Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim
Transkript
Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim
NİSAN 2013 75 VKV Koç Özel İlkokulu, Ortaokulu ve Lisesi Dergisi VKV Koç Özel İlkokulu, Ortaokulu ve Lisesi Orhanlı Köyü, Çayırlar Mevkii 34941 Tuzla, İstanbul www.kocschool.k12.tr FELSEFE İ Ç İ N D E K İ L E R FELSEFE Önsöz .............................................................................................. 2 Nisan 2013 Değişim Ve Zıtlık Kerem Gerçek ............................................................................ 3 Gökyüzündeki Akıl Gücü Alara Alkan .................................................................................. 4-5 Kapitalizm ve İnsaniyet Emre Özmen ............................................................................... 6-7 Choosing To Become A Woman Onyedinci Türkiye Felsefe Olimpiyatı Efe Aras ...................................................................................... 8-11 A Debate Between Nature And Nurture Deniz Lenger ............................................................................ 12-15 Fotoğraf: Eylül Yelenkülüğ Rüyadan Uyanınca Meral Ustaoğlu ........................................................................ 16-17 Sürekli Değişim Demek Her Şey Aynı Demek Midir? Ayşe Duran ............................................................................... 18-19 Kimin Ölçütü Elif Kara ........................................................................................ 20 VKV Koç Özel İlkokulu, Ortaokulu ve Lisesi Nisan 2013 Sayı: 75 ISSN 1305-3035 Türkçe, Almanca, İngilizce, Fransızca Aylık, Yerel, G. Siyasi Dergi Yayınlayan: VKV Koç Lisesi Tepeören - Tuzla - İstanbul İmtiyaz Sahibi: Aynur Demirayak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Zeynep Kurmuş Hürbaş Yayınlar Koordinatörü: Pınar E. Çelikörslü Basım Yeri: Gümüşsoy Matbaacılık Reklam ve Paz.San.Tic.Ltd.Şti. 0.216 418 88 38 pbx Süt Sıcak Mı? Burcu Pirimoğlu ............................................................................ 21 Cevaplar Aslında Yeni Sorular Sena Evren .............................................................................. 22-23 Kuşku Bilgeliğin Kökenidir Birsu Özçelik ................................................................................ 24 Hayret Duygusu ve Felsefi Düşünme Güneş Ateş Akgün ........................................................................ 25 Kum Yağız Harun Er ......................................................................... 26-29 “Matrix” ve Felsefe Ziya Beriker .............................................................................. 30-31 Din Ve Felsefenin İlişkisi Ceren Zaim .....................................................................................32 Dergideki görseller için fotoğrafçılık öğrenci ve öğretmelerine desteklerin dolayı teşekkür ederiz. Ö N S Ö Z İNSANIN DEĞERİ…. İnsanın değeri nasıl ölçülür? Kant'ın dediği gibi, eyledikleriyle mi? Acaba, yoksa ölçülebilecek hiçbir kriteri yok da insanoğlu “kendince” belirlediği kriterle mi ölçmekte? Sokrates'in “kendini bil” sözü zaten insanın değerlerini belirlemiyor mu? O halde başkasının değer biçmesi ve sınıflaması nasıl bir anlama algısını beraberinde getirir? İnsan değerli olmak için ne yapmalı? Neyi bilmeli? Tüm yapıp ettiklerini akla mı dayandırmalı? Yoksa güçlü olmak için Bacon'nın dediği gibi “Bilgi güçtür” diyerek bilgiyle mi donanmalı? Peki, bilgi ile gücü elde edince insan “Değer” kavramının anlamını bilir, ya da değer kavramını adalet ilkesi ile mi özdeşleştirir? Eğer adalet bilgi ile gelseydi o zaman Sokrates'i mahkûm etmezlerdi. Oysa Atinalı devlet adamlarına sorsak, adaletli davrandıklarını söyler ve kendilerince haklı nedenler ileri sürerlerdi. O günün insanlarının değerli kılmadığı Sokrates 21. yy da hala baş tacı edilmekte ve düşünceleri ile günümüze ışık tutmaktadır. Bu durum da insanın aklına şu soruyu getirmekte... Sokrates değerli değil miydi? Belki de insanın değerini bilmek ve fark etmek için insanlığın felsefe alanında daha çok yol kat etmesi gerekiyor, kim bilir. Zira K. Jasper'ın “Felsefe alanında hemen herkes kendini yetkili sayar” sözleri insanın değerini biçme konusunda yetkinin nasıl kullanıldığının bir göstergesidir. Ancak ufukta görülen ve derginin gerçekleşmesini sağlayan öğrencilerimize baktığımda K. Jasper'ın çok da haklı çıkmayacağını ve felsefe alanında kendilerini yetkili saymadan yetkin bireyler olarak insanın “Değerine” yer vereceklerini ve özen göstereceklerine inancım artmaktadır. Derginin hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ederim. Gülfer Birsin Sosyal Dersler Bölümü Felsefe Öğretmeni Fotoğraf: Alp Dersu Topaloğlu 2 DEĞİŞİM VE ZITLIK Herakleitos'a göre evrenin ana maddesi, 'arkhesi' ateştir. Herakleitos bir doğa filozofudur ve doğa filozoflarının amacı evrenin ana maddesini bulmaktır. Herakleitos'un verilen sözü değişimin önemini yansıtır ve evrenin değişimden ibaret olduğunu vurgular. Herakleitos ateşi arkhe olarak seçmiştir çünkü ateş ona göre değişimi sembolize eder. Bu sözle 'uyuyan ve uyanık' ve 'gençle yaşlının' aynı olduğu söylenir. Bu Herakleitos'un değişim felsefesiyle alakalıdır ve aynı zamanda diyalektik anlayışı da yansıtır. Herakleitos 'savaşın her şeyin babası' olduğuna inanır. Evrendeki her şeyin zıtlıkların çatışmasından oluştuğunu savunan filozof, bu sebeple verilen sözde anlam olarak zıt sözcükler kullanmıştır. Bu düşünce edebiyatta, sanatta ve yaşamımızda da görülür. Kuşkusuz kadın erkeksiz, erkek de kadınsız yaşayamaz. Soğuk sıcak çatışıp ılığı oluşturmuştur. Dante'nin yapıtı İlahi Komedya'da cehennem, cennet ve o iki dünyanın arası vardır. Cehennem ve cennetin zıtlığı 'limbo' denen o ara dünyayı yaratmıştır. Herakleitos'un sözü her şeyin değişeceğini belirtir bir anlamda. Uyuyanın eninde sonunda uyanacağı ve yaşayanın da öleceği belirtilir. Burada ölümün kaçınılmazlığına da bir gönderme vardır aslında. Türk edebiyatında da Orhan Veli şiirlerinde ölümün doğallığını ve kaçınılmazlığını özellikle 'Ölüme Yakın' ve 'Yaşamak' adlı şiirlerinde dile getirmiştir. Herakleitos'a göre 'değişmeyen tek şey değişimdir.' Bu sözünde her şeyin aynı olduğunu ima etse de aslında sadece zıtlıkların aynı olduğunu, bunun da sebebinin FELSEFE Resim: Zeynep Aslanoba sürekli değişim içinde olmaları ve bu değişimin bir noktasında aynı şey olmalarıdır. Buna bilimden bir örnek güneş tutulmasıdır. Ay ve dünya hep güneşin etrafında hareket halindedirler. Ancak bir noktada ay, güneş ve dünya aynı hizaya girer ve bu güneş tutulmasıdır. İşte o anda aynı olurlar, bir nevi. Bence Herakleitos'un bu sözü yaşamın düzenini simgeler. Evrendeki her şey değişim içindedir: bir gün bir insan mutludur, diğeri mutsuz. Başka gün o insan mutsuz olur, diğeri mutlu. Bu sebeple Herakleitos zıtlıklara aynı şey der. Çünkü aynı duygular aynı zamanda olmasa bile hissedilir. Evet, bir insan nehre ikinci kez girdiği zaman o nehir aynı nehir değildir, değişmiştir. Ancak o nehirden inen su eninde sonunda buharlaşıp, yağmur olup nehre geri yağacaktır çünkü devamlı bir değişim vardır, maddenin halindeki gibi. Sonuç olarak Herakleitos'un bu sözü değişimi ve zıtlıkları konu almış ve evrenin değişken doğasını ortaya koymuştur. Kerem Gerçek 3 Fotoğraf: Doğa Lal Güçgötüren GÖKYÜZÜNDEKİ AKIL GÜCÜ İmmanuel Kant'ın “Tanrı var mıdır, yok mudur? Bilemiyoruz; fakat isteriz ki; Tanrı olsun” sözünden yola çıkarak yüzyıllar boyunca tartışılan bir yaratıcının olup olmadığı ve bu yaratıcının bizim arzu ve irademize etki edip edemeyeceği kesin ve el ile tutulur sonuçlara dayandırılamamıştır. Günümüzde bireyler inançları doğrultusunda Tanrı'nın varlığını kabul veya reddederler. Fakat olağan dışı olayların kutsal sayılan kitaplarda anlatımı dışında Tanrı'nın varlığını kanıtlayan başka bir kaynak yoktur. Tanrı'nın varlığını koşulsuz kabul etmek yerine onun varlığını ve gücünü sorgulayan agnostikler kaynağı belirli olmayan sadece düşünce ve tahmine dayalı, kesin bilgi içermeyen bir değil birkaç tane kitaba inanmanın tatmin edici olmadığını düşünmektedirler. Bu 4 sebeple Tanrı'nın varlığını sorgulamış ve aynı zamanda toplumdan bu dönemde fazlasıyla tepki almış olsalar bile çok tanrılı dönemde doğa olayları şimşek, yağmur, kar gibi meteorolojik olayların sadece tanrılar ile ilişkilendirilmesi değil bu anlamda mantığa, deneye, gözleme dayalı bilimsele ulaşmamızda büyük rol oynamışlardır. Tanrı'ya bağlı yaşamanın her şeyin sebebi ve sonucunun ona bağlı olmaması insanın doğa olaylarını sorgulamanın dışında din ve inanç kavramlarını da sorgulamasına neden olmuştur. Aslında bakıldığında her şeyin özü insandır. İnsan var olduğu kadar etrafındakileri etkileyebilmektedir. Düşüncelerinin ve hareketlerinin kontrolü onun idaresindedir. Eğer inanmak isterse inanmakta, istemez ise inanmamaktadır. Bu rölâtivist yaklaşım kişiden kişiye farklılık göstermektedir. Eğer İncil örneğini ele alırsak o dönemde sözlü olarak yayılmış ve daha sonra birçok kişi tarafından kâğıda geçirilmiş bu eser halen daha tek bir kaynağa indirilememektedir. Genel yargıda İncil'in tüm kopyaları aynı yargıdan bahsetmekte fakat bu çeşitli kopyaların anlatımından dolayı hangisinin daha doğru olduğu tartışılmaktadır. Bu da aynı insan gibidir. Bir Peygamberin söyledikleri veya aktardıkları karşısındakinin algısı ve aldığı kadardır. Aynı İncil'in farklı kopyalarında görüldüğü gibi, insanoğlu ile tanıştırılan Tanrı kavramı da aslında insanoğlunun algısı ve düşüncesi ile şekillenir. Tanrı'nın varlığını ve kurallarını kabul edenler kitaba göre hareket edenler dışında ona başvuran veya onunla konuşanlar aslında ona kendi düşüncelerinde bir rol verirler. Tanrı bazen bir koruyucu, bazen dinleyici, bazen de cezalandırıcı rolünü üstlenir. Bir yaratıcı olarak kabul edilmesinin dışında bu özellikleri bir annede de mevcuttur. Anne de koruyucu, kollayıcı, dinleyici ve biyolojik olarak yaratıcıdır. Fakat insanoğlu cevap veremediği veya bilginin kısıtlı kaldığı dönemlerde sığınmak ve açıklamak için Tanrı kavramını kullanır. Kendi varlığından üstün bir varlığı kabul etmek ister. Aslında Tanrı'dan kendi düşüncesinde faydalanmaktadır. Örneğin agnostikler kendilerine faydalı olanı almaktadırlar. İnsan kendi iradesi ve zihninde aslında yaptığı soru cevap ve hesaplaşma ile Tanrı'yı yaratır ve yine kendi iradesinden onun için en faydalı olanı alır. Kant'ın da söylediği gibi isteriz ki Tanrı var olsun. Sofistlerin yanı sıra insanlar belirli olguları kabul etmişlerdir, olayların veya yaratılışın nedenini sorgulamamışlardır. FELSEFE Fakat bu kuşkuculuk bazı kavramlara çelişki getirmeye örneğin din gibi Tanrı'yı ve birçok yargıyı sorgulamış ve çıkarımlarında bile bir eksiklik aramışlardır. Bunun başında çevreleyenlerini sorgulayarak yaratılışı yani o zaman için yaratan sıfatını taşıyan Tanrı'yı sorgulamışlardır. Dolaylı yoldan da olsa gerek bilginin olmaması, doğru bilginin mümkün olmaması olsa bile aktarılamayacağı yargısı dinin de doğru ve yaratıldığı gibi aktarılmadığı, onun da sorgulanması gerektiği düşüncesini topluma kazandırmıştır. Sonuç olarak Tanrı ve din kavramı insanın yarattığı ve yine kendi iradesi ile bağlı olup olmayacağı, inanıp inanmayacağına karar verdiği bir kavramdır. Tanrı kavramı kanıtlanamaz bunu yaratan ve yok eden yine insan olacaktır çünkü, sorgulanmaya ve kendi içinde somut cevaplara dayandırılamadığı için genel bilgi, herkes tarafından kabul edilen bir bilgi olmaktan çıkmıştır. Tanrı insan var olduğu sürece vardır. Varlığının veya yokluğunun aksine onu üstün kılan insan aklıdır. Alara Alkan Fotoğraf: İpek Ege Gürel 5 KAPİTALİZM VE İNSANİYET Kapitalizm gün geçtikçe daha vahşi bir hal almakta ve bunun yansımaları toplumun kendisi kadar tüm toplumsal değer yargıları, ahlaki bakış açısı ve insan ilişkileri üzerinde de etkisini göstermektedir. Bunun yanında çok açık bir şekilde görülmektedir ki insana ait manevi ve hissel kavramlar da vahşileşen kapitalizm ile birlikte pazara çıkmış, ticaret konusu haline gelmiştir. Günümüzde sosyal medyanın kullanım amacı ve işlevi bu durumun en güzel örneğidir. İnsanlar bugün sosyal medyayı çok etkin kullanmakta, sosyal medya gerçek hayatı fazlasıyla etkilemektedir. Hatta gündelik yaşamın neredeyse yarısı artık sanal bir ağ olan sosyal medya unsurlarından oluşmaktadır. Fakat sosyal medyanın bu kadar kullanılmasının altında iletişim kolaylığının dışında çok farklı nedenler yatmaktadır. Sosyal Medya günümüzde insanların kendi reklamlarını yaparak kendi kendilerini ticaret konusu haline getirdikleri bir pazardır. Sosyal medyada oluşturulan profiller insanların olduklarından çok olmak istedikleri insanın özellikleriyle süslenmiştir, yenilen yemekler, hobiler, siyasi, dini görüşler, yapılan işler ve özel hayatın tüm detayları sosyal medyada paylaşılarak kişi kendi reklamını yapmakta, kendisini bir ürün olarak pazarda tanıtmakta, kendi değerini arttırmaya çalışmaktadır. Bu "aşırı şeffaflık" durumu şüphesiz ki ahlaki ve etik değer yargılarını zedelemektedir. Bu durum kesinlikle "sosyalleşme" ve "iletişim" kavramlarının çok ötesinde bir amaç taşımaktadır. İnsanların kendilerini ne kadar değerli gördükleri onların sosyal medyada ne kadar çok kabul görüp, beğenildikleri ile paraleldir ve bu göstermektedir ki herhangi bir alış-verişte geçerli olan arztalep sistemi insanların kendi kişiliklerini bir ticaret unsuru haline getirmeleriyle birlikte 6 artık insanlar arası ilişkilerde de kendisini göstermektedir. İnsanlar kendi kişiliklerine, görüşlerine ne kadar fazla talep olursa kendilerini o derecede önemli hissetmektedirler. Oysa insanlar arası ilişkiler bunun çok ötesinde sevgi, saygı gibi duygusal kavramlara dayanmalı, ahlaki bir çerçevede yaşanmalıdır. Günümüzdeki tablo ise insan ilişkilerinin serbest ticarette olduğu gibi birer çıkar ilişkisine dönüştüğünü gözler önüne sermektedir. Bunun yanı sıra manevi değerlerin artık pazara getirilmiş birer ticaret konusu olduğunu sistem tarafından dayatılan "özel günler" in kutlanma şeklini analiz ederek de anlayabiliriz. Mesela dünyanın her yerinde kutlanan Sevgililer Günü tamamen karşılıklı hediye almaya yönelik bir kutlama şekline sahiptir, daha da kötüsü sevgililer gününde gösterilen sevginin büyüklüğü de tamamen alınan hediyenin değeriyle doğru orantılı olarak ölçülmektedir. Bu da göstermektedir ki insanın sevgi gibi manevi ve duygusal değerleri de artık birer ticaret konusu olmuştur. Artık insanlar kalplerinde hissettikleri sevgilerini tamamen maddiyat üzerinden dışa vurarak manevi değerlerin nasıl birer ticaret konusu olduğunu kanıtlamaktadırlar. Bu iki temel örneğin yanı sıra bahsettiğim durumu Karl Marx 100 yıl öncesinde şöyle özetlemiştir "En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alışveriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alışveriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, Fotoğraf: Deniz Güner her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır." Bu analizin 100 yıl önce yapılmış olmasının Marx'ın ne kadar büyük bir öngörü ve analiz yeteneği olduğunu kanıtlamasının yanında yine bu analizinden açıkça anlaşılmaktadır ki dünyanın küreselleşmesi ve alış-verişin evrensel bir boyut kazanması sermayenin insan hayatı ve değer yargıları üzerindeki hegamonyasının güçlendirmektedir. Bu da insanın maddi manevi tüm değer yargılarının artık ticari birer unsur, bir pazarlık konusu olma durumuna yol açmaktadır. Farklı bir bakış açısından bakacak olursak oldukça insani ve doğal olan maneviyat ve tüm duygusal kavramların insanın doğasına uygun olduğu iddia edilen kapitalizm tarafından yozlaşmasını büyük bir çelişkiyi gözler önüne sermektedir. İnsanın bu noktada sorması FELSEFE gereken soru şudur ki "Kapitalizm insan doğasına uygun olduğu için mi yoksa insana dair her şeyi yozlaştırdığı, tüm insani değerlere kendi kural ve sistemlerini dayattığı için mi büyümektedir?” Sonuç olarak günümüz insanı kendi kişisel değer yargıları olmayan, ahlaki ve etik bir bakış açısından mahrum kalmış, kendi kendisini pazara çıkarmış ve kendi değerini arttırmak, kendisine olan talebi arttırmak için her türlü süsleme ve reklam yolunu kullanmış, özel hayatın şeffaflaşmasıyla kendi benliğinden uzaklaşmıştır. Artık tüm maddi ve manevi değerler serbest piyasanın esiridir. İnsan ilişkilerini ve insani duygu ve düşünceleri belirleyen artık insanın kendisi değil arz-talep döngüsüdür. Emre Özmen 7 Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012 CHOOSING TO BECOME A WOMAN What is a woman? According to what do we define woman in our world? Are man and woman two different choices? Then, how do you become a woman? Is woman the essence of the person, or is it their existence? Is it instinctive, or is it reasonable for someone to be a woman? In both cases, is it a freedom to become a woman and if it is, is there an inhibition of the freedom while choosing the gender? Also, if it is a choice, what is the right choice? What ethical factors are involved when we are making that choice? Before beginning the discussion, we need to create the distinction between sex and gender. The word female is a sex whereas the word woman is a gender. Sex is biological and it is a deduction coming from scientific data, if you have some specific genes you are male and if you have another set, you are a female. However, sex itself cannot explain the psychology or the reasoning behind our actions, so we use the word gender instead when we discuss the roles the people have according to their sex. The word woman is perhaps explained best by Derrida's approach to words that we use in philosophy. He first identified différance between the words, such as house. When someone says “house,” we do not immediately think of a house, but rather we compare it to a “shed,” “mansion,” “home,” or any other word which gives a similar meaning and we derive the meaning from there. When it comes to woman, we also do not immediately think of a woman, we compare it to the idea of man and start to shape an idea of woman in our minds. So, the concept of woman is relatively defined with man, its pair. However, do man and 8 woman have to be opposites of one another? Why do we associate certain qualities with man but not with woman? Let's continue with Derrida to clarify; in an interview, he talked about the word philosopher. He mentioned when we think of a philosopher, we immediately think of a deep-thinking masculine figure. This is very similar to scientist, when we think of a scientist, we do not think of a woman, but as a man experimenting on certain chemicals. But we know that there have been philosophers like Simone de Bouvoir, and scientists like Marie Curie, so why do we think of a masculine figure? Is it solely the question of numbers where we think of a man because there have been more men in philosophy or science (which is an assumption that we have, and not a fact)? Even if we accept it as a fact, then why were there more men than woman in some areas? Resim: Melis Önerli Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012 Resim: Nisan Yıldırım We can investigate that question further from an existentialist perspective. Now that we recognized what we mean as woman, we need to further discuss the choice of becoming a woman. Here, existential approach to the problem provides us with several explanations. First of all, we need to look from the perspective of Sartre, an existentialist. His famous explanation with paper cutter and humans reveal to us that existence precedes essence for humans, and we have total freedom in our actions. However, his total freedom approach is contradictory to the existence of god, and the existence of others. If there is a god who monitors our actions, then we are not totally free, and then gender is not a choice or a development, but rather an assigned duty, so we are born with our gender. So, Sartre denies the existence of god, and that makes his philosophy logical within itself. But then, he also has to acknowledge that we can limit FELSEFE the freedom of one another, such as imprisoning or scorning someone due to their gender. That links directly to the Other and the Look within the existentialism, which, according to Simone de Bouvoir, is the reason as to why we “become” a woman? The Other and the Look is about the inhibition of someone's freedom by another group. Let's go over the famous analogy: The Other is looking from a peephole in an old house. Then, s/he hears the crouching of the floor and feels the Look which in turn makes him/her immediately feel shame for what s/he has done. In our context, the Other refers to suppressed, women. Women can try to disobey their rules of gender of their culture, such as having a sexual intercourse while unmarried to the person, but then people will look to her with disgust, even if that was her own free choice. There 9 Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012 also doesn't have to be the Look coming from a real thing; in our analogy, the Look might have been from the wind, but it still affects the Other. Likewise, the woman in our story would feel the guilt of her own action not because of her choice, but because of the Look that she receives from that choice. In order to avoid the Look, the suppression in a patriarchal system, women stand within the roles that they have been assigned to within the system. In the times of Plato, it was only men who were participating in politics. Since politics doesn't involve any physical strength, women were equally capable of attending the council. However, what was expected of the Other here was for them to stay within their gender roles, and stay behind their man, thus creating the meaning pair between one another. If we are discussing the freedom of choice, we also need to discuss if becoming woman is something intuitive, or if it is reasonable. Or rather, is it a posteriora or a priora, because if it is independent from our experiences, then it has to come from within, it has to be intuitive. However, if it is intuitive, then there is no freedom, as Kant states that the freedom may only come from reason, and intuitions and feelings are obstacles on our way. So, if we are who we are because it just feels the right way to be, then we are not really free while choosing that gender, and again, we are born with it rather than becoming it. However, existentialists defy any course of action that we take can be caused from the essence, thus for them, it is just existence. As an existence, we can logically choose a gender with an idea sequence like “I see women are not participating in politics. I don't participate in politics. Therefore, I can be a woman.” Of course, this is a very basic argument, which holds nearly no value when it is independent from other series of argument that we can come up with. Supporting it with Kant's idea 10 therefore makes it obvious that we become our gender as we choose it ourselves. So, following atheist existentialism and Kant, we can agree that gender is something we become, and choose. However, if it is a choice, is there a right one or a wrong one? If there is a wrong one, then what happens if we choose that one? From a hedonistic approach, since life is all about happiness, there cannot be a right or a wrong choice as we will choose what makes us happy. Though this raises other questions: Is happiness something intrinsic, and if so, then aren't we basing our argument on that gender choice should be a reasonable and not an intuitive one? From a consequential perspective, we reach different conclusions. All consequential perspectives deal with the consequences, so we are not contradicting Kant here as we can safely assume that all these actions are done on the basis of logical thinking. Looking back to our story, if woman Resim: Mina Türker Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012 want to participate in politics, or obey their gender roles, then they should, as if they don't, the consequence will not be what they want. However, looking from the perspective of a state, or to extent utilitarianism, we can say that it is better if woman obey their roles of gender, as that will stabilize the current conditio humana. People laughed and people cried even before there was any feminist movement in the world. I don't like the idea of imprisonment of females under the label “woman” and grow them accordingly as that severely limits their identity, as they will not be able to discover themselves who they are. However, when movements of freedom arise, we see a desire for freedom, without anyone considering all of the consequences, and that creates different problems, such as woman rebelling at the woman identity saying that it limits them while imprisoning themselves into an even smaller identity group. Nonetheless, from different perspectives, we can reach different conclusions regarding if it is a choice to become a woman, so ethics is not an obstacle in determining the right choice, as “right” can change for anyone. The answers that I came up with to the questions are an analysis of the situation from different perspectives of philosophers. When I look at these answers, I see that woman is not defined genetically, it is something we choose due to the Look over us and the Look is created by the patriarchal systems. We are free in making that choice as we can make a reasonable argument in becoming a woman. Lastly, since there is no ethical complication, it can be a choice and not something we have to carry for our lives. Even though I mentioned a lot about free choice, I acknowledge that it is not that free, the Look is heavy upon woman. So yes, we “become” woman or man, but we are also led to either direction as soon as we are born. Efe Aras ONYEDİNCİ TÜRKİYE FELSEFE OLİMPİYATI 3 Mart 2013'de gerçekleşen 17. Felsefe Olimpiyatları’nda okulumuzu temsil eden Efe Aras'ı tebrik ediyoruz. “Ahlaksal ve hukuksal nedenlerden dolayı kurulması gereken bir dünya hukuk düzeni, üç düzeyde oluşturulmaktadır: 1) İnsan hakları gibi "ulusal dünya hukuku" olarak; 2) Uluslarası anlaşmalar ve uluslararası hukuk aracılığıyla "uluslararası dünya hukuku" olarak ve 3) 'dünya cumhuriyeti' adlandırılabilecek ikincil, tamamlayıcı ve federal bir hukuk düzeni olarak. Üçüncü ve son düzeyde, tamamlayıcı bir anlamda dünya yurttaşlarıyız.” Otfried Höffe, "The Diversity of Cultures under the Unity of a Global Law" 2007 Dünya Felsefe Günü, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Ankara 2009, s.21. FELSEFE 11 Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012 A DEBATE BETWEEN NATURE AND NURTURE: ARE WE BORN OR ARE WE MADE? “One is not born but becomes a woman.” Simone de Beauvoir, The Second Sex Simone de Beauvoir, one of the forefathers of feminist existentialism (who would probably disagree with the term forefather, due to the word's sexist nature) is one of the most significant philosophers of the 20th century. Her most acclaimed (and controversial) work, The Second Sex, is an analysis of the place women have in society, and how the notion of “woman” is related more to the nurture of females in our society than the females' intrinsic characteristics that they were born with. The first question that comes to my mind when I read the quote “One is not born but becomes a woman” is “What is woman?” If we can define what a woman is biologically, all we have to say is that a woman is a human being with 23 pairs of chromosomes, all shaped as XX. This piece of information suggests that roughly half of the world's population is comprised of women. However, we know that not everyone in the society is considered a woman, neither by males nor by females. Fotoğraf: Berkin Gürakan 12 Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012 Girls that have not yet reached puberty are considered “children,” girls that are in their teens are considered “teenagers,” women who are attracted to both sexes or to other women are labeled “lesbians” or “bisexuals” and women who have lost their reproductive capabilities are not mentioned at all! So, it is not enough to characterize a “woman” biologically. What other methods of characterization can we use to define a woman? When the word “woman” is mentioned in a conversation, the first image that comes to my mind is that of a person who is very feminine, who talks little, who has children, who is married, whose employment is “homemaking” and ultimately, someone who is docile, obedient and ready to serve. This is how the society defines woman, and the reason why this is the first image that comes to my mind when the word woman is mentioned is because this idea is inserted, or even forced into our mentalities. The media portrays images of women with slender physiques, flawless complexions and beautiful faces. In advertisements that target men, women are almost always used either to delineate docile figures of innocence or to show voluptuous figures of promiscuity. Thus, the main roles of women in our society are defined by these delineations. A woman is considered as a womb that should bring children to this world, an entertainer who must constantly amuse and seduce her “master” (who is mostly known as the “husband”) and finally a person who must choose the corners and the shadows, so that the man can shine in comparison to her. This portrayal of “woman” in society is nothing new and despite the feminist FELSEFE revolution, in many corners of the world, women are still being considered subhuman to men. Other females who work, who choose not to marry and who have sexual freedom are characterized as “masculine” and are ostracized from other women. The media that puts “the ideal woman” on a pedestal defines such women as “Dragon Ladies” or “Power Hungry Tigers,” with complete oblivion that these women are characterized as such because they are standing up for their rights to achieve equality with men in every area of society. But if being a “woman” is something that you born with, how come so many different “types” of women are present in our world? All of us are born with some intrinsic characteristics that we cannot completely alter. These are imbedded in our genes, like how our noses are going to be shaped, what color of skin we will have and what our gender is going to be. However, when we are born, these intrinsic characteristics become secondary to how our character and moral values are going to be shaped. As soon as we set foot to this world, we start to be nurtured by outside factors. Our mothers tell us to sit properly and close our mouths while we eat; at Fotoğraf: Zeynep Yeşildağ 13 Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012 school, we learn that it is disrespectful to talk while someone else is talking and finally, our friends teach us that we should not tell someone's secrets to others. Just like the moral values and etiquette we learn when we are in contact with other people, our gender roles are not unchangeable intrinsic values, but rather, they are the aspects of our lives that are shaped by outside factors. Women are not born with a natural tendency to obey men, nor do they have an extreme desire to reproduce and have many children. Statistically, more men pursue careers in science, technology and engineering than women, but this is not the result of women having a lower capability of mathematical and scientific reasoning than men do. This is the result of silent mockeries and laughs when a girl says she wants to become an engineer; this is the consequence of male high school teachers discouraging girls from careers in science. Marie Curie, the amazing scientist who became the first person to have two Nobel Prizes, is a shining example to prove that women are not born with a deficiency in understanding the natural sciences, but rather, their minds and abilities are being neglected by the society. Their parents encourage them to stop thinking and try to find a husband that can support them, and not pursue careers in any type of field. Another example for the subordination of women would be beauty pageants, which are almost always exclusive for females. These pageants insert the idea that women should be graceful, fragile, beautiful and object-like with no feelings or ideas. While the man stays active, takes charge and uses force, the woman 14 is static and waits to be saved. Nearly always the man is placed into a position where he should stay active while the woman waits passively. Thus, the man becomes the subject and the woman becomes the object in nearly every situation that we may encounter. But, this is not the consequence of the characteristics women are born with; rather, this is the cause of the subordination of women. In the debate between nature and nurture, I believe that the situation determines character and not the other way around. When women are placed into a subordinate position in the society, they are deprived of their leadership skills, their tendencies to speak up and their Fotoğraf: Meltem Erkmen Baltık Denizi Ülkeleri Felsefe Olimpiyatı 30 Ekim 2012 self-confidence. Thus, women are not subordinate because they lack leadership, self expression and self-confidence; they are subordinate because of the portrayal of women in the media, the way men produce an air of mysticism around women to make them indecipherable and something other than a human and finally, the gender roles that women are made to adopt while they are children. But are females the only part of the society that is being made into something else? According to the philosophy of existentialism, “existence precedes essence.” The explanation for this seemingly ambiguous term is that a person's existence as a human being is superior to the labels, the stereotypes and a set of aspects that seem to be the “essence” of that person. So, the person's experiences, the outside forces and the way that person is raised are what defines the character of that person. Thus, just like women who are made by the society, the archetypal men, the traditional children and the conventional elders are also mass produced by our world. Our likes, dislikes, moral values, immoralities, sins and actions are not shaped when we are born, but these shape when we start to grow up. When these characteristics start to show their effects on our daily actions, we start to acquire labels like woman, man, girl, boy, child, elder, gay, lesbian, bisexual and transsexual. So, one does not only become a woman, but can also become many things that are in relation with his or her actions and the outside forces that act on them. In our society today, we come across to many labels and stereotypes. It is important to note that the main reason for the formation of such strata in the society has to do with the way a FELSEFE Fotoğraf: Meltem Erkmen person is nurtured, and not with the natural set of values that person is born with. The media, our parents and other outside factors try to shape us in a way that will make us stand within the norms of the society. Thus, “One is not born, but becomes a woman.” The subordination and docility of women in our world has nothing to do with an inferiority complex the women might have been born with. This is related to how women are shaped to become docile acceptors of the superiority of men in the society. Discouragement from teachers and parents in pursuing careers, encouragement to act feminine and graceful from the media and the pressure the society places on women that haven't got married cause women to be segregated from men and become docile. All in all, in the eternal debate between nature and nurture, it is mostly nature what defines a woman. Deniz Lenger 15 RÜYADAN UYANINCA Bazı rüyalar vardır uyandığımızda kafamız karışır. Az önce yaşadığımız olayın mı yoksa şu an içinde yatmakta olduğumuz yatağın mı? Gerçek olduğunu ayırt edemeyiz. Aklımızda var olan fikir ve içinde yaşadığımız gerçek dünya arasındaki çizgiler silikleşir ve hangi dünyanın parçası olduğumuzu unutuveririz ve sonra gerçek dünyanın farkına varınca tekrar rüyaya dönmek isteriz. Çünkü daha güzeldir rüyadaki yaşam, daha tatlıdır. Rüyadaki çikolata daha kolaydır rüyada mutluluğu yakalamaktan. 1999 yılında çıkan Matrix filmi bu konuyu esas alır ve insanların aslında onlar için yaratılmış sanal bir dünyanın içine hapsolduğunu ve dolayısıyla gerçeklerin farkında olmadıklarını belirtir. Larry ve Andy Wachowski'nin yönettiği film temelinde Platon'un felsefesine dayanır. Platon'a göre 2 dünya vardır. Bunların biri idealar, diğeriyse fenomenler yani görünüşler dünyasıdır. İnsan görünüşler dünyasını algıları yoluyla kavrar. Ama bu dünya idealar dünyasının bir yansımasıdır. Asıl kavram fikir idealar dünyasında vardır ve sonsuzdur. Örneğin idealar dünyasında ki ağaç kavramı değişmez. Fenomenler dünyasında ise geçicidir. Yönetmen Platon'un bu görüşünden esinlenerek sanal ve gerçek dünya ilişkisini günümüz modern dünyasına uyarlamış, makineleşme ve otomasyonun beraberinde getirdiği sanal dünyada kaybolan insanı yansıtmıştır. İnsana makineleşmeye ve sürekli yeniliğe getiren yol, insanın yarattığı yapay zekânın kontrolü ele almasıyla bu sona gelmiştir. Makineler insan ırkını ele geçirmişler ve onlar için sanal dünya yani Matrix'i yaratmışlardır. Gerçekte dünya hüsran içindedir. Hava kirliliğinden güneş bile doğmamaktadır. Binalar yıkılmış yeryüzü yaşanılmaz bir hale gelmiştir. 16 Fotoğraf: Berkin Gürakan Ama Matrix'te her şey normalmiş ve hayat devam ediyormuş gibi görünür. İnsanlar işlerine, okullarına, eğlencelere gitmeye devam ederler. Yemek yiyip hastalanırlar, âşık olup evlenirler ama gerçekte makinelerin yarattığı tarladadırlar. Bilinçleri kapalı enerji olarak kullanılmaktadır. Gerçek olduğuna inandıkları her şey akıllarında var olup bitmektedir. İçinde bulundukları sanal dünya onların gerçekliği midir? Farkında değilken nasıl ayırt eder insan gerçeği yapay alemde? Zion adlı son şehirde yaşayan bir takım insanlar işte bu farkındalığı yaratmak uğruna makinelerle ve onların yaratmış olduğu Matrix'le savaşırlar. Onlar sistemden kurtulmuş, kendi seçimlerini yapmış ve böylece realiteye ulaşıp birey olmuşlardır. Ama sanal dünyadan gerçekliğe geçişin getirdiği acılar ve sorumluluklar vardır. Gerçek hayatta her şey tozpembe değildir ve sürmekte olan bir savaş vardır. Gerçek dünya herkesin katlanamayacağı zorluklar ve tatsızlıklarla doludur. Gemideki Mr. bu zorluklar karşısında yılan ve kolay yolu tercih eden kesimi yansıtır ve arkadaşlarına ihanet ederek tekrardan Matrix'in bir parçası olmaya çalışır. Ancak bu amacında başarılı olamaz. Çünkü insan bir kere gerçeklerle yüzleşti mi onlardan kaçış yoktur. Gerçek dünyanın sanal dünyaya üstünlüklerini gösteren bir diğer etken ise Matrix'de ölen insanların gerçek hayatta da ölmesidir. Çünkü acı gerçek bir kavramdır ve akılda biter. Sanal dünya da insanlar ne kadar evlerden evlere zıplayabiliyorlar ve kurşunları yönlendirebiliyorlarsa gerçek hayatta bunların hiçbiri mümkün değildir. İnsan nerede yaşarsa yaşasın sonunun nereye gideceği bellidir. Matrix'e girdiklerinde sanal ve gerçek dünya arasında bölünme yaşayan Nebukadnezar mürettebatı da gerçek dünyaya döner. 10 yıl önce filmlere konu olan bu olay günümüzde de hala önemini yitirmemekte ve insanlar saatlerini bu sanal ağlarda harcamakta ve sanal aileler kurmakta (Sims) sanal evcil hayvanlara bakmakta (tamagodi) ve sanal yemler yapmaktalar. Sanal ağlarda harcadıkları her dakika onları gerçekten uzaklaştırmakta ve gerçek dünya ile olan bağlarını yıpratmakta. İnsanlar arası ilişkiler körelmekte ve insan gittikçe makinelerin kontrolündeki bir organizma haline gelmektedir. Sanal ağ onun isteklerini ve arzularını kontrol etmekte, düşüncelerine yön vermektedir. Tüm bunlar göz önünde bulundurulunca Martix filminin gerçekliğine inanmak çok da zor değil. Makinelerin kölesi haline gelen insan gerçekte var mıdır? Bu soruyu cevaplayabilmek için FELSEFE elbette başta var olmayı tanımlamak gerekir. Bir insanı var eden onun düşünceleri, özgür kararları ve üstlendiği sorumluluklardır. İnsan zorluklara göğüs gerip birey olmalıdır. Çünkü ancak birey olunca döngüyü bozup sürüden ayrılıp dünyaya bir değişiklik getirebilir. Bu değişimin başında da bilinç gelir. Sanal olanın gerçek olmadığının bilincine varmalıdır insan. Sanal dünyanın çekici cazibesine kapılmadan insan gerçekleri fark etmeyi ve onlarla mutlu olmayı öğrenmelidir. Ancak o zaman hayatı, acıları ve sevinçleri ile tam bir şekilde insan gibi yaşamaya başlayabilir ve tıpkı Neo gibi sürekli bir uyku halinde olan ve her geçen gün sistem tarafından kanları emilen insanların farkındalığı ışığa kavuşturulabilir. Meral Ustaoğlu Resim: Selin Arısal 17 SÜREKLİ DEĞİŞİM DEMEK HER ŞEY AYNI DEMEK MİDİR? Herakleitos, “Aynı şeydir yaşayanla ölü, uyanıkla uyuyan, gençle yaşlı. Çünkü bunlar değişince ötekilerdir ve ötekiler değişince de bunlardır” sözüyle sürekli olan değişimin altını çizer. Evrendeki her şey değişmektedir ona göre ve eğer varlığı bu şekilde inceleyecek olursak, yaşayanla ölünün bir farkı olmayacaktır. İkisi de değişim içerisindedir, ve yaşayanın sonu her zaman ölümdür. Veya genç birisi mutlaka yaşlanacaktır. Herakleitos bu sözünde değişimin mutlaklığına değinirken aynı zamanda varlığı ve “oluş”u yaratan zıtlıklardan bahseder. Yaşlı ve genç birbirinin zıttıdır ve birleşimi orta yaşlarda bir insanı oluşturur. Her tezin bir antitezi vardır bu anlayışa göre ve bu ikisinin birleşimi bir sentex oluşturur. Herakleitos önemli bir doğa filozofudur. Bir çok düşünür “doğru bilgi mümkün müdür?” sorusuna bir cevap arar ve Herakleitos bir doğa filozofu olarak doğru bilginin mümkün olamayacağını savunur. Sofistler, ve septikler de bu görüşe katılır. Bir diğer yanda doğru bilgininin mümkün olduğuna inanan ve kaynağının ne olduğunu sorgulayanlar da vardır. Örnek verecek olursak rasyonalistler aklın, empiristler ise deneyin, doğru bilginin kaynağı olduğuna inanırlar. Herakleitos, bir doğa filozofu olarak evrenin ana maddesinin ne olduğunu sorgular, bir başka deyişle arkhe problemiyle ilgilenir. Kendisine göre evrenin ana maddesi veya arhkhesi ateştir. Ateş aynı evrenin olduğu gibi hareketlidir ve sürekli değişir. Herakleitos, evrenin varoluşunun ve yok oluşunun sonsuz kez tekrar edeceğini savunur, burada dikkat çeken evreni ilk defa bir 'oluş' olarak açıklamasıdır. Evrende hiçbir şey sabit olamaz, değişim süreklidir, “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” düşünüre göre. Düşünülecek olursa, evren gerçekten sürekli bir değişi içerisinde değil midir? Hepimiz, tüm varlıklar sürekli değişmiyor muyuz? Değişim gerçekten var, peki bu değişimi biz insanlar niye Fotoğraf: Sarp Onat 18 fark edemiyoruz? Herakleitos bunu logos kavramıyla açıklar. Değişim belli bir ölçü, düzen ve yasaya göre gerçekleşir ve Herakleitos bu ölçüye “logos” adını verir. Bunun yanı sıra, Herakleitos, “savaşın, her şeyin babası” olduğunu savunur. Bu sözüyle belirtmek istediği evrendeki her şeyin zıtlıkların çatışması ve birleşmesiyle oluştuğudur. Örneğin siyah ve beyaz, griyi oluşturur. Bu düşünceye diyalektik felsefe de denir. Her antitezin bir tezi vardır ve bunlar sentezi oluşturur. Verilen sözde de tez yaşayan, uyanık ve genç olabilir. Bununla beraber antitez ölü, uyuyan ve yaşlıdır. Bunlar aslında aynıdır, aynı rolü oynarlar sentezin oluşumunda... Bana kalırsa yaşayan ve ölü veya gençle yaşlı aynı olamaz. Her ne kadar katılsam da ve bir yaşayanın sonunun her zaman ölüm olduğunu bilsem de, bana kalırsa bir genç ile bir yaşlı aynı şey olamaz. İnsanlar bu noktaya elbet varırlar fakat bu noktadaki hisleri, deneyimleri, ruh haller tamamıyla farklıdır, aynı insan bile değildir artık. Herakleitos'un verilen sözüne örnek olarak Haldun Taner'in “Fazilet Eczanesi” oyunu verilebilir. Ünal her zaman heykelcilikle uğraşmak istemiş ve bunu gerçekleştirmek için babasına karşı çıkmış bir karakterdir. Fakat oyunun sonunda Ünal'ın değiştiğini, heykelcilikle artık ilgilenmediğini ve babasının eczanesinde çalıştığıı görürüz. Ünal'ın idealleri, istekleri değişmiştir, farklı bir adam olmuştur. Tıpkı Herakleitos'un da belirttiği gibi değişim sürecinden o da geçmiştir. Bir başka örnek ise Enver Aysever'in “Bir An Bin Parça” romanıdır. Romanın önemli bir karakteri, büyük bir değişim yaşar. Önceden tiyatro aşkı ile yanıp tutuşan bu adam, daha sonraları tiyatronun FELSEFE zorluğunu kavrar ve yılmış durumdadır. İlk olarak heyecanlı, mutlu, pozitif olarak verilen bu karakter zamanla değişir ve umutsuz, hayat neşesini kaybetmiş, depresif bir adam haline gelir. Herakleitos'un verilen sözü, değişimi ele alır. Herakleitos, bu sözüyle evrenin ana maddesini ve varlık kavramını sorgular. Diğer filozoflardan farkı, kendisinin mitolojiden yola çıkarak hareket etmek yerine akla ve mantığa bağlı olmasıdır. Son olarak, Herakleitos, değişimin sürekliliğinden ve zıtlıkların sürekli savaşından bahsetmiştir. Ayşe Duran Fotoğraf: Özüm Tural 19 KİMİN ÖLÇÜTÜ? Soru: Protagoras'ın ''insan her şeyin ölçütüdür'' sözünü tartışınız. Einstein, kuantum fiziğiyle anlamlandırdığı göreceliği/ rölativizmi açıklamak için ''güzel bir kızın yanında bir saat otursanız, bir dakika gibi gelir'' demiştir. Güzel bir kızla geçirilen vaktin yarattığı hoşnutluğun tam olarak benliğimde karşılığını bulamasam da, göreceliği sıkıcı bir dersin bir gün gibi geçmesinden anlayabilirim. Tabi bunu söylerken Einstein'ın kızın ''güzelliğini'' objektif bir gerçeklik olarak alması gibi, ben de dersin ''sıkıcılığını'' nesnel bir olgu olarak kabul ederim. Ancak kız gerçekten güzel midir? Ya da ders sıkıcı mıdır? Bu sözü duyan/okuyan her süje bu iki olgu için farklı tasvirlerde bulunmuş ve düş dünyasını bunlarla süslemiştir. Güzellik kelimesinden karşı tarafın bana verdiği estetik ve sanatsal hazzı anlayan ben, yeni ve kaliteli bir bilgi öğrenmediğim - tabi bu noktada bildiğim mümkünlüğü tartışmaya açıktır - dersi sıkıcı bulurum. Bu durumda kendimin ölçüsü/ kritiği halini alır ve Sofist düşünür Protagoras'ın ''insan her şeyin ölçüsüdür'' savını desteklerim. Aklıma düşen her olgu benim kertelerimden geçer, sorgulamalarıma – hatta bu sorgulamaların sürerliliği onları 'epokhe' olarak nitelendirmeme sebep olur, maruz kalır. Düş ve akıl dünyamın kesiştiği noktalardaki tatminler benim yaratıcılığımı, bu iki dünyanın ıraklığında oluşan kategorik ayrımlar ise gerçekliğimi oluşturur. Eminim bu gerçeklik Dostoyevski'nin 'Öteki 20 Fotoğraf: Zeynep Yeşildağ Ben' romanındaki sevgili Bay Golyadkin'e gülünç gelir çünkü ona göre gerçeklik benim yaratıcılık dediğimdir. Bay Golyadkin'in roman boyunca aradığı ''öteki ben'' onun gerçekliğini, çarlık Rusya'nın akıl hastası illüzyonunu ve modern tıbbın psikoz dilemmasını oluşturur. Sonuç olarak gerçeklik, her ölçüt birimi için farklılık gösterir, her olgu/durum/düşünce, ölçütünün ona izin verdiği düzeyde anlamlı olur. Agnostik düşüncenin temelinde yatan Sofist görüş ''ölçüt''ün kaygan bir zeminde tanımlı olduğunu söyler: ölçüt, süje-obje ilişkisi üzerinden değişkenlik gösterir. Ölçüt, akılduyu-mantık senteziyle bir yargıya ulaşır ve bu yargıyı kendi ''bildiği'' ilan eder. Ancak bildiği sadece kendi dünyasıyla sınırlıdır, kim neyi gerçekten bilebilir ki? Elif Kara SÜT SICAK MI? Protagoras, sofistlerin ilk temsilcisidir. Sofistler de doğa filozofları gibi doğru bilginin var olmadığını düşünür, ancak bu düşünce onların doğa filozoflarıyla tek ortak yanıdır. Çünkü sofistler doğa filozofları gibi doğayı ele almak yerine insan ve toplum üzerine yoğunlaşmışlar ve doğa filozoflarının aksine içsel gözlemler yapmayı tercih etmişlerdir. Doğru bilginin varlığını ve duyuların nesnelliğini kabul etmemeleri sebebiyle aynı zamanda şüphecilerdir ve felsefe tarihinde “İlk Şüpheciler” olarak yer alırlar. Şüpheyi konu edinmez, sadece bir yardımcı olarak kullanırlar. Protagoras, sofizm akımının ilk temsilcisi olmanın yanında birçok başka akımın da öncüsüdür. Tanrının var olup olmadığının bilinemeyeceğini savunan agnostisizm akımının da ilk temsilcisidir. Ayrıca görecelik anlamına gelen rölativizm ve faydalı bilginin peşinden gitmek anlamına gelen pragmatizm akımlarının da öncüsüdür. Protagoras bütün bu akımları kullanarak insan ve toplumu sorgulamış ve şu sonuca varmıştır: “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” Söylemeye çalıştığı şey ise şudur: evrendeki her şey duyular aracılığıyla algılanmaktadır ve bu algı bireye göre farklılık gösterebilir; çünkü duyular insanlara göre değişmektedir. Örneğin bir anne bebeği için süt ısıttığında ve bu sütün sıcaklığını kontrol ettiğinde sütün gerektiğinden fazla sıcak olmadığını düşünebilir, çünkü duyularını kullanarak bunu gözlemlemiştir. Ancak bebeğin de aynı şekilde düşüneceğini ve ağzının yanmayacağını bilemeyiz. Çünkü bebeğin duyuları -ve tabi ki algısı- farklı çalışır ve bebek sütün fazla sıcak olduğunu hissedebilir. Yani sütün sıcaklığı anne ve bebeğe göre farklılık gösterir, bu da dünyayı algılamanın her insan için farklı olduğu ve bu algı Fotoğraf: Ege Gülbüken farklılığından yola çıkılarak da insanın her şeyin ölçüsü olduğu söylenebilir. Aynı şey sütün tadı için de geçerlidir. Bir insan sütü çok tatlı olarak yorumlarken bir diğeri tatlı olmadığını düşünebilir. Bu düşüncelerin tamamının kaynağı tatma duyusudur. Bir insan dünyayı duyularıyla nasıl algılarsa dünyanın öyle olduğunu düşünür ve dünyayı algıladığı şekliyle kabullenir. Yani her insanın kendi ölçüsü, duyularıdır. Bu da bir kez daha insanın her şeyin ölçüsü olduğunu göstermektedir. Bu düşünce aslında şüpheci bir yaklaşımı da beraberinde getirir. Duyuların kişiden kişiye göre değişmesi, onların doğru olmadığını gösterir. Bu da doğru bilginin var olmadığının bir kanıtıdır. O zaman bilinenlerin doğru olmaması mümkündür ve bu şüpheciliği doğurur. Sofistler bu anlamda ilk şüpheciler olmalarına rağmen, şüpheyi asıl konu edinen filozof grubu septiklerdir. Kısaca söylemek gerekirse, bir şeyin doğruluğu kesin değildir, çünkü nasıl algılandığı kişiden kişiye değişir. Her insan dünyayı kendi duyularıyla algıladığı için de, insan her şeyin ölçüsüdür. Burcu Pirimoğlu FELSEFE 21 CEVAPLAR ASLINDA YENİ SORULAR İnsan, doğası itibariyle akıllı ve düşünen bir varlıktır ve doğumundan itibaren kendisi ve çevresi hakkında birçok şeyi merak eder. Bu merak insanı sorgulamaya ve soru sormaya yönlendirir. Kendisi için hakikati aramak, sahip olduğu şeyler üzerine sorular sorarak daha çok bilme istemi felsefenin yapı taşını oluşturur. Bilge için sorular hiç bitmez ve her cevap onun için yeni bir soru niteliğindedir. İmanuel Kant da bu konuyla ilgili olarak “Felsefe insan için her zaman tamamlanmadan kalan bilgeliğe ulaşma çabasıdır.” ifadesinde bulunmuştur. Örneğin; insan çocukluğundan itibaren “Ben kimim?” “Nereden geldim ve nereye gideceğim?” “Buraya gelme amacım ne?” gibi birçok soru yöneltir kendisine ve çevresine. Kimine göre “Tanrı yaratmıştır,” kimine göre “Sudan oluşmuştur,” kimine göre “Atomlardan oluşmuştur.” İnsan bu cevapları alınca bu kez “Tanrı nedir/kimdir?” sorusunu yöneltir ve “Yaratıcı olan, tek olan ve kendi güzelliğini görmek için kendi yansımasını insan ve doğa olarak gösteren” cevabını alır. Bunun üzerine insan “Neden Tanrı vardır?” sorusunu sorar ve Kant bu sözle bir nevi felsefenin tanımını yapmış ve bilgi sorunsalını ele almıştır. Kant, insanın yaşamı boyunca bilme isteğinden kaynaklanan bilgeliğe ulaşma çabasının hiçbir zaman tamamlanamayacağını savunmuştur. Zira Sofistlerin de belirttiği üzere felsefede kesin sonuçlar ve sorunların kesin cevapları yoktur. Hiçbir zaman yargıya ulaşılamaz. İnsan da sahip olduğu var olan şeyler üzerine sorular sordukça bir takım sonuçlara ulaşır; fakat zamanla bu sonuçların açması gereken sonsuz kapıdan yalnız biri olduğunun farkına varmıştır. Çünkü felsefede bilmek ve öğrendiği üzerine soru sormak bitmeyen bir eylemdir. Ve edinilen felsefi bilgiler kümülatif ve reflektif olduğundan yığılarak ilerler ve bir başkasının sorduğu soru senin cevabın ötekinin ise sorusu olma eğilimindedir. “Felsefe yolda olmaktır” sözü bu sözle bir hayli paralellik göstermektedir. Felsefede bilme yolunun sonu yoktur. Öğrendikçe daha büyük bir arzuyla sorgulama isteği doğar ve kesin sonuçlara ulaşılamadığı için veya verdiği cevapları tatmin edici bulmadığı için sorgulamaya devam eder ve bilge olma yolunun sonunu bir türlü göremez. 22 Fotoğraf: Mina Türker Fotoğraf: Mehmet Deniz Akdoğan bu sorular sonu gelmez kısır bir döngüyle devam eder. İnsan, Kant'ın dediği üzere bilgelik edinme çabasındadır; fakat bu bilgelik hiçbir zaman tamamlanamaz ve insan hiçbir zaman kesin cevabı bulamaz. Yalnızca soru sordukça daha da bilinçlenir, etrafında olup bitenin farkına varmaya başlar. Örneğin; Tanrı'yı ararken doğaya rastlar. Önce mağara idollerine saplanmış ve doğayı kendi küçük penceresinden bakarak ıskalamıştır. Fakat sonra, Tanrı'yı ararken “Tanrı'nın varlığına kanıt var mı?” diye sorar ve “Doğaya bak, doğa mükemmelliğin tarifi, Tanrı’nın eseridir. Doğayı anlarsan, Tanrı'yı da anlarsın,” cevabını almıştır. Bunun üzerine doğayı araştırmaya başlamış ve bu kez doğa ile ilgili sorular sormaya başlamıştır. İşte bu döngü ve insanın içindeki bu temellendirme isteği yani gördüğü sahip olduğu her şeyi ve varoluşunu neden sonuçlarla açıklama isteği yüzünden bilgeliğe ulaşılamaz. Sonuç olarak insan; düşünen, doğduğu yaşadığı çevreyi, benliğini merak eden, bunları sorgulayan ve soru soran ve en önemlisi bu sorduğu soruların cevaplarını hiçbir zaman yeterli bulmayan bir varlıktır. Henüz küçükken bile yediği domatesin nereden geldiğini, neden kırmızı olduğunu, neden yemek yediğini sorgulayan insan; büyüdükçe, olgunlaşıp deneyimledikçe, yanıldıkça, kendiyle çeliştikçe bunun bir sonu olmadığının farkına varır ve aldığı her cevabın aslında yepyeni bir soru olduğunun bilincine varır. Bu sonu gelmez arayış, insanı daha da olgunlaştırır, at gözlüklerini bir kenara bıraktırıp zihninde yeni pencereler açar. Fakat zihinde açılacak sonsuz pencere vardır ve bunların hepsini bir yaşam süresinde açmak imkânsızdır. Yani Kant'ın dediği üzere “Felsefe, insan için her zaman tamamlanmadan kalan bilgeliğe ulaşma çabasıdır.” Sena Evren FELSEFE 23 “KUŞKU BİLGELİĞİN KÖKENİDİR” Felsefenin temeli sorgulamaya dayanır. Filozof ise kendisine sunulan her bilgiyi olduğu gibi kabul etmeyen, dogmatik anlayıştan uzak bir düşünce adamıdır. Filozofu sorgulamaya iten ise kuşkudur. Descartes'ın da söylediği gibi: “Kuşku bilgeliğin kökenidir.” Duyulan kuşku insanı doğruyu bulmaya iter. Kendisine sunulan bilgiyi sorgulamadan, kuşku duymadan, olduğu gibi kabul eden insanın hayatı ezberden ibaret olmakla beraber uğruna savaşacağı, inanacağı, kendini adayacağı ve kendisini diğerlerinden farklı kılacak bir görüşü olmaz. Bir bireyden çok sürünün bir parçası haline gelir ve yaşamının bir amacı kalmaz. Protagoras'ın öncüsü olduğu “agnostisizm” Descartes'ın düşüncelerine bir örnek niteliğindedir. Protagoras, agnostisizm felsefesinde “Tanrı var mıdır yok mudur bilemeyiz” fikrini savunarak kuşkucu kimliğini ön plana çıkarmış, insanların sorgulayıcı bakış açılarını geliştirmelerinde etkili olmuştur. Protagoras'ın ve daha birçoğunun sorgulayıcı tutumu bugün de var olan farklı farklı fikirleri, ideolojileri ve akımları ortaya atarak insanların belli bir konu hakkında kafa yormalarını sağlamıştır. Doğruyu bulmadaki ilk adım olan “kuşku duymak” insanı dogmatik düşüncelerden uzaklaştırıp sorgulamaya yöneltmiştir. 1957 yapımı “12 Angry Men” filmi “Kuşku bilgeliğin kökenidir” tezine örnek teşkil eder. Filmde on iki jüri üyesi, bir cinayet davasında sanık olup, suçlu bulunursa idam edilecek on sekiz yaşında bir çocuğun akıbetine karar vermekle yükümlüdürler. Bütün deliller çocuğun aleyhinedir. Cezanın uygulanması için bütün üyelerin aynı oyu vermesi gerekir. On iki üyenin on biri idamını desteklerken bir jüri üyesi içini kemiren şüpheye yenik düşüp oyunu çocuktan yana kullanır. Film boyunca geri kalan üyelerin zamanla içlerinde uyanan şüphe sebebiyle nasıl çocuktan yana oy kullanıp onu idamdan kurtardıkları anlatılır. Bu film de kuşkunun insanı nasıl gerçekliğe götürdüğünün başka bir kanıtıdır. Birsu Özçelik Fotoğraf: Pnar Cengiz 24 HAYRET DUYGUSU VE FELSEFİ DÜŞÜNME Felsefe insanı meraklı ve beş duyu organı ile algıladığı bulguları anlamaya çalışan bir varlık olarak tasvir eder. Sokrates, bu düşüncesini “felsefe hayretle başlar” sözü ile de ifade etmektedir. Eğer bilgiyi, süjenin objeye yaklaşımından çıkarttığı sonuç olarak kabul edersek, felsefeyi de insanın bilgi ve gerçek üzerine gösterdiği yaklaşım tarzı olarak ifade edebiliriz. Eğer süje objeye hayret ile yaklaşmıyorsa, bilgiye kavuşma peşinde değil demektir. Bu bakımdan hayret, felsefenin başlangıcıdır. Felsefe, insanın bilgiye erişmesinde dört basamaktan bahsetmektedir. Bunlar algılama aktı, düşünme aktı, anlama aktı ve anlatma/açıklama aktı olarak sıralanabilir. İnsanın hayret duygusu, algılama aktının bittiği ve düşünme aktının başladığı bölümde belirir. Günlük yaşamımızdan bu duruma bir örnek, bireyin sanat eserlerine yaklaşımı olabilir. Picasso'nun kübizm akımı ile ele aldığı eserlerine bakıldığında önce insan görme duyusu ile karşısındaki şekilleri algılar. Bu şekillerin anlamlı bir bütün oluşturabileceğini anladığı anda hayrete düşer ve bu noktada anlama aktından düşünme aktına, yani bu şekillerin ne ifade ettiğini anlamaya çalışma devresine geçilmiş olur. Aynı yaklaşım, insan, doğa ve evrendeki fenomenlere karşı uygulandığında, felsefenin heyecan duygusu ile başladığı açıktır. Zamanın büyük düşünür ve filozofu Sokrates, felsefe alanında çalışırken ve Atina gençlerine felsefeyi anlatırken de “hayret” duygusunu önemli derecede kullanmıştır. Sokrates'in felsefesi şöyledir: “Septiklerin ve Sofistlerin aksine, insan bilgiye ulaşabilir. Ancak bu bilgi sonradan öğrenilmez, doğuştan insanın içindedir. İnsan, içinde barındırdığı bu bilgileri FELSEFE Fotoğraf: Myra Kandiyoti dışarı yansıtmakta güçlük çeker. Sokrates, felsefeyi anlattığı Atina gençlerine önce ironik bir biçimde yaklaşarak aslında onlara doğduklarından beri öğrendikleri bilgilerin hiçbirinin kesinlikle doğru olmadığının farkına vardırır. Sonra da sorduğu sorularla bu gençlerin “içlerinde yatan, doğuştan gelen” bilgiyi bulmalarını sağlar. Bu yönteminde birinci aşamayı bitirdiğinde karşısındaki gençleri filozofik ve entelektüel açıdan etkilemiş ve dolayısıyla hayrete düşürmüş olur. Bu heyecan duygusu da insanları evren, insan ve doğa gibi temalar üzerine derinden düşünmeye, yani felsefi düşünmeye sevk eder. Sokrates sözünde de belirttiği gibi, adeta tabularını yıkıp hayata farklı bakış açılarından bakılabildiğini insanlara kanıtlayarak onları hayrete düşürmüş ve bu sayede felsefi düşünceyi Atina'da yaymıştır. Bu yayılım, sonunda kendisinin “gençlere kötü örnek olma” suçu ile suçlanarak ölüm cezasına mahkûm edilmesine kadar ilerlemiştir. İnsanlarda hayret duygusunu ortaya çıkarmak ile kendi felsefesini bu ölçüde yaymayı başardığına göre, Sokrates “felsefe hayret ile başlar” sözünde pek de haksız sayılmamalıdır. Güneş Ateş Akgün 25 Fotoğraf: İpek Tartıcı KUM Sana öykü yazmaya nasıl başladığımı anlatayım. -Hazır mısın? Beyoğlu'nun arka sokaklarından birine doğru yol alıyorduk, fakat nedenini bilmiyordum. Tek açıklaması, Şeref Abi'ye karşılık beklemeden duyduğum güven olabilirdi. -Neye ağabey? Şeref Abi, benim ona duyduğum güvenin farkına vardığından beri sıklıkla sırtımı sıvazlayıp bana “bu devirde senin gibi adam kalmadı” diye hayıflanma mı takdir etme mi olduğunu ayırt edemediğim sözler sarf ederdi. Ben de onun sözlerinden aldığım gazla beraber onunla her yere gider, bir dediğini iki etmezdim. O akşam da bana telefon açıp “bu akşam seni bir yere götüreceğim” dediğinde soluğu sorgusuz, sualsiz onun yanında almıştım. -Hazırım. Bir plak dükkânının yanında, siyah bir demir kapının önünde durduk. Plak dükkânının tabelasının sağ tarafındaki mavi spot ışığı, dükkânın önüne sağlam bir şekilde vuruyordu ve bu da kapı adına benim içimde bir gizem yaratmıştı. Başta, Şeref Abi beni bir poker masasına götürüyor sandım fakat onun pokerle işi olmazdı. Ben düşünedururken, Şeref Abi şehir anahtarı görünümünde bir anahtarı demir kapının anahtar deliğine soktu, fakat anahtarı çevirmedi. 26 -Oğlum, başka zaman soru sormazsın, şimdi soracağın tuttu. Hazır mısın, değil misin? Şeref Abi kapıyı açtı ve benim önce girmemi söyledi. Ben de başımı sallayıp kapının ardına adımımı attım. Mantıken bir apartmana vs. girmiş olmamı beklersiniz, değil mi? İşte öyle olmadı. Kendimi bir çölün ortasında buldum. Bildiğiniz basbayağı çöl. Kendimi buna inandırabilmek için elimi yere uzatıp bir parça kumu avucuma aldım. Elimdeki bizim alışık olduğumuz kum değildi, resmen kum tanelerinin her birinin içinde çok ufak “ışık kırıntıları” vardı. Kulağa çok saçma gelse de, Şeref Abi'nin yanında bayıldığımı ve o an rüya gördüğümü sandım. Bir de, ben o çöle girdiysem, Şeref Abi neredeydi? -Şeref Abi?.. Şeref Abi?.. Sana kayıtsız şartsız güvendik, nereye soktun beni? Şeref Abi!!! -Neredesin Şeref Abi?! -Buradayım. “Buradayım” diye cevap mı olur? İnsan bir “arkana bak,” “sağına, soluna bak” der; ancak Şeref Abi'nin sesinin nereden geldiğini duymaya çalıştığımda fark ettim ki, Şeref Abi'nin sesi her yerden geliyor. O an hakikaten de burada o konumdaydı. iskeletler falan çıkartma karşıma? -Sen bilgisayar oyunlarını çok oynamışsın. -Sen gerçeğini yaratmışsın ağabey. Tanık olduğum en büyük oyun bu. -Şu an üzerinde durduğun yer gerçek mi sence? -Dokunabiliyorsam gerçek değil midir? -Ağabey dalga mı geçiyorsun, neredeyim ben? Ne kumu, ne çölü? -Yerdeki kumu eline aldığında bir şey fark ettin mi? -Kum tanelerinin içinde ışık var. Ben bunu dedikten sonra, Şeref Abi sustu. Aşağı yukarı iki dakika sonra, iki “uçan şeridin” üstünde duran mavi kıyafetli, ufak bir yaratık sağımdan gelerek bir anda önüme çıktı. Yüzünü bana dönmediğinden ne olduğunu kestiremedim. Nedense yaratıktan irkilmedim. Arkadan bakılınca sevimli bir şeye benziyordu, oyuncak ayı filan olduğunu sandım. Önüme çıktıktan sonra tiz bir ses çıkardı ve yüksek bir hızla ilerlemeye başladı. Onu takip etmem gerektiğini düşündüm. Bir süre sonra, Meksika'daki Chichen Itza tapınağına benzeyen bir bina ile karşılaştım. Bina görüş alanıma girdikten sonra sevimli mahlûkat da yine aynı tiz sesi çıkarıp yanımdan ayrıldı. Çöle giriş yaptığım kapının önündeki mavi ışığın aynısı, o binanın önünde de vardı, fakat bu binanın kapısı açıktı. -Şeref Abi, burası neyin nesi? Burası da oyunun başka bir boyutu mu? -Yerden biraz kum al. Bir avuç kumu dikkatsizce yerden alıp pantolonumun sol cebine koydum. Bu oyuna şu ana kadar hiçbir anlam verememiştim ama anladığım kadarıyla buradan kurtulmak için Şeref Abi'nin oyununa ortak olmalıydım. -Şimdi içeri girebilirsin. -Ağabey bak içeride saçma sapan şeyler yok, değil mi? Durduk yere yaratıklar, zombiler, FELSEFE -Gerçek dünyanın aklındaki dünya olduğunu düşünmedin mi hiç? -Nasıl yani? -Mesela, altındaki kumu ele alalım. Gerçekten kum mu? -İçinde ışık görünce bir bit yeniği sezdim, ama… Cebimdeki kum yığınını tekrar elime aldım ve bu sefer dikkatlice inceledim. -Aklındaki kum kavramıyla elindeki yığını bağdaştırdığın için elindekinin kum olduğunu düşünüyorsun, fakat elindeki kum değil. -Peki, bu “kum olmayan oluşumlar” neden parlıyorlar? -Burası, içinde yaşadığımız dünyanın benim idea dünyamdaki yansıması. O elinde tuttuğun oluşumların her biri, yaşayan bir insanı simgeliyor. Etrafındaki çöl, benim insanoğluna biçtiğim bir maske, bir sembol diyebiliriz. Dışarıdan baktığında, kum tanelerinin hiçbiri belli olmuyor, öyle değil mi? Sadece bir “kum deryası” görebiliyorsun. İnsanoğlu da böyle değil mi? Dışarıdan bakıldığında hepimiz insanız; ancak yakından bakıldığında hepimizin farklı tarafları var. Elinde tuttuğun kum yığınına bak. Kum tanelerinin bazılarının içinde güçlü bir ışık, bazılarında cılız bir ışık var. Bazılarında ise hiç ışık yok. İçinde güçlü bir ışık gördüklerin, aydın insanları temsil ediyorlar. Geldiğinde ilk gördüğün kum tanelerinin hepsinin ışıklı gözükmesinin sebebi de onlar, aydın insan ki bu durumda güçlü ışık veren kum tanesi oluyor, etrafındakileri de aydınlatır. Bu ona verilmiş bir yükümlülük değildir, fakat kendini sorumlu hisseder. İçlerinde cılız ışık barındıran kum taneleri ise içlerindeki 27 potansiyelden habersiz olan insanlardır. Bir aydının fikirleriyle ya da ürünleriyle karşılaştıklarında harcanmayı bırakıp öğrenmeye aç bir hale gelirler. Zaten aydın insanlar da bu insanların benliklerini fark etmelerini sağlayarak tatmin olurlar. İçlerinde hiç ışık barındırmayan kum taneleri ise dünyanın baş belasıdırlar. Sınıfta öğretmenin her sorduğu soruya yerli yersiz atlayan insanlardır. İşyerinde sana “az laf çok iş” diyen insanlardır. Sınıfındaki vasat fizik öğrencisinin aslında çok iyi bir müzisyen olduğunu duyunca “fiziğinin niye bu kadar kötü olduğu belli” diyen insanlardır. Yönetmesi gereken milleti ülkenin üzerinde oynanan oyunlardan bihaber tutup üstüne bir de “ben dindar bir gençlik yetiştirmek istiyorum, dindar değil de tinerci mi yetiştirelim” deyip milletine oynaması için “din” adında bir oyuncak veren insanlardır. Ülkesinin yetiştirdiği en büyük besteciyi “dine hakaret etti” diyerek mahkemeyle boğuşmak zorunda bırakan insanlardır. Şu an bulunduğun yerin çöl olması da bu yüzden; bahsettiğim insanlar gerçek dünyayı kuruturlar. İşin kötü tarafı, dünyayı da bu insanlar yönetir. Dolayısıyla, dünya çölden farksız bir hale gelir. Resim: Selin Arısal piyanonun başında gösterdi, sakinleşmesi için Chopin'in 4. Prelüdü yeterli oluyordu. Sonra Şeref Abi'nin sesini duydum; -Sence bu insanın hayallerini gerçekleştirememesinin nedeni ne? neden öğretmenliği bırakamıyor? -Bırakırsa para kazanamayacak, yaşamak için de paraya ihtiyacı var. Geçim derdi yani. -Aynen öyle. -Aydınlar bu duruma hiçbir etkide bulunamaz mı peki? Önümdeki kapı, gürültülü bir şekilde yukarı doğru kalktı. Ben de yoluma devam ettim. -Onu şimdi göreceksin. Binanın içine girdim. İçine girdiğim gibi, kübik bir odanın içine “hapsoldum.” Şeref Abi, binanın kapısını üstüme kapattı. Önümde de koskocaman bir duvar vardı. -Burası bir yol. Önünde üç engel var. Hepsi bir insanın hayallerini gerçekleştirmesinin önündeki engeller. Unutma, aydın bilge ve öğretici olduğu kadar hayal gücü yüksek insandır. Şeref Abi bunu dedikten sonra duvarın üzerinde bir hologram oynamaya başladı. Bir piyanistin hologramı çıktı önce, daha sonra da piyanist bir biyoloji öğretmenine dönüştü. Piyanisti evinin salonunda gösterdi, sınav kâğıtlarını okurken sinir krizleri geçiriyordu. Okulda da suratı hep asıktı. Daha sonra da onu 28 İkinci kapıya geldiğimde bir lise öğrencisinin oyuncu olmak isteyişini gördüm, fakat buna rağmen “önce şu ödevler” diye diye yıllarını geçiriyordu. Üniversiteden sonraki halini gördüğümde de sıradan bir ofis çalışanını gördüm. -Buradaki problem ne, peki? -Erteleme, bekleyiş. Şimdi değil de ne zaman? -Aferin. Godot hiçbir zaman gelmeyecek. Son kapı biraz yürek burkan cinstendi. Viyolonsel çalan bir kız, Jacqueline du Pré gibi ünlü bir viyolonsel sanatçısı olma hayalleriyle konservatuara girmesine rağmen, konservatuar müdürü ona konservatuarın temizliğini yaptırıyordu (Şeref Abi'nin dediğine göre bu olay Türkiye'de hakikaten yaşanmış, hem de tüm konservatuar öğrencileri bu işin içine dâhil ediliyormuş). Kız da buna dayanamayıp konservatuarı terk ediyor ve ünlü bir müzisyen olma hayallerine son veriyordu. Arkasından da yine bir kız, yazar olmak istiyordu. Defterine sürekli bir şeyler karalıyor ve okul gazetesinin editörlüğünü yapıyordu. Bir gün, kızın asker olan babasını yalandan bir “örgüt üyesi olmak” suçundan tutukluyorlardı ve hapse atıp babalık hakkını kaldırıyorlardı. Kız da bunun üzerine depresyona giriyor, yazı yazmaya bile mecali kalmıyordu. -Adaletsizlik mi? -Son kapıyı da geçtin. Yüzümü kara çıkarmadın. Şeref Abi bunu dedikten sonra yine gaza geldim ve o gazla kapının ardındaki geniş salona koşar adımlarla ilerledim. Etrafımda ben diyeyim yirmi, sen de otuz tane konsol vardı. Birinin yakınına girip incelediğimde önünde bir boşluk olduğunu fark ettim. Tahminimce de cebimdeki kum tanelerinden biri o deliğe sığabilirdi. Birkaç denemeden sonra güçlü ışığa sahip bir kum tanesi oraya yerleştirdim. Konsol harekete geçti ve üzerinde Da Vinci'nin bir büstü, hologram olarak belirdi. Şeref Abi onun için “tarihin kayıt ettiği en büyük hayalperesttir” demişti bir keresinde. Hızla diğer konsolları da aktive ettim, salon Einstein'ın, Galileo'nun, Piri Reis'in, Nietzsche'nin, Sartre'ın ve onlar gibilerin hologramlarıyla doldu. Tüm konsollar aktif olduktan sonra her birinden bir ışık huzmesi yayıldı ve huzmeler ortada bir çember oluşturdu. Çemberin içinde ışıktan oluşan üç adet sütun oluştu. Sütunların biri “bilgiyi,” biri “hayal gücünü,” biri de “mantığı” temsil ediyordu – ışıkların içinden o adlar geçiyordu. Şeref Abi dedi ki; -Bilgi, güçtür. Bilge kişi, güçlü insandır. Hayal gücü ise seni diğer bilge kişilerden bir adım ileri atar. Bir bilgiyi birkaç kişi bilebilir, fakat herkesin hayal gücü farklı işler. Mantık ise bilgi ve hayal gücünü birleştirmek için gereken bağlantıdır. Bu üçünü doğru kullanan insan aydın olur. FELSEFE Fotoğraf: Şanda Balkan Onun bu sözlerinden sonra sütunların arasında bir kapı belirdi. Vakit kaybetmeden o kapıdan geçtim ve kendimi Taksim Meydanı'nın ortasında, Şeref Abi'nin yanında buldum. Vakit de Şeref Abi'nin yanından ayrıldığım vakitteki gibi akşam değil öğleden sonraydı. Bana dedi ki; -“Platon'un Mağarası'nı” bilir misin? -Az çok. -İşte senin mağaran da o çöldü. Gözlerini dünyaya açtın artık. Zamanında bana kimse yol göstermemişti, o yüzden günün birinde senin gibi bir gençle tanışırım da yardımım dokunur diye o dünyayı yarattım. Şeref Abi ceketinin iç cebinden bir dolma kalem çıkardı ve bana verdi. -Al bunu, oğlum. Bilirsin ki, bir musibet bin nasihatten yeğdir. Senin musibetin de o çölde yaşadıkların oldu. Sen bir aydın olacaksın dolayısıyla o “cılız ışıklı kum tanelerini” aydınlatmak senin elinde. Senden öyküler yazmanı istiyorum çünkü her öyküde gerçek ya da sanal bir yaşanmışlık vardır. Bu yaşanmışlıklar insanın hafızasında sanki kendi başından geçmiş gibi yer ederler. Hayal gücü de gücünü yaşanmışlıklardan alır. Senin de bu yolla o cılız ışıkları kuvvetlendirmeni istiyorum. Sana güveniyorum, oğul. İşte, öykü yazmaya böyle başladım. Yağız Harun Er 29 “MATRİX” VE FELSEFE “Gerçeklik” ve “Sanal Gerçeklik,” Platon'un felsefesinden, 20. yy filmi olan Matrix'e kadar bir çok düşünürün ve yapımcının odağı olmuştur. Bu konu her ne kadar Matrix filminde bir distopya gibi işlenmiş olsa da aslında yer almakta olan bir sorundur. Günümüz dünyasında, teknoloji ve gelişimlerin sonucu olarak bazı gerçeklikler aslında göründüğü kadar gerçek değil, bazı gerçek dışı şeyler ise olduğundan daha gerçek görünmektedir. Medya ve sosyal ağlar, bazı sanal gerçeklikleri olduğundan daha gerçekçi ve olumlu bir biçimde göstermektedir. Platon'un anlayışına göre, idealar evreni gerçeklikten oluşurken, varlık evreni de sanal gerçekliktir. İnsanlar ise mutlu olmak ve yaşadıkları şeyi görmek istedikleri gibi gördükleri için sanal gerçekleri aslından gerçeklerinin suretidir fakat ütopik bir biçimde iyidir. Matrix filminde, ana karakter Neo, gerçek ile sanal gerçeklik arasından sıkışmış bir kahramandır. Hayatını aslında olduğundan daha iyi görmektedir. Sistemin her ne kadar tutsağı olsa da gün içerisinde işine giden saygın ve bir yazılım şirketinde çalışan Neo, akşamları bir “hacker” yani bilgisayar korsanıdır, ta ki Matrix onu seçene kadar. Onu seçen bir bilgisayar programıdır, onun seçilmiş kişi olduğunu öne sürer. Morpheus, filmde kendini gerçekliğe adamış olan karakter, Neo'yu Trinity'e kaçırtır ve ona gerçekliği görme şansını tanır. Aldığı hap sonrasında Neo, yaşadığı dünyanın aslında sanal gerçeklik olduğunu ve haptan sonra gerçekliği gördüğünü anlar. “… Matrix her yanımızda…” alıntısından da anlaşılabileceği gibi, Matrix, yani gerçeklik insanların her yanında. Aynı zamanda “Seni hakikate karşı 30 körleştirmek için gözlerinin önüne çekilmiş olan dünya, koklayamadığın, dokunamadığın bir tutukevinde doğmuş köle olarak yaşadığın dünya” alıntısından da sanal gerçekliğin, gerçekliğin önünü kapadığı anlaşılmakta ve sanal gerçekliğe hapsolmuş insanları birer köleye benzetmekte. Matrix filmi her ne kadar distopik bir film olsa da, günümüz dünyasından esinlenerek yapılmıştır. “Sanal Gerçeklik” in aslından var olan ile karıştırılacak kadar yoğun bir biçimde değişime uğraması günümüz dünyasının medya ve sosyal ağlarından kaynaklanmaktadır. Hepimizin son derece şık ve düzenli bir şekilde kullandığı ve kontrol ettiği Facebook, buna son derece bariz bir örnek olarak gösterilebilir. Bildiğimiz üzere Facebook, insanların birbiri ile tanıştığı, arkadaş olduğu, partilere çağırdığı, resimler koyduğu, yazılar yazdığı bir sosyal medya sitesi. Kendi hayatıma baktığımda Facebook'un hem olumlu hem Fotoğraf: Mina Türker Resim: Can Yıldırım olumsuz yanlarını görebiliyorum. “Arkadaşlarım” ile iletişim halinde kalmamı sağlarken, aslından düşündüğüm de “arkadaşlık” kavramını sorgulamama sebep olan bir site. “Bir insanın 1200 tane arkadaşı olabilir mi? Arkadaş ne demek?” gibi sorular belirdi kafamda. Bunun yanı sıra sosyal medya ile ortaya çıkan başka bir şey ise, toplum içerisinde çok da kabul görmeyen insanların, Facebook ve Twitter'da yazdıkları yaptıkları, aslında oldukları kişilerle örtüşmüyor. Atılan tweetler, yazılan duvar yazıları, tanımayanlara kişilerin gerçek kişiliklerinden çok sanal kişiliklerini yansıtıyor. Sosyal medyanın yanı sıra medya da bu konuda geri kalmıyor. Çekilen filmlerdeki sahnelerde yapılan hareketler, her ne kadar gerçekçi görünse de aslında büyük bir kısmı mümkün olmayan şeyler. Matrix filminden örnek vermek gerekirse, bir insan nasıl elini kaldırarak mermileri durdurabilir? Jason Statham nasıl olur da 20 kişi ile aynı anda dövüşebilir? Smack Down adlı Amerikan güreşi programını ele alırsak, bir insan nasıl demir ile dövüldükten 10 saniye sonra kalkabilir? Bunlar her ne kadar izleyiciyi kandırsa da sanal, yani sadece televizyon yada medya ortamında gerçekleşebilecek olaylar. İki sene önce “Counter Strike” adlı çok meşhur bir strateji oyunu vardı, oyuncuların internet ortamında birbirleri ile savaştıkları bir oyun. Gazetede okuduğum bir habere göre, Diyarbakır'da oyunu oynayan 12 yasındaki çocuk babasının silahını alıp 8 yaşındaki kardeşini karnından vurmuş ve daha sonra “geri uyanacak sandım,” demiş. Oynadığı oyunda vurulsa da kalkan ve oyuna devam eden bu küçük çocuğun sanal gerçekliği, gerçek sanması kardeşinin hayatına mal olmuş. Matrix filmine geri dönersek, Neo bir sahnede çatıdan çatıya atlarken yere düşüyor fakat bunu Matrix'e bağlıyken yapıyor, FELSEFE Resim: Can Yıldırım kalktığında sadece burnu kanamış oluyor. Gerçeklikte yaşadığını sandığı şeyin aslında sadece sanal gerçeklikte olması onun hayatta kalmasını sağlarken, gerçek ile sanal gerçek arasındaki ince çizgiyi anca fark etmesine sebep oluyor. Toparlamak gerekirse, Platon'un idealar evreni ve varlık evremi kavramları, günümüz sinema filmi Matrix'e gerçeklik ve sanal gerçeklik biçiminde konu oluyor. Filmde ana karakterin hayatını olduğundan daha iyi gördüğü gibi, bizler de günümüz sosyal medyası, ve medyasının sonucu olarak yaşadığımız dünyayı olduğundan daha iyi görmekte ve her ne kadar distopik olmasa da gerçek dışı bir hayatı yaşamaktayız. Ziya Beriker 31 DİN VE FELSEFENİN İLİŞKİSİ “Tanrı var mıdır, yok mudur? Bilemiyoruz; fakat isteriz ki; Tanrı var olsun” -İmmanuel Kant İmmanuel Kant, bu sözünde felsefe ve dinin ilişkisine değinir. Din veya Tanrı'nın varlığı filozofların düşüncelerine konu olmuştur. Tanrı'nın varlığı kimse tarafından tam anlamıyla kanıtlanamamış bir konudur. Kant'da bu sözüyle Tanrı'nın varlığını ne kanıtlamış ne de var olmadığını savunmuştur. Bazı insanların düşüncelerini anlatmıştır aslında sözünde. İnsanlar din konusunda çelişkiye düşerler. Kafalarında hep “Acaba bir Tanrı var mıdır?” düşüncesi olur. En çok inanan insan bile hayatının bir noktasında Tanrı'nın varlığını sorgulamıştır. Belki kendi içinde yaptığı bu sorgulama onun inancını tamamen değiştirmiştir. Buna bir örnek olarak, bir yazarın makalesini vermek istiyorum. Yazar aslında yazısında kendi sorgulama sürecini anlatır. Çocukluğunda Tanrı'nın varlığına ailesi sayesinde inanmıştır. Fakat yazar büyüdükçe sorgulamaya başlar ve sonunda Tanrı'nın varlığına inanmaz. Bu insanın sorgulamasının düşüncelerini ne denli değiştirebileceğine bir örnektir. İmmanuel Kant'ın bu sözünde anlattığı bir başka konu ise insanların bir Tanrı'ya inanma ihtiyaçlarıdır. Aslında sözünün temel anlamı budur. Tanrı'nın varlığı bazı insanlar için bir güvence kaynağıdır. Onun var olduğu düşüncesiyle insanlar kendilerini güvende hissederler. Kötü bir olay olunca Tanrı'dan yardım isterler; çünkü onlara başka yardım edecek birinin olmadığını düşünürler. Bu düşünceye örnek olarak Gustave Flaubert'in yazdığı “Madame Bovary” romanından Emma Bovary karakteri verilebilir. Emma Bovary kendi 32 Fotoğraf: Cem Albayrak hayallerine dayanan bir hayat yaşamak ister; fakat bu hayata asla ulaşamaz. Aslında Emma çok dinine bağlı veya Tanrı'ya inanan biri değildir. Fakat hayal ettiği hayata sahip olabilmesi için Tanrı'dan yardım ister. Kendi çabaları sonuç vermeyince Tanrı'ya başvurur. Bu tam da Kant'ın sözünde ele aldığı konudur. Yani Emma tam olarak Tanrı'ya inanmaz ama çareleri tükenince ondan yardım ister. Aslında bu söze örnek olabilecek olaylar günlük hayatta da gerçekleşir. Çok basit bir örnek olarak bazı öğrencilerin zorlu bir sınava girmeden önce “Allah'ım sen bana yardım et” demesi gibi. Sonuçta o öğrenci Tanrı'nın varlığını kimseye kanıtlayamaz; fakat yine de ona sığınır ve ondan yardım bekler. Kimse Tanrı'nın varlığını kanıtlayamaz. Fakat çoğu insan güvence, yardım ve bunun gibi nedenlerden dolayı Tanrı'nın var olmasını ister. İmmanuel Kant bu sözünde bunu anlatmak istemiştir. Ceren Zaim