Batı`nın çöküş, Erdoğan Türkiye`sinin çıkış kodları

Transkript

Batı`nın çöküş, Erdoğan Türkiye`sinin çıkış kodları
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi
haber
MART 2015
YIL 9 SAYI 100
15 TL www.haberajanda.com.tr
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
S.W.O.T.
AHMET TURGUT
Eski kıbleye yeni bakışlar
YUSUF KEMAL BOZOK
İran suskunluğunu bozdu
AHMET YOZGAT
Bizi gidi beyinsizler!
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Lozan
zafere dönüşürken
MEHMET FATİH ÖZTARSU
“Zıddiyetin Evladı Enver Paşa”
MEHMET SERHAT BIÇAK
Paralel hatıraların
Bank Asya yolu
HİKMET GÖK
Kandil-Pensilvanya
DOÇ. DR. BÜLENT KARA
Sol ve seçim
SABRİ ÖĞE
Osmanlı’dan
günümüze bir bakış
SÖYLEŞİ
M. SERHAT BIÇAK
İSMAİL ALPTEKİN:
“Biz bu noktaya, 1971’den beri
damdan düşe düşe geldik”
MEHMET ŞEKER
Birliğimizi ve dirliğimizi bozmak
isteyenlere fırsat düşmesin!
GÜLENAY PINARBAŞI
Beyrut
FİKRİ AKYÜZ
Hakiki AKP
ORHAN MÜCAHİT
Kapitalizm
kendi sonunu getirdi
LOKMAN AYVA
Hayra hakaret hürriyeti
PROF. DR. RAMAZAN ERDEM
Üniversitelerdeki
müthiş kaynak israfı:
Rektörlük seçimleri
AYŞE YAŞAR UMUTLU
Estetiksiz,
felsefesiz medeniyetsizlik
AYTEN ÇALIŞ
Batı’nın çöküş, Erdoğan Türkiye’sinin çıkış kodları
Çanlar Batı için çalıyor! “Tükenmişlik sendromu” had safhada
Yayınları
Hür Tefekkürün
KALESİ
ABONELİK
Abonelik başvurularızı e-mail, telefon veya faks yoluyla yapabilirsiniz.
Tel: 0312. 380 90 92 - 0 533 165 39 82 Faks: 0312. 381 45 65
[email protected]
www.kulturajanda.com
www.kültürajanda.com
mart 2015
1
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 100 // MART 2015
BAŞYAZI // DOÇ. DR. SİNAN CANAN
S.W.O.T.
6
Birbirimize hâlâ (mucizevi bir şekilde) bağlıyız. Büyük
şehirleri bir kenara koyarsak, Anadolu’nun hâlâ çoğu
kısmında yalnızlıktan ve açlıktan ölmek gibi bir riskiniz
pek yok. Halen normal insan ilişkilerine sahip az sayıda
gelişmiş ülkeden bir tanesiyiz. Her ne kadar önemli
günlerde SMS ve e-posta ile kutlamalar gittikçe yaygınlaşsa da birbirimizi görebiliyor ve fiziksel anlamda gerçek
iletişimler kurabiliyoruz.
52 KAPAK / AYTEN ÇALIŞ
52
Batı’nın çöküş, Erdoğan
Türkiye’sinin çıkış kodları
Zira bu ülke, son 13 yıllık sürece kadar
egemen güçlerin ve bürokratik üslerin
çizdiği haritanın dışına çıkamayan, asla
alternatif bir görüşü dile getiremeyen bir
ülke olmuştur. Bu manada Erdoğan’ın
zaman zaman yükselen sesi, aslında kendine gelen Türkiye’nin sesidir.
26 AHMET TURGUT
Eski kıbleye yeni bakışlar
Tasvirlenen resmi “umutsuzluk” değil,
“uyarı” penceresinden okursak hedef iyi
kötü bellidir sanırım. Her biri bir sonraki 100. yılın anahtarı olan bir süreçteyiz.
Suriye ve Irak’ta sorumluları cezalandırma parametresinin önüne aynı bölgelerde bir an evvel sulhu tesis etmeyi öncelememiz gerekiyor.
28 SEYDAHMET KARAMAĞRALI
32
26
28
32
38
2
mart 2015
38
Lozan zafere dönüşürken
Yanlış anlaşılmamak için hemen kaydetmeliyim ki, “ülkeyi Lozan’a hazırlayan şartlar”ın başat müsebbibi de bizler değildik, Almanlardı. Deriz ki -fakir
dâhil hepimiz-, “Cihan harbinde müttefikimiz Almanya yenildiği için biz de yenik sayıldık”.
MEHMET FATİH ÖZTARSU
“Zıddiyetin Evladı Enver Paşa”
Enver Paşa: Benzetmek isterseniz benzetin, ancak bir asker olarak bana mağlubiyet dersi, felsefesi gereklidir. Bütün
harp okulları mağlubiyet işini de talim ve
derinden tahlil ederler. Benim için önemli olan, tarihî zaferler arasındaki zaman
mesafesi değil, mağlubiyetler arasındaki tarihtir.
MEHMET SERHAT BIÇAK
Paralel hatıraların Bank Asya yolu
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
bir konuşmasında paralel yapıyı şu şekilde tanımlamıştı: “Legal görünümlü illegal oluşum ve işlevler yürüten örgüt…”
Minareyi çalanın kılıfını hazırladığına dair
getirilen bu post-modern tanım, işte tam
da bu ikinci planın şu sahnede nasıl tuttuğunu gösterdi.
4 EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK
5 AHMET YOZGAT
Karikatür
6 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN
S.W.O.T.
9 AHMET YOZGAT
Karikatür
10 AYIN OLAYLARI / HABER AJANDA
Hayat nerede? Adres belli!?
14 SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
18 ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
22 ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
26 AHMET TURGUT
Eski kıbleye yeni bakışlar
28 SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Lozan zafer mi, hezimet mi?-2
Lozan zafere dönüşürken
32 MEHMET FATİH ÖZTARSU
“Zıddiyetin evladı Enver Paşa”
38 MEHMET SERHAT BIÇAK
Paralel hatıraların Bank Asya yolu
44 HİKMET GÖK
Kandil-Pensilvanya
47 CÜNEYT AKAR
Tarafsızlık: İyi mi, kötü mü,
mümkün mü?
48 DOÇ. DR. BÜLENT KARA
Sol ve seçim
50 ORHAN MÜCAHİT
Kapitalizm kendi sonunu getirdi
52 AYTEN ÇALIŞ
Batı’nın çöküş, Erdoğan Türkiye’sinin
çıkış kodları
56 SABRİ ÖĞE
Osmanlı’dan günümüze bir bakış
60 FİKRİ AKYÜZ
Hakiki AKP
62 MEHMET SERHAT BIÇAK
SÖYLEŞİ/ İSMAİL ALPTEKİN: “Biz bu noktaya, 1971’den beri damdan düşe
düşe geldik”
71 YAHYA KURT
Batı “İslam”ı
SÖYLEŞİ: M. SERHAT BIÇAK
MEHMET ŞEKER
İSMAİL ALPTEKİN: “Biz bu noktaya, 1971’den beri damdan
düşe düşe geldik”
Birliğimizi ve dirliğimizi bozmak isteyenlere fırsat
düşmesin!
62
Siyasette adam yetiştirmek o kadar kolay değildir; siyaset,
okumakla ve diplomayla olsaydı, dünyadaki dâhilerin tamamının parti lideri olmaları gerekirdi. Ancak
böyle bir şey yok! Siyaset, Allah’ın verdiği
bazı özel kabiliyetler ve yaşayarak pişmek
ile öğrenilir. Nasrettin Hoca’nın damdan
düşme meselesi var ya, işte öyle!
72 MEHMET ŞEKER
Birliğimizi ve dirliğimizi bozmak
isteyenlere fırsat düşmesin!
78 LOKMAN AYVA
Hayra hakaret hürriyeti
80 MESUT EMRE BALCI
Algı operasyonları ve savunma(!)
mekanizmamız
82 YUSUF KEMAL BOZOK
Şii Ensarullah Yemen’de darbe yaptı
İran suskunluğunu bozdu
84 GÜLENAY PINARBAŞI
Beyrut
87 FATMA ŞURA BAHSİ
Rus Oryantalizmi üzerine
bir eser değerlendirmesi
88 AHMET YOZGAT
Kafatasındaki bir buçuk kiloluk yağ
kitlesini mucize sanan...
Bizi gidi beyinsizler!
94 AYŞE YAŞAR UMUTLU
Estetiksiz, felsefesiz medeniyetsizlik
97 MUHAMMED LÜTFÜ AVCI
Dilin imkânlılığı ve Anadolu demokrasisi
98 ORHAN RUFAT KARAGÖL
Türkiye’nin şiddet haritası
99 AYTEKİN ATASOYU
Kadınların idolü Afrodit değil,
“Antigone” olmalıdır
100PROF. DR. RAMAZAN ERDEM
Üniversitelerdeki müthiş kaynak israfı:
Rektörlük seçimleri
102EKREM ÖZBAY
Türkiye’nin zekâ sorunu
104AHMET FİDAN
Megaköy Ankara’nın kümesleri
106SUNA AKAR
Soframızdaki tuts ak ve evcil balıklar
108DR. NURETTİN ALABAY
Teknoloji
112AHMET YOZGAT
Karikatür
72
Onlar istedikleri kadar planlar yapsınlar. Bizim Ayhan’larımız
oldukça, aramızda böyle güzel insanlar yaşadıkça, bize karada
ölüm yok. Biriz, birlikteyiz, kardeşiz... Hep
birlikte Türkiye’yiz… Bunu anlayanlara
ve bilenlere selam olsun! Anlamayan ve
bilmeyenin nasibine ise ilim irfandan önce
ilk olarak izan düşsün.
44
56
78
48
60
88
HİKMET GÖK
Kandil-Pensilvanya
SABRİ ÖĞE
Osmanlı’dan günümüze
bir bakış
Eğitim gönüllüleri ha? 150 ülkede faaliyet göstermenize kim
şemsiye oldu? Siyasî faaliyet
yürütmezmiş… Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’e mektup göndererek “İkiniz (Gül-Erdoğan) ne
karar verirseniz uyarım” diyen
başkası olmalı. Bir bedende birkaç kişilik… Tam muhbir pozisyonu! Yakışır!
44
DOÇ. DR. BÜLENT KARA
Sol ve seçim
“Sol” kavramı, tarihten günümüze kadar sermayenin değil, emekçinin tarafında tanımlanmaktadır ve din, dil, ırk, cinsiyet ve kültür
ayrımı yapmaksızın, sadece insanı merkez alır. Bu yüzden çağlar
boyu solun, çeşitli coğrafyalar ve
çeşitli kültürler içinde iktidar olduğu, bilinen bir gerçektir.
48
Bu sarf edilen parayı Sayın Erdoğan borç almamış; on cente muhtaç, memurunun maaşını
ödeyecek parayı bile ancak dışarının deprem yardımlarından
sağlayabilen bir devleti, kendi öz kaynağından katrilyonlar
harcayarak kendi devlet sarayını yapabilir hale getirmiş. Bundan daha sevindirici bir şey olabilir mi?
56
FİKRİ AKYÜZ
Hakiki AKP
Arıtma Koruma Partisi: Selçuk
Karaoğlu, 1946-1947. (Hayır, bu
“arıtma” sözcüğünün su arıtması ise ilgisi yok. Zaten o dönemde
su arıtma sistemi yok. Ayrıca AK
Parti’ye AKP diyenlere uyarı: Hakiki AKP, bu parti!)
60
LOKMAN AYVA
Hayra hakaret hürriyeti
Birilerinin kötülemesine bakıp da
hak yoldan vazgeçmemek, hatta birilerinin kötülemesinin peşine takılıp da onlarla beraber pislik kervanına katılmamak ve yine
birilerinin kötülemesine bakıp da
ümitsizliğe kapılmamak gerekir.
Biz hangi pozisyonda olursak olalım, “Allah nurunu tamamlayacaktır”.
78
AHMET YOZGAT
Bizi gidi beyinsizler!
Beyin dediğimiz organ en çok
geceleyin çalıştığı için, canlılar
uyuyor, bedensel motor faaliyetleri neredeyse sıfırlanıyor ve vücut, enerjisini beyne teksif ediyor. Beyin bu esnada o kadar
çok enerjiye ihtiyaç duyuyor ki,
bu kapasitedeki enerjinin üretimi
için uyku yetmiyor, ilaveten “iki
seksen yatmak” gerekiyor.
88
mart 2015
3
haberajanda
Editör
Sayı: 100/ Mart 2015
İMTİYAZ SAHİBİ
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
TEMSİLCİLİKLER
BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ
MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ
HABER AJANDA
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Sinan Canan
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı
Anadolu Ajansı
Serkan Selim Dilek / Bravadziluk
8/71000 Sarajevo
Bosnia and Hercegovina
Ofis Tel : 00 387 33 225526
Cep
: 00 387 62 225526
Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp
Skopje - Macedonia
Ofis Tel : 00 389 23 220337
Cep
: 00 389 70 451737
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd.
Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak
yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim
ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3
Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97
BASKI TARİHİ
Mart 2015
İDARİ ADRES
Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303
Kat: 3 Ulus – Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 381 45 65
HABERLEŞME ADRESİ
Posta Kutusu 168
06420 Yenişehir/Ankara
[email protected]
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ISSN
ABONELİK
Yurtiçi yıllık abonelik 180 TL,
kurum ve kuruluşlar için
360 TL, Kıbrıs için 200 TL,
Avrupa için 150 € ve
ABD için 200 $’dir.
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltdi Şti.
Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007 287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
mart 2015
1306-5742
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 381 45 65’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
Haber
Ajandalya*
ALLAH “yüz”ümüzü güldürsün daim…
>> O’nun (cc) lütfunu birer avcı sabrıyla bekleyen kadromuzun her kalemi,
birer bülent olmuşçasına imanıyla
sarıldı yıllardır silahına. Bu kadro, nadir
görünen bir fikriyatla söylenecek ne varsa söylemeye, “şundan” veya “bundan”
diye ayırt etmeden, her şeyi erkânınca
yazmaya gayret göstererek, dokunulması gereken her konuya bir yıldırım gibi
düştü. Ancak gündemin yavuzluğuna
karşın selim yollar göstermenin cehdine
girerek taşıdığı müzeyyen sevdanın
mücahitliğini yapmaya da her zaman
devam etti.
Bilmem sizin dikkatinizi çekti mi, dört
bir yandan Haber Ajanda için yazıp da
bu sayfalarda yer bulan bunca kalem
kaç kez bir araya topyekûn gelebiliyor
ki böylesi ortak bir aklı topluma takdim
edebiliyor?
Bunun iki önemli izahı var ki ilki şu:
Yıllardır yetiştirdiği kalemlerle bir ekol
hüviyetine bürünen Haber Ajanda, büyük bir şuranın kalbî vuslatını kuruyor
ve bu hasbî buluşmadan doğan muradı
doğrudan ve tek elden gösterebiliyor. Bu
kalbî vuslatı korumanın ve bunca yıldır
sürdürebilmenin altında, ilk teri nasıl
döktüysek, her terimizi aynı şevkle dökmemiz, heyecanımızı geleceğin umutlu
günleri için hep yanar halde tutmamız
yatıyor.
Ekol dedik de, Haber Ajanda’nın diktiği fidanların şimdi nasıl birer servet
hükmünde olduklarını izlemek ne büyük kıvanç, ne büyük onur!
Dokuz yıldır vefa, hatır ve muhabbet
üzere kurulu bu metin birlikteliğin
ikinci izahına gelince… Kurda sormuşlar
“Boynun neden kalın?” diye, “Kendi işimi
kendim görürüm” demiş. Haber Ajanda,
ikbal düşünmeden, ün alma derdine
düşmeden, hiçbir yerde eğilmeden ve
bükülmeden, yalnız okurları ve yazarlarıyla muhteşem bir his dünyası kurdu ve
tam da o kurt gibi kendi işini kendi gördü. Öyle ya, bu bakımdan her sıkıntıda
hikmet gördük, ancak hiçbir şebekenin
oyuncağı olmayı zihnimizden bir an
dahi geçirmedik!
Kimi zaman ülke gibi gerildik, kimi
zaman şen günleri şeker gibi geçirdik.
Ve memleketin kırmızı kırmızı alarmlar
verdiği, tuzun dahi koktuğu günlerde ak
yüzleriyle fikrî aydınlığı gösteren kadromuzla “Allah var, gam yok!” demeyi bildik. Bu kadro, en derin yaralara Allah’ın
izniyle Lokman olmaya talip biçimde,
kimseden bir karşılık beklemeksizin kolları sıvadı, cananı bildiği can yurdu için
tüm gücüyle çalıştı, çalıştı ve çalıştı…
Atası soyu ne yaptıysa, bu kadro da
ona meyyaldi hep; mazlumun yanında,
zalimin -kimden olduğunu sorgulamadan- karşısında oldu. Öyle ya, kodlarında
hep bu vardı. “Biz yapalım, minberi oturtacak bir Selahaddin çıkar elbet” diye
çaylı muhabbetlerimizde kurduğumuz
cümleleri işte bu iştiyakla nesrin akışına bıraktık. “Su akar, mecraını bulur”
derler ya, biz de fikir hayratları kurduk
gönlümüzce, kim demlendiyse o mesut
etti bizi. Öyle ya, Fatih’in torunlarına da
fetihler yakışırdı ancak…
Bahaeddin Karakoç’un “Sana Yazdım”
isimli şiirinde şöyle bir bölüm vardır:
“Şair oğlu şairim, redd-i miras hakkım
yok./ Gider gittiği yere yaydan fırlayınca
ok;/ Bunu her menzile yazdım…/ Şimdi
göndere çekilen bir bayrak gibi/ Senin
ipine asılmışım;/ Dem, bu dem…” İşte tam
da bu demdeki hissimiz şudur: Mehtaba
asılı ay nasıl tüm kutunu nur nur kara
göle düşürüyorsa, biz de Kevserü’lZehra’nın Babası Ahmet’in (sav) yardığı
o ay gibi, kararmış günlere ak düşürme
derdindeyiz. Dem, bu dem…
Haber Ajanda, sinesinde muhafaza
ettiği güven ve erdemi yine en sağlam
şekilde büyütmeye devam ederken, hür
tefekkürün kalesine diktiği bayrağını her
zamanki ihlas ve sabriyle daha da refik
etmenin azmindedir ve bu azimden
dönmeyecektir.
Gayret bizden, tevfik Yüce
Hakk’tandır…
*Mehmet Şeker Ağabey’e teşekkürler…
**Değerli yazarımız Nadire Çamlı Yıldırım Hanımefendi’nin mahdumu “Emir”e,
15 Şubat 2015 tarihi itibariyle “Aramıza
hoş geldin!” diyoruz. Rabbim bahtını açık
etsin…
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
mart 2015
5
haberajanda
Başyazı
Bir başka zayıflık da “özgüven” konusunda var bence. Yok, kendine güvensizlik
değil, belki fazlaca güvenme sorunumuz
var. “Hallederiz” ile “Allah Kerim” arasında
salınıyor gibiyiz. Bizi gerçekten ilgilendiren hemen her şeyi başkalarına bırakırken, bizi zerre ilgilendirmemesi gereken
mevzularla ömür çürütmek, adeta milli
sporumuz gibi bir şey. Güçlü yönlerimiz
konusunda bahsettiğimiz “tek kutuplu
siyasî yapı”ya bile güveniyoruz. İktidardan
tarafsak, onların masumiyetine ve her
şeye kadirliğine, müzmin muhalefetsek,
iktidarın bir gün Allah’ın gazabına uğrayıp
kendi kendine düşeceğine güvenimiz tam.
6
mart 2015
S.W.O.T.
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
S
TRATEJİK planlamalarla uğraşanların pek sık
kullandığı ve bildiği bir terimdir “SWOT analizi”. İngilizcede “güçlü yönler” (strength), “zayıf
yönler” (weakness), “fırsatlar” (opportunity) ve
de “tehditler” (threat) anlamına gelen kelimelerin baş harflerinden türetilmiş bir terim ve kuruluşların
stratejik olarak ileriye dönük planlar yapması için gerekli
olan analizlerden biri.
>> Bu tip bir analize harcanan
zaman önemlidir; zira bu analiz
sonucunda sizi nelerin beklediğini, ne tip handikaplara takılabileceğinizi, gizli güçlerinizi ve
sizi bekleyen riskleri daha kolay
öngörebilirsiniz.
Bir süredir kendimce bu tekniği kullanmaya gayret ediyorum. Eğer varsa, incelikli ilmine
çok vâkıf olmadığım halde,
kendimce ve kendi hakkımda
yaptığım SWOT analizleri bana
hayli faydalı bir iç görü sunuyor.
Ayrıca böyle bir analizi değişen
zaman ve koşullar için tekrar
baştan uygulamak da faydalı
görünüyor. Zira zamanla güçlü
özellikler, zayıflıklar, fırsatlar ve
tehditler de değişiyor. Dolayısıyla her dem yeniden düşünülmesi gereken konular bunlar.
Kendi kendime bunları yaparken aklıma düştü, “Acaba içinde
yaşadığımız memleketin temel
gidişatı için de böyle bir şey yapsam nasıl olur?” diye düşündüm.
Şimdi gelin, sizlerle beraber
ülkemizin gidişatı için minik bir
SWOT analizi yapalım; bakalım
neler göreceğiz...
Elbette “Birlikte yapalım”
desem de –farkındayım- bu yazı
tek taraflı bir çaba olacak. Ama
yine de bu analizi yaparken,
olabildiğince genel düşünmeye
ve hepimizi ilgilendiren yönlere
vurgu yapmaya çalışayım; bakalım nasıl bir noktaya varacağız…
(Not: Analiz tamamen yazı
yazılırken canlı olarak yapılmıştır, önceden planlanmış bir
gündem, mesaj veya gizli ajanda
yoktur.)
Güçlü yönlerimiz
Ülkemizin güçlü yönlerini
listelemek, sanıldığı kadar kolay
bir iş değil. Mevzuyu bize okulda
öğretilen bilgilerle halletmeye
çalışsak kolaydı aslında, “Bir
Türk dünyaya bedel”, “Vatan
cennet”, Ne çalışkan milletiz;
zeki, süper ve de ne müthişiz…
Of, aman Allah’ım!” der, geçerdik.
Fakat gerçekte durum belki
biraz daha farklıdır. Mesela, güçlü yönlerimiz arasında öyle her
bir ferdimize sirayet etmiş, milli
bir ülküye dönüşmüş çalışkanlık
gibi hasletlerden bahsetmek
zor. Zeki olabiliriz, ama dünya
ortalamasının çok üzerinde yer
aldığımıza dair bilimsel bir kanıtım yahut nesnel bir göstergem
de yok. “Yeraltı ve yerüstü kaynaklar” deseniz, yok, onlar da
pek parlak değil. “Tarihî miras”
desen, okuyan ve meraklı kitle
çoğunluğumuzu oluşturmadığından o da pek ümitvar olabileceğimiz bir alan sayılmaz.
Peki, güçlü yönlerimizden
aklımıza gelen ne var? Öncelikle
birçok gelişmiş dünya ülkesine
göre kalabalık ve genç bir nüfus
varlığı… Azımsanacak bir güç değil bu, zira tüm güçler gibi, nasıl
kullanacağınızı ve yöneteceğinizi bilmezseniz başınıza bizzat
bela da olabilecek bir güç. Ama
sonuçta güçlü bir yan işte!
Başka? Teknolojiye ve tüketime müthiş meyilli bir kitle
var elimizde. Giyecek pantolon
alamayacakken en son cep
telefonu modellerini almak
için boyuyla borca girebilecek kadar cevval bir
meyil bu. Deli gibi
internet ve sosyal
medya meftunuyuz. Özellikle de
son yıllardaki
göreceli zenginlik ve refah
artışıyla işler
iyice rayından çıktı gibi
görünüyor.
Kısacası en
güçlü yönlerimizden biri,
dijital dünyanın adeta
parmaklarımızın
ucunda olması ve
bu maharetli parmaklardan milyonlarcasına sahip olmamız
şeklinde özetlenebilir.
Birbirimize hâlâ (mucizevi
bir şekilde) bağlıyız. Büyük
şehirleri bir kenara koyarsak,
Anadolu’nun hâlâ çoğu kısmında yalnızlıktan ve açlıktan
ölmek gibi bir riskiniz pek yok.
Halen normal insan ilişkilerine
sahip az sayıda gelişmiş ülkeden bir tanesiyiz. Her ne kadar
önemli günlerde SMS ve e-posta
ile kutlamalar gittikçe yaygınlaşsa da birbirimizi görebiliyor ve
fiziksel anlamda gerçek iletişimler kurabiliyoruz.
Siyaseten de güçlü yönümüz
çok aslında. Çok partili demokratik bir parlamenter sisteme
sahibiz; onlarca partinin seçime
girebildiği, siyasî ortamı oldukça
serbest ve canlı bir ülkeyiz. Fakat
buna rağmen, ortada fiilen bir
tane iktidar partisi ve “diğerleri”
var. Eğer iyimser bir açıdan
bakarsanız, bunu güçlü yönler
hanesine yazabiliriz. Yazabiliriz,
çünkü ortadan kabaca karpuz
misali iki siyasî kutba ayrılmış
bu ülkede, birileri kafalarına
göre “Bir şeyler yapacağız” diye
uğraşırlarken, “diğerleri” tüm
varlıklarını “yaptırtmama” üzerine kurmuş durumda. Güçlü
sayılabilecek bir durum; zira engelleyici “diğerleri”, hiçbir şeyde
anlaşamadıkları gibi, engelleme
yolu ve yordamı konusunda da
anlaşamıyorlar. “Berikiler”, yani
iktidardakilerse gayet frensiz ve
pürüzsüz bir yolda kendi keyiflerince ilerliyorlar. Bu kontrolsüz
gücün başında oturan ve oturacak
insanların temel düzeyde insaflı
olacakları umudundan hareketle, bu durumu “artı” hanemize
yazarak gayet iyimser ve güzel
bir tablo çizmek de mümkün.
Tersini düşününce insanın
uykuları kaçıyor ve ortalığı karıştırası geliyor.
En son aklıma gelen güçlü yön
ise baklava, künefe, uykuluk ve
kokoreç gibi milli lezzetlerimiz.
“Ne alakası var?” demeyin, onlarsız hayat çekilmezdi!
Zayıflıklarımız
Zayıf yönlerimiz konusunda
çok karamsar olmadığımı fark
ettim. Fakat ciddi bazı zayıflıklarımız da yok değil. Mesela, adına
“eğitim” dediğimiz süreç, ciddi
zayıflıklarımızdan biri. Neyi neden öğrettiğimizi bilmediğimiz,
klinik anlamda psikopat yetiştirmeye, “insan” yetiştirmekten çok
daha uygun bir sistem haline
gelen eğitimimizle nasıl olup da
(kazara da olsa) normal insanlar
yetiştirebildiğimize şaşmamak
mümkün değil.
Bir başka zayıflık da “özgüven”
konusunda var bence. Yok,
kendine güvensizlik değil, belki
fazlaca güvenme sorunumuz
var. “Hallederiz” ile “Allah Kerim”
arasında salınıyor gibiyiz. Bizi
gerçekten ilgilendiren hemen
her şeyi başkalarına bırakırken,
bizi zerre ilgilendirmemesi gereken mevzularla ömür çürütmek,
adeta milli sporumuz gibi bir
şey. Güçlü yönlerimiz konusunda bahsettiğimiz “tek kutuplu
siyasî yapı”ya bile güveniyoruz.
İktidardan tarafsak, onların
masumiyetine ve her şeye
kadirliğine, müzmin
muhalefetsek, iktidarın bir gün Allah’ın
gazabına uğrayıp
kendi kendine
düşeceğine
güvenimiz
tam.
Bir başka
zayıf yönümüz de
“hafızamız”.
Geçmişi
hatırlayamıyoruz. Bir
nevi sosyal
Alzheimer
hastalığı
gibi
mart 2015
7
haberajanda
Başyazı
üniversite kurabilir, hiçbir şey
okumadan yazar olabilir, tek bir
fikriniz bile olmadan ve sadece
bir şeylere karşı olduğunuzu dile
getirerek bir sürü insandan oy
alan bir siyasetçi portresi çizebilirsiniz. İşte size fırsatlar ülkesi!
Tehditlerimiz
Okulda yine ne güzel öğretmişlerdi bize: “Dört bir yanımız
düşmanlarla çevrili”, “Türkün
Türk’ten gayrı dostu yok, herkesin gözü bizim üstümüzde”...
Böyle gitsek tehdit tanımlaması
da kolaydı, ama gerçek dünya
biraz daha çetrefilli.
Karşımızdaki tehditler pek
bu kadar eften püften değiller.
Bana sorarsanız, en büyük tehdidimiz, “dünyadan haberimizin
olmaması”. Dünyaya nizam
verme geleneğinden gelen bir
coğrafyanın evlatları olarak,
okuduğumuz gazetelerde ve takip ettiğimiz internet sitelerinde
Adriana Lima’nın maceraları gibi
mevzular dışında dünya haberlerine rastlamanız neredeyse
imkânsız.
Birbirimize hâlâ (mucizevi bir şekilde) bağlıyız. Büyük şehirleri bir kenara koyarsak,
Anadolu’nun hâlâ çoğu kısmında yalnızlıktan ve açlıktan ölmek gibi bir riskiniz pek yok.
Halen normal insan ilişkilerine sahip az sayıda gelişmiş ülkeden bir tanesiyiz. Her ne
kadar önemli günlerde SMS ve e-posta ile kutlamalar gittikçe yaygınlaşsa da birbirimizi
görebiliyor ve fiziksel anlamda gerçek iletişimler kurabiliyoruz.
bir şey bu! Hem de aynen bu gibi
hastalıklardan mustarip bunamış yaşlılar gibi, kendi ömür
süremiz içinde olan bitenleri
çok daha kolay unuturken, uzak
geçmişten bize anlatılanlarla
böbürlenmeyi ve ha bire birkaç
yüzyıl öncesinden söz açmayı
pek seviyoruz. Yakın geçmişimizde kaç darbe yemiş, kaç kez
kandırılmış, kaç kez hatalı tarafa
dâhil olmuş olursak olalım,
Abdülhamit’ten, yeniçeriden,
Selçuklu’dan, Hititlerden yahut
daha eski Anadolu medeniyetlerinden ve dahi onların başlarına
gelen nice trajik hadiseden
bahsedince hemen kendimizi iyi
hissedebiliyoruz.
Gençlerin durumu daha da
fena! Onlar için hemen her şey,
içine doğdukları son 10-15 senenin mevzularından ibaret. O
yüzden, mesela Gezi olaylarını
8
mart 2015
İkinci Cihan Harbi kadar önemli
zannediyorlar belki de.
Görüldüğü gibi bunlar ufak
zayıflıklar. Fakat cehalet, meraksızlık, kendine aşırı güven ve
bunama gibi belirtileri üst üste
koyarsanız, ülkede birçok insanı
psikiyatri kliniğinde yatan hastalar gibi görmeniz işten değil.
Allah’tan güçlü yönlerimiz ve
dahi bazı fırsatlarımız da var.
Fırsatlarımız
Hep söylerim, “En önemli
fırsat, yaşadığımız coğrafya”.
Burası, bütün büyük fikirlerin ve
dinlerin beşiği, dünya medeniyetlerinin kesiştiği doğurgan bir
kavşak noktası!
Ne Doğulu, ne de Batılı. Burası,
kendine has, nev-i şahsına münhasır bir yer! Nice medeniyetleri
doğuran böyle bir yerde yaşayan
bizlerin biçare hali bazen insanı
derinden üzebilse de zayıf yönlerimizde bahsettiğimiz bazı
mevzuların ışığında durumu
daha iyi anlayabiliyoruz.
İkinci ve önemli bir fırsat
da burada hiçbir şeyin ciddi
ve sistemli olarak yapılmıyor
olması. Bürokrasi hariç, hiçbir
şeyin oturmuş bir geleneği,
felsefesi, yol ve yordamı yok
neredeyse. “Bu nasıl bir fırsat?”
demeyin, zira kendinizce bir
devrim yapmak isteseniz,
burası gibi oturmuş bir sistemi
ve felsefesi olmayan, söylenen
her şeyin yeni zannedildiği bir
yerde işiniz aslında pek kolay.
Siz ilk sonuçları alana kadar
birçok insan devrim yaptığınızı
bile anlamayabilir. Sadece biraz
sessiz olup kravatınızı düzgün
takıp takmadığınızı kontrol edin,
yeter! Tek bir bina bile dikmeden
Ellerin nereye gittiği, neler ettiği konusunda pek fikrimiz yok.
Bütün dünyayı, kendi (aslında
var olmayan) siyasî ve gündelik
tartışmalarımızdan ibaret zannediyoruz. Dünyada meydana
gelen fikrî devrimlerden haberimiz bile olmuyor. Ciddi sorunlar
bizi pek ilgilendirmiyor. Küresel
ısınmaymış, çevre kirliliğiymiş,
kıyametin yaklaşmasıymış,
umurumuzda değil! Benzin
fiyatları artınca birkaç dakikalık
geçici bir isyan duygusu dışında,
dünya yansa bir kucak otumuz
yanmayacak psikolojideyiz.
“Bu kadar çöp nereye gidiyor?
Torunuma nasıl bir dünya bırakıyorum? Bu büyümenin sonu
ne olacak?” gibi anlamsız sorularla vakit geçirmiyoruz pek.
Tehditlerimizin en güzel yanı
da –herhalde- gerçek anlamda
tehdit olan hiçbir şeyden haberimizin olmayışı. Ancak zerre
önemi olmayan mevzuları tehdit sanmaya devam ediyoruz.
Bilmem daha büyük bir tehdide
ihtiyacımız var mıdır?
“Kişi kendini bilmek gibi irfan
olmaz” demişler; benim taraftan
bakınca işler biraz böyle görünüyor, inşallah çokça yanılıyorumdur.
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
mart 2015
9
Haber Ajanda
AYINOLAYLARI
Ayın Olayları
Hayat nerede? Adr
BU
sayfalara taşıyacağımız olay, asırların
en büyük sefaletinin göstergesi aslında. “Ayın Olayı” şeklinde nitelemek az,
ancak unutan ve yapay konuşmalar arasında eriyen
toplum için aylık bir durum…
>> Özgecan Aslan, üniversite
öğrenimini sürdürmekte olan gencecik bir kızcağızdı. Binmiş olduğu
dolmuşta tek başına kalınca bir
vahşinin saldırısına uğradı. Tecavüze yeltenen ucube, kahraman
kızın karşı koyması üzerine ona
önce bıçakla saldırdı, sonra yaktı
ve nehre attı.
Böylesi satırları buraya yazmak
istemiyoruz ve bunu samimiyetle
belirtiyoruz. Zira vakaya dair bilgilerin yayınlanmasında asla ve
asla bir yarar görmediğimiz gibi,
zararının daha büyük olduğuna
inanıyoruz. Ancak olayın vukuuna dair bilgiye herkesin ulaşması
sebebiyle maalesef bir not düşmek
zorunda kalıyoruz.
Dünyada “terör” kelimesinin
üzerine yapılan konuşmaların,
yapılan okumaların ve verilen
mücadelenin neredeyse tamamı
silahlı eylem ve anarşizme yöneliktir. Fakat bu kavramı, altına
doldurduğu birkaç başlıkla değerlendirmenin ve bu eksenler üzerinde yorumlamanın, dolayısıyla
toplumsal çözümlemelerin de bu
çerçevede yapılmasının ne kadar
elzem olduğu ortadadır.
Bu yüzden terör konusunu bu
alt başlıklarıyla birlikte incelemek
ve bu başlıklara karşı denk tedbir
ve yaptırımlar görüşülmeli, planlanmalıdır. Bu başlıklardan ikisi
de “ahlak terörü” ve “ahlakî terör”
şeklinde belirtilebilir.
Ahlak terörü, toplumun inandığını yaşamayıp yaşadığına
inanmasının sonucu elde ettiği bir
terör tipidir. Bu noktada toplum,
var olan ahlak sistemini yanlışın
10
mart 2015
üzerine kurmakta ve o yanlış
çerçevesinde yeni yanlışlar geliştirerek kabuklu bir muhafaza
oluşturmaktadır. Buna en güzel
örneklerden biri, konu edindiğimiz
mesele üzerinden açılan namus
ve iffet başlıklarıdır.
Namus ve iffet, asıl adres üzerinden okunduğunda şöyle karşımıza
çıkıyor: “Mümin erkeklere söyle,
gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu,
onlar için daha temizdir.” (Nur, 30)
Açık adreste karşılaştığımız
gerçeklik bu; ancak görmek istediğimiz gerçeklik “kadının ırzını
koruması” ise, işte o zaman ahlak
terörünü başlatmış oluyoruz.
Ahlakî terör ise, oluşturulan
ahlak sisteminden değil, edinilen
ahlakın kendisinden gelen terördür. Bir kimse ahlaksızlığı ahlak
edinmişse, o kimseden kurulu
sisteme uyması, insanî davranışlar sergilemesi beklenemez. Bu
noktada şunu biyoloji literatürüne
sokmalı: Bazı canlılar yumurtlama,
bazı canlılar da doğum hadisesiyle
dünyaya gelirler. Ancak bazı yaratıklar var ki, affınıza sığınıyoruz,
bunlar doğrudan tuvalet hadisesi
ürünüdürler. Bunların din, ırk,
cemiyet gibi bir zümre aidiyetleri
yoktur, zira tuvalet ürünüdürler.
Tecavüz, tecavüze teşebbüs, cinayet ve bu tür fiiliyatla insanların ve
toplumların ruhuna kastedenler,
yani Kur’anî tabirle “belhum adal”
kimseler, işte bu ürünün numunesidirler. Konusu ahlak, silah, nesil
yahut uyuşturucu olabilir, terörün
her türlüsü, ancak misliyle karşılık
bulmalıdır. Değilse, çarelerden biri
de bellidir: “Otomatik Portakal”...
“Otomatik Portakal”, 1962 yılında İngiliz yazar Anthony Burgess
tarafından kaleme alınmış ve aynı
yılların modernleşme ve değişim
sancılarını yansıtırken, bireylerin
ne kadar özgür veya baskı altında
olması gerektiğini ve sonuçlarını
sorgulayan ve de bunu eserin (anti)
kahramanının hayatında okuyucuya anlatan önemli bir eserdir.
Kitaba değinmeden evvel,
yazarın vatanı olan İngiltere’de
uygulanan infaz hukukuna göre
suçlunun hayatını kaybettiği bir
ceza infaz tipine yer verilmediğini
belirtmeliyiz. Zira İngilizlere her
alanda insan lazımdır. Öyle ya,
nüfus yoksunluğu sebebiyle kral
gözetimi altında hapishanelerde
yatırdıklarını dahi çiftleştirmek
zorunda kalmış bir tarih vardır
ortada (Function Under Control of
the Kingdom).
Kitaba dönelim… 1971’de Stanley
Kubrick tarafından beyazperdeye
de aktarılan ve kült filmler arasında önemli bir yer edinen bu eserin
(anti)kahramanı, Alex adında bir
çete üyesidir. Alex, mensubu olduğu çeteyle birlikte gasp, cinayet,
yaralama, tecavüz, uyuşturucu
kullanma gibi olumsuz birçok
eyleme karışmıştır. Bir gün polis
tarafından yakalanan Alex, sevk
edildiği hapishanede programlı bir
rehabilitasyona tâbi tutulur. Ancak
rehabilitasyon, Alex ve üyesi olduğu çetenin gerçekleştirdiği olayların kendisine zorla izlettirilmesi
üzerine planlıdır.
Genellikle merhum Özgecan’ın
karşılaştığı durumların failleriyle
ilgili olarak, hâlihazırda sonucu
ölüm olan bir infaz türüne sahip
olmadığımız ve Türkiye toplumu
olarak nüfus bakımından İngilizler
gibi bir sorunumuzun olmaması
sebebiyle her zaman ilk akla gelen
ceza “hadım” üzerinedir. Özür
dileyerek sormak lazım bunu düşünenlere: “Hadım edilen kimsenin
es belli!
aklı, hadımdan sonra kafatasına
yeniden mi oturuyor?”
Ve bütün bu süreçte öyle bir
aile tanıdı ki Türkiye, ders üstüne ders olsun hepimize… Baba
Mehmet Aslan’ın, Hazreti Ali’ye
ait “Ben, söylenmiş olan bütün
sözlerden aşağıdayım; söylenmemiş olan bütün sözlerden de
yukardayım!” sözleriyle başlayan
konuşmasıyla son verelim yazımıza:
“Biliyorsunuz, her insanın bir
nefsi var. Nefis kabardığı zaman,
o, insanın mahvolmasına sebep
olur. Ben, ben olmaktan çıktım.
‘Edinmiş olduğum, sahip olmuş
olduğum bütün her şey bugün
içinmiş’ diye düşünüyorum.
Çünkü ben güzel kızımı, güzel
meleğimi çok severdim, sevmeye
kıyamazdım, saçına dokunmaya
kıyamazdım. Bizim söyleyebileceğimiz fazla bir şey yok. İnsanlar
bizim bu günümüzde yanımızda
oldular, bizim içimizdeki yangını
söndürebilmek için koştular,
bize yardımcı oldular, acılarımızı
paylaştılar. Devletimiz zeval görmesin!
Milletimiz necip, güzel bir millet; güzel gönüllü insanlar var.
Ben öncelikle kendim için şunu
söyleyeyim: Ben günahkârların
günahkârı, fakirlerin fakiri, acizlerin acizi bir garibim. Rabbim
özel yaratmış, güzel yaratmış; çok
sevdi, yanına aldı. Bu memlekette
artık ikilik olmasın! Bu vahim
olayı yapan insanlara da zulmedilmesin, adaletin karşısına çıkıp
cezalarını çeksinler. Allah onların
analarına, babalarına da yardımcı
olsun.
Sevmekten başka bir çıkar
yolumuz yok. Teslim olursak,
içimizdeki bütün güzellikler ortaya
çıkacak. Savaşırsak, sonunda nefsimiz kazanacak ve analar, babalar
ağlayacak, meleklerin kanatları
koparılacak, meleklerin çığlıklarını
kimse duymayacak. Duyduğumuz kulaklarımızın, gördüğümüz
gözlerin aslında bir anlamı yok.
Memlekette herkes bir şey söylüyor; biz ne ocuyuz, ne bucuyuz;
şanı yücelerden yüce olan Türk
milletinin bir ferdiyiz, evladıyız.
Ben milletimizden çok şey
bilmem, ama Maun Suresi’nin, Âl-i
İmran Suresi’nin 103. ayetini ve
Asr Suresi’ni okumalarını tavsiye
ediyorum. Bu ayetler bana göre
çok önemli! Doğru yolu bulmak,
doğru yolu seçmek, doğru yolda
yürümek çok zor... Malum, dünya
geçimini sürdürmek için çalışıyoruz. Gözümüz körleşiyor, kulaklarımız sağırlaşıyor. Herkes kalbindeki sesi iyi dinlesin. Bana yıllarca
neler olabileceğini anlattılar ama
ben anlamadım. Gözlerim kör,
kulaklarım sağır vaziyette, dünyanın peşinde koştum durdum.
Siz hiç mucize gördünüz mü?
Şu an bir mucize gerçekleşiyor.
Olayın tüm Türkiye’ye mâl olmasının bir hikmeti var… Masallarla
büyüdük. Bir varmış, bir yokmuş… Bir Özge varmış, bir Özge
yokmuş… Sevgi geldi, saygı geldi
cihana, ‘Biz yarattık’ dediler. Bizler
sevmesini, saymasını öğretmeye
geldik cihana…”
mart 2015
11
Haber Ajanda
AYINOLAYLARI
Ayın Olayları
Bir şükür namazı hikâyesi
Operasyon: Şah Fırat
S
ÜLEYMAN Şah Türbesi ve Saygı Karakolu,
Türkiye’nin ekslav türünde (başka ülke üzerinde) sahip olduğu tek yapı ve dolayısıyla yapının
bulunduğu alan itibariyle de tek toprak parçasını
belirtiyor. Suriye’nin en önemli şehirlerinden biri
olan Halep’te bulunan türbe (ve türbenin karakolu),
Osmanlı Devleti’nden günümüze “Mezar-ı Türk”, yani
“Türk Mezarı” ismiyle mutlaka korunan ve özel önem
verilen, bu yüzden ekslav türünde bir alanda korunan
tek kabir niteliğine sahip.
>> Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi’nin dedesi ve
Ertuğrul Gazi’nin babası olan Süleyman Şah, Kayı Boyu’nun önderi
olarak yurt arama çabasındayken,
Fırat nehri üzerinden geçtiği sırada
iki alpiyle birlikte boğulması sonucu rahmet-i Rahman’a kavuşur.
Halep yakınlarındaki Rakka bölgesinde Caber Kalesi’ne defnedilen
naaşı, Osmanlı’nın büyümesi ve
bu toprakları kendi toprakları
bünyesine katmasının ardından
bir türbeyle korunur. Türbenin
adı, doğrudan Osmanlı Devleti
tarafından “Türk Mezarı” şeklinde
konulur ve hep böyle anılır.
Zaman içindeki savaşlar ve
toprak kayıpları neticesinde Caber
Kalesi, Osmanlı’nın elinden çıkar
ve Fransız sömürgesi olan Suriye
mandasına kalır. 1921’de Ankara
Hükümeti ile Fransa arasında
imzalanan anlaşma ve 1923’teki
Lozan Antlaşması ile türbeye özel
bir toprak statüsü verilir.
1939’da, türbenin ilk nakli Caber
Kalesi içinde gerçekleşir. 1968’de
Suriye’nin, bölgede yapmak
istediği barajın türbeyi sular altında bırakması ihtimali üzerine
Türkiye’ye verdiği nota bir krize
yol açar ama 1975’te ikinci nakil
gerçekleşir. Türk uzmanların araştırmaları ve Suriye yetkililerinin
gösterdikleri alanlar arasından seçilen bu ikinci nakil yeri, Halep’in
Karakozak köyü yakınlarında ve
12
mart 2015
yine nehir kenarındaki bir alandır.
Türbe (ve türbenin karakolu), bu
uzun yıllar içerisinde yıpranmıştır,
ancak ilk kez 2003 tarihli bir projeyle tahkimat, onarım ve karakolun yeniden inşası yapılmıştır.
Irak ve Suriye’de boy gösteren
IŞİD/DEAŞ terörünün, bölgede
Hazreti İmam Hüseyin’in kabr-i şerifi başta olmak üzere bütün kabir
ve türbeler konusunda oluşturduğu tehdit ve özellikle ülkemizde
çıkan Süleyman Şah Türbesi’ni
muhafaza eden birliğin tehlikede
olduğu yönündeki haberler, türbenin ve dolayısıyla karakolun yine
taşınması ihtimalini doğurdu.
22 Şubat 2015 günü ülkemiz,
gece saatlerinde çok önemli bir
haberle karşılaştı. Türk askeri, çok
riskli bir operasyonla 572 askerini,
50 tankı ve sınır devriyesi tutan 59
savaş uçağıyla Suriye topraklarına
girdi ve toplam 9 buçuk saat süren
işlemler neticesinde Süleyman
Şah ve yanında medfun iki alpinin
naaşlarını Türkiye’ye getirdi. Ayrıca Karakozak’ta bulunan karakol
da herhangi bir risk içermesi ihtimaliyle imha edildi. Operasyon
sırasında bir askerimiz, başına
tank kapağının çarpması sebebiyle
şehit oldu.
Operasyonun bir ayağı da
sancak konusu üzerindeydi. Türkiye sınırına 180 metre uzaklıkta
olan Ayne’l-Arab yakınlarındaki
Eşme köyü, Süleyman Şah’ın yeni
istirahatgâhı olarak seçilmişti.
Karakozak’taki karakolda Türk
bayrağı emanet alınırken, Eşme’de
yeni belirlenen mevkide de aynı
anda Türk bayrağı dikildi.
Bu operasyon Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin, kimsenin ruhu duymadan bu kadar geniş bir organizasyonla başka bir toprak üzerinde
nasıl bir harekât tertipleyebileceğine dair önemli ipuçları verdi, hatta
bazı güçleri tedirgin dahi etti. Öyle
ya, bu ülkede “Hayata Dönüş” ismini verdikleri operasyonla cezaevine tankla girilmişti de “hayata
dönüş”, “hayattan kopuş” şeklini
almıştı.
Türk askerinin gerçekleştirdiği
bu operasyonun adı, Süleyman
Şah’ın hayatını kaybettiği Fırat
nehri ile kendisini özdeşleştiren
“Şah Fırat” adını aldı. Ancak ülkede
bu operasyon sonrası haliyle yine
iki görüş peydahlandı: “Başarılı
operasyon” ve “topraktan çekilme
hezimeti”…
Biz bu konudaki tavrımızı net
şekilde, operasyonun çok önemli
olduğu ve titizlikle yürütüldüğü
çizgisi üzerinden Türk askerinin
dünyaya verdiği mesajın ne demek
olduğunu görerek “başarılı operasyon” şıkkıyla gösteriyoruz. O
yüzden de muhalefetin ne söylediğine dair çeşitli ispatlar geliştirme
ve operasyonu savunma yönünde
şekillenen cümleler kurmayacağız.
Zira muhalefet, iktidarın yaptığı
her işe zıt bir malzeme kullanma
noktasında sabit. Yani orada bir
askerin kılına zarar gelseydi, muhalefetin “Neden daha önce tedbir
almadınız?” diyeceği de, alınan
böylesi bir tedbire “Toprağı kaybettik” şeklinde bir tepki vereceği de
ortada zaten.
9 buçuk saat süren operasyon,
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dakika
dakika bildirilirken, Genelkurmay
Karargâhı’nda Başbakan Ahmet
Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Necdet Özel’in bizzat
yürüttüğü operasyon için yerini
aldı. Kimsenin gözünü bir
saniye kırpmadan takip ettiği
operasyon tamamlandığında
vakit, sabah namazı vaktiydi. 28
Şubat’ları gören ve Karargâh’a
çağırılıp askere hesap veren,
talimat alan Türkiye işte o
vakit gitti ve o sabah namazı
vaktinde, Peygamber ocağını
Muhammedî kokuyla dolduran
bir namaz kılındı.
Başbakan Davutoğlu’nun
kıldığı bu şükür namazı,
Türkiye’nin ancak Rabbi karşısındaki aczini, şükrünü ve atinin
ne büyük günlere erişeceğini
gösteren mühim bir işarettir. Zira
kimsenin beklemediği, ruhlarının dahi duymadığı, adeta bir
Yasin okunmuş da yüzlerine
kumlar serpilmiş gibi olan biteni
görmediği bir zaman zarfında,
“O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar” diyen Koca Akif’in
nesli, kimliksizleştirilen, balans
ayarı çeken, sıfatı “Peygamber
ocağı” olmasına rağmen İslam
düşmanlığıyla neredeyse bir
tutulan yerde önemli bir harekât
yürüttü ve şükrünü de aynı
anda eda etti.
Operasyonun ardından ilk
tebrik elbette Cumhurbaşkanı
Erdoğan’dan geldi. Başbakan
Ahmet Davutoğlu, Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Necdet Özel
ve Kara Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Hulusi Akar’ı telefonla
ayrı ayrı arayarak kutlayan Erdoğan, operasyonla ilgili ayrıntıları
da paylaştı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Süleyman Şah
Türbesi ve Saygı Karakolu’nun
tahliyesine ilişkin yazılı açıklamasında şunlara değindi: “Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’nun yeri, Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin yaptığı başarılı bir
operasyon neticesinde değiştiril-
miş bulunmaktadır. Sevk ve idaresini bizzat takip ettiğim, Sayın
Başbakanımızın ve Genelkurmay
Başkanımızın harekât merkezinden bizzat yürüttüğü bu operasyon, ecdadımızın bizlere emaneti
olan Süleyman Şah Türbesi’ni,
savaş şartlarının hâkim olduğu
Suriye’de daha güvenli bir mevkiye nakletmeyi amaçlamıştır.
Gece boyu gerçekleştirilen Şah
Fırat operasyonuyla, Süleyman
Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’ndaki tüm emanetler ve orada
görev yapan askerlerimiz salimen
ülkemize getirilmiş bulunmaktadır. Operasyon, devletimizin
kararı ve uygulamasıyla başarılı
bir şekilde tamamlanmıştır. Süleyman Şah’ın naaşı, askerlerimiz tarafından kontrol altına
alınan ve şu anda bayrağımızın
dalgalandırıldığı, Suriye sınırları
içinde sınırımıza 200 metre mesafede bulunan Eşme bölgesine
nakl-i kubur ile getirilecektir. Daha
önce iki defa yeri değiştirilmiş
olan Süleyman Şah Türbesi ve
Saygı Karakolu, yine uluslararası
hukuk ve anlaşmaların bir gereği
olarak yeni mekânında bayrağımızı dalgalandırmaya ve ecdadımızın hatırasını yaşatmaya
devam edecektir. Herhangi bir çatışmanın yaşanmadığı operasyon sırasında,
kaza sonucu bir askerimiz şehit
düşmüştür. Kendisine Allah’tan
rahmet, ailesine ve yakınlarına
başsağlığı diliyorum. Her türlü
takdirin fevkindeki bu başarılı
operasyonu gerçekleştiren hükümetimizi ve silahlı kuvvetlerimizi,
şahsım ve milletim adına tebrik
ediyorum.”
Biz de şanlı askerimizi tebrik
ediyor, mazlumun sesi ve muhafızı olma noktasında Rabbimizden muvaffakiyetler vermesini
diliyoruz.
mart 2015
13
Türkiye Ajanda
İç Güvenlik Paketi provokasyonları
KAMUOYUNA “İç Güvenlik Paketi” ismi ile duyurulan ve toplumda huzuru bozucu tüm illegal tutum ve davranışları belli bir düzene
oturtmaya çalışan yasalar demetinin çıkması hususunda, Türkiye
Büyük Millet Meclisi başta olmak üzere siyasî her mecrada büyük
tartışmalar, hatta kavgalar gerçekleşiyor bugünlerde.
>> “İç Güvenlik Paketi” adındaki bu yasalar demetinin hedefi, ülkede küçücük kıvılcımların
dahi provokatörler tarafından
kullanılmasının önüne geçmek.
En bilindik ve konuşulan özelliği
ise, bir gösteri sırasında yüz
kapatmak ve molotof kokteyli
atmak fiillerini suçtan sayması
ve bunu yapanların yargılanmalarını sağlayacak olması.
Bu pakete karşı muhalefetin
göstermiş olduğu direnç, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi tarihlerine not
düşülecek cinsten. Zira kürsü
işgali, kürsü gaspı, kürsü saldırısı
gibi eylemlerin yanında, koridorlara kadar uzanan kavgalar
ve hatta Meclis Başkan Vekili’ne
(Ayşe Nur Bahçekapılı) düpedüz
küfür ve hakaret de bulunuyor
muhalefetin bilançosunda. Ve
aynı muhalefet, şiddetini, şirretini, öfke ve nefretini bu rahatlıkta
istifra ederken, bu paketin çıkmasıyla birlikte ülkenin bir “polis
devleti” olacağını iddia ederek
memleketi karanlık günlerin
beklediğini iddia edip duruyor.
Tam da bu paketle birlikte
provokasyonlar ve dolayısıyla
14
mart 2015
yüzleri kapalı provokatörler
sahadan çekilirken, her nedense
üç tip polis haberiyle doğrudan
sarsılıyoruz. Sarsılıyoruz ve
ardından da diyoruz ki o polis
haberlerini izleyip ve işitip,
“Zaten polis kendini aşmış, bir de
bu paket geçerse mahvolacağımızın resmidir”.
Belirttiğimiz gibi “provokatörler sahadan çekildiler birdenbire” ve Gaziantep’teki şu olayla
sarsıldık: Merkez Şahinbey İlçe
Belediyesi tarafından Karataş
bölgesine yaptırılan sanayi
sitesinden, ihaleye girmelerine
rağmen dükkân alamadıklarını
ve aldıkları dükkânların ödemelerini yapamadıklarını iddia
eden 400 kişilik esnaf grubu,
öğle saatlerinde Şahinbey
Belediyesi önünde toplanarak
eylem yaptı. Belediye’ye tepki
gösteren kalabalık, bir süre
sonra Gaziantep Valiliği’ne yürümek istedi. Atatürk Bulvarı’nı
trafiğe kapatarak yürüyen gruba
-polisin uyarılarına rağmen
dağılmayınca- biber gazıyla müdahale edildi. 1 kişinin gözaltına
alındığı müdahalenin ardından
kalabalıktan bazıları dağılırken,
bazıları ise yürüyüşü sürdürdü.
Polis, Valilik ve Belediye önünde
güvenlik önlemi aldı.
Görüldüğü üzere olay, esnafın belediyeye gösterdiği
tepki üzerine çıkmış. Ne yüzünü
kapatan var ortada, ne de molotof kokteyli atan. Ancak kameralar o kadar yakından öyle bir
manzarayla karşılaşıyorlar ki, bu
manzarayı vermekten hiç imtina etmeyen bir zavallı (polis), o
kameralara günlerce konuşulacak bir görüntü sunuyor. Mesai
arkadaşının ensesinden tutan o
zavallı (polis), esnafa karşı biber
gazını kullanmaktan kendisini
esirgeyen polisi sarsarken bir de
“Sık la sık!” diyerek öfkesinden
kenetlenen dişlerini gösteriyor
kendisini çeken kameralara.
Daha geçen yıl yaşanan Soma
maden faciası üzerine İzmir’de
yaşanan protesto görüntülerini
de hatırlayalım mı? O gösteriler
sırasında daha 14 yaşındaki bir
çocuk, yine bir zavallı (polis)
tarafından yüzü maskeli olmamasına ve de molotof kokteyli
atmamasına rağmen yakasından tutularak gözaltına alınmıştı
da korkudan altını ıslatmıştı. İşte
o çocuk, çıkarıldığı mahkeme
tarafından beraat ettirildi, hem
de neredeyse bir yıl sonra. (Bu
ülkede giderayak işletilebilen
yargı, o çocuğu bir yıl diken
üstünde yaşattı yani.)
Ve bu beraat ile “Sık la sık!”
vakalarının ardından bir olay
daha itiraf üzerine çözüldü. 14
Ocak 2015 günü Şırnak-Cizre’de,
12 yaşındaki Nihat Kazancı adındaki çocuk, (polis) bir caninin
açtığı ateş sonucu hayatını kaybetti. Olayı, ancak H.V. adındaki
bir polisin anlattıkları üzerine
öğrenebildik. Fakat sorun bir
değil, çok fazla. Zira “Emniyet
bünyesine bu kadar psikopat
nasıl doldurulur?”, “Üç olayda da
yüzü maskeli şahsa rastlanmazken, hatta iki olayda masum iki
çocuktan bahsediyorken, birinin
ölümüne, diğerininse yargılanmasına nasıl göz yumulur?”, “İç
Güvenlik Paketi tartışılmaktayken, polisin psikopat şuuraltını
bu derece yansıtan üç örnek
nasıl aynı tarihlere denk getirilir?” şeklindeki sorularla doluyor
zihnimiz.
Emniyet’teki paralel yapılanmaya ilişkilendirilerek açılan
soruşturma ve yapılan operasyonların ardından, yaptıkları
yayınlarda “kahraman babaları”
ve “terörist avcısı polisleri” hayat hikâyeleri ve gözleri yaşlı
aileleriyle birlikte kamuoyuna
anlatan paralel medyanın bu
polisler hakkında hiçbir fikri
yoktur sanırım (!). Bu üç vakada
da görüntülerin nasıl tespit edildiğini merak etmek hakkımızdır
sanırım.
Durum ortada! Maskeli illegal
provokatörleri sahadan çekersen, üniformalı legal provokatörleri oyuna sürersin, ardından
da “iç güvenliği” sağlayacakların
ne denli psikopatlar olduklarını
doğrudan anlattığında halkın
görüşü netleşir: “Diktatörün
polis devletine doğru gidiyoruz!”
İşte her şey bu kadar basit!
Sivil polislerin kasten ve
döverek öldürdüğü Ali İsmail
Korkmaz ve cem evi bahçesinde
yine polis kurşunuyla vurularak
hayatını kaybeden Uğur Kurt’u
hatırlayınca, bu tip hadiselerin
tam da şu süreçte hangi anlamlara geldiğini derinlemesine
düşünmeliyiz.
Selçuk Kayıhan // [email protected]
Bank Asya’ya e l ko nu l du
TASARRUF Mevduatı Sigorta Fonu, yaptığı açıklamayla Bank
Asya yönetimine el konulduğuna ilişkin açıklama yaptı.
misinin büyük zarar gördüğü
hatırlanacak olursa, alınan
tedbirlerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Batan bankalara
bir yenisinin eklenmemesi için
bankanın hissedarlarını, müşterilerini, bankacılık sektörünü ve
Türkiye ekonomisini korumak
amacıyla, ilgili kanun maddelerinin emrettiği tedbirler alınmış
ve Asya Katılım Bankası A.Ş. Yönetim Kurulu üyeleri ile Genel
Müdür değiştirilmiştir.”
>> TMSF, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun
aldığı karara dayanarak Asya
Katılım Bankası A.Ş. ile ilgili tedbir alınmak zorunda kalındığını
belirterek, “Asya Katılım Bankası A.Ş. ile ilgili alınan tedbirler,
söz konusu kanunun 18. maddesinin 5. fıkrasına dayanmakta
olup, banka yapısının şeffaf
olmasını ve denetlenebilmesini
amaçlamaktadır” beyanında
bulunuldu.
Bir gece yarısı hareketliliği
geçiren Bank Asya Genel
Merkezi’ne gelen TMSF yetkilileri, bankada yaptıkları incelemelerin ardından bir açıklama
gerçekleştirdiler. Yüzde 63’lük
payına el konulan banka hakkında yapılan açıklama şöyle:
“Bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurulu’nun aldığı
karara istinaden, Asya Katılım
Bankası A.Ş. ile ilgili tedbir
alınmak zorunda kalınmıştır. Zamanında gerekli tedbirler
alınmadığı için, 2001 krizinde
bankaların battığı, vatandaşların mağdur olduğu, bankacılık sektörü ve Türkiye ekono-
Bu bankaya el konulmasının ardından, Fuat Avni isimli
korkağın CHP’li Umut Oran’la
yaptığı iddia edilen Twitter
yazışmalarında bahsi geçen
Türkiye İş Bankası için çıkarılan yalan haberleri anlamakta
büyük güçlük çektik doğrusu.
Türkiye İş Bankası, Atatürk’ün
vasiyeti üzerine CHP ile ilişkilendirilen bir banka olabilir;
ancak bu banka, Türkiye’nin
referans bankalarından biridir
ve tahrip edilemez. İşte sırf bu
yüzden bile CHP, kiminle dans
ettiğine dikkat etmelidir! Zira o
dedikodunun paralel dudakların bir ıslığı olduğu her şeyiyle
ortadadır.
Ramazan Akyürek tutuklandı
ADI Hrant Dink cinayeti
üzerinden gündeme gelen ve
cinayetin yaşandığı süreçte
Trabzon Emniyet Müdürü
olan eski Emniyet İstihbarat
Daire Başkanı Ramazan Akyürek tutuklandı. Hrant Dink
suikastına ilişkin soruşturmayı
yürüten İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı’nın hakkında yakalama kararı verdiği Akyürek,
terörle mücadele polisleri tarafından yakalandı. Akyürek’in
adı, EGM İstihbarat Daire Başkanı olduğu dönemde (Şehit)
Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekilerin, bulundukları
helikopterin düşmesi üzerine
hayatlarını kaybettikleri olayla
ilgili olarak bilgi saklama ve geç
ulaştırma iddialarıyla da gündeme gelmişti.
Yargıda
değişiklikler
BİR süredir Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan’a karşı takındığı
olumsuz tavırlarla gündemde büyük yer edinen
ve Mahkeme Başkanlığı
seçimlerini kasten ertelemekle suçlanan Anayasa
Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, emeklilik kararı
alarak görevinden ayrıldı.
Kılıç’ın bıraktığı Anayasa
Mahkemesi Başkanlığı’na
Zühtü Arslan seçildi.
>> Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünden 1987’de mezun
olan Arslan, yüksek lisansını
İngiltere’deki Leicester Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde “İnsan
Hakları ve Sivil Özgürlükler” alanında, doktorasını da aynı
fakültede ve Anayasa Hukuku
alanında yaptı. 2007’de profesör
unvanı alan Arslan, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nde
de bir süre çalıştı. Arslan, Yükseköğretim Genel Kurulu’nca
gösterilen üç aday arasından
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmişti.
Yargıdaki ikinci önemli gelişme de Yargıtay’da yaşandı.
Giderayak aldığı Hanefi Avcı
kararıyla eleştiri oklarını üzerine çeken Yargıtay Başkanı Ali
Alkan, yaş haddinden emekliye ayrıldı. Alkan’ın bıraktığı
Yargıtay Başkanlığı makamına,
13. Ceza Dairesi Başkanı İsmail
Rüştü Cirit seçildi.
İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nden 1978’de mezun olan Cirit, birçok bölgede
hâkimlik ve mahkeme başkanlığı görevlerinde bulundu. Yargıtay üyeliğine 2004’te seçilen
Cirit, Yargıtay Büyük Genel Kurulu tarafından 2011’de 13. Ceza
Dairesi Başkanlığı’na seçilmişti.
mart 2015
15
Türkiye Ajanda
İç G üve n l i k Pa ke t i’ n i n
26 madde s i kabul ed i ld i
TBMM Genel Kurulu’nda görüşmeleri devam eden ve kamuoyunda “İç Güvenlik Paketi” olarak bilinen tasarının ilk 26 maddesi kabul
edildi.
halinde”, evde veya iş yerinde
ifade alabilecek. Polis, kendisine veya başkalarına, iş yerlerine, konutlara, kamu binalarına,
okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara, kişilerin tek tek
veya toplu halde bulunduğu
açık veya kapalı alanlara molotof kokteyli, patlayıcı, yanıcı,
yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve
benzeri silahlarla saldıran veya
saldırıya teşebbüs edenlere karşı -saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüdesilah kullanabilecek. Toplantı veya gösteri yürüyüşlerinde havai fişek, molotof
kokteyli ve benzeri el yapımı
patlayıcılar, demir bilye ve sapan bulundurulması, taşınması
yasak olan maddeler kapsamında ele alınacak. Kimliklerini gizlemek için yüzlerini tamamen
veya kısmen bez ve sair unsurlarla örterek toplantı ve gösteri
yürüyüşüne katılmak da tasarı
ile suç kapsamına alınacak.
>> Büyük arbede ve kavgaların yaşandığı oturumların yanında Meclis Başkan Vekili’ne
alenen küfür, hakaret ve sövme
edepsizliğinde bulunulmasına
rağmen Meclis’ten geçirilen
26 maddeye göre, -elle dıştan
kontrol hariç- kişinin üstü ve
eşyası ile aracının dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen
bölümlerinin aranması, İçişleri
Bakanlığı’nca belirlenecek esaslar dâhilinde mülkî amirin görevlendireceği kolluk amirinin
yazılı -acele hallerde sonradan
yazıyla teyit edilmek üzere
sözlü- emriyle yapılabilecek ve
kolluk amirinin kararı, 24 saat
içinde görevli hâkimin onayına
sunulacak. Bu kapsamda yapılacak aramalarda kişiye, arama
gerekçesini de içeren bir belge
verilecek.
Polis, başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürenleri, -fiilleri ayrı bir suç oluşturmadığı takdirde- kişinin can güvenliğinin sağlanması bakımından
koruma altına alabilecek ya da
olay yerinden uzaklaştırabilecek. Polis, sadece “müşteki,
mağdur ve tanıkların istemesi
Av r a s y a A l e v i l i k - B e k t a ş i l i k
A r a ş t ı r m a M e rke z i k u r u l d u
ALEVİLİK-Bektaşilik inanç
ve kültürünün tarih içerisindeki yerini doğru bilgi ve belgelere
dayalı olarak tespit etmek üzere
İnönü Üniversitesi’nde kurulan
Avrasya Alevilik-Bektaşilik Uygulama Araştırma Merkezi’nin
usul ve esaslarını düzenleyen
yönetmelik Resmî Gazete’de
yayımlandı. Merkez tarafından
elde edilen bilgiler, yayımlanacak olan akademik araştırma
16
mart 2015
dergisi, elektronik posta, bülten
ve benzeri vasıtalarla araştırmacılara ve kurumlara ulaştırılacak.
Doğrudan Alevilik-Bektaşilik
inanç ve kültürü ile yetişen
kişilerin telif ve tercüme eserlerini bulup ortaya çıkaracak bu
merkez, fikirleri tahlil ve tenkit
süzgecinden geçirerek anlaşılır
hale getirecek, dijital ortama
aktaracak, arşivleyecek, Türkçeye çevirerek yayımlayacak
ve alan araştırmaları yapacak.
Merkez tarafından konuyla ilgili
uzmanlar yetiştirmek amacıyla yüksek lisans ve doktora
bursları ile kaynak temini de
sağlanacak. Ayrıca bu merkezle Alevi-Bektaşi inanç önderleri
ve Alevi-Bektaşilikle ilgili dernek ve vakıflarla ortak projeler
de üretilecek.
Sentetik uyuşturucu
maddelere yönelik cezaî yaptırımın daha caydırıcı hale
getirilmesi için, “sentetik kannabinoidler (bonzai) ve türevi
uyuşturucu maddeler” de TCK
kapsamına alınacak. Bu maddelerin imali ve satışına yönelik
ceza da yarı oranında arttırılacak. Toplumda infial yaratan öldürme, kasten yaralama, saldırı,
cinsel saldırı, çocuk istismarı,
kaçakçılık, fuhuş, hırsızlık, yağma, uyuşturucu veya uyarıcı
madde imal ve ticareti gibi
suçlarda, kamu düzeninin ciddi
şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlarda 48 saate kadar gözaltına
alma kararı verilebilecek. Mahir Kaynak
hayatını kaybetti
ESKİ Millî
İstihbarat Teşkilatı mensubu,
iktisatçı ve
yazar Prof. Dr.
Mahir Kaynak,
81 yaşında hayatını kaybetti.
Geçen yıl kısmî felç geçiren
duayen stratejist, evinde rahatsızlanmasının ardından kaldırıldığı askerî hastanede vefat etti.
Kaynak’ın cenazesi, 16 Şubat
günü toprağa verildi. Allah gani
gani rahmet eylesin…
Selçuk Kayıhan
“1980 öncesi gibi” manşetçilerine duyurulur:
Oyununuz tutmayacak!
EGE Üniversitesi’nde yaşanan ve Ülkü
Ocaklı gençlerle HDP’liler arasında gerçekleşen kavga sırasında sekiz öğrenci yaralandı.
Yaralananlardan Fırat Yılmaz Çakıroğlu adlı
Ülkü Ocaklı genç, maalesef hayatını kaybetti. (Allah rahmet eylesin.)
Fırat Çakıroğlu’nun ardından
söylenen bu sözlerde acıdan
başka bir şeye yer yok. Ancak
üniversite olaylarının hangi
saikler üzerinden tırmandırılacağı ortada. Ve vampirler,
bu acılı babanın “Bitmeyecek,
devam edecek” sözünü gerçek kılmak adına ellerinden
geleni yapıyorlar, yapacaklar.
Zira defnin hemen ardından
Trabzon’da yaşananlar, Marmara Üniversitesi ve Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yine aynı
grupların karşı karşıya gelmesi
de bunun işareti.
Ancak kendilerinin canı
yandığında ses çıkaran paralel
dudakların çaldıkları şeytan
ıslıkları perde perde boğulacak
ve bu oyun asla tutmayacak! Bu
da böyle biline!
Fidan Ana da
Sonsuzluğun
Sahibi’ne kavuştu
ŞEHİT Muhsin Yazıcıoğlu’nun annesi Fidan Yazıcıoğlu,
kaldırıldığı hastanede hayatını
kaybetti. Başbakan Ahmet
Davutoğlu’nun da katıldığı ve
omuz verdiği Fidan Ana’nın
cenazesi, Ulu Cami’den kaldırılarak büyük bir kalabalık
tarafından defnedildi. Siyasette
temizliğin sembolü olan yiğidin
biricik annesi için Rabbimizden
gani gani rahmet dileniyoruz…
“Maarif Vakfı” kuruluyor
MİLLİ Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Türkiye’nin yurtdışındaki eğitim kurumlarına ilişkin kurulacak vakfın adının “Maarif Vakfı” olacağını açıkladı.
>>Söz konusu okullara ilişkin
oluşturulacak sistemin ayrıntılarının Bakanlar Kurulu’nda
konuşulduğunu söyleyen
Avcı, “Maarif Vakfı, bütün dünyada faaliyet gösterebilecek
bir vakıf statüsünde çalışacak.
Bulunduğu ülkenin sosyal,
siyasî ve hukukî şartlarına
uyum gösterebilecek esneklikte
yerel uzantıları da olabilecek
bir yapı” şeklinde oluşumu
kısaca tarif etti.
>> Çakıroğlu’nun vefatı, ülkede büyük bir üzüntüyle karşılandı. Elemli baba Mahir Çakıroğlu,
Fırat’ın ardından şu önemli sözleri söyledi: “Oğlum Türk olduğu
için saldırıya uğradı. Oğlumun
üç ayı vardı mezun olmasına,
ona izin vermediler. Hep başarılı
öğrencileri seçiyorlar, bu organize bir hareket! Bu olaylar bitecek
mi? Bitmeyecek, yine devam
edecek. Önlem alınsın; benim
başıma geldi, ben acıyı yaşadım,
başkaları yaşamasın…” Maarif Vakfı’nın, gittiği ülkelerde etkin saha çalışmalarında
da bulunacağına işaretle kadro
konusuna tema eden Avcı,
“Vakıf olması gerekiyor, çünkü
devlet memuru statü ve zihniyetinde yürütülebilecek hizmetler değil bunlar, daha çok
idealizm gerekiyor” ifadelerini
kullandı. Ciddî bir fedakârlık,
özel ilgi ve gönüllülük isteyen
Maarif Vakfı’nın ilk şartı “gurbet”. Allah bu yolda gönüllerini
ve başlarını koyacakların yâr ve
yardımcısı olsun…
mart 2015
17
Dünya Ajanda
Ye m e n’d e Fa r i s î d a r b e
YEMEN’de İran yanlısı Husiler, başkent Sana’da kontrolü ele geçirerek Riyad destekli Devlet Başkanı Hadi’yi ev hapsine aldılar. Husilerle Hadi arasındaki gerilim, Hadi’nin Şii Husi taleplerine boyun eğmesi
üzerine dindi.
‘Husiler’ dediğinizde, Yemen
halkının büyük bir bölümünü
kastetmiş oluyorsunuz. Bugün
aldığımız haberlere göre kendileri anlaşmışlar. Biz istiyoruz
ki, içeride kendileri anlaşsın
ve bir sonuca varsınlar. Biri
düşecek, biri kalacak; biz bunlarla ilgilenmeyiz. Biz çocukça
bir rekabetin peşinde değiliz;
Yemen halkının ihtiyacı olursa
yardım ederiz. ‘Hükümette
olanlara yardım edelim, olmayanlara etmeyelim’ gibi bir
durum olmaz. Biz meselelere
dar açılardan bakmayız, gizli
işler yapmaya da ihtiyaç duymayız.”
Bu açıklamaların ardından
baktığımızda İslam dünyası
ve Müslümanların öyle acı bir
fotoğraf verdiğine inanıyoruz
ki, hani şu radikalizm dolu söylemlerin hangi cenaha atıfla
yapıldığını, kimin asıl radikal
olduğunu, neyin gerçek, neyin
yalan kaldığını kestirmek de
zorlaşıyor. Politik Müslümanların politik ikiyüzlülükleri, politik beyanları, ama ille de üstü
örtülü mesajları, üstü örtülü
tehditleri… Nereye kadar?
>> Haberin detaylarına
geçmeden önce, tarihî seyirde
kronolojik iki kareye bakma
ihtiyacı hissediyoruz.
İran, kendisini 1979 yılında
anayasal monarşiden İslam
Cumhuriyeti görüntüsüne bürüyen bir devrim yaşadı. “İran
İslam Devrimi” adını alan siyasî
hareketlenmenin manevî önderi, o günlerde İran’da olmayan
Ayetullah Ruhullah Humeyni
idi. 1902 doğumlu Humeyni,
politikalarına muhalif olduğu
Şah tarafından sürgüne gönderilmişti. 1960’lı yılların sıcak
günlerini önce Türkiye’de, sonra da Irak’ta geçiren Humeyni,
yalnız Fransa tarafından sahiplenilmişti.
Gerçekleşen İran İslam Devrimi öncesi Paris’te olan ruhanî
lider, 1 Şubat 1979 günü Fransa
Havayolları uçağıyla geldiği
İran’da milyonlarca kişinin
coşkusuyla karşılanmıştı.
Bu tarihî seyir kronolojisinden ikinci kare ise, 7 Ocak
2015 günü Fransa’nın başkenti
Paris’te düzenlenen kanlı baskına ait. Charlie Hebdo adlı mizah
(!) dergisine düzenlenen baskını
Yemen El-Kaide’si üstlenmişti.
18
mart 2015
Fransa, İran, Yemen, El-Kaide
ve Şia kavramlarını yan yana
getirdiğimizde ne derece kompleks, fakat ne derece basit bir
yuvarlakta koşturduğumuzun
farkına varıyoruzdur sanırım. Türkiye’den sonra Irak’a
geçen ve buradan da adeta
kovulan Humeyni’yi sahiplenen Fransa’ya, kendisine bir
zamanalr kol kanat gerdiği için
bir tür minnet borcu ödemek
isteyen İran tarafından bir hediye veriliyor ve Chralie Hebdo
saldırısını üstlenen Yemen
El-Kaide’sinden bir tür intikam
alınmış oluyor.
Yemen El-Kaide’si ve Yemen İhvan’ı Islah Partisi’ne
savaş açan İran destekli Şii
Husiler, başta Fransa olmak
üzere Batı’dan aldığı destekle
Arap yarımadasında böylece
bir darbe gerçekleştirmiş oldular. Suudi Arabistan ile İran’ın
bölgesel rekabetine sahne
olan Yemen’de, İran yanlısı Şii
Ensarullah Hareketi (Husiler),
iki şehir dışında ülkenin tüm
kontrolünü ele geçirdi. Kontrol
altına alınan şehirler arasında
başkent Sana da bulunuyor.
Şii Husilerle Sünnî Hadi’nin
arasında kayda düşülen anlaşma, anayasa taslağında
değişikliğe gidilmesi, Barış ve
Ulusal Ortaklık Anlaşması’nın
uygulamaya geçirilmesi ve
güvenlik zafiyetinin giderilmesi
konularına dair bazı maddeler
içeriyor. Söz konusu darbeye
kadar Husiler, Sünni iktidarın
azınlıkları dışladığını iddia
ederek daha fazla hak ve özerklik için 2004’ten beri Yemen
ordusuyla çatışıyordu.
Husi darbesi üzerine
Yemen’de, Halid Mahfuz Bahhah başkanlığındaki hükümet,
Cumhurbaşkanı Abdurabbu
Mansur Hadi’ye istifasını sundu. Bu istifanın ardından, Husilerin taleplerini kabul etmek
zorunda kalan Cumhurbaşkanı
Abdurabbu Mansur Hadi de
görevinden istifa etti.
İran Meclis Başkanı Ali Laricani, bu gelişmelerin ardından
“İran Husileri destekliyor mu?”
şeklindeki bir soruya şöyle
yanıt veriyor: “Bu yüzeysel
bir görüş. Bölgenin sorunları
derin. İran, bölgede her zaman
demokrasiyi desteklemiştir.
Bizim bölgede imparatorluk
kurmak gibi bir hedefimiz yok.
Vehhabî mezhebine bağlı
Suudi Arabistan, Ehl-i Sünnet
ve Şia şeklinde ayrılan İslam
dünyasının Ehl-i Sünnet, yani
Sünnî kısmında yer alıyor.
İran ise Şia… Yemen’de Suudi
Arabistan’la İran’ın rekabetinden söz ediliyor, ancak
karşımıza çıkan unsurların adı
El-Kaide ve Ensarullah. ElKaide’nin, sahip olduğu Selefi
görüşler üzerine bir Sünnî (!)
dünya kurmaya çalıştığını
biliyoruz. İran’ın bölgedeki
gölgesi olan Ensarullah ise, Şii
hilalinin Arap yarımadası noktası. “İran” ile birlikte, nükleer
müzakereler, askerî tatbikatlar
ve yaptığı silahlarla dünyaya
meydan okuyan bir şeriat devleti algısı yerleştirilmiş zihinlere. Dünyada “İslam” gibi şerefli
bir kelimenin yanına nefret,
ölüm, cinayet, kan, vahşet ve
savaş türünden kavramların
hatırlandığı Selefi görüşün
temsilcileriyse El-Kaide, IŞİD,
hatta Taliban. El-Kaide’nin
Suudi Arabistan’la yan yana
getirilmesi dahi ilginç gibi
geliyor, ancak bu kavramların
belirttiğimiz gibi “İslam” ile
birlikte kullanılması, zaten
ilginçliğin doğrudan kendisi
değil mi?
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
Çavuşoğlu’ndan “One minute!”
Yaşı “9”
TÜRKİYE Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, ülkemizi temsilen katıldığı 51. Münih Güvenlik Konferansı programını İsrailli temsilcilerin de bu programa katılacak olmaları sebebiyle iptal etti.
Çavuşoğlu’nun bu tavrı, ikinci bir “One minute!” çıkışı şeklinde yorumlandı.
İKİ çocuk… Biri
Filistin’de, biri İsveç’te...
İkisi de Müslüman, ikisi de gözaltında. Yaşları
mı? Sadece “9”…
>> Dışişleri Bakanı Mevlüt
Çavuşoğlu’nu, İsrailli katılımcıları gerekçe göstererek katılmadığı konferans dolayısıyla ilk
tebrik edense Filistin yönetimi
oldu. Çavuşoğlu’nun tavrından
dolayı memnuniyetini belirten
Hamas, “Bu adım Türkiye’nin,
Filistin halkının ve onun haklı
davasının yanında yer aldığını
göstermektedir” şeklinde bir
yazılı açıklama yayınladı.
>> İsrail askerleri, yaptıkları
baskınlar sırasında Hz. İbrahim Camii’nin yakınlarında 9
yaşındaki Abdurrahman Amir
Berkan’ı gözaltına aldı. Berkan,
elleri kelepçelenerek bilinmeyen bir yere götürüldü.
Bakan Çavuşoğlu, Münih
Güvenlik Konferansı’nda sunum yapacağı oturuma İsrailli
temsilcilerin de katılacağının
son anda ortaya çıkması üzerine programını iptal ettiğini
açıklamıştı.
Somali’de Türk heyetine bombalı saldırı
SOMALİ’nin başkenti Mogadişu’da, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın
tam da Afrika ziyaretlerine başladığı Etiyopya programı sırasında, bomba yüklü
bir araçla Türk delegasyonun kaldığı otelin karşısına saldırı düzenlendi.
İsveç’teki bir tren istasyonunda 9 yaşındaki çocuğun
güvenlik güçleri tarafından
şiddet uygulanarak gözaltına
alınması ise büyük infial uyandırdı. Çocuğun gözaltı esnasında ensesine bastıran güvenlikçiye rağmen “La ilahe illallah”
diyerek Tevhid kelimesini
getirmesi ise bu infiali daha
da arttırdı. Bu olaya karışan
güvenlikçilerle ilgili 12 kişinin
polise şikâyette bulunduğu
bildirildi.
İlle de -kutsalımızla uzaktan
yakından alakası olmamasına
rağmen- bir karikatür yayınlanmasına gerek yok sanırım.
Sinir hücrelerinin hepsi mi
öldü be Müslüman? Kalk ayağa ve çalış!
>> Etiyopya sonrası
Somali’ye geçecek olan
Cumhurbaşkanı’nın güvenliğini
sağlamak adına saha çalışması
yapan ekibimize karşı düzenlenen bu saldırıya rağmen
Erdoğan, söz konusu Somali
ziyaretini iptal etmedi. Saldırıda
2 terörist öldü, olay mahalindeki 3 kişi hayatını kaybetti.
Büyükelçilik
aracımıza saldırı
Saldırıyı El-Kaide bağlantılı
Eş-Şebab terör örgütü üstlendiyse de bu saldırıyla Somali
polisini hedef aldığını duyurdu.
Yalnız biz Eş-Şebab’ın Türkiye’yi
ne kadar sevdiğini (!) iyi biliyoruz. Zira daha önce de Türk
Büyükelçiliği’ne karşı saldırılar
düzenlemiş, Necaşi’nin memleketinde yalnız insanlığa hizmet
etmek isteyen Türkiye’yi bu topraklarda istemediğini sürekli dile
getirmişti. Öyle ya, Somali açlıkla
mücadele ederken, Türkiye’nin
kurduğu kamplar dahi bu örgüt
tarafından basılmıştı.
AFGANİSTAN’ın başkenti
Kabil’de, Büyükelçimizi koruma timinin aracına bomba
yüklü araçla saldırı düzenlendi. Saldırıda bir uzman çavuşumuz şehit (Adem Şengül) oldu,
bir uzman çavuşumuz (Ahmet
Basatlı) da yaralandı. Bu menfur saldırıyı Taliban üstlendi.
Ancak bilin bakalım ne oldu?
Somali’de Eş-Şebab’ın yaptığını, Afganistan’da Taliban yaptı
ve dedi ki, “Hedefimiz Türkler
değil, Amerikalılardı”. Şehidimize Rabbimizden rahmet,
gazimize şifa diliyoruz…
mart 2015
19
Dünya Ajanda
ABD’de üç Müslüman genç katledildi
BU sayfalarda Uygur Özerk Bölgesi’ne dair haberlere çokça yer verdik. Ancak biliyorsunuz ki Çin hegemonyasında olduğu için, bölgeden
doğrudan doğru haberi almak neredeyse imkânsız. Zira Çin, sadece
kendi devlet ajansı aracılığıyla servis ettiği haberleri sübjektif şekilde
duyuruyor.
PYD Elysee’de
KOBANİ’nin IŞİD’den
arındırılması sonrası
kanton yönetimi ve PYD,
kentin onarımı için harekete geçmişti. Ancak
kritik bir gelişme oldu ve
nasıl olduysa (!) PYD’yi
Fransa Cumhurbaşkanlığı Sarayı Elysee’de bulduk.
>> Çin’in gösterdiği bu despot
tavrı, ülkedeki komünist rejime
bağlayabiliriz, ancak her daim
özgürlükten bahseden ve vatandaşlarına karşı güya ayrımcılık yapmayan ABD’nin tavrını
açıklayacak hiçbir izah yok!
Konumuz olan hadise üzerinden baktığımızda, bize göre ha
Çin, ha ABD…
Chapel Hill kasabasındaki
North Carolina Üniversitesi yerleşkesi yakınında bulunan evlerinde yaşayan üç Müslüman
genç, kendisini “ateist” olarak
tanımlayan Craig Stephen Hicks
tarafından park meselesi yüzünden silahla vurularak öldürüldü. 23 yaşında diş hekimliği
öğrencisi olan Deah Barakat, 21
yaşındaki eşi Yusor Muhammed Ebu Salha ve 19 yaşındaki
baldızı Razan Muhammed Ebu
Salha’nın cenazeleri, Raleigh
İslam Derneği’nin mescidinde
binlerce kişi tarafından kılınan
cenaze namazının ardından
defnedildi.
Craig Stephen Hick adlı kişinin “ateist” olduğunu, Amerikan
emniyet birimlerinden aldıkları
bilgiyle servis yapan Amerikan
ajanslarından öğreniyoruz.
Çin’in izlediği basın-enformasyon politikası, ABD tarafından
gayet benimsenmiş demek ki…
Belli ki bu ateist, sadece İslam’a
ateist, başka dinlere değil. Zira
ortada bir nefret suçunun olma-
20
mart 2015
dığını izah etmek için Amerikan
yetkililerin nasıl çırpındıklarını
ancak böyle anlayabiliriz.
Amerikan yetkililerin zihin
karışıklığı, “park meselesi” bahanesinde zirve yapıyor. Eğer
bir insanın sırf park meselesi
yüzünden üç kişiyi öldürebileceğine inanıyorsanız, o sürekli
övündüğünüz Ulusal Bildirge’nizden utanmalısınız!
Hem “Park meselesi yüzünden öldürmüş, Müslümanlara
bir nefreti yok” diye neredeyse
savunduğunuz adam hakkında
ille de “ateist” vurgusu yapmanın ne manası var?!
Şehit gençlerin ardından
kılınacak cenaze namazı öncesinde derneğe gelen sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri
de bu noktada ortak bir açıklama yaptılar. Amerikan İslam
İlişkileri Konseyi (CAIR), Kuzey
Amerika İslam Toplumu (ISNA)
ve Filistinliler için Amerikalı
Müslümanlar (AMP) temsilcilerinin de aralarında bulunduğu
çok sayıdaki Müslüman sivil
toplum kuruluşu temsilcisinin
yaptığı bu açıklamada, “İslamofobi bu ülkede bir endüstri
haline geldi” denildi.
Bu olaya dair en muazzam
yorumu ise Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Erdoğan, birtakım ziyaretler için
Güney Amerika’da bulunduğu
sırada Venezuela’da durumu
öğrendi ve şu açıklamayı yaptı
(gerçi onunki bir açıklama değil,
harbi bir hesap sormaydı):
“Amerikan yönetimi DEAŞ’a
karşı, ‘DEAŞ bir terör örgütü, ne
gerekiyorsa yapmamız lazım’
diyor. Ben Amerikan yönetimine sesleniyorum: DEAŞ bir terör
örgütü olarak ortada da, annesi
babası Amerikan vatandaşı,
Amerika’da doktorluk görevi
yapan bu çocukların hiçbir
günahları yokken, bir serseri,
bir terörist, bir cani, bir katil
geliyor, bu üç kişiyi öldürüyor;
Sayın Obama niçin susuyorsun? Biden niçin susuyorsun?
Kerry niçin susuyorsun? Ben
Sayın Obama’nın da, Yardımcısı
Biden ve Kerry’nin de bu üç
mazlum ve masum insanın
öldürülmesinin takibini bekliyorum. Bu kişiyi lanetliyorum!
Bu bir vahşettir! Bunun altında
yatan sebebin süratle bulunması gerekir. Eğer bulmuyorsa, o
zaman Amerikan yönetiminin
DEAŞ hakkında söyleyecek
sözü de olmaz!”
Erdoğan’ın sadece bir “ses”
beklediği ABD yönetimi ne
mi yaptı? Charlie Hebdo yürüyüşüne üst düzey temsilci
göndermedikleri için pişman
olduklarından, adaletin kılıcı
olarak âdil davrandılar (!) ve bir
yazılı açıklamayla taziye mesajı
sundular.
>> Gerçi bunda şaşılacak bir
taraf yok, zira Charlie Hebdo
sonrası dünya liderlerinin
katıldığı yürüyüşte PKK bayraklarını görmüştük. Hatta bu
noktada Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un,
Davutoğlu’nun Paris’teki bu
yürüyüşe katılması hususunda ortaya koyduğu “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen
bıyık” nev’inden yorumuna da
katılmıştık. Tabiî Paris’te öldürülen üç PKK’lı kadın militanın
da Elysee’ye çıktıklarını, üst
düzey Fransız yetkililerle ne
ölçüde ve hangi sıklıkta görüştüklerini de unutmayalım.
Dönelim PYD’nin Elysee’ye
misafir oluşuna…
PYD Eş Başkanı Asiye Abdullah, Kobani’de IŞİD’e karşı
savaşan kadın grubu YPJ’nin
lideri Nesrin Abdullah ve
PYD Fransa Temsilcisi Halid
İsa, Fransa Cumhurbaşkanı
François Hollande ile Elysee
Sarayı’nda görüştü ve bu
görüşmenin fotoğrafları,
Kobani’de insanlığa yardım
eden hayır babası (!) Fransa
için o kadar önemliydi ki
Cumhurbaşkanlığı resmî web
sitesinde yayınlandı. Bütün bunları görünce, o
hep hakkımızda söylenen
“kıymetli yalnızlık” aklımıza
geliyor. Neyse, şimdi boynu
kalın kurdun hikâyesini anlatmayalım durduk yere…
Ömer Bekir Sadık
Avusturya’da İslam yasası saçmalığı
AVUSTURYA Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) ve Avusturya Halk
Partisi’nin (ÖVP) oluşturduğu koalisyon hükümeti tarafından
hazırlanan “İslam Yasa Tasarısı”, Avusturya Meclisi Genel Kurulu’nda
görüşüldü ve kabul edildi. değil de Almanca vaaz vermesi
gerektiğini ifade eden Strache,
“İslam, Avusturya’nın parçası
değildir. Yasada minare ve
burka yasağının da olması gerekir. Çünkü bunlar politik birer
semboldür. Yasa, hedeften uzak
bir yasadır” diye konuştu.
>> Hani resmî dinler hanesine
topraklarında yaşayan ve “kabul ettiğini belirttikleri” dinleri
yazan ülkeleri görmüştük de bir
dine has yasa çıkaran herhangi
bir ülke görmemiştik, o da oldu.
Yalnız söz konusu tasarıya
muhalefet (!) eden de çok oldu.
“Muhalefet” kelimesinin yanına
neden parantez içinde ünlem
yerleştirdiğimizi, buyurun
birlikte öğrenelim…
Tasarı aleyhine ilk sözü
alan aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) Genel
Başkanı Heinz-Christian Strache, tasarının radikal İslamcılara karşı bir yasa olmadığını
belirterek daha sert bir yasanın
kabul edilmesi gerektiğini söyledi. İmamların kendi dillerinde
SPÖ’lü Devlet Bakanı Josef
Ostermayer ise, yasayı İslam
ve Alevî cemaatinin temsilcileriyle görüşerek hazırladıklarını
belirterek, cemaat liderlerinin
yasayı kabul ettiğini ifade etti.
İslam yasasının bir terör veya
asayiş yasası olmadığını vurgulayan Ostermayer, sadece 1912
tarihli İslam yasasının günün
şartlarına göre uyarlandığını ve
modernleştirildiğini söyledi. Ostermayer, yasanın bütün Müslümanların haklarını koruduğunu
Kosova’da gerginlik
KOSOVA’nın başkenti Priştine’de yaklaşık 20 bin kişi, Kosovalı annelere “vahşi” diyen Sırp bakan Aleksandar Jablanoviç’i protesto etti. Özel bir şirkete ait olan
Trepçe’deki maden ocağının kamusallaştırılmasını da isteyen göstericilerden bazıları Başbakanlık binasına saldırdı. Binanın camlarını kıran göstericilere polis gaz
bombası kullanarak müdahale etti.
>> Vetvendosye Hareketi
lideri Albin Kurti, söz konusu
maden ocağının kamusallaştırılmasına dair yasanın
onaylanmaması halinde “Kosova Baharı”nın başlayacağını
ileri sürdüğü konuşmasında,
Başbakan İsa Mustafa’ya atfen,
“İsa Mustafa’yı veririz, Kosova
annelerini ve Trepçe’yi verme-
yiz!” dedi.
Kosova Savaşı sırasında Sırplar tarafından katledilen 12 bin
insanın annelerini temsilen konuşan Annelerin Çağrısı Başkanı Mürvete Kumova, yaşananlardan dolayı özür beklerken
bir de rencide edildiklerini, bu
yüzden Jablanoviç hakkında
suç duyurusunda bulunacak-
larını belirtti. Ayrıca protestocu
20 bin Kosovalı, Başbakan İsa
Mustafa’dan densiz bakanın
görevden alınmasını istedi. Kosova Başbakanı İsa Mustafa ve Başbakan Yardımcısı
Haşim Taçi ise, ortak bir basın
toplantısı düzenleyerek yaşanan olayları değerlendirdiler.
Başbakan Mustafa, başkentte
şiddet gösterilerine dönüşen
protestoları hükümetin derin
bir endişeyle takip ettiğini
söyledi. Muhalefet partileri
tarafından düzenlenen gösterileri değerlendiren Başbakan,
“Hükümet, protestocular tarafından kullanılan şiddeti kınamaktadır. Gösteriler sırasında
yaralananlar için üzgünüz.
Kamu ve özel binalara verilen
zarar ve polise karşı kullanılan
aktararak kendilerini savundu.
Dışişleri ve Entegrasyon Bakanı Sebastian Kurz da bu yasayı
Müslüman cemaatlerle birlikte
hazırladıklarını belirterek, eleştirilen “finansman yasağı” ile ilgili
olduğunu ve dışarıdan gelen
etkileri azaltmak istediklerini
söyledi. Kurz, “Başka hükümetler tarafından atanan imamları
Avusturya’da istemiyoruz.
Bana göre İslam Avusturya’ya
aittir. Avusturya, 1912’de İslam’ı
tanıdı. 500 binin üzerinde Müslüman yaşıyor. Biz göç alan bir
ülkeyiz, Müslümanları yok sayamayız. Bu nedenle problemleri
çözmeliyiz. Bu yasa, bu problemleri çözme ve hakları koruma
adına iyi bir yasadır” dedi.
Sanırım üç açıklamadan
da İslam karşısında Batı’nın
yaşadığı o derin kompleksin
şifrelerini fazlasıyla çıkardık.
“Bu saçmalığı biz yapsaydık ne
olurdu?” diye düşündüğümde
nedense “Estağfurullah” diyesim geliyor…
şiddeti kınıyoruz. Polis, göstericiler tarafından taşlı sopalı
ve molotof kokteylli saldırıya
uğramıştır. Siyasî amaçlar için
etnik ayrımcılığın yaratılmaya
çalışılması ülkeye zarar vermektedir” ifadelerini kullandı.
Başbakan Yardımcısı Haşim
Taçi ise, protesto gösterilerinin
siyasî hedefleri olduğuna vurgu
yaptı. Taçi, “Cumartesi günkü
ve bugünkü protestoların hiçbir
sivil hedefi yoktu, tamamen
siyasî hedefleri vardı. Protesto
gösterileri halkın talebi üzerine
düzenlenmedi. Gösteriler tamamen muhalefet partilerinin organizasyonuyla gerçekleşti. İktidar
ve muhalefet arasındaki diyalog
meydanlarda değil, mecliste
gerçekleşmelidir. Kosova hiçbir
zaman şiddet ve siyasî amaçlı
protestolara teslim olmayacaktır” diyerek halkı sağduyulu
davranmaya davet etti.
Biliyoruz ki Balkanlarda
yeni gerginlikler hedefleniyor.
Ukrayna’da yaşanan AB-Rusya
rekabeti, Balkanlar üzerinden
bir rant savaşına dönüşme
eğiliminde. Yoksa Kosova, Balkanların Tunus’u mu olacak?
Kurti ne demek istiyor?
mart 2015
21
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
22
Nasıl bir maşa
olduğunuzun farkında
mısınız?
Ş
mart 2015
AH Fırat Operasyonu, gerçekleştirildiği geceden itibaren Türkiye ve
dünya gündemine oturdu. Ancak
Türkiye’nin böylesi bir operasyonu
nasıl büyük bir titizlikle bu kadar
mükemmel gerçekleştirdiğini içine
sindiremeyince, bizim medyanın
derdi, operasyonu itibarsızlaştırmanın yollarına dolandı.
Bunun için de kolay bir yöntem buldular:
Taşeron bir örgüt bulup konuşturmak…
Aslı Aydıntaşbaş, 23 Şubat 2015 tarihli
Milliyet gazetesinde yayınlanan “PYD:
Türkiye ile anlaşma var” başlıklı röportaj
içerikli yazısıyla maalesef bu planın maşası oldu. Yazı şöyle:
“IŞİD kontrolündeki bölgede ufacık
bir adacık gibi kalan Süleyman Şah
Türbesi’nin askerî bir operasyonla boşaltılması doğru karardır, kimse ‘Neden vatan toprağını bıraktık?’ dememeli. Türbe
yeniden yapılır, içindeki emanetler başka
formüllerle muhafaza edilir; ancak sekiz
aydır adeta orada mahsur kalan o 40 askerin hayatı her şeyden daha değerlidir.
Daha çarpıcı ifade edeyim: Hiçbirimiz o
askerlerden birini günün birinde turuncu
tulumlarla IŞİD’in elinde görmeye tahammül edemezdik. Tahliye, doğru karardır.
Ayrıca bu operasyon, Kobani’de oluşan
yepyeni bir ‘jeopolitik’ gerçeğin de habercisidir. Kısaca özetleyelim:
1. Ankara bu operasyonu IŞİD’e rağmen
ve Kobani’deki YPG güçlerine ‘haber vererek’ yapmıştır.
2. Operasyonu askerî açıdan kolaylaştıran, YPG güçlerinin son haftalarda
Kobani’nin batısındaki köyleri bir bir
geri alarak Süleyman Şah’a yaklaşması
olmuştur. PYD’ye bağlı Kürt güçleri Süleyman Şah’a 2 kilometre kadar yaklaştığı
için, TSK 30 değil, 2 kilometrelik IŞİD bölgesini yararak türbeye ulaşmıştır.
3. Operasyonun, Ankara’nın IŞİD’e karşı
‘eğit-donat’ anlaşması imzalamasının hemen arkasından olması tesadüf değildir.
Zira bu anlaşma, IŞİD karşıtı muhaliflerin eğitilmesini amaçlar. Bu yüzden de
Türkiye’yi ‘IŞİD karşıtı’ cepheye bir adım
daha yaklaştırmış, Süleyman Şah’ı IŞİD
açısından daha açık bir hedef haline getirmiştir.
4. Operasyonun PYD’den Kobani Kantonu Başbakanı Enver Müslim’in resmî
temaslar için Ankara’da olduğu bir zamana
denk gelmiş olması da tesadüf değildir.
Her şey tamam olunca, bizim akıldan
yoksunların kafataslarına inen ilk şey,
“Türkiye bu operasyonu yaparken kimden destek almış olabilir?” yönünde oldu.
5. Türbenin yeniden yerleştirildiği
Eşme köyü ise, YPG/YPJ isimli Kürt güçlerinin kontrolündedir. Bu yüzden de TSK
ve ‘PKK’nın Suriye kolu’ diye anılan YPG,
Uluğ Bayındır // [email protected]
artık ister istemez
‘koordineli’ olmak
durumundadır. Bu
sayede, siyaseten
kullanışlı olsa da
gerçekte ‘PYD/YPG
terör örgütüdür’ söylemi, sahada anlamlı
olmaktan çıkmıştır.
6. Haliyle Türkiye, Kobani’deki
stratejik hatadan
dönmüş, o dönem
yapamadığını şimdi
yaparak IŞİD’e bir
adım daha mesafe
koymuş, kabul etse
de, etmese de PYD/
YPG’ye bir adım
yaklaşmıştır. Bu,
Çözüm Süreci’nin
kritik aşamasında
‘güven arttırıcı’ bir
durumdur.
İdris Nassan, Kobani’deki Kürt güçlerinin uluslararası
dünyadaki sözcüsü.
Resmi makamı,
“Dışişleri Bakanı
Yardımcısı”. Dün,
Süleyman Şah operasyonunu konuşmak için aradığımda
şu bilgileri verdi:
(Operasyondan
önceden haberiniz
oldu mu?)
Türk askeri YPG
bölgesinden barışçıl
bir biçimde geçti.
Önceden haber
verilmişti. Karar
sadece (Ankara’da
bulunan Kobani Başbakanı) Enver Müslim değil, YPG’yle de
temas edildi.
(Türbenin yeni
yeri sizin bölgenizde
mi?)
Türbenin yeni
yeri Eşme köyü; YPG
ve YPJ kontrolünde.
Kendi tarihlerini
koruyabilmek için
geçici olarak bir yere
ihtiyaçları var, ama
bu, oranın Türk toprağı haline geldiği
anlamına gelmiyor.
Biz onlara tarihlerini
koruyabilmeleri için
yardımcı oluyoruz.
Olanlar, Kobani
yönetimi ve Türk
makamları arasında
bir anlaşma çerçevesindedir. (IŞİD’le savaşırken
Süleyman Şah’a ne
kadar yaklaşmıştınız?)
YPG/YPJ güçleri
Kobani’yi aldıktan
sonra civar köylere yöneldi. Şu an
IŞİD’le çatışmalar
Süleyman Şah’a çok
yaklaştı, 2 kilometre
yakınındayız. Haliyle orası bir savaş
alanı haline geldi
ve Türkiye oradaki
askerlerini korumak
zorunda. Bu yüzden
tahliye ettiler. Türbeye yaklaşmış olmamız, Türklerin askerlerini geri çekmelerine imkân verdi.
Biz zaten başından
beri insanlık adına
IŞİD’le savaştığımızı
söylüyoruz. Bölgede
hâkimiyet kurduğumuzda, Türkiye,
aramızda bir mutabakat çerçevesinde
türbedeki askerlerini çok daha rahat
hareket ettirebilir.
Biz sadece kendimiz
için savaşmıyoruz,
Kobani güvende
olursa, Türkiye de
güvende olur.
Fox’un kasapları
eyleme çıkar…
F
OX TV, bilindiği üzere muhalefet
partilerinden daha muhalif üslubuyla servis ettiği haberleri ve dolayısıyla bu haberleri seyirciye aktaran
sunucularıyla oldukça meşhur.
İşte bu televizyon kanalının ana haber bülteninde
gördüğüm, fakat başka bir
yerde asla aynı formata
rastlamadığım bir haberi
buraya taşımaya ve kurnazlık üzere yoğrulan tilkinin
Fox’ta vücut bulan halini
arz etmeye çalışacağım.
Önce durumu, sonra
da durumun haberleştirilmiş şeklini arz edeyim
ki durum şu: Gıda, Tarım
ve Hayvancılık Bakanlığı
ile Sağlık Bakanlığı’nın
almış olduğu ortak karar
ve bu iki bakanlığın yeni
dönemde uygulayacağı
denetime göre, kasaplar,
önceden hazırlamış oldukları köfteleri satamayacak,
ancak yalnız müşterinin
talebi doğrultusunda ve
yine müşterinin gözünün
önünde hazırlayarak köfte
satabilecek.
Durumu aktardık,
şimdi tilki kurnazlığıyla
hazırlanan habere gelelim.
Haber şöyle: “Bu uygulama
kasapları çok kızdıracak!
Önceden hazırladıkları
köfteler hakkında satış
yasağı getirilen kasaplar
eylem için sokaklara bile
dökülebilir!”
(Ama resmî
olarak Türk yetkililer PYD’nin ‘terör
örgütü’ olduğunu
söyledi...)
Biz terörist değiliz. Başından beri
Türk makamlarına,
Türkiye’ye karşı
savaşmadığımızı
anlatmaya çalıştık.
Bunu siyasî sebeplerle söylüyorlar.
Ama koalisyon
Kobani’de bizim
lehimize müdahale ettikten sonra
Türkiye’nin de
sahadaki tavrı
değişti. Ahmet
Davutoğlu’nun
Kobani zaferini öven
ve Kürtçe öğrenmek
arzusunu belirten
açıklaması çok
önemliydi.”
Dünya üzerindeki birçok
ülkede yayın yaptıran ve
kendi ihtirasları uğruna
algı yönetimi uygulamaktan çekinmeyen bir
patronunuz varsa, bu çok
normal.
Yahu “Mesele ağaç değil,
sen hâlâ anlamadın mı?”
diyerek bu milleti aldatıp
sokaklara döktünüz, şimdi
sıra köfteye mi geldi karbonatını sevdiğimin tilkisi?
>> Fox, Türkçede “tilki”
anlamına gelen kelimenin
karşılığı. Nereden üzerine
yapışmıştır bilmem, “tilki”
isimli hayvan “kurnazlık”
huyu ile anılır. Öyle ya,
“Köpek gibi sadık”, “Kedi
gibi nankör”, “At gibi diri”,
“Fare gibi pis” türünden
somut benzetmeler bu
hayvan üzerinden yapıla-
mazken, “Tilki gibi kurnaz”
deyişiyle soyut bir yansıtma tarzı geliştirilmiştir. Bir
de “Çekirge bir sıçrar, iki
sıçrar” var ama konumuzla
alakalı değil…
Bizim tilkinin kürkü
sıkmış olacak ki, biraz
atraksiyon görse de bir
ferahlasa… Demek istiyor
ki, “Ey kasap kardeşlerim!
Bu hükümet sizin dürüstlüğünüze inanmıyor. Hem
inanmadığı gibi, ‘Hadi yap,
görecem!’ dedirtiyor, sizi
millete maymun ediyor.
Mesele köfte değil, siz hâlâ
anlamadınız mı?”.
Ancak Fox TV, tilkiye
atfen kullanılan kurnazlık
huyunu, bu hayvanın
üzerine yapıştırmak konusunda oldukça ısrarlı.
Ama kusura bakma
tilki kardeş, sana bu
dükkândan köfte çıkmaz.
Zira burası kasap, kürkçü
dükkânı değil!
mart 2015
23
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
24
Acun’un acun kanalı
B
İR zamanlar evde, televizyon kumandası elimizde zapping yaparken eğer keyfimize göre bir program bulamamışsak, “TV 8’de mutlaka güzel bir
şey vardır” derdik. Hele bizim hanım, “Gülhan’ı aç
Gülhan’ı, o kız çok sevimli!” diyerek bir seyahat programı olan
“Gülhan’ın Galaksi Rehberi”ni açtırırdı. “Açtırırdı” derken,
kendi açardı yani; “Al kendin aç!” derdim, açardı.
gerçeği yaşıyorsun, unutma! Arkada az önce biriyle
kavga mı etmişim, yediğim
yemek ıspanaklı yumurta
mıymış, bir derdim mi varmış, sahneye çıktığımda
karakterime girer, arkayı buraya yansıtmam. Ama sen,
benim burada sunduğumu
izlerken hayatına devam
ediyorsun”.
Cem Yılmaz’ın bu hakikat dersini iyi anladıktan
sonra, içi yarışmalarla dolu
TV 8’in nasıl gerçekliği bile
sanallığa dönüştürdüğünü
aktarabilirim sanırım.
Yarışmanın bir bölümü
verilmiş, ertesi gün o bölüm
üzerine bir tartışma programı var TV 8 ekranında. Bu
nedir? Biri diğerine “Ama
Turabi terbiyesizlik yaptı”
diyor, diğeri öbürüne “İyi de
haklıydı” diyerek Turabi’yi
savunuyor. Bu, sadece bir
yarışma için geçerli değil,
TV 8’deki bütün yarışma
programlarının aynı zamanda tartışma programları da
var. Hele bir moda programı
var ki, eski mezunlarını (!)
yeni televizyon fenomenleri haline getirip yeni katılan
yarışmacıları değerlendirtiyorlar. Bunu izah edecek bir
akıl var mı?
>> Sonra bu TV 8 satıldı,
yeni sahibi, eski bir televizyon muhabiri olan Acun
Ilıcalı oldu.
Acun Ilıcalı, hakikaten
kendini çok iyi yetiştirmiş,
nereye ve kime yatırım
yapacağını çok iyi bilen bir
zekâ adamı. Onu, bir Fenerbahçeli olmasına rağmen
yaptığı Beşiktaş muhabirliğinden beri bütün Türkiye
tanır. Gerçekten de mesleğinin hakkını vermiştir. Zaten
o yüzden bütün Türkiye
tanır.
TV 8’i aldıktan sonra izlediği yayın politikası şöyle:
10 dakikalık dahi olsa bir
haber bültenine yer olmaksızın, kanalı sadece ve sade-
mart 2015
ce eğlenceyle doldurmak ve
halka eğlence pazarlamak…
Cine 5, TMSF’nin eline düşmeden evvel yalnız film
yayınlayan bir kanaldı. Ama
onda bile akşamları 10 dakikalık bir ana haber bülteni
geçerdi. Şimdiki TV 8’de o
da yok! Oysa Türkiye’nin
yetiştirdiği en beyefendi
spikerlerden Kaan Yakuphan seslenirdi ana haberlerden “İyi akşamlar!” diyerek…
(Yahu ne TV 8 edebiyatı
yaptım öyle arkadaş!)
Bu arada “acun”, kadim
Türkçemizde “cihan, dünya,
âlem” karşılığında kullanılan en köklü kelimelerden
biri… Bir saniye! Acun
Ilıcalı’nın TV 8’i yalnız acu-
na mı hitap ediyor? Yanlış
anlaşılmasın, “Acun Ilıcalı,
sadece kendi sevdiği programları mı izlettiriyor halka?” diye sormuyorum, yeni
TV 8’in sadece dünyalık
üzerine kurulu olduğunu ve
bunun hakikaten bir tehlike
arz ettiğini belirtmeye çalışıyorum.
Yarışmalarla dolu yeni
TV 8, halkın sanallıklarla
dolu hayatına ancak ve ancak sanallık katıyor. Hem de
bu sanallık öyle yoğun ki, en
iyisi şöyle bir söz üzerinden
bunu anlatayım: Komedyen
Cem Yılmaz bir gösterisinde
diyor ki, “Ben sahnede bir
karaktere bürünüyorum,
ancak sen beni izlerken
Velhasılıkelam, Acun
Ilıcalı’nın TV 8’i, dünyada hiç dert, sıkıntı, tasa
yokmuş, her şey güllük
gülistanlıkmış da kaygı
adına sadece yarışmacıların acıları, yarışmacıların
sevinçleri, yarışmacıların
gözyaşları kalmış gibi bir
manzara izleten acayip bir
hal almış. Sanal âlemin esiri
bir nesilden bahsediyor
insanlık, biz o neslin gerçeklerini de sanallaştırmaktan
koruyamazsak, gelecekte
insanlığı, vatan ve milletini
dert bilen ve bu unsurların
sorumluluğunu sırtlanan
kimseyi bulamayacağız. Bu
da böyle biline!
Bu arada kendisi de bir
zamanlar seyahat programları yapan Acun Ilıcalı’nın
belli ki “Ben daha iyisini yapıyordum” diyerek beğenmeyip TV 8’den gönderdiği
Gülhan, “Gülhan’ın Galaksi
Rehberi” adlı programını
TRT Haber’de yapmaya başladı. Hayırlı olsun hanım!
Uluğ Bayındır
Paralel örtüler
“E
SKİ Emniyet Genel Müdürlüğü
İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, Ankara’da gözaltına alındı.
>> Hrant Dink soruşturması kapsamında gözaltına
alınan Akyürek, Terörle
Mücadele Şube Müdürlüğü
ekipleri tarafından Ankara
Emniyet Müdürlüğü’ne getirildi. Akyürek, Ankara’daki
işlemlerinin ardından soruşturmanın yürütüldüğü
İstanbul’a gönderilecek.
Akyürek’in gözaltına alınma gerekçesi olarak ‘soruşturmanın sağlıklı yürütülmesi’ gösterildi. Öte yandan
Hrant Dink soruşturması
kapsamında dönemin Trabzon Emniyet Müdürlüğü
İstihbarat Şubesi’nde görevli Şube Müdürü Ercan Demir, komiser Özkan Mumcu
ve polis memuru Muhittin
Zenit, tutuklanarak cezaevine gönderilmişti. Yine
soruşturma kapsamında
dönemin Trabzon Emniyet
Müdürü Ramazan Akyürek, İstanbul İl Emniyet
Müdürü Celalettin Cerrah,
Eski Trabzon İl Emniyet Müdürü Reşat Altay ve İstanbul İstihbarat Şube Müdürü
Ahmet İlhan Güler’in ifadesi
alınmış ve ardından serbest
bırakılmışlardı.
Ancak Hrant Dink cinayetinde Ogün Samast’ı azmettirmekle yargılanan Erhan
Tuncel’i istihbarat elemanı
yapan dönemin Trabzon
İstihbarat Şube Müdürü
Engin Dinç ile ilgili hiçbir
işlem yapılmadı. İçişleri
Bakanlığı, halen İstihbarat
Daire Başkanlığı görevini
yürüten Dinç’i savcının
talebine rağmen ifadeye
göndermemişti. Bu olay da
kamuoyunda ‘ikinci 7 Şubat
krizi’ olarak anılmıştı.”
Başlangıçta vermiş olduğumuz haber, eski EGM
İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in gözaltına
alındığı gün Zaman gazetesi
tarafından yayınlanan ta
kendisidir.
Paralel medyanın Ramazan Akyürek’i MİT
Müsteşarlığı’nı hak ettiğini
savunmaktan tutun da
yerlere göklere sığdıramayışının sebeb-i hikmeti nedir
acaba? Bu sorunun cevabını
aramaya gerek yok elbette.
Fakat durumun bu denli
maksatlı bir şekilde, dalgın
öğrencinin test şıklarını
kaydırması gibi kaydırılması, ancak paralel bir kabiliyetiniz varsa yapabileceğiniz
bir iştir.
Evet, daha önce bu soruşturma kapsamında Reşat
Altay ve Celalettin Cerrah’ın
görüşleri alınmıştı. Suikastın planlayıcısı olarak
bilinen Erhan Tuncel, Reşat
Altay döneminde değil,
Ramazan Akyürek döneminde Emniyet’e muhbirlik
yapması için alınmış bir
elemandı. Bu konuda Reşat
Altay, soruşturmada şöyle
bir ifade veriyor: “Biz, Ramazan Akyürek ile resmî
devir teslim yapmadık.
Sonra kendisi ile telefonda
bir görüşme yaptık, bir kere
de ailesi ile geldi. Kendisini
misafir ettim ama bunların hiçbirinde bana Yasin
Hayal grubuyla ilgili bilgi
vermedi.” Ayrıca Altay, o
dönemin Trabzon Emniyet
İstihbarat Şube Müdürü
Faruk Sarı’nın, “Ramazan
Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer, Reşat Altay’a bilgi vermemem konusunda bana
talimat verdi, ben de ona
bilgi vermiyorum” dediğini
aynı ifadesinde belirtti. Ramazan Akyürek’in
avukatı 2014 yılında
“Müvekkilim Tuncel’i tanımıyor” dese de 2008’de
TBMM’de kurulan komisyona şöyle demişti Akyürek:
“Türkiye’nin başını ağrıtan
olayı haber veren Erhan
Tuncel’in örselenmesi,
devlet görevlisi olarak beni
üzmüştür.” Öyle ya, Erhan
Tuncel, Dink’e yapılacak
suikastı Emniyet’e tam 17
kez ihbar etmişti. Şimdi… Paralel fitnebazların “ikinci 7 Şubat
krizi” diyerek yaftalamaya
çalıştıkları olayla başka
şeylerin üzerlerini nasıl
örtmeye giriştiklerini
mutlaka anlıyoruz. Hakan
Fidan’a ve Fidan’la birlikte
MİT’e karşı olan nefretlerini
de net şekilde görüyoruz.
Peki, Hakan Fidan MİT
Müsteşarlığı’na getirilmeden önce yaşanan bir
olayı 17 kez Emniyet’e bildirilmesine rağmen MİT’e
yüklemeye kalkışmayı nasıl
algılamamızı istiyorsunuz?
Yoksa paralel, “Benim sadece Emniyet’te olduğumu
sanıyor, MİT’teki dallarımı
göremiyorsunuz. Gazetemde ismini verdiğim kişi bile
bir yem ve siz oltama takılıyorsunuz” türünden bir şey
mi demek istiyor?
Bu arada, Zaman gazetesinde yayınlanan haberde
geçen bütün isimler, verdikleri ifadelerin ardından
serbest bırakıldılar, doğru.
Akyürek ise, çıkarıldığı
mahkeme tarafından tutuklu yargılanmak üzere cezaevine gönderildi.
“Paralel erkeklik”
diye bir şey varmış meğer!
C
UMHURBAŞKANI Recep
Tayyip Erdoğan, bütün imanıyla faiz lobisi ve uşaklarına
açtığı savaşta çarpışıyor da
çarpışıyor, Allah gücünü arttırsın…
Onun söylediği her söz faiz lobisini
ürkütedursun, Türkiye’deki kurumlarla da faiz konusunda verdiği mücadele, belli ki dillere destan olacak.
>> Mutlak surette ülkedeki faiz oranlarının
indirilmesi gerektiğini savunan Cumhurbaşkanı, karşısına aldığı Merkez Bankası idarecilerine
çeşitli çözüm yolları aktarsa da, Başbakan
Yardımcısı Ali Babacan’ın “Onlar ehil kişiler,
işlerini biliyorlar” telkininden cesaret alarak
Cumhurbaşkanı’nın isteğinin tersi istikamette
hareket etmekten geri kalmıyorlar MB yöneticileri.
İşte bu ters hareketler artık tak ediyor canına
Cumhurbaşkanı’nın ve her harfi millete mesajlar veren şu cümleleri aktarmasına sebep
oluyor: “Yani bize karşı bir bağımsızlık mücadelesi veriyorsun da, başka yerlere bağımlılığın
mı var, bir de bunu söyle! Merkez Bankası, faiz
konusunda yanlış yapıyor; mevcut faiz oranları
Türkiye’nin ekonomideki gerçeğine uygun değildir. Benim Merkez Bankası’nın bağımsızlığına
edecek bir sözüm yok. Ama nereye kadar yok?
Ülkenin ve milletin menfaatlerini koruduğu
yere kadar yok. Biz bu konunun takipçisi olmaya ve ikazlarımızı yapmaya devam edeceğiz.”
Paralel fitnenin pelerin ütücüleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözlerinden öyle
çok ürkmüş olacaklar ki nasıl cümleler kurup
nereye sığınacaklarını bilememişler resmen.
Cumhurbaşkanı’nın “Bana karşı bağımsızlık
mücadelesi veriyorsun” diye hitap ettiği Merkez Bankası yöneticilerini ilginç bir yöntemle
korumaya, belki de ateşe atmaya çalışan paralel medya, Erdoğan’ın bu konuşmasını haber
yapıyor ve şu başlığı kullanıyor: “Erdoğan’dan
akıl almaz soru!”
Haberi okuduğunuzda görüyorsunuz ki,
“Başka yerlere bağımlılığın mı var?” şeklinde
kullandığı cümle, Cumhurbaşkanı açısından
yapılmış bir gaf gibi verilmiş. Kusura bakma
paralel ütücü, o ne dediğini gayet iyi biliyor!
Ama paralel pelerin ütücülerinin ilm-i siyasetleri hiç bitmiyor tabiî. “Akıl almaz soru”
diyerek gaf nitelemesi yapma çalışması belli ki
geri tepmiş, furuattan bilip geri adım atmışlar
bu başlıktan. Yeni başlık: “Erdoğan yine konuştu, dolar yine fırladı…”
Siz dert etmeyin ağam paşam, o konuşsun,
dolar fırlasın; bu ülkede aksırıktan tıksırıktan,
Anayasa kitapçığından başbakan titremesinden bir gecede fakirler iki katı fakir oldular. O
yüzden siz hiç dert etmeyin!
Medyada birkaç saatte manşet değiştirme
işlemine “paralel erkeklik” denildiğini böylece
öğrenmiş olduk. Lenin bile sizin yaptığınızı yapmadı. O en azından “İki geri, bir ileri” diyordu,
sizin nasıl adım attığınız belli değil! Ama “Yiğidi
öldür, hakkını yeme” derler, Haşhaşi ithamının
hakkını veriyorsunuz…
mart 2015
25
haberajanda
Toplum
Tasvirlenen
resmi “umutsuzluk” değil,
“uyarı” penceresinden okursak
hedef iyi kötü
bellidir sanırım.
Her biri bir sonraki 100. yılın
anahtarı olan
bir süreçteyiz.
Suriye ve Irak’ta
sorumluları (en
azından bir kısmını) cezalandırma parametresinin önüne
aynı bölgelerde
bir an evvel sulhu tesis etmeyi
öncelememiz
gerekiyor. Zira
mevcuttaki
kör dövüş,
Sykes-Picot’un
bir asır evvel
yirmiye ayırdığı
coğrafyayı kırk
parçaya bölme
arefesinde.
***
Sykes-Picot projesinin yarım bırakıp günümüz
Batı’sına ödev
olarak sunduğu
bölgeyi iyiden
iyiye alt kimlikleştirme ve
minör devletler
kurma hedefine
karşı durabilecek en güçlü
devlet olabilmek
için, seçimleri
atlatır atlatmaz
söylemlerimizi
ve eylemlerimizi 2017 iklimine
taşımamız gerekiyor.
26
mart 2015
ESKİ KIBLEYE
YENİ BAKIŞLAR
H
ER yıl Mart aylarında, Çanakkale Zaferimize dair
anma programları düzenleniyor. Bu yıl, zaferin
100. yılına gireceğimiz için evvelkilere nazaran
çok daha görkemli, geniş katılımlı organizasyonlar yaşanacak.
>> Yine her yıl Nisan aylarının
sonunda, diaspora tarafından sözde Ermeni soykırımını anma etkinlikleri düzenleniyor. Takvimsel
açıdan diaspora da 100. yılı boş
geçirmeyecek.
Mart ayında 1915 Osmanlı’sının
Batı cephesini, Nisan ayında ise
Doğu’sunu 100. yılları itibariyle
yarışa sokmuş olacağız. Ülkenin
batısında ölüm kalım savaşına
giren İmparatorluğun doğuda
sırtından hançerlenmesi, gerek
Ermeni komitacıların, gerekse
Çarlık Rusya’sı ordusunun Türk,
Kürt veya Kafkas Müslümanlara yönelik kitlesel katliamları ve
bunlar karşısında alınan tedbirler,
bu tedbirlerin uygulanışındaki aksaklıklar ve Ermeniler dâhil tüm
bölge halklarının çektiği sıkıntılar,
dönem tarihini bilen uzmanlar
tarafından ekranlarda eni-konu
tartışılacak.
Evet, artık “100. yıllar burcu”na
giriyoruz. Sekiz dokuz yıl boyunca
hemen her sene bir asırlık dosyalar açılacak. 2015, Çanakkale’nin
ve doğudaki mukatelenin 100.
yılları; 2016, Sykes-Picot’un 100.
yılı; 2017, Kudüs’ün Haçlı ittifakınca son işgalinin 100. yılı;
2018, Ortadoğu’nun Batılılarca
tamamen işgal edilişinin 100. yılı;
2019, Mustafa Kemal’in Samsun’a
çıkışının veya Anadolu İstiklal
Mücadelesi’nin başlangıcının 100.
yılı ve nihayet 2023, Cumhuriyetimizin 100. yılı…
Her biri bugünümüzü ülkesel ve
bölgesel olarak şekillendiren başat
vakıalar olan bu asırlık dosyaların
içlerini ne ölçüde doldurup dolduramayacağımızı ilerleyen aylarda
ve yıllarda hep birlikte göreceğiz.
2015 Nisan’ında ülke olarak genel
savunmaya çekilirken, en büyük
bölgesel atak şansımızı 2017 yılında yakalayacağız. Kudüs’ün ve
Filistin’in tapusunu elinde tutan
son Müslüman gücün ne denli
varisi olup olamayacağımız veya
“Yeni Türkiye” iddiasının Devlet-i
Âliyye’nin mirasıyla ne denli örtüşebileceğinin delillerini 2017
dünyasına ve ille de Ortadoğu’ya
göstereceğiz.
Haliyle 2023’ün “Eski Türkiye”ye dair Trakya-Anadolu özelindeki bir 100. yıl mı olacağının, yoksa
“Yeni Türkiye”nin gücüne ve bölgesel itibarına mı şahit olacağının
ana turnusolü “2017 performansımız”. Medyadan STK’lara ve
düşünce kuruluşlarına, partilerden
Hükümet’e, Meclis’ten devletin
en zirve makamlarına değin 2017
Ahmet Turgut
[email protected]
rüzgârına şimdiden nefes vermemiz gerekiyor. “Osmanlı” kelimesini ve/veya çağrışımlarını Arap komşularımızdan ziyade
Kudüs-Filistin işgalcilerine karşı kullanabildiğimiz ölçüde, başta Arap-Kürt-Farisî
kamuoylarında, ardınca Ortadoğu dışındaki Müslüman halklar nezdinde kıymet
bulacağımız kesin.
Peki, “One minute!” ile başlayan niyet
beyanının 2017’de “One century” projeksiyonuna çevrilebilirliğini görebilmek için
hangi engelleri aşmamız lazım?
İçerideki en büyük engel, “adalete güvensizlik”… Dışarıdaki en büyük çatışma alanı
ise, yine bir takvim dayatması olan “SykesPicot’un 100. yılı”…
2015’in ilk yarısı, -Haziran ayındaki milletvekili seçimleri nedeniyle- Türkiye’nin
içe döndüğü bir süreci yaşıyor, yaşayacak.
2015’in ikinci yarısıysa, muhtemelen Anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi tartışmalarıyla şekillenecek. Pensilvanya, İmralı
veya Kandil misali coğrafik adların vazettiği sorunlar, bunlara bağlı atılacak adımlar
ve gelen karşı hamlelere verilecek cevaplar
da eklenince, 2015’in ikinci yarısının da içe
kapanmayla geçeceğini öngörebiliriz.
Ortadoğu’nun ilk paylaşım planı olan
Sykes-Picot’un devamı niteliğindeki “Ortadoğu kışı”nın dindirilmesine dair elimizdeki kozlar tükendikçe, 2016’nın daha
da vahşi ve parçalanmış bir Ortadoğu vaat
edeceği de kesin!
Sykes-Picot’un Batı lehine upgrade edildiği bir ortamda 2017’nin yüzyıl evvelki
Balfour günlerine rahmet okutacağını söy-
lemek de büyük bir kehanet olmasa gerek.
Tasvirlenen resmi “umutsuzluk” değil,
“uyarı” penceresinden okursak hedef iyi
kötü bellidir sanırım. Her biri bir sonraki 100. yılın anahtarı olan bir süreçteyiz.
Suriye ve Irak’ta sorumluları (en azından
bir kısmını) cezalandırma parametresinin
önüne aynı bölgelerde bir an evvel sulhu
tesis etmeyi öncelememiz gerekiyor. Zira
mevcuttaki kör dövüş, Sykes-Picot’un bir
asır evvel yirmiye ayırdığı coğrafyayı kırk
parçaya bölme arefesinde.
Sykes-Picot projesinin yarım bırakıp günümüz Batı’sına ödev olarak sunduğu bölgeyi iyiden iyiye alt kimlikleştirme ve minör
devletler kurma hedefine karşı durabilecek
en güçlü devlet olabilmek için, seçimleri atlatır atlatmaz söylemlerimizi ve eylemlerimizi 2017 iklimine taşımamız gerekiyor.
mart 2015
27
haberajanda
Tarih Analiz
Yanlış anlaşılmamak için hemen kaydetmeliyim ki, “ülkeyi Lozan’a hazırlayan şartlar”ın başat
müsebbibi de bizler değildik, Almanlardı. Deriz ki -fakir dâhil hepimiz-, “Cihan harbinde müttefikimiz Almanya yenildiği için biz de yenik sayıldık”. Bu sav, kısmen ve usulen doğru sayılsa da fiziken yanlıştır ve hiçbir
hükmü yoktur. Almanların yenilgisi bizim üzerimizdendir; buna bağlı olarak İngilizlerin galibiyeti de “Alman
ulusu”nun karşısında ulaşılan zaferler dizisi değil, bizim mağlubiyetimiz üzerinden bir kazanma sayılır.
Lozan zafer mi, hezimet mi?-2
Lozan zafere dönüşürken
“L
OZAN Zafer mi, Hezimet mi?” kitabının müellifi Üstad
Kadir Mısıroğlu’na teşekkür borçluyum, zira fakire
konuyla ilgili olarak -şimdilik- iki yazı yazma fırsatı
oluşturdu. Birinci makale Haber Ajanda ve ardından
internette yayınlandıktan sonra bir tartışma alanı doğdu ve olumlu olumsuz geri dönüşler aldı. Eski öğrencilerimden Bahattin, gayet edepli bir dille bizi selamladı; yazıyla ilgili olarak yaptığı
yorumunda “Çanakkale Zaferi”ne dikkat çekti, ortada böyle kesin bir zafer
dururken, Osmanlı’nın son döneminde yaşanagelen bir dizi “hezimet”ten söz
etmenin ve bunları Lozan’a bağlamanın çok uygun olmayacağını dile getirdi
ve fakirden bir cevap bekledi haklı olarak.
>> Evet, Bahattin haklı! 1699’u kulak
arkası yapıp asıl yıkılışı başlattığımız 1839
Balta Limanı Antlaşması’ndan Birinci
Dünya Savaşı’na kadar gelen 79 yıl içerisinde yaşanan “hezimet dizisi” içerisinde bir
Çanakkale Zaferi var ve onun büyüklüğü su
götürmez. Lakin o da sonucu değiştirmedi
-hatta etkilemedi bile-. Sadece başında bulunduğu Dünya Savaşı’nı cephelere böldü,
savaş yıllarını uzattı. İlaveten toprak, insan
ve maddî imkân açısından hezimet sayısını
arttırdı. Belki biraz moral tavsiyesi oldu, o
kadar…
Lakin sonu hüsran olacak Yemen, Irak,
Filistin, Kanal, Kafkasya, hatta bizimle
hiçbir organik bağı olmayan Galiçya cephelerinde Anadolu’nun bir avuç nüfusunun
çeyreğini temsil eden “işe yarar erkek” cev-
28
mart 2015
herini yok etti. Nihayetinde ne kaldı bize
Çanakkale’den? Hüzünlü bir hatıra, buruk
bir memnuniyet tebessümü…
Neyse, gelelim “Lozan’ın zafere dönüşmesine”...
Bidayetinde Çanakkale Muharebesi
bulunan birinci harbin sonunda Mondros
Ateşkesi ve ona bağlı olarak Sevr Antlaşma
metni tarihlerdeki yerini aldı. Yani harbin
nihayetinde topyekûn çöküş yazıldı yaşlı kitabın saman sayfalarına. “Yüzde 100
hezimet” vesikası olarak orta yerde duran
Sevr metni, henüz imza aşamasındayken
ve dağıtılan Meclis-i Mebusan mecburiyet
sebebiyle imzalamamışken, Lozan’ı hazırlayan ve gerekli kılan şartlar imdada yetişti.
“Sevr” adlı o “uğursuz metin”, yanlış hatır-
lamıyorsam Yunanistan dışında hiçbir ülke
tarafından paraf edilmedi de “topyekûn yok
olmak”tan kurtulduk.
Yanlış anlaşılmamak için hemen kaydetmeliyim ki, “ülkeyi Lozan’a hazırlayan
şartlar”ın başat müsebbibi de bizler değildik, Almanlardı. Deriz ki -fakir dâhil
hepimiz-, “Cihan harbinde müttefikimiz
Almanya yenildiği için biz de yenik sayıldık”. Bu sav, kısmen ve usulen doğru sayılsa
da fiziken yanlıştır ve hiçbir hükmü yoktur.
Almanların yenilgisi bizim üzerimizdendir;
buna bağlı olarak İngilizlerin galibiyeti de
“Alman ulusu”nun karşısında ulaşılan zaferler dizisi değil, bizim mağlubiyetimiz
üzerinden bir kazanma sayılır.
Anlaşılsın diye örneklemek gerekirse,
sahaya çıkan iki süvariden biri kendisinin
atıyla yarışan yarışmacı, bineği ödünç olan
rakip süvarinin atını vurur ve ipi tek başına
göğüsler, böylece yarışmayı kazanır. Atı vurulan süvari, vurulan atını vurulduğu yerde
bırakır ve kendi harasına ve harasında seyislerinin beslediği atının yanına döner, ikinci
yarış için hazırlığa girişir. Geride vurulmuş,
vurularak yenilmiş bir at, binitsiz kalan bir
de sahip bırakmıştır.
Şimdi soralım: Yarışı kaybeden vefasız
sürücü müdür, at mıdır, yoksa çöl ortasında
ölmüş atının leşiyle tek başına kalan sahip
Seydahmet Karamağralı
[email protected]
mart 2015
29
haberajanda
Tarih Analiz
mi? Düşünedurun, burada örnekle ilgili bir
başka sual sorup o kanalda devam edelim
yazıya: Eğer yarışı ödünç at kazansaydı, kazanan at mı, süvari mi, yoksa sahip mi olacaktı? Seyirciler hangisini alkışlayacaklardı
“galip” diye?
Anlamış olacağınız üzere, örneğimizde
kendi atına binen İngiliz ve müttefikleridir. Ödünç ata binen süvari de ordumuza
kumanda eden devrin Almanya’sıdır. Doğal
olarak atın yayan yapıldak çöllere düşen piyade sahibi biz Türkler ya da Osmanlılarız.
Bu arada, ödünç verdiğimiz atımız da tabiî
ki ordumuz ve ülke imkaânlarıdır. Üstelik
üzerinde yarış yapılan saha da Osmanlı ülkesi olarak örnekteki yerini almış oldu.
Birinci Cihan Harbi, iki “dünya kaba-
dayısı”nın bizim imkânlarımızı kullanarak
üzerimizde vuruşmasının hikâyesiydi asıl
itibariyle ve neticede yenen İngiliz, yenilen
Alman, ancak yok olan biz olduk. Birkaç
sıyrıkla ülkesine dönen Şövalye Hans’ın ülkesi bu savaştan hiç mi hiç etkilenmemişti.
Yani galipler, Almanya topraklarına ayak
bile basmadılar, biliyor musunuz? Üstelik Almanların yeni bir hamle için hem B
planı vardı, hem de planı gerçekleştirecek
imkânları.
Cermen Şövalyesi Hans ülkesine dönerken, ona galebe çalan İngiliz ve ortakları
Fransa, İtalya ile diğerleri zafer sarhoşluğu
içerisinde ganimete saldırmış ve paylaşma
telaşına düşmüşlerdi. Paylaşım planı olarak
Sevr öyle yağlı bir plandı ki şıpır şıpır çöllere
Bizim yok olmamızın sebebi olduktan sonra Cermen şövalyeleri, “teorik mağlubiyet”lerini sırtlanıp Bavyera ormanlarına geri döndüler. Bu
arada “derin Berlin”in B planı hazırdı. “Ulus devletler yüzyılı”na girerken
bertaraf edilmesi gereken üç imparatorluktan sonuncusu sayılan Rus
Çarlığı, henüz savaşın yakıcı ateşini bedeninde duymamıştı. Aslında
“İngilizlerin diabolik siyaset”i ölmeden önce Çar’ı da “av partisi”ne davet etmişti. Majeste’nin amacı, Moskof ordularını Kafkaslarda yormak,
parti tamamladıktan sonra da onun yorgun bedenine çullanmaktı. İşte
bu çullanma işini İngilizler değil ama Almanlar yaptı ve derin Alman
BND’si, Çar’a karşı planladığı Bolşevik isyanını başarıyla yönetti.
damlıyordu. Bu manzara karşısında galiplerin gözü en yağlı parçayı iç etmekten başka
bir şey görmüyordu. Bu keşmekeşte tayfay-ı
galip, harbin bidayetindeki baş düşmanları
Almanya’yı unutmuş, kendilerince savaşı
bitirmiş ve yengilerinin keyfini yaşamaya dalmışlardı. Bu gidişle “Şeytan Türkler
problemi”nin doğurucuları, yani Doğupolitik’in müsebbibi, ölüsü dirisinden daha
kıymetli addedilen Gog Mogog kavmi, içi
katran dolu Sevr kazanına atılır ve sonsuza
kadar dosya kapatılırdı. Yani 1099’da başlayan Haçlı seferlerinin sonuncusu, galibiyetle sonuçlanmış olarak tarihteki yerini almış
olurdu. Oh be! 900 sene sonra nihayet…
Lakin öyle olmadı… Şeytan Türkler,
Sevr kazanının içine atıldı da o heyecan
içinde kazanın altı yakılamadı; Yaratan
unutturdu zahir.
Burada eğri oturup doğru laf edelim. İşin
aslı, kazanın altını yaktırmayan ya da yakılmasına engel olan hareketi başlatan bizler
değildik. Bize kalsa ta Mondros’ta uzatmıştık kellemizi kurbanlık giyotininin altına.
İleri geri konuşup da hamaset yapmanın
âlemi yok! Ne hanedan, ne terhis edilmiş
paşalar, ne de halk, hiç kimse bir Anadolu
dirilişinin peşinde değildi. Sadece havanda
dövülen suyun sesi ve yakaza halinde görülen rüyanın anlamsız arzusu vardı, o kadar…
Doğrusu bu ya, devlet ve ulus çok yorulmuştu. Hani bazı durumlarda “Şu iş ne olacaksa olsa bitse de kurtulsak bu işkenceden”
der ya insan, işte o yıllarda zavallı coğrafya,
taşı toprağıyla bu psikolojiyi yaşıyordu.
Kendisi de bir general olan Karabekir,
henüz işgali söz konusu olmayan Erzurum
yöresinde bilfiil görevine devam ediyor ve
emrindeki askeri terhis etmekte ayak sürüyordu. Erzurum’un kolay kolay ölmeyen
“dadaş ruhu”nun verdiği enerjiyle Karabekir, koynunda saman kâğıda yazılmış canhıraş bir planla İstanbul’a koştu ve kendisine “bir nevi suç ortağı” ayarlamak üzere
“boşta gezer paşalar”a müracaat etmek niyetindeydi.
Cebinde kırık dökük bir planın ana hatları vardı dedik ya, anlaşılan o ki, belki de
–bahtsız “kara” kahramanın ruhundan özür
dileyerek söylüyorum- kafasındaki hareketi başlatacak cesareti yoktu. Nasıl olsun ki?
Müracaat ettiği “Terhisli Paşa” dahi planı
dinledikten sonra “Bu da fikirlerden bir fikir işte!” demişti. O ne yapsın? Zira onun
çevresindekiler de o günlerde göçmen al-
30
mart 2015
Seydahmet Karamağralı
mak üzere dünya milletlerine müracaat etmiş olan Yeni Zelanda’ya gitmekten, olmadı Anadolu’nun uzak bir beldesine sığınıp
“Osmanlı’da paşa olacağına orada toprak
ağası olmaktan” söz ediyorlardı. Lakin bu
sözü edenler ne yapsın? Çünkü ne yüreklerinde cesaret, ne de bedenlerinde yeterli
enerji vardı yeni bir savaşa duhul etmek
için. Harp esnasında onlar uzak cephelerde
dolaşırken, hesaplarında birikmiş maaşlarının Pera Palas faturalarından arta kalanıyla
üç beş tarla alma derdindeydiler. Dünya bu!
Ya halk? Hangi halk? Anadolu köylerinde oturan kadınlar ve yaşlılar mı? Kocalarını
ve eli iş tutan delikanlılarını cephelere göndermelerinin ardından beş sene geçmiş, gidenlerin yaşıyor veya ölü oldukları bile belli
olmaktan çıkmıştı. Ortalığı kasıp kavuran
kıtlık ve yol başlarını tutan ne idüğü belirsiz
eşkıya taifesi dünyalarını başlarına yıkmıştı
zavallıların. Üst yanlarında olanlardan haberleri bile yoktu ama biri çıkıp herhangi
bir köy meydanında anlatsa hemen hepsi
“Başımızda bir devlet olsun da ister Osmanlı olsun, ister İngiliz” diyecekleri kesindi
günümüz Irak veya Suriye’si gibi.
Kısacası, zamanın coğrafyasındaki herkes yukarıda söylenildiği gibi aralarındaki anlaşmazlık nedeniyle uzayan süreden
rahatsızdı ve “yedi düvel”den paylaşımın
sonlandırılmasını, bekleme işkencesinin
bitirilmesini ve devletin başına bir otoritenin geçmesini istiyordu. İnanın, en çok
da çöken devletin son ricali, hanedanlık ve
boşta gezer paşalar… Zira hâlâ içlerinde
umut taşıyanlar, gözlerini onlara dikmiş
bakıyorlardı “Hadisenize!” der gibi: “Sen
ördün başımıza bu çorabı, yine sen çıkarmak zorundasın!”
Böyle diyen birileri olmasa bile devletin
başına bu çorabı ördürenler, vicdanlarından
yükselen bu sesi yakinen duyuyorlardı. Sevr
uygulanırsa, bu rahatsız edici çığlığın susacağından emindiler. Susmasa bile verilecek
cevapları vardı: “Ne yapalım? Yapılacak bir
şey kalmadı, iş işten geçti. Başa geleni çekeceğiz...” Oh be!
Devrin bakiyesindeki psikolojik atmosfer
tam da bu idi işte! Hatta aklıma gelmişken
hemen kaydedeyim: Son generallerden biri,
süreci hızlandırmak ister gibi bir yabancı
gazeteci aracılığıyla İngiliz işgal komiserine
“Majeste’nin hizmetine girmekten mutlu
olacağı” mealinde bir mesaj gönderiyor ve
“kendisine tevdi edilecek valilik gibi bir görev” arzu ettiğini belirtiyordu. Zira “araf atmosferi”, herkesin olduğu gibi onun da ru-
huna bir karabasan gibi çökmüştü anlaşılan.
Ortada bir devlet olmadığına göre “millî
çıkarlar”dan söz edilemeyeceği, “ferdî menfaatler”in daha mühim olduğu anlayışı her
beyni işgal etmişti.
Lozan’la şekillenen
vavien hattı
Bu satırların yazarının, son imparatorluklarını batırdıkları için Almanları affetmesi mümkün değil. Ancak hakkı teslim
etmek gibi bir adalet severliği de mevcut.
Başımıza birinci harbi sarıp yenilmemizin
müsebbibi olan Almanlar, dolaylı yoldan
kurtuluşumuza giden yolu da açtılar. Şöyle
ki…
Bizim yok olmamızın sebebi olduktan sonra Cermen şövalyeleri, “teorik
mağlubiyet”lerini sırtlanıp Bavyera ormanlarına geri döndüler. Bu arada “derin
Berlin”in B planı hazırdı. “Ulus devletler
yüzyılı”na girerken bertaraf edilmesi gereken üç imparatorluktan sonuncusu sayılan
Rus Çarlığı, henüz savaşın yakıcı ateşini
bedeninde duymamıştı. Aslında “İngilizlerin diabolik siyaset”i ölmeden önce Çar’ı
da “av partisi”ne davet etmişti. Majeste’nin
amacı, Moskof ordularını Kafkaslarda yormak, parti tamamladıktan sonra da onun
yorgun bedenine çullanmaktı. İşte bu çullanma işini İngilizler değil ama Almanlar
yaptı ve derin Alman BND’si, Çar’a karşı
planladığı Bolşevik isyanını başarıyla yönetti.
Netice-i isyanda Romanof Hanedanı’nın
tüm bireylerini, “Ekim Devrimi” neticesinde soğuk Rusya’nın steplerinde buz kesen
karlar altına gömdü. Bununla kalmadı, büyüyen gücüyle Orta ve Kuzeybatı Avrupa’ya
göz diktiğini ima etmekten çekinmedi. İşte
bu gelişmedir ki, henüz Sevr uygulamasını
sonlandırmamış olan İngiliz ve ortaklarını
tedirgin etmeye yetti de arttı bile. Onlar
için acilen yapılacak iş, bir an önce “Avrupa
evi”ne dönmek ve beliren “ayı tehlikesi”ni
savuşturmak gerekiyordu. Yani İngiliz ve
avenesi henüz imzalanmamış olan Sevr’in
sonunu beklese iş işten geçmiş olabilirdi.
İşte galip diplomatlar kafa kafaya verip
bu durakta palyatif bir çözüm buldular!
Bu çözüm geçici, mesela yüzyıllığına bir
ara antlaşma olabilirdi ki o antlaşma Lozan oldu. Majeste ve çömezleri, Lozan’da
kendileri hesabına kazandıkları yüzyıl içinde Avrupa’yı düzenler, sonra geri dönüp
“Nerede kalmıştık?” derdi. Böylece Lozan’ı
sonlandırır ve Sevr’e kaldıkları yerden devam edebilirlerdi. Yüz sene dediğin ne ki?
Osmanlı toprağında oluşturulan minyatür
devletçiklerin yorgun halkları için bir kanım uyku…
Palyatif olarak Anadolu’da kurulan “Lozan Devleti”ne verilen süre başladı: 1923...
Şu sıralarda geri sayımın son yıllarını yaşıyoruz, 2023’e sekiz yıl var.
Ancak...
Her şeyin bir “ama”, “lakin”, “fakat”ı olur
ya, Lozan’ın da oldu. 1923’ten beri tıkır
tıkır işleyen Lozan saati beklenmeyen bir
yerde arıza verdi. Yüz yıllığına uyutulan
Anadolulular, Allah’ın bir lütfuyla dokuz
yıl önce uyandı ve onların en sadesi olan fakir, bu makaleyi kaleme aldı. Diğerleri yazı
yazmak gibi imanın en zayıf şubelerinden
biriyle uğraşmadı ve bedenleriyle harekete
geçtiler. 2013 ve 2014 yılı, Anadolu’nun
diriliş yılı oldu ve bu toprağın en hakikî sahipleri, son iki yılda üst üste yaşanan “muharebelerden” başarıyla çıktılar. Takdir-i
İlahî işte!
Lozan, ömrünü tamamlamaya on kala
akamete uğradı ve kendisine küçük imzayı
atanların çocukları, Sevr hizmetinin ikinci
perdesine eriştiremeden diz üstü çöktü. İşte
önümüzdeki sekiz yıl, Lozan’ın zafere evrilme yılları olacak! Bu sebeple Anadoluların
işi zor…
1099’da başlayan Haçlı saldırıları henüz
bitmiş değil. Siz bakmayın tarihlerin yazdığı 1299 rakamına, o da bir yalan! Eski
ABD Başkanı Bush ağzından kaçırmadı
mı? Savaş devam ediyor, en azından 2023’e
kadar... Haydi Hakk rast getire!
Ne demiştik bu ikilemenin ilk yazısında?
“Lozan, bir hezimetler zincirinin son lokmasıdır.” Evet, son lokma da bir hezimetti,
ancak son anda zafere evriliyor Rahman’ın
izniyle. Bu anlamda Lozan’a teşekkür ederiz. Zira bize, Sevr’e karşı koyacak zamanı
ve ruhu kazanmamıza yardımcı olarak hizmet etti. Şimdi coğrafyadaki hiç kimse “Şu
iş olsa da kurtulsak araftan” deme yorgunluğunu ve zorakiliğini taşımıyor, “Neresinde
kalmıştık birinci savaşın?” diyerek küllerinden ve yeniden doğuyor.
Evet, 2023’te yeni bir antlaşma paraf edilecek, ancak o anlaşma asla Sevr, hatta Lozan gibi dahi olmayacak. Zira artık masada
galipler ve mağluplar oturmuyor. O anlaşmada galiplerle galipler oturuyor olacaklar
Allahualem.
mart 2015
31
haberajanda
Tarihi Analiz
Enver Paşa: Benzetmek isterseniz benzetin, ancak bir asker olarak bana mağlubiyet
dersi, felsefesi gereklidir. Bütün harp okulları mağlubiyet işini de
talim ve derinden tahlil ederler. Benim için
önemli olan, tarihî zaferler arasındaki zaman
mesafesi değil, mağlubiyetler arasındaki tarihtir. Tarih felsefesi,
sizin düşündüğünüz kadar basit değildir. Zafer
de nispîdir. Her neyse…
Özgür olmayan millet,
tarihe iz düşemez. Ama
dünya işte, her şeyin
güzelini almak, milletin
de isteğidir.
32
mart 2015
“ZIB DDİYETİN EV
UGÜN yaşadığımız herhangi bir kriz karşısında hemen tarihe
bakıp benzer olaylardan ders çıkarmak gibi bir âdetimiz vardır.
Fakat bu girişim, çoğu zaman tarihin belirli kalemler tarafından
şekillendirilmesinden dolayı akamete uğrar ve tarihe bakarak hiç
olmadık işleri olmuş gibi görmeye başlarız. Özellikle tarihî olay ve
kişilikler üzerinde istediği şekilde kalem oynatmaya çalışan bir
kısım “tarihçi-yazar” güruhunun istediği de bugün ile geçmiş arasındaki bağları
bu şekilde koparmaktır.
Mehmet Fatih Öztarsu
[email protected]
LADI ENVER PAŞA”
>> Bu sayımızda size, alışılageldiği üzere
tarihte “Şu olaylar şu kişiler tarafından şu
şekilde olmuştur” temalı yaklaşımlardan
farklı bir tarz sunmak istiyorum.
Bir kısım okuyucumuz hatırlayacaktır,
1990’lı yıllarda Mim Kemal Öke ve Erol
Mütercimler’in sunduğu “Tarih Yargılanıyor” adlı muazzam bir program vardı. Her
bölümde, bugün hakkında türlü tartışmalar
yaptığımız tarihî olaylar ve kişilikler mahkemeye çıkarılır ve programda bulunan jüri
kimin haklı, kimin haksız olduğuna kanaat getirmeye çalışırdı. Böylesi bir program
ve böylesi bir tarza yıllardır rastlayamadık.
Aslında buna çok ihtiyacımız vardı. Tarihle
yüzleşme konularını gündeme taşıyan kalemler nedense böyle bir yola başvurmadı.
Bu yöntem, hem tarih okumalarının arttırılmasını teşvik edecek, hem de kültürel
zenginliğimizde tarihin yerini diyalektik
farkıyla sağlamlaştırmış olacaktı. Fakat bu
ihtiyacımızı gidermek ve bu tarz yaklaşımların önünü açmaya vesile olabilmek amacıyla dergimizin bu sayısında yönümüzü
Bakü’ye çeviriyoruz.
Azerbaycan aydınlarından Kamil Veli
Nerimanoğlu’nun “Zıddiyetin Evladı Enver Paşa” çalışmasında yer alan “tarihî vicdan mahkemesi”ni sizler için çevirip bilginize sunmak istiyorum. Enver Paşa, Mustafa Kemal, Nuri Paşa ve Tonyukuk bir
araya gelince, bakalım kendi dönemlerinin
Türk tarihi açısından kırılma noktalarını
nasıl yorumluyorlar.
***
Tarihî vicdan
mahkemesinden notlar 1918’de Bakü’müzü ve Azerbaycan’ımızı
Ermeni istilacılardan kurtaran Türk askerinin aziz hatırasına ithaf olunur... Tarihçi: Paşam, sizce Rusların gücünün
temelini teşkil eden nedir? Enver: Rus’un gücünün temelinde, sömürdüğü halkların gücü bulunmakta. Kan
karışıklığı, melezlik, Doğu-Batı köprüsü
olma özelliği Ruslara emperyal güç verdi.
Türklerle, İranlılarla savaşan kahramanları bilek ve akıl gücü olan Türkler, Müslümanlar değil miydi? Don Kazakları, Kafkas süvarileri, Türkistan yiğitleri çok büyük
güce sahipti. Azerbaycan hükümetinin
Savunma Bakanı Aliağa Şihlinski, Rus
topçuluğunun babası değil mi? Ben daha
Mehmandarov’u, onlarca Türk, Gürcü,
Karaçay ve Kırgız generalleri saymadım. Tarihçi: Tarih yine de Türk’ü Türk’e kırdırdı… Enver: Tarih kırdırmadı, bizim cehaletimiz kırdırdı. Tarihçi: Ve bütün bunlar tarihe geçti… Yazar: Paşam, siz harf-i Enveriyye oluşturmuşsunuz, maksadınız neydi? Arap alfabesi geriliğimizin sembolüydü, değil mi? Enver: Siz böyle düşünüyorsunuz ama
bence öyle değil. Bizim zamanımızdaki
Arap alfabesini değiştirmek değil, yenilemek gerekiyordu. Müslüman Türk dünyasının alfabesini değiştirmeye asla ihtiyacımız yoktu. Alfabeleri değiştirmek, bir
medeniyet faciasıdır. Orhun alfabesinden
uzaklaşmak birinci facia ise, Arap alfabesinden uzaklaşmak ikinci faciaydı. Tarihçi: O halde size göre Atatürk yanlış adımlar attı. Enver: Hayır! 1926’da, benim ölümümden dört sene sonra, Bakü’deki Türkoloji
Kurultayı’nda Atatürk’ün görünen ve görünmeyen temsilcileri oldu. Görünenler
mart 2015
33
haberajanda
Tarihi Analiz
Köprülü ve Ali Hüseyinzade, görünmeyenler Menzil ve Mecsaroş gibi yabancılardı. Onların raporları ile kurultayın bildirisi
Atatürk’ü bu kararı almaya sevketti. Ama
Stalin Arap alfabesinden uzaklaşmayı başardıktan sonra Sovyetler Latin alfabesini
de kaldırabildi. Dillerin hepten adını değiştirdi. Tarihçi: Mustafa Kemal Paşam, Enver
Paşa doğru mu söylüyor? Atatürk: Esasen evet, mantık doğru…
Ben mevcut vaziyetin Avrupa yönlü halini
buldum, bunun adı harf inkılabıdır. Tarihçi: Enver Paşam, sizin alfabe ıslahatınızın maksadı neydi? Enver: Arap harflerinde esas zorluk,
harflerin birleşmesi ile ilgilidir. Askerî hayat, harp için bu zorunluydu. Ama yine
tekrar ediyorum, zaman Arap alfabesinden
uzaklaşmanın yanlışlığını bize gösterecek.
İmparatorlukların kılıçla kurulduğunu
düşünenler ciddi hataya düşerler. Dikkat
edin, dünyadaki bütün imparatorlukların temelinde medeniyet vardır. Devletin
felsefesi medeniyettir. Tasavvuf ve irfan
olmasaydı Türk imparatorlukları kurulamazdı. Karahanlıların da, Selçukluların da,
Osmanlı’nın da, Safevilerin de temelinde
medeniyet felsefesi vardır. Yazar: Paşam, bizi ilim-teknik yolundan
cehalet ve gerilik yoluna bu söylediğiniz
tasavvuf ve irfan gibi şeyler düşürmedi mi? Enver: Hayır, tamamen yanlış bir düşünce! İrfan ve tasavvuf sahipleri, ilmin ve
aklın anahtarlarıdırlar. Hesaplama, takvim,
ölçü, tıbbî metotlar ve daha pek çok sistemleri oluşturan Hayyamlar ve İbn-i Sinalar, tasavvuf ve irfan sahipleriydiler. Tarihçi: Peki, ne oldu, kurt keçiyi neden
yedi?
Enver: Aklın yolu azdırıldı. Cehaletle
tasavvuf arasındaki büyük duvarlar avamların eli ile dağıtıldı. Cehalet şeytan yoludur. Şeytan yolu, Allah’ın yolunu kapattı. Tarihçi: Paşam, bu imtihan ne zamana
kadar devam edecek? Enver: Kendimizi ve yolumuzu Allah’a
götürene kadar… Ben teessüf ediyorum
ki, bazıları İmparatorluk vizyonunun ne
olduğunu bilmiyor. Türkiye’nin böyle bir
vizyondan mahrum olması, onun eski topraklarından el çekmesi, gelecekte bu dava-
34
mart 2015
Mehmet Fatih Öztarsu
lardan uzak kalması anlamına gelir. Bunun
adı, bölgede ağır stratejik mağlubiyet veya
siyasî ölümdür. Evet, Atatürk edilemeyeni
etti, Anadolu’da bir Türk Cumhuriyeti kurdu. Bugün ve yarın Musul, Kerkük, Bosna,
Selanik meselesi gündeme gelirse… (Sözü
kesilir.) Tarihçi: Ruhunuz şahittir ki, bunların
bir kısmı artık gündemdedir… Enver: Evet, gündeme gelirse siyasîstratejik çözüm sadece İmparatorluk vizyonu iledir. Yazar: Türk dünyası için de bu vizyon
uygun mudur?
Enver: Elbette! Bu vizyon olmasa, Türk
cumhuriyetlerini, gelecekte Türk topluluklarını bağrımıza basamayız. Onların
bağımsızlık haklarını savunmamız zorlaşır. Atatürk: Sizce biz bunu bilmiyor muyduk? Enver: Ben “Bilmiyordunuz” demiyorum. O zamanki şartlarda bu vizyon için
ortam elverişsizdi. Tarihçi: Siz kendinizi bu vizyonun adamı olarak mı görüyorsunuz? Enver: Bunu tarih bilir; ben bir Türk askeri ve aydını olarak bu vizyonu zarurî bildim ve canımı bu hak yola kurban verdim. Tarihçi: Çaresini tarih ve millet bilir mi
diyorsunuz? Enver: Kesinlikle! Yakın mesafeden tarih görünmez, bilinmez.
Tarihçi: Önceki yıllarda Kırım’da bir
ilmî konferanstaydım. Bir yaşlı kadın,
Zemfira Sadıkova, söz Türkiye’ye gelince
ağladı, “Biz Enver Paşa’yı çok severiz. O
bizim topraklardan gelip geçmiş, babamı
tanımış ve dostluk etmiştir. Bizim milletin Kırım’da da, Kırım’dan Türkistan’a
sürgünden sonra da bağrında sakladığı bir
muhabbet, bir sır var ki, onun adı Enver
Paşa’dır. Hürriyet âşığı Enver Paşa” dedi. Yazar: Azerbaycan’da olduğu kadar Türkistan’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Irak’ta
ve Mısır’da da Enver Paşa’ya sevgiler sonsuz ve derindir. Enver: Bu, bana olan bir sevgi değil,
Türkiye’ye ve Türk askerine olan sevgidir.
Ben o mukaddes muhabbeti şahsıma ait
olmaktan çok hürriyete ve Türk’e olan sevgi
diye kabul ediyorum ve bundan şeref du-
yuyorum. Kendimi o insanlara borçlu görmekteyim. Çünkü istediklerimi tamamen
gerçekleştiremedim. Allah büyüktür! Akıldan hariç bir de iman var, imanı anlamadan
bu büyük işleri anlamak zordur. Atatürk: Biz imanla aklı birleştirmeyi hedefledik. Millet bu hedefe ulaştı. En
yakın adamım da bana sordu: “Paşam, siz
Bolşevik misiniz?” Ben güldüm, bir söz
söylemedim. Enver: Bana da Bolşevik diyenler çoktur. Sosyal hak ve adalet uğrunda mücadeleyi Bolşevizm olarak görenlerin maksadı, Türkiye’yi daha büyük güçlere teslim
etmek oldu. Ben sadece onlardan istifade
etmek istedim. Türkiye’nin ve Türklüğün
kurtuluşu için… O zamanın dünya dengelerini bilmeden değerlendirme yapmak
çok yanlıştır. Tarihçi: Ama siz sadece savaşçısınız, 28
yaşında büyük bir devletin silahlı kuvvetlerinin başında olan kişisiniz... Enver: Ben savaşçıyım… Ama çarpışmaya mecbur bırakılmış, vatanına kast
edilmiş bir ülkenin savaşçısıyım. Tarihçi: Bu bir beraat mi? Enver: Savaşlar da adaletli veya adaletsiz olur. Adaletli savaşlar, Peygamber
Efendimiz’in, Sultan Fatih’in, Napolyon’un
savaşlarıdır… Tarihçi: Ben Napolyon’un bütün savaşlarının hak savaşı olduğuna inanmıyorum… Enver: Ben inanıyorum... Napolyon, savaş askeri olduğu kadar, yeni Avrupa’nın ve
yeni düşüncenin de askeridir. Napolyon’un
galibiyetleri de, mağlubiyetleri de benim
için önemlidir… Tarihçi: Bu biraz şahsa beraat işine benzedi… Paşam, siz malum mağlubiyetinize
ne dersiniz? Enver: Benzetmek isterseniz benzetin,
ancak bir asker olarak bana mağlubiyet
dersi, felsefesi gereklidir. Bütün harp okulları mağlubiyet işini de talim ve derinden
tahlil ederler. Benim için önemli olan,
tarihî zaferler arasındaki zaman mesafesi
değil, mağlubiyetler arasındaki tarihtir. Tarih felsefesi, sizin düşündüğünüz kadar basit değildir. Zafer de nispîdir. Her neyse…
Özgür olmayan millet, tarihe iz düşemez.
Ama dünya işte, her şeyin güzelini almak,
Enver Paşa: Ben teessüf ediyorum ki, bazıları İmparatorluk vizyonunun ne olduğunu bilmiyor.
Türkiye’nin böyle bir vizyondan
mahrum olması, onun eski topraklarından el çekmesi, gelecekte bu
davalardan uzak kalması anlamına
gelir. Bunun adı, bölgede ağır stratejik mağlubiyet veya siyasî ölümdür. Evet, Atatürk edilemeyeni etti,
Anadolu’da bir Türk Cumhuriyeti
kurdu. Bugün ve yarın Musul,
Kerkük, Bosna, Selanik meselesi
gündeme gelirse…
milletin de isteğidir. Yazar: Ben “Her millette iki millet var”
tanımını beğeniyorum. Rejim ve istibdat
Rusya’sı ile Dostoyevski ve Tolstoy Rusya’sını ayırmak gerek… Enver: Ben az çok Rusça bildiğim için
Rus yazarlarını okudum ve hayran kaldım.
Ama o dediğiniz rejim Ruslarının Doğu
halklarına vurduğu darbeler insanlık dışıdır. mart 2015
35
haberajanda
Tarihi Analiz
Tarihçi: Alman mareşali Limon von
Sanders’a bir sorum var… Tarihçi: Ben yüce divan karşısında size
sormak istiyorum, sizin cevabınız bazı karanlıkları aydınlatabilir; siz Alman kumandanı olarak Kafkasya’nın Türk ordusu tarafından kurtarılmasına karşı oldunuz mu? fuzunu ve iktisadî menfaatlerini temin
etmen için biz Türk ordusunun Kafkaslara
ve özellikle Bakü’ye yönelmesine, Ermeni
çetecilere karşı güç birliği oluşturmasına
karşı olduk. Türkiye bizim müttefikimizdi. Ancak menfaatlerimiz daha önceliklidir. Türkiye’nin Kafkaslar’da, İran’da,
Ortadoğu’da güçlenmesi dün de, bugün de,
yarın da Avrupa için en büyük tehlikedir.
Ermeniler sadece maşadır büyükler için.
Ruslar bu maşadan çok büyük ustalıkla
istifade ettiler, biz de ettik. Bu siyasetin devamı bugün de sürmektedir. Kayser: Almanya’nın Kafkaslarda nü-
Tarihçi: Teşekkürler Sayın Kayser…
Sanders: Buyurun efendim… Sanders: Evet, çünkü benim askeri olduğum devletin talebi bu yöndeydi. Bu
soruyu zahmet olmazsa yüce Kayserimize
yöneltin. Enver Paşa: Tarih şuurunu yitirmiş milletin büyük devlet kurması
imkânsızdır. Bu kopmalar, inkâr olmadan zor gerçekleşirler. Tam bağımsızlık
ve millî hâkimiyet böyle oluşur. Demokrasi, Batılıların ayağına düşmek değil,
öz millî demokratik formülü oluşturmaktır. Sayın Sanders, müttefik kuvvetlerinin kumandanı olarak siz Enver Paşa ve sonrasında ise Mustafa Kemal Paşa ile yakınlaştınız, o zamanki hadiselerin esas maksadı
ve bu şahsiyetler hakkındaki düşünceleriniz tarih için önemlidir. Buyurun lütfen… Sanders: Her iki şahsiyete de büyük
hürmetim vardır. Vatanperverlikleri, yüksek seviyeli savaşçı olmaları önemlidir. O
zor yıllarda Çanakkale’de, sonrasında Suriye ve Mısır cephelerinde o insanlarla defalarca görüştüm. İlk yıllarda Enver Paşa ile
tanışmam çok büyük bir şeref oldu. Alman
Devleti’ni ve insanını iyi tanıyan, dilimizi
ve medeniyetimizi iyi bilen Enver Paşa bir
aksiyon insanıydı; hatalardan iyi neticeler
çıkarabilen biri. Orduda sert intizam taraftarıdır. Kafkaslardaki işlerde çok ileri gitti.
Almanya’nın Kafkaslardaki nüfuzunun
istenilen seviyede olmamasının tek sebebi
Enver Paşa’dır. Enver: Tabiî… Sizle yan yanaydık ama
Türkler kulluğu köleliği kabul etmez Cenap Mareşal, bunu asla unutmamalı! Her
milletin idealleri vardır, hiçbir hareket bu
milleti idealinden koparamadı. Sanders: Her neyse… Tarih her şeyin
hakkını öder, sabırlı olalım… Mustafa Kemal tabiatça farklıdır. Büyük asker, diplomat ve siyaset adamıdır. Onu Çanakkale’de
tanıdım ve sevdim. Sonraları çok ciddi fikir
ayrılığımız oldu. Biz dağılan bir devletin
böylesi bir şahsiyet yetiştireceğine inanmıyorduk. Bu da tarihin bir cilvesi ve milletin
mevcut gücünün bir sonucudur. O, rasyonalist ve cesaretlidir. En ağır zamanlarda
asker Kemal, ülkeyi Avrupa yönlü kurmakta yenilikçi Kemal, uluslararası nüfuz
ve ilişkilerde diplomat Kemal, hakikaten
Türklerin atasıdır. Açıkçası, önder olarak
Atatürk’ü, aksiyon ve güzel insan olarak
Enver Paşa’yı seviyorum. Tarihçi: Teşekkürler mareşal… Ben
Alman halkını, medeniyetini ve felsefesini seviyorum, bizim müttefiki-miz oldular ki bu da bir talih işidir. Almanya ne
son dostumuz, ne de son düşmanımızdır.
Müttefikler de ebedi değil… Osmanlı’nın
son devri, Türk milletinin en ağır devridir.
600 yıllık bir devlet yıkıldı. Bu yıkım bazı
şeylerin sonu, bazılarının başlangıcıydı.
Çöken devletin buhranını yaşamak, eski
anlaşmaları iptal etmek ve ağır mağlubiyeti
kabul etmek, milletçe sükûtu kabul etmekten başka bir şey değildi. İstanbul, Londra,
36
mart 2015
Mehmet Fatih Öztarsu
Sykes-Picot Anlaşması, Mondros ve Sevr
Anlaşmaları vatana ve devlete hıyanet anlaşmalarıydı. Atatürk’ün asılmasına fetva
veren şeyhülislam ile hain Ferit Paşa’nın
teslim imzası mahiyet olarak ecnebilikten
farksızdı. Asker savaşır, millet kanı akar,
analar kan ağlar, oğullar şehit olur… Osmanlı idarecileri ve din ile devlet başları
teslim olur, ayak altına düşer, “hasta adam”
ölür, ülke olum ve ölüm darboğazında çırpınır… Kurtuluş yolu ise evlatlardır; evlatlar ayağa kalktı. Bir başı Türkistan, bir
başı Kafkaslar, bir başı Suriye, Irak, Mısır,
bir başı Balkanlar ve merkezi Anadolu…
Atatürk Anadolu’ya girdi ve İstiklal Savaşı
başladı, millet şaha kalktı. “Yokluk içinde
savaşmak ve vatanı korumak” felsefesini
kabul edenlerin mücadelesi başladı. Nuri Paşa: Türk askeri Azerbaycan’ı
Ermenilerden kurtardı. Hakikatin arkasında çok şey var. Evvela bunu işgal olarak
anlayan ve anlatan Ruslar ve Avrupalılar
çok büyük, bağışlanmaz hatalara yol açtılar. Biz Azerbaycan’ı Azerbaycan Türkü ile
omuz omuza kurtardık. Biz Azerbaycan’ın
bağımsızlığı için tüm kapıları açtık. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin uluslararası
arenada tanınması ve güçlenmesi bizim
yardımımızla oldu. Çanakkale’de kanını
döküp şehit olan Azerbaycan Türkü de
Türkiye için yardımını esirgememişti. Ağır
zamanlarda kardeş yardımı yerine getirildi. Kardeşlik borcunu, din ve millî şeref
ortaklığını, dil, tarih ve medeniyet paydaşlığını bir yabancıya izah etmek zordur.
Yabancının gözü daima kardeş servetinde,
toprağında oldu. Kazak bölgesinde bizim
binbaşı Sabri Bey vardı, oradaki okula gidip çocuklarla görüşürdü. Aç, ayağı çıplak
çocuklar onun tarih ve edebiyat sorularına bülbül gibi cevap verirlerdi. Sabri Bey,
gözleri dolu halde onları sahiplenirdi. Aynı
durum Göyçay’da, Gence’de, Karabağ’da
hep tekrarlandı. Azerbaycan Türkiye’nin,
Türkiye de Azerbaycan’ın ilacıdır. Bunu
bilmeyen tarihi tekrar okusun ve her şeyi
öğrensin. Enver: Elbette ki tarih, hafızasından
kimseyi silmez. İyi işleri, fedakârlığı, cesareti ve korkaklığı ile milletine açtığı yeni
yollarla, büyüklüğü ve küçüklüğüyle herkes
tarihte yerini alır. Tonyukuk: Tarih amansızdır. Bu, tabiatın amansızlığından farklıdır. Tabiat onun
ahengini, hakkını, zarafetini ve kanunlarını
bozanlardan intikam alır. Tarih ise yüzyıl,
binyıl geçse de her şeyi taşıdığı değer neyse
onunla ortaya koyar ve ebediyete kavuşturur. Atatürk: Tarihi yazmak da tarihi yapmak kadar şerefli ve önemlidir… Tonyukuk: Türkiye’yi ve Türk devletlerini öz kökünden koparmak, hepimiz için
tehlikelidir. Büyük güçlerin siyaseti de bu
yöndedir… Tarihçi: Bu kopmada Enver Paşa ve
Mustafa Kemal’in rolü var mı? Enver: Ben modernleşmenin de taraftarıyım ve kendimi modern tahsilli birey
olarak da görürüm. Ama benim için modernleşme hedef değil; ben Müslümanım,
milliyetçiyim ve demokrat fikre saygılıyım.
Elbette ben askerim; askerin aşırı demokrat olması imkânsızdır. Benim hayat yolum, maalesef demokrat çizgiye ulaşamadı. Atatürk: Ben de askerim ama benim
asker hayatımı devlet ve siyaset hayatı etkiledi. Ben demokrasi, halkçılık ve sosyal
haklar prensiplerini rehber edindim. İsyanları ve yeni bağımsızlığını kazanmış
Cumhuriyet’e karşı olanları ve hatta karşı
olabilecekleri sağlam ilkelerle temizledik. Aksi takdirde ülke ayakta kalamazdı.
Efendiler! Evet, bu temizlemede geçmişten kopmalar da oldu, bu süreç zor ve çok
anlamlıdır… Yazar: Lenin, Stalin de böyle etmediler
mi? Atatürk: Ben Lenin gibi halkımı ve
dünyayı kandırmadım. Bunun ne olduğunu Başkurd Zeki Velidi Toğan da, Tatar
Kaliyev de, Azerbaycanlı Neriman Nerimanov da harika şekilde anlatmışlardır.
Ben demokrasi temeli attım ve bunlar
mahsul verdi. Lenin ve Stalin temelleri ülkelerini parçaladı. Tarihçi: Ama tarihten kopma meselesini inkâr etmiyorsunuz? Atatürk: Efendim, ben cehalete karşı koydum, dinimize ve medeniyetimize değil. Zaviyeleri ve din oyunbazlığı
meydanlarını kapattım. İbrahim Hakkı
Hazretleri’nin ocağını kapatmadım… Yazar: Ama sizin yanınızdaki bazıları,
siz “saç” deyince baş getirdiler. Atatürk: (Tebessümle) Elbette olur. Bazen saç gelmeyince başla getirilir. Büyük
işler, büyük hataları da beraberinde getirebilir… Enver: Siz beni mi, yoksa Mustafa
Kemal’i mi muhakeme ediyorsunuz? Bu
meselelerde benim düşüncem, Kemal’in
dediklerine yakındır. Teferruat ve tatbikatta farkımız var. Çünkü maksat, “bağımsız
Türkiye ideali”dir. Ben bu ideale hayatım
boyunca sadık kaldım, şimdi de sadığım.
Vatana ve millete sadakatin başka yolu
yoktur. Benim yanlışlarım, idealimin ve
ülkemin üzerini zerre kadar gölgeleyemez. Tarihçi: Milleti tarihinden geleceğine
taşırken yaşanan kopmalar üzerine inkârlar
olmadan mümkün değil mi sizce? Enver: Bence değil… Tarih şuurunu
yitirmiş milletin büyük devlet kurması
imkânsızdır. Bu kopmalar, inkâr olmadan
zor gerçekleşirler. Tam bağımsızlık ve millî
hâkimiyet böyle oluşur. Demokrasi, Batılıların ayağına düşmek değil, öz millî demokratik formülü oluşturmaktır. Tarihçi: Bu fikirleriniz hayatınızın ve
hadiselerin mantığı değil, daha çok, şehit
olduktan sonraki düşünce ve kanaatinizdir… Enver: Hayatımın mantığı ve aldığım
dersler bunları söylemeyi gerektirdi… Tonyukuk: Baştan beri sizi dinliyorum
ve düşünüyorum. Göktürk tarihimizin ağır
zamanlarını, bizden önceki İskit ve Hun
devrinde dedelerimizin savaşlarını, devlet
kurma mücadelelerini, medeniyet yolundaki arayışlarını düşünmekteyim. Tarihin
bütün zamanlarının ve bu zamanı oluşturan şahsiyetlerin öz kıymeti vardır. Bu büyük geçmişin arka planında 20. asır öncesi
yetişmiş sen Enver Paşa’yı ve sen Mustafa Kemal’i, Cemal Paşa’yı, Talat Paşa’yı
ve Kazım Karabekir’i Allah bir milletin
kurtuluşu için yaratmış. Siz, gençliğinizi
ve hayatınızı vatanınız ve milletiniz için
harcamış büyük Türklersiniz. Hatalarınızı
itiraf ettiniz, kim hatasız ki? (Derin nefes
alır) Siz bağışlanmaz yanlışlar yapmadınız,
tarih de, millet de ve divanımız da sizi bağışlar. Bu divan sizlere af verir. Biz bu affı
ve şerefi size bağışlar, Türk milletinin geleceği, Türk devletlerinin ihtişamı için sizlere
ruh birliği, gönül hoşluğu ve sonsuz vatan
ve millet aşkı arzularız. mart 2015
37
haberajanda
Kritik
Hiçbir işletmeden, hiçbir
firmadan, hiçbir kuruluştan reklam alamayan
gazete zor günler geçiriyordu. Böyle bir yayın,
ancak reklamlar, aboneler ve bayi satışlarıyla
ayakta durabilirdi. Tabanda Taraf gazetesine abone olunması hakkında
yönlendirme yapılamayacağı için, bu konudaki
“tahşidat” bölgelerdeki
üst kademelerde yapılmalıydı. Genel müdürler,
müdürler, üst düzey yöneticiler vs. Tabanda yer
alan herhangi bir şakirt
öğrenci dahi Zaman
gazetesine aynı anda 3
kez abone oluyorken, söz
konusu iriler (!) Taraf ve
Bugün adlı gazetelere
yönlendirilmişlerdi, ama
özellikle Taraf’a.
***
Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan, bir konuşmasında paralel yapıyı şu şekilde tanımlamıştı: “Legal görünümlü
illegal oluşum ve işlevler
yürüten örgüt…” Minareyi çalanın kılıfını hazırladığına dair getirilen bu
post-modern tanım, işte
tam da bu ikinci planın şu
sahnede nasıl tuttuğunu
gösterdi. BDDK’nın el koyduğu ve yüzde 63’ünü
TMSF’ye devrettiği Bank
Asya, can havliyle, tamamen teknik bir hamleyle
ve her çerçevesi hukukla
döşenerek kurtarıldı.
Bunu ben söylemiyorum,
atanan Genel Müdür söylüyor: “Bank Asya, bugün
dünden daha güçlüdür.
Çünkü arkasına kamu
gücünü almıştır.”
38
mart 2015
Paralel hatıra
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
ların Bank Asya yolu
S
ONRA evi geldi. Güç bela girdiği odasındaki tabutuna oturdu. Başını iki elinin arasına aldı. Hazin hazin dolaşırken düşüncelerde,
gözünden birkaç damla yaş düştü yere. Ne yapmalıydı? Vermişti
bir defa sözü, geri dönemezdi. Sadece o mu? Onun gibi kimler ve
kimler…
>> Evin sorumluluğu zaten büsbütün bir
yüktü, ancak bu vazife herkese verilmiyordu.
Öyleyse verdiği sözü de tutmalı, kendisine
güvenenlerin bu hislerini boşa çıkarmamalıydı. Başını kaldırdı, son bir ılık damla daha
yanağından süzüldü, süzüldü… Bu damla
da yere düşemezdi, hemen davrandı elinin
tersiyle ve izin vermedi onun da düşmesine.
El çantasını aldığı gibi fırladı yerinden, hızla
ayakkabılarını giyip çıktı evden…
Aman Allah’ım! Bugün hava, tıpkı hisleri
gibi griydi. Ne büyük imtihandı bu böyle,
keşke… “Keşke” diyemezdi. Yoluna devam
etti. Ve o gri hava, evdeki halıya düşen damlaları hatırlatıyordu şimdi sağanak sağanak.
Bu ne müthiş bir yağmurdu böyle! Etrafta
koşuşan insanlar sığınacak yer arıyorlardı
tıpkı kendisi gibi…
Bu sağanak yağmur da nereden çıkmıştı
böyle? Şimdi bir gün daha kayıp gitmişti
elinden. Akşamki buluşmada ne söyleyecekti peki? “Yapamadım, olmadı” mı? Bu
yağmur dinecek gibi görünmüyordu. Bir
çatı çıkıntısının altında en azından sağanağın durulmasını beklemeye başladı. Arkasına baktı, bu çatı bir karakola aitti.
Kendi kendine düşünmeye başladı, ya
kötü bir muameleyle karşılaşırsa… Olsun,
bu yolda en galiz hakaretleri duymak da
vardı, en belalı insanlarla karşılaşmak da.
Etrafına bakındı, bir “Bismillah” çekerek
kapıdan içeri adımını attı.
Karakol rutin işleriyle meşguldü. Kime
gitmeli, kimle başlamalıydı konuşmaya? Bir
memur kendisine doğru bakıyordu, hemen
fark etti onu. Nasıl hitap etmeliydi? “Memur Bey”? Amirse? Hayır, hayır! Her zamanki gibi en samimi hitapla başlamalıydı
konuşmasına: “Abi!”
“Buyur kardeş!” diyen bu polis ne de sıcaktı böyle, hemen konuya girmeliydi: “Sızıntı
dergisinden haberiniz vardır mutlaka, abone olmak ister miydiniz?” Polis abinin sıcak
tebessümü, dışarının o gri havasını yaran
yağmurun rahmetini hissettiriyordu şimdi.
İsmi geçince soğukluk ve uzaklık hissi veren
bu kamu binası, irşat çiçeklerinin açacağı
yer olacaktı. Polis abi, gözleri kan çanağına
dönmüş bu dertli gencin gönlünü nezaretten çıkarmış, özgürlüğe kavuşturmuştu.
Yağmur dinmişti. Polis abinin ellerinden
sıka sıka geldiği karakolun giriş kapısından
ayrılırken gözleri yine nemliydi. “Allah razı
olsun” diyen dili titrek dudaklarının arasında yuvarlanıyordu. Elinde tuttuğu koçanları çantasına yerleştirip vedalaştı. Rahmet,
sağanak sağanak buluşmuştu günle. Soğuk
karakolun bütün personelini abone yaptığı
için şükrüne şükür kattı. Hem de hepsinin
tahsilatını da yapabilmişti. Artık akşamki
buluşma için hiçbir endişesi kalmamıştı. Bir
abone, belki onlarca irşat demekti…
Ulvî görev bu! Ya yerine
getir, ya utan!
“Sen kaç diyorsun?” dedi abisi. Tam cevap
veriyordu ki, “Niçin soruyorum? On tane
yapar, fazlasını getirir” diye eklediğini duydu
bu kez. On mu? Yapabilir miydi? Şöyle bir
ince ve kısa düşünce üzerine “İnşallah” dedi
kendi kendine. Sonra önüne bir liste geldi.
İyi ama bunların hepsi bayan kuaförü…
Uzun uzun listeye baktıktan sonra abisine
döndü, bir şey söyler gibi oldu ama söyleyemedi. Göz göze geldikleri abisiyle kısa bir
tebessüm anı geçirdiler; ne olursa olsun, vazife yerine gelecekti.
Ertesi gün eline aldığı listedeki bayan
kuaförlerinin yerlerini tek tek tespit etti.
Ancak bir sıkıntı vardı. Kuaförlerin yerlerini bulmaya bulmuştu ama kendisinde içeri
girecek cesareti bulamamıştı. Büsbütün sıkıntının sebebi “utanmak” idi. Listeye tekrar
baktı, tek tük kalan apartman dairesi adreslerini gezmekte karar kıldı.
Bu adreslerin hangisine gittiyse açılan
bir tek kapıyla karşılaşamadı. Büsbütün bayan kuaförlerine gitmekten başka bir çaresi
yoktu. Utana sıkıla birinin önünde durdu.
Kapı kolunu yavaşça itekleyip içeri girer
girmez sordu: “Sızıntı dergisine abone olur
musunuz?” Kuaförün verdiği cevap, aradığı
cesareti misliyle kazandırmıştı: “Ben de sizi
bekliyordum…”
Bir irşat vasıtası olmanın verdiği kıvançla
ayrıldı kuaförden. Sırada bir başkası vardı.
Kapıyı bu kez oldukça rahat şekilde araladı ve yine aynı soruyu sordu. Ancak bu kez
aldığı cevap, tam aksine o unuttuğu utanma
hissini ensesine bindirmişti: “Tamam ablam, sana da olayım…”
“Sana da” mı? Elindeki liste başka kimlerde vardı ki? “Dört tane oldum ama senin
için de olurum, dert değil” diyen ablaya baktı, hiçbir şey ekleyemeden, usulca “Hayırlı
işler!” deyip kapıyı arkasından çekti. Kulakları yanıyor, siniri tepesinde kaynıyordu. Bu
abla dört kez irşat olmuştu da kırklarca irşada bedel miydi yani? Tahsilat yetiyor muydu
mart 2015
39
haberajanda
Kritik
Allah rızasını kazanmaya?
Eve döndü. Odasındaki tabutuna oturduktan sonra koçanları eline alıp yazmaya
başladı kalan dokuzunu. Kuaförden başka
kimseye gidecek yüzü kalmayınca, bilmediği insanların bilmediği adreslerini yazdı.
Böylece listedeki diğer isimlerin abonelikleri yenilenmişti. Mesele sadece tahsilattı, onu
da kendi harçlığından ödedi. Yani babasının
gönderdiği paradan…
İstişare günü gelip çattığında koçanlarını tamamlayamayanlara abisi ne kadar da
limoni bakmıştı öyle, iyi ki kendisininkini
tamamlamıştı. Öyle ya, o bakış binlerce kez
gelmiş şefkat tokadından daha da ağırdı. Bu
gündem maddesi geçilmiş, vazifeyi tamamlayamayanların boyunlarıysa bükülmüştü.
Yeni gündem maddesi Zaman aboneliğiydi.
“Bir milyona ulaşmamız artık şart!” diyordu
abi, hem de tirajda düşüşler söz konusuydu.
“Maşallah on tanenin hakkını veren
adam, Zaman için de üç abone olur” dedi
kendisine bakarak. “Zaten bir aboneliğim
var, Aksiyon’la Fountain de var” diye cevap
vermişti ki, “İyi, iki tane daha Zaman’a ol,
bu ayki tiraj 1 milyona dayanınca gelecek
ay ayrılırsın” dedi abisi. Hal böyle olunca,
sadece “Tamam!” demek düştü diline. On
abonenin külfeti yetmiyormuş gibi neler de
açmıştı başına kendi kendine. Neyse, gelecek ay ayrılacaktı zaten, bütün yıl sürmeyecekti diğer ikisi.
Ertesi hafta sunulan yeni gündem maddesi biraz zahmetli bir işti. Gönüllü üç kişi
aranıyordu sekiz ev mesulünden. Abisiyle
göz göze gelmesi yetmişti hemen, “Ben yapabilirim” dedi. Sabah namazından hemen
sonra, kucağına aldığı elli gazeteyi istediği
bir apartmanın veya dükkânın kapısına bırakacaktı. Sabah namazına nasıl olsa kalkıyorlardı, sadece ayaza direnmesi ve biraz
yürümesi gerekiyordu. Yani aslında iş çok
basitti.
Ertesi sabah, namazı kıldıktan hemen
sonra soluğu gazetenin il temsilciliğinde
aldı. Diğer iki kişiden biri gelmemişti. Kendisine emanet edilen elli gazeteyi aldığı gibi
yola koyuldu. Bir çöp kutusuna bunların
hepsini atsa kim bulacaktı ki? Hayır! Bu ulvi
bir görevdi ve Allah’ın görmesi yeterdi. Bir
ibadet iştiyakıyla bütün gazeteleri dağıttı.
Bitirdiğinde, dilinde hâlâ “Ya Subhanu Ya
Allah” virdi vardı…
Gece bir telefon geldi. Abisi diyordu ki,
40
mart 2015
“Diğer şakirt hepsini dağıtamamış, senden
de Allah razı olsun. Yarın yine aynı şekilde,
ama bu kez 100 gazeteyi dağıtmanı istiyorum”. “Tamam!” dedikten sonra yarın sabah
için yine hazırlandı. Namazın ardından
yine soluğu gazetenin il temsilciliğinde aldı.
Kendisine emanet edilen 100 gazeteyi kucakladığı gibi yola düştü. Hepsini bitirmişti ki abdesti kaçtı herhalde, dilindeki virdi
durdurdu ve düşündü: “Bu 100 gazeteden
hangi ikisi benimki?”
Garibanlara sızmak(!)
2007 yılında öyle bir gazete girdi ki yayın
hayatına, ne yaptığı, kimin yönlendirdiği,
hangi zümrenin malı olduğu neredeyse hiç
anlaşılamadı. Hakkında binbir türlü dedikodu dönüyor, farklı şekillerde senaryolar
kuruluyordu. Soros’un malı olduğunu söyleyen de vardı, en iyi muhalefeti yapan en
bağımsız gazete olduğunu söyleyen de. O
gazetenin adı “Taraf ” idi.
Gazete 2008 yılında müthiş bir finansal
kriz içerisine girdi. Zira yaptığı haberler,
onu ismi gibi doğrudan bir tarafa itiyordu:
Kimsesizler… Öyle ya, hakkında binbir dedikodunun döndüğü bu gazete, herhangi
bir güç kaynağının değil, doğrudan kendi fikir dünyasını yansıtan bir bağımsızlar
ekolü görünümüne artık tamamen sokulmalıydı. Manşet hazırdı: “Zor günlerden
geçiyoruz…”
Hiçbir işletmeden, hiçbir firmadan, hiçbir kuruluştan reklam alamayan gazete zor
günler geçiriyordu. Böyle bir yayın, ancak
reklamlar, aboneler ve bayi satışlarıyla ayakta
durabilirdi. Tabanda Taraf gazetesine abone
olunması hakkında yönlendirme yapılamayacağı için, bu konudaki “tahşidat” bölgelerdeki üst kademelerde yapılmalıydı. Genel
müdürler, müdürler, üst düzey yöneticiler vs.
Tabanda yer alan herhangi bir şakirt öğrenci dahi Zaman gazetesine aynı anda 3 kez
abone oluyorken, söz konusu iriler (!) Taraf
ve Bugün adlı gazetelere yönlendirilmişlerdi, ama özellikle Taraf ’a.
Bu gazeteye kimse bir ilan dahi veremezken, elif gibi dik duruşlu bir zümreden (!)
Taraf ’a sürekli bir reklam verilmişti. Bu reklam, neredeyse akla gelmeyecek, neredeyse
yüzlerce, hatta binlerce kuruluş ve firması
bulunan bu zümrenin en temel yayınının
reklamıydı: “Sızıntı”…
Peki, bu bir mesaj mıydı? Neden Zaman,
neden Sürat Kargo, neden herhangi bir
dershane değil de Sızıntı? Hani “Yeni Ümit”
bile olabilirdi Taraf gazetesine atıfla, ama
olmadı. Hâlbuki Taraf, bu zümrenin yeni
ümidiydi. Aşikâr gösteremedikleri muhalefetle geleceğin inşasını ne de güzel şekillendiriyorlardı “AKP ve Gülen Hareketi’ni
bitirme planı” diye… Meğer o günden
“AKP” demeye hazırlarmış da biz de bunu
yutmuşuz gibi yapmışız (!).
Sızıntı, irşat ve hizmetin menbaı… Sızıntı, verilecek mesajın dürbünü… Sızıntı,
kalbin zümrüt tepesi… Sızıntı, en zehirli
kaymağın destek süsü… Sızıntı, hiçbir yerde değil de Taraf ’ta reklamını yayınlatıyordu. Sızıntı, “Biz buradayız!” mesajı veriyor,
“taraf ”ını, ilm-i siyasetini, yüzünü, politikasını belli ediyordu. Her yere nasıl sızdıysa,
yine o şekilde sızmaya devam edeceğini
böylece gösteriyordu.
Bir saniye! Bu nasıl bir sızıntıydı ki böyle
reklam verme konusunda çağlamıştı? Zor
günler geçirenlere derman olup yetişen Sızıntı neden reklam veriyordu, nasıl reklam
veriyordu?
Çok hesap delirtir!
Ablanın “Sana da olayım” şeklindeki cevabından utanmıştı şakirt, eve döndü. Eline
aldığı koçanları listesinde bulunan ve bilmediği adreslerdeki bilmediği kimselerin
adına doldurdu. Abla dört, kendisi de aynı
anda dokuz defa Sızıntı abonesi olmuştu.
Kuaförü de sayınca 14 irşat vesilesi, yüz kırk
tebliğin önünü açmıştı. Tahsilat, irşadın en
önemli aşamalarından biriydi…
14 irşat vesilesinin tahsilatıyla Taraf gazetesine reklam verilebilir, binler, hatta milyonlarca insana ulaşılabilirdi. Zaman gazetesine Sızıntı reklamı vermeye ne gerek vardı? Hem zaten ilm-i siyaset gereği Zaman’la
organik bağın olduğuna dair bir görüntüye
de yer vermemek lazımdı. Taraf ’la daha
başka çevrelere ulaşılabilirdi. Hem o garibandı, kimsesizdi; kimsecikler ona reklam,
hatta bir ilan bile vermiyordu.
İki sabah üst üste dağıttığı toplam 150
gazeteden hangi ikisinin kendi aboneliğinden olduğunu da çok fazla sorgulamamıştı
zaten, zira havsalası almıyordu. Hesaba bu
yüzden çok gerek yoktu…
Boykot… Ama ne boykot!
Coca-Cola’nın yine boykot edildiği gün-
Mehmet Serhat Bıçak
SIZINTI, İRŞAT VE HİZMETİN MENBAI… SIZINTI, VERİLECEK MESAJIN DÜRBÜNÜ… SIZINTI, KALBİN ZÜMRÜT TEPESİ… SIZINTI, EN ZEHİRLİ KAYMAĞIN DESTEK SÜSÜ…
SIZINTI, HİÇBİR YERDE DEĞİL DE TARAF’TA
REKLAMINI YAYINLATIYORDU. SIZINTI, “BİZ
BURADAYIZ!” MESAJI VERİYOR, “TARAF”INI,
İLM-İ SİYASETİNİ, YÜZÜNÜ, POLİTİKASINI BELLİ
EDİYORDU. HER YERE NASIL SIZDIYSA, YİNE O
ŞEKİLDE SIZMAYA DEVAM EDECEĞİNİ BÖYLECE GÖSTERİYORDU.
lerdi. Evlere giren kola şişeleri lavabolara,
tuvaletlere boşaltılıyordu. Memleketlerden
birinde bir lokantaya gitti diğer şakirtlerle.
Lokanta, bir abinin mekânıydı. Sofra daha
oturulmadan kurulmuştu bile. Havadan
sudan konuşulurken garson geldi içecek
siparişlerini almaya. İçlerinden biri “Kola!”
deyince, aralarındaki en büyük uyardı:
“Boykot!”
“Kola” istediği için utanan şakirt başını
eğdi, garson ise boykotu hatırlatan şakirde
döndü ve cevabını aldı: “Fanta!” Masada bulunup da bu şuurlu (!) cevabı duyan diğerleri sırayla “Fanta” derken, Sızıntı ve Zaman
hesabında kilitlenen şakirt gülüyordu. Sıra
kendisine geldiğinde cevap verdi: “CocaCola Company’nin üretmediği bir ayran!”
Aslında bizim hesapçı şakirt, diğerlerinin kola içmemelerine üzülüyordu da. Zira
lokantanın sahibi olan abi ödeyecekti tüm
hesabı zaten, yani hiç para ödenmeyecek,
dolayısıyla malum şirkete, Filistin’e sıktıracağı kurşun parası gitmeyecekti.
Bir saniye! Hesapçı şakirt ona da üzülmemişti. Bir yandan lokantanın sahibi olan
abiye de üzülmüştü. Zira herkes bu boykota
uyarsa abinin durumu daha vahim olurdu.
Hayır, sadece lokantada kola satamadığı için
değil, o şehrin Coca-Cola Distribütörü olduğu için… Ama birden kendine geldi, içi
ferahladı şakirdin. Öyle ya, abi sadece lokantacılık ve kola dağıtımı yapmıyordu, bir
rakı markasının da “bölge” bayisiydi. Çok
şükür abi rızıksız kalmamıştı ve dolayısıy-
mart 2015
41
haberajanda
Kritik
la camiasından da desteğini çekmeyecekti
böylece… Bizim hesapçı iyice düşündü
bunu, ne de olsa o rakı markasının reklamı
Zaman’da tam sayfa yayınlanmıştı, kötü bir
şey olsaydı yayınlanır mıydı hiç?
Bizim hesapçı şakirdin hakkında üzüldüğü lokantacı, distribütör ve bölge bayii olan
abisi, elbette bunca sektörden kazandığını
biriktiriyor, helal kazancını helal yollara yatırıyordu. Bu yollarda biri himmet, biri de
tabiî ki faizsiz bankacılığın en müstesna
ürünü Bank Asya idi.
Dolayısıyla bizim hesapçı şakirdin de parasını yatırabileceği bir banka vardı, ancak
yatıracak para yoktu. 3 Zaman, 9 Sızıntı,
1 Aksiyon, 1 de Fountain belini bükmüştü. Gerçi tam da kendi belini bükmemişti,
zira abonelikleri başka isimler veya rumuzlar üzerine kaydettirmişti. Keşke tahsilat da
rumuzla olabilseydi…
Sıza sıza zeytinyağı gibi
üste çıkmayı da öğrendiler
Furuattan olunca, pek sevdiği yârini
İstanbul’a yolladığı sınavdan geçmesine rağmen bu söz konusu bankada işe başlatamadı
bizim hesapçı. Furuat, bizimkinin yâri değil,
onun başına bağladığıydı. Evlerine ateşler
salınmış böcekler, kurumuş ve sararmış yapraklar gibi savruldular başka adreslere. Olsun, irşat ve hizmet her şeydi. Belki o minili
kızcağız veya pek yakından tanıdığı alkolik
kimse de irşat olur, imana gelirdi…
Gönüllere hipnoz, pardon hizmet aşkıyla sızanların ellerinden aldığı üç kuruşluk
harçlıklar, Taraf gazetesinde reklam, Bank
Asya’da sermaye olmuştu. Bank Asya Türk
futbolunun kuvvetlenmesi için, bizim hesapçının lokantasına uğradığı bayi-distribütor-ocakbaşı abi de Bank Asya için himmet
ededursun, banka işte böyle günden güne
büyüyordu.
17 Aralık 2013 günü, aralarında Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın
da bulunduğu birkaç kişi gözaltına alındı.
Durum kamuoyunda iki farklı başlıkla veriliyordu: Biri “Yolsuzlukla Mücadele Operasyonu”, diğeri “Sivil Darbe”… Meselenin
bir yanında banka olunca, karşılığında da
akla ilk gelen şey yine bir banka olmuştu.
Madem bu tarafta Halkbank vardı, öyleyse
diğer tarafta da Bank Asya olabilirdi.
Bir yolsuzluk varmış ve içerisine de Halk-
42
mart 2015
Mehmet Serhat Bıçak
bank’ın en üst düzey yöneticisi karışmış gibi
gösterilen bu girişimin ardından, mücadelesi yürütülen geniş bir propaganda savaşı
izledik. Operasyonla gözaltına alınanlar
şahıslarıyla değerlendirilmek yerine içinde bulundukları zümrelerle yorumlandılar.
Hiçbir suçunun olmadığı her şeyiyle ispat
edilen Süleyman Aslan’ın Genel Müdürü
olduğu Halkbank hakkında da bu düzlemde bir karartma uygulandı. Halkbank
hakkındaki ABD ve AB menşeli raporları
mutlaka hatırlayacaksınız.
Bu algıyı oluşturan “karanlık kurul”, çarpraz algı pususunu Bank Asya üzerinden şekillendirdi. Ziraat Bankası’nın, Türkiye’de
bir devlet sermayeli banka olarak katılım
bankası hüviyetinde yeni bir açılıma gitmeyi
planladığı günlerde birtakım haberler ayyuka çıktı. Bu haberlere göre Ziraat Bankası,
Bank Asya ile satın alma pazarlıklarına girişmişti.
Bu haberleri tasdik eden ve üst düzey
devlet yöneticilerine ait olan beyanlar halen
arşivdedir. Ancak bu haberlerin zirve yaptığı günlerde Ziraat Bankası Genel Müdürü
Hüseyin Aydın tarafından hiçbir şekilde
Bank Asya ile bir görüşme yapılmadığı ve
Ziraat Bankası’nın bir satın alma yerine en
baştan kurma yoluna kesin şekilde gideceği
yönünde bir açıklama yapıldı. O günlerde,
“Doğru canım, devlet masraf yapacağına
bu bankayı alıversin madem” şeklinde gelişigüzel işkembe yorumlarını duymak çok
normaldi.
Ancak bu pusu tutmayınca, ikinci bir plan
devreye sokuldu. Paralel yapının sıkı şekilde yuvalandığı Tasarruf Mevduatı Sigorta
Fonu ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun “hukukî” güzellemesini
izledik, hem de polis baskınıyla.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
bir konuşmasında paralel yapıyı şu şekilde
tanımlamıştı: “Legal görünümlü illegal oluşum ve işlevler yürüten örgüt…” Minareyi
çalanın kılıfını hazırladığına dair getirilen
bu post-modern tanım, işte tam da bu ikinci planın şu sahnede nasıl tuttuğunu gösterdi. BDDK’nın el koyduğu ve yüzde 63’ünü
TMSF’ye devrettiği Bank Asya, can havliyle, tamamen teknik bir hamleyle ve her çerçevesi hukukla döşenerek kurtarıldı. Bunu
ben söylemiyorum, atanan Genel Müdür
söylüyor: “Bank Asya, bugün dünden daha
güçlüdür. Çünkü arkasına kamu gücünü almıştır.”
Eski Genel Müdür’ün Cihan Haber
Ajansı’na verdiği röportaj da ne öyle? “Bank
Asya’ya el konulmadı!” Yahu yönetim düşmüş, sen ne diyorsun? “Bank Asya’ya yatırımcısının güveni tammış…” Yahu tabiî
ki tam olacak, adam “Dünden daha güçlü”
diyor. TMSF ve BDDK yapılanmasındaki
sadece bir önceki dönem dahi tüm bu planları göstermeye yetecektir.
Televizyonlarında, gazetelerinde çıkan
haberlerin ortak başlığı: “Siyasî gasp!” Bu
densizliğin sonunun olmayacağı belli. Ancak
bari şu üst düzey devlet yöneticileri yaptıkları açıklamalara dikkat etseler… Teknik…
Hukukî… Boş verin böyle lafları, 2001 yılını hatırlatın kamuoyuna! Uzan’ı söyleyin,
Demirel’i söyleyin, Egebank’ı, İnterbank’ı,
Transbank’ı, Adabank’ı, Demirbank’ı,
Pamukbank’ı, İmar Bankası’nı, İhlas
Finans’ı hatırlatıp “O devlet onları kaçırmıştı, biz hesap soracağız” deyin! Pusuya “Uzun
Adam”ın delikanlılığıyla karşı durun…
Bank Asya’nın yüzde 63’lük hissesine el
konulması, kamuoyunda şimdiden “Devlet
bu bankayı aldı” algısına sebep oldu bile.
Banka bu noktada derhal satılmalı, sahip
olduğu menkul ve gayrimenkul bütün değerler elden çıkarılarak kamuya açtığı zarar
telafi edilmeli ve devlet, kendisine takılacak
boynuzdan acilen kaçınmalıdır. Bir gün bu
bankanın devlet tarafından tamamen alındığı ve “devletin yeni katılım bankası” olarak
tanımladığı konuşulursa, bütün varlıklarının
ve bütün personelinin devlete ait olduğu
görüntüsü ortaya çıkarsa, kimse kamuoyuna
hak ve hukuk anlatamaz. Otomatik olarak
devlet memuru olan Bank Asya personelini
hiçbir KPSS mağduruna anlatamazlar! Çözüm, az önce belirttiğimiz gibi net: Derhal
satış!
Kamuoyu, 2001-2004 arası kendini yakan,
intihar eden off-shorezedeleri unutmamalıdır. Denilebilir ki, “BDDK bu tür olaylar bir
daha yaşanmasın diye kuruldu”; doğru, ama
eksik. Şekerbank bütün zararlarını özel bir
tim kurarak kapatmış ve Türkiye’ye sanki
yeniden kurulan bir banka kazandırmıştı.
BDDK Şekerbank için niçin aynısını yapmadı? Şekerbank tim kurmak yerine şeffaf
olmayan evrak sunmayı düşünememiş miydi? Hinliğe, sahtekârlığa akılları çalışmamış
mıydı?
17 Aralık’la başlayan büyük kavganın
ardından, paralel organların Emniyet, Askeriye ve medya üzerinden “Doğu kaynı-
yor, terör azıyor!” şeklinde ürettiği haberleri
izlemeyen yoktur. Hani sanırsınız ki, PKK
ile mücadele eden tek devlet, o birilerinin
söylediği gibi “paralel devlet”. (Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu tanıma dair her defasında “Haşhaşi, örgüt, çete veya paralel yapı”
kavramlarını kullanıyor olsa da birtakım
kimseler, her nedense bu aşağılamayı görmezden gelerek bu örgütün devletleştiğini
kabul ediyor gibi “paralel devlet” demekte
ısrar ediyorlar sanki.)
Söz konusu kendileri olup da camialarını
savunmaya dönük beyanlarda bulunanları
hemen yayınlarına taşıyorlar paralelciler.
İşte PKK ile mücadele eden bu örgütün,
Bank Asya’ya uygulanan “siyasî gasp” üzerine HDP Eş Genel Başkanı Selahattin
Demirtaş’ın kendilerine verdiği desteği
manşet manşet öne çıkarması ne hoştur
öyle!
Hele 2001’de batan bankalar hakkında
hiçbir ses çıkarmayan ABD ve AB kuruluşlarının yayınladıkları bildiri ve raporları
Türk kamuoyuyla paylaşmaları, ülkemiz
hakkında ne büyük endişe duyduklarını,
bizi ne kadar da çok düşündüklerini göstermeleri karşısında ne kadar ezildiğimi anlatamam.
İşte bütün bunları düşününce, zeytinyağı
gibi nasıl üste çıkma çabasında olduklarını
da görüyorum. Hem de sızma, saf (!) zeytinyağı…
Koskoca bir yalan!
Sızıntı’yla Zaman’a abone parası ödemekten Bank Asya’ya tek kuruş yatırım yapamadı bizim şakirt. Bütün bu hikâyeyi nereden mi biliyorum, o da bende kalsın. Ama
şuraya kadar yazdıklarımın içinden gerçekte
yaşanmamış olanını belirteyim: Polis karakoluna girip de bütün personeli Sızıntı abonesi yapan gözü yaşlı genç…
Zira bu genci üç farklı kimseden üç farklı yorumla doğrudan dinledim. Hepsi de o
gencin kendi ev arkadaşı olduğunu söyledi.
Detaysa şurada: Bütün polis teşkilatı, “sızdırılan sorularla” değil, Sızıntı ile irşat olmuştu
bu hikâyeye göre.
Bu noktada insanın aklına şöyle bir soru
geliyor: “O genç Somuncu Baba filan mıydı?” FG’den başkası değildi elbette. Dolayısıyla koskoca bir yalandı!
mart 2015
43
haberajanda
Analiz
Eğitim gönüllüleri
ha? 150 ülkede
faaliyet göstermenize kim şemsiye
oldu? Siyasî faaliyet yürütmezmiş… Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül’e mektup
göndererek “İkiniz
(Gül-Erdoğan) ne
karar verirseniz
uyarım” diyen
başkası olmalı. Bir
bedende birkaç
kişilik… Tam muhbir pozisyonu!
İçeride operasyon
yap, halka dinî
hizmet hareketi
olarak görün, git,
Batı’nın Türkiye
aleyhine başlattığı
karalama sürecine
malzeme taşı…
Yakışır!
G
İRDİĞİN yolun zemininde keskin taşlar varsa hızlı koşamazsın. Bir çakıl taşı
bile sendelemene
yol açabilir, ayağını kesebilir. Ve
bir menzile varman gerekiyorsa, yolda taş var diye o yola
çıkmamazlık edemezsin…
>> Türkiye, kendi öz medeniyet havzasında yeniden küllerinden doğup ayakları üzerinde
dikilerek hızla koşması gereken
bir dönemin arefesinde. Tarih,
gelecek, konjonktür, coğrafya, iklim ve inanç bunu elzem kılıyor;
bir kaçınılmaz sorumluluk aynı zamanda, varoluş eşiği...
Türkiye, son yüzyılda ilk kez kendi iç
sorunlarını kendi iradesiyle çözme, Kemalist/ulusalcı/güdümlü rejimin milletin
benliğinde oluşturduğu tortuları/korku
duvarlarını aşma, bunların oluşturduğu
zulüm ve yaraları sarma, dış faktörlere
karşı kendi iç dinamikleriyle refleks verme fırsatını yakalamış durumda.
Tarihte ender rastlanan bir kavşak ya
da parametreler bütününün bir araya gelerek önümüze koyduğu tercih…
Son on yılda ekonomi, iç-dış politika,
konjonktürel gelişmeler vs. alanında büyük adımlar atan Türkiye, eski rejimin
Batı menşeli olarak yol açtığı toplumsal
barış ve millet olma iradesinde açılan
zehirli gediklerle yüzleşme ve onarma
noktasına geldi. Bu yaralara merhem
sağlandıktan sonra inşa süreci bir sonraki
adıma işaret eder.
Bu yaraların başlıcaları biliniyor. Kürt
44
mart 2015
Hikmet Gök
[email protected]
meselesi, Alevî sorunu, Ermeni sorunu, din ve dindarların ötekileştirilmesi
sorunu, askerî vesayet, oligarşik azgın
sermaye ve medyası vs.
Bu alanların her birinde önemli mesafeler kat edildi. İşin garip tarafı, hiçbir
başlık aslında bağımsız değildi, bağımsız olduğu bize lanse edilmişti ve biz de
kabullenmiş görünüyorduk. Oysa hiçbiri ötekinden ayrılamaz şekilde girift
bir yumaktı. Öyle ki, her biri diğerini
besleyen, kan tazeleten bir özelliğe sahipti. Askerî vesayet bitirilmeden terör
bitirilemez, terör bitmeden oligarşik
azgın sermayenin beslediği medyanın
din ve toplum düşmanlığı anlaşılamaz,
totalitarizme son vermeden mezhebî
ayrımcılık giderilemezdi (vs.)…
Bu bünye dışından zerk edilmiş dönüştürücü zehir ve vücudu bir tür mutant sürecinden geçirerek yeni bir tür
ve toplumsal kaotik dengeye oturtan
yapı taşları bir bir çözülmeye başlayınca, başka bir gerçeklikle ya da bilmediğimiz, fark etmediğimiz yeni bir hastalıkla karşılaştık. Çözüm Süreci, Batılı
güçlerin devrede olmadığı zemin ve
şartlarda millî bir inisiyatifle yol almaya başlayınca, sorulan en can alıcı soru,
“Bir yandan İngiltere-ABD-İsrail,
diğer yandan Rusya-İran blokları bu
kutlu yürüyüşü nasıl sabote edecekler/
etmeye çalışacaklar?” şeklini aldı.
Cinayetler, suikastlar, katliamlar,
bombalar, silahlar, ekonomiyi çökertme çabaları ilk akla gelen seçeneklerdi.
Doğrusu ben de hep bu tür şeyler olabileceğini, PKK ya da başka taşeron
örgütlerin devreye sokulacağını düşünürdüm. Yer yer de oldu nihayetinde,
ama süreci durduramadı. Alevîlerin istismar edilerek bir kaos yaratılabileceği
de hep aklımın bir köşesinde dururdu.
Paralel yapı, bu bağlamda düşündüğüm bir faktör ve parametre değildi.
Sanırım Hükümet de Oslo’dan önce
böyle bir ihtimali düşünmek bile istemedi (nitekim hâlâ düşünemeyen
bakanlar mevcut)! Ne zamana kadar?
Gezi olaylarına ve 7 Şubat operasyonuna kadar…
Gezi olaylarında akrebin kuyruğu
hissedilmeye başlandı. Kürt meselesi
çözüm noktasına ve yüzyıl önce o zehri
zerk edenlerin inisiyatifi dışındaki bir
aşamaya doğru evrilince, bünyemizdeki bu diğer tümör harekete geçti. İşte
bugün terör dışında, paralel yapıyı da
kucağında bulan bir süreci yaşıyoruz!
İkisi de eski Türkiye’nin tümörleri…
Türkiye, bir dönem (Eski Türkiye)
devletin kendi döl yatağında büyütüp hasımlarına kaptırdığı iki aktörün
(Öcalan ve Gülen) liderliğindeki iki
örgütle hesabını kapatmadan yola çıkamaz. Bunlar, Türkiye’nin yolundaki
sivri taşlar gibi duruyorlar. Ve bunlarla
yüzleşip ayıklamak zorunda!
Biri din/maneviyat merkezli yapılanmayla devletin kılcal damarlarında
büyüdü, diğeri ise etnisite ve ideoloji
merkezli yapılanma ile devlete/millete
karşı çatışma yoluna girdi. İkisi de belli
bir güce ulaştıklarında emperyalistlerin
döl yatağına kaymaya başladılar. Alanlarında kullanışlı malzemelerdi: “Etnisite” ve “din”...
Öcalan birtakım hesaplar ve strateji
değişiklikleri sonucu Türkiye’ye teslim
edilirken, Gülen alınıp götürüldü. Birinin örgütü dışarıda, kendisi içeride;
diğerinin kendisi dışarıda, örgütü içeride… Değerli yazar Ahmet Taşgetiren,
“Gülen camiası için de bir çözüm süreci düşünülebilir mi?” sorusunu gündeme getirdi, olmazlığını da kendisi
yazdı. (5 Şubat 2015, Star)
“İmralı-Pensilvanya” başlıklı o yazısında Taşgetiren, İmralı’nın Türkiye’de,
Pensilvanya’nın ise ABD’de bir yer adı
olduğuna dikkat çekerek iki örgüt liderinden birinin (Öcalan) dış güçlerden
yalıtılmış şekilde muhatap alınmasının
önemini, diğerininse (Gülen) hâlâ onların elinde olmasının barış için zorluğunu çok çarpıcı şekilde ortaya koyuyor.
FG’den paralel cümleler
Çözüm Süreci’nde İmralı değil,
Kandil’in yıkıcı rolünü dikkate alırsak,
benzetmeyi İmralı değil, Kandil üzerinden yapmak daha doğru olur kanısındayım.
Taşgetiren’in bu yazıyı yazdığı
gün, F. Gülen’in de makalesi NYT’de
ABD’lilerin takdirine sunuluyordu:
“AKP baskılarının tek kurbanının bizler olduğu zannedilmesin. Barışçı çevreci
protestocular, Kürtler, Alevîler, gayrimüslimler ve iktidar partisiyle birlikte hareket etmeyen bazı Sünni Müslüman gruplar da bu politikadan nasibini almıştır.”
Bu satırların benzerleri, “One minute!” çıkışından beri Batı medyasında
sık rastlanan cümleler. Zaten liberalsol (aslında Haçlı-İngiliz bakiyesi yerli
ajan) kesimlerin Gezi’den beri her gün
Batı medyasına yazıp gönderdiği cümleler çok farklı değildi.
mart 2015
45
haberajanda
Analiz
Devam ediyor: “50 senedir, Hizmet veya
Camia olarak da bilinen, mensupları ve sempati duyanları milyonları bulan bir sivil toplum hareketinin ferdi olduğum için kendimi
talihli addediyorum. Hareketin fertleri, kendilerini dinler arası diyaloğa, toplum hizmetine ve yardım işlerine adamış olan, insanların
hayatlarını değiştiren, eğitimi erişilir kılan
Türk vatandaşlarıdırlar. Sayıları bini bulan,
150’den fazla ülkede faaliyet gösteren, seküler
ve modern eğitim veren okullar, etüt merkezleri, üniversiteler, hastaneler ve yardım kuruluşları inşa etmişlerdir. Hareket gönüllüleri arasında öğretmenler, gazeteciler, işadamları ve
sade vatandaşlar vardır.” Savcılar, Emniyet
görevlileri nerede? Unutmuş olmalı... “Meğer melekler taifesi ile karşı karşıya imişiz de
yanılmışız” duygusu uyandıran cümleler.
Bu da 2013 Mart’ında İngiliz Financial
Times gazetesine yazdığı makaleden bir
paragraf: “Benim de aralarında olmaktan şeref duyduğum bu insanların 40 yıldan fazladır ellerindeki mali imkânları ve enerjilerini
eğitime, diyaloğa ve insanî yardıma adamaları, siyasî makamlardan ve bununla alakalı
pazarlıklardan şuurlu bir şekilde müstağni
kalmaları ispat eder ki, siyasî güç veya bunun
getireceği avantajlar peşinde değildir. (…)
Hayatımın son 15 senesini manevî bir inziva halinde geçirdim. Türkiye’deki durum nasıl olursa olsun, hayatımın geri kalan kısmını
aynı şekilde devam ettirme niyetindeyim.”
Aslında ne demek istiyor Gülen bu yazısında? “Türkiye’ye karşı başlattığınız destabilizasyon operasyonunda sizinle birlikteyim ve birlikte olmaya devam edeceğim.”
Bu kişinin yazdıklarında ve söylediklerinde çelişki aramıyorum. Saysanız buradan köye yol olur. Dinlemeleri kim yaptı,
yapanlar yargı önüne çıkarılmaya başlanınca senin ve medyanın bunca feryadı niye?
MİT tırlarını durduran savcıya neden siper
oldun? Cumhurbaşkanı hakkında en hafif
deyimleriniz “tiran, Yezit, Nemrut, Sufyan,
diktatör”…
Eğitim gönüllüleri ha? 150 ülkede faaliyet
göstermenize kim şemsiye oldu? Siyasî faaliyet yürütmezmiş… Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e mektup göndererek “İkiniz (GülErdoğan) ne karar verirseniz uyarım” diyen
başkası olmalı. Bir bedende birkaç kişilik…
Tam muhbir pozisyonu! İçeride operasyon
yap, halka dinî hizmet hareketi olarak görün,
git, Batı’nın Türkiye aleyhine başlattığı karalama sürecine malzeme taşı… Yakışır!
46
mart 2015
BİRİ DİN/MANEVİYAT MERKEZLİ
YAPILANMAYLA DEVLETİN KILCAL
DAMARLARINDA BÜYÜDÜ, DİĞERİ
İSE ETNİSİTE VE İDEOLOJİ MERKEZLİ YAPILANMA İLE DEVLETE/MİLLETE KARŞI ÇATIŞMA YOLUNA GİRDİ.
İKİSİ DE BELLİ BİR GÜCE ULAŞTIKLARINDA EMPERYALİSTLERİN DÖL
YATAĞINA KAYMAYA BAŞLADILAR.
ALANLARINDA KULLANIŞLI MALZEMELERDİ: “ETNİSİTE” VE “DİN”...
Bana kırmızı başlıklı kızın nenesinin yatağında yatan kurdun durumunu çağrıştırıyor her cümlesi, her satırı.
NYT’de makalesinin yayınlandığı günün ertesinde, ABD’li ünlü gazeteci Wayne
Madsen, “50 kadar senatör, F. Gülen’in iadesini engellemek için harekete geçti” diye açıklama yapıyordu.
Şu cümleler de Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, katıldığı bir televizyon programında söylediği sözlerden alınma: “Eskiden gerçekten yanlış düşünüldüğü kanaatini
taşırdık: ‘Aldatılıyor’, ‘Çevre faktörü’ ve sair...
Cumhurbaşkanımız kaç kere davet etti, biz
davet ettik, gelmedi. Demek ki bugünler için
gelmiyormuş, New York Times’te Türkiye
aleyhine kampanya yapmak için gelmiyormuş.
(…) Haydi yazdı, ne diyor içeriğe baktığınızda? Diyor ki, ‘Türk, Kürt, Alevî, Sünnî,
gayrimüslim herkes Türkiye’de baskı altında’.
(…) Niye gayrimüslimleri zikrediyor? Çünkü oradaki lobilere hitap ediyor. Türkiye’deyken muhafazakâr kesimin hissiyatını harekete
geçireceksiniz, oraya gidip lobilere, Rum lobisine, Ermeni lobisine ‘Türkiye’de gayrimüslimler
baskı altında’ diyeceksiniz. Kürt meselesi senin
için bu kadar önemliyse, 3 senedir yürüttüğümüz Çözüm Süreci’ne niye engel olmaya
kalktınız? En kritik yerlerde, Emniyet’teki
unsurlarla Çözüm Süreci’ni niye baltalamaya
çalıştınız?” Bülent Arınç ve Abdullah Gül
bu sözlere ne der, merak ediyorum.
Merak ettiğim bir konu daha var: Tarihçiler bu hareketi hangi noktasından yola
çıkarak anlayacak ve anlatacaklar? Hizmet,
himmet hareketi mi, Batı taşeronu mu, Yargı/Emniyet/istihbarat örgütü mü, darbe yapıp devleti ele geçirmeye çalışırken Batı’ya
esir düşmüş bir lider mi, tarikat mı, ne?
Sahi, biz Haşhaşileri bir iki vasfı dışında
ne kadar biliyoruz? Hani Hasan Sabbah’ın
lideri olduğu Batınî örgüt…
Halk arasında sık başvurulan bir refleks
ve algı ifadesi vardır: “Ben nasıl büyük bir
günah işledim de böyle büyük bir musibetle
karşılaştım?” Ya da “Ne ettim de … buldum?”
Büyük günahlar mı insanı büyük imtihanlarla yüz yüze getirir, yoksa büyük idealler peşinde olmak mı? Eski Türkiye’nin
bünyesinde, gözümüzün önünde büyüyen
bu tümör, şimdi hepimizi hasta edecek duruma gelmiş!
Hiçbir şeyin sebepsiz olmadığına inanırız; doğrudur…
haberajanda
Siyaset
T
Cüneyt Akar
[email protected]
ÜM muhalefet, bir
“tarafsızlık”tır tutturmuş gidiyor. Herkes
Cumhurbaşkanı’nın
tarafsız olması gerektiğini,
Erdoğan’ın ise bu tarafsızlığı ihlâl ettiğini, ettiği
yemini bozduğunu iddia
ediyor. Peki, nedir bu tarafsızlık? İyi bir şey midir?
Ya da beklendiği şekilde
bir tarafsızlık mümkün
müdür?
Öncelikle şunu iyice
anlamak zorundayız ki
taraf tutmak veya taraf
olmak, sosyal hayatın
içinde olmazsa olmaz
bir durumdur. Herkes bir
şeyin, birinin, birilerinin,
bir ideolojinin tarafı;
ailesinin, arkadaşının,
takımının, cemaatinin,
partisinin, devletinin,
dünya görüşünün, dininin
tarafında olabilir insan.
Bunlar için de hiç kimse
tarafından yargılanamaz
“Neden değer verdiğinin
tarafındasın?” diye. Taraf
olmak ayıp değildir. Savunulan fikirlerin arkasında
durmak, hem önemli bir
tutarlılıktır elbette.
İnsan bazen bilmeden
yanlış tarafta da durabilir
hatta. O zaman bile doğru
zannettiği tarafta durması
yargılanamaz çoğu kez.
İşte siyasette adı geçen
tarafsızlık da bu kategoriye sığdırılmaya çalışılmalı bence. Bir başbakan,
seçmenden hangi oranda
oy almış olursa olsun, tüm
seçmenlerin başbakanı
değil midir? Elbette öyle!
Bugüne kadar hangi
başbakana, kendi siyasî
görüşüne uygun icraat
yaptığı suçlaması yöneltilmiştir acaba? Böyle
bir suçlama tabiî ki pek
mantıklı olmaz; ondan
talep edeceğiniz icraat,
ona ve partisinin siyasî
çizgisine uymalıdır. Onun
siyaseti yanlış da olsa, bu
oyunun kuralı budur! Zira
o, -muhtemelen- inandığı
doğrular üzerine bir siyaset geliştirmiştir.
O başbakan bir gün
paranın, hukuksuzluğun
veya gayrimeşru gücün
tarafına geçerse, cezasını
ilk önce halk verir zaten.
Yok, eğer durduğu yer,
savunduğu idealler ve hedefleri doğru ise, ödülünü
de alır şüphesiz. İşte Erdoğan da halktan o ödülü
alan bir siyasetçidir!
Tarafsızlık: İyi mi, kötü mü,
mümkün mü?
ERDOĞAN, 1994’ten beri siyasî zeminde vatandaşa hizmeti şiar edinmiş biri olarak ödülünü Cumhurbaşkanlığı
unvanıyla almıştır. Şimdi onun tarafgirliğinden bahsediyoruz bilinçsizce; siyasete girdiği günden beri kendi dünya görüşünü siyasî görüşüyle harmanlamış ve bu sayede
halktan yükselen oranlarla takdir almış, sonunda da devletin zirvesine ilk defa halkın oyuyla gelmiş birinin tarafsız
olmasını nasıl bekliyorsunuz beyler?
makla suçlamanın delili
olamaz.
Abdullah Gül’e de
taraflı olduğu suçlamaları
yapanların birkaç kanun
maddesini reddettiğinde
nasıl da kendisinin savunucusu olduklarını hatırlayalım lütfen!
Neymiş efendim, Erdoğan teşekkür mitingi
düzenlemiş. Daha önce
yapılmadı diye Erdoğan
da mı yapmamalıydı
yani? Ne gerekçeyle yanlış
bu hareket? Cumhurbaşkanı yeni anayasa için oy
isteyemezmiş, neden? O
anayasa için senelerdir
bizatihi gayret sarf etmedi
mi? Özellikle son birkaç
seçimde yeni anayasayı
değiştirecek çoğunluk için
oy istemedi mi?
Erdoğan, 1994’ten beri
siyasî zeminde vatandaşa
hizmeti şiar edinmiş biri
olarak ödülünü Cumhurbaşkanlığı unvanıyla
almıştır. Şimdi onun tarafgirliğinden bahsediyoruz
bilinçsizce; siyasete girdiği
günden beri kendi dünya
görüşünü siyasî görüşüyle harmanlamış ve bu
sayede halktan yükselen
oranlarla takdir almış, sonunda da devletin zirvesine ilk defa halkın oyuyla
gelmiş birinin tarafsız
olmasını nasıl bekliyorsunuz beyler?
Erdoğan, yetiştiği siyasî
partiye bile reform denecek açılımlar getirebilen,
bununla yetinmeyip yeni
bir siyasî parti kurmuş
ve ona hem ana, hem
baba olmuş biri; AK Parti,
Erdoğan’ın çocuğu. Bunu
veda konuşmasında söylemişti kendisi. O partide
Erdoğan’ın dünya görüşü,
ekonomi bilgisi, toplum
ahlakı ve dinî görüşü
vücuda geldi. Şimdi Cumhurbaşkanı oldu diye 20
yıldır kendisine oy kazandıran fikirleri yok mu
oldu zannediyorsunuz?
O fikirleri yok sayarsak
Erdoğan’dan geriye ne kalır? Sadece “uzun adam”…
Öyleyse onun kendi fikirlerinin arkasında durması,
onları geliştirmesi ve hatta değiştirmesi de gayet
normal bir durumdur. Bu,
Cumhurbaşkanı’nı ettiği
yemine aykırı davran-
Bunlar, Anayasa’nın tarif ettiği tarafsızlık ilkesine
aykırı durumlar olamaz
asla! Olsa olsa, bu anlamsız haykırışlar Anayasa’ya
aykırıdır. Zira hiç kimsenin düşüncesinden dolayı
suçlanamayacağını Anayasa garanti altına almıştır. Ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamında
yaptığı ve de söylediği her
şey kendi düşüncesidir.
Kısacası taraf olmak,
öyle zannedildiği gibi kötü
bir şey değildir aslında.
Taraf olmak, adam olmak
gibidir; hatta tam tamına
adam olmak, fikrinin
arkasında durmaktır. Bu
memlekette, o muhalefetin anladığı manada tarafsızlığını bozan tek cumhurbaşkanı, “onuncusu”
olmuştur. Onun dışında, ne
cumhurbaşkanıyken parti
kurup parti kapatan Kemal
Paşa, ne de Turgut Sunalp’i
alenen destekleyen Kenan
Paşa’nın tarafsızlıkları
tartışılmamalıdır.
mart 2015
47
haberajanda
Analiz
“Sol” kavramı, tarihten günümüze kadar sermayenin
değil, emekçinin tarafında tanımlanmaktadır ve din,
dil, ırk, cinsiyet ve kültür ayrımı yapmaksızın, sadece
insanı merkez alır. Bu yüzden çağlar boyu solun, çeşitli
coğrafyalar ve çeşitli kültürler içinde iktidar olduğu,
bilinen bir gerçektir. Fakat günümüzde sanki iktidar olmak için değil, başkalarını iktidara taşımak için dizayn
ediliyor. Bu dizayn sol, legal örgütlenmenin dinamizmi
olmuş durumdadır.
SOL VE
SEÇİM
48
mart 2015
Doç. Dr. Bülent Kara
[email protected]
B
İLİNEN adıyla “Syriza” ya da Aleksis Çipras’ın Yunanistan’da
seçimi kazanması, Türkiye’deki sol hareketin kendini yeniden
tanımlanma konusunda olmasa da iktidara taşınma umutlarını
arttırmış görünüyor. Kendini tanımlamıyor, çünkü anti-emperyalist bir karakter (IMF, AB, ABD paradigmalarına) arz etmiyor.
Tam tersine, “devletçi” karakteri üzerinden yenilendiğini varsayarak iktidar olmayı hedeflemesini yöneltiyor. Solun, bunun için gerçekten ülkenin tahlil ve tenkidini yeniden yapmasına acil ihtiyaç duyulmaktadır.
>> “Sol” kavramı, tarihten günümüze kadar sermayenin değil, emekçinin tarafında
tanımlanmaktadır ve din, dil, ırk, cinsiyet
ve kültür ayrımı yapmaksızın, sadece insanı
merkez alır. Bu yüzden çağlar boyu solun,
çeşitli coğrafyalar ve çeşitli kültürler içinde
iktidar olduğu, bilinen bir gerçektir. Fakat
günümüzde sanki iktidar olmak için değil, başkalarını iktidara taşımak için dizayn
ediliyor. Bu dizayn sol, legal örgütlenmenin
dinamizmi olmuş durumdadır.
Çağdaş solun iktidarla buluştuğu ilk kavşak ve belirleyici hareket, Fransız Devrimi’dir.
Devrimle gelen bu iktidar, yıllar boyu sol deneyimlerle günümüzde “iktidar sahibi solcu”
tipini yaratmış ve buna ruhunu vermiştir. Tarihsel süreç, 1960 ila 1980’li yıllar arası solun
güçlenmesini sağlamış, Cumhuriyet tarihinde en yüksek (yüzde 44) oyu almasını sağlamıştır. Siyasal sol partiler bu en yüksek oyu
almamakla kalmamış, gençlik de dalga dalga
sosyalist hareketle tanışmış ve sosyalist hareketler, en yüksek toplumsal kabule ulaşmıştır.
Tıpkı sol yelpazedeki bu siyasal hareketler, “bileşen kaplar teorisi”nde olduğu gibi
birbirini tetikleyerek tamamlamış ve de bu
tamamlama niteliksel ve niceliksel çoğalmayı beraberinde getirmiştir. Günümüzde
ise sözde var olan sol iktidar, söylemlerden
uygulamaya bir türlü geçememiştir. Bu iktidar sahibi solcular, beyaz tuval üzerine solcu
resmi yapmaya çalışsalar da kendilerini var
eden mutlulukları unuttukları için resmini
yapamamakta ve sadece “Muhayyel olan
mükemmeldir” mantığı ile buldukları boş
alanları doldurma gayreti içindedirler.
Bu saikler solcuları iktidar gücünü paylaşmaya iterken, geniş katmanları (işçi, memur,
yoksul) da solculuktan uzaklaştırmaktadır.
Bunun nedeni, mevcut ekonomik şartlara
bağlı olarak artan eşitsizliklerdir. Tüketimin teşviklendirilmesi, sınıflar arası ayrımı
beraberinde getirerek kapitalizmin önünü
açmaktadır. Bundan dolayı da bu çağdaş
jakoben hareket “emeğe karşı bir dayatma”
olarak karşımıza çıkmaktayken, aynı zamanda da emekçilere tepeden bakan, onları horlayan, aşağılayan ve “Her şeyi ben
bilirim” noktasına gelmektedir. Bu anlayış,
“Bu seçim ne pahasına olursa olsun kazanılmalıdır ve bu kazanma, yoksulluğu ortadan
kaldıracaktır” noktasından uzaktadır.
Kendiliğinden gelişen ve örgütlü olmaktan da ve mütegallibe olmanın yeğlendiği
bu durum, tepedekileri güçlendirse de zencileri, Kızılderilileri ve Aborijinleri yok etmektedir.
Beyaz solcu
Özellikle günümüzde beyaz solcular birer sermaye sahibi olarak karşımıza çıkarken, 1923 ruhundan uzak olarak dar çıkar
gruplarının kişisel algıları olarak halkı bertaraf etmenin farkına varmadan yollarını
açmaktadır. Onun için kuşatılmış liderlikle
yola çıkan, halkı değil, birilerini ihya eder.
Ki bu, solun dokusunu bozan, karmaşık kısır değerlerin tartıldığı -sonuç itibariyle- sol
ruhunun handikabı olmaktadır. Bunun için
sol, “loser”, yani “müzmin kaybeden” olmaktan öteye gidememektedir.
Oysa kazanan solcu olmak, ülkemiz ve
ülkemizin bekası için vazgeçilmezlerimiz
arasındadır. Ulusal duruş ve ulusal mutabakat için bu elzemdir. Çünkü sol, vizyon ve
misyonunu Kuvay-i Milliye hareketinden
almaktadır. Bu, bizi geçmişte var etmiş ve
atide var edecek alternatifsiz realitedir. Bu
bir realite olmakla beraber, sol siyasî anlayış,
“acemi sol el tipi” olarak karşımıza çıkmaktadır. Acemilik, “Benim solcum/adamım/
başkanım iyidir” anlayışıyla kaybetme trendine girmektedir. Bu da solda birlik yerine
“ayrımcılık” kavramını ortaya çıkarmıştır.
Gidilen yolların sonunda aynı hedef olmasına rağmen bir son değil, yolların çeşitliliğine önem verilerek bir türlü “amaca ulaşılamayacak bir kaos” haline gelmiştir.
Kuvay-i Milliye hareketi, amacını gerçekleştirmek, iktidar olmak ve bu iktidarı
sürdürmek için ülkenin tüm renklerini aynı
amaca sevk eden, birlik oluşturan ve amaçlarını gerçekleştirmek noktasında yöneten bir
özellik arz etmek ve anti-emperyalist bir karakter çizerek ulus-devletin inşasını sağlayan
bir modernleşme hareketi oluşturmaktadır.
Şimdilerde ise bundan uzak sol, muhafazakâr bir görünümle eskiyi savunan ve onun
ipine sarılan, yeni olandan uzak duran bir
karakter arz etmektedir. Bu beyaz anlayış,
solun ana temasını oluşturan “yoksulları
unutmuş kapitale hizmet etme” yarışına
girmiştir. Dar alanlarındaki temaşa anlayışı, kazanabilecek insanlara bile kaybettirme
hülyaları yaratmaktadır. Yani muhafazakâr
anlayışla kullanılan deyimle durumu ifade edersek, “Ali’ye duyulan sevgiden çok,
Muaviye’ye duyulan öfkenin” farkına varmalıyız. Başka bir deyişle, sol savunuculuğu
yapmaktansa, kapitalizmin getirdiği olumsuzluklara odaklanarak çözüme gitme farkındalığını yaratmak gerekir. Bu fark ediş,
solun tam ortasında zuhur eden ve kıvılcımlar oluşmasına engel olan, kaybeden haline
getiren tek gerçekliktir.
Solun cennet bahçeleri ve bunun paradigması olan “yeni toplum”, beyaz tuval üzerine
kırmızı olmalıdır. Çünkü bu iki renk, bayrağın renkleridir. Bayrak, sembol olarak gündelik yaşamımızın ritüellerinden başlayarak
kaotik toplumsal yapımızın tüm enstrümanlarını tanımlayan, anlamlandıran ve yorumlayan eksen değer olarak dil, din ve ırktan
bağımsız şekilde onları kucaklayandır, sosyal
kimliğimizin çok kültürlülüğünü var eder ve
ortaklaşmasını sağlayan herkesin altında olmaktan hoşnut olduğu ya da fazla olumsuz
anlam yüklemediği tepe değer olarak kendini
konumlandırmaktadır. Onun için “Bu olmadı, şunu deneyelim” mantığından sıyrılarak,
“kazanan kahraman solcu” tipini yaratmalıyız.
Kazanma hırsını göz bebeklerinde kaybetmiş olanların, koltuklarında kaybetmelerinden medet umması ise beyhudedir.
Bu beyhudelik, taşrada kazanacak solculara
değil, solcuların medet umduğu kaybetmişlerle Mercedeslere binenlere yarayacaktır.
Eksen değerlerin yerine kendini sürekli
var eden jargon solculuğu, “Biz eskiden ne
idik?” söylemleri üzerinden rakı, balık, ihtilal, ihtiras veya yakınını yok etme gibi kibirlerinden kurtulamayacaktır.
Üçüncü ağız ve kahve kültüründen arınmamış bilgiye dayalı solculuk ise ezberci,
kimlikçi ve kendiliğinden dayatmacı olacaktı. Bu da başka düşünceleri ve ideolojileri değil, her zaman olduğu gibi kendini
yok edecek ya da mahdut kılacaktır. İktidar
olmak, seçim kazanmak yerine sürekli kaybeden olmasını sağlayacaktır.
Uzlaşmacılar uzlaşmayanları yok ederlerse, biline ki, önce uzlaşanlar yok olacaklardır…
mart 2015
49
haberajanda
Analiz
Kapitalizm kendi sonun
Dünyanın her
yerinde bir
huzursuzluk,
Hemen her
yerde çatışma,
terör, savaş ve
vahşet var. Şiddet sarmalı tüm
dünyayı sarmış
durumda, ahlaksızlık ve suç oranı, dolayısıyla
suç işleyenlerin
sayısı da arttı.
Bu vahşetten,
savaşlardan ve
çatışmalardan
yeni düzenin
kurucuları, yani
kapitalist sistemin sahipleri
sorumlu! Sömürü düzenlerini
sürdürmek için
bu çatışma
ve savaşlara
ihtiyaçları vardı.
Hem doğal kaynakları sömürmeye devam
etmek için, hem
de silaha bağlı
kendi ekonomik
düzenlerinin
devamı için bu
savaşlar ve çatışmalar devam
etmeliydi, ancak
sonuç olarak bu
düzen de artık
çöküşe girdi.
50
mart 2015
D
ÜNYA hızla değişiyor; dünyanın kurulu düzeni, kurulu
sistemi de değişiyor. Özellikle Ortadoğu ekseninde son
on yıldır yeniden şekilleniyor dünya, saflar değişiyor.
Yıllar süren düşmanlıklar bitiyor, yeni dostluklar başlıyor ve yeni yeni ittifaklar kuruluyor. Bunun yanında çıkar ilişkisine dayalı dostluklar bitiyor, yeni cepheler açılıyor, yeni savaşlar
çıkıyor ve yeni yeni düşmanlar ortaya çıkıyor. Toplumsal ihtiyaçlar ve beklentiler hızla değişiyor. Öncelikler, tanımlar, ideolojiler,
düzenler ve sistemler değişiyor.
>> Avrupa Birliği çatırdıyor; hatta
diyebiliriz ki, “AB kurulduğu günden beri en sıkıntılı zamanını yaşıyor”. Yunanistan’da yapılan seçimler
ve seçimi kazanan Syriza sonrası yaşanan gelişmeler, hâlihazırda devam
eden AB-Yunanistan krizinin büyüyeceğini gösteriyor. Yunanistan’ın
Cem Uzan’ı yakıştırması yapılan
Çipras’ı, dolayısıyla Yunanistan ve
AB’yi sıkıntılı günler bekliyor.
ği Fransa’da El-Kaide bağlantılı iki
terör saldırısı meydana geldi. Bunun
yanında PEGIDA benzeri İslamifobik hareketler ve milliyetçi marjinal gruplar giderek güçleniyorlar. Bu
marjinal grupların Müslümanlara
karşı gösterdiği şiddet eylemleri ise
-ilginç bir şekilde- engellenemiyor.
Bu da Avrupa’da yaşayan milyonlarca Müslümanı tedirgin etmiş durumda, toplumsal huzursuzluk arttı.
Ekonominin dışında başka sorunlar da yaşıyor Avrupa. AB’nin göbe-
Bu arada Kuzey Kore, Çin, Japonya ve Güney Kore arasındaki gerginlik de büyüyor. Ufak çaplı çatışmaların büyüyeceğinden endişe ediliyor.
Çin ve benzer şekilde Hindistan
ekonomisi büyüyor. Ancak neredeyse dünyanın üçte birini oluşturan bu
iki ülkenin halkının gelir seviyesi, bu
ülkelerdeki zengin-fakir uçurumu
ve yaşam kalitesinin düşüklüğü, bu
büyümenin
sürdürülebilirliğinin
sorgulanmaya başlamasına başlıca
sebep. Özellikle Çin, sınırlarına sığ-
Yunanistan, İrlanda, İtalya, Portekiz ve nispeten iyileşme gösterse
bile İspanya’da artan ekonomik kriz
AB’yi sarsmaya başladı. Bu ülkelerin
her biri -özellikle İtalya’nın ekonomisi- birkaç Yunanistan edeceği için,
böyle olası bir çöküşü AB’nin kaldırması mümkün görünmüyor, bunun
için kriz kâhini olmaya gerek yok.
Avro bölgesinde alınan önlemler,
sanki daha çok o kötü sonu ertelemeye dönük çabalar. AB ülkelerinde
gözle görülür ekonomik sorunların
başladığını, bu durumu birebir yaşayan gurbetçi vatandaşlarımızdan
da duyuyoruz. Sanayi ve üretim devi
Almanya’da kapanan işyerlerini ve
işsizliğin arttığı da aldığımız haberler arasında. Ukrayna’nın durumu
ve sonrasında Rusya’nın enerji kartı
AB’yi zora soktu. Kısacası Avrupa
Birliği, hem ekonomik, hem de sosyal olarak büyük bir krizin eşiğinde.
AB hem kendini, hem de geleceğini sorgulamaya başladı. Rusya son on
yılda büyük bir ilerleme kaydetmiş,
Putin sonrası yeniden toparlanmaya
başlamıştı. Ancak Rusya, Ukrayna
ile büyük bir kumar oynadı. AB ve
ABD’nin girişimleri ile Rusya ekonomisi krize girdi ve çökme tehlikesi
geçirdi. Dolayısıyla pabucun pahalı
olduğunu anladı ve artık yeni ittifaklar peşinde. Kuzey Kore, ABD’nin
başını ağrıtmaya devam ediyor.
mamaya başladı; ekonomisini doyurmak ve büyümesini sürdürmek için
küresel ölçekte “Artık ben de varım!”
diyor. Dünya ekonomisinin en önemli
kaynaklarından biri olan Ortadoğu
bölgesi, belki de tarihindeki en karışık dönemi yaşıyor. Irak, Suriye,
Libya ve Mısır iç savaşlarla kaynıyor. Japon hükümeti, DEAŞ’ın katlettiği iki gazetecisi için 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra ilk defa sınır ötesi
operasyon yetkisi istedi. Ürdünlü
pilot DEAŞ tarafından yakılarak
infaz edilince Ürdün halkı da ayaklandı. Libya’da Kaddafi sonrası karışıklıklar ve olaylar devam ediyor.
Mısır’da darbe sonrası İhvan zulme
karşı direnmeye devam ediyor. Mısır halkının Sisi’ye karşı olan nefreti
günbegün artıyor. Irak gibi Suriye de
parçalandı. Suriye halkı Esed’e karşı
mücadeleye devam ediyor. İran ve
Rusya’nın desteklediği Esed, fırsat
buldukça katliamlarına devam ediyor. DEAŞ sonrası Irak ve Suriye
darmadağın oldu. Yemen’deki mezhep kavgaları ve olaylar devam ediyor. Filistin halkı direnişini sürdürüyor. İsrail ise kendi ateş çemberini
yaktı; şimdi bu çemberin ortasında
ve iyice köşeye sıkışmış bir vaziyette
kurtuluş çaresi arıyor.
Afyon, demokrasi,
savaş, barış vs.
Dünyanın her yerinde bir huzursuzluk, Hemen her yerde çatışma,
terör, savaş ve vahşet var. Şiddet sarmalı tüm dünyayı sarmış durumda,
ahlaksızlık ve suç oranı, dolayısıyla
suç işleyenlerin sayısı da arttı. Bu
vahşetten, savaşlardan ve çatışmalardan yeni düzenin kurucuları, yani
kapitalist sistemin sahipleri sorumlu! Sömürü düzenlerini sürdürmek
u getirdi
Orhan Mücahit
[email protected]
için bu çatışma ve savaşlara ihtiyaçları vardı.
Hem doğal kaynakları sömürmeye devam
etmek için, hem de silaha bağlı kendi ekonomik düzenlerinin devamı için bu savaşlar
ve çatışmalar devam etmeliydi, ancak sonuç
olarak bu düzen de artık çöküşe girdi.
90’lı yıllar komünizmin çöküşü ile kapandı, kapitalist düzen yeni düzenin hâkimi
oldu. Temelinde adaletsizlik, haksızlık ve
sömürü düzeni olan hiçbir sistem sürdürülebilir değildir. Kim ne derse desin, kapitalist sistem, emperyalizmin bir silahıdır.
Emperyalizm ise sömürgeciliğin modern
adıdır. Sömürgecilik düzeninin yıkılacağını
öngören küresel güçler demokrasiyi icat ettiler. 18. yüzyılda dünyaya afyon ihraç eden
küresel güçler, halkları uyuşturmak için 19.
yüzyılda demokrasi ihraç etmeye başladılar.
Demokrasi, (neredeyse sınırsız) özgürlük
paketi ile yeni dünya düzeninde pazarlandı.
Amerikan rüyası, Hollywood filmleri ile az
gelişmiş ülkelere yutturuldu. Kurulu hâkim
kapitalizm düzeninin de sürdürülebilir olmadığı ortaya çıktı. Bu düzen, zengini daha
zengin, fakiri daha fakir yapmaktan öteye
geçemiyor. İnsanlar tatmin olmuyorlar, toplumlar artık mutlu değil. İnsanları oyalamak
için kullanılan yeni teknolojik aletler de artık
yetmiyor. Kapitalist sistem, yaşamını devam
ettirmek ve kendini daha da büyütmek için
tüketim toplumunu yarattı. Tüketim toplumu, kapitalist sistemin en iyi müşterisiydi.
Ancak yaratılan tüketim toplumu, doyumsuzluğu ile artık kapitalist düzenin en büyük düşmanı haline geldi. Kapitalist sistem,
farkına varmadan kendi canavarını yarattı.
İnsanlar mutsuz ve artık sormaya ve mevcut
düzeni sorgulamaya, bu savaşların, sonu gelmez çatışmaların, bitmek bilmeyen kavga ve
çekişmelerin nedenini görmeye başladı.
Kapitalizm çöküyor! Yeni düzen, umuyorum hakkı, adaleti, adil paylaşımı ve adil düzeni referans alan, sürdürülebilir bir sistem
olur. Yoksa bu savaşlar, bu çatışmalar ve bu
sorunlar insanoğlunu kıyamete sürükleyecek...
mart 2015
51
haberajanda
Kapak
Türkiye, aradığı kanı bu şekilde buldu ve
aradığını bulunca da cana geldi, nereden gelip
nereye gittiğini hatırlayıverdi. Dolayısıyla bugün
Türkiye’nin gelip kilitlendiği “başkanlık sistemi
tartışmaları”, parlamenter sistemin önüne arkasına dair “siyasî” bir mesele değil aslında. Bir model tartışması filan da değil. Mesele, çocukluktan
ergenlik dönemine giren Türkiye’nin “Ben artık
rüştümü ispat ediyorum” deyişi, artık vücuda dar
gelen gömleğin bir üst bedenle değiştirilişi aslında. Siyasî bir fantezi değil, fıtrî bir seyir yani…
***
“Bir daha da Davos’a gelmem!” deyip
gerçekten de bir daha Davos’a adım atmayan
Erdoğan önemlidir! Bunlar, Erdoğan’ın kişisel
tarzından ziyade Türkiye’nin kendini ispatıdır
çünkü. Ezik büzük bir tipolojiye sıkıştırılan silikleşmiş bir karakterin aslına rücû edişidir bu.
Hatta bir iç politika konusu gibi duran Metin Feyzioğlu hadisesinde gösterdiği reaksiyon bile yine
Türkiye’nin yaşadığı bilinç değişimi ve olgunlaşma ile alâkalıdır. Zira bu ülke, son 13 yıllık sürece
kadar egemen güçlerin ve bürokratik üslerin çizdiği haritanın dışına çıkamayan, asla alternatif
bir görüşü dile getiremeyen bir ülke olmuştur. Bu
manada Erdoğan’ın zaman zaman yükselen sesi,
aslında kendine gelen Türkiye’nin sesidir.
Batı’nınçöküş,ErdoğanTürkiye’sinin
ÇIKIŞ KODLARI
Çanlar Batı için çalıyor! “Tükenmişlik sendromu” had safhada
“S
OĞUK Savaş yıllarına ait kalın perdenin kapanmasıyla birlikte gündeme gelen Körfez Krizi” meselesinden bugüne değin
birçok periyodik hamle ile üste çıkmaya ve türlü kurgularla
adım adım “İslam” belasından (!) kurtulmaya çalışan Batı,
apaçık bir çöküş içinde düpedüz “fobik” bir profil sergiliyor.
>> Köstebek yuvasına döndürdüğü dünya
coğrafyasında manevra alanı gitgide daralan
ve kendi kendini köşeye sıkıştıran hamleleriyle iyice panikleyen bir Batı var karşımızda. Derin korkular içinde olan, korktukça
daha fazla hata yapıp iyice saldırganlaşan,
ciddî bir kısır döngüye girdiğini bilen, stratejik manada esaslı bir “tükenmişlik sendromu” yaşayan ve oldukça telaşlı bir Batı…
Ünlü Amerikalı yazar Ernest Heming-
52
mart 2015
way’dan alıntıyla, bugün çanların, Batı’nın
pörsümüş, ben-merkezci ve kısır zihniyeti
için çaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ya
da stratejik anlamda benzeri salvoları üst
üste harcayan ve artık hatalı kodlamalarından dolayı kendi kendine blokaj oluşturan
Batı’nın apaçık bir “tükenmişlik sendromu”
yaşadığını… Bu çok net artık!
Hem siyasî üslup, hem stratejik hamleler,
hem de mefkûre bakımından ciddî bir kilit-
lenmişlik söz konusu. Siyasal, sosyal ve stratejik anlamda sürekli birbirini tekrar eden
hareketler var. Her açıdan hatırı sayılır bir
kısır döngü bu. Ne “İslamofobi” kurgusunun,
ne “insan hakları-özgürlük-eşitlik sakızı”nın,
ne de “demokrasi yalanı”nın kapatamayacağı
cinsten bir açık…
Batı/yor-du…
Evet, Batı oldukça yordu. Ama hep bir
çığlıktı aslında bu! Üretim yoksunluğunun,
hakikat adına ciddî bir fukaralığın çok doğal
bir neticesi… Batı, batıyordu artık…
Batan, Batı ekonomisi değildi belki, ama
Batı zihni ve mantalitesi batıyordu apaçık.
Kendini, icat ettiği sanal düşmanlar üzerin-
Ayten Çalış
[email protected]
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
Ve “Sünnetullah”taki doğal denge gereği, tıpkı bir
tahterevalliyi andıran sosyolojik düzen icabı, bir şey
batarken, bir başka şey çıkıyor, sürpriz bir biçimde
boy veriyordu. Siyahın siyahlığını beyazın, beyazın
beyazlığını siyahın yanında hatırlaması gibi,
daima “Ben!” diyen pörsümüş Batı zihni çökerken,
daima “Biz!” diyen bir başka ufuk hayat buluyor,
Anadolu’nun şahsında çok köklü bir alternatif vücut
kazanıyordu.
mart 2015
53
haberajanda
Kapak
den var etmeye ve güçlendirmeye alışmış, bu
klasik moda çakılıp kalmış o kokuşmuş zihin batıyordu. Hedonizm ve tüketim odaklı
o oksijensiz, o ruhsuz yaşam, sahte heyecanlara endeksli o sanal dünya batıyordu. Vizesiz gidilebilen ülkeler listesine bakıldığında,
koca dünyada korkudan kendini kapatan
Batı hudutlarını görmek bile, bu derin korkunun net bir yansımasıydı aslında.
Ve “Sünnetullah”taki doğal denge gereği,
tıpkı bir tahterevalliyi andıran sosyolojik
düzen icabı, bir şey batarken, bir başka şey
çıkıyor, sürpriz bir biçimde boy veriyordu.
Siyahın siyahlığını beyazın, beyazın beyazlığını siyahın yanında hatırlaması gibi, daima
“Ben!” diyen pörsümüş Batı zihni çökerken,
daima “Biz!” diyen bir başka ufuk hayat buluyor, Anadolu’nun şahsında çok köklü bir
alternatif vücut kazanıyordu.
Yüzyıllarca gücünü mağdura kol kanat
germek adına kullanan ve sonunda öz tohumunu sınırlı bir Anadolu coğrafyasına
gömerek köklenmeye bırakan o “ben ötesi”
bakış, o kadim nazar yeniden hayata dönüyordu.
Ortadoğu’nun her bir köşesi başta olmak
üzere, dünyanın dört bir yanında bir çakal
bir koyunu boğazlarken bu senaryoyu çevir
çevir okutan “beş kardeş”e “Dünya sizden
büyüktür!” diyebilen hatırı sayılır bir ses desibel desibel yükseliyordu…
Yüce (!) Kral’a yüzyıllardır methiyeler
düzen sahte ağızlar kemikleşmiş ve bu sakat
bakışı tek çıkış olarak dayatmışken, ecdadı
bembeyaz bir tarih yazmış olan o sürpriz
coğrafya, göğsünü gere gere “Kral çıplak!”
diyordu, “Kral Çıplak!”…
“Yüz yıllık bekleyiş” ve
ergenlik… “Mahalleye
Sahip Çıkacak Delikanlı”,
çocukluktan çıktı!
“Osmanlı” dediğimiz kâmil bakışın, dünya coğrafyasına hocalık yapan üst aklın etrafı alınıp da onun bedeninde cisimleşen, “adil
dünya düzenine ait ideal” bir kara deliğe süpürülünce mahalle sahipsiz kaldı ve “Amaca
giden her yol mubahtır” diyen küresel güçler,
köşe başlarını tutarak dünyayı “Tek yol: Yıkıcı güçlere itaat!” cümlesine demirledi.
Ve daima “biz” duygusu ile hareket eden
ecdadın vazifedar sürgünü T.C. Devleti,
yaklaşık yüz yıllık emekleme ve çocukluk
döneminden çıkıp buluğ çağına erince,
dünya üzerindeki bütün dengeler yeniden
harekete geçti.
Yeni dönemin müjdeleyici ismi ise şüphesiz ki Erdoğan’dı. İstanbul Beyoğlu İlçe
Teşkilatı’ndaki öncü çalışmalarının akabinde adım adım hedefe doğru yürüyen bu
sürpriz kart, bir türlü ergenlik dönemine
adım atamayan Türkiye için ciddî bir “katalizör” oldu ve Anadolu onunla birlikte aslına
rücû eden açılımlar yaşamaya başladı.
Peki ama neden ve nasıl oldu bu? Yıllardır bir ileri üç geri götüren kısır döngülerle
sıkıntılı bir koalisyon sarmalında can çekişen Türkiye aradığı kanı nasıl buldu?
Bu soruya Bosna özel çalışmamız esnasında Sarajevo’da Boşnakçasına da rastladığımız “Bir Liderin Doğuşu” kitabından
alıntıyla yanıt verelim. Erdoğan’ı yakından
tanıyan Hüseyin Besli ve Ömer Özbay’ın
ortak çalışması olan ve 100’ü aşkın baskı yapan kitap, bu soruya şöyle bir cevap veriyor:
“Modernleşme, geleneksel yapıları marjinalleştirip dışlarken, o yapıların sahiplendiği kimi
kavramları da aşağılama eğilimindedir. Yok
sayar hatta! Bu bağlamda ‘delikanlılık’ kavramı da modernist anlayışta karşılığı olmayan
bir tavırdır. Ya da Marx’ın olumsuzladığı biçimiyle bir nev’i lümpenlik.
Oysa halkın gözünde Tayyip Erdoğan’ın
Kasımpaşalılığı, onu alabildiğine ‘sahici’ kılan
bir özellik. Kendilerinden biri olduğuna dair,
kıymetli evrak hükmünde bir ‘tescil belgesi’.
Tayyip Bey de bu durumun farkında. Yakasına
taktığı kırmızı bir gül gibi taşıyor delikanlılığı,
kendisine yakıştırıyor. Sahiciliğini, temsil ettiği kitlenin değer yargıları üstüne inşa ediyor.
Bunu yaparken hiç zorluk çekmiyor; o değerlere
gerçekten sahip olmanın güveniyle hareket ediyor. Rol yapmıyor, içinden geldiği gibi davranıyor. Başka biri olma ihtiyacı duymuyor.
Sözgelimi, bir cenaze törenine katıldığında
güneş gözlüklerini takıp avlunun bir köşesinde
sıkıntıyla ellerini ovuşturarak beklemiyor, en
ön safta namaza duruyor. Namazdan sonra
mevtanın yakınlarına başsağlığı dileyip ortadan kaybolmuyor. Aksine, bütün safiyetiyle tabutun altına girip taşınmasına yardım ediyor.
İnsanlar bunu siyaseten yaptığını düşünmüyor,
aksine çok ‘sahici’ buluyor. Çünkü biliyorlar ki
Recep Tayyip Erdoğan, gerektiğinde cemaatin
54
mart 2015
Ayten Çalış
önüne geçip en sahih biçimiyle o cenazenin namazını da kıldırabilen bir geleneğin takipçisi.
Tribünlere oynamıyor; bunu, yıllarca top
koşturduğu futbol sahalarında yapacağı kadar
yapmış zaten, tezahürattan yana bir muradı
kalmamış. Halkın içinden gelen bir lider olmanın avantajlarını, halkı ve ihtiyaçlarını daha
iyi anlayabilmek için kullanıyor. Bunu başarıyor da…”
Evet, sorunun cevabı burada gizli! Türkiye, aradığı kanı bu şekilde buldu ve aradığını bulunca da cana geldi, nereden gelip
nereye gittiğini hatırlayıverdi. Dolayısıyla
bugün Türkiye’nin gelip kilitlendiği “başkanlık sistemi tartışmaları”, parlamenter
sistemin önüne arkasına dair “siyasî” bir
mesele değil aslında. Bir model tartışması
filan da değil. Mesele, çocukluktan ergenlik dönemine giren Türkiye’nin “Ben artık
rüştümü ispat ediyorum” deyişi, artık vücuda
dar gelen gömleğin bir üst bedenle değiştirilişi aslında. Siyasî bir fantezi değil, fıtrî
bir seyir yani…
Türkiye’nin rüştünü
ispatında Erdoğan’ın rolü
Erdoğan, kısır muhalefet anlayışının klişe
olumsuzlamaları üzerinden değil, “kendisi
üzerinden yürüyen bir lider” olduğunu, kendi aslî ufkunu baz alan gerçek bir karakter
olarak plastik siyasetçilerle asla aynı kefeye
konulamayacağını defalarca kanıtlayan bir
lider oldu. Bu çok açık! Türk siyasî hayatında bu manada zirve yapmış bir isim olarak
tarihî bir kimlik kazandı.
Tabiî bu üst kimlik, daha çok ilerideki zaman dilimlerinde netleşecektir. Zira insan,
içindeyken göremez birçok şeyi, olayın dışına çıkarak onu nesne edinebileceği sağlıklı
bir zamanı bekler. Bu zaman ve zeminse
“tarih”tir genellikle.
Erdoğan’ın neden tarihî bir figür olmayı
hak ettiğini gösteren birkaç konuşma örneğini hatırlayacak olursak, Davos’tan girer, Avrupa Parlamentosu ya da BM Genel
Kurulu’ndan çıkarız. Siyasî tarih içinde göz
göze gelinmeye korkulan mecralara verilen
dersleri, vecize niteliği kazanacak potansiyel
cümleleri peş peşe eklemek son derece kolay
olur.
Strasbourg’daki Avrupa Parlamentosu
toplantısında, “Madem çok demokratsınız, seçim barajını neden düşürmüyorsunuz?” sorusuna onca Avrupalının içerisinde gayet net
bir izah yapıp zarif bir üslup içinde, “Ülke
olarak yakaladığımız istikrarlı çıkışı kaybetmek istemiyoruz, bu nedenle tercihimiz değil.
Gerekirse halkımızla müzakere eder, icap edeni
de yaparız. Fakat bunu size soracak da değiliz!” diyebilen, Fransızların gözünün içine
baka baka “Demokrasi iddiası taşıyan sizler,
neden acaba Roman vatandaşları Fransa’dan
kovuyorsunuz?” diye sorabilen Erdoğan
önemlidir!
Gezi olaylarından dem vuran Almanlara,
“Peki, ya sizler neden Frankfurt ve Hamburg
olaylarında vatandaşa çok sert muamelelerde
bulundunuz? O inanılmaz müdahalelerin görüntü ve kayıtları elimizde! Biz de bunları izledik. Kaldı ki, orada Gezi’deki gibi geniş çaplı
bir kışkırtma olayı da yoktu” gibi cümlelerle
yanıt verebilen Erdoğan önemlidir!
Ermeni meselesini gündeme getiren Ermenistan Dışişleri Bakanı’nın yüzüne karşı, “Madem biz Türkler bu kadar kötüyüz ve
sevilmiyoruz, neden 40 binden fazla Ermeni
vatandaşı akın akın benim ülkeme geliyor?”
sorusunu yöneltebilen Erdoğan önemlidir!
BM Genel Kurulu’nda Mısır ve Filistin’i
dile getirerek, “Bu tepkisizlik ve suskunluk
daha fazla devam edemez! Bu BM niye var?”
diye soran, “Konvansiyonel silahlarla öldürülen insanlar nükleer meselesini fersah fersah aşmışken, bunu görmezden gelmek nasıl bir aklın
ürünüdür?” sorusunu açıktan ortaya atan
Erdoğan önemlidir!
“Dünya beşten büyüktür!” diyerek tarihî bir
tespit yapan ve yer aldığı safı bildiren, her
gittiği yerde bayrağını yerden alıp cebine
koyarak protokolvarî usulsüzlükleri tanımadığını ortaya koyan ve kendi tarzını yaşatan
Erdoğan önemlidir!
“Bir daha da Davos’a gelmem!” deyip gerçekten de bir daha Davos’a adım atmayan
Erdoğan önemlidir! Bunlar, Erdoğan’ın kişisel tarzından ziyade Türkiye’nin kendini
ispatıdır çünkü. Ezik büzük bir tipolojiye
sıkıştırılan silikleşmiş bir karakterin aslına
rücû edişidir bu. Hatta bir iç politika konusu gibi duran Metin Feyzioğlu hadisesinde
gösterdiği reaksiyon bile yine Türkiye’nin
yaşadığı bilinç değişimi ve olgunlaşma ile
alâkalıdır. Zira bu ülke, son 13 yıllık sürece
kadar egemen güçlerin ve bürokratik üslerin
çizdiği haritanın dışına çıkamayan, asla alternatif bir görüşü dile getiremeyen bir ülke
olmuştur. Bu manada Erdoğan’ın zaman
zaman yükselen sesi, aslında kendine gelen
Türkiye’nin sesidir. Ve bu bilindiği için Batı
“endişelidir”! Yani “Türkiye’nin gidişatından endişeliyiz!” ifadesinin Batı’ya tercüme
edilmiş hali, “Türkiye’nin kendine gelişinden
rahatsızız!” cümlesidir aslında.
“Başkanlık sistemi”
demek, “güçlü ve net bir
Türkiye” demektir
Türkiye başkanlık modeline, Erdoğan,
“Köşesinde oturan bir cumhurbaşkanı olmayacağım” dediği gün geçmişti aslında. 19 Ocak
2015 günü Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda
yapılan Bakanlar Kurulu Toplantısı ise bunun güncel bir dışavurumu oldu sadece.
Yani takvim zaten işlemekte.
Fakat uygulamada başlayan bu modelin
her türlü açıdan sistematize edilerek tescillenmesi ve tamamına erdirilmesi de elbette
önemli. Zira şüphesiz ki ibre, düşüşe geçen
Batı zihniyetini ve tozunu kirini silkeleyip
kendine gelen Anadolu ruhunu işaret ediyorken vitesi yükseltmemek, çeşme akarken
kovayı dolduracağına sağla solla sohbet etmeye benzer. Her şeyin bir demi, bir zamanı
ve zemini vardır elbet!
Şu an çocukluk evresini geride bırakarak
ergenliğini yaşayan Türkiye’nin kendi rüştünü ispat dönemi! Ve “başkanlık sistemi”
üzerinden yürüyen gündem de bu ispat sürecinin önemli bir parçası.
Kendi içinde tutarlı, güç kaybını minimize etmiş net Türkiye için şu an bu adım
elzem. Zira gelinen aşamanın icap ettirdiği bu! Erdoğan ne Cumhurbaşkanlığı
Sarayı’nı, ne de başkanlığı sırtına yükleyip
götürebilecek; Türkiye, şu an Erdoğan gibi
dirayetli bir isim üzerinden toprak yoldan
otobana çıkarılıyor, hatta yol genişletme çalışmaları ile birlikte bünyeye zarar veren kan
emici mahlûkat da yine onun eliyle temizleniyor. Olan biten bu!
Süreci zamanında ve zemininde sağlıklı
şekilde okuyarak ufka su taşıyanlardan olma
vakti artık! Onun için de “ideoloji”den abdest alma, siyasal ve sosyal körlükten “zamanın dili”ne hicret etme mevsimi!
Son söz, ismi çok çevrelerce kullanılsa
da henüz ne dediği anlaşılmadığı görülen
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nden olsun:
“Gözünü kapatan, yalnızca kendine gece yapar…”
mart 2015
55
haberajanda
Analiz
Sayın Erdoğan
tebrik edilmelidir.
Bu binaya yapılan
harcamayı eleştirenlere hayret etmemek mümkün
değildir. Bu sarf
edilen parayı Sayın Erdoğan borç
almamış; on cente muhtaç, memurunun maaşını
ödeyecek parayı
bile ancak dışarının deprem yardımlarından sağlayabilen bir devleti, kendi öz kaynağından katrilyonlar harcayarak kendi devlet
sarayını yapabilir hale getirmiş.
Bundan daha sevindirici bir şey
olabilir mi? Bu
binanın projesini bir Türk mimar
çizmiş, inşaatını bizim müteahhidimiz, mühendisimiz ve işçimiz
yapmış. Yani her
şeyiyle milli olan
bir eser. Bundan
gurur duymak
var iken, aşağılık duygusu içinde kıvranan, yabancılar karşısında kendisini pire
gibi görüp, ülkesini bir saraya layık göremeyenler! Kendi devri
iktidarlarında bir
kulübe dahi yapacak mecali olmayanlar! İnsanda biraz utanma
diye bir duygu olmalı değil mi?
56
mart 2015
Osmanlı’dan gü
Sabri Öğe
[email protected]
nümüze bir bakış
O
SMANLI DEVLETİ’nin hâkimiyet
kurmuş olduğu ülkeleri, süreleriyle
birlikte şöyle bir gözden geçirmemiz
acaba bu günkü meselelerimize bakışımızda bize bir ufuk açabilir mi?
Avrupa’da: Bulgaristan (545 yıl), Yunanistan
(520), Sırbistan (419), Karadağ (399), Bosna-Hersek (445), Hırvatistan (147), Makedonya (542), Slovenya (250), Romanya (484), Slovakya (22), Macaristan (192), Moldova (274), Ukrayna (296), Azerbaycan (26), Gürcistan (398), Ermenistan (41), Kıbrıs (343), Rusya’nın güney toprakları (355), İtalya’ın
güney doğusu (20), Arnavutluk (445), Kosova (524),
Voyvodina (192)...
Asya’da: Irak (404), Suriye (402), İsrail (402), Filistin (402), Ürdün (402), Arabistan (393), Yemen
(146), Umman (8), Birleşik Arap Emirlikleri (42),
Katar (42), Bahreyn (56), Kuveyt (375), Batı İran
(28), Lübnan (402)...
Afrika’da: Mısır (397), Libya (361), Tunus (330),
Cezayir (339), Sudan (397), Eritre (330), Cibuti
(329), Somali (361), Kenya sahilleri (350), Tanzanya
sahilleri (250), Kenya (5), Çad (37), Nijer (31), Mozambik (4), Fas (313), Mali (eski adı Gat Kazası 300),
Senegal (300), Gambiya (300), Gine (300), Etiyopya
(Habeşistan’ın bir kısmı 350)...
Himaye altında olanlar: Polnya (25), Belarus (25),
Litvanya (25), Letonya (25), Batı Sahra (250), Moritanya (250), Senagal (300), Kazan Hanlığı (30), Kasım Hanlığı (26), Nogay Hanlığı (163), Başkırdistan
(82), Buhara ve Kaşgar Hanlıkları, Açe Sultanlığı.
Osmanlı’ya haraç verenler: Avusturya (73), Venedik (182), Rusya (197), ABD (1797 yılında), Fransa...
Hilafete bağlı yerler: Hindistan Müslümanları
(Pakistan-Bengaldeş), Singapur, Malezya, Endonezya, Türkistan Hanlıkları, Kamerun...
Deniz hâkimiyetleri: Akdeniz’in tamamında 1 asır,
mart 2015
57
haberajanda
Analiz
Akdeniz’in doğusunda 3 asır, Karadeniz’in
tamamına 4 asır, Ege’nin tamamına 4 asır...
Bu tablo neyi ifade ediyor? Daha doğrusu bizlere, aydınlara, siyasetçilere, gençlerimize ne anlatıyor, ne düşündürüyor? Beş
kıtaya uzanmış olan Osmanlı Cihan Devleti, bu günün süper güçleri gibi kanla zulümle değil, bütün insanlığa bir baba şefkati ile yaklaşarak bir medeniyet götürmüştü.
Bu muhteşem imparatorluğun varisi olan
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu gün acaba
etliye sütlüye karışmayan, sırtını bu devasa
coğrafyaya dönük bir siyaset izleyebilir mi,
istese dahi bunu başarabilir mi? Tarih buna
izin verir mi? Suriye’ye, Irak’a sırtını dönebilir, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus’da olanlar karşısında Kemal Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi “Boş verelim, bize ne!”diyerek başını
kuma sokabilir mi?
Ne tarih, ne coğrafya ve ne de bu günün
dünyasının ortaya çıkardığı yeni stratejik olgular böyle uyuşuk bir devlet yönetimine
asla imkân vermez. Takriben 20-25 yıl önce,
galiba bir Mısırlı akademisyendi, çok ilginç bir şey söylemişti: “Türkiye İslam dünyasının liderliğinden istifa etti, fakat istifası kabul edilmedi.” Evet, büyük savaşın galipleri, Anadolu’ya hapsettikleri devletimize karşı elde sopa göstererek onu kıpırdayamaz hale getirmek istemişlerdir. O zamanki
Türkiye’nin hali malum; ekonomi yok, hiçbir kaynak yok, en önemlisi de insan kaynağı yoktu. Dolayısıyla devletimiz çaresizdi. Arkasından 2. Dünya Savaşı sonrası gelen soğuk savaş dönemi her ne kadar Türkiye için bir atalet dönemi olmuş ise de, insan
kaynağını geliştirmesi için iyi bir fırsat yaratmıştır. Buna mukabil, 2003 yılına kadar
olan süre içerisinde bitip tükenmeyen zayıf
koalisyon hükümetleri ve darbeler yüzünden nice altın değerindeki yıllarımız heba
olup gitmiştir. Şayet devletimizin yönetim
biçimi başkanlık sistemi olmuş olsaydı, o
çalkantılı koalisyonlar dönemlerini ve kayıp yılları yaşamamış olacaktık. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Haziran seçimlerinden sonra yapılmasını temenni ettiğimiz yeni anayasa ile en kısa zamanda başkanlık sistemine geçilmesi bir zaruret haline
gelmiş bulunuyor. Muhalefet cephesinin sırf
muhalefet taassubuyla buna karşı çıkmasının bir değeri ve ciddiyeti yoktur. CHP’yi
anlıyoruz, bu parti daima ülkenin kötülüğüne çalışmakla meşhur olmuş, öyle kurgulanmıştır. MHP de, Erdoğan husumeti üzeri-
58
mart 2015
ne öyle bir siyaset kurgulamış ki, kendi geçmişini, kurucu genel başkanını dahi çiğneyip geçebiliyor.
Başbuğ Alpaslan Türkeş
ne diyor?
Devlet-liderlik ilişkisini tarihi verilere dayalı olarak ülkemizde en iyi bilen Merhum
Alpaslan Türkeş, daha 42 yıl önce bakınız
ne diyor:
“Çağımız, kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır. Türk milleti dünya imparatorlukları kurduğu devirlerde, kuvvetli, adil ve hızlı
icra sistemini uygulamıştır. Kuvvetli ve hızlı icra, icra gücünün tek elde toplanmasıyla mümkündür. Bunun için tarih ve töremize uygun olarak başkanlık sistemini savunuyoruz. İcrayı, Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık olarak ikiye bölemeyiz. Her konuda
bütünleşmeci olduğumuza göre, icranın başında da bütünleşmeci olmalıyız. Türk tarih
felsefesi ve tarihinde icra organı hiçbir zaman bölünmemiş, yani tek bir başkan tarafından yürütülmüştür. Milliyetçi Türkiye’de
de, Demokratik Milli Cumhuriyet ilkesi
içinde Başkan, Türk Milletinin yürütme organının tek başı olacaktır.(1)
Cumhuriyet Dönemi’nde
ruhumuzu kaybetmişiz
Muhteşem İmparatorluğumuz tarih olmuş, devletimiz fiziki olarak küçülmüştür;
ama Osmanlı ecdadımızdan tevarüs etmiş
olduğumuz ruhumuz, yüksek kültür değerlerimiz yerinde durmaktadır. Dolayısıyla dilimiz, dinimiz, kültürümüz, mimarimiz ona göre olmalı değil mi? Fakat heyhat! Dilimizi Agop Martayan’ın elinde kabile diline çevirmiş, dinimizi irtica kaynağı sayıp kökünü kazımaya, kültürümüzü
Yunan’a benzetmeye çalışmışız. 1950’li yıllarda ilkokul ve ortaokulda okurken, malum, okulumuz, dershanelerimiz, her şeyimiz perme perişandı, yokluk içinde yüzüyorduk. Ama bir şey vardı ki, hayret edilecek
derecede mükemmeldi. Okul kütüphanesine, yaprakları süper kalite parlak kâğıttan
mamul bir dolu kitap gelmişti. O yıllarda
öyle kaliteli kâğıt Türkiye’de imal edilemediğine göre, mutlaka dışarıdan alınmış olmalıdır. Bu kitaplar Yunan klasikleri idi. Kitapların ilk sayfasında, bu klasikleri medeniyetin temeli olarak öven bir önsöz ve altında “Reisicumhur İsmet İnönü” imzası
bulunuyordu. Yurdumuzun bütün okulları-
na gönderilen bu kitapların parası acaba fakir devletimizin bütçesinden mi, yoksa emperyalizmin “hediyesi”miydi bilmiyorum.
Daha sonraları o kitaplar kaldırıldı. Merhum Menderes’in en büyük “suçlarından”
birisi de, sanırım bu emperyalist tuzağa geçit vermemiş olmasıdır.
Yunan kültüründen ne
bekleniyordu?
Ankara Güven Park’ta, Cumhuriyetin başlıca sembol eserlerinden birisi kabul
edilen iki genç insan heykeli vardır. Hangi
heykeltıraşın elinden çıktıysa, bu genç insan heykellerinde zerre kadar Türk insanına
benzeyen bir tek çizgi dahi yoktur. Kıvırcık
saçları, biçimsiz kafa yapıları, çirkin yüz hatlarıyla tamı tamına bir Yunan karakteridir.
Cumhuriyet dönemi mimarimiz olarak milli karakterde bir tane dahi eserimiz mevcut
bulunmuyor. Her ülkenin kendi büyüklüğüne izafeten özellikle saray, parlamento binası,
hava limanı, mabet gibi sembol mimari eserleri vardır. Osmanlı ecdadımız da, dünyanın
en büyüklerine nispet, bu gün de dünyaya
karşı yegâne iftihar kaynağımız olan muhteşem eserler vücuda getirmişler. Cumhuriyet döneminde ise bu manada milli karakterde bir tane dahi sembol mimari eserimiz
mevcut değildir. Bir Anıt Kabir yapılmış,
Yunan’ın Olimpos’unu andıran, işçiliği de
fevkalade berbat bir “mabet”tir. Devasa parlamento binamız ise, adeta büzülüp büyüklüğünü gizlemeye çalışan, bizim eski toprak
köy damlarını andıran görüntüsüyle hiçbir
sembolik değeri olmayan bir yapıdan ibaret.
Hepsi bu, başka da bir şeyimiz yok. Hayır bir
de, karikatür gibi kaba saba bir sürü heykel
ve bol palavralı vatan-millet nutukları. İşte
eski Türkiye budur.
Şimdi tasavvur edelim: Ülkemize gelen
bir yabancı devlet adamı, bir kasaba havaalanı görünümündeki Esenboğa’ya indikten,
yıkık dökük gecekonduların arasından kıvrıla kıvrıla giden tek şeritli yoldan geçtikten
sonra, sıradan bir bina olan Çankaya Köşküne vardığı; hele de Kızılay’da dolmuş durakları ile iç içe, hiçbir sembolik değeri bulunmayan zavallı başbakanlık binasını gördüğü zaman bizim ülkemize ve devletimize
ne ölçüde bir saygı duyabilir?
Cumhurbaşkanlığı
Sarayı, yeniden dirilişin
sembolüdür
Sabri Öğe
Türkiye yeniden aslına dönmekte iken, dünyanın en büyükleri ile yarışmanın cesaret ve şuuru içerisinde artık havalimanının, köprünün, yolun vs.nin
en büyüğünü, yani kendine yakışanını yapmakta iken, bu saray da en azından Fransız’ın Elize’sinden, İngiliz’in Bakingam’ından, Rus’un Kremlin’inden
aşağı olmamalı idi. Eskiden yurt dışına gidip de, bu büyükler bir yana, dünkü
vilayetlerimiz olan Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerin saraylarını, parlamento binalarını görür, bir de kendi ülkeminkilerini düşünür ve üzüntümden kahrolurdum.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın yaptırmış olduğu yeni sarayı gördüğümde üzüldüm. Bu
saray çok daha büyük ve görkemli ve tepeden tırnağa bizim Selçuklu ve Osmanlı mimarimizin karakterlerini taşımalıydı. Türkiye yeniden aslına dönmekte iken, dünyanın
en büyükleri ile yarışmanın cesaret ve şuuru içerisinde artık havalimanının, köprünün,
yolun vs.nin en büyüğünü, yani kendine yakışanını yapmakta iken, bu saray da en azından Fransız’ın Elize’sinden, İngiliz’in Bakingam’ından, Rus’un Kremlin’inden aşa-
ğı olmamalı idi. Eskiden yurt dışına gidip
de, bu büyükler bir yana, dünkü vilayetlerimiz olan Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerin saraylarını, parlamento binalarını görür, bir de kendi ülkeminkilerini düşünür ve
üzüntümden kahrolurdum.
Gene de çok iyi bir iş yapılmıştır... Sayın
Erdoğan tebrik edilmelidir. Bu binaya yapılan harcamayı eleştirenlere hayret etmemek
mümkün değildir. Bu sarf edilen parayı Sayın Erdoğan borç almamış; on cente muh-
taç, memurunun maaşını ödeyecek parayı
bile ancak dışarının deprem yardımlarından
sağlayabilen bir devleti, kendi öz kaynağından katrilyonlar harcayarak kendi devlet sarayını yapabilir hale getirmiş. Bundan daha
sevindirici bir şey olabilir mi? Bu binanın
projesini bir Türk mimar çizmiş, inşaatını
bizim müteahhidimiz, mühendisimiz ve işçimiz yapmış. Yani her şeyiyle milli olan bir
eser. Bundan gurur duymak var iken, aşağılık duygusu içinde kıvranan, yabancılar karşısında kendisini pire gibi görüp, ülkesini bir
saraya layık göremeyenler! Kendi devri iktidarlarında bir kulübe dahi yapacak mecali
olmayanlar! İnsanda biraz utanma diye bir
duygu olmalı değil mi?
(1) Alpaslan Türkeş. 9 Haziran 1973 MHP XI. Kurultay açış
konuşması. Dokuz Işık Milliyetçilik yolu, MHP Genel Merkez
Yayınları, Emel Matbaacılık Sanayii 1974-Ankara, s. 15.
mart 2015
59
haberajanda
Arşivden
Bakandan özür dileyen başyazar
G
AZETECİ-İKTİDAR ilişkisi deyince, “yandaş gazeteci” diye isimlendirdikleri gazeteciler akla geliyor. Oysa mevcut iktidara “yandaş” olmayıp “Ona nasıl yanaşabilirim?” diye kendini paralayanlara
da dikkat çekmek gerekiyor.
>> Geçen gün, Metin Toker’in
imtiyaz sahibi olduğu, Cüneyt
Arcayürek’in genel yayın müdürlüğünü yaptığı Akis dergisinin 11 Aralık 1954 tarihine ait
bir nüshası elime geçti. (Gerçi o
dönemde, künyede genel yayın
müdürü unvanı değil, “yazı işlerini fiilen idare eden” şeklinde
bir unvan kullanılıyormuş.)
İşte bu nüshada bir haber
dikkatimi çekti. Haberi önce
özetleyeyim:
Dünya gazetesinin sahibi
Falih Rıfkı Atay’dır. Köşe yazarlarından biri de Bedii Faik’tir.
İktidarda Adnan Menderes hükümeti vardır. Basından Sorumlu
Bakan Mükerrem Sarol’dur.
Mükerrem Sarol’un yolsuzluk
yaptığını içeren bir iddiayı köşesine taşıyan Bedii Faik, hapse
atılmıştır. Falih Rıfkı Atay, bunun
üzerine Av. Burhan Apaydın’a
bir mektup yazar. Bu mektubun
tamamını radyoda okur.
Diyeceksiniz ki, “İyi de Burhan
Apaydın’la konunun ne ilgisi
vardır?”. Şu ilgisi var: Sonradan
Yassıada’da Menderes’in avukatlığını da yapan Burhan Apaydın, 1954’te Mükerrem Sarol’un
avukatıdır. Yani Falih Rıfkı Atay,
Basından Sorumlu Devlet Bakanı Mükerrem Sarol’a değil, onun
avukatı olan Burhan Apaydın’a
hitap eder. İşte o mektuptan
birkaç satır:
“Sayın Burhan Apaydın, arkadaşım Bedii Faik hapse atıldı.
Sıhhî durumunu biliyorsunuz. Bir
hekim olan Mükerrem Sarol’un
bu durumda genç bir fikir adamını tevkifhanede tutmak istemeyeceğini pekiyi takdir ederim.
Bedii Faik, Devlet Bakanı Sayın
Mükerrem Sarol hakkında yazdığı
yazıyı tam tetkik edemeden
yazısına konu etmiştir. Amacı,
Sayın Bakanımızı rencide etmek
değildir. İyi tetkik edememesinden sadır olmuştur. Dedikodulardan müteşekkil bir haberi yazısına konu ettiği için Sayın Devlet
Bakanımız Mükerrem Sarol’dan
özür diliyorum.”
Evet, Falih Rıfkı’nın mektubundan şunu anlıyoruz: 1. Atay,
devletin radyosunda -ki o radyo,
Mükerrem Sarol’un bakanlığına
bağlıdır- Bakan’dan özür diliyor.
2. Özrü Bakan’a değil, Bakan’ın
avukatına hitaben yazıyor. 3.
Gazetesinin yazarı Bedii Faik’i
kurtarmaya çalışıyor. 4. Ama
Bedii Faik’i kurtarmak isterken,
onu “dedikoduyu kaleme alan
yazar” olarak nitelendiriyor. 5.
“Sayın” diye başladığına göre,
demek ki “sayın” sözcüğü,
1954’te de kullanılıyor. Oysa bu
sözcüğün isim babasının Bülent
Ecevit olduğu söylenirdi. 6.
Demek ki o dönemde bir “asil”,
asillerin gönderdiği vekillerin
çıkardığı bir “vekil”den, yani
bakandan özür dileyince, vekillerin vekilinin vekilinden özür
dileniyormuş.
60
mart 2015
Fikri Akyüz
[email protected] - Twitter.com/akyuzfikri
Arıtma Koruma Partisi: Selçuk Karaoğlu, 1946-1947. (Hayır,
bu “arıtma” sözcüğünün su arıtması ise ilgisi yok. Zaten o dönemde su arıtma sistemi yok. Ayrıca AK Parti’ye AKP diyenlere uyarı: Hakiki AKP, bu parti!)
O da kim?
Hakiki AKP 26
OCAK
1935
tarihli
Dahiliye
Vekaleti’nin (İçişleri Bakanlığı) talimatnamesi olan
belgede bakın ne yazıyor:
T
ÜRKİYE’de kurulan
partilerin isimleri ile
ilgili şöyle küçük çaplı
bir araştırma yaptım,
karşıma acayip isimler çıktı. Birkaç
tanesini genel başkanlarının adı ve
soyadı ile sıralayayım.
1. Arıtma Koruma Partisi: Selçuk Karaoğlu, 1946-1947. (Hayır,
bu “arıtma” sözcüğünün su arıtması ise ilgisi yok. Zaten o dönemde
su arıtma sistemi yok. Ayrıca AK
Parti’ye AKP diyenlere uyarı: Hakiki AKP, bu parti!)
2. Dokuz Yüz Kırk Altılılar Milli Mücadele Partisi: Asım Yavuz,
1962-1962. (Çok şükür ki parti,
adını Cumhuriyet’in Yirmi Üçüncü Yılına Tekabül Eden Bin Dokuz Yüz Kırk Altılılar Milli Mücadele ve Dandanakan Meydan
Muharebesi Partisi koymamış.)
3. Ergenekon Köylü ve İşçi Partisi: Arif Hikmet Adsız, 1946-1953.
(Kafasının karışık olduğu, kurucusunun adından belli. Nazım
Hikmet’in “Hikmet”i de var, Nihal Adsız’ın “Adsız”ı da.)
4. Güden Partisi: Halil Güden,
1951-1952. (Adamın soyadı “Çö-
ken” olsaydı, demek ki parti de
“Çöken Parti” olacaktı.)
5. Türkiye Özürlüsüyle Mutludur Partisi: Murat Dilmen, 19962003. (Haklı olarak, “Türkiye engellisiyle mutludur” diyor. Gerçi
Türkiye, engellendikçe daha da
mutsuz oluyor.)
6. Türkiye Sultan Partisi: Yaşar
Sultan, 1996-2001. (Teşkilatlandığı tek yer, muhtemelen Eyüp
Sultan’dır.)
7. Ufak Parti: Hüseyin Köycü,
1957-1958. (İşte haddini bilen
parti!)
Şöyle bir düşündüm, yeni bir
parti kursam adı ne olurdu acaba?
Aklıma gelenler:
Kararsızları Kararlı Hale Getirmeye Kararlıyız Partisi... 19 Mayıs
Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor
Partisi... Diğer Parti... Yüzde Yirmi Bandında Seyreden Parti... Bir
Oy Bir Oydur Partisi... İktidara
Diz Çöktüreceğiz Partisi... Sık
Kullanılanlar Partisi... Ulusal Yargı
Ağı Partisi (UYAP)... Halkın Rızasını Arama Partisi (HARAP)...
Halkın Ordusunu Şahlandırma
Fırkası (HOŞAF)
>> “Batı musikisinin halk
arasında günden güne yayılmakta olduğu görülmekte
ise de geçimi bu yüzden
olan bazı çalgıcıların umumi yerlerde hâlâ eski Şark
musikisini halka dinletmeye
çalışmakta oldukları haber
alınmaktadır. Vilayetlerde
muallimlere konserler verdirilmek suretiyle halkın
musiki ihtiyacının karşılanarak Batı müziğinin kökleştirilmesi ve bu suretle yakın
zamanda eski Şark musikisinin ortadan kaldırılmasının
teminini dilerim.”
Demek ki neymiş, Şark
müziği, dolayısıyla Bizans ve
Doğu müziğinden esinlenerek oluşturulmuş olan Türk
müziğinin çalınması, sadece
radyolarda değil, aynı zamanda “umumi yerlerde” de
yasakmış.
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya
«bakmış ki», umumi yerlerde birtakım çalgıcılar halka
Şark müziği “dinletmeye
çalışıyor”, hemen bir adet
“yönerge” yapıştırıyor.
Ama Atatürk’ün, bu saçma sapan görüşü bir devlet
adamına yakışır şekilde
devreye sokarak «def etmesi” ile Türk müziği kısa bir
süre sonra yeniden “sahne
almaya” başlamıştır.
Peki, yasaklanan müzik
türlerinden biri olan klasik
Türk musikisinin en büyük
bestekârı kimdir?
Ne yazık ki çok az kişi,
o bestekârın, 100 Türk
lirasının arka yüzünde yer
alan ve asıl ismi Buhurizade
Mustafa Efendi olan Itrî
olduğunu biliyor.
Yine peki, yarın öbür gün
cebinde dolaştırdığı bu 100
TL ile “Dienar”a gidip Ahmet
Böylebirsesgörülmedi’nin
albümünü alacak olan
gençlerimizden kaçı Itrî’yi
bilmektedir?
Evet, toplumuna yabancılaşmış bir neslin geldiği
yer ne yazık ki, Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olan
Ermeni, Rum ve Yahudi olan
azınlık mensuplarından
“yerli yabancılar” diye söz
eden Yargıtay kararlarının
verilebildiği yerdir. (HGK
E:1971/2-820, K:1974/505,
08.05.1974)
(Bazen bir virgül ne kadar
önemli, değil mi? Yukarıdaki
paragrafın ilk satırında yer
alan “ne yazık ki” ünleminden sonraki virgülü kaldırıp
bir kez daha okursanız, virgülün önemli bir nokta olduğunu görmüş olacaksınız.)
mart 2015
61
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
Ülkenin ekonomik göstergelerine bakmak gerekirken,
o dönemki yayınlarıyla “Şurada filanca namaz kılarken
yakalandı”, “Filanca yerde çocuklara Kur’an okutulurken
yakalandı”, “Bu böyle yazdı”
veya “Şu kimse çarşafını
şöyle bağladı” gibi haberleri
yapmayı malum basın kendisine görev addetmişti. Toplumu bu noktada germeye
başladılar. O günün ifadesiyle “zinde güçler” dediğimiz
güçler de her an bu maksatlı
yayınların, maksatlı dedikoduların, hatta provokasyonların etkisi altında kaldılar.
***
“Biz bu noktaya, 1971’den beri
damdan düşe
28 Şubat döneminde ülke
öyle bir noktaya geldi ki,
düşünebiliyor musunuz, Refah Partisi iktidarda, Adalet
Bakanlığı Refah Partisi’nde
ve Cumhuriyet Başsavcısı
iktidardaki Refah Partisi’ne
kapatma davası açıyor…
Hem de bunu yaparken, hiçbir teamül ve yasada olmadığı halde, kapatma davası
açtığıyla ilgili iddianameyi
bir basın toplantısıyla basına
duyuruyor vatanı kurtaran
bir kahraman gibi(!)… Bu,
büyük bir olaydır!
***
28 Şubat örtülü darbesinde,
belki 1980’le birlikte yapılan bazı baskılardan daha
şiddetlisine ve daha büyük
kanunsuzluklara şahit olduk.
Tabiî basının önemli bir kısmı, sermayenin tamamına
yakını, sivil toplum kuruluşlarının önemli bir kısmı, işçi
ve işveren sendikaları bildiri
yayınlayacak kadar gözleri
dönmüş derecede darbenin
yanında ve o kalemler durmadan iftira mekanizmasını
yürütüyorlar… İşte böyle bir
durumda, darbenin etkisinin
az olacağını asla düşüneme-
62
mart 2015
İsmail Alptekin
Servet Hocaoğulları
Mehmet Serhat Bıçak [email protected]
düşe geldik”
F
AZİLET Partisi Kurucu Genel Başkanı İsmail Alptekin ile gerçekleştirdiğimiz söyleşinin ikinci bölümünü sunarken, birimci bölümde Sayın
Alptekin’in doğumundan Millî Selamet Partisi’nin kapanışı ve Refah
Partisi’nin kuruluşuna kadarki dönemi işlediğimizi hatırlatarak bir noktaya değinmek istiyoruz.
>> Söyleşimizin birinci bölümünde,
siyasette erdem ve hafızanın, vefa ve istikametin fotoğrafına dair küçük bir yorumda
bulunmuştuk. İkinci bölüm için gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, yine bu çizgiden
şaşmayan ve röportaj metninde karşılaşacağınız iki cümleye burada yer vermek
niyetindeyim ki ilk cümle şu: “1999 seçimlerinde, Ankara’da siyasete başladığım halde
Bolu Teşkilatımız, memleketim olan Bolu’dan,
benim gibi bir evladını Meclis’e taşımak için
çalıştı ve muvaffak oldu.”
Sizce bu cümle ne anlatıyor? Bu fakirin
düşüncesi şudur: Siz, inandığınız davanın
yolunda Rabbinizin sadece biricik kulusunuz. Demokrasi denen şey, halk temsilcilerinin yine halk tarafından seçilmesi ve
bu noktada organizasyonların kurulması
ise, işte biricik kul, olan başarının kendinden olduğunu değil, yanında yer alan
potansiyelin ürünü olduğunu bilecek. Bu
cümledeki erdemli duruş diyor ki, “Onlar
istemeseydi seçilemezdim”.
Röportaj metninden buraya taşıyacağım
ikinci “ders” nitelikli cümle şudur: “Partimizin üst yetkilileri, Genel Başkanımız,
büyüklerimiz, ‘Sen Meclis’te hizmet et’ derlerse baş üstüne…”
Belki birinci cümle için içinizden geçe-
bilecek “Ne var bunda?” tepkisini bu kez
tamamen verdiniz, ancak bütün cümledeki
“büyüklerimiz” söylemine dikkatinizi çekeyim. Zira Sayın Alptekin, partisinin ve
de Türkiye siyasetinin en ehliyetli ve en
tecrübeli bir iki isminden biri. Buradaki
“büyüklerimiz” vurgusu, onun siyasette
şahıslara değil, doğrudan davasına olan
rabıtasını nasıl da gösteriyor. Bu duruş,
ülkemiz siyasetinde yaş, mevki, makam ve
rütbe üzerine cenk edenlerin ne büyük bir
yanlışta olduklarını, erdemi ve bilgisiyle
hizmet edenler hakkında “Dünkü çocuk!”
yorumunun yapılmasının ne büyük bir hata
olduğunu göstermesi bakımından ziyadesiyle mühimdir.
Sayın İsmail Alptekin’e, bize yine o yoğun geçen günlerinden ikisini fazla fazla
ayırdığı için çok çok teşekkür ediyor, kendisinden ebeden razı olması için Rabbimize dua ediyoruz.
***
“Yarın ne olacağını,
hangi davanın açılacağını,
hangi yeni bandın ortaya
çıkacağını bilemiyorduk”
• Millî Selamet Partisi kapatıldıktan
sonra Refah Partisi ile yola devam
yiz! Bu zelzelenin şiddet oranı çok
yüksekti.
***
Siyasette adam yetiştirmek o
kadar kolay değildir; siyaset, okumakla ve diplomayla olsaydı, dünyadaki dâhilerin tamamının parti
lideri olmaları gerekirdi. Ancak
böyle bir şey yok! Siyaset, Allah’ın
verdiği bazı özel kabiliyetler ve
yaşayarak pişmek ile öğrenilir.
Nasrettin Hoca’nın damdan düşme
meselesi var ya, işte öyle! Biz bu
noktaya, 1971’den beri damdan
düşe düşe geldik. Buna rağmen
her gün yeni bir senaryoyla karşılaşıyorduk ki hiçbir senaryo, birbirine benzemiyordu. Ancak Allah
bu millete yardım etti ve Refah
Partisi’nin kapatılmasından sonra
Fazilet Partisi, Türkiye’de yeni bir
dönemi de başlatmıştır.
***
Mesela Ermeni meselesi üzerine
kaç kitabımız var? Diaspora, para
vererek uydurma ama ciltlerce
kitaplar hazırlattı, hazırlatıyor…
Mesela komşularımızla ilgili yıllardır hocalarımız ne araştırdılar?
Tarihimiz 4000 yıl evvele dayanıyor, bu tarihi derinlemesine araştırıp aktaracak çalışmaları görmek
istiyoruz. Avrupa ülkeleriyle ilgili
1-5-10-50-100 yıllık araştırmalar
yapılmış mı hiç? Ama ne yaptılar?
Cübbelerine giyip sokağa dökülerek orduyu göreve çağırdılar... Bu
mu?! Türkiye’nin bu anlayıştaki
kadroyu kırması lazım.
***
Partimizin üst yetkilileri, Genel
Başkanımız, büyüklerimiz, “Sen
Meclis’te hizmet et” derlerse baş
üstüne… Yok, demezlerse de bir
şey diyemem, burası da emanet.
Siyasetteki en büyük hastalık,
“görev isteme ve o görevi isteyen
başkalarının ayağını kaydırma”
hastalığıdır. Bu çok tehlikeli! Siyasî
anlayışımızdan bunu çıkarmalı,
“Kendin için istediğini kardeşin
için de istemelisin” düsturunu
oturtmalıyız. Hâsılı, nasipse olur…
Hayırlısı…
mart 2015
63
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
En iyi kanunu yaparsınız, ama kanunu uygulayıcı
kurum o kıvamda değilse, o kanunu hazmetmiş ve
kanuna inanmış değilse -kanunlar yorumlanabilen
cümlelerdir-, o kanundan iyi bir sonuç çıkmaz. Yani
kanun iyi olabilir, ama uygulama kötü olursa, millet
de o kanunu kötü kabul eder.
edildi. Ancak Refah Partisi
başlangıcında tüm teşkilat yöneticilerine siyaset
yapma yasağı geldiği için
doğrudan aktif görev almamıştınız. Bu süreçte
nasıl bir mücadele dönemi
geçirdiniz?
Refah Partisi’nin kuruluş
hazırlığını biz yaptık ama kurmak bize nasip olmadı yasaklı
olmam sebebiyle. Ancak bu
süreçte bizim görevimiz bitmiş
değildi.
Sıkıyönetim Mahkemesi’nde
devam eden davalar, daha
sonra Ankara Devlet Güvenlik
Mahkemesi’ne aktarıldı. O
64
mart 2015
davaları takip ederek bizzat
meselenin başında bulunup işlerin organizasyonunu yapmak
yine bize düşmüştü. Dolayısıyla yoğunluğumuz yine devam
etti. Kaldı ki, bu yoğunluk
içerisinde eğer partide önemli
bir görev verilseydi davalarla
ilgilenmemem lazımdı; ancak
yarı yarıya yürütmek mümkün
değildi.
Ben aşağı yukarı 1986’ya
kadar söz konusu davalarla
ilgilendim. Ancak tabiî bu
arada da yeni davalar açıldı.
Mesela o zaman Avrupa Millî
Görüş Teşkilatı’nın Türkiye’de
bir davası açılmıştı. Teşkilat
Genel Sekreteri Hasan Damar
kardeşimizin öncüsü olduğu
yakalanan bir grupla teşkilat
içinde olmayıp da başka cemaatlere mensup başka kardeşlerimiz de aynı dava dosyasında
toplanmışlardı. Hiçbirini ayırmadan, yine savunmalarında
bulundum ve bu görevi uzun
süre yürüttüm.
Bir dava açılmış, tam biz
işi son savunma noktasında
bitirmek üzereyiz, iki taraftan bir bant daha geliyor, sil
baştan yeni bir dava açılıyor
ve bu kez onunla ilgileniyorduk. Bu davaların bir türlü
sonu gelmiyordu. Hasan Bey
o dönem birçok ceza aldı ve
cezaevine girmek zorunda
kaldı. Ulucanlar’da yattı; cezaevi psikolojisini biliriz, her
hafta en az bir defa ziyaret
etmek gerekiyordu kendisini.
Haymana’ya sevk edildiğinde
de yanına gidip gelmek icap
ediyordu…
Hâsılı, o dönemde bizim
evimize gidecek pek vaktimiz
olmadı. Hep bu davalarla, hep
bu mücadelelerle uğraşmalıydık. Çünkü yarın ne olacağını,
hangi davanın açılacağını, bu
davanın kimi ilgilendireceğini,
hangi yeni bandın ortaya çıkacağını bilemiyorduk. Böyle bir
mücadele dönemi geçti.
“Filanca yerde
çocuklara Kur’an
okutulurken
yakalandı”
manşetleri
• Bundan sonraki süreçte
aktif siyasete siz de dâhil
oluyorsunuz ve giderek
yükselen Refah Partisi’nin
grafiğini 1995’te seçimin
birinci partisi olarak görüyoruz. Ancak işler bu noktadan sonra hiç iyi gitmiyor
ve 28 Şubat 1997 gününe
uyanıyoruz. O günleri
nasıl anımsıyorsunuz, nasıl
değerlendiriyorsunuz postmodern darbeyi?
1986’dan sonra o davalar ya-
Mehmet Serhat Bıçak
vaş yavaş bitmeye başladı. Ama
arkadan münferit olsa da gerek
Avrupa, gerekse Türkiye’den
163. madde ve diğer din ve
vicdan hürriyetiyle ilgili konularla davalar açılıyordu, biz
yine onlarla ilgileniyorduk.
Benim Refah Partisi’yle tekrar aktif siyasete dönüşüm, işte
bu tarihlerden sonra yapılan
bir kongrede Yüksek Disiplin
Kurulu’na seçilmemle olmuştur. Orada da Başkan Vekili
olarak uzun süre görev yaptım.
Ancak bu arada herhangi bir
dava açıldığında yine o davaya,
cübbeyi giyip çantamızı alarak
gitmek bize düşüyordu.
1990’a kadar böyle bir dönem geçirdikten sonra, 1991’de
yapılan seçimlerde Refah
Partisi ciddi bir başarı kazandı.
1995’te birinci parti oldu. Yükseliş bu süreçle birlikte partide
devam etti. En 1995 seçimlerinde aday oldum, ancak
seçilmek nasip olmadı. Öyle
ya, “Nasipse olur, nasip değilse
olmaz” deyip yine kendi hizmetimize devam ettik.
Refah-Yol hükümeti döneminde Türkiye, rahmetli
Hocamın ortaya koyduğu
ekonomik projeyle çok ciddi
bir atılım çizgisine girdi, bunalım içerisindeki ekonomi
rahatladı. Bu rahatlama sadece
dış etkenlerden kaynaklanmıyordu, içerideki kaynakları iyi
kullanmakla da ilgiliydi.
Mesela o dönemde memura,
işçiye ve emekliye tarihinde
görülmemiş bir zam verildi ve
bu zümre rahatlatılmıştı. Dolayısıyla Refah-Yol hükümetinden halk memnunken sistem memnun değildi. Sistem,
yolunda giden işlerden çok
rahatsızdı; “Bu işler böyle yürür, ekonomik başarı da devam
ederse Refah Partisi daha da
yükselir, belki tek başına dahi
iktidar olur” gibi düşüncelerle
malum mekanizmalar harekete
geçtiler.
Ülkenin ekonomik göstergelerine bakmak gerekirken,
o dönemki yayınlarıyla “Şurada filanca namaz kılarken
yakalandı”, “Filanca yerde
çocuklara Kur’an okutulurken
yakalandı”, “Bu böyle yazdı”
veya “Şu kimse çarşafını şöyle
bağladı” gibi haberleri yapmayı malum basın kendisine
görev addetmişti. Toplumu bu
noktada germeye başladılar. O
günün ifadesiyle “zinde güçler”
dediğimiz güçler de her an bu
maksatlı yayınların, maksatlı
dedikoduların, hatta provokasyonların etkisi altında kaldılar.
Kaldı ki, 28 Şubat döneminde Fadimeler, Kalkancılar
ve sair isimlerin karıştığı birtakım olayların, daha sonraki
dönemlerde yapılan araştırmalarla belli güçler tarafından
organize edilmiş birer senaryo
olduğu, amaca giden yolda
kullanılan birer argüman olduğu ortaya çıktı.
O dönemlerde halka doğrudan bizi gösterecek televizyon
ve diğer medya organları
yoktu. Güçlü gazetelerimiz
yoktu. Malum gazeteler öyle
bir manşet atıyorlardı ki halkın
kafası dağılıyordu. Halk ciddi
manada bunlardan etkilenmiştir, bunu kabul etmek lazım.
28 Şubat döneminde ülke
öyle bir noktaya geldi ki,
düşünebiliyor musunuz, Refah Partisi iktidarda, Adalet
Bakanlığı Refah Partisi’nde
ve Cumhuriyet Başsavcısı
iktidardaki Refah Partisi’ne
kapatma davası açıyor… Hem
de bunu yaparken, hiçbir teamül ve yasada olmadığı halde,
kapatma davası açtığıyla ilgili
iddianameyi bir basın toplantısıyla basına duyuruyor vatanı
kurtaran bir kahraman gibi
(!)… Bu, büyük bir olaydır!
Türkiye’de iyiye giden ekonomi, bu sarsıntılar sebebiyle
de etkileniyordu. Böylece 28
Şubat’ın, yani bu örtülü darbenin adım adım bütün şartları
ve altyapısı hazırlandı.
Tabiî daha önce de ifade
ettiğim gibi ben, Millî Nizam
Partisi’nin kapatılma davasına
da şahit olan ve partiyi savunan ve de 1980 Darbesi’nin
sonuçlarından biri olarak bütün siyasî partiler kapatıldığı
sırada bu kez de Millî Selamet
Partisi’nin kapatılışına şahit
olan bir hukukçu-siyasetçi
olarak, bu davalarda haklarında dava açılan tüm teşkilat
mensuplarının (Avrupa, gençlik kolları vs.) savunmalarını
yıllarca yürütmüş biri olarak şu
düşüncedeydim: Görünen köy
belli ki, hukuk hâkim değil ve
kanunlar uygulanmıyor; mekanizma ne yapmak istiyorsa,
yasalar da ona göre yorumlanıyor, eğilip bükülüyor… Bu
yüzden de Refah Partisi’nin
suçsuz olduğuna inanan biri
olarak, nihaî manada hukukî
bir sonucun çıkmayacağı
kanaatini herkes gibi ben de
taşıyordum.
Partiyi kapatacaklar; ama
bugün, ama yarın… Peki,
kapatmakla iş hallolur mu?
Milletin kendi kanaati, inancı,
hedefi ve arzusu var; bu yüzden toplumu istenen çizgiye
göre biçimlendirmek çok zor.
Bugüne kadarki toplum mühendisliğinin hepsi iflas etmiş,
hesap kitaplarının hepsi yanlı
çıkmış ve tutmamış. İşte bu
düşünceyi bilerek ve durumu
görerek, söz konusu kısmın
boş ve de toplumun sahipsiz
kalmaması adına fikir jimnastikleri yapıldı.
Şunu çok net şekilde belirteyim: 28 Şubat örtülü darbesinde, belki 1980’le birlikte
yapılan bazı baskılardan daha
mart 2015
65
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
şiddet oranı çok yüksekti.
Öyle bir duruma gelinmişti
ki, artık demokratik siyasetin
bittiği düşünüldü. Bundan
sonra öyle bir güç ittifakı var
ki, “Bunlar Türkiye’nin yönetimini bütünüyle dizayn edecekler, ülkeyi başka noktalara
götürecekler” şeklinde bir fikir
var. Bütün siyasetçilerin güveni
kırıldı, siyasete güven kalmadı.
Darbe yanında olanların tabiî
neşeleri yerindeydi, ama demokrasiye inanan siyasetçilerin, bilim adamlarının, gazetecilerin ve kanaat önderlerinin
hakikaten moralleri son derece
bozuktu.
Hatta öyle bir noktaya
gelindi ki, sokak duvarlarının
bile fişlendiği bir boyuta erişildi. İki kişi bir arada, “Acaba
bunlar neden birlikteler?”
diye fişlenmekten korktuğu
için yürüyemiyordu. Bizim
cenahtaki insanların dünkü
dostları bizlere selam vermiyor,
“Nemelazım, şu sıra o tarafta
fazla görünmeyeyim” diye
bizden kaçıyorlardı. Herkesin
fişlendiği, herkesin peşine birer
polisin takıldığı ve hakikaten
toplumun ümidinin azaldığı
bir dönemi yaşadık, siyasette
denizin bittiği noktaya geldik
28 Şubat’la.
O sıralar “Hoca yanlış yapıyor”, “Duvara tosladı”,
“Beceremediler”, “Hoca’nın ekibi yoruldu” gibi beyanlar oldu. Gönül dostlarımızdan dahi bunları
duyduk. Zaten bu tür olaylar tabanımızın ve teşkilatımızın birbirine daha çok kenetlenmesine vesile
olmuştur. Bu, bizim için bir tür sakal tıraşı oldu. Ama
bizim de sakalımızı çok kestiler; uzayan her sakalı
kestiler…
şiddetlisine ve daha büyük
kanunsuzluklara şahit olduk.
Tabiî basının önemli bir kısmı,
sermayenin tamamına yakını,
sivil toplum kuruluşlarının
önemli bir kısmı, işçi ve işveren sendikaları bildiri yayın-
66
mart 2015
layacak kadar gözleri dönmüş
derecede darbenin yanında ve
o kalemler durmadan iftira
mekanizmasını yürütüyorlar…
İşte böyle bir durumda, darbenin etkisinin az olacağını asla
düşünemeyiz! Bu zelzelenin
Bir İçişleri
Bakanlığı yetkilisi:
“Parti kuruluşları
böyle olmaz!”
• Ve siyasetin tükendiği yerde ille de siyasetle hareket
etme azminin fotoğrafı Fazilet Partisi ile veriliyor…
Partinin kuruluş günleri
ve sonrasına ilişkin neler
söylemek istersiniz?
Bu dönemde, Türkiye
üzerinde kara bulutlar vardı.
Ekonomi yeniden bozulmuştu.
Düşünebiliyor musunuz, özel
sektörde işveren birine “Şu
adamı işe alacaksın, şunu ise
almayacaksın!” dayatması ya-
pılıyordu. Tutuklananlar hesap
sorulmadan içeri alınıyorlardı.
Hukuk yok, kanunlar yürümüyor ve ne hazindir ki, asıl darbe
yargıdan geliyor, yüksek yargıçlar darbecileri alkışlıyorlar…
İşte tam bu noktada,
Türkiye’de takdire inanarak bu
milletin ümitsizliğe düşmemesi için bir hareketin oluşması
gerekiyordu. İstişareler de
bunu gösteriyordu. Bu hareketi
birileri meydana getirecek ve
sonuçlarına da katlanacaklardı.
Cenab-ı Allah bunu bize ve 33
arkadaşımıza nasip etti. Uzun
istişarelerden sonra Fazilet
Partisi’ni kurma kararını aldık
ve bunu düşünceden fiiliyata
geçirme noktasına getirdik.
Bu arada şunu da ifade etmek isterim: Kuruluş dönemi
5-6 ay kadar sürdü. Birçok
insanla istişare ettim, birçok
dostumun ayağına, evine, işyerine gittim. “Çok kapalı olarak,
sizde kalması üzere bunu size
söylüyorum; biz bir çalışmanın içerisindeyiz ve sizi bu
çalışmanın içerisinde görmek
istiyoruz” dediğimiz birçok
–maalesef- arkadaşım mazeret
beyan etti. “İşim var”, “Bana
uygun değil” gibi bahaneler
sundular. Hiçbiri demedi ki,
“Ben bu ceberut 28 Şubat’tan
korkuyorum”, hiçbiri bunu
itiraf etmedi. Bize katılmak
isteyen bazı isimleri de biz
uygun görmedik.
Beraber hareket ettiğimiz
33 arkadaşı incelerseniz, yüzde
80’inin esnaf olduğunu görürsünüz; yani tam Anadolu,
hiçbir hesabı veya ön niyeti,
hiçbir talebi yok bu isimlerin.
“Ben kurucuyum, ileride bana
şunları verin” gibi girişimler
yok. “Bayrak düşmesin, dava
ayakta kalsın! Bu hareketin
bir kapısı, bir tabelası olsun”
şeklindeki düşüncelerle yola
çıkan insanlar… Ve bütün bu
çalışmaları da Sıhhiye’deki
ofisimde yaptık. Bizim ofisin
Mehmet Serhat Bıçak
bereketliliğini tarih de yazar
inşallah. (Gülüyor.) Tabiî
avukatlık yaptık, orası bir
hukuk bürosu ve dolayısıyla
herkesin rahatça girip çıkacağı
bir mekân, kimsenin dikkatini
çekmiyor.
Kuruluş gününü belirledikten sonra dosyayı hazırladık ve
iki üç arkadaşımız dosyamızı
İçişleri Bakanlığı’na teslim
etti. Dosyaları teslim edip
geldikten sonra bana dediler
ki, “Oradakiler dosyayı götürdüğümüzde biraz şaşırdılar,
‘Parti kuruluşları böyle olmaz,
kurucular önceden basına
haber verirler, gazeteciler gelir,
fotoğraf çektirirler. Ama siz
sessiz sedasız geldiniz, biz şimdiye kadar böyle bir kuruluşa
rastlamadık”. Biz de “Meğer
öyleymiş usul” diyerek biraz
neşelendik. (Gülüyor.)
Saat 16:30 gibiydi, 17:00’den
hemen sonra –basına haber
vermişler- bizim telefonlar çalmaya başladı “Partiniz hayırlı
olsun, gelip konuşalım” diye.
Biz de “Buyurun” deyip büromuza davet ettik. Tabiî ondan
sonra basınla geniş bir iletişim
ağı kurduk.
Gazeteciler özellikle beni
araştırıyorlardı. Öncelikle
baroya gitmişler… Ben basına
herhangi bir fotoğrafımı vermemiştim, o günkü gazeteleri
araştırırsanız, benim baro levhasındaki resmimi bastılar.
Böylece biz “Bismillah” dedik ve iyi niyetle, ihlasla, milletin ve memleketin hayrına
hizmet arzusundaki 34 arkadaş
olarak Fazilet Partisi’ni kurmuş olduk. Kuruluştan itibaren
çok büyük bir ilgi ve alakayla
karşılaştık. Bir gazeteci bana
şöyle söyledi: “Biz sizi avukat
olarak araştırdık, geçmişinizi
araştırdık, ailenizi araştırdık,
çocuklarınızı araştırdık, vallahi
sizin aleyhinize yazacak bir şey
bulamadık. Hatta daha da ötesi, ben sizin fikrinizle uyuşma-
yan avukatlarla da görüştüm,
‘O samimi bir Müslümandır,
inançlarından taviz vermeyen
dürüst biridir. Onu sever ve
sayarız’ dediler.”
Partiyi kurduktan sonra
aşağı yukarı beş altı ay yine
büromda çalıştık, maddî
imkânlarımız kısıtlıydı. Daha
sonra Maltepe’de bir genel
merkez binası kiraladık. Bu
dönem bizim için çok sıkıntılı ve zordu. Bir tarafta 28
Şubat’ın baskısı ve riski var;
bu yüzden her söz ve hareketimize dikkat etmek, ölçülü
olmak, davamıza ve ülkemize
zarar gelmemesini sağlamak
durumundaydık. Teşkilatlarımızın önemli bir kısmını da
bu dönemde kurmak nasip
oldu bize. Bu noktada başarılı
olduğumuzu düşünüyorum.
“İnsan, her şeyin
emanetçisi”
Refah Partisi kapatıldıktan
bir süre sonra, partideki milletvekilleri birer ikişer partimize
katıldılar. Yine Meclis’te ana
muhalefet partisi olduk böylece. Elhamdülillah, belli bir
süre ana muhalefet partisinin
Genel Başkanlığı görevi de
bize nasip oldu.
Partiyi kurduk ve o noktaya
getirdik; ancak dava önemli
ve parti benim değil, milletin partisi. O sıralar adımı
“Emanetçi” koydular. Bir şey
bulamayınca “Emanetçi”…
Gazeteciler, bir savunma
yapacağımı düşünerek bu
soruyu sorduklarında beklemedikleri bir cevap verdim:
“Bana ‘Emanetçi’ diyorsunuz,
ama evet, ben emanetçiyim.
Çünkü ben bir şeye inanıyorum. Bu beden de, oturduğum
koltuk da, yediğimiz içtiğimiz
de birer emanet. Yaşıyoruz,
bir süre sonra gideceğiz. Her
makam birer emanettir. Her
kim ‘Bu makam benim!’ dediyse yanıldı. İşte ben böyle bir
emanetçiyim! Ben emanetin
ne olduğunu biliyorum, o
şuurla da işimi yürütüyorum.”
Bu konuşmadan sonra o tabiri
kullanmadılar.
• Başbakan Davutoğlu için
de aynı tabiri kullanıyorlar;
basındaki o tavır hiçbir
zaman değişmiyor…
Tabiî… Belirli bir kesim
o sözü kullanıyor. Ancak her
şey bize birer emanet; araban
da, evin de, makamın da, ailen
de… Dolayısıyla biz o konuşmalara itibar etmedik ve usulünce uyararak gerekli cevabı
verdik.
Siyasî hayatımın bu sürecinde ailevî bir takım sıkıntılarla
da karşı karşıyaydım. Bir taraftan parti kuruluşu, bir taraftan
teşkilatları organize ediyor,
ana muhalefet partisinin genel
başkanı olarak Türkiye’yi gezerek nabız tutmam gerekiyor,
ancak bir tarafta da hasta olan
eşimle ilgilenmeliydim. Hastalığı başlayalı 15 yıl olmuş
ama o günlerde durumu daha
da kritikleşmişti. “15 gün hastanede, bir ay evde” şeklinde
bir gelgit durumu yaşıyordu.
Allah razı olsun, yakınlarımız
ve dostlarımız bizzat bakımıyla
igilenip destek oluyorlardı.
Emin olunuz ki, Cenab-ı Hak
sabır, metanet ve kolaylık verdi.
Böyle bir durumda, böylesi bir
ağır yükü almak kolay değildi.
Gece yarılarına kadar çalışmalarla ilgileniyordum ama eve
gittiğimde hasta eşimin uyumadığını görüyordum. Rabbimin takdiri, eşim 1998’de
vefat etti.
• Allah rahmet eylesin, makamını yüceltsin…
Amin… O acı günleri bu
şekilde yaşadık. Hizmetse devam ediyordu, dolayısıyla biz
de çalışmalarımızı sürdürdük.
Fazilet Partisi’ni olağanüstü
kongreye götürerek onurla,
şerefle, gönül rahatlığıyla ve
severek Genel Başkanlı görevini teslim etmiştim, bu süreçte
Yerel Yönetimlerden Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı olarak görev aldım.
1999 seçimlerinde,
Ankara’da siyasete başladığım
halde Bolu Teşkilatımız, memleketim olan Bolu’dan, benim
gibi bir evladını Meclis’e taşımak için çalıştı ve muvaffak
oldu.
Seçim öncesi bütün kamuoyu yoklamaları Fazilet
Partisi’nin oy oranını yüzde 30
civarında gösteriyorlardı, ancak
bazı yabancı oluşumların etkisiyle bu orandan biraz arkada
kaldık. Birinci parti olarak
Meclis’e girdiğimiz halde,
bildiğiniz gibi DSP, MHP ve
ANAP’tan kurulu bir hükümet kuruldu.
Fazilet Partisi için
28 Şubat sürüyor…
• Fazilet Partisi için 28 Şubat hâlâ devam ediyordu
çünkü…
Tabiî… Refah Partisi’nin
kapatılmasından doğan travma
da devam ediyordu. Mallarına
el konulmuş, soruşturmalar
açılmış, değişik teşkilatların
yöneticileri hakkında açılmış
davalar var… Bir taraftan bize,
“Siz ille de Refah’ın devamısınız, sizi de kapatacağız!”
şeklinde yükleniyor, baskı
yapıyorlardı. Bir taraftan bunlarla, bir taraftan da parlamentodaki işlerimizle uğraşmaya
çalışıyorduk. Bu dönemde
demokrasi ve kurumlar, çok
ciddi manada yaralar aldı.
Bu süreçte bazı isimler kenara çekilmek zorunda kaldılar.
Siyasette adam yetiştirmek
o kadar kolay değildir; siyaset okumakla ve diplomayla
olsaydı, dünyadaki dâhilerin
tamamının parti lideri olmaları
gerekirdi. Ancak böyle bir şey
yok! Siyaset, Allah’ın verdiği
mart 2015
67
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
Biliyorsunuz 1980 Anayasası ile birlikte, milletin
tek temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
bütün yetkileri bazı kurumlar aracılığıyla kullandırılmıştır. Bir tarafta Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Milli Güvenlik Kurulu ve sair… Bir tarafta da
bakıyorsunuz başka kurumlar da oluşturulmuş ve
Meclis’e “Bu yetkiler senin! Ama bunları sen değil de
şu maddeler gereğince şu mekanizmalar kullanıp
uygulasınlar” diyen bir Anayasa var. İşte o “aracılığıyla yetki kullanan kuruluşlar” öyle güçlü hale getirilmişler ki parlamentoyu da aşmışlar. Bürokrasi,
adeta Meclis’in de üzerine çıkmış.
bazı özel kabiliyetler ve yaşayarak pişmek ile öğrenilir.
Nasrettin Hoca’nın damdan
düşme meselesi var ya, işte
öyle! Biz bu noktaya, 1971’den
beri damdan düşe düşe geldik.
Buna rağmen her gün yeni bir
senaryoyla karşılaşıyorduk ki
hiçbir senaryo, birbirine benzemiyordu. Ancak Allah bu
millete yardım etti ve Refah
Partisi’nin kapatılmasından
sonra Fazilet Partisi, Türkiye’de
yeni bir dönemi de başlatmıştır.
68
mart 2015
Fazilet Hareketi, AK Parti
kadrolarının okuludur. Kurulduktan bir yıl sonra, parlamentonun üçte ikisine sahip
olarak tek başına iktidar oluyor
ve ülkeyi bataktan kurtarıp
reformlar yaparak atılımlar
gerçekleştiriyor AK Parti.
Hatırlarsanız, 2001-2002
Ecevit dönemini, neredeyse
ülkenin iflasının ilan edileceği
noktaya gelinmişti. Dövizler
bitmiş, her geçen gün piyasa
fiyatları yukarılara çıkıyor,
yatırım durmuş, maaşlar ödenemez hale gelmiş… Sabah
Meclis’e geldiğimizde doların
kaç lira olduğunu konuşuyordu vekiller. Bu noktada iyi
hatırlayınız, 3 Kasım seçimlerinin yapıldığı günü ertesi
güne bağlayan gece, yani AK
Parti’nin tek başına iktidar
olduğunun anlaşıldığı gece
itibariyle sakinlik geldi ve
sabah, döviz bürolarının tabelalarında dövizin ilk defa düştüğü görüldü. Henüz AK Parti
iktidar değildi o sıra, sadece
seçimi kazanmıştı. Ve Türkiye,
elhamdülillah, o zor günlerini
aşarak dünyanın imrendiği bir
noktaya gelmiştir.
28 Şubatların bir daha
tekrarlanmamasını temenni
ediyoruz. İnanıyorum ki, 28
Şubat’ta bu işleri yapanların
bazıları da vicdanen çok rahatsız ve pişmandırlar.
“Bizim için
‘Yoruldular’
diyenler oldu”
• Belirttiğiniz gibi 1999
seçimlerinde birinci parti
olmuştu Fazilet Partisi,
ancak kendisi için 28Şubat
devam ediyordu. MHP
lideri Devlet Bahçeli’ye
iyi niyetli birtakım çevrelerden “Fazilet Partisi’yle
hükümeti kur, Başbakan
ol” telkini gelmiş, ama
Bahçeli, “Onlar yoruldular”
şeklinde bir cevap vermişti.
Bu süreçte bir beklentiye
girmiş miydiniz?
Hayır, öyle bir beklentiye
girmedik. Doğrudur, o sıralar
“Hoca yanlış yapıyor”, “Duvara tosladı”, “Beceremediler”,
“Hoca’nın ekibi yoruldu” gibi
beyanlar oldu. Gönül dostlarımızdan dahi bunları duyduk.
Zaten bu tür olaylar tabanımızın ve teşkilatımızın birbirine
daha çok kenetlenmesine vesile olmuştur. Bu, bizim için bir
tür sakal tıraşı oldu. Ama bizim de sakalımızı çok kestiler;
Mehmet Serhat Bıçak
uzayan her sakalı kestiler…
Tabiî devran döndü, gün
geldi, Türkiye önünü gören bir
vaziyette yerini aldı. Bu yeter
mi? Yetmez! Daha zaman,
sabır, yeni kadrolara ihtiyaç
var. Dikkat ederseniz, malum
partilerin eski kadroları, emeklileri, yüzlerinden akan nefret
yüzünden, onun altındaki eşeği
gümüşten de yapsanız, sizi
istemiyorlar.
“Bir ülkede
ekonomi güçlü
olmazsa, bu boşluğu
başkaları doldurur”
• Türkiye bir kazanımlar
ülkesi halini alıyor, ancak
daha çok fırın ekmek yememiz gerektiği de belli.
Bundan sonra yapılması
gerekenler sizce neler?
Siyasî kimliğimi bir tarafa
bırakıp hukukçu bakışıyla
şöyle söyleyeyim: En iyi kanunu yaparsınız, ama kanunu
uygulayıcı kurum o kıvamda
değilse, o kanunu hazmetmiş
ve kanuna inanmış değilse
-kanunlar yorumlanabilen
cümlelerdir-, o kanundan iyi
bir sonuç çıkmaz. Yani kanun
iyi olabilir, ama uygulama kötü
olursa, millet de o kanunu
kötü kabul eder.
Türkiye’de ciddi manada yasal, hatta anayasal değişiklikler
oldu. Cumhurbaşkanı ilk defa
halk tarafından seçildi ki bunu
kimse hayal dahi etmiyordu.
Demokrasinin bütün mekanizmalarının çalıştırılması için
gayret gösteriliyor, sivil toplum
kuruluşları ve ekonomi güçlendiriliyor. Bir ülkede ekonomi güçlü olmazsa, bu boşluğu
başkaları doldurur.
Yapılan kanunların uygulamalarından kaynaklanan
rahatsızlıklar olduğunu görüyoruz. Çok iyi olması için
bazı kurumlar oluşturmuşuz,
ama kendi bindiğimiz dalı
kesmişiz. Çünkü uygulayıcı
makamdaki, bu işi yanlış okuyor, inanmıyor! İşte bu yüzden
her şeyden önce kaliteli insan
yetiştirmeliyiz. Konusunda
bilgili, ehil olmalı bu kimseler.
Bilgili olmayan kişi, yaptığı
işte cesur da olmaz. Ülkesine
sevdalı ama Türkiye’yi de aşan
bir nesil yetiştirmeliyiz.
Ancak üzülerek ifade ediyorum, nesil yetiştirme konusunda çok zayıfız. Türkiye’de
yüzlerce üniversite, üniversitelerde kürsüler ve hocalar var;
Allah aşkına, Türkiye’nin ana
meseleleri üzerine yıllarını
verip de kafa yoran, araştırma
kaç hocamız var?
Mesela Ermeni meselesi
üzerine kaç kitabımız var? Diaspora, para vererek uydurma
ama ciltlerce kitaplar hazırlattı,
hazırlatıyor… Mesela komşularımızla ilgili yıllardır hocalarımız ne araştırdılar? Tarihimiz
4000 yıl evvele dayanıyor, bu
tarihi derinlemesine araştırıp
aktaracak çalışmaları görmek
istiyoruz. Avrupa ülkeleriyle
ilgili 1-5-10-50-100 yıllık
araştırmalar yapılmış mı hiç?
Ama ne yaptılar? Cübbelerine
giyip sokağa dökülerek orduyu
göreve çağırdılar... Bu mu?
Türkiye’nin bu anlayıştaki
kadroyu kırması lazım.
Bunu inşallah yeni nesil
yapacak. Hükümetimizin de
en büyük arzusu bu! Derinlemesine bir kadro… Ülkesini ve
dünyayı iyi tanıyan bir kadro…
“Türk, zeki ve çalışkandır”
diyoruz, hakikaten de öyledir,
tezgâhının başında yeni icatlar
çıkaran ustalarımız var bizim
ama öylece kalıyorlar. Bunların desteklenmesi, akademik
boyutlara eriştirilmeleri lazım.
Hükümetimiz sürekli “ar-ge”
hususundan bahsediyor, bu
olmadan hiçbir şey olmaz. Neden sürekli “kendi patentimiz,
kendi markamız” konusundan
bahsediyoruz? Kendi markanı,
kendi patentini üretmelisin!
Yabancının marka ve patentini
kullanırsan, kaymağını da ona
ikram edersin.
Dolayısıyla Türkiye’nin
önünde daha yapılacak çok
iş var. Sadece inanmak ve
programlı olmak lazım. Cumhurbaşkanımız, Başbakan iken
ne demişti? “Türkiye yüz yıllık
bir plan yapıyor…” Gazetelere
bakıyorsunuz, “Ne demek yüz
yıl? Böyle iş mi olur? Hayal
görüyor!” dediler. Onlar otuz
yıl önce de rahmetli Hoca’ya
“Hayal kuruyor” demişlerdi,
ama onun düşünüp uygulamaya da geçirdiği birçok proje
çalışıyor şimdi. Demek ki
hayal olmadan bir şey olmuyor. Bugünkü hükümetin en
önemli hareketlerinden biri,
ar-ge konusuna destek vermek
ve üniversite-TÜBİTAK-sermaye üçgenini kurarak dünyayla hareket etmektir. Yeni
yeni markalar üretiyor ve bunları dünyaya kabul ettiriyoruz.
Önümüz açık!
“Yeni anayasa ile
her şey değişecek”
• 12 Eylül referandumunun
ardından Anayasa’da yapılan değişikliklerle görüyoruz ki, az önce yapmış
oldunuz kanun çıkarma
ve uygulama ilişkisine dair
tespit tamamıyla bir hakikati resmediyor. Bugün
yargının, “anayasal ortam”
ilkesine tutunarak devlete
meydan okuduğunu görüyoruz. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu durumu öyle üç beş kelimeyle çözmek mümkün değil.
İyi niyetle yola çıkılmış ama
böyle bir realiteyle, bir sıkıntıyla karşılaşılmıştır. Ancak bu da
Allah’ın izniyle çözülecektir.
Ancak suç işleyen kim olursa
cezasını da çekecektir. Kurumlar eğer iyi denetlenip kontrol
altında tutulurlarsa, herkesin
görevini yapması sağlanırsa,
bunlar aşılacak şeylerdir.
Biliyorsunuz 1980 Anayasası ile birlikte, milletin tek
temsilcisi olan Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin bütün yetkileri bazı kurumlar aracılığıyla
kullandırılmıştır. Bir tarafta
Anayasa Mahkemesi, Yargıtay,
Milli Güvenlik Kurulu ve
sair… Bir tarafta da bakıyorsunuz başka kurumlar da oluşturulmuş ve Meclis’e “Bu yetkiler
senin! Ama bunları sen değil
de şu maddeler gereğince şu
mekanizmalar kullanıp uygulasınlar” diyen bir Anayasa var.
İşte o “aracılığıyla yetki kullanan kuruluşlar” öyle güçlü hale
getirilmişler ki parlamentoyu
da aşmışlar. Bürokrasi, adeta
Meclis’in de üzerine çıkmış.
Yani atananların, seçilmişlerin
üstünde yer aldığını görüyoruz
böylece ve seçilmişler zayıf ve
cılız kalmışlar.
Anayasa’daki birtakım ciddi
değişikliklerle bu görüntü az
da olsa budandı. Uygulamalarda aksaklıklar çıkıyor, ancak
bunlar da düzeltmelerle rayına
oturtuluyor. Yeni anayasa ile bu
kurumlar sil baştan konumlandırılacaklar ve parlamentonun
hâkimiyeti, inşallah tamamen
sağlanmış olacak.
“Tehlikeli” (!)
• 28 Şubat sürecinde,
MSP’nin kapatılmasına
yönelik açılan davada bahsettiğiniz ve delil olarak
gösterilen bant kayıtlarının
aynı düşünceyle elde tutulan benzerleri piyasaya
sürülmüştü. Bu kayıtların
arasında, Refah Partisi’nde
siyaset yapan bazı isimlerle
birlikte Fethullah Gülen’in
de kayıtları vardı, fakat 28
Şubat neden sadece sizi
vurdu?
Tercih öyleydi… (Tebessüm
ediyor.) “Tehlike”nin üzerine
gittiler… Tehlike görmedik-
mart 2015
69
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
Ben bu tarih itibariyle 44 yıldır bu davadayım.
Nefer olarak başladım, her zaman davamın neferi
olarak kalacağım. Zira bu rütbeden daha büyüğü
de yoktur, diğerleri geçicidir. Bugüne kadar birçok
koltuğa oturdum; o koltukların hiçbiri durmuyor.
Ancak neferlik ömür boyu devam eder.
lerinin üzerine gitmemişler
demek ki…
“Görev istenmez,
verilir”
• Hâlihazırda AK Parti’de
aktif bir siyasî rolünüz var.
Ancak daha da aktif bir rol
almayı, bir de MNP’den
başlayan siyasî hayatınıza
dair bütün bu konuştuğumuz konularda, o günlere
ilişkin hatıralarınızı bir
yerde toparlamayı düşünüyor musunuz?
Belirttiğiniz gibi şu an aktif
bir siyasetçiyim. Genel Kurul
ve Genel Başkanımız bana
çok hassas ve onurlu bir görev
70
mart 2015
verdi, AK Parti Merkez Disiplin Kurulu Başkanlığı görevini yürütüyorum. Bu görevi
gönül rahatlığıyla ve severek
yapıyorum. Ayrıca Türkiye’nin
herhangi bir yerine gittiğimde
bütün teşkilatlarımızla tecrübe ve hatıralarımı paylaşarak
mutlu da oluyorum. İşte bu da
bir emanettir! Yarın derler ki,
“Sen bu işi bırak, başkası gelecek”; o zaman da bu emaneti
tevdi eder, o kardeşi de başımıza tâc ederiz.
Bu sorudan anladığım şu:
“Seçimler yakın, milletvekili
adayı olacak mısın?” (Karşılıklı
gülüşüyoruz.) İşi hiç dolandırmaya gerek yok!
Ben bu tarih itibariyle 44
yıldır bu davdayım. Nefer olarak başladım, her zaman davamın neferi olarak kalacağım.
Zira bu rütbeden daha büyüğü
de yoktur, diğerleri geçicidir.
Bugüne kadar birçok koltuğa
oturdum; o koltukların hiçbiri
durmuyor. Ancak neferlik
ömür boyu devam eder.
İki dönem Meclis dışında
kaldım ama köşeye çekilip de
emeklilik yaşamadım. Verilen görevleri hakkıyla yerine
getirdiğime inanıyor ve halen
görevim üzerinde çalışıyorum.
Hizmetimi severek yapıyorum.
44 yıldır aynı istikametteyim.
Bizim bir siyaset terbiyemiz
var; biz bu terbiyeyi aldık ve
bu terbiye üzerine yaşıyoruz:
“Görev istenmez, verilir.” Ben,
arayan adam değil, “aranan
adam” olmak isterim. “Şu
koltuğu/filanca makamı istiyorum” düsturunun bizim gibi
insanlar için uygun olduğunu
düşünmüyorum.
Partimizin üst yetkilileri,
Genel Başkanımız, büyüklerimiz, “Sen Meclis’te hizmet
et” derlerse baş üstüne… Yok,
demezlerse de bir şey diyemem, burası da emanet. Siyasetteki en büyük hastalık, “görev isteme ve o görevi isteyen
başkalarının ayağını kaydırma”
hastalığıdır. Bu çok tehlikeli!
Siyasî anlayışımızdan bunu çıkarmalı, “Kendin için istediğini kardeşin için de istemelisin”
düsturunu oturtmalıyız. Hâsılı,
nasipse olur… Hayırlısı…
Hatırlara gelince… O yoğunluklar içinde günlük tutmadım ve bu yüzden üzülüyorum. Tutsaydım, sanırım birkaç
ciltlik hatırat ortaya çıkardı.
Bazı dostlarım da bunu söylüyorlar. Şimdi kütüphanemi
elden geçiriyorum. Hatırlayabildiğim kadarıyla bazı notlar
çıkarmak istiyorum…
• Bu doyurucu, hoş ve dolu
dolu sohbet için çok çok
teşekkür ediyoruz…
Ben teşekkür ederim…
Yahya Kurt
[email protected]
haberajanda
Analiz
>> Kimilerince bunun
adı İslamofobi, kimilerince savaş, kimilerince
terör, kimilerince zulüm…
Ve tüm bu göstergeler
maalesef İslam’ın ve
Müslümanların aleyhine.
Ancak ne hikmetse ölenler, kaybedenler, yetim ve
öksüz kalanlar, evlat acısı
çekenler, yerinden yurdundan olanlar, suçlu ve
terörist ilan edilenler de
yine Müslümanlar.
Batı “İslam”ı
D
ÜNYA üzerindeki son gelişmelerin, İslam coğrafyasındaki, özellikle de Ortadoğu’daki iç karışıklıkların ve savaşların, zulme uğrayan ve öldürülen
Müslümanların, Fransa’daki karikatür meselesinin ve bu tür tüm olayların ve gelişmelerin alt planında,
görünenin çok ötesinde gizli ve karanlık gerçeklerin olduğu
yönünde neredeyse herkes mutabık.
Batı, İslam’la karşılaştığı
günden beri onu hep yok
etmeye çalıştı. Bunu başaramayacağını fark ettiği
günden beri de dizayn
etme ve kendince yönlendirme çabası içinde oldu,
kendi zihin dünyasında
bunun projelerini üretti ve
bu projeleri uygulamaya
başladı. Bunun için önceki
dönemlerde sömürgeciliği
ve kukla liderleri kullandı. Bugünse bu projeye
nispeten devam ediyor,
fakat özellikle son yıllarda
konjonktür gereği etkisini
yitirmeye başlayan bu
projeler yerine farklı politikalar üzerine yoğunlaştı.
Bu projelerin iki temel
hedefi var: Birincisi,
İslamofobi paranoyasıyla insanları İslam’dan
nefret ettirmek. İkincisi
ise, inanç sisteminden
koparılmış, içi boşaltılmış,
sadece bir görüntüye ve
kültüre dönüşmüş ya da
sadece kendi dünyasında
kalarak kendini dünyadan
tecrit etmiş bir İslam ve
Müslüman tipi oluşturmak.
Batı dünyası ilk hedefini büyük ölçüde başarmış
durumda. Özellikle 11
Eylül’de yaşanan kırılma
ve sonrasında yaşananlar,
bu projenin tuttuğunun
delili. Özellikle El-Kaide,
IŞİD ve Boko Haram gibi
grupların İslam’la uzaktan
yakından alakası olmayan
eylemleri, Batı’nın baskılarına dayanamayan kişilerin tepkisel bazı bireysel
taşkınlıkları ya da yine
Batı dünyası ilk hedefini büyük ölçüde başarmış durumda.
Özellikle 11 Eylül’de yaşanan
kırılma ve sonrasında yaşananlar, bu projenin tuttuğunun
delili.
Lakin hüküm açık; Müslüman hiçbir zaman terör
ve vahşetten yana olmadığı gibi, birilerinin onun
üzerinde hükmetmesine
de müsaade etmez, güdülmeye gelmez, yanlışa
itiraz eder, tepki koyar,
onu düzeltmek için mücadele eder ve gerektiğinde
tebliğ de yapar, cihat da;
zalimin karşısında olur,
mazlumun yanında.
Batı’nın gizli servislerinin
organize ettiği ve İslam’la
ilişkilendirilen saldırılar
bu düşüncenin yerleşmesinde oldukça etkili
oldu. Çeşitli dönemlerde
İslam’ın kutsallarına düşünce özgürlüğü ve sanat
kılıfına bürüyerek sinema,
karikatür ve tiyatro adıyla
yapılan saldırılar ve İslam
dünyasının bunlara verdiği yerinde tepkiler de
farklı mecralara çekilerek
bu düşünce iyice kuvvetlendirildi. Medya kanalıyla yapılan algı çalışmaları
ile zihinler tamamen esir
alındı.
Bu doğrultuda yapılan
ilk şey, “Müslümanların
asimile edilmesi” oldu.
Bunda başarılı olunamaması durumunda ise,
Müslüman avına çıkılarak
yıldırma politikası ve
toplum nazarında İslam’ı
öcüye dönüştürme uygulaması hedeflendi. Kurgulanan olaylar ve sonrasındaki süreçlerle İslam
hedef tahtasına oturtuldu
ve Müslüman avı başladı.
İslamofobi sayesinde Batı,
İslam’ı korkulan, medeniyet dışı, vahşi bir inanç
sistemi göstermek için
bütün gücüyle çalışmaya
devam ediyor.
Bu projelerin ikinci
amacı ise, Batı’nın istediği
bir İslam ve Müslüman
tipolojisi oluşturmak
ki o tip belli: Batı sistemiyle çatışmayan, itiraz
etmeyen, sadece kendi
dünyasında yaşayan, ekonomiye, siyasete, kültüre,
sanata ve edebiyata hiç
karışmayan, “sınırsız bir
hümanizm” perspektifi
olan birey...
Taban tabana zıt iki durum: Bir tarafta terörizmle
ilişkilendirilen İslam,
diğer yanda evrensel
hümanizm hikâyeleriyle
uyutulan Müslüman…
İslam ya terör dini olmak
zorunda ya da Nirvana’ya
ulaşmaya çalışan bir Tibet
yolcusu…
Tüm bu projelerin karşısına ise Türkiye çıkıyor.
Dimdik dikiliyor Batı’nı
karşısına. Bir yandan
Cumhurbaşkanı Erdoğan
“İslamofobi insanlık suçudur” diyerek Batı’nın bu
projesine tepkisini ortaya
koyuyor, öbür taraftan demokratik yollarla iktidara
gelerek ve iktidarını barışçı bir yöntemle başarıya
taşıyarak Batı’ya meydan
okuyor.
Diğer yandan ülkesine
kazandırdığı ekonomik
ve siyasî gelişmeler, hak
ve özgürlüklerle ilgili
yapılan çalışmalar ve de
Türkiye’nin, dünyanın
sayılı devletleri arasına
girmesini sağlayacak
atılımlarla bu projelere
çomak sokuyor Erdoğan,
dünyadaki tüm mazlumlar adına ses oluyor, nefes
oluyor.
Herkesin menfaat
politikası ürettiği dünyada
Türkiye, gerek Erdoğan’ın,
gerek Davutoğlu’nun
söylem ve eylemleriyle
birlikte İslam’dan aldığı
ilhamla hak ve adalet
politikası yürütüyor. Tüm
bu projeler karşısında
İslam’ın emirleri ve Müslümanların tutumu bellidir.
İslam, ne Batı’nın dünyaya
ilan ettiği gibi bir terör
dinidir, ne de birilerinin
Tibet’e çıkarmaya çalıştığı
bir Tibet yolcusu.
mart 2015
71
haberajanda
Seyahat
Birliğimizi ve dirliğimizi bozma
E L İ M İ Z E b i r p e rge l a l a ra k s iv r i u c u n u ü l ke n i n o r t a ye r i n d e s a b i t t u t a l ı m . D i ğe r u c uyl a B a t ı T ra k ya’d a n b a ş l aya ra k , b üy ü kçe b i r çe m b e r ç i z e l i m .
>> Balkanlar, Kırım, Kafkasya, Ortadoğu
ve Kıbrıs’ı da içine alacak şekilde daireyi tamamladığımızda, Afrika’nın da bir kısmını dahil etmiş oluruz ve karşımıza yaklaşık
9-10 milyon kilometre karelik bir toprak çıkar, ki o da tam olarak Osmanlı Devleti haritasına tekabül eder.
Hamaset ve Hamas konumuzun dışında
kalsın. Lakin bugün elimizde bulunan Anadolu ve Trakya’dan oluşan ülkemizi de bize
fazla görenlerin varlığını aklımızdan çıkarmayalım. Bunu aklımızın bir köşesinde tutmaya devam edelim.
Uzun zamandan beri çevremizde harhangi bir sıkıntı yaşandığında, o saydığımız
bölgelerdeki insanların sığındıkları yer sadece Türkiye...
Hiç kimse Suudi Arabistan’a, Rusya’ya,
Kanada’ya sığınmıyor. Çünkü merkez burası. Emin olarak gelinebilecek, huzur içinde yaşanabilecek yegâne ülke Türkiye.
(Amerika’ya, Fransa’ya, Almanya’ya sığınmayı tercih edenler aklınıza geliyorsa, onlar yukarıda zikrettiğimiz hinterlandın dışından hareket etmiş olanlardır.)
Doğu Türkistan’dan Rumeli’ye kadar,
Sibirya’dan Filistin’e kadar uzanan geniş bir
alanın hem coğrafi, hem kültürel, hem dini
açıdan merkezindeyiz. Ölüm tehlikesinden
kaçıp gelenlerin son örneği Suriyeli kardeşlerimiz.
Yaşadıkları ülkelerde hayati tehlike olduğunda sığınılacak liman olmanın dışında,
daha ufak sorunlar olduğunda, siyasi, ekonomik vs. konularda yardım beklenen ülke
yine Türkiye.
Uluslararası alanda, kişi başına düşen ge-
72
mart 2015
lire oranla, en fazla yardım yapan ülkenin
Türkiye olması da hiç kimse için sürpriz değil.
Mavi Marmara hadisesi tesadüfen yaşanmadı. Myanmar’dan Galiçya’ya kadar dünyanın dört bir yanında bulunan şehitliklerimizin arka planında yine aynı sebepler yatmaktadır.
***
Bugün ülkemizde yaşayanların önemli bir kısmının mazisinde, mecburiyetten
kaynaklanan göç bulunur. Siyasi gelişmelere bağlı olarak belli dönemlerde dalga dalga
göçler yaşandı. İnsanlar dört yüz yıldır, beşyüz yıldır yaşadıkları toprakları terk ederek,
Anadolu’ya geldi.
Bulgaristan’dan uzun yıllar önce Anadolu’ya göç etmek zorunda kalanların bir kısmı, Manisa civarına yerleşmişler. Orada ilk
defa deve ile karşılayanlardan biri, hayretle bakmış. Ne olduğunu bilmediği için ilk
tepkisi yanındakini dürtmek ve “Nelere bak,
nelere!” olmuş. Öteki kafasını çevirip baktığında, şöyle söylemiş: “U ne ba?!!”
Kendilerinden daha önce gelip oraya yerleşen birine danışmak istemişler. Üsmen
Aga, bilgiç bir eda ile arkaya yaslanıp açıklama getirmiş: “Bunlar ep büle olur be ya...”
Önceden gelenler yenilere göre tecrübelidir ve genellikle sonrakilere rehberlik etmiş, yardımcı olmuşlardır. Sanat, spor, siyaset dünyasında, ticaret ve sanayi alanında göçmenlerin hatırı sayılır bir ağırlığı bulunmaktadır. Son yıllarda ülkelerindeki zulümden kaçarak buraya gelen Suriyelilerin
büyük bir kısmı, yarın şartlar düzeldiğinde
evlerine döneceklerdir. Ülkemizde kalmayı tercih edenler ise, yüksek ihtimalle bura-
da sağlamca tutunmayı başaranlar olacaktır.
***
Osmanlı Devleti parçalanırken, birileri
sınırları kafasına göre çizdi.
Halep’te, Rakka’da, Lazkiye’de yaşayanların Kayseri’de, Samsun’da, Erzurum’da yaşayanlardan bir farkı yoktu evvelce.
Lakin sınır çizilirken dışarıda kalanlar, bir
gün içinde “yabancı” sayıldı.
Halbuki içeride kalanlarla aynı soydan,
aynı dindendi hepsi. Dilleri aynıydı, hayalleri aynıydı. Şayet sınırı çizenler daha insafsızca davransaydı, Urfa, Antep, Maraş’ın da
dışarıda kalması işten bile değildi.
Niçin “Gazi”, niçin “Şanlı”,
niçin “Kahraman”?!
Yüzbinlerce kişinin öldüğü, milyonlarca
insanın göçe zorlandığı Suriye’den ülkemize
gelenlerin yaşadıkları şartları yakından görmek, yetkililerle görüşmek niyetiyle Anadolu yollarına düştük. Aynı zamanda dergilerimiz Haber Ajanda ve Kültür Ajanda’nın
tanıtımını yapmak gibi bir maksadımız da
vardı.
Yavuz Selim ve Mustafa Cambazla beraber yola koyulduk. İlk durağımız Gaziantep’ti. Oradan Kilis ve Şanlıurfa’ya geçtik.
Vakti ayarlayabilseydik, Kahramanmaraş’a
da gidecektik. Kısmet olmadı.
Yüz yıl kadar önce buraların ismi Antep,
Urfa, Maraş iken bugün biri “Gazi”, biri
“Şanlı”, biri “Kahraman” olarak anılıyor. Ve
oraları dolaştığınızda, daha iyi anlıyorsunuz
niçin “Gazi”, niçin “Şanlı”, niçin “Kahraman” olduklarını.
Bir haftalık gezimizin ilk günü, Yeni
Mustafa Cambaz
Mehmet Şeker // [email protected]
k isteyenlere fırsat düşmesin!
Vali Süleyman Tapsız anlatıyor, biz dinliyoruz. Arada sorularımız… Mart 2012’den bu yana 30 binin üzerinde ameliyat yapılmış. Kilis’te doğan Suriyeli çocuk sayısı 6714 görünüyor
kayıtlarda. Şehirde asayişin ne durumda olduğunu sorduğumuzda, yüzde 77 Kilisli, yüzde 23 Suriyeli cevabını alıyoruz. Nüfusa oranlarsak, olumsuz bir tablo çıkmaz.
Şafak’ta “Kim, iki cihan güneşini memnun
etmek istemez?” başlığıyla şöyle bir yazı yazdım:
“Şâmil’i bilmeyen, atasını ne bilir?!
Burada zikredilen, bizim muhabir arkadaşlarımızdan biri değil, adıyla sanıyla Şeyh
Şâmil… O sözden mülhem, diyebiliriz ki
‘Ensar’ ve ‘Muhacir’i bilmeyen, dinini ne bilir?
Uydu mu? Bence uymakla kalmadı, çok
da şık oldu. Atasını bilmeyenle dinini bilmeyeni yanınıza yaklaştırmayın. Fakirden
kardeşçe bir tavsiye size, bilâ bedel. Başınıza
dert olur, sizin de kafanızı karıştırırlar. Kar-
şılaşılan meseleler biraz büyük geldi mi, hemen yanlış yorumlamaya başlar, yan çizmeye çalışırlar.
Anlamamak üzere kodlandıkları için, suiistimale meylederler.
***
Somutlaştıralım... Mesela Suriyeliler ko-
mart 2015
73
haberajanda
Seyahat
1
2
1// Eski bakanımız, yeni başkanımız Fatma (Şahin) Hanım, bu hususa özellikle vurgu yaptı. Bize gelenlerin yarısı kadarı bir Avrupa ülkesine gitseydi, tereddütsüz kızılca kıyamet
kopardı. Suriyeliler değil, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden o kadar insan akın etse, sosyal ve ekonomik patlama yaşanır. İsyan başlar, savaşı andıran hadiseler görülür. Biz
ise, şükürler olsun, metanetle ve güler yüzle davranıyoruz. Kültürel ve dini kodlarımız bunu gerektiriyor; insaniyeti unutmamışız. Başka türlü de davranamayız zaten. Tek tük
rastlanan nahoş hadiseler, istisnadan öte geçmez.
2// Şanlıurfa’da eski Vali Celalettin Güvenç, bugünün Büyükşehir Belediye Başkanı. Önce makamında görüştük, akşam da yemekte buluştuk. Kıymetli Başkan Güvenç’in
Şanlıurfa için olduğu kadar, ülkemiz için de büyük bir kazanç olduğunu söylemek isterim. Uzun uzun sohbet ettik ve genişçe bir röportaj için söz aldık. Önümüzdeki sayıda
dergimizin sayfalarında okuyacaksınız kısmet olursa.
3// Yedi gün boyunca Suriye sınırındaki illeri dolaştık. Yöneticilerle ve vatandaşlarla görüştük. Gaziantep’te Şahinbey Belediye Başkanı Mehmet Tahmazoğlu.
nusu... Bu Suriyeliler de artık çok olmaya
başlamıştır onlara göre. Zaten daha başta
içeri alınmaları hatadır. Bombalardan, mermilerden kaçıp geldikleri sınır boylarında
yığılsalar da izin vermemeliydik. Öyle söylerler. Aç, perişan imişler, enselerinde ölüm
tehlikesi varmış, hiç mühim değil. Yaralıymış, susuz kalmışlar, bize ne? Ağlasınlar, sızlasınlar, ne yaparlarsa yapsınlar, buraya gelmesinler.
İşte bu bakış, atasını bilmemekle ve ensarla muhacirden haberi olmamakla izah
edilebilir ancak.
***
Suriye sınırındaki illeri dolaşıyoruz birkaç gündür. Yöneticilerle ve vatandaşlarla görüşüyoruz. Gaziantep’te Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin, Şahinbey Belediye Başkanı Mehmet Tahmazoğlu ve Şehitkâmil Belediye Başkanı M. Rıd-
74
mart 2015
van Fadıloğlu ile ayrı ayrı görüştük. Vurgu yapılan nokta aynı. Zor durumdaki muhacir kardeşlerimize karşı ensar olabilmek.
Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir
muhacirdi. Bizim bugün yüksünmeden, sızlanmadan ekmeğimizi paylaşmamız, iki cihan güneşi Efendimiz’i de şüphesiz memnun edecektir.
***
Hiç kimse keyfinden muhacir olmaz.
Evini barkını, dahası vatanını bırakıp başka yerlere göç etmez. Eski bakanımız, yeni
başkanımız Fatma Hanım, bu hususa özellikle vurgu yaptı. Bize gelenlerin yarısı kadarı bir Avrupa ülkesine gitseydi, tereddütsüz
kızılca kıyamet kopardı. Suriyeliler değil,
Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden o kadar
insan akın etse, sosyal ve ekonomik patlama
yaşanır. İsyan başlar, savaşı andıran hadiseler görülür. Biz ise, şükürler olsun, metanet-
le ve güler yüzle davranıyoruz. Kültürel ve
dini kodlarımız bunu gerektiriyor; insaniyeti unutmamışız. Başka türlü de davranamayız zaten. Tek tük rastlanan nahoş hadiseler,
istisnadan öte geçmez.
***
Düne kadar o kardeşlerimizle bir arada yaşıyorduk. Aynı bayrağın altındaydık.
Bir gün sınır çizildi, bir kısmı dışarıda kaldı. Sınır biraz aşağıdan çizilseydi, yine beraber olacaktık. Biraz yukarıdan çizilseydi, bugün Güneydoğu illerimizden bazıları dışarıda kalırdı.
Elin gâvurunun çektiği sınırla, bizim kardeşliğimiz ortadan kalkabilir mi? Bir kısmı
Türk, bir kısmı Kürt, bir kısmı Arap; üstelik hepsi din kardeşi. Şayet ırkçı değilseniz,
hangisini hariç tutabilirsiniz?
***
Mehmet Şeker
3
Önemli bir not eklemek gerek... Microsoft yazım programı da Ensar kelimesini tanımıyor. Amerikalının yaptığı o programın
tanımamasını anlamak mümkün. Fakat bizim itirazcıları, ensarın ne olduğunu bilmeyenleri, bilip de bilmezden gelenleri, şimdi
zamanı değil, daha yeterince güçlü değiliz
diye düşünenleri anlamak mümkün değil.
Son söz, cevap anahtarı niteliğinde olsun:
Başlıktaki sorunun cevabı, ‘Elbette O’nu
sevmeyen’ olsa gerek. Aklıma başka bir şey
gelmiyor. Size gelirse, bildirin. Kamyonete
bindirenleri nerede tutmalı, onu da sizin değerlendirmenize bırakayım.”
Kilis: Huzur ve bereket
Ertesi gün ise Kilis’i anlattım. Yazı “Sınırın bu tarafında hayat, öbür tarafında ölüm”
başlıklıydı.
Kilis’teyiz. Vali Süleyman Tapsız anlatıyor, biz dinliyoruz. Arada sorularımız…
Yüzölçümü itibariyle Türkiye’nin 80’inci,
nüfus itibariyle de 78’inci şehri Kilis. Tabelaya göre 89.500 kişi yaşıyor. Suriye’den gelenler ise mevcut nüfusun çok üzerinde. Kilislilerin toplamından daha fazla Suriyeli
var. Büyük bölümü kurulan kamplarda yaşıyor. Çadır ve konteynerlerle oluşturulan
kampların, özellikle yurt dışından gelip ge-
zenlerden fazlasıyla takdir topladığı malûm.
Düzeni, temizliği, koordinasyonu bakımından kim gelse beğeniyor.
Kampların içinde okul, cami, kuaför gibi
her türlü sosyal ihtiyaçlar karşılanıyor. Her
gelen, beğendiğiyle kalıyor. Ötesi yok. “Çorbada bizim de tuzumuz olsun” düşüncesine
kapılanlar, bir paket tuz bile bırakmadan gidiyor. Bütün masraf, Türkiye’nin omuzlarında.
Kamplardaki okullarda görev yapan 406
öğretmenin 315’i Suriyeli.
Türk öğretmenler, yalnızca Türkçe öğretiyor.
Mart 2012’den bu yana 30 binin üzerinde ameliyat yapılmış. Kilis’te doğan Suriyeli
çocuk sayısı 6714 görünüyor kayıtlarda. Şehirde asayişin ne durumda olduğunu sorduğumuzda, yüzde 77 Kilisli, yüzde 23 Suriyeli
cevabını alıyoruz. Nüfusa oranlarsak, olumsuz bir tablo çıkmaz.
***
dık. Adaylar belirlendi. On günlük propaganda yaptılar aralarında. Adaylar arasında
bayanların da olmasını tavsiye ettik. Seçimi
başından sonuna kadar İl Seçim Kurulu yönetti. Tam anlamıyla bir demokrasi alıştırmasıydı. Bize şöyle söylediler: ‘İlk defa, birden fazla namzedin olduğu bir seçim yaşadık.’
Yönetim şartları hafifledi. Şimdi kamplara gittiğimde, etrafımı kimse sarmıyor. Bir
sorunu olan, yönetime bildiriyor.
Orada danışma büroları kurduk. Bilgisayar sisteminde elektrik su vb. arızası olanın
adresine hemen usta gönderiyoruz. Hastahane randevuları da aynı sistemle yürütülüyor.
Hepsinin birer çipli kimlik kartı var. Hesaplarına aylık 85 lira yükleniyor, oradaki
marketten alışveriş yapabiliyorlar. Çamaşırhanelerde yıkama ve kurutma makinelerini kimin hangi gün hangi saatte kullanacağı belli.
Vali Bey, daha önce kampları ziyarete gittiğinde, arabasının etrafını yüzlerce kişinin
sardığını ve hiç de hoş bir görüntü olmadığını söyledi. Ve şöyle devam etti:
Yetişkinler için de dil kursları açtık. Bir
kimya mühendisi hanım, Türkçe kursunda
birinci oldu. Ödül verirken, kursa niçin gittiğini sordum. ‘Çocuklarımın derslerine yardımcı olmak için’ cevabını verdi.
“Kendi temsilcilerini seçmelerini sağla-
Suriyeli öğretmenlere bakanlık tarafından
mart 2015
75
haberajanda
Seyahat
4
5
4// Şehitkâmil Belediye Başkanı M. Rıdvan Fadıloğlu
5//Şanlıurfa Eyyübiye Belediye Başkanı Mehmet Ekinci. Haliliye Kaymakamı Yusuf Ziya Çelikkaya ve Karaköprü Belediye Başkan Yardımcısı Ömer Göçebeler ile son derece verimli
görüşmeler yaptık. Vurgu yapılan nokta aynı. Zor durumdaki muhacir kardeşlerimize karşı ensar olabilmek. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir muhacirdi. Bizim bugün
yüksünmeden, sızlanmadan ekmeğimizi paylaşmamız, iki cihan güneşi Efendimiz’i de şüphesiz memnun edecektir.
ücret verilmemesi motivasyonu olumsuz etkiliyor. Aynı şekilde çocuklara karne ve diploma da veremiyoruz. Üniversitelerimizde
okuyan 137 Suriyeli genç var burada.”
***
Sayın Valimizin anlattıklarından sadece
bir kısmını aktarabildim.
Kilis Belediyesi’ne de uğradık. Başkan
Yardımcısı Cuma Özdemir, şehirdeki su tüketiminin iki katına çıktığını, çöplerin üç
katına yaklaştığını, atık su tesislerinin kapasite üzerinde çalıştığını belirtti.
Bu kadar ağır yükün altından kalkmanın
kolay olmadığı ortada. Yine vurgu EnsarMuhacir konusu üzerinde. “Biz” diyor Cuma
Bey, “Ekmeğimizi üçe bölmek durumunda kaldık. Lakin asla şikâyetçi değiliz. Zor
durumda olana yardım etmezsek, en başta
inancımız zedelenir. Ayrıca bu külfet gibi görünen hadisenin, bir de rahmet tarafı var. Su
sıkıntısı çekiyorduk, bol bol yağmur yağdı.
Zeytin rekoltesi iki katın üzerine çıktı.
Kilis bankalarındaki mevduat 150 milyon
liradan 270 milyona ulaştı. İşte bu rakamlar,
bereketi somut bir şekilde gösteriyor”.
Yoğun görüşme temposu
76
mart 2015
Şanlıurfa’da eski Vali Celalettin Güvenç,
bugünün Büyükşehir Belediye Başkanı.
Önce makamında görüştük, akşam da yemekte buluştuk.
su burada belirtirken bile mahcubiyet duymaktayım.
Kıymetli Başkan Güvenç’in Şanlıurfa için olduğu kadar, ülkemiz için de büyük bir kazanç olduğunu söylemek isterim.
Uzun uzun sohbet ettik ve genişçe bir röportaj için söz aldık. Önümüzdeki sayıda
dergimizin sayfalarında okuyacaksınız kısmet olursa.
Suruç’tan geçerken, jandarma yolu kesmişti. Durdurdular. Doğrusu o gün sebebini
anlayamadık. Ancak aramaya ve kimliklere
bakmaya gerek duymadan devam etmemizi söylediler. Jandarma komutanı teröriste
benzemediğimize kanaat getirmişti. Bir bakıma tipten kazanmıştık.
Başkan ile ilk buluşmamızda, bir akrabamla karşılaştığımı sandım. Ertuğrul Dayımın gençliğiydi mütebessim ifadeyle elini uzatan. Sima olarak gerçekten büyük bir
benzerlik vardı.
Haliliye Kaymakamı Yusuf Ziya Çelikkaya, Eyyubiye Belediye Başkanı Mehmet
Ekinci ve Karaköprü Belediye Başkan Yardımcısı Ömer Göçebeler ile son derece verimli görüşmeler yaptık.
Şanlıurfa Valisi İzzettin Küçük’ü de ziyaret etmek istememize rağmen, vakti bir
türlü ayarlayamadığımız için borçlu kaldık. Belki de önümüzdeki aylar içinde sırf
o borcu ödemek için kıymetli Valimize özel
bir ziyaret gerçekleştireceğiz. Zira bu husu-
Suruç’ta patlayan bomba
Birkaç gün öncesinde önemli bir isimden
bölgede büyük bir sıkıntının olduğunu duymuş, ancak kendisinden niteliğine dair bir
işaret alamamıştık.
Sonradan anlaşıldı aslı astarı. Süleyman
Şah Türbesi’nin nakliyle ilgili kararların
alındığı günlerde, birileri nasıl bilgi aldıysa, o operasyonu engellemek için Suruç’ta
bomba patlatmıştı. Bomba yüklü bir araç ise
patlamadan bulunmuştu.
Burada birkaç soru kendiliğinden dünyaya geliyor... Çok gizli yürütülen operasyon
kararıyla ilgili bilgiler nasıl sızdı? Operasyonu kimler engellemek istedi?
Bu sorularla ilgililer ilgilenmiş ve cevap-
Mehmet Şeker
larını da bulmuşlardır; o konuda şüphemiz
yok. Lakin gizlinin gizli, çok gizlinin de hakikaten çok gizli kalmasını beklerdim. Demek hâlâ bir yerlerden sızıntı var. Kayda
geçsin diye belirtmek istedim.
Alacağın olsun Ayhan!
Neyse, durmak yok yola devam dedik ve
öyle yaptık. Geldik Birecik’e… Köprüsü, kalesi ve fıstığıyla meşhur Birecik’te güzel insanlarla karşılaştık.
Kale yakınında durduğumuzda Yavuz Selim, nerede çay içebileceğimizi sormak için
bir dükkana girdi. Hemen buyur etti esnaf.
“Buyur abi, burada iç.”
Yavuz, beraberinde arkadaşlarının da olduğunu söyleyince, “Onlar da gelsinler”
dedi. Yavuz, zahmat vermek istemiyordu.
“Biz oturup biraz konuşmak istiyoruz çay
içerken...” dedi. Adam aynı kararlılığı devam ettiriyordu: “Olsun abi, burada da konuşabilirsiniz...” İkram etmeye o kadar istekliler ki...
Tam o sırada elinde tepsiyle geçen garsonu gördük ve çay dedik. Kale yakınında kü-
çük bir barakayı işaret etti. Gittik, selamünaleyküm, aleykümselam, taburelere oturduk. Çaylar geldi. Sohbet başladı. Ocak sahibi Ayhan anlattı... Çay ocağı daha önce
üzerinde kalenin bulunduğu büyük kaya
kütlesinin dibindeymiş. Restorasyon başlayınca, elli metre ileride bulunan bu yeri göstermişler. Birecik’te en büyük sıkıntı işsizlik.
Çaylar tazelendi.
Biraz sonra kalkmak durumundaydık.
Hesabı ödemek üzere harekete geçtiğimizde Ayhan para almayacağını söyledi. “İkramımız olsun abi...”
Kabul etmedik. Olmaz öyle şey, dedik.
Burası senin ekmek teknen, dedik; ne söylediysek ikna edemedik… Gözlerimize bir
anda toz kaçtı… Çarşıyı dolaştığımız zaman zarfında o toz hep gözlerimizdeydi. Bir
beyaz eşya dükkânı veya fıstık ticareti yapan
bir esnaf çay ısmarlasa tamam dersiniz, anlarsınız. Lakin işi çay satmak ve evinin barkının rızkını oradan sağlamak olan birinin
çay parası almamasını anlayabilmek için buralara uğramak gerek. İş sıkıntısı yaygın hal-
deyken, geçim sıkıntısı yaşarken bile, gelen
misafirlere ikramda bulunmak için köklü
bir anlayış olmalı insanda.
Ve engin bir gönül… Alacağın olsun Ayhan!
***
Yolunuz Birecik’e düşerse, kale yakınındaki mavi boyalı demir barakayı bulun. Güzel çayından için. Bizden de selâm söyleyin.
Deyin ki, Mehmet Şeker, Yavuz Selim ve
Mustafa Cambaz seni hiç unutmayacaklar...
Sözün başında, aklımızdan hiç çıkarmayacağımız bir hususu belirtmiştim. Bize bu
yurdu bile çok görenlerin varlığından… Onlar istedikleri kadar planlar yapsınlar. Bizim
Ayhan’larımız oldukça, aramızda böyle güzel insanlar yaşadıkça, bize karada ölüm yok.
Biriz, birlikteyiz, kardeşiz... Hep birlikte
Türkiye’yiz… Bunu anlayanlara ve bilenlere
selam olsun! Anlamayan ve bilmeyenin nasibine ise ilim irfandan önce ilk olarak izan
düşsün. Cenab-ı Allah, birliğimizi ve dirliğimizi bozmak isteyenlere fırsat vermesin.
Âmin vel hamdü lillahi rabbil âlemin…
Yolunuz Birecik’e düşerse, kale yakınındaki mavi
boyalı demir barakayı bulun. Güzel çayından
için. Bizden de selâm söyleyin. Deyin ki, Mehmet
Şeker, Yavuz Selim ve Mustafa Cambaz seni hiç
unutmayacaklar...
mart 2015
77
haberajanda
Toplum
Lokman Ayva*
[email protected]
Bilinmesi gereken
şudur: Birilerinin
kötülemesine bakıp
da hak yoldan vazgeçmemek, hatta
birilerinin kötülemesinin peşine
takılıp da onlarla
beraber pislik kervanına katılmamak
ve yine birilerinin
kötülemesine
bakıp da ümitsizliğe kapılmamak
gerekir. Biz hangi
pozisyonda olursak
olalım, “Allah nurunu tamamlayacaktır”. Mesele o değil,
bizim pozisyonumuzun ne kadar
doğruya yakın ve
ne kadar hayra
hakaret edenlere
uzak olduğu meselesidir!
* AK Parti Kurucular
Kurulu Üyesi
78
mart 2015
Hayra hak
H
ER türlü menfî propagandanın yapıldığı, yaptığı
zulümlerin belgesel ve sinema filmlerinin tekrar
tekrar gösterildiği meşhur zalim Adolf Hitler’e iftira etme hürriyetimiz var mıdır? Her kim olursa
olsun, vefatından sonra kendisini savunma imkânı olmayan bir kişiye ağzıma geleni söyleme hürriyetim var mıdır?
Bir mahlûk, sevilene zulmederek sevenin nesini test etmeye çalışır acaba? Acı içinde kıvranan birinin, kendini iyileştirecek ilacı kullanıp iyileşmek yerine, onu tüm hastalardan
gizlemeye çalışmasının sebebi ne ola ki?
>> Bu soruları kendi kendime
soruyor, cevaplarını düşünüyorum. Muhatap kim veya ne
olursa olsun, ona iftira etmek,
iftira edenle ilgili bir sorundur.
İftira, bir kişide olmayan veya
yapmadığı kötülüğü var ya da
“Yaptı” şeklinde söylemektir. Bu
fiille iftira edilenin sıfatında
herhangi bir şey değiştirilemez
ki…
İftira eden ise, dini, dili, ideolojisi, cinsiyeti, milliyeti, hâsılı
özelliği ne olursa olsun “müfteri”
olur. Bir mahlûkun bir başkasına neden iftira etme ihtiyacı
duyduğunu anlayamam doğrusu. Müfterinin düştüğü durumu
bir hayal edin; iftira ettiği kişide
kötü bir sıfat olmasına o kadar
muhtaç ki adeta “Sende kötü
bir sıfat olsun da ben her türlü
kötü sıfata razıyım” diye ayağına
kapanmış yalvarıyor. Vay zavallı
vay! Daha ne diyebilirim?
Ahirete intikal etmiş biri için
tüm kabiliyet ve birikimini kullanarak her türlü kötü ifadeyi
söylemek, yazmak, çizmek, film
yapmak veya tiyatro üretmek
ne ibretlik bir durumdur. Böyle
kişilere şunu söylemek isterim:
“O kişi yanlış da, doğru da yap-
mış olsa, artık hayatta değil; ona
bunları yaparak ne elde etmek
istiyorsun, hangi sonuca ulaşmaya çalışıyorsun? Diyelim ki
en kötü cezayı verecek ve idam
edeceksin… E! Hayatta değil ki
zaten. Sevenlerine, takipçilerine
mi kızıyorsun? O zaman o seven
yahut da takip eden kişiye söyle, ama ne söyleyeceksin? Eğer
becerebiliyorsan ikna et ve sevgisini bitirsin, takibi de bıraksın.
Hayatta olmayan kişiyle uğraşarak, o kimsenin fikirlerini değiştirtmeye, yaptıklarından dolayı
özür diletmeye hiç uğraşma ey
zavallı mahlûk! Bunu yapacak
kadar aklını kullanamıyorsan,
söyleyeyim de aklını başına al ve
bil ki böyle bir şey olmaz!”
Öyle çok aklı dibe vurmuş
mahlûk var ki, dipten yüksekliği
sıfır seviyesinde. Demek ki yok!
Seviyenin sıfır olduğunu nereden anladığımı şöyle arz edeyim: Benim Sevdiğimin resmini
yakıyor… Bre ahmak! Ben resmi
sevmiyorum ki, O’nu seviyorum.
O, resmine eşit değildir.
Diyelim ki, mutfağınızdaki
sebzeyi, meyveyi, eti yahut balığı seviyorsunuz, bir ahmak da
çıkmış mutfaktaki o yiyecekle-
rin fotoğrafını çekmiş, baskısını yaptırmış ve sizin karşınıza
geçerek onları yakıyor, yerlerde
sürüyor veya üstlerini çiziyor,
sizin yapacağınız bir şey var bu
durumda: Kendinize o yiyeceklerden bir sofra hazırlayın ve o
ahmağın karşısında afiyetle yiyin. Afiyet, şifa olsun...
O zavallı sizin neyinizi test
etmiş oldu? İşte mesele bu! İster hayatta olsun, ister ahirette,
Sevdiğim insana hak etmediğinin yapılmasından dolayı benim
hakperestliğimi test etmiş oldu,
o zavallının yaptığı haksızlık
karşısında tabiî ki benim muhabbetim, hürmetim azalmaz,
azalırsa zaten ben beş para etmeyen biriymişim demektir ve
bu, muhabbetim de, hürmetimin de gerçek olmadığını belirtir o zaman. Sanırım böyle
bir ihtimal sıfıra yakındır. Sahici
bir muhabbete ve hürmete sahip
biri olarak benim yapmam gereken, o haksızlığa razı olmamak
ve onun seviyesine düşmeksizin
haksızlığın ortadan kalkmasına
uğraşmaktır.
Ah, ah! Hepsi keşke bu kadar
olsa, beterin beteri var. Öyle bir
hasta düşünün ki, derdine derman olacak ilacı kullanıp iyileşmek, hatta başkalarına tavsiye
etmek yerine ne yapıyor, biliyor
musunuz? O ilacı kötülüyor; ne
kendisi, ne de başkası kullansın diye deyim yerindeyse her
türlü pisliği yapıyor. Şimdi bu
mahlûka ne dersiniz? Tek kelimeyle “zavallı” denir herhalde.
Yukarıda arz etmeye çalıştığımız hususlar, bugün “İslama-
aret hürriyeti
fobi” denen durumdur. Bir şeyleri kötüleyerek gözden düşürme çalışma gayretleri
bugün rastladığımız bir durum değildir
tabiî, dün de, önceki gün de bunlar yapıldı, ama hep ters tepti. Roma İmparatorluğu, Hıristiyanlık için bunu yaptı, müşrikler de İslam için -ve hâlâ da yapmaya
devam ediyorlar-. Kimi “Atamızın dini”
dedi, kimi de bugün olduğu gibi “İfade
hürriyeti”. Şu veya bu ad altında, “hayra
hakaret hürriyeti” diye bir şey icat etmeye çalışıyorlar. Bunlar gibi binlerce örnek verebilirim, lakin bilinmesi gereken
şudur: Birilerinin kötülemesine bakıp da
hak yoldan vazgeçmemek, hatta birilerinin kötülemesinin peşine takılıp da onlarla beraber pislik kervanına katılmamak
ve yine birilerinin kötülemesine bakıp
da ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Biz
hangi pozisyonda olursak olalım, “Allah
nurunu tamamlayacaktır”. Mesele o değil,
bizim pozisyonumuzun ne kadar doğruya
yakın ve ne kadar hayra hakaret edenlere
uzak olduğu meselesidir! Ne demiş Muhammed İkbal? “İslam’ı kurtarmak değil,
İslam içinde kendimizi kurtarmak…”
mart 2015
79
haberajanda
Toplum
Bir adama durduk yerde “Sen yalancısın!” deyip üstüne üstlük bir de “Eğer ‘Değilim’ diyorsan, bana yalancı olmadığını ispatla” şeklindeki şizofrence tutuma teslim
olarak, “Aslında öyle değil, şöyle” tarzında açıklamalar yapmaya başlıyoruz. Ortada
mantıklı hiçbir sebep yokken, bize sadece “Sen yalancısın!” denildiği için öyle olmadığımızı ispata çalışıyoruz. Yani mücadeleye mağlup başlıyoruz. Karşımızdaki nasıl
düşünmemizi istiyorsa o şekilde düşünüp, o psikolojiye bürünüp ona göre savunmalar geliştiriyoruz.
Mesut Emre Balcı
[email protected]
80
mart 2015
Algı operasyonları
ve savunma(!)
mekanizmamız
İ
NSANOĞLUNUN dünyaya adım attığı günden itibaren başlayan,
devam eden ve kıyamete kadar da sürecek olan hak ile batıl mücadelesi, çağımızda garip bir hal almış durumda. Dünya sürekli yükselen çeşitli toplumsal olaylarla boğuşurken, insanoğlunun hırçınlığı
ve haddi aşma derecesi de gittikçe artıyor. Birçok coğrafyada kan ve
gözyaşı hâkim. Yaratılmışların bir kısmı, diğerine her türlü zulmü
yapma noktasında hiç çekinmeden hareket edebiliyor. Bir tarafta
ezenler var, diğer tarafta ezilenler. Daha zengin, daha bilgili, daha
savaşçı, daha medeni (!) oldukları için kendilerinden aşağı gördükleri halklara
zulmetmekten hiç çekinmiyorlar.
Dünyada kanayan bir yara var. Bu yara
temelini, güçlü devletlerin hastalıklı kafa
yapısından alıyor. Kendi ülkesinden binlerce kilometre uzaklara medeniyet ve barış
götürmek isteyenler askerlerini hemen yola
çıkarıyorlar. Savaşın bir tarafı olan askerler,
birden barış güvercini kesilerek hüznünü
göklere şikâyet edenlerin memleketlerine
doğru harekete geçiyorlar. Dünyanın herhangi bir yerinde kaynağı meçhul, hatta
şüpheli bir şekilde ortaya çıkan bir toplumsal sıkıntı olduğunda, birkaç kutuplu
yeni dünya düzeninin bütün paylaşımcıları
mevzilerini belirliyor ve barış mesajları(!)
vermeye başlıyorlar.
Zaman hızla akıp gittikçe, insan hayatına etki eden her şey aniden değişiveriyor.
Ancak reddedilemeyecek en büyük gerçek
şu ki, yeni dünyanın toplumsal değişimi
artık savaşlar ile değil, suni operasyonlarla
kurgulanıyor. Bu konuda en fazla üzerinde durmamız ve en fazla dikkat etmemiz
gereken nokta ise “kendi algılarımız”.
Eğer düşmanlarınız ya da rakipleriniz
kendilerinin istediği gibi düşünmenizi
sağlamayı başarabiliyorsa, istediğiniz kadar maddi güç sahibi olun, “mağlup” sayılırsınız. Bu, insanın yapısında olan ve
psikoloji ilminde de kendine yer bulmuş
önemli bir mevzu.
Dolayısıyla insanlık varolduğu sürece
çok ufak meselelerden çok büyük olaylara
kadar bu algı çalışmaları hep var olmuştur.
Yaşadığımız dönemde ise büyük değişimlerin ve çeşitli mücadelelerin temeli masabaşlarında belirlenen algı operasyonları ile
atılmaktadır.
Fransa’da iki maskeli saldırgan sokak ortasında arabalarından inerek, ellerinde ağır
otomatik silahlar olduğu halde bir mizah
dergisinin toplantısı esnasında çalışanlara
kurşun yağdırıyor ve 12 kişiyi öldürüyor;
gerek Avrupa’da, gerek tüm dünyada yapılan haberlerde saldırganlar için “Müslüman, İslamcı, radikal İslamcı, köktendinci”
gibi tanımlamalar kullanılıyor. En nihayetinde de bu saldırı yine İslamî (!) bir örgüte
havale ediliyor. Benzeri daha önce defaatle
görüldüğü gibi, yine İslam karşıtı söylemler havada uçuşuyor.
Müdafi değil, müeddî
iddiasını ispatla mükelleftir
Buraya kadar hikâye bildiğimiz gibi,
yani bu olayın muhatabı olan coğrafyanın
yapıları, tıpkı kendilerinden beklenildiği
gibi hareket ederek saldırıyı İslam’a mâl
ediyor ve tezvirat yapmaya başlıyor. Terörle
İslam’ı bir araya getirerek o bilindik İslamofobik türküyü söylemeye devam ediyor.
Peki, biz ne yapıyoruz?
Bir adama durduk yerde “Sen yalancısın!” deyip üstüne üstlük bir de “Eğer ‘Değilim’ diyorsan, bana yalancı olmadığını ispatla” şeklindeki şizofrence tutuma teslim
olarak, “Aslında öyle değil, şöyle” tarzında
açıklamalar yapmaya başlıyoruz. Ortada
mantıklı hiçbir sebep yokken, bize sadece
“Sen yalancısın!” denildiği için öyle olmadığımızı ispata çalışıyoruz. Yani mücadeleye mağlup başlıyoruz. Karşımızdaki nasıl
düşünmemizi istiyorsa o şekilde düşünüp,
o psikolojiye bürünüp ona göre savunmalar
geliştiriyoruz.
Şundan emin olmalıyız: Batı aklı bizi çok
iyi tanıyor. Dinimizin içeriğini, neyi emredip neyi yasakladığını da çok iyi biliyorlar.
Dolayısıyla İslam’a yapılan bu tarzdaki ithamların arkasında nasıl bir anlayış olduğunun farkına varmak zorundayız. İslam’a
yöneltilen suçlamalar ve yapılan edepsizlikler karşısında ciddi bir özgüvensizlik ve
-daha da ilerisi- bir aşağılık kompleksiyle
çeşitli açıklamalar yaptığımızda, bu algı
oyununu kuranlar bizi, varmamızı istedikleri noktaya getirmiş oluyorlar. Ciddi bir
yenilmişlik hissi veren “Gerçek İslam bu
değil” ifadesiyle başlayan her cümlemiz, bu
büyük arenada bizi mağlubiyete bir adım
daha yaklaştırıyor.
Bu söylemleri kullanırken dünyada sivil
ölümlerin olmamasının karşımızdaki kitle
için ne kadar önemli olduğunu düşünmek
zorundayız.
Biz İslam’ın bu tarz öldürme hareketleriyle bir alâkası olmadığını kime ispat
etmeye çalışıyoruz ki? Dünyanın farklı
yerlerinde, zulüm kokan bütün coğrafyalarında doğrudan ya da dolaylı olarak
dahli bulunanlara mı? Daha yakın zamanda İslam topraklarında binlerce kişiyi
katledenlere mi? Gittikleri coğrafyalardaki
insanlara zulmederek, onları köle niyetine
kullanarak milli şuurlarını yok edip, milli
kaynaklarını sömürüp yıllar boyu kendilerine bağlı kalmalarını sağlamaya çalışanlara mı? Hiçbir hakkı olmadığı halde Filistin
coğrafyasına yerleşip askerî harekâtlar ve
siyasî kurnazlıklarla kendilerine yer bulmaya çalışan ve bu süreç içerisinde kadın
ya da çoluk çocuk demeden binlerce kişiyi
katleden terör devletine arka çıkanlara mı?
Yoksa kendi halkının üzerine acımasızca
bütün cephanesini boşaltan, kendi ülkesini
yerle bir eden, binlerce masumu katleden,
binlercesini evsiz bırakan caniye kol kanat
gerenlere mi?
Bu soruları çoğaltmak mümkün, ancak
Paris’in ortasında değil, dünyanın herhangi
bir yerinde, örneğin bir meczup bir Hıristiyanı öldürse ve bu katilin Müslüman
olduğu bilinse, yine aynı İslam karşıtı söylemlerle karşılaşacağımız aşikârdır.
Müslümanlar olarak hiç kimseyi ikna
etmek zorunda değiliz. “Gerçek İslam bu
değil” açıklamaları yapmak zorunda da
değiliz. Gerçek İslam’ı öğrenmek isteyen,
açıp Kur’an-ı Kerim’den öğrenebilir. Bize
düşen, Batı aklını dünyanın hâkimi gibi
görmekten vazgeçmek ve yeryüzü eğer
mümine mescit kılındıysa, “Havanın, toprağın, suyun, kısacası hayatın olduğu her
yer bizimdir” düşüncesiyle mefkûremizi
diri tutmak ve de bu akla karşı savunmacı
değil, vakur bir politika ve söylem geliştirmektir.
mart 2015
81
haberajanda
Analiz
Şii Ensarullah Yemen’de darbe yaptı
İran suskunluğunu bozdu
A
SLINDA yazının başlığını “Irak’taki İran Sendromu” koymuş ve son zamanlarda Irak’ta husule gelen değişiklikleri
sıralayarak Türkiye’nin bölgedeki varlığının belirginleşmesi
ve İran varidatının solgunlaşmasının (solgunlaşır gibi olmasının) kafamda oluşturduğu istifamı izale etmek için düşünmeye başlamıştım. Hatta “Neden?” diye sora sora beyin
çilemin arasında dolaşırken kendime kızıyordum: “İran neden suskun? Irak’ı
sessiz sedasız Türkiye’nin etki alanına neden terk etti? Yoksa Ortadoğu’dan
vaz mı geçiyor?” Buna benzer sorularla düştüğüm cevapsızlık havuzundan
çıkmak istiyordum…
>> Evet, buna benzer sorularla düştüğüm
cevapsızlık havuzundan çıkmak istiyordum
ki, bölgedeki bazı gelişmeler, meselenin alt
yüzünü açık etti. Anlaşılan o ki Tahran, bölge “level”lerinden bir alta geçiyor ve sinsiliği
tercih ediyordu. Fakir de bu sinsiliği “suskunluk” olarak yorumlayarak İran aklına ya-
82
mart 2015
kıştıramadığı bu formatın şifresini çözmeye
çalışıyordu.
Çile kendiliğinden çözüldü. Neydi bölgedeki ifşa olayları? İlk haber Suriye’den geldi.
Bildiğiniz gibi, İsrail’in durup durup yaptığı işlerden biri de Golan cihetinden Suriye topraklarını vurmak. Son vuruşu, 2015
Ocak ayının son haftasında yaptı ve bölgede
seyreden bir grup Hizbullah aracına saldırdı. Saldırıda ölenlerin arasında İranlı bir üst
düzey komutan da vardı. İran’ın Suriye’deki
askerî varlığı epeydir biliniyordu, lakin bu
varlığın daha çok danışman kadrosu şeklinde olduğu sanılıyordu. Fakat Hizbullah
saldırısıyla hem bir asker, hem üst düzey komutan, hem de bizzat arazide harekât yapan
silahlı bir İranlı ortaya çıkıyordu. Olayın
ardından, Suriye muhalefetinden durumun
vahametini resmeden bir açıklama geldi:
“Suriye, İran’ın işgali altında…”
Hatırlayınız, ne demişti İran Meclis Başkanı Ali Laricani? “Bölgedeki üç başkent
Tahran’a ait: Şam, Beyrut ve Sana…” Tabiî
bidayette Bağdat da vardı. Şam ve Beyrut
malum…
Şimdi gelelim Sana’ya… Dananın kuyru-
Yusuf Kemal Bozok
[email protected]
ğu Yemen’de koptu. Hizbullah saldırısının
ardından, İran’ın ortaya çıktığı yer olarak
Arabistan’ın güneybatısı gündeme düştü.
Yemen’in kuzeyinde yerleşik Zeydî Şii Husilerin ayrılıkçı örgütü Ensarullah, belki de
tarihinde ilk defa boyundan büyük bir huruç hareketi yaptı ve Sana’da darbeye kalkıştı. Nice zamandan beri ülkenin Suudi sınırında eylemler yapan Husi kabilesinin tek
destekçisi İran’dı. Kabilenin, kendi ülkesinin
topraklarında devamını barındıran Suudiler, yangının kendi arazilerine sıçramaması
için azamî gayret sarf ederlerken Yemen
Devleti’nden de yardımlarını esirgemiyorlardı. Bu nedenle Ensarullah militanları,
rölantide sürdürüyorlardı kavgalarını.
Ancak son birkaç aydan beri bu rölanti
durumu bozulmuş ve kavga iç savaşa evrilme emareleri göstermeye başlamıştı. Durumu yakından takip edenler, “Neler oluyor?”
kaygısıyla kavgadaki volüm artışının perde
arkasını ve “arkadakinin kimliği”ni çözmeye
çalışıyorlardı. Aynı anda fakir de Irak’taki
İran suskunluğunun sebebi üzerine kafa yoruyordu.
Yanılgım şurada oldu: Suskunluğu, Suriye’yle ilişkilendirme gayretindeydim; doğrusu Yemen aklıma gelmemişti. Meseleye
Laricani’nin “Üç başkent: Şam, Beyrut ve
Sana” açıklamasıyla analiz ya da ilişkilendirme alanımı genişletmeye başlamıştım ki
Yemen bekletmedi fakiri.
Darbe bombasının fitili 15 gün önce,
Yemen Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın kaçırılmasıyla ateşlenmişti. Bu olay şu anlama
geliyordu: Dağları mekân tutan Ensarullah
şehirlere inmiş, hatta başkent Sana’ya girmiş
ve bakanlık sarayına dahi sızmıştı. Tıpkı
Hasan Sabbah fedailerinin Selçuklu sarayına sızması gibi...
İki sınır taşı
Kaçırma olayı, çatışmaları had safhaya
çıkardı. Bu kez Husiler çok hırslıydılar, zira
arkalarındaki güç, Irak’ta planladığı hızla
ilerleyemeyen, “Şia Kuşağı”nı tamamlama
kararlılığı karşı uçtan Bağdat bölgesine
göre daha göz ardı gibi duran zayıf halka
Yemen’den tekrarlıyordu. Zamanlama o kadar harikaydı ki…
Kısa bir süre önce Fransız Charlie Hebdo
mizah dergisini basan Koachi kardeşlerin
eylemini kim üstlenecek derken, beklenen
cevap Yemen’den gelmişti. Benzeşleri arasında en şedid olarak bilinen El-Kaide’nin
Yemen kolu “Biz planladık” dedi. Ancak
baskının ertesi günü yayınlanan gazeteler,
Majesteleri’nin MI6 konusunda şüphelerini
dile getirmişlerdi.
Biraz geri gidelim… Suriye’de tıkanan
IŞİD/DEAŞ örgütü yönünü Irak’a çevirdiğinde, İran suskunluğa bürünmüş ve bölgeden sır olmuştu. Onunla birlikte sır olan bir
başka cenah da Güney Irak Şii güçleriydi.
Irak ordusu, başta Musul olmak üzere araziyi Bağdat’a kadar boşalttı, fakat geride
tüm mühimmatını bırakarak. Bu tahliyeyle Bağdat, bankalarını ve petrol bölgesini
hediye etmişti IŞİD’in hepi topu 900 tane
olduğu söylenen militanlarına. Onlara bırakılan, sadece silahlar, bankalardaki paralar ve
petrol bölgesindeki akaryakıt potansiyeli ve
rafineriler değildi, aynı zamanda bölgedeki
insan potansiyeliydi ki örgütün 900 kişilik
gücü bir anda 15-20 bine çıktı -sayı hâlâ o
noktada-.
DEAŞ, Irak’ta iki sınır taşı dikti: Birincisi güneyde, “Güney Irak Şii Devleti”nin
başkenti Bağdat’a 60 kilometre kala,
Samarra’da. İkincisi ise kuzeyde, “Kuzey Irak
Kürt Devleti”nin başkenti Erbil’e yine 60
kilometre mesafedeki noktada. Güneydeki
sınır taşını DEAŞ kendisi dikmiş ve kuzeye
yönelmişti; kuzey taşının dikilmesine ABD
yardımcı oldu. Böylece Ortadoğu’ya tekraren gelmekte nazlanan ve Suriye hususunda
parmağını oynatmayan Sam Amca, bir başka sebepten bölgedeydi artık.
Mevcut sebep ortadayken kimse, bilhassa
Türkiye, ondan Şam’ı düşürmesini istemeyecekti. Zaten Washington’dan “tarih yazan
bir açıklama” geldi: “Artık Esed önceliğimiz
değil, şimdi hedefimiz DEAŞ ve söz konusu örgüt, en az iki sene orada…”
“Ne anlama geliyordu bu açıklama?” diye
sormama gerek yok! Esed, iki seneyi garanti etmişti. Daha doğrusu İran, en az iki yıl
Suriye süresi almıştı ve bu arada başka işlere
bakabilirdi. Yeni iş “Yemen” oldu.
Peki, İran bunu kendi başına mı yapmıştı? Mümkün mü? O halde?
Bu bir Şah-Majeste antlaşmasıydı. Hülasa, artık Ortadoğu’da İran ve İngiltere somut olarak kol kola…
Sonuç
Bu arada Türkiye ne yaptı? Elbette Tahran operasyonunu yapana kadar Ankara,
“Esed Suriye’si”nden uzaklaştırıldı ve bir
süreliğine Güney Irak’ın “yeni Maliki”si
İbadi ile flört ettirildi. Yetmedi, DEAŞ “Irak
operasyonu”ndan geri çekildi ve sınırdaki
“uyduruk kasaba Kobani”, yani asıl adıyla
Ayne’l-Arab’a sürüldü; “Şii hilâli ameliyatı”
tamamlanana kadar tüm bölge Kobani’den
ibaret hale sokuldu. Artık işi yoksa uğraşsın
dursun Türkler, biçilen süre dolana kadar!
6-7 Ekim olayları, 42 ölü, binlerce mülteci ve diken üstünde Güneydoğu… Yetmez
mi?
Sonuç mu? Yemen operasyonu tamamlandı, Kobani düştü ya da düşürüldü, hem
de bizim yardımımızla ve güney sınırımızı
takiben üç kez “Biji Serok Obama!” çığlıkları arasında Kobani’ye geçirilen Peşmerge
ordusunca (!)... Peki, kaç kişilikti bu ordu?
Hiç canım! 150 kişilik kadar, hatta sekiz on
tanesi Suruç’taki bir otelde gecelerken kaçıp
kayıplara karışmıştı. Doğal olarak bu sayıyı
yekûndan düşmek gerek.
Bu netice karşısında, Türkiye’deki umumî
manzara şu: Kürt kardeşler, güneydoğu şehirlerinde “Kobani kurtuluş günü şenlikleri”
kapsamında halay çektiler uzunca bir zaman. Halayda yekûn tutan PKK sempatizanları, Ayne’l-Arab kasabasındaki zaferin
sahibinin, kendi stepneleri olan PYD olduğunu zannediyorlar. Oysa artık bu muhitte,
Salih Muslim’le kanı uyuşmayan Barzani
hâkim, hem de 140 kişilik ordusuyla ve bir
aylık askerî eğitimle.
Türkiye’ye gelince… Türkiye, “Kuzey Suriye’de yeni bir Kuzey Irak statüsü istemeyiz!”
diyor. Lakin açıklama, ABD ve Barzani’nin,
“Kobani’nin kurtarılması ve bölgeden DEAŞ’ın kovulmasında Ankara’nın rolü büyük;
Türk yetkililere müteşekkiriz” beyanatları
arasında kaynadı gitti. Gitmese de gayri bir
ehemmiyeti yok kanaatimizce; zira o bölge,
Kuzey Suriye değil, Kuzey Irak’ın uzantısı
durumunda.
Burada duralım ve soralım: Kobani ticaretinden kim kârlı çıktı?
El-cevap: Türkiye Cumhuriyeti Devleti
ve Türkiyeli Kürtler dışındaki herkes... Büyük parça İran’ın; zira Suriye’de kâr hanesine kaydettiği iki yılın üzerine Yemen’i de
koydu.
Ya Türkiye? Adı üstünde, onu herkes
“Yalnız Kurt” olarak biliyor. Bir de leş yemek gibi bir alışkanlığı yok. Bir başka zafiyeti daha var Yalnız Kurdun: O Serengeti
tavşanlarının, zavallı Somalililerin yanında
şimdi. E, kime kimin düşeceğini, Şah ve
Majeste’den önce “Şanı En Büyük Olan”
belirliyor. Kalanı teferruat…
mart 2015
83
haberajanda
Seyahat/ Beyrut
Lübnan’ın bir vatan hüviyeti alması için gayret sarf eden Fairuz’un ve ondan epey önce göç edebiyatının
temsilcisi kabul edilen Halil Cibran’ın evrensel sevgiye neden bu kadar vurgu yaptığını anlamak için Lübnan’da
bir hafta kalmak yetiyor. Bu kadar farklı dinî ve etnik grubun bu kadar zorlu bir coğrafyada kardeşçe
yaşaması, ancak sevginin gücüyle mümkün olabilir.
***
“Bana kulak ver ki sana ses verebileyim.” (Halil Cibran)
Beyrut
Beyrut Şehitler Anıtı, şehir merkezinde Muhammed
El Amin Camii yakınında “Lübnan Bağımsızlık
Kahramanları”...
84
mart 2015
B
Gülenay Pınarbaşı
[email protected]
UGÜN siyasî sınırlar ne olursa
olsun, dinî ve kültürel birliktelikler
dil, edebiyat ve
halk kültürü, yani
türküler, şiirler, efsaneler, masallar, yemeklerle devam ediyor. Ulaşım
imkânları arttıkça ve ucuzladıkça, bir
dönem aynı siyasî hudutlar içinde bulunduğumuz bölgelere gidebiliyoruz.
>> Bosna-Hersek, Üsküp, Batum gibi şehirler, kültürel birlikteliğin devamının en
güzel örneklerindendirler. 2015’e girmek
üzereyken coğrafî bakımdan Anadolu’ya
çok yakın bir dönem, Roma, Bizans, Memluklular, Timurlular ve en son Osmanlı idaresinde bulunan Beyrut’u ziyaret etme
imkânı bulduk. Halil Cibran ve Fairuz ile
bir dünya markası olan Beyrut, bugün ve
belki bilinmeyen zamanlardan beri Ortadoğu’nun en önemli liman kenti olmuştur.
Milattan önce Fenike şehir devletlerinden
biri olan Beyrut, yılbaşında ılık havası, mis
gibi Akdeniz kokusu ve yeme-içme tesisleri
ile turistlerin tercihi oluyor.
Hıristiyan Arapların hâkimiyetinin birçok bölgede hissedildiği şehir, 2006’daki İsrail-Lübnan Savaşı’nın yaralarını sarmış gibi
görünüyor. Bir dönem Ortadoğu’nun Paris’i
olarak lanse edilen şehrin Down Town bölgesi, doğrusu bugün Paris’ten daha konforlu ve şık tasarımları ile göz dolduruyor. Arap
dünyasında ilk gazetelerin basıldığı Beyrut,
bugün de yayınevleri ve matbaaları ile dikkat çekiyor. Osmanlı döneminde misyonerlerin Arap Hıristiyan nüfusu dolayısıyla büyük ilgi gösterdiği Beyrut’ta, 19. yüzyılda çok sayıda yabancı okul açılıyor. Bugün
Protestanların açtığı Amerikan Üniversitesi,
kampüsünün konumu, mimari güzelliği ve
eğitimi ile Beyrut’a damgasını vurmuş.
Beyrut’ta turistlerin ve bizlerin en çok ilgisini çekense, şüphesiz yeme-içme tesisleri
oldu. Ermeni, Arap, Türk, Süryani gibi tüm
Ortadoğu halklarının mutfaklarının meczedilmiş hali olan lokanta ve kafelerin olmazsa olmazı nargile, jellab ve fettuş. Akdeniz’in
bereketli topraklarında yetişen sebze ve
meyveler binlerce yıla dayanan yemek sırlarıyla birleşince ortaya muhteşem sofralar çıkıyor. Tıpkı Antakya gibi, Beyrut’a da gastronomi turizmi için gidilebilir.
Beyrut Pigeon Kayaları...
mart 2015
85
haberajanda
Seyahat/ Beyrut
Modern Beyrut...
Baalbek Antik Kenti, M.Ö. 1100
senesinde Fenikeliler tarafından
inşa edilmiş. Burada ilk göze
çarpan, birbiri ardı sıra dizilmiş üç
tapınak olması...
Sosyal yapı itibariyle Ortadoğu’nun en
karmaşık şehri olan Beyrut’ta kültürel bakımdan bir rahatlık ve hoşgörü olmasıyla birlikte, siyasî anlamda ciddi bir gerginlik var. Bazı gidilmez bölgeler, konuşulmaz
konular mevcut. 1948’den beri ülkelerinden
sürülen Filistinliler, Beyrut’un geçim sıkıntısı yaşayan, “tatlı hayat” yaşamayan, dışlanan zümresini oluşturuyor.
Türkiye’den çeşitli insanî yardım kuruluşlarının el uzattığı kampların durumu içler acısı; Beyrut’un bir yüzü Paris’i dahi aşan
bir lüks yaşarken, bir yüzü izah edilemez
imkânsızlıklar içinde.
Turistik bir gezi için gittiğimiz Beyrut’ta
birçok eş dostla karşılaşmamızın yanı sıra
Sadaka Taşı Derneği ile rastlaştık. Kış şartlarını göz önünde bulundurup Lübnan’daki Filistinlilere ve Türkmen kardeşlerimize battaniye ve çocuk botu getirmişler.
Lübnan’ın Beyrut dışında kalan bölgelerini dernek temsilcileri ile gezme imkânı bul-
86
mart 2015
duk. Akdeniz’e kıyısı bulunan Sayda ve iç
bölgelerde kalan Türkiye’de terör merkezi
olarak bilinen Bekaa vadisi bunlardan başlıcaları idi.
lamak mümkün. Beyrut’un kuzeyinde, Harissa’daki Hz. Meryem heykeli ve bölgedeki dinî kompleksin görkemi, özel bir gayreti
gözler önüne seriyor.
Seyyahlardan öğrendiğimize göre bir devir kumaşları ile ünlü olan Bekaa vadisi, bugün geri kalmış kırsal bir bölge görünümünde. Çeşitli yerlerinde göçebe Türkmenlerin olduğu bölgede Hıristiyanlar da oldukça etkililer. Hatta “Karayolunda camiden çok kilise vardı” dersek mübalağa etmeyiz. Tabiî bunu, Marunilerin varlıklarını dinî
sembollerle sürdürme gayreti olarak yorum-
Lübnan’ın bir vatan hüviyeti alması için
gayret sarf eden Fairuz’un ve ondan epey
önce göç edebiyatının temsilcisi kabul edilen Halil Cibran’ın evrensel sevgiye neden bu kadar vurgu yaptığını anlamak için
Lübnan’da bir hafta kalmak yetiyor. Bu kadar farklı dinî ve etnik grubun bu kadar zorlu bir coğrafyada kardeşçe yaşaması, ancak
sevginin gücüyle mümkün olabilir.
haberajanda
Analiz
B
U makalemizde Avrasya
bölgesinde yürütülmüş
olan Oryantalizm faaliyetleri kapsamında bir eserin
önemli bir bölümünün
değerlendirmesini yapacağız.
Değerlendirmesi yapılan eserin ismi “Yevfimiy
Aleksandroviç Malov- İdil
Ural’da İslam Karşıtı Rus
Misyon Siyaseti” olup,
Fatma Şura Bahsi
Saime Selenga Gökgöz [email protected] rafından kaleme alınmıştır.
Kitap, Rusya’nın bölgesindeki toplumlara yönelik
olarak uyguladığı asimilasyon ve misyonerlik
politikasına önemli ölçüde
ışık tutan bir eserdir.
Rus Oryantalizmi üzerine bir
eser değerlendirmesi
MALOV’UN ALTINI çizdiği bir diğer husus ise, ateşle ve kılıçla
yayılan İslam olarak tanımladığı İslam’ın yayılmasına engel olmak ve durdurmaktadır. Doğu’nun Mekke’si ve Oryantalizmin
merkezi olarak kabul ettiği Kazan’ın Rus olmayanlara karşı
üretilen ve uygulamaya geçirilen politikaların belirlenmesinde en güçlü sesidir o. Kazan’ı önemli kılan diğer bir unsur da
doğusunun gayrı Ruslarını tanıma ve bilme, bununla birlikte
disipliner olarak örgütlenme merkezi olmasıdır.
Tatar köylerine bu amaçla
seyahatler gerçekleştirmiştir (Gökgöz, 2007: 173).
Hem Malov’un, hem de
İl’minskiy’nin, Rus ve Tatarların birbirlerine yakınlaşması hedefleri vardır.
Her iki toplumun birbirine
yakınlaşması durumunda
misyonerlik faaliyetlerinin
daha rahat yapılacağı ve
başarı sağlanacağı düşüncesi hâkim olmuştur.
Eserde Rusya’nın Çarlık
dönemindeki misyoner
faaliyetleri esas alınmış
olup, bu dönemin en etkin
ismi Yevfimiy Aleksandroviç Malov’un misyonerlik
faaliyeti kapsamındaki
çalışmaları üzerinde
durulmuştur. Bu çalışmamızda da eserin üçüncü
bölümünü oluşturan İdil
Ural’da Bir Rus-Ortodoks
Misyoneri: Akademik
Malov adlı kısmı değerlendirilecektir.
Malov, Rus misyon faaliyetleri denildiğinde akla
gelen önemli isimlerden
biridir. Zira Rus misyonerliğini bilimsel bir zemine
oturtmaya çalışmıştır.
Misyonerlik faaliyetlerini
Kazan merkezli yürüten
Malov, özellikle Kazan’da
misyoner örgütlenmenin oluşumunda ve bu
örgütlenmenin eğitimi
bağlamında çalışmalarda
bulunmuştur. Bu bağlamda Malov, ölümüne kadar
kaleme aldığı “Bir Misyonerin Notları” adı ile her
gün günlükler tutmuştur.
Etnografik özellik taşıyan
bu misyoner seyahat
notları ayrı bir önem taşımaktadır. Malov bu eserin
bastırılması konusunda
oldukça ısrarcı olmuştur.
Bu isteğinin en önemli
nedeni ise, Kazan’da nicelik ve nitelik olarak misyoner bilimleri ürünlerinin
varlığını hissettirmektir
(Gökgöz, 2007: 147).
Malov, İlahiyat
Akademisi’nde misyoner
kürsülerinin ilgisiz kalması
nedeniyle kürsü değiştirmiş ve çalışmalarını Kazan
İlahiyat Akademisi’nde
devam ettirmiştir. Burada-
ki çalışmalarında Hıristiyanlaşmanın bir misyon
tarihçisi olarak kilise
ve manastır tarihlerini
kaleme almış ve Hıristiyanlaştırmanın kurumsal
yapılarını ve işleyişlerini
ortaya koymuştur.
Akademik Malov, misyoner faaliyetlerde akademik bağlamda, başka bir
deyişle bir disiplin olarak
gelişmemesini şiddetle
eleştirmiş ve çalışmalarını
bu doğrultuda gerçekleştirmiştir. Onun bakış açısından anlaşılan, bilimsel
anlamda gelişemeyen
misyonerlik politikaları
sağlam bir zeminde ilerleyememektedir. Bu bağlamda Malov, misyonerlik
faaliyetlerini bir disiplin
olarak görmüştür. Öyle ki,
ona göre tekil misyoner
tecrübeleri toplamından
genel geçer misyoner
davranış biçim ve ilkelerini çıkarmak ve irdelemek,
misyonerin değil, misyoner bilimcisinin vazifesidir
(Gökgöz, 2007:152).
Malov, misyonerlik
faaliyetini yürütürken
polemik edebiyata ya da
polemik tarza önem vermiştir. Malov’un polemik
tarzı apolojetik olmayıp,
günlüklerinde yer aldığı
gibi karşılıklı konuşma
ve sohbet şeklinde, karşı
tarafın bilgilerini adeta
çürütme eğilimi içerisindeki bir tutum olarak tanımlanabilir.
Bununla birlikte Malov,
özellikle Tatarlara ve Çuvaşlara karşı misyonerlik
kapsamında ilgi duymuş
olup, Müslüman ve Kreşan
Malov’un altını çizdiği
bir diğer husus ise, ateşle ve
kılıçla yayılan İslam olarak
tanımladığı İslam’ın yayılmasına engel olmak ve
durdurmaktadır. Doğu’nun
Mekke’si ve Oryantalizmin
merkezi olarak kabul ettiği
Kazan’ın Rus olmayanlara
karşı üretilen ve uygulamaya geçirilen politikaların
belirlenmesinde en güçlü
sesidir o. Kazan’ı önemli
kılan diğer bir unsur da
doğusunun gayrı Ruslarını
tanıma ve bilme, bununla
birlikte disipliner olarak
örgütlenme merkezi olmasıdır (Gökgöz, 2007: 198).
Malov’un misyonerlik
faaliyeti kapsamında
tercüme de önemli bir yer
tutmaktadır. Bu bağlamda
bütün dillerde İncil tercümesi yapılarak İncil’in
yayılması amaçlanmıştır.
Genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız eserin
bu bölümünde Malov’un,
Rus misyonerliği içinde
fiilî olarak üstlendiği rol
ve uygulanan misyonerlik
faaliyetlerine karşı eleştirel yaklaşımı, yeni bir
bakış açısı kazandırması,
misyonerliği bilimsel bir
zemine oturtma gayreti
ve bu kapsamda yaptığı
çalışmalar genel olarak
değerlendirilmiştir.
mart 2015
87
haberajanda
Bilimkurgu
Evin salonunda ailecek otururken ve durup dururken
“Bir fikrim geldi!” deyiveriyor masumane bir tavırla
cennet topları çocuklarımız.
Doğru tabir bu işte! “Bir
fikrim geldi!” ya da “Bir düşünce geldi kafama”… Tıpkı
su sayacına giren borudan
su gelmesi gibi... Suyun
gelişiyle birlikte matematik
canlanıyor; geleni santimetreküp ölçüsünce saymaya
başlıyor ve seri halde musluğa yolluyor. Çocuklarınki
de bu hesap; bir yerden
-bir borudan, kablodan ya
da buuttan- bir fikir geliyor, korteks sayacındaki
aritmetik canlanıyor, ikiliği
onluğa çeviriyor ve çocuk,
o anda fark ediyor geleni
ve ağzından –musluğundan- dışarı döküyor. Her
aşaması doğru ve doğal o
çocuk ki, yetişkin yaşlarına
ulaşınca artık bir fikrinin
geldiğini söylemiyor, “Bir
şey düşündüm” diyor. “Bir
fikrim geldi” ile “Bir şey
düşündüm” arasındaki fark,
insan ve Tanrı arasındaki
fark kadar büyük.
Kafatasındaki bir buçuk kiloluk yağ kitlesini mucize sanan
Bizi gidi beyinsizler!
88
mart 2015
Ahmet Yozgat
[email protected]
Y
AZIYA, başta
kendim olmak
üzere, -elçileri
hariç tutaraktüm insanlara
hakaret ederek
başlamak,
adab-ı muaşerete uymaz, biliyorum. Fakat yine de
özür dilemiyorum Homo Erektus’tan.
Yazının girizgâhı bu!
>> Bir ağabeyim var, saygın biri. Adını bir türlü öğrenemediğim ve çoğunlukla
hatırlayamadığım için “Üstat” deyip geçiştiriyorum. Böylece hem onu prestijli bir
yere oturtuyor, hem de kendi “hımbıllığı”mı
örtbas edip komik olmaktan kurtuluyorum.
Böylesini size de öneririm, zira iyi bir yöntem.
Az buz değil, altı aydan beri tanıdığım
Üstat’la kısa ve ayaküstü kaçamak sohbetler
ettiğimiz oluyor. Buna rağmen birbirimizin
farkındayız, sıklet anlamında yani. Zira ekran karşısında seyircisiyiz TV programlarımızın. Yani ayaküstü konuşsak da beyin
muhteviyatımızı biliyoruz. Bu sebeple karşılıklı konuşmalarımız da “mor ötesi”.
Son kaçamaklarımızdan birinde, laf arasında bir şey söyledi ya da sordu bana Üstat:
“İnsanın beyinsel birikimi ölünce yok oluyor, yazık değil mi?”
Bu hayıflanması ile Üstat şöyle demeye
getiriyor: Bilgi birikimi çizgi üstü bir bilgin
veya arifan irfanını haiz bir bilge, yaşadığı
uzun yıllar ve üstün zekâsı nedeniyle onca
“data”nın sahibi olmuşken, bir bakıyorsunuz,
belki bir kaza sebebiyle birdenbire dükkânı
kapatıyor ve çokça eğitim, araştırma ve çaba
nedeniyle, üstelik ciddi bir harcama yapılarak biriktirdiği bilgi koleksiyonunu da sonlandırmış oluyor. Yakınları gömüyorlar onu
ve böylece şahsî bilgisinin deposu olan beynini de toprağa teslim ederek elden çıkarıyorlar. Ne kadar yazık! Bu depodaki bilgi ve
bilgeliği ölüm anında ele geçirmenin ya da
kopyalayıp almanın imkânı yok mu? Mesela
kalp, böbrek, karaciğer gibi organların nakli
yapılıyor da neden beyin nakli yapılmıyor?
Ya da böyle bir nakil mümkün mü?
Evet, bizim Üstat aşağı yukarı böyle demeye getiriyor. İlginç değil mi? Doğal olarak böyle düşünüp söylerken masasının üzeri de boş değil, bilgisayarı var. Yani meslekî
bilgisini depoladığı cihaz da ona bakıyor,
mart 2015
89
haberajanda
Bilimkurgu
hatta böyle düşünmesine sebep oluyor. Zira
o plastik depodaki bilgiyi sık sık kopyalıyor,
yedekliyor ve koruyor. Bununla kalmıyor, cihaz ihtiyarlayıp da değişme zamanı gelince,
Üstat plastik deponun tamamını yeni makinesine yükleyerek kaldığı yerden devam
ediyor işine. Eskiyen bilgisayarını da bir
nevi mezarcı sayılabilecek hurdacıya veriyor
beyni boşaltılmış bir naylon ve bakır kablo
yığını olarak. Sonra da dönüp bana soruyor:
“İnsanın beynindeki bilgiyi ölmeden evvel
kopyalayıp almanın imkânı yok mu?”
Üstadın ilginç merakını giderememiştim
o gün, çünkü zamanım dardı. Şimdi geniş
olan zamanı kullanarak, bu makale bizim
Üstada cevap olsun diye kaleme alınıyor.
Önce bir tövbe
Beyin… Konuyla ilgili olanlar, bir muamma olduğundan söz ederek giriyorlar beyin
konusuna. Sonra da anlat baba anlat, bitmiyor bir türlü! Her gün yeni bir fonksiyonu
keşfediliyor kafatasımızdaki misafirin.
Bilgisayarın soyut kayıt depoları olur da insanın olmaz mı? Elbette olmalı! İnsanoğlunun server kaydı uyku esnasında yapılıyor. Zira beyin
dediğimiz organ en çok geceleyin çalıştığı için, canlılar uyuyor, bedensel motor faaliyetleri neredeyse sıfırlanıyor ve vücut, enerjisini beyne
teksif ediyor. Beyin bu esnada o kadar çok enerjiye ihtiyaç duyuyor ki,
bu kapasitedeki enerjinin üretimi için uyku yetmiyor, ilaveten “iki seksen yatmak” gerekiyor. Çünkü kalp, yatar haldeyken kendisini kafayla
yatay düzleme konuşlandırarak hayat suyunu beyne en kolay pompalayacağı konuma getiriyor.
Merhum Halûk Nurbaki Hoca, otuz yıl
kadar önce 300 sayfalık kitabını kaleme alıyor “Beyin Mucizesi” adıyla. Belki de 25 yıl
evvel girmişti dünyasına bu kitap ve epey
etkilemişti fakiri. O kadar ki, beynin ne menem bir şey olduğunu anlatmak için şöyle
densiz bir cümle kurduğumu hatırlıyorum
sözün beyinden açıldığı meclislerde: “Yaratan, insanoğluna yeryüzünde tapınacak bir
nesne bulmasını emretseydi, ben beynime
perestiş ederdim.” Haşa!
Bu yazıyı biraz da bu cümlenin günahından kurtulmak dileğiyle yazıyorum. Çünkü
söz konusu tümcenin ne berbat bir densizlik
olduğunu zamanla anlamış bulunuyorum.
Hatta samimiyetine inandığım Nurbaki
Hoca’nın “Beyin Mucizesi”ni yazmış olmasından üzüntü duyarak… Yanlış anlaşılmasın, “Hoca kitabı yazmasaydı” demiyorum,
takılmam “adına”. Yani “Beyin Mucizesi”
diyeceğine “Beynin Hususiyetleri” gibi bir
isim koyabilirdi mesela.
Gelin, burada yazının başlığına bir kez
daha göz atalım: “Kafatasındaki Bir Buçuk
Kiloluk Yağ Kitlesini Mucize Sanan”…
“Sanma” yanılgısına zaman zaman hepimiz düşeriz. Mesela kalp hususunda…
Göğsümüzün ortasında bir saat gibi çalışan hayatî organ, hepimize göre gövdenin
en önemli ayrıntısıdır; tıpkı “mucize” gibi.
Oysa kalbin pompalamakla mükellef olduğu kanın, ondan daha olağanüstü olduğu su
götürmez bir hakikat; tıpkı kanın, iletildiği
minnacık vücut ayrıntısı sayılabilecek hücreden daha geride kaldığı gibi -önem açısından-…
Aynı bu örnekte olduğu üzere, beyin de
bir bakıma içinden kan gibi akıp geçen
düşünceden daha mühim sayılmaz kanaatimizce. O halde mucize olan düşünce
midir? Hayır, öyle demek istemedim. Tıpkı
kanın hücreden geride kaldığı gibi, düşünce
de önem açısından “düşünce kaynağı”ndan
sonra gelir. Öyleyse nedir düşün kaynağı,
düş hücresi, düşünce ardiyesi?
Kaza ve kader kodlamaları
Her ne kadar bu organa “beyin” diyorsak
da, bütün vücudumuz bir beyin sayılabilir
aslında. Örneğin her hücre, ciltler dolusu
bilgiyi taşıyor gizli hazinesinde. Üstelik bu
bilgi muhtevası hücreden hücreye farklılaşmıyor. Yani hücrelere bölünmüş bilgiler birbirini tamamlayarak bizi oluşturmuyor. Her
90
mart 2015
Ahmet Yozgat
hücre ayrı bir biz…
Solucanı bilirsiniz, vücudu boğum boğumdur. İşte bu boğum boğum oluş, o
pembe et yığınının en önemli hususiyeti.
Yani solucanın boğumlarından biri kopsa, o
kopan parça, hayvanın diğer benzeri olarak
hayatiyetini sürdürüyor. Zira her boğum,
bütün solucanın “biyokozmik bilgi”sini havi.
Bu bilgi bir kader bilgisi, kaza bilgisi değil.
Yani kozmik âlemde şahsı remzeden, ikilik
sayma sistemiyle toplulaştırılmış dijital matematik… Söz konusu dijital matematiğin
kozmik âlemden madde âlemine çıkışı,
ikilik sayma sistemiyle oluşturulmuş sayısal
şifrelerin bir tuşla, yani “Kun!” emriyle onluk sayma sistemine çevrilmesinden başka
bir şey değil. Tabiî ölüm de onluk sistemden
tekrar ikilik sisteme döndürülmesidir insanın. İkilik sayma sistemi, onun aritmetik
dili; onluk sayma sistemi ise geometri, hepsi
bu!
Neyse, konuyu dallandırmayalım ve dönelim kader ve kaza kodlamalarına.
Hani bilgisayar hard diskleri iki sektöre
ayrılır ya… Birinin etiketi C, diğerinin ki
herhangi bir harf, mesela A… En azından
benim cihazımdaki sektör adları böyle.
Bildiğiniz gibi C’deki kayıtlar standart ve
cihazla beraber geliyor. Buna karşılık cihaz
yeni, yani sıfır şeklindeyken, A sektörü boş
vaziyette, sahibinin üzerinde işlem yapmasını bekliyor. Makine satın alındıktan sonra, sahibinin yaptığı her işlem A üzerinde
oluyor; işlemin ön kaydı da orada ve üstelik
ayrı ayrı dosyalar şeklinde. Çalışma tamam
olduktan sonra kayda gönderilen dosyalar,
aynı zamanda onluk sistemden ikilik sayma
sistemine rücu ediyor. Onluk sistem sahnesinde görünür ya da bir nevi göreceli somutluğun üç boyutunda olan şeylerin kaydı,
bir başka âleme, mana âlemine ya da soyut
boyuta, gerçek şekliyle görünmezlik matematiğine dönüyor.
Dönelim insana… Yekpare bir bilgi ardiyesi olan insanın “Ben” dediği kısım, yani A
o kadar küçük ki, geometrik olarak topaklasanız bir nohut iriliğindeki yağlı bir küre
kadar ve adı da “korteks”. Onun dışında
kalan devasa vücut geometrisi ise “Bana ait
olmayan ben” diye tarif edilebilir; yani C
sektörü…
C sektörü, parmak ucundan kıl dibine
kadar her noktayı kapsıyor ve otomatik bir
çalışma hayatına sahip. Bu devasa sektörün
otomasyonunda olup biteni değil, bir kısmını hayata geçirmeye kalksak, şehirler genişliğinde fabrikalar kurmamız lazımdır herhalde -hem de kimyadan inşaat malzemesi
üretenine, enerjiden, matbaasına kadar-.
Tabiî bunca fabrikanın işleyişini sağlayacak
dev ebattaki bilgisayar ünitelerine de ihtiyaç
duyulacaktı o vakit. Peki, bu bilgisayarların
günlük faaliyetleri içerisinde kullandıkları
bilgi ve matematiğin kâğıtlara çıktıları alınsaydı kaç top kâğıt kullanılacaktı dersiniz?
Bir top, iki top? Ne topu, “Kaç tır?” demek
daha doğru olur bu sorunun cevabı olarak.
Peki, bunca bilgiyi işleyen vücuda neden beyin denilmiyor? Zira beyin denilmesini hak
etmiyor da ondan.
Bir soru daha: Korteks adı verdiğimiz ve
topaklandığında bir nohut tanesi kadarcık
zarın içinde iki yumruk büyüklüğündeki
beyin ne kadar aritmetik kullanıyor bir günde? Vallahi bu akışın çıktısı alınsa, dünyanın ormanlarından üretilen milyonlarca ton
kâğıt, herhalde bir insan ömrünün matematik tarifini yazmaya yetmezdi.
“Bunca aritmetiği beynin ortalama 50
milyar olan hücre çipleri kaldırır mı?” sorusunun cevabı elbette “Hayır!”dır. O halde?
Dedik ya yukarıda, beyin bunca sayısalı ne kendisi üretiyor, ne de kayıt yapıyor.
Beyin, sadece bir su borusu ya da su saati
gibi içinden su geçiriyor; yani bilgi akışını
sağlıyor ve bir dijital dönüştürücü gibi ikilik sayma kombinasyonlarını onluk sayma
sistemine aktarıyor. Göz, kulak ve deri başta
olmak üzere, beş duyusuyla tespit ettiği bilgi
ve görgüsünü onluk sistemden ikilik sisteme
aktardıktan sonra sıkıştırarak komşu ardiyelere, emanete veriyor. İşte işi bu! Yani onun
içi bomboş…
“Olamaz!” Oluyor işte! Dönelim başa...
“Bizi gidi beyinsizler!” idi değil mi yazını
başlığı? Evet, tam da böyleyiz düşününce;
tıpkı 4-5 litrelik kanımızı damarlar aracılığıyla hücrelerimizde tutan kalbimizin toplam kan kapasitesinin bir bardağı bile dolduramayışı gibi. Oysa “kan” deyince aklına
kalp geliyor insanoğlunun; tıpkı “düşünce
ve bilgi” deyince beynin geldiği gibi. Oysa
beynin düşünce kapasitesi “korteks zarıyla sınırlı”. Bu durumda beyin, beyin değil;
insanlar da beyinli sayılmazlar. Yani… Bizi
gidi beyinsizler!
Evin salonunda ailecek otururken ve durup dururken “Bir fikrim geldi!” deyiveriyor
masumane bir tavırla cennet topları çocuklarımız. Doğru tabir bu işte! “Bir fikrim
geldi!” ya da “Bir düşünce geldi kafama”…
Tıpkı su sayacına giren borudan su gelmesi gibi... Suyun gelişiyle birlikte matematik
canlanıyor; geleni santimetreküp ölçüsünce
saymaya başlıyor ve seri halde musluğa yolluyor. Çocuklarınki de bu hesap; bir yerden
-bir borudan, kablodan ya da buuttan- bir
fikir geliyor, korteks sayacındaki aritmetik
canlanıyor, ikiliği onluğa çeviriyor ve çocuk,
o anda fark ediyor geleni ve ağzından –
musluğundan- dışarı döküyor. Her aşaması
doğru ve doğal o çocuk ki, yetişkin yaşlarına
ulaşınca artık bir fikrinin geldiğini söylemiyor, “Bir şey düşündüm” diyor. “Bir fikrim
geldi” ile “Bir şey düşündüm” arasındaki
fark, insan ve Tanrı arasındaki fark kadar
büyük.
Bu iki anlatımda bir fikri gelen insan,
kâinattaki aritmetik akışın farkında olan
bir cüz; ancak “Ben düşündüm” diyen ise
tanrılığa özenmiş olan bir densiz. Densizliğinin yanı sıra, cahilin de ağababası. Zira
evrendeki aritmetik sirkülasyonun kırıntılarından bile haberi yok. O, kendisine ait sayısal kombinasyonları ve o kombinasyonların
geometrik çevrimini kendisinin bulduğunu,
hatta yarattığını zannediyor. Bu zandır ki,
onu evrenin dilinin iki işareti olan “sıfır”ı
red, “bir”i de kendisi saymaya götürüyor.
Ancak bunun imkânı yok! Zira o solda sıfır!
Sağda sıfır olmanınsa bir tek yolu var:
Fikri gelen çocuk gibi masum ve mazlum,
iddiasız ve mütevazı olmak… Onun da çocuk gibi olması gerekir ki doğru yerde duruyor olsun. Yoksa…
İşte bu! Solda sıfır olduğu halde sağda
sıfır sahibi olduğunu sanan insan soruyor
“Ölmeden önce insandaki bilgi birikimini
yedekleyip daha sonra kullanma olanağı yok
mu?” diye. Var! İnsanın beyninden geçen
her düşüncenin ve yine insanın ürettiği her
davranışın sayısal yedeğinin alındığı bir yer
var. Ancak orası, kişinin kendi beyni değil.
Zira yukarıda söylendiği gibi, eğer insanın
soyut ve somut dijitalitesi beynin bizatihi
kendisinde depolansaydı, o beyin -haydi bir
günde demeyelim ama- birkaç günde dolar
ve insan tıkanıp kalırdı -tıpkı demiryollarını takiben gelen trenlerin istasyonda park
etmesi durumunda sistemin bir anda felç
olacağı gibi-.
Fakat garlardaki işleyişin devamlılığı sistematik sirkülasyonla sağlanıyor ve trenler
mart 2015
91
haberajanda
Bilimkurgu
ranları bu dünyayı remzediyor, hem de
“Ben” dediğimiz halimizle. Yani bilgisayardaki bilgileri sayan, bizatihi ekranın kendisi… “Hard disk” denilen kısımsa, ekranda
olup biteni saklayan matematik deposu…
Tekraren söyleyelim: Hard disk, ikilik sayma garajı; monitör ise onluk saymanın hareket alanı… Bu teknolojik alete göre “Ben”
monitör, hard disk değil. Hard disk, “monitör ben”de olup bitenin kaydedildiği çevre/
etraf… Aynı zamanda bu, sadece ihraç
yoluyla kaydın yapıldığı çevre ardiye değil,
ithal yöntemiyle fikrin ithal edildiği kaynak
olarak görev yapıyor.
İthal edilen düşünce ya da soyut bilgi,
ekran dünyasında aritmetikten geometriye
dönüşerek kendi hayatını yaşamaya başlıyor.
Önce nokta olarak şekilleniyor; noktalar çizgileri, çizgiler yüzeyleri, yüzeyler üç boyutlu
geometrik ya da “geoantimetrik” şekilleri,
şekiller resimleri oluşturuyor. Bu resimler
de animasyonel farklılaşmaya dönüşürken
katlana katlana büyüyor. Sonra serüvenini,
bir bakıma ömrünü tamamlayan animasyon,
basılan kayıt butonunun komutuyla tekrar
aritmetiğe dönüşüp depoya yollanıyor. Bilgisayarlar için depo, sadece bir hard disk değil
elbette. Onun etrafı geniş; CD’ler, DVD’ler,
flaş bellekler de çevredeki depolama üniteleri olarak göreve dâhil oluyorlar.
Birbirine hep karıştırılır şu iki kavram: “Can” ve “ruh”… Hatta sözlükler,
“Aynı şeyin Türkçesi ve Arapçası” diye kaydeder bu iki sözcüğü. Aslında aynı şey değildirler. Kanaatimizce “can”, kâinat denen akıl almaz
dolulukta yaratılmış aritmetik data içerisinden kader ölçüşünce ithal
edilen kısmın “ömür ekranı”nda ve geometrik somutlukta görünür
hale geldiği “an”dır. “An” diyorum üstüne basa basa. Zira gerçekten
de “enerjik aritmetiğin” soyutluğunun geometrik somutluğa geçmesi
saniyelerle bile ölçülemez; tıpkı bir kabloyla gelen elektriğin ampul
içerisinde anlık ışıması gibi... İşte bu ışıma, bir nevi dijital ya da enerjik canlanma halidir ve hayatla mematı aynı anda yaşar. Yani çakar
ve söner ya da yaşar ve ölür. Ancak insan, ışığı sürekli hisseder. Zira
çakma ve sönme o kadar sıklıkla olur ki, aradaki ölüm ya da karanlık
hissedilmez bile.
ya yola diğer uçtan devam ediyor ya da gar
dışındaki bir alan depo ediliyor. İşte beyindeki durum da onun bir benzeri! Yani beyin
bir istasyon, düşünce de tren… Soyut katar
geliyor ve geçiyor; hatıraya dönüşenler ise
etrafta depolanıyor.
92
mart 2015
“Etraf ” nere peki? “Bunu bana sormayın!
Masanızın üzerinde duran, çok sevdiğiniz
bilgisayarınıza bakın” diyeceğim, ancak terbiyem engelliyor. O halde birlikte bakalım
teknolojiye.
Benzetmede hata olmaz; bilgisayar ek-
Gözle görülmeyen âlemlerde de kayıt
ünitelerine sahip monitörün dünyası. Mesela siber âlemin e-posta kutuları, gelen
düşünceleri, bilgi ve hatıraları saklamakla
görevli. Daha büyük data için arama motorlarının ekstra diskleri mevcut…
Bunların dışında hususi siteler de birer bilgi hangarı gibi iş yapıyor. Bloklar da
genel siteler konumunda. Bunların dışında
Facebook, Twitter ve Youtube gibi paylaşım
platformlarında milyonlarca bilgisayarın
emanet rafları mevcut. Tabiî bütün bunlar devasa boyutlardaki “server” adı verilen
merkezî hard diskte istifleniyor.
Gelelim insana… Doğal olarak insanın
ürettiği düşünce ve aritmetik hatıralara dönüştürülmüş olan bilgi yığını, evvela kendi
vücudunun uygun boşluklarında depolanıyor. Kendi vücudu, insan için bilgisayarın
kablolarla bağlı hard diski gibi vazife icra
ediyor. Sonra...
Sonrasına geçmeden önce, iki adet başka
konuyu araya “depolamak” istiyorum. Bir
Uzakdoğu kavramı olan “aura”nın ne anla-
Ahmet Yozgat
ma geldiğini biliyorsunuz; uzmanlar, insan
aurasının her yana ortalama 25 metre kadar
genişlediğini söylüyorlar. Yani kişi, çapı 50
metre olan bir kürenin içindeymiş gibi yaşıyor. Bu bağlamda insan bir süre herhangi bir yerde beklediğinde, orada bir “dijital
yuva” husule getiriyor. Konunun uzmanları,
kişi oturduğu yerden kalkıp gitse de belli bir
süre orada, tıpkı kendi şekil hacmince bir
“enerji kovanı” bıraktığını söylüyorlar. Daha
sonra bu kovan usul usul siliniyormuş. Siliniyor mu, yoksa o ortamın rengine mi dönüşüyor, orası kesin değil.
Gelelim araya depolayacağım ikinci şeye:
Kirlian fotoğrafçılığını biliyorsunuz; yaklaşık 100 yıl evvel bulunan bu fototeknik, en
basit tarifiyle “enerjinin resmini çekmek”
demek oluyor. Bu teknikle çekilen insan
resimlerinde, kişiden çevreye yayılan enerji,
haleler biçiminde karta tab edilebiliyor, hem
de rengârenk. İşte Kirlian tekniğiyle tespit
edilen bu bedensel fışkırmalar, insanın ürettiği bilginin etraftaki haricî hard disklere
“bio-bluetooth” yöntemiyle transfer anı olsa
gerek… Peki, nereye transfer? Tabiî ki aura
küresine... Yani kürenin içinde bulunan ve
kapasite boşluğu olan her şeye; öncelikle atmosferi dolduran gaz atomlarına, hidrojene,
oksijene, karbondioksite, daha sonra toprağa, taşa, kayaya... Bu saydıklarımız, bilgisayar teknolojisindeki CD, DVD, flash bellek
ve sair eşyaya denk geliyor.
Bilgisayarın soyut kayıt depoları olur da
insanın olmaz mı? Elbette olmalı! İnsanoğlunun server kaydı uyku esnasında yapılıyor.
Zira beyin dediğimiz organ en çok geceleyin çalıştığı için, canlılar uyuyor, bedensel
motor faaliyetleri neredeyse sıfırlanıyor ve
vücut, enerjisini beyne teksif ediyor. Beyin
bu esnada o kadar çok enerjiye ihtiyaç duyuyor ki, bu kapasitedeki enerjinin üretimi için
uyku yetmiyor, ilaveten “iki seksen yatmak”
gerekiyor. Çünkü kalp, yatar haldeyken kendisini kafayla yatay düzleme konuşlandırarak hayat suyunu beyne en kolay pompalayacağı konuma getiriyor.
Beyin, beden uyurken gün boyu etrafına
kaydettiği tüm aritmetiği tekraren absorbe edip soyut âleme akıtıyor. Söz konusu o
âlemde her insanın, kendi ismi ile etiketlenen
bir hususî sitesi olsa gerek. “Astral beden” de
denilen ve en yoğun enerjiden oluşan ve de
tıpkı sahibine benzeyen bu depoya “periferi”
diyenler de var, “ruh” diyenler de. Her neyse…
Bu arada “Teolojik kaydediciler olarak
bilinen ve melek diye tarif edilen Kiramen
Katibin’in görevi nedir?” diye soracak olunursa, cevap olarak “Tasnif etmek”, en basit
tarif oluyor. Yani vücudun ürettiği her şeyin
dijital aritmetikte sıfırın üstünü ve altını,
yani negatif ve pozitif datayı ayırt etmek ve
ayrı alanlarda tanzim etmek de onlara kalıyor herhalde.
Tekrar başa dönelim…
Üstat, “İnsanın total bilgisinin yaşlanan
bedeniyle birlikte ölüme ve bağlı olarak toprağa terk edilmesi reva mı?” diye sormuştu,
buradan anlıyoruz ki terk edilmiyor, depolanıyor.
Üstat yine soruyor: “Hayat boyu oluşturulan bu datayı depolasak ve sahibi göçse
bile birikimini bu dünya için kullanmaya
devam etsek?” Hım! Maalesef Üstat, kanaatimizce bu mümkün değil. Örnekleyelim…
Altın yumurtlayan tavuğu kessek de karnındaki yumurtaları bir seferde hasat edip
zengin olsak ne güzel olurdu, değil mi?
Ancak şu malum hikâyeden dolayı sizin de
bildiğiniz gibi bunun da mümkünatı yok.
Açgözlülüğümüzün neticesinde, kesilen
tavuktan elimize geçen bir altın yumurtalar hazinesi olamaz, sadece son yumurtanın
birkaç hammadde kırıntısı olabilir. Çünkü
tavuğun yumurta organı, bir altın madeni
değil, gelip geçici bir güzergâh gibi işlem
gören üç boyutlu bir yazıcı sayılır. Her yumurtanın matematiği ayrı zamanlarda ulaşıyor yazıcıya. Yazıcı da kendisine gelen matematiği geometrik somutluk olarak yazıyor
ve döküyor, hepsi bu!
Son söz: “O, her an diriltir,
her an öldürür”
Birbirine hep karıştırılır şu iki kavram:
“Can” ve “ruh”… Hatta sözlükler, “Aynı
şeyin Türkçesi ve Arapçası” diye kaydeder
bu iki sözcüğü. Aslında aynı şey değildirler.
Kanaatimizce “can”, kâinat denen akıl almaz
dolulukta yaratılmış aritmetik data içerisinden kader ölçüşünce ithal edilen kısmın
“ömür ekranı”nda ve geometrik somutlukta
görünür hale geldiği “an”dır. “An” diyorum
üstüne basa basa. Zira gerçekten de “enerjik
aritmetiğin” soyutluğunun geometrik somutluğa geçmesi saniyelerle bile ölçülemez;
tıpkı bir kabloyla gelen elektriğin ampul
içerisinde anlık ışıması gibi... İşte bu ışıma,
bir nevi dijital ya da enerjik canlanma halidir ve hayatla mematı aynı anda yaşar. Yani
çakar ve söner ya da yaşar ve ölür. Ancak
insan, ışığı sürekli hisseder. Zira çakma ve
sönme o kadar sıklıkla olur ki, aradaki ölüm
ya da karanlık hissedilmez bile.
İnsan da tıpkı bir ampulün ışıması gibi
an içinde ölür ve dirilir; her an tekrar tekrar
yaratılır. Böylece Hazreti Hâlık’ın yaratma/halk etme sıfatı kesintisiz devam eder.
Ölümden sonra da ruh üzerinde kendini
hissettirir ilahî tasarruf, ama nasıl olduğunu
bilmiyorum. Bildiğimi sandığım, anlık hayatın içinde barındırdığı bilinç, ruh olsa gerek. Tekraren, “Can ‘bilgi’, ruh ise ‘bilinç’tir”
diyebiliriz. Can çıktığı anda bilgi akışı durmuş, bilinç farkındalığı da tamamlanmıştır.
Hayatla ölüm arasında ne bilgi akışı vardır,
ne de bilgi çıkışı; tıpkı ekranın donması gibi
geride buz kesmiş bir beden bırakır bu heyecan verici somut soyut ilişkisi.
Nasıl ki ekranda donmuş resim seyirci
cephesinde bir anlam ifade etmiyorsa, insan
cesedi de manasız bir çamur heykel gibidir.
Bu yüzden toprağa tevdi edilir ki etrafı kirletmesin.
Üstadın, ölünün bilgi birikimini soğurmak ve tekraren kullanmak üzerine fikir
üretmesi beyhude bir çaba gibi geliyor fakire. Lakin onun amatör kaygılarla çözüm
aramaya uğraştığı bu husus, sadece kendisini meşgul etmiyor, başkaları da bu konunun üzerinde. Hatta bu uğurda milyarlarca
doların harcandığı da bir gerçek…
Ancak demek istediğim bu değil. Bir
grup “öteki dünya korkakları”, önemli bir
projeye milyonlar yatıyorlar. Projenin adı
“Avatar”. Projenin sahiplerinin amacı ise,
bizim üstat misali, “Yazık! Onca emek ve
parayla oluşturulan bilgi ve tecrübe ölmesin”
durumunda değiller, ölmemenin peşindeler.
Ölme kıvamına gelmiş vücutlarından çıkıp
bir başka “bio-ünite”de ölümsüz olmak arzusuyla harcıyorlar milyarlarını. Belki fırsat
bulursak “Avatar Projesi”nden yola çıkıp
ölümsüzlük mevzuunu da yazmak niyetindeyiz. Bu yazıda ancak bu genişlikte oynayabiliyoruz, yerimiz dar.
Ha bitirmeden… Geçen asrın önemli
düşünür ve şairlerinden Necip Fazıl da konuyla ilgilenmiş olmalı ki, “Bir Adam Yaratmak” adlı tiyatro oyununu kaleme almıştı. O
oyunun konusu da aynı böyle bir şeydi hatırladığım kadarıyla.
Yazıyı her zaman olduğu üzere, “Allahualem!” diye bitirmek geleneğimize uyarak
noktayı koyuyoruz.
mart 2015
93
haberajanda
Toplum
Ayşe Yaşar Umutlu
[email protected]
Aristoteles’in
Mimesis kuramında
bir ifadesi vardır:
“Sanatçı sadece olanı
değil, olabilir olanı
da yansıtmalıdır.”
Oldukça önemli bir
önermedir bu! Bunu
medeniyet ve mimari
alanına uyarladığımızı düşünelim; zira
bir medeniyetin yapabileceklerine, hatta
yansıtabileceklerine
dair en uygun sanat
alanı mimaridir sanırım. Böylece toplum,
kendi dilinde bir ideal
dünya tasarımını arz
edebilmelidir.
94
mart 2015
Estetiksiz, felsef
D
EĞERLER felsefesi, bir diğer adıyla aksiyoloji, “değer” ve “bilim” kelimelerinin bir araya
gelmesinden oluşmuştur. Ayrıca etik ve estetik olmak üzere ifade edilir. Daha önceki yazılarda değindiğimiz gibi etik, insanların ahlaki değerlerini sorgular; bu, siyaset felsefesinin de temelidir. Bu yazımızın konusu olan estetik ise, neyin
güzel olduğuyla ilgilenirken, sadece bireyin değil, toplum ve
medeniyetin de algısındaki güzelin ne olduğunu sorgular.
Dolayısıyla siyaset ve ahlakla da bağları vardır.
Bu yazımızda, “Bir medeniyetin bilinçli bir estetik kaygısı ve
dolayısıyla bir estetik felsefesi olmalı mıdır?” fikrini sorgulayaca-
ğız. Yenilenen medeniyetin güçlü
temellere dayanması hedeflenerek, yapılan inşada gerçekten bir
estetik aranması şart mıdır, ön-
celikler arasında mıdır? Değilse,
hangi prensiplerden sonra yer
almalıdır? İşte bu soruları düşünelim istiyorum.
Hatırlayacağınız gibi, felsefe
tarihi açısından insanlığın peşinden koştuğu temel değerler,
hakikat veya doğruluk, iyilik ve
güzellik olarak ifade edilebiliyor.
“Hakikat” epistemoloji ve bilim
felsefesinde irdelenirken, “iyilik”
etik alanında, “güzellik” ise estetik felsefesinde irdelenmiştir.
“Güzel ve iyi arasında doğrudan
esiz medeniyetsizlik
bağlantı kuran ilk akla gelebilecek filozoflar
Sokrates, Platon, Aristoteles, Descartes ve
Kant’tır” diyebiliriz. Dolayısıyla çoğu filozofun yaklaşımına göre, hakikat ve doğru olarak kabul ettiğimiz ilkelerin ve iyi olarak ortaya koyduğumuz tavırların estetik tutumumuzda oldukça etkili olduğunu düşünebiliriz. Resim, heykel, mimari, müzik, edebiyat,
tiyatro, sinema, fotoğraf gibi birçok dalları
olan sanatı bu tavırlarımızla şekillendiririz.
Bu nedenle herhangi bir medeniyetin eserlerinde estetik bir kaygı olup olmadığını,
sergilediği denge, oran, bütünlük ve birlik
gibi özelliklerinden tahmin edebiliriz.
Aslında genel olarak bireyin estetik tavrında bir çıkar gözetmemesi ve başka bir
amaca hizmet etmesi için estetik anlayışını
araç olarak kullanmaması beklenir. Fakat bir
medeniyet için bütün olarak ortaya koyulan
eserler, o medeniyetin itibarı için bir fayda
yahut çıkara hizmet eder. Çünkü bu estetik
tavır, dış dünya için bir anlam ifade etmektedir. Bu anlamda medeniyetin ilerlemişliği
ve büyüklüğü, o medeniyete dair bir yargıya
hizmet eder. Dolayısıyla estetik yargı şeklinde ortak bir ifade bulunabilir. Örneğin
Mimar Sinan mimarisinin estetik anlamda
ihtişam ve zekâ hissi vermesine itiraz eden
bir medeniyetin olmaması da bunun bir delilidir. Doğrudan doğruya ve esas itibari ile
verdiği izlenim, ortak bir biçimde “güzel”
olarak ifade edilmiş, klasikleşmiş ve mutlak
bir estetik arz etmiştir. Her ne kadar Mimar
Sinan’ın eserlerini inceleyen bir Hıristiyan
ile Müslüman arasındaki hissiyatın derecesi
aynı olmayıp görecelik kazansa da eseri güzel olmaktan çıkaran bir olgu yoktur.
Rehber mekanizma:
Estetik tasnif
Estetik felsefesi bağlamında sanatın dışavurumcu etkisini öne çıkarırsak, bir medeniyeti medeniyet yapan unsurlardan birinin
de sanat ve mimarisindeki başarı olduğunun
inkârı mümkün değildir. Özellikle mimarinin bu konudaki en belirgin dal olduğunu
söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Medeniyetin özgün olup olmadığı, hatta özgür olup
olmadığı dahi estetik anlamda dışa vurduğu
eserlerde büyük çapta önem kazandırır. Bilhassa mimari yapıların ne kadar kompleks
düzenlendiği ya da organizasyonunun estetik bir anlam ifade edip etmediği, belli bir
forma ve biçime tâbi olup olmadığı ile tasnif
edilebilir. Toplumların değişimleri, dönüşümleri ve yeniliklere rehberlik etmeleri için
de kullanılabildikleri estetik materyallerin
bir gerçeklik olduğu unutulmamalıdır.
İdeal bir düzen yahut beklenilen bir nizamı yansıtan eserler, toplumu da bilinçlendirerek gerçekleştirilen bir görünüme çaba
göstermek demektir. Daha sonra o medeniyete estetiksel ve kültürel değer bağlamındaki statüyü dünya verecektir. İşte müdahale
edemeyeceğiniz alan budur! Fakat demem
o ki, estetik anlamda evrensel bir yargı ve
beğeni mekanizmasına etki edilebileceğini
düşünenlerle aynı fikirdeyim, güzelliğin de
kavramak ve akılla ilişkisi olduğuna katılıyorum.
Mesela ahenkli ve düzenli bir şehir görüntüsü vermek, sadece insana değil, topluma, hatta yaşayan diğer canlılara karşı da
sorumluluk hissi taşıyan bir mimari biçim
ortaya koymak, mutlak bir güzellik anlayışı
olarak pekâlâ adlandırılabilir. Fakat bu alana
etki eden unsurların içinde siyasî, ekonomik
ve dinî sistemlerin kurduğu kurumsal yapıların düzen ve ahenge dair kabulleri nasıl
yönetilebilir? İyiye ve güzele dönük bir ilginin ortaya konabilmesi, tutarlı ve istikrarlı
bir toplum inşa edebilmeye bağlıdır.
Kültürler, toplumun tüm sembollerinde
estetik yargı sayesinde tecelli ederler. Hassasiyet ve mensubiyetinin ne olduğunun en
belirgin göstergesi de sanat ve mimarideki
ürünleridir. Bu, aidiyet cihetinin aynasıdır.
Bir estetik felsefe kaygısı olmayan medeniyetlerin hassasiyeti, mensubiyeti ve aidiyeti
de kaygısız, özensiz görünüm arz ederler
ki etmektedirler de. Eserler, medeniyetleri
meşrulaştıran araçlardandır.
Tüm bunların yanında, siyasî otoritelerde
genellikle ekonomik tavır, estetik tavrın daima önündedir. İnşa edilen her yeni kurum
binası, alışveriş merkezi, oteller, yerleşim
konutları vb. ürün, toplum ve siyasî iktidara
sağlayacağı ekonomik fayda ve çıkar bağlamında görülür. Estetik tavrın en çok hissedildiği yerler, daha ziyade kutsal mekânlar,
mabetler, camiler, kiliseler ve benzeri yerlerdir. Fakat çağdaş kutsal mekânlarda bile bu
estetik tavrın yitirilmeye başladığı söylenebilir.
Enteresandır, global bir endişe olarak
çevre korumacılığının uyandırılmasına yönelik yürütülen programlar, yeni yerleşim
yerlerinde pekâlâ etkili olduğu gözlemlenebiliyorlar. Artık yerel yönetimler, çeşitli yasal
düzenlemeler ve yaptırım güçleri ile yeni
yapılan konutlara peyzajı zorunlu kılabiliyorlar. (Bu örnekleri çoğaltabiliriz.)
Mesele şudur ki, estetik tavır, ekonomik
tavırdan sonra gelse dahi medeniyet endişesi olan toplumlarda bu bilinç uyandırılırsa
etkili hale getirilebilir. Ahlaki olan tavır da
budur, medeniyet inşa eden de bu algıdır!
Medeniyet eserleri kaosun, düzensizliğin
ve karışıklığın tersi hissini veren bir ahenk
algısı kurabilmelidir. Birliğin ve düzenin arz
edilmesi böylece hedeflenebilir.
Aristoteles’in Mimesis kuramında bir ifadesi vardır: “Sanatçı sadece olanı değil, olabilir olanı da yansıtmalıdır.” Oldukça önemli bir önermedir bu! Bunu medeniyet ve
mimari alanına uyarladığımızı düşünelim;
zira bir medeniyetin yapabileceklerine, hatta yansıtabileceklerine dair en uygun sanat
alanı mimaridir sanırım. Böylece toplum,
mart 2015
95
haberajanda
Toplum
İşte toplum öyle bir gözle bakabilsin ki
etrafa, o güzeli ve estetiği, iyiyi ve hizmeti
arayan gözlerle, mesela yürüdüğü yerde çukur açılmış ise, çukuru yanındaki toprakla
kapatmanın hem kendine, hem de topluma bir hizmet olacağı bilincine haiz ve
de hep bu duygu ve düşüncelerle eğitilmiş
olsun. (“Halk eğitimi” dedikleri de bu olsa
gerek…)
Peki, ne olmasa? Yani keşke güzele erişmeye umudu kalmamış bireylerle dolu ve
çirkini düzeltmeye hevesi kalmamış toplumlardan oluşan medeniyetler olmasa…
Bulunduğu sistemin çarpıklıklarından ve
eksik düzeninden kurtulmaya umudu ve
azmi olmayanlar kalmasa... Hepimiz yoldaki çukuru gören, hatta kapatan, evinin
önünü temizleyen, iyiye ve güzele hizmet
eden hale gelirken sanat ve estetik böylece
kendiliğinden ve daha güçlü doğsa…
Medeniyetin ilerlemişliği ve büyüklüğü, o medeniyete dair bir yargıya
hizmet eder. Dolayısıyla estetik yargı şeklinde ortak bir ifade bulunabilir. Örneğin Mimar Sinan mimarisinin estetik anlamda ihtişam ve zekâ
hissi vermesine itiraz eden bir medeniyetin olmaması da bunun bir
delilidir. Doğrudan doğruya ve esas itibari ile verdiği izlenim, ortak bir
biçimde “güzel” olarak ifade edilmiş, klasikleşmiş ve mutlak bir estetik
arz etmiştir. Her ne kadar Mimar Sinan’ın eserlerini inceleyen bir Hıristiyan ile Müslüman arasındaki hissiyatın derecesi aynı olmayıp görecelik
kazansa da eseri güzel olmaktan çıkaran bir olgu yoktur.
kendi dilinde bir ideal dünya tasarımını arz
edebilmelidir.
Ayrıca ütopik bir önerme ile söylemek
gerekirse, bence öyle bir estetik kaygısı olsun ki, birey, toplum ve devlet arasında arzu
edilen ahenk ve dengeyi de mimarideki bir
oran ve uyumla ortaya koysun.
Yön vermek
Şimdi de biraz realist düşünerek iyi, doğru
ve güzel anlayışımızla bağlı mevcut estetik
tavrımıza bir sorgulama ve arayışla bakalım.
Mesela hem köyümüzde, hem de kentimizde nasıl bir iyi ve doğru kavrayışı olsun
ki güzeli de istesin, arasın ve uygulasın?
Diyelim ki, öyle bir medeniyet olmuş
ki köylerinde, kendisi inşaat işçisi olduğu
halde evine bir tuvalet dahi yapmayan işçi
kalmasın; evindeki çoluk çocuğun ihtiyacını gidermek için evin yakınındaki ırmağa
96
mart 2015
göndermesin; (“Bu nasıl bir örnek?!” demeyin, tam da hayatın içinden bir örnek)
sonra derme çatma da olsa, yaptığı küçücük
evinin içini dışını temiz gösterecek bir boya
kullansın; çok eşyası olmadan da temizliğin
estetiğini görebilsin, arz edebilsin…
Kentlisi de, kentin orta yerine diktiği
alışveriş merkezlerini devasa yaparak zenginlik gösterişi ve kaygısı yerine, orta çaplı
ama çok işlevli katlarla doldursun; daha çok
işçi istihdamına da yeri (!) kalsın; ille devasa eserlerle ifade edecek ise, kültüründeki,
medeniyetindeki heybeti Mimar Sinanvarî
olsun; hani camisinde yanan mumun isini dahi bir odaya biriktirip ondan da mürekkep üretilmesini hedefleyecek kadar içi
de, dışı da heybetli olsun; kurda kuşa yuva
olacak kadar engin ve derin bir gayesi olsun… Yani ruhu olsun! Ruhsuz betonların,
anlamsız duvarların bulutlara yükselen dayanılmaz boşluğu olmasın.
Amaç ve yöntem böyle olunca, kendi
içimizde ölçülü, oranlı ve düzenli oldukça,
toplum da, devlet de hem iyiyi, hem güzeli
arz eder. Yücelik, hayranlık ve saygı uyandıran bir estetik algısı bu olmalıdır.
Neden estetik bir gerekçemiz olmasın?
Herkese lazım olan iyilik, doğruluk, güzellik ise, medeniyetler değerlerini bu araçlarla isteseler de, istemeseler de yansıtırlar.
Biz neyi yansıtıyoruz, farkında mıyız? Arz
ettiğimiz bütün değerlerin önce kendimize, sonra başkalarına olan fayda yahut zararları için -estetik olanlar da var ise- “halk
eğitimi” tabiri boş bir kavram olmaktansa,
eğitilecek halkın ayağa gelmesini beklemektense daha iyi bir yol keşfedilemez
mi?
Etkileyici ve değerli eserler, içinden çıktıkları zihin ve toplumların gelişmişlik düzeylerinin aynası ise iyi aydınlatmak gerekmiyor mu? Gerçekliklerimizi ortaya koyan
eserlerimiz, mevcut olanın dışında da yapılabileceklere insanı ve toplumu hazırlayabilecek kadar güçlü olamazlar mı? Bunu
güçlendiren ahlak ilkeleri midir? Estetik
düşüncelerimiz ve beğenilerimiz, iyilik ve
doğruluğumuzun artması ile aynı oranda
geliştirilemez mi? İnsanlık ortak bir estetik yargı oluşturmaktan çoktan vazgeçmiş
gibidir. Yine de herkesin hoş ya da güzel
diyebildiği şeyler vardır. Kıvrımlı da olsa
bir yön çizilemez mi?
Kültürel estetiğimizle neyi anlatıyoruz?
Peki, yeterince canlı ve güçlü mü?
Muhammed Lütfü Avcı
[email protected]
U
haberajanda
Toplum
YUŞUKLUĞUMUZDAN
neşet edecek felaketler
kapıda. Bunun nefsime
öğretmesini beklediğim
bir şey var; başımıza gelen
her şeyden biz sorumluyuz. Biz, ancak kendi
kendimize zulmedebildik.
Hakikatten sıyırarak
çıplak bir fantasmaya
iliştirdiğimiz baskılanmış,
gerçek dışı ve betonarme
bir yaşantının kalın duvarlarını yıkmaya muktedir olabilecek miyiz?
Elimizdeki kısıtlı kodlarla
işleyen yasalar nizamında
hedefe varabilmemiz
ne kadar mümkün? Eğri
gemilerle doğru bir sefere
çıkmak akıl kârı mıdır?
Sadeleştirme giyotininde gövdesinden koparılan
Türkçemizin, geçmiş
yüzyıllardaki ifade dinamizmini ve imkânlılık
hudutlarını genişleten
üstel metin neydi? Bu
metin hangi Müellifin
icadı ile nazil olunmuş,
hangi Elçinin sadrından
geçerek âlemler için
merhamet ummanına bürünmüştü? Bu metin, hiç
şüphesiz Kur’an’dır! Müellifi, Âlemlerin Rabbidir.
O Rabbin Elçisi, Cenab-ı
Peygamber’dir. İbn
Haldun’un umran fikrinde
de okunduğu üzere, kırsal
yaşamdan kente kadar, İslam vatanının hemen her
metrekaresinde fikri pak,
zihni açık, şuuru temiz ve
vicdanı aziz insan topluluklarını tesis eden ilmin
kaynağı Kur’an’dır.
Ne kadarına vâkıf
olursak olalım, bizi umran
fikrinde zirveye taşıyacak en temel hareket,
bildiğimiz kadarıyla amel
etmemiz olacaktır. İlim
ve hikmet, bu harekette
sebat etmekle insana
bahşedilecektir. Bu ilahî
metnin dilsel temelde
insan cevheri üzerindeki
hâkimiyet afakını zapt
etmek gayesiyle kıvranan
bedbahtlar, çağlardan beri
kalp bükücü bir mühürle
hakikatle olan bağlarından azat edildiler ve
manevi bozkırların sıcağında susuz bırakıldılar.
Bizler ise o Yüce Metnin
şerbet pınarlarından kana
kana içen nesillerle ayağa
kalkacak olan âlemlerin
kaderine olumlu tesir
etmekle bahtiyar olacağız.
İnsanlık âlemi, irinli
Dilin imkânlılığı ve
Anadolu demokrasisi
BATILI ANLAMDA demokratlık, âlemlerin felaketidir. Kurtuluş, dilimizin çehresini niyaz buhuru ile sarmalayan o İlahî
Metnin rehberliğinde sağlanacaktır. O Metnin kalbe ve ruha
sinen anlamsal çok boyutluluğunda filizlenecek “Anadolu
demokrasisi” ile dünya üzerindeki kötü gidişata “Dur!” diyebiliriz.
dimağların yıkıcı taarruzları altında bırakıldı. Diğer
yandan evrende vuku
bulan hatalar, önü alınamaz felaketleri tetikliyor.
Ya bizler? Bizler için slogan
hazır: “Duyarsız yığınlar...”
Kuru veya yaş dinlemeksizin, başımıza her
ne gelecekse duyarsız
kalışımızdan, umursamayışımızdan gelecek yok
oluşa doğru koşar adım.
İhtişamlı bir tüketim
âleminde hayatı ve düzeni kemirmeye başladık.
(Başlamak mı? Bitişe çok
yakın olabiliriz.) Yaşayan
gezegenin ölümüne seyirci kalmıyorum. Fakat
yalnız başıma bir harbin
muzafferi olamam. Bu
bilincin çığlığına kulağını
kapatan insan toplulukları ve destekledikleri
sistem (demokrasi), fikrî
sahada yıkımları müsait
hale gelmiş illegal yapılar
değil midir artık? “Hangi
demokrasi?” diye sorulmalı değil midir vicdanlara? Demokrasi adı altında
yapılanlar, hür toplum
fikriyatına zıtlıklar arz
ediyor. Demokrasiyi iskân
namına çevrilen dizinin
tüm dehşetli senaryosu
yüz yıldır gözler önünde.
Şüphesiz insan hayatı da
dâhil, tüm gezegenin istikbalini para sermayelerine
bağlamak medeniyeti,
Batılı sömürünün devam
filmi niteliğindeki demokrasinin temelidir.
Batılı anlamda demokratlık, âlemlerin felaketidir. Kurtuluş, dilimizin
çehresini niyaz buhuru ile
sarmalayan o İlahî Metnin
rehberliğinde sağlanacaktır. O Metnin kalbe ve ruha
sinen anlamsal çok boyutluluğunda filizlenecek
“Anadolu demokrasisi”
ile dünya üzerindeki kötü
gidişata “Dur!” diyebiliriz.
Diğer yandan akıl
hapishanelerinde zincire
vurulmuş benliklerimiz,
sefahatin perdelediği
çamurda yalpalanan
hayatlara gebe. Biz insanoğlunun hayattaki gayesi
yiyip içmek midir? Neyi ne
kadar, hangi tat ve kıvamda, ne kalitede tüketebiliriz
ki? Dünyanın en kıymetli
sularını vahalarda semirmiş yaban domuzları içer;
layık olduğumuz şey, en
iyisine domuzların ulaşabildiği dünya nimetlerin-
den fazlası olmalı.
İradelerimiz evreni
mamur kılmak için verilmediyse, mahvoluşumuza
boyun bükmek son derece
normal kabul edilebilir.
Fakat ümitsizlik düşüncesinin fıtrî yapımıza
aykırılığı, biz insanlara
medeniyeti yükseltme becerisini bahşetmiştir. Ümit,
kaderlerimize ve etkileşim
içinde olduklarımızın -dış
dünyanın- kaderine tesir
edebileceğimiz bir silahtır.
İlerlemek ve sıçramaksa
irademizdedir. Ve fikrî devrimler, beklenen gecenin
sabahını süsleyeceklerdir.
O gece, yıldızların kaydığını, imparatorlukların
dağıldığını veya insan
yığınlarının birbirlerini boğazladıklarını dahi görsek,
elimizdeki hakikat metni
olan Kur’an’a sadakatimiz
ve onu anlamak yolundaki
sebatımızla sökülecek
şafağın bizleri nura gark
edeceğinden eminiz. Bu
sayede insanlık, cehalete
verilen ödünler toplamı
olmaktan kurtulacaktır. Ve
yeni bir çağda, yepyeni bir
evren nizamı, bin 400 yıl
öncesinin hikmetine bürünerek tesis olunacaktır.
mart 2015
97
haberajanda
Toplum
T
Orhan Rufat Karagöl
[email protected]
OPLUM olarak genel
huyumuzdur, bir olguyu
oluşturan unsurlarda göze
çarpan herhangi bir yanlışı
“aslına” mâl ederiz “hep”.
Tıpkı kurduğum bu cümlede yer alan yargı gibi...
Bir taksicinin, aracına
aldığı turisti fazladan
dolaştırdığı haberini
okuduğumuzda taksiciler
yaftalanmışlardır artık
zihnimizde. Doktorun
biri, ameliyatına gireceği
hastasından ekstra para
istediğinde doktorlar paragöz olmuşlardır; hepsi
değilse bile ekseriyetle…
Türkiye’nin
şiddet haritası
VAKFIN araştırması son zamanlarda devletimizin pek çok
uygulamasındaki haklılığı da gözler önüne seriyor. Çünkü
Türkiye’nin şiddet haritasında millî, sosyal, dinî ve ahlakî
değerlerin aşınmasına da dikkat çekiliyor. Özellikle modern kent ortamlarında geleneksel ailenin dışına çıkmış ve
özgürlüğe eğilimli toplumların anlaşarak sorun çözmeden
çok, sözel veya fiziksel şiddete başvurarak sorunlarını çözme eğiliminde olduğu gözlemlenmiş.
Siyaset çoğu zaman
alengirlidir; bir siyasetçi yanlış yaptığında,
mensubu olduğu parti
hemen yuhalanmalıdır.
Sırf bu sebeple pek çok
insan apolitik olmayı bir
üst bakış/duruş olarak
benimser. Yalnız bununla
yetinilse iyidir; pire için
ne yorganlar yakılır!
Peki, sosyo-psikolojik
tabanlı kabul edilebilecek
bu gerçek, sadece toplumumuza ait bir refleks
midir? Bizdeki kadar
olmamakla birlikte cevap,
“Hayır!” olacaktır.
Ancak öyle zamanlar
gelir ki, genele mâl edilemeyecek bir olay, genele
yansıyacakmış gibi düşünülerek alarma geçilir.
Bunda herkes hemfikir
olur. Çünkü siz yapıcı ve
iyimser tablolar çizseniz
bile, şiddet eğilimli biri
çıkıp, işlediği cinayetle
toplumu bir anda tümden
hasta edebilir. İdamın tartışılmaya
Vakfın araştırması son
zamanlarda devletimizin pek
çok uygulamasındaki haklılığı
da gözler önüne seriyor. Çünkü
Türkiye’nin şiddet haritasında millî, sosyal, dinî ve ahlakî
değerlerin aşınmasına da dikkat çekiliyor. Özellikle modern
kent ortamlarında geleneksel
ailenin dışına çıkmış ve özgürlüğe eğilimli toplumların
anlaşarak sorun çözmeden
çok, sözel veya fiziksel şiddete
başvurarak sorunlarını çözme
eğiliminde olduğu gözlemlenmiş.
98
mart 2015
başlandığı şu günlerde,
en az onun kadar önemli olan şiddet konusu
üzerinde ciddi anlamda
durmamız gerekiyor.
Şiddet suçlarına getirilecek cezaların ağırlaştırılması ve yaptırım gücünün
arttırılması elbette şart; bu
noktada, toplum üzerinde
sosyolojik ve psikolojik
açıdan yapılacak araştırmalar da büyük önem arz
ediyor. Bu çalışmalardan birine
yeni rastladım. Şiddetle
Mücadele Vakfı (HEGEM)
tarafından gerçekleştirilmiş geniş kapsamlı
bir çalışma. Adalet
Bakanlığı’nın da onayıyla
cezaevindeki yaklaşık 5
bin 400 mahkûm ve 104
bin genç ile görüşülerek
Türkiye’nin şiddet haritası
çıkartılmış.
Vakıf Başkanı Adem
Solak’ın bu özel çalışması,
bizlere toplumun şiddete
eğilimi noktasında çok
önemli ipuçları veriyor.
Örneğin “Suç işlemekten
sizi ne men eder?” sorusuna katılımcıların yüzde
42’si “Allah korkusu”, yüzde 25’i de “kanun korkusu”
yanıtını vermiş.
Araştırmada öğrencilerin birbirlerine şiddet
uygulama sıklığının
yüzde 81,5’e çıktığı, yüzde
83’ünün kızgın ve öfkeli
olduğu, yüzde 85,5’inin de
karamsar olduğu sonucuna varılmış. Yine aynı
araştırmaya göre gençlerin, kendilerini en güvenli yer olarak gördüğü
ailelerinde şiddete maruz
kaldıkları ve oldukça ciddi olan bu olumsuzluğun
önlenmesi için kadın ve
anne eğitiminin önemine
vurgu yapılıyor.
Vakfın araştırması son
zamanlarda devletimizin
pek çok uygulamasındaki haklılığı da gözler
önüne seriyor. Çünkü
Türkiye’nin şiddet haritasında millî, sosyal, dinî ve
ahlakî değerlerin aşınmasına da dikkat çekiliyor.
Özellikle modern kent
ortamlarında geleneksel
ailenin dışına çıkmış
ve özgürlüğe eğilimli
toplumların anlaşarak
sorun çözmeden çok,
sözel veya fiziksel şiddete
başvurarak sorunlarını
çözme eğiliminde olduğu
gözlemlenmiş.
Özden uzaklaşıldığında
hangi şekildeki problemlerle karşılaşacağımıza
ışık tutan bu çalışma,
bizlere adeta bir uyarı
niteliğinde. Fiziken ve
ruhen sağlıklı bir nesil
ve güzel bir gelecek için,
“Yeni Türkiye” ideasında,
şiddetle mücadele konusunda atılacak her adıma
destek olmak bir vazife
addedilmelidir.
haberajanda
Toplum
İ
Aytekin Atasoyu
[email protected]
NSANLIK tarihinde felsefe, sanat ve edebiyatta kadın figürü üzerinden çok
sayıda sembol üretilmiş
ve bu semboller üzerinden sanat eserleri ortaya
konulmuştur. Mitolojide
kimi zaman kadınlar, tanrısal buyruğun ve vicdanın sesi olmuşlardır.
Thebai’de krallığı için
yapılan savaşta iki düşman kardeş olan Eteokles ile Polyneikes can
verirler, bu sırada tahta
çıkan Kreon, Eteokles’in
yurdunu savunurken
öldüğü için kahraman ilan
edilip törenle defnedilmesini, vatanına saldıran
Polyneikes’in ise mezarsız
kalarak kurda kuşa yem
olsun diye açıkta bırakılmasını emreder ve onu
toprağa verecek kişinin
ölümle cezalandırılacağını bildirir.
Kadınların idolü Afrodit değil,
“Antigone” olmalıdır
GÜNÜMÜZDE İSE KADIN, bedensel hazların kaynağı olarak görülmekte ve cismanî zevklerin tatmin edilme aracı
olarak tasavvur edilmektedir. Bu bakışın haz merkezli olmasının nedeni, sadece kadının cismanî özelliklerinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü günümüzde ruhî ve lahutî lezzetlerin
yerini cismanî hazlar almış ve buna bağlı olarak beden, ruhun önüne geçmiştir. Arzu ve hazların nesneler üzerinden
giderilmesini doğuran bu durum, tüketim kültürünün doğmasına neden olmuştur.
kurgulanmakta ve böylece kadın, kitle iletişim
araçlarının reyting aracı
olarak konumlandırılmaktadır. Bu durum sadece
kitle iletişim araçlarında
geçerli olan bir durum
değildir. Küresel sermayenin alışveriş mekânları
olan AVM’lerdeki, büyük
küçük mağaza ve marketlerdeki ürün tanıtım
elemanları ve kasiyerler
ekseriyetle kadınlardan
oluşmaktadır. Kadın
figürünün buralarda kullanılmasının tek nedeni
vardır, o da kadın cazibesi
kullanılarak tüketimin
arttırılmasını sağlamaktır.
Antigone, Kreon’un bu
buyruğuna karşı gelir ve
kardeşini gömer. Eylemin
suç olmadığını, aksine
bunun kardeşine karşı
bir borç olduğunu söyler.
Hikâyenin kahramanı
olan Antigone bir kadındır. Antigone tanrısal
buyruğu ve bunun yansıma yeri olan vicdanından
gelen sesi referans alarak
bir başkaldırı ortaya koymuştur bu tepkiyi.
Günümüz insanı
hikâyedeki Antigone’den
ziyade estetik ve güzelliğin tanrıçası Afrodit’i
tanımaktadır. Bunun
nedenine geçmeden önce,
kadına bakışın tarihsel
seyrine kısaca değinelim.
Hıristiyan Avrupa’nın
en karanlık dönemi olarak
kabul edilen Orta Çağ’da
kadına bakış son derece
negatiftir. Bu dönemde
kadının ruhunun olup
olmadığı tartışılmaktadır.
Hatta bu dönemde yasak
meyve olayından dolayı
kadın bütün kötülüklerin
sebebi olarak görülmektedir. Hatta ve hatta kadınların özel halleri, yasak
meyve meselesi nedeniyle kadına verilen bir ceza
olarak kabul edilmektedir.
Bu çağda kadınlar “cadı”
diye yakılıyorlardı.
Bugün tüm dünyaya
medeniyetin beşiği olarak
kendini sunan İngiltere’de,
19. yüzyıla kadar kadın,
kocasına mutlak itaat
etmesi gereken bir varlık
olarak görülüyor ve kendisine miras hakkı tanınmıyordu. Feminizm, bu ve bu
gibi nedenlerden dolayı
Avrupa’da ortaya çıktı.
Günümüzde ise kadın,
bedensel hazların kaynağı
olarak görülmekte ve
cismanî zevklerin tatmin
edilme aracı olarak tasavvur edilmektedir. Bu bakışın haz merkezli olmasının nedeni sadece kadının
cismanî özelliklerinden
kaynaklanmamaktadır.
Çünkü günümüzde ruhî
ve lahutî lezzetlerin yerini
cismanî hazlar almış ve
buna bağlı olarak beden,
ruhun önüne geçmiştir.
Arzu ve hazların nesneler
üzerinden giderilmesini
doğuran bu durum, tüketim kültürünün doğması-
na neden olmuştur.
Tüketim kültürü üzerinden rant elde edenler,
bu kültürün tüm toplum
kliklerine yayılması
için kadının en önemli
özelliklerinden biri olan
“cinselliğini” kullanmakta
ve kadını tüketim kültürünün metası haline
getirmektedirler. Bunu
yapmak için de kadınları
birer Afrodit olmaya
özendirmektedirler.
Meta haline getirilen
kadın figürü, reklamlardan modaya, estetiğin ön
planı çıktığı hemen her
alanda bir nesne olarak
kullanılmaktadır. Öyle
ki, ilgili ilgisiz her alanda
kadın figürü kullanılmakta, reklamlar, diziler,
magazinsel programlar
kadın cinselliği üzerinden
Kadının toplumdaki
statüsünün arttırılmasına yönelik yürütülen
çalışmalara feministler
haklı olarak fazlasıyla ilgi
göstermektedirler. İster
akademik alanda, ister
ekonomik alanda olsun,
karar alma mekanizmalarında yer almak isteyen
kadınlar, bu alanlarda
etkili birer özne olmak
istiyorlarsa Afrodit gibi
değil, Antigone gibi davranmalıdırlar.
Bugün kadınlar,
tüketim kültürünün
Kreon’larına karşı Antigone gibi davranmalı ve ilahî
buyruğa uyarak vicdanlara sığmayan tüketimin
objesi olmayı reddetmelidirler. Kadınlar Antigone
gibi davranmadıkları
sürece, tüketim kültürü
üzerinden kendine ekonomik iktidar devşirenler,
onu tüketim kültürünün
bir objesi olarak görmeye
devam edeceklerdir. Bu
yüzden kadınların idolü
Afrodit değil, Antigone
olmalıdır.
mart 2015
99
haberajanda
Perspektif
Şu anki uygulamasıyla rektörlük seçimleri, üniversitelerin enerjilerini boşa harcadığı için ciddi bir kaynak israfına neden olmaktadır. Bu
tartışmaların kıskacında kalan herhangi bir akademisyenin nitelikli bir iş
çıkarması mümkün değildir. Akademik çalışanlar, sırf bu seçim sürecinden dolayı bilimsel çalışma, araştırma, eğitim gibi aslî fonksiyonlarından
uzaklaşmaktadırlar. Nihayetinde YÖK’ün ve Cumhurbaşkanı’nın atamasıyla belirlenen rektör için, öğretim üyelerinin birbirleriyle yaptıkları
kavgalar yanlarına kâr kalmakta, ayrışma ve cepheleşme keskinleşmekte ve üniversitelerin imaj ve itibarı zedelenmektedir.
Üniversitelerdeki müthiş kaynak israfı:
Rektörlük
seçimleri
T
ÜRKİYE’nin Batılılaşma sürecinde, Tanzimat’tan bu yana eğitim
sistemine ve sistem içerisinde de üniversitelere önemli bir misyon
yüklenmiştir. Zamanla medreselerin yerine ikame edilen üniversiteler, modernizmin ve pozitivist paradigmanın yüceltilmesi ve
toplumsal tabakalara yayılmasında hep merkezde yer almışlardır.
Bu merkezî rolünden kaynaklansa gerek, her zaman iktidar mücadelelerinin
ve ideolojik tartışmaların da en yoğun yaşandığı alanlar olmuşlardır.
>> Üniversitelerin, ülkelerin kalkınmasında da önemli roller üstlendikleri bilinmektedir. Şu an dünyanın gelişmiş ülkelerindeki gelişmiş üniversitelere bakıldığında,
100
mart 2015
Türkiye’dekilerden farklı olarak, dünyanın
gözü kulağı üzerinde bir merkez oldukları
görülür. Buralarda ciddi, özgün ve orijinal
bilimsel bilgi üretilmekte, her türlü düşünce
özgürce tartışılmakta ve dünyanın gidişatına
yön verecek birtakım entelektüel faaliyetler
yapılmaktadır. Bilgi toplumu olarak nitelendirilen günümüz toplumlarının ortaya
çıkışında da üniversitelerin katkısı göz ardı
edilemez.
Türkiye’deki üniversiteler, Cumhuriyet’in
ilk yıllarından beri iktidar mücadelelerinin
ve ideolojik çarpışmaların arasında kalmışlardır. Üniversite içinden veya dışından egemen güçler, kurumu ele geçirmeyi ve kendi
dünya görüşüne göre dizayn etmeyi sanki
kutsal bir görev addetmişler ve bu uğurda
plan ve programlar yapmışlardır. Bu anlayıştan dolayı üniversitelerde sürekli kamplaşmalar olmuş, fiziksel şiddete varan kavgalar
verilmiş ve özgün çalışmalar yapma, orijinal
bilgi üretme, entelektüel dünyaya farklı bakış açıları katma gibi üniversitenin varlık sebebi olan işlere pek zaman ayrılamamıştır.
Bir rektörün, kız çocuklarının başörtüsü takarak üniversitelere sokulmaması için
“gerekirse bilimsel çalışmalara ara verme” gibi
akıllara ziyan önerisi hatıralarda hâlâ tazeliğini korumaktadır. Haliyle başörtülü kızların üniversitelere girip girmemesi gibi trajikomik bir tartışmayla Türkiye’nin 20-30
yılını kaybettiğini düşünürsek, üniversitelerde ideolojik tartışmaların geldiği dramatik
noktayı daha iyi anlayabiliriz.
Başından sonuna
tuhaflıklar yumağı
Türkiye’deki kamu üniversitelerinde bir
zaman sonra acı bir gülümsemeyle hatırlamayı umut ettiğimiz konulardan biri de rektörlük seçimleridir. 1980 sonrası YÖK’ün
önerisi ve Cumhurbaşkanı’nın ataması
şeklinde belirlenen rektörlük atama yöntemi, 1992 yılında öğretim üyelerine adayları
seçme hakkı da verilerek güya iyileştirilmiş
ve geliştirilmiştir.
Malumdur ki, 1992 yılından bu yana hâlâ
geçerliliğini koruyan bu uygulamada rektörlük seçimleri üç aşamadan oluşmaktadır. İlk
aşamada öğretim üyeleri tarafından yapılan
seçim sonucunda en çok oy alan altı aday
YÖK’e gönderilmekte, YÖK de üç adayı
eledikten sonra üç adayı Cumhurbaşkanı’na
sunmakta, Cumhurbaşkanı da bir tanesini
seçip atamaktadır. Fiiliyatta YÖK ve Cumhurbaşkanı tarafından en çok oyu alan kişi
rektör olarak atansa bile, çoğu zaman aday
öğretim üyelerinin yüzde 50’sinden daha
azı tarafından tercih edilmektedir. Çünkü
geriye kalan adayları tercih edenler, hiçbir
şekilde temsil hakkına sahip olamamaktadırlar. Yani çoğulcu değil, çoğunlukçu bir
Prof. Dr. Ramazan Erdem
[email protected]
yapı karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki, en çok
oy alan aday, her zaman YÖK ya da Cumhurbaşkanlığı ayaklarında onay alamayabilmektedir. Bu uygulamalara bakıldığında,
rektörlük seçim sürecinin öğretim üyeleri
tarafından altı aday belirlenmesi aşamasının
anlamsızlığı daha iyi görülmektedir.
Özellikle belirtmek gerekir ki, üniversitelerimizde demokrasi kültürü zayıftır. Akademisyenler dünyanın en çok okuyan ve en
eğitimli kişileridirler, ancak rektörlük seçim
süreçlerinde ortaya çıkan manzaralara bakıldığında, bir kasabadaki belediye başkanlığı
ya da muhtarlık seçiminde ortaya çıkanlara
benzer durumlar görülebilmektedir. Seçim
sürecinde oluşan gruplaşmalar, seçimden
sonra da etkisini devam ettirmekte, iktidarı
ele geçiren grup, sanki çok normalmiş gibi
rakip adaylara oy verenleri ötelemektedir.
Demokratik görünümlü ilk süreçte neden
sadece öğretim üyelerine (yardımcı doçent,
doçent, profesör) oy hakkı verilip öğretim
görevlileri, araştırma görevlileri, okutmanlar,
uzmanlar ve idarî personelin (hatta öğrencilerin) görmezden gelindiği ayrı bir tartışma
konusudur. Seçilecek rektörün yönetim tarzından en çok etkilenecekler, aslında öğretim üyeleri değil, oy hakkı verilmeyen diğer
gruplardır.
Rektörlük sürecinin ilk ayağı olan “öğretim üyelerinin ilk altı ismi belirlemesi”
aşamasında ciddi anlamda sıkıntılar yaşanmaktadır. Vaatler, sözler, kulisler, baskılar,
intikam hesapları ve iknalarla hem rektör
adayının, hem de oy verecek öğretim üyelerinin şeref ve haysiyetini zedeleyecek durumlar yaşanmaktadır. Ayrıca hangi adayın
desteklenmesi gerektiğine belli yerlerden
(Ankara, YÖK, siyaset, iş dünyası vb.) belli
işaretler verilmesi ve verilen işaretlerin arka
planında nelerin olduğu sorusu ayrı bir tartışmadır.
İlk aşamayı atlatan adayların “Artık seçim
bitti, rahatladık” demeleri mümkün değildir.
Daha baştan beri iletişim kurmaya çalıştıkları YÖK ve Cumhurbaşkanlığı aşamalarını
da geçebilmek için çalışmaya devam etmeleri
gerekmektedir. Bu noktada “referans olacak
birilerini bulma” ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.
Doğal olarak bir adayın kendi isminin öne
çıkması için diğerlerinin ötelenmesi gerekir.
Bunun için de rakip adaylar birbirlerini karalama kampanyaları yürütebilmektedirler.
Bu karalama kampanyalarında hangi çamurun daha iyi iz bırakacağı konjonktüre göre
değişmektedir. Kanaatimce YÖK Başkanı
ve üyelerinin (hatta Cumhurbaşkanı’nın)
kararlarını etkileyebilmek ve kendi adayları
lehine sonuçlar çıkarmak için birtakım dışsal (siyaset, iş dünyası vb.) baskılar da olabilmektedir.
Atanan her rektör, ikinci dönemdeki
rektörlük seçimlerinde en çok oyu alabilme hesabı gütmekte ve bu yüzden terfileri
ve yeniden atamaları bu hesap çerçevesinde
şekillendirmektedir. Bu da kurumda liyakatsizliğin, kayırmacılığın, haksızlık ve adaletsizliğin önünü açmaktadır.
Şu anki uygulamasıyla rektörlük seçimleri, üniversitelerin enerjilerini boşa harcadığı için ciddi bir kaynak israfına neden
olmaktadır. Bu tartışmaların kıskacında kalan herhangi bir akademisyenin nitelikli bir
iş çıkarması mümkün değildir. Akademik
çalışanlar, sırf bu seçim sürecinden dolayı
bilimsel çalışma, araştırma, eğitim gibi aslî
fonksiyonlarından uzaklaşmaktadırlar. Nihayetinde YÖK’ün ve Cumhurbaşkanı’nın
atamasıyla belirlenen rektör için, öğretim
üyelerinin birbirleriyle yaptıkları kavgalar
yanlarına kâr kalmakta, ayrışma ve cepheleşme keskinleşmekte ve üniversitelerin imaj
ve itibarı zedelenmektedir. YÖK Yasası’na
ilişkin çalışmalarda bu konunun gelişmiş
ülkelerdeki örnekleri ve Türkiye’nin şimdiye
kadarki tecrübeleri çerçevesinde iyi tartışılması lazımdır.
mart 2015
101
haberajanda
Eğitim
Ülkenin dengeli yükselişe geçmesi için her alanda,
birbirine yakın düzeyde çalışmaların yapılması gerekir. Bu bağlamda Türkiye’nin
bir zekâ dağılımı sorunu vardır. Bu, iktidara gelen her hükümetin sorunu olmalıdır.
Bu sorunun nasıl çözüleceğini ben bilemem, bu konu
üzerinde etkili ve yetkili olan
ricalin düşünmesi gerekir.
Eğer bu sorun düzeltilemezse, ülkenin zeki insanları belli alanlarda toplanır, o alanlarda gelişme ve yükselme
olurken diğer alanlar yerinde sayar. Bu tür bir gelişme
de toplumda dengesizliğe
neden olur. Zira bir devletin
gelişmişliği, bütün birimlerindeki birbirine yakın gelişme ile değerlendirilir.
Türkiye’nin
zekâ sorunu
Z
EKÂ, her insana doğuştan verilen tanrısal bir armağandır. Günümüzde zekânın sözel, sayısal, ritmik ve doğasal gibi daha birçok çeşidinden
söz edilmektedir, ben bunlardan bahsetmeyeceğim. Son zamanlarda
ülkemizde parlak zekâlı, üstün zekâlı ve dâhilerden de bahsedilmeye
başlandı. Aslında bu, üzerinde durulması gereken önemli problemlerden biridir. Ancak bundan da bahsetmeyeceğim.
>> Zekâ seviyesi üst düzey olan bireyler “aptal” damgası yemeden kendilerini
anlayabilen eğitimcilerin eline düşerlerse
başarısız olmaları düşünülemez. Zekâsı
belli seviyenin altında olan bireyler de iyi
bir eğitimciye rastlarlarsa belli bir seviyeye
kadar eğitilebilirler. İsterseniz buna bir de
tersten bakalım…
Zekâ seviyesi üst düzey olan bireyler,
onları anlayamayan ve zekâlarını doyuramayan bir eğitimciye rastlarlarsa iki ihtimaller karşılaşılır: Ya heba olup giderler
ya da mevcut potansiyellerini kullanarak
o ortamdan sıyrılıp çıkarlar. Zekâsı belli
seviyenin altında olan bireyler de idealsiz,
tükenmişlik yaşayan bir eğitimciye rastlarlarsa, onların başarı adına hiçbir şansları
yoktur.
102
mart 2015
Zeki bireylere iyi hazırlanmış programlar eşliğinde iyi eğitimciler tarafından kaliteli bir eğitim verilirse zirvelere uçarlar.
Zekâsı alt seviyelerde olan bireyler de iyi
hazırlanmış bir program eşliğinde iyi bir
eğitimci ile belli bir seviyeye kadar getirilebilir, ancak daha ileri götürülemezler.
Bu durum, iki yüz kilo yük taşıma kapasitesine sahip olan bir araca iki yüz elli kilo
yük yüklemek gibi bir şeydir. Potansiyeli
olmayan bireylere fazla yüklenilirse arızalara neden olabilir. Buraya kadar her şey
normaldir.
Ülkemizde iyi veya kötü bir sınav sistemi vardır. Bu sınav sistemine göre genç
beyinlerin başarısı ölçülmeye çalışılır. Bu
ölçme-değerlendirme sonucuna göre orta,
lise ve üniversiteye öğrenci yerleştirilir.
Üniversiteye gelindiğinde artık mesleklerle
ilgili tercihler yapılır. Tam veya en yüksek
puanı alan öğrenciler genellikle tıp ve mühendislik gibi alanlar arasında dağılırlar.
Puanlar aşağı doğru indikçe sosyal bilimler, eğitim bilimleri ve teknik eğitim gibi
alanlara yönelinir. Benim dikkat çekmek
istediğim nokta işte burasıdır! Yani ülkemizdeki zekâ dağılımı…
Tam veya yüksek puan alan öğrenciler
neden tıp veya mühendislik dallarını seçiyorlar? Veya bu öğrenciler neden teknik
eğitim fakültesini, eğitim bilimlerinden
öğretmenliği veya ilahiyatı seçmiyorlar?
Kabaca bu sorulara “Zikredilen bu alanlarda istihdam edilenlerin maaşı düşük,
toplumda saygınlığı çok az” veya “Gelecek
vaat etmiyor” gibi cevaplar verilebilir. Bunlar, bazılarına göre doğru, bazılarına göre
de yanlış olabilir. Ancak ortada bir gerçek
var ki, o da topluma bakıldığında bir doktorun ekonomik düzeyi ile bir öğretmenin
ekonomik düzeyi arasında epeyce farkın
olduğudur.
Aynı şekilde, bir teknik elemanın durumu ile bir mühendisin durumu malumdur.
Bu bakış açısı, alınan eğitim, yapılan işin
Ekrem Özbay
[email protected]
Ne zaman tıp fakültesine veya mühendisliklere
gidebilecek puanı alan öğrenciler öğretmenliği
de seçerlerse, işte o zaman ülkemde çok şey
değişir!
niteliği açısından değerlendirildiğinde
yanlış gelebilir. Ancak ülkenin genel kalkınması açısından değerlendirildiğinde bir
sorun olduğu ortadadır.
Üniversiteye giriş sınavlarında yüksek
puan alanların gittiği bölümlerde başarılar
bariz bir şekilde öndedir. Örneğin bugün
tıp alanında, neredeyse dünya ile rekabet
eder duruma geldik. Birçok ülkeden ülkemize birçok hastalığın tedavisi için gelenler
vardır. Bu alanda Gazi Yaşargil, Mehmet
Öz ve Ömer Özkan gibi dünya çapında
bilim adamlarımız da vardır. Bu, ülkemiz
adına sevindirici ve gurur verici bir durumdur. Genel bir gelişme ve kalkınmadan
söz edebilmek için bu tür başarıların diğer
alanlarda da olması gerekir.
Şimdi oturup düşünelim: Neden dün-
ya çapında bir felsefecimiz, filozofumuz
yoktur? Neden dünya çapında bir ilahiyatçımız, bir sosyoloğumuz, neden bir (H.
İnalcık’ı saymazsak) tarihçimiz yoktur?
Çünkü ülkemizde dengeli bir zekâ dağılımı yapılamıyor. Belli alanlarda yoğunlaşma
oluyor ve doğal olarak başarı ve gelişmeler
o alanlarda kendini gösteriyor.
Şuna bütün samimiyetimle inanıyorum
ki, yükseköğrenim sınavlarında tam puan
alan öğrencilerden eğer meslek lisesinin
“Motorlu Araçlar Teknolojisi” bölümünde
okuyanlar olmuş olsaydı, bugün yerli arabamızı çoktan üretmiş olurduk. Puanları
son sıralarda olan öğrenciler meslek liselerine yönlendirilince, maalesef bugünkü
durum ortaya çıkıyor.
Ülkenin dengeli yükselişe geçmesi için
her alanda, birbirine yakın düzeyde çalışmaların yapılması gerekir. Bu bağlamda
Türkiye’nin bir zekâ dağılımı sorunu vardır. Bu, iktidara gelen her hükümetin sorunu olmalıdır. Bu sorunun nasıl çözüleceğini ben bilemem, bu konu üzerinde etkili ve
yetkili olan ricalin düşünmesi gerekir. Eğer
bu sorun düzeltilemezse, ülkenin zeki insanları belli alanlarda toplanır, o alanlarda
gelişme ve yükselme olurken diğer alanlar
yerinde sayar. Bu tür bir gelişme de toplumda dengesizliğe neden olur. Zira bir
devletin gelişmişliği, bütün birimlerindeki
birbirine yakın gelişme ile değerlendirilir.
Sonuç olarak ne zaman tıp fakültesine
veya mühendisliklere gidebilecek puanı
alan öğrenciler öğretmenliği de seçerlerse,
işte o zaman ülkemde çok şey değişir!
mart 2015
103
haberajanda
Şehir
Megaköy Ankara ve
Ankara’da yaşayanlar,
mevcut görüntüden asla
memnun değiller. Başkentin ismine ve konumuna
uygun bir görüntü ve
kimliğe kavuşturulmasını
arzu etmektedir Ankaralılar. Her geçen gün
biraz daha köylüleşen
Ankara’nın en az Konya,
hele İstanbul seviyesinde
bir görüntüye kavuşturulması beklenmektedir. Ankaralı reklama değil, gerçeğe dayalı hizmet sunacak
bir belediye özlemi içindedir. Büyükşehir Belediyesi,
Ankara’nın büfelerle değil,
kültürü ve tarihî kimliği ile
zihinlerde yer alması için
gayret göstermelidir.
104
mart 2015
Megaköy Ank
A
NKARA Büyükşehir Belediyesi -ne kadar dikkate alıyor bilinmez- hakkında basında yer alan eleştiriler iki bölümde karşılık görmektedir. Büyükşehir Belediyesi faaliyetlerinin söz konusu edildiği haber veya yazı
“sol” tandanslı basında yer alıyorsa anında makes bulmaktadır. Basının
öteki kesimi ise konumu ne olursa olsun haberlerine karşılık bulamamaktadır. “Nasıl olsa kendimizden” telakkisi ile eleştirilere sessiz kalınıyor.
>> Daha somut bir örnek verelim…
Hürriyet gazetesinin Ankara ekinde yer alan
bir haber, eleştiri veya basit bir şikâyet, daha
önemlisi eleştiri veya haberin konusu Ankara
Büyükşehir Belediyesi’nden anında cevap bul-
maktayken, şayet eleştiri mütedeyyin basında
yer alıyorsa görmezden geliniyor. Sözüm ona
belediyemiz, mütedeyyin insanların oylarıyla
seçildiği için mütedeyyinlerin eliyle yönetiliyor
(!). Ama mütedeyyin kesime olan iltifat bile
bile esirgeniyor. Belediyemizin gözünde para-
Ahmet Fidan
[email protected]
ara’nın kümesleri
lel yapının itibarı ise ayrı bir yazı konusu…
Yukarıdaki tespitler tamamen bu satırların yazarına aittir ve her düşüncede olduğu gibi yanılma payı vardır. İster dikkate
alınsın, ister alınmasın, Ankara’da mukim
bir insan gözüyle görülen, yaşanan, yerinde
tespitlerdir bunlar. Kamuoyunun tepkisine
sebep olan aksaklıkları, noksanları yazmak,
eleştirmek, aynı zamanda bir kamu görevidir.
Ankara Büyükşehir Belediyesi, son derece başarılı (!) ve örnek bir belediye olduğunu sık sık ifade etmektedir: “Ödüle
doymuyor…” “Şeyhin kerameti kendinden
menkul” derler ya, meğer ne kadar doğru
bir sözdür bu; Türkiye’de ödül sisteminin
nasıl kurgulandığı kamuoyunun meçhulü
değildir. Bu tür ödüller birer “al gülüm, ver
gülüm” senaryosudur. Bir propaganda malzemesi olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Aslında “Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne
verilmesi gereken en uygun ödül ne olmalıdır?” diye bir soru akla gelirse, cevap
“Köylülük Büyük Ödülü” olmalıdır.
Önce Ankara’ya dıştan bir
göz atmaya ne dersiniz?
Bir belediyecilik farkını tespit için Konya’ya seyahat edin, birkaç gün konuk olun,
Konya Büyükşehir Belediyesi’nin hizmetlerini gözlerinizle görün ve sonra Ankara’ya
dönün. Olmadı, Konya belki Ankara’ya
göre biraz küçük kaldı, Kayseri’ye misafir
olmaya ne dersiniz? Kayseri müthiş bir gelişme içinde ve son derece mükemmel bir
belediyecilik hizmeti alıyor. Olmadı mı?
Ankara ile mukayese edilmemeli mi? O
zaman İstanbul’a uzanmaya ne dersiniz?
Şöyle bir hafta İstanbul’da tur atın, Kadir Topbaş yönetimindeki Büyükşehir
Belediyesi’nin İstanbul’a ve İstanbullulara
hizmetlerini gözlerinizle görün. Sadece
İstanbul’un değil, Türkiye’nin kültürüne
yapılan hizmetleri müşahede edin. Sonra
Ankara’ya geri dönmenin nasıl bir duygu
olduğunu göreceksiniz. Yahya Kemal’in,
“Ankara’nın neyini seviyorsunuz üstat?”
sorusuna verdiği o meşhur cevabını hatır-
lamanın tam zamanı: “İstanbul’a dönüşünü…”
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin
hizmetlerini, özellikle kültürel alandaki
faaliyetlerini gören birinin, bu hizmetleri
Ankara’daki ile karşılaştırması mümkün
değildir. Sadece kültürel alanda değil, Ankara görüntü itibariyle de tamamen bir
megaköy görünümündedir. Ana arterler
bile pislikten geçilmiyor, görüntü kirliliği
sınırda.
Ankara Büyükşehir Belediyesi ne yazık
ki aslî görevi temizlikten bile geçer bir not
alamıyor, sınıfta kalmış durumda. Temizliğin arkasından Ankara Büyükşehir Belediyesi adına bir sıfat, bir isim veya sembol
yarışması düzenlense ana teması ne olabilir? Ana arterlerin, özellikle Kızılay’a çıkan
bulvarlar ve caddelerde beş on adımda bir
mantar gibi türeyen, son derece çirkin görüntülere sahip büfelerden dolayı her halde
en uygun “büfeler kenti” şeklinde bir ana
tema yerinde olurdu.
Aslında yayaların gidiş gelişini engelleyen çirkin görüntüye “kümes” denilmesi
daha doğru olur. Büyükşehir Belediyesi,
Ankara’ya ve Ankaralılara büfelerle hizmet
vermiyor, adeta işkence ediyor. Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar ve büyükelçilerin ikamet ettiği hükümet merkezi, her
gün onlarca yabancı heyetin ana caddelerinden geçtiği ve ziyaret ettiği “Başkent”,
çirkin, sakil, birbirine tren vagonları gibi
geçmiş büfe görüntüleri ile zihinlerde yer
etmekte, Başkent’in manzarasını bozmakta ve devasa bir köy görüntüsü vermektedir.
Köy görüntüsünün sebeplerinden biri
kirlilik ise, ikincisi her on adımda bir dikilen berbat görünümlü büfeler, yani kümeslerdir. Herhangi bir ihtiyaca göre değil,
birilerine kazanç temini için mantar gibi
bitmektedirler. Büfeler Ankara Büyükşehir
Belediyesi’nin ayıbı, yüz karası… Yasal bir
gerekçesi olmadığı gibi, çirkin görüntüsü
de asla savunulamaz!
Anketsever Başkan Gökçek, kanatları
arasına aldığı, hamisi olduğu büfeler hakkında bir kamuoyu yoklaması yaptırmış
mıdır bilinmez, ama son derece rahatsız
edici boyutlara varan bu büfelerin varlığı
Ankaralıları ciddi şekilde tedirgin etmektedir.
Kızılay’ın göbeğinde, Maltepe Camii’nin
önünde halka ait parkın birkaç yıl önce gecekondulaştırılması bir hak ihlali, kamuya
ait bir mekânın gaspı ve sorumluluğu da
tamamen Büyükşehir Belediyesi’ne aittir.
Sağlık Bakanlığı’nın, hatta Sayın Bakan’ın
makam odasının hemen önüne dikilen büfenin belediyecilik açısından bir izahı var
mı? İdare edilen bu şehrin insanları ne düşünüyorlar? Başkentin Belediye Başkanı’na
sormak gerekmez mi? Gecekondulaşma
artık tarihe karıştı; Büyükşehir Belediyesi
eliyle yeni gecekondu alanları ihdas ediliyor. Büyükşehir Belediyesi eliyle gerçekleştirilen görüntülere en hafif deyim “skandal”
yahut “rezalet” olabilir.
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin tam
yetkili bir meclisi bulunmakta ve görev başındadır. Söz konusu meclis, bir yönetimle
idare edilmektedir. Büyükşehir Belediyesi
Meclis üyeleri ve yöneticileri, iktidar veya
muhalefet farkı gözetmeksizin acaba bu
çirkinlikleri niçin görmezden gelmektedirler? İktidar veya muhalefet mensupları niçin dillendirmezler? En azından Başkentin
valisinin bu tür konularda Belediye’yi uyarması gerekmez mi?
Megaköy Ankara ve Ankara’da yaşayanlar, mevcut görüntüden asla memnun değiller. Başkentin ismine ve konumuna uygun bir görüntü ve kimliğe kavuşturulmasını arzu etmektedir Ankaralılar. Her geçen gün biraz daha köylüleşen Ankara’nın
en az Konya, hele İstanbul seviyesinde bir
görüntüye kavuşturulması beklenmektedir. Ankaralı reklama değil, gerçeğe dayalı
hizmet sunacak bir belediye özlemi içindedir. Büyükşehir Belediyesi, Ankara’nın
büfelerle değil, kültürü ve tarihî kimliği ile
zihinlerde yer alması için gayret göstermelidir.
mart 2015
105
haberajanda
Hayat
Soframızdaki tuts
D
OĞAL yaşam parklarına hapsedildikçe depresifleşen ve agresifleşen
hayatlarımıza yeni bir kara delik ekleniyor sessizce. Derin dünyanın
sessiz canlıları burnumuzun dibinde tutsak ediliyor ve soframıza
mahkûm balıklar geliyor. Nasıl mı?
Bu satırları okurken içimiz acıyacak elbette, ama niyetim sadece bu vahim durumun farkına varabilmemizi çabuklaştırmak. Sizleri üzmek, “Bunu da mı yemeyeceğiz canım?” veya “Usandık artık ne yiyip
içeceğimizi düşünüp internet taramaktan”
dedirtmek değil arzum.
Dün sadece mutlu
ineklerimiz vardı
Düne kadar mutlu ineklerimiz, özgür
koyunlarımız, toprağı gıtgıtlayan tavuklarımız vardı, hatırlarsınız... Yemyeşil otlara
sevdalanmış, güneşin ışıltılarıyla oynaşan,
besili ve mütebessim hayvanlarımızı karanlıklara gömeli yıllar oldu. Dip dibe,
nefes nefese, omuz omuza hayatlara sıkıştırdık onları. Büyüme-gelişme dönemlerini kısaltıverdik AR-GE’ler uğruna. Ve
neticede yüklenmiş hormonlarıyla şişmiş
egolarımıza yenik düşmüş birer et parçası
olarak geliverdiler mum kokulu sofralarımızdaki saten örtülerimize, antika porselen
tabaklarımıza. Gümüş bıçaklarımızla ke-
106
mart 2015
sildi ömürleri ikiye, mutsuzlukları sonsuza
uğurlanırken karıştılar bedenimize.
kunlarız, yine susmalardayız. “Ne yersek
oyuz” demişti Praxitela ile Heraklides’in
oğlu ve tıbbın babası Hippokrates. Büyük
bedeller ödeyerek anladık ne manidar bir
laf ettiğini. Hoş, kimseye zarar vermeyeceğine de yemin etmişti Hipokrat M.Ö.
400’lerde. Kim bilir, belki de önce bu yemine sadık kalmak lazımdır tüm iş ve hizmetlerde.
Ancak intikamları şiddetli ve yıkıcı oldu;
hızlı tüketim uğruna doğalarını ve doğalGübre kokulu kafes
lıklarını bozduğumuz hayvanlar, hani şu
bizim sofralarımızın baş tacı canım lezzet- çiftlikler
ler, sadece bünyemizi değil, ruhumuzu da
Bulanık denizlerin balçıklarında süren
bozdular. Doğrusu biz onları mahvettik, hayatlardan söz ediyorum, kültür balıkonlar da bizi. İşin özü, biz onları zorladık.
çılığı adı altındaki kafes çiftliklerde süren
Bugün ortalarda -yine sadece bizim izin sıkışık, kısa ve tutsak hayatlardan.
verebildiğimiz sınırlı alanlarda da olsa- raSon otuz yıldır dünyada yankılanan ve
hatça otlanabilen mutlu inekler, özgür ta- her yıl yüzde 8 artış gösteren kültür balıkvuklar, neşeli kuzularla beslenmek istiyor- çılığı, Türkiye için henüz yeni sayılmakla
sak, bir avuç dolusu mutluluk ödüyoruz, birlikte, -bugünkü üretimimiz yılda yaklavarsılsak tabiî…
şık 100 bin ton- her yıl yüzde 2,5 artıyor.
Banknot bürülü doyumsuz gözlerimiz,
çocuklarımızın hayvanları ve bitkileri tanıyıp sevebilmelerini (!) bahane ederek önce
hayvanat bahçelerine açıldı, ardından da
daha büyük hapishaneler olan doğal yaşam
parklarına. Peşi sıra geldi yunus parkları, at
çiftlikleri. Sustuk ve sustuk…
Şimdi sıra balık çiftliklerinde; yine sus-
Çünkü kırmızı ete göre daha ucuz, daha
hızlı üretilebiliyor. Mantıksa doğal yaşam
parklarındaki mantık; sağlıklı gelecek kimin umurunda, gelsin hızlı tüketim!
Tükettiğimizin kendi yarınımız olduğunu anlayıncaya kadar olacakları henüz
tahmin etme şansımız bile yok. Güzelim
lacivert denizlerin muhteşem koylarında,
Suna Akar
[email protected]
ak ve evcil balıklar
gübre kokulu kafes çiftliklerde balçık tutsağı balıklarımız var artık. Doğallıklarından mahrum edildikleri için onlar da depresyonda. Hızla büyüyor, vaktinden önce
yenebilir hale geliyor, ama stresli etleriyle
bütünleşiyorlar bize. Çünkü hormonlanıyor, yemleniyor, yemleniyor, yemleniyor
ve antibiyotikleniyorlar. Çünkü dalgalarla
boğuşamadan, avlanma yeteneklerini geliştiremeden, üreme için koşuşturmadan,
diğer türlerle kapışmadan, kaçmadan, yakalayamadan, steril ve kısa yaşamlarda buluşuyorlar. Ancak emeksiz, her şeyi hazır
bir hayat mutsuz ediyor balıklarımızı. Ve
biz yine susuyoruz bu ciddi ekonomik gerçekliğe, yiyoruz, yiyoruz…
Paradoks aşk:
Sevdikçe tüket!
Muhteşem proteinler, Omega yağ asitleri, P (fosfor), Ca (kalsiyum), Fe (demir), Zn
(çinko), K (potasyum), I (iyot), Mg (magnezyum) mineralleri, A-B-E ve hatta C
vitamini deposu balıklara olan ihtiyacımız
hiç bitmez. Ancak bugün bizim gereksindiğimiz balıklar, kıymetli Karadeniz hamsimiz, gözbebeği Ege sardalyamız ve akrabası
ringamızın dörtte üçünün balık yağlı yemlik
olarak kullanıldığını da unutmayalım. Çoğunun yenmeden dibe gömülmesi de cabası…
Omega-3 zengini balıklarımız, bu açıdan fakir olan kültür balık üretimi için
heba ediliyor ve bir ton evcil balık üretimi
için yaklaşık beş ton doğal balık kullanılıyor. Büyük paradoks!
Küresel gıda tüketimimizin yüzde 18’i
balık. Bu arada, Türkiye’de yılda kişi başına
7 kilogram balık tükettiğimizi hatırlatalım.
Üstelik neredeyse hiçbir yerini atmadan,
aşkla tüketiriz onları. Hele yanındaki yeşilliklerle tatlarına doyulmaz. Ve sevdamız
her geçen yıl artar.
Dünyada bir milyar civarında bir nüfus
balıkçılıkla geçinir. Bu sebeptendir onları
tutsak etmeye çalışmamız; çok sever, çok
isteriz…
Peki, çok, çok, daha çok balık için ne
yapmalı? En uygun türleri seçmeli, ortama
süratle uymaları sağlanmalı, yaban hayat
çarçabuk evcilleşmeli ki hızlı üresin, hızlı
büyüsün -üç yılda geldikleri büyüklüğe bir
buçuk yılda gelen somonlar gibi-, genomu
istediğimiz gibi olsun -genetik olarak iyileştirilmiş tatlı su çipurası |GIFT| gibi- ve
hızlı tüketilsin…
Ne paradoks bir aşk! Sevdamız tüketir
onları ve adı da “deniz hayvanlarını evcilleştirmek” olur. Ardından öç alır balıklar
diğer mahkûm hayvanlar gibi. Her şey
bittiğinde, mutsuz ve mahkûm hayvanlar
arasında yerini alacak evcil balıklar için
“elimizi çabuk tutma” mantığı ne zamana
kadar işler belli; tâ ki doğa bize küsüp deniz balık vermeyene dek…
Deniz bitmez,
balık biter
“Deniz bitmez ki balık bitsin” diyenler,
tehlike çığ gibi büyüyor! Koskocaman denizde özgürce yaşayan balıkları alıyor, dar
bir alana hapsediyor ve yemleyip duruyorsunuz. Balık hızla şişiyor, hızla dışkılıyor ve
deniz dibi N (azot) ve P (fosfor) yükleniyor
-iri 100 bin balığın dışkı toplamı, yaklaşık
35 bin insanın dışkı toplamına eşit-. Bu
aşırı yığılma, denizin otoepürasyonunun
(kendi kendini temizleme yeteneği) yetemeyeceği bir gübre oluşmasına yol açıyor
-ki bu yüzdendir gübre kokulu kafes çiftlikler ifadem-. Ve denizin arıtamadığı kalın
bir tabaka meydana geliyor. Bu tabaka, ötrofikasyona, yani aşırı besinle kirlenen denizde plankton ve alglerin artışı neticesinde suların oksijensizlikle kıvranmasına ve
denizel canlıların ölümüne neden oluyor.
Hele hele çiftlik balıklarına verilen antibiyotikler, böcek ilaçları ve önüne gelen
her şeyi öldüren diğer kimyasallar, üstüne
üstlük kanserojen ağır metaller, denizin ortasına, doğal yaşamın göbeğine kurulan bu
yapay hayatlar, güzelim tabiatı ve tabiî insanı ters yüz ediyor. Mikrobiyolojik kirlenmenin bu bölgelerde artmasının bir nedeni
de bu ilaçlama.
Hem denize, hem de atmosfere oksijen
üreten deniz çayırları, sadece bu sebepten,
yani balık çiftlikleri yüzünden birçok ülkede tamamen tükendi ya da nesli tükenme
tehlikesi altında. Sucul yaşam bitiyor ve bu
durumla biz de kendimizi bitiriyoruz.
Dibi mahvettikçe balıkların doğal üreme
yolları ve alanlarını da yok etmiş oluyor,
kirlenmeyi hızla arttırıyoruz. Deniz dibini
göremedikçe geleceğimizi de bulanıklaştırıyoruz velhâsıl.
Kültür balıkçılığı, hem beslenme şeklimize, hem de doğamıza ters mantıklarla
işlemekte, işletilmektedir. Deniz dibine,
kıyı fauna-florasına verdiği zararın geri dönüşü mümkün olmamaktadır. Birçok ülke,
sırf bu yüzden kıyı ormanlarını kaybetmiş,
erozyon ve tsunamiyle yüz yüze kalmıştır.
Kültür balığı deyip geçmeyelim, lütfen!
Doğada besin zinciri bozuluyor, ancak bu
zincirin de gücü en zayıf halka kadar. Sürekli bozup/bozulup yenisini yapmaya uğraşmaktan daha kolay yollar var. Tercih bizim,
bilinçli bir mücadele ile güzel günler de…
Hâlâ “Ucuz olsun, evcil olsun, kültürmültür önemli değil” deyip yaban hayatı
öldüren kafes çiftliklere göz yumup tutsak
ve evcil balıklar mı yiyeceğiz, yoksa doğal
balıklarla beslenip yarınlarımıza sahip mi
çıkacağız? İlk adım çok basit (!)…
Soframızda balığımızla buluşurken,
onun denizlerde özgürce dolaşan, sağlıkla
büyümüş bir balık olduğundan emin olalım, hele av yasağının yeni kalktığı, yerin
göğün balık olduğu şu zengin günlerde.
Unutmayalım ki lezzet farkı yok, gelecek
farkı var.
Umutla kalın…
Kaynak: Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Güvenliği
Komitesi Raporları, 06/2014
mart 2015
107
haberajanda
Teknoloji
Eş zamanlı olarak pek çok
firma “anında tercüme”
için epeydir çalışmaktaydı.
Ürünü en hızlı geliştirenin
rekabet gücünün arttığı
günümüzde, erkenden
beta veya alfa ürünlerini
piyasaya sürerek firmalar
kendi güçlerini perçinlediler. Bunlardan en belirgin
ve tipik olanları arasında
Skype’i satın alan Microsoft,
Jibbigo ile anlaşan Facebook
ve kendi Translate ürününü
“anında çeviri” yazılımına
evrilten Google’u saymak
mümkün.
Teknolojide devrim!
Anında
tercüme
sistemleri
H
EPİMİZİN bildiği gibi, bir konuşmacı dinleyicilerden farklı bir dilde konuşuyorsa bir
tercüman, dinleyicilerin diline simultane
(anında) tercüme ederek onların anlamaları sağlardı. Ancak şimdi, “anında tercüme
sistemi” dediğimizde bunu kastetmiyoruz,
“Gelişen teknolojiler çerçevesinde, dünyanın bir ucunda
başka bir dilde konuşan kişinin konuşmalarını kendi dilinizde duyabileceksiniz” demek istiyoruz. Bu durum internet
tabanlı konuşma cihaz ve programlarıyla yapılsa da, telefon
gibi bir cihazla yapılsa fark etmez.
Teknoloji geliştikçe, gelecekte simultane
tercümana ve tercümeye de ihtiyaç bırakmayacak bir bilişim
ürünü olan anında tercüme sistemi, diğer alanlara uygulanarak
hayatımızın her aşamasında kullanılabilecek bir hale gelecektir. Bu durumda tüm dünya insanları birbirlerini anlayabilecek
ve iletişim artacaktır. Tüm dünyaya konuşabileceğiniz iletişim
çağına hoş geldiniz!
108
mart 2015
Dr. Nurettin Alabay
[email protected]
Eş zamanlı olarak pek çok firma “anında
tercüme” için epeydir çalışmaktaydı. Ürünü
en hızlı geliştirenin rekabet gücünün arttığı günümüzde, erkenden beta veya alfa
ürünlerini piyasaya sürerek firmalar kendi
güçlerini perçinlediler. Bunlardan en belirgin ve tipik olanları arasında Skype’i satın
alan Microsoft, Jibbigo ile anlaşan Facebook ve kendi Translate ürününü “anında
çeviri” yazılımına evrilten Google’u saymak mümkün. Şimdi bunları sırasıyla ele
alalım...
Skype ile anında tercüme
“Bilginin bir kere daha derinleşerek tüm
dünyaya ulaşması” anlamına da gelecek bu
teknoloji şimdiden kullanılmaya başlandı
bile. Apple, Google ve Microsoft arasında
süren amansız rekabet, yeni yeni teknolojileri insan hayatına sunuyor. Bunlardan sonuncusu, Microsoft’un satın aldığı
Skype Translator’dür ve devrim meydana
getirecek yeni bir hizmet olarak değerlendirilmektedir. Çünkü “Skype Translator”
adındaki yeni servis, kullanıcılar arasındaki
görüşmeleri gerçek zamanlı ve sesli olarak
anında tercüme ediyor. Şu anda sadece İngilizce ve İspanyolca dillerin çevirisini yapan servis, 40’tan fazla dile ulaşacak.
Yaklaşık üç yıl önce Microsoft tarafından 8,5 milyar dolara satın alınan ve internet üzerinden görüntülü ve sesli görüşme
imkânı sunan bir şirket olan Skype, devrim
meydana getirecek bir yeniliği kullanıcılara sundu. Skype, birçok insanın hayalini
kurduğu gerçek zamanlı ve sesli tercüme
teknolojisini hayata geçirdi. “Skype Translator” adındaki servis, bir Skype konuşması
esnasında anında tercüme yapabilme yeteneğine sahip. Başka bir ifadeyle, Skype
kullanan ve farklı dilleri konuşan iki kişi
birbiriyle anlaşabilecek. Bu teknolojiyle
farklı dillerdeki sesler algılanacak ve karşı
tarafa çeviri yapılmış olarak aktarılacak.
Skype’nin gerçek zamanlı çeviri servisi
dünya için devrim niteliğinde bir servis
olarak değerlendiriliyor. Gelecek yıllarda
dil öğrenme zorunluluğunu ortadan kaldırması beklenen bu servisten özellikle
yurtdışı ile ticaret yapmak isteyenlerin ve
öğrencilerin faydalanması bekleniyor. Kısaca Skype, “sınırları kaldıran” bir işe imza
atmış oldu.
Öte yandan daha önce ses tanıma özelliği üzerine çalışan Google, ilk servislerini
kullanıcılara sunmuştu. Google’nin video
servisi YouTube’taki videoların altına otomatik olarak altyazı gelebiliyordu.
40 dilde çeviri
Skype Translator, ilk etapta sadece İngilizce ve İspanyolca dilleri arasında çeviri yapabiliyor. Ancak şirketten yapılan
açıklamalara göre gerçek zamanlı çeviri
servisi 40’tan fazla dili destekleyecek. Bu
diller arasında Türkçe’nin olup olmadığı ise henüz bilinmiyor. Ancak Skype’nin
Türkiye’de yaygın olarak kullanılmasından
dolayı kısa bir zaman içinde Türkçe çevirileri de buna dâhil edileceği ifade ediliyor.
Eğer bu uygulama tutarsa, Skype dünya
genelinde, dil anlamında bir devrim yapmış olacak.
Skype Translator, ilk testlerini ABD’nin
Tacoma eyaletinde olan Stafford İlköğretim Okulu ile Meksika’daki Peterson
İlköğretim Okulu öğrencileri arasında
gerçekleştirdi. Meksika’daki öğrenci İspanyolca konuşurken, karşısındaki öğrenci
İngilizce konuştu. Skype ise anında çeviri
yaparak öğrencilerin birbirleriyle konuşmasını sağladı. Skype’nin ilk olarak ilkokulu seçmiş olması oldukça önemli. Çünkü
bundan sonra Skype Translator, eğitim açısından oldukça büyük bir değer taşıyacak.
Google Translate çıktığı zamanlarda da
aynı şekilde haberler çıkmış, “Dünyada bir
dil devrimi olacak! Artık herkes, rahatlıkla
karşısındaki yabancıyla konuşabilecek” denilmişti. Skype ise sesi algılayarak, Google
Translate’in yaptığı işi bir adım öteye götürüp anında tercüme işini yaptı.
Microsoft’un Skype Translator ile Apple
ve Google’ye gözdağı verdiği ifade ediliyor.
Son günlerde art arda bombalar patlatan
Google ve Apple’a Microsoft’un cevabı
büyük oldu. Skype Translator uygulamasının çok konuşulacağı ifade ediliyor. Sosyal
medyanın en çok konuşulan video ve haberleşme sitesi Skype, bundan böyle artık
her dildeki konuşmaları çevirebilecek.
Skype Translator’ın bir demosunu oturum sırasında izleyicilere gösteren Skype
de İngilizce–Almanca bir görüşme gerçekleştirdi. Almanca konuşan biriyle
Skype Translator aracılığıyla sohbet edilip
Almanca bilen izleyicilerden de çevrinin
doğruluğu teyit edildi. Almanca bilen katılımcılar tarafından Skype Translator’ün
anında çevirileri “oldukça iyi” olarak değerlendirildi.
Microsoft’un, bu uygulamanın betasını
2014 yılı sonlarında Windows 8 için yayınlaması bekleniyor.
Facebook 25’ten fazla
dilde, anında sesli tercüme
yapacak
Dünyanın en popüler sosyal paylaşım
sitesi Facebook, yabancı dil sorununu ortadan kaldırmaya hazırlanıyor. Satın aldığı
“Jibbigo” adlı şirket ile 25’ten fazla dilde
“anında sesli tercüme” yapmak için çalışmalara başlayan şirket, bu sayede “Messenger” üzerinde iki farklı dili konuşan kullanıcıları arasında çok rahat sohbet imkânı
meydana getirecek.
12 yıl önce kurulan Mobile Technologies’in 2009 yılında kullanıma açtığı Jibbigo,
hem online, hem de offline olarak sesli
tercüme yapabilen ilk mobil uygulama
olarak anılıyor. iOS ve Android işletim
sistemlerinde kullanılabilir durumda olan
uygulama, farklı dilleri sesli olarak tercüme
yapabiliyor. Örneğin İngilizce bilmeyen
bir İspanyol Jibbigo kullanıcısı, internetin
olmadığı yerlerde bile anında sesli çeviri
gerçekleştirebiliyor. Ses tanıma teknolojisi
sayesinde rakip tercüme uygulamalarına
fark atan Jibbigo, özellikle kendi ülkesi dışında bulunan turistler ve sağlık görevlileri
tarafından çok yoğun bir şekilde kullanılıyor. Jibbigo, şu an 25’ten fazla dilde tercüme yapabiliyor.
Hem Facebook, hem de Jibbigo tarafından duyurulan bu gelişme ile birlikte,
artık sosyal ağ devi tüm dünya ile daha
rahat iletişim kurabilmek için çok önemli bir adım atmış oldu. Paylaşılan bilgilere
göre Facebook, Jibbigo’yu bir altyapı olarak
kullanarak kendi servislerine uyumlu hale
getirecek. Söz konusu altyapının kullanılmasıyla beraber Facebook’taki sohbetler,
iki farklı dili konuşan kullanıcılar arasında
gerçekleşebilecek. Yapılacak konuşmaların
tercümesinin anında yapılması, sosyal ağlardaki kullanıcılar arasındaki etkileşimin
daha da artmasını sağlayacak.
Kendi uygulaması
kullanıma açık
Geçen yıl 1 milyar dolarla Instagram’ı
satın alan Facebook, fotoğraf paylaşım
mart 2015
109
haberajanda
Teknoloji
servisinin gelişmesi konusunda önemli rol
oynamıştı. Video özelliğini kullanıcılara
sunan Instagram, kayıtlı abonelerini ise
Facebook ile daha da hızlandırmayı başarmıştı. Öte yandan Jibbigo’nun kendi geliştirdiği uygulama, Facebook kullanıcılarına
sunulmuş durumda.
Apple ve Google’nin mobil uygulama
mağazalarında bulunan Jibbigo, on milyarlarca dolar piyasa değerine sahip olan
Facebook ile hızla gelişeceğe benziyor.
110
mart 2015
Sosyal paylaşım sitelerinde sesli tercüme yapabilen özellikler bulunmuyor.
Google’nin sosyal paylaşım sitesi Google
Plus, şirketin kendi yazılı tercüme servisini
kullanıyor. Twitter ise Microsoft’un yazılı
tercüme servisi olan Bing Translate’i kullanıcılarına sunuyor. Bu yüzden Facebook’un
anında sesli tercüme servisini başarıyla
kullanıcılarına sunması, sosyal paylaşım sitelerinin geleceği açısından önemli bir rol
oynamasına neden olacak.
Android üzerinden Google
Translate ile 14 dil cepte
İnsanların hareket halindeyken hayatlarını daha da kolaylaştıran teknolojilere her
geçen gün bir yenisi ekleniyor. Android
Market‘te bulabileceğiniz Google Translate hizmeti, şimdi 14 dilde sözlü çeviri yaparak kullanıcıların dil bariyerini aşmaları
için bir basamak daha sağlıyor.
Bu yılın başında Android cihazlar için
ce, Rusça ve Türkçe dilleri arasında çeviri
yapmayı sağlıyor.
Siz konuşun, o çevirsin
Hizmeti kullanmak için Android işletim
sistemli akıllı cihaza Google Traslate’i yükledikten sonra tek yapılması gereken, iki dil
çiftini seçip telefonun mikrofonuna doğru
konuşmak olacaktır. Google Translate konuşmayı algılayarak çeviriyor ve yüksek
sesle size söylüyor. Ayrıca sizin söylediğinizi yanlış anlama olasılığına karşı geliştirilen
bir özellik sayesinde, çeviriye başlamadan
metin halini görerek gerekli düzeltmeyi
yapabiliyor ve algılanamayan sözcükleri kişisel sözlüğünüze ekleyebiliyor. Ekrandaki
yazıyı büyüterek başka birine göstermek de
bir diğer seçenek.
Bu teknolojinin sadece alfa (başlangıç)
sürümü mevcut, bu sebeple doğruluk payı
arka plan seslerinden ve bölgesel aksanlardan dolayı düşebilir. Fakat Google, daha
fazla insanın kullanımıyla örnek konuşmalar artacağından geliştirilmesinin daha
kolay olacağını öngörüyor. Daha fazla dil
sunabilmek için çalışmaya devam eden
Google, yazılı çeviri kısmında 63 dilde
hizmet veriyor ve bunlardan 24 tanesi için
yazıdan konuşmaya çeviri (text-to-speech
translation) seçeneği de bulunuyor. Android tabletler için geniş ekran uyarlaması da
yapılan bu teknolojinin karmaşık cümlelerde denenmesini tavsiye etmiyor; yine de
uluslararası seyahatlerde yer veya yön sormak için epey işe yarayacağı düşünülebilir.
Eskiden yabancı bir ülkeye gidince
haritalar, sözlükler, konuşma kılavuzları,
mekân rehberleri taşınırdı, oysa artık tek
bir akıllı telefonla bunların hepsine sahip
olmak mümkün.
Conversation Mode (Görüşme Modu)
güncellemesi getiren Google, kullanıcılarına telefonlarından rahatlıkla anında çeviri
hizmeti alma imkânı sunmuştu. Seçilen
dilde duyduğunu yine seçilen diğer dile
çeviren bu hizmet, ilk olarak İngilizce ve
İspanyolca ile yola çıkmıştı. Şimdi Android için dil çeşitliliğini arttıran Google
Translate, Brezilya Portekizcesi, Çekçe,
Flamanca, Fransızca, Almanca, İtalyanca,
Japonca, Korece, Mandarin Çincesi, Leh-
25 farklı dilde anında
olarak çeviri yapabilen
cihaz: SIGMO
Kickstarter benzeri yapısıyla tanıdığımız
Indiegogo üzerinde başlatılan projelerden
SIGMO, 25 farklı dilde anında çeviri yaparak kişilere yardımcı olabiliyor.
İçerisinde Türkçe’nin de bulunduğu
İngilizce (ABD), İngilizce (İngiltere), İngilizce (Avustralya), İngilizce (Kanada),
İspanyolca (İspanya), İspanyolca (Amerika
Birleşik Devletleri), İspanyolca (Meksika),
Fransızca (Fransa), Fransızca (Kanada),
Almanca, İtalyanca, Japonca, Çince (Çin),
Mandarin ve Kanton (Tayvan / Hong
Kong), Katalanca, Korece, Hollandaca,
Norveççe, Danca, İsveççe, Portekizce (Portekiz), Portekizce (Brezilya), Lehçe, Rusça,
Arapça, Endonezya, İbranice, Çekçe, Afrika, Malay, Hırvatistan, Tayland, Hintçe, Ukrayna, Macar, Slovak, Bulgarca ve
Yunanca gibi diller arasında anında çeviri
imkânı sağlayan ve hem bluetooth üzerinden akıllı cep telefonlarıyla -özel uygulama
ve internet bağlantısı ile-, hem de içerisine
yüklenen sözlüklerle bağımsız olarak çalışabilen SIGMO, oldukça kompakt (4x4
santimetre) ve şık yapıya sahip bir cihaz.
Üzerinde mikrofon, hoparlör ve iki adet
tuş bulunan cihaz, basit bir şekilde söylenen cümleleri anında çeviriyor ve böylece
etkili ve olabildiğince doğru bir karşılıklı
iletişime yardımcı oluyor.
300 saat bekleme ve 8 saat aktif konuşma süresi sağlayabildiği belirtilen ürün,
sunduğu bu özelliklerle projeye oldukça
yüksek gelir sağlayan destekçiler bulmuş ve
bitimine 21 gün kala başarıya ulaşmış durumda. Farklı renk seçenekleriyle de 2014
Ocak ayında elde edilebilen SIGMO hakkında sitesinden bilgi sağlayabilir, ürünün
çeviri performansını ve gövde ayrıntılarını
rahatlıkla görebilirsiniz.
Sonuç
Bir insanın yeni bir lisan öğrenmesini
teşvik etmek için “Bir lisan, bir insan” denirdi. Şimdi bu anında tercüme ile insanların yeni bir dil öğrenmelerine gerek kalmayacağı gibi, gittikçe anadil dışında bir
dil öğrenimi de gereksiz kılınabilir. Nasıl ki
cep telefonları çıkmadan önce pek çok kişi
telefon numaralarını akıllarında tutmakta
idi ve cep telefonları çıkalı kimse numaraları aklında tutmak zorunda kalmıyor,
bu bakımdan, “Bir lisan, bir insan; çok dil,
çok insan, tüm diller tüm insanlar arasında
anındala olan ilişki ve iletişimi artıracak,
yeni bilgilerin ulaşması zor olan niş topluluklar dahi diğer toplumlarla iletişim kurarak bilgi akışı ile gelişim sağlayabilecektir.
Teknoloji geliştikçe, gelecekte simultane
tercümana ve tercümeye de ihtiyaç bırakmayacak bir bilişim ürünü olan anında tercüme sistemi, diğer alanlara uygulanarak
hayatımızın her aşamasında kullanılabilecek bir hale gelecektir. Bu durumda tüm
dünya insanları birbirlerini anlayabilecek
ve iletişim artacaktır. Tüm dünyaya konuşabileceğiniz iletişim çağına hoş geldiniz!
mart 2015
111
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
112
mart 2015
Bir
y
aylıketimin
mas
r af ı
₺90
Bir yetime de
“siz” sahip çıkın
www.cansuyu.org.tr
ANKARA
0312 473 44 77
İSTANBUL
0212 521 65 65
İZMİR
0232 264 44 45
BURSA
0224 223 06 06
KONYA
0332 236 15 05

Benzer belgeler