2009 Ocak-Şubat - Mülkiyeliler Birliği

Transkript

2009 Ocak-Şubat - Mülkiyeliler Birliği
OCAK-ŞUBAT
SAYI 2009 1-2
kriz ve savaş:
işsizlik, açlık, ölüm
kapımızı çalıyor
panel: Gözleriyle Filistin
şubelerden:
izmir Şubesi Etkinlikleri
konuk yazarlar:
Meksika izlenimleri
1
İÇİNDEKİLER
mülkiye’den
yeni bir sayıyla merhaba..................................................................................................................... 3
danışma kurulu toplantısı.................................................................................................................... 4
Mülkiyeliler Birliği’nin Bir Başka Çınarı: Hikmet ÖZÇINAR / Bahri ÖKTEM................................. 5
Ayhan Açıkalın, Fazıl Kafadar ve Kamil Erdeha’yı Anma Toplantısı................................................. 7
Yeryüzü Nazım’a Şarkılar Söylüyor.................................................................................................... 8
mülkiye’de öğrenci olmak
Ajan S.A. Ağabey . .............................................................................................................................. 9
Münir Raif Güney................................................................................................................................ 10
dosya: Filistin
filistin’de neler oldu? / A. Raif FALCIOĞLU..................................................................................... 13
filistin la ville martyre / Emirhan OĞUZ............................................................................................ 18
gazza’nin ufacık bayrakları / Remzi DERVİŞ..................................................................................... 19
kudüs’ün gönüllü sürgünleri / Ayşe KARABAT................................................................................... 20
panel: gözleriyle filistin…................................................................................................................... 21
şubelerden
izmir şubesi
Söyleşi “ağlayan dağ, susan nehir”................................................................................................... 24
anadolu düşüncesi ebrudur?............................................................................................................... 25
bir konserin ardından.......................................................................................................................... 27
konuk yazarlar
kapitalist yıkım kıskacındaki dünyanın “hâl-i pür melali” / Temel DEMİRER.................................. 28
ezln’in “birinci dünya saygın öfke festivali”nden notlar / Sibel ÖZBUDUN…................................. 49
şöfor mahallinden ulaşım politikası tek seçenek mi? / Eser ATAK..................................................... 54
türkiye’de ve dünyada küresel bungunluğun nedenleri / Yüksel ÇETİNER........................................ 58
kentlerin tarihinden: ankara
galatlar döneminde ankara / Mehmet ÖZER...................................................................................... 60
şiir seçkisi
memleketimden insan manzaları / Nazım HİKMET............................................................................ 61
fotoğrafın diliyle: mülkiye
E-Bülten Mülkiyeliler Birliği’nin Yayınıdır. Mehmet ÖZER tarafından hazırlanmaktadır.
mülkiye’den
Yeni bir sayıyla merhaba,
1.300’den fazla Filistinli öldürüldü. Bu saldırılarda
Hamas vb örgütlerin rolü, Hamas vb örgütlerin niteliği
ve üzerlerindeki çeşitli şaibeler, İsrail’in kendini
savunma refleksi ya da problemin tarihsel arka planı
gibi konular elbette tartışılmalıdır ve ciddiyetle ele
alınmalıdır. Fakat her savaşın en ağır bedeli ödettiği
ve yaşamlarını daha güvensiz hale getirdiği çocuklar,
kadınlar, yaşlılar ve bedensel engellilerin yaşadığı
insani dram bana göre her şeyden önce geliyor.
İnsanlık tarihi, maalesef, insanın insana ve doğaya
uyguladığı vahşetin de tarihidir ve bu vahşet insanın
kendi sonunu da hazırlıyor.
150. Yılımıza girmiş ve de ilk birbuçuk ayını
geride bırakmış bulunuyoruz. Program ve planlama
çalışmaları geçtiğimiz yıldan beri heyecan ve coşku
içinde devam eden 150. Yıl kutlama etkinlikleri, yıl
boyunca devam edecek. Okulumuzda, Birliğimiz
Genel Merkezinde ve şubelerimizde çok çeşitli ve
camiamıza yakışır etkinlikler düzenlenecek.
Bu etkinliklerle ilgili internet ana sayfalarımızda
ya da şubelerimize ait internet sayfalarında bilgiler
bulabilirsiniz. Biz de, gerek bu etkinliklerden programı
belli olanları mümkün olduğunca önceden duyurmak,
gerekse de yapılan güzel işleri camiamızla paylaşmak
için bültenimize taşımaya gayret edeceğiz. Bu
nedenle de yine sizlerin desteğine ihtiyacımız olacak.
Tüm şubelerimizden, gerek yapılacak etkinliklerin
duyurusu, gerekse de yapılan etkinliklerle ilgili kısa
bilgilendirme yazılarını bekliyoruz.
Ülkemizde krizin etkileri günlük yaşamda artık iyiden
iyiye hissedilmeye başladıysa da, konuyla ilgili
uzmanların söylediği henüz daha krizin başlarında
olduğumuz. İstatistikler 2008’in son çeyreğinde
yaklaşık 550.000 (beşyüzellibin) kayıtlı çalışanın
işsizler ordusuna katıldığını gösteriyor. Bu durumun
çalışanlar üzerinde yarattığı baskıyı vs. dile getirmeye
bile gerek yok. Herkes biliyor ki, ülkede çalışanların
büyük çoğunluğu kayıt dışıdır ve krizde ilk gözden
çıkarılacaklar da bunlardır. Demek ki sadece işsizlikle
ilgili veriler bile gerçeği tam yansıtmıyor. Bu krizin
aslında kapitalizmin krizi olduğunu ve sürekli olarak
yineleneceğini bilsek de, en azından şu aşamada güçlü
bir “alternatif” in eksikliğinin herkes farkında.
Ülkemizde yapılacak yerel seçimlere çok az bir süre
kaldı. Asıl yapılması gereken insana ve topluma
saygılı, her durumdaki insanın rahatça kent yaşamına
nasıl katılabileceği, yaratılan rantın birilerinin cebine
değil de sosyal projelere ve kentlerin insani standartlara
uygun olarak geliştirilmesine gideceğini vs. içeren,
akademik yanı da olan bir program ortaya koymak ve
seçimden hiç değilse 1 yıl önce belirlenecek adaylarla
bu program ve projeleri insanlara anlatmak olmalıydı.
Oysa görüyoruz ki kendisine sosyal demokrat diyen
partiler bile böyle zahmetli bir çabaya girmediler.
Bütün partiler daha yararlı olacak değil seçilme
ihtimali olduğunu düşündükleri adayları son dakikada
açıklayıp, bu insanları da çoğunu hazırlıksız biçimde
kamuoyunun önüne gönderdiler. Bu adaylardan
bir kısmı son derece değerli kişiler olsa da yerel
yönetim anlayışı böyle olmamalı. Bu sayımızda yerel
seçimlerle ilgili de yazılar bulacaksınız. Gelecek
sayıda yayınlanmak üzere yeni yazılar da bekliyoruz.
Bültenimizle ilgili oldukça iyi eleştiriler alıyoruz.
Arkadaşlarımızdan gelen katkılardan da memnunuz.
Bunlar, bize, doğru ve iyi şeyler yaptığımızı
düşündürüyor. Elbette önemli olan güzel şeyleri ortaya
koymak kadar bunun sürekliliğini de sağlayabilmektir.
Bunun için sizlerin katkılarının da sürekliliğini
bekliyoruz.
Yeni sayıda buluşmak dileğiyle.
A.Raif FALCIOĞLU
Geçen ayın en önemli gündemi İsrail’in Gazze’ye
düzenlediği yeni saldırı idi. Bu sayımızda Filistin
konusuna da yer ayırdık. Çeşitli saldırıların
sorumlusu Hamas gibi dinci örgütleri hedef aldığını
iddia eden İsrail, 27 Aralık 2008’de, Gazze’ye büyük
bir operasyon başlattı ve kelimenin tam anlamıyla
“yerlebir” etti. Bu saldırılarda, çoğu da sivil ve
çocuklardan oluşmak üzere, açıklanan rakamlarla
3
DANIŞMA KURULU TOPLANTISI
Kasım ayında yapılan toplantıda, Mülkiye Sitesi
Merkez Binası ile ilgili gelişmeler ve hazırlanan avan
(ön) proje ile şartnameye ilişkin taslaklar değerlendirmiş
ve üyelerce önerilen uzman kişilerden bir komisyon
oluşturularak bu komisyona ihale süreciyle ilgili
metinlerin hazırlanması görevi verilmişti.
ayrı değerlendirildi.
Söz alan kurul üyeleri, metinlerin içeriği ya da şekli
ile ilgili görüşlerini belirterek, eksik bırakılmış ya da
düzeltilmesi gereken, yeterince net ifade edilmemiş
ya da yanlış anlaşılmaya neden olacak noktaları ifade
ettiler. Bir üye de, Türkiye de yaşanan bazı olumsuz
örnekleri aktararak yap – işlet – devret modelinin
sakıncalarından bahsetti.
O toplantı sonunda alınan karara uygun olarak ve
komisyonca hazırlanan ilgili metinleri değerlendirmek
üzere Danışma Kurulu (Ortak Kurullar) Toplantısı,
Komisyon üyeleri ya da Genel Başkan Ali Çolak
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi’nde 08 Şubat konuşmalar sırasında ihtiyaç doğdukça gerekli
2009 pazar günü yapılmıştır.
açıklamaları yaparak konuya açıklık getirdiler ya da
Toplantıda Genel Başkan Ali ÇOLAK ve danışma metinlerin son hale getirilmesinde dikkate almak
kuruluna davetli, ilgili kurullarda görevli üyelerin üzere gelen önerileri not aldılar.
büyük çoğunluğu hazır bulunmuştur.
Yapılan oturumda, oldukça ayrıntılı bir şekilde
Toplantının başlangıcında Genel Başkan Ali
ÇOLAK çalışma sürecine ilişkin kısa bir bilgilendirme
konuşması yaparak, sözü, metinleri hazırlayan
komisyona verdi. Komisyon üyeleri adına yapılan
konuşmalarda metinler hazırlanırken nasıl bir çalışma
yapıldığı, metinlerin ruhu ve mantığı ile ilgili bilgiler
verildi.
incelenen metinler, birlik, vakıf ve camianın çıkarlarını
koruma adına daha eksiksiz bir hale getirilmeye
çalışıldı.
Komisyon, toplantıda yapılan önerilere uygun
olarak metinlerde gerekli değişiklikleri yapmak üzere
çalışmalarına devam edecek.
Gerekli görülürse yeniden ortak kurulları toplama
Daha sonra üyelerin konuşmalarına geçildi ve kararı alınarak toplantı sona erdirildi.
komisyonca hazırlanan ilgili metinler sırasıyla ve ayrı
Mülkiyeliler Birliği’nin Bir Başka Çınarı:
Hikmet ÖZÇINAR
Bahri ÖKTEM
Yanda fotoğrafı var. Tanıdınız değil mi?
Ben, mülkiyeli oldum olalı kendisini tanıdığım,
çalışkan, sevecen insan… Mülkiyeli kadar Mülkiyeli;
Mülkiyeli kadar Arapkir’li bir insan Hikmet Özçınar.
Onu ya Mülkiyeliler Birliğinin katlarında, bahçesinde
görürsününüz, ya da ne bileyim, nerede mülkiyeli varsa
küçücük bir katkı sağlamak için elinde çantası ile gezer
durur bakanlıkların koridorlarında. Buna özveri, bu ne
fedakarlık…
Hikmet Özçınar, hala görevinde Mülkiyeliler
Birliğinde ve ilerlemiş yaşına rağmen aynı gayret ve
azimle çalışıyor, Mülkiye için, Mülkiyeliler için.
“… 1965 yılında askerlik görevimi tamamladığım
sıralarda, o zaman Siyasal Bilgiler Fakültesi Yurt
Daire Amiri olan Mehmet Çavuş aracılığıyla
Mülkiyeliler Birliği Yönetim kurulu Üyesi Çalışma
Bakanlığı Mütercimi Ertuğrul Baydar ile tanıştım.
Kendileri bana Birliğin büro işlerinin düzenlenmesi,
üye aidatlarının toplanması işini teklif ettiler. Ben
de kabul ederek 18.03. 1965 tarihinde Adakale
Sokak 20 numaradaki eski kiralık binada göreve
başladım. Burada benden iki yıl önce başlamış olan
emekli binbaşı Halis Aytekin ile tanıştım. Ve sekiz
yıl birlikte çalıştım. Bu eski binadan onbeş gün sonra
bugün bulunduğumuz, Konur Sokak 1 numaradaki
binaya taşındık. Bina onarımdan geçirilerek giriş katı
lokanta, iki katı oturma ve yönetim odası, ikinci katı
oyun salonu ve üçüncü katı oniki yataklı misafirhane
olarak yeniden düzenlendi. O günlerde Birlik Başkanı
Sırrı Kırçalı idi. Ayhan Açıkalın ikinci başkan, Yılmaz
Ergenekon Genel Sekredter, Beycan Tavus ise Sayman
olarak görev almışlardı. Üyeler ise Ertuğrul Baydar,
Fikret Alkış ve Neylan Teker’den oluşuyordu. Bu ekip
yeni alınan bu binanın finansmanı için bir kampanya
başlattılar. Bu kampanya her biri 2.5 TL olan Eşya
Piyangosu Bilet satışı şeklindeydi. Bu biletler Vali ve
Kaymakamlar eliyle tüm yurt çapında yaygınlaştırıldı.
Böylece bu binanın borcu iki yıl gibi bir sürede
ödenmiş oldu. Daha sonra yönetim değişikliği oldu.
Genel Başkanlığa Ayhan Açıkalın getirildi. Açıklalın
yeni bir “Mülkiye sitesi Projesi” başlattı. Bu proje ile
bugün otel olan Yüksel Caddesindeki 12 numaralı
bina ile ilk taşındığımız binanın bitişiğindeki Konur
Sokak 3 numaralı binanın satın alınması çalışmaları
başlatılmış oldu. Bu yeni binaların finansmanı da aidat
ve bağışlar dışında yeni bir eşya piyangosu ile sağlandı
ile sağlandı. Yeni binaların katılımıyla tekrar bir iç
düzenlemeye gidildi.
İlk çalışmaya başladığım yıllarda, binalarla ilgili
çalışmaların yanında, tüm kamu ve özel sektörde
çalışan mezunları saptama ve üye kaydetme işlerini
üstlendim. O günlerde üye sayısı 700, 800 civarında,
üye aidatı ise 1,-TL idi. Bu çalışmalarla üye sayısını
artırarak ayda 1400.TL aidat ve bağış topladım. Bunun
üzerine o zamanki başkan Sırrı Kırcalı “tam istediğiz
adam “ diyerek beni kutladı.
Ayhan ağabeyin evlatlarından biri, o da Mülkiyeliler
Birliğinin diğer çalışanları gibi. Ayhan ağabeye son
görevini yaparken, gözlerinde akan yaşlarda gizliydi
O’na olan sevgisi ve saygısı.
Bilenlere anlatmaya gerek yok sevgili Hikmet
ağabeyi ama bilmeyenler için Mülkiye Bülteninin
1992 yılı Haziran ayı sayısından aldım aşağıdaki
Proje kapsamındaki piyango çalışmaları sürerken
satırları. Okuyalım hep beraber bakalım kimmiş
bir yandan da gelir elde etmek, üyeler arasındaki
Hikmet Özçınar.
5
dayanışmayı sağlamak için her yıl tekrarlanan
geleneksel 4 Aralık balolarının organizasyonu ve bilet
satış ile ilgilendim. İlk balo şu anda THY binası olan o
zamanki Gar Gazinosunda yapıldı. O baloda eski yeni
öğrenciler arasındaki sıcak ve samimi ilişkiler, yakınlık
ve yardımseverlik beni çok etkiledi ve duygulandırdı.
Kendimi bu camiaya daha yakın hissederek ailem
gibi görmeye başladım. Öyle ki bundan sonraki
çalışmalarımda hiçbir zaman saate bağlı kalmayıp,
gece gündüz demeden çalıştım. Aynı ilgi ve sevgiyi
ülke yönetiminde en büyük makamdan en küçük
makama kadar yer almış Mülkiyelilerden gördüm. Bu
sayede 700, 800 olan üye sayısı bugün 7000’i aşmış
bulunuyor.
22 yılık çalışma yaşamında hiç unutmadığım bir
anımı sizinle paylaşmak isterim. 1977-1978 yıllarında
üç ayda bir yayınlanan Mülkiyeliler Birliği Dergisinde
çeşitli makale ve haberlerin yanında vefatlara da yer
veriliyordu. O sıralarda İş Bankası’nda Teftiş Kurulu
Başkanlığı yapmış ve emekli olan Yaşar Hayri Aktan’ın
vefatını öğrendik. Ben İller Bankasına giderek dergide
yayınlanmak üzere bir fotoğrafını buldum. Vefatını
dergide yayınladık. Dergimizin dağıtımı tüm üyelere
yapıldı( o zaman dergi üyelerimize ücretsiz olarak
dağıtılırdı). Derginin yayınlanmasından üç ay gibi bir
süre sonra bir gün Yaşar Hayri Bey elinde dergiyle
Birliğe geldi. Hepimiz şok olduk. “ Oğlum Kuş Ayhan
ne yaptınız yahu? Beni öldürdün ama mezardan
çıktım, işte karşındayım” diyerek Başkan Açıkalın’a
çattı, sonrada sarılıp kucaklaştılar. Üzüntümüz o anada
utanca ve sevince dönüştü. Çok sevdiğimiz bir üyemiz
üç ay sonraki dergide yeniden hayata döndürdük.
röportajı yapan Mülkiye Bülteni editörü ne demiş
bakın: “… Sevgili Hikmet ağabey, bizler Mülkiyeliler
Birliğine ilk adım attığımızda seni gördük ve tanıdık.
Biz seni çok sevdik ve saydık. Daha çok uzun yıllar
birlikte olmak ve Mülkiyelilik ruhunu paylaşmak
dileği ile çok teşekkür ediyoruz.”
Görev yaptığımız süre içinde Sırrı Kırcalı, Ayhan
Açıkalın, Güngör Aydın, Cevat Geray, Alper Aktan,
Alpaslan Işıklı başkanlığında çeşitli yönetimlerle
çalıştım. Mülkiyeli camiasının en eski mezunlarından
en yeni mezunlarına kadar tanıştım, görüştüm.
Onların duygularını paylaştım. Onlara özgü deyimleri,
espirileri öğrendim, kendime düstur edindim. En
mutlu günlerinde düğünlerine, derneklerine katıldım.
Vefatlarında son yolculuklarına uğurladım. Bu camiayı
çok sevdim ve saydım. Çok nezih bir camia olduğunu
yaşayarak gördüm, öğrendim. Mülkiyelilik ruhu bana
da geçti.
Mülkiyeye her giren öğrenci dört senede mezun
olurken ben 27 yıldır öğrenci olup hala mezun
olamadım. SINIFTA KALDIM.”
İşte böyle arkadaşlar; Mülkiyelileştirdiklerimizden
Hikmet Özçınar ve onun yaşadığı döneme ilişkin
Mülkiyeliler Birliğinin tarihinden bir kesit. Bu
6
Hikmet Özçınar hala görevde sevgili Bilay’lılar, bu
satırların yazıldığı tarihte meslek hayatının 42. Yılını
yaşıyor. Alpaslan ağabeyin başkanlık döneminden
sonra Arslan Kaya, Alper Aktan, Fisun Çiçekoğlu
Oralp, Mehmet Kesimoğlu ve Ali Çolak başkanlarla
görev yaptı ve daha da yapacak.
Sağ olasın Hikmet Ağabey biz Bilay’lılar gerçekten
seni çok seviyoruz.
Ankara, 25.05.2007
Bu yazı bilayvakfı.org.tr adresinden alınmıştır.
Mülkiyeliler Birliği ve Mülkiye Spor Vakfı’nın birlikte düzenlediği “Ayhan Açıkalın, Fazıl
Kafadar ve Kamil Erdeha’yı anma toplantısı 11 Şubat 2009 çarşamba günü birliğin konferans
salonunda gerçekleştirildi. Prof. Dr. Gencay Şaylan, Prof. Dr. Metin Kazancı ve Savaş Sönmezin
konuşmacı olarak katıldığı anma toplantısına çok sayıda Mülkiyeli katıldı. Mülkiyeliler Birliği
ve Mülkiye Sporun kurumsallaşmasında değerli emekleri olan Ayhan Açıkalın, Fazıl Kafadar
ve Kamil Ederha’nın Mülkiye camiasınca unutulmadıklarını, gelecek kuşaklara da aktarılması
gerektiğini söylediler.
7
Yeryüzü Nazım’a Şarkılar Söylüyor
Mülkiyeliler Birliği, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komisyonunun 18 Şubat tarihinde saat19.00’da düzenleyeceği
“Yeryüzü Nazım’a Şarkılar Söylüyor” etkinliğine şair Ahmet Telli ve Nazım Hikmet araştırmalarıyla tanıdığımız
Emin karaca katlıyor. Etkinlik kapsamında yapılacak olan sinevizyon gösterisini AFSAD Mehmet özer
Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi Hazırlıyor. Nazım Hikmet fotoğraflarının yer aldığı bir sergi
ve şiir dinletisini fotoğrafçı-şair Mehmet Özer gerçekleştirecek. Etkinlik genel merkez binamızın konferans
salonunda yapılacak. Üyelerimizin katılımını dileriz.
8
mülkiye’de öğrenci olmak
Ajan S.A. Ağabey
1958 yılında, Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’ni solcu okul sayılırdı.
bitirip, Siyasal Bilgiler Fakültesine girdiğimde,
O günlerde, solcu sayılanlar, mutlaka izlendiklerini
onyedi yaşındaydım ve daha önce Ankara’yı hiç düşünürlerdi.
görmemiştim.
Gerçekten, ders yıllarının daha ilk günlerinde , üst
Lise arkadaşlarımdan, bu sınavı kazanan kimse sınıflardaki ağabeylerimiz beni de üçüncü sınıftaki
olmadığından, ilk günler çok yalnızlık çektim. başka ağabeyimize karşı uyardılar. Adı S.A. olan
İçlerinden birisi Karşıkaya
ağabeyimi, bizleri izlemekle
Orta Okulu’ndan sınıf
görevliymiş. Görevi hemen
arkadaşım çıkmaz mı?
bitmesin diye, sınıf geçmesine,
Demek ki onunla, sonradan
kolay izin verilmezmiş. Yedi yıllık
hiç kesintiye uğramayan
öğrenciliği sonunda , ancak üçüncü
arkadaşlığımız şimdi kırkaltı
sınıfa gelebilmiş.
yılını dolduruyor. Diğerleri
S.A. ağabey yaşı otuza yakın,
ise kırk yıl oldu.
orta boylu, seyrek kumral saçlı, ince
İzmir’den
gelenlerin
çerçeveli gözlük kullanan, soğuk ve
çoğunluğunu oluşturan,
titiz görünüşlü birisiydi. Kuşkusuz,
Atatürk Lisesi mezunları,
hakkında söylenenleri bilir ama
kendilerini herkesten üstün
aldırmazdı.
görürlerdi ve doğallıkla
Önceleri, epey korkmama karşın,
kanıtlamayı amaçlayan,
dost olmakta gecikmedik, Çünkü
okumaya
öğrenmeye
ikimiz de geceleri geç yatmayı
yönlendirici, oluımlu bir
ve satranç oynamayı seviyorduk.
yarış.
S.A.’nın ajanlığına aldırmayan,
Bu yarış sanırım, hepimizin
birkaç satranç severle birlikte
bilgi-kültür düzeyini, okul ve ortalamasının bile satranç başında sabahlar olduk. En iyimiz S.A.
üzerine çıkarttı. Başlangıçta, orkestra çalgılarının ağabeydi ve ben onu arada bir de olsa yenebilmiş
akort seslerini, “uvertür” sananlarımız bile, özellikle olmayı hala övünç sayarım.
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi salonundaki, klasik
Sanırım gerçekten de ajandı. Ama S.A. ağabeyin
müzik konserlerini kaçırmaz oldu.
izlemekte görevli olduğu bizler, sonradan ya kaymakam
Adı, “Siyasal” kelimesi ile başlayan bir okulda, olduk ya müfettiş. Genel müdür, vali, müsteşar, hatta
mümkün müdür politika dışı kalmak? Hayır bakan olduk.
mümkün değildir. Daha ilk günlerden kendimizi
Yoksa, S.A. ağabeyim, görevini yapmadı mı
doğal Cumhurbaşkanı adayı gibi görenlerimiz pek
çoktu. Okul arkadaşlarımızın nerdeyse tamamı, dersiniz?
sonradan başka siyasi çizgilere geçmiş bile olsalar,
Erdinç GÖNENÇ
Mülkiye’nin^geleneksel çizgisi olan, Atatürkçü ve
Gazete Ege, 9 Mart 1998
devletçi düşünceyi veya onun biraz daha solunda
*İZMİR’İM II kitabından alınmıştır.
sayılabilecek görüşleri benimsemişlerdi ve Mülkiye,
9
Münir Raif Güney
Sınavlar için aday kaydımı yaptırırken, pencerelerini
Mülkiyeli Oluyorum:
kenarlarını ateş çiçeklerinin süslediği mermer sütunlu
büyük salonun, kitaplığın, dersliklerin kısacası tüm okulun
1946 yılı Haziran ayında Erzurum Lisesi edebiyat
görkemli havası altında büyülendim. Çok sayıda aday kaydını
şubesinden mezun oldum. Daha önceleri askeri okula
yaptırmaktaydı. Bir bölümü benim gibi taşradan mezun
gitmeyi düşünürken, lisenin ikinci sınıfından itibaren
olan mütevazi adaylar… Bir bölümü de koltukların altında
SBO “Mülkiye” ye girmeyi ideal edindim. Babamın devlet
kalın kitaplar taşıyan kolej veya büyükşehir liselerinden
memuriyeti nedeniyle, bucak, ilçe yönetimi ve kamu
mezunlar… Güzel giysililer, şapkalılar hatta pipo içenler.
hizmetleri hakkında izlenimlerim vardı. Birkaç yıl bucak
Bunlar arasında sınav nasıl kazanacaktık? Azmimiz,
müdürlüğü ve kısa sürelerle kaymakam vekilliği yaptığını
ideallerimiz vardı. Erzurum lisesinde öğretmenlerimiz
da anlatırdı. O tarihlerde bucaklarda okul olmadığından
Eruh ilçesine Nüfus Memuru olarak tayinini yaptırmıştı.
Eruh’tan sonra Beytüşşebap’a geldik. İlçe kaymakamı,
sonradan vali olan rahmetli Kazım Atakul idi. O küçük
Ankara ve İstanbul’da açılan Mülkiye giriş sınavlarına
hayran hayran izlerdik…(Mülkiye’de o devirlerde son sınıf
yüzlerce aday katıldı. Sınav sonuçlarını Ankara Atatürk
öğrencilerine frak verildiğini, ata binmenin öğretildiğini
Lisesi’nde bir heyet değerlendiriyordu. O yıl okula 100
sonraki yıllar öğrendim.)
yatılı olmak üzere 150 öğrenci alınacaktı. Sonuçlar ilan
Liseden mezun olduğumuz yıllarda, Fakülte ve yüksek
edildiğinde yatılı kazanan 100 öğrenci arasında olduğumu
okullara giriş sınavı yapılmazdı. Lise bitirme sınavlarında
öğrenince büyük bir sevinç duydum. “Mülkiyeli olmak”
başarılı olmak, lise mezunlarına tanınan haklar için yeterli
elbette çok gurur verici ve imrendirici bir mazhariyetti.
idi. Yüksek öğrenim yapabilmek için, yine liselerde yapılan
Hatırlıyorum, sevincimizi paylaşması için Harbiye’de
“olgunluk sınav”ında da başarılı olmak ve diplomayı da
almak zorunluydu. Genel durum böyle olmakla beraber,
bunun iki istisnası vardı. İstanbul Teknik üniversitesi,
Her iki diplomam, bu iki kırım dışında tüm fakülte ve
yüksek okullara girmeye hak veriyordu. Ankara Hukuk
profesör, doçent ve öğretim üyesi, 27 yüksek mühendis, 16
meslek sahibi oldular.
bastonuyla irticalen nutuklar söylerdi. Biz öğrencilerde
sınavlarda başarılı olan adayları alıyorlardı.
96 mezun arasından TBMM Başkanı, 4 bakan, 3 vali, 12
tıp doktoru, 19 hukukçu ve diğer arkadaşların tümü çeşitli
yerde, bayramlarda frak ve silindir şapka giyer, elinde gümüş
Ankara Siyasal Bilgiler okulu. Her iki kurumda açtıkları
tarafından çok iyi yetiştirilmiştik. Örneğin 1946 yılında
okuyan ağabeyime müjdeyi vermek için sınavı kazanan
ve orta okuldan sınıf arkadaşım olan Fuat Bilgin’le yola
çıktık. Otobüs ya da dolmuş bulamadık. Sıhhiye’ye kadar
yürüdük. Sıhhiye’de ara ç bulamayınca Kızılay’a oradan
da Harb okuluna kadar yürüdük. İşte Mülkiye sınavlarını
kazanmanın sevinci!!
Fakültesi bursunu kazanmıştım. Askeri Hukuk da kayıt
Okulumuz –“Ocağımız”:
işlemine başlamıştı. Ama büyük idealim Mülkiye’ye girmek
ve idareci olmaktı. Okul şanlı tarihiyle ünlü ve o günkü
durumuyla da çok mümtaz ve cazipti. Bu nedenle yüzlerce
aday sınavlara başvuruyordu. Ne var ki, sınavlar oldukça
çetindi. Aile içinde eğitimle ilgili dayım, “ Münir o okula
milletvekilleri ve ileri gelenlerin çocukları alınıyor, iyisimi
sen tıbbiye veya hukuka yazıl…” Dayı bey dedim, bizim
milletvekilimiz yok ama Allah büyüktür.
Hemen okul kaydını yaptırdım, birinci sınıf öğrencisi
oldum. Artık Mülkiyeliydim. İlk iş bir okul rozeti alıp
parlatarak yakama takmak oldu. Yatılı okulumuzda her
sınıfın yatakhanesi ayrıydı. Dershaneden ayrı etüd --“
çalışma”- odaları vardı. Keza, yemekhanede de her sınıfın
yeri ayrıydı. Yemek masaları dört kişilik ve örtüleri beyazdı.
10
Okulumuza yeni başladığımız günlerdi. Bir gün akşama
Yemekhaneye, yemekler mutfaktan küçük asansörle
taşınırdı. Her öğünde üç çeşit yemek olur, turfanda
doğru Talebe Cemiyeti Başkanının, birinci sınıfa “hoş
olurdu. Mesela Perşembe günleri mercimek unu çorbası,
Başkan rahmetli İsmet Vardal’dı. Candan bir ağabey tavrı ile
sebzelere de yer verilirdi. Bazı günlerin özel menüleri
kinci yemek garnili uskumru balığı ve sonra tahin helvası.
İkinci Dünya Savaşı sırasında yatılı okuduğumuz lisede
geldin” ziyaretine geleceği söylendi. Sınıfımızda toplandık.
çok samimi bir şekilde bizleri kutladıktan sonra, Mülkiyeyi,
Mülkiye geleneklerini anlatmaya başladı. Mülkiyelilikte
karşılıklı sevgi ve saygının, devamlı yardımlaşma ve
çay verilmez onun yerine sabahları yalnız siyah mercimek
dayanışmanın, taşıdığımız onurlu rozetimizin itibarını
çorbası, diğer öğünlerde de çoğu kez kapuska veya patates
gözetmenin esas olduğunu söyledi. Mesela yolda bir
yemeği olurdu. Ekmek karneyleydi. Tabii, Allah devlete
Mülkiyeli büyüğümüzle karşılaştığımızda onu selamlama,
zeval vermesin, böylece lisede okuyabildik. Bundan sonra
düzgün ve kravatlı kıyafetle sokağa çıkma ve mutlaka
Mülkiyede yatılı olmak, “beş yıldızlı otelde yaşamak” gibi
rozetimizi takma gibi geleneklerimizden bahsetti. Bir
geldi. Demek istediğim o ki, rahat öğrenim yapmak için
arkadaşımız “ama ağabey, dedi, sizin yakanızda rozetiniz
her türlü ortamımız fazlası1yla vardı.
Sınıflarımız ferah, etüd odalarımız rahattı. Dershanelerde,
etüd odalarında ve yemek hanelerde, sene başında kim
nerede oturmuşsa, ders yılı sonuna kadar aynı yerde oturdu.
O zamana göre oldukça zengin bir kitaplığımız vardı. Ayrıca
yok?” Başkan” benim bugün acele işim vardı. Kravatsız
çıktığımdan takmadım bak rozetim var..” diyerek ceketinin
yakasının arkasına iliştirdiği rozetini gösterdi. Gösteri
hoşumuza gitmişti. Başkanımız güçlü ve etkileyici bir
konuşmacıydı. Mülkiyemizin sıcak havası bizi sarmaya
belli başlı yayınların bulunduğu “gazete odamız” ve salonda
tarihi büyük bir radyo mevcuttu. Yorgun radyo bazen susar,
arkadaşlar birkaç kez sallayarak tekrar seslendirirdi.
Okulda revir, berber, terzi, çamaşırhane ve ütü odası vardı.
Her öğrencinin yılda bir elbiselik kumaş hakkı vardı. İlk
başlamıştı ve ilk günden bize gösterilen samimi ilgi çok
moral vericiydi.
Okula başladığımızın birinci ayında, son sınıfların, birinci
sınıflar için gelenek haline getirdikleri “tanışma çayında”
hazırlanan uzun masanın bir tarafında son sınıflar, diğer
yıllarımızda gözlük alımına, ayakkabı pençesi yaptırmaya
tarafında biz birinci sınıflar karşılıklı olarak yer aldık. Pasta,
yardım edilirdi. Son sınıf öğrencilerden bir heyetin yönettiği
çay ikramları esnasında genel bir iki konuşma yapıldı.
tüketim kooperatifinden bazı ihtiyaçlarımızı kolayca
Birimizde sınıfımız adına teşekkürlerimizi sundu. Bundan
sağlardık. Okulda jimnastik dersi olmadığı halde çok güzel
sonra karşılıklı sohbet başladı. Her son sınıf öğrencisi,
bir kapalı salon vardı. O tarihlerde Ankara’da yalnız üç yer
karşısındaki birinci sınıf öğrencisine okulu, hocalarımızı,
böyle salona sahipti. Mülkiye’de basketbolun geleneksel
sınav sistemini, gelecekteki beklentileri anlatıyordu. Ve
bir spor dalı olmasında, şampiyonluklar kazanmasında bu
karşımızda bulunan son sınıf öğrencisi, sene sonuna
salonun rolü büyüktü. Her öğrencinin bir ölçüde eli topla
kadar “ağabeyimiz” olur, okul ile ilgili tereddütlerimizde
buluşur, sınıflar arası müsabakalar yapılırdı. Okul takımımız
ve sorunlarımızda bizi aydınlatır, yardımcı olurdu. Benim
oldukça ünlüydü. Büyük kulüplerin takımlarıyla rahatlıkla
başa çıkardı. Ama en büyük rakip Harbiye Spor’du.
Harbiyeliler disiplinli çalışır, okuldan mezun olan başarı
basketbolcuları takım komutanı olarak okulda bırakırlardı.
Mülkiye Sporun böyle şansı yoktu, mezun olan okuldan
ayrılırdı. Mülkiye-Harbiye maçlarının heyecanını unutmak
mümkün değil.
Okulumuzun Sıcak Havası Bizi Sarıyor. “Mülkiyeliliğe
İntibak Etmeye Çalışıyoruz:
11
karşımdaki ağabey rahmetli Abdurahman Lami Gözen’di.
4 Aralık 1948 Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün
okulumuza teşriflerinde öğrencilerle.
4 Haziran 1950 Veda yemeğimize katılan Ulaştırma
Bakanı Tevfik İleri ve hocalarımızla birlikte sınıfta.
23 Mayıs 1949 Rahmetli hocamız Mesut Aslan’la
14 Şubat 1950 Sömestr tatilinde İstanbul’a
düzenlenen geziye katılan son sınıf öğrencilerinden
bir grup, ceza hukuku hocamız Prof. Dr. Burhan
Köni’nin başkanlığındaTaksim’deki Atatürk anıtına
çelenk koyduk
13 Nisan 1949 Nisan 1947’den Nisan 1948 kadar
görev alan talebe cemiyeti başkan ve üyeleri.
Soldan Sağa, Hayrettin Demetoğlu, Ayhan Açıkalın
(muhasip üye), Mustafa Güngör (sekreter üye),
Kemal Şenol (başkan vekili), Adnan Bulak (başkan),
Fikret Nazillioğlu (üye), Oral Karaosmanoğlu (üye),
Aslan Başarır (üye), Münir Raif Güney(üye ve kültür
kolu başkanı), Şevket Doğan (üye)
4 Haziran 1950 14 Mayıs 1950 de iktidara gelen ve
“geleneksel veda” yemeğimize katılan DP erkanı.
TBMM Başkanı Refik Koraltan, Bakanlar İçişleri
Bakanı Rüknettin Nasuhioğlu, Ticaret Zühtü Velibeşe,
Milli Eğitim Bakanı Avni Başman (arka sırada kır
saçlı) ile değerli idare hukuku hocamız Prof. Dr.
İsmail Hakkı Göreli
12
dosya: Filistin
FİLİSTİN’DE NELER OLDU?
Bu yazıda niyet, Filistin sorununa bir yaklaşım
sunmak, çözüm üretmek ya da tarihsel/sosyal
yanlarıyla çözümleme yapmak değil; yalnızca Filistin’de
yaşananlara dair ve bilinenler ışığında çok kısa bir
tarih özeti yapmak ve bazı insani temel noktaların
altını kabaca çizmektir.
Cetvelle çizilen sınırlar
bırakmıştır. Bu şekilde ülkeleri bölünmüş ve birbirine
düşman edilmiş birçok ulus, emperyal bir dış gücün
müdahalesine sürekli açık bir şekilde yaşamaya devam
etmektedir.
Yunanlıların eski İbranicedeki kıyı bölgesini belirtmek
için kullandıkları Ken’an ülkesinin yeni adı olan
Filistin, İslam’ın doğuşuna kadar İran, Mezopotamya,
Grek, Mısır, Roma ve Makedonya devletleri arasında
el değiştirdi. Halife Ebubekir zamanında Araplara
geçen ülke yönetimi, Yavuz Sultan Selim zamanında
Mercidabık zaferi sonrasında ise Osmanlıların eline
geçti (1516). Osmanlı devletinin gerilemeye başladığı
dönemde bu bölgeler Mehmet Ali Paşa’nın oğlu
İbrahim Paşa komutasındaki bir ordu tarafından alındı
ve Filistin 1840 yılına kadar Mısır’ın yönetimi altında
kaldı. Fakat daha sonra tekrar Osmanlı yönetimine
bağlanan Filistin, 1. Paylaşım savaşına kadar Osmanlı
yönetiminde kaldı.
Bugün Ortadoğu ve Afrika haritasına bakan çoğu
kişi, cetvelle çizilmiş gibi sınırlarla birbirinden ayrılmış
birçok devletin varlığını görünce mutlaka şaşırmıştır.
Gerçekte de sömürgeciler arası anlaşmalara göre çoğu
cetvelle çizilmiş olan bu sınırlar, bölge halklarına
atılmış kesiklerin yaralarını da temsil etmektedirler.
Bu düzgün çizgiler, birçok ulus gibi, aslında bölgede
nüfusu 200 milyonu geçen bir ulusu oluşturan Arap
halkını da çok sayıda devlete bölmüştür. Bu manzara,
sömürgeci sistemin, özellikle de İngiltere’nin, geride
bıraktığı böl-yönet taktiğinin bir mirasıdır. Bu
taktikle sömürgeciler birçok yerde bölge halklarını da
Filistin topraklarının bulunduğu coğrafyanın bütün
birbirine düşürmüş ve birbirine düşman ederek güçsüz dinlerde özel bir önemi ve yeri bulunmaktadır. Bu
13
da birçok peygamberin orada yaşamış veya hayatının
bir bölümünü orada geçirmiş olmasından ve kutsal
kitaplarda bu toprakların kutsal kılınmış olmasından
kaynaklanmaktadır.
ve bütün Yahudileri oraya toplama kararı alındı.
1917’ye gelindiğinde Yahudi sayısı 20 binlerden 50
binlere çıktı. Aynı dönemde Arapların sayısı 650 bin
civarındaydı.
Herzl, zamanın Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’e
seslenerek “Yüce Sultan bize Filistin’i verdiği takdirde
biz de buna karşılık Türkiye’nin mali işlerini yoluna
koyma görevini üstlenebiliriz. Orada barbarlara karşı
ileri karakol rolü oynayacak bir uygarlık kurmalıyız”
diyordu. Fakat bu talep II. Abdülhamid’den yakınlık
ve ilgi göremedi. Teodor Hertzl’in anılarında ifade
edildiğine göre, II. Abdülhamid, konuyla ilgili aracılık
yapan kişiye şu cevabı vermiştir: “Ben bir karış dahi
olsa toprak satamam. Türk imparatorluğu bana ait
değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını
veremem. Bırakalım yahudiler milyarlarını saklasınlar.
Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar
Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız
bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden
üzerinde otopsi yapılmasına müsaade edemem.”
İngiliz yönetiminin baskılarına ve devam eden
toprak kayıplarına karşı Filistinliler, 1936 yılında
başlayan ve üç yıl süren bir ayaklanma başlattılar.
Talepleri “Filistinlilerin yönetiminde demokratik
bir hükümet, Siyonist yerleşimlerin durdurulması
ve Siyonistlerin toprak alımlarının yasaklanması”
ydı. Köylülerin ayaklanıp dağa çıktığı, komşu Arap
ülkelerinden Arap milliyetçilerinin mücadeleye
katılmak üzere Filistin’e geldiği bu ilk İntifada, aynı
zamanda genel grev silahının kullanıldığı ve vergi
ödememe kararının alındığı bir eylemdi. İntifada’ya
İngiliz hükümetinin tepkisi çok sert oldu; çok sayıda
Arap katledildi, evleri yakılıp yıkıldı, silahlı bir Yahudi
polis gücü oluşturarak bunu İntifada’yı bastırmak için
kullandı. Böylece Yahudilerle Araplar iyice birbirine
düşürülmüş oluyordu.
Filistin sorununun önemli bir nedeni, bu toprakların
İngiltere, 1. Paylaşım Savaşı’nda Osmanlıya karşı
tarihteki bu rolü ve statüsünden ileri gelmektedir.
kendisini desteklemeleri karşılığında, Filistin de
Siyonizm Düşüncesi ve Filistin’de İsrail devletinin dahil Arap topraklarına bağımsızlık sözü verdi. Fakat
1916’da Fransa ile İngiltere arasında imzalanan
kuruluşu
Sykes – Picot anlaşmaları, Arap topraklarının bu
Çeşitli dönemlerde yaşadıkları yerlerde baskıya iki emperyalist ülke arasında nasıl paylaştırılacağını
uğrayan ve göç etmek zorunda bırakılan Yahudiler, 19. hükme bağladığı halde, Filistin, barındırdığı kutsal
yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde Fransa, İngiltere, yerler nedeniyle özel bir statüye tâbi tutularak
Amerika gibi ülkelerde topluma entegre olmuşlar bağımsızlık tanınmadı. Anlaşmanın Filistin’le ilgili
fakat Doğu Avrupa ve Rusya gibi ülkelerde baskılara maddesinde şöyle deniyordu: “Diğer ortakların ve
uğruyorlardı. Siyonizmin ortaya çıkışı da bu döneme Mekke şerifinin muvafakati alındıktan sonra Rusya
denk düşmektedir. Yaşadıkları toplumlarda özellikle ile de istişare yapılarak bu bölgede uluslararası bir
ticareti ve parayı kontrol eden rolleriyle öne çıkan yönetim kurulsun.”
Yahudi burjuvazisi, Siyonizm ile bağımsız bir burjuva
Bu anlaşmalarda herhangi bir Yahudi devletinin
devlet ideolojisine kavuşuyordu. Yahudilerin binlerce
kurulması
ise öngörülmüyordu. Ne var ki 1917 tarihli
yıl önce sürülmüş oldukları “vaat edilmiş topraklar”a
geri dönmeleri ve tüm dünya Yahudilerinin tek Balfour Deklerasyonuyla, İngiltere’nin Filistin’de bir
bir devlet altında birleşmeleri fikri olan Siyonizm, Yahudi devletinin kurulması için çaba göstereceği
soykırımların ve sürgünlerin artmasının ardından açıklanıyor, böylece İngiltere, hem Araplara hem de
giderek daha güçlü bir ideoloji haline geldi. Siyonizm, Yahudilere mavi boncuk dağıtıyordu.
ilk etapta diasporadaki Yahudilerin durumunun
Savaşın ardından Filistin, İngiltere’nin egemenliğine
iyileştirilmesi ve geri dönüş fikrinden ibaretken girdi. 1922’de Milletler Cemiyeti Filistin için “manda”
“Halkı olmayan bir ülkeyi, ülkesi olmayan bir halka statüsünü benimseyen bir karar çıkardı. Gerçekte bu
devredin…” diyen Israel Zangwill Siyonist hareketin karar, Filistin’in Yahudi vatanı olması lehineydi. Fakat
gerçek tavrını açıkça ortaya koymaktadır.
Osmanlı egemenliğindeyken Filistin’de Yahudi devleti
Avusturyalı bir Yahudi gazeteci olan Theodor Herzl, kurulmasına sıcak bakan İngiltere, bu topraklar kendi
“Yahudi Devleti” fikrinin babası olarak bilinir. Herzl, egemenliğine geçtiğinde tam tersi bir tutum takındı.
1896’da yayınladığı Yahudi Devleti adlı kitabında, 1921’de ve 1929’da Filistin’de kışkırtılan Yahudi karşıtı
Yahudilerin kurtuluşunun ancak bir Yahudi devleti ayaklanmalarda hem Yahudi hem de çok sayıda Arap
kurmalarıyla mümkün olduğu fikrini ortaya atmıştır. öldürüldü.
1897’de İsviçre’de toplanan ilk Siyonist kongrede,
İngiliz hükümeti ayaklanmayı kontrol etmekte
Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurma zorlanınca, 1939’da Yahudi göçünü sınırlayan ve
14
on yıl içinde Filistin’e bağımsızlık öneren bir rapor
yayınladı. Böylece İngiltere’ye bağlı bir Arap kukla
devletinin yolunu açılacak, bu tampon devlet sayesinde,
Ortadoğu’nun kontrolü garanti altına alınacaktı. Rapor
Milletler Cemiyeti tarafından reddedilmesine rağmen,
2. Paylaşım Savaşı’nın yarattığı boşluk nedeniyle
İngiltere 1947’ye dek bildiğini okudu.
Bu dönemde Avrupa’da Yahudilere karşı izlenen
ve anti-Semitizmde somutlaşan tutumlar, tek
kurtuluşun Siyonizme sarılmak olduğu yolundaki
inancı Yahudiler arasında güçlendirdi. 1945’te radikal
Siyonist gruplar Filistin’de İngilizlere karşı da silahlı
mücadele başlatınca İngilizler sorunun çözümü için
Birleşmiş Milletlere başvurmak zorunda kaldılar. Bu
tarihte Filistin’de Yahudi nüfus 600 bine ulaşmıştı ve
bu sayı toplam nüfusun üçte birini oluşturuyordu.
BM Genel Kurulu 1947’de Filistin topraklarının
Araplar ve Yahudiler arasında bölünerek, Kudüs’e
uluslararası statü tanınmasını onaylandı. Buna göre
nüfusun % 70’ini oluşturan ve toprakların % 92’sine
sahip olan Araplara ülkenin yaklaşık % 45’i verilecekti.
Birleşmiş Milletler’in bu kararı 33 lehte, 13 aleyhte ve
10 çekimser oyla kabul edildi.
Bu karar doğrultusunda da 14 Mayıs 1948’de
bağımsız İsrail Devleti ilan edildi. Kararı kabul
etmeyen Araplar, İngiltere’nin de teşvik etmesiyle
silahlanarak Yahudilere savaş açtılar. İngiltere’nin planı,
çıkacak Arap-Yahudi savaşı sonucunda İngiltere’nin
arabuluculuğunun kabul edilmek zorunda kalacağıydı.
İngiltere Filistin’deki güçlerini çekmeden önce kara
sınırlarını açtı ve böylece çevredeki Arap ülkelerinden
Filistin’e insan ve silah gelmesini de kolaylaştırdı. Ne
var ki aralarında Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan ve Mısır
ordularının bulunduğu Arap kuvvetleri yenilgiye
uğradılar ve İsrail devletinin daha geniş topraklar
üzerinde, daha güçlü bir şekilde kurulmasının yolu
açıldı.
Yahudilerin bölgede toprak sahibi olmaya başlamaları
konusundaki yaygın bir yanlış kanaate de değinmek
lazım. O da Filistinlilerin kendi yurtlarını kendi
elleriyle Yahudilere sattıkları iddiasıdır. Oysa bu iddia,
tarihi gerçeklere birebir uygun değildir. Öncelikle
Yahudi göçmenleri sahip oldukları toprakların çok
az bir kısmını ilk sahiplerinden satın almışlardır.
Yahudilerin toprak sahibi olmalarına birinci derecede
İngiliz işgalciler sebep olmuşlardır. İngiliz işgalciler
Filistinlilerin mülklerine oldukça ağır vergiler koyuyor,
bu vergileri ödeyemeyenlerin de mülklerine el koyuyor,
sonra buraları ya Yahudilere bağışlıyor ya da sembolik
fiyatlarla satıyorlardı. Bunun dışında Siyonistler
kendilerine aracılık etmeleri için bazı emlakçilerle
işbirliği yapıyor, onlar da arazi sahipleri çoğu zaman
herhangi bir yahudiye satılmaması şartıyla verdikleri
halde, bazen bu anlaşmayı bozarak, bazen de ikinci bir
aracı devreye sokup sonra da asıl talip olan yahudiye
satarak işi yürütüyorlardı. Fakat bütün bunlara
rağmen, 1948’de Siyonist işgal devleti kurulduğunda
Yahudi göçmenlerin sahip oldukları arazi iki milyon
dönümdü ve tüm Filistin’in % 7’sine karşılık geliyordu.
Bunun 650 bin dönümünü yani üçte birini Osmanlı
devleti döneminde mülk edinmişlerdir.
60 yılın kısa hikâyesi
İngiliz bakan Arthur Balfour, 1917’de Siyonistlerin
lideri Lord Rotshild’e resmi bir mektup yazdı.
Bu mektupta Balfour kendisinin ve İngiltere’nin
Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için
Siyonistleri sonuna kadar destekleyeceğini yazıyordu.
Bu mektup ‘Balfour Deklarasyonu’ olarak tarihe
geçti ve bölgedeki olayların başlangıcını oluşturdu.
Bu deklarasyon uyarınca başlayan planlı Yahudi
göçü ve bunun sonucunda Filistin’de çoğalan
Yahudi nüfusuna karşı bir tepki olarak Nisan
1920’de iki büyük Filistin ayaklanması yaşandı.
Savaş sonrasında 700 bin Arap Filistin topraklarından
kaçtı ya da sürüldü. Kalanlar topraklarından mahrum
bırakıldı. Arap devletleri İsrail’i tanımayı reddettiler.
İzleyen yıllarda, benzer şekilde, Fas, Cezayir, Tunus
gibi Müslüman Arap ülkelerinden de 600 bin
civarında Yahudi İsrail’e sürüldü ya da gitmek zorunda
bırakıldı.
1947de İngiltere, Filistin sorununun çözümünü
Birleşmiş Milletler’e devretti. Birleşmiş Milletler
Filistin’i iki parçaya bölüp çoğunluk kısmını
Yahudilere vermeyi teklif etti. Filistin bu fikre sıcak
bakmamasına rağmen, 33 ülkenin oyuyla bu plan kabul
edildi. Yahudi militanlar Filistin’in Arap köylerinde
etnik temizlik başlattılar ve binlerce Filistinli
ABD ve İngiltere, bölgedeki çıkarları gereğince Lübnan, Mısır ve Batı Şeria’ya kaçtı. Ardından
İsrail’e tam destek vermeye başladılar. ABD’nin İsrail bağımsızlığını 14 Mayıs 1948’de ilan etti.
amacı bölgedeki üstünlüğü zayıflayan İngiliz İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden birisi de Türkiye oldu.
emperyalizminin yerini doldurmaktı. İngiltere ise,
her biri diğerinden istikrarsız olan Arap devletleri İsrail bağımsızlığını ilan ettikten bir gün sonra Ürdün,
yerine İsrail’i desteklemenin daha garantili olacağını Mısır, Lübnan, Irak ve Suriye, İsrail’e saldırdı, ama
İsrail orduları onları geri püskürttü. Bu savaşlardan
düşünmüştü.
15
uçağını yerde imha ettiler. İsrail uçaklarının bu saldırı
esnasında Akdeniz’deki Amerikan filosundan ikmal
yaptıkları ve Mısır hava kuvvetlerine sızmış ve üst
düzey görevlere kadar yükselebilmiş İsrail ajanlarının
varlığı dile getirilmiştir. İsrail uçaklarının 5 Haziran
sabahı erken saatlerde başlattıkları saldırıda hiç bir
direnişle karşılaşmamaları ve Mısır radarlarının
dinlenmeye çekilmiş olmaları bu yöndeki iddiaları
doğrulamaktadır.
Mısır’ın bütün askeri uçaklarını üç saatlik bir süre
içinde daha yerdeyken imha eden İsrail, hemen
ardından Gazze bölgesine ve Sina yarımadasına doğru
sonra Mısır Gazze’yi, Ürdün Kudüs etrafında küçük karadan ve havadan saldırıya geçti. Mısır askerleri
bir bölgeyi ve Batı Şeria’yı aldı. Bunlar Filistin’in bu saldırı karşısında ciddi bir direniş göstermeden
yaklaşık % 25’iydi.
Gazze’yi ve Sina’yı İsrail’e teslim ettiler. Bu olayda
zamanın Mısır devlet başkanı Cemal Abdünnasır’ın
Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır, Katar, Kuveyt ve bir ihanetinin de söz konusu olduğu ileri sürenler
Irak’tan oluşan Arap devletleri, 1964’te toplanan Arap olmuştur.
Konferansında “Filistin halkını ayrı bir kimlik içinde
İsrail, Mısır’ı etkisiz duruma getirdikten ve Süveyş
örgütleme” kararı aldılar ve bu doğrultuda FKÖ’yü kanalına kadar olan bütün toprakları ele geçirdikten
kurdular. FKÖ’nün başkanlığına ise, Birleşmiş sonra Ürdün ve Suriye tarafına yöneldi. Bu ülkeler
Milletler’de Arap birliği genel sekreter yardımcısı olan tarafından da ciddi bir direnişle karşılaşmayan İsrail
Ahmet Şukayri’yi getirdiler.
kuvvetleri Ürdün’den Batı Yaka’yı Suriye’den de Golan
FKÖ’nün asıl kurulma amacı, İsrail’in saldırgan tepelerini işgal ettiler. O zaman Suriye hava kuvvetleri
politikalarına karşı yükselmeye başlayan halk hareketini komutanı ve Genelkurmay başkanı olan Hafız Esed’in
denetim altına almaktı. FKÖ’nün askeri kanadı devlet başkanı olma emelini gerçekleştirmek için ABD
olan Filistin Kurtuluş Ordusu, Arap devletlerinin ile anlaşarak Golan tepelerini bile bile teslim ettiği de
ordularında görevli Filistinli askerlerden oluşuyordu ileri sürülmüştür.
ve Filistin halkına hareket serbestisi tanınmıyordu.
Diğer taraftan Filistin’in kurtuluşunun ancak silahlı
mücadeleyle mümkün olabileceği görüşü temelinde
ve Yaser Arafat önderliğinde, 1958’de, Kuveyt’te,
El Fetih örgütü kurulmuştu. Bu örgüt 1965 yılında
ilk silahlı eylemini gerçekleştirmiş ve bu tarihten
sonra otoritesi artmıştı. 1967 Arap-İsrail savaşında
Arapların yenilmesi üzerine, kuruluşundan beri
FKÖ’nün başkanlığını yürüten Şukayri istifa etti.
1968 Kasımında aralarında El Fetih’in de bulunduğu
pek çok gerilla grubu FKÖ’nün Meclisi niteliğinde
olan Filistin Ulusal Konseyine girdiler ve Yaser
Arafat FKÖ’nün başkanlığına seçildi. Bu tarihten
sonra FKÖ’nün politikası değişmeye başladı ve daha
mücadeleci bir örgüte dönüştü. 1974’te Birleşmiş
Millet Güvenlik Konseyi’ndeki ilk konuşmasını yapan
Yaser Arafat, barışçıl isteklerini vurguladı.
Arap - İsrail savaşlarının en geniş çaplısı Altı Gün
Savaşı diye de anılan 1967 Haziran savaşıdır. Bu savaş
İsrail’in 5 Haziran 1967 sabahı Mısır’a saldırmasıyla
başladı. İsrail uçakları önce Akdeniz üzerinden
Mısır’ın batı tarafındaki hava alanlarını bombalayarak
üç saate yakın bir süre içinde 300 kadar Mısır askeri
Orta Doğunun haritasını da değiştiren 6 gün
savaşından sonra, 22 Kasım 1967 tarihinde BM
Güvenlik Konseyi Filistin meselesiyle ve İsrail’in son
işgalleriyle ilgili 242 sayılı bir karar çıkardı. Kararın
metni İsrail’e dost olarak bilinen İngiltere ve Fransa
tarafından hazırlanmıştı. Karar İsrail’in bu savaşta
kazandığı toprakları işgal edilmiş olarak kabul ederek
bir an önce çekilmelerini istiyor ve İsrail’e 1948’de
işgal ettiği sınırlar içinde yaşama hakkı tanıyordu. Yani
BM, siyonist İsrail yönetiminin 1948’de işgal ettiği
toprakların tamamı üzerinde bu ülkenin hâkimiyetini
meşrulaştırmak için bir kılıf bulmuş oluyordu. Üstelik
bunu barış yanlılığı ve bölge ülkelerinin tümünün
meşru haklarının savunulması gibi göstererek
yapıyordu. Mısır, Lübnan, Ürdün ve İsrail bu kararı
kabul etti, FKÖ ve Suriye reddetti. Ancak İsrail,
500.000 Filistinli’nin mülteci durumuna düştüğü bu
savaş sonucunda işgal ettiği topraklardan çekilmedi.
1977’de Irgun ve Lehi örgütlerinin mirasçısı Likud,
İsrail seçimlerini kazanıp iktidar partisi oldu. Likud,
Israil’in bütün vaadedilmiş topraklara (Ürdün, Filistin,
Irak, Suriye, Lübnan ve Mısır ile Türkiye ve İran’ın bir
bölümü) yayılması gerektiğini savunuyordu. O zamanki
16
tarım bakanı olan Ariel Şaron da Likud partisindendi. 2006 – 2007 yılları arasında Bu kez El Fetih ve Hamas
arasındaki çatışmalar gündeme demgasını vurdu.
1979’da Mısırlı başkan Enver Sedat İsrail’le Bağımsız Filistin için mücadele eden bu iki gücün
barış anlaşması imzaladı ve böylece Mısır, birbiriyle çatışması elbette İsrail’in de çok işine yaradı.
İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi oldu. Bu anlaşma
çerçevesinde Gazze Filistinliler’e verildi. 2007 yılında Arafatın ölümünden sonra
Mısır’la gerçekleştirilen barış anlaşması sonucunda yerine geçen Mahmud Abbas ile Şimon
İsrail 1982’de Sina’dan çekildi. Fakat hemen ardından Peres,
Annapolis’te
bir
araya
geldi.
Haziranda Lübnan’a saldırarak Beyrut’u işgal etti.
3 Eylülde Lübnanlı Hıristiyan faşist Falanjistler, Gazzeye Yapılan Son Saldırı
İsrail’le işbirliği yaparak, Beyrut’taki Sabra ve Şatilla
27 Aralık 2008’de İsrail, Yahudilerde birçok şeyi
kamplarını bastılar ve çocuk, kadın, yaşlı demeden yapmanın yasak olduğu cumartesi günü Gazze’ye büyük
3.000’den fazla Filistinliyi katlettiler. Bu sırada bir operasyon başlattı. “Dünyanın en büyük toplama
İsrail birlikleri de kampın etrafını kuşatarak çıkışları kampı”olarak nitelendirilen Gazze’ye, havadan başlayan
engelliyor. Çok uzun ve kanlı geçen Lübnan – İsrail bombardımana bir hafta sonra kara birlikleri de katıldı.
savaşı sonucunda, FKÖ’nün Sabra ve Şatilla kamplarını
boşaltıp Lübnan’ın kuzeyine ve Tunus’a çekilmeyi Özellikle gerçekleştirilen intihar saldırılarının
kabul etmesiyle İsrail Beyrut’tan çıktı, fakat güney sorumlusu Hamas gibi dinci örgütleri hedef aldığını
Lübnan’ı işgal altında tutmaya devam etti. Sabra ve iddia eden İsrail’in tonlarca ve son derece etkili
Şatilla kamplarında öldürülen sivillerin görüntüleri, bombalar attığı Gazze’de ölü sayısı 1.300’ü geçti,
insanlık tarihine kara bir leke olarak geçti.
neredeyse sağlam yapı kalmadı ve altyapı sistemleri
1987de Gazze’de Intifada başladı. Kısa bir süre sonra
intifada Batı Şeria’ya da yayıldı. Aynı yıl, Filistin’de
İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS), Şeyh Ahmed
Yasin’in önderliğinde kuruldu. HAMAS, Müslüman
Kardeşler cemaatinin Filistin kanadının oluşturduğu
bir harekettir. Daha mücadeleci bir tutum takınmış
gibi görünen Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerin
ilk ortaya çıkışları, FKÖ’nün askeri eylemlerini
arttırdığı 70’li yılların ortalarına denk düşmektedir.
FKÖ’nün gücünü kırmak için bu örgütlerin de
aralarında bulunduğu FKÖ karşıtı güçleri finanse eden
İsrail, ABD’nin Afganistan’da SSCB’ye karşı Usame
bin Ladin’i besleyip güçlendirme politikasını, bu tür
örgütler aracılığıyla Filistin’de uygulamıştır.
1988’de Filistin Özgürlük Topluluğu Arafat’ın
liderliğinde Birleşmiş Milletlerin 242. kararını ve
Filistin’de iki devlet fikrini kabul etti. 1992’de Israil’de
İşçi partisi iktidara gelince bir barış süreci de başladı.
1993’te İsrail ve Arafat Oslo Barış Anlaşmasını
imzaladılar. Bu anlaşmanın sonucunda Arafat
sürgünden Filistin’e geri döndü. 1994’te Filistin
Özgürlük Hareketi ve İsrail Kahire’de görüştü.
Bu görüşmelerde yapılan anlaşmanın sonucunda
İsrail’in Gazze’nin çoğunu ve Batı Şeria’daki
Erila şehrini Filistin’e bırakmasına karar verildi.
tamamen çökertildi. İsrail’in iddialarının aksine
ölenlerin çoğu da sivil ve çocuklardan oluşuyor.
İsrail’in uyguladığı sınırsız terörün zemin hazırladığı
bu intihar saldırıları, büyük bir umutsuzluk ve çıkışsızlık
içinde bulunan, yakınlarını İsrail saldırılarında gözleri
önünde kaybetmiş olan gençlere intikam yolu olarak
görülmekte ya da sunulmakta, sorunun çözümü
bireysel eylemlerde aranmaktadır.
Savaş, her ne kadar erişkinler arası bir politika yöntemi
ise de her zaman en ağır bedeli, kadınlar, yaşlılar ve
bedensel engellilerle birlikte özellikle çocuklar ödüyor.
Kadınlarla çocukların gelecekleri daha güvensiz hale
geliyor, evleri başlarına yıkılıyor, suları kesiliyor, yaşam
alanları kalmıyor, evdekilerin karnını doyurmak çok
daha güç bir hal alıyor ve çoğunlukla o bombalar gelip
savaş dışındaki kesimi buluyor.
Ortadoğu gibi günümüzün enerji kaynaklarının
merkezi durumundaki ve bu nedenle emperyalist
güçlerin sürekli cirit attığı bir bölgede ne savaşlar sona
erecektir ne de problemler. Filistin halkı bu koşullarda
bağımsız bir devlete kavuşsa bile, yıllardır tutsak halde
yaşayan bu halkın sorunu bugün için ancak kısmen ve
geçici olarak çözülebilir. Ama gerçek bir çözüm ortaya
konulamadığı sürece Filistin her an yeni işgallere,
katliamlara ve saldırılara gebe bir ulus olarak varlığını
2000’de Ariel Şaron’un Mescidi Aksayı ziyaret etmesi, sürdürecektir.
Filistinliler arasında büyük bir öfkeye ve protesto
Yazı içerisinde kullanılan bilgiler için değişik
gösterilerine yol açtı. Filistin halkındaki tepkilerin aktif kaynaklardan yararlanılmıştır.
bir direnişe dönüşmesi 2. İntifadanın başlangıcı oldu.
A.Raif FALCIOĞLU
17
FİLİSTİN LA VILLE MARTYRE
1- la vılla martyre
dağıtılır müfrezelerin silahlarına el konulur
sen/bir mülteci karanfil çatkınının kıyısında
ilk göçten bu yana bozgun
ilk göçten bu yana utkun
bir şibil/kara gözleriyle omuzlar
artakalmış silahlarını
incecik bir kum tanesidir/kayar
ayaklarının altında göç yolu
kardeş topraklara yürürsün
saçlarında esen sahra rüzgarıdır
gözlerine yıkılır dumanlar içinde sureti
kentin
göçersin
limana inen caddeler boyunca
bir hınçla savrulur veda türküsü-hoşça kal!
Arından gebe karın ağlar
Nişanlın, toprak tenli anan, sevgilin
Nereyi bıraksan
Orada bir barikatlar öreni
Sen gidersin türkülerin söylenir
Ağlar ardından tarakalarla
la ville martyre
Ölüm bataryaları sarmış ufkunu
barınakların çökertilmiş
bütün sokakların namlu ağzı
duvarlardan alazı geçiyor
ateşkes sonrası yangınların
kaplarının kapısında/kuşatılmışsın
silah çatmış pusuya durmuş düşman
üçayaklılar yeşil beli gölgeni tarıyor
ayağını sürüyerek uzaklaşıyor
gecenin içinden bir partizan
göğsünde al gelinciklerle/ağılı bir kurşun
değiyor
vuruluyor, ondokuzunda ana kızkardeşin
gül ağzına bebesinin
kan boşalıyor
süt damarlarından
2- deir yasin… tel zaatar.. sabra şatilla
Yüreğin/mülteci barikatlarından almış
rengini
Konduğun her yer sınır boyudur artık
Sürgün mevsimidir yurt tuttuğun her iklim
Sularına ölümcül ağılar akıtılır
Salgınlar basar sığınaklarını
yüreğin/mülteci barikatlarından almış rengini
iki bahar göremezsin aynı ırmağın aynı
kıyıda çağıldadığını
aynı tarlada ikinci kez yeşermez su verdiğin
başak
göçmen kartalım kanatların yaralı
aşağılanır, horlanır, vurulursun da sen
yurdun bu
kibya
tal zaatar
karantina
bir uçtan bir uca
yurdun bu/alnında eksilmeyen kanla
serince şafak mı olur
kuş uçmaz kuşluk vakti
ya da mor bir ışıkla sahraya inerken akşam
silahlarına el konulur
kovulursun
ana toprağından
18
3- gecenin bir yeri metris
Yüreğin/mülteci barikatlarından almış rengini
kıyımlarla erimeyen çelik
Filistinli kardeşim
Öfke
böylesine ayaklanırken içimde
nasıl bağdaştırayım, gözlerinin ışıltısıyla bir
bozgunu
daha seninle
kışlık sarayın merdivenlerinden çıkacağız
uzun yürüyüş’lere çıkacağız daha seninle
kardeşçe üleşip acıları
bir korugan
akdeniz’den şeria’ya
omuzbaşınad sürgün halkların
yüreğim/göçmen kartalım
kıyımlardan dönüyorsun yine
ağır yaralarınla
diretmişliğinle utkun
Ekim 82
Emirhan Oğuz
GAZZA’NIN UFACIK BAYRAKLARI
Geliyorlar duvarlardan sıyrılıp.
Okullardan, yetim evlerinden, aş ocaklarından
kaçarak,
yükseliyorlar
ölülerin bağrından,
dulların kucağından
yerdeki çatlakların ölüm ve hüzün türkülerinden
sıçrayarak
kalkıyorlar
şaha.
Tarih kitabından
ve Kuranı Kerimden sıyrılıp
ve dolapların aralığından kaçarak
dikiliyorlar
ayağa
Yükseliyor incir ve hurma ağaçlarından
yaraların tarlasında doğmuş bebekler gibi
Benzerken yaraların bahçesine
kentin alanı
tepinip bağırıyordu dikiş iğneleri:
DAYANIYOR, DAYANIYORUZ!
Tarih ve coğrafya kitaplarında,
bir ışık ipliğinin kurbanlarında,
ve dikiş iğnelerinde
DAYANIYOR, DAYANIYORUZ!
...Ve ant içerim ki,
Bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
Gözlerine sunduğum şiirlerle süslü,
Ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden
tatlı:
“Bir Filistin vardı,
Bir Filistin gene var!”
Gözleriyle Filistin,
kollardaki, göğüslerdeki dövmelerde Filistin,
adıyla sanıyla Filistin,
Düşlerin Filistin’i ve acıların,
ayakların, bedenlerin ve mendillerin
Filistin’i,
sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i
ve çığlıkların,
Ölümün ve doğumun Filistin’i,
taşıdım seni eski defterlerimde
şiirlerimin ateşi gibi.
Kumanya bibi taşıdım seni gezilerimde.
Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,
inlettim senin adına koyakları:
Nişan yüzüklerinde
ve kurşun kaleminde
ve çarıklarda
ve bavullarda
ve her şeyimizde,
kurtarıcı bir anın kurbanlarında,
DAYANIYOR, DAYANIYORUZ!
Mahmut DERVİŞ
Süzülüp gelen ölümde, öğleye doğru,
ve her iğnede
ve her dikişte ve putların tahtasında
DAYANIYOR, DAYANIYORUZ!
(çev. A. Kadir – Süleyman Salom)
Remzi DERVİŞ
19
KUDÜS’ÜN GÖNÜLLÜ SÜRGÜNLERİ
Ayşe KARABAT
…Vefa yer yatağında uyuyor. Annesi horluyor. Ağabeyi
yatağın içinde bir o yana bir bu yana dönüyor. Kapı
kırılıyor birden. Fırlıyor Vefa. Gördüğü ilk şey, burnuna
inen bir asker postalı…
Çocuk Vefa’nın dili tutuluyor korkudan. Annesine
sarılmak istiyor ama çok geç. Annesinin etrafı sarılmış
bile. Başını örmeye çalışıyor, beyaz uzun geceliğinin
düğmelerine yapışıyor. İsrail askerleri bağırıyor : “Oğlun
nerde kadın?”
Orada işte abisi. Direnmiyor, ama dipçik darbeleri yağıyor
üstüne. Daha on altı yaşında oysa ki. Şaşkın ve uykulu
gözlerine, üzerinde bir atlet ve pijama olmasına aldırmıyor
askerler. Annesinin şaşkınlığı
geçiyor. Bağırıyor, ağıt yakıyor.
Ama kimse yardımına gelmiyor.
Vefa, o anda bir İsrail askerinin
önünde asla ağlamamaya yemin
ediyor. Nefret ediyor bütün
Yahudilerden artık. Askerler,
abisinin ellerine arkadan kelepçe
vuruyorlar. Gözlerini de bağlayıp
götürüyorlar. Nereye ..? Kimse
bilmiyor… Aylarca haber
alamıyorlar abisinden.
Bu sahne intifada boyunca dört
kez tekrarlanıyor. Abisi en sonunda
sekiz yıla mahkum oluyor. Ama Oslo Anlaşmasıyla birlikte
serbest bırakılıyor. Fakat Vefa hiç unutmuyor yaşadıklarını.
İlk seferinde ve daha sonraki seferlerde de, abisi götürülüp
götürülmez, bir kovaya su doldurup, ortalığa dökülen
kanı temizliyor annesi ağlarken… Babası çoktan ölmüş
Vefa’nın. Evin erkeği de götürülünce iş Vefa’nın başına
düşüyor… Günlerce abisinden bir haber alabilmek için
çırpınıyor. Yalnız olmadığını anlıyor kısa sürede, cezaevleri
önünde… İlk intifada Filistin kadınlarını işte böyle acıyla
terbiye ediyor. Onları zorla olgunlaştırıyor. Her geçen gün
daha dirençli, daha güçlü bir kadın oluyor Vefa. Ve daha
öfkeli…
Çocukluktan çıkıp, okuma yazma bilmeyen annesiyle
oluşturdukları küçük ailenin reisi, abisi yokken o artık.
Abisini ararken iyice bileniyor Vefa, El Fetih’in (1958’de
Arafat’ın önderliğinde kurulan Hareketi Tahriri Filistin
“Filistin kurtuluş Hareketi” adlı örgüt) gençlik ve kadın
kollarında çalışmaya başlıyor. Abisi, uzun süren gözaltına
alınmalardan sonra eve dönünce engellemeye çalışıyor
Vefa’yı. Abisi geri dönünce eski çocuk haline döner gibi
oluyor ama yeni bir gözaltıyla yine o yırtıcı kadın haline
dönüşüyor.
Kocasıyla da, siyasete bulaştığı günlerde tanışıyor . Abisinin
bir arkadaşı… Ailelerden onay alıp evleniyorlar. Ne düğün
ne b aşka bir şey. Zaten Vefa, mutlu olabileceği her şeyden
kaçıyor. Mutlu olmak öfkeyi dindiriyor çünkü…
Vefa Filistinli bir mülteci … İkinci kuşak olmasına ,
Ramallah’ta doğup büyümesine rağmen, hiç görmediği,
büyük annelerinden ve delerinden dinlediği, Tel Aviv
yakınlarındaki köylerine dönmeyi umut ediyor. O topraklar
Filistinlilerin ve Vefa’nın doğuracağı çocukların çünkü.
Filistinli kadınların görevlerinden biri de, direnecek
çocuklar doğurmak vefa’ya göre. İki kez hamile kalıyor.
Ama İkisinde de düşük yapıyor. Bu düşükler evliliğini
de gölgelemeye başlıyor… Zaten zorunluluk yıllarında
edindiği davranışlar, kocasına biraz fazla özgür geliyor…
Kadınlarını mücadele sırasında yanlarında görmeye alışık
Filistinli erkekler, iş, ev içi yaşama gelince, kadınların
erkeklere sormadan ekmek bile almasına karışıyor
çünkü…
İsrail askerlerinin hapishane
önlerinde aşağıladığı kadınlarının
ne giyeceğine, kimle arkadaşlık
edeceğine bile onlar karar
vermek istiyorlar. Vefa çocuk
sahibi olabilmek için uzun bir
tedavi sürecinden geçiyor. Ama
en sonunda doktorlar ona anne
olamayacağını söylüyorlar.
Yıkılıyor Vefa. Nefreti büyüyor…
Kocası da Vefa’yı aşağılamaya
başlıyor:
“Kısır
kadın!”
Dayanamıyor Vefa.
Bir gün abisi, o canından çok sevdiği abisi karşısına
geçiyor ve kocasının çocuk sahibi olabilmek için ikinci bir
kadınla evlenmeye karar verdiğini , bunun için kendisinden
izin istediğini anlatıyor. Garip, abisi bu ikinci evliliğe
izin verdiğini söylüyor sakin sakin. Deli oluyor Vefa.
Boşanıyor. Sonra da abisinin iki çocuğu, yengesi ve yaşlı
anneleriyle yaşadığı, o eve geri dönüyor. Abisinin bütün
itirazlarına rağmen, intifada başladıktan hemen sonra
açılan hemşirelik kurslarına yazılıyor.
Ağabey, kısır olduğu artık bilindiği için bir daha evlenme
şansı kalmayan kız kardeşini sıktıkça sıyor. Koca baskısı
bitiyor, ağabey baskısı başlıyor. Ama Vefa, en gözü kara
hemşirelerden biri olup çıkıyor. Çatışmalar devam ederken
ve İsrail askerleri ambulansları bile hedef alırken, yaralılara
yardım etmek için kendi canını sık sık tehlikeye atıyor.
Ölse de umursamayacak çünkü. Hatta ölse daha iyi…
(Vefa binlerce Filistinli kadından yalnızca bir tanesi.
Filistinli kadınlar, her gün yaşamı yeniden üretiyorlar,
anne, eş, kız kardeş ve direnişçi kadın olarak. İşgalci
israil’e karşı direnirken, erkek egemen yaşam biçimleriyle
de mücadele ediyorlar. Vefa ikinci intifada da feda savaşçısı
olarak yaşamına son veriyor. M.ö.)
(122-125 sayfalardan)
Ayşe KARABAT
Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri
carpe diem kitap
İstanbul 2007
PANEL: GÖZLERİYLE FİLİSTİN…
31 Ocak 2009 tarihinde birliğimizin konferans
salonunda, Faik Bulut Ortadoğu uzmanı, Gazeteci
Ayşe Karabat ve Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği
Başkanı Füsun Bandır’ın katıldığı “Gözleriyle
Filistin” etkinliği AFSAD Mehmet Özer Toplumcu
Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesinin hazırladığı
“Kalbimizin Doğusu Filistin” gösterisinden sonra
konuşan Mülkiyeliler Birliği Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği Komisyonu üyesi Çağla Ünlütürk “Filistinli
kadınların çığlıklarına kulaklarımızı tıkayıp başka
bir şey konuşmak mümkün değildi. Ve her gün
haberlerde izlediğimiz bütün bu görüntüler üzerine
mutlaka onların sesine ses vermek ihtiyacı hissettik
ve bu nedenle de önce Filistin sorununu sonra da
Filistinli kadınlar üzerine konuşacağımız bu etkinliği
düzenledik. Hepiniz hoş geldiniz.” Konuşmasıyla
konukları dinleyicilere tanıtarak etkinliğin ikinci
bölümüne, panele geçildi.
getirmiş oldu. Bu savaş Hamas ile İsrail arasındaki bir
savaş değildir. Keza bu savaş, 17 Aralık’ta ateşkesin
uzatılmaması nedeniyle başlamış bir savaş değildir.
Biliyoruz; en azından ben elde ettiğim bilgiler
doğrultusunda, şu kadarını söyleyebilirim: İsrail, altı
ay önceden bir savaş kabinesi kurdu. Aynı zamanda
psikolojik bir savaşı nasıl başlatırım konusunda ilgili
komisyonları hazırladı. O halde, altı ay öncesinden
başlamıştı bu savaş. İsrail’in zaten niyeti vardı.
Hani, kurt ile koyunun, suyumu bulandırıyor musun
bulandırmıyor musun meselesine dönmüştü iş. Yani
İsrail başından beri Gazze’yi, Hamas’ı burayı yok
etmek istiyordu.” dedi ve devamla ”peki burada ki
amaç nedir? İsrail’e bakarsanız, gerçek amaç Hamas’ı
yok etmektir! Belki taktiksel açıdan böyle bir şeyden
söz edilebilir ama stratejik açıdan esas amaç bu
değildir. Amaç, Gazze’deki alt yapıyı, ister Hamas’ın
elinde olsun, ister Marksistlerin yönetiminde veya
İlk
konuşmacı
Faik ulusalcıların denetiminde bulunsun, Gazze’deki
Bulut, dünyayı fethetme ekonomik ve siyasal altyapıyı yok etmek; halkın direniş
tutkusuyla Filistin’e giden 68 ruhunu ortadan kaldırmaktır. Gazze’yi yönetimsiz ve
kuşağından biri olduğunu ve sahipsiz bıraktıktan sonra, orayı Mısır’ın himayesine
devretmek” olduğunu söyledi.
İsrail zindanlarında yedi yıl
tutsak kaldığını belirttikten
İkinci konuşmacı Filistin
sonra;” Filistinlilere İsrail’in
Derneği
ile
dayanışma
saldırganlığı,
aslında
Derneği
Başkanı
Füsun
sömürgecilerin saldırısıdır.
Bandır; “ Filistin direnişini
Emperyalistlerin saldırganlığı
selamlayan konuşmasından
Filistinlileri bu hale soktu
sonra, “Arkadaşlar bugün İsrail
ama aynı zamanda Filistin
ve Amerika’ya göre Filistin’de
direngenliğini de gündeme
direnen herkes teröristir. Bugün
Ahmet Sa’adat’ı da hapishaneye attılar, otuz yıl
hapse çarptırdılar. Söyledikleri şuydu. Zeerili’ye karşı
suikast düzenledi. Peki neden Zeerili’ye karşı suikast
düzenlenmişti o dönemde? Çünkü İsrail’in sürekli
Filistin içerisindeki yaptığı suikastların bir karşılığı
olması gerekiyordu. Orda Zeerili suikastını Ahmet
Sa’adat ile bağdaştırdılar. Ahmet Sa’adat’ı otuz yıl hapse
mahkum ettiler. Bunun yanında Filistin’in ne kadar
direniş liderleri varsa hepsini toplayıp ya cezaevlerine
attılar ya da suikastlarla onları yok ettiler. Amaç oradaki
direnişi tamamen bitirmek ve önünü kesmekti. Bugün
sadece suçu taş atmak olan bir çocuğun kollarını taşla
kıran mı teröristtir? Bugün evini terk etmediği için
tanklarla evi başına yıkılan mı teröristtir? Bugün bütün
dünyanın gözü önünde televizyonlarda seyrettire
seyrettire direnişçilere işkence yapanlar mı teröristtir?
Bunları sormak gerekiyor. Direniş hiçbir zaman terörist
değildir. İşgale karşı direniş her boyutuyla meşrudur
diye düşünüyorum. Ve İsrail’in yaptığı katliamdır, ben
buna savaş demiyorum. Çünkü orada koşullar eşit
değil. Karşılıklı bir güç gösterisi yoktu. Kesinlikle bu
bir savaş değildi. Buradaki yaşanan bir katliamdı. Bir
soykırımdı. Hala kaldırılmayan molozlar var. Altından
neler çıkacağını hiç kimse bilmiyor. Eğer siz bir halkın
elektrik kullanma hakkını elinden alırsanız, günde üç
saat, sadece elektrik kullanmasına izin verirseniz, bu
bir işgaldir, bu bir katliamdır. Siz bir halkın su içme
kuyularına kimyasal madde atarsanız, o halklı ölüme
mahkum ederseniz, o halkı tedavi edilemeyecek
hastalıklara mahkum ederseniz, bu bir işgaldir, bu
bir katliamdır. Siz bir halkın tedavisini engellerseniz,
Mısır sınır kapılarını kapatarak ki en ağır hastaların
bile o kapılardan geçip tedavi olmasını engellerseniz,
Gazze’nin içerisine ilaç girmesini engellerseniz bu bir
işgaldir, bu bir katliamdır. Siz bir halkı gıdadan yoksun
bırakırsanız, o halkın elinde ekmek yapacak unu yoksa,
bu bir işgaldir, bu bir katliamdır, bu bir soykırımdır.
Gazze’de yaşananlar bunlar arkadaşlar” sözlerini
tamamlayan Füsun Bandır, Filistin taş generallerinin
direnişine sahip çıkmaya çağırdı.
Gazeteci Ayşe Karabat;
“Ben bir gazeteci olarak
elimden geldiği kadarıyla
da kadın sorununda daha
duyarlı olmaya çalışan
birisiyim. Örneğin bir haber
hazırlıyorsam, o haberde
uzman görüşüne ihtiyacım
varsa ve bir erkekten uzman
görüşü aldıysam mutlaka
bir kadından da uzman
görüşü almaya çalışırım.
Kadınların kendilerine ait
bir kültürleri olduğunu düşünüyorum, bunun bu çok
tartışmalı bir konu. Bunu yalnızca kadının biyolojisine
dayandırmıyorum, yaşam pratiğine de dayandırıyorum.
Filistin’de yaşarken birbirinden çok farklı kadınlarla
birbirlerinden çok farklı geçmişleri olan geleceğe
bakışları olan kadınlarla ve bu arada İsrailli kadınlarla
da tanışma ve bazılarıyla dost olma bazılarıyla hayatı
paylaşma şansım oldu. 2002 yılında Ramallah’taydım,
orada Filistinlilerle, kadınlarla o ağır işgalin ve o ağır
savaşın nasıl bir şey olduğunu paylaşmak zorunda
kaldım çünkü bir anlamda onlardan biriydim . Ben
de evimde esirdim, ben de komşularımın ellerinin,
kollarının bağlanarak götürülmesine tanıklık ettim.
Ama bununla birlikte şunu da söylemem lazım. Yine
Kudüs’te yaşarken benim kızım sekiz yaşındaydı,
oradaki uluslar arası bir okula giderken bir intihar
saldırganının saldırısına da maruz kaldım.Daha doğrusu
kızım maruz kaldı. İşgalin birebir kendisinin Filistinli
kadınların, bütün Filistinlilerin hayatını cehenneme
çevirdiği bir gerçek ama Filistinli kadınların hayatını
çok daha fazla cehenneme çeviriyor. Örneğin İsrail’in
kullandığı toplu cezalandırmaların bir en önemli
tezahürlerinden birisi olan ev yıkmalar e çok Filistinli
kadınları etkiliyor. Çünkü Filistinli kadınlar tabi ki
dünyanın her yerinde olduğu gibi evin idaresinden,
yiyeceğinden, içeceğinden, düzeninden sorumlu
ve İntifadanın başlangıcından beri yıkılan ev sayısı
yaklaşık beş bin. Bu kadınlar için ev yaşamının ne kadar
önemli olduğunu söylememe gerek yok. Kadınların
özel alanlarına doğrudan, birebir müdahaleye bir örnek
vereyim. İsrail askerleri tarafından bütün Filistin’e
kurulmuş olan kontrol noktaları var. Kontrol noktaları
bütün Filistinlilerin hayatlarını son derce zorlayan,
onları okullarından, hastanelerinden, işyerlerinden
ayıran kontrol noktaları ama bu kontrol noktalarından
bir kadın olarak geçmek, çok daha zor” olduğunu
söyledi. Panel dinleyicilerin soruları ve panelistlerin
yanıtlarıyla sona erdi.
şubelerden
İSTANBUL ŞUBEMİZ 31 OCAK 2009 TARİHİ
İTİBARİYLE YENİ YERİNE TAŞINDI
Adres ve telefon bilgileri aşağıdadır.
Mülkiyeliler Birliği – İstanbul Şubesi
Çarşı Caddesi No:10 Kuzguncuk 34674
İstanbul
Tel.: 216 / 342 30 15 – 31 – 42
Faks: 216 / 310 49 99
İZMİR ŞUBEMİZDE “150 YILLIK TARİHSEL
SÜREÇTE TÜRKİYE” SÖYLEŞİSİ
İzmir şubemizde, Mülkiyeliler Birliği 150.
Yıl etkinlikleri çerçevesinde bir söyleşi
düzenleniyor. Prof. Dr. Mete TUNÇAY’ın
katılacağı “150 Yıllık Tarihsel Süreçte Türkiye”
isimli söyleşi, 13 Şubat 2009 Cuma günü saat
18.30’da Konak Belediyesi Alsancak Kültür
Merkezi Kat:7’de yapılacaktır.
ESKİŞEHİR ŞUBEMİZDE GENEL KURUL
Mülkiyeliler Birliği Eskişehir Şubesi olağan
genel kurul toplantısı 25/01/2009 tarihinde
yapılmıştır.
Eskişehir Şubemizin olağan genel kurulunda
seçilen yöneticilerimize başarılar dileriz.
YÖNETİM KURULU
Necdet BİLGİN
Başkan
Abdulkadir ADAR Başkan Yrd.
Mefkure ATAK
Sekreter
Cebrail ÖZDEMİR Sayman
Mehmet ZERMAN Üye
YÖN.KUR.YEDEK
Mehmet BAŞAR
Mehmet AKKAŞ
Nihal Yıldırım MIZRAK
Oğuz TURAN
Murat ÖZGÜL
DENETLEME KURULU
Turan ÖZCAN
Mustafa UÇKAÇ
Fikriye YÜKSEL
DEN. KUR. YEDEK
A.Banu BAŞAR
Berna KAYA
Sedef OLUKLULU
23
öteki kültürler karşısında korunması ve diğerleriyle
birlikte yaşamasının önemine değinirken bir kültürü
aşağılamak kadar, ötekilerden ayrıştırarak övmenin
de ayrımcı ırkçı bir anlayışı içinde barındırabileceğini
belirterek kültürlerin ve alt kimliklerin var olmasının
önemli olmakla birlikte asıl dönüştürücü olanın üstü
evrensel kimlikler olduğunun altını çizdi.
Alt kimliklerin yok sayılması ve aşağılanmasının
önemli bir sorun olduğunu vurgulayan yazar ancak alt
kimlikle sınırlı bir hayat görüşünün de bir yere gelip
tıkanacağını söyledi. Kendisinin evrensel bir üst kimlik
olarak sosyalizmi benimsediğini ve sosyalist politikalar
eşliğinde kimliklerin bir arada yaşamasının önemine
değinerek balkanlarda
Uzak bir geçmişten gelen ve derin bir kültürü
koruyarak bugüne gelen Çingenelerin tarihte en
fazla haksızlığa uğramış halklardan biri olduğu halde
herkesin bu hakikati göz ardı ettiği Nazi toplama
kamplarında soykırıma uğradıkları halde kimsenin
Çingenelerin adını anmadığını hatta bu kayıtlarda
Çingenelere ötekiler dendiğini söyleyene Devecioğlu,
Türkiye’de de diğer ülkelerde olduğu gibi ayrımcılığa
uğradıklarını anlattı.
Seyircilerin de aktif olarak katıldığı söyleşide,
Roman Esnaflar Derneği Başkanı İrfan Çıtırgı ile
Roman Dernekleri Federasyonu yönetiminde görev
alan Kamuran Dinçpehlivan eskiden kimliklerini
15 Ocak günü Mülkiyeliler Birliği İzmir Şube sakladıklarını ama artık roman olduklarını söylemekten
olarak 2008 Orhan Kemal Roman Ödülü sahibi çekinmediklerini belirterek toplumda romanlara karşı
Ayşegül Devecioğlu’nu ağırladık.Tamamen dolu bir keskin önyargıların bulunduğunu hırsız uğursuz
salonda söyleşi dinlemenin keyfi başka oluyor.Roman pis gibi sıfatlarla anıldıklarını ama kendilerini ifade
Türkiye Çingenelerini anlatıyordu. Bu nedenle ettikçe bu önyargıların kırılacağına inandıklarını dile
söyleşiye çok sayıda Çingene yurttaş da katıldı. Sadece getirdiler. Dinçpehlivan romanlar olarak Çingene
dinlemediler meselelerini çektiklerini ve hissettiklerini adını kullanmadıklarını çünkü bu adın bütün dünyada
de dillendirdiler. Aşağıda Dönemeç gazetesinde kendi kimliklerine hakaret olarak kullanıldıklarını
söyledi. Yazar Devecioğlu ise bu konuda tartışmaların
söyleşiyle ilgili çıkan haberi paylaşıyorum.
sürdüğünü kendisinin Çingene adını tercih etmekle
Saygılar Utkucu
birlikte konu hakkında net bir tutum içinde
Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi’nce düzenlenen olmadığını beyan ettiler.Öteki katılımcıların edebiyat
etkinlikte yazar Ayşegül Devecioğlu kimlikler, kimlik ve Çingeneler üzerine soruları ile devam eden
ötekileştirme ve Çingeneler üzerine konuştu. toplantı,Mülkiyeliler Birliği İzmir Şube Başkanı
Mülkiye’nin kuruluşunun 150. Yılı çerçevesinde Hüsnü Erkan’ın yazara plaket vermesi ve teşekkür
Alsancak Kültür Merkezi Benal Nevzat salonunda konuşması ile sona erdi.
gerçekleştirilen etkinliğe ilgi büyüktü. Toplantıda
kalabalık bir dinleyici topluluğun yanı sıra Roman
Dernekleri Federasyonu Başkanı Özcan Çayırlı
ve yönetim kurulu üyeleri ile çok sayıda Roman
da katıldı. Söyleşiye geçilmeden önce Ege Roman
Dernekleri bünyesinde yer alan ve roman gençlerden
oluşan İmbat Ritim Saz Grubu bir darbuka gösterisi
sergiledi.
Yazar Devecioğlu konuşmasında,kimlik ve kültürlerin
24
Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi 2. Felsefe Söyleşilerini 23 Ocak tarihinde
Dernek Lokalinde gerçekleştirdi. Yoğun bir dinleyici topluluğunun katılımının
olduğu söyleşinin konuğu Nabi YAĞCI oldu. Nabi Yağcı söyleşisinde “Anadolu
Düşüncesi Neden Ebru’dur?” diye sordu ve yanıtladı.
Bu zevkli söyleşinin bir bölümünü aşağıda bulacaksınız.
ANADOLU DÜŞÜNCESİ EBRUDUR?
Nabi Yağcı
Anadolu felsefesi de diyebilirdim, fakat birkaç nedenle
alanı daha geniş bir kavram olarak “Anadolu düşüncesi”
dedim. Felsefe ve özellikle Anadolu felsefesi deseydim,
tartışmalı kimi konulara girmek zorundaydım. Örneğin
Batılı felsefeciler içinde oryantalistler ve bizde de onlar gibi
düşünen kimi felsefeciler Anadolu felsefesi olmadığını dahi
söylemekteler. Bu görüşe katılmıyorum. İkincisi, Anadolu
felsefesini konu edince, merkezinde tasavvuf düşüncesi
olan, Alevi-Bektaşi geleneğinin düşüncelerine dalmak
gerekir ki, bu derin bir konudur, üzerinde konuşmak için
süremiz yetemez. Üçüncüsü, bir felsefeyi anlayabilmek
için onu doğuran tarihsel ve kültürel koşulları önce bilmek
gerekir. Düşünceler doğrudan bir yansıma olmasa bile
maddi koşulların bir ürünüdür. Anadolu felsefesi üstüne
konuşacak olsaydık dahi bu topraklara özgü düşünce tarzını
yaratan tarihsel ve kültürel koşulları incelemeyi zaten öne
almak zorundaydık. Başka deyişle ilkin, “Tarih boyu bu
topraklarda insanların yaşam tarzları nasıldı?” sorusuna
yanıt vermek zorundaydık.
İşte bende bu sorunun yanıtından konuya gireceğim. Ancak
konumuz yine de “felsefe üst başlığı” içinde ele alınacağı
için, tarihsel gelişme süreçlerine uzun boylu giremeyeceğim,
daha çok düşünce iklimi ile konumu sınırlayacağım.
“Anadolu” kavramıyla siyasi coğrafya değil kültürel
coğrafyayı kastettiğimi en başta belirtmeliyim. Bugünkü
Türkiye Cumhuriyeti sınırlarından söz etmiyorum. Bir
ucu İran ve Mezopotamya’ya dayanan, Kuzeyde Kafkasları
içine alan, Trakya’yı, Ege’yi kapsayan bir kültür coğrafyasını
anlatıyorum. Tarih olarak ise cumhuriyet öncesi tarihinden,
Osmanlı ve öncesinden söz açıyorum. Günümüzde
resmi tarih dışı tarih anlatımları daha yeni yeni gelişiyor,
Anadolu’nun gerçek tarihini daha yeni öğreniyoruz,
öğreneceğiz diyebilirim. Örneğin resmi tarih okumalarına
bakarsak, Türkler Anadolu’ya gelmezden önce Anadolu
sanki boş ve bakir bir alandı, kimsecikler yoktu. Oysa daha
geçenlerde Urfa’da yapılan bir kazıda Bizans mozaikleri
bulundu. Kimler vardı Anadolu’da Türkler gelmezden önce?
Bu sorunun peşine düşülmelidir. Kestirmeden söylersek,
Bizans yani Romalılar, Ermeniler, Kürtler ve bir çok farklı
kavim.
Osmanlı kimlik tanımlamalarına baksak bile bu sorunun
yanıtlarını kısmen de olsa bulabiliriz. Keskin uçlu soru şu
Osmanlı kimlik anlamında Türk müydü?
Değerli tarihçimiz Halil İnalcık ne diyor bakalım:
“Osmanlı İmparatorluğu bir Türk İmparatorluğu
değildi. O çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir politik
sistemdi.” Yine değerli bir tarihçimiz İlber Ortaylı
Osmanlı için, “Müslüman Roma” demişti ve büyük
bir tartışma başlatmıştı. Bir yabancı tarihçi P. Wittek ise
“Rûm Türkleri “ diyor. Rum sözcüğünü bugünkü Rumlar
anlamında değildir. Grek değil Romalı anlamınadır “Rûm”
25
sözcüğü. Osmanlı Anadolu’ya “Memamilki Rum” derdi.
Selçuklu zamanında Ahi teşkilatının bir kadın örgütü
vardı ve adı Anadolu kadınları anlamında “Baciyan-ı Rum”
idi yani Rum bacıları. Mevlana’ın adı Mevlana Celalettin
Rumi’dir. Şeyh Bedrettin de Şeyh Bedrettin Rumi’dir.
Annesi Hıristiyan idi. Orhan Gazi’nin üç eşi de Hıristiyan’dı.
Holofiro Hatun , Yargihas Tekfurunun kızı, Asparça Hatun
Bizans İmparatorunun kızı. Theodora Hatun var. I.Murat,
II. Murat, II. Melmet’in eşleri de öyle. Kanuni Sultan
Süleyman kendi kimliğini bakın nasıl çoğul biçimde ifade
ediyor “ Ben Bağdat’ın, Irak’ın şahı, Roma topraklarının
Kayzeri ve Mısır’ın sultanı”. Anadolu Selçuklu beylikleri
de ilginçtir bu açıdan. Türk boyu olduğu halde Hıristiyan
olanlar vardır.
Şimdi artık “Ebru” konusuna girebiliriz. Osmanlı için,
mozaik sanatı metaforu ile “mozaik toplum” denir,
bununla çok etnisiteli, çok dinli, çok kültürlü sosyal
yapı anlatılmak istenir. Yakın zamana dek ben de bu
tanımlamayı doğru bulur ve kullanırdım. Ancak Anadolu
tarihi konusunda bilgim arttıkça, Anadolu kültürü ve
felsefesi üstüne çalışmalarımı yoğunlaştırdıkça “mozaik”
kavramının, doğru ama Anadolu’yu anlatmada yetersiz
olduğunu düşünmeye başlamıştım, fakat yerine daha iyi bir
tanım da koyamamıştım. Daha geçenlerde, bu yıl içinde
bir kitap daha doğrusu bir fotoğraf albümüyle tanıştım.
Atilla Durak isimli bir fotoğraf sanatçımız Anadolu’yu
karış karış dolaşarak Anadolu’nun etnik, dinsel ve kültürel
yapısını fotoğraflamış. Enfes bir çalışma. Kitabın adını da
Ebru koymuş. İşte o zaman aradığımı bulmuştum, Anadolu
mozaik değil ebru idi. Kitapta da zaten bu anlatılıyordu.
Bir sanat dalı olarak Ebru nedir, nasıl yapılır, mozaik
sanatından farkı nedir?
Mozaikte parçaların biçimi, rengi ayrı olsa da, her
bir paçanın ayrı anlamı yani kimliği yoktur. Parçalar
kimliklerini bütünden alırlar. Hangi resmin parçaları
olduğundan. Ayrıca bir parça, diğerinden keskin kenarlarla
ayrılır. Ebru’ya gelince: Bu resim dalı konumuzu olağanüstü
biçimde anlatır ve açıklar. Bu resimde ögeler hem birbirlerine
karışırlar hem ayrıdırlar. Bunu materyallerin yoğunluğu
sağlar. Ebru yoğunlaştırılmış su üstüne, katkı maddeleriyle
(öd) yoğunlaştırılmış boyalarla yapılmış resimdir. Suyun
yoğunlaştırılmış olması boyaların suya büsbütün karışıp
yok olmasını önler. Boyaların yoğunluğu birbirlerine
büsbütün karışmalarını önler. Böylece renkler ve biçimler
birbirlerine değdikleri noktalarda kendiliklerinden ana
renklerin nüanslarını taşıyan yeni renkler oluştururlar.
Böylece renk ve biçimler arasında bulutumsu bir geçiş olur.
Zaten Ebru sözcük olarak bulut anlamındadır. Ressamla
resim arasındaki ilişkide de fark vardır. Resim, renk ve
biçim olarak mozaikte olduğu gibi önceden hazırlanmış
değildir. Müdahale edenle edilen arasında karşılıklı
etkileşim, karşılıklı bağımlılık vardır.
Böylece üç özellikten söz etmiş oldum: Yoğunluk,
geçişkenlik ve etkileşim.
Anadolu düşünce tarzına, dünyayı algılayışına, felsefesine
Batı ve hatta uzak doğu felsefesinden farklılık kazandıran
da bu üç özelliktir.
Ebru resmindeki yoğunlaştırılmış su, Anadolu’nun
yoğun tarihidir. Anadolu, büyük dinlerin, doğuş
noktaları farklı da olsa etkilerini gösterdikleri, başka
dinlerle karşı karşıya geldikleri yerdir. Aynı şekilde büyük
uygarlıkların kurulduğu ve etki altına aldığı topraklar
yine bu coğrafyadadır. Batı’dan Uzak Doğuya giden İpek
Yolu da, Haçlı Seferleri de buradan geçmiştir. Yalnız ipek,
yalnız baharat, yalnız silah taşınmamıştır, birlikte farklı
uygarlıkların kültürleri, düşünceleri, algılama biçimleri,
kavramları da taşınmıştır. Mutfaklara farklı damak tatları,
mimariye farklı biçimler, müziğe yeni tınılar olarak
katılmışlardır. Bu yoğunluğa sonradan gelip katılan her
bir inanç, kültür, uygarlık aynı zamanda Ebru’nun boyaları
olmuştur.
Kısacası büyük diller, üç büyük din ve diğer inançlar,
milletler, kavimler, kadim kültürler, uygarlıklar Anadolu’ya
göçmüş, Anadolu’dan geçmiştir. Her bir unsurun büyüklüğü,
derinliği, tarihten geliyor olmaları kendi ayrı kimliklerini
koruyabilmelerini getirmiş, daha baskın olanlar olsa bile
hiç biri diğerini asimile edememiş, etkilemiş, etkilenmiş,
eklemlenmiştir. Aynı zamanda birbirlerine değdikleri
noktalarda ortak renkler, nüanslar yaratmışlardır. Başka
deyişle, kavgalar, savaşlar olsa da Anadolu’da çok önemli bir
özellik doğmuştur: Birlikte yaşama kültürü. Ortak yaşam
kültürü. Bunun adı Anadolu hümanizmasıdır. Bu hoşgörü
ortamı aynı zamanda “Heretizm”denilen, her bir dinin
resmi yorumu dışında özgürlükçü yorumlarını yaptıkları
için ülkelerinde dışlanan ve hatta öldürülen özgürlükçü
düşünceler de Anadolu’ya çekmiştir. Bu düşünceler
Anadolu düşünce ve felsefesini çok derinden etkilemiştir.
Örneğin, Nazım Hikmet’in destanından tanıdığımız Şeyh
Bedrettin de böyle bir felsefenin taşıyıcısı bir filozoftu.
Anadolu düşüncesi Batı ve Uzak Doğu düşünce
biçimlerinden farklı olarak sentezci değil “senkristikçi” dir.
Yani çok şeyi tek bir şeye indirgeyerek açıklamaz, eritmez,
ama kendi düşünce tarzına ötekini ekler. Başka deyişle
bağdaştırmacıdır.
Şu çok sevdiğim deyişle bitireyim: Anadolu felsefesinde
Mutezile denilen akılcı bir felsefe/inanç akımı vardı, ana
düşüncelerini şu sözle formüle ederler:
“Tanrıyı aramak için yola çıktık insanı bulduk.”
26
“Şarkılar aslında hep sizi söyler …”
BİR KONSERİN ARDINDAN
Bazen güne henüz başlamışken bulurlar sizi. Uyanır uyanmaz bir tanesi takılıverir dilinize. İllaki sevmeniz de
gerekmez hani. Karşılıksız bir aşkın pervasızlığıyla size yazılırlar ve isteseniz de istemeseniz de kayıtsız kalamazsınız
onlara. Çünkü çağırmıştır bir kere ve siz yanıtsız bırakamazsınız bu daveti.
Aslında kırmızı mumlu davetiyesi olanları da farklı değildir ki! Onlara da sarılıveririz eski bir dost gibi.
Onlar hayatın her yerindedir. Doğumda da onlar vardır, ölümde de. Aşkın orta yerinde de yaşarlar, terk edilmişliğin
tüm ıssızlığında da. İnsan kendinden olandan vazgeçebilir mi ki? O yüzdendir yüzyıllardır süren bu birliktelik. Çünkü
şarkılar aslında hep bizi söyler. Ne büyük yanılsamadır ki biz onları söylediğimizi sanırız sadece.
Ama o bizi söyleyen şarkıları da birilerinin söylemesi gerekir ki bu sarmal döngü sürüp gitsin.
“Şarkı söylemek isteyen Mülkiyeliler aranıyor” diye yola çıkışımız henüz dün gibi gelirken Mülkiyeliler Birliği
İzmir Şubesi Türk Sanat Müziği Korosu 9. konserini verdi 9 Ocak 2009 günü Konak Belediyesi Dr. Selahattin Akçiçek
Kültür Merkezi’nde.
Sonsuzluğa bıraktığımız 27 güzel şarkımız vardı o gece içinden biz geçen. Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet geldi
gözümüzün önüne “Senede Bir Gün” derken, Avni Anıl’ın o müthiş bestesinde geçen “Bahtiyar Martılar”ı hayal ettik ve
merak ettik o küçük gagalarıyla nasıl gülümserler acaba diye. Kimi konuklarımız bir yandan düşüncelere daldılar “Göz
göze gelmek istemem” dedikleri eski sevdalarını anımsarken ve fark ettiler ki aslında her seferinde “Unutamam Seni” diye
fısıldadığını içlerinde saklambaç oynayan bir gizin.
Aslında pek çok açıdan farklı ve bir o kadar da güzel bir akşamdı yaşanan.
Çünkü koromuzun bu konserinin de daha öncekiler gibi özel bir amacı da vardı. O gece şarkılar, kimsenin ne
kendisinde ne de yakınlarında karşılaşmak istediği bir rahatsızlık olan şizofreniye dikkat çekmek ve şizofreni hastalarının
hayatla bağlantılarını koparmamaları için olmazsa olmazları konumundaki ilaç tedavilerine katkı sağlamayı amaçlayan
Şizofreni Dayanışma Derneği’nin yararına söylendi. İzmir Şizofreni Dayanışma Derneği Başkanı Nilgün Durna
tarafından da Şube Başkanımız Prof. Dr. Hüsnü Erkan’a plaket sunularak sağlanan katkı için teşekkür edildi.
Koromuz açısından ise konseri özel ve önemli kılan, rahatsızlığı nedeniyle koronun şefliğinden ayrılmak
durumunda kalan Nursal Ünsal Birtek’in ardından yeni şefimiz Udî Gürkan Öztürk yönetiminde verilen ilk konser
oluşuydu. Hocamız o gece müthiş bir enerjiyle, olağanüstü bir coşkuyla yönetti hem sazları hem de bizleri. Müthiş sabrı,
yeteneği ve müzik bilgisiyle bizler için bir kazanç olduğunu bildiğimiz hocamıza ne kadar teşekkür etsek az.
Kendi penceremden bakacak olursam eğer benim için gerçekten çok daha farklı ve önemliydi aslında 9 Ocak
gecesi. Çünkü benim bu koro içerisinde yer almamda da, o gece o sahnede “Canımın Ta İçisin” sen diye söylemeye
çalıştığım o şarkının ruhunda da aynı şey vardı. Benim için de kocaman bir ilkti aslında. Bana şarkıların ruhunu görmeyi
öğreten ve günlerimi müzikle dolduran bir ehl-i dil için söylemek amacıyla oradaydım ben. Benim mavi kalpli prensesim,
dostum, kardeşim Şair Avukat Ela Kurt beni bırakıp sonsuzluğa gittiğinden ve müziğini oralarda Selahattin İçli ve
Avni Anıl Beyefendilerle paylaştığından beri, içine düştüğüm eksikliği gidermenin bildiğim ilk yolu şarkı söylemekti.
Söylemezsem olmayacaktı. Duyduğum her güzel sözü onun için de kabul ettim o gece. Beğenildiyse ne mutlu bana !
Sahneden baktığımızdaysa güzel ve keyifli yüzler vardı karşımızda. Heyecanlı ve amatör seslerin peşine düştükleri
şarkılarla açıldıkları denizleri keşfetmek isteyen ve aynı duyguların izini süren yüreklerdi onlar, sahneden yolladığımız
alkışları hak eden. Bütün zarafetleriyle bizi destekleyen, dinleyen ve yanımızda olan herkese binlerce teşekkür gönderiyoruz
tüm kalbimizle. Bir teşekkür de emeklerinden dolayı koro sorumlumuz Sami Susurluk’a.
Aslında bu satırları aynı duygularda buluşup aynı şarkıları paylaştığım ve birlikte olmaktan onur duyduğum koro
arkadaşlarım adına da yazıyorum sizlere. Açık yüreklilikle ifade etmek isterim ki onlarla çalışmak, bir şeyler üretmek
gerçekten çok güzel.
Şeyda ARIKAN ÇINARLI
27
konuk yazarlar
KAPİTALİST YIKIM KISKACINDAKİ DÜNYANIN “HÂL-İ PÜR MELALİ”
VEYA “BIRAKMAYIN GEÇMESİNLER, BIRAKMAYIN YAPMASINLAR!”[*]
Temel DEMİRER
“Büyük hakikât,
karşıtı da bir büyük olan
hakikât olan bir hakikâttir.”[1]
Hemen, hemen tüm konuları kapsayan
şişkinlik. ABD’nin başka ülkelerin tasarruflarını
sorularınıza ilişkin, kısa olması mümkün olmayan emmeyi hayat tarzı hâline getirmesinin sonucu.”
yanıtlarım şunlar…
Görünen köy -körler dışında- kılavuz
istemiyor!
İflaslar birbirini izliyor, Amerikan mali
“OLMAZ OLAMAZ!” DEDİLERLERSE
DE, OLAN(LAR) OLDU …
sisteminin krizi derinleşiyor; kamuoyuna bankaların
aşırı yüksek kârları, hileli işlemleri, spekülatörlerin ve
1-) ABD merkezli kriz ve olanlar nedir?
banka çalışanlarının yüksek kazançları saçılıyor...
Ama reel ekonominin bir gerçeği de aynı
Serbest piyasa “ruhbanları”, “olmaz olmaz” anda muazzam ölçüde işliyor. İşte iflaslarla bezenen
dedilerlerse de, olan oldu!
kapitalist ekonomi tablosunun gri renkli fırça izlerinden
Emir Sader’in ifadesiyle, “Kapitalizmin yeni biri: Gıda fiyatları yükselirken Avrupa Komisyonu,
krizi, 1929 tarzında geldi. Kumarhane kapitalizmi 2009 yılı için gıda yardımı yıllık bütçesinin 300
teorileri doğrulandı… Kapitalizmin anti-sosyal ve belki milyon Avro’dan 500 milyona yükseltilmesini önerdi.
de ölümcül niteliğiyle ilgili teoriler de doğrulandı…” 2006’da bu düzenlemeden 13 milyon Avrupalı yurttaş
Ya da Prof. Dr. Korkut Boratav’ın deyişiyle, “Bu yararlanmıştı. Hâlbuki şimdi, 43 milyon kişinin gıda
kriz, kapitalist sistemin tamamen çöküşü sonucunu yoksulluğu tehlikesi içinde olduğu tahmin ediliyor.
getirmese de sarsacak. Krizin temel nedeni, ölçüsüz
Bir yanda reel ekonomiyle bağı kopmuş gibi
28
gözüken, sınırsız, muazzam kazanç ve kârlar (ABD ve
Avrupa basını bunu açgözlülük olarak tanımlıyor). Öte
yanda İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en yüksek
düzeye çıkmış işsizlik ve aşırı büyümüş mutlak açlık
sorunudur.
Lehman Brothers arkasında 613 milyar
dolar zarar bırakarak iflas ederken, AIG’ye ayakta
kalabilmesi için 85 milyar dolarlık kaynak sağlandı.
Sadece bu iki şirketin zararları ekonomisi 660 milyar
dolar olan Türkiye’yi aştı…
Kriz, 53 borsadaki 50 bine yakın şirketin
değerini sildi süpürdü; 18 trilyon dolar uçtu…
Bu işin bir yanıysa, öteki artı(lar) da şu(nlar):
Hazine Bakanı Paulson ve Fed Başkanı
Bernanke’nin finansal sistemi kurtarmak için 700
milyar dolar talep eden planı, Amerikalı vergi
mükelleflerinin üzerine daha da yük bindirecek. Plan
bu hâliyle kabul edilemezken; krizin göbeğinde duran
ülkenin adı ABD’dir. Tarifi zor bir ülkedir. Sürekli
olarak pompalanan dış kaynak sayesinde tüketim
düzeyini koruyup yükseltebilmiş, harcamalarını
rahatça yapabilmiş tuhaf bir süper güçtür. Her zaman
savaşlar peşinde koşan, her fırsatta bu sektörü canlı
tutmak için çabalayan ABD, Uzakdoğu’nun, petrol
zengini ülkelerin kaynaklarını çarçur etti ve artık
yolun sonuna geldi.
Para bitti. Sermaye akımları durdu.
ABD artık cari işlem açıklarını taşıyamıyor,
dışarıdan destek bulamıyor.
Peki bu krizin nedeni sistemin kendisiyse,
tetikleyicisi kimdir?
Tetikçiyi bulmak için finans sistemine
bakacaksınız.
İşte başta ABD olmak üzere tüm kapitalist
dünyayı betimleyen görüntü bu!
Yani Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki
konuşmasında İran Cumhurbaşkanı Mahmud
Ahmedinejad’ın, “ABD İmparatorluğu çöküyor,”
demesi anlamlıdır; yerli yerine oturan bir saptamadır!
Tam da bu koordinatlarda Prof. Nouriel
Roubini’ye göre, kredi zararları büyüyecek, bu da
bankacılık sisteminde “sistemik kriz” yaratacaktır
Yani ABD ve küresel boyutta hâlâ temel
sorun, finansal boyuta sıçrayan bu krizin nasıl
çözüleceğindedir.
Diğer bir deyişle verili soru(n), daha da dallanıp
budaklanarak büyüyecekken; öncelikle “Ne oluyor?”
sorusuna yanıt arayalım.
Bu soruya, bir zamanlar ABD’nin önemli
yönetim konumlarındaki Nicholas F. Brady-Eugene
A. Ludwig-Paul A. Volcker, bakın ne yanıt veriyor:
“Büyük Buhran’dan bu yana en vahim mali
kargaşanın ortasındayız. Cesur adımlar atılmazsa işler
daha da kötüye gidebilir. Ne piyasalar ne de düzenleyici
talimatlardan, banka tetkiklerinden, düşürülen faiz
oranlarından ve soruşturmalardan menkul sıradan
önlemler bu işin üstesinden gelebilir. Merkez Bankası
ve Hazine’nin bugüne kadar aldığı acil önlemler
gerekli olmakla birlikte, krizi çözmek konusunda
yetersiz. Mortgage piyasasının devleri Fannie Mae ve
Freddie Mac aşırı şişti ve şu an hükümet koruması
altındalar. Bütün piyasa gereklerini karşılamaya yetecek
kadar güçlü bir durumda değiller. Gerçek şu: Finans
sisteminin temel, uzun vadeli reforma ihtiyacı var, fakat
şu an sistem, öngörülen şartlarda geri ödenmeyecek
muazzam miktarda zehirli emlak kâğıdıyla tıka basa
dolu. Bu kâğıt, idare altındaki devasa miktarlarda mali
enstrümanı destekleyecek güçte değil.
Bu çürüyen katmanı sistemden defedecek yeni
bir mekanizma oluşturulmadıkça hastalık yayılacak,
güven daha da aşınacak ve bütün kredi krizlerinin
en büyüğü karşısında ölüm kalım mücadelesi vermek
zorunda kalacağız. Bu kriz finans sistemini ve onunla
birlikte, bugüne kadar gayet iyi dayanan genel
ekonomiyi de vuracak…”[2]
Genelde piyasa ekonomisine toz kondurmayan
‘The Economist’ de “kötümserlere” katıldı; diyor
ki “ABD Kongresi’nde ne olursa olsun kriz şimdi
artık küreseldir”. Haklı, ABD’de “kurtarma paketi”
meclisten geçti, borsanın kılı kıpırdamadı.
ABD’nin en etkili dış politika “Think-Thank”ı,
Council on Foreign Relations’un bünyesindeki Centre
for Geoeconomic Studies’den Brad Setser de 2 Ekim
2008 tarihli blogunda “Sistemik bir mali kriz, yalnızca
bir kurumu değil ‘sistemi’ etkileyen krizdir. Bana göre
ABD, belki de AB böyle bir krizle karşı karşıya”
diyordu. The Economist daha kesin konuşuyor: “Kriz
iki yönde yayılıyor, Atlantik’i geçerek Avrupa’ya, mali
piyasalardan reel ekonomiye.” Diğer bir deyişle kriz
iki anlamda “sistemik”, hem tüm mali sistemi etkiliyor,
hem de tüm ekonomik sistemi. Ancak bir ekleme
daha yapmak gerekiyor: Kriz, ‘yükselen piyasaları’
da etkisi altına almaya başladı. YP’lere yönelik 5.2
milyar dolarlık bir fonu yöneten Claudio Brocado’ya
göre “ruh hâli çok kötüleşti, riskten kaçış çok belirgin
biçimde arttı”.
Şimdi dünya ekonomisinde en önemli
sorunlardan bir diğeri de resesyonun küreselleşmesi…
Evet, evet tüm bunlarla birlikte... ABD’de
resesyonla tanıştı!
ABD’nin bir resesyona girip girmeyeceği,
Neo-liberal Ayetullahlar açısından artık adeta bir
itikat sorunu hâline gelmişti. ABD ekonomisinin
içinde (çeşitli sektörlerinde) olanları görmezden
gelip, “Bak resesyona girmiyor” diyerek, serbest piyasa
ekonomisine sarsılan inancı, umutsuzca canlı tutmaya
29
çabalıyorlardı.
“Lale Devri Zamanları”nın nihayetindeyiz…
Global ekonominin ibresi yavaşlama yönünde.
Bu da başta ABD ve AB’dekiler olmak üzere gelişmiş
ekonomilerin durgunluk tehlikesini atlatamadığını
göstermekte.
Financial Times’ın yazarlarından Wolfgang
Münchau, “Resesyon olası en kötü sonuç değil” başlıklı
yazısında, “Bu salt bir mali kriz olsaydı çoktan bitmişti.
Dördüncü dalganın sıkıntılarını yaşadığımıza göre,
salt mali aşırılıklardan, kötü düzenlemelerden daha
öte bir şeyler rol oynuyor olmalı” diyordu.
Sorun içsel ve yapısaldı.
Yaşanan(lar) “Başlangıcın sonu bile değil”!
‘The Times’tan Martin Wolf ’un deyimiyle,
krizin “Büyük olasılıkla henüz başlangıcının sonunu
bile geçmemiştik.”[3]
İçinde bulunduğumuz konjonktürün en önemli
özelliği “belirsizlik”.
Kriz yayılıyor: Önce ABD ekonomisi mali
krizin etkisiyle durgunluğa girdi. Salt ev piyasası,
finans sektörü değil, inşaat, otomotiv, havacılık, beyaz
eşya, demir çelik, otel-lokantacılık gibi çok önemli
sektörler resesyona (daralma) girdiler.
İrlanda, İngiltere, İspanya başta olmak üzere,
Avrupa ev piyasalarında ABD ev piyasasındakine benzer
bir senaryo gelişiyor. Danimarka resmen resesyonda,
İngiltere resesyona giriyor. Alman “iş çevreleri güven
endeksinde” büyük düşüşler gözleniyor.
Financial Times’in bildirdiğine göre, dünyanın
ikinci büyük ekonomisi Japonya’da stagflasyon içine
düşmeye başlıyorlar, riskler hızla artıyor.
Bir şey daha: Newsweek’ten Rana Forooher,
küresel enflasyon dalgası bağlamında, şimdi havanın
nasıl değiştiğini şöyle anlatıyor: “Dünya 35 yıl sonra
ilk kez ve eşzamanlı olarak (senkronize) bir enflasyon
dalgası yaşıyor”!
Bu bağlamda Tarihçi Niall Ferguson’un 7
Ağustos 2008 tarihli Financial Times’daki yorumunun
başlığı şöyleydi: “Yerel bir kasırga, nasıl küresel bir
fırtınaya dönüşebilir.”
Ferguson, ABD’de başlayarak, bir yıl içinde
hızla küresel bir krize dönüşmeye başlayan mali krize
ilişkin olarak, “Hayır bu büyük depresyon değil... Ama
1930’larda olduğu gibi kritik aşama, ABD aşaması
değil... Kriz küreselleştiği zaman da ‘kredi kıtlığı’
kavramı artık yeterli olmayacak” diyordu.
Kriz artık yalnızca bir finansal krizden ibaret
değil çünkü. Reel ekonomiye şimdiden sirayet etti bile...
Fransa resmen resesyonda. Ekonomik
göstergelere göre, Fransa’nın büyüme hızı bu yıl negatif
olacak. İtalya’nın durumu da parlak değil. Büyüme
hızı sıfır ve 2009 beklentileri daha iyi bir gelecek
vaat etmiyor. İş o hâle geldi ki, İngiltere’de Gordon
Brown kriz karşısında bir “war cabinet/ savaş kabinesi”
kurmak için kolları sıvadı.
Durum bu denli vahimleşirken, dünyadaki
krize ilişkin olarak Türkiye İş Bankası Genel Müdürü
Ersin Özince de, “Artık paranın kuralı yok,” diye
ekliyor.
Bloomberg’ün şu haberi de tüm bunları
doğruluyor: UBS’nin 12 Ağustos 2008’de açıkladığı
ikinci çeyrek sonuçları sonrasında dünyanın en büyük
100 banka ve aracı kurumunun, ABD subprime
(yüksek riksli konut kredisi) krizi ve bunu izleyen kredi
krizi nedeniyle aktiflerindeki değer kayıpları, krizin
daha fazla varlık tipine yayılmasının etkisi ile 500
milyar doları aştı. Listenin ilk sırasında ise Akbank’ta
yüzde 20’lik payı olan Citigroup var. Finans devlerinin
küresel ölçekteki zararlarına bakıldığında Türkiye’de
Dışbank’ı alarak faaliyetlerine başlayan HollandaBelçika ortaklı Fortis 7.4 milyar dolar, Oyakbank’ı
satın alan Hollandalı ING Group 5.8 milyar dolar,
TEB’in Fransız ortağı BNP Paribas 4 milyar dolar,
Yapı Kredi’nin İtalyan ortağı Unicredit ise 2.6 milyar
dolar, Denizbank’ın Belçika-Fransız sermayeli ortağı
Dexia 1.2 milyar dolar aktif kaybına uğradı.
Ve nihayet M. Nuri Durmaz’ın, Kapitalizmin
büyük bir krize girip çökeceği yönündeki sol öngörünün,
yerli yersiz dile getirilmesinin sosyalistleri çoğu kez
‘yalancı çoban’ durumuna düşürdüğü söyleniyordu. Ancak,
bu kez çoban haklı ve gerçekten kurt geliyor,” dediği kesitte
dünya ekonomisi, 1930’lardan bu yana tarihinin en derin
ve genelleşmiş ekonomik krizini yaşıyor...
Ya da FED eski Başkanı Alan Greenspan’in
deyimiyle ABD, ancak “yüzyılda bir yaşanacak derinlikte
bir krizin içinde”…
Bu da “emperyalizm ve paylaşım savaşları”
riskini yeniden tarihin gündem maddesi kılıyor!
KAPİTALİZM = KRİZ + YIKIM
2-) Bu kriz, kapitalizm için bir son mu? Yoksa,
eskiden olduğu gibi kapitalizmi dönüştüren krizlerden
birisi mi?
Bu sorunun yanıtı için kapitalist krizin “Neden”
ve “Nasıl”ından söz etmemiz gerekiyor!
Ve bundan “Kriz kapitalizmin krizi değil,
bizatihi devletçilik ve müdahaleciliğin krizidir,”[4]
diyen Alper Akalın’ın; ya da yine “Aslında krizde olan
serbest piyasa modeli değil (…) özgürlüğümüzdür,”[5]
diyen Bilal Sambur’un -hayatın tekzip etmesine
karşın- telaffuz ettikleri zırvalarını ciddiye almadan
söz etmemiz gerekiyor!
İnkar edilemez “Gerçek şudur ki, kapitalizmin
30
kendisi zaten bir ekonomik krizdir. Kapitalizm geçerli
olduğu sürece ekonomik kriz de onunla birlikte
varlığını sürdürecektir.”[6] Bu bir!
İkincisi de bu temel üzerinde yükselen “mali
küreselleşme” vahşeti: Konuya ilişkin olarak bir
ekonomistin deyişiyle, Bush yönetimi Wall Street’in
bir “casino market”e, yani “kumar piyasası”na
dönüşmesine izin vermiştir.
Üçüncüsü de olup-bitmeyenin “serbest
piyasa” retoriğinin iflasına denk düştüğüdür! Ancak
kapitalizmin iflas ettiğini anlamak için böyle bir
gelişmeyi beklemeye gerek yoktu…
Evet bu kriz biz(ler)e bir kez daha şunu
gösterdi:
“Minimum zaman dilimi içinde maksimum
kâr elde etme üzerine kurulu sistemin çarkları birkaç
yerden birden kırıldı.
Şimdi ise herkes ağız birliği etmişçesine
“Küresel finansal sistem hiçbir zaman eskisi gibi
olmayacak diyor.
2008’in son çeyreği... Dünya piyasalarını
allak bullak etmeyi sürdüren ABD kaynaklı krizin
yansımaları dalga dalga yayılıyor...
XXI. yüzyılda küreselleşmenin barış, refah
ve özgürlük getirdiğine ilişkin en ufak bir belirti bile
yok ufukta. Tersine küresel bütünleşmenin sosyal,
ekonomik ve çevresel bütün dinamikleri adım adım
kaotik bir ortama doğru sürükleniyor.
BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) hâlen
862 milyon insanın açlıkla boğuştuğunu söylüyor.
Yoksulluk ve açlıkla mücadele için her yıl 30 milyar
dolarlık kaynak gerekiyor.
Sosyal cephede, tüm dünyada eşitsizliklerin
her geçen gün büyüdüğü, ırkçılık, aşırı milliyetçilik ve
dincilik gibi akımların giderek güçlendiği bir ortam
süregeliyor. Varolan değerlerin yozlaştığı, toplumlarda
radikal bölünmelerin arttığı bir dönem...
İklim değişikliği, küresel ısınma ve buna
bağlı olarak ekolojik dengenin değişmesi, kontrolsüz
sanayileşme sonucu doğada yapılan tahribatın etkileri
çevresel cephede de işlerin iyi gitmediğini gösteriyor.
Son kriz ise yalnız Amerikan ekonomisinin
çürük yapısını gözler önüne sermekle kalmadı, neoliberal politikaların egemen olduğu kapitalist sistemin
de küresel ölçekte sorgulanmasının gereğini ortaya
koydu.
ABD ekonomisinde finans ve gayrimenkul
piyasalarında yaşananlar, ekonomide karşılığı olmayan
sanal bir “yapay köpüğün hızla sönmeye başlamasıdır.
Çark bir yerinden kırıldı. Kriz ise bunun ifadesi.
Hâlihazırdaki tüm önlemler bu kırığı yamamaya
yönelik...
Ancak şurası da bir gerçek ki bugün herkes
ağız birliği etmişçesine “Küresel finansal sistem hiçbir
zaman eskisi gibi olmayacak,” diyor.
Küresel kriz artık 2007 yılındaki “çalkantı”,
“türbülans” ve benzer ifadeleri çoktan geride bırakarak,
“kapitalizmin 1930 büyük buhranından bu yana
yaşanan en şiddetli krizi” sıfatıyla anılır oldu.
2007 krizinin yapısal nedenlerini
kapitalizmin küresel finansallaşması açısından nasıl
değerlendirmeliyiz?
Kapitalist dünya 1950 sonrasında sanayileşme
ve ticaret politikalarının devlet müdahaleleri tarafından
yönlendirildiği ve finansal sistemin ulusal politikalar
tarafından düzenlenerek sıkı bir şekilde denetim altına
alındığı bir uluslararası sistemin inşasını gerçekleştirdi.
Bretton Woods adıyla anılan bu sistemin ayırt edici
özelliği Amerikan Doları’nın küresel pazarlarda temel
alışveriş parası olarak kullanıldığı ve döviz kurlarının
da ABD Doları’na görece sabitlendiği bir parasal
sistemin kurgulanmış olmasıydı. Bir yandan da emek
ile sermaye arasında göreceli bir barış ortamı, devletin
sosyal işlevlerinin devreye sokulmasıyla sağlanmaya
çalışılmaktaydı.
Kapitalist dünya 1950-1974 arasını baş
döndürücü büyüme hızlarıyla geçti. Söz konusu
dönemde dünya ekonomisinin büyüme hızı yüzde
2.9’a ulaşmış; Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın
yoksul emekçileri tarihte ilk defa reel gelirlerinde bir
artış olanağı yaşamışlardı. Bu niteliklerinden ötürü
1950-74 arası iktisadi büyüme yazınında “altın” çağ
diye nitelendirilir oldu.
Ancak, bir yandan da artan küresel rekabet ile
birlikte kapitalizmin değişmez yasaları işlemekteydi.
Üretim kitleselleşip sermaye birikimi yoğunlaştıkça kâr
oranlarında da kaçınılmaz bir düşüş boy gösteriyordu.
1960’ların ortalarından başlayarak hemen
hemen tüm kapitalist dünyada sanayi kârları gerilerken,
Marx’ın “son tahlilde kapitalist üretim tarzının
önündeki en önemli engel gene sermayedir yönündeki
öngörüsü altın çağın sonuna yaklaşılmakta olduğunu
vurgulamaktaydı. Sermayenin ulusal sınırlar içindeki
birikim temposu yeni yatırımları gerçekleştirmek için
çok daha yüksek kârları gerekli kılmaktaydı. Ancak
sermayenin kârlılığı, içinde bulunduğu ulusal pazarın
büyüklüğü ile sınırlı durumdaydı.
Kapitalizmin 1970’lerde içine girmiş olduğu
bunalımın ve tıkanmanın doğrudan bir göstergesini
Şikago Roosevelt Üniversitesi öğretim üyesi, Dr.
Özgür Orhangazi’nin verileri, ortaya koyuyor.[7]
Dr Orhangazi ABD’de 1960’ların ortalarından
başlayarak kâr oranlarındaki çarpıcı gerilemeyi net bir
biçimde ortaya koymaktadır.
Finansal serbestleştirilmeyle birlikte finansal
sermayenin kısa dönemli, spekülatif nitelikli
31
kararları sanayileşme hedeflerinin önüne geçiyordu.
Örneğin, James Petras ve Henry Weltmeyer, reel
sektörde kullanılan her 1 dolara karşılık, dünya
finans piyasalarında 25-30 dolarlık bir işlem hacmi
gerçekleştirildiğini hesaplıyor; 1970’lerde günde
yaklaşık sadece 190 milyar dolar hacmi olan dünya
döviz piyasası işlemlerinin, 1990’ların başında
günde 1.2 trilyon dolara, günümüzde de 1.8 trilyon
dolara ulaşmış durumda olduğunu belgeliyordu. Bu
rakamın, dünya ticaret hacminin 70 misline ulaştığı
gözlenmekteydi.
Ancak bir yandan da spekülatif kazançların
özendirdiği finansal şişkinlik giderek başlı başına bir
istikrarsızlık unsuru hâline geliyor ve kapitalizmin
başıboş ve anarşik niteliklerini de gözler önüne
seriyordu.
Dolayısıyla, küresel ekonominin 2007 krizi
kapitalizmin finansallaşma sürecinin doğrudan bir
ürünüdür. Kapitalizmin merkez ülkelerinde sermaye,
artık kâr oranlarını sürdürebilmek için finansal
spekülasyonun sanal rantlarına bağımlı durumdadır.
Mevcut krizin aşılması için öne sürülen
yeni-düzenlemeler veya denetleyici kurumların
oluşturulması gibi girişimler, finans dünyasının bu
tatlı kârlılığını engelleyeceğinden, küresel kapitalizmin
mantığına aykırıdır. Sermaye yanlısı muhafazakâr
ideologların “şeffaflık” veya “yönetişim” gibi muğlak söz
oyunlarıyla finansal serbestleştirmenin sınırlamasına
karşı durması boşuna değildir.
Kısaca özetlemek gerekirse, mevcut kriz dalgası
gelip geçici konjonktürel bir olay değil, kapitalizmin ta
kendisidir.[8]
Burada bir parantez açarak ekleyelim:
Ekonomik krizlerin bir gerçek nedeni bir de
tetikleyicisi ya da tetikleyicileri vardır. Ekonomik krizin
gerçek nedeni kapitalist düzendir. Kapitalist düzende
beklentiler, özellikle büyük sermayenin beklentileri,
tüketim özellikle yatırım harcamaları üzerinde etkili
olduğundan, harcamalarda dalgalanma, ekonomide
genişleme, daralma evrelerine yol açmaktadır. Kapitalist
düzende genişleme ve daralma dönemlerinin birbirini
izlemesi doğaldır.
Dünya ekonomisi, 2000’li yılların başlarında
özellikle 2002 yılından sonra hızla büyüme sürecine
girmiş, dış ticaret hacmi genişlemiş, fiyat artışları sınırlı
düzeyde kalmış, işsizlik oranları düşmüştür. Kapitalist
düzende hızlı büyüme sürekli olamayacağından,
yavaşlamanın, krizin belirtileri, işaretleri görülmüştür.
Finansal pazarlarda, taşınmaz mal piyasalarında
fiyatlar balon yapmıştır. Borsalarda, taşınmaz mal
piyasalarında fiyatların balon yapması, ekonomik
başarının göstergesi olarak kamuoyuna sunulmuş,
övünme konusu yapılmıştır. Gerçekte, fiyatların balon
yapması, öncü bir kriz göstergesidir. Balonun sönmesi,
hava yitirmesi söz konusudur.
Nitekim tüm menkul kıymet borsaları,
özellikle hisse senetleri, önemli boyutta değer yitirmiş,
özellikle ABD’de taşınmaz mal piyasasında durgunluk
fiyatlarda gerilemeye yol açmış, ipotekli taşınmaz mal
kredilerinin geri ödenmesini zorlaştırmış; donuk
ve batık kredileri kabartmış, yasal takiplerin, icra
yolu ile satışların artması, piyasalardaki durgunluğu
yaygınlaştırmıştır. İpotekli taşınmaz kredisi veren
finans kurumlarının ödeme güçlüğü içine düşmeleri,
ipotekli krediler teminat gösterilerek çıkarılmış varlığa
dayalı menkul kıymetlerin geri ödenememesi, krizin
nedeni gibi görülmüş ya da gösterilmiştir. Bu olgu,
krizin ana nedeni değil tetikleyicisidir.
O hâlde bir kez daha belirtelim: Krizin nedeni
bizatihi kapitalist sistemin kendisi olurken, “tetikleyicisi”
de mali küreselleşme ve uzantıları olmuştur!
“Bu kriz son mu, dönüştüren” mi? Vurgunuza
gelince, kapitalizmin sonunu ekmek ve özgürlük için
“Başka bir dünya mümkün” şiarıyla mücadele eden
insanların devrimci mücadelesi yaratabilir…
Hiçbir kriz, ne denli büyük ve yıkıcı olursa
olsun, kapitalizmin “sonu”nu getirmez; sadece bu iğrenç
sistemin aşılabileceği tarihsel imkân ve zeminleri sunar
insanlara…
Yani insanlığın tarihini, krizler değil; krizlerin
sunduğu imkânlar (ve elbette tehlikeler) zemininde, kendi
tarihini yaratma cüreti ile varedilen yükselen toplumsal
mücadele ve isyanlar yaratır…
Bu vurgunun altını özenle çizerek bir kez daha
anımsatalım:
Ekonomi bunalımı derinleşmekte ve
dünya ekonomilerinin tümüne yayılmaktayken
krizin atlatılması konusunda herkes iyimser değil!
Kötümserlerin başını spekülatif hareketler ustası Soros
çekiyor. Soros’a göre “krizin henüz ortasındayız”. IMF
Genel Direktörü Dominique Strauss-Kahn da krizin
sona ermesi konusunda iyimser görünmüyor. IMF
başkanına göre krizden bazı finans kuruluşları yakın
gelecekte ağır yara alacak. Açıkça söylediği ise şu:
“Kriz yakın gelecekte daha beter duruma gelecek!”
Ve de bunalımla boğuşmak kolay olmayacak!
KRİZ: İMKÂN (VE TEHLİKE)!
3-) Krizin siyasal ve sosyal sonuçları neler
olabilir?
Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu’nun deyişiyle,
“Yaşanan kriz, kapitalist küreselleşmenin ilk ciddi
krizidir. 1929’dakiyle kıyaslanabilir ancak. Çünkü daha
önce görülen gerek Asya krizi gerek 2001’deki krizlerin
32
hepsi yerel boyutlarda kaldı. Tek bir müdahale ile
giderilebildi. Yıllardan sonra ilk kez ABD’de başlamak
üzere Avrupa, Rusya, hatta Çin’e kadar tüm aktörlere
uzanan bir kriz söz konusu”dur.
Bu nedenle krizle gelen(ler)in birçok ekonomipolitik sonucunun olması kaçınılmaz.
Örneğin bunların ilki, ekonomiye ilişkin olarak
öne çıka(rtıla)n devlet merkezli müdahaledir.
Şu ana dek görüldüğü üzere
Kriz Batı’ya doğru kayarken batan şirketler
ancak hükümet eliyle kurtarılabiliyor!
ABD kaynaklı kredi sıkışıklığı, Avrupa’ya da
sıçradı. Belçika-Hollanda merkezli Fortis, Benelüks
ülkelerinin müdahalesiyle kurtarıldı. İngiltere’de B&B
devletleştirildi. Almanya ve İskandinavya’daki bazı
bankalar da zor durumda.
Söz konusu tabloda bazı banka ve şirketler
devletleştirildi, krizin etkisini azaltmak için piyasalar
fonlandı. Şimdiye kadar serbest bırakılan ve tu kaka
ilan edilen piyasaya müdahale adına ne varsa yapıldı.
Ya da Prof. Dr. Hurşit Güneş’in ifadesiyle,
“Bu kriz dünyada… önemli sonuçlar doğuracak.
Kapitalizm, müdahale edilmediği takdirde varlıkların
değer artışı ve sermayeyle orantılı olmayan risklerin
sürdürülemeyeceğini ortaya koydu.”
Mesela “serbest piyasa”nın anavatanı
ABD’de 1930’larda devlet desteğiyle kurulan, sonra
özelleştirilen KİT’ler, şimdi 2008 de yine devlet eliyle
kurtarılıyor.
Mali sistemini ayakta tutmak için 700 milyar
dolarlık ‘Kurtarma Planı’ açıklayan ABD, Almanya,
Japonya ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelerin de benzer
planlar uygulamasını istiyor. Hazine Bakanı Paulson
“Bu ülkelerdeki arkadaşlarımdan de gerektiğinde aynı
önlemleri almalarını istiyorum,” dedi.
Fortis’i, Hollanda ve Lüksemburg’la birlikte
11.2 milyar avroya kısmen kamulaştırarak kurtaran
Belçika, Dexia’ya da el attı. Sermaye sıkıntısı çeken
bankaya Belçika ve Fransa 3’er milyar, Lüksemburg da
376 milyon avro aktardı.
‘Financial Times’ın da belirttiği gibi, “ABD’de
bazı şirketlerin devletleştirilmesiyle birlikte finans
kuralları değişti.”[9]
Bununla ilgili olarak belirtelim: Yakın günlere
kadar, insan hakları, emperyal işgaller, savaşlar,
piyasalar... üzerinden gidişi anlatmaya yönelik
vurgulamalarında, “vahşi kapitalizm, emperyal çıkarlar,
kirli piyasalar düzeni, kanlı petrolün önlenemez
yükselişi... türünden ideolojik kavramları kullananlara
“dinozorlar damgasını vurmakla yetinmez, uzaylılarmış
gibi müstehzi gülümserlerdi…
Fransa’nın sağcı lideri Sarkozy “vahşi kapitalizm
suçlamasını yapmakla yetinmiyor, piyasaların böyle
serbest, başıbozuk bırakılamayacağının altını çizerek,
AB büyüklerinin siyasi liderlerini denetleyici, kamusal
önlemler için acil toplantıya çağırıyor. ABD Başkanı
Bush, meclisten dönen 700 milyon dolarlık kamu
destekli kurtarma operasyonunun ardından piyasaların
kaybı bir gecede 1.1 trilyon doları bulunca, ufak
rötuşlarla aynı paketin geçirilebilmesinin anahtarı
olarak bu yıkımı kullanıyor... “Battık, kapitalizmin en
kara günü... vurgulamalarının bini bir para...
ABD’de mortgage piyasasında ortaya çıkan ve
küreselleşen kriz, beraberinde bitmeyen bir tartışmayı
da tekrar gündeme getirdi. “Serbest piyasa” efsanesi
çöküyor mu?.. Bu tartışmayı merkez bankalarının
likidite yönetimi ile başlayan müdahalelerinin, sonunda
şirket ve batık kurtarmaya dönüşmesi yarattı.
Amerikan Hazinesi ve FED, 2008 Mart’ında
Bear Stearns ve JP Morgan’ın birleşmesine 29 milyar
dolarlık destekte bulundu. Ardından mortgage devleri
Fannie Mae ve Freddie Mac kurtardı. Merrill Lynch’in
Bank of America tarafından yaklaşık 50 milyar dolara
satın alınmasında “yönlendirici” oldu. Zor durumdaki
AIG’nin FED’den 40 milyar dolarlık kredi istediği
henüz karşılanmış değil ancak New York Eyaleti
AIG’nin iştiraklerinden 20 milyar dolar kullanmasına
izin verdi.
Avrupa’da da iflaslara izin verilmedi. İngiltere’de
Northern Rock devlet tarafından kurtarıldı. Şimdi
finans kuruluşlarının oluşturduğu fonların yanı sıra
Amerikan Tasarruf ve Sigorta Mevduatı Fonu FDIC
devreye giriyor. Ancak ABD’de 10 büyük bankanın,
Lehman iflasının etkilerinin azaltılmak için kurduğu
70-100 milyar dolarlık acil fon havuzu için kredi
musluklarını açan FED ve ABD Hazinesi, FDIC’in
kredi fon talebini de karşılamak durumunda.
Dolayısıyla kamu otoritesi, krizin göbeğinde
“düzenleyici” olmaktan çıkmış, “kurtarıcı” olmuş
durumda. Ancak, teorinin vaazına göre(?!), “serbest
piyasa”da “çürüklerin ayıklanmasına” izin verilmesi
gerekiyordu...
Bu konuda Hürriyet yazarı Ege Cansen’in,
“Serbest piyasa ekonomisi ‘her koyun kendi bacağından
asılır’ gibi tanımlanıyorsa, bunun içinde devletçi
müdahaleler de vardır”…
Milliyet yazarı Güngör Uras’ın, “Güzel bir
deyimimiz vardır. Zor, oyunu bozar. Kapitalizm
zorlandığında, serbest piyasanın olmazsa olmaz
sayılan ilkelerine ters uygulamalar başladı. Serbest
piyasada devlet oyunun kaidelerini belirleyecek, sonra
hiç müdahale etmeyecekti”…
Eski Hazine Müsteşarı Faik Öztrak’ın, “Kriz
bugüne kadar Amerika’nın takip etmiş olduğunu
paradigmaların nasıl çöktüğünü gösteriyor”…
Milliyet yazarı Prof. Dr. Hurşit Güneş’in,
33
“Serbest piyasa zaten bir efsaneydi, hiç olmadı”…
Prof. Dr. Erinç Yeldan’ın, “Şu andaki kriz
aslında konjoktürel bir dalgalanma, bir iktisadi kaos
olmakla beraber, aynı zamanda hâkim ideolojinin,
hâkim iktisat teorisinin de birçok noktada ne kadar
yanlış çözümlemelere dayalı olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla Bu yalnızca bir iktisat krizi değil, aynı
zamanda iktisat teorisinin kuramsal bir revizyona
ihtiyacı olduğunu gösteren topyekûn bir dönüşüm.
Mevcut serbest piyasa öğretisine dayalı iktisat
öğretisi de büyük bir olasılıkla revizyona uğrayacak.
Ders kitaplarında okutulan iktisat teorileri gözden
geçirilecek”…
Eski Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel’in,
“Sistem eskisi gibi olmayacak”…
İktisatçı yazar Uğur Civelek’in, “Kapitalizm
devletleştirmeyi savunur mu? Eğer çıkarı söz konusuyla
savunur. Ama serbest piyasaya aykırıdır”…
Columbia Üniversitesi’nden Nobelli ekonomist
Joseph Stiglitz’in, “Finansal liberalizm düzmecedir”…
[10]
MIT Üniversitesi’nden siyaset bilimci Noam
Chomsky’nin, “FED’in piyasalara yaptığı daha önce hiç
görülmemiş büyüklükteki müdahale devletin kapitalist
kurumlarının demokratik olmayan karakterini bir
kez daha ortaya koydu. Bu karakteristik özelliğe
göre devlet riski ve maliyeti dağıtır, kamulaştırır,
kârı ise özelleştirir, birkaç elde toplar,”[11] dedikleri
koşullarda “ABD’den başlayarak dünyaya yayılan
krizden çıkarılacak bir diğer ders de, neo-liberalizm
ve ‘serbest piyasa’ ideolojisinin iflas etmiş olduğu ve
kârın özel çıkarlara, zararın ise halka ait olduğu bir
sistemin rezilliğinden başka bir şey değildir. 50 milyon
insanın en ufak bir sağlık güvencesinin olmadığı bir
ülkede, iş finans kapitali kurtarmaya gelince devlet
elini cebine atmaktadır. Bu ise, bizzat sermayedarların
isteği üzerine gerçekleşmektedir. Mesela AIG’ye devlet
daha baştan 85 milyar dolar yatırmıştır. Ne var ki mali
çöküş, ‘maalesef ’ kapitalizmin nihai çöküşü anlamına
da gelmez.
Son olarak belirtmek gerekir ki, ABD
saldırganlığı, bizzat kapitalist sistemin huzuru ve
refahı için girişilen bir harekâttır. Zira emperyalizm
boş yere ortaya çıkmış değildir. Kaldı ki neredeyse
bütün Avrupa ülkeleri bu saldırgan Amerika’ya kendi
askerleriyle destek vermiştir. Kapitalizmin sağa sola
saldırmadığı bir politikası çok nadiren olmuştur, bunu
bilmeyen, biraz olsun tarih okursa yeterli olacaktır.
Liberallerin hoşuna ister gitsin ister gitmesin
Marx haklıydı, ama burada Marx’ın haklı çıktığı tek
nokta, ekonomik krizlerin yapısal, yani ister devlet
isterse liberal kapitalizm olsun kapitalist sistemin
işleyişine içkin olduğunu söylemesinden başka bir
şey değildir. Ve Akalın’ın yazısını okuyunca, yani eğer
devletleştirme sosyalizmin tek ölçütü olarak görülürse,
Celal Bayar’ın ‘bu kış komünizm gelecek’ sözünün
ABD için geçerli olacağını düşünmek işten bile
değildir. Umarız ki ABD’ye ve giderek tüm dünyaya
sosyalizm elbet bir gün gelecektir, ama maalesef bu
krizle değil.”[12]
“Serbest piyasa” üzerine çekilen neo-liberal
söylevlerin nihayete erdiği; yani iflas edip, karaya
oturduğu bir güzergâhta yol alan kriz gerçeğinin ortaya
koyduğu çok önemli bir şeyi de Ergin Yıldızoğlu şöyle
dillendiriyor: “Bilmem farkında mısınız? Kapitalizm,
piyasa serbest de olsa (1920’ler 30’lar), düzenleniyor da
olsa (1950’ler ve 60’lar) eninde sonunda krize giriyor.
Ve hep aynı şarkı: Düzenlenmişse, serbestlik isteyen
çığlıklar atıyorsunuz, serbest ise düzenleme, devlet
müdahalesi istiyorsunuz.
Beyler, dediğim gibi sorun piyasada değil, hatta
sermayede de değil. Sorun bunların gereksinimlerine
uymayan insanda. İnsanlar olmasa serbest piyasa da
kapitalizm de gerçekten mükemmel sistemler... Ancak
insanlardan vazgeçmek söz konusu değil, en iyisi
insanların özelliklerine uyumlu, onlara öncelik veren
yeni bir sistem düşünmek...”[13]
Evet, yeni, yani kapitalizme alternatif bir sistem
üzerine düşünmek ve bu imkânı değerlendirmek
zorundayız; yoksa bir tehdit, tehlike eşikte..
Bu tehdit, tehlike faşizm… Almanya İçişleri
Bakanı Wolfgang Schaeuble, tüm dünyayı sarsan
ABD’deki mali krizle ilgili, 1929 ekonomik buhranının
Almanya’da Adolf Hitler’i iktidara getirdiği ve İkinci
Dünya Savaşı’nı çıkardığı uyarısı yaptı. Der Spiegel’e
konuşan Schaeuble, “1920’lerdeki küresel ekonomik
krizden, inanılmaz sonuçları olabileceğini öğrendik. O
buhranın sonucunda Adolf Hitler, dolayısıyla İkinci
Dünya Savaşı ve Auschwitz doğdu” dedi.
Faşizm tehlikesi, güncel ırkçılık/ ayrımcılıkla
somutlanırken bu konuda şu örnekleri sıralayalım:
İtalya… 1945 sonrasının en sağcı hükümetini
kuran Silvio Berlusconi, “diktatör Benito Mussolini’nin
ayak sesleri” dedirten yeni bir icraata imza atıyor:
Suçla mücadele adına kamplarda yaşayan Romanların
çocuklar dahil parmak izini alacak olması, “faşist
döneme dönüş” tepkisi yaratıyor.
Örneğin ‘Financial Times’, “İtalyan
hükümetinin yasadışı göçle mücadele adına Romanları
fişlemesi kabul edilemez,”[14] dese de; “İtalyan
yargıçları yeni yargı reformu ülkede faşist yönetim
modeline yol açar,” diye uyarsa da, “Berlusconi
hükümeti, göçmenlik ve iltica yasasını sertleştirme,
küçük suçları sert cezalarla bastıracak ve büyük
kentlere asker konuşlandırılmasını sağlayacak bir dizi
yasal düzenlemeyi meclisten geçirdi.”[15]
34
Böylece İtalya’da yeni güvenlik yasası senatoda
kabul edilirken, Özgürlükler Evi partisi üyesi ve
Senato Başkanı Maurizio Gasparri, “Sol hükümetin
iktidarsızlığı sonrasında nihayet vatandaşların
haklarının korunması yönünde tarihi bir atılım
gerçekleştirdik” yorumunda bulundu. Yeni güvenlik
yasası, yasadışı yolla İtalya’ya giriş yapan ya da oturma
izni olmayan göçmenlere suçlu muamelesi yapılmasını
öngörülüyor.
Yani İtalya’da üçüncü kez başbakan seçilen
Silvio Berlusconi’nin 1945 sonrasının en sağcı
hükümetini kurmasının ardından, “suçlu” ilan edilen
göçmenlerle mücadele için silahlı askerler sokaklara
indi. Göçmen karşıtlığını ırkçılığa vardıran hükümet
ortağı Kuzey Birliği ise, yönettiği kentlerdeki
icraatlarıyla dikkat çekiyor.
İtalya’da 4 Ağustos 2008 tarihinden itibaren
şehirlerin güvenliğinde 3 bin asker görev başı yaptı.
İçişleri Bakanı Roberto Maroni Brescia’da yaptığı
açıklamada kentlerde konumlandırılacak askerlerin
yargı polisi kimliği ile değil kentlerde hassas noktaları
gözetmek ve halkın güvenliğini sağlamak amacıyla
görev yapacağını söyledi.
Kentlerde güvenliği sağlamakla görevlendirilen
askerler konsolosluk, ticari ataşelik, dini binalar,
istasyonlar, otobüs duraklarında görev yapıyor. Verona
parklarında 3 kişiden fazla kişinin bir araya gelmesinin
cezası 500 Avro...
Ya da Milano’da 23 yaşındaki Afrikalı Abdül
Guiebre bisküvi çaldığı iddiasıyla demir çubukla
dövülerek öldürülürken Napoli’de 6 Afrikalı mafya içi
hesaplaşmanın kurbanı oldu. Polisin ırkçılık şüphesi
görmemesi ve hükümetin olayları hafife alması
tepkilere yol açtı…
Veya Parma’da Ganalı bir öğrenci, polis
tarafından dövüldüğü ve hakarete uğradığı iddiası ile
Parma Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu…
Özetle Famiglia Cristiana dergisi, Berlusconi
hükümetinin uygulamalarına ad koydu: “Faşizm yeniden
doğuyor”!
Avusturya… Erken seçim sandığından aşırı
sağ çıktı. Özgürlük Partisi yedi puan artışla yüzde 18
oranında oy alırken, Haider’in partisi de oylarını üçe
katlayıp yüzde 11’e ulaştı!
İsviçre…Milliyetçiler, minare inşaatının
yasaklanmasının halkoyuna sunulması için gerekli
imzayı topladı. Oluşturulan girişim komitesinin
eşbaşkanı Ulrich Schlueer, referandum için gereken 100
bin imzayı geçtiklerini ve 103 bin imza topladıklarını
açıkladı!
İspanya… José Luis Rodriguez Zapatero
hükümeti, 2.2 milyon yasal göçmeni ülkelerine
yollamak için teşvik paketi hazırladı!
Almanya… Medya haberlerine göre aşırı
sağcılar askeri derneklerde aktif olarak çalışıyor…
Aralarında 31 general ile 100 albayın da olduğu
bu subaylar, şimdiki Alman ordusunun temelini
oluşturmuştu. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin
Batılı müttefikleri ve dönemin Başbakanı Konrad
Adenauer ise Alman ordusunun kısa sürede 500 bin
askere başka türlü ulaşamayacağını düşünerek bazı
Nazi subaylarını aklama yoluna gitmişlerdi!
Alman vatandaşı olmak isteyen yabancılar
1 Eylül 2008’den itibaren yeni vatandaşlık sınavına
tabi tutulmaya başlandı. Sınavda rasgele sorulacak
33 soru arasından en az 17’sini doğru bilenler sınavı
kazanmış olacak. Ancak… Almanların çoğu, vatandaş
olmak isteyen yabancılar için 1 Eylül 2008’den
itibaren uygulanacak sınavdan “çaktı”. Medyanın
sokak anketlerinde halkın çoğu, sorulara doğru yanıt
veremedi!
İngiltere… Londra Belediye Başkanı Boris
Johnson, Metropolitan Polis Teşkilâtı içindeki azınlık
mensubu polislerin ırkçılığa maruz kaldığını açıkladı!
İsveç… Stockholm’ün 250 kilometre
kuzeyindeki Strömsund’da bir apartmanın alt katında
bulunan mescit yakıldı!
Amerika… Halkın yarısına yakın bir bölümü,
ırklar arası ilişkilerin kötü olduğunu düşünüyor. Yeni
yayımlanan bir araştırma, her 10 Amerikalıdan 3’ünün,
ırkçı önyargılarını kabul ettiğini gösteriyor!
ABD’de Kansas Üniversitesi’nde yapılan bir
araştırmaya göre, çocukların siyasetteki ırk ve cinsiyet
ayrımcılığı konusundaki önyargıların farkında olduğu
ortaya çıktı!
Evet, somut örneklerdeki ırkçı/ayrımcılığın,
krizle faşizme tahvil olması gündemdeki soru(n)lardan
birisidir…
KRİZ VE TETİKLEYİCİLERİ
4-) Bu Krizin patlamasına yol açan en esaslı
faktörün, “Irak ve Afganistan işgalleri” olduğuna dair
görüşlere katılıyor musunuz?
Krizin nedeni kapitalist üretimin anarşik
yapısına mündemiçken, Afganistan ve Irak işgalleriyle bu
ülkelerdeki işgal karşıtı militan direnişler krizi tetikleyen,
ağırlaştıran faktörlerden birisi olmuştur.
Örneğin Kanada’da muhalifleri tarafından
ABD Başkanı George Bush’un “kopyası” olmakla
suçlanan Başbakan Stephen Harper’in, muhalefette
olduğu sırada, ülkesinin Irak’a asker göndererek
ABD’nin Irak Savaşı’na destek vermesini istemesinin
“hata” olduğunu dillendirdiği; ya da Burak Çınar’ın
“ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından bu ülkedeki
35
hedefleri tutmadı,” diye betimlediği güncel açmazla yüz
yüze olan ABD hegemonyası ekonomik alanla sınırlı
değildir. Saddam’ın devrilerek Irak’ın işgal edilmesi,
dünyaya nizam vermeyi kafasına koyan ABD’nin ve
ortaklarının en çarpıcı müdahalesiydi…
Bu bağlamda da Irak’ın işgali, hem bir başlangıç
hem bir sondu. Vietnam’da 40 yıl önce olduğu gibi
ABD küçük ve yoksul bir ülkedeki direnişle başa
çıkamadı. Siyasi olarak, ekonomik olarak, askeri olarak
büyük sorunlarla yüz yüze geldi.
Bu
noktaya
ulaşılmasında
elbette
Afganistan’daki işgal karşıtı direnişin rolü “es”
geçilmemeli!
“Yorumsuz” olarak gazete sayfalarına yansıyan
haberleri aktartıyorum:
* Financial Times: “NATO Afganistan’da
kazanmıyor; ülke bir kez daha, neredeyse sınırsız
uyuşturucu geliriyle varlığını sürdüren çökmüş bir
devlet ve küresel cihatçılar için bir sığınak hâline
gelme tehlikesiyle karşı karşıya”![16]
* Ceyda Karan: “ABD liderliğindeki
uluslararası güçler Afganistan’da Taliban’a karşı yedi
yıldır savaş veriyor ama bu savaşı hiç bir zaman
kazanamayacaklar”![17]
* The New York Times: “NATO’nun
Afganistan’da uğradığı saldırılar bu hızla artarsa savaş
kaybedilecek. Batı yanlısı Afgan hükümetinin merkezi
giderek kuşatılıyor”![18]
* Kuds ül Arabi: “Taliban Afganistan’da
giderek daha fazla güçleniyor. Terörle savaşın
Müslümanlara karşı olduğu algısı değişmezse Batı
Kâbil’i kaybedecek”![19]
* The Guardian: “Afganistan’daki savaş hiç de
kazanılmaya yakın durmuyor. Taliban’la konuşmayı
da içeren sarih bir karşı-isyan stratejisi ve merkezine
yardımı koyan bir operasyon olmazsa, Afganistan
pekâla Irak’ın yolundan gidebilir”![20]
* Afganistan’da 2001 sonundaki ABD işgaline
rağmen dirilen Taliban karşısında, Britanya’nın en
üst düzey askeri yetkilisi Tuğgeneral Mark CarletonSmith pes etti… Carleton-Smith, kesin askeri
zaferin mümkün olmadığı vurgusuyla,“Bu savaşı
kazanamayacağız” dedi![21]
* Ve nihayet Afganistan’da Taliban’ın dirilerek
ülkenin yarısını ele geçirmesinin ardından hükmü
sadece Kâbil’de geçen Devlet Başkanı Hamid Karzai,
barış için Suudi kralından ricacı oldu![22]
Yani Afganistan’da da işler Irak’taki üzere,
ABD emperyalizminin öngörmediği direniş gerçeğinin
sarsıcılığıyla yüz yüzedir…
ABD emperyalizminin (NATO’suyla)
Afganistan’da yaşadığı açmaz, işgalin Pakistan’a
taşınmasını devreye sokmuştur!
Örneğin, Simon Tisdall’ın, “Bush’un ABD
özel kuvvetlerine Pakistan içinde saldırı düzenleme
emri üzerine Afganistan’daki savaşın bu ülkeye de
sıçraması, parçalayıcı bir iç savaş tehlikesi yaratır,”[23]
ya da ‘The Boston Globe’un, “Taliban’ı Pakistan’da
vurmak da bumerang etkisi yaratır,”[24] uyarılarına
karşın; ‘The Washington Post’un, “ABD ve NATO’nun
Taliban saldırılarının arttığı Afganistan’da asker
artırmasının anlamı yok. Zira, militanların üslendiği
yer Pakistan’dır,”[25] vurgusuyla hedef gösterdiği
koşullarda, Saad Muhyu tabloyu şöyle resmediyor:
“Bush yönetiminin Afganistan’ı kurtarmak için
Pakistan topraklarında operasyon düzenlemeye
kalkışması, bu ülkedeki köktenciler için bir hediye.
ABD tavuk kızartırken bütün evi yakan bir adam gibi
davranıyor”![26]
Yani Bush yönetimi 11 Eylül’ün yedinci
yıldönümünde Afganistan’daki savaşı Pakistan’a
taşıyor. ‘New York Times’, Bush’un özel kuvvetlere
Pakistan içinde kara operasyonu düzenleme emri
verdiğini duyurdu. Mullen, Pakistan’ı kapsayan yeni
strateji uyguladıklarını söyledi!
Bush ve Oramiral Mullen, Afganistan’ın
komşusunu yeni cephe olarak gösterirken;
Afganistan’daki “terörle savaşı” kazanamadıklarını
itiraf eden ABD Genelkurmay Başkanı, Pakistan
sınırında yeni bir strateji geliştirdiklerini kaydetti.
Bush’un Pakistan’da kara operasyonları yapılması için
emir verdiği belirtildi.
Bunlar da böyle olunca: ABD’nin
Afganistan’daki savaşını Pakistan’a taşıma çabalarıyla
İslâmabad-Washington hattı gerilmişken sonunda
Amerikan güçlerinin sınırötesi operasyonları çatışmaya
dönüştü.
Bush’un Afganistan’daki savaşı komşu
Pakistan’a yayacak şekilde Amerikan ordusuna bu ülke
hükümetinden habersiz operasyon yapma talimatının
ardından, iki taraf karşı karşıya gelirken; Afganistan’dan
Pakistan’a girmeye çalışan Amerikan helikopterleri,
ateş açılınca geri çekildi…
Tam da bu noktada Müşerref ’in yerine Asıf
Ali Zerdari oturtuldu.
“Hiçbir siyasi başarısına tanık olunmayan ve
yolsuzlukla anılan Pakistan devlet başkanı Zerdari’nin
misyonu demokrasiyi güçlendirmek değil, ABD’ye
yardım etmek...”
Yani ABD’nin Afganistan’daki savaşı aşiret
bölgeleri nedeniyle Pakistan’a yayma kararıyla
İslâmabad’daki tablo değişiyor. Devlet Başkanlığı’na
ABD yanlısı Zerdari’nin seçilmesiyle Bush yönetiminin
strateji değişikliği önündeki en büyük engeli teşkil eden
Pakistan ordusu ve ‘devlet içinde devlet’ diye anılan
ünlü istihbarat servesi ISI’de değişikliğe gidiliyor!
36
oluyor!
Yani Pakistan, ABD’nin “yeni” müdahale alanı
“Lübnan, Irak ve Afganistan olmak üzere
bölgenin pek çok yerinde denenen ve henüz tatmin
edici bir sonuç vermeyen yapılandırma çalışmaları
şimdilik Pakistan’a kaymış görünüyor. Pakistan’ın
istikrara kavuşması, Amerikan seçimleri bağlamında
yeni bir yönetimin işbaşına gelmesi ve farklı bir süreç
başlatmasıyla yakından ilgili…
Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Saud el
Faysal’ın ‘ABD’nin dünyanın herhangi bir yerinde
yaşamış olduğu sorunu çözmeye çalışırken iki
sorun birden yaratıyor’ sözü Amerikan yönetiminin
başta Pakistan olmak üzere tüm kriz bölgelerinde
içinde bulunduğu çıkmazı açık bir şekilde
özetlemektedir.”[27]
Mevcut krizle bu eğilim, ya da çıkmaz/ açmaz
daha da güçlenecek!
Ayrıca şurası da unutulmamalıdır ki uluslararası
kriz, ABD’nin Irak’ı işgali ile başlayan Amerikan
hegemonyasına tepki sürecini de bir anda hızlandırdı.
Zaten XXI. yüzyılın başından beri, Batılı
ülkelerin kendi insan hakları algılayışlarını diğer
ülkelere de empoze etme çabaları ve demokrasiyi
güvenliğin ve refahın en iyi garantisi olarak gösterme
çabaları tartışılmaya başlanmıştı. Gelişmekte
olan ülkeler özellikle de Asya ülkeleri farklı bir
modernleşme stili uygulamaya başlamışlardı. Başta
Afrika ülkeleri olmak üzere üçüncü dünya ülkeleri
küreselleşmenin kendilerine uğramadığını, kalkınma
için verilen sözlerin yerine getirilmediğini sıklıkla
dile getiriyorlardı. Küreselleşmenin nimetlerinden en
fazla yararlanan Çin, Rusya ile ittifak yaparak oyunun
kurallarının yalnız Batı tarafından oluşturulmasına
itiraz etmeye başlamıştı. Finans krizinin en çok
etkilediği Wall Street’e birkaç kilometre uzaktaki BM
Genel Merkezi’nde düzenlenen 63. genel kurul açılış
oturumunda seslendirilen düşünceler ise çok kutuplu
bir dünyanın yeniden doğmaya başladığının işareti
oldu.
Almanya Başbakanı Angela Merkel, ABD
yönetimini, “kredilendirme ve kredi ticareti ile ilgili
uluslararası kuralları yasalaştırmayı uzun süre ihmal
etmekle suçladı.
Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula
da Silva ise üstüne basa basa uluslararası finans
kurumlarını yeniden inşa etme zamanı geldiğini
söyledi, “Bu kurumların artık spekülasyon anarşisini
önleyecek ne otoriteleri var, ne de araçları,” dedi,
“Madem bu kriz küresel nitelik taşıyor, çözümü de
küresel olmalı, önlemler dayatma olmadan çok taraflı
ve meşru çerçevede belirlenmeli,” diye ekledi.
AB Dönem Başkanı sıfatıyla Fransa
Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise “Gelin, bu
çılgın sistemin yerine düzgün ve düzene sokulmuş
bir kapitalizm yaratalım. Gelin, daha yüksek ücretler,
daha yüklü primler için halkın tasarruflarını tehlikeye
atan mali şirketlerin yöneticilerini cezalandıralım.
Gelin, finansal kapitalizme ahlâk kazandıralım,” diye
konuştu.
Peki dünya nasıl bir çok kutuplu düzene doğru
gidiyor?
Bakın bu konuda ‘Le Monde’ gazetesinin 25
Eylül 2008 tarihli başyazısı ne diyor: “Çok kutuplu
bu dünya ne yazık ki henüz düzen vaat etmiyor,
aksine anarşik bir yapısı var. Hemen hemen hiçbir
uluslararası kurum görevini layıkıyla yapamıyor. Dünya
Bankası, İMF ve DTÖ gibi kurumların işlevselliği
sorgulanıyor. Buna karşılık ikili ittifaklar gündeme
geliyor. Rusya Latin Amerika ülkeleri ile, Çin ise
Afrika ülkeleri ile yeni ortaklıklar yeni işbirlikleri
oluşturmaya çalışıyor. Hemen hemen herkes kendi
yeni kurallarını oluşturmaya çalışıyor. Şurası kesin ki,
var olan düzensizlik ortamından yeni dengeler ortaya
çıkıyor...”
Çıkacak da…
“NASIL”I MEÇHUL “ÇOK KUTUPLU”
BİR DÜNYAYA DOĞRU!
5-) Kriz, AB ile ABD arasında ne gibi siyaset
değişikliğine yol açabilir?
Samir Amin’in, “Kapitalist yayılmanın ortaya
çıkardığı yıkıcılık, onun yapıcı-yaratıcı sonuçlarının
önüne geçmiş durumda,” diye formüle ettiği
koordinatlarda, uluslararası ilişkiler de dahil olmak
üzere kriz her şeyi ayrıştırarak, yeniden saflaştırıyor…
Örneği birleşemeyen AB, iç çelişkilerle
çatırdıyor…
Bu konuda ‘Le Monde’, “Dünyanın en büyük
ekonomik gücü olan Avrupa krizde dağınık hareket
ederek kötü bir tablo çiziyor,”[28] derken ‘The Guardian’
da ekliyor: “Finans krizi hükümetleri eski kuralları
bırakıp müdahaleye zorlarken, AB’nin Hindistan ve
Çin’i de kapsayan yeni sistem çağrısı mantıklı”![29]
AB’nin söz konusu yönelişi, ABD’yi
“öteleyerek”, tartışmaya açan bir tutum olması
bağlamında önemlidir…
Bu arada, “Rusya ve Çin yükselirken Latin
Amerika’nın da giderek ‘bağımsızlaşması’nın tek
kutuplu Amerikan dünyasının değişmekte olduğunun
göstergesi”[30] olduğuna dikkat çeken Ahmed Amrabi
de haksız sayılmaz…
Kriz ABD merkezli “YDD”yi geride bırakırken,
çok kutuplu bir çelişki(ler) dünyasına yöneliyor…
37
Zaten bir süredir de, somut verilerin anlattığı buydu,
böyleydi, şöyle ki:
Dünya ihraç pazarlarının yüzde 56’sına sahip
olan Kuzey Amerika ve Avrupa, üretimlerinin yüzde
70’ini kendi “iç pazarlarında” satıyor. Gelişmiş Kuzey
Amerika ve Avrupa’nın ihtiyaç duydukları enerji ve
hammadde Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika’da... Asya
ise yükselen üretici güç ve onun da hammaddeye
ihtiyacı var.
Dünya Ticaret Örgütü 2006 verilerine göre,
12 trilyon dolara yaklaşan dünya ticaretinin coğrafi
dağılımında, gelişmiş Avrupa’nın yüzde 42, Kuzey
Amerika’nın da yüzde 14 dolayında olmak üzere
toplam yüzde 56 payı olduğu görülüyor. Kalan pazarın
yüzde 28’e yakını Asya’ya ait, G. Amerika ve BDT
toplamda yüzde 3.6’lık pay alıyorlar ve Ortadoğu
yüzde 5.5, Afrika yüzde 3.1 paya sahip…
Özellikle 1990 sonrası dünya ihraç
pazarlarındaki genişleme olağanüstü boyutlara
ulaştı. Kısa adı WTO (DTÖ) olan Dünya Ticaret
Örgütü’nün verilerine göre, küreselleşme rüzgârının
hızlanması öncesinde, örneğin 1983’te henüz 2 trilyon
doları bulmayan dünya mal ticareti, 1993’e gelindiğinde
yüzde 100 artışla 3.7 trilyon dolara yaklaştı. Sonraki
10 yılda yani 1993’ten 2003’e kadar ise yine yüzde 100
artarak 73 trilyon doları aştı. 2003-2006 döneminin
artışı ise olağanüstüydü ve yüzde 60 artışla dünya
pazarı 11.8 trilyon dolara ulaştı.
1990 sonrasının dünya kapitalizminin bu
enine ve boyuna, derinliğine büyümesinde birçok
etken rol oynadı. “Duvarın yıkılması” ve içe dönük
Varşova Paktı bloğunun (Eski SSCB ve Doğu Avrupa)
dünya pazarlarına entegre olması bu etkenlerin
en önemlilerinden biriyken, Asya’da Çin’in dünya
kapitalizmine kendine özgü entegrasyonu, bunu
diğer Asya ülkeleri ve Hindistan’ın izlemesi, her yıl
yüzde 10’ları bulan büyüme oranlarına ulaşması, mal
ticaretine de olağanüstü bir ivme kazandırdı…
Tüm bunların yanı başında bölgeler arasında
eksen kayması ya da güç dağılımının değişimi, çokuluslu
şirketlerin (ÇUŞ) ülkesel dağılımında da gözleniyordu.
Özellikle ABD’de başgösteren ve tüm dünyada farklı
ağırlıklarda hissedilen global kriz, dağılımın ülkesel
boyutunu etkilemeye yetti ve sadece 2007 yılında
‘Financial Times’ın belirlediği 500 devin ait oldukları
ülke dağılımı ciddi bir değişim gösterdi. Türkiye’den,
potansiyeli olmasına karşın Koç Grubu’nun bile
giremediği dünyanın ilk 500 firması sıralamasında,
global krizi en derinden yaşayan ABD önemli
performans kaybına uğradı. 2007 Mart döneminde
500 firmanın 210’u Kuzey Amerika menşeli iken
2008 Mart’ında bu sayının 196’ya düştüğü görüldü.
Bu bölgede ABD’li ÇUŞ’ların (çokuluslu şirketler)
sayısı 183’ten 168’e indi ve ABD şirketleri ilk 5’teki
yerlerini koruyamadılar.
FT-500 içinde AB üyesi 8 ülkenin firma
sayısı 2007’nin ilk çeyreğinde 134 iken 2008’in ilk
çeyreğinde 130’a düştü. Bir yılda İngiltere, ilk 500’e 4
firma daha az sokabildi.
Amerika ve Avrupa’daki performans düşüşüne
karşılık Asyalı ÇUŞ sayısı 55’ten 95’e çıkarak patlama
yaptı. Asya’da, Japonya 10 firma kayba uğrarken Çin,
ÇUŞ sayısını 12’den 38’e çıkararak tüm dikkatleri
üzerine topladı. Rusya da firma sayısını 8’den 13’e
çıkardı. Hindistan’ın ilk 500 içindeki firma sayısı 8’den
13’e çıktı. Dünyanın en büyük 500 firma sıralamasında
ilk 5, bir yılda değişti. ABD orijinli Exxon Mobil
şirket değer olarak kayba uğramasına rağmen ilk sırayı
korudu, ancak ABD şirketleri yerlerini Çin, Rusya ve
Brezilya gibi yeni emperyal güçlerin firmalarına terk
etti. 2007’de sıralamada ilk 5’e giren GE, Microsoft,
Shell ve AT&T’nin yerini Asya’dan Petro China,
Gazprom, Petrobas Brazil ve China Mobile aldı…
Bu eşitsiz gelişim tablosundaki ana figürü
Seumas Milne, “ABD’nin tek kutuplu günleri bitti,”[31]
diye ifade ederken; yeni emperyal güç denkleminde
AB’cilik, ABD’cilik, Rusya’cılık “senaryoları” şimdiden
tedavüle girmiş görünüyor..
Kishore Mahbubani’nin, “AB’nin dünyadaki
konumuna dair paradoks, birliğin hem bir dev hem de
bir cüce olması,”[32] saptamasının göz ardı edilmemesi
gerekirken; tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru
seyreden dünya siyaseti, her tür ekonomik ve politik
kurumu da etkileyecek. IMF’den Dünya Bankası,
Dünya Ticaret Örgütü’ne, NATO’sundan AB’sine
kadar tüm kurumlarda yeni emperyal güç denkleminin
ağırlığı hissedilecek.
Rusya-Gürcistan savaşı dünya açısından
önemli bir kilometretaşı. Yaygın görüş; dünya, bir
yanında ABD ve AB’nin diğer yanında ise Rusya, Çin
ve İran’ın yer aldığı yeni bir “iki kutuplu dünya düzeni”
ile karşı karşıya... Ne kadar doğru?
Önümüzdeki fotoğrafı “iki kutupluluk”
açıklamıyor. Rusya-Gürcistan gerilimi, ABD’ye
dünyaya hükmetme kapasitesinin sınırlı ve zayıflamakta
olduğunu ve dünyanın tek ve mutlak belirleyici gücü
olmadığını hatırlattı.
Yeni olan şu: Rusya sahneye çıktı ve küresel
müdahaleci bir güç olduğunu ilan etti. Diyebiliriz ki,
bugün AB-Rusya çelişkisinin ve AB-ABD işbirliğinin
karakteri değişmiştir. AB, ABD ve Rusya, artık çeşitli
düzeylerde “hem hasım, hem hısım” ilişkisi olan
emperyal güçler...
Ahmed Amrabi’nin, “ABD’nin teröre yönelik
evrensel savaşı ne zaman sona erecek? Bu soru
yanıtlanamıyor. Çünkü belirli bir mekân ve zamanla
38
sınırlanmış değil,”[33] uyarısına; Richard Haass’ın,
“Amerikan hâkimiyetinin yerini ne alacak?” [34]
sorusunun eşlik ettiği verili tablo nasıl okunmalı” mı?
“Sonuç olarak, bugün, ‘iki kutuplu’, ‘soğuk
savaş’ gibi, kampları belli, ittifakları sağlam bir dünya
şekillenmiyor. Büyük güçler arasında giderek kızışan
rekabette etnik ayrılıkçılıkları kışkırtarak rakibini
zayıflatma stratejilerinin kolaylıkla demokratikleştirme
fantezilerine sarılarak devreye sokulabildiği, küçük
devletlerin büyüklerini hedef alan provokasyonlarda
kolaylıkla harcanabildiği bir dünya söz konusu”dur[35]
artık karşımızda olan…
Bu tabloda da ABD her şeye karşın terörist
kovboyluktan kolay kolay vazgeçmeyecektir!
Nasıl mı?
ABD Savunma Bakanı Robert Gates, yeni
strateji belgesini açıklarken, Irak ve Afganistan’dan
öğrendikleri dersler ışığında, konvansiyonel savaş
donanımı yerine “sıradışı ve asimetrik” savaşa yönelik
hazırlıklarını arttırmaları gerektiğini söyledi!
Gelecek “belirsizlikleri”yle büyük çatışmalara
gebedir!
MANİFESTO’NUN
YENİDEN!
SOSYALİZMİ:
6-) Krizin kaynaklandığı sistemse, bu sisteme
karşı bir alternatifiniz var mı?
Ona ne şüphe… Elbette, Manifesto’nun
sosyalizmi…
Metin Cengiz’in ifadesiyle, “Dün olduğu gibi
bugün de Marksizm, her türlü düşüncenin, felsefenin,
ideolojinin kendisine çekidüzen verdiği bir mihenk
taşıdır…
Şurası gerçek ki, düşmanlarına göre de, dünya
durdukça Marksizm’in söyleyeceği çok şey vardır…
”[36]
Kolay mı?
‘Komünist Partisi Manifestosu’ sadece karnı
açlara değil, aynı zamanda mutsuzluk içinde çırpınan
gözü açlara da yaşanılacak bir dünya sunmaktadır…
Manifesto’nun “Proleterlerin zincirlerinden
başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Oysa kazanacakları
koskoca bir dünya vardır” cümlesi, tam da bu enerjiye
işarete etmektedir. Bu, basit bir “kölelikten kurtulma”
değil, fakat insanlığın uçsuz bucaksız özgürlüğünün
ve yaratıcılığının harekete geçirilmesi olayıdır. Marx’ı
ve Komünist Partisi Manifesto’sunu bugün hâlâ
gündemde tutan tılısım nedir? Var mıdır insanlık
tarihinin bu kadar kısa süre içinde bu derece etkili
olmuş bir başka düşün adamı ve manifestosu?
Marx’ın esas başarısının sadece sömürünün
ifadesi olan artı-değeri keşfetmesi olarak düşünülür.
Hâlbuki Marx’ın asıl keşfi, çıplak emeğinden başka
hiçbir şeyi olmayan proletaryanın, kapitalist düzeni
önünde sonunda yıkmak zorunda kalacağı ve kendisini
özgürleştirirken aynı zamanda bütün insanlığı da
kurtuluşa götüreceği fikridir. Bu buluş, sosyolojinin
bütün tarihini de altüst eder.
Bilim insanları Marx’tan önce de sınıfların
varlığını keşfetmişlerdi; emek, kâr ve sömürü de
biliniyordu; bilinmeyen, işçi sınıfının kendisini
kurtarırken bütün insanlığı da kurtaracak olgunluğa
ve misyona sahip olduğuydu. İşte bu buluş, düşünsel
anlamda olağanüstü bir devrimdi ve bu açıdan sosyal
bilimlerin de doruğuydu. Çünkü bu saptama, aynı
zamanda yeni bir dünyanın kuruluşuna da işaret
ediyordu. Devrimler sadece yıkmak değildir, aynı
zamanda topluma, insanlığa ve içinde yaşadığımız
çevreye yeni bir dünya sunmasıdır. Bu açıdan
Manifesto, sadece bugünü eleştirmekle kalmaz aynı
zamandan geleceğe de işaret eder. Hem bugünü tarif
ederek uyarır, hem de insanlığa geleceğin ‘özgürlükler
dünyası’nı sunar.
Manifesto’nun her cümlesi, insanlık tarihinin
köklerinden gelen bir gelenekten filizlenir. Sınıfsız
toplum ideali,toplumların sınıflara bölünmesiyle birlikte
düşlerde boy veren bir ütopyaydı. Kökleri ta Sümer’e,
Orta Asya komüncülüğüne, Mazdek[37] öğretisine,
antikçağ komünizmine, ortaçağ ütopyacılığına ve
ütopik sosyalizme kadar uzanır. Bugün yaşadığımız
çağda sömürüye, baskıya, zulme, aşağılamaya ve
eşitsizliğe karşı çıkan her insanın ilk başvuru kaynağı
Marx ve onun Komünist Manifesto’sunda dile gelen
öğretisidir. Bugün devrimci ve ilericilik adına ne
yapılıyorsa; insanlık, doğa ve gelişmeden yana ne varsa,
istisnasız hepsinin kökeninde gene Marx’ın engin
öğretisinin izleri vardır. Ezilenlerin pratiği, ancak
Komünist Partisi Manifestosu’nda dile gelen öğreti
sayesinde yolunu bulabilmektedir; bu arada öğreti
de ezilenlerin sınırsız enerjisinde maddi bir güce
dönüşmektedir.
Marx kapitalizmin gelişimini, diyalektiğe
başvurarak, kendi içindeki zıtlıklarıyla açıklar.
“Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim
ilişkilerini ve bunlarla birlikte toplumun bütün
ilişkilerini sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz...
Üretimin durmadan altüst olması, bütün toplumsal
koşulların aralıksız sarsılması ve sonu gelmez bir
belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını daha önceki
bütün çağlardan ayırır. Bütün kemikleşmiş, donmuş
ilişkiler, arkaları sıra gelen eski ve saygıdeğer düşünce
ve görüşlerle birlikte silinip gidiyor, yeni oluşanlarsa
daha kemikleşmeye fırsat bulmadan eskiyor. Yerleşmiş,
kurumlaşmış ne varsa buharlaşıyor, kutsal olan her
39
şey ayaklar altına alınıyor ve sonunda insanlar, sosyal
durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine, soğukkanlılıkla
ve mantıkla bakmak zorunda kalıyorlar.”
Marx sanki içinde bulunduğumuz bugünü
tarif etmektedir. Bugün de her şey olağanüstü akışkan
hâle gelmemiş midir? Kapitalizm her şeyi henüz
tükenmeden eskitmemek midir? Araba, ev eşyası,
giysi, kültür ve sanat ürünleri ve hatta aşk bile! İnsanlık
tüketim hastalığıyla sadece eşyayı değil, aynı zamanda
insan ilişkilerini de hoyratça tüketmektedir. Henüz
eskimeden tahtını yeni olana ve sadece yeni olduğu
için, kaptırmayan hiçbir şey yok gibidir. Her şey, biz
de dahil, eşyaya dönüşmüyor muyuz? Çevremiz sürekli
‘şeyleşmiyor’ mu? Kapitalizmin tüketim budalalığı
doğayı tüketmiştir!
Kapitalist vahşetin yarattığı yıkımı en net
çizgileriyle resmeden Karl Marx ile Friedrich Engels,
insan(lar)a onun nasıl aşılacağının yolunu da ‘Komünist
Partisi Manifestosu’yla işaret eder…
1848 tarihli ‘Komünist Partisi Manifestosu’,
bütün insanlık tarihine, üretim ilişkileri ve sınıf
mücadeleleri gözüyle bakarak tarihten toplumbilime,
felsefeden ekonomiye bütün bilimlere yeni bir bakış
açısı getirdi.
Manifesto, yalnızca bilimsel bir yenilik
değildir, insanlığın sonraki gelişim yönü üstüne de
öngörülerde bulunuyordu. Buna göre kapitalizm
çağının temel çelişkisi emek-sermaye karşıtlığıydı.
Bunun sonucu olarak da çalışanlar yükselen sınıf
olarak üretim araçlarını ele geçirdiklerinde yeryüzünde
sınıf çatışmalarının bitip “herkesin yeteneği ölçüsünde
çalışıp, ihtiyacı kadarını alacağı” bir sonsuz barış ve
adalet dönemi başlayacaktı.
Günümüze dönersek, kapitalizm yüz altmış
yıl önce yalnızca çalışanları sömürüyordu. Temel
çelişki de çalışanlarla sermaye arasındaydı. Bugün
kapitalizm yalnız insanları değil, üzerinde yaşadığımız
doğayı, bütün yerküreyi sömürüyor. Gelişen teknoloji
olanaklarını da sonuna kadar kullanarak yeraltında ve
yerüstünde ne varsa, her şeyi sömürüyor. Dünyanın
geleceği, insanlığın geleceği umurunda değil. Tek
derdi dünya egemenliğini, dünyayı yok edene kadar
sürdürebilmek.
Kendi ülkesindeki çalışanlarını, sunduğu orta
sınıf hayatı ile sustururken dünyanın uzak köşelerinde
sadaka düzeyindeki ücretlerle yoksul halkları
acımasızca sömürüyor. Bilgisayar tuşlarıyla milyarlarca
doları bir anda bir ülkeden ötekine taşıyıp, bir ülkeyi
batırıp binlerce kişiyi işsiz bırakırken bir başka ülkeyi
ihya edebiliyor. Bu olanakları bütün dünya uluslarının
tepesinde bir tehdit unsuru olarak kullanıyor.
Böyle bir dünya ne kadar kalıcı olabilir?
Manifesto, bunun cevabını verebildiği için
bugün de güncel. Üstelik iletişim olanaklarıyla daha da
bilgili olması gerekirken sersemlemiş, bilinci bulanmış
insanlığın geleceği için hâlâ yolgösterici olduğu için
günceldir.
Kaldı ki Yıldırım Türker’in de işaret ettiği
üzere, “Kapitalizmin, Marx’ın 160 yıl önce yazmış
olduğu kaderinden kurtulamayıp tökezledikçe hâlâ
bir hortlaktan korkar gibi Marx’dan korkması,
Manifesto’nun hâlâ güçlü, hâlâ okunaklı olduğunun
açık kanıtı değil mi?..
Aradan geçen birbuçuk yüzyıl sonra Marx’ın
hayaletinin -ya da birden fazla olduğunu iddia eden
Derrida’ya selamla hayaletlerinin- karşısına geçip
onlara kulak vermemiz gerekiyor. Tam da şu sırada.
Kapitalizmin hoyratça vites değiştirdiği şu uğursuz
dönemde.
Bunun için Marksist olmak gerekmiyor. Hem
de hiç şart değil. Ama sürekli bir değişimi, dönüşümü
öngören ve kendisi de farklı okumalara sonsuza dek açık
bir metin olarak okumak gerekiyor Marx’ı. Değil mi ki
Derrida’nın sözleriyle, ‘yeni bir dünya düzensizliğinin
yeni-kapitalizmini ve yeni-liberalizmini yerleştirmeye
yeltendiği şu anda, hiçbir yadsıma Marx’ın hayaletlerini
başımızdan atmayı başaramıyor’...”[38]
ZIRH İÇİNDEKİ ÖLÜ: “AVRUPA
MERKEZCİ” SÖMÜRGECİLİK
7-) Yaşadığımız günler, “Avrupa Merkezcilik”in
kaderini nasıl belirleyecek? Avrupa Merkezcilik nihaî
olarak iflâs etti mi?
“Avrupa Merkezcilik”, sömürgeciliktir!
Sömürgecilik kendiliğinden, nihayete ermez,
insanların başkaldırılarıyla dünya değiştirilerek nihayete
erdirtilir…
Bu da elbette “kolay değil”, ve de zaman
alacaktır…
Ama bana tarihsel eğilimi soruyorsanız, yanıtım
çok açık: “Avrupa Merkezci” sömürgecilik zırh içindeki
ölüdür; insan(lık)ın tanık olduğu en zalim düşmandır!
Buna rağmen bir Doğan Grubu kalemşörü İsmet
Berkan bakın ne diyor:
“Bugünlerde Türkiye’de bolca lafazanlığı yapılan
başka bir şey, kapitalizmin çöktüğü…
Bunu söyleyenlerin kapitalizmden neyi
kastettikleri tam olarak anlaşılamıyor ama piyasa
ekonomisi… sentetik bir sistem değil ki ortadan ansızın
kaybolsun.
Piyasa ekonomisi, insan doğasıyla ilgili, kökenini
insanın doğasında ve hırslarında, hayatta kalma
içgüdüsünde bulan bir ‘doğal’ sistem…”[39]
İsmet Berkan’ın, “doğal sistemi”ne ilişkin
40
verileri sıralayıp, altını çize çize ilerleyelim; bakalım
“serbest piyasa”nın eseri olan bu “doğallık” onun suratını
kızartacak mı?!
“Kredi köpüğüne yol açan “aşırı üretim/ talep
yetersizliği sorununun ve bunu tetikleyen “kâr oranları
düşme eğiliminin yarattığı basınçla, yeni piyasalara,
doğal kaynaklara, ucuz emek depolarına ulaşmanın
öneminin arttığını, bu bağlamda klasik sömürgeciliğin
geri gelmekte olduğu”[40] kesitte “Avrupa Merkezci”
sömürgecilik, krizin yarattığı yıkım yanında, büyü(tül)
yen açlığın da mimarıdır!
Örnek şu “bioyakıtlar” konusu…
Avrupa Birliği, yenilenebilir enerji kaynakları
arasında gördüğü biyoyakıtların 2020’ye kadar pazarda
yüzde 10 paya sahip olmasını hedefliyor. Biyodizel
daha çok iş makinelerinde kullanılıyor.
2002’den 2008 yılının şubat ayına kadar geçen
sürede gıda fiyatları yüzde 140 yükseldi. Dünya
Bankası raporuna göre yüksek enerji ve gübre fiyatları
bu artışın yüzde 15’ini oluştururken, biyoyakıtlar yüzde
75’inden sorumlu…
Artan fiyatlar bir kısmımızı otomobilimizin
deposunu doldurma konusunda kaygılandırırken
öteki dünyada (yanlış anlamayın, öbür dünya değil
bu, dünyada ikinci sınıf yaşam öngörülen diğer dünya,
ötekiler yani) yüzbinlerce insan açlık tehlikesi ile karşı
karşıya. Dikkat edin, bunu söyleyen sosyalist ya da
komünist biri değil. Dünya Bankası Başkanı Robert
Zoellick, 2007 yılında ABD ve Avrupa’da benzin
fiyatlarına odaklanıldığını belirterek “Bazıları yakıt
depolarını doldurma konusunda kaygılıyken dünya
genelinde diğer bazıları da midelerini doldurmaya
çalışıyor” dedi. Bizim bir atasözümüz bunu çok iyi
özetliyor: “Koyun can derdinde kasap et derdinde!”
Konuyla bağıntılı çok önemli bir şey
daha: “Dünyanın bir bölümünde gıda sıkıntısı
başgöstermişken, insan Reagan döneminde çıkarılan
ve ‘savaştaki bir dünyada gıda silahtır’ ifadesini içeren
Santa Fe belgesini hatırlıyor. Anımsanacağı üzere
ABD, Nikaragua, Küba ve Irak’a uzanan bölgede aç
bırakmayı savaş stratejisi olanak kullanmıştı…
Dünyanın büyük kısmı gıda sıkıntısından
ve gıda fiyatlarındaki küresel artıştan artık haberdar
olduğuna göre, ABD Başkanı Ronald Reagan’ın
1980’lerde Orta Amerika’daki reform hareketlerine
karşı yürüttüğü gizli savaşlara (Düşük Yoğunluklu
Çatışmalara) dair bir belgeyi hatırlatmak istiyorum.
‘Uluslararası ilişkilerde barış değil, savaş normdur’
sözleriyle başlayan ve gizli savaşlara yol gösteren
Santa Fe Komitesi’nin ‘1980’li Yıllar için Yeni İnterAmerikan Siyaseti’ belgesini bilenler azdır. Burada
‘Savaştaki bir dünyada gıda silahtır’ denildiğinin ve
ABD’nin batı yarımküredeki gıda üretimi ve ticaretini
denetleyerek, bunu bir manivela ya da siyasi silah olarak
kullandığının bilincinde olanlarsa daha da azdır.
Zamanın başlangıcından beri gıda, ya
denetlemek ya da insanları boyun eğene kadar aç
bırakmak için silah olarak kullanılageldi. Amerika
kıtası da bundan muaf değil. İlk Avrupalı sömürgeciler
yerlilerin ekinleri yaktılar, soyu tükenene kadar
avladıkları yabani hayvanlar gibi diğer besin
kaynaklarını yok ettiler. Amerikan Devrimi ve İç
Savaşı sırasında çiftlikleri ve kırsalı yağmalamak
orduların yaygın uygulamasıydı. Sivil halkın sakladığı
gıda, tahıl, pamuk ve diğer malların konulduğu tüm
depoların ateşe verildiği Atlanta saldırısı bunun pek
çok örneğinden biridir.
ABD hükümeti anlaşmalarla (idari emirlerle)
madencileri, çiftlik sahiplerini ve çiftçileri Batı’ya
gitmeleri konusunda cesaretlendirdi. Bunun sonucunda
topraklarının gasbına direnen ova kızılderilileriyle
karşı karşıya gelindi. ABD hükümeti, Kızılderili
Bürosu ve Amerikan ordusu, büyük buffalo sürülerinin
yok edilmesi için sistematik bir siyaseti uygulamaya
başladı. Göçebe ova kızılderilileri gıda, barınak, giysi,
araç-gereç ve silahları için buffalolara bağımlıydı.
Buffalo ayrıca kültürlerinin ve dini törenlerinin önemli
bir unsuruydu. 1800’lerin sonlarına kadar yaklaşık 30
milyon buffalo öldürüldü. Ova kızılderilileri hükümetin
gıda yardımına bağımlı olarak kendilerine ayrılan
bölgede yaşayabilir ya da hiçbir yiyeceğin olmadığı
ovalarda yaşamak için kaçarak, açlıktan ölebilirdi.
Filipin ayaklanmasını bastırmak için Amerikan
birlikleri 1898 İspanya-Amerika Savaşı’nda ekinleri
yaktı. Bir gazete sadece bir bölgede ‘300 bin kişiden 100
bininin açlıktan öldüğünü’ yazmıştı. Başkan Howard
Taft’ın Dolar Diplomasisi’yse, ABD tekellerinin
Latin Amerika’da toprak ve kaynak denetimini
sağlayıp, işçileri sömürebilmesi için ABD ordusunu
kullandığı bir hileydi. 1920’lerin ortasındaki ve
sonundaki bunalım gıdayı özelleştirmenin yanlışlığını
gösterdi. Bu dönemde çiftçiler umutsuz bir çabayla
fiyatları yükseltmek için ekinlerini yok ederken,
ekmek isyanları ve açların yürüyüşü olağan manzara
hâline geldi. Etrafta ‘Zengin Çiftçileri Silahsızlandır
ama İşçileri Silahlandır’ veya ‘Açları Besle, Zenginleri
Vergilendir’ sloganları görünüyordu.
1980’lerde Guatemala’nın El Quiche bölgesine
yaptığım ziyareti hâlâ hatırlıyorum. Maya çiftçiler,
yardım görevlisi işçiler, rahipler ve rahibelerle birlikte
toprak ve eşitlik için savaşan Guatemalalı gerillalara
katılmıştı. ABD’den silah sağlayan Guatemala
hükümeti yüzlerce Maya köyüne karşı toprakları küle
döndürme siyaseti uyguladı. Dağlık bölgelere kaçanlar
ordu tarafından sarıldı ve gıda tedarikleri kesildi.
‘Silahlar ve Fasulyeler’ adlı harekât açlık içindeki kalan
yerlileri dağlardan indirip, ‘model köylere’ yerleşmeye
zorladı. Vietnam’daki ‘stratejik köyleri’ çağrıştıran söz
konusu model köylere girdikten sonra Guatemalalılar
hükümetin inşaat projelerinde çalıştırıldı.
Yetersiz beslenmenin yaygın bir sorun olduğu
Guatemala’nın yamaçları da mülteci kamplarıyla
doldu. Devasa borcunu ödemek için hükümet yerlilerin
toprağını gasp edip, ticari çiftlikler ve hükümet
denetimindeki çiftçilik koperatifleri kurdu. ‘Mısır
İnsanları’ denilen Mayalar ABD gibi sanayileşmiş
ülkelere ihraç edilen bezelye, ahududu, ananas ve
çilek yetiştirmeye zorlandı. Uluslararası Para Fonu ve
Dünya Bankası da Guatemala’nın 20. yüzyılın ‘gelişen’
pazarlarında yer alması için kapitalist reformlar
dayattı.
Santa Fe Belgesi ayrıca Sovyetler Birliği’ne karşı
savaşında Orta Amerika’nın ABD’nin yumuşak karnı
olduğunu belirtiyor ve ‘hiçbir şey zaferin yerini tutamaz’
diye iddia ediyordu. Böylelikle ABD, Nikaragua’nun
balıkçı filolarının bombalanmasına ve çiftliklerin
yanında gıda malzemelerine de saldıran Kontraların
finanse edilmesine onay verdi. 1990’daki seçimde bazı
Nikaragualılar mideleriyle oy verdiklerini söylüyordu.
Küba’ya karşı uygulanan ambargo, 1990’larda Irak’ta
onbinlerce çocuğun ölümüne yol açan ağır ekonomik
yaptırımlar (ABD’nin Irak’ın bazı bölgelerinde belli
grupları teslim olmaya zorlamak için yine gıdayı
silah olarak kullandığına dair kanıtlar mevcut) ve
Meksika’daki Mayaları isyana sevk eden 1994 tarihli
Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması, ABD’nin
yardımsever imparatorluk imajını çürütüyor.
Gıdayı silah olarak kullananlar sadece
Zimbabwe Devlet Başkanı Mugabe’yle Birmanya’daki
askeri cunta değil. ‘Düşük Yoğunluklu Savaşlar’,
uluslararası ticari engeller ve yaptırımlar, şirket
politikaları ve bağlayıcı borçlarla Reagan ve oğul
Bush’un yönetimindeki yeni muhafazakârlar da
aynısını yapıyor.
First Lady Laura Bush çok doğru olarak gıda
fiyatlarındaki ani artışa ilişkin daha fazla şey yapılması
için dünyaya çağrı yaparken, kendi ülkesinin tarihine
ve gıda arzı üzerindeki etkisine dair daha fazla şey
öğrenmek isteyebilir.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde
‘Herkesin uygun sağlık koşullarındaki bir hayat
standardına hakkı vardır... gıda buna dahildir’ deniliyor.
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası
Anlaşması’ndaysa şu ifadeler kullanılıyor: ‘... herkesin
açlık çekmemeye yönelik temel hakkı için dünya gıda
arzının ihtiyaca göre adil dağılımının sağlanması
amacıyla bireysel ve uluslararası işbirliğiyle önlemler
alınmalı ki, gıda üretimi, muhafazası ve dağıtımına
dair özel programlar ve geliştirilmiş metodlar buna
dahildir’. 1974 tarihli Dünya Gıda Konferansı
Genel Oturumu 3180 sayılı kararında da ‘Fiziki ve
zihinsel melekelerini tam olarak geliştirip, korumaları
için her erkek, kadın ve çocuğun açlık ve yetersiz
beslenme çekmeme yönünde yadsınamaz hakkı vardır’
deniliyor.
Gıda hakkında kafa yorulacak bazı noktalar
şunlar: Gıda, doğal bir hak olarak mı görülmeli? Gıda
yokluğunda gerçek bir demokrasi ve özgürlük olabilir
mi? Gıdanın siyasi ve askeri bir silah olarak kullanılması
terör değil midir? Neticede BM Genel Sekreteri Ban
Ki-Moon, dünya gıda krizini tartışırken ‘Açlık, uğruna
mücadele ettiğimiz her şeyi boşa çıkartıyor’ dediğinde
belki de haklıydı. Özellikle de bu açlık, gıdanın silah
olarak kullanılmasından kaynaklanıyorsa…”[41]
Bunları hep “Avrupa Merkezci” sömürgecilik
yaptı ve hâlâ da yapıyor!
BM Gıda Hakkı Raportörü İsviçreli Jean
Ziegler’in, “Küreselleşmenin her bir günü terör demektir.
Dünyada her 7 saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor. Bu bir
kader değildir, fakat emperyal bir saldırıdır. Bu saçma ve
ölümcül düzenin tek nedeni de küçük bir azınlığın sürekli
sınırsız kâr peşinde koşmasıdır ve bütün bunların bir
numaralı sorumlusu ise Amerikan imparatorluğudur,” diye
isyan ettiği koşullarda birinci örnek; kapitalist sistemin
XXI. yüzyılda kendini “aynen” tekrar ediyor olmasına
ilişkindir: Köleliğin meşru olduğu dönemlerde güçlü
olanlar bir bölge veya ülkeyi işgal edip o bölge insanını
tarlalarda, madenlerde, çeşitli yerlerde üretim alanında
çalıştırıyorlardı. Bugün kölelik sisteminin meşru olduğu
dönemde yapılan baskıcı ve sömürücü çalışma sistemi, aynı
yöntemlerle başka bir ad altında kendini tekrar ediyor!
İkincisi de küresel(leştirilen) açlığın zenginlerin
ziyafet sofrasını oluşturduğudur…
Bunun da örneği şu: Açlık ve gıda krizine
odaklanan G8 liderleri, sadece akşam birbirinden pahalı
ve hazmı zor 19 yemeği mideye indirdi. Zirvenin 566
milyon dolarlık masrafıyla tüm Afrika’da sıtmayla
mücadele edilebilirdi…
Ekonomisi en gelişmiş sekiz ülkenin (G8)
liderlerinin Japonya’da yiyip içtikleri bile, küresel
ısınma, artan petrol ve gıda fiyatları, açlık ve
yoksullukla mücadele gündemiyle yapılan zirvenin
ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermeye yetti. Menüdeki
birbirinden pahalı ve hazmı zor yemekler, İngiltere
basınına “Gıda kıtlığını konuşup sekiz koldan ziyafet
çektiler”, “Ölümcül yemek”, “G8 liderleri, havyar
ve deniz kestanesi üzerine gıda krizini düşündü”
başlıklarını attırdı. Zira İngiltere Başbakanı Gordon
Brown zirveden halkına “gıda israfına son” çağrısı
yapmıştı. Oysa Japonya’nın zirveye harcadığı toplam
60 milyar yenle (566 milyon dolar) Afrikalıların
sıtmaya yakalanmasını önleyebilecek 100 milyon
42
cibinlik alınacağı hesaplanıyor.
7 Temmuz 2008 akşamı liderlerin tabaklarından
gelip geçen 19 çeşit yemeğin bazısı şöyle: Meze olarak
mısır doldurulmuş hayvar, tütsülenmiş somon, “acı
sürpriz” tarzı deniz kestanesi, sıcak soğanlı turta, kış
zambağı soğanı... İkinci turda yosun aromalı soğuk
Kyoto bifteği şabu-şabu, susam kremalı kuşkonmaz,
avokado, jöleli soya sosu ve şiso otu eşliğinde dilimlenmiş
yağlı ton balığı, yine böyle karmaşık sosların eşlik
ettiği haşlanmış deniztarağı, karides, ızgarada pişip
dulavratotu sapına sarılmış yılanbalığı, soya soslu ve
şekerli kızartılmış kayabalığı... Üçüncü turda tüylü
yengeçten “Kegani” koyu çorbası ile tuzda kavrulup
soslanmış Japonya’ya özgü bir kaya balığı türü... Ana
yemek olarak aromatik otlar ve hardalla pişirilmiş
hâlde sütle beslenmiş “şiranuka” kuzusu, kuzu kebabı,
kuzu eti suyuyla pişirilmiş mantar türleri. Ayrıca çok
özel peynirlerden bir seçki sunulurken, son olarak “G8
fantazi tatlısı” ile şekerleştirilmiş meyve ve sebzelerle
getirilen kahve servis edildi. İçki listesinde de sakinin
yanısıra Le Reve grand cru şampanyası ile Corton
Charlemagne 2005, Chateau Latour burgundy, Ridge
California Monte Bello 1997, Macar kökenli Tokaji
Essencia 1999 şarapları vardı. 8 Temmuz 2008’de de
liderler dev yengeç, kilosu 100 dolara langusta gibi
lezzetleri mideye indirdi.
Bir kadının günde ortalama 1940, erkeğin
2550 kaloriye ihtiyaç duyduğunu, zirvede sadece öğle
yemeğinin 1622 kalori, akşam yemeğinin ise bunun
katları olduğunu, günlük protein ve yağ alımının iki
katını içerdiğini aktaran Times, bu kadar tıkınmanın
üzerine liderlerin dünya meselelerini konuşacak
hâlleri kalamayacağını belirtti. 7 Temmuz 2008 günü
emeklilikten geri çağrılan, Michelin yıldızı kazanmış
ilk Japon şef Kutsuhiro Nakaruma, 8 Temmuz 200’de
Michelin’in üç yıldız verdiği Fransız şef Michel Bras
yemekleri pişirdi. Aşçıbaşılara masraflar için açık çek
verildi. Sadece zirvenin medya merkezi 48, fibreoptik
kabloları 86 milyon dolara mal oldu. Başkanlık suitleri
gecesi 14 bin dolar olan Windsor Otel’in yenilenmesi,
liderlerin ikamet ve gidiş gelişi, 21 bin polisin teyakkuz
hâli, uçak ve sahil korumanın devriye masrafları da
cabası... Oysa Brown gıda harcamalarında haftada 16
dolar, yılda 832 dolarlık tasarruftan söz ediyordu.
Büyük tıkınmadan, 2007 yılındaki bildirinin
bir benzeri çıktı. G8 ülkeleri küresel ısınmaya yol açan
sera gazları salımının bugünkü değerleri üzerinden
2050’ye dek yüzde 50 oranında azaltılmasını kabul
ederken, ne azaltıma başlayacakları tarihi belirledi,
ne de orta vadeli (2020 için) hedef koydu. ABD
Başkanı George W. Bush harekete geçmek için Çin
ile Hindistan’ın da aynısını yapması şartını tekrarladı.
Çevre örgütleri bildiriyi “acıklı” diye niteledi!
Bu vahametin ardından bununla bağıntılı
üçüncü örnek de şu:
Joseph Stiglitz, ‘Frankfurter Allgemeine
Zeitung’a yaptığı açıklamada, 1930’lardaki büyük
depresyona benzeyen bir süreçten geçildiğini
vurgulayıp, Bush hükümetinin yaptığı büyük hataların
ceremesini vergi yükümlülerinin sırtlandığına dikkat
çekerken, “900 milyar doları aşkın bir yük var. Ama
benim beklentim, bu zararın 2 trilyon doların üzerinde
olacağı şeklindedir. Hasta çocuklar için birkaç milyar
dolar bulamayan ama AIG için 85 milyar dolar bulan,
ne biçim bir toplum bu?” diye sormaktadır!
Ve nihayet bir dördüncü örnek de şöyle:
Brüksel’de dilenciler ve evsizler çoğaldı, Ekonomi
Dairesi verilerine göre, Brüksel’de yaşayan en yoksul
yüzde 10 nüfusun tüm gelir içindeki payı yarı yarıya
azalırken en zengin yüzde 10’un payı yüzde 29’dan
yüzde 34 çıktı.
Brüksel’de yoksullarla zenginler arasındaki
uçurumun gittikçe açıldığını ve bunun Brüksel kenti
ve geleceği için gerçek bir tehlike oluşturduğunu
söyledi.
2007 yılında Brüksel’de 32 evsizin
yaşamını yitirdiğini açıkladı. Evsizlerin çoğunun
hastalandıklarında iyi bakılmamaları nedeniyle öldüğü
ortaya çıktı. 32 evsizden 13’ünün sokakta yaşamını
yitirdiği ifade edildi…
Alın size “Avrupa Merkezci Uygarlık”tan
kareler!
“Avrupa Merkezci” sömürgeciliğe mündemiç
örnekler çoğaltılabilirse de, en iyisi burada durup,
“küreselleşme” dedikleri yıkıma ilişkin yekpare bir saptama
yapmak daha doğru olur…
Şu neo-liberallerce göklere çıkartılan
“küreselleşme” nasıl bir şeydir?
Aynen şöyledir: “Üretim ve tüketim
kozmopolit bir karakter alır. Sanayilerin dayandıkları
ulusal zemin kayar. Yeni sanayiler ortaya çıkar. Bu
sanayiler artık sadece yerli hammaddeleri değil,
dünyanın en ücra yerlerinden getirilen hammaddeleri
işlerler. Faaliyetleri için sınır tanımadan hareket
etme kabiliyetine kavuşurlar. Ortaya çıkan engeller
kolayca, kimi zaman da zorbalıkla yıkılır. Üretilenler
ise yalnızca üretildikleri yerlerde değil, yerkürenin her
yerinde tüketilir.
Bütün bu anlatılanlar yalnızca maddi üretimde
değil, düşünsel üretimde de böyledir. Tek tek ülkelerin
düşünsel üretimleri artık ortak mal hâline gelir. Ulusal
tek yanlılık ve dargörüşlülük artık olanaksızlaşır. İletişim
araçları öylesine hızla gelişir ki, tüm uluslar, hatta en
barbar olanlar bile ‘uygarlığın’ içine çekilirler.”
Manifesto’da Karl Marx küreselleşmeyi böyle
anlatır.
43
160 yıl önce yapılan bu tanımlama esası
bakımından tamdır.
Eksiği yoktur. Anlatılan hikâye, bizim bugün
artık iliklerimizde hissettiğimiz ve bu nedenle de
daha kolay kavrayabileceğimiz, anlayabileceğimiz bir
hikâyedir.
“De te fabula narratur” dedikleri budur.
Hikâyenin hiç kuşku yok yeniden gözden
geçirilmesi, yaratılan bu küresel dünyanın, bunalımların
üstesinden nasıl geldiğinin ya da gelebileceğinin de
anlatılması gerekir. O da yapılmıştır.
Manifesto, küresel sistem açısından çare,
“üretici güçler kitlesinin bir bölümünün zorla
yıkılması, diğer yandan yeni pazarların fethedilmesi,
eski pazarların yeni yöntemlerle daha yoğun biçimde
sömürülmesidir” diye tanımlar yeni durumu.
Bütün bunların olabilmesinin, yapılabilmesinin
somut sonucu belirsizliğin, hareketliliğin artması,
sabit, donmuş ilişkiler ağının dağılması, eski saygın
önyargıların, görüşlerin süpürülüp gitmesi, yeni oluşan
yargıların ise daha gün batmadan eskimesidir.
Kısaca “katı olan her şey buharlaşıyor” diye
yazar Manifesto.
Hikâye burada bitmez.
Hem hikâye burada bitmez, hem de bütün
bu anlatılanlar, yine Manifesto’da çok açık ve net
anlatılmış olan sömürü düzenini gözlerden gizleme
amacını gütmemektedir. Tam tersi içindir. Hikâyenin
tamamlayıcı parçası, çarpıcı sonu şöyledir:
Maddi üretim alanında gerçekleştirilen
dönüştürücü faaliyet, toplumsal ilişkilerde kendini
giderek daha az gösterir. Siyasal kurumlarda, kültürel
faaliyetin gerçekleşme biçimlerinde, kısaca pek
çok kişinin sanki gerileyen o değilmiş gibi övgüyle
söz ettiği “demokraside” açık bir çökme, gerileme
görülür. Zorbalığın daha fazla gündeme gelmesi,
toplumun ince yöntemlerle güdülmesi, “yönetişim”
saçmalıklarının, “sivil toplum” aldatmacalarının basın
eliyle pohpohlanması tüm bu gerilemenin aracı olur.
Küreyi daha büyük bir hızla sonraki döneme
hazır hâle getiren egemen ve denetlenmesi artık
imkânsızlaşan küresel güç, aynı hızla kendini
korumanın yolunun demokrasiyi toplumsal olmaktan
çıkarmak olduğunun, bu yolun hızla kapatılması
gerektiğinin de bilincine varmıştır.
1 Mayıs’lara duyulan öfkenin, devrimci olanı
pazara çıkarma, satışa sunma becerisinin, çevrilen
binbir türlü dümenin nedeni budur.
Bütün mesele, gerçeğin karmaşık olduğunu
anlamak, ama o karmaşıklığın içindeki açık ve net
saflaşmayı görebilmektedir: “Uygarlıkla” “toplumsal
insanlık” arasında ortaya çıkan ve genişleyen açı,
“uygarlığı” hem toplum hem çevre için giderek daha
dayanılmaz bir felakete çevirmektedir. Yapılacak iş
“toplumsal insanlığı” tıpkı Feuerbach Üzerine Tezler’in
10.’sunda olduğu gibi bilince çıkartmaktır.
Ve sonra 11. Tez’e gelirsiniz:
Yorumlamakla yetinmemek gerekir. Asıl olan
değiştirmektir…
Değiştirmektir! Çünkü mevcut dünya “Avrupa
Merkezci” sömürgeciliğin en üst aşamasına denk düşen
“küreselleşme”yle topyekûn bir vahşeti yaşamaktadır!
İşte bunun yorum bile gerektirmeyen
verileri...
ABD’de üst düzey şirket yöneticilerinin
gelirleri ile bir işçinin aldığı ücret arasındaki fark
yaklaşık 500’e 1 oranındadır. Daha “küresel” bir rakam
verelim. Dünya nüfusunun en üst yüzde 20’lik dilimi,
en alttaki yüzde 20’lik dilimden 150 misli daha fazla
gelir elde ediyor!
Merrill Lynch’in 2008 raporuna göre,
dünyanın en zenginlerinin sayısı 2007 sonunda 10
milyonu aşmış. Artık dünyada 10 milyondan fazla
dolar milyoneri var... Bu en zenginlerin toplam serveti
de 1986 da 7.200 milyar dolardan 1997 de 17.400
dolara, 2007 de de 40.700 milyar dolara yükselmiş.
Ne büyük başarı...
Bu arada ortalama servetlerinin değeri de
ilk defa 4 milyon doların üstüne çıkmış... Sadece en
zenginlerin sayısı artmıyor zenginlikleri de artıyor...
Velhasıl küreselleşme kazandırıyor... Türkiye ‘yükselen
piyasa’ olarak bu sürecin dışında değil!
Yine Merrill Lynch’in verdiği rakamlara göre:
“Türkiye’de toplam varlığı 1 milyon doların üstünde
bulunan yüksek ve ultra yüksek varlıklı kişi sayısı
2006’da 42 bin iken, 2007 yılında bu rakamın 8 bin
kişi artarak 50 bini aştığı belirtildi.” Türkiye milyoner
sayısını artırmakla da kalmıyor yüzde 17.5’lik oranla
dünya ortalamasından 3 kat daha hızlı artırıyor...
Dünyanın en zengin 10 milyonu dünya
nüfusunun sadece binde onbeşini [yüzde 0.15]
oluşturuyor...
Kapitalist üretim aynı anda zenginlik ve
yoksulluk üretmeden varolamaz…
Dünyadaki açlıkla mücadele ettiğini
söyleyen Dünya Bankası’nın açıkladığı son rakamlar
söylediklerimizi bir kere daha doğrular nitelikte.
Bankanın 9 Eylül 2008 tarihli raporunda 2005 de
üç milyar 140 milyon insanın günde 2.5 dolardan az
gelirle “yaşadığı”, bu nüfusun yüzde 44’ünün de günde
1.25 doların altında gelire sahip olduğu belirtiliyor.
Yüzde 85’i beş yaşın altında çocuk olmak
üzere her gün 30 binden fazla insan, açlıktan, yetersiz
beslenmeden, sıradan bulaşıcı hastalıklardan, vb.
ölüyor!
Dünya Tarım Örgütü de 820 milyon insanın
44
yetersiz beslendiğini açıkladı...
1.1 milyar insanın içme suyu sorunu var veya
içtiği su sağlığa uygun değil. 2.4 milyar insan da
“yeterli” sağlık bakımından yoksun...
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından
yapılan bir araştırmada, “sosyal çevrenin insan sağlığı
üzerinde genetik özelliklerden çok daha fazla etkide
bulunduğu” sonucuna varıldı.
Raporda şu örnekler sıralandı:
Afrika’daki Lesoto Krallığı’nda doğan bir kız
çocuğu, Japonya’daki bir yaşıtından ortalama 42 yıl
daha az yaşıyor…
İsveç’te kadınların hamilelik ve doğum sırasında
ölme oranı 17 bin 400’de birken Afganistan’da her 8
hamileden biri çocuğunu göremeden ölüyor…
İskoçya’nın banliyölerinden Calton’da doğan
çocuklar, yakınlardaki nezih semt Lenzie’de doğanlara
göre ortalama 28 yıl daha az yaşıyor…
Bunun yanında dünyada insan sağlığını en
çok tehdit eden sorunlar sıralamasında savaş, trafik
kazaları, cinayetler ve intiharlar gibi şiddetin yarattığı
sağlık sorunları ikinci sıradadır. Günümüzün (uygar!)
dünyasında çatışmalar sonucu arındırma sistemlerinin
harap olması, savaşa bağlı yerinden olma, toplu yaşam,
salgın hastalıklar gibi nedenler sivil kayıpları yüzde
10’lardan yüzde 90’lara tırmandırmıştır.
UNICEF’in 1995 yılı raporu 1985-1995
yılları arasında 2 milyon çocuğun çatışmalarda
öldüğünü, 4-5 milyon çocuğun sakat kaldığını, 12
milyon çocuğun evsiz, 10 milyon çocuğun psikolojik
sarsıntıya uğradığını ortaya koymaktadır.
UNICEF’in karşılaştırmaları insanlık için
gerçekten büyük bir hayal kırıklığıdır. Örneğin Çin,
Rusya’dan aldığı 25 savaş uçağı yerine 140 milyon
vatandaşına 1 yıl yetecek sağlıklı su sağlayabilirdi.
Hindistan, Rusya’ya sipariş ettiği 20 MİG29 savaş uçağına harcadığı para ile 15 milyon kız
çocuğunun temel eğimini sağlayabilirdi.
Güney Kore, ABD’ye ısmarladığı 28 füze
mermisi yerine 120.000 aşısız çocuğu aşılatabilir ve
3.5 milyon vatandaşına sağlıklı su sağlayabilirdi.
Nijerya, İngiltere’den aldığı 80 tankın maliyeti
ile 2 milyon aşısız çocuğu aşılayabilir, 17 milyon çifte
aile planlaması hizmeti verebilirdi.
Pakistan, Fransa’ya ısmarladığı 40 Mirage
2000E avcı uçağı yerine, sağlıklı suya ulaşamayan 55
milyon insanın iki yıllık su ihtiyacını karşılayabilir, 20
milyon çifte aile planlaması hizmeti verebilir, sağlık
hizmetine ulaşamayan 13 milyon vatandaşına temel
ilaçları sağlayabilir ve ilkokula gidemeyen 12 milyon
çocuğun temel eğitimini karşılayabilirdi.[42]
Kanser araştırmaları için milyarlarca dolar
para harcayan ABD’nin, Vietnam savaşında 14 milyon
ton patlayıcı kullanması ne inanılmaz bir çelişkidir.
İnsanlığın kendi yarattığı şiddet ve savaşlar ile kendi
türünü böylesine acımasızca yok etmesinin anlaşılabilir,
insani bir açıklaması yoktur!
“Avrupa Merkezcilik” sömürgecilik tarihsel olarak
tükenmiştir!
Mevcut kriz de bunun somut verilerinden
birisidir. Kriz koşullarında durum tam da böyleyken;
sıkça telaffuz edilen iki sorudan biri “Kapitalizm Çöküyor
mu?”; diğeri de “İyi de “İyi de Krizle Ne Olacak?”dır…
Birinci, soruyla başlarsak; liberal Atilla
Yayla’nın, “Kapitalizm çöküyor mu?” sorusuna yanıtı,
“elbette” negatiftir!
Bunda şaşırtıcı bir şey yok; tıpkı Doğan
Grubu yazarı “Prof. Dr.” Türker Alkan’ın, “Kapitalizm
sona erer mi? Mümkün değil. Kapitalizm (yaşanan
bunalıma rağmen) altın çağını yaşıyor ve görünüşe
göre bu şimdilik devam edecektir,” demesi gibi…
Ancak “ne idüğü belli” bu fantezilerle
“uğraşmak” gereksiz bir zaman kaybından başka bir
şey değildir!
Görüldüğü gibi, kapitalizmin krizlerin insan(lık)
ın açlık ve trajedilerine yol açarken, kapitalizmin bu
krizleri “aşıp”/ “bastırarak” ertelemesi de, insan(lık)ın
açlık ve trajedilerini daha da büyütmekte, yeni emperyalist
paylaşım ve tepişmelere kapı açmakta, insan(lık)ın başına
faşizm, ırkçılık, ayrımcılık, milliyetçilik, saldırganlık ve
savaş illetini bela etmektedir!
Bir an anımsayın: Çok değil, bir süre önce
tüm dünya gıda kriziyle boğuşuyordu. Pirincinden
buğdayına kadar temel tarım ürünleri fiyatları rekor
seviyelere ulaşırken, ihracatçı ülkeler, “Stoklarımız
tükendi, sadece kendimize yetecek kadar ürünümüz
kaldı” feryatları ile çalkalanıyordu. Küresel borsalarda
ağzı yanan büyük fonlar da çareyi emtia piyasalarında
bulunca, gıda krizi daha da içinden çıkılmaz bir hâl
aldı. Birleşmiş Milletler’den Dünya Bankası na,
IMF’sinden Uluslararası Gıda Örgütü’ne kadar
tüm kesimler, “Acil önlem alınmazsa açlık yüzünden
milyonlar ölebilir” uyarısı yapıyordu.
Ancak aradan sadece birkaç ay geçti; ortada ne
gıda krizi kaldı ne de rekor fiyatlar. Özellikle pirinçteki
spekülasyonların odağında yer alan Chicago Emtia
Borsası’nda fiyatlar yüzde 20 düştü. “Gıda stokları
tükendi” tezlerine karşın son açıklanan verilere göre
buğday ve pirinç gibi ürünlerde üretim rekorları
yaşanıyor. Örneğin Hindistan’da 9 Temmuz 2008’de
açıklanan resmi verilere göre bir yıldaki pirinç üretimi
100 milyon tona dayanarak (96.4 milyon ton) rekor
seviyeye çıktı. 2008’in Ocak ile Mayıs ayları arasında
pirinç fiyatlarında yüzde 70’e varan artışlar yaşanmasına
karşın son iki ayda bu rekor fiyatlardan eser kalmadı.
Örnekte de görüldüğü üzere, kapitalist sistem
45
tarihsel olarak ölmüştür, ve pratik olarak da sürdürülemez
bir yıkım ve yok oluştur…
İkinci, “İyi de Krizle Ne Olacak mı?” sorusuna
gelince; David Leonhardt’ın, “Çözüm banka
kurtarmakta değil. Sorunun temeli ele alınmadı,”[43]
dediği koşullarda, “Bu tedbirler krizi aşmaya yetmez!
Hâlâ ortada dünya ekonomisinin 10 katı büyüklüğünde
bir kredi, döviz, faiz türevleri köpüğü var. Krizin geride
kalması için bunun yüzde kaçının tasfiye edilmesi gerekir,
bu tasfiye ne gibi riskler içerir, ben bilmiyorum; aslında
bilen de yok.[44] Diğer taraftan, ‘küreselleşme’ ya da en
azından önceki 5 yılın ‘refahı’ bu köpüğün üzerinde
gerçekleşti. Bu köpük sönerken oluşan sorunlar, beş yıl
önce olduğu gibi piyasalara para basarak köpük korunarak
çözülecek gibi değil. Bu pisliği üreten yozlaşmış bankaları
kurtarmak da çözüm değil.
Diğer taraftan, bu köpük sönmeye devam ettikçe,
sanayinin bu köpük sayesinde çalışan üretim kapasitesine,
refahı bu köpüğü oluşturan kredilere dayanmış tüketiciye
ne olacak... Ekonomik daralmanın, reel sektörün mali
piyasalar üzerindeki etkisi ne olacak? Temizlenmesi
gereken pislik çok büyük, tüm mali sistemin içi çürümüş
durumda. Bu yüzden, ne yazık ki, daha uzun bir süre,
tünelin ucunda bir ışık gördüğümüzde, bu büyük bir
olasılıkla, üzerimize gelmekte olan bir trenin ışığı
olacak”![45]
Bu somut temelinde ilk “ara sonuçlar” ile
“yapılması gerekenler”e gelince; dünya için yeni bir
dönem açılıyor. İflas eden tek tek bankalar değil,
kapitalizmin sinir merkezlerinde finans sistemi
çöküyor.
Artık, sadece demokrasi sorunlarıyla
sınırlamayız, sınıf mücadelesinin bittiği, devrim
hedefinin nihayete erdiği masallarına prim
veremeyiz…
Nihayet, en yetkili ağızlardan itiraf edildiği
gibi, 1929 türü bir krizle karşı karşıyayız. Bu dünyanın
pozitif (yani emekten yana olduğu kadar), negatif
(sermaye ve ezenlerden yana) olarak değiştirilmesi
imkânına kapı açan bir zemindir. Soru(n) kapıyı kimin
açacağındadır!
Krizle bir kez daha iflas eden sürdürülemez
kapitalist model dünya üzerinde bugüne kadar
görülmemiş boyutta, inanılmaz bir adaletsizlik ve
eşitsizliğe yol açtı. Bunlar yetmemiş gibi şimdi de
dünyanın kaynaklarını yok ediyor. Artık kapitalizm
bütün insanlık ile doğanın baş düşmanıdır.
Üretimden oluşan zenginlik kesinlikle
topluma dağıtılmadığı ve kapitalist sınıfın sadece
kendi çıkarlarına hizmet ettiği için bu duruma gelindi.
Kapitalizmin ürettiği zenginliği toplum ve kamu
yararına kullanılmasına hizmet ettiği sözünün bir
efsane ve tam bir safsata olduğu XXI. yüzyılda çok net
bir şekilde ortaya çıktı. Ortadaki tablodan sonra tek
bir söz kalıyor: “Kapitalizmin canı cehenneme!”
Bu sözü söylemekten korkmayın, korkmayalım,
korkulmasın…
VAROŞTAN MERKEZE, YERELDEN
BÖLGESELE ORADAN DA KÜRESELE
8-) Krize karşı alternatif küresel mi, yerel mi
olmalıdır?
XXI. yüzyılda ancak “aşırı budalalık”,
yani “tüketiyorum öyleyse varım” salaklığı, veya
yabancılaşması kapitalizmi insanlığın geleceği için
bir seçenek saymaya götürebilirdi; ancak kriz ve
başkaldıran insan(lık) buna izin vermedi…
Bunu sevgili hocam İzzettin Önder, “Kriz
kalbimize su serpti… ABD’de başlayan kriz beni çok
rahatlattı, tabii ki binlerce insan işsizliğe ve yoksulluğa
itileceğinden değil, ama sistemin makyajının
eridiğinden dolayı,”[46] diye betimliyor…
Kapitalizmin makyajını silerek, gerçek yüzünü
kitlelere deşifre eden kriz koşullarında mücadele varoştan
merkeze, yerelden bölgesele oradan da küresele yönelmek
zorundadır…
Hayır ne “yerel”i “küresel”in ne de “küresel”i
“yerel”in karşıtıymış gibi sunmamak/ koymamak gerek…
Varoşta olmayan bir şey merkezde olmayacağı gibi,
yerelde olmayan da bölgesel ve küresel planda olamaz…
Yeri geldi Hasan Bülent Kahraman’dan nakille,
“Türkiye’nin kaderini varoşlar tayin ediyor”;[47] E.
Ahmet Tonak’ın ifadesiyle de, “Sosyal patlamalar artık
dünya varoşlarında yaşanacak”![48]
Kriz koşullarında mücadeleyi bu perspektiften
ele almak en doğru olandır.
LATİN AMERİKA…
9-) Eşiniz, yazar- Sibel Özbudun Hanımla
gerçekleştirdiğiniz son Latin Amerika gezisinde,
insanların, ABD’nin içinde bulunduğu bu nasıl bir
tepki gösterdiklerini anlatabilir misiniz?
Latin Amerika coğrafyası, yerelden bölgeseli
kucaklayan bir direniş coğrafyası olması hasebiyle
küresel direniş için önemli bir mevzidir…
Ahmed Amrabi’nin de belirttiği gibi, “Latin
Amerika ülkelerinde, Amerikan hegemonyasından
kurtulmak ve yerli milyarderlerin ortaya çıkmasıyla
birlikte sıkıntıları genişletmekten başka işe yaramayan
‘serbest pazar ekonomisi’ düşüncesini ortadan
kaldırmak amacıyla yeni bir bağımsızlık eğilimi
yükseliyor. Şu ana dek Venezüella, Nikaragua, Bolivya,
46
Ekvador ve Paraguay kurtulmuş durumda.
Kolombiya’da da silahlı devrimci mücadele var.
Venezüella Rusya’yla deniz tatbikatlarına katılmaya
hazırlanıyor. Bu nedenle gelecekteki 10 yıl ABD’nin
kendi arka bahçesiyle uğraşacağı bir dönem olabilir.
Bu durum, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki kanlı
sayfasının dürülmesini hızlandırabilir.”[49]
Özellikle Fidel Castro’nun açtığı yoldan
Venezüella, Bolivya, Kolombiya ve Ekvador’daki
mücadeleler ABD emperyalizmine karşı yeni mevziler
kazanmaktadır!
Örneğin Angel Guerra Cabrera’nın da işaret
ettiği gibi, “Ekvador’da yapılan referandumla yeni
anayasanın ezici bir çoğunlukla kabul edilmesi, Latin
Amerika ve Karayibler’deki halk gücünü gösteren bir
kanıt. Bu güç, emperyal hâkimiyete ve yerel elitlere
karşı politik yollarla peş peşe darbeler indirmekte.
Kuşkusuz öncelikle bu, Ekvador halkının ve Başkan
Correa’nın zaferidir. Halkın büyük çoğunluğu Başkan
Correa’ya güvenini yeniden göstermiştir.
Emperyal hâkimiyete ve yerel elitlere karşı
politik yollarla peş peşe darbe indiren halk gücünü
gösterdi.
Geçmişteki toplumsal kavgaların yarattığı
ortak bilinç ve deneyim olmasaydı Washington destekli
oligarşinin, toprak sahiplerinin, sağın ve kilisenin
çılgınca yürüttüğü medyatik kampanyaya karşı böyle
bir zafer kazanılamazdı. Bu hükümetin aldığı önlemler
nedeniyle ayrıcalıklı durumlarını kaybedenler onlardı.
Yeni anayasal düzen, onların yönetimine, yağmacı
kurumlarına, bağımlılığa, ayrımcılığa ve ırkçılığa son
verecektir.”[50]
Evet Ekvador’da 28 Eylül 2008 günü yapılan
yeni anayasa referandumunda, Devlet Başkanı Rafael
Correa hükümetinin yeni anayasa projesi kabul edildi.
Sonucu “yurttaş devriminin” teyidi olarak yorumlayan
Correa, zaferi “tarihi” olarak niteledi.
Bununla birlikte Ekvador’un halkçı lideri
Rafael Correa’nın “yurttaş devrimi” olarak sunduğu
anayasa reformunun referandumda kabul görmesinden
cesaret alan Ekvadorlu topraksız köylüler, boş arazileri
işgal etmeye başlarken; Yeni anayasa, ülkedeki bütün
yabancı askeri üslerin kapatılmasını da öngörüyor.
Bu da ABD’nin, liman kenti Manta’da, uyuşturucuya
karşı yürüttüğü operasyonlar için yaklaşık 10 yıldır
kullandığı hava üssünü terk etmesi demek oluyor!
Ekvador’un yanında; Morales’in kamulaştırma
çabalarından rahatsız olan ABD işbirlikçisi zenginler
geniş özerklik peşinde olduğu Bolivya da emperyalizme
darbe indiren bir değişimi yaşıyor.
Martin Suso’nun ifadesiyle de, “Çoğunluk
Morales’i desteklerken çıkarları zedelenen sağın
zorbalığı artıyor…
Bu değişim sürecinde neler olacağını bilmek
zor. Görünen o ki yerel sağ çatışma yolunu seçti. Bir kez
daha anlaşıldı ki projeleri ülke için değil. Umutsuzluk
onları körleştirmiş. Kendilerine ne bölgesel ve ne de
uluslararası bir destek bulabildiler. Geriye ülkeyi yakıp
yıkmak kaldı…”[51]
Ancak bunların hiçbiri Morales’i, emperyalizme
karşı mücadeleden vazgeçirmiyor!
Bush yönetimi yetkililerinin değme
gangsterlerle mafya babalarını “solda sıfır
bıraktığı”ndan söz eden Venezüella Devlet Başkanı
Hugo Chávez, “Bu katillerin yanında Don Corleone
ve Al Capone kundak bebeği kalır,” derken; BM Genel
Kurulu kürsüsünden “şeytan” olarak nitelediği Bush
hakkında, “Elinde ustura olan bir maymundan daha
tehlikeli” demektedir.
Ülkesinin nükleer program geliştirmesi
konusunda Rusya’nın yardım teklifine sıcak
baktıklarını açıklayan Chávez, Beyaz Saray’ın ‘gizli
nükleer tesis’ dediği İran’la ortak kurulan fabrikada
üretilen ilk bisiklete binip “İşte atom bombası” diyerek
ABD Başkanı George W. Bush’la dalgasını geçecek
kadar ciddi bir ABD karşıtıdır…
Ve bunların tümü, çeşitli biçimlerde Latin
Amerika’nın dört bucağına yansımaktadır…
14 Ekim 2008 07:37:25, Ankara.
NOTLAR
[*] Baran Dergisi, No:93, 16 Ekim 2008-42…
[1] Thomas Mann.
[2] Nicholas F. Brady-Eugene A. Ludwig-Paul A.
Volcker, “ABD’ye Güven Veren Yeni Mekanizma Gerek”, The
Wall Street Journal, 17 Eylül 2008.
[3] Financial Times,15 Temmuz 2008.
[4] Alper Akalın, “Krizin Çözümü Sosyalizm Soslu
Kapitalizmde Değil”, Taraf, 28 Eylül 2008, s.14.
[5] Bilal Sambur, “Tehlikede Olan Piyasa Ekonomisi
Değil Özgürlüğümüzdür”, Taraf, 10 Ekim 2008, s.15.
[6] Örsan K. Öymen, “Kriz Kapitalizmin Kendisidir”,
Radikal, 8 Ekim 2008, s.11.
[7] Kaynak: Orhangazi, Özgür (2008) Financialization
and the US Economy, Edward-Elgar Publications.
[8] Erinç Yeldan, “Kapitalizmin Yeniden Finansallaşması
ve 2007 Krizi”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2008, s.13.
[9] “Finans Kuralları Değişti”, Financial Times, 17
Eylül 2008.
47
[10] CNN, 16 Eylül 2008.
[11] BBC, 19 Eylül 2008.
[12] Mustafa Kemal Coşkun, “Evet, Karl Marx
Ne Alacak?”, Financial Times, 15 Nisan 2008.
[13] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Bir Haksızlık Yapılıyor...”,
Düzeni”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2008, s.12.
[14] “Romanları Fişleyen İtalya Önyargıları Ateşliyor”,
Devrimci Kırımı”, Varlık, No:2008/06-1209, Haziran 2008,
[15] Giulia Lagana, “Berlusconi İtalya’yı Kendi Çiftliği
[37] “Mazdek, ‘mal insanlar arasında ortaktır’ diyordu.
Haklıydı!”, Radikal, 3 Ekim 2008, s.11.
Cumhuriyet, 17 Eylül 2008, s.4.
Financial Times, 19 Ağustos 2008.
[35] Ergin Yıldızoğlu, “En Yeni (Şimdilik) Dünya
[36] Metin Cengiz, “Marksist Sanat Anlayışı ve
s.51.
Gibi Yönetiyor”, The Guardian, 24 Haziran 2008.
Çünkü insanlar, Tanrı’nın kulları ve Adem’in çocuklarıdır. Her
Financial Times, 3 Şubat 2008.
bu haktan yoksun kalmamalıdır. Herkes malca eşit olmalıdır.
[16] “NATO Afgan Sınavını Geçmekte Zorlanıyor”,
[17] Ceyda Karan, “Afganistan Samimiyetsizliği”,
Radikal, 24 Mart 2008, s.10.
[18] “Kâbil Kuşatma Altında”, The New York Times, 21
biri ihtiyacına göre ötekinin malını kullanmalı ve hiç kimse
Mazdek’in bu sözleri üzerine herkes malını ortaklığa koymuştu.”
(Nizamülmülk.)
[38] Yıldırım Türker, “Hâlâ En Korkunç Hayalet”,
Ağustos 2008.
Radikal İki, 7 Eylül 2008, s.3.
Ağustos 2008.
12 Ekim 2008, s.3.
Guardian, 28 Nisan 2008.
Cumhuriyet, 1 Ekim 2008, s.4.
Ekim 2008, s.11.
Middle East Online internet sitesi, 20 Haziran 2008.
Ekim 2008, s.9.
Development Report, 1994.
Dadandı”, The Guardian, 23 Eylül 2008.
Değil”, The New York Times, 17 Eylül 2008.
Geliştirmeli”, The Boston Globe, 11 Eylül 2008.
2008.
Post, 6 Temmuz 2008.
Cumhuriyet, 22 Eylül 2008, s.12.
Derken Pakistan’ı Yakacak”, El Haliç, 25 Eylül 2008.
Evrensel, 12 Ekim 2008, s.7.
Kırıklığı”, Radikal, 29 Eylül 2008, s.11.
da ‘Baldırı Çıplak’ Diyorlardı”, Sabah, 29 Eylül 2008, s.11.
Yavaşlattı”, Le Monde, 3 Ekim 2008.
Varoşlarında Yaşanacak”, Mesele, No:21, Eylül 2008, s.46-50.
Ekim 2008.
Etmekte Aceleci Davrandı”, Beyan, 24 Eylül 2008.
Etmekte Aceleci Davrandı”, Beyan, 24 Eylül 2008.
Seçenekler”, La Jornada, 2 Ekim 2008.
Çöktü”, The Guardian, 28 Ağustos 2008.
amlatina, Latin Amerika Haber Ajansı, 8 Eylül 2008.
[19] “Kâbil Kaybedilmek Üzere”, Kuds ül Arabi, 23
[39] İsmet Berkan, “Kapitalizm Çöküyormuş”, Radikal,
[20] “Afganistan Her An Irak’a Benzeyebilir”, The
[40] Ergin Yıldızoğlu, “İki ‘Paketin’ Hikâyesi”,
[21] “Britanyalı Komutandan Afgan İtirafı”, Radikal, 6
[41] Dallas Darling, “Gıda Silah Olarak Kullanılınca...”,
[22] “Karzai Taliban’la Barış İçin Ricacı”, Radikal, 1
[42] United Nations Development Program, Human
[43] David Leonhardt, “Çözüm Banka Kurtarmakta
[23] Simon Tisdall, “Bush Giderayak Pakistan’a
[24] “Başkan Adayları Afganistan Stratejilerini
[25] “Afganistan’da Yanlış Yoldayız”, The Washington
[44] Schwartz, International Herald Tribune, 19 Eylül
[45] Ergin Yıldızoğlu, “Piyasalar ‘Köşeyi’ Döndü mü?”,
[46] İzzettin Önder, “Kriz Kalbimize Su Serpti!”,
[26] Saad Muhyu, “ABD Afganistan’ı Kurtarayım
[47] Hasan Bülent Kahraman, “Cumhuriyeti Kuranlara
[27] Samir Sahla, “ABD’nin Pakistan’daki Hayal
[48] E. Ahmet Tonak, “Sosyal Patlamalar Artık Dünya
[28] “Paris-Berlin Anlaşmazlığı Finans Krizinde AB’yi
[49] Ahmed Amrabi, “Fukuyama ‘Tarihin Sonu’nu İlan
[29] “Yeni Bretton-Woods Lazım”, The Guardian, 6
[50] Angel Guerra Cabrera, “Latin Ülkeleri ve Yeni
[30] Ahmed Amrabi, “Fukuyama ‘Tarihin Sonu’nu İlan
[51] Martin Suso, “Kaos İçindeki Bolivya”, Alai-
[31] Seumas Milne, “Tek Kutuplu Amerikan Düzeni
[32] Kishore Mahbubani, “Avrupa Dünyaya Cüce Gibi
Görünüyor”, Financial Times, 22 Mayıs 2008.
[33] Ahmed Amrabi, “Terörle Savaş Amacından Saptı”,
Beyan, 24 Ağustos 2008.
[34] Richard Haass, “Amerikan Hâkimiyetinin Yerini
48
EZLN’İN “BİRİNCİ DÜNYA SAYGIN ÖFKE FESTİVALİ”NDEN
NOTLAR…
Sibel ÖZBUDUN
“Denemekten vazgeçene kadar
kaybetmiş sayılmazsınız.” [1]
“Dünyada bizim için bir yer yoksa, o zaman
başka bir dünya yapılmalıdır.
Öfkemizden ibaret gereç ve saygınlığımızdan
ibaret malzemeyle.
Hâlâ birbirimizle buluşmalı, birbirimizi daha
iyi tanımalıyız.
Eksik olan, gelecektedir….”
Meksika Güneydoğusu dağlarından gelen,
Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu Yerli Devrimci
Gizli Komitesi-Genel Komutası, Komutan Yardımcısı
Marcos imzalı Eylül 2008 tarihli çağrıda böyle
deniyordu.
Bize de sırt çantalarımızı toplayıp bir kez daha
yollara revan olmak düştü.
“Başka bir Dünya, Başka bir Yol, Aşağıya
ve Sola” teması çerçevesinde düzenlenen “Birinci
Dünya Saygın Öfke Festivali”nde “kutlanacak”
şey çoktu: Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun
yirmibeşinci doğum yıldönümü, unutuluşa karşı
isyanın başlamasının onbeşinci yıldönümü (demek ki
yüzü maskeli Maya yerlilerinin “Ya Basta” çağrısıyla
dağlardan inip Meksika’nın Chiapas eyaletinde San
Cristobal de las Casas kentini basmasının üzerinden
onbeş yıl geçmiş… inanılır gibi değil…); iyi hükümet
konseylerinin beşinci yıldönümü; Öteki Kampanya ve
Z’inci Enternasyonal’in ise üçüncü yılı…
Festival, “taban destek cemaatleri”nden
2000 kadar temsilcinin, Oventic’deki İnsanlık İçin
Direniş ve Başkaldırı caracol’unda[2] toplanmasıyla
başlayacaktı. 1994’deki San Cristobal de las Casas
işgalinin önderlerinden komutanlar David ve Javier’in
ev sahipliğindeki kutlamalarda ateşler yakıldı, danslar
edildi, komutanların konuşmaları dinlendi…
Ama bu kez, altı yıl öncesindeki ziyaretimizde
tanığı olduğumuz iklim, bir hayli değişmiş… Havada
bir durgunluk, bir burukluk, neredeyse bir düş
kırıklığı… Nedenini anlamakta gecikmeyeceğiz.
Chiapas’ı son ziyaret ettiğimiz 2004’de, yeni kurulmuş
olan beş caracol’un coşkusu, heyecanı hâkimdi ortama.
Yüzleri maskeli, gencecik, kadınlı erkekli Tzotzil,
Tzetzal… yerlileri ilk defa kendi yazgılarını ele
almanın coşkusuyla, tutkusuyla kendilerini yönetmeye
soyunmuşlardı. Zapatista ayaklanmasından sonra
Meksika hükümeti isyancı yerlilerle once imzaladığı
San Andres antlaşmasını hemen ardından askıya
almış, bunun üzerine isyancı komünler, de facto bir
49
özerkliği hayata geçirmek üzere kolları sıvamıştı. evler, birbirini dik kesen sokaklar, gotik kiliseler,
EZLN sivil alanın önünü açabilmek için silahlı şık restoranlar ile bezeli (ve ne yalan söylemeli, son
unsurları köylerden çekmişti; bundan böyle üç-dört gördüğümüzden bu yana bir hayli turistikleşmiş
isyancı komün caracol’lar hâlinde birleşerek özyönetim - zorlukla bir otel bulabildik) kolonyal merkezini
uygulayacaklardı. 2004’deki ziyaretimizde beş adet arkamızda bırakıp bizi CIDECI/Unitierra’ya
caracol oluşturulmuştu bile. “Caracol’lerin sayısı kaça ulaştıracak colectivo’ların (minibus-dolmuş) kalktığı
çıktı?” diye soruyorum, Meksika’nın kuzeyinden mercado’ya (pazar yeri) doğru yol alırken yaşamın
gelen sendikacıya. “Hiç değişmedi. Beşte kaldı,” diye gerçeklerine, yani yoksulların, koyu tenlilerin, yerlilerin
yanıtlıyor.
ülkesine daha bir yaklaşıyoruz. Kilise meydanındaki
Daha
vahim
yerli el sanatları pazarını
gelişmeleri, toplantıları
geçip
dosdoğr u
izledikçe öğreneceğiz. “Ne
devam ediyoruz; bu
gibi” mi? Örneğin isyancı
şamata, bu kargaşa,
cemaatlerde çözülmelerin
bu koku bulamacı…
yaşandığını…2004 yılında
yanılıyor olamayız;
La Realidad’da 400, 2008
mercado’dayız.
başındaysa
Polho’da
CIDECI/
200 kadar ailenin, tıbbî
Unitierra,[6] kurucusu,
hizmet ve besin gibi temel
kurtuluş teologu Don
ihtiyaç maddelerinin
Raymundo’nun bize
karşılanmaması
daha önce de söylediği
nedeniyle, kendilerine
üzere, taşınmış. San
federal
hükümetin
Juan Chamula köyüne
Toplumsal Kalkınma
giden yol üzerinde
Bakanlığı’ndan
iki
tozlu patikalardan
ayda bir 43 dolar
geçerek ulaşılan bir
ödenmesi ve köylerine
varoşun (Colonia Nueva
bir okul ile bir hastane
Maravilla) kıyısında
yapılması karşılığında
ormanlık bir alanda
Z a p a t i s t a l a r ’d a n
satın alınmış geniş bir
ayrıldıklarını[3] … PRI
arazi üzerine kurulmuş
(Kurumsal
Devrim
yeni kampüs. Ve yine
Partisi) ve PAN (Millî
her şeyi öğrenciler imal
Hareket Partisi) gibi
etmişler: barakaları,
sağ partilerle bağlantılı
mobilyayı, kap-kacağı.
cemaatlerin yanısıra,
Toplantının düzenini
geçen seçimleri Devlet
sağlamak, dünyanın
Başkanı Lopez Calderon
dört bucağından gelmiş
karşısında kılpayı farkla
konukları ağırlamak
yitiren sosyal demokrat
için
canla
başla
Zapatista’lardan Filistin’le Dayanışma
López Obrador’un PRD’sine
koşturuyorlar…
Yazılamaları
bağlı köylülerin Zapatista
“Digna Rabia/
cemaatlerine
saldırılar
Saygın Öfke” Birinci
düzenlemeye başladığını[4] …
Dünya Festivali, 2-5 Ocak arası dört gün sürecek.
“Gayretle ve zorlukları aşarak adımlar Toplantılar, her biri kampüsün merkezi alanındaki
atabildik,” diyor Komutan David; özeleştirel bir tonda. çadır biçimli geniş toplantı salonunda yapılacak dokuz
“Ama bunlar halklarımızın sorunlarını ve büyük oturum hâlinde düzenlenmiş. Oturumlardan her biri
gereksinimlerini çözümlemede yeterli değil… açlık, “Başka bir dünya, başka bir siyaset” teması altında
yoksulluk ve hastalıklar günden güne artıyor.”[5]
özgül bir başlığa ayrılmış: İletişim, Kültür, Cinsellik,
Daha fazlasını öğrenmek için toplantıları Kent, Tarih vb…
beklemeli.
Toplantı salonu geniş: yaklaşık 800-900 kişilik.
2 Ocak sabahı kahvemizi içip yola koyuluyoruz. Başlangıç saati 11.00’e doğru, oturacak yer bulmak bir
San Cristobal de las Casas’ın, rengarenk, tek katlı yana, ayakta duracak yer kalmadı. Salonda dünyanın
50
dört bucağından (abartı değil; iki dakika arayla bir
Japon, bir Kanadalı, bir Malezyalı bir de Surinamlı’yla
tanıştık…) bin beşyüz kadar izleyici olmalı. Ayrıca,
konuşmaların canlı yayından izlenebildiği bir
başka salon daha var; orada kaç kişi bulunuyor,
bilmiyorum…
Konuşmacılar yerlerini aldılar. İlk oturumda
“Öteki Kampanya”ya destek veren örgütlerin
temsilcileri söz alacak. İtalyan Ya Basta’sı, İspanyol
sendikal örgüt CGT, Fransız Mücadele Eden Chiapas
Halklarıyla Dayanışma Komitesi, ABD Barrio İçin
Adalet, Arjantin İşsizler Hareketi, Yunanistan’dan
Alana Dergisi; Peru’dan Hugo Blanco, Meksika’dan
UNOPII ve UNIOS… Her oturumda, bir de
aralarında Marcos’un da bulunduğu bir EZLN heyeti
yer alıyor; bir komutan moderatörlüğü üstlenirken
Marcos da her oturumda bir tebliğ sunuyor. Ama
en güzeli, aralarında iki küçük EZLN “gerillası” var:
Lupita ile Tonita. Kar maskeleriyle her oturumda önce
kemal-i ciddiyetle oturup konuşmaları dinliyorlar;
ama bir süre sonra sıkılıp kendi aralarında oynamaya
başlıyorlar. Görülecek şey… Tabii en fazla ilgiyi,
Marcos’un konuşması görüyor.
Devrimci internet sitelerine de düşen, Filistin’le
dayanışma konuşmasını ilk gün yaptı Marcos. Yanı sıra,
Meksika hükümetinin ABD destekli “uyuşturucuya
karşı savaş” programının nasıl muhalefet hareketlerini
bastırma/sindirme operasyonuna dönüştüğüne
değindi… Ve, Yunanlı gençlere teşekkürlerini gönderdi,
“sizlerden öğreniyoruz,” diyerek.[7]
Aralarda dışarı çıkıyoruz: tam bir curcuna.
Afiş, kitap, yiyecek, içecek, tişört, el sanatları standları;
yol boyunca dizilmiş, panço, başlık, Marcos bebeği
satmaya çalışan yerliler; olabilecek her duvarı donatan
yazı ve afişler (Birini aktarayım: “Merry Crisis and
Happy New Fear” /Mutlu Krizler, Mutlu Yeni Korku”
yazıyordu boylu boyunca bir panoda, yeni yıl kutlama
mesajı olarak…), gitar çalan, danseden gruplar, öpüşen,
sevişen genç çiftler…
Hava kararmadan dönmeli…
İkinci gün, söz, genellikle sol hükümetlerce
yönetilen, ve/fakat yönetimlere muhalif, EZLN’ye
yakın duran Latin Amerikalı (Uruguay, Bolivya,
Nikaragua…) entelektüellerindi. İlk sözü Uruguay’lı
gazeteci Raúl Zibechi alarak Latin Amerika’da 1970’li
yıllardan itibaren boy veren ve günümüzde kıta
soluna damgasını vuran “toplumsal hareketler”in bir
dökümünü yaptı: Yerli hareketleri, topraksızlar, işsizler,
köylüler, öğrenciler… Zibechi’ye göre kıtadaki siyasal
iklimi değiştiren bu hareketlerin beş ortak özelliği
vardı:
Toprakların geri kazanılmasını hedeflemeleri;
Siyasal partilerden, hükümetlerden, kiliseden
vb. özerk olmaları;
Cemaat temeline dayalı kolektif hareketler
oluşları;
“Sosyal” olarak nitelenmelerine karşın,
aslında siyasal, ya da toplumsal-siyasal bir karakter
taşımaları;
Kentli olsunlar, kırsal olsunlar, ortak
karakteristikleri taşımaları.
Zibechi, bu hareketlerin cemaatleri/kolektifleri
güçlendirmeyi hedefledikleri, kapitalist-olmayan
yolları denedikleri, maddi ve simgesel kullanım değeri
üretimine, değişim değeri üretiminden daha fazla
önem verdikleri, farklı bir adalet arayışını ön plana
çıkardıkları, kolektif karar alma ilkesine dayandıkları
ve kadınların bünyelerinde etkin bir rol oynadığına
dikkat çekerek “yeni bir dünya mücadelesi”ni temsil
ettiklerini vurguladı. Zibechi’ye göre bu mücadele,
iktidarların hiyerarşik-merkezî olmadığı bir dizilimin
biçimlenişine sahne olmaktaydı: her katılımcının aynı
zamanda yönetmeyi de öğreneceği bir yeni dizilim…
Zibechi’den sonra söz alan Bolivyalı Oscar
Olivera, Cochabamba’daki su mücadelesi ile bu
mücadele içerisinde boy veren yeni örgütlenme
tiplerini anlatırken, Nikaragualı eski FSLN komutanı
-şimdilerde Daniel Ortega’ya muhalif RESCATE
hareketi yöneticisi Sandinist milletvekili Mónica
Baltodano ise, Nikaragua’da Ortega hükümetindeki
çürümeye dikkat çekti.
Özerk Meksika Ulusal Üniversitesi
(UNAM)’nde hoca Adolfo Gilly’nin, üniversitede
Che Guevara sınıfını işgal eden öğrencilerinin
protestolarıyla sık sık kesilen konuşmasının (bu
protestolar ancak Komutan Tacho’nun müdahalesiyle
sona erdi ve -ne ilginçtir ki, öğrencilere kürsüden
söz verilmedi…- ardından bir kez daha Marcos aldı
sözü. Bilmeceler, fıkralar, anekdotlarla süslü uzun
konuşmasından en çok son cümle çarpacaktı bizi:
“Şimdi, Lenin’in Devlet ve İhtilali’ni son satırını
hatırlamaya her zamankinden çok muhtacız…”
Oturumlar birbirini izledi. İletişim, kültür,
toplumsal cinsiyet, seks işçileri, tarih…
Meksika’dan (Luis Villoro, Jean Robert,
Gustavo Esteva, Italia Méndez, Norma Jimenez,
Carlos Aguirre Rojas, Sylvia Marcos), Bask ülkesine
( Joxe Iriarte), ABD’den (Michel Hardt) Arjantin’e
(Walter Mignolo) pek çok kişi, pek çok örgüt
(Meksika Cinsel İşçiler Ağı, Via Campesina Uluslar
arası Koordinasyon Komitesi, Guatemala Ulusal Yerli
ve Köylü Koordinasyonu, Şili Kırsal ve Yerli Ulusal
kadınlar Derneği, ABD Sınırdaki Tarım Emekçileri
Sendikası, Meksika Ulusal Yerli Kongresi…) katıldı
Festival bünyesindeki toplantılara.[8] Saatler, saatler
boyu konuşuldu… Aktarması olanaksız…
51
***
Ama kimi izlenimleri, giderek kaygıları
kaydetmek, mümkün ve gerekli.
Neo-liberalizme karşı ilk çıkışlarıyla yüzü
maskeli Zapatistalar, “Elveda Proleterya, elveda
başkaldırı” edebiyatının her yanı sardığı koşullarda
hepimizin yüreğine su serpmiş, neo-liberalizmin
ezici, hiçleştirici, yok edici koşullarında da ezilenlerin
başkaldırısının, “başka bir dünya” talebinin mümkün
olduğunu somutlamıştı. Dahası, unutulmuşluğun
derinlerinden, Lacandone ormanlarından apansız
süzülüp geliveren bir halk, Mayalar, kültürel ve sınıfsal
taleplerin pekâla kaynaştırılabileceğini sesleniyordu
hepimize, “sınıf bitti, kimlik verelim”ciliğin postmodern
açmazında… “Ya Basta!”ları bir anda dört bir yanda
neo-liberal küreselleşme karşıtı hareketlerin ana şiarı
hâline gelivermişti.
Evet, “Yeni Sol”cuydu kar maskeliler, ama
dünyayı dönüştürme çağrıları, devrim kararlılıkları
son derece sahiciydi.
Meksika ordusuyla kısa süren çatışmalar,
Meksika içinden ve dışından yoğun destek, Yeryüzü
renkleri Yürüyüşü, barış görüşmeleri, San Andres
anlaşması, Meksika hükümetinin anlaşmayı tek taraflı
askıya alması sonucu isyancı cemaatlerin yürürlüğe
soktuğu fiilî özerklik, Lacandone Ormanları’ndan
birbiri ardı sıra yayınlanan Deklarasyonlar, caracolles
(ya da İyi Yönetim Cuntaları)’nın kuruluşu… Ve derin
bir suskunluk.
EZLN 2006 Meksika seçimleri öncesinde,
“Öteki Kampanya” ile bir kez daha su yüzüne çıktı. Tüm
kurumsal partilerle bağını kopartmış bir muhalefeti
örmek için. Ancak Meksika’lı muhaliflerin ve
emekçilerin büyük umutlar bağladığı, sosyal-demokrat
López Obrador’un partisine destek vermemekle
kalmayıp, seçimleri boykot çağrısı yapması, özellikle
Obrador’un Calderon karşısında şaibeli seçimleri
kılpayı farkla kaybettiğinin ortaya çıkmasından sonra,
Meksika solu ve emekçiler nezdinde büyük bir itibar
yitimine yol açacaktı.
Uluslar arası ilgi de -birkaç ısrarlı ve sadık
destekçi dışında- yavaş yavaş yitmekteydi. EZLN
ve “enigmatik” lideri Subcommandante’nin her türlü
iktidara karşı koşulsuz muhalefetleri, Latin Amerika’nın
sol rejimlerinin (örneğin Venezüella, Bolivya, Küba)
“kayıtsızlığı”nı getirmekteydi beraberinde…
Bu tecrit, Meksika toplumunun en yoksulları ve
en dışlanmışları olan Maya yerlileri arasında çalışmanın
iktisadî-toplumsal baskılarıyla eklemlendiğinde, ortaya
aşılması zor güçlükler çıkıyordu. Chiapas ormanlarının
derinliklerinde birkaç isyancı köy, kendilerine karşı
düşmanca duygular besleyen, ya da en iyi ihtimalle
kayıtsız bir kırsal okyanusta, Meksika ordusuyla
çevrelenmiş bir vaziyette, özyönetim uygulamaya
çalışmaktaydı: kendi tarımlarını yapıp, kendi ürünlerini
“adil ticaret” ilkeleri çerçevesinde Batılı STÖ’lere
pazarlayarak, kooperatiflerini işletmeye çabalayarak,
kendi okullarını, kendi hastanelerini kurup kendi
personellerini yetiştirerek… ve bu arada hiç de eksik
olmayan tacizlerle, saldırılarla, sabotajlarla baş etmeye
çalışarak…
Üstüne üstlük, o güne dek bölge insanlarına
“ifrazat” gözüyle bakan Meksika hükümeti, kesenin
ağzını açmış, bölgesel kalkınmaya yönelik çalışmalara
hız vermişti. Yol boyu gördüğümüz altyapı,
elektrifikasyon çalışmaları, hastane-okul inşaatları
bir yana, cemaatleri rüşvetle kandırarak kendi yanına
çekmeye çabalıyordu yetkili merciler… Ve isyancı
aileler, açlığa, salgın hastalıklara yenik düşerek saf
değiştirmeye başlamışlardı…
Ve La Jornada gibi EZLN’ye başından beri
destek veren sol yayın organlarında dahi, acı eleştiriler
boy gösteriyordu artık…Marcos’un narsistliğinden,
sekterliğinden dem vuran, Subcommandante’yi
antistalinist geçinip Stalinist yöntemlere prim
vermekle, gençlerin, emekçilerin mücadelelerine
yabancılaşmakla suçlayan bu yazılara göre “Saygın
Öfke Festivali”, “oy ve şöhret peşindeki birkaç
Avrupalı siyasinin katıldığı bir gösteri”den ibaretti,
ve olsa olsa “uzun edebî yapıtları Chiapas’lı, ya da
gezegenin herhangi bir bölgesinde yaşayan yerliler
için hiçbir şekilde anlaşılmaz olan Marcos’un narsizm
ve lafazanlığının festivali”ydi. EZLN, içine düştüğü
tecridi kırmak için mutlaka bir özeleştiri vermeliydi…
[9]
***
Saygın Öfke Festivali’nin giderek zemin
yitirmekte olan EZLN’yi (ve Zapatist cemaatleri)
biraz ferahlatacak olan ulusal ve uluslar arası desteği
yeniden sağlayıp sağlamayacağını bilmiyorum.
52
Bildiğim bir şey, Festival’in gerçekleştiği kampüsün
300 metre uzağındaki varoşta yaşayan bezgin,
umutsuz yerlilerin, ellerini uzatsalar dokunacakları
kadar yakınlarına gelmiş kar maskelilerin, efsanevi
Subcommandante Marcos’un, Komutan Tacho’nun,
Hortensia’nın, David’in, Miriam’ın, Severeo’nun,
Hiermo’nun… yakınlığından hiç de etkilenmiş,
umutlanmış gözükmemeleriydi. Dört gün boyunca
tozlu sokaklarını arşınlayan eksantrik yabancılara
boş gözlerle bakıp, işlerine güçlerine devam ettiler
yalnızca…
Belki umut, şimdiye dek “İktidar” perspektifi ile
“sosyal hareketler” arasına sahte bir zıtlık yerleştirerek
birincisini lanetleyip ikinciyi fetişleştiren “Yeni Sol”
yaklaşımdan vazgeçmektedir…
Sahi ne der Lenin, Marcos’un hatırlanmasını
salık verdiği, Devlet ve İhtilal’in son satırlarında?
“Bundan dolayı II. Enternasyonal’in, resmî
temsilcilerinin büyük çoğunluğu bakımından, boydan
boya oportünizme battığı sonucunu çıkartmakta
haklıyız. Komün deneyi yalnızca unutulmakla
kalmamış, ayrıca bozulmuştur da. İşçi yığınlarına,
harekete geçmek, eski devlet makinesini parçalayıp
onun yerine bir yenisini koymak, ve böylece,
kendi siyasal egemenliklerini toplumun sosyalist
dönüşümünün temeli yapmak gerekeceği anın
yaklaştığı inancını aşılamak yerine, bunun tam tersi
telkin ediliyor, ve ‘iktidarın fethi’ oportünizme binlerce
gedik açık kalacak biçimde sunulmuş oluyordu…”[10]
18 Ocak 2009 11:59:06
NOTLAR
[1] Mike Dikta.
[2] Caracol: Birkaç Zapatista kırsal cemaatin birleşerek
oluşturduğu ortak yerel yönetime verilen ad. Maya yerlilerinin
eski zamanlarda deniz salyangozu (caracol) aracılığıyla birbirleriyle
haberleşmelerinden esinlenerek bu adla anılmakta. Ayrıntılı bilgi
için bkz. A. Aubry ve Eva, “EZLN’nin Örgütlenişinde Caracoles”,
”, S. Özbudun vd. Latin Amerika Yerlileri, İstanbul: Anahtar
Kitaplar, 2006: 357-364; S. Özbudun, T. Demirer, “Kuzeyden
Güneye Orta Amerika’dan Yol Boyu Notları”, S. Özbudun, C.
Sarı, T. Demirer, Latin Amerika Başkaldırıyor, Ankara: Ütopya
Yayınları, 2005: 13-118.
[3] Bkz. http://vivirlatino.com/2008/02/13/ezln-losing-groundin-chiapas-stronghold.php
[4] Bkz. Hermann Bellinghausen, “Tensión en caracol
por arribo de 220 integrantes de la Orcao”, La Jornada, 10 Ocak
2009, s. 12.
[5] Komutanların konuşma metinleri için bkz.
Hermann Bellinghausen, “El mal gobierno ha dedicado 15 aňos
a golpearnos, no a darnos justicia: EZLN”, La Jornada, 2 Ocak
2009, s.9.
[6] CIDECI/Unitierra için bkz. S. Özbudun, “ ‘Benim
Üniversitelerim’: Chiapas’da Bir Maya Okulu”, S. Özbudun vd.
Latin Amerika Yerlileri, İstanbul: Anahtar Kitaplar, 2006: 316320.
[7] Bu konuşmanın geniş bir özeti için bkz. Hermann
Bellinghausen, “El crimen organizado dirige la fuerza del Estado,
seňala el subcommandante Marcos”, La Jornada, 3 Ocak 2009, s.
9.
[8] Ayrıntılar için bkz. Hermann Bellinghausen,
“Movimientos sociales, único camino que puede savlar a los
pueblos: Raúl Zibechi”, La Jornada, 8 Ocak 2009, s. 12.
[9] Guillermo Almeyra, “A 15 Aňos de levantamiento
zapatista”, La Jornada, 11 Ocak 2009.
[10] V. I. Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm
yayınları, Ankara, 1978.
53
ŞOFOR MAHALLİNDEN ULAŞIM POLİTİKASI TEK SEÇENEK Mİ?
Eser Atak
Şehir Plancısı
Ankara Ü. Sosyal Çevre Bilimleri Doktora Öğrencisi
Ağustos 2008
Üç dönemdir Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan
Melih Gökçek yönetimi tarafından Ankara’nın yolları
ve kavşakları 14 yıldır kazılıyor. Kazılma gerekçesi
katlı kavşak yapılması ve yolların genişletilmesi… Biri
bitiyor, bir diğeri başlıyor. Bu inşaatlar, artık Ankara’nın
neredeyse değişmez bir parçası haline geldi. Ankara
Büyükşehir Belediyesi yönetimi, her yıl bütçesinin
önemli bölümünü bu işlere harcıyor. Kent içi ulaşım
sorununun ‘tek çözümü’nün katlı kavşak yapımı ve yol
genişletmeleri olduğu, bu kavşakların “ne kadar gerekli
olduğu” kentlilere anlatılıyor.
Acaba uygulanan bu yaklaşım kent içi ulaşım
sorununa gerçekten çözüm getiriyor mu, yoksa sorunu
ağırlaştırarak öteliyor mu? Kavşak ve yol yapımı kent
yaşamında ne gibi etkilere neden oluyor? Sürdürülebilir
ulaşım politikası yaklaşımındaki çözümlerle, yeğlenen
bu politikalar örtüşüyor mu? Bu yazıda, Ankara’da
uygulanan taşıt odaklı ulaşım politikalarının etkileri ve
tek seçenek olup olmadığı yukarıdaki sorular ekseninde
tartışılmaya çalışılacak.
Resim 1. Sabah Gazetesi- 16.10.2003
Kentin yaşanabilirliğini önemseyen kentlerde
otomobil merkezli ulaşım politikalarının terkedilmiş
yaklaşımlar olduğu bilinmesine rağmen, Ankara’da
ısrarla bu politikalar uygulanmaya devam ediyor.
Belediye yönetimince kentsel ulaşım konusu, salt
“trafiğin akıtılması” gibi sığ bir düzeyde tartışılıyor.
Metropol Başkentin ulaşım politikası, sadece ‘şoför
mahali’ içinden bir bakışla belirleniyor. Sınırlı kamu
kaynakları, sadece bireysel ulaşım (otomobil ulaşımı)
“Trafiği akıtmak”
talebi için harcanıp, toplu taşıma sistemlerinin hızı,
konforu ve yaygınlığının artırılması için yatırımlar
14 yıldır iktidarda olan Belediye yönetimince kent yapılmıyor. Trafiğin ikinci önemli unsuru olan yaya
içi ulaşıma bütünlüklü bir bakış açısıyla yaklaşıldığını ulaşımı ve yaya hakları ise tamamen görmezden
söylemek çok güç. Belediye yönetimi, kent içi ulaşım geliniyor. Hatta yayalar, trafiği aksatan unsurlar olarak
sorununu ‘trafiğin durdurulmaması’ ya da diğer bir görülüyor.
deyişle, ‘trafiğin akıtılması’ olarak görüyor. “Eğer
ışıklı kavşaklarda taşıtlar durdurulmazsa trafik akacak Katlı kavşaklar çözüm mü?
ve sorun kalmayacak” anlayışı, Belediye’nin tek
ulaşım politikası olarak yıllardır uygulanıyor. Trafiği Otomobil öncelikli ulaşım politikasının mekâna
rahatlatmanın ‘tek çözümünün’ katlı kavşak yapılması yansıyan unsuru olan köprülü kavşaklar ve yol
ve yolların genişletilmesi olduğu iddia ediliyor. İktidara genişletmeleri çok kısa vadede ve noktasal çözüm
geldikleri ilk yıllarda, “15-20 köprülü kavşak yapılınca yaratıyor. Hemzemin bir kavşak, katlı kavşağa
Ankara’nın trafik sorununun çözüleceğini” savunan dönüştürüldükten sonra o yol kesiminden birim
Belediye yönetimince, 50 katlı kavşak yapıldıktan sonra zamanda geçen taşıt sayısı, yani yolun kapasitesi artıyor.
bile, “sorunun tamamen çözülmesi için 50 köprülü Ancak bu, sadece belirli bir süre rahatlama yaratıyor.
kavşak daha yapılması gerekir” denilebiliyor.
Daha serbest akımın sağlandığı bu yola trafik talebi
54
artıyor ve yeni gelen trafikle kısa süre sonra diğer
yol kesimleri ve kavşakların daha fazla tıkanmasına
neden oluyor. Bu bir kısır döngü yaratıyor ve ulaşım
altyapısında sürekli yeni yol ve kavşaklara ihtiyaç
duyulmasına yol açıyor. Bu yaklaşımlar orta ve uzun
vadede kentte otomobil kullanımını artırdığından
tüm bu yatırımlara rağmen trafik sorunu çözülemiyor.
Kentte binlerce yol kesişimi var ve bu anlayışla her
kesişimi katlı kavşağa dönüştürmek ya da yolları
genişletmek gerekli ki, bu hem teorik, hem de pratik
olarak mümkün değil... Bu şekilde trafik sorunu
çözülmediği gibi, kent mekânı ve yaşamında önemli
sorunlar ortaya çıkıyor.
yaralanmalı yaya “kaza!”ları (cinayetleri)
büyük boyutlara ulaşıyor. Öte yandan, kent
içindeki yollar taşıt ulaşımı için genişletilirken
yaya kaldırımları daraltılıyor ya da yok ediliyor.
Kentte yayaların kullandığı ulaşım ve gezinti
mekânı olan yaya kaldırımları ve promenatları
taşıtların hareketi için sürekli kırpılıyor.
Resim 2. Kuğulu taşıt alt geçitleri nedeniyle Ankara Atatürk Bulvarının
kaldırımlarının ortadan kaldırılması (Kişisel belgelik, 2007)
Şekil 1. Taşıt trafiğini veri alan ulaşım politikası
Taşıt odaklı yaklaşımların acı faturası
Otomobil merkezli ulaşım politikaları, trafiğe çözüm
olmamasının yanında yaya hareketi ve güvenliği, kentsel
mekân dokusuna etkisi, yüksek enerji tüketimi, fosil
yakıt kullanımının çevresel sonuçları, trafik güvenliği
ve kamu kaynaklarının kullanımı bakımından telafisi
çok zor kayıp ve zararlara neden oluyor.
• Öncelikle katlı kavşaklar sonucu en yakıcı
zararı gören kesim yayalar oluyor. Daha
önceki durumda ışıklı hemzemin geçitler
yoluyla karşıdan karşıya geçme olanağı olan Resim 3. Ankara’da örneklerinin sıkça görüldüğü üstgeçitlerden
yayaların, yapılan katlı kavşakların yol açtığı biri (Kişisel belgelik, 2006)
kesintisiz akım nedeniyle hareketleri büyük
ölçüde kısıtlanıyor. Hemzemin/ışıklı geçitler
“taşıtların akması” için kaldırıldığından,
• Taşıt odaklı ulaşım politikalarının gerektirdiği
yayaların karşıdan karşıya geçmeleri tehlikeli
katlı kavşak, alt-üst geçit, yeni yollar, vb. ulaşım
ve çok güç duruma geliyor, can güvenliği
altyapıları nedeniyle kentin dokusu bozuluyor,
ortadan kalkıyor. Hatta bazı yol kesimlerinde
kent mekânı yol ve kavşakların hâkimiyetine
trafiğin hızlandırılmasına rağmen, yaya geçişi
giriyor. Kent, sadece içinden geçilip gidilen bir
için hiçbir tedbir alınmadığından ölüm ve
köprü altı ve otoyola dönüşüyor.
55
• Bireysel ulaşımı özendiren bu yaklaşımlar
sonucu otomobil kullanımı artıyor, dolayısıyla
kentteki benzin tüketimi ve enerji kullanımı
yükseliyor. Bireylerin ulaşım maliyeti artarken,
Ankara ve ülke daha fazla petrole, yani dışa
bağımlı duruma geliyor.
• Motorlu araç kullanımının artışı, trafik
kaynaklı hava kirliliğinin de ciddi biçimde
artmasına yol açıyor. Egzost gazlarında bulunan
Karbonmonoksit (CO), Azotoksitler (NOx)
ve Sülfüroksitler (SOx) insanlarda yıllar içinde
pek çok hastalığa ve bunun yol açtığı kayıpları
da beraberinde getiriyor. Ayrıca, taşıtlardan
kaynaklı karbon gazları küresel ısınmaya olan
etkileri ve asit yağmurları ile tüm dünyayı
tehdit ediyor.
• Sinyalizasyonlu hız denetimi ortadan kalktığı
ve trafik durmadığı için aşırı hızlanan trafik,
ölümlü ve yaralanmalı kazaları artırıyor.
• Yapılan bu kavşaklar, tüm sosyo-mekansal ve
çevresel zararlarının ötesinde, kısıtlı kamu
kaynaklarının tam bir israfı anlamını taşıyor.
Yurttaşların vergilerle yarattığı trilyonlarca
liralık kamu kaynağı, çağdaş ulaşım Resim 4. Yayalar, otomobil öncelikli ulaşım politikaları sonucu
planlamasının tüm ilkelerine aykırı biçimde, artan kazalara en fazla maruz kalan kesimi oluşturuyor. Hürriyet
Gazetesi (19.11.2005)
savurganca ve keyfi biçimde harcanıyor.
Ulaşımda Sürdürülebilir ve Çağdaş Çözüm
Ne?
Bireysel bir ulaşım aracı olan otomobillerin yoğun
olarak ulaşım sisteminde kullanılmasının kentlerde
trafik sorunu yaratan temel unsur olduğu, sürdürülebilir
ulaşımı savunan geniş bir kesim tarafından uzun süredir
kabul edilen bir gerçeklik haline geldi. Otomobillerin
ve bu ulaşım türüne ilişkin yapılan altyapının
giderek kentleri öldürmesi, insan ilişkilerini tahrip
ettiğinin fark edilmesi, trafik kaynaklı emisyonların
hava kalitesinin düşmesine ve sera gazı miktarının
artmasına ciddi katkı yapmasının belirlenmesi; kazalar,
enerji tüketimi, zaman kayıpları, yapılan yatırımlar,
vb. ile otomobil merkezli ulaşım sisteminin bireysel
ve toplumsal açılardan önemli maliyetler yarattığının
ortaya konulması, kentlerde taşıt odaklı bir ulaşım
sisteminin ne derece doğru olduğunun sorgulanmasına
yol açtı. Sonuçta, sürdürülebilir bir kent ve kent yaşamı
için otomobillerin kent içi ulaşımda olabildiğince az
kullanılması gerekliliği genel kabul gören bir yaklaşım
56
oldu.
Bu yaklaşımda farklı ulaşım türlerine dönük özendirme
Buradan hareketle, kentlerde otomobil kullanımını ve kaçındırma stratejileri önem taşıyor. Öncelikle kent
azaltmaya dönük verilen yanıtları iki aşamalı merkezine doğru olan otomobil yolculuklarını azaltmak
ele almak mümkün… Birincisi, kent planlama için taşıt trafiği şeritlerinde yaya ve toplu taşıma lehine
ile verilen arazi kullanım kararları, ikincisi ise daraltma, merkezde otopark arzını sınırlandırma ve
ulaşım sisteminde benimsenen ulaşım politikası otopark ücretini yükseltme, bazı yolları ücretli hale
yaklaşımları… Kent planlama ile verilen arazi kullanım getirme, trafiğe kapalı alanlar oluşturma yönünde
kararlarının, sürdürülebilir bir kent ve ulaşım sistemi otomobil ulaşımında kapasite kısıtlayıcı önlemler
tasarlanmasında temel çıkış noktasını oluşturması uygulanıyor.
gerekliliği artık fark edilmiş durumda… Bu
yaklaşımda, kentsel arazi kullanım kararları ile farklı Bunun yanı sıra ve eş zamanlı olarak toplu taşıma
işlevsel bölgeler arasındaki uzaklıkların azaltılması sistemlerinin tercih edilir hale getirilmesi için stratejiler
(toplu kent/compact city) ve karma arazi kullanımı izleniyor. Ulaşımda çağdaş ve sürdürülebilir sistemler
(mixed land use), kent planlamadaki yeni vurgu oluşturulmasında pahalı raylı sistemler tek çözüm
haline geldi. Bu yolla; iş, eğitim, eğlence, vb. amaçlı değil… Özel otobüs yolları ve şeritleri oluşturulması,
olarak kişilerin hareketlilik talebinin en düşük düzeye trafik ışıklarında otobüslere öncelik, bilet sisteminde
çekilmesi, kent içinde motorlu araçlarla bağımlılığın bütünleştirme, park et – devam et sistemi gibi önlemler
azaltılması amaçlanıyor. Bu uygulamalarla eş zamanlı özellikle gelişmekte olan ülkeler için daha esnek ve
olarak yaya ve bisiklet yol ağı sisteminin iyileştirilmesi ucuz bir seçenek haline gelebiliyor. Örneğin, Curitiba
ile yolculukların çevreci ulaşım türlerine kayması (Brezilya), Bogota (Kolombiya) gibi gelişmekte
hedefleniyor. Bahsedilen yaklaşım, şimdiye dek olan ve bütçesi sınırlı olan bazı ülkeler, hızlı otobüs
otomobilin varlığına güvenerek parçalanan kentsel yolları ve bisiklet yol ağı oluşturarak kent içi ulaşımda
dokunun yeniden bütünleştirilmesini ve kentsel önemli başarılara imza atıyor. Konforlu otobüsler,
sistemin tekrar dönüşümünü içermesi bakımından özel yol ve platformlarla desteklenerek mevcut trafik
daha uzun soluklu ve köklü değişimleri içeriyor. Bu sürtünmesinden kurtarılıyor ve hızları artırılıyor. Trafik
politikanın uygulanmasının önündeki en ciddi engel ışıklarında otobüslere öncelik veriliyor. Toplutaşıma
ise küresel kapitalizmin etkilerinden kaynaklanıyor. sistemi birbiriyle bütünleştiriliyor ve aktarma kolaylığı
Kapitalist sistem ve onun dayattığı tüketim kalıpları sağlanıyor.
ve kültürel kodlar, otomobil sahibi olma, kullanma
ve kent dışına doğru (‘yeni yaşam tarzlarına yönelik’)
yerleşim isteklerine yol açarak otomobil odaklı kentsel
yayılmanın hızını pek çok dünya kentinde artırıyor.
İkinci politika, ulaşım talebinin otomobilden
toplu ulaşım ve motorsuz türlere kayması yönünde
uygulanacak ulaşım politikası yaklaşımları… Bu
yaklaşım kentlerin mevcut ulaşım sistemi ve talebine
yönelik müdahaleleri içerdiğinden daha kısa erimde
uygulanma olanağına sahip... Öncelikle ulaşım
altyapısında kent merkezine erişim amaçlı olarak
yolların genişletilmesi ve katlı kavşak yapılması
tamamen terk ediliyor. Çünkü yapılan her kavşağın Resim 5. Hızlı otobüs yolu, Bogota kenti (Kolombiya)
ve yolun, trafikteki araç sayısını artırmaktan başka Kaynak: Sustainable Transport: A sourcebook for policy-makers
işe yaramadığı, günlük yolculuklarda yoğun otomobil in developing cities, www.itdp.org, 2006
kullanımına yol açarak kentleri giderek yaşanmaz
kıldığı görüldü. Kentlerde otomobilleri taşımanın
değil, insanları taşımanın yaşanabilir bir yerleşim
için gerekli olduğu anlaşıldı. Ayrıca, kent içi trafiğin
mutlaka belli aralıklarla durması gerektiği, bunun hem
öndeki trafiğin rahatlaması ve yan yollardan katılımın
sağlanması, hem hız denetimi, hem de yayaların geçişi
için olmazsa olmaz bir gereklilik olduğu fark edildi.
57
Diğer yandan yaya ulaşımının desteklenmesi için
kentlerin merkezi bölgeleri yaya mekânı ve meydanları
olarak düzenleniyor. Kentte güvenli ve yeterli
sıklıkta yaya geçidi yapılıyor. Bu geçitler engelliler
de dâhil olmak üzere herkesin kolaylıkla geçebilmesi
için düzayak ve ışıklı hemzemin geçitler olarak
düzenlenirken, kentin iç kesimlerinde üst-alt geçitler
kesinlikle tercih edilmiyor.
Bisiklet ulaşımına dönük yatırımlar da sürdürülebilir
ulaşımın olmazsa olmazını oluşturuyor. Özellikle kısa
ve orta mesafelerde (5-6 km) bisiklet çok etkili bir
ulaşım aracı olarak iş görüyor. Çok az yer kaplaması,
fosil yakıt tüketmemesi, sağlığa yararlı olması, sessiz ve
çevreci olması gibi yararlarının gün yüzüne çıkmasıyla,
yüz yıl bir kenara bıraktıktan sonra insanlar bisikletin
üstünlüğünü tekrar fark etmeye başlıyor.
kaçınılmaz bir gereklilik... Öte yandan, yayaların
trafiğin temel bir unsuru olarak kabul edilmesi, yaya
ulaşımı ve yaya güvenliği ilkelerinin yaşama geçirilmesi
son derece acil bir konu... Katlı kavşak yapımına son
verilmesi, hatta yapılmış olan pek çok katlı kavşağın
yıkılarak eski haline getirilmesi gerekiyor. Kavşaklar
için, trafik planlamasının yöntemleri olan sinyalizasyon,
faz ayarlamaları, ada düzenlemeleri gibi basit, ancak bir
o kadar etkili ve ucuz yöntemlerin devreye sokulması
da diğer bir önemli konu olarak yerini koruyor.
Çağdaş ve kentin yaşanabilirliğini önemseyen bu
yaklaşımlar aslında Belediye Yönetimi tarafından da
biliniyor, Belediyenin hazırlattığı ulaşım raporlarında da
bunlar öneriliyor. Ancak siyasal bir tercihin sonucunda
bu politikalar uygulanmıyor. Sürdürülebilir kentsel
ulaşım politikalarının dışlanmasının siyasal, ideolojik
ve ahlaki arka planları ayrı bir tartışma konusu olabilir.
Ancak, bu temel ideolojik tercihin bir sonucu olarak,
yerel yöneticilerin kente bakışı, kenti algılama biçimi
ile kenti değişim değeri odaklı yönetme yaklaşımının,
diğer önemli kentsel sorunlarda olduğu gibi bu
sorunun da kaynağı olduğu söylenebilir. Bu tercihin
değişmesi ve otomobil öncelikli ulaşım politikalarının
tek seçenek olmadığının anlaşılması, kente yaşam
alanı olarak bakan ve faydacı yaklaşımlardan uzak
kent yönetimleriyle ve tabiî ki bunu isteyen bir kentli
toplumuyla olanaklı…
kaynaklar:
Hürriyet Gazetesi, 19.11.2005
Sabah Gazetesi, 16.10.2003
www.chicagobikes.org
www.itdp.org, 2006, Sustainable Transport: A sourcebook for
policy-makers in developing cities, e-yayın.
Resim 6. Bisiklet şeridi
(Kaynak: www.chicagobikes.org)
Görüldüğü gibi tüm bu politikaların amacı, daha
yaşanabilir bir kent için otomobil kullanımını
azaltmak… Ankara’da ise günümüzde uygulanan
otomobil odaklı ulaşım politikaları, kentin yaşanabilir
ve sürdürülebilirliğinin önünde ciddi bir engel
oluşturuyor.
Ne yapılmalı?
Ankara’nın kent içi ulaşımında temel politika,
toplu taşıma ve insan önceliği olarak belirlenmeli,
toplu taşıma sistemlerinin hızının ve konforunun
artırılarak iyileştirilmesi ve yukarıda anılan yenilikçi
düzenlemelerin yapılması için adım atılmalı... Bu,
Ankara’nın ulaşım altyapısının verimli kullanılması ve
sınırlı kamu kaynakları göz önünde bulundurulduğunda
58
TÜRKİYEDE VE DÜNYADA KÜRESEL BUNGUNLIĞUN
NEDENLERİ
Benim izleyebildiğim kadarıyla, Dünya’da ve ülkemizde
yaşanmakta olan iktisadi bungunluğun nedenleri olarak
ileri sürülen gerekçeler gerçeği yeterince kapsamamak tadır.
Bu nedenle alınmakta olan önlemler beklenen sonucu
vermemektedir. Bu olgunun sonucudur ki ; yeni yeni
paketler uygulamaya getirilmektedir. İngiltere’deki uygulama
ve beklentiler, duruma ilişkin açık bir örnektir.
Genel olarak, bungunluğun finansal olduğu kabul edilmekte
ve esas itibariyle, finans kurumlarının ve büyük üretici
firmaların nakit açıklarını , çeşitli biçimlerde kapatmaya
yönelik parasal önlemler düşünülmekte, önerilmekte ve
uygulamaya konulmaya çalışılmaktadır.
Oysa ki, bana göre, bungunluğun gerçek nedeni: başta 1.3
milyar nüfuslu Çin ile çevresindeki kalabalık fakat gelir ve
pek doğal olarak yaşam düzeyi düşük ülkelerin, çoğu kez
kaliteyi bile ihmal ettirebilen düşük maliyetli üretimlerinin,
başta ABD ve AB olmak üzere, dünya pazarlarını işgal ederek
yerel üretimleri boğmasıdır.
Uzakdoğu ülkelerinin, çoğu, batılı firmalarının doğrudan
veya dolaylı desteği ile gerçekleştirilen çok ucuz ürünlerden
oluşan üretimi ve ihracatı karşısında, batılı devletlerin
yerel üretimi hızla daralmaya, hatta, tümüyle yok olmaya
başlamıştır.
Yerli üretim öncesinde, sırasında ve sonrasında yer almakta
olan mal ve hizmet üretimleri de, zorunlu olarak, aynı kaderi
paylaşmıştır.
ip sermaye olduğunu ileri sürer. Üretimlerini, kendi
ülkelerindeki işçinin, bir saatlik işçilik bedeli olarak
yetersiz gördüğü ücretle, neredeyse bir ay çalışmaya güle
oynaya razı ülkelere kaydıran yerel sermaye de kendi ulusal
üretim firmalarının dayanılmaz rakibi olmuştur. Ancak, bu
uygulamanın yaygınlaşmasıyla, bir süre sonra, yerel üreticilerin
bir bölümü, sürecin ilk aşaması olarak: çalışma sürelerini
kısmak, çalışma günlerini azaltmak, ücretlerde indirim
yapmak gibi önlemlerle direnmeye çalışırken; pek çoğu,
doğrudan,eleman azaltmak veya üretimi durdurmak zorunda
kalmışlardır.
Düşük maliyetli üretim de işlem hacminin genişletilmemesi
durumunda, ulusal ekonomi açısından tümüyle sakıncasız bir
hal değildir. Bu, para hacminin, ona bağlı ulusal gelirin, sonuç
olarak tüketimin azalması demektir.
Bir bölümüne yukarıda değindiğimiz: olgular, gelişmeler
ve sonuçları, ülkelerinin tüketicisi olan mal ve hizmet
üreticilerinin gelirlerinin, pek doğal olarak da harcamalarının
düşmesi demektir ve bu, üretimi sınırlayıcı bir diğer, hatta
temel baskı unsurudur.
Başlangıçta, harcamalardaki marjinal kalemlerin terki ile
oluşacak davranış değişikliğinin, öncesinde veya sonrasında,
eski birikimlerin kullanımı ile desteklenmesi, sürecin doğal
bir aşamasıdır.
Finans kurumlarına olan eski veya yeni borçlanmalarda
ödemelerin aksaması, bu gelişimin yaratıcısı olarak görülmek
gerekir. Çürük finansmanlar, sanal teminatlara dayalı şişirilmiş
fon kullanımları da eklenince, en kırılgan iktisadi faaliyet
alanı kabul edilen finans sektörü , en erken imdat isteyen
kesim olmuştur.
Bunun sonucunda , daha şimdiden, bu sektörde ve başta
otomotiv sanayi olmak üzere pek çok sayıdaki diğerlerinde,
birleşmeler,tasfiyeler, kütleler halinde eleman çıkarmalar hızla
gündeme gelmiştir.
Türkiye’de ise: yılların artarak gelişen bütçe ve cari açık
birikimleri, ucuz mal ithalinin etkilerine eklenmektedir.
İthalata bağlı iktisadi faaliyetlerin yarattığı ekonomik gelişme,
yerli üretimin tökezlemesinin ve hatta kapaklanmasının
etkilerinin vurucu bir şekilde ortaya çıkışını bir ölçüde
geciktirmiştir.
Uzak doğulu işçinin ücretinin ve yaşam seviyesinin batıya
makul bir düzeyde yaklaşmasına kadar, ülkemizdeki ve batı
dünyasındaki iktisadi bungunluğun sürmesi, bana göre,
gelişmelerin doğal sonucudur. Bu sürecin, kaç “birkaç sene”
süreceğini bilebilmek, seçeneklerin çokluğu nedeniyle de
hayli güçtür. Nitekim, 2007’in son dönemlerinde, 2008’in,
ilk, ikinci çeyreklerinden söz edilirken; “bungunluğun” sona
ermesinde, şimdilerde 2010’lu yıllardan söz edilmektedir.
Üzerinde yeterince durulmayan, hatta enflasyona etkisi
açısından kimilerince memnuniyetle karşılanan bir olgu
da ticaret ve üretimdeki daralmanın, zamanla, maliyetleri,
dolayısıyla enflasyonu tetiklemesinin kaçınılmazlığıdır.
Olasıdır ki, her iktisadi doktrin gibi, liberalizm de
küreselleşme ile olumlu etkilerinin doruklarına ulaşmış;
ancak, zaman içinde, sağladığı yararlar yanında, bizatihi
kendisini kemiren olguları yaratarak, geçerliliğini yitirmeye
başlamıştır. Bu durumda, çok uzak olmayan bir gelecekte,
insanlığı yönlendiren dönemsel devinimler gereği, ticarette
ve üretimde, ulusal sınırlarda yeniden duvarlar oluşturulması
şaşırtıcı bir önlem olarak görülmeyecektir.
22 Ocak 2009
Yüksel Çetiner - [email protected]
İstanbul,
GALATLAR DÖNEMİNDE ANKARA (ıv)
Mehmet ÖZER
… Helenistik krallar, “Galat” adının yarattığı korku ve
yenilmez Galat savaşçılarının amansız silahları olmadan
hiçbir şeyin ne krallıklarını garanti altına alabileceğine, ne de
kaybedilen bir şeyin tekrar kazanabileceğine inanıyorlardı.
eden Galatlar Roma’yı yenerek aşağı Tuna illerini
ele geçirdiler. Üç kola ayrılan Galatların, birinci kolu
Makedonya’yı istila etti. İkinci kolu Yunanistan’a
doğru yürüyüşünü sürdürdü. Üçüncü kolu (M.Ö.
278-277) boğazlardan Anadolu’ya geçerek, Sakarya ve
Kızılırmak nehirleri arasındaki bölgeye üç ayrı kabile
olarak yerleştiler. TOLİSTOBOGİ’ler yukarı Sakarya
bölgesi olan Gordion (Ankara-Polatlı) Yassı Höyük
ve Pessinus’u (Eskişehir-Sivrihisar – Ballıhisar) yurt
tuttular.
TEKTOSAGLAR Ankara ve Çankırı
bölgesine, TROKMİLER Kızılırmak bölgesinde
Tavium’a (Yozgat – Büyüknefes Köyü) yerleştiler.
Yüzyıllarca bu bölgelerde yaşayan Galatların M.S. 7.
yüzyılda varlıklarını tamamen silinmiştir.
Galatlar yaşadıkları dönemde üç büyük şehir inşa
etmişlerdir. Pessinus bölgesinde oturan Tolistoboglar
için Pessinus dinsel bir merkezdi. Kybele rahiplerinin
yarısı Frigler’den, diğer yarısı Galatlardan seçiliyordu.
Trokmilerin Tavion Şehri önemli bir ticaret merkezi
konumundadır. Tektosagların başkenti Ankyra’dır ve
Galatlar, Avrupa’nın İspanya, Fransa en önemli merkezdir. Hacı Bayram Camisinin yanında
ve Almanya’nın batı bölgelerinde yaşayan halk bulunan tapınak Galatların tanrılaştırıldığı İmparator
topluluğudur. Eski yazıtlarda Galatia (Galatlar), Augustus adına Galatlar tarafından yapılmıştır.
Galli (Galler), Kelteo (Keltler) olarak anılır. Galatia,
Kentin bugünkü adına ilişkin ilk bilgileri
Yunanca ve Latincede Galatlar’’ın yaşadığı yer
anlamında kullanılmıştır. Pausanias’a göre, Keltler
Avrupa’nın kuzeydoğusunda, büyük denizin
kıyılarında, topraklarından Eridanos Irmağı geçen,
gemiyle gidilmeyecek kadar uzak bir bölgede
otururlardı. Platon, Keltleri savaşçı ve haddinden fazla
şarap içen halklar olarak tanımlamıştı.Aristoteles,
Keltlerin çocuklarına geleneksel olarak verdikleri
eğitim ve yasalar uyarınca, bebeklikten itibaren onları
çok az giydirerek soğuğa alıştırdıklarını ve her zaman
savaş için büyük sayıda askeri kuvvet bulundurdukları,
korkusuz ve katı disiplinli olduklarını söylemektedir.
(Antik çağ Anadolusu’nun Savaşçı Kavmi GalatlarMurat Arslan)
M.Ö. 280 yıllarında Balkan yarımadasını istila
60
Roma döneminde basılan sikkelerde görmekteyiz.
Yazar Stephanos, Byzantinos “Coğrafya” adlı kitabında
kentin Galatlar tarafından kurulduğunu söylemektedir.
Kentin adı Yunanca “ANKYPA” Latince “ANCYPA”dır
adına Galat Kralı Pylamenes tarafından yapılmıştır.
Augustus Roma İmparatorları içinde tanrılaştırılan ve
ve gemi çabası anlamına gelmektedir.
Stephanos’un Byzantinos’un aktardığı bilgileri
göre, Galatlar Mısır istilasına karşı Pontus Kralı
Mithradates (302-265) İttifak kurmuşlardır. İstilaya
karşı Pontus’ların yanında savaşan Galat’lar savaşın
kazanılmasındaki başarıları nedeniyle ödüllendirilmiş
ve Mısır donanması amiral gemisinin çapasını hediye
olarak almışlardır. Çapa Ankyra da Men tapınağına
sunulmuş, bundan sonra ANKYRA adı daha sıkça anılır
olmuş ve sikkelere de ANKYRA adı yazılmıştır.
tapınılan tek imparatordur.
Tapınağın giriş ve güney duvarlarına
Augustus’un yaşadığı dönemdeki askeri ve siyasi zaferleri,
olayları, kahramanlıklarını anlatan vasiyetnamesi (Des
Gastae Divi Augusti) Latince ve Yunanca olarak
Yazar Pausanios’a göre kentin kurucusu yazılmıştır. Augustus Tapınağı, Bizans döneminde
Galatlar değil Frig Kralı Gardios’un oğlu Kral eklemelerle kiliseye dönüştürülmüş 15.yy’da Osmanlı
Midas’tır. Başka kaynaklarda ise, Ankara isminin İmparatorluğu döneminde ise tapınağın hemen yanına
küçük Asya’nın en eski tanrısı olan Men’in adından Hacı Bayram Camisi yapılmıştır. Augustus Tapınağı
yıkılmadan yanında cami yapılması hoşgörünün bir
geldiğini yazmaktadır.
ifadesi olarak değerlendirilmiştir.
AUGUSTUS TAPINAĞI
Augustus Tapınağı Hacı Bayram Camiinin
bitişiğindedir. Tapınak, Friglerin ay tanrısı Men ve
Ana tanrıça Kybele’ye adanan bir tapınak üzerine İ.Ö.
25-50 yıllarında yapıldığı bilinmektedir. Ölümünden
sonra tanrılaştırılan Roma İmparatoru Augustus
61
şiir seçkisi / Ankara için yazılan şiirler
NAZIM HİKMET
MEMLEKETİMDEN İNSAN
MANZARALARI
Tiren yaklaşıyordu ki Etimesut'a
birdenbire telsiz istasyonunun
antenleri
solda çıplak tepelerin arasından
(fırlıyormuş gibi yukarı, atlıyormuş
gibi ileri)
telleri ve potrelleriyle yükseldiler.
Onlar bu kibirli, kısır toprağın
ortasında
İnsan soyunun emeği, aklı ve ümidi
gibi güzeldiler.
bu toprakta tutunabilmek için
Ankara'da bir müteahhit kadar para
yemişti herbiri.
Mahkum Halil'in böyle düşünmesine
rağmen
Mahkum Fuat memnundu
akasyalardan.
Çiftlik kümeslerini geçmişti taksileri
çoktan.
Etlik bağları gözüküyordu karşıda,
solda.
Dipte, ilerde Ankara Kalesi.
Bu bahar sabahında, asfalt yolda,
serin bir su fısıltısı gibiydi lastiklerin
sesi.
Yumuşak bir şarkı mırıldanıyordu
Etimesut'da durdu tiren.
Etimesut bir numune köyüdür galiba. motor.
Şoförün emrinde makina,
Ve bundan dolayı
(insanın emrinde hiçbir havyanın
numune mekteplerinden kanaviçe
olmadığı kadar)
örneklerine kadar
makina bir cep saati rahatlığıyla
bütün numune örnek ve modeller
işliyor.
gibi yalancı ve ölüydü.
Üzerlerine doğru gelip tekerleklerin
Muharrir mahkum Halil'in böyle
altından kaçan asfalta bakıyor
düşünmesine rağmen
şoför, yürekte ışıklı halkalar
tesviyeci mahkum Fuat beğendi
genişliyor, genişliyor.
Etimesut'u.
Kalktı tiren.
Sağda bozkır ağaçlanmıştı.
Akasyaydı çoğu.
Korkak, kuşkulu ve tereddütlüydüler.
Halbuki cesurdur akasyalar
ve kanaatkârlıkta geçtikleri halde
develeri
Ipodrom'a yaklaştılar.
../..
İpodrom'un yanından geçiliyor.
Ve yepyeni bir şehir karşıdadır:
kibirli ve muzaffer
inkâr ederek varoşlarını
bozkırın ortasında başıboş bir israfla
62
payda oluveren.
Geçiliyor stadyomun yanından:
burası hazır elbise gibi bir tuhaf yeni,
bir tuhaf ütülü
ve şehre değil de
camekânda bir mankene giydirilmiş
gibi duruyor.
(Kitap 2 Bölüm VIII)
Haydarpaşa'dan 15:45'de kalkan
katar girdi sessizce Ankara Garı'na.
Saat sekizi çeyrek geçiyordu (beş
dakika rötar).
Ankara Gan'na bahar:
İstasyon polisinde artan gizli bir
telaş,
üçüncü mevki bekleme salonunda
köylü yapı işçileriyle
ve büfesinde göbekli bir marula
benzeyen İstanbul hasretiyle gelir.
Ankara Garı temizdir, rahattır ve
bilhassa yenidir.
Fakat mermerlerinin aydınlığına
rağmen
anlatılması öyle zor (yahut öyle
kolay) bir şey vardır ki rüzgârında
bağrışılmaz, koşuşulmaz, yüksek
sesle gülüşülmez Ankara Gan'nda.
O kadar ki
kalkacak tirenlerini ses-büyütenlerle
haykırdığı zaman
boş bulunursa insan
şaşırır, başka bir dünyadan
sesleniyorlarmış gibi.
Mahkumlar indi tirenden
bavulları ve jandarmalarıyla.
Kelepçeleri vurulmuştu yine.
Yürüdüler ilgi uyandırmadan,
(yahut uyanan ilgiler belirtilmedi).
Yalnız, bir kadın bir kadına:
" - Bunlar Alaman casusu," dedi,(sarışındı Süleyman).
Mahkumlar yola koyuldular
jandarma merkezine doğru
(aktarma tirenlerini orda
bekleyecekler).
Bir köylü hamal taşıyordu
bavullarını.
Issızdı caddeler:
belki erken
belki geç
belki ölü bir saat,
belki duvarların arkasına çekilmiş
hayat.
Yığın yığın
kat kat
mermer
beton
ve asfalt.
Ve heykel
ve heykel
ve heykel,
insan yok fakat.
Ve sonra bozkır:
en beklenmedik yerde
ve herşeye rağmen
şehrin içine kadar giren,
ve sonra derhal toprağın
sonsuzluğu...
63
fotoğrafın diliyle: Mülkiye
64
65