “Acaba bunlar neden birlikteler?” diye fişlenmekten korktuğu için yürüyemiyordu. Bizim cenahtaki insanların dünkü dostları bizlere selam vermiyor, “Nemelazım, şu sıra o tarafta fazla görünmeyeyim” diye bizden kaçıyorlardı. Herkesin fişlendiği, herkesin peşine birer polisin takıldığı ve hakikaten toplumun ümidinin azaldığı bir dönemi yaşadık, siyasette denizin bittiği noktaya geldik 28 Şubat’la. O sıralar “Hoca yanlış yapıyor”, “Duvara tosladı”, “Beceremediler”, “Hoca’nın ekibi yoruldu” gibi beyanlar oldu. Gönül dostlarımızdan dahi bunları duyduk. Zaten bu tür olaylar tabanımızın ve teşkilatımızın birbirine daha çok kenetlenmesine vesile olmuştur. Bu, bizim için bir tür sakal tıraşı oldu. Ama bizim de sakalımızı çok kestiler; uzayan her sakalı kestiler… şiddetlisine ve daha büyük kanunsuzluklara şahit olduk. Tabiî basının önemli bir kısmı, sermayenin tamamına yakını, sivil toplum kuruluşlarının önemli bir kısmı, işçi ve işveren sendikaları bildiri yayın- 66 mart 2015 layacak kadar gözleri dönmüş derecede darbenin yanında ve o kalemler durmadan iftira mekanizmasını yürütüyorlar… İşte böyle bir durumda, darbenin etkisinin az olacağını asla düşünemeyiz! Bu zelzelenin Bir İçişleri Bakanlığı yetkilisi: “Parti kuruluşları böyle olmaz!” • Ve siyasetin tükendiği yerde ille de siyasetle hareket etme azminin fotoğrafı Fazilet Partisi ile veriliyor… Partinin kuruluş günleri ve sonrasına ilişkin neler söylemek istersiniz? Bu dönemde, Türkiye üzerinde kara bulutlar vardı. Ekonomi yeniden bozulmuştu. Düşünebiliyor musunuz, özel sektörde işveren birine “Şu adamı işe alacaksın, şunu ise almayacaksın!” dayatması ya- pılıyordu. Tutuklananlar hesap sorulmadan içeri alınıyorlardı. Hukuk yok, kanunlar yürümüyor ve ne hazindir ki, asıl darbe yargıdan geliyor, yüksek yargıçlar darbecileri alkışlıyorlar… İşte tam bu noktada, Türkiye’de takdire inanarak bu milletin ümitsizliğe düşmemesi için bir hareketin oluşması gerekiyordu. İstişareler de bunu gösteriyordu. Bu hareketi birileri meydana getirecek ve sonuçlarına da katlanacaklardı. Cenab-ı Allah bunu bize ve 33 arkadaşımıza nasip etti. Uzun istişarelerden sonra Fazilet Partisi’ni kurma kararını aldık ve bunu düşünceden fiiliyata geçirme noktasına getirdik. Bu arada şunu da ifade etmek isterim: Kuruluş dönemi 5-6 ay kadar sürdü. Birçok insanla istişare ettim, birçok dostumun ayağına, evine, işyerine gittim. “Çok kapalı olarak, sizde kalması üzere bunu size söylüyorum; biz bir çalışmanın içerisindeyiz ve sizi bu çalışmanın içerisinde görmek istiyoruz” dediğimiz birçok –maalesef- arkadaşım mazeret beyan etti. “İşim var”, “Bana uygun değil” gibi bahaneler sundular. Hiçbiri demedi ki, “Ben bu ceberut 28 Şubat’tan korkuyorum”, hiçbiri bunu itiraf etmedi. Bize katılmak isteyen bazı isimleri de biz uygun görmedik. Beraber hareket ettiğimiz 33 arkadaşı incelerseniz, yüzde 80’inin esnaf olduğunu görürsünüz; yani tam Anadolu, hiçbir hesabı veya ön niyeti, hiçbir talebi yok bu isimlerin. “Ben kurucuyum, ileride bana şunları verin” gibi girişimler yok. “Bayrak düşmesin, dava ayakta kalsın! Bu hareketin bir kapısı, bir tabelası olsun” şeklindeki düşüncelerle yola çıkan insanlar… Ve bütün bu çalışmaları da Sıhhiye’deki ofisimde yaptık. Bizim ofisin Mehmet Serhat Bıçak bereketliliğini tarih de yazar inşallah. (Gülüyor.) Tabiî avukatlık yaptık, orası bir hukuk bürosu ve dolayısıyla herkesin rahatça girip çıkacağı bir mekân, kimsenin dikkatini çekmiyor. Kuruluş gününü belirledikten sonra dosyayı hazırladık ve iki üç arkadaşımız dosyamızı İçişleri Bakanlığı’na teslim etti. Dosyaları teslim edip geldikten sonra bana dediler ki, “Oradakiler dosyayı götürdüğümüzde biraz şaşırdılar, ‘Parti kuruluşları böyle olmaz, kurucular önceden basına haber verirler, gazeteciler gelir, fotoğraf çektirirler. Ama siz sessiz sedasız geldiniz, biz şimdiye kadar böyle bir kuruluşa rastlamadık”. Biz de “Meğer öyleymiş usul” diyerek biraz neşelendik. (Gülüyor.) Saat 16:30 gibiydi, 17:00’den hemen sonra –basına haber vermişler- bizim telefonlar çalmaya başladı “Partiniz hayırlı olsun, gelip konuşalım” diye. Biz de “Buyurun” deyip büromuza davet ettik. Tabiî ondan sonra basınla geniş bir iletişim ağı kurduk. Gazeteciler özellikle beni araştırıyorlardı. Öncelikle baroya gitmişler… Ben basına herhangi bir fotoğrafımı vermemiştim, o günkü gazeteleri araştırırsanız, benim baro levhasındaki resmimi bastılar. Böylece biz “Bismillah” dedik ve iyi niyetle, ihlasla, milletin ve memleketin hayrına hizmet arzusundaki 34 arkadaş olarak Fazilet Partisi’ni kurmuş olduk. Kuruluştan itibaren çok büyük bir ilgi ve alakayla karşılaştık. Bir gazeteci bana şöyle söyledi: “Biz sizi avukat olarak araştırdık, geçmişinizi araştırdık, ailenizi araştırdık, çocuklarınızı araştırdık, vallahi sizin aleyhinize yazacak bir şey bulamadık. Hatta daha da ötesi, ben sizin fikrinizle uyuşma- yan avukatlarla da görüştüm, ‘O samimi bir Müslümandır, inançlarından taviz vermeyen dürüst biridir. Onu sever ve sayarız’ dediler.” Partiyi kurduktan sonra aşağı yukarı beş altı ay yine büromda çalıştık, maddî imkânlarımız kısıtlıydı. Daha sonra Maltepe’de bir genel merkez binası kiraladık. Bu dönem bizim için çok sıkıntılı ve zordu. Bir tarafta 28 Şubat’ın baskısı ve riski var; bu yüzden her söz ve hareketimize dikkat etmek, ölçülü olmak, davamıza ve ülkemize zarar gelmemesini sağlamak durumundaydık. Teşkilatlarımızın önemli bir kısmını da bu dönemde kurmak nasip oldu bize. Bu noktada başarılı olduğumuzu düşünüyorum. “İnsan, her şeyin emanetçisi” Refah Partisi kapatıldıktan bir süre sonra, partideki milletvekilleri birer ikişer partimize katıldılar. Yine Meclis’te ana muhalefet partisi olduk böylece. Elhamdülillah, belli bir süre ana muhalefet partisinin Genel Başkanlığı görevi de bize nasip oldu. Partiyi kurduk ve o noktaya getirdik; ancak dava önemli ve parti benim değil, milletin partisi. O sıralar adımı “Emanetçi” koydular. Bir şey bulamayınca “Emanetçi”… Gazeteciler, bir savunma yapacağımı düşünerek bu soruyu sorduklarında beklemedikleri bir cevap verdim: “Bana ‘Emanetçi’ diyorsunuz, ama evet, ben emanetçiyim. Çünkü ben bir şeye inanıyorum. Bu beden de, oturduğum koltuk da, yediğimiz içtiğimiz de birer emanet. Yaşıyoruz, bir süre sonra gideceğiz. Her makam birer emanettir. Her kim ‘Bu makam benim!’ dediyse yanıldı. İşte ben böyle bir emanetçiyim! Ben emanetin ne olduğunu biliyorum, o şuurla da işimi yürütüyorum.” Bu konuşmadan sonra o tabiri kullanmadılar. • Başbakan Davutoğlu için de aynı tabiri kullanıyorlar; basındaki o tavır hiçbir zaman değişmiyor… Tabiî… Belirli bir kesim o sözü kullanıyor. Ancak her şey bize birer emanet; araban da, evin de, makamın da, ailen de… Dolayısıyla biz o konuşmalara itibar etmedik ve usulünce uyararak gerekli cevabı verdik. Siyasî hayatımın bu sürecinde ailevî bir takım sıkıntılarla da karşı karşıyaydım. Bir taraftan parti kuruluşu, bir taraftan teşkilatları organize ediyor, ana muhalefet partisinin genel başkanı olarak Türkiye’yi gezerek nabız tutmam gerekiyor, ancak bir tarafta da hasta olan eşimle ilgilenmeliydim. Hastalığı başlayalı 15 yıl olmuş ama o günlerde durumu daha da kritikleşmişti. “15 gün hastanede, bir ay evde” şeklinde bir gelgit durumu yaşıyordu. Allah razı olsun, yakınlarımız ve dostlarımız bizzat bakımıyla igilenip destek oluyorlardı. Emin olunuz ki, Cenab-ı Hak sabır, metanet ve kolaylık verdi. Böyle bir durumda, böylesi bir ağır yükü almak kolay değildi. Gece yarılarına kadar çalışmalarla ilgileniyordum ama eve gittiğimde hasta eşimin uyumadığını görüyordum. Rabbimin takdiri, eşim 1998’de vefat etti. • Allah rahmet eylesin, makamını yüceltsin… Amin… O acı günleri bu şekilde yaşadık. Hizmetse devam ediyordu, dolayısıyla biz de çalışmalarımızı sürdürdük. Fazilet Partisi’ni olağanüstü kongreye götürerek onurla, şerefle, gönül rahatlığıyla ve severek Genel Başkanlı görevini teslim etmiştim, bu süreçte Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak görev aldım. 1999 seçimlerinde, Ankara’da siyasete başladığım halde Bolu Teşkilatımız, memleketim olan Bolu’dan, benim gibi bir evladını Meclis’e taşımak için çalıştı ve muvaffak oldu. Seçim öncesi bütün kamuoyu yoklamaları Fazilet Partisi’nin oy oranını yüzde 30 civarında gösteriyorlardı, ancak bazı yabancı oluşumların etkisiyle bu orandan biraz arkada kaldık. Birinci parti olarak Meclis’e girdiğimiz halde, bildiğiniz gibi DSP, MHP ve ANAP’tan kurulu bir hükümet kuruldu. Fazilet Partisi için 28 Şubat sürüyor… • Fazilet Partisi için 28 Şubat hâlâ devam ediyordu çünkü… Tabiî… Refah Partisi’nin kapatılmasından doğan travma da devam ediyordu. Mallarına el konulmuş, soruşturmalar açılmış, değişik teşkilatların yöneticileri hakkında açılmış davalar var… Bir taraftan bize, “Siz ille de Refah’ın devamısınız, sizi de kapatacağız!” şeklinde yükleniyor, baskı yapıyorlardı. Bir taraftan bunlarla, bir taraftan da parlamentodaki işlerimizle uğraşmaya çalışıyorduk. Bu dönemde demokrasi ve kurumlar, çok ciddi manada yaralar aldı. Bu süreçte bazı isimler kenara çekilmek zorunda kaldılar. Siyasette adam yetiştirmek o kadar kolay değildir; siyaset okumakla ve diplomayla olsaydı, dünyadaki dâhilerin tamamının parti lideri olmaları gerekirdi. Ancak böyle bir şey yok! Siyaset, Allah’ın verdiği mart 2015 67 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ Biliyorsunuz 1980 Anayasası ile birlikte, milletin tek temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün yetkileri bazı kurumlar aracılığıyla kullandırılmıştır. Bir tarafta Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Milli Güvenlik Kurulu ve sair… Bir tarafta da bakıyorsunuz başka kurumlar da oluşturulmuş ve Meclis’e “Bu yetkiler senin! Ama bunları sen değil de şu maddeler gereğince şu mekanizmalar kullanıp uygulasınlar” diyen bir Anayasa var. İşte o “aracılığıyla yetki kullanan kuruluşlar” öyle güçlü hale getirilmişler ki parlamentoyu da aşmışlar. Bürokrasi, adeta Meclis’in de üzerine çıkmış. bazı özel kabiliyetler ve yaşayarak pişmek ile öğrenilir. Nasrettin Hoca’nın damdan düşme meselesi var ya, işte öyle! Biz bu noktaya, 1971’den beri damdan düşe düşe geldik. Buna rağmen her gün yeni bir senaryoyla karşılaşıyorduk ki hiçbir senaryo, birbirine benzemiyordu. Ancak Allah bu millete yardım etti ve Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra Fazilet Partisi, Türkiye’de yeni bir dönemi de başlatmıştır. 68 mart 2015 Fazilet Hareketi, AK Parti kadrolarının okuludur. Kurulduktan bir yıl sonra, parlamentonun üçte ikisine sahip olarak tek başına iktidar oluyor ve ülkeyi bataktan kurtarıp reformlar yaparak atılımlar gerçekleştiriyor AK Parti. Hatırlarsanız, 2001-2002 Ecevit dönemini, neredeyse ülkenin iflasının ilan edileceği noktaya gelinmişti. Dövizler bitmiş, her geçen gün piyasa fiyatları yukarılara çıkıyor, yatırım durmuş, maaşlar ödenemez hale gelmiş… Sabah Meclis’e geldiğimizde doların kaç lira olduğunu konuşuyordu vekiller. Bu noktada iyi hatırlayınız, 3 Kasım seçimlerinin yapıldığı günü ertesi güne bağlayan gece, yani AK Parti’nin tek başına iktidar olduğunun anlaşıldığı gece itibariyle sakinlik geldi ve sabah, döviz bürolarının tabelalarında dövizin ilk defa düştüğü görüldü. Henüz AK Parti iktidar değildi o sıra, sadece seçimi kazanmıştı. Ve Türkiye, elhamdülillah, o zor günlerini aşarak dünyanın imrendiği bir noktaya gelmiştir. 28 Şubatların bir daha tekrarlanmamasını temenni ediyoruz. İnanıyorum ki, 28 Şubat’ta bu işleri yapanların bazıları da vicdanen çok rahatsız ve pişmandırlar. “Bizim için ‘Yoruldular’ diyenler oldu” • Belirttiğiniz gibi 1999 seçimlerinde birinci parti olmuştu Fazilet Partisi, ancak kendisi için 28Şubat devam ediyordu. MHP lideri Devlet Bahçeli’ye iyi niyetli birtakım çevrelerden “Fazilet Partisi’yle hükümeti kur, Başbakan ol” telkini gelmiş, ama Bahçeli, “Onlar yoruldular” şeklinde bir cevap vermişti. Bu süreçte bir beklentiye girmiş miydiniz? Hayır, öyle bir beklentiye girmedik. Doğrudur, o sıralar “Hoca yanlış yapıyor”, “Duvara tosladı”, “Beceremediler”, “Hoca’nın ekibi yoruldu” gibi beyanlar oldu. Gönül dostlarımızdan dahi bunları duyduk. Zaten bu tür olaylar tabanımızın ve teşkilatımızın birbirine daha çok kenetlenmesine vesile olmuştur. Bu, bizim için bir tür sakal tıraşı oldu. Ama bizim de sakalımızı çok kestiler; Mehmet Serhat Bıçak uzayan her sakalı kestiler… Tabiî devran döndü, gün geldi, Türkiye önünü gören bir vaziyette yerini aldı. Bu yeter mi? Yetmez! Daha zaman, sabır, yeni kadrolara ihtiyaç var. Dikkat ederseniz, malum partilerin eski kadroları, emeklileri, yüzlerinden akan nefret yüzünden, onun altındaki eşeği gümüşten de yapsanız, sizi istemiyorlar. “Bir ülkede ekonomi güçlü olmazsa, bu boşluğu başkaları doldurur” • Türkiye bir kazanımlar ülkesi halini alıyor, ancak daha çok fırın ekmek yememiz gerektiği de belli. Bundan sonra yapılması gerekenler sizce neler? Siyasî kimliğimi bir tarafa bırakıp hukukçu bakışıyla şöyle söyleyeyim: En iyi kanunu yaparsınız, ama kanunu uygulayıcı kurum o kıvamda değilse, o kanunu hazmetmiş ve kanuna inanmış değilse -kanunlar yorumlanabilen cümlelerdir-, o kanundan iyi bir sonuç çıkmaz. Yani kanun iyi olabilir, ama uygulama kötü olursa, millet de o kanunu kötü kabul eder. Türkiye’de ciddi manada yasal, hatta anayasal değişiklikler oldu. Cumhurbaşkanı ilk defa halk tarafından seçildi ki bunu kimse hayal dahi etmiyordu. Demokrasinin bütün mekanizmalarının çalıştırılması için gayret gösteriliyor, sivil toplum kuruluşları ve ekonomi güçlendiriliyor. Bir ülkede ekonomi güçlü olmazsa, bu boşluğu başkaları doldurur. Yapılan kanunların uygulamalarından kaynaklanan rahatsızlıklar olduğunu görüyoruz. Çok iyi olması için bazı kurumlar oluşturmuşuz, ama kendi bindiğimiz dalı kesmişiz. Çünkü uygulayıcı makamdaki, bu işi yanlış okuyor, inanmıyor! İşte bu yüzden her şeyden önce kaliteli insan yetiştirmeliyiz. Konusunda bilgili, ehil olmalı bu kimseler. Bilgili olmayan kişi, yaptığı işte cesur da olmaz. Ülkesine sevdalı ama Türkiye’yi de aşan bir nesil yetiştirmeliyiz. Ancak üzülerek ifade ediyorum, nesil yetiştirme konusunda çok zayıfız. Türkiye’de yüzlerce üniversite, üniversitelerde kürsüler ve hocalar var; Allah aşkına, Türkiye’nin ana meseleleri üzerine yıllarını verip de kafa yoran, araştırma kaç hocamız var? Mesela Ermeni meselesi üzerine kaç kitabımız var? Diaspora, para vererek uydurma ama ciltlerce kitaplar hazırlattı, hazırlatıyor… Mesela komşularımızla ilgili yıllardır hocalarımız ne araştırdılar? Tarihimiz 4000 yıl evvele dayanıyor, bu tarihi derinlemesine araştırıp aktaracak çalışmaları görmek istiyoruz. Avrupa ülkeleriyle ilgili 1-5-10-50-100 yıllık araştırmalar yapılmış mı hiç? Ama ne yaptılar? Cübbelerine giyip sokağa dökülerek orduyu göreve çağırdılar... Bu mu? Türkiye’nin bu anlayıştaki kadroyu kırması lazım. Bunu inşallah yeni nesil yapacak. Hükümetimizin de en büyük arzusu bu! Derinlemesine bir kadro… Ülkesini ve dünyayı iyi tanıyan bir kadro… “Türk, zeki ve çalışkandır” diyoruz, hakikaten de öyledir, tezgâhının başında yeni icatlar çıkaran ustalarımız var bizim ama öylece kalıyorlar. Bunların desteklenmesi, akademik boyutlara eriştirilmeleri lazım. Hükümetimiz sürekli “ar-ge” hususundan bahsediyor, bu olmadan hiçbir şey olmaz. Neden sürekli “kendi patentimiz, kendi markamız” konusundan bahsediyoruz? Kendi markanı, kendi patentini üretmelisin! Yabancının marka ve patentini kullanırsan, kaymağını da ona ikram edersin. Dolayısıyla Türkiye’nin önünde daha yapılacak çok iş var. Sadece inanmak ve programlı olmak lazım. Cumhurbaşkanımız, Başbakan iken ne demişti? “Türkiye yüz yıllık bir plan yapıyor…” Gazetelere bakıyorsunuz, “Ne demek yüz yıl? Böyle iş mi olur? Hayal görüyor!” dediler. Onlar otuz yıl önce de rahmetli Hoca’ya “Hayal kuruyor” demişlerdi, ama onun düşünüp uygulamaya da geçirdiği birçok proje çalışıyor şimdi. Demek ki hayal olmadan bir şey olmuyor. Bugünkü hükümetin en önemli hareketlerinden biri, ar-ge konusuna destek vermek ve üniversite-TÜBİTAK-sermaye üçgenini kurarak dünyayla hareket etmektir. Yeni yeni markalar üretiyor ve bunları dünyaya kabul ettiriyoruz. Önümüz açık! “Yeni anayasa ile her şey değişecek” • 12 Eylül referandumunun ardından Anayasa’da yapılan değişikliklerle görüyoruz ki, az önce yapmış oldunuz kanun çıkarma ve uygulama ilişkisine dair tespit tamamıyla bir hakikati resmediyor. Bugün yargının, “anayasal ortam” ilkesine tutunarak devlete meydan okuduğunu görüyoruz. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Bu durumu öyle üç beş kelimeyle çözmek mümkün değil. İyi niyetle yola çıkılmış ama böyle bir realiteyle, bir sıkıntıyla karşılaşılmıştır. Ancak bu da Allah’ın izniyle çözülecektir. Ancak suç işleyen kim olursa cezasını da çekecektir. Kurumlar eğer iyi denetlenip kontrol altında tutulurlarsa, herkesin görevini yapması sağlanırsa, bunlar aşılacak şeylerdir. Biliyorsunuz 1980 Anayasası ile birlikte, milletin tek temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün yetkileri bazı kurumlar aracılığıyla kullandırılmıştır. Bir tarafta Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Milli Güvenlik Kurulu ve sair… Bir tarafta da bakıyorsunuz başka kurumlar da oluşturulmuş ve Meclis’e “Bu yetkiler senin! Ama bunları sen değil de şu maddeler gereğince şu mekanizmalar kullanıp uygulasınlar” diyen bir Anayasa var. İşte o “aracılığıyla yetki kullanan kuruluşlar” öyle güçlü hale getirilmişler ki parlamentoyu da aşmışlar. Bürokrasi, adeta Meclis’in de üzerine çıkmış. Yani atananların, seçilmişlerin üstünde yer aldığını görüyoruz böylece ve seçilmişler zayıf ve cılız kalmışlar. Anayasa’daki birtakım ciddi değişikliklerle bu görüntü az da olsa budandı. Uygulamalarda aksaklıklar çıkıyor, ancak bunlar da düzeltmelerle rayına oturtuluyor. Yeni anayasa ile bu kurumlar sil baştan konumlandırılacaklar ve parlamentonun hâkimiyeti, inşallah tamamen sağlanmış olacak. “Tehlikeli” (!) • 28 Şubat sürecinde, MSP’nin kapatılmasına yönelik açılan davada bahsettiğiniz ve delil olarak gösterilen bant kayıtlarının aynı düşünceyle elde tutulan benzerleri piyasaya sürülmüştü. Bu kayıtların arasında, Refah Partisi’nde siyaset yapan bazı isimlerle birlikte Fethullah Gülen’in de kayıtları vardı, fakat 28 Şubat neden sadece sizi vurdu? Tercih öyleydi… (Tebessüm ediyor.) “Tehlike”nin üzerine gittiler… Tehlike görmedik- mart 2015 69 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ Ben bu tarih itibariyle 44 yıldır bu davadayım. Nefer olarak başladım, her zaman davamın neferi olarak kalacağım. Zira bu rütbeden daha büyüğü de yoktur, diğerleri geçicidir. Bugüne kadar birçok koltuğa oturdum; o koltukların hiçbiri durmuyor. Ancak neferlik ömür boyu devam eder. lerinin üzerine gitmemişler demek ki… “Görev istenmez, verilir” • Hâlihazırda AK Parti’de aktif bir siyasî rolünüz var. Ancak daha da aktif bir rol almayı, bir de MNP’den başlayan siyasî hayatınıza dair bütün bu konuştuğumuz konularda, o günlere ilişkin hatıralarınızı bir yerde toparlamayı düşünüyor musunuz? Belirttiğiniz gibi şu an aktif bir siyasetçiyim. Genel Kurul ve Genel Başkanımız bana çok hassas ve onurlu bir görev 70 mart 2015 verdi, AK Parti Merkez Disiplin Kurulu Başkanlığı görevini yürütüyorum. Bu görevi gönül rahatlığıyla ve severek yapıyorum. Ayrıca Türkiye’nin herhangi bir yerine gittiğimde bütün teşkilatlarımızla tecrübe ve hatıralarımı paylaşarak mutlu da oluyorum. İşte bu da bir emanettir! Yarın derler ki, “Sen bu işi bırak, başkası gelecek”; o zaman da bu emaneti tevdi eder, o kardeşi de başımıza tâc ederiz. Bu sorudan anladığım şu: “Seçimler yakın, milletvekili adayı olacak mısın?” (Karşılıklı gülüşüyoruz.) İşi hiç dolandırmaya gerek yok! Ben bu tarih itibariyle 44 yıldır bu davdayım. Nefer olarak başladım, her zaman davamın neferi olarak kalacağım. Zira bu rütbeden daha büyüğü de yoktur, diğerleri geçicidir. Bugüne kadar birçok koltuğa oturdum; o koltukların hiçbiri durmuyor. Ancak neferlik ömür boyu devam eder. İki dönem Meclis dışında kaldım ama köşeye çekilip de emeklilik yaşamadım. Verilen görevleri hakkıyla yerine getirdiğime inanıyor ve halen görevim üzerinde çalışıyorum. Hizmetimi severek yapıyorum. 44 yıldır aynı istikametteyim. Bizim bir siyaset terbiyemiz var; biz bu terbiyeyi aldık ve bu terbiye üzerine yaşıyoruz: “Görev istenmez, verilir.” Ben, arayan adam değil, “aranan adam” olmak isterim. “Şu koltuğu/filanca makamı istiyorum” düsturunun bizim gibi insanlar için uygun olduğunu düşünmüyorum. Partimizin üst yetkilileri, Genel Başkanımız, büyüklerimiz, “Sen Meclis’te hizmet et” derlerse baş üstüne… Yok, demezlerse de bir şey diyemem, burası da emanet. Siyasetteki en büyük hastalık, “görev isteme ve o görevi isteyen başkalarının ayağını kaydırma” hastalığıdır. Bu çok tehlikeli! Siyasî anlayışımızdan bunu çıkarmalı, “Kendin için istediğini kardeşin için de istemelisin” düsturunu oturtmalıyız. Hâsılı, nasipse olur… Hayırlısı… Hatırlara gelince… O yoğunluklar içinde günlük tutmadım ve bu yüzden üzülüyorum. Tutsaydım, sanırım birkaç ciltlik hatırat ortaya çıkardı. Bazı dostlarım da bunu söylüyorlar. Şimdi kütüphanemi elden geçiriyorum. Hatırlayabildiğim kadarıyla bazı notlar çıkarmak istiyorum… • Bu doyurucu, hoş ve dolu dolu sohbet için çok çok teşekkür ediyoruz… Ben teşekkür ederim… Yahya Kurt [email protected] haberajanda Analiz >> Kimilerince bunun adı İslamofobi, kimilerince savaş, kimilerince terör, kimilerince zulüm… Ve tüm bu göstergeler maalesef İslam’ın ve Müslümanların aleyhine. Ancak ne hikmetse ölenler, kaybedenler, yetim ve öksüz kalanlar, evlat acısı çekenler, yerinden yurdundan olanlar, suçlu ve terörist ilan edilenler de yine Müslümanlar. Batı “İslam”ı D ÜNYA üzerindeki son gelişmelerin, İslam coğrafyasındaki, özellikle de Ortadoğu’daki iç karışıklıkların ve savaşların, zulme uğrayan ve öldürülen Müslümanların, Fransa’daki karikatür meselesinin ve bu tür tüm olayların ve gelişmelerin alt planında, görünenin çok ötesinde gizli ve karanlık gerçeklerin olduğu yönünde neredeyse herkes mutabık. Batı, İslam’la karşılaştığı günden beri onu hep yok etmeye çalıştı. Bunu başaramayacağını fark ettiği günden beri de dizayn etme ve kendince yönlendirme çabası içinde oldu, kendi zihin dünyasında bunun projelerini üretti ve bu projeleri uygulamaya başladı. Bunun için önceki dönemlerde sömürgeciliği ve kukla liderleri kullandı. Bugünse bu projeye nispeten devam ediyor, fakat özellikle son yıllarda konjonktür gereği etkisini yitirmeye başlayan bu projeler yerine farklı politikalar üzerine yoğunlaştı. Bu projelerin iki temel hedefi var: Birincisi, İslamofobi paranoyasıyla insanları İslam’dan nefret ettirmek. İkincisi ise, inanç sisteminden koparılmış, içi boşaltılmış, sadece bir görüntüye ve kültüre dönüşmüş ya da sadece kendi dünyasında kalarak kendini dünyadan tecrit etmiş bir İslam ve Müslüman tipi oluşturmak. Batı dünyası ilk hedefini büyük ölçüde başarmış durumda. Özellikle 11 Eylül’de yaşanan kırılma ve sonrasında yaşananlar, bu projenin tuttuğunun delili. Özellikle El-Kaide, IŞİD ve Boko Haram gibi grupların İslam’la uzaktan yakından alakası olmayan eylemleri, Batı’nın baskılarına dayanamayan kişilerin tepkisel bazı bireysel taşkınlıkları ya da yine Batı dünyası ilk hedefini büyük ölçüde başarmış durumda. Özellikle 11 Eylül’de yaşanan kırılma ve sonrasında yaşananlar, bu projenin tuttuğunun delili. Lakin hüküm açık; Müslüman hiçbir zaman terör ve vahşetten yana olmadığı gibi, birilerinin onun üzerinde hükmetmesine de müsaade etmez, güdülmeye gelmez, yanlışa itiraz eder, tepki koyar, onu düzeltmek için mücadele eder ve gerektiğinde tebliğ de yapar, cihat da; zalimin karşısında olur, mazlumun yanında. Batı’nın gizli servislerinin organize ettiği ve İslam’la ilişkilendirilen saldırılar bu düşüncenin yerleşmesinde oldukça etkili oldu. Çeşitli dönemlerde İslam’ın kutsallarına düşünce özgürlüğü ve sanat kılıfına bürüyerek sinema, karikatür ve tiyatro adıyla yapılan saldırılar ve İslam dünyasının bunlara verdiği yerinde tepkiler de farklı mecralara çekilerek bu düşünce iyice kuvvetlendirildi. Medya kanalıyla yapılan algı çalışmaları ile zihinler tamamen esir alındı. Bu doğrultuda yapılan ilk şey, “Müslümanların asimile edilmesi” oldu. Bunda başarılı olunamaması durumunda ise, Müslüman avına çıkılarak yıldırma politikası ve toplum nazarında İslam’ı öcüye dönüştürme uygulaması hedeflendi. Kurgulanan olaylar ve sonrasındaki süreçlerle İslam hedef tahtasına oturtuldu ve Müslüman avı başladı. İslamofobi sayesinde Batı, İslam’ı korkulan, medeniyet dışı, vahşi bir inanç sistemi göstermek için bütün gücüyle çalışmaya devam ediyor. Bu projelerin ikinci amacı ise, Batı’nın istediği bir İslam ve Müslüman tipolojisi oluşturmak ki o tip belli: Batı sistemiyle çatışmayan, itiraz etmeyen, sadece kendi dünyasında yaşayan, ekonomiye, siyasete, kültüre, sanata ve edebiyata hiç karışmayan, “sınırsız bir hümanizm” perspektifi olan birey... Taban tabana zıt iki durum: Bir tarafta terörizmle ilişkilendirilen İslam, diğer yanda evrensel hümanizm hikâyeleriyle uyutulan Müslüman… İslam ya terör dini olmak zorunda ya da Nirvana’ya ulaşmaya çalışan bir Tibet yolcusu… Tüm bu projelerin karşısına ise Türkiye çıkıyor. Dimdik dikiliyor Batı’nı karşısına. Bir yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan “İslamofobi insanlık suçudur” diyerek Batı’nın bu projesine tepkisini ortaya koyuyor, öbür taraftan demokratik yollarla iktidara gelerek ve iktidarını barışçı bir yöntemle başarıya taşıyarak Batı’ya meydan okuyor. Diğer yandan ülkesine kazandırdığı ekonomik ve siyasî gelişmeler, hak ve özgürlüklerle ilgili yapılan çalışmalar ve de Türkiye’nin, dünyanın sayılı devletleri arasına girmesini sağlayacak atılımlarla bu projelere çomak sokuyor Erdoğan, dünyadaki tüm mazlumlar adına ses oluyor, nefes oluyor. Herkesin menfaat politikası ürettiği dünyada Türkiye, gerek Erdoğan’ın, gerek Davutoğlu’nun söylem ve eylemleriyle birlikte İslam’dan aldığı ilhamla hak ve adalet politikası yürütüyor. Tüm bu projeler karşısında İslam’ın emirleri ve Müslümanların tutumu bellidir. İslam, ne Batı’nın dünyaya ilan ettiği gibi bir terör dinidir, ne de birilerinin Tibet’e çıkarmaya çalıştığı bir Tibet yolcusu. mart 2015 71 haberajanda Seyahat Birliğimizi ve dirliğimizi bozma E L İ M İ Z E b i r p e rge l a l a ra k s iv r i u c u n u ü l ke n i n o r t a ye r i n d e s a b i t t u t a l ı m . D i ğe r u c uyl a B a t ı T ra k ya’d a n b a ş l aya ra k , b üy ü kçe b i r çe m b e r ç i z e l i m . >> Balkanlar, Kırım, Kafkasya, Ortadoğu ve Kıbrıs’ı da içine alacak şekilde daireyi tamamladığımızda, Afrika’nın da bir kısmını dahil etmiş oluruz ve karşımıza yaklaşık 9-10 milyon kilometre karelik bir toprak çıkar, ki o da tam olarak Osmanlı Devleti haritasına tekabül eder. Hamaset ve Hamas konumuzun dışında kalsın. Lakin bugün elimizde bulunan Anadolu ve Trakya’dan oluşan ülkemizi de bize fazla görenlerin varlığını aklımızdan çıkarmayalım. Bunu aklımızın bir köşesinde tutmaya devam edelim. Uzun zamandan beri çevremizde harhangi bir sıkıntı yaşandığında, o saydığımız bölgelerdeki insanların sığındıkları yer sadece Türkiye... Hiç kimse Suudi Arabistan’a, Rusya’ya, Kanada’ya sığınmıyor. Çünkü merkez burası. Emin olarak gelinebilecek, huzur içinde yaşanabilecek yegâne ülke Türkiye. (Amerika’ya, Fransa’ya, Almanya’ya sığınmayı tercih edenler aklınıza geliyorsa, onlar yukarıda zikrettiğimiz hinterlandın dışından hareket etmiş olanlardır.) Doğu Türkistan’dan Rumeli’ye kadar, Sibirya’dan Filistin’e kadar uzanan geniş bir alanın hem coğrafi, hem kültürel, hem dini açıdan merkezindeyiz. Ölüm tehlikesinden kaçıp gelenlerin son örneği Suriyeli kardeşlerimiz. Yaşadıkları ülkelerde hayati tehlike olduğunda sığınılacak liman olmanın dışında, daha ufak sorunlar olduğunda, siyasi, ekonomik vs. konularda yardım beklenen ülke yine Türkiye. Uluslararası alanda, kişi başına düşen ge- 72 mart 2015 lire oranla, en fazla yardım yapan ülkenin Türkiye olması da hiç kimse için sürpriz değil. Mavi Marmara hadisesi tesadüfen yaşanmadı. Myanmar’dan Galiçya’ya kadar dünyanın dört bir yanında bulunan şehitliklerimizin arka planında yine aynı sebepler yatmaktadır. *** Bugün ülkemizde yaşayanların önemli bir kısmının mazisinde, mecburiyetten kaynaklanan göç bulunur. Siyasi gelişmelere bağlı olarak belli dönemlerde dalga dalga göçler yaşandı. İnsanlar dört yüz yıldır, beşyüz yıldır yaşadıkları toprakları terk ederek, Anadolu’ya geldi. Bulgaristan’dan uzun yıllar önce Anadolu’ya göç etmek zorunda kalanların bir kısmı, Manisa civarına yerleşmişler. Orada ilk defa deve ile karşılayanlardan biri, hayretle bakmış. Ne olduğunu bilmediği için ilk tepkisi yanındakini dürtmek ve “Nelere bak, nelere!” olmuş. Öteki kafasını çevirip baktığında, şöyle söylemiş: “U ne ba?!!” Kendilerinden daha önce gelip oraya yerleşen birine danışmak istemişler. Üsmen Aga, bilgiç bir eda ile arkaya yaslanıp açıklama getirmiş: “Bunlar ep büle olur be ya...” Önceden gelenler yenilere göre tecrübelidir ve genellikle sonrakilere rehberlik etmiş, yardımcı olmuşlardır. Sanat, spor, siyaset dünyasında, ticaret ve sanayi alanında göçmenlerin hatırı sayılır bir ağırlığı bulunmaktadır. Son yıllarda ülkelerindeki zulümden kaçarak buraya gelen Suriyelilerin büyük bir kısmı, yarın şartlar düzeldiğinde evlerine döneceklerdir. Ülkemizde kalmayı tercih edenler ise, yüksek ihtimalle bura- da sağlamca tutunmayı başaranlar olacaktır. *** Osmanlı Devleti parçalanırken, birileri sınırları kafasına göre çizdi. Halep’te, Rakka’da, Lazkiye’de yaşayanların Kayseri’de, Samsun’da, Erzurum’da yaşayanlardan bir farkı yoktu evvelce. Lakin sınır çizilirken dışarıda kalanlar, bir gün içinde “yabancı” sayıldı. Halbuki içeride kalanlarla aynı soydan, aynı dindendi hepsi. Dilleri aynıydı, hayalleri aynıydı. Şayet sınırı çizenler daha insafsızca davransaydı, Urfa, Antep, Maraş’ın da dışarıda kalması işten bile değildi. Niçin “Gazi”, niçin “Şanlı”, niçin “Kahraman”?! Yüzbinlerce kişinin öldüğü, milyonlarca insanın göçe zorlandığı Suriye’den ülkemize gelenlerin yaşadıkları şartları yakından görmek, yetkililerle görüşmek niyetiyle Anadolu yollarına düştük. Aynı zamanda dergilerimiz Haber Ajanda ve Kültür Ajanda’nın tanıtımını yapmak gibi bir maksadımız da vardı. Yavuz Selim ve Mustafa Cambazla beraber yola koyulduk. İlk durağımız Gaziantep’ti. Oradan Kilis ve Şanlıurfa’ya geçtik. Vakti ayarlayabilseydik, Kahramanmaraş’a da gidecektik. Kısmet olmadı. Yüz yıl kadar önce buraların ismi Antep, Urfa, Maraş iken bugün biri “Gazi”, biri “Şanlı”, biri “Kahraman” olarak anılıyor. Ve oraları dolaştığınızda, daha iyi anlıyorsunuz niçin “Gazi”, niçin “Şanlı”, niçin “Kahraman” olduklarını. Bir haftalık gezimizin ilk günü, Yeni Mustafa Cambaz Mehmet Şeker // [email protected] k isteyenlere fırsat düşmesin! Vali Süleyman Tapsız anlatıyor, biz dinliyoruz. Arada sorularımız… Mart 2012’den bu yana 30 binin üzerinde ameliyat yapılmış. Kilis’te doğan Suriyeli çocuk sayısı 6714 görünüyor kayıtlarda. Şehirde asayişin ne durumda olduğunu sorduğumuzda, yüzde 77 Kilisli, yüzde 23 Suriyeli cevabını alıyoruz. Nüfusa oranlarsak, olumsuz bir tablo çıkmaz. Şafak’ta “Kim, iki cihan güneşini memnun etmek istemez?” başlığıyla şöyle bir yazı yazdım: “Şâmil’i bilmeyen, atasını ne bilir?! Burada zikredilen, bizim muhabir arkadaşlarımızdan biri değil, adıyla sanıyla Şeyh Şâmil… O sözden mülhem, diyebiliriz ki ‘Ensar’ ve ‘Muhacir’i bilmeyen, dinini ne bilir? Uydu mu? Bence uymakla kalmadı, çok da şık oldu. Atasını bilmeyenle dinini bilmeyeni yanınıza yaklaştırmayın. Fakirden kardeşçe bir tavsiye size, bilâ bedel. Başınıza dert olur, sizin de kafanızı karıştırırlar. Kar- şılaşılan meseleler biraz büyük geldi mi, hemen yanlış yorumlamaya başlar, yan çizmeye çalışırlar. Anlamamak üzere kodlandıkları için, suiistimale meylederler. *** Somutlaştıralım... Mesela Suriyeliler ko- mart 2015 73 haberajanda Seyahat 1 2 1// Eski bakanımız, yeni başkanımız Fatma (Şahin) Hanım, bu hususa özellikle vurgu yaptı. Bize gelenlerin yarısı kadarı bir Avrupa ülkesine gitseydi, tereddütsüz kızılca kıyamet kopardı. Suriyeliler değil, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden o kadar insan akın etse, sosyal ve ekonomik patlama yaşanır. İsyan başlar, savaşı andıran hadiseler görülür. Biz ise, şükürler olsun, metanetle ve güler yüzle davranıyoruz. Kültürel ve dini kodlarımız bunu gerektiriyor; insaniyeti unutmamışız. Başka türlü de davranamayız zaten. Tek tük rastlanan nahoş hadiseler, istisnadan öte geçmez. 2// Şanlıurfa’da eski Vali Celalettin Güvenç, bugünün Büyükşehir Belediye Başkanı. Önce makamında görüştük, akşam da yemekte buluştuk. Kıymetli Başkan Güvenç’in Şanlıurfa için olduğu kadar, ülkemiz için de büyük bir kazanç olduğunu söylemek isterim. Uzun uzun sohbet ettik ve genişçe bir röportaj için söz aldık. Önümüzdeki sayıda dergimizin sayfalarında okuyacaksınız kısmet olursa. 3// Yedi gün boyunca Suriye sınırındaki illeri dolaştık. Yöneticilerle ve vatandaşlarla görüştük. Gaziantep’te Şahinbey Belediye Başkanı Mehmet Tahmazoğlu. nusu... Bu Suriyeliler de artık çok olmaya başlamıştır onlara göre. Zaten daha başta içeri alınmaları hatadır. Bombalardan, mermilerden kaçıp geldikleri sınır boylarında yığılsalar da izin vermemeliydik. Öyle söylerler. Aç, perişan imişler, enselerinde ölüm tehlikesi varmış, hiç mühim değil. Yaralıymış, susuz kalmışlar, bize ne? Ağlasınlar, sızlasınlar, ne yaparlarsa yapsınlar, buraya gelmesinler. İşte bu bakış, atasını bilmemekle ve ensarla muhacirden haberi olmamakla izah edilebilir ancak. *** Suriye sınırındaki illeri dolaşıyoruz birkaç gündür. Yöneticilerle ve vatandaşlarla görüşüyoruz. Gaziantep’te Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin, Şahinbey Belediye Başkanı Mehmet Tahmazoğlu ve Şehitkâmil Belediye Başkanı M. Rıd- 74 mart 2015 van Fadıloğlu ile ayrı ayrı görüştük. Vurgu yapılan nokta aynı. Zor durumdaki muhacir kardeşlerimize karşı ensar olabilmek. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir muhacirdi. Bizim bugün yüksünmeden, sızlanmadan ekmeğimizi paylaşmamız, iki cihan güneşi Efendimiz’i de şüphesiz memnun edecektir. *** Hiç kimse keyfinden muhacir olmaz. Evini barkını, dahası vatanını bırakıp başka yerlere göç etmez. Eski bakanımız, yeni başkanımız Fatma Hanım, bu hususa özellikle vurgu yaptı. Bize gelenlerin yarısı kadarı bir Avrupa ülkesine gitseydi, tereddütsüz kızılca kıyamet kopardı. Suriyeliler değil, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden o kadar insan akın etse, sosyal ve ekonomik patlama yaşanır. İsyan başlar, savaşı andıran hadiseler görülür. Biz ise, şükürler olsun, metanet- le ve güler yüzle davranıyoruz. Kültürel ve dini kodlarımız bunu gerektiriyor; insaniyeti unutmamışız. Başka türlü de davranamayız zaten. Tek tük rastlanan nahoş hadiseler, istisnadan öte geçmez. *** Düne kadar o kardeşlerimizle bir arada yaşıyorduk. Aynı bayrağın altındaydık. Bir gün sınır çizildi, bir kısmı dışarıda kaldı. Sınır biraz aşağıdan çizilseydi, yine beraber olacaktık. Biraz yukarıdan çizilseydi, bugün Güneydoğu illerimizden bazıları dışarıda kalırdı. Elin gâvurunun çektiği sınırla, bizim kardeşliğimiz ortadan kalkabilir mi? Bir kısmı Türk, bir kısmı Kürt, bir kısmı Arap; üstelik hepsi din kardeşi. Şayet ırkçı değilseniz, hangisini hariç tutabilirsiniz? *** Mehmet Şeker 3 Önemli bir not eklemek gerek... Microsoft yazım programı da Ensar kelimesini tanımıyor. Amerikalının yaptığı o programın tanımamasını anlamak mümkün. Fakat bizim itirazcıları, ensarın ne olduğunu bilmeyenleri, bilip de bilmezden gelenleri, şimdi zamanı değil, daha yeterince güçlü değiliz diye düşünenleri anlamak mümkün değil. Son söz, cevap anahtarı niteliğinde olsun: Başlıktaki sorunun cevabı, ‘Elbette O’nu sevmeyen’ olsa gerek. Aklıma başka bir şey gelmiyor. Size gelirse, bildirin. Kamyonete bindirenleri nerede tutmalı, onu da sizin değerlendirmenize bırakayım.” Kilis: Huzur ve bereket Ertesi gün ise Kilis’i anlattım. Yazı “Sınırın bu tarafında hayat, öbür tarafında ölüm” başlıklıydı. Kilis’teyiz. Vali Süleyman Tapsız anlatıyor, biz dinliyoruz. Arada sorularımız… Yüzölçümü itibariyle Türkiye’nin 80’inci, nüfus itibariyle de 78’inci şehri Kilis. Tabelaya göre 89.500 kişi yaşıyor. Suriye’den gelenler ise mevcut nüfusun çok üzerinde. Kilislilerin toplamından daha fazla Suriyeli var. Büyük bölümü kurulan kamplarda yaşıyor. Çadır ve konteynerlerle oluşturulan kampların, özellikle yurt dışından gelip ge- zenlerden fazlasıyla takdir topladığı malûm. Düzeni, temizliği, koordinasyonu bakımından kim gelse beğeniyor. Kampların içinde okul, cami, kuaför gibi her türlü sosyal ihtiyaçlar karşılanıyor. Her gelen, beğendiğiyle kalıyor. Ötesi yok. “Çorbada bizim de tuzumuz olsun” düşüncesine kapılanlar, bir paket tuz bile bırakmadan gidiyor. Bütün masraf, Türkiye’nin omuzlarında. Kamplardaki okullarda görev yapan 406 öğretmenin 315’i Suriyeli. Türk öğretmenler, yalnızca Türkçe öğretiyor. Mart 2012’den bu yana 30 binin üzerinde ameliyat yapılmış. Kilis’te doğan Suriyeli çocuk sayısı 6714 görünüyor kayıtlarda. Şehirde asayişin ne durumda olduğunu sorduğumuzda, yüzde 77 Kilisli, yüzde 23 Suriyeli cevabını alıyoruz. Nüfusa oranlarsak, olumsuz bir tablo çıkmaz. *** dık. Adaylar belirlendi. On günlük propaganda yaptılar aralarında. Adaylar arasında bayanların da olmasını tavsiye ettik. Seçimi başından sonuna kadar İl Seçim Kurulu yönetti. Tam anlamıyla bir demokrasi alıştırmasıydı. Bize şöyle söylediler: ‘İlk defa, birden fazla namzedin olduğu bir seçim yaşadık.’ Yönetim şartları hafifledi. Şimdi kamplara gittiğimde, etrafımı kimse sarmıyor. Bir sorunu olan, yönetime bildiriyor. Orada danışma büroları kurduk. Bilgisayar sisteminde elektrik su vb. arızası olanın adresine hemen usta gönderiyoruz. Hastahane randevuları da aynı sistemle yürütülüyor. Hepsinin birer çipli kimlik kartı var. Hesaplarına aylık 85 lira yükleniyor, oradaki marketten alışveriş yapabiliyorlar. Çamaşırhanelerde yıkama ve kurutma makinelerini kimin hangi gün hangi saatte kullanacağı belli. Vali Bey, daha önce kampları ziyarete gittiğinde, arabasının etrafını yüzlerce kişinin sardığını ve hiç de hoş bir görüntü olmadığını söyledi. Ve şöyle devam etti: Yetişkinler için de dil kursları açtık. Bir kimya mühendisi hanım, Türkçe kursunda birinci oldu. Ödül verirken, kursa niçin gittiğini sordum. ‘Çocuklarımın derslerine yardımcı olmak için’ cevabını verdi. “Kendi temsilcilerini seçmelerini sağla- Suriyeli öğretmenlere bakanlık tarafından mart 2015 75 haberajanda Seyahat 4 5 4// Şehitkâmil Belediye Başkanı M. Rıdvan Fadıloğlu 5//Şanlıurfa Eyyübiye Belediye Başkanı Mehmet Ekinci. Haliliye Kaymakamı Yusuf Ziya Çelikkaya ve Karaköprü Belediye Başkan Yardımcısı Ömer Göçebeler ile son derece verimli görüşmeler yaptık. Vurgu yapılan nokta aynı. Zor durumdaki muhacir kardeşlerimize karşı ensar olabilmek. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir muhacirdi. Bizim bugün yüksünmeden, sızlanmadan ekmeğimizi paylaşmamız, iki cihan güneşi Efendimiz’i de şüphesiz memnun edecektir. ücret verilmemesi motivasyonu olumsuz etkiliyor. Aynı şekilde çocuklara karne ve diploma da veremiyoruz. Üniversitelerimizde okuyan 137 Suriyeli genç var burada.” *** Sayın Valimizin anlattıklarından sadece bir kısmını aktarabildim. Kilis Belediyesi’ne de uğradık. Başkan Yardımcısı Cuma Özdemir, şehirdeki su tüketiminin iki katına çıktığını, çöplerin üç katına yaklaştığını, atık su tesislerinin kapasite üzerinde çalıştığını belirtti. Bu kadar ağır yükün altından kalkmanın kolay olmadığı ortada. Yine vurgu EnsarMuhacir konusu üzerinde. “Biz” diyor Cuma Bey, “Ekmeğimizi üçe bölmek durumunda kaldık. Lakin asla şikâyetçi değiliz. Zor durumda olana yardım etmezsek, en başta inancımız zedelenir. Ayrıca bu külfet gibi görünen hadisenin, bir de rahmet tarafı var. Su sıkıntısı çekiyorduk, bol bol yağmur yağdı. Zeytin rekoltesi iki katın üzerine çıktı. Kilis bankalarındaki mevduat 150 milyon liradan 270 milyona ulaştı. İşte bu rakamlar, bereketi somut bir şekilde gösteriyor”. Yoğun görüşme temposu 76 mart 2015 Şanlıurfa’da eski Vali Celalettin Güvenç, bugünün Büyükşehir Belediye Başkanı. Önce makamında görüştük, akşam da yemekte buluştuk. su burada belirtirken bile mahcubiyet duymaktayım. Kıymetli Başkan Güvenç’in Şanlıurfa için olduğu kadar, ülkemiz için de büyük bir kazanç olduğunu söylemek isterim. Uzun uzun sohbet ettik ve genişçe bir röportaj için söz aldık. Önümüzdeki sayıda dergimizin sayfalarında okuyacaksınız kısmet olursa. Suruç’tan geçerken, jandarma yolu kesmişti. Durdurdular. Doğrusu o gün sebebini anlayamadık. Ancak aramaya ve kimliklere bakmaya gerek duymadan devam etmemizi söylediler. Jandarma komutanı teröriste benzemediğimize kanaat getirmişti. Bir bakıma tipten kazanmıştık. Başkan ile ilk buluşmamızda, bir akrabamla karşılaştığımı sandım. Ertuğrul Dayımın gençliğiydi mütebessim ifadeyle elini uzatan. Sima olarak gerçekten büyük bir benzerlik vardı. Haliliye Kaymakamı Yusuf Ziya Çelikkaya, Eyyubiye Belediye Başkanı Mehmet Ekinci ve Karaköprü Belediye Başkan Yardımcısı Ömer Göçebeler ile son derece verimli görüşmeler yaptık. Şanlıurfa Valisi İzzettin Küçük’ü de ziyaret etmek istememize rağmen, vakti bir türlü ayarlayamadığımız için borçlu kaldık. Belki de önümüzdeki aylar içinde sırf o borcu ödemek için kıymetli Valimize özel bir ziyaret gerçekleştireceğiz. Zira bu husu- Suruç’ta patlayan bomba Birkaç gün öncesinde önemli bir isimden bölgede büyük bir sıkıntının olduğunu duymuş, ancak kendisinden niteliğine dair bir işaret alamamıştık. Sonradan anlaşıldı aslı astarı. Süleyman Şah Türbesi’nin nakliyle ilgili kararların alındığı günlerde, birileri nasıl bilgi aldıysa, o operasyonu engellemek için Suruç’ta bomba patlatmıştı. Bomba yüklü bir araç ise patlamadan bulunmuştu. Burada birkaç soru kendiliğinden dünyaya geliyor... Çok gizli yürütülen operasyon kararıyla ilgili bilgiler nasıl sızdı? Operasyonu kimler engellemek istedi? Bu sorularla ilgililer ilgilenmiş ve cevap- Mehmet Şeker larını da bulmuşlardır; o konuda şüphemiz yok. Lakin gizlinin gizli, çok gizlinin de hakikaten çok gizli kalmasını beklerdim. Demek hâlâ bir yerlerden sızıntı var. Kayda geçsin diye belirtmek istedim. Alacağın olsun Ayhan! Neyse, durmak yok yola devam dedik ve öyle yaptık. Geldik Birecik’e… Köprüsü, kalesi ve fıstığıyla meşhur Birecik’te güzel insanlarla karşılaştık. Kale yakınında durduğumuzda Yavuz Selim, nerede çay içebileceğimizi sormak için bir dükkana girdi. Hemen buyur etti esnaf. “Buyur abi, burada iç.” Yavuz, beraberinde arkadaşlarının da olduğunu söyleyince, “Onlar da gelsinler” dedi. Yavuz, zahmat vermek istemiyordu. “Biz oturup biraz konuşmak istiyoruz çay içerken...” dedi. Adam aynı kararlılığı devam ettiriyordu: “Olsun abi, burada da konuşabilirsiniz...” İkram etmeye o kadar istekliler ki... Tam o sırada elinde tepsiyle geçen garsonu gördük ve çay dedik. Kale yakınında kü- çük bir barakayı işaret etti. Gittik, selamünaleyküm, aleykümselam, taburelere oturduk. Çaylar geldi. Sohbet başladı. Ocak sahibi Ayhan anlattı... Çay ocağı daha önce üzerinde kalenin bulunduğu büyük kaya kütlesinin dibindeymiş. Restorasyon başlayınca, elli metre ileride bulunan bu yeri göstermişler. Birecik’te en büyük sıkıntı işsizlik. Çaylar tazelendi. Biraz sonra kalkmak durumundaydık. Hesabı ödemek üzere harekete geçtiğimizde Ayhan para almayacağını söyledi. “İkramımız olsun abi...” Kabul etmedik. Olmaz öyle şey, dedik. Burası senin ekmek teknen, dedik; ne söylediysek ikna edemedik… Gözlerimize bir anda toz kaçtı… Çarşıyı dolaştığımız zaman zarfında o toz hep gözlerimizdeydi. Bir beyaz eşya dükkânı veya fıstık ticareti yapan bir esnaf çay ısmarlasa tamam dersiniz, anlarsınız. Lakin işi çay satmak ve evinin barkının rızkını oradan sağlamak olan birinin çay parası almamasını anlayabilmek için buralara uğramak gerek. İş sıkıntısı yaygın hal- deyken, geçim sıkıntısı yaşarken bile, gelen misafirlere ikramda bulunmak için köklü bir anlayış olmalı insanda. Ve engin bir gönül… Alacağın olsun Ayhan! *** Yolunuz Birecik’e düşerse, kale yakınındaki mavi boyalı demir barakayı bulun. Güzel çayından için. Bizden de selâm söyleyin. Deyin ki, Mehmet Şeker, Yavuz Selim ve Mustafa Cambaz seni hiç unutmayacaklar... Sözün başında, aklımızdan hiç çıkarmayacağımız bir hususu belirtmiştim. Bize bu yurdu bile çok görenlerin varlığından… Onlar istedikleri kadar planlar yapsınlar. Bizim Ayhan’larımız oldukça, aramızda böyle güzel insanlar yaşadıkça, bize karada ölüm yok. Biriz, birlikteyiz, kardeşiz... Hep birlikte Türkiye’yiz… Bunu anlayanlara ve bilenlere selam olsun! Anlamayan ve bilmeyenin nasibine ise ilim irfandan önce ilk olarak izan düşsün. Cenab-ı Allah, birliğimizi ve dirliğimizi bozmak isteyenlere fırsat vermesin. Âmin vel hamdü lillahi rabbil âlemin… Yolunuz Birecik’e düşerse, kale yakınındaki mavi boyalı demir barakayı bulun. Güzel çayından için. Bizden de selâm söyleyin. Deyin ki, Mehmet Şeker, Yavuz Selim ve Mustafa Cambaz seni hiç unutmayacaklar... mart 2015 77 haberajanda Toplum Lokman Ayva* [email protected] Bilinmesi gereken şudur: Birilerinin kötülemesine bakıp da hak yoldan vazgeçmemek, hatta birilerinin kötülemesinin peşine takılıp da onlarla beraber pislik kervanına katılmamak ve yine birilerinin kötülemesine bakıp da ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Biz hangi pozisyonda olursak olalım, “Allah nurunu tamamlayacaktır”. Mesele o değil, bizim pozisyonumuzun ne kadar doğruya yakın ve ne kadar hayra hakaret edenlere uzak olduğu meselesidir! * AK Parti Kurucular Kurulu Üyesi 78 mart 2015 Hayra hak H ER türlü menfî propagandanın yapıldığı, yaptığı zulümlerin belgesel ve sinema filmlerinin tekrar tekrar gösterildiği meşhur zalim Adolf Hitler’e iftira etme hürriyetimiz var mıdır? Her kim olursa olsun, vefatından sonra kendisini savunma imkânı olmayan bir kişiye ağzıma geleni söyleme hürriyetim var mıdır? Bir mahlûk, sevilene zulmederek sevenin nesini test etmeye çalışır acaba? Acı içinde kıvranan birinin, kendini iyileştirecek ilacı kullanıp iyileşmek yerine, onu tüm hastalardan gizlemeye çalışmasının sebebi ne ola ki? >> Bu soruları kendi kendime soruyor, cevaplarını düşünüyorum. Muhatap kim veya ne olursa olsun, ona iftira etmek, iftira edenle ilgili bir sorundur. İftira, bir kişide olmayan veya yapmadığı kötülüğü var ya da “Yaptı” şeklinde söylemektir. Bu fiille iftira edilenin sıfatında herhangi bir şey değiştirilemez ki… İftira eden ise, dini, dili, ideolojisi, cinsiyeti, milliyeti, hâsılı özelliği ne olursa olsun “müfteri” olur. Bir mahlûkun bir başkasına neden iftira etme ihtiyacı duyduğunu anlayamam doğrusu. Müfterinin düştüğü durumu bir hayal edin; iftira ettiği kişide kötü bir sıfat olmasına o kadar muhtaç ki adeta “Sende kötü bir sıfat olsun da ben her türlü kötü sıfata razıyım” diye ayağına kapanmış yalvarıyor. Vay zavallı vay! Daha ne diyebilirim? Ahirete intikal etmiş biri için tüm kabiliyet ve birikimini kullanarak her türlü kötü ifadeyi söylemek, yazmak, çizmek, film yapmak veya tiyatro üretmek ne ibretlik bir durumdur. Böyle kişilere şunu söylemek isterim: “O kişi yanlış da, doğru da yap- mış olsa, artık hayatta değil; ona bunları yaparak ne elde etmek istiyorsun, hangi sonuca ulaşmaya çalışıyorsun? Diyelim ki en kötü cezayı verecek ve idam edeceksin… E! Hayatta değil ki zaten. Sevenlerine, takipçilerine mi kızıyorsun? O zaman o seven yahut da takip eden kişiye söyle, ama ne söyleyeceksin? Eğer becerebiliyorsan ikna et ve sevgisini bitirsin, takibi de bıraksın. Hayatta olmayan kişiyle uğraşarak, o kimsenin fikirlerini değiştirtmeye, yaptıklarından dolayı özür diletmeye hiç uğraşma ey zavallı mahlûk! Bunu yapacak kadar aklını kullanamıyorsan, söyleyeyim de aklını başına al ve bil ki böyle bir şey olmaz!” Öyle çok aklı dibe vurmuş mahlûk var ki, dipten yüksekliği sıfır seviyesinde. Demek ki yok! Seviyenin sıfır olduğunu nereden anladığımı şöyle arz edeyim: Benim Sevdiğimin resmini yakıyor… Bre ahmak! Ben resmi sevmiyorum ki, O’nu seviyorum. O, resmine eşit değildir. Diyelim ki, mutfağınızdaki sebzeyi, meyveyi, eti yahut balığı seviyorsunuz, bir ahmak da çıkmış mutfaktaki o yiyecekle- rin fotoğrafını çekmiş, baskısını yaptırmış ve sizin karşınıza geçerek onları yakıyor, yerlerde sürüyor veya üstlerini çiziyor, sizin yapacağınız bir şey var bu durumda: Kendinize o yiyeceklerden bir sofra hazırlayın ve o ahmağın karşısında afiyetle yiyin. Afiyet, şifa olsun... O zavallı sizin neyinizi test etmiş oldu? İşte mesele bu! İster hayatta olsun, ister ahirette, Sevdiğim insana hak etmediğinin yapılmasından dolayı benim hakperestliğimi test etmiş oldu, o zavallının yaptığı haksızlık karşısında tabiî ki benim muhabbetim, hürmetim azalmaz, azalırsa zaten ben beş para etmeyen biriymişim demektir ve bu, muhabbetim de, hürmetimin de gerçek olmadığını belirtir o zaman. Sanırım böyle bir ihtimal sıfıra yakındır. Sahici bir muhabbete ve hürmete sahip biri olarak benim yapmam gereken, o haksızlığa razı olmamak ve onun seviyesine düşmeksizin haksızlığın ortadan kalkmasına uğraşmaktır. Ah, ah! Hepsi keşke bu kadar olsa, beterin beteri var. Öyle bir hasta düşünün ki, derdine derman olacak ilacı kullanıp iyileşmek, hatta başkalarına tavsiye etmek yerine ne yapıyor, biliyor musunuz? O ilacı kötülüyor; ne kendisi, ne de başkası kullansın diye deyim yerindeyse her türlü pisliği yapıyor. Şimdi bu mahlûka ne dersiniz? Tek kelimeyle “zavallı” denir herhalde. Yukarıda arz etmeye çalıştığımız hususlar, bugün “İslama- aret hürriyeti fobi” denen durumdur. Bir şeyleri kötüleyerek gözden düşürme çalışma gayretleri bugün rastladığımız bir durum değildir tabiî, dün de, önceki gün de bunlar yapıldı, ama hep ters tepti. Roma İmparatorluğu, Hıristiyanlık için bunu yaptı, müşrikler de İslam için -ve hâlâ da yapmaya devam ediyorlar-. Kimi “Atamızın dini” dedi, kimi de bugün olduğu gibi “İfade hürriyeti”. Şu veya bu ad altında, “hayra hakaret hürriyeti” diye bir şey icat etmeye çalışıyorlar. Bunlar gibi binlerce örnek verebilirim, lakin bilinmesi gereken şudur: Birilerinin kötülemesine bakıp da hak yoldan vazgeçmemek, hatta birilerinin kötülemesinin peşine takılıp da onlarla beraber pislik kervanına katılmamak ve yine birilerinin kötülemesine bakıp da ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Biz hangi pozisyonda olursak olalım, “Allah nurunu tamamlayacaktır”. Mesele o değil, bizim pozisyonumuzun ne kadar doğruya yakın ve ne kadar hayra hakaret edenlere uzak olduğu meselesidir! Ne demiş Muhammed İkbal? “İslam’ı kurtarmak değil, İslam içinde kendimizi kurtarmak…” mart 2015 79 haberajanda Toplum Bir adama durduk yerde “Sen yalancısın!” deyip üstüne üstlük bir de “Eğer ‘Değilim’ diyorsan, bana yalancı olmadığını ispatla” şeklindeki şizofrence tutuma teslim olarak, “Aslında öyle değil, şöyle” tarzında açıklamalar yapmaya başlıyoruz. Ortada mantıklı hiçbir sebep yokken, bize sadece “Sen yalancısın!” denildiği için öyle olmadığımızı ispata çalışıyoruz. Yani mücadeleye mağlup başlıyoruz. Karşımızdaki nasıl düşünmemizi istiyorsa o şekilde düşünüp, o psikolojiye bürünüp ona göre savunmalar geliştiriyoruz. Mesut Emre Balcı [email protected] 80 mart 2015 Algı operasyonları ve savunma(!) mekanizmamız İ NSANOĞLUNUN dünyaya adım attığı günden itibaren başlayan, devam eden ve kıyamete kadar da sürecek olan hak ile batıl mücadelesi, çağımızda garip bir hal almış durumda. Dünya sürekli yükselen çeşitli toplumsal olaylarla boğuşurken, insanoğlunun hırçınlığı ve haddi aşma derecesi de gittikçe artıyor. Birçok coğrafyada kan ve gözyaşı hâkim. Yaratılmışların bir kısmı, diğerine her türlü zulmü yapma noktasında hiç çekinmeden hareket edebiliyor. Bir tarafta ezenler var, diğer tarafta ezilenler. Daha zengin, daha bilgili, daha savaşçı, daha medeni (!) oldukları için kendilerinden aşağı gördükleri halklara zulmetmekten hiç çekinmiyorlar. Dünyada kanayan bir yara var. Bu yara temelini, güçlü devletlerin hastalıklı kafa yapısından alıyor. Kendi ülkesinden binlerce kilometre uzaklara medeniyet ve barış götürmek isteyenler askerlerini hemen yola çıkarıyorlar. Savaşın bir tarafı olan askerler, birden barış güvercini kesilerek hüznünü göklere şikâyet edenlerin memleketlerine doğru harekete geçiyorlar. Dünyanın herhangi bir yerinde kaynağı meçhul, hatta şüpheli bir şekilde ortaya çıkan bir toplumsal sıkıntı olduğunda, birkaç kutuplu yeni dünya düzeninin bütün paylaşımcıları mevzilerini belirliyor ve barış mesajları(!) vermeye başlıyorlar. Zaman hızla akıp gittikçe, insan hayatına etki eden her şey aniden değişiveriyor. Ancak reddedilemeyecek en büyük gerçek şu ki, yeni dünyanın toplumsal değişimi artık savaşlar ile değil, suni operasyonlarla kurgulanıyor. Bu konuda en fazla üzerinde durmamız ve en fazla dikkat etmemiz gereken nokta ise “kendi algılarımız”. Eğer düşmanlarınız ya da rakipleriniz kendilerinin istediği gibi düşünmenizi sağlamayı başarabiliyorsa, istediğiniz kadar maddi güç sahibi olun, “mağlup” sayılırsınız. Bu, insanın yapısında olan ve psikoloji ilminde de kendine yer bulmuş önemli bir mevzu. Dolayısıyla insanlık varolduğu sürece çok ufak meselelerden çok büyük olaylara kadar bu algı çalışmaları hep var olmuştur. Yaşadığımız dönemde ise büyük değişimlerin ve çeşitli mücadelelerin temeli masabaşlarında belirlenen algı operasyonları ile atılmaktadır. Fransa’da iki maskeli saldırgan sokak ortasında arabalarından inerek, ellerinde ağır otomatik silahlar olduğu halde bir mizah dergisinin toplantısı esnasında çalışanlara kurşun yağdırıyor ve 12 kişiyi öldürüyor; gerek Avrupa’da, gerek tüm dünyada yapılan haberlerde saldırganlar için “Müslüman, İslamcı, radikal İslamcı, köktendinci” gibi tanımlamalar kullanılıyor. En nihayetinde de bu saldırı yine İslamî (!) bir örgüte havale ediliyor. Benzeri daha önce defaatle görüldüğü gibi, yine İslam karşıtı söylemler havada uçuşuyor. Müdafi değil, müeddî iddiasını ispatla mükelleftir Buraya kadar hikâye bildiğimiz gibi, yani bu olayın muhatabı olan coğrafyanın yapıları, tıpkı kendilerinden beklenildiği gibi hareket ederek saldırıyı İslam’a mâl ediyor ve tezvirat yapmaya başlıyor. Terörle İslam’ı bir araya getirerek o bilindik İslamofobik türküyü söylemeye devam ediyor. Peki, biz ne yapıyoruz? Bir adama durduk yerde “Sen yalancısın!” deyip üstüne üstlük bir de “Eğer ‘Değilim’ diyorsan, bana yalancı olmadığını ispatla” şeklindeki şizofrence tutuma teslim olarak, “Aslında öyle değil, şöyle” tarzında açıklamalar yapmaya başlıyoruz. Ortada mantıklı hiçbir sebep yokken, bize sadece “Sen yalancısın!” denildiği için öyle olmadığımızı ispata çalışıyoruz. Yani mücadeleye mağlup başlıyoruz. Karşımızdaki nasıl düşünmemizi istiyorsa o şekilde düşünüp, o psikolojiye bürünüp ona göre savunmalar geliştiriyoruz. Şundan emin olmalıyız: Batı aklı bizi çok iyi tanıyor. Dinimizin içeriğini, neyi emredip neyi yasakladığını da çok iyi biliyorlar. Dolayısıyla İslam’a yapılan bu tarzdaki ithamların arkasında nasıl bir anlayış olduğunun farkına varmak zorundayız. İslam’a yöneltilen suçlamalar ve yapılan edepsizlikler karşısında ciddi bir özgüvensizlik ve -daha da ilerisi- bir aşağılık kompleksiyle çeşitli açıklamalar yaptığımızda, bu algı oyununu kuranlar bizi, varmamızı istedikleri noktaya getirmiş oluyorlar. Ciddi bir yenilmişlik hissi veren “Gerçek İslam bu değil” ifadesiyle başlayan her cümlemiz, bu büyük arenada bizi mağlubiyete bir adım daha yaklaştırıyor. Bu söylemleri kullanırken dünyada sivil ölümlerin olmamasının karşımızdaki kitle için ne kadar önemli olduğunu düşünmek zorundayız. Biz İslam’ın bu tarz öldürme hareketleriyle bir alâkası olmadığını kime ispat etmeye çalışıyoruz ki? Dünyanın farklı yerlerinde, zulüm kokan bütün coğrafyalarında doğrudan ya da dolaylı olarak dahli bulunanlara mı? Daha yakın zamanda İslam topraklarında binlerce kişiyi katledenlere mi? Gittikleri coğrafyalardaki insanlara zulmederek, onları köle niyetine kullanarak milli şuurlarını yok edip, milli kaynaklarını sömürüp yıllar boyu kendilerine bağlı kalmalarını sağlamaya çalışanlara mı? Hiçbir hakkı olmadığı halde Filistin coğrafyasına yerleşip askerî harekâtlar ve siyasî kurnazlıklarla kendilerine yer bulmaya çalışan ve bu süreç içerisinde kadın ya da çoluk çocuk demeden binlerce kişiyi katleden terör devletine arka çıkanlara mı? Yoksa kendi halkının üzerine acımasızca bütün cephanesini boşaltan, kendi ülkesini yerle bir eden, binlerce masumu katleden, binlercesini evsiz bırakan caniye kol kanat gerenlere mi? Bu soruları çoğaltmak mümkün, ancak Paris’in ortasında değil, dünyanın herhangi bir yerinde, örneğin bir meczup bir Hıristiyanı öldürse ve bu katilin Müslüman olduğu bilinse, yine aynı İslam karşıtı söylemlerle karşılaşacağımız aşikârdır. Müslümanlar olarak hiç kimseyi ikna etmek zorunda değiliz. “Gerçek İslam bu değil” açıklamaları yapmak zorunda da değiliz. Gerçek İslam’ı öğrenmek isteyen, açıp Kur’an-ı Kerim’den öğrenebilir. Bize düşen, Batı aklını dünyanın hâkimi gibi görmekten vazgeçmek ve yeryüzü eğer mümine mescit kılındıysa, “Havanın, toprağın, suyun, kısacası hayatın olduğu her yer bizimdir” düşüncesiyle mefkûremizi diri tutmak ve de bu akla karşı savunmacı değil, vakur bir politika ve söylem geliştirmektir. mart 2015 81 haberajanda Analiz Şii Ensarullah Yemen’de darbe yaptı İran suskunluğunu bozdu A SLINDA yazının başlığını “Irak’taki İran Sendromu” koymuş ve son zamanlarda Irak’ta husule gelen değişiklikleri sıralayarak Türkiye’nin bölgedeki varlığının belirginleşmesi ve İran varidatının solgunlaşmasının (solgunlaşır gibi olmasının) kafamda oluşturduğu istifamı izale etmek için düşünmeye başlamıştım. Hatta “Neden?” diye sora sora beyin çilemin arasında dolaşırken kendime kızıyordum: “İran neden suskun? Irak’ı sessiz sedasız Türkiye’nin etki alanına neden terk etti? Yoksa Ortadoğu’dan vaz mı geçiyor?” Buna benzer sorularla düştüğüm cevapsızlık havuzundan çıkmak istiyordum… >> Evet, buna benzer sorularla düştüğüm cevapsızlık havuzundan çıkmak istiyordum ki, bölgedeki bazı gelişmeler, meselenin alt yüzünü açık etti. Anlaşılan o ki Tahran, bölge “level”lerinden bir alta geçiyor ve sinsiliği tercih ediyordu. Fakir de bu sinsiliği “suskunluk” olarak yorumlayarak İran aklına ya- 82 mart 2015 kıştıramadığı bu formatın şifresini çözmeye çalışıyordu. Çile kendiliğinden çözüldü. Neydi bölgedeki ifşa olayları? İlk haber Suriye’den geldi. Bildiğiniz gibi, İsrail’in durup durup yaptığı işlerden biri de Golan cihetinden Suriye topraklarını vurmak. Son vuruşu, 2015 Ocak ayının son haftasında yaptı ve bölgede seyreden bir grup Hizbullah aracına saldırdı. Saldırıda ölenlerin arasında İranlı bir üst düzey komutan da vardı. İran’ın Suriye’deki askerî varlığı epeydir biliniyordu, lakin bu varlığın daha çok danışman kadrosu şeklinde olduğu sanılıyordu. Fakat Hizbullah saldırısıyla hem bir asker, hem üst düzey komutan, hem de bizzat arazide harekât yapan silahlı bir İranlı ortaya çıkıyordu. Olayın ardından, Suriye muhalefetinden durumun vahametini resmeden bir açıklama geldi: “Suriye, İran’ın işgali altında…” Hatırlayınız, ne demişti İran Meclis Başkanı Ali Laricani? “Bölgedeki üç başkent Tahran’a ait: Şam, Beyrut ve Sana…” Tabiî bidayette Bağdat da vardı. Şam ve Beyrut malum… Şimdi gelelim Sana’ya… Dananın kuyru- Yusuf Kemal Bozok [email protected] ğu Yemen’de koptu. Hizbullah saldırısının ardından, İran’ın ortaya çıktığı yer olarak Arabistan’ın güneybatısı gündeme düştü. Yemen’in kuzeyinde yerleşik Zeydî Şii Husilerin ayrılıkçı örgütü Ensarullah, belki de tarihinde ilk defa boyundan büyük bir huruç hareketi yaptı ve Sana’da darbeye kalkıştı. Nice zamandan beri ülkenin Suudi sınırında eylemler yapan Husi kabilesinin tek destekçisi İran’dı. Kabilenin, kendi ülkesinin topraklarında devamını barındıran Suudiler, yangının kendi arazilerine sıçramaması için azamî gayret sarf ederlerken Yemen Devleti’nden de yardımlarını esirgemiyorlardı. Bu nedenle Ensarullah militanları, rölantide sürdürüyorlardı kavgalarını. Ancak son birkaç aydan beri bu rölanti durumu bozulmuş ve kavga iç savaşa evrilme emareleri göstermeye başlamıştı. Durumu yakından takip edenler, “Neler oluyor?” kaygısıyla kavgadaki volüm artışının perde arkasını ve “arkadakinin kimliği”ni çözmeye çalışıyorlardı. Aynı anda fakir de Irak’taki İran suskunluğunun sebebi üzerine kafa yoruyordu. Yanılgım şurada oldu: Suskunluğu, Suriye’yle ilişkilendirme gayretindeydim; doğrusu Yemen aklıma gelmemişti. Meseleye Laricani’nin “Üç başkent: Şam, Beyrut ve Sana” açıklamasıyla analiz ya da ilişkilendirme alanımı genişletmeye başlamıştım ki Yemen bekletmedi fakiri. Darbe bombasının fitili 15 gün önce, Yemen Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın kaçırılmasıyla ateşlenmişti. Bu olay şu anlama geliyordu: Dağları mekân tutan Ensarullah şehirlere inmiş, hatta başkent Sana’ya girmiş ve bakanlık sarayına dahi sızmıştı. Tıpkı Hasan Sabbah fedailerinin Selçuklu sarayına sızması gibi... İki sınır taşı Kaçırma olayı, çatışmaları had safhaya çıkardı. Bu kez Husiler çok hırslıydılar, zira arkalarındaki güç, Irak’ta planladığı hızla ilerleyemeyen, “Şia Kuşağı”nı tamamlama kararlılığı karşı uçtan Bağdat bölgesine göre daha göz ardı gibi duran zayıf halka Yemen’den tekrarlıyordu. Zamanlama o kadar harikaydı ki… Kısa bir süre önce Fransız Charlie Hebdo mizah dergisini basan Koachi kardeşlerin eylemini kim üstlenecek derken, beklenen cevap Yemen’den gelmişti. Benzeşleri arasında en şedid olarak bilinen El-Kaide’nin Yemen kolu “Biz planladık” dedi. Ancak baskının ertesi günü yayınlanan gazeteler, Majesteleri’nin MI6 konusunda şüphelerini dile getirmişlerdi. Biraz geri gidelim… Suriye’de tıkanan IŞİD/DEAŞ örgütü yönünü Irak’a çevirdiğinde, İran suskunluğa bürünmüş ve bölgeden sır olmuştu. Onunla birlikte sır olan bir başka cenah da Güney Irak Şii güçleriydi. Irak ordusu, başta Musul olmak üzere araziyi Bağdat’a kadar boşalttı, fakat geride tüm mühimmatını bırakarak. Bu tahliyeyle Bağdat, bankalarını ve petrol bölgesini hediye etmişti IŞİD’in hepi topu 900 tane olduğu söylenen militanlarına. Onlara bırakılan, sadece silahlar, bankalardaki paralar ve petrol bölgesindeki akaryakıt potansiyeli ve rafineriler değildi, aynı zamanda bölgedeki insan potansiyeliydi ki örgütün 900 kişilik gücü bir anda 15-20 bine çıktı -sayı hâlâ o noktada-. DEAŞ, Irak’ta iki sınır taşı dikti: Birincisi güneyde, “Güney Irak Şii Devleti”nin başkenti Bağdat’a 60 kilometre kala, Samarra’da. İkincisi ise kuzeyde, “Kuzey Irak Kürt Devleti”nin başkenti Erbil’e yine 60 kilometre mesafedeki noktada. Güneydeki sınır taşını DEAŞ kendisi dikmiş ve kuzeye yönelmişti; kuzey taşının dikilmesine ABD yardımcı oldu. Böylece Ortadoğu’ya tekraren gelmekte nazlanan ve Suriye hususunda parmağını oynatmayan Sam Amca, bir başka sebepten bölgedeydi artık. Mevcut sebep ortadayken kimse, bilhassa Türkiye, ondan Şam’ı düşürmesini istemeyecekti. Zaten Washington’dan “tarih yazan bir açıklama” geldi: “Artık Esed önceliğimiz değil, şimdi hedefimiz DEAŞ ve söz konusu örgüt, en az iki sene orada…” “Ne anlama geliyordu bu açıklama?” diye sormama gerek yok! Esed, iki seneyi garanti etmişti. Daha doğrusu İran, en az iki yıl Suriye süresi almıştı ve bu arada başka işlere bakabilirdi. Yeni iş “Yemen” oldu. Peki, İran bunu kendi başına mı yapmıştı? Mümkün mü? O halde? Bu bir Şah-Majeste antlaşmasıydı. Hülasa, artık Ortadoğu’da İran ve İngiltere somut olarak kol kola… Sonuç Bu arada Türkiye ne yaptı? Elbette Tahran operasyonunu yapana kadar Ankara, “Esed Suriye’si”nden uzaklaştırıldı ve bir süreliğine Güney Irak’ın “yeni Maliki”si İbadi ile flört ettirildi. Yetmedi, DEAŞ “Irak operasyonu”ndan geri çekildi ve sınırdaki “uyduruk kasaba Kobani”, yani asıl adıyla Ayne’l-Arab’a sürüldü; “Şii hilâli ameliyatı” tamamlanana kadar tüm bölge Kobani’den ibaret hale sokuldu. Artık işi yoksa uğraşsın dursun Türkler, biçilen süre dolana kadar! 6-7 Ekim olayları, 42 ölü, binlerce mülteci ve diken üstünde Güneydoğu… Yetmez mi? Sonuç mu? Yemen operasyonu tamamlandı, Kobani düştü ya da düşürüldü, hem de bizim yardımımızla ve güney sınırımızı takiben üç kez “Biji Serok Obama!” çığlıkları arasında Kobani’ye geçirilen Peşmerge ordusunca (!)... Peki, kaç kişilikti bu ordu? Hiç canım! 150 kişilik kadar, hatta sekiz on tanesi Suruç’taki bir otelde gecelerken kaçıp kayıplara karışmıştı. Doğal olarak bu sayıyı yekûndan düşmek gerek. Bu netice karşısında, Türkiye’deki umumî manzara şu: Kürt kardeşler, güneydoğu şehirlerinde “Kobani kurtuluş günü şenlikleri” kapsamında halay çektiler uzunca bir zaman. Halayda yekûn tutan PKK sempatizanları, Ayne’l-Arab kasabasındaki zaferin sahibinin, kendi stepneleri olan PYD olduğunu zannediyorlar. Oysa artık bu muhitte, Salih Muslim’le kanı uyuşmayan Barzani hâkim, hem de 140 kişilik ordusuyla ve bir aylık askerî eğitimle. Türkiye’ye gelince… Türkiye, “Kuzey Suriye’de yeni bir Kuzey Irak statüsü istemeyiz!” diyor. Lakin açıklama, ABD ve Barzani’nin, “Kobani’nin kurtarılması ve bölgeden DEAŞ’ın kovulmasında Ankara’nın rolü büyük; Türk yetkililere müteşekkiriz” beyanatları arasında kaynadı gitti. Gitmese de gayri bir ehemmiyeti yok kanaatimizce; zira o bölge, Kuzey Suriye değil, Kuzey Irak’ın uzantısı durumunda. Burada duralım ve soralım: Kobani ticaretinden kim kârlı çıktı? El-cevap: Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türkiyeli Kürtler dışındaki herkes... Büyük parça İran’ın; zira Suriye’de kâr hanesine kaydettiği iki yılın üzerine Yemen’i de koydu. Ya Türkiye? Adı üstünde, onu herkes “Yalnız Kurt” olarak biliyor. Bir de leş yemek gibi bir alışkanlığı yok. Bir başka zafiyeti daha var Yalnız Kurdun: O Serengeti tavşanlarının, zavallı Somalililerin yanında şimdi. E, kime kimin düşeceğini, Şah ve Majeste’den önce “Şanı En Büyük Olan” belirliyor. Kalanı teferruat… mart 2015 83 haberajanda Seyahat/ Beyrut Lübnan’ın bir vatan hüviyeti alması için gayret sarf eden Fairuz’un ve ondan epey önce göç edebiyatının temsilcisi kabul edilen Halil Cibran’ın evrensel sevgiye neden bu kadar vurgu yaptığını anlamak için Lübnan’da bir hafta kalmak yetiyor. Bu kadar farklı dinî ve etnik grubun bu kadar zorlu bir coğrafyada kardeşçe yaşaması, ancak sevginin gücüyle mümkün olabilir. *** “Bana kulak ver ki sana ses verebileyim.” (Halil Cibran) Beyrut Beyrut Şehitler Anıtı, şehir merkezinde Muhammed El Amin Camii yakınında “Lübnan Bağımsızlık Kahramanları”... 84 mart 2015 B Gülenay Pınarbaşı [email protected] UGÜN siyasî sınırlar ne olursa olsun, dinî ve kültürel birliktelikler dil, edebiyat ve halk kültürü, yani türküler, şiirler, efsaneler, masallar, yemeklerle devam ediyor. Ulaşım imkânları arttıkça ve ucuzladıkça, bir dönem aynı siyasî hudutlar içinde bulunduğumuz bölgelere gidebiliyoruz. >> Bosna-Hersek, Üsküp, Batum gibi şehirler, kültürel birlikteliğin devamının en güzel örneklerindendirler. 2015’e girmek üzereyken coğrafî bakımdan Anadolu’ya çok yakın bir dönem, Roma, Bizans, Memluklular, Timurlular ve en son Osmanlı idaresinde bulunan Beyrut’u ziyaret etme imkânı bulduk. Halil Cibran ve Fairuz ile bir dünya markası olan Beyrut, bugün ve belki bilinmeyen zamanlardan beri Ortadoğu’nun en önemli liman kenti olmuştur. Milattan önce Fenike şehir devletlerinden biri olan Beyrut, yılbaşında ılık havası, mis gibi Akdeniz kokusu ve yeme-içme tesisleri ile turistlerin tercihi oluyor. Hıristiyan Arapların hâkimiyetinin birçok bölgede hissedildiği şehir, 2006’daki İsrail-Lübnan Savaşı’nın yaralarını sarmış gibi görünüyor. Bir dönem Ortadoğu’nun Paris’i olarak lanse edilen şehrin Down Town bölgesi, doğrusu bugün Paris’ten daha konforlu ve şık tasarımları ile göz dolduruyor. Arap dünyasında ilk gazetelerin basıldığı Beyrut, bugün de yayınevleri ve matbaaları ile dikkat çekiyor. Osmanlı döneminde misyonerlerin Arap Hıristiyan nüfusu dolayısıyla büyük ilgi gösterdiği Beyrut’ta, 19. yüzyılda çok sayıda yabancı okul açılıyor. Bugün Protestanların açtığı Amerikan Üniversitesi, kampüsünün konumu, mimari güzelliği ve eğitimi ile Beyrut’a damgasını vurmuş. Beyrut’ta turistlerin ve bizlerin en çok ilgisini çekense, şüphesiz yeme-içme tesisleri oldu. Ermeni, Arap, Türk, Süryani gibi tüm Ortadoğu halklarının mutfaklarının meczedilmiş hali olan lokanta ve kafelerin olmazsa olmazı nargile, jellab ve fettuş. Akdeniz’in bereketli topraklarında yetişen sebze ve meyveler binlerce yıla dayanan yemek sırlarıyla birleşince ortaya muhteşem sofralar çıkıyor. Tıpkı Antakya gibi, Beyrut’a da gastronomi turizmi için gidilebilir. Beyrut Pigeon Kayaları... mart 2015 85 haberajanda Seyahat/ Beyrut Modern Beyrut... Baalbek Antik Kenti, M.Ö. 1100 senesinde Fenikeliler tarafından inşa edilmiş. Burada ilk göze çarpan, birbiri ardı sıra dizilmiş üç tapınak olması... Sosyal yapı itibariyle Ortadoğu’nun en karmaşık şehri olan Beyrut’ta kültürel bakımdan bir rahatlık ve hoşgörü olmasıyla birlikte, siyasî anlamda ciddi bir gerginlik var. Bazı gidilmez bölgeler, konuşulmaz konular mevcut. 1948’den beri ülkelerinden sürülen Filistinliler, Beyrut’un geçim sıkıntısı yaşayan, “tatlı hayat” yaşamayan, dışlanan zümresini oluşturuyor. Türkiye’den çeşitli insanî yardım kuruluşlarının el uzattığı kampların durumu içler acısı; Beyrut’un bir yüzü Paris’i dahi aşan bir lüks yaşarken, bir yüzü izah edilemez imkânsızlıklar içinde. Turistik bir gezi için gittiğimiz Beyrut’ta birçok eş dostla karşılaşmamızın yanı sıra Sadaka Taşı Derneği ile rastlaştık. Kış şartlarını göz önünde bulundurup Lübnan’daki Filistinlilere ve Türkmen kardeşlerimize battaniye ve çocuk botu getirmişler. Lübnan’ın Beyrut dışında kalan bölgelerini dernek temsilcileri ile gezme imkânı bul- 86 mart 2015 duk. Akdeniz’e kıyısı bulunan Sayda ve iç bölgelerde kalan Türkiye’de terör merkezi olarak bilinen Bekaa vadisi bunlardan başlıcaları idi. lamak mümkün. Beyrut’un kuzeyinde, Harissa’daki Hz. Meryem heykeli ve bölgedeki dinî kompleksin görkemi, özel bir gayreti gözler önüne seriyor. Seyyahlardan öğrendiğimize göre bir devir kumaşları ile ünlü olan Bekaa vadisi, bugün geri kalmış kırsal bir bölge görünümünde. Çeşitli yerlerinde göçebe Türkmenlerin olduğu bölgede Hıristiyanlar da oldukça etkililer. Hatta “Karayolunda camiden çok kilise vardı” dersek mübalağa etmeyiz. Tabiî bunu, Marunilerin varlıklarını dinî sembollerle sürdürme gayreti olarak yorum- Lübnan’ın bir vatan hüviyeti alması için gayret sarf eden Fairuz’un ve ondan epey önce göç edebiyatının temsilcisi kabul edilen Halil Cibran’ın evrensel sevgiye neden bu kadar vurgu yaptığını anlamak için Lübnan’da bir hafta kalmak yetiyor. Bu kadar farklı dinî ve etnik grubun bu kadar zorlu bir coğrafyada kardeşçe yaşaması, ancak sevginin gücüyle mümkün olabilir. haberajanda Analiz B U makalemizde Avrasya bölgesinde yürütülmüş olan Oryantalizm faaliyetleri kapsamında bir eserin önemli bir bölümünün değerlendirmesini yapacağız. Değerlendirmesi yapılan eserin ismi “Yevfimiy Aleksandroviç Malov- İdil Ural’da İslam Karşıtı Rus Misyon Siyaseti” olup, Fatma Şura Bahsi Saime Selenga Gökgöz [email protected] rafından kaleme alınmıştır. Kitap, Rusya’nın bölgesindeki toplumlara yönelik olarak uyguladığı asimilasyon ve misyonerlik politikasına önemli ölçüde ışık tutan bir eserdir. Rus Oryantalizmi üzerine bir eser değerlendirmesi MALOV’UN ALTINI çizdiği bir diğer husus ise, ateşle ve kılıçla yayılan İslam olarak tanımladığı İslam’ın yayılmasına engel olmak ve durdurmaktadır. Doğu’nun Mekke’si ve Oryantalizmin merkezi olarak kabul ettiği Kazan’ın Rus olmayanlara karşı üretilen ve uygulamaya geçirilen politikaların belirlenmesinde en güçlü sesidir o. Kazan’ı önemli kılan diğer bir unsur da doğusunun gayrı Ruslarını tanıma ve bilme, bununla birlikte disipliner olarak örgütlenme merkezi olmasıdır. Tatar köylerine bu amaçla seyahatler gerçekleştirmiştir (Gökgöz, 2007: 173). Hem Malov’un, hem de İl’minskiy’nin, Rus ve Tatarların birbirlerine yakınlaşması hedefleri vardır. Her iki toplumun birbirine yakınlaşması durumunda misyonerlik faaliyetlerinin daha rahat yapılacağı ve başarı sağlanacağı düşüncesi hâkim olmuştur. Eserde Rusya’nın Çarlık dönemindeki misyoner faaliyetleri esas alınmış olup, bu dönemin en etkin ismi Yevfimiy Aleksandroviç Malov’un misyonerlik faaliyeti kapsamındaki çalışmaları üzerinde durulmuştur. Bu çalışmamızda da eserin üçüncü bölümünü oluşturan İdil Ural’da Bir Rus-Ortodoks Misyoneri: Akademik Malov adlı kısmı değerlendirilecektir. Malov, Rus misyon faaliyetleri denildiğinde akla gelen önemli isimlerden biridir. Zira Rus misyonerliğini bilimsel bir zemine oturtmaya çalışmıştır. Misyonerlik faaliyetlerini Kazan merkezli yürüten Malov, özellikle Kazan’da misyoner örgütlenmenin oluşumunda ve bu örgütlenmenin eğitimi bağlamında çalışmalarda bulunmuştur. Bu bağlamda Malov, ölümüne kadar kaleme aldığı “Bir Misyonerin Notları” adı ile her gün günlükler tutmuştur. Etnografik özellik taşıyan bu misyoner seyahat notları ayrı bir önem taşımaktadır. Malov bu eserin bastırılması konusunda oldukça ısrarcı olmuştur. Bu isteğinin en önemli nedeni ise, Kazan’da nicelik ve nitelik olarak misyoner bilimleri ürünlerinin varlığını hissettirmektir (Gökgöz, 2007: 147). Malov, İlahiyat Akademisi’nde misyoner kürsülerinin ilgisiz kalması nedeniyle kürsü değiştirmiş ve çalışmalarını Kazan İlahiyat Akademisi’nde devam ettirmiştir. Burada- ki çalışmalarında Hıristiyanlaşmanın bir misyon tarihçisi olarak kilise ve manastır tarihlerini kaleme almış ve Hıristiyanlaştırmanın kurumsal yapılarını ve işleyişlerini ortaya koymuştur. Akademik Malov, misyoner faaliyetlerde akademik bağlamda, başka bir deyişle bir disiplin olarak gelişmemesini şiddetle eleştirmiş ve çalışmalarını bu doğrultuda gerçekleştirmiştir. Onun bakış açısından anlaşılan, bilimsel anlamda gelişemeyen misyonerlik politikaları sağlam bir zeminde ilerleyememektedir. Bu bağlamda Malov, misyonerlik faaliyetlerini bir disiplin olarak görmüştür. Öyle ki, ona göre tekil misyoner tecrübeleri toplamından genel geçer misyoner davranış biçim ve ilkelerini çıkarmak ve irdelemek, misyonerin değil, misyoner bilimcisinin vazifesidir (Gökgöz, 2007:152). Malov, misyonerlik faaliyetini yürütürken polemik edebiyata ya da polemik tarza önem vermiştir. Malov’un polemik tarzı apolojetik olmayıp, günlüklerinde yer aldığı gibi karşılıklı konuşma ve sohbet şeklinde, karşı tarafın bilgilerini adeta çürütme eğilimi içerisindeki bir tutum olarak tanımlanabilir. Bununla birlikte Malov, özellikle Tatarlara ve Çuvaşlara karşı misyonerlik kapsamında ilgi duymuş olup, Müslüman ve Kreşan Malov’un altını çizdiği bir diğer husus ise, ateşle ve kılıçla yayılan İslam olarak tanımladığı İslam’ın yayılmasına engel olmak ve durdurmaktadır. Doğu’nun Mekke’si ve Oryantalizmin merkezi olarak kabul ettiği Kazan’ın Rus olmayanlara karşı üretilen ve uygulamaya geçirilen politikaların belirlenmesinde en güçlü sesidir o. Kazan’ı önemli kılan diğer bir unsur da doğusunun gayrı Ruslarını tanıma ve bilme, bununla birlikte disipliner olarak örgütlenme merkezi olmasıdır (Gökgöz, 2007: 198). Malov’un misyonerlik faaliyeti kapsamında tercüme de önemli bir yer tutmaktadır. Bu bağlamda bütün dillerde İncil tercümesi yapılarak İncil’in yayılması amaçlanmıştır. Genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız eserin bu bölümünde Malov’un, Rus misyonerliği içinde fiilî olarak üstlendiği rol ve uygulanan misyonerlik faaliyetlerine karşı eleştirel yaklaşımı, yeni bir bakış açısı kazandırması, misyonerliği bilimsel bir zemine oturtma gayreti ve bu kapsamda yaptığı çalışmalar genel olarak değerlendirilmiştir. mart 2015 87 haberajanda Bilimkurgu Evin salonunda ailecek otururken ve durup dururken “Bir fikrim geldi!” deyiveriyor masumane bir tavırla cennet topları çocuklarımız. Doğru tabir bu işte! “Bir fikrim geldi!” ya da “Bir düşünce geldi kafama”… Tıpkı su sayacına giren borudan su gelmesi gibi... Suyun gelişiyle birlikte matematik canlanıyor; geleni santimetreküp ölçüsünce saymaya başlıyor ve seri halde musluğa yolluyor. Çocuklarınki de bu hesap; bir yerden -bir borudan, kablodan ya da buuttan- bir fikir geliyor, korteks sayacındaki aritmetik canlanıyor, ikiliği onluğa çeviriyor ve çocuk, o anda fark ediyor geleni ve ağzından –musluğundan- dışarı döküyor. Her aşaması doğru ve doğal o çocuk ki, yetişkin yaşlarına ulaşınca artık bir fikrinin geldiğini söylemiyor, “Bir şey düşündüm” diyor. “Bir fikrim geldi” ile “Bir şey düşündüm” arasındaki fark, insan ve Tanrı arasındaki fark kadar büyük. Kafatasındaki bir buçuk kiloluk yağ kitlesini mucize sanan Bizi gidi beyinsizler! 88 mart 2015 Ahmet Yozgat [email protected] Y AZIYA, başta kendim olmak üzere, -elçileri hariç tutaraktüm insanlara hakaret ederek başlamak, adab-ı muaşerete uymaz, biliyorum. Fakat yine de özür dilemiyorum Homo Erektus’tan. Yazının girizgâhı bu! >> Bir ağabeyim var, saygın biri. Adını bir türlü öğrenemediğim ve çoğunlukla hatırlayamadığım için “Üstat” deyip geçiştiriyorum. Böylece hem onu prestijli bir yere oturtuyor, hem de kendi “hımbıllığı”mı örtbas edip komik olmaktan kurtuluyorum. Böylesini size de öneririm, zira iyi bir yöntem. Az buz değil, altı aydan beri tanıdığım Üstat’la kısa ve ayaküstü kaçamak sohbetler ettiğimiz oluyor. Buna rağmen birbirimizin farkındayız, sıklet anlamında yani. Zira ekran karşısında seyircisiyiz TV programlarımızın. Yani ayaküstü konuşsak da beyin muhteviyatımızı biliyoruz. Bu sebeple karşılıklı konuşmalarımız da “mor ötesi”. Son kaçamaklarımızdan birinde, laf arasında bir şey söyledi ya da sordu bana Üstat: “İnsanın beyinsel birikimi ölünce yok oluyor, yazık değil mi?” Bu hayıflanması ile Üstat şöyle demeye getiriyor: Bilgi birikimi çizgi üstü bir bilgin veya arifan irfanını haiz bir bilge, yaşadığı uzun yıllar ve üstün zekâsı nedeniyle onca “data”nın sahibi olmuşken, bir bakıyorsunuz, belki bir kaza sebebiyle birdenbire dükkânı kapatıyor ve çokça eğitim, araştırma ve çaba nedeniyle, üstelik ciddi bir harcama yapılarak biriktirdiği bilgi koleksiyonunu da sonlandırmış oluyor. Yakınları gömüyorlar onu ve böylece şahsî bilgisinin deposu olan beynini de toprağa teslim ederek elden çıkarıyorlar. Ne kadar yazık! Bu depodaki bilgi ve bilgeliği ölüm anında ele geçirmenin ya da kopyalayıp almanın imkânı yok mu? Mesela kalp, böbrek, karaciğer gibi organların nakli yapılıyor da neden beyin nakli yapılmıyor? Ya da böyle bir nakil mümkün mü? Evet, bizim Üstat aşağı yukarı böyle demeye getiriyor. İlginç değil mi? Doğal olarak böyle düşünüp söylerken masasının üzeri de boş değil, bilgisayarı var. Yani meslekî bilgisini depoladığı cihaz da ona bakıyor, mart 2015 89 haberajanda Bilimkurgu hatta böyle düşünmesine sebep oluyor. Zira o plastik depodaki bilgiyi sık sık kopyalıyor, yedekliyor ve koruyor. Bununla kalmıyor, cihaz ihtiyarlayıp da değişme zamanı gelince, Üstat plastik deponun tamamını yeni makinesine yükleyerek kaldığı yerden devam ediyor işine. Eskiyen bilgisayarını da bir nevi mezarcı sayılabilecek hurdacıya veriyor beyni boşaltılmış bir naylon ve bakır kablo yığını olarak. Sonra da dönüp bana soruyor: “İnsanın beynindeki bilgiyi ölmeden evvel kopyalayıp almanın imkânı yok mu?” Üstadın ilginç merakını giderememiştim o gün, çünkü zamanım dardı. Şimdi geniş olan zamanı kullanarak, bu makale bizim Üstada cevap olsun diye kaleme alınıyor. Önce bir tövbe Beyin… Konuyla ilgili olanlar, bir muamma olduğundan söz ederek giriyorlar beyin konusuna. Sonra da anlat baba anlat, bitmiyor bir türlü! Her gün yeni bir fonksiyonu keşfediliyor kafatasımızdaki misafirin. Bilgisayarın soyut kayıt depoları olur da insanın olmaz mı? Elbette olmalı! İnsanoğlunun server kaydı uyku esnasında yapılıyor. Zira beyin dediğimiz organ en çok geceleyin çalıştığı için, canlılar uyuyor, bedensel motor faaliyetleri neredeyse sıfırlanıyor ve vücut, enerjisini beyne teksif ediyor. Beyin bu esnada o kadar çok enerjiye ihtiyaç duyuyor ki, bu kapasitedeki enerjinin üretimi için uyku yetmiyor, ilaveten “iki seksen yatmak” gerekiyor. Çünkü kalp, yatar haldeyken kendisini kafayla yatay düzleme konuşlandırarak hayat suyunu beyne en kolay pompalayacağı konuma getiriyor. Merhum Halûk Nurbaki Hoca, otuz yıl kadar önce 300 sayfalık kitabını kaleme alıyor “Beyin Mucizesi” adıyla. Belki de 25 yıl evvel girmişti dünyasına bu kitap ve epey etkilemişti fakiri. O kadar ki, beynin ne menem bir şey olduğunu anlatmak için şöyle densiz bir cümle kurduğumu hatırlıyorum sözün beyinden açıldığı meclislerde: “Yaratan, insanoğluna yeryüzünde tapınacak bir nesne bulmasını emretseydi, ben beynime perestiş ederdim.” Haşa! Bu yazıyı biraz da bu cümlenin günahından kurtulmak dileğiyle yazıyorum. Çünkü söz konusu tümcenin ne berbat bir densizlik olduğunu zamanla anlamış bulunuyorum. Hatta samimiyetine inandığım Nurbaki Hoca’nın “Beyin Mucizesi”ni yazmış olmasından üzüntü duyarak… Yanlış anlaşılmasın, “Hoca kitabı yazmasaydı” demiyorum, takılmam “adına”. Yani “Beyin Mucizesi” diyeceğine “Beynin Hususiyetleri” gibi bir isim koyabilirdi mesela. Gelin, burada yazının başlığına bir kez daha göz atalım: “Kafatasındaki Bir Buçuk Kiloluk Yağ Kitlesini Mucize Sanan”… “Sanma” yanılgısına zaman zaman hepimiz düşeriz. Mesela kalp hususunda… Göğsümüzün ortasında bir saat gibi çalışan hayatî organ, hepimize göre gövdenin en önemli ayrıntısıdır; tıpkı “mucize” gibi. Oysa kalbin pompalamakla mükellef olduğu kanın, ondan daha olağanüstü olduğu su götürmez bir hakikat; tıpkı kanın, iletildiği minnacık vücut ayrıntısı sayılabilecek hücreden daha geride kaldığı gibi -önem açısından-… Aynı bu örnekte olduğu üzere, beyin de bir bakıma içinden kan gibi akıp geçen düşünceden daha mühim sayılmaz kanaatimizce. O halde mucize olan düşünce midir? Hayır, öyle demek istemedim. Tıpkı kanın hücreden geride kaldığı gibi, düşünce de önem açısından “düşünce kaynağı”ndan sonra gelir. Öyleyse nedir düşün kaynağı, düş hücresi, düşünce ardiyesi? Kaza ve kader kodlamaları Her ne kadar bu organa “beyin” diyorsak da, bütün vücudumuz bir beyin sayılabilir aslında. Örneğin her hücre, ciltler dolusu bilgiyi taşıyor gizli hazinesinde. Üstelik bu bilgi muhtevası hücreden hücreye farklılaşmıyor. Yani hücrelere bölünmüş bilgiler birbirini tamamlayarak bizi oluşturmuyor. Her 90 mart 2015 Ahmet Yozgat hücre ayrı bir biz… Solucanı bilirsiniz, vücudu boğum boğumdur. İşte bu boğum boğum oluş, o pembe et yığınının en önemli hususiyeti. Yani solucanın boğumlarından biri kopsa, o kopan parça, hayvanın diğer benzeri olarak hayatiyetini sürdürüyor. Zira her boğum, bütün solucanın “biyokozmik bilgi”sini havi. Bu bilgi bir kader bilgisi, kaza bilgisi değil. Yani kozmik âlemde şahsı remzeden, ikilik sayma sistemiyle toplulaştırılmış dijital matematik… Söz konusu dijital matematiğin kozmik âlemden madde âlemine çıkışı, ikilik sayma sistemiyle oluşturulmuş sayısal şifrelerin bir tuşla, yani “Kun!” emriyle onluk sayma sistemine çevrilmesinden başka bir şey değil. Tabiî ölüm de onluk sistemden tekrar ikilik sisteme döndürülmesidir insanın. İkilik sayma sistemi, onun aritmetik dili; onluk sayma sistemi ise geometri, hepsi bu! Neyse, konuyu dallandırmayalım ve dönelim kader ve kaza kodlamalarına. Hani bilgisayar hard diskleri iki sektöre ayrılır ya… Birinin etiketi C, diğerinin ki herhangi bir harf, mesela A… En azından benim cihazımdaki sektör adları böyle. Bildiğiniz gibi C’deki kayıtlar standart ve cihazla beraber geliyor. Buna karşılık cihaz yeni, yani sıfır şeklindeyken, A sektörü boş vaziyette, sahibinin üzerinde işlem yapmasını bekliyor. Makine satın alındıktan sonra, sahibinin yaptığı her işlem A üzerinde oluyor; işlemin ön kaydı da orada ve üstelik ayrı ayrı dosyalar şeklinde. Çalışma tamam olduktan sonra kayda gönderilen dosyalar, aynı zamanda onluk sistemden ikilik sayma sistemine rücu ediyor. Onluk sistem sahnesinde görünür ya da bir nevi göreceli somutluğun üç boyutunda olan şeylerin kaydı, bir başka âleme, mana âlemine ya da soyut boyuta, gerçek şekliyle görünmezlik matematiğine dönüyor. Dönelim insana… Yekpare bir bilgi ardiyesi olan insanın “Ben” dediği kısım, yani A o kadar küçük ki, geometrik olarak topaklasanız bir nohut iriliğindeki yağlı bir küre kadar ve adı da “korteks”. Onun dışında kalan devasa vücut geometrisi ise “Bana ait olmayan ben” diye tarif edilebilir; yani C sektörü… C sektörü, parmak ucundan kıl dibine kadar her noktayı kapsıyor ve otomatik bir çalışma hayatına sahip. Bu devasa sektörün otomasyonunda olup biteni değil, bir kısmını hayata geçirmeye kalksak, şehirler genişliğinde fabrikalar kurmamız lazımdır herhalde -hem de kimyadan inşaat malzemesi üretenine, enerjiden, matbaasına kadar-. Tabiî bunca fabrikanın işleyişini sağlayacak dev ebattaki bilgisayar ünitelerine de ihtiyaç duyulacaktı o vakit. Peki, bu bilgisayarların günlük faaliyetleri içerisinde kullandıkları bilgi ve matematiğin kâğıtlara çıktıları alınsaydı kaç top kâğıt kullanılacaktı dersiniz? Bir top, iki top? Ne topu, “Kaç tır?” demek daha doğru olur bu sorunun cevabı olarak. Peki, bunca bilgiyi işleyen vücuda neden beyin denilmiyor? Zira beyin denilmesini hak etmiyor da ondan. Bir soru daha: Korteks adı verdiğimiz ve topaklandığında bir nohut tanesi kadarcık zarın içinde iki yumruk büyüklüğündeki beyin ne kadar aritmetik kullanıyor bir günde? Vallahi bu akışın çıktısı alınsa, dünyanın ormanlarından üretilen milyonlarca ton kâğıt, herhalde bir insan ömrünün matematik tarifini yazmaya yetmezdi. “Bunca aritmetiği beynin ortalama 50 milyar olan hücre çipleri kaldırır mı?” sorusunun cevabı elbette “Hayır!”dır. O halde? Dedik ya yukarıda, beyin bunca sayısalı ne kendisi üretiyor, ne de kayıt yapıyor. Beyin, sadece bir su borusu ya da su saati gibi içinden su geçiriyor; yani bilgi akışını sağlıyor ve bir dijital dönüştürücü gibi ikilik sayma kombinasyonlarını onluk sayma sistemine aktarıyor. Göz, kulak ve deri başta olmak üzere, beş duyusuyla tespit ettiği bilgi ve görgüsünü onluk sistemden ikilik sisteme aktardıktan sonra sıkıştırarak komşu ardiyelere, emanete veriyor. İşte işi bu! Yani onun içi bomboş… “Olamaz!” Oluyor işte! Dönelim başa... “Bizi gidi beyinsizler!” idi değil mi yazını başlığı? Evet, tam da böyleyiz düşününce; tıpkı 4-5 litrelik kanımızı damarlar aracılığıyla hücrelerimizde tutan kalbimizin toplam kan kapasitesinin bir bardağı bile dolduramayışı gibi. Oysa “kan” deyince aklına kalp geliyor insanoğlunun; tıpkı “düşünce ve bilgi” deyince beynin geldiği gibi. Oysa beynin düşünce kapasitesi “korteks zarıyla sınırlı”. Bu durumda beyin, beyin değil; insanlar da beyinli sayılmazlar. Yani… Bizi gidi beyinsizler! Evin salonunda ailecek otururken ve durup dururken “Bir fikrim geldi!” deyiveriyor masumane bir tavırla cennet topları çocuklarımız. Doğru tabir bu işte! “Bir fikrim geldi!” ya da “Bir düşünce geldi kafama”… Tıpkı su sayacına giren borudan su gelmesi gibi... Suyun gelişiyle birlikte matematik canlanıyor; geleni santimetreküp ölçüsünce saymaya başlıyor ve seri halde musluğa yolluyor. Çocuklarınki de bu hesap; bir yerden -bir borudan, kablodan ya da buuttan- bir fikir geliyor, korteks sayacındaki aritmetik canlanıyor, ikiliği onluğa çeviriyor ve çocuk, o anda fark ediyor geleni ve ağzından – musluğundan- dışarı döküyor. Her aşaması doğru ve doğal o çocuk ki, yetişkin yaşlarına ulaşınca artık bir fikrinin geldiğini söylemiyor, “Bir şey düşündüm” diyor. “Bir fikrim geldi” ile “Bir şey düşündüm” arasındaki fark, insan ve Tanrı arasındaki fark kadar büyük. Bu iki anlatımda bir fikri gelen insan, kâinattaki aritmetik akışın farkında olan bir cüz; ancak “Ben düşündüm” diyen ise tanrılığa özenmiş olan bir densiz. Densizliğinin yanı sıra, cahilin de ağababası. Zira evrendeki aritmetik sirkülasyonun kırıntılarından bile haberi yok. O, kendisine ait sayısal kombinasyonları ve o kombinasyonların geometrik çevrimini kendisinin bulduğunu, hatta yarattığını zannediyor. Bu zandır ki, onu evrenin dilinin iki işareti olan “sıfır”ı red, “bir”i de kendisi saymaya götürüyor. Ancak bunun imkânı yok! Zira o solda sıfır! Sağda sıfır olmanınsa bir tek yolu var: Fikri gelen çocuk gibi masum ve mazlum, iddiasız ve mütevazı olmak… Onun da çocuk gibi olması gerekir ki doğru yerde duruyor olsun. Yoksa… İşte bu! Solda sıfır olduğu halde sağda sıfır sahibi olduğunu sanan insan soruyor “Ölmeden önce insandaki bilgi birikimini yedekleyip daha sonra kullanma olanağı yok mu?” diye. Var! İnsanın beyninden geçen her düşüncenin ve yine insanın ürettiği her davranışın sayısal yedeğinin alındığı bir yer var. Ancak orası, kişinin kendi beyni değil. Zira yukarıda söylendiği gibi, eğer insanın soyut ve somut dijitalitesi beynin bizatihi kendisinde depolansaydı, o beyin -haydi bir günde demeyelim ama- birkaç günde dolar ve insan tıkanıp kalırdı -tıpkı demiryollarını takiben gelen trenlerin istasyonda park etmesi durumunda sistemin bir anda felç olacağı gibi-. Fakat garlardaki işleyişin devamlılığı sistematik sirkülasyonla sağlanıyor ve trenler mart 2015 91 haberajanda Bilimkurgu ranları bu dünyayı remzediyor, hem de “Ben” dediğimiz halimizle. Yani bilgisayardaki bilgileri sayan, bizatihi ekranın kendisi… “Hard disk” denilen kısımsa, ekranda olup biteni saklayan matematik deposu… Tekraren söyleyelim: Hard disk, ikilik sayma garajı; monitör ise onluk saymanın hareket alanı… Bu teknolojik alete göre “Ben” monitör, hard disk değil. Hard disk, “monitör ben”de olup bitenin kaydedildiği çevre/ etraf… Aynı zamanda bu, sadece ihraç yoluyla kaydın yapıldığı çevre ardiye değil, ithal yöntemiyle fikrin ithal edildiği kaynak olarak görev yapıyor. İthal edilen düşünce ya da soyut bilgi, ekran dünyasında aritmetikten geometriye dönüşerek kendi hayatını yaşamaya başlıyor. Önce nokta olarak şekilleniyor; noktalar çizgileri, çizgiler yüzeyleri, yüzeyler üç boyutlu geometrik ya da “geoantimetrik” şekilleri, şekiller resimleri oluşturuyor. Bu resimler de animasyonel farklılaşmaya dönüşürken katlana katlana büyüyor. Sonra serüvenini, bir bakıma ömrünü tamamlayan animasyon, basılan kayıt butonunun komutuyla tekrar aritmetiğe dönüşüp depoya yollanıyor. Bilgisayarlar için depo, sadece bir hard disk değil elbette. Onun etrafı geniş; CD’ler, DVD’ler, flaş bellekler de çevredeki depolama üniteleri olarak göreve dâhil oluyorlar. Birbirine hep karıştırılır şu iki kavram: “Can” ve “ruh”… Hatta sözlükler, “Aynı şeyin Türkçesi ve Arapçası” diye kaydeder bu iki sözcüğü. Aslında aynı şey değildirler. Kanaatimizce “can”, kâinat denen akıl almaz dolulukta yaratılmış aritmetik data içerisinden kader ölçüşünce ithal edilen kısmın “ömür ekranı”nda ve geometrik somutlukta görünür hale geldiği “an”dır. “An” diyorum üstüne basa basa. Zira gerçekten de “enerjik aritmetiğin” soyutluğunun geometrik somutluğa geçmesi saniyelerle bile ölçülemez; tıpkı bir kabloyla gelen elektriğin ampul içerisinde anlık ışıması gibi... İşte bu ışıma, bir nevi dijital ya da enerjik canlanma halidir ve hayatla mematı aynı anda yaşar. Yani çakar ve söner ya da yaşar ve ölür. Ancak insan, ışığı sürekli hisseder. Zira çakma ve sönme o kadar sıklıkla olur ki, aradaki ölüm ya da karanlık hissedilmez bile. ya yola diğer uçtan devam ediyor ya da gar dışındaki bir alan depo ediliyor. İşte beyindeki durum da onun bir benzeri! Yani beyin bir istasyon, düşünce de tren… Soyut katar geliyor ve geçiyor; hatıraya dönüşenler ise etrafta depolanıyor. 92 mart 2015 “Etraf ” nere peki? “Bunu bana sormayın! Masanızın üzerinde duran, çok sevdiğiniz bilgisayarınıza bakın” diyeceğim, ancak terbiyem engelliyor. O halde birlikte bakalım teknolojiye. Benzetmede hata olmaz; bilgisayar ek- Gözle görülmeyen âlemlerde de kayıt ünitelerine sahip monitörün dünyası. Mesela siber âlemin e-posta kutuları, gelen düşünceleri, bilgi ve hatıraları saklamakla görevli. Daha büyük data için arama motorlarının ekstra diskleri mevcut… Bunların dışında hususi siteler de birer bilgi hangarı gibi iş yapıyor. Bloklar da genel siteler konumunda. Bunların dışında Facebook, Twitter ve Youtube gibi paylaşım platformlarında milyonlarca bilgisayarın emanet rafları mevcut. Tabiî bütün bunlar devasa boyutlardaki “server” adı verilen merkezî hard diskte istifleniyor. Gelelim insana… Doğal olarak insanın ürettiği düşünce ve aritmetik hatıralara dönüştürülmüş olan bilgi yığını, evvela kendi vücudunun uygun boşluklarında depolanıyor. Kendi vücudu, insan için bilgisayarın kablolarla bağlı hard diski gibi vazife icra ediyor. Sonra... Sonrasına geçmeden önce, iki adet başka konuyu araya “depolamak” istiyorum. Bir Uzakdoğu kavramı olan “aura”nın ne anla- Ahmet Yozgat ma geldiğini biliyorsunuz; uzmanlar, insan aurasının her yana ortalama 25 metre kadar genişlediğini söylüyorlar. Yani kişi, çapı 50 metre olan bir kürenin içindeymiş gibi yaşıyor. Bu bağlamda insan bir süre herhangi bir yerde beklediğinde, orada bir “dijital yuva” husule getiriyor. Konunun uzmanları, kişi oturduğu yerden kalkıp gitse de belli bir süre orada, tıpkı kendi şekil hacmince bir “enerji kovanı” bıraktığını söylüyorlar. Daha sonra bu kovan usul usul siliniyormuş. Siliniyor mu, yoksa o ortamın rengine mi dönüşüyor, orası kesin değil. Gelelim araya depolayacağım ikinci şeye: Kirlian fotoğrafçılığını biliyorsunuz; yaklaşık 100 yıl evvel bulunan bu fototeknik, en basit tarifiyle “enerjinin resmini çekmek” demek oluyor. Bu teknikle çekilen insan resimlerinde, kişiden çevreye yayılan enerji, haleler biçiminde karta tab edilebiliyor, hem de rengârenk. İşte Kirlian tekniğiyle tespit edilen bu bedensel fışkırmalar, insanın ürettiği bilginin etraftaki haricî hard disklere “bio-bluetooth” yöntemiyle transfer anı olsa gerek… Peki, nereye transfer? Tabiî ki aura küresine... Yani kürenin içinde bulunan ve kapasite boşluğu olan her şeye; öncelikle atmosferi dolduran gaz atomlarına, hidrojene, oksijene, karbondioksite, daha sonra toprağa, taşa, kayaya... Bu saydıklarımız, bilgisayar teknolojisindeki CD, DVD, flash bellek ve sair eşyaya denk geliyor. Bilgisayarın soyut kayıt depoları olur da insanın olmaz mı? Elbette olmalı! İnsanoğlunun server kaydı uyku esnasında yapılıyor. Zira beyin dediğimiz organ en çok geceleyin çalıştığı için, canlılar uyuyor, bedensel motor faaliyetleri neredeyse sıfırlanıyor ve vücut, enerjisini beyne teksif ediyor. Beyin bu esnada o kadar çok enerjiye ihtiyaç duyuyor ki, bu kapasitedeki enerjinin üretimi için uyku yetmiyor, ilaveten “iki seksen yatmak” gerekiyor. Çünkü kalp, yatar haldeyken kendisini kafayla yatay düzleme konuşlandırarak hayat suyunu beyne en kolay pompalayacağı konuma getiriyor. Beyin, beden uyurken gün boyu etrafına kaydettiği tüm aritmetiği tekraren absorbe edip soyut âleme akıtıyor. Söz konusu o âlemde her insanın, kendi ismi ile etiketlenen bir hususî sitesi olsa gerek. “Astral beden” de denilen ve en yoğun enerjiden oluşan ve de tıpkı sahibine benzeyen bu depoya “periferi” diyenler de var, “ruh” diyenler de. Her neyse… Bu arada “Teolojik kaydediciler olarak bilinen ve melek diye tarif edilen Kiramen Katibin’in görevi nedir?” diye soracak olunursa, cevap olarak “Tasnif etmek”, en basit tarif oluyor. Yani vücudun ürettiği her şeyin dijital aritmetikte sıfırın üstünü ve altını, yani negatif ve pozitif datayı ayırt etmek ve ayrı alanlarda tanzim etmek de onlara kalıyor herhalde. Tekrar başa dönelim… Üstat, “İnsanın total bilgisinin yaşlanan bedeniyle birlikte ölüme ve bağlı olarak toprağa terk edilmesi reva mı?” diye sormuştu, buradan anlıyoruz ki terk edilmiyor, depolanıyor. Üstat yine soruyor: “Hayat boyu oluşturulan bu datayı depolasak ve sahibi göçse bile birikimini bu dünya için kullanmaya devam etsek?” Hım! Maalesef Üstat, kanaatimizce bu mümkün değil. Örnekleyelim… Altın yumurtlayan tavuğu kessek de karnındaki yumurtaları bir seferde hasat edip zengin olsak ne güzel olurdu, değil mi? Ancak şu malum hikâyeden dolayı sizin de bildiğiniz gibi bunun da mümkünatı yok. Açgözlülüğümüzün neticesinde, kesilen tavuktan elimize geçen bir altın yumurtalar hazinesi olamaz, sadece son yumurtanın birkaç hammadde kırıntısı olabilir. Çünkü tavuğun yumurta organı, bir altın madeni değil, gelip geçici bir güzergâh gibi işlem gören üç boyutlu bir yazıcı sayılır. Her yumurtanın matematiği ayrı zamanlarda ulaşıyor yazıcıya. Yazıcı da kendisine gelen matematiği geometrik somutluk olarak yazıyor ve döküyor, hepsi bu! Son söz: “O, her an diriltir, her an öldürür” Birbirine hep karıştırılır şu iki kavram: “Can” ve “ruh”… Hatta sözlükler, “Aynı şeyin Türkçesi ve Arapçası” diye kaydeder bu iki sözcüğü. Aslında aynı şey değildirler. Kanaatimizce “can”, kâinat denen akıl almaz dolulukta yaratılmış aritmetik data içerisinden kader ölçüşünce ithal edilen kısmın “ömür ekranı”nda ve geometrik somutlukta görünür hale geldiği “an”dır. “An” diyorum üstüne basa basa. Zira gerçekten de “enerjik aritmetiğin” soyutluğunun geometrik somutluğa geçmesi saniyelerle bile ölçülemez; tıpkı bir kabloyla gelen elektriğin ampul içerisinde anlık ışıması gibi... İşte bu ışıma, bir nevi dijital ya da enerjik canlanma halidir ve hayatla mematı aynı anda yaşar. Yani çakar ve söner ya da yaşar ve ölür. Ancak insan, ışığı sürekli hisseder. Zira çakma ve sönme o kadar sıklıkla olur ki, aradaki ölüm ya da karanlık hissedilmez bile. İnsan da tıpkı bir ampulün ışıması gibi an içinde ölür ve dirilir; her an tekrar tekrar yaratılır. Böylece Hazreti Hâlık’ın yaratma/halk etme sıfatı kesintisiz devam eder. Ölümden sonra da ruh üzerinde kendini hissettirir ilahî tasarruf, ama nasıl olduğunu bilmiyorum. Bildiğimi sandığım, anlık hayatın içinde barındırdığı bilinç, ruh olsa gerek. Tekraren, “Can ‘bilgi’, ruh ise ‘bilinç’tir” diyebiliriz. Can çıktığı anda bilgi akışı durmuş, bilinç farkındalığı da tamamlanmıştır. Hayatla ölüm arasında ne bilgi akışı vardır, ne de bilgi çıkışı; tıpkı ekranın donması gibi geride buz kesmiş bir beden bırakır bu heyecan verici somut soyut ilişkisi. Nasıl ki ekranda donmuş resim seyirci cephesinde bir anlam ifade etmiyorsa, insan cesedi de manasız bir çamur heykel gibidir. Bu yüzden toprağa tevdi edilir ki etrafı kirletmesin. Üstadın, ölünün bilgi birikimini soğurmak ve tekraren kullanmak üzerine fikir üretmesi beyhude bir çaba gibi geliyor fakire. Lakin onun amatör kaygılarla çözüm aramaya uğraştığı bu husus, sadece kendisini meşgul etmiyor, başkaları da bu konunun üzerinde. Hatta bu uğurda milyarlarca doların harcandığı da bir gerçek… Ancak demek istediğim bu değil. Bir grup “öteki dünya korkakları”, önemli bir projeye milyonlar yatıyorlar. Projenin adı “Avatar”. Projenin sahiplerinin amacı ise, bizim üstat misali, “Yazık! Onca emek ve parayla oluşturulan bilgi ve tecrübe ölmesin” durumunda değiller, ölmemenin peşindeler. Ölme kıvamına gelmiş vücutlarından çıkıp bir başka “bio-ünite”de ölümsüz olmak arzusuyla harcıyorlar milyarlarını. Belki fırsat bulursak “Avatar Projesi”nden yola çıkıp ölümsüzlük mevzuunu da yazmak niyetindeyiz. Bu yazıda ancak bu genişlikte oynayabiliyoruz, yerimiz dar. Ha bitirmeden… Geçen asrın önemli düşünür ve şairlerinden Necip Fazıl da konuyla ilgilenmiş olmalı ki, “Bir Adam Yaratmak” adlı tiyatro oyununu kaleme almıştı. O oyunun konusu da aynı böyle bir şeydi hatırladığım kadarıyla. Yazıyı her zaman olduğu üzere, “Allahualem!” diye bitirmek geleneğimize uyarak noktayı koyuyoruz. mart 2015 93 haberajanda Toplum Ayşe Yaşar Umutlu [email protected] Aristoteles’in Mimesis kuramında bir ifadesi vardır: “Sanatçı sadece olanı değil, olabilir olanı da yansıtmalıdır.” Oldukça önemli bir önermedir bu! Bunu medeniyet ve mimari alanına uyarladığımızı düşünelim; zira bir medeniyetin yapabileceklerine, hatta yansıtabileceklerine dair en uygun sanat alanı mimaridir sanırım. Böylece toplum, kendi dilinde bir ideal dünya tasarımını arz edebilmelidir. 94 mart 2015 Estetiksiz, felsef D EĞERLER felsefesi, bir diğer adıyla aksiyoloji, “değer” ve “bilim” kelimelerinin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Ayrıca etik ve estetik olmak üzere ifade edilir. Daha önceki yazılarda değindiğimiz gibi etik, insanların ahlaki değerlerini sorgular; bu, siyaset felsefesinin de temelidir. Bu yazımızın konusu olan estetik ise, neyin güzel olduğuyla ilgilenirken, sadece bireyin değil, toplum ve medeniyetin de algısındaki güzelin ne olduğunu sorgular. Dolayısıyla siyaset ve ahlakla da bağları vardır. Bu yazımızda, “Bir medeniyetin bilinçli bir estetik kaygısı ve dolayısıyla bir estetik felsefesi olmalı mıdır?” fikrini sorgulayaca- ğız. Yenilenen medeniyetin güçlü temellere dayanması hedeflenerek, yapılan inşada gerçekten bir estetik aranması şart mıdır, ön- celikler arasında mıdır? Değilse, hangi prensiplerden sonra yer almalıdır? İşte bu soruları düşünelim istiyorum. Hatırlayacağınız gibi, felsefe tarihi açısından insanlığın peşinden koştuğu temel değerler, hakikat veya doğruluk, iyilik ve güzellik olarak ifade edilebiliyor. “Hakikat” epistemoloji ve bilim felsefesinde irdelenirken, “iyilik” etik alanında, “güzellik” ise estetik felsefesinde irdelenmiştir. “Güzel ve iyi arasında doğrudan esiz medeniyetsizlik bağlantı kuran ilk akla gelebilecek filozoflar Sokrates, Platon, Aristoteles, Descartes ve Kant’tır” diyebiliriz. Dolayısıyla çoğu filozofun yaklaşımına göre, hakikat ve doğru olarak kabul ettiğimiz ilkelerin ve iyi olarak ortaya koyduğumuz tavırların estetik tutumumuzda oldukça etkili olduğunu düşünebiliriz. Resim, heykel, mimari, müzik, edebiyat, tiyatro, sinema, fotoğraf gibi birçok dalları olan sanatı bu tavırlarımızla şekillendiririz. Bu nedenle herhangi bir medeniyetin eserlerinde estetik bir kaygı olup olmadığını, sergilediği denge, oran, bütünlük ve birlik gibi özelliklerinden tahmin edebiliriz. Aslında genel olarak bireyin estetik tavrında bir çıkar gözetmemesi ve başka bir amaca hizmet etmesi için estetik anlayışını araç olarak kullanmaması beklenir. Fakat bir medeniyet için bütün olarak ortaya koyulan eserler, o medeniyetin itibarı için bir fayda yahut çıkara hizmet eder. Çünkü bu estetik tavır, dış dünya için bir anlam ifade etmektedir. Bu anlamda medeniyetin ilerlemişliği ve büyüklüğü, o medeniyete dair bir yargıya hizmet eder. Dolayısıyla estetik yargı şeklinde ortak bir ifade bulunabilir. Örneğin Mimar Sinan mimarisinin estetik anlamda ihtişam ve zekâ hissi vermesine itiraz eden bir medeniyetin olmaması da bunun bir delilidir. Doğrudan doğruya ve esas itibari ile verdiği izlenim, ortak bir biçimde “güzel” olarak ifade edilmiş, klasikleşmiş ve mutlak bir estetik arz etmiştir. Her ne kadar Mimar Sinan’ın eserlerini inceleyen bir Hıristiyan ile Müslüman arasındaki hissiyatın derecesi aynı olmayıp görecelik kazansa da eseri güzel olmaktan çıkaran bir olgu yoktur. Rehber mekanizma: Estetik tasnif Estetik felsefesi bağlamında sanatın dışavurumcu etkisini öne çıkarırsak, bir medeniyeti medeniyet yapan unsurlardan birinin de sanat ve mimarisindeki başarı olduğunun inkârı mümkün değildir. Özellikle mimarinin bu konudaki en belirgin dal olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Medeniyetin özgün olup olmadığı, hatta özgür olup olmadığı dahi estetik anlamda dışa vurduğu eserlerde büyük çapta önem kazandırır. Bilhassa mimari yapıların ne kadar kompleks düzenlendiği ya da organizasyonunun estetik bir anlam ifade edip etmediği, belli bir forma ve biçime tâbi olup olmadığı ile tasnif edilebilir. Toplumların değişimleri, dönüşümleri ve yeniliklere rehberlik etmeleri için de kullanılabildikleri estetik materyallerin bir gerçeklik olduğu unutulmamalıdır. İdeal bir düzen yahut beklenilen bir nizamı yansıtan eserler, toplumu da bilinçlendirerek gerçekleştirilen bir görünüme çaba göstermek demektir. Daha sonra o medeniyete estetiksel ve kültürel değer bağlamındaki statüyü dünya verecektir. İşte müdahale edemeyeceğiniz alan budur! Fakat demem o ki, estetik anlamda evrensel bir yargı ve beğeni mekanizmasına etki edilebileceğini düşünenlerle aynı fikirdeyim, güzelliğin de kavramak ve akılla ilişkisi olduğuna katılıyorum. Mesela ahenkli ve düzenli bir şehir görüntüsü vermek, sadece insana değil, topluma, hatta yaşayan diğer canlılara karşı da sorumluluk hissi taşıyan bir mimari biçim ortaya koymak, mutlak bir güzellik anlayışı olarak pekâlâ adlandırılabilir. Fakat bu alana etki eden unsurların içinde siyasî, ekonomik ve dinî sistemlerin kurduğu kurumsal yapıların düzen ve ahenge dair kabulleri nasıl yönetilebilir? İyiye ve güzele dönük bir ilginin ortaya konabilmesi, tutarlı ve istikrarlı bir toplum inşa edebilmeye bağlıdır. Kültürler, toplumun tüm sembollerinde estetik yargı sayesinde tecelli ederler. Hassasiyet ve mensubiyetinin ne olduğunun en belirgin göstergesi de sanat ve mimarideki ürünleridir. Bu, aidiyet cihetinin aynasıdır. Bir estetik felsefe kaygısı olmayan medeniyetlerin hassasiyeti, mensubiyeti ve aidiyeti de kaygısız, özensiz görünüm arz ederler ki etmektedirler de. Eserler, medeniyetleri meşrulaştıran araçlardandır. Tüm bunların yanında, siyasî otoritelerde genellikle ekonomik tavır, estetik tavrın daima önündedir. İnşa edilen her yeni kurum binası, alışveriş merkezi, oteller, yerleşim konutları vb. ürün, toplum ve siyasî iktidara sağlayacağı ekonomik fayda ve çıkar bağlamında görülür. Estetik tavrın en çok hissedildiği yerler, daha ziyade kutsal mekânlar, mabetler, camiler, kiliseler ve benzeri yerlerdir. Fakat çağdaş kutsal mekânlarda bile bu estetik tavrın yitirilmeye başladığı söylenebilir. Enteresandır, global bir endişe olarak çevre korumacılığının uyandırılmasına yönelik yürütülen programlar, yeni yerleşim yerlerinde pekâlâ etkili olduğu gözlemlenebiliyorlar. Artık yerel yönetimler, çeşitli yasal düzenlemeler ve yaptırım güçleri ile yeni yapılan konutlara peyzajı zorunlu kılabiliyorlar. (Bu örnekleri çoğaltabiliriz.) Mesele şudur ki, estetik tavır, ekonomik tavırdan sonra gelse dahi medeniyet endişesi olan toplumlarda bu bilinç uyandırılırsa etkili hale getirilebilir. Ahlaki olan tavır da budur, medeniyet inşa eden de bu algıdır! Medeniyet eserleri kaosun, düzensizliğin ve karışıklığın tersi hissini veren bir ahenk algısı kurabilmelidir. Birliğin ve düzenin arz edilmesi böylece hedeflenebilir. Aristoteles’in Mimesis kuramında bir ifadesi vardır: “Sanatçı sadece olanı değil, olabilir olanı da yansıtmalıdır.” Oldukça önemli bir önermedir bu! Bunu medeniyet ve mimari alanına uyarladığımızı düşünelim; zira bir medeniyetin yapabileceklerine, hatta yansıtabileceklerine dair en uygun sanat alanı mimaridir sanırım. Böylece toplum, mart 2015 95 haberajanda Toplum İşte toplum öyle bir gözle bakabilsin ki etrafa, o güzeli ve estetiği, iyiyi ve hizmeti arayan gözlerle, mesela yürüdüğü yerde çukur açılmış ise, çukuru yanındaki toprakla kapatmanın hem kendine, hem de topluma bir hizmet olacağı bilincine haiz ve de hep bu duygu ve düşüncelerle eğitilmiş olsun. (“Halk eğitimi” dedikleri de bu olsa gerek…) Peki, ne olmasa? Yani keşke güzele erişmeye umudu kalmamış bireylerle dolu ve çirkini düzeltmeye hevesi kalmamış toplumlardan oluşan medeniyetler olmasa… Bulunduğu sistemin çarpıklıklarından ve eksik düzeninden kurtulmaya umudu ve azmi olmayanlar kalmasa... Hepimiz yoldaki çukuru gören, hatta kapatan, evinin önünü temizleyen, iyiye ve güzele hizmet eden hale gelirken sanat ve estetik böylece kendiliğinden ve daha güçlü doğsa… Medeniyetin ilerlemişliği ve büyüklüğü, o medeniyete dair bir yargıya hizmet eder. Dolayısıyla estetik yargı şeklinde ortak bir ifade bulunabilir. Örneğin Mimar Sinan mimarisinin estetik anlamda ihtişam ve zekâ hissi vermesine itiraz eden bir medeniyetin olmaması da bunun bir delilidir. Doğrudan doğruya ve esas itibari ile verdiği izlenim, ortak bir biçimde “güzel” olarak ifade edilmiş, klasikleşmiş ve mutlak bir estetik arz etmiştir. Her ne kadar Mimar Sinan’ın eserlerini inceleyen bir Hıristiyan ile Müslüman arasındaki hissiyatın derecesi aynı olmayıp görecelik kazansa da eseri güzel olmaktan çıkaran bir olgu yoktur. kendi dilinde bir ideal dünya tasarımını arz edebilmelidir. Ayrıca ütopik bir önerme ile söylemek gerekirse, bence öyle bir estetik kaygısı olsun ki, birey, toplum ve devlet arasında arzu edilen ahenk ve dengeyi de mimarideki bir oran ve uyumla ortaya koysun. Yön vermek Şimdi de biraz realist düşünerek iyi, doğru ve güzel anlayışımızla bağlı mevcut estetik tavrımıza bir sorgulama ve arayışla bakalım. Mesela hem köyümüzde, hem de kentimizde nasıl bir iyi ve doğru kavrayışı olsun ki güzeli de istesin, arasın ve uygulasın? Diyelim ki, öyle bir medeniyet olmuş ki köylerinde, kendisi inşaat işçisi olduğu halde evine bir tuvalet dahi yapmayan işçi kalmasın; evindeki çoluk çocuğun ihtiyacını gidermek için evin yakınındaki ırmağa 96 mart 2015 göndermesin; (“Bu nasıl bir örnek?!” demeyin, tam da hayatın içinden bir örnek) sonra derme çatma da olsa, yaptığı küçücük evinin içini dışını temiz gösterecek bir boya kullansın; çok eşyası olmadan da temizliğin estetiğini görebilsin, arz edebilsin… Kentlisi de, kentin orta yerine diktiği alışveriş merkezlerini devasa yaparak zenginlik gösterişi ve kaygısı yerine, orta çaplı ama çok işlevli katlarla doldursun; daha çok işçi istihdamına da yeri (!) kalsın; ille devasa eserlerle ifade edecek ise, kültüründeki, medeniyetindeki heybeti Mimar Sinanvarî olsun; hani camisinde yanan mumun isini dahi bir odaya biriktirip ondan da mürekkep üretilmesini hedefleyecek kadar içi de, dışı da heybetli olsun; kurda kuşa yuva olacak kadar engin ve derin bir gayesi olsun… Yani ruhu olsun! Ruhsuz betonların, anlamsız duvarların bulutlara yükselen dayanılmaz boşluğu olmasın. Amaç ve yöntem böyle olunca, kendi içimizde ölçülü, oranlı ve düzenli oldukça, toplum da, devlet de hem iyiyi, hem güzeli arz eder. Yücelik, hayranlık ve saygı uyandıran bir estetik algısı bu olmalıdır. Neden estetik bir gerekçemiz olmasın? Herkese lazım olan iyilik, doğruluk, güzellik ise, medeniyetler değerlerini bu araçlarla isteseler de, istemeseler de yansıtırlar. Biz neyi yansıtıyoruz, farkında mıyız? Arz ettiğimiz bütün değerlerin önce kendimize, sonra başkalarına olan fayda yahut zararları için -estetik olanlar da var ise- “halk eğitimi” tabiri boş bir kavram olmaktansa, eğitilecek halkın ayağa gelmesini beklemektense daha iyi bir yol keşfedilemez mi? Etkileyici ve değerli eserler, içinden çıktıkları zihin ve toplumların gelişmişlik düzeylerinin aynası ise iyi aydınlatmak gerekmiyor mu? Gerçekliklerimizi ortaya koyan eserlerimiz, mevcut olanın dışında da yapılabileceklere insanı ve toplumu hazırlayabilecek kadar güçlü olamazlar mı? Bunu güçlendiren ahlak ilkeleri midir? Estetik düşüncelerimiz ve beğenilerimiz, iyilik ve doğruluğumuzun artması ile aynı oranda geliştirilemez mi? İnsanlık ortak bir estetik yargı oluşturmaktan çoktan vazgeçmiş gibidir. Yine de herkesin hoş ya da güzel diyebildiği şeyler vardır. Kıvrımlı da olsa bir yön çizilemez mi? Kültürel estetiğimizle neyi anlatıyoruz? Peki, yeterince canlı ve güçlü mü? Muhammed Lütfü Avcı [email protected] U haberajanda Toplum YUŞUKLUĞUMUZDAN neşet edecek felaketler kapıda. Bunun nefsime öğretmesini beklediğim bir şey var; başımıza gelen her şeyden biz sorumluyuz. Biz, ancak kendi kendimize zulmedebildik. Hakikatten sıyırarak çıplak bir fantasmaya iliştirdiğimiz baskılanmış, gerçek dışı ve betonarme bir yaşantının kalın duvarlarını yıkmaya muktedir olabilecek miyiz? Elimizdeki kısıtlı kodlarla işleyen yasalar nizamında hedefe varabilmemiz ne kadar mümkün? Eğri gemilerle doğru bir sefere çıkmak akıl kârı mıdır? Sadeleştirme giyotininde gövdesinden koparılan Türkçemizin, geçmiş yüzyıllardaki ifade dinamizmini ve imkânlılık hudutlarını genişleten üstel metin neydi? Bu metin hangi Müellifin icadı ile nazil olunmuş, hangi Elçinin sadrından geçerek âlemler için merhamet ummanına bürünmüştü? Bu metin, hiç şüphesiz Kur’an’dır! Müellifi, Âlemlerin Rabbidir. O Rabbin Elçisi, Cenab-ı Peygamber’dir. İbn Haldun’un umran fikrinde de okunduğu üzere, kırsal yaşamdan kente kadar, İslam vatanının hemen her metrekaresinde fikri pak, zihni açık, şuuru temiz ve vicdanı aziz insan topluluklarını tesis eden ilmin kaynağı Kur’an’dır. Ne kadarına vâkıf olursak olalım, bizi umran fikrinde zirveye taşıyacak en temel hareket, bildiğimiz kadarıyla amel etmemiz olacaktır. İlim ve hikmet, bu harekette sebat etmekle insana bahşedilecektir. Bu ilahî metnin dilsel temelde insan cevheri üzerindeki hâkimiyet afakını zapt etmek gayesiyle kıvranan bedbahtlar, çağlardan beri kalp bükücü bir mühürle hakikatle olan bağlarından azat edildiler ve manevi bozkırların sıcağında susuz bırakıldılar. Bizler ise o Yüce Metnin şerbet pınarlarından kana kana içen nesillerle ayağa kalkacak olan âlemlerin kaderine olumlu tesir etmekle bahtiyar olacağız. İnsanlık âlemi, irinli Dilin imkânlılığı ve Anadolu demokrasisi BATILI ANLAMDA demokratlık, âlemlerin felaketidir. Kurtuluş, dilimizin çehresini niyaz buhuru ile sarmalayan o İlahî Metnin rehberliğinde sağlanacaktır. O Metnin kalbe ve ruha sinen anlamsal çok boyutluluğunda filizlenecek “Anadolu demokrasisi” ile dünya üzerindeki kötü gidişata “Dur!” diyebiliriz. dimağların yıkıcı taarruzları altında bırakıldı. Diğer yandan evrende vuku bulan hatalar, önü alınamaz felaketleri tetikliyor. Ya bizler? Bizler için slogan hazır: “Duyarsız yığınlar...” Kuru veya yaş dinlemeksizin, başımıza her ne gelecekse duyarsız kalışımızdan, umursamayışımızdan gelecek yok oluşa doğru koşar adım. İhtişamlı bir tüketim âleminde hayatı ve düzeni kemirmeye başladık. (Başlamak mı? Bitişe çok yakın olabiliriz.) Yaşayan gezegenin ölümüne seyirci kalmıyorum. Fakat yalnız başıma bir harbin muzafferi olamam. Bu bilincin çığlığına kulağını kapatan insan toplulukları ve destekledikleri sistem (demokrasi), fikrî sahada yıkımları müsait hale gelmiş illegal yapılar değil midir artık? “Hangi demokrasi?” diye sorulmalı değil midir vicdanlara? Demokrasi adı altında yapılanlar, hür toplum fikriyatına zıtlıklar arz ediyor. Demokrasiyi iskân namına çevrilen dizinin tüm dehşetli senaryosu yüz yıldır gözler önünde. Şüphesiz insan hayatı da dâhil, tüm gezegenin istikbalini para sermayelerine bağlamak medeniyeti, Batılı sömürünün devam filmi niteliğindeki demokrasinin temelidir. Batılı anlamda demokratlık, âlemlerin felaketidir. Kurtuluş, dilimizin çehresini niyaz buhuru ile sarmalayan o İlahî Metnin rehberliğinde sağlanacaktır. O Metnin kalbe ve ruha sinen anlamsal çok boyutluluğunda filizlenecek “Anadolu demokrasisi” ile dünya üzerindeki kötü gidişata “Dur!” diyebiliriz. Diğer yandan akıl hapishanelerinde zincire vurulmuş benliklerimiz, sefahatin perdelediği çamurda yalpalanan hayatlara gebe. Biz insanoğlunun hayattaki gayesi yiyip içmek midir? Neyi ne kadar, hangi tat ve kıvamda, ne kalitede tüketebiliriz ki? Dünyanın en kıymetli sularını vahalarda semirmiş yaban domuzları içer; layık olduğumuz şey, en iyisine domuzların ulaşabildiği dünya nimetlerin- den fazlası olmalı. İradelerimiz evreni mamur kılmak için verilmediyse, mahvoluşumuza boyun bükmek son derece normal kabul edilebilir. Fakat ümitsizlik düşüncesinin fıtrî yapımıza aykırılığı, biz insanlara medeniyeti yükseltme becerisini bahşetmiştir. Ümit, kaderlerimize ve etkileşim içinde olduklarımızın -dış dünyanın- kaderine tesir edebileceğimiz bir silahtır. İlerlemek ve sıçramaksa irademizdedir. Ve fikrî devrimler, beklenen gecenin sabahını süsleyeceklerdir. O gece, yıldızların kaydığını, imparatorlukların dağıldığını veya insan yığınlarının birbirlerini boğazladıklarını dahi görsek, elimizdeki hakikat metni olan Kur’an’a sadakatimiz ve onu anlamak yolundaki sebatımızla sökülecek şafağın bizleri nura gark edeceğinden eminiz. Bu sayede insanlık, cehalete verilen ödünler toplamı olmaktan kurtulacaktır. Ve yeni bir çağda, yepyeni bir evren nizamı, bin 400 yıl öncesinin hikmetine bürünerek tesis olunacaktır. mart 2015 97 haberajanda Toplum T Orhan Rufat Karagöl [email protected] OPLUM olarak genel huyumuzdur, bir olguyu oluşturan unsurlarda göze çarpan herhangi bir yanlışı “aslına” mâl ederiz “hep”. Tıpkı kurduğum bu cümlede yer alan yargı gibi... Bir taksicinin, aracına aldığı turisti fazladan dolaştırdığı haberini okuduğumuzda taksiciler yaftalanmışlardır artık zihnimizde. Doktorun biri, ameliyatına gireceği hastasından ekstra para istediğinde doktorlar paragöz olmuşlardır; hepsi değilse bile ekseriyetle… Türkiye’nin şiddet haritası VAKFIN araştırması son zamanlarda devletimizin pek çok uygulamasındaki haklılığı da gözler önüne seriyor. Çünkü Türkiye’nin şiddet haritasında millî, sosyal, dinî ve ahlakî değerlerin aşınmasına da dikkat çekiliyor. Özellikle modern kent ortamlarında geleneksel ailenin dışına çıkmış ve özgürlüğe eğilimli toplumların anlaşarak sorun çözmeden çok, sözel veya fiziksel şiddete başvurarak sorunlarını çözme eğiliminde olduğu gözlemlenmiş. Siyaset çoğu zaman alengirlidir; bir siyasetçi yanlış yaptığında, mensubu olduğu parti hemen yuhalanmalıdır. Sırf bu sebeple pek çok insan apolitik olmayı bir üst bakış/duruş olarak benimser. Yalnız bununla yetinilse iyidir; pire için ne yorganlar yakılır! Peki, sosyo-psikolojik tabanlı kabul edilebilecek bu gerçek, sadece toplumumuza ait bir refleks midir? Bizdeki kadar olmamakla birlikte cevap, “Hayır!” olacaktır. Ancak öyle zamanlar gelir ki, genele mâl edilemeyecek bir olay, genele yansıyacakmış gibi düşünülerek alarma geçilir. Bunda herkes hemfikir olur. Çünkü siz yapıcı ve iyimser tablolar çizseniz bile, şiddet eğilimli biri çıkıp, işlediği cinayetle toplumu bir anda tümden hasta edebilir. İdamın tartışılmaya Vakfın araştırması son zamanlarda devletimizin pek çok uygulamasındaki haklılığı da gözler önüne seriyor. Çünkü Türkiye’nin şiddet haritasında millî, sosyal, dinî ve ahlakî değerlerin aşınmasına da dikkat çekiliyor. Özellikle modern kent ortamlarında geleneksel ailenin dışına çıkmış ve özgürlüğe eğilimli toplumların anlaşarak sorun çözmeden çok, sözel veya fiziksel şiddete başvurarak sorunlarını çözme eğiliminde olduğu gözlemlenmiş. 98 mart 2015 başlandığı şu günlerde, en az onun kadar önemli olan şiddet konusu üzerinde ciddi anlamda durmamız gerekiyor. Şiddet suçlarına getirilecek cezaların ağırlaştırılması ve yaptırım gücünün arttırılması elbette şart; bu noktada, toplum üzerinde sosyolojik ve psikolojik açıdan yapılacak araştırmalar da büyük önem arz ediyor. Bu çalışmalardan birine yeni rastladım. Şiddetle Mücadele Vakfı (HEGEM) tarafından gerçekleştirilmiş geniş kapsamlı bir çalışma. Adalet Bakanlığı’nın da onayıyla cezaevindeki yaklaşık 5 bin 400 mahkûm ve 104 bin genç ile görüşülerek Türkiye’nin şiddet haritası çıkartılmış. Vakıf Başkanı Adem Solak’ın bu özel çalışması, bizlere toplumun şiddete eğilimi noktasında çok önemli ipuçları veriyor. Örneğin “Suç işlemekten sizi ne men eder?” sorusuna katılımcıların yüzde 42’si “Allah korkusu”, yüzde 25’i de “kanun korkusu” yanıtını vermiş. Araştırmada öğrencilerin birbirlerine şiddet uygulama sıklığının yüzde 81,5’e çıktığı, yüzde 83’ünün kızgın ve öfkeli olduğu, yüzde 85,5’inin de karamsar olduğu sonucuna varılmış. Yine aynı araştırmaya göre gençlerin, kendilerini en güvenli yer olarak gördüğü ailelerinde şiddete maruz kaldıkları ve oldukça ciddi olan bu olumsuzluğun önlenmesi için kadın ve anne eğitiminin önemine vurgu yapılıyor. Vakfın araştırması son zamanlarda devletimizin pek çok uygulamasındaki haklılığı da gözler önüne seriyor. Çünkü Türkiye’nin şiddet haritasında millî, sosyal, dinî ve ahlakî değerlerin aşınmasına da dikkat çekiliyor. Özellikle modern kent ortamlarında geleneksel ailenin dışına çıkmış ve özgürlüğe eğilimli toplumların anlaşarak sorun çözmeden çok, sözel veya fiziksel şiddete başvurarak sorunlarını çözme eğiliminde olduğu gözlemlenmiş. Özden uzaklaşıldığında hangi şekildeki problemlerle karşılaşacağımıza ışık tutan bu çalışma, bizlere adeta bir uyarı niteliğinde. Fiziken ve ruhen sağlıklı bir nesil ve güzel bir gelecek için, “Yeni Türkiye” ideasında, şiddetle mücadele konusunda atılacak her adıma destek olmak bir vazife addedilmelidir. haberajanda Toplum İ Aytekin Atasoyu [email protected] NSANLIK tarihinde felsefe, sanat ve edebiyatta kadın figürü üzerinden çok sayıda sembol üretilmiş ve bu semboller üzerinden sanat eserleri ortaya konulmuştur. Mitolojide kimi zaman kadınlar, tanrısal buyruğun ve vicdanın sesi olmuşlardır. Thebai’de krallığı için yapılan savaşta iki düşman kardeş olan Eteokles ile Polyneikes can verirler, bu sırada tahta çıkan Kreon, Eteokles’in yurdunu savunurken öldüğü için kahraman ilan edilip törenle defnedilmesini, vatanına saldıran Polyneikes’in ise mezarsız kalarak kurda kuşa yem olsun diye açıkta bırakılmasını emreder ve onu toprağa verecek kişinin ölümle cezalandırılacağını bildirir. Kadınların idolü Afrodit değil, “Antigone” olmalıdır GÜNÜMÜZDE İSE KADIN, bedensel hazların kaynağı olarak görülmekte ve cismanî zevklerin tatmin edilme aracı olarak tasavvur edilmektedir. Bu bakışın haz merkezli olmasının nedeni, sadece kadının cismanî özelliklerinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü günümüzde ruhî ve lahutî lezzetlerin yerini cismanî hazlar almış ve buna bağlı olarak beden, ruhun önüne geçmiştir. Arzu ve hazların nesneler üzerinden giderilmesini doğuran bu durum, tüketim kültürünün doğmasına neden olmuştur. kurgulanmakta ve böylece kadın, kitle iletişim araçlarının reyting aracı olarak konumlandırılmaktadır. Bu durum sadece kitle iletişim araçlarında geçerli olan bir durum değildir. Küresel sermayenin alışveriş mekânları olan AVM’lerdeki, büyük küçük mağaza ve marketlerdeki ürün tanıtım elemanları ve kasiyerler ekseriyetle kadınlardan oluşmaktadır. Kadın figürünün buralarda kullanılmasının tek nedeni vardır, o da kadın cazibesi kullanılarak tüketimin arttırılmasını sağlamaktır. Antigone, Kreon’un bu buyruğuna karşı gelir ve kardeşini gömer. Eylemin suç olmadığını, aksine bunun kardeşine karşı bir borç olduğunu söyler. Hikâyenin kahramanı olan Antigone bir kadındır. Antigone tanrısal buyruğu ve bunun yansıma yeri olan vicdanından gelen sesi referans alarak bir başkaldırı ortaya koymuştur bu tepkiyi. Günümüz insanı hikâyedeki Antigone’den ziyade estetik ve güzelliğin tanrıçası Afrodit’i tanımaktadır. Bunun nedenine geçmeden önce, kadına bakışın tarihsel seyrine kısaca değinelim. Hıristiyan Avrupa’nın en karanlık dönemi olarak kabul edilen Orta Çağ’da kadına bakış son derece negatiftir. Bu dönemde kadının ruhunun olup olmadığı tartışılmaktadır. Hatta bu dönemde yasak meyve olayından dolayı kadın bütün kötülüklerin sebebi olarak görülmektedir. Hatta ve hatta kadınların özel halleri, yasak meyve meselesi nedeniyle kadına verilen bir ceza olarak kabul edilmektedir. Bu çağda kadınlar “cadı” diye yakılıyorlardı. Bugün tüm dünyaya medeniyetin beşiği olarak kendini sunan İngiltere’de, 19. yüzyıla kadar kadın, kocasına mutlak itaat etmesi gereken bir varlık olarak görülüyor ve kendisine miras hakkı tanınmıyordu. Feminizm, bu ve bu gibi nedenlerden dolayı Avrupa’da ortaya çıktı. Günümüzde ise kadın, bedensel hazların kaynağı olarak görülmekte ve cismanî zevklerin tatmin edilme aracı olarak tasavvur edilmektedir. Bu bakışın haz merkezli olmasının nedeni sadece kadının cismanî özelliklerinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü günümüzde ruhî ve lahutî lezzetlerin yerini cismanî hazlar almış ve buna bağlı olarak beden, ruhun önüne geçmiştir. Arzu ve hazların nesneler üzerinden giderilmesini doğuran bu durum, tüketim kültürünün doğması- na neden olmuştur. Tüketim kültürü üzerinden rant elde edenler, bu kültürün tüm toplum kliklerine yayılması için kadının en önemli özelliklerinden biri olan “cinselliğini” kullanmakta ve kadını tüketim kültürünün metası haline getirmektedirler. Bunu yapmak için de kadınları birer Afrodit olmaya özendirmektedirler. Meta haline getirilen kadın figürü, reklamlardan modaya, estetiğin ön planı çıktığı hemen her alanda bir nesne olarak kullanılmaktadır. Öyle ki, ilgili ilgisiz her alanda kadın figürü kullanılmakta, reklamlar, diziler, magazinsel programlar kadın cinselliği üzerinden Kadının toplumdaki statüsünün arttırılmasına yönelik yürütülen çalışmalara feministler haklı olarak fazlasıyla ilgi göstermektedirler. İster akademik alanda, ister ekonomik alanda olsun, karar alma mekanizmalarında yer almak isteyen kadınlar, bu alanlarda etkili birer özne olmak istiyorlarsa Afrodit gibi değil, Antigone gibi davranmalıdırlar. Bugün kadınlar, tüketim kültürünün Kreon’larına karşı Antigone gibi davranmalı ve ilahî buyruğa uyarak vicdanlara sığmayan tüketimin objesi olmayı reddetmelidirler. Kadınlar Antigone gibi davranmadıkları sürece, tüketim kültürü üzerinden kendine ekonomik iktidar devşirenler, onu tüketim kültürünün bir objesi olarak görmeye devam edeceklerdir. Bu yüzden kadınların idolü Afrodit değil, Antigone olmalıdır. mart 2015 99 haberajanda Perspektif Şu anki uygulamasıyla rektörlük seçimleri, üniversitelerin enerjilerini boşa harcadığı için ciddi bir kaynak israfına neden olmaktadır. Bu tartışmaların kıskacında kalan herhangi bir akademisyenin nitelikli bir iş çıkarması mümkün değildir. Akademik çalışanlar, sırf bu seçim sürecinden dolayı bilimsel çalışma, araştırma, eğitim gibi aslî fonksiyonlarından uzaklaşmaktadırlar. Nihayetinde YÖK’ün ve Cumhurbaşkanı’nın atamasıyla belirlenen rektör için, öğretim üyelerinin birbirleriyle yaptıkları kavgalar yanlarına kâr kalmakta, ayrışma ve cepheleşme keskinleşmekte ve üniversitelerin imaj ve itibarı zedelenmektedir. Üniversitelerdeki müthiş kaynak israfı: Rektörlük seçimleri T ÜRKİYE’nin Batılılaşma sürecinde, Tanzimat’tan bu yana eğitim sistemine ve sistem içerisinde de üniversitelere önemli bir misyon yüklenmiştir. Zamanla medreselerin yerine ikame edilen üniversiteler, modernizmin ve pozitivist paradigmanın yüceltilmesi ve toplumsal tabakalara yayılmasında hep merkezde yer almışlardır. Bu merkezî rolünden kaynaklansa gerek, her zaman iktidar mücadelelerinin ve ideolojik tartışmaların da en yoğun yaşandığı alanlar olmuşlardır. >> Üniversitelerin, ülkelerin kalkınmasında da önemli roller üstlendikleri bilinmektedir. Şu an dünyanın gelişmiş ülkelerindeki gelişmiş üniversitelere bakıldığında, 100 mart 2015 Türkiye’dekilerden farklı olarak, dünyanın gözü kulağı üzerinde bir merkez oldukları görülür. Buralarda ciddi, özgün ve orijinal bilimsel bilgi üretilmekte, her türlü düşünce özgürce tartışılmakta ve dünyanın gidişatına yön verecek birtakım entelektüel faaliyetler yapılmaktadır. Bilgi toplumu olarak nitelendirilen günümüz toplumlarının ortaya çıkışında da üniversitelerin katkısı göz ardı edilemez. Türkiye’deki üniversiteler, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri iktidar mücadelelerinin ve ideolojik çarpışmaların arasında kalmışlardır. Üniversite içinden veya dışından egemen güçler, kurumu ele geçirmeyi ve kendi dünya görüşüne göre dizayn etmeyi sanki kutsal bir görev addetmişler ve bu uğurda plan ve programlar yapmışlardır. Bu anlayıştan dolayı üniversitelerde sürekli kamplaşmalar olmuş, fiziksel şiddete varan kavgalar verilmiş ve özgün çalışmalar yapma, orijinal bilgi üretme, entelektüel dünyaya farklı bakış açıları katma gibi üniversitenin varlık sebebi olan işlere pek zaman ayrılamamıştır. Bir rektörün, kız çocuklarının başörtüsü takarak üniversitelere sokulmaması için “gerekirse bilimsel çalışmalara ara verme” gibi akıllara ziyan önerisi hatıralarda hâlâ tazeliğini korumaktadır. Haliyle başörtülü kızların üniversitelere girip girmemesi gibi trajikomik bir tartışmayla Türkiye’nin 20-30 yılını kaybettiğini düşünürsek, üniversitelerde ideolojik tartışmaların geldiği dramatik noktayı daha iyi anlayabiliriz. Başından sonuna tuhaflıklar yumağı Türkiye’deki kamu üniversitelerinde bir zaman sonra acı bir gülümsemeyle hatırlamayı umut ettiğimiz konulardan biri de rektörlük seçimleridir. 1980 sonrası YÖK’ün önerisi ve Cumhurbaşkanı’nın ataması şeklinde belirlenen rektörlük atama yöntemi, 1992 yılında öğretim üyelerine adayları seçme hakkı da verilerek güya iyileştirilmiş ve geliştirilmiştir. Malumdur ki, 1992 yılından bu yana hâlâ geçerliliğini koruyan bu uygulamada rektörlük seçimleri üç aşamadan oluşmaktadır. İlk aşamada öğretim üyeleri tarafından yapılan seçim sonucunda en çok oy alan altı aday YÖK’e gönderilmekte, YÖK de üç adayı eledikten sonra üç adayı Cumhurbaşkanı’na sunmakta, Cumhurbaşkanı da bir tanesini seçip atamaktadır. Fiiliyatta YÖK ve Cumhurbaşkanı tarafından en çok oyu alan kişi rektör olarak atansa bile, çoğu zaman aday öğretim üyelerinin yüzde 50’sinden daha azı tarafından tercih edilmektedir. Çünkü geriye kalan adayları tercih edenler, hiçbir şekilde temsil hakkına sahip olamamaktadırlar. Yani çoğulcu değil, çoğunlukçu bir Prof. Dr. Ramazan Erdem [email protected] yapı karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki, en çok oy alan aday, her zaman YÖK ya da Cumhurbaşkanlığı ayaklarında onay alamayabilmektedir. Bu uygulamalara bakıldığında, rektörlük seçim sürecinin öğretim üyeleri tarafından altı aday belirlenmesi aşamasının anlamsızlığı daha iyi görülmektedir. Özellikle belirtmek gerekir ki, üniversitelerimizde demokrasi kültürü zayıftır. Akademisyenler dünyanın en çok okuyan ve en eğitimli kişileridirler, ancak rektörlük seçim süreçlerinde ortaya çıkan manzaralara bakıldığında, bir kasabadaki belediye başkanlığı ya da muhtarlık seçiminde ortaya çıkanlara benzer durumlar görülebilmektedir. Seçim sürecinde oluşan gruplaşmalar, seçimden sonra da etkisini devam ettirmekte, iktidarı ele geçiren grup, sanki çok normalmiş gibi rakip adaylara oy verenleri ötelemektedir. Demokratik görünümlü ilk süreçte neden sadece öğretim üyelerine (yardımcı doçent, doçent, profesör) oy hakkı verilip öğretim görevlileri, araştırma görevlileri, okutmanlar, uzmanlar ve idarî personelin (hatta öğrencilerin) görmezden gelindiği ayrı bir tartışma konusudur. Seçilecek rektörün yönetim tarzından en çok etkilenecekler, aslında öğretim üyeleri değil, oy hakkı verilmeyen diğer gruplardır. Rektörlük sürecinin ilk ayağı olan “öğretim üyelerinin ilk altı ismi belirlemesi” aşamasında ciddi anlamda sıkıntılar yaşanmaktadır. Vaatler, sözler, kulisler, baskılar, intikam hesapları ve iknalarla hem rektör adayının, hem de oy verecek öğretim üyelerinin şeref ve haysiyetini zedeleyecek durumlar yaşanmaktadır. Ayrıca hangi adayın desteklenmesi gerektiğine belli yerlerden (Ankara, YÖK, siyaset, iş dünyası vb.) belli işaretler verilmesi ve verilen işaretlerin arka planında nelerin olduğu sorusu ayrı bir tartışmadır. İlk aşamayı atlatan adayların “Artık seçim bitti, rahatladık” demeleri mümkün değildir. Daha baştan beri iletişim kurmaya çalıştıkları YÖK ve Cumhurbaşkanlığı aşamalarını da geçebilmek için çalışmaya devam etmeleri gerekmektedir. Bu noktada “referans olacak birilerini bulma” ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Doğal olarak bir adayın kendi isminin öne çıkması için diğerlerinin ötelenmesi gerekir. Bunun için de rakip adaylar birbirlerini karalama kampanyaları yürütebilmektedirler. Bu karalama kampanyalarında hangi çamurun daha iyi iz bırakacağı konjonktüre göre değişmektedir. Kanaatimce YÖK Başkanı ve üyelerinin (hatta Cumhurbaşkanı’nın) kararlarını etkileyebilmek ve kendi adayları lehine sonuçlar çıkarmak için birtakım dışsal (siyaset, iş dünyası vb.) baskılar da olabilmektedir. Atanan her rektör, ikinci dönemdeki rektörlük seçimlerinde en çok oyu alabilme hesabı gütmekte ve bu yüzden terfileri ve yeniden atamaları bu hesap çerçevesinde şekillendirmektedir. Bu da kurumda liyakatsizliğin, kayırmacılığın, haksızlık ve adaletsizliğin önünü açmaktadır. Şu anki uygulamasıyla rektörlük seçimleri, üniversitelerin enerjilerini boşa harcadığı için ciddi bir kaynak israfına neden olmaktadır. Bu tartışmaların kıskacında kalan herhangi bir akademisyenin nitelikli bir iş çıkarması mümkün değildir. Akademik çalışanlar, sırf bu seçim sürecinden dolayı bilimsel çalışma, araştırma, eğitim gibi aslî fonksiyonlarından uzaklaşmaktadırlar. Nihayetinde YÖK’ün ve Cumhurbaşkanı’nın atamasıyla belirlenen rektör için, öğretim üyelerinin birbirleriyle yaptıkları kavgalar yanlarına kâr kalmakta, ayrışma ve cepheleşme keskinleşmekte ve üniversitelerin imaj ve itibarı zedelenmektedir. YÖK Yasası’na ilişkin çalışmalarda bu konunun gelişmiş ülkelerdeki örnekleri ve Türkiye’nin şimdiye kadarki tecrübeleri çerçevesinde iyi tartışılması lazımdır. mart 2015 101 haberajanda Eğitim Ülkenin dengeli yükselişe geçmesi için her alanda, birbirine yakın düzeyde çalışmaların yapılması gerekir. Bu bağlamda Türkiye’nin bir zekâ dağılımı sorunu vardır. Bu, iktidara gelen her hükümetin sorunu olmalıdır. Bu sorunun nasıl çözüleceğini ben bilemem, bu konu üzerinde etkili ve yetkili olan ricalin düşünmesi gerekir. Eğer bu sorun düzeltilemezse, ülkenin zeki insanları belli alanlarda toplanır, o alanlarda gelişme ve yükselme olurken diğer alanlar yerinde sayar. Bu tür bir gelişme de toplumda dengesizliğe neden olur. Zira bir devletin gelişmişliği, bütün birimlerindeki birbirine yakın gelişme ile değerlendirilir. Türkiye’nin zekâ sorunu Z EKÂ, her insana doğuştan verilen tanrısal bir armağandır. Günümüzde zekânın sözel, sayısal, ritmik ve doğasal gibi daha birçok çeşidinden söz edilmektedir, ben bunlardan bahsetmeyeceğim. Son zamanlarda ülkemizde parlak zekâlı, üstün zekâlı ve dâhilerden de bahsedilmeye başlandı. Aslında bu, üzerinde durulması gereken önemli problemlerden biridir. Ancak bundan da bahsetmeyeceğim. >> Zekâ seviyesi üst düzey olan bireyler “aptal” damgası yemeden kendilerini anlayabilen eğitimcilerin eline düşerlerse başarısız olmaları düşünülemez. Zekâsı belli seviyenin altında olan bireyler de iyi bir eğitimciye rastlarlarsa belli bir seviyeye kadar eğitilebilirler. İsterseniz buna bir de tersten bakalım… Zekâ seviyesi üst düzey olan bireyler, onları anlayamayan ve zekâlarını doyuramayan bir eğitimciye rastlarlarsa iki ihtimaller karşılaşılır: Ya heba olup giderler ya da mevcut potansiyellerini kullanarak o ortamdan sıyrılıp çıkarlar. Zekâsı belli seviyenin altında olan bireyler de idealsiz, tükenmişlik yaşayan bir eğitimciye rastlarlarsa, onların başarı adına hiçbir şansları yoktur. 102 mart 2015 Zeki bireylere iyi hazırlanmış programlar eşliğinde iyi eğitimciler tarafından kaliteli bir eğitim verilirse zirvelere uçarlar. Zekâsı alt seviyelerde olan bireyler de iyi hazırlanmış bir program eşliğinde iyi bir eğitimci ile belli bir seviyeye kadar getirilebilir, ancak daha ileri götürülemezler. Bu durum, iki yüz kilo yük taşıma kapasitesine sahip olan bir araca iki yüz elli kilo yük yüklemek gibi bir şeydir. Potansiyeli olmayan bireylere fazla yüklenilirse arızalara neden olabilir. Buraya kadar her şey normaldir. Ülkemizde iyi veya kötü bir sınav sistemi vardır. Bu sınav sistemine göre genç beyinlerin başarısı ölçülmeye çalışılır. Bu ölçme-değerlendirme sonucuna göre orta, lise ve üniversiteye öğrenci yerleştirilir. Üniversiteye gelindiğinde artık mesleklerle ilgili tercihler yapılır. Tam veya en yüksek puanı alan öğrenciler genellikle tıp ve mühendislik gibi alanlar arasında dağılırlar. Puanlar aşağı doğru indikçe sosyal bilimler, eğitim bilimleri ve teknik eğitim gibi alanlara yönelinir. Benim dikkat çekmek istediğim nokta işte burasıdır! Yani ülkemizdeki zekâ dağılımı… Tam veya yüksek puan alan öğrenciler neden tıp veya mühendislik dallarını seçiyorlar? Veya bu öğrenciler neden teknik eğitim fakültesini, eğitim bilimlerinden öğretmenliği veya ilahiyatı seçmiyorlar? Kabaca bu sorulara “Zikredilen bu alanlarda istihdam edilenlerin maaşı düşük, toplumda saygınlığı çok az” veya “Gelecek vaat etmiyor” gibi cevaplar verilebilir. Bunlar, bazılarına göre doğru, bazılarına göre de yanlış olabilir. Ancak ortada bir gerçek var ki, o da topluma bakıldığında bir doktorun ekonomik düzeyi ile bir öğretmenin ekonomik düzeyi arasında epeyce farkın olduğudur. Aynı şekilde, bir teknik elemanın durumu ile bir mühendisin durumu malumdur. Bu bakış açısı, alınan eğitim, yapılan işin Ekrem Özbay [email protected] Ne zaman tıp fakültesine veya mühendisliklere gidebilecek puanı alan öğrenciler öğretmenliği de seçerlerse, işte o zaman ülkemde çok şey değişir! niteliği açısından değerlendirildiğinde yanlış gelebilir. Ancak ülkenin genel kalkınması açısından değerlendirildiğinde bir sorun olduğu ortadadır. Üniversiteye giriş sınavlarında yüksek puan alanların gittiği bölümlerde başarılar bariz bir şekilde öndedir. Örneğin bugün tıp alanında, neredeyse dünya ile rekabet eder duruma geldik. Birçok ülkeden ülkemize birçok hastalığın tedavisi için gelenler vardır. Bu alanda Gazi Yaşargil, Mehmet Öz ve Ömer Özkan gibi dünya çapında bilim adamlarımız da vardır. Bu, ülkemiz adına sevindirici ve gurur verici bir durumdur. Genel bir gelişme ve kalkınmadan söz edebilmek için bu tür başarıların diğer alanlarda da olması gerekir. Şimdi oturup düşünelim: Neden dün- ya çapında bir felsefecimiz, filozofumuz yoktur? Neden dünya çapında bir ilahiyatçımız, bir sosyoloğumuz, neden bir (H. İnalcık’ı saymazsak) tarihçimiz yoktur? Çünkü ülkemizde dengeli bir zekâ dağılımı yapılamıyor. Belli alanlarda yoğunlaşma oluyor ve doğal olarak başarı ve gelişmeler o alanlarda kendini gösteriyor. Şuna bütün samimiyetimle inanıyorum ki, yükseköğrenim sınavlarında tam puan alan öğrencilerden eğer meslek lisesinin “Motorlu Araçlar Teknolojisi” bölümünde okuyanlar olmuş olsaydı, bugün yerli arabamızı çoktan üretmiş olurduk. Puanları son sıralarda olan öğrenciler meslek liselerine yönlendirilince, maalesef bugünkü durum ortaya çıkıyor. Ülkenin dengeli yükselişe geçmesi için her alanda, birbirine yakın düzeyde çalışmaların yapılması gerekir. Bu bağlamda Türkiye’nin bir zekâ dağılımı sorunu vardır. Bu, iktidara gelen her hükümetin sorunu olmalıdır. Bu sorunun nasıl çözüleceğini ben bilemem, bu konu üzerinde etkili ve yetkili olan ricalin düşünmesi gerekir. Eğer bu sorun düzeltilemezse, ülkenin zeki insanları belli alanlarda toplanır, o alanlarda gelişme ve yükselme olurken diğer alanlar yerinde sayar. Bu tür bir gelişme de toplumda dengesizliğe neden olur. Zira bir devletin gelişmişliği, bütün birimlerindeki birbirine yakın gelişme ile değerlendirilir. Sonuç olarak ne zaman tıp fakültesine veya mühendisliklere gidebilecek puanı alan öğrenciler öğretmenliği de seçerlerse, işte o zaman ülkemde çok şey değişir! mart 2015 103 haberajanda Şehir Megaköy Ankara ve Ankara’da yaşayanlar, mevcut görüntüden asla memnun değiller. Başkentin ismine ve konumuna uygun bir görüntü ve kimliğe kavuşturulmasını arzu etmektedir Ankaralılar. Her geçen gün biraz daha köylüleşen Ankara’nın en az Konya, hele İstanbul seviyesinde bir görüntüye kavuşturulması beklenmektedir. Ankaralı reklama değil, gerçeğe dayalı hizmet sunacak bir belediye özlemi içindedir. Büyükşehir Belediyesi, Ankara’nın büfelerle değil, kültürü ve tarihî kimliği ile zihinlerde yer alması için gayret göstermelidir. 104 mart 2015 Megaköy Ank A NKARA Büyükşehir Belediyesi -ne kadar dikkate alıyor bilinmez- hakkında basında yer alan eleştiriler iki bölümde karşılık görmektedir. Büyükşehir Belediyesi faaliyetlerinin söz konusu edildiği haber veya yazı “sol” tandanslı basında yer alıyorsa anında makes bulmaktadır. Basının öteki kesimi ise konumu ne olursa olsun haberlerine karşılık bulamamaktadır. “Nasıl olsa kendimizden” telakkisi ile eleştirilere sessiz kalınıyor. >> Daha somut bir örnek verelim… Hürriyet gazetesinin Ankara ekinde yer alan bir haber, eleştiri veya basit bir şikâyet, daha önemlisi eleştiri veya haberin konusu Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden anında cevap bul- maktayken, şayet eleştiri mütedeyyin basında yer alıyorsa görmezden geliniyor. Sözüm ona belediyemiz, mütedeyyin insanların oylarıyla seçildiği için mütedeyyinlerin eliyle yönetiliyor (!). Ama mütedeyyin kesime olan iltifat bile bile esirgeniyor. Belediyemizin gözünde para- Ahmet Fidan [email protected] ara’nın kümesleri lel yapının itibarı ise ayrı bir yazı konusu… Yukarıdaki tespitler tamamen bu satırların yazarına aittir ve her düşüncede olduğu gibi yanılma payı vardır. İster dikkate alınsın, ister alınmasın, Ankara’da mukim bir insan gözüyle görülen, yaşanan, yerinde tespitlerdir bunlar. Kamuoyunun tepkisine sebep olan aksaklıkları, noksanları yazmak, eleştirmek, aynı zamanda bir kamu görevidir. Ankara Büyükşehir Belediyesi, son derece başarılı (!) ve örnek bir belediye olduğunu sık sık ifade etmektedir: “Ödüle doymuyor…” “Şeyhin kerameti kendinden menkul” derler ya, meğer ne kadar doğru bir sözdür bu; Türkiye’de ödül sisteminin nasıl kurgulandığı kamuoyunun meçhulü değildir. Bu tür ödüller birer “al gülüm, ver gülüm” senaryosudur. Bir propaganda malzemesi olarak kullanıldığı bilinmektedir. Aslında “Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne verilmesi gereken en uygun ödül ne olmalıdır?” diye bir soru akla gelirse, cevap “Köylülük Büyük Ödülü” olmalıdır. Önce Ankara’ya dıştan bir göz atmaya ne dersiniz? Bir belediyecilik farkını tespit için Konya’ya seyahat edin, birkaç gün konuk olun, Konya Büyükşehir Belediyesi’nin hizmetlerini gözlerinizle görün ve sonra Ankara’ya dönün. Olmadı, Konya belki Ankara’ya göre biraz küçük kaldı, Kayseri’ye misafir olmaya ne dersiniz? Kayseri müthiş bir gelişme içinde ve son derece mükemmel bir belediyecilik hizmeti alıyor. Olmadı mı? Ankara ile mukayese edilmemeli mi? O zaman İstanbul’a uzanmaya ne dersiniz? Şöyle bir hafta İstanbul’da tur atın, Kadir Topbaş yönetimindeki Büyükşehir Belediyesi’nin İstanbul’a ve İstanbullulara hizmetlerini gözlerinizle görün. Sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin kültürüne yapılan hizmetleri müşahede edin. Sonra Ankara’ya geri dönmenin nasıl bir duygu olduğunu göreceksiniz. Yahya Kemal’in, “Ankara’nın neyini seviyorsunuz üstat?” sorusuna verdiği o meşhur cevabını hatır- lamanın tam zamanı: “İstanbul’a dönüşünü…” İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin hizmetlerini, özellikle kültürel alandaki faaliyetlerini gören birinin, bu hizmetleri Ankara’daki ile karşılaştırması mümkün değildir. Sadece kültürel alanda değil, Ankara görüntü itibariyle de tamamen bir megaköy görünümündedir. Ana arterler bile pislikten geçilmiyor, görüntü kirliliği sınırda. Ankara Büyükşehir Belediyesi ne yazık ki aslî görevi temizlikten bile geçer bir not alamıyor, sınıfta kalmış durumda. Temizliğin arkasından Ankara Büyükşehir Belediyesi adına bir sıfat, bir isim veya sembol yarışması düzenlense ana teması ne olabilir? Ana arterlerin, özellikle Kızılay’a çıkan bulvarlar ve caddelerde beş on adımda bir mantar gibi türeyen, son derece çirkin görüntülere sahip büfelerden dolayı her halde en uygun “büfeler kenti” şeklinde bir ana tema yerinde olurdu. Aslında yayaların gidiş gelişini engelleyen çirkin görüntüye “kümes” denilmesi daha doğru olur. Büyükşehir Belediyesi, Ankara’ya ve Ankaralılara büfelerle hizmet vermiyor, adeta işkence ediyor. Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar ve büyükelçilerin ikamet ettiği hükümet merkezi, her gün onlarca yabancı heyetin ana caddelerinden geçtiği ve ziyaret ettiği “Başkent”, çirkin, sakil, birbirine tren vagonları gibi geçmiş büfe görüntüleri ile zihinlerde yer etmekte, Başkent’in manzarasını bozmakta ve devasa bir köy görüntüsü vermektedir. Köy görüntüsünün sebeplerinden biri kirlilik ise, ikincisi her on adımda bir dikilen berbat görünümlü büfeler, yani kümeslerdir. Herhangi bir ihtiyaca göre değil, birilerine kazanç temini için mantar gibi bitmektedirler. Büfeler Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ayıbı, yüz karası… Yasal bir gerekçesi olmadığı gibi, çirkin görüntüsü de asla savunulamaz! Anketsever Başkan Gökçek, kanatları arasına aldığı, hamisi olduğu büfeler hakkında bir kamuoyu yoklaması yaptırmış mıdır bilinmez, ama son derece rahatsız edici boyutlara varan bu büfelerin varlığı Ankaralıları ciddi şekilde tedirgin etmektedir. Kızılay’ın göbeğinde, Maltepe Camii’nin önünde halka ait parkın birkaç yıl önce gecekondulaştırılması bir hak ihlali, kamuya ait bir mekânın gaspı ve sorumluluğu da tamamen Büyükşehir Belediyesi’ne aittir. Sağlık Bakanlığı’nın, hatta Sayın Bakan’ın makam odasının hemen önüne dikilen büfenin belediyecilik açısından bir izahı var mı? İdare edilen bu şehrin insanları ne düşünüyorlar? Başkentin Belediye Başkanı’na sormak gerekmez mi? Gecekondulaşma artık tarihe karıştı; Büyükşehir Belediyesi eliyle yeni gecekondu alanları ihdas ediliyor. Büyükşehir Belediyesi eliyle gerçekleştirilen görüntülere en hafif deyim “skandal” yahut “rezalet” olabilir. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin tam yetkili bir meclisi bulunmakta ve görev başındadır. Söz konusu meclis, bir yönetimle idare edilmektedir. Büyükşehir Belediyesi Meclis üyeleri ve yöneticileri, iktidar veya muhalefet farkı gözetmeksizin acaba bu çirkinlikleri niçin görmezden gelmektedirler? İktidar veya muhalefet mensupları niçin dillendirmezler? En azından Başkentin valisinin bu tür konularda Belediye’yi uyarması gerekmez mi? Megaköy Ankara ve Ankara’da yaşayanlar, mevcut görüntüden asla memnun değiller. Başkentin ismine ve konumuna uygun bir görüntü ve kimliğe kavuşturulmasını arzu etmektedir Ankaralılar. Her geçen gün biraz daha köylüleşen Ankara’nın en az Konya, hele İstanbul seviyesinde bir görüntüye kavuşturulması beklenmektedir. Ankaralı reklama değil, gerçeğe dayalı hizmet sunacak bir belediye özlemi içindedir. Büyükşehir Belediyesi, Ankara’nın büfelerle değil, kültürü ve tarihî kimliği ile zihinlerde yer alması için gayret göstermelidir. mart 2015 105 haberajanda Hayat Soframızdaki tuts D OĞAL yaşam parklarına hapsedildikçe depresifleşen ve agresifleşen hayatlarımıza yeni bir kara delik ekleniyor sessizce. Derin dünyanın sessiz canlıları burnumuzun dibinde tutsak ediliyor ve soframıza mahkûm balıklar geliyor. Nasıl mı? Bu satırları okurken içimiz acıyacak elbette, ama niyetim sadece bu vahim durumun farkına varabilmemizi çabuklaştırmak. Sizleri üzmek, “Bunu da mı yemeyeceğiz canım?” veya “Usandık artık ne yiyip içeceğimizi düşünüp internet taramaktan” dedirtmek değil arzum. Dün sadece mutlu ineklerimiz vardı Düne kadar mutlu ineklerimiz, özgür koyunlarımız, toprağı gıtgıtlayan tavuklarımız vardı, hatırlarsınız... Yemyeşil otlara sevdalanmış, güneşin ışıltılarıyla oynaşan, besili ve mütebessim hayvanlarımızı karanlıklara gömeli yıllar oldu. Dip dibe, nefes nefese, omuz omuza hayatlara sıkıştırdık onları. Büyüme-gelişme dönemlerini kısaltıverdik AR-GE’ler uğruna. Ve neticede yüklenmiş hormonlarıyla şişmiş egolarımıza yenik düşmüş birer et parçası olarak geliverdiler mum kokulu sofralarımızdaki saten örtülerimize, antika porselen tabaklarımıza. Gümüş bıçaklarımızla ke- 106 mart 2015 sildi ömürleri ikiye, mutsuzlukları sonsuza uğurlanırken karıştılar bedenimize. kunlarız, yine susmalardayız. “Ne yersek oyuz” demişti Praxitela ile Heraklides’in oğlu ve tıbbın babası Hippokrates. Büyük bedeller ödeyerek anladık ne manidar bir laf ettiğini. Hoş, kimseye zarar vermeyeceğine de yemin etmişti Hipokrat M.Ö. 400’lerde. Kim bilir, belki de önce bu yemine sadık kalmak lazımdır tüm iş ve hizmetlerde. Ancak intikamları şiddetli ve yıkıcı oldu; hızlı tüketim uğruna doğalarını ve doğalGübre kokulu kafes lıklarını bozduğumuz hayvanlar, hani şu bizim sofralarımızın baş tacı canım lezzet- çiftlikler ler, sadece bünyemizi değil, ruhumuzu da Bulanık denizlerin balçıklarında süren bozdular. Doğrusu biz onları mahvettik, hayatlardan söz ediyorum, kültür balıkonlar da bizi. İşin özü, biz onları zorladık. çılığı adı altındaki kafes çiftliklerde süren Bugün ortalarda -yine sadece bizim izin sıkışık, kısa ve tutsak hayatlardan. verebildiğimiz sınırlı alanlarda da olsa- raSon otuz yıldır dünyada yankılanan ve hatça otlanabilen mutlu inekler, özgür ta- her yıl yüzde 8 artış gösteren kültür balıkvuklar, neşeli kuzularla beslenmek istiyor- çılığı, Türkiye için henüz yeni sayılmakla sak, bir avuç dolusu mutluluk ödüyoruz, birlikte, -bugünkü üretimimiz yılda yaklavarsılsak tabiî… şık 100 bin ton- her yıl yüzde 2,5 artıyor. Banknot bürülü doyumsuz gözlerimiz, çocuklarımızın hayvanları ve bitkileri tanıyıp sevebilmelerini (!) bahane ederek önce hayvanat bahçelerine açıldı, ardından da daha büyük hapishaneler olan doğal yaşam parklarına. Peşi sıra geldi yunus parkları, at çiftlikleri. Sustuk ve sustuk… Şimdi sıra balık çiftliklerinde; yine sus- Çünkü kırmızı ete göre daha ucuz, daha hızlı üretilebiliyor. Mantıksa doğal yaşam parklarındaki mantık; sağlıklı gelecek kimin umurunda, gelsin hızlı tüketim! Tükettiğimizin kendi yarınımız olduğunu anlayıncaya kadar olacakları henüz tahmin etme şansımız bile yok. Güzelim lacivert denizlerin muhteşem koylarında, Suna Akar [email protected] ak ve evcil balıklar gübre kokulu kafes çiftliklerde balçık tutsağı balıklarımız var artık. Doğallıklarından mahrum edildikleri için onlar da depresyonda. Hızla büyüyor, vaktinden önce yenebilir hale geliyor, ama stresli etleriyle bütünleşiyorlar bize. Çünkü hormonlanıyor, yemleniyor, yemleniyor, yemleniyor ve antibiyotikleniyorlar. Çünkü dalgalarla boğuşamadan, avlanma yeteneklerini geliştiremeden, üreme için koşuşturmadan, diğer türlerle kapışmadan, kaçmadan, yakalayamadan, steril ve kısa yaşamlarda buluşuyorlar. Ancak emeksiz, her şeyi hazır bir hayat mutsuz ediyor balıklarımızı. Ve biz yine susuyoruz bu ciddi ekonomik gerçekliğe, yiyoruz, yiyoruz… Paradoks aşk: Sevdikçe tüket! Muhteşem proteinler, Omega yağ asitleri, P (fosfor), Ca (kalsiyum), Fe (demir), Zn (çinko), K (potasyum), I (iyot), Mg (magnezyum) mineralleri, A-B-E ve hatta C vitamini deposu balıklara olan ihtiyacımız hiç bitmez. Ancak bugün bizim gereksindiğimiz balıklar, kıymetli Karadeniz hamsimiz, gözbebeği Ege sardalyamız ve akrabası ringamızın dörtte üçünün balık yağlı yemlik olarak kullanıldığını da unutmayalım. Çoğunun yenmeden dibe gömülmesi de cabası… Omega-3 zengini balıklarımız, bu açıdan fakir olan kültür balık üretimi için heba ediliyor ve bir ton evcil balık üretimi için yaklaşık beş ton doğal balık kullanılıyor. Büyük paradoks! Küresel gıda tüketimimizin yüzde 18’i balık. Bu arada, Türkiye’de yılda kişi başına 7 kilogram balık tükettiğimizi hatırlatalım. Üstelik neredeyse hiçbir yerini atmadan, aşkla tüketiriz onları. Hele yanındaki yeşilliklerle tatlarına doyulmaz. Ve sevdamız her geçen yıl artar. Dünyada bir milyar civarında bir nüfus balıkçılıkla geçinir. Bu sebeptendir onları tutsak etmeye çalışmamız; çok sever, çok isteriz… Peki, çok, çok, daha çok balık için ne yapmalı? En uygun türleri seçmeli, ortama süratle uymaları sağlanmalı, yaban hayat çarçabuk evcilleşmeli ki hızlı üresin, hızlı büyüsün -üç yılda geldikleri büyüklüğe bir buçuk yılda gelen somonlar gibi-, genomu istediğimiz gibi olsun -genetik olarak iyileştirilmiş tatlı su çipurası |GIFT| gibi- ve hızlı tüketilsin… Ne paradoks bir aşk! Sevdamız tüketir onları ve adı da “deniz hayvanlarını evcilleştirmek” olur. Ardından öç alır balıklar diğer mahkûm hayvanlar gibi. Her şey bittiğinde, mutsuz ve mahkûm hayvanlar arasında yerini alacak evcil balıklar için “elimizi çabuk tutma” mantığı ne zamana kadar işler belli; tâ ki doğa bize küsüp deniz balık vermeyene dek… Deniz bitmez, balık biter “Deniz bitmez ki balık bitsin” diyenler, tehlike çığ gibi büyüyor! Koskocaman denizde özgürce yaşayan balıkları alıyor, dar bir alana hapsediyor ve yemleyip duruyorsunuz. Balık hızla şişiyor, hızla dışkılıyor ve deniz dibi N (azot) ve P (fosfor) yükleniyor -iri 100 bin balığın dışkı toplamı, yaklaşık 35 bin insanın dışkı toplamına eşit-. Bu aşırı yığılma, denizin otoepürasyonunun (kendi kendini temizleme yeteneği) yetemeyeceği bir gübre oluşmasına yol açıyor -ki bu yüzdendir gübre kokulu kafes çiftlikler ifadem-. Ve denizin arıtamadığı kalın bir tabaka meydana geliyor. Bu tabaka, ötrofikasyona, yani aşırı besinle kirlenen denizde plankton ve alglerin artışı neticesinde suların oksijensizlikle kıvranmasına ve denizel canlıların ölümüne neden oluyor. Hele hele çiftlik balıklarına verilen antibiyotikler, böcek ilaçları ve önüne gelen her şeyi öldüren diğer kimyasallar, üstüne üstlük kanserojen ağır metaller, denizin ortasına, doğal yaşamın göbeğine kurulan bu yapay hayatlar, güzelim tabiatı ve tabiî insanı ters yüz ediyor. Mikrobiyolojik kirlenmenin bu bölgelerde artmasının bir nedeni de bu ilaçlama. Hem denize, hem de atmosfere oksijen üreten deniz çayırları, sadece bu sebepten, yani balık çiftlikleri yüzünden birçok ülkede tamamen tükendi ya da nesli tükenme tehlikesi altında. Sucul yaşam bitiyor ve bu durumla biz de kendimizi bitiriyoruz. Dibi mahvettikçe balıkların doğal üreme yolları ve alanlarını da yok etmiş oluyor, kirlenmeyi hızla arttırıyoruz. Deniz dibini göremedikçe geleceğimizi de bulanıklaştırıyoruz velhâsıl. Kültür balıkçılığı, hem beslenme şeklimize, hem de doğamıza ters mantıklarla işlemekte, işletilmektedir. Deniz dibine, kıyı fauna-florasına verdiği zararın geri dönüşü mümkün olmamaktadır. Birçok ülke, sırf bu yüzden kıyı ormanlarını kaybetmiş, erozyon ve tsunamiyle yüz yüze kalmıştır. Kültür balığı deyip geçmeyelim, lütfen! Doğada besin zinciri bozuluyor, ancak bu zincirin de gücü en zayıf halka kadar. Sürekli bozup/bozulup yenisini yapmaya uğraşmaktan daha kolay yollar var. Tercih bizim, bilinçli bir mücadele ile güzel günler de… Hâlâ “Ucuz olsun, evcil olsun, kültürmültür önemli değil” deyip yaban hayatı öldüren kafes çiftliklere göz yumup tutsak ve evcil balıklar mı yiyeceğiz, yoksa doğal balıklarla beslenip yarınlarımıza sahip mi çıkacağız? İlk adım çok basit (!)… Soframızda balığımızla buluşurken, onun denizlerde özgürce dolaşan, sağlıkla büyümüş bir balık olduğundan emin olalım, hele av yasağının yeni kalktığı, yerin göğün balık olduğu şu zengin günlerde. Unutmayalım ki lezzet farkı yok, gelecek farkı var. Umutla kalın… Kaynak: Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Güvenliği Komitesi Raporları, 06/2014 mart 2015 107 haberajanda Teknoloji Eş zamanlı olarak pek çok firma “anında tercüme” için epeydir çalışmaktaydı. Ürünü en hızlı geliştirenin rekabet gücünün arttığı günümüzde, erkenden beta veya alfa ürünlerini piyasaya sürerek firmalar kendi güçlerini perçinlediler. Bunlardan en belirgin ve tipik olanları arasında Skype’i satın alan Microsoft, Jibbigo ile anlaşan Facebook ve kendi Translate ürününü “anında çeviri” yazılımına evrilten Google’u saymak mümkün. Teknolojide devrim! Anında tercüme sistemleri H EPİMİZİN bildiği gibi, bir konuşmacı dinleyicilerden farklı bir dilde konuşuyorsa bir tercüman, dinleyicilerin diline simultane (anında) tercüme ederek onların anlamaları sağlardı. Ancak şimdi, “anında tercüme sistemi” dediğimizde bunu kastetmiyoruz, “Gelişen teknolojiler çerçevesinde, dünyanın bir ucunda başka bir dilde konuşan kişinin konuşmalarını kendi dilinizde duyabileceksiniz” demek istiyoruz. Bu durum internet tabanlı konuşma cihaz ve programlarıyla yapılsa da, telefon gibi bir cihazla yapılsa fark etmez. Teknoloji geliştikçe, gelecekte simultane tercümana ve tercümeye de ihtiyaç bırakmayacak bir bilişim ürünü olan anında tercüme sistemi, diğer alanlara uygulanarak hayatımızın her aşamasında kullanılabilecek bir hale gelecektir. Bu durumda tüm dünya insanları birbirlerini anlayabilecek ve iletişim artacaktır. Tüm dünyaya konuşabileceğiniz iletişim çağına hoş geldiniz! 108 mart 2015 Dr. Nurettin Alabay [email protected] Eş zamanlı olarak pek çok firma “anında tercüme” için epeydir çalışmaktaydı. Ürünü en hızlı geliştirenin rekabet gücünün arttığı günümüzde, erkenden beta veya alfa ürünlerini piyasaya sürerek firmalar kendi güçlerini perçinlediler. Bunlardan en belirgin ve tipik olanları arasında Skype’i satın alan Microsoft, Jibbigo ile anlaşan Facebook ve kendi Translate ürününü “anında çeviri” yazılımına evrilten Google’u saymak mümkün. Şimdi bunları sırasıyla ele alalım... Skype ile anında tercüme “Bilginin bir kere daha derinleşerek tüm dünyaya ulaşması” anlamına da gelecek bu teknoloji şimdiden kullanılmaya başlandı bile. Apple, Google ve Microsoft arasında süren amansız rekabet, yeni yeni teknolojileri insan hayatına sunuyor. Bunlardan sonuncusu, Microsoft’un satın aldığı Skype Translator’dür ve devrim meydana getirecek yeni bir hizmet olarak değerlendirilmektedir. Çünkü “Skype Translator” adındaki yeni servis, kullanıcılar arasındaki görüşmeleri gerçek zamanlı ve sesli olarak anında tercüme ediyor. Şu anda sadece İngilizce ve İspanyolca dillerin çevirisini yapan servis, 40’tan fazla dile ulaşacak. Yaklaşık üç yıl önce Microsoft tarafından 8,5 milyar dolara satın alınan ve internet üzerinden görüntülü ve sesli görüşme imkânı sunan bir şirket olan Skype, devrim meydana getirecek bir yeniliği kullanıcılara sundu. Skype, birçok insanın hayalini kurduğu gerçek zamanlı ve sesli tercüme teknolojisini hayata geçirdi. “Skype Translator” adındaki servis, bir Skype konuşması esnasında anında tercüme yapabilme yeteneğine sahip. Başka bir ifadeyle, Skype kullanan ve farklı dilleri konuşan iki kişi birbiriyle anlaşabilecek. Bu teknolojiyle farklı dillerdeki sesler algılanacak ve karşı tarafa çeviri yapılmış olarak aktarılacak. Skype’nin gerçek zamanlı çeviri servisi dünya için devrim niteliğinde bir servis olarak değerlendiriliyor. Gelecek yıllarda dil öğrenme zorunluluğunu ortadan kaldırması beklenen bu servisten özellikle yurtdışı ile ticaret yapmak isteyenlerin ve öğrencilerin faydalanması bekleniyor. Kısaca Skype, “sınırları kaldıran” bir işe imza atmış oldu. Öte yandan daha önce ses tanıma özelliği üzerine çalışan Google, ilk servislerini kullanıcılara sunmuştu. Google’nin video servisi YouTube’taki videoların altına otomatik olarak altyazı gelebiliyordu. 40 dilde çeviri Skype Translator, ilk etapta sadece İngilizce ve İspanyolca dilleri arasında çeviri yapabiliyor. Ancak şirketten yapılan açıklamalara göre gerçek zamanlı çeviri servisi 40’tan fazla dili destekleyecek. Bu diller arasında Türkçe’nin olup olmadığı ise henüz bilinmiyor. Ancak Skype’nin Türkiye’de yaygın olarak kullanılmasından dolayı kısa bir zaman içinde Türkçe çevirileri de buna dâhil edileceği ifade ediliyor. Eğer bu uygulama tutarsa, Skype dünya genelinde, dil anlamında bir devrim yapmış olacak. Skype Translator, ilk testlerini ABD’nin Tacoma eyaletinde olan Stafford İlköğretim Okulu ile Meksika’daki Peterson İlköğretim Okulu öğrencileri arasında gerçekleştirdi. Meksika’daki öğrenci İspanyolca konuşurken, karşısındaki öğrenci İngilizce konuştu. Skype ise anında çeviri yaparak öğrencilerin birbirleriyle konuşmasını sağladı. Skype’nin ilk olarak ilkokulu seçmiş olması oldukça önemli. Çünkü bundan sonra Skype Translator, eğitim açısından oldukça büyük bir değer taşıyacak. Google Translate çıktığı zamanlarda da aynı şekilde haberler çıkmış, “Dünyada bir dil devrimi olacak! Artık herkes, rahatlıkla karşısındaki yabancıyla konuşabilecek” denilmişti. Skype ise sesi algılayarak, Google Translate’in yaptığı işi bir adım öteye götürüp anında tercüme işini yaptı. Microsoft’un Skype Translator ile Apple ve Google’ye gözdağı verdiği ifade ediliyor. Son günlerde art arda bombalar patlatan Google ve Apple’a Microsoft’un cevabı büyük oldu. Skype Translator uygulamasının çok konuşulacağı ifade ediliyor. Sosyal medyanın en çok konuşulan video ve haberleşme sitesi Skype, bundan böyle artık her dildeki konuşmaları çevirebilecek. Skype Translator’ın bir demosunu oturum sırasında izleyicilere gösteren Skype de İngilizce–Almanca bir görüşme gerçekleştirdi. Almanca konuşan biriyle Skype Translator aracılığıyla sohbet edilip Almanca bilen izleyicilerden de çevrinin doğruluğu teyit edildi. Almanca bilen katılımcılar tarafından Skype Translator’ün anında çevirileri “oldukça iyi” olarak değerlendirildi. Microsoft’un, bu uygulamanın betasını 2014 yılı sonlarında Windows 8 için yayınlaması bekleniyor. Facebook 25’ten fazla dilde, anında sesli tercüme yapacak Dünyanın en popüler sosyal paylaşım sitesi Facebook, yabancı dil sorununu ortadan kaldırmaya hazırlanıyor. Satın aldığı “Jibbigo” adlı şirket ile 25’ten fazla dilde “anında sesli tercüme” yapmak için çalışmalara başlayan şirket, bu sayede “Messenger” üzerinde iki farklı dili konuşan kullanıcıları arasında çok rahat sohbet imkânı meydana getirecek. 12 yıl önce kurulan Mobile Technologies’in 2009 yılında kullanıma açtığı Jibbigo, hem online, hem de offline olarak sesli tercüme yapabilen ilk mobil uygulama olarak anılıyor. iOS ve Android işletim sistemlerinde kullanılabilir durumda olan uygulama, farklı dilleri sesli olarak tercüme yapabiliyor. Örneğin İngilizce bilmeyen bir İspanyol Jibbigo kullanıcısı, internetin olmadığı yerlerde bile anında sesli çeviri gerçekleştirebiliyor. Ses tanıma teknolojisi sayesinde rakip tercüme uygulamalarına fark atan Jibbigo, özellikle kendi ülkesi dışında bulunan turistler ve sağlık görevlileri tarafından çok yoğun bir şekilde kullanılıyor. Jibbigo, şu an 25’ten fazla dilde tercüme yapabiliyor. Hem Facebook, hem de Jibbigo tarafından duyurulan bu gelişme ile birlikte, artık sosyal ağ devi tüm dünya ile daha rahat iletişim kurabilmek için çok önemli bir adım atmış oldu. Paylaşılan bilgilere göre Facebook, Jibbigo’yu bir altyapı olarak kullanarak kendi servislerine uyumlu hale getirecek. Söz konusu altyapının kullanılmasıyla beraber Facebook’taki sohbetler, iki farklı dili konuşan kullanıcılar arasında gerçekleşebilecek. Yapılacak konuşmaların tercümesinin anında yapılması, sosyal ağlardaki kullanıcılar arasındaki etkileşimin daha da artmasını sağlayacak. Kendi uygulaması kullanıma açık Geçen yıl 1 milyar dolarla Instagram’ı satın alan Facebook, fotoğraf paylaşım mart 2015 109 haberajanda Teknoloji servisinin gelişmesi konusunda önemli rol oynamıştı. Video özelliğini kullanıcılara sunan Instagram, kayıtlı abonelerini ise Facebook ile daha da hızlandırmayı başarmıştı. Öte yandan Jibbigo’nun kendi geliştirdiği uygulama, Facebook kullanıcılarına sunulmuş durumda. Apple ve Google’nin mobil uygulama mağazalarında bulunan Jibbigo, on milyarlarca dolar piyasa değerine sahip olan Facebook ile hızla gelişeceğe benziyor. 110 mart 2015 Sosyal paylaşım sitelerinde sesli tercüme yapabilen özellikler bulunmuyor. Google’nin sosyal paylaşım sitesi Google Plus, şirketin kendi yazılı tercüme servisini kullanıyor. Twitter ise Microsoft’un yazılı tercüme servisi olan Bing Translate’i kullanıcılarına sunuyor. Bu yüzden Facebook’un anında sesli tercüme servisini başarıyla kullanıcılarına sunması, sosyal paylaşım sitelerinin geleceği açısından önemli bir rol oynamasına neden olacak. Android üzerinden Google Translate ile 14 dil cepte İnsanların hareket halindeyken hayatlarını daha da kolaylaştıran teknolojilere her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Android Market‘te bulabileceğiniz Google Translate hizmeti, şimdi 14 dilde sözlü çeviri yaparak kullanıcıların dil bariyerini aşmaları için bir basamak daha sağlıyor. Bu yılın başında Android cihazlar için ce, Rusça ve Türkçe dilleri arasında çeviri yapmayı sağlıyor. Siz konuşun, o çevirsin Hizmeti kullanmak için Android işletim sistemli akıllı cihaza Google Traslate’i yükledikten sonra tek yapılması gereken, iki dil çiftini seçip telefonun mikrofonuna doğru konuşmak olacaktır. Google Translate konuşmayı algılayarak çeviriyor ve yüksek sesle size söylüyor. Ayrıca sizin söylediğinizi yanlış anlama olasılığına karşı geliştirilen bir özellik sayesinde, çeviriye başlamadan metin halini görerek gerekli düzeltmeyi yapabiliyor ve algılanamayan sözcükleri kişisel sözlüğünüze ekleyebiliyor. Ekrandaki yazıyı büyüterek başka birine göstermek de bir diğer seçenek. Bu teknolojinin sadece alfa (başlangıç) sürümü mevcut, bu sebeple doğruluk payı arka plan seslerinden ve bölgesel aksanlardan dolayı düşebilir. Fakat Google, daha fazla insanın kullanımıyla örnek konuşmalar artacağından geliştirilmesinin daha kolay olacağını öngörüyor. Daha fazla dil sunabilmek için çalışmaya devam eden Google, yazılı çeviri kısmında 63 dilde hizmet veriyor ve bunlardan 24 tanesi için yazıdan konuşmaya çeviri (text-to-speech translation) seçeneği de bulunuyor. Android tabletler için geniş ekran uyarlaması da yapılan bu teknolojinin karmaşık cümlelerde denenmesini tavsiye etmiyor; yine de uluslararası seyahatlerde yer veya yön sormak için epey işe yarayacağı düşünülebilir. Eskiden yabancı bir ülkeye gidince haritalar, sözlükler, konuşma kılavuzları, mekân rehberleri taşınırdı, oysa artık tek bir akıllı telefonla bunların hepsine sahip olmak mümkün. Conversation Mode (Görüşme Modu) güncellemesi getiren Google, kullanıcılarına telefonlarından rahatlıkla anında çeviri hizmeti alma imkânı sunmuştu. Seçilen dilde duyduğunu yine seçilen diğer dile çeviren bu hizmet, ilk olarak İngilizce ve İspanyolca ile yola çıkmıştı. Şimdi Android için dil çeşitliliğini arttıran Google Translate, Brezilya Portekizcesi, Çekçe, Flamanca, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Japonca, Korece, Mandarin Çincesi, Leh- 25 farklı dilde anında olarak çeviri yapabilen cihaz: SIGMO Kickstarter benzeri yapısıyla tanıdığımız Indiegogo üzerinde başlatılan projelerden SIGMO, 25 farklı dilde anında çeviri yaparak kişilere yardımcı olabiliyor. İçerisinde Türkçe’nin de bulunduğu İngilizce (ABD), İngilizce (İngiltere), İngilizce (Avustralya), İngilizce (Kanada), İspanyolca (İspanya), İspanyolca (Amerika Birleşik Devletleri), İspanyolca (Meksika), Fransızca (Fransa), Fransızca (Kanada), Almanca, İtalyanca, Japonca, Çince (Çin), Mandarin ve Kanton (Tayvan / Hong Kong), Katalanca, Korece, Hollandaca, Norveççe, Danca, İsveççe, Portekizce (Portekiz), Portekizce (Brezilya), Lehçe, Rusça, Arapça, Endonezya, İbranice, Çekçe, Afrika, Malay, Hırvatistan, Tayland, Hintçe, Ukrayna, Macar, Slovak, Bulgarca ve Yunanca gibi diller arasında anında çeviri imkânı sağlayan ve hem bluetooth üzerinden akıllı cep telefonlarıyla -özel uygulama ve internet bağlantısı ile-, hem de içerisine yüklenen sözlüklerle bağımsız olarak çalışabilen SIGMO, oldukça kompakt (4x4 santimetre) ve şık yapıya sahip bir cihaz. Üzerinde mikrofon, hoparlör ve iki adet tuş bulunan cihaz, basit bir şekilde söylenen cümleleri anında çeviriyor ve böylece etkili ve olabildiğince doğru bir karşılıklı iletişime yardımcı oluyor. 300 saat bekleme ve 8 saat aktif konuşma süresi sağlayabildiği belirtilen ürün, sunduğu bu özelliklerle projeye oldukça yüksek gelir sağlayan destekçiler bulmuş ve bitimine 21 gün kala başarıya ulaşmış durumda. Farklı renk seçenekleriyle de 2014 Ocak ayında elde edilebilen SIGMO hakkında sitesinden bilgi sağlayabilir, ürünün çeviri performansını ve gövde ayrıntılarını rahatlıkla görebilirsiniz. Sonuç Bir insanın yeni bir lisan öğrenmesini teşvik etmek için “Bir lisan, bir insan” denirdi. Şimdi bu anında tercüme ile insanların yeni bir dil öğrenmelerine gerek kalmayacağı gibi, gittikçe anadil dışında bir dil öğrenimi de gereksiz kılınabilir. Nasıl ki cep telefonları çıkmadan önce pek çok kişi telefon numaralarını akıllarında tutmakta idi ve cep telefonları çıkalı kimse numaraları aklında tutmak zorunda kalmıyor, bu bakımdan, “Bir lisan, bir insan; çok dil, çok insan, tüm diller tüm insanlar arasında anındala olan ilişki ve iletişimi artıracak, yeni bilgilerin ulaşması zor olan niş topluluklar dahi diğer toplumlarla iletişim kurarak bilgi akışı ile gelişim sağlayabilecektir. Teknoloji geliştikçe, gelecekte simultane tercümana ve tercümeye de ihtiyaç bırakmayacak bir bilişim ürünü olan anında tercüme sistemi, diğer alanlara uygulanarak hayatımızın her aşamasında kullanılabilecek bir hale gelecektir. Bu durumda tüm dünya insanları birbirlerini anlayabilecek ve iletişim artacaktır. Tüm dünyaya konuşabileceğiniz iletişim çağına hoş geldiniz! mart 2015 111 Ahmet Yozgat - [email protected] haberajanda Karikatür 112 mart 2015 Bir y aylıketimin mas r af ı ₺90 Bir yetime de “siz” sahip çıkın www.cansuyu.org.tr ANKARA 0312 473 44 77 İSTANBUL 0212 521 65 65 İZMİR 0232 264 44 45 BURSA 0224 223 06 06 KONYA 0332 236 15 05