Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim

Transkript

Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim
NİSAN 2013
75
VKV Koç Özel İlkokulu, Ortaokulu ve Lisesi Dergisi
VKV Koç Özel İlkokulu, Ortaokulu ve Lisesi
Orhanlı Köyü, Çayırlar Mevkii 34941 Tuzla, İstanbul
www.kocschool.k12.tr
FELSEFE
İ Ç İ N D E K İ L E R
FELSEFE
Önsöz .............................................................................................. 2
Nisan 2013
Değişim Ve Zıtlık
Kerem Gerçek ............................................................................ 3
Gökyüzündeki Akıl Gücü
Alara Alkan .................................................................................. 4-5
Kapitalizm ve İnsaniyet
Emre Özmen ............................................................................... 6-7
Choosing To Become A Woman
Onyedinci Türkiye Felsefe Olimpiyatı
Efe Aras ...................................................................................... 8-11
A Debate Between Nature And Nurture
Deniz Lenger ............................................................................ 12-15
Fotoğraf: Eylül Yelenkülüğ
Rüyadan Uyanınca
Meral Ustaoğlu ........................................................................ 16-17
Sürekli Değişim Demek Her Şey Aynı Demek Midir?
Ayşe Duran ............................................................................... 18-19
Kimin Ölçütü
Elif Kara ........................................................................................ 20
VKV Koç Özel İlkokulu,
Ortaokulu ve Lisesi
Nisan 2013 Sayı: 75
ISSN 1305-3035
Türkçe, Almanca,
İngilizce, Fransızca
Aylık, Yerel, G. Siyasi Dergi
Yayınlayan:
VKV Koç Lisesi
Tepeören - Tuzla - İstanbul
İmtiyaz Sahibi:
Aynur Demirayak
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Zeynep Kurmuş Hürbaş
Yayınlar Koordinatörü:
Pınar E. Çelikörslü
Basım Yeri:
Gümüşsoy Matbaacılık
Reklam ve Paz.San.Tic.Ltd.Şti.
0.216 418 88 38 pbx
Süt Sıcak Mı?
Burcu Pirimoğlu ............................................................................ 21
Cevaplar Aslında Yeni Sorular
Sena Evren .............................................................................. 22-23
Kuşku Bilgeliğin Kökenidir
Birsu Özçelik ................................................................................ 24
Hayret Duygusu ve Felsefi Düşünme
Güneş Ateş Akgün ........................................................................ 25
Kum
Yağız Harun Er ......................................................................... 26-29
“Matrix” ve Felsefe
Ziya Beriker .............................................................................. 30-31
Din Ve Felsefenin İlişkisi
Ceren Zaim .....................................................................................32
Dergideki görseller için fotoğrafçılık öğrenci ve öğretmelerine
desteklerin dolayı teşekkür ederiz.
Ö
N
S
Ö
Z
İNSANIN DEĞERİ….
İnsanın değeri nasıl ölçülür? Kant'ın dediği gibi, eyledikleriyle mi? Acaba, yoksa ölçülebilecek
hiçbir kriteri yok da insanoğlu “kendince” belirlediği kriterle mi ölçmekte? Sokrates'in
“kendini bil” sözü zaten insanın değerlerini belirlemiyor mu? O halde başkasının değer
biçmesi ve sınıflaması nasıl bir anlama algısını beraberinde getirir?
İnsan değerli olmak için ne yapmalı? Neyi bilmeli? Tüm yapıp ettiklerini akla mı dayandırmalı?
Yoksa güçlü olmak için Bacon'nın dediği gibi “Bilgi güçtür” diyerek bilgiyle mi donanmalı?
Peki, bilgi ile gücü elde edince insan “Değer” kavramının anlamını bilir, ya da değer
kavramını adalet ilkesi ile mi özdeşleştirir? Eğer adalet bilgi ile gelseydi o zaman Sokrates'i
mahkûm etmezlerdi. Oysa Atinalı devlet adamlarına sorsak, adaletli davrandıklarını söyler ve
kendilerince haklı nedenler ileri sürerlerdi.
O günün insanlarının değerli kılmadığı Sokrates 21. yy da hala baş tacı edilmekte ve
düşünceleri ile günümüze ışık tutmaktadır. Bu durum da insanın aklına şu soruyu
getirmekte... Sokrates değerli değil miydi?
Belki de insanın değerini bilmek ve fark etmek için insanlığın felsefe alanında daha çok yol
kat etmesi gerekiyor, kim bilir. Zira K. Jasper'ın “Felsefe alanında hemen herkes kendini
yetkili sayar” sözleri insanın değerini biçme konusunda yetkinin nasıl kullanıldığının bir
göstergesidir.
Ancak ufukta görülen ve derginin gerçekleşmesini sağlayan öğrencilerimize baktığımda
K. Jasper'ın çok da haklı çıkmayacağını ve felsefe alanında kendilerini yetkili saymadan
yetkin bireyler olarak insanın “Değerine” yer vereceklerini ve özen göstereceklerine
inancım artmaktadır.
Derginin hazırlanmasında emeği geçen
herkese teşekkür ederim.
Gülfer Birsin
Sosyal Dersler Bölümü
Felsefe Öğretmeni
Fotoğraf: Alp Dersu Topaloğlu
2
DEĞİŞİM VE ZITLIK
Herakleitos'a göre evrenin ana maddesi,
'arkhesi' ateştir. Herakleitos bir doğa
filozofudur ve doğa filozoflarının amacı
evrenin ana maddesini bulmaktır.
Herakleitos'un verilen sözü değişimin
önemini yansıtır ve evrenin değişimden
ibaret olduğunu vurgular. Herakleitos ateşi
arkhe olarak seçmiştir çünkü ateş ona göre
değişimi sembolize eder. Bu sözle 'uyuyan ve
uyanık' ve 'gençle yaşlının' aynı olduğu
söylenir. Bu Herakleitos'un değişim
felsefesiyle alakalıdır ve aynı zamanda
diyalektik anlayışı da yansıtır. Herakleitos
'savaşın her şeyin babası' olduğuna inanır.
Evrendeki her şeyin zıtlıkların çatışmasından
oluştuğunu savunan filozof, bu sebeple
verilen sözde anlam olarak zıt sözcükler
kullanmıştır. Bu düşünce edebiyatta, sanatta
ve yaşamımızda da görülür. Kuşkusuz kadın
erkeksiz, erkek de kadınsız yaşayamaz.
Soğuk sıcak çatışıp ılığı oluşturmuştur.
Dante'nin yapıtı İlahi Komedya'da cehennem,
cennet ve o iki dünyanın arası vardır.
Cehennem ve cennetin zıtlığı 'limbo' denen o
ara dünyayı yaratmıştır. Herakleitos'un sözü
her şeyin değişeceğini belirtir bir anlamda.
Uyuyanın eninde sonunda uyanacağı ve
yaşayanın da öleceği belirtilir. Burada ölümün
kaçınılmazlığına da bir gönderme vardır
aslında. Türk edebiyatında da Orhan Veli
şiirlerinde ölümün doğallığını ve
kaçınılmazlığını özellikle 'Ölüme Yakın' ve
'Yaşamak' adlı şiirlerinde dile getirmiştir.
Herakleitos'a göre 'değişmeyen tek şey
değişimdir.' Bu sözünde her şeyin aynı
olduğunu ima etse de aslında sadece
zıtlıkların aynı olduğunu, bunun da sebebinin
FELSEFE
Resim: Zeynep Aslanoba
sürekli değişim içinde olmaları ve bu
değişimin bir noktasında aynı şey olmalarıdır.
Buna bilimden bir örnek güneş tutulmasıdır.
Ay ve dünya hep güneşin etrafında hareket
halindedirler. Ancak bir noktada ay, güneş ve
dünya aynı hizaya girer ve bu güneş
tutulmasıdır. İşte o anda aynı olurlar, bir nevi.
Bence Herakleitos'un bu sözü yaşamın
düzenini simgeler. Evrendeki her şey değişim
içindedir: bir gün bir insan mutludur, diğeri
mutsuz. Başka gün o insan mutsuz olur,
diğeri mutlu. Bu sebeple Herakleitos zıtlıklara
aynı şey der. Çünkü aynı duygular aynı
zamanda olmasa bile hissedilir. Evet, bir
insan nehre ikinci kez girdiği zaman o nehir
aynı nehir değildir, değişmiştir. Ancak o
nehirden inen su eninde sonunda buharlaşıp,
yağmur olup nehre geri yağacaktır çünkü
devamlı bir değişim vardır, maddenin
halindeki gibi. Sonuç olarak Herakleitos'un
bu sözü değişimi ve zıtlıkları konu almış ve
evrenin değişken doğasını ortaya koymuştur.
Kerem Gerçek
3
Fotoğraf: Doğa Lal Güçgötüren
GÖKYÜZÜNDEKİ AKIL GÜCÜ
İmmanuel Kant'ın “Tanrı var mıdır, yok
mudur? Bilemiyoruz; fakat isteriz ki; Tanrı
olsun” sözünden yola çıkarak yüzyıllar
boyunca tartışılan bir yaratıcının olup
olmadığı ve bu yaratıcının bizim arzu ve
irademize etki edip edemeyeceği kesin ve el
ile tutulur sonuçlara dayandırılamamıştır.
Günümüzde bireyler inançları doğrultusunda
Tanrı'nın varlığını kabul veya reddederler.
Fakat olağan dışı olayların kutsal sayılan
kitaplarda anlatımı dışında Tanrı'nın varlığını
kanıtlayan başka bir kaynak yoktur. Tanrı'nın
varlığını koşulsuz kabul etmek yerine onun
varlığını ve gücünü sorgulayan agnostikler
kaynağı belirli olmayan sadece düşünce ve
tahmine dayalı, kesin bilgi içermeyen bir
değil birkaç tane kitaba inanmanın tatmin
edici olmadığını düşünmektedirler. Bu
4
sebeple Tanrı'nın varlığını sorgulamış ve aynı
zamanda toplumdan bu dönemde fazlasıyla
tepki almış olsalar bile çok tanrılı dönemde
doğa olayları şimşek, yağmur, kar gibi
meteorolojik olayların sadece tanrılar ile
ilişkilendirilmesi değil bu anlamda mantığa,
deneye, gözleme dayalı bilimsele
ulaşmamızda büyük rol oynamışlardır.
Tanrı'ya bağlı yaşamanın her şeyin sebebi ve
sonucunun ona bağlı olmaması insanın doğa
olaylarını sorgulamanın dışında din ve inanç
kavramlarını da sorgulamasına neden
olmuştur. Aslında bakıldığında her şeyin özü
insandır. İnsan var olduğu kadar
etrafındakileri etkileyebilmektedir.
Düşüncelerinin ve hareketlerinin kontrolü
onun idaresindedir. Eğer inanmak isterse
inanmakta, istemez ise inanmamaktadır. Bu
rölâtivist yaklaşım kişiden kişiye farklılık
göstermektedir. Eğer İncil örneğini ele alırsak
o dönemde sözlü olarak yayılmış ve daha
sonra birçok kişi tarafından kâğıda geçirilmiş
bu eser halen daha tek bir kaynağa
indirilememektedir. Genel yargıda İncil'in
tüm kopyaları aynı yargıdan bahsetmekte
fakat bu çeşitli kopyaların anlatımından
dolayı hangisinin daha doğru olduğu
tartışılmaktadır. Bu da aynı insan gibidir. Bir
Peygamberin söyledikleri veya aktardıkları
karşısındakinin algısı ve aldığı kadardır. Aynı
İncil'in farklı kopyalarında görüldüğü gibi,
insanoğlu ile tanıştırılan Tanrı kavramı da
aslında insanoğlunun algısı ve düşüncesi ile
şekillenir. Tanrı'nın varlığını ve kurallarını
kabul edenler kitaba göre hareket edenler
dışında ona başvuran veya onunla
konuşanlar aslında ona kendi düşüncelerinde
bir rol verirler. Tanrı bazen bir koruyucu,
bazen dinleyici, bazen de cezalandırıcı rolünü
üstlenir.
Bir yaratıcı olarak kabul edilmesinin dışında
bu özellikleri bir annede de mevcuttur. Anne
de koruyucu, kollayıcı, dinleyici ve biyolojik
olarak yaratıcıdır. Fakat insanoğlu cevap
veremediği veya bilginin kısıtlı kaldığı
dönemlerde sığınmak ve açıklamak için Tanrı
kavramını kullanır. Kendi varlığından üstün
bir varlığı kabul etmek ister. Aslında
Tanrı'dan kendi düşüncesinde
faydalanmaktadır. Örneğin agnostikler
kendilerine faydalı olanı almaktadırlar. İnsan
kendi iradesi ve zihninde aslında yaptığı soru
cevap ve hesaplaşma ile Tanrı'yı yaratır ve
yine kendi iradesinden onun için en faydalı
olanı alır. Kant'ın da söylediği gibi isteriz ki
Tanrı var olsun. Sofistlerin yanı sıra insanlar
belirli olguları kabul etmişlerdir, olayların
veya yaratılışın nedenini sorgulamamışlardır.
FELSEFE
Fakat bu kuşkuculuk bazı kavramlara çelişki
getirmeye örneğin din gibi Tanrı'yı ve birçok
yargıyı sorgulamış ve çıkarımlarında bile bir
eksiklik aramışlardır. Bunun başında
çevreleyenlerini sorgulayarak yaratılışı yani o
zaman için yaratan sıfatını taşıyan Tanrı'yı
sorgulamışlardır. Dolaylı yoldan da olsa gerek
bilginin olmaması, doğru bilginin mümkün
olmaması olsa bile aktarılamayacağı yargısı
dinin de doğru ve yaratıldığı gibi
aktarılmadığı, onun da sorgulanması
gerektiği düşüncesini topluma
kazandırmıştır.
Sonuç olarak Tanrı ve din kavramı insanın
yarattığı ve yine kendi iradesi ile bağlı olup
olmayacağı, inanıp inanmayacağına karar
verdiği bir kavramdır. Tanrı kavramı
kanıtlanamaz bunu yaratan ve yok eden
yine insan olacaktır çünkü, sorgulanmaya
ve kendi içinde somut cevaplara
dayandırılamadığı için genel bilgi, herkes
tarafından kabul edilen bir bilgi olmaktan
çıkmıştır. Tanrı insan var olduğu sürece
vardır. Varlığının veya yokluğunun aksine
onu üstün kılan insan aklıdır.
Alara Alkan
Fotoğraf: İpek Ege Gürel
5
KAPİTALİZM VE İNSANİYET
Kapitalizm gün geçtikçe daha vahşi bir hal
almakta ve bunun yansımaları toplumun
kendisi kadar tüm toplumsal değer yargıları,
ahlaki bakış açısı ve insan ilişkileri üzerinde de
etkisini göstermektedir. Bunun yanında çok
açık bir şekilde görülmektedir ki insana ait
manevi ve hissel kavramlar da vahşileşen
kapitalizm ile birlikte pazara çıkmış, ticaret
konusu haline gelmiştir.
Günümüzde sosyal medyanın kullanım amacı
ve işlevi bu durumun en güzel örneğidir.
İnsanlar bugün sosyal medyayı çok etkin
kullanmakta, sosyal medya gerçek hayatı
fazlasıyla etkilemektedir. Hatta gündelik
yaşamın neredeyse yarısı artık sanal bir ağ olan
sosyal medya unsurlarından oluşmaktadır.
Fakat sosyal medyanın bu kadar kullanılmasının
altında iletişim kolaylığının dışında çok farklı
nedenler yatmaktadır. Sosyal Medya
günümüzde insanların kendi reklamlarını
yaparak kendi kendilerini ticaret konusu haline
getirdikleri bir pazardır. Sosyal medyada
oluşturulan profiller insanların olduklarından
çok olmak istedikleri insanın özellikleriyle
süslenmiştir, yenilen yemekler, hobiler, siyasi,
dini görüşler, yapılan işler ve özel hayatın tüm
detayları sosyal medyada paylaşılarak kişi kendi
reklamını yapmakta, kendisini bir ürün olarak
pazarda tanıtmakta, kendi değerini arttırmaya
çalışmaktadır. Bu "aşırı şeffaflık" durumu
şüphesiz ki ahlaki ve etik değer yargılarını
zedelemektedir. Bu durum kesinlikle
"sosyalleşme" ve "iletişim" kavramlarının çok
ötesinde bir amaç taşımaktadır. İnsanların
kendilerini ne kadar değerli gördükleri onların
sosyal medyada ne kadar çok kabul görüp,
beğenildikleri ile paraleldir ve bu göstermektedir ki herhangi bir alış-verişte geçerli olan arztalep sistemi insanların kendi kişiliklerini bir
ticaret unsuru haline getirmeleriyle birlikte
6
artık insanlar arası ilişkilerde de kendisini
göstermektedir. İnsanlar kendi kişiliklerine,
görüşlerine ne kadar fazla talep olursa
kendilerini o derecede önemli hissetmektedirler. Oysa insanlar arası ilişkiler bunun çok
ötesinde sevgi, saygı gibi duygusal kavramlara
dayanmalı, ahlaki bir çerçevede yaşanmalıdır.
Günümüzdeki tablo ise insan ilişkilerinin
serbest ticarette olduğu gibi birer çıkar ilişkisine dönüştüğünü gözler önüne sermektedir.
Bunun yanı sıra manevi değerlerin artık pazara
getirilmiş birer ticaret konusu olduğunu sistem
tarafından dayatılan "özel günler" in kutlanma
şeklini analiz ederek de anlayabiliriz. Mesela
dünyanın her yerinde kutlanan Sevgililer Günü
tamamen karşılıklı hediye almaya yönelik bir
kutlama şekline sahiptir, daha da kötüsü
sevgililer gününde gösterilen sevginin
büyüklüğü de tamamen alınan hediyenin
değeriyle doğru orantılı olarak ölçülmektedir.
Bu da göstermektedir ki insanın sevgi gibi
manevi ve duygusal değerleri de artık birer
ticaret konusu olmuştur. Artık insanlar
kalplerinde hissettikleri sevgilerini tamamen
maddiyat üzerinden dışa vurarak manevi
değerlerin nasıl birer ticaret konusu
olduğunu kanıtlamaktadırlar.
Bu iki temel örneğin yanı sıra bahsettiğim
durumu Karl Marx 100 yıl öncesinde şöyle
özetlemiştir "En sonunda, insanın ayrılmaz
parçası olan her şeyin alışveriş ve pazarlık
konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana
kadar el değiştiren fakat ticaret konusu
olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç
gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir
zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu
oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alışveriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade
etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun,
Fotoğraf: Deniz Güner
her şeyin gerçek değerinin saptanması için
pazara getirildiği bir zamandır."
Bu analizin 100 yıl önce yapılmış olmasının
Marx'ın ne kadar büyük bir öngörü ve analiz
yeteneği olduğunu kanıtlamasının yanında yine
bu analizinden açıkça anlaşılmaktadır ki
dünyanın küreselleşmesi ve alış-verişin
evrensel bir boyut kazanması sermayenin insan
hayatı ve değer yargıları üzerindeki
hegamonyasının güçlendirmektedir. Bu da
insanın maddi manevi tüm değer yargılarının
artık ticari birer unsur, bir pazarlık konusu olma
durumuna yol açmaktadır.
Farklı bir bakış açısından bakacak olursak
oldukça insani ve doğal olan maneviyat ve tüm
duygusal kavramların insanın doğasına uygun
olduğu iddia edilen kapitalizm tarafından
yozlaşmasını büyük bir çelişkiyi gözler önüne
sermektedir. İnsanın bu noktada sorması
FELSEFE
gereken soru şudur ki "Kapitalizm insan
doğasına uygun olduğu için mi yoksa insana dair
her şeyi yozlaştırdığı, tüm insani
değerlere kendi kural ve sistemlerini
dayattığı için mi büyümektedir?”
Sonuç olarak günümüz insanı kendi kişisel
değer yargıları olmayan, ahlaki ve etik bir bakış
açısından mahrum kalmış, kendi kendisini
pazara çıkarmış ve kendi değerini arttırmak,
kendisine olan talebi arttırmak için her türlü
süsleme ve reklam yolunu kullanmış, özel
hayatın şeffaflaşmasıyla kendi benliğinden
uzaklaşmıştır. Artık tüm maddi ve manevi
değerler serbest piyasanın esiridir. İnsan
ilişkilerini ve insani duygu ve düşünceleri
belirleyen artık insanın kendisi değil
arz-talep döngüsüdür.
Emre Özmen
7
Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012
CHOOSING TO BECOME A WOMAN
What is a woman? According to what do we
define woman in our world? Are man and
woman two different choices? Then, how do
you become a woman? Is woman the
essence of the person, or is it their
existence? Is it instinctive, or is it reasonable
for someone to be a woman? In both cases,
is it a freedom to become a woman and if it
is, is there an inhibition of the freedom while
choosing the gender? Also, if it is a choice,
what is the right choice? What ethical
factors are involved when we are
making that choice?
Before beginning the discussion, we need to
create the distinction between sex and
gender. The word female is a sex whereas
the word woman is a gender. Sex is
biological and it is a deduction coming from
scientific data, if you have some specific
genes you are male and if you have another
set, you are a female. However, sex itself
cannot explain the psychology or the
reasoning behind our actions, so we use the
word gender instead when we discuss the
roles the people have according to their sex.
The word woman is perhaps explained best
by Derrida's approach to words that we use
in philosophy. He first identified différance
between the words, such as house. When
someone says “house,” we do not
immediately think of a house, but rather we
compare it to a “shed,” “mansion,” “home,”
or any other word which gives a similar
meaning and we derive the meaning from
there. When it comes to woman, we also do
not immediately think of a woman, we
compare it to the idea of man and start to
shape an idea of woman in our minds. So,
the concept of woman is relatively defined
with man, its pair. However, do man and
8
woman have to be opposites of one
another? Why do we associate certain
qualities with man but not with woman?
Let's continue with Derrida to clarify; in an
interview, he talked about the word
philosopher. He mentioned when we think
of a philosopher, we immediately think of a
deep-thinking masculine figure. This is very
similar to scientist, when we think of a
scientist, we do not think of a woman, but as
a man experimenting on certain chemicals.
But we know that there have been
philosophers like Simone de Bouvoir, and
scientists like Marie Curie, so why do we
think of a masculine figure? Is it solely the
question of numbers where we think of a
man because there have been more men in
philosophy or science (which is an
assumption that we have, and not a fact)?
Even if we accept it as a fact, then why were
there more men than woman in some areas?
Resim: Melis Önerli
Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012
Resim: Nisan Yıldırım
We can investigate that question further
from an existentialist perspective. Now that
we recognized what we mean as woman, we
need to further discuss the choice of
becoming a woman. Here, existential
approach to the problem provides us with
several explanations. First of all, we need to
look from the perspective of Sartre, an
existentialist. His famous explanation with
paper cutter and humans reveal to us that
existence precedes essence for humans, and
we have total freedom in our actions.
However, his total freedom approach is
contradictory to the existence of god, and
the existence of others. If there is a god who
monitors our actions, then we are not totally
free, and then gender is not a choice or a
development, but rather an assigned duty,
so we are born with our gender. So, Sartre
denies the existence of god, and that makes
his philosophy logical within itself. But then,
he also has to acknowledge that we can limit
FELSEFE
the freedom of one another, such as
imprisoning or scorning someone due to
their gender. That links directly to the
Other and the Look within the
existentialism, which, according to
Simone de Bouvoir, is the reason as
to why we “become” a woman?
The Other and the Look is about the
inhibition of someone's freedom by another
group. Let's go over the famous analogy:
The Other is looking from a peephole in an
old house. Then, s/he hears the crouching of
the floor and feels the Look which in turn
makes him/her immediately feel shame for
what s/he has done. In our context, the
Other refers to suppressed, women. Women
can try to disobey their rules of gender of
their culture, such as having a sexual
intercourse while unmarried to the person,
but then people will look to her with disgust,
even if that was her own free choice. There
9
Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012
also doesn't have to be the Look coming from
a real thing; in our analogy, the Look might
have been from the wind, but it still affects the
Other. Likewise, the woman in our story would
feel the guilt of her own action not because of
her choice, but because of the Look that she
receives from that choice. In order to avoid the
Look, the suppression in a patriarchal system,
women stand within the roles that they have
been assigned to within the system. In the
times of Plato, it was only men who were
participating in politics. Since politics doesn't
involve any physical strength, women were
equally capable of attending the council.
However, what was expected of the Other
here was for them to stay within their gender
roles, and stay behind their man, thus creating
the meaning pair between one another.
If we are discussing the freedom of choice, we
also need to discuss if becoming woman is
something intuitive, or if it is reasonable. Or
rather, is it a posteriora or a priora, because if
it is independent from our experiences, then it
has to come from within, it has to be intuitive.
However, if it is intuitive, then there is no
freedom, as Kant states that the freedom may
only come from reason, and intuitions and
feelings are obstacles on our way. So, if we are
who we are because it just feels the right way
to be, then we are not really free while
choosing that gender, and again, we are born
with it rather than becoming it. However,
existentialists defy any course of action that
we take can be caused from the essence, thus
for them, it is just existence. As an existence,
we can logically choose a gender with an idea
sequence like “I see women are not
participating in politics. I don't participate in
politics. Therefore, I can be a woman.” Of
course, this is a very basic argument, which
holds nearly no value when it is independent
from other series of argument that we can
come up with. Supporting it with Kant's idea
10
therefore makes it obvious that we become
our gender as we choose it ourselves.
So, following atheist existentialism and Kant,
we can agree that gender is something we
become, and choose. However, if it is a choice,
is there a right one or a wrong one? If there is
a wrong one, then what happens if we choose
that one? From a hedonistic approach, since
life is all about happiness, there cannot be a
right or a wrong choice as we will choose what
makes us happy. Though this raises other
questions: Is happiness something intrinsic,
and if so, then aren't we basing our argument
on that gender choice should be a reasonable
and not an intuitive one? From a consequential
perspective, we reach different conclusions. All
consequential perspectives deal with the
consequences, so we are not contradicting
Kant here as we can safely assume that all
these actions are done on the basis of logical
thinking. Looking back to our story, if woman
Resim: Mina Türker
Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012
want to participate in politics, or obey their
gender roles, then they should, as if they don't,
the consequence will not be what they want.
However, looking from the perspective of a
state, or to extent utilitarianism, we can say
that it is better if woman obey their roles of
gender, as that will stabilize the current
conditio humana. People laughed and people
cried even before there was any feminist
movement in the world. I don't like the idea of
imprisonment of females under the label
“woman” and grow them accordingly as that
severely limits their identity, as they will not be
able to discover themselves who they are.
However, when movements of freedom arise,
we see a desire for freedom, without anyone
considering all of the consequences, and that
creates different problems, such as woman
rebelling at the woman identity saying that it
limits them while imprisoning themselves into
an even smaller identity group. Nonetheless,
from different perspectives, we can reach
different conclusions regarding if it is a choice
to become a woman, so ethics is not an
obstacle in determining the right choice, as
“right” can change for anyone.
The answers that I came up with to the
questions are an analysis of the situation from
different perspectives of philosophers. When I
look at these answers, I see that woman is not
defined genetically, it is something we choose
due to the Look over us and the Look is
created by the patriarchal systems. We are free
in making that choice as we can make a
reasonable argument in becoming a woman.
Lastly, since there is no ethical complication, it
can be a choice and not something we have to
carry for our lives. Even though I mentioned a
lot about free choice, I acknowledge that it is
not that free, the Look is heavy upon woman.
So yes, we “become” woman or man, but we
are also led to either direction as soon as
we are born.
Efe Aras
ONYEDİNCİ TÜRKİYE FELSEFE OLİMPİYATI
3 Mart 2013'de gerçekleşen 17. Felsefe Olimpiyatları’nda okulumuzu temsil
eden Efe Aras'ı tebrik ediyoruz.
“Ahlaksal ve hukuksal nedenlerden dolayı
kurulması gereken bir dünya hukuk düzeni,
üç düzeyde oluşturulmaktadır:
1) İnsan hakları gibi "ulusal dünya hukuku"
olarak; 2) Uluslarası anlaşmalar ve
uluslararası hukuk aracılığıyla "uluslararası
dünya hukuku" olarak ve 3) 'dünya
cumhuriyeti' adlandırılabilecek ikincil,
tamamlayıcı ve federal bir hukuk düzeni
olarak. Üçüncü ve son düzeyde, tamamlayıcı
bir anlamda dünya yurttaşlarıyız.”
Otfried Höffe, "The Diversity of Cultures
under the Unity of a Global Law" 2007 Dünya
Felsefe Günü, Türkiye Felsefe Kurumu
Yayınları, Ankara 2009, s.21.
FELSEFE
11
Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012
A DEBATE BETWEEN NATURE AND NURTURE:
ARE WE BORN OR ARE WE MADE?
“One is not born but becomes a woman.” Simone de Beauvoir, The Second Sex
Simone de Beauvoir, one of the forefathers of
feminist existentialism (who would probably
disagree with the term forefather, due to the
word's sexist nature) is one of the most
significant philosophers of the 20th century.
Her most acclaimed (and controversial) work,
The Second Sex, is an analysis of the place
women have in society, and how the notion of
“woman” is related more to the nurture of
females in our society than the females'
intrinsic characteristics that they were
born with.
The first question that comes to my mind when
I read the quote “One is not born but becomes a
woman” is “What is woman?” If we can define
what a woman is biologically, all we have to say
is that a woman is a human being with 23 pairs
of chromosomes, all shaped as XX. This piece
of information suggests that roughly half of
the world's population is comprised of women.
However, we know that not everyone in the
society is considered a woman, neither by
males nor by females.
Fotoğraf: Berkin Gürakan
12
Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012
Girls that have not yet reached puberty are
considered “children,” girls that are in their
teens are considered “teenagers,” women
who are attracted to both sexes or to other
women are labeled “lesbians” or “bisexuals”
and women who have lost their reproductive
capabilities are not mentioned at all! So, it is
not enough to characterize a “woman”
biologically. What other methods of characterization can we use to define a woman?
When the word “woman” is mentioned in a
conversation, the first image that comes to my
mind is that of a person who is very feminine,
who talks little, who has children, who is
married, whose employment is “homemaking”
and ultimately, someone who is docile,
obedient and ready to serve. This is how the
society defines woman, and the reason why
this is the first image that comes to my mind
when the word woman is mentioned is
because this idea is inserted, or even forced
into our mentalities. The media portrays
images of women with slender physiques,
flawless complexions and beautiful faces. In
advertisements that target men, women are
almost always used either to delineate docile
figures of innocence or to show voluptuous
figures of promiscuity. Thus, the main roles of
women in our society are defined by these
delineations. A woman is considered as a
womb that should bring children to this world,
an entertainer who must constantly amuse and
seduce her “master” (who is mostly known as
the “husband”) and finally a person who must
choose the corners and the shadows, so that
the man can shine in comparison to her.
This portrayal of “woman” in society is
nothing new and despite the feminist
FELSEFE
revolution, in many corners of the world,
women are still being considered subhuman to
men. Other females who work, who choose
not to marry and who have sexual freedom are
characterized as “masculine” and are
ostracized from other women. The media that
puts “the ideal woman” on a pedestal defines
such women as “Dragon Ladies” or “Power
Hungry Tigers,” with complete oblivion that
these women are characterized as such
because they are standing up for their rights to
achieve equality with men in every area of
society. But if being a “woman” is something
that you born with, how come so many
different “types” of women are present in
our world?
All of us are born with some intrinsic
characteristics that we cannot completely
alter. These are imbedded in our genes, like
how our noses are going to be shaped, what
color of skin we will have and what our gender
is going to be. However, when we are born,
these intrinsic characteristics become
secondary to how our character and moral
values are going to be shaped. As soon as we
set foot to this world, we start to be nurtured
by outside factors. Our mothers tell us to sit
properly and close our mouths while we eat; at
Fotoğraf: Zeynep Yeşildağ
13
Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012
school, we learn that it is disrespectful to talk
while someone else is talking and finally, our
friends teach us that we should not tell
someone's secrets to others.
Just like the moral values and etiquette we
learn when we are in contact with other
people, our gender roles are not unchangeable
intrinsic values, but rather, they are the aspects
of our lives that are shaped by outside factors.
Women are not born with a natural tendency
to obey men, nor do they have an extreme
desire to reproduce and have many children.
Statistically, more men pursue careers in
science, technology and engineering than
women, but this is not the result of women
having a lower capability of mathematical and
scientific reasoning than men do. This is the
result of silent mockeries and laughs when a
girl says she wants to become an engineer; this
is the consequence of male high school
teachers discouraging girls from careers in
science. Marie Curie, the amazing scientist who
became the first person to have two Nobel
Prizes, is a shining example to prove that
women are not born with a deficiency in
understanding the natural sciences, but rather,
their minds and abilities are being neglected by
the society. Their parents encourage them to
stop thinking and try to find a husband that can
support them, and not pursue careers in any
type of field.
Another example for the subordination of
women would be beauty pageants, which are
almost always exclusive for females. These
pageants insert the idea that women should be
graceful, fragile, beautiful and object-like with
no feelings or ideas. While the man stays
active, takes charge and uses force, the woman
14
is static and waits to be saved. Nearly always
the man is placed into a position where he
should stay active while the woman waits
passively. Thus, the man becomes the subject
and the woman becomes the object in nearly
every situation that we may encounter. But,
this is not the consequence of the
characteristics women are born with; rather,
this is the cause of the subordination of
women.
In the debate between nature and nurture, I
believe that the situation determines character
and not the other way around. When women
are placed into a subordinate position in the
society, they are deprived of their leadership
skills, their tendencies to speak up and their
Fotoğraf: Meltem Erkmen
Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012
self-confidence. Thus, women are not
subordinate because they lack leadership, self
expression and self-confidence; they are
subordinate because of the portrayal of
women in the media, the way men produce an
air of mysticism around women to make them
indecipherable and something other than a
human and finally, the gender roles that
women are made to adopt while they are
children. But are females the only part of the
society that is being made into something else?
According to the philosophy of existentialism,
“existence precedes essence.” The explanation
for this seemingly ambiguous term is that a
person's existence as a human being is
superior to the labels, the stereotypes and a
set of aspects that seem to be the “essence”
of that person. So, the person's experiences,
the outside forces and the way that person is
raised are what defines the character of that
person. Thus, just like women who are made by
the society, the archetypal men, the traditional
children and the conventional elders are also
mass produced by our world. Our likes, dislikes,
moral values, immoralities, sins and actions are
not shaped when we are born, but these shape
when we start to grow up. When these
characteristics start to show their effects on
our daily actions, we start to acquire labels like
woman, man, girl, boy, child, elder, gay,
lesbian, bisexual and transsexual. So, one does
not only become a woman, but can also
become many things that are in relation with
his or her actions and the outside forces that
act on them.
In our society today, we come across to many
labels and stereotypes. It is important to note
that the main reason for the formation of such
strata in the society has to do with the way a
FELSEFE
Fotoğraf: Meltem Erkmen
person is nurtured, and not with the natural set
of values that person is born with. The media,
our parents and other outside factors try to
shape us in a way that will make us stand
within the norms of the society. Thus, “One is
not born, but becomes a woman.” The
subordination and docility of women in our
world has nothing to do with an inferiority
complex the women might have been born
with. This is related to how women are shaped
to become docile acceptors of the superiority
of men in the society.
Discouragement from teachers and parents in
pursuing careers, encouragement to act
feminine and graceful from the media and the
pressure the society places on women that
haven't got married cause women to be
segregated from men and become docile.
All in all, in the eternal debate between
nature and nurture, it is mostly nature what
defines a woman.
Deniz Lenger
15
RÜYADAN UYANINCA
Bazı rüyalar vardır uyandığımızda kafamız
karışır. Az önce yaşadığımız olayın mı yoksa şu
an içinde yatmakta olduğumuz yatağın mı?
Gerçek olduğunu ayırt edemeyiz. Aklımızda var
olan fikir ve içinde yaşadığımız gerçek dünya
arasındaki çizgiler silikleşir ve hangi dünyanın
parçası olduğumuzu unutuveririz ve sonra
gerçek dünyanın farkına varınca tekrar rüyaya
dönmek isteriz. Çünkü daha güzeldir rüyadaki
yaşam, daha tatlıdır. Rüyadaki çikolata daha
kolaydır rüyada mutluluğu yakalamaktan. 1999
yılında çıkan Matrix filmi bu konuyu esas alır ve
insanların aslında onlar için yaratılmış sanal bir
dünyanın içine hapsolduğunu ve dolayısıyla
gerçeklerin farkında olmadıklarını belirtir.
Larry ve Andy Wachowski'nin yönettiği film
temelinde Platon'un felsefesine dayanır.
Platon'a göre 2 dünya vardır. Bunların biri
idealar, diğeriyse fenomenler yani görünüşler
dünyasıdır. İnsan görünüşler dünyasını algıları
yoluyla kavrar. Ama bu dünya idealar
dünyasının bir yansımasıdır. Asıl kavram fikir
idealar dünyasında vardır ve sonsuzdur.
Örneğin idealar dünyasında ki ağaç kavramı
değişmez. Fenomenler dünyasında ise geçicidir.
Yönetmen Platon'un bu görüşünden esinlenerek sanal ve gerçek dünya ilişkisini günümüz
modern dünyasına uyarlamış, makineleşme ve
otomasyonun beraberinde getirdiği sanal
dünyada kaybolan insanı yansıtmıştır.
İnsana makineleşmeye ve sürekli yeniliğe
getiren yol, insanın yarattığı yapay zekânın
kontrolü ele almasıyla bu sona gelmiştir.
Makineler insan ırkını ele geçirmişler ve onlar
için sanal dünya yani Matrix'i yaratmışlardır.
Gerçekte dünya hüsran içindedir. Hava
kirliliğinden güneş bile doğmamaktadır. Binalar
yıkılmış yeryüzü yaşanılmaz bir hale gelmiştir.
16
Fotoğraf: Berkin Gürakan
Ama Matrix'te her şey normalmiş ve hayat
devam ediyormuş gibi görünür. İnsanlar
işlerine, okullarına, eğlencelere gitmeye devam
ederler. Yemek yiyip hastalanırlar, âşık olup
evlenirler ama gerçekte makinelerin yarattığı
tarladadırlar. Bilinçleri kapalı enerji olarak
kullanılmaktadır. Gerçek olduğuna inandıkları
her şey akıllarında var olup bitmektedir. İçinde
bulundukları sanal dünya onların gerçekliği
midir? Farkında değilken nasıl ayırt eder insan
gerçeği yapay alemde? Zion adlı son şehirde
yaşayan bir takım insanlar işte bu farkındalığı
yaratmak uğruna makinelerle ve onların
yaratmış olduğu Matrix'le savaşırlar. Onlar
sistemden kurtulmuş, kendi seçimlerini yapmış
ve böylece realiteye ulaşıp birey olmuşlardır.
Ama sanal dünyadan gerçekliğe geçişin
getirdiği acılar ve sorumluluklar vardır. Gerçek
hayatta her şey tozpembe değildir ve sürmekte
olan bir savaş vardır. Gerçek dünya herkesin
katlanamayacağı zorluklar ve tatsızlıklarla
doludur. Gemideki Mr. bu zorluklar karşısında
yılan ve kolay yolu tercih eden kesimi yansıtır ve
arkadaşlarına ihanet ederek tekrardan
Matrix'in bir parçası olmaya çalışır. Ancak bu
amacında başarılı olamaz. Çünkü insan bir kere
gerçeklerle yüzleşti mi onlardan kaçış yoktur.
Gerçek dünyanın sanal dünyaya üstünlüklerini
gösteren bir diğer etken ise Matrix'de ölen
insanların gerçek hayatta da ölmesidir. Çünkü
acı gerçek bir kavramdır ve akılda biter. Sanal
dünya da insanlar ne kadar evlerden evlere
zıplayabiliyorlar ve kurşunları yönlendirebiliyorlarsa gerçek hayatta bunların hiçbiri
mümkün değildir. İnsan nerede yaşarsa yaşasın
sonunun nereye gideceği bellidir. Matrix'e
girdiklerinde sanal ve gerçek dünya arasında
bölünme yaşayan Nebukadnezar mürettebatı
da gerçek dünyaya döner.
10 yıl önce filmlere konu olan bu olay
günümüzde de hala önemini yitirmemekte ve
insanlar saatlerini bu sanal ağlarda harcamakta
ve sanal aileler kurmakta (Sims) sanal evcil
hayvanlara bakmakta (tamagodi) ve sanal
yemler yapmaktalar. Sanal ağlarda harcadıkları
her dakika onları gerçekten uzaklaştırmakta ve
gerçek dünya ile olan bağlarını yıpratmakta.
İnsanlar arası ilişkiler körelmekte ve insan
gittikçe makinelerin kontrolündeki bir
organizma haline gelmektedir. Sanal ağ onun
isteklerini ve arzularını kontrol etmekte,
düşüncelerine yön vermektedir. Tüm bunlar
göz önünde bulundurulunca Martix filminin
gerçekliğine inanmak çok da zor değil.
Makinelerin kölesi haline gelen insan gerçekte
var mıdır? Bu soruyu cevaplayabilmek için
FELSEFE
elbette başta var olmayı tanımlamak gerekir.
Bir insanı var eden onun düşünceleri, özgür
kararları ve üstlendiği sorumluluklardır. İnsan
zorluklara göğüs gerip birey olmalıdır. Çünkü
ancak birey olunca döngüyü bozup sürüden
ayrılıp dünyaya bir değişiklik getirebilir. Bu
değişimin başında da bilinç gelir. Sanal olanın
gerçek olmadığının bilincine varmalıdır insan.
Sanal dünyanın çekici cazibesine kapılmadan
insan gerçekleri fark etmeyi ve onlarla mutlu
olmayı öğrenmelidir. Ancak o zaman hayatı,
acıları ve sevinçleri ile tam bir şekilde insan gibi
yaşamaya başlayabilir ve tıpkı Neo gibi sürekli
bir uyku halinde olan ve her geçen gün sistem
tarafından kanları emilen insanların farkındalığı
ışığa kavuşturulabilir.
Meral Ustaoğlu
Resim: Selin Arısal
17
SÜREKLİ DEĞİŞİM DEMEK HER ŞEY AYNI DEMEK MİDİR?
Herakleitos, “Aynı şeydir yaşayanla ölü, uyanıkla
uyuyan, gençle yaşlı. Çünkü bunlar değişince
ötekilerdir ve ötekiler değişince de bunlardır”
sözüyle sürekli olan değişimin altını çizer.
Evrendeki her şey değişmektedir ona göre ve
eğer varlığı bu şekilde inceleyecek olursak,
yaşayanla ölünün bir farkı olmayacaktır.
İkisi de değişim içerisindedir, ve yaşayanın
sonu her zaman ölümdür. Veya genç birisi
mutlaka yaşlanacaktır. Herakleitos bu sözünde
değişimin mutlaklığına değinirken aynı
zamanda varlığı ve “oluş”u yaratan zıtlıklardan
bahseder. Yaşlı ve genç birbirinin zıttıdır ve
birleşimi orta yaşlarda bir insanı oluşturur. Her
tezin bir antitezi vardır bu anlayışa göre ve bu
ikisinin birleşimi bir sentex oluşturur.
Herakleitos önemli bir doğa filozofudur. Bir çok
düşünür “doğru bilgi mümkün müdür?”
sorusuna bir cevap arar ve Herakleitos bir doğa
filozofu olarak doğru bilginin mümkün
olamayacağını savunur. Sofistler, ve septikler
de bu görüşe katılır. Bir diğer yanda doğru
bilgininin mümkün olduğuna inanan ve
kaynağının ne olduğunu sorgulayanlar da
vardır. Örnek verecek olursak rasyonalistler
aklın, empiristler ise deneyin, doğru bilginin
kaynağı olduğuna inanırlar. Herakleitos, bir
doğa filozofu olarak evrenin ana maddesinin ne
olduğunu sorgular, bir başka deyişle arkhe
problemiyle ilgilenir. Kendisine göre evrenin
ana maddesi veya arhkhesi ateştir. Ateş aynı
evrenin olduğu gibi hareketlidir ve sürekli
değişir. Herakleitos, evrenin varoluşunun ve
yok oluşunun sonsuz kez tekrar edeceğini
savunur, burada dikkat çeken evreni ilk defa bir
'oluş' olarak açıklamasıdır. Evrende hiçbir şey
sabit olamaz, değişim süreklidir, “değişmeyen
tek şey değişimin kendisidir” düşünüre göre.
Düşünülecek olursa, evren gerçekten sürekli bir
değişi içerisinde değil midir? Hepimiz, tüm
varlıklar sürekli değişmiyor muyuz? Değişim
gerçekten var, peki bu değişimi biz insanlar niye
Fotoğraf: Sarp Onat
18
fark edemiyoruz? Herakleitos bunu logos
kavramıyla açıklar. Değişim belli bir ölçü, düzen
ve yasaya göre gerçekleşir ve Herakleitos bu
ölçüye “logos” adını verir.
Bunun yanı sıra, Herakleitos, “savaşın, her şeyin
babası” olduğunu savunur. Bu sözüyle
belirtmek istediği evrendeki her şeyin zıtlıkların
çatışması ve birleşmesiyle oluştuğudur.
Örneğin siyah ve beyaz, griyi oluşturur. Bu
düşünceye diyalektik felsefe de denir. Her
antitezin bir tezi vardır ve bunlar sentezi
oluşturur. Verilen sözde de tez yaşayan, uyanık
ve genç olabilir. Bununla beraber antitez ölü,
uyuyan ve yaşlıdır. Bunlar aslında aynıdır, aynı
rolü oynarlar sentezin oluşumunda...
Bana kalırsa yaşayan ve ölü veya gençle yaşlı
aynı olamaz. Her ne kadar katılsam da ve bir
yaşayanın sonunun her zaman ölüm olduğunu
bilsem de, bana kalırsa bir genç ile bir yaşlı aynı
şey olamaz. İnsanlar bu noktaya elbet varırlar
fakat bu noktadaki hisleri, deneyimleri, ruh
haller tamamıyla farklıdır, aynı insan bile
değildir artık.
Herakleitos'un verilen sözüne örnek olarak
Haldun Taner'in “Fazilet Eczanesi” oyunu
verilebilir. Ünal her zaman heykelcilikle
uğraşmak istemiş ve bunu gerçekleştirmek için
babasına karşı çıkmış bir karakterdir. Fakat
oyunun sonunda Ünal'ın değiştiğini,
heykelcilikle artık ilgilenmediğini ve babasının
eczanesinde çalıştığıı görürüz. Ünal'ın idealleri,
istekleri değişmiştir, farklı bir adam olmuştur.
Tıpkı Herakleitos'un da belirttiği gibi değişim
sürecinden o da geçmiştir. Bir başka örnek ise
Enver Aysever'in “Bir An Bin Parça” romanıdır.
Romanın önemli bir karakteri, büyük bir
değişim yaşar. Önceden tiyatro aşkı ile yanıp
tutuşan bu adam, daha sonraları tiyatronun
FELSEFE
zorluğunu kavrar ve yılmış durumdadır.
İlk olarak heyecanlı, mutlu, pozitif olarak
verilen bu karakter zamanla değişir ve
umutsuz, hayat neşesini kaybetmiş, depresif
bir adam haline gelir.
Herakleitos'un verilen sözü, değişimi ele alır.
Herakleitos, bu sözüyle evrenin ana maddesini
ve varlık kavramını sorgular. Diğer filozoflardan
farkı, kendisinin mitolojiden yola çıkarak
hareket etmek yerine akla ve mantığa bağlı
olmasıdır. Son olarak, Herakleitos, değişimin
sürekliliğinden ve zıtlıkların sürekli savaşından
bahsetmiştir.
Ayşe Duran
Fotoğraf: Özüm Tural
19
KİMİN ÖLÇÜTÜ?
Soru:
Protagoras'ın
''insan her şeyin ölçütüdür'' sözünü tartışınız.
Einstein, kuantum fiziğiyle anlamlandırdığı
göreceliği/ rölativizmi açıklamak için ''güzel bir
kızın yanında bir saat otursanız, bir dakika gibi
gelir'' demiştir. Güzel bir kızla geçirilen vaktin
yarattığı hoşnutluğun tam olarak benliğimde
karşılığını bulamasam da, göreceliği sıkıcı bir
dersin bir gün gibi geçmesinden anlayabilirim.
Tabi bunu söylerken Einstein'ın kızın
''güzelliğini'' objektif bir gerçeklik olarak alması
gibi, ben de dersin ''sıkıcılığını'' nesnel bir olgu
olarak kabul ederim. Ancak kız gerçekten güzel
midir? Ya da ders sıkıcı mıdır? Bu sözü
duyan/okuyan her süje bu iki olgu için farklı
tasvirlerde bulunmuş ve düş dünyasını bunlarla
süslemiştir. Güzellik kelimesinden karşı tarafın
bana verdiği estetik ve sanatsal hazzı anlayan
ben, yeni ve kaliteli bir bilgi öğrenmediğim
- tabi bu noktada bildiğim mümkünlüğü
tartışmaya açıktır - dersi sıkıcı bulurum. Bu
durumda kendimin ölçüsü/ kritiği halini alır ve
Sofist düşünür Protagoras'ın ''insan her şeyin
ölçüsüdür'' savını desteklerim. Aklıma düşen
her olgu benim kertelerimden geçer,
sorgulamalarıma – hatta bu sorgulamaların
sürerliliği onları 'epokhe' olarak nitelendirmeme
sebep olur, maruz kalır. Düş ve akıl dünyamın
kesiştiği noktalardaki tatminler benim
yaratıcılığımı, bu iki dünyanın ıraklığında oluşan
kategorik ayrımlar ise gerçekliğimi oluşturur.
Eminim bu gerçeklik Dostoyevski'nin 'Öteki
20
Fotoğraf: Zeynep Yeşildağ
Ben' romanındaki sevgili Bay Golyadkin'e
gülünç gelir çünkü ona göre gerçeklik benim
yaratıcılık dediğimdir. Bay Golyadkin'in roman
boyunca aradığı ''öteki ben'' onun gerçekliğini,
çarlık Rusya'nın akıl hastası illüzyonunu ve
modern tıbbın psikoz dilemmasını oluşturur.
Sonuç olarak gerçeklik, her ölçüt birimi için
farklılık gösterir, her olgu/durum/düşünce,
ölçütünün ona izin verdiği düzeyde
anlamlı olur.
Agnostik düşüncenin temelinde yatan Sofist
görüş ''ölçüt''ün kaygan bir zeminde tanımlı
olduğunu söyler: ölçüt, süje-obje ilişkisi
üzerinden değişkenlik gösterir. Ölçüt, akılduyu-mantık senteziyle bir yargıya ulaşır ve bu
yargıyı kendi ''bildiği'' ilan eder. Ancak bildiği
sadece kendi dünyasıyla sınırlıdır, kim neyi
gerçekten bilebilir ki?
Elif Kara
SÜT SICAK MI?
Protagoras, sofistlerin ilk temsilcisidir. Sofistler
de doğa filozofları gibi doğru bilginin var
olmadığını düşünür, ancak bu düşünce onların
doğa filozoflarıyla tek ortak yanıdır. Çünkü
sofistler doğa filozofları gibi doğayı ele almak
yerine insan ve toplum üzerine yoğunlaşmışlar
ve doğa filozoflarının aksine içsel gözlemler
yapmayı tercih etmişlerdir. Doğru bilginin
varlığını ve duyuların nesnelliğini kabul
etmemeleri sebebiyle aynı zamanda
şüphecilerdir ve felsefe tarihinde “İlk
Şüpheciler” olarak yer alırlar. Şüpheyi konu
edinmez, sadece bir yardımcı olarak kullanırlar.
Protagoras, sofizm akımının ilk temsilcisi
olmanın yanında birçok başka akımın da
öncüsüdür. Tanrının var olup olmadığının
bilinemeyeceğini savunan agnostisizm akımının
da ilk temsilcisidir. Ayrıca görecelik anlamına
gelen rölativizm ve faydalı bilginin peşinden
gitmek anlamına gelen pragmatizm akımlarının
da öncüsüdür. Protagoras bütün bu akımları
kullanarak insan ve toplumu sorgulamış ve şu
sonuca varmıştır: “İnsan her şeyin ölçüsüdür.”
Söylemeye çalıştığı şey ise şudur: evrendeki her
şey duyular aracılığıyla algılanmaktadır ve bu algı
bireye göre farklılık gösterebilir; çünkü duyular
insanlara göre değişmektedir. Örneğin bir anne
bebeği için süt ısıttığında ve bu sütün sıcaklığını
kontrol ettiğinde sütün gerektiğinden fazla
sıcak olmadığını düşünebilir, çünkü duyularını
kullanarak bunu gözlemlemiştir. Ancak bebeğin
de aynı şekilde düşüneceğini ve ağzının
yanmayacağını bilemeyiz. Çünkü bebeğin
duyuları -ve tabi ki algısı- farklı çalışır ve bebek
sütün fazla sıcak olduğunu hissedebilir.
Yani sütün sıcaklığı anne ve bebeğe göre
farklılık gösterir, bu da dünyayı algılamanın
her insan için farklı olduğu ve bu algı
Fotoğraf: Ege Gülbüken
farklılığından yola çıkılarak da insanın her şeyin
ölçüsü olduğu söylenebilir.
Aynı şey sütün tadı için de geçerlidir. Bir insan
sütü çok tatlı olarak yorumlarken bir diğeri tatlı
olmadığını düşünebilir. Bu düşüncelerin
tamamının kaynağı tatma duyusudur. Bir insan
dünyayı duyularıyla nasıl algılarsa dünyanın öyle
olduğunu düşünür ve dünyayı algıladığı şekliyle
kabullenir. Yani her insanın kendi ölçüsü,
duyularıdır. Bu da bir kez daha insanın her şeyin
ölçüsü olduğunu göstermektedir.
Bu düşünce aslında şüpheci bir yaklaşımı da
beraberinde getirir. Duyuların kişiden kişiye göre
değişmesi, onların doğru olmadığını gösterir. Bu
da doğru bilginin var olmadığının bir kanıtıdır. O
zaman bilinenlerin doğru olmaması mümkündür
ve bu şüpheciliği doğurur. Sofistler bu anlamda
ilk şüpheciler olmalarına rağmen, şüpheyi asıl
konu edinen filozof grubu septiklerdir.
Kısaca söylemek gerekirse, bir şeyin doğruluğu
kesin değildir, çünkü nasıl algılandığı kişiden
kişiye değişir. Her insan dünyayı kendi
duyularıyla algıladığı için de, insan her
şeyin ölçüsüdür.
Burcu Pirimoğlu
FELSEFE
21
CEVAPLAR ASLINDA YENİ SORULAR
İnsan, doğası itibariyle akıllı ve düşünen bir
varlıktır ve doğumundan itibaren kendisi ve
çevresi hakkında birçok şeyi merak eder. Bu
merak insanı sorgulamaya ve soru sormaya
yönlendirir. Kendisi için hakikati aramak, sahip
olduğu şeyler üzerine sorular sorarak daha çok
bilme istemi felsefenin yapı taşını oluşturur.
Bilge için sorular hiç bitmez ve her cevap onun
için yeni bir soru niteliğindedir. İmanuel Kant da
bu konuyla ilgili olarak “Felsefe insan için her
zaman tamamlanmadan kalan bilgeliğe ulaşma
çabasıdır.” ifadesinde bulunmuştur.
Örneğin; insan çocukluğundan itibaren
“Ben kimim?” “Nereden geldim ve nereye
gideceğim?” “Buraya gelme amacım ne?” gibi
birçok soru yöneltir kendisine ve çevresine.
Kimine göre “Tanrı yaratmıştır,” kimine göre
“Sudan oluşmuştur,” kimine göre “Atomlardan
oluşmuştur.” İnsan bu cevapları alınca bu kez
“Tanrı nedir/kimdir?” sorusunu yöneltir ve
“Yaratıcı olan, tek olan ve kendi güzelliğini
görmek için kendi yansımasını insan ve doğa
olarak gösteren” cevabını alır. Bunun üzerine
insan “Neden Tanrı vardır?” sorusunu sorar ve
Kant bu sözle bir nevi felsefenin tanımını
yapmış ve bilgi sorunsalını ele almıştır. Kant,
insanın yaşamı boyunca bilme isteğinden
kaynaklanan bilgeliğe ulaşma çabasının hiçbir
zaman tamamlanamayacağını savunmuştur.
Zira Sofistlerin de belirttiği üzere felsefede
kesin sonuçlar ve sorunların kesin cevapları
yoktur. Hiçbir zaman yargıya ulaşılamaz. İnsan
da sahip olduğu var olan şeyler üzerine sorular
sordukça bir takım sonuçlara ulaşır; fakat
zamanla bu sonuçların açması gereken sonsuz
kapıdan yalnız biri olduğunun farkına varmıştır.
Çünkü felsefede bilmek ve öğrendiği üzerine
soru sormak bitmeyen bir eylemdir. Ve edinilen
felsefi bilgiler kümülatif ve reflektif olduğundan
yığılarak ilerler ve bir başkasının sorduğu soru
senin cevabın ötekinin ise sorusu olma
eğilimindedir. “Felsefe yolda olmaktır” sözü
bu sözle bir hayli paralellik göstermektedir.
Felsefede bilme yolunun sonu yoktur.
Öğrendikçe daha büyük bir arzuyla sorgulama
isteği doğar ve kesin sonuçlara ulaşılamadığı
için veya verdiği cevapları tatmin edici
bulmadığı için sorgulamaya devam eder ve
bilge olma yolunun sonunu bir türlü göremez.
22
Fotoğraf: Mina Türker
Fotoğraf: Mehmet Deniz Akdoğan
bu sorular sonu gelmez kısır bir döngüyle
devam eder. İnsan, Kant'ın dediği üzere bilgelik
edinme çabasındadır; fakat bu bilgelik hiçbir
zaman tamamlanamaz ve insan hiçbir zaman
kesin cevabı bulamaz. Yalnızca soru sordukça
daha da bilinçlenir, etrafında olup bitenin
farkına varmaya başlar. Örneğin; Tanrı'yı
ararken doğaya rastlar. Önce mağara idollerine
saplanmış ve doğayı kendi küçük penceresinden bakarak ıskalamıştır. Fakat sonra, Tanrı'yı
ararken “Tanrı'nın varlığına kanıt var mı?” diye
sorar ve “Doğaya bak, doğa mükemmelliğin
tarifi, Tanrı’nın eseridir. Doğayı anlarsan,
Tanrı'yı da anlarsın,” cevabını almıştır. Bunun
üzerine doğayı araştırmaya başlamış ve bu kez
doğa ile ilgili sorular sormaya başlamıştır. İşte
bu döngü ve insanın içindeki bu temellendirme
isteği yani gördüğü sahip olduğu her şeyi ve
varoluşunu neden sonuçlarla açıklama isteği
yüzünden bilgeliğe ulaşılamaz.
Sonuç olarak insan; düşünen, doğduğu yaşadığı
çevreyi, benliğini merak eden, bunları
sorgulayan ve soru soran ve en önemlisi bu
sorduğu soruların cevaplarını hiçbir zaman
yeterli bulmayan bir varlıktır. Henüz küçükken
bile yediği domatesin nereden geldiğini, neden
kırmızı olduğunu, neden yemek yediğini
sorgulayan insan; büyüdükçe, olgunlaşıp
deneyimledikçe, yanıldıkça, kendiyle çeliştikçe
bunun bir sonu olmadığının farkına varır ve
aldığı her cevabın aslında yepyeni bir soru
olduğunun bilincine varır. Bu sonu gelmez
arayış, insanı daha da olgunlaştırır, at gözlüklerini bir kenara bıraktırıp zihninde yeni pencereler açar. Fakat zihinde açılacak sonsuz pencere
vardır ve bunların hepsini bir yaşam süresinde
açmak imkânsızdır. Yani Kant'ın dediği üzere
“Felsefe, insan için her zaman tamamlanmadan
kalan bilgeliğe ulaşma çabasıdır.”
Sena Evren
FELSEFE
23
“KUŞKU BİLGELİĞİN KÖKENİDİR”
Felsefenin temeli sorgulamaya dayanır. Filozof
ise kendisine sunulan her bilgiyi olduğu gibi
kabul etmeyen, dogmatik anlayıştan uzak bir
düşünce adamıdır. Filozofu sorgulamaya
iten ise kuşkudur.
Descartes'ın da söylediği gibi: “Kuşku bilgeliğin
kökenidir.” Duyulan kuşku insanı doğruyu
bulmaya iter. Kendisine sunulan bilgiyi
sorgulamadan, kuşku duymadan, olduğu gibi
kabul eden insanın hayatı ezberden ibaret
olmakla beraber uğruna savaşacağı, inanacağı,
kendini adayacağı ve kendisini diğerlerinden
farklı kılacak bir görüşü olmaz. Bir bireyden çok
sürünün bir parçası haline gelir ve yaşamının bir
amacı kalmaz.
Protagoras'ın öncüsü olduğu “agnostisizm”
Descartes'ın düşüncelerine bir örnek
niteliğindedir. Protagoras, agnostisizm
felsefesinde “Tanrı var mıdır yok mudur
bilemeyiz” fikrini savunarak kuşkucu kimliğini
ön plana çıkarmış, insanların sorgulayıcı bakış
açılarını geliştirmelerinde etkili olmuştur.
Protagoras'ın ve daha birçoğunun sorgulayıcı
tutumu bugün de var olan farklı farklı fikirleri,
ideolojileri ve akımları ortaya atarak insanların
belli bir konu hakkında kafa yormalarını sağlamıştır. Doğruyu bulmadaki ilk adım olan “kuşku
duymak” insanı dogmatik düşüncelerden
uzaklaştırıp sorgulamaya yöneltmiştir.
1957 yapımı “12 Angry Men” filmi “Kuşku
bilgeliğin kökenidir” tezine örnek teşkil eder.
Filmde on iki jüri üyesi, bir cinayet davasında
sanık olup, suçlu bulunursa idam edilecek on
sekiz yaşında bir çocuğun akıbetine karar
vermekle yükümlüdürler. Bütün deliller
çocuğun aleyhinedir. Cezanın uygulanması
için bütün üyelerin aynı oyu vermesi gerekir.
On iki üyenin on biri idamını desteklerken bir
jüri üyesi içini kemiren şüpheye yenik düşüp
oyunu çocuktan yana kullanır. Film boyunca
geri kalan üyelerin zamanla içlerinde uyanan
şüphe sebebiyle nasıl çocuktan yana oy kullanıp
onu idamdan kurtardıkları anlatılır. Bu film de
kuşkunun insanı nasıl gerçekliğe götürdüğünün
başka bir kanıtıdır.
Birsu Özçelik
Fotoğraf: Pnar Cengiz
24
HAYRET DUYGUSU VE FELSEFİ DÜŞÜNME
Felsefe insanı meraklı ve beş duyu organı ile
algıladığı bulguları anlamaya çalışan bir varlık
olarak tasvir eder. Sokrates, bu düşüncesini
“felsefe hayretle başlar” sözü ile de ifade
etmektedir. Eğer bilgiyi, süjenin objeye
yaklaşımından çıkarttığı sonuç olarak kabul
edersek, felsefeyi de insanın bilgi ve gerçek
üzerine gösterdiği yaklaşım tarzı olarak ifade
edebiliriz. Eğer süje objeye hayret ile
yaklaşmıyorsa, bilgiye kavuşma peşinde
değil demektir. Bu bakımdan hayret,
felsefenin başlangıcıdır.
Felsefe, insanın bilgiye erişmesinde dört
basamaktan bahsetmektedir. Bunlar algılama
aktı, düşünme aktı, anlama aktı ve
anlatma/açıklama aktı olarak sıralanabilir.
İnsanın hayret duygusu, algılama aktının bittiği
ve düşünme aktının başladığı bölümde belirir.
Günlük yaşamımızdan bu duruma bir örnek,
bireyin sanat eserlerine yaklaşımı olabilir.
Picasso'nun kübizm akımı ile ele aldığı
eserlerine bakıldığında önce insan görme
duyusu ile karşısındaki şekilleri algılar. Bu
şekillerin anlamlı bir bütün oluşturabileceğini
anladığı anda hayrete düşer ve bu noktada
anlama aktından düşünme aktına, yani bu
şekillerin ne ifade ettiğini anlamaya çalışma
devresine geçilmiş olur. Aynı yaklaşım, insan,
doğa ve evrendeki fenomenlere karşı
uygulandığında, felsefenin heyecan duygusu ile
başladığı açıktır.
Zamanın büyük düşünür ve filozofu Sokrates,
felsefe alanında çalışırken ve Atina gençlerine
felsefeyi anlatırken de “hayret” duygusunu
önemli derecede kullanmıştır. Sokrates'in
felsefesi şöyledir: “Septiklerin ve Sofistlerin
aksine, insan bilgiye ulaşabilir. Ancak bu bilgi
sonradan öğrenilmez, doğuştan insanın
içindedir. İnsan, içinde barındırdığı bu bilgileri
FELSEFE
Fotoğraf: Myra Kandiyoti
dışarı yansıtmakta güçlük çeker. Sokrates,
felsefeyi anlattığı Atina gençlerine önce ironik
bir biçimde yaklaşarak aslında onlara
doğduklarından beri öğrendikleri bilgilerin
hiçbirinin kesinlikle doğru olmadığının farkına
vardırır. Sonra da sorduğu sorularla bu
gençlerin “içlerinde yatan, doğuştan gelen”
bilgiyi bulmalarını sağlar. Bu yönteminde birinci
aşamayı bitirdiğinde karşısındaki gençleri
filozofik ve entelektüel açıdan etkilemiş ve
dolayısıyla hayrete düşürmüş olur. Bu heyecan
duygusu da insanları evren, insan ve doğa gibi
temalar üzerine derinden düşünmeye, yani
felsefi düşünmeye sevk eder.
Sokrates sözünde de belirttiği gibi, adeta
tabularını yıkıp hayata farklı bakış açılarından
bakılabildiğini insanlara kanıtlayarak onları
hayrete düşürmüş ve bu sayede felsefi
düşünceyi Atina'da yaymıştır. Bu yayılım,
sonunda kendisinin “gençlere kötü örnek
olma” suçu ile suçlanarak ölüm cezasına
mahkûm edilmesine kadar ilerlemiştir.
İnsanlarda hayret duygusunu ortaya çıkarmak
ile kendi felsefesini bu ölçüde yaymayı
başardığına göre, Sokrates “felsefe hayret ile
başlar” sözünde pek de haksız sayılmamalıdır.
Güneş Ateş Akgün
25
Fotoğraf: İpek Tartıcı
KUM
Sana öykü yazmaya nasıl başladığımı anlatayım.
-Hazır mısın?
Beyoğlu'nun arka sokaklarından birine doğru yol
alıyorduk, fakat nedenini bilmiyordum. Tek
açıklaması, Şeref Abi'ye karşılık beklemeden
duyduğum güven olabilirdi.
-Neye ağabey?
Şeref Abi, benim ona duyduğum güvenin farkına
vardığından beri sıklıkla sırtımı sıvazlayıp bana
“bu devirde senin gibi adam kalmadı” diye
hayıflanma mı takdir etme mi olduğunu ayırt
edemediğim sözler sarf ederdi. Ben de onun
sözlerinden aldığım gazla beraber onunla her
yere gider, bir dediğini iki etmezdim. O akşam
da bana telefon açıp “bu akşam seni bir yere
götüreceğim” dediğinde soluğu sorgusuz,
sualsiz onun yanında almıştım.
-Hazırım.
Bir plak dükkânının yanında, siyah bir demir
kapının önünde durduk. Plak dükkânının
tabelasının sağ tarafındaki mavi spot ışığı,
dükkânın önüne sağlam bir şekilde vuruyordu
ve bu da kapı adına benim içimde bir gizem
yaratmıştı. Başta, Şeref Abi beni bir poker
masasına götürüyor sandım fakat onun
pokerle işi olmazdı. Ben düşünedururken,
Şeref Abi şehir anahtarı görünümünde bir
anahtarı demir kapının anahtar deliğine soktu,
fakat anahtarı çevirmedi.
26
-Oğlum, başka zaman soru sormazsın, şimdi
soracağın tuttu. Hazır mısın, değil misin?
Şeref Abi kapıyı açtı ve benim önce girmemi
söyledi. Ben de başımı sallayıp kapının ardına
adımımı attım.
Mantıken bir apartmana vs. girmiş olmamı
beklersiniz, değil mi? İşte öyle olmadı. Kendimi bir
çölün ortasında buldum. Bildiğiniz basbayağı çöl.
Kendimi buna inandırabilmek için elimi yere
uzatıp bir parça kumu avucuma aldım. Elimdeki
bizim alışık olduğumuz kum değildi, resmen kum
tanelerinin her birinin içinde çok ufak “ışık
kırıntıları” vardı. Kulağa çok saçma gelse de,
Şeref Abi'nin yanında bayıldığımı ve o an rüya
gördüğümü sandım. Bir de, ben o çöle girdiysem,
Şeref Abi neredeydi?
-Şeref Abi?.. Şeref Abi?.. Sana kayıtsız şartsız
güvendik, nereye soktun beni? Şeref Abi!!!
-Neredesin Şeref Abi?!
-Buradayım.
“Buradayım” diye cevap mı olur? İnsan bir
“arkana bak,” “sağına, soluna bak” der; ancak
Şeref Abi'nin sesinin nereden geldiğini duymaya
çalıştığımda fark ettim ki, Şeref Abi'nin sesi her
yerden geliyor. O an hakikaten de burada
o konumdaydı.
iskeletler falan çıkartma karşıma?
-Sen bilgisayar oyunlarını çok oynamışsın.
-Sen gerçeğini yaratmışsın ağabey. Tanık
olduğum en büyük oyun bu.
-Şu an üzerinde durduğun yer gerçek mi sence?
-Dokunabiliyorsam gerçek değil midir?
-Ağabey dalga mı geçiyorsun, neredeyim ben?
Ne kumu, ne çölü?
-Yerdeki kumu eline aldığında bir şey fark
ettin mi?
-Kum tanelerinin içinde ışık var.
Ben bunu dedikten sonra, Şeref Abi sustu. Aşağı
yukarı iki dakika sonra, iki “uçan şeridin” üstünde
duran mavi kıyafetli, ufak bir yaratık sağımdan
gelerek bir anda önüme çıktı. Yüzünü bana
dönmediğinden ne olduğunu kestiremedim.
Nedense yaratıktan irkilmedim. Arkadan bakılınca
sevimli bir şeye benziyordu, oyuncak ayı filan
olduğunu sandım. Önüme çıktıktan sonra tiz bir
ses çıkardı ve yüksek bir hızla ilerlemeye başladı.
Onu takip etmem gerektiğini düşündüm.
Bir süre sonra, Meksika'daki Chichen Itza
tapınağına benzeyen bir bina ile karşılaştım. Bina
görüş alanıma girdikten sonra sevimli mahlûkat
da yine aynı tiz sesi çıkarıp yanımdan ayrıldı. Çöle
giriş yaptığım kapının önündeki mavi ışığın aynısı,
o binanın önünde de vardı, fakat bu binanın
kapısı açıktı.
-Şeref Abi, burası neyin nesi? Burası da oyunun
başka bir boyutu mu?
-Yerden biraz kum al.
Bir avuç kumu dikkatsizce yerden alıp
pantolonumun sol cebine koydum. Bu oyuna şu
ana kadar hiçbir anlam verememiştim ama
anladığım kadarıyla buradan kurtulmak için Şeref
Abi'nin oyununa ortak olmalıydım.
-Şimdi içeri girebilirsin.
-Ağabey bak içeride saçma sapan şeyler yok,
değil mi? Durduk yere yaratıklar, zombiler,
FELSEFE
-Gerçek dünyanın aklındaki dünya olduğunu
düşünmedin mi hiç?
-Nasıl yani?
-Mesela, altındaki kumu ele alalım. Gerçekten
kum mu?
-İçinde ışık görünce bir bit yeniği sezdim, ama…
Cebimdeki kum yığınını tekrar elime aldım ve bu
sefer dikkatlice inceledim.
-Aklındaki kum kavramıyla elindeki yığını
bağdaştırdığın için elindekinin kum olduğunu
düşünüyorsun, fakat elindeki kum değil.
-Peki, bu “kum olmayan oluşumlar” neden
parlıyorlar?
-Burası, içinde yaşadığımız dünyanın benim idea
dünyamdaki yansıması. O elinde tuttuğun
oluşumların her biri, yaşayan bir insanı simgeliyor.
Etrafındaki çöl, benim insanoğluna biçtiğim bir
maske, bir sembol diyebiliriz. Dışarıdan
baktığında, kum tanelerinin hiçbiri belli olmuyor,
öyle değil mi? Sadece bir “kum deryası”
görebiliyorsun. İnsanoğlu da böyle değil mi?
Dışarıdan bakıldığında hepimiz insanız; ancak
yakından bakıldığında hepimizin farklı tarafları
var. Elinde tuttuğun kum yığınına bak. Kum
tanelerinin bazılarının içinde güçlü bir ışık,
bazılarında cılız bir ışık var. Bazılarında ise hiç ışık
yok. İçinde güçlü bir ışık gördüklerin, aydın
insanları temsil ediyorlar. Geldiğinde ilk gördüğün
kum tanelerinin hepsinin ışıklı gözükmesinin
sebebi de onlar, aydın insan ki bu durumda güçlü
ışık veren kum tanesi oluyor, etrafındakileri de
aydınlatır. Bu ona verilmiş bir yükümlülük
değildir, fakat kendini sorumlu hisseder. İçlerinde
cılız ışık barındıran kum taneleri ise içlerindeki
27
potansiyelden habersiz olan insanlardır. Bir
aydının fikirleriyle ya da ürünleriyle
karşılaştıklarında harcanmayı bırakıp öğrenmeye
aç bir hale gelirler. Zaten aydın insanlar da bu
insanların benliklerini fark etmelerini sağlayarak
tatmin olurlar. İçlerinde hiç ışık barındırmayan
kum taneleri ise dünyanın baş belasıdırlar. Sınıfta
öğretmenin her sorduğu soruya yerli yersiz
atlayan insanlardır. İşyerinde sana “az laf çok iş”
diyen insanlardır. Sınıfındaki vasat fizik
öğrencisinin aslında çok iyi bir müzisyen
olduğunu duyunca “fiziğinin niye bu kadar kötü
olduğu belli” diyen insanlardır. Yönetmesi
gereken milleti ülkenin üzerinde oynanan
oyunlardan bihaber tutup üstüne bir de “ben
dindar bir gençlik yetiştirmek istiyorum, dindar
değil de tinerci mi yetiştirelim” deyip milletine
oynaması için “din” adında bir oyuncak veren
insanlardır. Ülkesinin yetiştirdiği en büyük
besteciyi “dine hakaret etti” diyerek
mahkemeyle boğuşmak zorunda bırakan
insanlardır. Şu an bulunduğun yerin çöl olması
da bu yüzden; bahsettiğim insanlar gerçek
dünyayı kuruturlar. İşin kötü tarafı, dünyayı da
bu insanlar yönetir. Dolayısıyla, dünya çölden
farksız bir hale gelir.
Resim: Selin Arısal
piyanonun başında gösterdi, sakinleşmesi için
Chopin'in 4. Prelüdü yeterli oluyordu. Sonra Şeref
Abi'nin sesini duydum;
-Sence bu insanın hayallerini gerçekleştirememesinin nedeni ne? neden öğretmenliği
bırakamıyor?
-Bırakırsa para kazanamayacak, yaşamak için de
paraya ihtiyacı var. Geçim derdi yani.
-Aynen öyle.
-Aydınlar bu duruma hiçbir etkide bulunamaz
mı peki?
Önümdeki kapı, gürültülü bir şekilde yukarı doğru
kalktı. Ben de yoluma devam ettim.
-Onu şimdi göreceksin.
Binanın içine girdim. İçine girdiğim gibi, kübik bir
odanın içine “hapsoldum.” Şeref Abi, binanın
kapısını üstüme kapattı. Önümde de koskocaman
bir duvar vardı.
-Burası bir yol. Önünde üç engel var. Hepsi bir
insanın hayallerini gerçekleştirmesinin önündeki
engeller. Unutma, aydın bilge ve öğretici olduğu
kadar hayal gücü yüksek insandır.
Şeref Abi bunu dedikten sonra duvarın üzerinde
bir hologram oynamaya başladı. Bir piyanistin
hologramı çıktı önce, daha sonra da
piyanist bir biyoloji öğretmenine dönüştü.
Piyanisti evinin salonunda gösterdi, sınav
kâğıtlarını okurken sinir krizleri geçiriyordu.
Okulda da suratı hep asıktı. Daha sonra da onu
28
İkinci kapıya geldiğimde bir lise öğrencisinin
oyuncu olmak isteyişini gördüm, fakat buna
rağmen “önce şu ödevler” diye diye yıllarını
geçiriyordu. Üniversiteden sonraki halini
gördüğümde de sıradan bir ofis çalışanını
gördüm.
-Buradaki problem ne, peki?
-Erteleme, bekleyiş. Şimdi değil de ne zaman?
-Aferin. Godot hiçbir zaman gelmeyecek.
Son kapı biraz yürek burkan cinstendi. Viyolonsel
çalan bir kız, Jacqueline du Pré gibi ünlü bir
viyolonsel sanatçısı olma hayalleriyle
konservatuara girmesine rağmen, konservatuar
müdürü ona konservatuarın temizliğini
yaptırıyordu (Şeref Abi'nin dediğine göre bu olay
Türkiye'de hakikaten yaşanmış, hem de tüm
konservatuar öğrencileri bu işin içine dâhil
ediliyormuş). Kız da buna dayanamayıp
konservatuarı terk ediyor ve ünlü bir müzisyen
olma hayallerine son veriyordu. Arkasından da
yine bir kız, yazar olmak istiyordu. Defterine
sürekli bir şeyler karalıyor ve okul gazetesinin
editörlüğünü yapıyordu. Bir gün, kızın asker olan
babasını yalandan bir “örgüt üyesi olmak”
suçundan tutukluyorlardı ve hapse atıp babalık
hakkını kaldırıyorlardı. Kız da bunun üzerine
depresyona giriyor, yazı yazmaya bile
mecali kalmıyordu.
-Adaletsizlik mi?
-Son kapıyı da geçtin. Yüzümü kara çıkarmadın.
Şeref Abi bunu dedikten sonra yine gaza geldim
ve o gazla kapının ardındaki geniş salona koşar
adımlarla ilerledim. Etrafımda ben diyeyim yirmi,
sen de otuz tane konsol vardı. Birinin yakınına
girip incelediğimde önünde bir boşluk olduğunu
fark ettim. Tahminimce de cebimdeki kum
tanelerinden biri o deliğe sığabilirdi. Birkaç
denemeden sonra güçlü ışığa sahip bir kum
tanesi oraya yerleştirdim. Konsol harekete geçti
ve üzerinde Da Vinci'nin bir büstü, hologram
olarak belirdi. Şeref Abi onun için “tarihin kayıt
ettiği en büyük hayalperesttir” demişti
bir keresinde.
Hızla diğer konsolları da aktive ettim, salon
Einstein'ın, Galileo'nun, Piri Reis'in, Nietzsche'nin,
Sartre'ın ve onlar gibilerin hologramlarıyla doldu.
Tüm konsollar aktif olduktan sonra her birinden
bir ışık huzmesi yayıldı ve huzmeler ortada bir
çember oluşturdu. Çemberin içinde ışıktan oluşan
üç adet sütun oluştu. Sütunların biri “bilgiyi,” biri
“hayal gücünü,” biri de “mantığı” temsil
ediyordu – ışıkların içinden o adlar geçiyordu.
Şeref Abi dedi ki;
-Bilgi, güçtür. Bilge kişi, güçlü insandır. Hayal
gücü ise seni diğer bilge kişilerden bir adım ileri
atar. Bir bilgiyi birkaç kişi bilebilir, fakat herkesin
hayal gücü farklı işler. Mantık ise bilgi ve hayal
gücünü birleştirmek için gereken bağlantıdır. Bu
üçünü doğru kullanan insan aydın olur.
FELSEFE
Fotoğraf: Şanda Balkan
Onun bu sözlerinden sonra sütunların arasında
bir kapı belirdi. Vakit kaybetmeden o kapıdan
geçtim ve kendimi Taksim Meydanı'nın ortasında,
Şeref Abi'nin yanında buldum. Vakit de Şeref
Abi'nin yanından ayrıldığım vakitteki gibi akşam
değil öğleden sonraydı. Bana dedi ki;
-“Platon'un Mağarası'nı” bilir misin?
-Az çok.
-İşte senin mağaran da o çöldü. Gözlerini dünyaya
açtın artık. Zamanında bana kimse yol
göstermemişti, o yüzden günün birinde senin gibi
bir gençle tanışırım da yardımım dokunur diye o
dünyayı yarattım.
Şeref Abi ceketinin iç cebinden bir dolma kalem
çıkardı ve bana verdi.
-Al bunu, oğlum. Bilirsin ki, bir musibet bin
nasihatten yeğdir. Senin musibetin de o çölde
yaşadıkların oldu. Sen bir aydın olacaksın
dolayısıyla o “cılız ışıklı kum tanelerini”
aydınlatmak senin elinde. Senden öyküler
yazmanı istiyorum çünkü her öyküde gerçek ya
da sanal bir yaşanmışlık vardır. Bu yaşanmışlıklar
insanın hafızasında sanki kendi başından geçmiş
gibi yer ederler. Hayal gücü de gücünü
yaşanmışlıklardan alır. Senin de bu yolla o cılız
ışıkları kuvvetlendirmeni istiyorum. Sana
güveniyorum, oğul.
İşte, öykü yazmaya böyle başladım.
Yağız Harun Er
29
“MATRİX” VE FELSEFE
“Gerçeklik” ve “Sanal Gerçeklik,” Platon'un
felsefesinden, 20. yy filmi olan Matrix'e kadar
bir çok düşünürün ve yapımcının odağı
olmuştur. Bu konu her ne kadar Matrix filminde
bir distopya gibi işlenmiş olsa da aslında yer
almakta olan bir sorundur. Günümüz
dünyasında, teknoloji ve gelişimlerin sonucu
olarak bazı gerçeklikler aslında göründüğü
kadar gerçek değil, bazı gerçek dışı şeyler ise
olduğundan daha gerçek görünmektedir.
Medya ve sosyal ağlar, bazı sanal gerçeklikleri
olduğundan daha gerçekçi ve olumlu bir
biçimde göstermektedir.
Platon'un anlayışına göre, idealar evreni
gerçeklikten oluşurken, varlık evreni de sanal
gerçekliktir. İnsanlar ise mutlu olmak ve
yaşadıkları şeyi görmek istedikleri gibi
gördükleri için sanal gerçekleri aslından
gerçeklerinin suretidir fakat ütopik bir biçimde
iyidir. Matrix filminde, ana karakter Neo, gerçek
ile sanal gerçeklik arasından sıkışmış bir
kahramandır. Hayatını aslında olduğundan daha
iyi görmektedir. Sistemin her ne kadar tutsağı
olsa da gün içerisinde işine giden saygın ve bir
yazılım şirketinde çalışan Neo, akşamları bir
“hacker” yani bilgisayar korsanıdır, ta ki Matrix
onu seçene kadar. Onu seçen bir bilgisayar
programıdır, onun seçilmiş kişi olduğunu öne
sürer. Morpheus, filmde kendini gerçekliğe
adamış olan karakter, Neo'yu Trinity'e kaçırtır
ve ona gerçekliği görme şansını tanır. Aldığı hap
sonrasında Neo, yaşadığı dünyanın aslında
sanal gerçeklik olduğunu ve haptan sonra
gerçekliği gördüğünü anlar. “… Matrix her
yanımızda…” alıntısından da anlaşılabileceği
gibi, Matrix, yani gerçeklik insanların her
yanında. Aynı zamanda “Seni hakikate karşı
30
körleştirmek için gözlerinin önüne çekilmiş olan
dünya, koklayamadığın, dokunamadığın bir
tutukevinde doğmuş köle olarak yaşadığın
dünya” alıntısından da sanal gerçekliğin,
gerçekliğin önünü kapadığı anlaşılmakta ve
sanal gerçekliğe hapsolmuş insanları birer
köleye benzetmekte. Matrix filmi her ne kadar
distopik bir film olsa da, günümüz dünyasından
esinlenerek yapılmıştır. “Sanal Gerçeklik” in
aslından var olan ile karıştırılacak kadar yoğun
bir biçimde değişime uğraması günümüz
dünyasının medya ve sosyal ağlarından
kaynaklanmaktadır. Hepimizin son derece şık
ve düzenli bir şekilde kullandığı ve kontrol ettiği
Facebook, buna son derece bariz bir örnek
olarak gösterilebilir. Bildiğimiz üzere Facebook,
insanların birbiri ile tanıştığı, arkadaş olduğu,
partilere çağırdığı, resimler koyduğu, yazılar
yazdığı bir sosyal medya sitesi. Kendi hayatıma
baktığımda Facebook'un hem olumlu hem
Fotoğraf: Mina Türker
Resim: Can Yıldırım
olumsuz yanlarını görebiliyorum.
“Arkadaşlarım” ile iletişim halinde kalmamı
sağlarken, aslından düşündüğüm de
“arkadaşlık” kavramını sorgulamama sebep
olan bir site. “Bir insanın 1200 tane arkadaşı
olabilir mi? Arkadaş ne demek?” gibi sorular
belirdi kafamda. Bunun yanı sıra sosyal medya
ile ortaya çıkan başka bir şey ise, toplum
içerisinde çok da kabul görmeyen insanların,
Facebook ve Twitter'da yazdıkları yaptıkları,
aslında oldukları kişilerle örtüşmüyor. Atılan
tweetler, yazılan duvar yazıları, tanımayanlara
kişilerin gerçek kişiliklerinden çok sanal
kişiliklerini yansıtıyor. Sosyal medyanın yanı sıra
medya da bu konuda geri kalmıyor. Çekilen
filmlerdeki sahnelerde yapılan hareketler, her
ne kadar gerçekçi görünse de aslında büyük bir
kısmı mümkün olmayan şeyler. Matrix
filminden örnek vermek gerekirse, bir insan
nasıl elini kaldırarak mermileri durdurabilir?
Jason Statham nasıl olur da 20 kişi ile aynı anda
dövüşebilir? Smack Down adlı Amerikan güreşi
programını ele alırsak, bir insan nasıl demir ile
dövüldükten 10 saniye sonra kalkabilir? Bunlar
her ne kadar izleyiciyi kandırsa da sanal, yani
sadece televizyon yada medya ortamında
gerçekleşebilecek olaylar. İki sene önce
“Counter Strike” adlı çok meşhur bir strateji
oyunu vardı, oyuncuların internet ortamında
birbirleri ile savaştıkları bir oyun. Gazetede
okuduğum bir habere göre, Diyarbakır'da
oyunu oynayan 12 yasındaki çocuk babasının
silahını alıp 8 yaşındaki kardeşini karnından
vurmuş ve daha sonra “geri uyanacak sandım,”
demiş. Oynadığı oyunda vurulsa da kalkan ve
oyuna devam eden bu küçük çocuğun sanal
gerçekliği, gerçek sanması kardeşinin hayatına
mal olmuş. Matrix filmine geri dönersek, Neo
bir sahnede çatıdan çatıya atlarken yere
düşüyor fakat bunu Matrix'e bağlıyken yapıyor,
FELSEFE
Resim: Can Yıldırım
kalktığında sadece burnu kanamış oluyor.
Gerçeklikte yaşadığını sandığı şeyin aslında
sadece sanal gerçeklikte olması onun hayatta
kalmasını sağlarken, gerçek ile sanal gerçek
arasındaki ince çizgiyi anca fark etmesine
sebep oluyor.
Toparlamak gerekirse, Platon'un idealar evreni
ve varlık evremi kavramları, günümüz sinema
filmi Matrix'e gerçeklik ve sanal gerçeklik
biçiminde konu oluyor. Filmde ana karakterin
hayatını olduğundan daha iyi gördüğü gibi,
bizler de günümüz sosyal medyası, ve
medyasının sonucu olarak yaşadığımız dünyayı
olduğundan daha iyi görmekte ve her ne kadar
distopik olmasa da gerçek dışı bir hayatı
yaşamaktayız.
Ziya Beriker
31
DİN VE FELSEFENİN İLİŞKİSİ
“Tanrı var mıdır, yok mudur? Bilemiyoruz; fakat isteriz ki; Tanrı var olsun”
-İmmanuel Kant
İmmanuel Kant, bu sözünde felsefe ve dinin
ilişkisine değinir. Din veya Tanrı'nın varlığı
filozofların düşüncelerine konu olmuştur.
Tanrı'nın varlığı kimse tarafından tam anlamıyla
kanıtlanamamış bir konudur. Kant'da bu
sözüyle Tanrı'nın varlığını ne kanıtlamış ne de
var olmadığını savunmuştur. Bazı insanların
düşüncelerini anlatmıştır aslında sözünde.
İnsanlar din konusunda çelişkiye düşerler.
Kafalarında hep “Acaba bir Tanrı var mıdır?”
düşüncesi olur. En çok inanan insan bile
hayatının bir noktasında Tanrı'nın varlığını
sorgulamıştır. Belki kendi içinde yaptığı bu
sorgulama onun inancını tamamen
değiştirmiştir. Buna bir örnek olarak, bir
yazarın makalesini vermek istiyorum. Yazar
aslında yazısında kendi sorgulama sürecini
anlatır. Çocukluğunda Tanrı'nın varlığına ailesi
sayesinde inanmıştır. Fakat yazar büyüdükçe
sorgulamaya başlar ve sonunda Tanrı'nın
varlığına inanmaz. Bu insanın sorgulamasının
düşüncelerini ne denli değiştirebileceğine
bir örnektir.
İmmanuel Kant'ın bu sözünde anlattığı bir
başka konu ise insanların bir Tanrı'ya inanma
ihtiyaçlarıdır. Aslında sözünün temel anlamı
budur. Tanrı'nın varlığı bazı insanlar için bir
güvence kaynağıdır. Onun var olduğu
düşüncesiyle insanlar kendilerini güvende
hissederler. Kötü bir olay olunca Tanrı'dan
yardım isterler; çünkü onlara başka yardım
edecek birinin olmadığını düşünürler. Bu
düşünceye örnek olarak Gustave Flaubert'in
yazdığı “Madame Bovary” romanından Emma
Bovary karakteri verilebilir. Emma Bovary kendi
32
Fotoğraf: Cem Albayrak
hayallerine dayanan bir hayat yaşamak ister;
fakat bu hayata asla ulaşamaz. Aslında Emma
çok dinine bağlı veya Tanrı'ya inanan biri
değildir. Fakat hayal ettiği hayata sahip
olabilmesi için Tanrı'dan yardım ister. Kendi
çabaları sonuç vermeyince Tanrı'ya başvurur.
Bu tam da Kant'ın sözünde ele aldığı konudur.
Yani Emma tam olarak Tanrı'ya inanmaz ama
çareleri tükenince ondan yardım ister. Aslında
bu söze örnek olabilecek olaylar günlük
hayatta da gerçekleşir. Çok basit bir örnek
olarak bazı öğrencilerin zorlu bir sınava
girmeden önce “Allah'ım sen bana yardım et”
demesi gibi. Sonuçta o öğrenci Tanrı'nın
varlığını kimseye kanıtlayamaz; fakat yine de
ona sığınır ve ondan yardım bekler.
Kimse Tanrı'nın varlığını kanıtlayamaz.
Fakat çoğu insan güvence, yardım ve bunun
gibi nedenlerden dolayı Tanrı'nın var olmasını
ister. İmmanuel Kant bu sözünde bunu
anlatmak istemiştir.
Ceren Zaim

Benzer belgeler