Ölçek Uyarlaması (Adaptasyon)

Transkript

Ölçek Uyarlaması (Adaptasyon)
Türk Psikoloji Bülteni
Turkish Psychological Bulletin
Cilt 13, Sayı 40, Temmuz 2007
Volume 13, No. 40, July 2007
(Basım Tarihi: 08 Ocak 2008)
Türk Psikologlar Derneği Yayınıdır
Publication of the Turkish Psychological Association
Yayın Türü: Yaygın
Sahibi
Türk Psikologlar Derneği Yönetim Kurulu Adına
Gonca Soygüt
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Gonca Soygüt
Yayın Yönetmenleri
Okan Cem Çırakoğlu
Zuhal Yeniçeri
Yayın Kurulu
Doğan Kökdemir
Teknik Editör
Zuhal Yeniçeri
Dizgi ve Sayfa Düzeni
Zuhal Yeniçeri
Kapak Tasarımı
Mete Yaman
Türk Psikoloji Bülteni, altı ayda bir yayınlanır ve aidat borcu olmayan dernek üyelerine
ücretsiz gönderilir. Kaynak gösterilerek yapılacak kısa alıntılar dışında, tamamı ya da
bölümleri yazılı izin alınmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz. Bülten’deki yazıların içeriğinden
yazarların kendileri sorumludur.
Türk Psikoloji Bülteni Merkezi Yönetim Yeri: Türk Psikologlar Derneği Genel
Merkezi, Meşrutiyet Caddesi, No: 22/12 06640 - Ankara Tel: 0312 - 425 67 65
Faks: 0312 - 417 40 59 e-posta: [email protected]
Internet: http://www.turkpsikolojibulteni.com
Yazışma Adresi: Dr. Okan Cem Çırakoğlu, Başkent Üniversitesi, Bağlıca Kampusu,
İİBF / ELYADAL Eskişehir Yolu 20. km. 06530 - Ankara
Baskı: DETAMAT Tanıtım Tasarım Matbaacılık Hizmetleri San. Tic. Ltd. Şti.
İstanbul Caddesi, İstanbul Çarşısı 48/13-14 İskitler/Ankara Tel: 0312 - 384 47 21
e-posta: [email protected]
Türk Psikologlar Derneği, Bakanlar Kurulu’nun 97 / 10448 sayılı ve
19.12.1997 tarihli kararı ile “Kamu Yararına Çalışan Dernek” statüsü kazanmıştır.
Türk Psikoloji Bülteni
Cilt 13, Sayı 40, Temmuz 2007
İçindekiler
Editörden...
i
Gündem: Psikolojide Ölçme, Değerlendirme ve İstatistik Uygulamaları
Niceliksel - Niteliksel Araştırma Yöntemlerindeki Çatallaşma ve
Çatallaşmayı Uzlaşmaya Dönüştüren Örnek Çalışmalar
1
Psikolojik Ölçmenin Yeni Kuralları ve Türkiye’deki Durumu
8
Ölçek Uyarlaması (Adaptasyon)
15
Ölçek Geliştirme ve Uyarlama Çalışmalarında Karşılaşılan Sorunlar
17
ROC Analizi I: Özgüllük, Duyarlılık, Pozitif Yordayıcı Değer ve Nagatif
Yordayıcı Değer Hesaplamaları
26
Ölçmekten Korkma, Geç Kalmaktan Kork: Psikologların Ölçmeye İlişkin
Temel Kaygıları ve Olası Uzlaşma Yolları
32
Gündem Dışı Konular
Emanuel Miller Memorial Konferansı 2006: Bir Müdahale Olarak Evlat
Edinme / Fiziksel, Sosyal-Duygusal ve Bilişsel Gelişmede Ağır Yetişmeye
Meta-Analiz Kanıt
37
Genç Satranç Oyuncularının Kişilik Profilleri
47
Nöropsikanaliz: Zihin ve Beden İkilemine Bir Bakış Çağrısı
56
Toplumsal Cinsiyet, İletiim ve Sosyal Etki: Gelişimsel Bir Bakış Açısı
72
TÜBİTAK Araştırma Geliştirme Projeleri Bölüm I: Destek Programlarının
Genel Tanıtımı
82
Dernek’ten Haberler
Söyleşi: Prof. Dr. Ferhunde Öktem
87
2007 Yılında Farklı Kurumlar Tarafından Ödüle Layık Görülen
Meslektaşlarımız
96
William Thierry Preyer İnsan Gelişimi Araştırmaları Mükemmellik Ödülü
Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’na Verildi
97
EFPA Etik Komisyonu Çalışmaları
99
EFPA Başkanlar Toplantısı
102
Liseli Gençlere Psikososyal Destek Projesi İzmir’de Başladı
103
15. Ulusal Psikoloji Kongresi
104
2. Psikoloji Lisansüstü Öğrencileri Kongresi’ne Çağrı
106
Selim Hoca’nın Fareleri
116
Bülten’den Haberler
117
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. i
Editörden...
Değerli Üyelerimiz,
Türk Psikoloji Bülteni’nin
“Psikolojide Ölçme Değerlendirme ve İstatistik
Uygulamaları” temasıyla yayınlamış olduğumuz 40. sayısını sizlere ulaştırmış
olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu
sayıda da yazılarıyla Bülten’e ve üyelerimizin mesleki gelişimlerine katkıda
bulunan tüm yazarlara TPB Yayın Ekibi
adına teşekkür ederiz.
Bu sayıda, Derneğimizin kurucuları
arasında yer alan Prof. Dr. Ferhunde
Öktem ile yaptığımız söyleşiyi bulabilirsiniz. Bize ayırdığı zaman için kendisine
teşekkür ederiz.
Zuhal Yeniçeri’ye özel bir teşekkür borçlu
olduğumuzu düşünüyorum. Yayın ekibi
adına hem Bülten’e hem de farklı alanlardaki çalışmalarıyla Türk Psikologlar
Derneği’ne yaptığı katkılardan dolayı
kendisine teşekkür ediyorum.
Yayın ekibi olarak sizleri göndereceğiniz
yazılarınızla Bülten’e katkıda bulunmaya
davet ediyoruz. Bir sonraki sayının Özel
Gündem başlığı hakkında bilgiye bu
sayının “Bülten’den Haberler” bölümünden ulaşabilirsiniz.
Yazılarınızı; hizmete giren internet sitesini kullanarak bizlere ulaştırabilirsiniz.
www.turkpsikolojibulteni.com
Son yıllarda bilimsel araştırma projelerine ayrılan ulusal ve uluslararası fonların
sayısında ve miktarındaki artış dikkat çekmektedir. Bu fonların bazıları başvurular
konusundaki bilgi yetersizliği ve usül
hataları nedeniyle kullanılamamaktadır.
Üyelerimizin bu konudaki girişimlerine
katkıda bulunabilmek amacıyla, bu
sayıda, TÜBİTAK Araştırma Geliştirme
Projeleri hakkında bir yazıya da yer verdik. Bu konudaki bilgilendirme yazılarına
ileriki sayılarımızda da yer vermeyi
planlıyoruz.
2007 yılı camiamız için meslektaşlarımızın aldıkları ödüller açısından oldukça
başarılı bir yıl oldu. Bu sayıda ödül alan
meslektaşlarımız ve aldıkları ödüller
hakkındaki bilgileri sizlere ulaştırmaya
çalıştık.
Her sayının yayına hazırlık aşamasında yayın ekibi olarak zorlu bir süreçten geçiyoruz. Bu sürecin hemen her
aşamasında titiz ve özverili çalışmalarıyla yer alan, yazıların teknik düzeltmelerinden dizgi ve grafik çalışmalarına
değin tüm yayın aşamalarında emeğini
esirgemeyen Yayın Yönetmeni arkadaşım
Yayın Ekibi adına,
Okan Cem Çırakoğlu
TPD Genel Başkan Yardımcısı
Psikolojide Ölçme, Değerlendirme
ve İstatistik Uygulamaları
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 1
Niceliksel - Niteliksel Araştırma Yöntemlerindeki
Çatallaşma ve Çatallaşmayı Uzlaşmaya
Dönüştüren Örnek Çalışmalar
Fatih Bayraktar
Ankara Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
[email protected]
Yukarıdaki başlık “Niceliksel - Niteliksel
Araştırma Yöntemlerindeki Açmaz”
olarak da okunabilir çünkü kolayca
anlaşılabileceği gibi her iki başlık da yöntemler arasındaki farklılaşmayı vurgulamakta ve dolaylı olarak ana akım psikolojinin halihazırdaki durumuna (statükosuna) işaret etmektedir. Ancak yazının
ilerleyen bölümlerinde aktarılacağı gibi
bazı çalışmalar her iki yöntemin de kendine özgü üstünlüklerini kullanmakta
ve bunun bir akıl karışıklığından ziyade
bir avantaj olduğunu göstermektedirler.
Ancak bu ayrıntılara girmeden önce niceliksel ve niteliksel araştırmanın işevuruk
tanımlarının yapılması gerekmektedir.
Niteliksel çalışma genellikle “Niceliksel
Olmayan”
olarak
tanımlanmaktadır
ancak bu tanımın bilgilendirici olmadığı
da açıktır (Silverman, 2001). Halfpenny
(1979) ise niteliksel araştırmanın özelliklerini katı, tutarlı, nesnel, hipotetik,
soyut bir araştırmadan ziyade yumuşak,
esnek, taraflı, politik, spekülatif, yüzeysel
bir vaka çalışması olarak tanımlamıştır.
Ancak bu tanımlamaların kendilerinin ne
kadar nesnel olduğu tartışılabilir çünkü
niteliksel özellikler pozitivist bir bakış
açısından “yumuşak bilim” olarak görülmektedir. Ancak farklı ve belki de marjinal bir bakış açısıyla niteliksel çalışmalar
“doğal bilim” olarak da görülebilir. Bu
noktada tanımlamaların kendisi de niteliksel-niceliksel ayrımını körüklemekte ve
kendini “zıt olana” göre belirlemektedir.
Niceliksel yöntemler kelimenin de ifade
ettiği gibi “sayılarla ve istatistiklerle”
çalışmaktadır. Bryman (1988) niceliksel
araştırmaları sosyal çalışmalar, deney-
ler, resmi istatistikler, yapılandırılmış
gözlemler ve içerik analizi olmak üzere
beşe ayırmaktadır. Eğer bu yöntemlerin
avantajlarına göz atarsak sıklıkla üç kelimeye rastlarız: “güvenirlik”, “temsil
edilebilirlik”, “tam ve/ya doğru ölçüm”.
Bunlar en basit anlamda pozitivizmin
ölçütleridir ve bu nedenle niceliksel yöntemlerin psikolojiyi “daha bilimsel!!!”
yapma iddiası tam da bu noktadan ileri
gelmektedir. Bu durum yukarda sözü edilen hali hazırdaki durumu açıklayabilir
çünkü ana akım psikoloji ve temsil edildiği
bilimsel dergiler niceliksel araştırmaların
egemenliği altındadır, ve niteliksel
araştırmaların hakem kurullarınca reddi
“aşırı öznel” veya “bilimsel kanıttan
(istatistiksel açıdan anlamlılıktan) yoksun” gibi yargılara dayanmaktadır.
Hali hazırdaki durum bize iki şey göstermektedir: Birincisi, Wundt’tan beri,
psikoloji kendini gerçek bir bilim olarak
var etmeye çabalamaktadır ve modern psikoloji tarihi Zamanın ruhunun
(Zeitgeist) özellikle fizikteki değişimlerden etkilendiğini ortaya koymaktadır
(Schultz ve Schultz, 2001). Özellikle
psikolojinin gelişmeye başladığı ilk yıllarda
insanları tanımlamak için “Makine” metaforunun kullanılması, bugünse “Kuantum
Fiziği”ndeki göreceliğin Dinamik Sistemler
Yaklaşımı gibi mini-kuramlarla Psikoloji
bilimine yansıması, fiziğin psikoloji üzerindeki potansiyel etkisinin devam ettiğini
düşündürmektedir. Ancak psikoloji bugün
yüzlerce örgüt/dernek/birlik, bölüm ve
bilimsel dergiyle en popüler ve saygın
bilim dalları arasında yerini almıştır.
Bu durumu niceliksel araştırmalara
ve
güçlü
istatistiksel
altyapımıza
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 2
borçlu olduğumuz aşikardır. Bu noktada
hali hazırdaki durumun gösterdiği ikinci
alanın; “istatistiğin” üzerinde durmak gerekir. Çoğunlukla Galton’dan başlayarak
ve Zeitgeist’dan bağımsız olarak psikolojinin temel amaçlarından biri olayların/
süreçlerin rakam ve istatistiklerle ölçümü
ve tanımlanması olmuştur (Diamond,
1977). Bu, psikolojinin diğer bilimlerin
karşısındaki en etkili ve güçlü özelliğidir.
Bu nedenle niceliksel araştırmaların
egemenliği daha önce de belirtildiği gibi
psikolojinin kendini gerçek bir bilim olarak
var etmek için takındığı bir savunma
mekanizması olarak değerlendirilebilir.
Ancak, yine bu nedenle bazı kuramcılar
psikolojinin kendine özgü bir alan
olmadığını, matematik , fizik gibi alanları
taklit ettiğini savunmaktadır (Silverman,
2001).
Danziger (1985) istatistiğin özellikle 2.
Dünya Savaşı’ndan sonra pratik nedenlerden dolayı psikolojide egemen olmaya
başladığını iddia etmektedir. Diğer bir
deyişle psikolojik çıkarsamalar o zamandan beri rakamsal verilere ihtiyaç
duymakta, bu da istatistiksel sistemleri gerekli kılmaktadır. Zincirleme bir
reaksiyonla, sayısal sistemlerin yapısı
ampirik sistemlerin yapısını etkilemekte, bu da otomatik olarak kuramlarda
yansımasını bulmaktadır. Eğer psikolojiyi kuram aşamasında bir bilim olarak
kabul edersek, ana akım psikolojideki
kuramların rakamlara ve istatistiğe yatkın
olması daha anlaşılır olacaktır.
Ancak bu yatkınlık beraberinde kendi
kısıtlılıklarını da taşımaktadır. Şöyle ki;
istatistiksel psikolojinin ana ve son amacı
“evrensel gerçeğe” ulaşmaktır. Bunu
yapmanın tek yolu ele alınan örneklemin
evreni temsil ettiğini ve örneklemdeki
bireylerin eşit ya da benzer (izomorfik)
olduğunu varsaymaktır (Danziger, 1985).
Bu varsayım bir taraftan bireysel farklılıkları
yok sayarken, diğer taraftan da genelleme yapmaya olanak vererek kuramların
temellerini oluşturmaktadır. Bu, niteliksel yöntemi kullanan araştırmacıların
niceliksel yöntemi eleştirdikleri ana
noktadır çünkü bu araştırmacılar yaşayan
varlıkları sayıların değil ancak “eğitimli”
gözlemcilerin anlamlandırabileceği gerçek! davranışların, kelimelerin, mimiklerin ve jestlerin temsil edebileceğini
savunmaktadır.
Bu önerme bizi ilişkili başka bir noktaya
taşımaktadır: “Hipotezimiz/araştırma sorumuz yöntemimizi belirler.” Bu bağlamda, eğer insanların günlük, gerçek
eylem ve düşünceleriyle ilgileniyorsak, niteliksel araştırma yöntemini kullanmamız
daha yerinde olacaktır. Diğer yandan,
bilişsel yönelimli bir psikolog isek ve “kara
kutuyla” (işleyen zihinle) ilgileniyorsak,
niceliksel veriye güvenmek zorundayızdır
çünkü basitçe zihindeki düşünceleri anlamanın bilinen başka bir yolu yoktur. Eğer psikoloji tarihine dönersek,
bilişselliğe kesin bir dönüşü yaşamakta
olduğumuzu
söyleyebiliriz
çünkü
Walton’un Wundt ve Titchener’ın önermelerine karşı gerçekleştirdiği “Davranışçı Devrim” yerini yalnızca davranışı ele
alan psikolojiye karşı gerçekleştirilen
“Bilişselci Karşı Devrim”e bırakmıştır.
Ancak, daha önce de belirtildiği gibi bu
paradigma değişikliklerinden bağımsız
olarak niceliksel araştırmaların başatlığı
değişmemiştir (Schultz ve Shultz, 2001).
Eğer niceliksel ve niteliksel yönelimli
araştırmacıların birbirlerine karşı olan
tutumlarını genel olarak değerlendirirsek,
niteliksel yönelimli olanların görece daha
“demokratik” olduğunu söyleyebiliriz
çünkü sözü edilen araştırmacılar niceliğin
bazen! kullanışlı olduğunu kabul etmektedir (Silverman, 2001). Ancak bu önerme
aynı zamanda niceliksel araştırmaların
bazı durumlarda sosyal çalışmalar için
uygun olmadığına, özellikle olayların
eşzamanlı incelenmesinde yararsız olduğuna işaret etmektedir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 3
Çelişki ve çatışma yalnızca niceliksel
ve niteliksel yaklaşım arasında değil
yaklaşımların kendi içlerinde de vardır.
Gubrium ve Holstein (1997) niteliksel araştırmalarda dört farklı yaklaşım
tanımlamışlardır: Doğacılık (naturalizm, olayı/süreci gerçek bağlamında
incelemek),
etnometodoloji
(olayı/
süreci görüşmeler yaparak incelemek),
Duygusalcılık
(emotionalizm,
araştırmanın katılımcılarıyla bireysel
ilişkiler kurmak ve biyografilerini ayrıntılı
olarak incelemek) ve Postmodernizm
(“araştırma nesnesi” ve “araştırma alanı”
kavramlarını tekrar yapılandırmadan
yapı bozumuna uğratmak). Bu farklı
yaklaşımlar daha önce de belirtildiği gibi
birbirleriyle çatışabilmektedir.
Gelelim bu yazının temel önermesine;
Niceliksel-niteliksel araştırmalar arasındaki çatışma hatta bu araştırmaların
kendi içlerindeki yaklaşımlar arasındaki
farklılıklar zenginleştirici bir çelişki olarak görülmelidir. Her iki ana yaklaşımın
da birbirlerine karşı üstünlükleri vardır
ve bu üstünlüklerin görmezden gelinmesi
araştırma sonuçlarının yorumlanmasını
dar bir çerçeveye sıkıştıracaktır. Bu noktada ne rakamlara ne de sözlere takılı
kalmadan her iki yöntemi de kullanan çalışmaların olması sevindiricidir. Hammersley’nin de (akt. Silverman,
1992) belirttiği gibi bu araştırmacılar
basitçe tek bir yöntemi diğerine tercih
etmemiş ve her iki yöntemi de kullanarak çalışmalarının kısıtlılıklarını en alt
düzeye indirmişlerdir.
Tharinger ve Stark (1990) duygudurum ve kaygı bozukluğu olan çocuklarda “Bir Adam Çiz” ve “Kinetik Aile
Çizimi” testlerini iki farklı yönteme
göre
puanlamışlardır.
Araştırmanın
başlangıcında puanlamaların niceliksel
ve niteliksel yönteme göre fark edeceği
öne sürülmüştür. Sonuçlar bu önermeyi doğrulamış ve niteliksel yöntem
kullanıldığında “Bir Adam Çiz” testinin,
duygudurum/kaygı bozukluğu olan
çocukları kontrol grubundan ayırt ettiği,
ancak niceliksel yöntem kullanıldığında
bu farklılaşmanın elde edilmediği
görülmüştür. Benzer şekilde niceliksel
puanlama değil niteliksel puanlama
kullanıldığında “Kinetik Aile Çizimi” testi
duygudurum bozukluğu olan çocukları
kontrol
grubundan
ayırt
etmiştir.
Araştırmacılar çalışmanın sonuç kısmında
duygudurum ve kaygı bozukluğu olan
çocukların birbirlerinden ayırt edilmelerinde her iki yöntemin de kullanıldığı
birleştirilmiş ve bütüncül bir yaklaşıma
ihtiyaç duyulduğunu belirtmişlerdir.
Thomas ve Chambers (1989), Yeni
Delhi/Hindistan ve Londra/İngiltere’de
yaşayan ileri yetişkinlikteki erkeklerin
yaşam doyumlarını hem niceliksel
hem de niteliksel yöntemler kullanarak
değerlendirmişlerdir. Niceliksel yöntemler kullanıldığında gruplar birbirlerinden
farklılaşmamış ancak niteliksel yöntemlerin kullanılmasıyla belirgin farklılıklar
ortaya çıkmıştır. Burada da bir yöntemin
işlevsel olmadığı noktada diğer yöntemin
çalışabileceği görülmektedir.
Gistrap (2004) çocukların ikna edilebilirliğini (suggestibility) niceliksel ve niteliksel yönelimli görüşmelerle incelemiş
ve araştırmacının çocuktan bilgi almak
için niceliksel ya da niteliksel yöntemi
kullanmasının, yeni edinilen bilginin
miktarını değiştirdiği sonucuna varmıştır.
Diğer bir deyişle niceliksel yönelimli
görüşmelerden az miktarda bilgi edinilirken, niteliksel yönelimli görüşmelere
geçilmesi bilgi miktarını artırmaktadır.
Finlay ve Lions (2001) zihinsel engelli
bireylerde görüşme ya da kendi kendini
değerlendirmeye dayalı ölçümlerdeki yöntemsel sorunları tartışmışlardır. Özellikle
niceliksel ölçümlerde maddenin içeriği,
soru şekli, tepki şekli gibi belirli sorunların
ortaya çıktığını, bu nedenle hem niceliksel
hem de niteliksel yöntemin kullanıldığı
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 4
yarı yapılandırılmış görüşmelerin
bu
insanların değerlendirilmesinde daha
yararlı olacağı sonucuna varmışlardır.
Bazı araştırmalar da niteliksel yöntemleri araştırmanın ilk evresinde, çalışma
alanıyla ilgili birinci elden bilgi almak
amacıyla kullanmaktadır. Bu araştırmalar
her iki yöntemi de eşzamanlı olarak kullanmak yerine niceliksel yöntemi son
aşamada kullanarak aslında hiyerarşik
olarak niceliksel yönteme başat bir rol
yüklemektedir. Örneğin, Judge, Bono,
Ilies, ve Gerhardt (2001) liderlikteki
ayırıcı özellikleri ilk aşamada niteliksel olarak sonra da meta-analiz uygulayarak değerlendirmişlerdir. Sözü geçen
makalede her iki yöntemin kullanılması
bir avantaj olarak görülebilir ancak sonuç
kısmında niteliksel verilere yalnızca yarım
sayfanın ayrılmış olması araştırmacıların
birincil tercihlerinin hala niceliksel yöntem olduğunu düşündürmektedir.
Bu örnekler çoğaltılabilir ancak daha
önce de belirtildiği gibi her iki yöntemi de eşzamanlı ve eşit oranda kullanan araştırmalar azınlıktadır. Ancak
alan yazın gözden geçirildiğinde özellikle
rehabilitasyon psikolojisi, gerontoloji,
sosyal psikoloji, deneysel çocuk psikolojisi
gibi alanlarda artan oranda niteliksel yöntemin kullanılmaya başlandığı görülmektedir Hanson ve arkadaşları (2005) niteliksel yöntemin artan popülaritesiyle birlikte
psikoloji araştırmacılarının yöntemlerini
daha sık olarak her iki eğilimi de kapsayacak şekilde genişlettiğini savunmaktadır.
Bu araştırma desenleri niceliksel ve niteliksel verilerin toplanmasını, analizini ve
bütünleştirilmesini içermektedir. Tüm
bunlar psikolojide bütüncül yaklaşımların
geleceği hakkında daha iyimser olmamızı
sağlamaktadır.
Ancak niceliksel ya da niteliksel yöntemlerden birini tercih etmemiz gereken belirli araştırma alanları da mevcuttur. Bu
alanlardan biri de dolaylı saldırganlıktır.
Dolaylı saldırganlık gerek sözel ağırlıklı
yapısı gerekse de grup içi dinamiklerin
işlediği bağlamıyla (ör: gruptan dışlama,
dedikodu çıkarma vs.) nicel olarak ölçülmesi zor bir kavramdır. Bu nedenle niteliksel olarak incelemek dolaylı saldırganlığın
doğasını daha iyi anlamamıza yardımcı
olabilir.
Owens, Shute, ve Slee (2000) araştırmalarında Avustralya’daki ergen kızlar
arasındaki dolaylı saldırganlığı incele-mişlerdir. Verilerin toplanması ve
analizinde niteliksel bir yöntem tercih
etmişler, bu tercihi de gruptan dışlamak,
hakkında dedikodu çıkarmak gibi dolaylı
saldırganlık tarzlarının, birincil amacı
grup farklılıklarını ortaya çıkarmak olan
niceliksel yöntemlerce anlaşılmasının
zor olması şeklinde açıklamışlardır.
Araştırmacılar odak grupları, çift ve tekli
görüşmeler, anahtar bilgilendirici (key
informant) gibi niteliksel tekniklerle ergen
kızlar arasındaki dolaylı saldırganlığın
doğasını daha iyi bir biçimde anlamaya
çalışmışlardır.
Bu çalışmada niteliksel yöntemin üç
yaklaşımı açık biçimde görülebilmektedir:
Doğacılık, etnometodoloji, duygusalcılık.
Araştırmacılar araştırma sorularının
cevabını gerçek bir ortamda okulda aramakta (doğacılık yaklaşımı), veri toplamak için çift ve tekli görüşmeler yapmakta (etnometodoloji yaklaşımı) ve gerek
odak gruplarıyla gerekse de görüşmelerle
kızlarla bire bir ilişki kurmaktadırlar
(duygusalcı yaklaşım). Ana akım yöntemin (niceliksel yöntemin) yapı bozumuna
uğratılması post-modern bir yaklaşım
gibi görünse de araştırmacıların yöntemi
niteliksel biçimde yeniden yapılandırması
bu yaklaşıma dair önermeyi tam olarak
karşılamamaktadır.
Çalışmanın
yöntemi
incelendiğinde
tanıdık olmayan bir süreçle karşılaşılmakta
ancak yapılanın da “gerçek bir bilim”
olduğu ortaya çıkmaktadır. Araştırmanın
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 5
prosedürü öncelikle bir pilot çalışmayla
gözden geçirilmiştir. Sonrasında iki farklı
okulda öğrenim gören kızlardan odak
grupları oluşturulmuş ve kızlar arasındaki
çatışmalar etraflıca tartışılmıştır. Çiftli
ve tekli görüşmelere seçilenler bu gruplardaki gönüllü katılımcılardan oluşmuştur. Öğretmenler anahtar bilgilendirici
olarak kullanılmış ve kızların dolaylı
saldırganlığı
hakkında
değerli
ve
onaylayıcı bilgiler vermişlerdir. Araştırmanın gücünün test edilmesinde bir
dizi sayıtlı kullanılmaktadır; güvenirlik
(credibility, araştırmaya katılanlar betimlenen davranışların kendi davranışlarına benzediğini onayladığında güvenirlik sağlanmış demektir), uygunluk
(fittingness, araştırma bulgularının araştırmanın yapıldığını bağlamın dışına da
uygun olması bu sayıltının karşılandığını göstermektedir), kontrol edilebilirlik (auditability, başka bir araştırmacının da araştırma sürecini benzer biçimde takip edebilmesi) ve onaylanabilirlik
(confirmatibility, güvenirlik, uygunluk
ve
kontrol
edilebilirlik
sayıltıları
karşılandığında bu sayıltı da karşılanmış
kabul edilir). Bu teknikler niceliksel
çalışmalardaki analiz sonrası (post-hoc)
testlere benzetilebilir.
Bu çalışmanın bulguları dedikodu
yayma, arkadaşlıkları bozma, başkalarının kıyafetlerini, görünüşlerini ya
da kişiliklerini eleştirme ve dışlayıcı
davranışlarda bulunma gibi dolaylı
saldırgan tutumların Avustralyalı ergen kızlar arasında yaygın olduğunu
göstermiştir. Dolaylı saldırganlığın etkileri ise akıl karışıklığı, duygusal karmaşa,
psikolojik acı, korku, düşük benlik saygısı,
kaygı, intihar etmeye ilişkin düşünceler,
okula gelmeme, okulu bırakma olarak
sıralanmaktadır. Kızlar ve öğretmenler
dolaylı saldırganlığın nedenlerini sıkıntıyı
giderme, heyecan arama, dikkat çekme
ya da bir gruba dahil olma şeklinde
sıralamaktadır.
Bu bulgular kızlar arasındaki dolaylı
saldırganlık hakkında değerli bilgiler vermektedir ve benzer bulguların niceliksel
bir çalışmayla elde edilmesi güçtür. Ancak
burada da yönteme dair çok büyük bir
sorun vardır; genelleme. Avustralya’nın
Adelaine kentindeki iki Katolik okulda
okuyan toplam 54 kız tüm bir evreni ne
oranda temsil edebilme potansiyeline sahiptir? Benzer bir sorun birçok niceliksel
çalışma için de geçerlidir ancak istatistiksel olarak örneklemimizin homojenliğini/
heterojenliğini test edebilmemiz ve homojenlik durumunda varyansı artırmaya
yönelik girişimlerde bulunabilmemiz niceliksel yöntemi bu aşamada üstün konuma geçirmektedir. Diğer bir deyişle niteliksel çalışmaların bireyselci yönelimi bu
çalışmaların sonuçlarını genelleştirmemizi
zorlaştırmaktadır.
Diğer yandan niteliksel yöntem hala
dolaylı saldırganlık gibi davranışları
incelememizde en uygun yöntem
olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin
ders aralarında oyun alanının videoya
alınması dolaylı saldırganlığın belirlenmesindeki yeni tekniklerden biri olarak
değerlendirilebilir. Ancak bunun bir
bakıma niteliksel alandan bir kaymayı da
işaret edebileceği çünkü videoya almanın
klasik izleme tekniğinin daha modern bir
versiyonu olarak görülebileceğini de unutmamak gerekir. Sonuç olarak, niteliksel yöntem psikolojik istatistiksel yöntemlerin ilkel formlarından biri değildir. Tam
tersine, özellikle gözlemlenmesi, analiz
edilmesi zor alanlarda oldukça yararlı bir
tekniktir.
Tartışma
O’Neill (2000) psikolojide tektonik bir
değişimin yaşandığını savunmaktadır.
Diğer bir deyişle niteliksel yönteme doğru
bir paradigma değişimi yaşanmaktadır.
Bu iddia ilk bakışta alandaki niceliksel
başatlığa dair önermeye ters görünmektedir. Ancak O’Neill (2000) her paradigma
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 6
değişiminde yeni paradigmayı kabul
etmeye dair zor bir sürecin yaşandığını
belirtmiştir. Bu noktada O’Neill’in
(2000) görüşleriyle bu makalede yer alan
görüşler tutarlı hale gelmektedir çünkü
niteliksel yöntemlerin artan popülerliği
paradigmaların
değişiyor
olduğunu
düşündürmektedir. Niceliksel yöntemden niteliksel yönteme kayışı bir paradigma değişikliği olarak nitelendirmek
radikal bir görüş olarak adlandırılabilir
çünkü niteliksel yöntem alanda yeni bir
yöntem değildir ve 1950’lerden beridir
bilimsel çalışmalarda kullanılmaktadır.
Dahası eğer davranışçılığa karşı “Bilişsel
Devrimi” gerçek bir paradigma değişimi
olarak kabul edersek, niteliksel yöntemlere yönelişin en baştan itibaren sınırlı
olacağını ve bu paradigma değişimine
uygun olmadığını, çünkü bilişsel süreçlerin değerlendirilmesinde mutlaka niceliksel yöntemlerin kullanılması gerektiğini
de kabul etmemiz gerekmektedir.
Bu noktada makalenin bazı kısıtlılıklarına
değinmek
gerekmektedir.
Öncelikle
okuyucu, yazının genelinde niteliksel
yönteme yönelik bir tercih yapıldığı
izlenimini edinmiş olabilir. Ancak bir
tercihten ziyade, yazarın niceliksel yöntemin üstün olduğuna dair bir görüşe
sahip olmadığının her iki yöntemin de eşit
öneme sahip olduğunu savunduğunun
altını çizmek gerekir. Silverman’ın (2001)
da dediği gibi yöntemimizi araştırma
sorumuz belirlemektedir ve bu noktada
karşımıza üç olasılık çıkmaktadır: (1) Eğer
niceliksel yöntem çalışmazsa, niteliksel
yöntem çalışabilir, (2) Niteliksel yöntem
çalışmazsa, niceliksel yöntem çalışabilir,
(3) Her iki yöntem de çalışabilir ve
örneklerde de gördüğümüz gibi araştırma
konusunun farklı noktalarına işaret edebilir.
Sonuç
Niceliksel yöntemleri kullananlar bu
yöntemin kısıtlılıklarının farkındadır. Bu
nedenledir ki tek-değişkenli istatistikler
yerine çoğunlukla çok-değişkenli istatistikler tercih edilmekte ve süreçler/olaylar çok yönlü bir biçimde anlaşılmaya
çalışılmaktadır. Kendi kısıtlılıklarının
farkında olmak, eleştirmeye ve eleştirilmeye açık olmak gelişmenin ve değişmenin
ön şartıdır. Bu bağlamda sürekli gelişen
bir niceliksel yöntemi dışlamak büyük
bir hata olacaktır çünkü daha önce de
belirtildiği gibi psikoloji diğer bilim
alanları arasındaki saygınlığını büyük
ölçüde güçlü istatistiksel alt yapısına
borçludur.
Diğer yandan yalnızca niceliksel yöntemlere bağlı kalmak da “gerçek insanın gerçek
süreçlerini” anlamamızı güçleştirecektir.
Özellikle niceliksel yöntemlerin normal
dağılım eğrisi üzerine yapılandırıldığını
ve uçtaki değerlerin elendiği bir noktada
gerçek bilginin akademik kaygıya kurban
edildiği söylenebilir. Bu bağlamda aşırı
uçtaki değerlerin niteliksel yöntemlerle
incelenmesi hem araştırmayı bütüncül
yapıda kılacak hem de bilgilerin elenmemesini sağlayarak alanın gelişmesine
çok yönlü bir katkıda bulunulmuş
olacaktır.
Kaynaklar
Diamond, S. (1977). Francis Galton and American
Psychology. Annals of the New York Academy of
Sciences, 291, 47-55.
Finlay, W. M. L. ve Lyons, E. (2001).
Methodological ıssues in ınterviewing and using
self-report questionnaires with people with mental
retardation. Psychological Assessment, 13 (3), 319-335.
Gilstrap, L. L. (2004). A missing link in suggestibility research: What is known about the behavior
of field ınterviewers in unstructured ınterviews with
young children? Journal of Experimental Psychology:
Applied, 10 (1), 13-24.
Hanson, W. E., Creswell, J. W., Clark, V. L. P.,
Petska, K. S. ve Creswell, J. D. (2005). Mixed methods
research designs in counseling psychology. Journal of
Counseling Psychology, 52 (2), 224-235.
Judge, T. A., Bono, J. E., Ilies, R. ve Gerhardt, M.
W. (2002). Personality and leadership: A qualitative
and quantitative review. Journal of Applied Psychology,
87 (4), 765-780.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 7
O’Neill, P. (2000, June). Tectonic change: The
qualitative paradigm in psychology. The Annual
Meeting of the Canadian Psychological Association,
Nova Scotia-Canada.
Owens, L., Shute, R. ve Slee, P. (2000). “Guess
what I just heard!”: Indirect aggression among teenage girls in Australia. Aggressive Behavior, 26, 67-83.
Schultz, D. P. ve Schultz, S. E. (2001). Modern
psikoloji tarihi [A history of modern psychology].
İstanbul: Kaknus Yayınları.
Tharinger, D. J. ve Stark, K. (1990). A qualitative versus quantitative approach to evaluating
the Draw-A-Person and Kinetic Family Drawing:
A study of mood- and anxiety-disorder children.
A Journal of Consulting and Clinical Psychology, 2 (4),
365-375.
Thomas, L. E. ve Chambers, K. O. (1989).
Phenomenology of life satisfaction among elderly
men: Quantitative and qualitative views. Psychology
and Aging, 4 (3), 284-289.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 8
Psikolojik Ölçmenin Yeni Kuralları
ve Türkiye’deki Durumu
Mediha Korkmaz
Ege Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
[email protected]
Psikolojinin
bir
bilimdalı
olarak
doğuşuyla birlikte o yıllarda acilen ölçülmesi gereken bireysel farklılıklardan
kaynaklanan zeka, yetenek, kişilik gibi
temel bazı psikolojik yapılar, özellikler
vardı. Günümüzde de hala bu özellikler
varlılığını artarak sürdürmektedirler.
19. yüzyıldaki psikolojik yapılar, günümüzde bir “özellikler fetişizmi” haline
mi geldi? Nasıl ölçülecek? Elbette ki bir
psikolog ya da bir psikometrist tarafından
psikolojik yapıların ölçülmesine ilişkin
verilecek en temel yanıt, yapıları kapsayan “bir psikolojik test, bir ölçek, bir
envanter” ile olmasıdır. Psikolojik özelliklerin ölçümü üzerine adeta bir yarışma
varmış gibi ölçme araçlarının çok fazla
sayılarda oluşturulduğunu yurtdışındaki
uygulamalardan izleyebilmekteyiz. Oysa,
bir test geliştiricisi, psikolojik bir yapının/
özelliğin ölçümüne ilişkin bir ölçme
aracının geliştirilmesinin, araştırmacının
oturduğu yerden yazdığı maddelerden
kolayca oluşamayacağını, aksine test
geliştirme sürecinin son derece zahmetli ve
zaman alıcı olduğunu çok iyi bilir. Ancak
bu zahmetli sürecin ardından geliştirilen
bir ölçme aracı, test kullanıcıların yani
uygulamacıların hizmetine sunulur. Pek
tabidir ki süreç ölçme aracının uygulamaya sunulması ile de bitmez; belki de asıl
sorunların en önemli parçası bu aşamada
başlamaktadır. Çünkü bir ölçme aracının
en temel özelliği olan “geçerlik” bir kanıt
toplama sürecidir ve bu çalışmaların sonu
neredeyse yoktur. Ayrıca zaman içerisinde
içinde yaşanılan toplumun değişen özelliklerine karşı, daha önce geliştirilmiş olan
ölçme aracının hala ölçmeyi amaçladığı
psikolojik özelliği ölçüp ölçmediği
sorularının periyodik olarak yanıtlanması
ve ölçme aracının güncellenmesi de gerekmektedir.
“Psikolojik ölçme” adı altında yayınlanan
pek çok ders kitabında başlıca psikolojide
ölçme ve değerlendirme konularından
söz edilmektedir. Özellikle yurtdışındaki
en genel adıyla yayınlanan “Psikometrik
Teori (Psychometric Theory)” ya da
“Psikolojik
Ölçme (Psychological
Testing)” ders kitaplarında “klasik test
kuramı” kapsamındaki yöntemler (güvenirlik ve çeşitli güvenirlik yöntemleri,
geçerlik ve çeşitleri, norm ve standart
puanlar, bazı psikolojik özelliklerin
ölçümüne ilişkin geliştirilmiş testler) yer
almaktadır. İster yurtdışında isterse ülkemizde psikoloji lisans eğitimi alan her
birey, yaklaşık olarak psikolojideki ölçme
sorunları ve bu sorunların çözümüne
ilişkin ölçme alanındaki bu klasik test
kuramı yöntemleriyle tanışmaktadır.
Oysa, klasik test kuramının yanı sıra son
yıllarda “madde cevap kuramı”, “maksimum olasılık faktör analizi”, yapısal eşitlik
modelleri”, “genellenebilirlik kuramı”
gibi yeni ölçme modelleri psikometri
yazınında yer almaktadır. Ancak buradaki ciddi sorun, gerek yurtdışında
gerekse Türkiye’de halihazırda bu yeni
psikometrik yöntemlerin lisans eğitimi
kapsamında ele alınmamasıdır. Özellikle
de ülkemizde psikoloji lisansüstü
programlarının yeni yöntemler açısından
eksikliği göze çarpmaktadır.
Bu yazının amacı, ölçme araçlarının
geliştirme aşamalarında yer alan ve
yukarıda bazı sorun alanlarına işaret edilen noktaların hepsine ayrıntılı kuramsal
yanıtlar vermek değildir.
Psikometri
yazınında yer alan yeni ölçme yöntemlerinden madde cevap kuramı hakkında en
temel bazı avantajlara değinmektir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 9
Madde cevap kuramı (item response theory) ya da örtük özellikler kuramı (latent
trait theory), modern test kuramı olarak
da adlandırılmaktadır. Böylece klasik test
kuramının “eski”, modern test kuramının
da “yeni” ölçme yöntemleri olduğuna
vurgu yapılmış olur.
Madde
cevap
kuramı,
bireylerin
davranışları ile bu davranışların altında
örtük olarak bulunduğu varsayılan
özellikler arasındaki ilişkileri, olasılığa
temellenen fonksiyonlarla ifade eder.
Kuramın odak noktasını farklı yetenek
düzeyindeki deneklerin örtük özellik üzerindeki bir maddeyi nasıl
yanıtlamaları
gerektiğini
gösteren
matematiksel modeller oluşturur. Bu modeller, gözlenen değişkenler ile bunların
altında yatan örtük özellik arasındaki
işlevsel ilişkiyi doğrusal olmayan bir
regresyon ile tanımlarlar (Chernysenko
ve ark., 2001; Zickar, 1998). Madde cevap
kuramında madde (item) terimi bireylerin gözlem birimini, test/ölçek (test/
scale) terimi maddeler topluluğunu ve
özellik/yetenek (trait/ability) terimi bireyin örtük özelliğini tanımlamak üzere
kullanılmaktadır.
and test information function). Kuramda
bu fonksiyonlar, klasik test kuramındaki
güvenirlik ve ölçmenin standart hatası
kavramlarını karşılamaktadır. Madde
ve test bilgi fonksiyonları, gözlem
yoluyla elde edilen verilerin parametre
tahminlerinin yapılmasının ardından θ
yetenek tahminlerinin yerleşiminin ve
aynı zamanda ölçümün doğruluğu, hassasiyeti ve mükemmelliği hakkında bir
değerlendirme yapılmasını sağlar. Madde
cevap kuramında ölçmenin hassasiyeti,
ölçekteki her maddenin belirli bir kişinin
yeteneğine göre olan durumuna bağlı
olarak, diğer bir ifadeyle, madde ve kişinin
birbirlerine yakınlık derecesi ile açıklanır
ve madde ile kişi arasındaki fark arttıkça
maddenin etkinliği azalır (Somer, 1998,
1999, 2004). Bir test belirli bir özelliği ölçen
θ yeteneğinin farklı noktalarında bulunan
kişiler için farklı düzeylerde bilgi vermektedir. θ’nın herbir değeri için elde edilen informasyonların θ’ya karşı grafiğinin
çizilmesi ile “madde bilgi fonksiyonu”
elde edilir ve belirli bir θ düzeyi için tüm
madde bilgi fonksiyonlarının toplanması
ile de “test bilgi fonksiyonu” elde edilmektedir.
Niçin Madde Cevap Kuramı?
Madde cevap kuramının merkezi elementi, madde karakteristik eğrisidir (item
characteristics curve - ICC) ve bireyin
ölçülen yetenek boyutundaki düzeyi ile
maddeye doğru cevap verme olasılığı
arasındaki ilişkinin grafik gösterimini verir.
Kuramda madde güçlüğü ve yetenek/
örtük özellik ölçüm tahminleri aynı boyut
üzerinde, yani o test ile ölçülen yetenek
boyutu (θ) üzerinde yer almaktadır.
Dolayısıyla madde karakteristik eğrisi,
doğru cevabın koşula bağlı olasılığın
(conditional), yani herhangi bir belirli θ
yetenek düzeyi için P(θ) belirlenmiş olan
doğru cevabın eğrisidir (Hambleton,
Swaminathan ve Rogers, 1991; Hulin,
Drasgow ve Parsons, 1983). Madde cevap
kuramının en önemli diğer bir özelliği de,
madde ve test bilgi fonksiyonlarıdır (item
Psikologların çoğu araştırmalarında test
ve ölçekleri değerlendirmek üzere klasik
test kuramı kapsamında ele alınan “güvenirlik, madde-toplam puan korelasyonu,
Spearman Brown düzeltme formülasyonu”
gibi aşina olduğumuz tekniklerini sıklıkla
kullanmaktadırlar. Klasik test kuramının
varsayımlarını karşılamak daha kolaydır
ve kuramın uygulanmasında avantaj
sağlayarak kullanılma sıklığını artırmıştır.
Bu durumu Hambleton, Robin ve Xing
(2000), kuramın yeterince güçlü olmadığı
ve bazı yetersizliklerinin bulunduğu
şeklinde yorumlarken; Budgell, Raju
ve Quartetti (1995), kuramın özellikle
örnekleme bağlı varsayımlarından dolayı
grup içi karşılaştırmalar için uygun
olduğunu, buna karşın gruplararası
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 10
karşılaştırmalarda
yetersiz
kaldığını
belirtmektedirler. Madde cevap kuramı
modelleri çok daha güçlü varsayımların
karşılanmasını (tekboyutluluk, yerel
bağımsızlık vb.) gerektirmektedir; eğer
varsayımlar karşılanmaz ise, sözkonusu
modelleri değerlendirmede kullanmak
hatalı sonuçlar ortaya çıkarır. Madde
cevap kuramı, klasik test kuramına temellenen psikometrik değerlendirmedeki
yetersiz kalan bazı önemli sorunları aşmak
üzere geliştirilmiştir.
Klasik test kuramının aşamadığı sorunları
madde cevap kuramı nasıl aşıyor?
Embretson (1999) her iki kuramın temel
problemler üzerinden karşılaştırmasını
eski ve yeni kurallar üzerinden şu şekilde
yapmaktadır:
Eski Kural 1: Ölçmenin standart hatası belirli
bir örneklemdeki tüm puanlara uygulanır.
Yeni Kural 1: Ölçmenin standart hatası farklı
cevap örüntüleriyle bireyler arasında değişir
ancak farklı popülasyonlara genellenebilir.
Klasik
test
kuramında
güvenirlik
katsayısına bağlı olarak hesaplanan
ve kişilerin gerçek puanlarının güven
aralıklarını tahminlemeye yarayan ölçmenin standart hatasının örneklemdeki
tüm denek puanları için eşit, aynı olduğu
varsayımı vardır. Oysa, bir örneklemden
diğerine güvenirlik katsayıları değişim
gösterir dolayısıyla ölçmenin standart
hatası da değişir. Örneklemler birebir
eşdeğer olmadığı sürece de bir örneklemdeki puan aralıkları diğer örnekleme
göre değişiklik gösterecektir. Buradaki
asıl sorun ise, ölçmenin standart hatasının
örneklemdeki tüm bireyler için aynı
olmasından kaynaklanmaktadır; yani
düşük yetenekteki bir birey için olduğu
kadar yüksek yetenekteki bir birey içinde
aynı puan aralıklarının kullanılmasıdır.
Sonuçta, klasik kuramda bir kişinin belirli
bir aralıkta ölçmenin standart hatasına
uygun olarak gerçek puan aralıklarını
saptamanın doğruluğu sorun olmaktadır.
Madde cevap kuramında ise, tahminlenen yeteneğin/özelliğin doğruluğunun
bir ölçütü olarak madde ve test bilgi
fonksiyonları kullanılmaktadır ve tahminlenen farklı yetenek (theta) değerlerinin
doğruluğuna ilişkin klasik kurama kıyasla
daha hassas puan aralıklarına ulaşılmasına
olanak verirler. Diğer bir deyişle, herbir
maddenin, madde bilgi fonksiyonunun
olması kuramı örneklemden bağımsız bir
özelliğe taşır, popülasyonun gerçek puan
ve hata varyansalarına bağlı değildir.
Madde ve test bilgi fonksiyonları bir
testi geliştirirken ölçümün doğruluğunu
arttırmak için ne tür maddelerin eklenmesi ya da ne tip maddelerin testten
uzaklaştırılmasını saptamada oldukça
faydalı bilgiler sağlarlar. Samejima
(1977) klasik test kuramında güvenirliğin
cansız bir kavram olduğunu çünkü bir
gruptan diğerine farklılık gösterdiğini
ve genellenebilirliğinin oldukça sınırlı
olduğunu ifade etmektedir (akt. Hulin,
Drasgow ve Parsons, 1983).
Eski Kural 2: Çok maddeli uzun testler, az
maddeli kısa testlerden daha güvenilirdir.
Yeni Kural 2: Az maddeli kısa testler, çok
maddeli uzun testlerden daha güvenilir olabilir.
Klasik test kuramında, ölçme aracındaki
madde sayısı arttıkça testin güvenirlik katsayısının da artacağı ve madde
sayısının az olmaması tercih edilir. Buna
karşın madde cevap kuramında az sayıda
madde içeren testler oldukça güvenilir olabilir. Klasik kuramda SpearmanBrown düzeltme formülüyle ölçme
aracının madde sayısı artırıldığında, hata
varyansı azalıp gerçek varyans miktarı
arttığı için testin güvenirlik derecesi de
artmaktadır (Embretson, 1999). Madde
cevap kuramında ise, ölçmenin standart
hatası herbir örtük özellik aralığında
tanımlandığı için hata varyanslarının
miktarı azalır, güvenirlik katsayısı yükselir. Bu durum özellikle deneklerin yetenek
düzeylerine uygun madde bankalarının
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 11
oluşturulmasında kullanılır (örneğin
testte 25 madde olsa bile, deneklerin
yetenek düzeylerine uygun oluşturulan
daha az sayıdaki madde setleri kullanılır).
Çünkü deneklerin yetenek düzeylerine en
uygun maddeler kullanıldığında standart
hatalar da küçük olacaktır, bu da testin
güvenirliğini artıracaktır. Dolayısıyla az
sayıda maddeleri olan kısa testlerde çok
daha güvenilir olabilir.
Eski Kural 3: Bir testin farklı formlarından
elde edilen test puanlarının karşılaştırılması
ancak testlerin paralel ve eşit olmasına
bağlıdır.
Yeni Kural 3: Testin farklı formlarından
elde edilen test puanlarının karşılaştırılması
testin güçlük düzeyi bireylerarasında
değişiklik gösterdiğinde en mükemmeldir:
Test puanlarının karşılaştırılması için paralel
formlar gerekmez.
Klasik test kuramında bireylerin gözlenen test puanları, gerçek puan ve hata
bileşenlerinin bir fonksiyonu olarak ele
alınır. Kuram doğrudan test düzeyinde
bilgileri sağlamak üzere geliştirilmiştir
ve doğrudan ölçme yapılan araca
bağlıdır. Madde cevap kuramında
ise, ölçülen yetenek/özellik ve madde
puanları aynı ölçek üzerinde (θ metriği)
tanımlanmaktadır. Klasik ve madde cevap
kuramındaki gerçek puan ve θ değerleri
farklı metriklerde aynı yeteneği/özelliği
temsil ederler. Ancak ikisinin arasında
çok önemli bir ayrım vardır. θ metriğinin
ortalama ve varyans değerleri bir kez
saptandıktan sonra, bir bireyin θ değeri
ölçüm yapılan araca bağlı olmaktan
çıkar (Hulin, Drasgow ve Parsons, 1983).
Böylece θ metriği ile ölçülen bir bireyin
yeteneğinin farklı madde setlerini kapsayan ölçüm araçları ile karşılaştırılmasına da
olanak tanımış olur. Bu özellik madde-test
parametrelerinin farklı örneklemler ve
farklı test formlarında değişmezlik/sabitlik (invariance) olarak bilinir ve kuramın
uyarlamalı ölçme (adaptive testing)
uygulamalarında kullanılır. Buna karşın
klasik kuramda ölçme araçları birebirmutlak paralel olmadığı sürece bu tür bir
yetenek karşılaştırması yapılamaz.
Eski Kural 4: Madde istatistikleri popülasyonun temsili olan örnekleme bağlıdır.
Yeni Kural 4: Madde istatistikleri temsil
edici örneklemlere bağlı değildir.
Klasik test kuramında madde güçlüğü ve
madde ayırt edicilik istatistikleri büyük
ölçüde üzerinde çalışılan örnekleme
bağlıdır ve örneklemin yetenek/özellik
seviyesi bu test istatistiklerinin düzeyini
etkilemektedir (MacDonald ve Paunonen,
2002). Çünkü kuramda denek puanları
madde güçlük düzeylerinin bir fonksiyonu
olarak ele alınmaktadır ve bu nedenle de
bir testin güçlüğü farklı alt popülasyonlarda değişiklik göstermektedir. Dolayısıyla
değişen güçlük düzeylerinde bir testin
değişik formları kullanıldığında denekler
arasında
karşılaştırmalar
yapılamaz
(Hambleton, Robin ve Xing, 2000). Madde
cevap kuramında ise, madde ayırt edicilik
parametresi (ai), madde güçlük parametresi (bi) ve maddenin doğru yanıtını
tahmin parametresi (ci) deneklerin ait
olduğu alt popülasyonlara bağlı değildir
ve bir örneklemden diğerine değişiklik
içermezler. Çünkü madde cevap modelleri verilerin modellenmesine temellenir,
ölçme aracı ile değerlendirilen yetenek ya
da örtük özellik ve testteki her bir madde
arasındaki ilişkiye odaklanır, hem madde
parametrelerinin örneklemden bağımsız,
hem de kişi parametrelerinin maddelerden bağımsız olması nedeniyle kişi ve
madde parametre tahminlerini yapar.
Böylece test puanlarının yorumlanması
için standardizasyonu yapılmış orijinal
örnekleme bağlı kalmak gerekmez.
Klasik test kuramında bireylerin gözlenen test puanları, maddelere verilen
cevapların toplamından oluşur ve standart puanlara dönüştürülür. Kuram
doğrudan test düzeyinde bilgileri sağlar
ve ölçme yapılan araca bağlıdır. Madde
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 12
cevap kuramında ise, kişinin örtük
özellik düzeyini saptamak için madde
cevaplarının nasıl toplanacağı (toplam
puan) kuramın yanıtlaması gereken sorular arasında değildir. Madde cevap
kuramı daha çok kişilerin davranışlarını
etkileyen maddelerin özelliklerinin nasıl
olduğu ve kişinin cevaplarını açıklamak
için en uygun özellik düzeyinin ne olduğu
ile ilgilenir (Embretson, 1999). Kısaca; klasik kuram test düzeyinde test puanlarını
tanımlamaya odaklanırken, madde cevap
kuramı madde düzeyinde ve madde
performansının modelleşmesine ilişkin
bilgileri sağlamaya odaklanır (Cohen,
Bottge ve Wells, 2001; Kolen ve Brennan,
1995).
Madde Cevap Kuramının
Psikolojiye Bazı Katkıları
Madde cevap kuramı modelleri, özellikle
test yapılandırma sürecinde maddelerin
psikometrik özellikleri ve testlerin yapı
geçerliğine ilişkin ayrıntılı bilgiler sağlar.
Kuram geçmişte olduğu gibi günümüzde
de eğitimde ölçme ve değerlendirme
araştırmacıları tarafından aktif olarak
kullanılmaktadır. Literatür taramaları
incelendiğinde bu durum hem ülkemizde hem de yurtdışı uygulamalarında
karşımıza çıkmaktadır. Son 50 yıllık
dönemde de madde cevap kuramı
yurtdışı psikoloji araştırmalarında önemli
bir mevki edinmiştir. Ancak ülkemizde
psikoloji
araştırmacıları
tarafından
gerektiği kadar tanınmamaktadır. Oysa,
madde cevap kuramı yeni bir test-ölçek
geliştirme çalışmalarında “doğrulayıcı
faktör analizi” kadar büyük bir etkiye
sahiptir. Yukarıda ele aldığımız madde
cevap kuramının özellikleri klasik test
kuramının gerçekleştiremediği bazı ölçme
problemlerinin üstesinden gelebilmektedir. Kuramın psikoloji araştırmalarına en
önemli katkısı belki de ölçme aracındaki
potansiyel yanlılık (bias) incelemelerine
izin vermesidir.
Psikoloji
araştırmalarında
üzerinde
çalışılan örneklemlerin sistematik bazı
özellikleri (cinsiyet, eğitim, dil, ırk vb.)
vardır ve gruplar arası karşılaştırmalar
da bu sistematik özellikler üzerinden
yapılabilmektedir. Madde cevap kuramı
ölçme araçlarının bu sistematik özellikler
açısından incelenmesine olanak sağlar.
Kuramda bu özellik madde ve test işlevsel
farklılık fonksiyonu (differential item and
test functioning) olarak tanımlanır, ölçme
aracını oluşturan maddelerin sistematik
grup üyeliklerinden herhangi birine avantaj sağlayıp sağlamadığı sorunu incelenir
(Korkmaz, 2005; 2006). Böylelikle test
maddelerin karşıt örneklemler içerisinde
farklı bir işlevselliğinin olmadığı ve ölçümlerin yapı geçerliğinin önemli kanıtları
toplanmış olur.
Bu özellik ülkemiz psikolojisi açısından
aslında son derece önemlidir. Halihazırda
ülkemizde kullanılan psikolojik yapılara
ilişkin pek çok ölçme aracının aslı
yurtdışında geliştirilmiş olup, ülkemiz için
Türkçe çeviri ve adaptasyon çalışmaları
yapılmıştır. Bu durumda karşılaştığımız
sorun daha da büyümektedir. Çünkü testteki maddelerin grup üyeliklerine karşı
bir avantaj gösterip göstermediğinin yanı
sıra “kültürlerarası” farklılıkların da diğer
bir sistematik özellik olarak karşımıza
çıktığını görmekteyiz. Bir kültür için
geliştirilmiş bir ölçme aracı, acaba diğer bir
kültürde ne kadar geçerliğe sahiptir? Kaldı
ki bu ölçme araçları diagnostik ve karar
verme amaçlı kullanıldıklarında ne kadar
doğru bir sürecin gerçekleştirildiğinden
emin olabilir miyiz? Klasik test kuramı bu
sorulara yanıt vermekte maalesef yetersiz
kalmaktadır ve Türkiye’deki psikoloji
araştırmalarına madde cevap modellerinin dahil edilmesi dünya literatürünü
daha iyi izlememizi sağlayacaktır.
Başlangıçta madde cevap modelleri dikotomik madde formatlarının ölçülmesine
ilişkin geliştirilmiş olmakla birlikte, günümüzde daha karmaşık madde formatlarına
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 13
yönelmiştir. İki cevap seçeneğinden daha
fazla sayıda seçeneği olan çoklu kategorili
maddeler (polytomous) için pek çok model
geliştirilmiştir (örneğin; Masters (1982)
“Kısmi Puanlama Modeli”(Partial Credit
Model), Samejima (1969)“Ağırlıklandırı
lmış Cevap Modeli” (Graded Response
Model), Andrich (1978) “Dereceli Ölçek
Modeli”(Rating Scale Model ) ve Bock
(1972) ”Sınıflamalı Cevaplar Modeli”
(Nominal Response Model)). Böylece
psikolojinin tutum, kişilik, örgüt ve organizasyon araştırma konuları gibi pek çok
alanda uygulanabilir hale gelmiştir.
Dünya literatüründen bazı örnekler vermek gerekirse; Ellis ve Mead (2000) 16
Faktör Kişilik Envanteri’nin İspanyolca
versiyonunun ölçme eşdeğerliğinin incelenmesinde, Cooke, Michie, Hart, Hare
(1999, 2004), Psikopati kontrol listesinin
(Psychopaty Checklist - revised - PCL-R)
hem geliştirilmesinde hem de kültürler arası
karşılaştırmalarının yapılmasında, Huang,
Church ve Katigbak (1997) NEO Kişilik
Envanterinin kültürel farklılıklarının incelenmesinde, Smith ve Reise (1998) Stres
Tepki Ölçeğinin (Stress Reaction Scale)
madde işlevsel farklılık incelemelerinde,
Childs, Dahlstrom, Kemp ve Panter (2000),
MMPI-2 Depresyon Ölçeğinin madde
parametre tahminleri ve madde işlevsel
farklılığının incelenmesinde, Orlando
ve Marshall (2002) Post-Travmatik Stres
Bozukluğu Kontrol Listesinin İspanyolca
versiyonunun madde işlevsel farklılığının
incelenmesinde, Maller, (2001), WISC-III
standardizasyon örnekleminin cinsiyete
göre madde işlevsel farklılığının incelenmesinde değişik madde cevap modelleri
ve uygulamaları kullanılmıştır.
Madde Cevap Kuramının Pratik
Uygulamalarda Kullanımı Zor mu?
Madde cevap modellerinin pratik uygulamalarda kolayca yer edinememesinin en
önemli nedeni, hemen hemen her bir modelin kendine özgü bir matematiksel işlem
ve bilgisayar programı gerektirmesidir.
Ayrıca programların DOS ortamındaki
yazılımları da kullanılma sıklığını
etkilemiştir. Ancak son yıllarda madde
cevap modellerine uygun olarak geliştirilen
bilgisayar paket programlarının sayısında
önemli bir artış vardır ve programların
kullanımına ilişkin ortalama bir bilgisayar
kullanıcı bilgisi yeterlidir (elbetteki sadece
programın kullanımı değil aynı zamanda
kuramsal düzeyde de bilgiye sahip olmak
her türlü paket programın kullanımı için
bir gerekliliktir). Bu teknolojik gelişme
araştırmacıları teorik yapılanmadan ziyade çeşitli alanlardaki (eğitim, psikoloji,
tıp, sosyoloji, biyoloji vb.) pratik uygulamalara yönlendirmiştir.
Madde cevap modellerine uygun olarak
geliştirilen ve sık kullanılan önemli bazı
bilgisayar paket programları BILOG-MG 3,
MULTILOG, PARSCALE, TESTFACT’dir.
Ayrıca ilgilenen araştırmacılar “www.assess.com” adresinden çeşitli programların
özelliklerini görebilirler.
Dünya literatürü psikoloji araştırmalarında
önemli bir yer edinmiş olan madde
cevap modellerinin Türk psikoloji
araştırmalarında da kapsanması gerekmektedir. Çünkü test ve ölçek geliştirmede
son yıllarda madde cevap modelleri ve
doğrulayıcı faktör analizi yöntemleri başa
baş gitmekte, araştırmalarda bu iki yöntemin karşılaştırmaları yapılmaktadır.
Özellikle de lisansüstü programlarda
ölçmenin yeni yöntemlerinin ele alınması,
ülkemiz araştırmacılarını dünya yazınına
yakınlaştıracaktır. Eğer bu gelişmeler
izlenmez ise, ülkemizdeki psikoloji
araştırmalarının
yetersiz
kalması,
kuramların uygun bir şekilde test edilememesi, araştırma problemlerine ilişkin
yanlış verilerin toplanması, dergilerdeki
yayın kalitesinin düşmesi, istatistik, ölçme
ve yöntem konularını değerlendirecek
uzman sayısında azalma olması gibi potansiyel sorunlarla karşılaşmak kaçınılmaz
olacaktır.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 14
Kaynaklar
Korkmaz, M. (2006). Test ve ölçek geliştirmede
yeni yaklaşımlar: Madde cevap kuramı kapsamında
madde işlevsel farklılığı (madde yanlılık) yöntemleri. Türk Psikoloji Yazıları , 9 (18), 63-80
Budgell, G. R., Raju, N. S. ve Quartetti, D.
A. (1995). Analysis of differential item functioning in translated assessment instruments. Applied
Psychological Measurement, 19 (4), 309-321.
Korkmaz, M. (2005). Madde cevap kuramına dayalı
olarak çok kategorili maddelerde madde ve test yanlılığının
(işlevsel farklılığın) incelenmesi. Yayınlanmamış doktora tezi, Ege Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
Chernyshenko, O. S., Stark, S., Chan, K. Y.,
Drasgow, F. ve Williams, B. (2001). Fitting item response theory models to two personality inventories:
Issues and insights. Multivariate Behavioral Research,
36 (4), 523-562.
MacDonald, P. ve Paunonen, S. V. (2002). A
Monte Carlo comparison of item and person statistics
based on item response theory versus classical test
theory. Educational and Psychological Measurement, 62
(6), 921-943.
Childs, R. A., Dahlstrom, W. G., Kemp, S. M. ve
Panter, A. T. (2000). Item response theory in personality assessment: A demonstration using the MMPI-2
depression scale. Assessment, 7 (1), 37-54.
Maller, S. J. (2001). Differential item functioning
in the WISC-III: Item parameters for boys and girls
in the national standardization sample. Educational
and Psychological Measurement, 61 (5), 793-817.
Cohen, A. S., Bottge, B. A. ve Wells, C. S. (2001).
Using item response theory to assess effects of mathematics instruction in special populations. Exceptional
Children, 68 (1), 23-44.
Orlando, M. ve Marshall, G. N. (2002). Differential
item functioning in a Spanish Translation of the
PTSD checklist: Detection and evaluation of impact.
Psychological Assessment, 14 (1), 50-59.
Cooke, D. J ve Michie, C. (1999). Psychopathy
across cultures: North America and Scotland compared. Journal of Abnormal Psychology, 108 (1), 58-68.
Smith, L. L.ve Reise, S. P. (1998). Gender difference on negative affectivity an IRT study of differential item functioning on the multidimensional personality questionnaire stress reaction scale. Journal of
Personality and Social Psychology, 75 (5), 1350-1362.
Cooke, D. J, Michie, C., Hart, S. D. ve Hare, R. D.
(1999). Evaluating the screening version of the Hare
Psychopathy Checklist-Revised (PCL: SV): An item
response theory analysis. Psychological Assessment, 11
(1), 3-13.
Ellis, B. B. ve Mead, A. D. (2000). Assessment of
the measurement equivalence of a Spanish translation of the 16PF questionnaire. Educational and
Psychological Measurement, 60 (5), 787-807.
Embretson, S. E. (1999). Issues in the measurement of cognitive abilities. S. E. Embretson ve S. L.
Hershberger (Ed.), The new rules of measurement: What
every psychologist and educator should know içinde (pp.
1-15). Lawrence Erlbaum Associates.
Hambleton, R. K., Robin, F. ve Xing, D. (2000).
Item response models for the analysis of educational
and psychological test data. H. E. A. Tinsley ve S. D.
Brown (Ed.), Handbook of applied multivariate statistics
and mathematical modeling içinde (pp. 553-581). San
Diego: Academic Press.
Hambleton, R. K, Swaminathan, H. ve Rogers,
H. J. (1991). Fundamentals of item response theory.
London: Sage Publications.
Huang, C. D., Church, A. T. ve Katigbak, M.
S. (1997). Identifying cultural differences in items
and traits: Differential item functioning in the NEO
personality inventory. Journal of Cross-Cultural
Psychology, 28 (2), 192-248.
Hulin, C. H., Drasgow, F. ve Parsons, C. K.
(1983). Item response theory: Application to psychological
measurement. Dow Jones-Irwin.
Kolen, M. J. ve Brennan, R. L. (1995). Test equating: Methods and practices. Springer- Verlag New
York, Inc.
Somer, O. (1998). Kişilik testlerinde klasik ve
modern test kuramları ile madde analizi. Türk
Psikoloji Dergisi, 13 (41), 1-15.
Somer, O. (1999). Çok kategorili (polytomous)
maddelerde klasik ve modern test kuramlarının
madde analizleri, güvenirlik ve bilgi kavramları
açısından karşılaştırılması. Türk Psikoloji Dergisi, 14
(44), 63-75.
Somer, O. (2004). Gruplararası karşılaştırmalarda ölçek eşdeğerliğinin incelenmesi: Madde ve test
fonksiyonlarının farklılaşması. Türk Psikoloji Dergisi,
19 (53), 69-82.
Zickar, M. J. (1998). Modeling item-level data
with item response theory. Current Directions in
Psychological Science, 7 (4), 104-109.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 15
Ölçek Uyarlaması (Adaptasyon)
Gülçin Akbaş ve Leman Korkmaz
ODTÜ, Psikoloji Bölümü | Başkent Üniversitesi, ELYADAL
[email protected], [email protected]
Ölçek uyarlaması uzun, çok dikkat gerektiren, birden fazla araştırmacının çabasıyla
gerçekleşen bir süreçtir. Ölçeğin farklı bir
dilden dolayısıyla farklı bir kültürden,
farklı bir dile dolayısıyla farklı bir kültüre
uyarlanıyor olması çevirinin olabildiğince
aslına uygun olmasının yanında, dikkat
edilmesi gereken önemli hususları da beraberinde getirir.
Yazının devamında öncelikle çeviri
sırasında gerekli olan aşamalardan
bahsedilecektir, daha sonra da ölçeğin
uyarlandığı kültürün özellikleri sebebiyle
ölçekte yapılması gereken bazı düzenlemelere değinilecektir.
Çeviri süreçlerine geçmeden üzerinde durulması gereken en önemli nokta;
çalışılacak konuyu en iyi temsil eden,
geçerliği ve güvenirliği doğrulanmış
ölçeği seçmektir. Bunun yanında, seçilen
ölçeğin aşağıda belirtilecek olan özelliklere sahip olması, ölçeğin farklı bir dile
en az hatayla ve nitelikli bir şekilde çevrilebilmesine olanak sağlar.
1. 16 kelimeden az, kısa ve basit cümlelerin kullanılması.
2. Cümlelerde edilgen çatı yerine etken
çatının tercih edilmesi.
3. Adıl (zamir) kullanımının yerine isimlerin tekrar edilmesi.
4. Ölçeğin çevrileceği dilde tam karşılığı olmayan deyimler ve mecazi
kullanımlardan kaçınılması.
5. Öznel anlatımlardan uzak durulması.
6. Yer ve zaman belirtirken edat ve zarfların sıklıkla kullanımından sakınılması.
7. Mümkün olduğunca iyelik zamiri kullanılmaması.
8. Genel terimlerdense özel terimlerin tercih edilmesi (örn., hayvan yerine ördek).
9. Belirsizlik ifade eden sözcüklerin kul-
lanımından uzak durulması (örn., belki,
sık sık).
10. Cümlede iki ayrı eylemden bahsedilecekse, iki eylemli tek cümle yerine iki
farklı cümlenin kurulması (Brislin, 1990,
s. 33).
Çeviri Basamakları
1. Uygulanacak ölçeğin o dili anadili
olarak konuşan farklı kişilerce (native
speakers), ölçek üzerinde hiçbir değişiklik
yapmadan diğer dile çevrilmesi
2. Araştırmacılar tarafından çevirilerin incelenmesi, üzerinde tartışılarak en uygun
ifadenin belirlenmesi
3. Çevirisi tamamlanan ölçeğin, farklı
çevirmenlerce ölçeğin orijinal diline çevrilmesi
4. Üçüncü olarak elde edilen ölçeğin,
orijinal ölçekle karşılaştırılıp, çevirinin
uygunluğunun tespit edilmesi (aynı
anlamı verip vermedikleri konusunda
tartışılması)
5. Ölçeğin orijinalini hazırlayan kişiye,
son aşamada elde edilen anketin gönderilip geribildirim alınması (Brislin, 1990, s.
33; Campbell ve Russo, 2001, s. 312-313).
Ölçek Uyarlaması ve Kültür
Kültür, dinamik bir yapıdır. Farklı
toplumlarda duygu, düşünce ve davranışların ifadesi değişiklik gösterir.
Hatta aynı toplumda bile çeşitli faktörlerin etkisiyle (örn., teknolojik gelişmeler)
kültür hızlı bir değişime uğrayabilir. Bu
sebeple, ölçek uyarlaması yapılırken, bu
dinamik yapı göz önünde bulundurularak gerekli değişiklikler yapılmalıdır.
Bu nedenle ölçeğe yeni maddelerin
eklenmesi, bazı maddelerin çıkarılması
ya da değiştirilmesi söz konusudur.
Ölçeğin geçerlik ve güvenirliği ne kadar
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 16
kanıtlanmış olsa da, uyarlanan ölçekteki
bazı maddelerin uyarlandığı kültürdeki
geçerlik ve güvenirliği sorgulanmalıdır.
Dolayısıyla ölçekteki bir maddenin uyarlama yapılan kültüre uygun olmaması
durumunda madde ya değiştirilir ya
da tamamen anketten çıkarılır. Eğer
uygun olmayan maddeler araştırmacılar
tarafından belirlenememişse, bu maddeler veri analizinde ortaya çıkacaktır.
Veri a-nalizi sonucunda, eğer çok fazla
maddenin uyarlama yapılan kültürü temsil etmediği ortaya çıkarsa, bu ölçeğin o
kültüre uygun olmadığı söylenebilir.
Bazı davranışların sadece belli kültürlere
ait olması durumunda (örn., el öpmek gibi), kültüre özgü davranışlar araştırmacılar tarafından belirlenip ölçeğe eklenmelidir. Bu bağlamda, araştırmacıların gözlem ve deneyimlerine dayanan çıkarımlar
yapılır ve bunların üzerinde tartışılır.
Eğer çok fazla madde çıkarılıp, çok fazla
madde eklenmişse, ölçek uyarlamasından
vazgeçilip kültüre özgü yeni bir ölçek
geliştirilmesi tercih edilebilir. Yeni madde
eklenmesini gerektiren diğer bir sebep ise,
literatürde konuyla ilgili bulunmuş ama
ölçekte temsil edilmemiş değişkenlerin
yeni maddelerle ölçekte ifade edilmesinin
gerekliliğidir.
Gerek çevirisi yapılan gerekse yeni eklenen maddeleri, özellikle düşük eğitim
seviyesine sahip kişilerin daha rahat
anlayabilmeleri ve maddeleri yanlış değerlendirmemeleri için cümleler olabildiğince kısa ve öz tutulmalıdır. Bu
aşamada, araştırmacıların kendi öznel
bakış açıları ve ifadelerinden kurtulup, genel bir bakış açısıyla, farklı farklı
grupların aynı şekilde anlayabileceği ve
yanıtlayabileceği maddeler oluşturmaları
önemlidir. Maddelerin oluşturulması ve
değiştirilmesi sürecinde katılımcıları rahatsız edici ve sosyal istenilirliliği yüksek
olan maddelerin daha ılımlı bir şekilde
ifade edilmesi gerekir (örn., dini inançlar).
Sonuç olarak, ölçek uyarlaması oldukça
dikkat ve çaba gerektiren bir iştir. Ölçeğin
farklı bir dile çevrilmesi, ölçeğe yeni maddelerin eklenmesi, ölçekteki bazı maddelerin çıkarılması ve değiştirilmesi detaylı
gözlem, deneyim, çalışılan konuya ve
kültüre özgü farklılıklara hakimiyet gerektirmektedir. Zor gibi gözüken bu süreç
başarıyla tamamlandığında uyarlama
yapılan kültürü temsil eden, geçerliği ve
güvenirliği olan bir ölçek bilimsel literatüre kazandırılmış olur.
Kaynaklar
Brislin, R. W., Lanner, W. J. ve Thorndike, R. M.
(1973). Questionnaire wording and translation. Cross
cultural research methods (1. Baskı) içinde (32-58).
Chicago: John Willey & Sons, Inc.
Campbell, D. T. ve Russo, M. J. (2001). The
translation of personality and attitude tests. Social
measurement (1. Baskı) içinde (312-321). California:
Sage Publications, Inc.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 17
Ölçek Geliştirme ve Uyarlama Çalışmalarında
Karşılaşılan Sorunlar
Adnan Erkuş*
Mersin Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme ABD
[email protected]
Psikoloji alanındaki bilimsel çalışmaların
büyük çoğunluğu, özgün veya uyarlama sonucu kültürümüze kazandırılan
psikolojik ölçme araçlarıyla elde edilen
verilere dayanmaktadır. Bu çalışmalar
sonucunda elde edilen bulguların
genellenebilirliği,
işlevselliği
ve
sağlamlığı da, kullanılan bu ölçme
araçlarının güvenirliği ve geçerliğiyle
paralellik göstermektedir. Bu bakımdan,
araştırma problemi istenildiği kadar yenilik getirici ve önemli, araştırma düzeneği
ve yöntemi istenildiği kadar sağlam,
istatistiksel analizler de istenildiği kadar
doğru yapılmış olsun; kullanılan ölçme
aracı sağlam olmadığında, elde edilen
bulgular da önemini yitirmektedir. Bu
nedenle; araştırma sürecinin her aşaması
önemli olmasına karşın, doğrudan
gözlenemeyen değişkenleri ölçme hüneri
gösteren meslektaşlarımızın kullandığı
ölçme araçlarının niteliği hepsinden de
önemli olmaktadır. Son yıllarda, akademisyenlerin üzerindeki yayın baskısının
da itici gücüyle, alanımızdan veya yakınuzak alanlardan pek çok akademisyen, ne
yazık ki bu engeli aşmada “en kolay” yol
olarak ölçek geliştirme veya ölçek uyarlama çalışmalarını görmektedir ve bu da
pek çok hatayı ve eksikliği beraberinde
getirmektedir. Aşağıdaki kısımlarda bu
hata ve eksiklikler üzerinde durularak bir
farkındalık yaratılmaya çalışılacaktır.
I. Karşılaşılan Sorunlar
1. Çalışmanın Başlığı
Her türlü bilimsel makalenin başlığı,
çalışmanın içeriğini özetleyici, görgül
bir çalışmaysa değişkenlerini -yöntemini- hatta örneklemini niteleyici, ifade
bozukluğu taşımayan, ne uzun ne de
kısa olmalıdır. Ölçek geliştirme ve uyarlama çalışmaları da, öncelikle, özgün bir
ölçek “geliştirme” mi, yoksa “uyarlama”
mı olduğu bilgisini başlıkta yansıtmalı;
ölçeğin ismini içermeli; önemliyse, kimler
için geliştirildiği yer almalı; “… Ölçeğinin
Güvenirliği ve Geçerliği” gibi bir başlıktan
(her türlü ölçek geliştirme çalışması zaten
ölçeğin güvenirliği ve geçerliğini içerir)
kaçınılmalıdır.
Sıklıkla karşılaşılan bir sorun ise uyarlama çalışmalarında gözlenmektedir.
“Questionnaire”
sözcüğü
dilimize,
doğru bir şekilde, “sormaca (anket)”
olarak çevrilmiştir. Özellikle Fransa ve
Kanada çıkışlı ölçek çalışmalarının veya
“ilgisiz” alanlarda yapılan çalışmaların
çoğunda, “scale” yerine, “questionnaire”
kullanılmaktadır.
Uyarlama
çalışması yapan araştırmacı da, ölçme
aracının içeriğine ve diğer özelliklerine bakmadan, birebir çeviriyle
“questionnaire”i
“anket
(sormaca)”
olarak çevirmektedir. Sormaca, doğası
gereği belirli bir psikolojik yapı değildir;
pek
çok demografik ve/veya diğer
değişkenler hakkında genellikle “bilgi”
toplamaya yarayan bir araçtır, toplam
puanı anlam taşımaz, teknik anlamda
madde analizi-güvenirliği ve geçerliği
de söz konusu değildir. Bu nedenle,
psikolojik bir yapıyı ölçmeye yönelik
olarak hazırlanmış, alt veya toplam
ölçek puanları bulunan, madde ve tepki
formatları aynı maddelerden oluşmuş bir
ölçme aracının “anket” olarak nitelenmesi
doğru değildir. Öte yandan, sınır yeterlik (maksimum performans) dışındaki
değişkenleri (kişilik, ilgi, tutum vb.) ölçen
ölçme araçlarına “test” denmesi de doğru
değildir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 18
2. Ölçülmek İstenen Örtük Değişkenin
Kavramsal Tanımı
Bir ölçek geliştirme çalışması, ölçü-lecek
psikolojik değişkenin, çok detaylı ve
kapsayıcı bir şekilde, kuramsal ve kavramsal bir tanımlama girişimi ile başlar;
çünkü geliştirilecek olan ölçeğin kendisi, bu doğrudan gözlenemeyen örtük
değişkenin işevuruk tanımının ta kendisidir. Bu kavramsal tanım, bir veya birkaç
kurama dayalı olabileceği gibi, gözlemler ve diğer kavramlardan hareketle de
yapılabilir; ancak önemli olan, kavramsal
tanımın, o kavramı niteleyen ortak özellikleri kapsaması ve o kavrama yakın kavramlardan farkını da nitelemesidir.
Ölçeğin kapsam geçerliği bu aşamada
temellendiği ve sonraki her türlü
davranışsal gösterge ve o örtük değişkeni
uyaran maddeler bu tanım üzerinde
yapılandırıldığı için, bu aşama oldukça
önemlidir. Aslında, bu aşama o örtük
değişkene ilişkin bir kuram (veya denence) geliştirmeye eşdeğerdir ve ölçek
de onun test edilmesinden başka bir şey
değildir. Bu bakımdan, ölçek geliştirici,
ölçülecek değişken ile ilgili sağlam bir
kuramsal ve kavramsal temele sahip
olmalıdır; bir ölçme-değerlendirmeci veya
psikometrist, bilmediği, hakim olmadığı
bir psikolojik değişkeni ölçme girişiminde
bulunmamalıdır;
elbette,
tersi
de
(ölçmeden anlamadan) olmamalıdır.
Bu sorun, daha çok psikoloji alanı
dışındakilerin
ölçek
geliştirme
çalışmalarında sıkça gözlenmektedir: Bir
turizmci veya bir işletmeci, hiç tanımadığıbilmediği bir psikolojik değişkene ilişkin
ve hemen hiç bilmediği ölçek geliştirme
“temelsizliğiyle” (etik boyutunu bir
yana bırakalım) ölçek geliştirme işine
soyunabilmektedir.
Çalışmanın
bir
ölçek uyarlaması olması da, kavramsal
tanımlamanın “atlanacağı” kolaycılığına
yol açmamalıdır.
3. Madde Üretilmesi
Madde üretim aşaması -örtük değişkenin
uyaranlarının üretilmesi aşaması- çok
önemlidir. Madde üretimi kavramsal
yapıya uygun durum-bağlam-ortam
belirlendikten sonra, bunlara uygun
davranışsal
göstergeler
belirlenmesiyle başlar, önceki kavramsal çerçeve
ve içeriğe uygun bir madde formatının
seçilmesi-belirlenmesiyle devam eder.
Madde üretim süreci, üretilen maddelerin
kavramsal yapı ve onun üzerinde temellenen davranışsal göstergelerin gözetilmesini gerektirir. Madde üretilmesi sürecinde, madde yazarı bir yandan kafasının
bir yanında sürekli ölçülecek değişkenin
içeriğini ve maddenin uyardığı tek şeyin
ilgili değişken olduğunu düşünmeli; öte
yandan potansiyel yanıtlayıcılarla empati
kurarak “ben şöyle birisi olsaydım, nasıl
cevap verirdim” diye kendine sormalıdır.
Örneğin, “kıskançlık” ölçeği geliştireceksiniz ve varsayın ki, bu konuda yapılmış
hiçbir kavramsal tanım ve ölçek yok.
Kıskançlığı, “kendinde olanı başkalarıyla
paylaşmama, başkasında olana imrenme”
olarak tanımladınız; bu iki ayrı boyuta
da, iki bileşene de karşılık gelebilir
(henüz bilmiyorsunuz). Bu tanıma uygun
davranışsal göstergeler neler olabilir? Bu
karar, “ölçeğin kimler için geliştirileceği”
sorusuna karşılık gelir: Evli bireyler mi,
bekarlar mı? Diyelim ki, “evli bireyler”
olarak belirledik; sadece erkek veya
kadınlar mı, yoksa her ikisi mi olduğuna
karar vermeniz gerekir. Diyelim ki, evli
kadınlar (görüldüğü gibi ölçeğin hedef
kitlesi belirginleşmeye başladı); evliliği
devam eden veya sonlananlar mı, yoksa
her ikisi mi karar vermeliyiz. Görüldüğü
gibi, bu kararlar “durumu” (situation/
setting) belirlemeyi gerekli kılıyor. Diyelim ki, evliliği devam eden ve her iki cins…
O zaman, yukarıdaki kavramsal tanıma
uygun, evli bireyler için davranışsal
göstergeler bulmak durumundayız: Bir
davette dans, giyim-kuşam gibi… Bu
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 19
göstergeler çok değişik biçimlerde (ölçek
ve madde formatı da dikkate alınarak)
maddelere dönüştürülebilir: (Örn.; bir
Likert tipi ölçek için) “Eşimin başkalarıyla
dans etmesine dayanamam”, “Benim eşim
de niye X gibi dans etmiyor”, “Eşimin dikkat çekici giyinmesi beni çılgına çevirir”,
“Benim eşimin de X gibi giyinmesini
isterim” gibi. Çok önemli olan bu aşama
ve süreç, ne yazık ki pek çok çalışmada
ya yeterince önemli görülmemekte ya
da “atlanmaktadır”. Öte yandan bu süreçte kullanılan yöntem de önemlidir:
Araştırmacının sadece kendisi tarafından
mı, bir grup madde yazarı tarafından mı
yazıldı? Yazılan maddeler yargıcılara
verilmiş ve maddelerin anlam, boyut,
ifade ve benzeri açılardan yargıcılar arası
uyumuna bakılmış ve buna göre maddeler atılmış veya düzeltilmiş midir?
Uygulamada, sadece bir grup (2-3, o da
hocası-kendisi) yargıcıya maddeler verilip, başka hiçbir istatistiksel işlem yapmadan ölçeğin kapsam geçerliğinin
sağlandığı ileri sürülmektedir. Bir uyarlama çalışması ise, doğrudan araştırmacı
tarafından veya bir grup (tek veya iki
dilli) tarafından mı çevrilmiş, çevirenler
ilgili kavramsal yapıya aşina mı, çeviriden sonra ters çeviri yapılmış mı, çeviri
geçerliği için neler yapılmış (iki dili bilen
bir gruba uygulanıp Türkçe ve diğer dille
yazılmış form arasındaki korelasyona
bakılmış mı) gibi soruların yanıtları çok
önemli olmaktadır (syntax ile semantics
arasındaki fark).
Uygulamada bu sürece yeterince önem
verilmediği (birileri masaya oturup, kendi
çalıp kendi oynuyor!) için uyarıcı madde
köklerinin ifadelerinde tutum ölçülecekse,
kişiliğin veya görüşlerin bulaştığına çokça
tanık olunmaktadır. Büyükçe bir örneklemden ayakkabı numaraları, yaşları,
kaç yıl okudukları, boy uzunlukları,
Türkçe final puanları gibi ilişkisiz pek
çok değişkene ilişkin veri toplansa, onlara madde analizi yapılsa, hiç kuşkunuz
olmasın pek çoğu bir “ölçek” oluşturur!
4. Deneme Uygulaması
Deneme uygulamasının niceliği ve niteliği
tüm madde analizini etkiler. Bu nedenle
deneme uygulamasının kimler üzerinde yapılacağı, ölçülecek değişkene ve
hedef grubun kimler olacağına bağlıdır.
Deneme
uygulaması
örneklemindeki grubun yaş aralığı, eğitim düzeyi,
cinsiyeti gibi pek çok özelliği ölçeğin
kullanılacağı asıl hedef grubun özellikleriyle aynı olmalıdır. Deneme uygulaması
örnekleminin seçkisiz (random) seçilmesi
doğru değildir; amaçlı örnekleme (nonrandom) söz konusudur. Bu konudaki
amaçlı örneklemede ise, amaç sadece ilgili değişken aralığının temsil edilmesidir. Türbana ilişkin geliştirilen bir tutum
ölçeğini sadece türbanlılara veya sadece
türbana karşı olanlara uygularsanız;
hem ölçeğin uygulanacağı hedef kitleyi
sınırlandırmış olacağınızdan ölçeği herkese uygulayamazsınız, hem de varyans
daralacağından madde analizleriniz sizi
yanıltır (atılmayacak madde atılır, atılacak
madde bırakılır). Deneme uygulaması
örnekleminin büyüklüğü de madde
analiz tekniklerine bağlı olmakla birlikte,
ne kadar büyük n sayısı o kadar doğru
analiz ve o kadar sağlam kararlar anlamı
taşır; “faktör analitik tekniklerle madde
analizi yapılacaksa, kx10 birey” gibi
ölçütlerin doğru olmadığı anlaşılmıştır
(MacCallum, Widaman, Zhang ve Hong,
1999). Uygulamada, asıl hedef örneklemden başka örneklemler üzerinde -yeterli
olmayan birey sayıları gibi- çalışmalar
yapıldığına tanık olunmaktadır. Uyarlama
çalışmaları için de yukarıdaki açıklamalar
geçerlidir; orijinal çalışmanın örneklemine
sadık kalınmalıdır.
5. Madde Analizi
Madde analizi, kabaca, maddelerin
başlangıçta öngörülen psikolojik yapıya
uygunluğunun test edilmesini içerir.
Maddeler, ilgili özelliğe sahip olanlar ile
olmayanları ayırt ediyor mu; ilgili boyut
içinde yer alıyor mu; ilgili boyut üzerin-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 20
deki yerleri ne gibi sorulara yanıt alınmak
için madde analizi yapılır. Madde analizinde kullanılacak teknikler ölçülen
psikolojik yapıya, madde formatına,
maddelerin puanlanma biçimine vb.
bağlı olarak değişir. İşlem sonunda da
uymayanlar atılır veya tekrar gözden
geçirilir (işlem tekrar edilir). İster özgün
ister uyarlama çalışması olsun, madde
analizi diğer niteliklerin irdelenmesinden önce gelir: Uygulamada görülen bir
hata, özellikle SPSS paket programında
“reliability” işlemi içinde madde analizi (ki, o da sadece madde-toplam ölçek
korelasyonları ve maddeler arası korelasyon matrisidir) verildiği için, pek çok
araştırmacı tarafından madde analizinin
“güvenirlik” alt başlığı altında verilmesidir ve bu doğru değildir. Güvenirlik
ve geçerlik, madde analizinden sonra,
üstelik başka örneklemler üzerinde kanıt
aranması gereken psikometrik niteliklerdir ve bu nedenle zamansal olarak madde
analizinden sonra yer alırlar. Madde
analizi süreci, sadece istatistik bilgisi ile
gerçekleştirilemez; istatistiksel sonuçların,
ilgili yapıya bağlı olarak “okunmasınıkoklanmasını” da gerektirir.
Madde geçerliği için (her bir madde
ölçeğin bir parçası, bir başka deyişle
ölçek onu oluşturan maddelerin bir
fonksiyonudur; dolayısıyla tek tek ölçme
aracı neyi ölçmek için hazırlanmışsa,
onu ölçüp ölçmediği gösterilmelidir)
madde-toplam
ölçek
korelasyonları
kullanılacaksa, madde puanı ile ölçek
puanının hangi düzeyde ölçmeye
(sınıflama, sıralama vb.) uygun olduğu
bilinmelidir: Madde 1-0’lı puanlanıyorsa,
bu gerçek süreksiz mi, yapay süreksiz mi
olduğuna bağlı olarak nokta çift serili veya
çift serili korelasyon tekniğine başvurulur
ve özellikle SPSS paket programında bu
korelasyon teknikleri olmamasına rağmen
ne yazık ki Pearson Momentler Çarpımı
Korelasyon tekniğinin kullanıldığı sıklıkla gözlenmektedir. STATISTICA gibi
başka pek çok paket program bu ko-
nuda kullanılabilir. Öte yandan klişe ve
birilerine atfen ve özellikle başarı testleri
için kullanılan .30 madde-toplam ölçek
korelasyon katsayısı ölçütüne sık sık
sığınılmaktadır. Oysa orta düzeydeki bir
korelasyon, çok boyutlu bir yapıyla karşı
karşıya olunduğunun işaretini vereceği
gibi, başarı dışındaki değişkenler için işe
yaramaz bir maddenin göstergesi de olabilir. ‘Ne kadar yüksek madde geçerliği,
o kadar iyi ayırt edici madde’ demek
olduğuna göre, ölçek geliştirici olarak,
niye .30 ölçütüne sığınılır anlamak çok
(aslında işin kolaycılığı) zor.
Öte yandan, madde analizi için
başvurulan faktör analizi sonuçlarının
“geçerlik” veya “yapı geçerliği” başlığı
altında verildiğine de tanık olunmaktadır.
.30 - .35 faktör yükü ölçütü de, ne yazık ki
dikkatle yaklaşılması gereken bir ölçüttür.
.30 - .35’lik faktör yükü, o maddenin başka
faktörlere de benzer yük verebileceğinin
ve bu nedenle kompleks bir maddeyle
karşılaşıldığının işaretini verir; böyle
bir durumda ya madde çıkarılır ya da
çeşitli döndürme işlemlerine başvurarak
ölçeğin yapısı incelenir. Uygulamada
çeşit çeşit faktör analizi olmasına rağmen,
hangisinin yapıldığının belirtilmemesi;
verilerin faktör analizi yapmaya uygun
olup olmadığının test (Kaiser-MeyerOlkin ve Barlett’s testleri) edilmemesi;
açıklanan varyans ve özdeğerlerinin rapor
edilmemesi; faktör sayısına doğru karar
verilememesi; gereksiz yere döndürme
yapılması veya yapıya uygun döndürme
işleminin
yapılmaması;
faktör
ile
bileşenin ayırt edilememesi gibi pek
çok eksiklik ve hataya rastlanmaktadır.
Ayrıca, “Temel Bileşenler Analizi ile ilk
ortaya çıkan faktör yapısı başlangıçtaki
kavramsal öngörüye ne kadar uymaktadır,
uymuyorsa bu ne anlama gelmektedir,
kavramsal yapı mı, ölçek mi sorunludur”un
yanıtı, alan bilgisi ile istatistik ve ölçme
bilgisinin harmanlanmasını gerektirir;
bunlardan biri eksik olduğunda verilecek
kararlar da yanlış olur. Her ölçek, madde
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 21
atımıyla kolaylıkla tek faktöre indirgenebilir; ancak, ölçülen yapı gerçekten tek
faktörlü müdür sorusu yanıtlanmadan
kalmış olur. Bazen, öyle olur ki, özdeğeri
ve açıklama gücü düşük en son birkaç maddelik bir faktör, ölçeğin gerçek yapısına
ilişkin çok fikir verebilir; bu durumda
belki yeni baştan yeni madde desteğiyle
o faktörü güçlendirme yoluna gitmek gerekebilir. Görüldüğü gibi, sadece istatistik
bilgisiyle veya istatistiksel sonuçlara bakarak (özellikle faktör analitik tekniklerle
madde seçilecekse) ölçeğin faktör yapısına
ve maddelerin atılıp atılmayacağına karar
vermek yanlışlıklara yol açabilir; ölçek
geliştiricinin o madde ve test istatistiklerini “okuması-koklaması” gerekmektedir.
Özellikle uyarlama çalışmalarında faktör
analitik tekniklerle maddelerin incelenmesi çok daha fazla özen gerektirir.
Psikolojik değişkenlerin çoğu kültüre
bağımlıdır ve bu nedenle kültürlere
(sadece başka kültürlere değil, aynı kültür
içinde farklı hedef gruplara da uyarlama
çalışılması yapılır) “çeviri değil” “uyarlama” çalışmaları yapılır. Bu durumda,
ölçek geliştiricinin yukarıdakilere ek
olarak ayrıca kültürel yapıyı dikkate
alması gerekir; o kültürde 3 faktörlü olan
bir psikolojik yapının bizde 4 faktörlü
veya 2 faktörlü çıkması önemli bir bilgi
taşır. ‘Zorlama’ bir şekilde faktör sayısını
‘denkleştirmeye’ çalışma ise uyarlama
esprisini ortadan kaldırır; bu gibi durumlarda orijinal çalışmadaki faktör (alt ölçek)
yapısı değil, bizim kültürümüzdeki yapı
dikkate alınmalı, isimlendirme ve puanlama ona göre önerilmelidir. Piyasada
ne yazık ki, uyarlama çalışmasında farklı
faktör yapısı bulunmasına rağmen, orijinalindeki gibi kullanılan ve yorumlanan
pek çok ölçek mevcuttur; böyle bir durumda uyarlama çalışması da esprisini
yitirmektedir.
Alandaki potansiyel ölçek kullanıcılarının,
ölçekler ile ilgili yapılan çalışmaları da
takip etmesi gerekir. XIII. Ulusal Psikoloji
Kongresi’ndeki bir oturumda birbirinden
ayrı ve habersiz, biri Geleneksel Kurama,
diğeri Modern Kurama dayalı olarak
yapılan iki çalışmada Beck Umutsuzluk
Ölçeği’nin 12. maddesinin yapılan analizlerde sorunlu olduğu (büyük olasılıkla
çeviride kültürümüze özgü “umuyorum” ile “ummuyorum” yüklemlerinin
ayırt edilememesinden kaynaklanan), bu
madde çıkarıldığında ölçeğin psikometrik
niteliklerinin yükseldiği belirtilmişti.
Ancak ne yazık ki, bu ölçeğin hala eskisi
gibi puanlanmaya devam edildiği görülmektedir.
İstatistik paket programlarının yaygınlaşması ve analiz çeşitliliğinin zenginleşmesinden sonra, madde anali-zinde
birden çok yöntemin kullanılması; bunun
yanında tüm ölçek veya alt faktörler
için iç tutarlık, toplanabilirlik gibi özelliklerin de karar vermede göz önünde
bulundurulması önerilebilir.
6. Güvenirlik
Güvenirlik belirlemede en sık yapılanın
SPSS paket programının “reliability”sini
tıklamak ve maddeleri (bazen, toplam
puanları ve hatta demografik değişkenleri
de!) doldurduktan sonra OK’e tıklamak
olduğu gözlenmektedir. Hangi güvenirlik
belirleme yolunun seçileceği maddelerin puanlanmasına, ilgili yapının tek ya
da çok boyutlu olup olmamasına, ilgili
değişkeni kararlılık durumuna vb bağlıdır.
Uygulamada, ölçek çok boyutlu olmasına
karşın, yarıya bölme güvenirliğine
bakıldığı; maddeleri ikili puanlanan
ölçek için Cronbach Alfa hesaplandığı;
sadece (hazır) iç tutarlık katsayılarından
birine ya da en fazla ikisine bakıldığı,
ölçeğin test-tekrar test güvenirliğinin çok
incelendiği; tek tek puanların yorumunda
önemli olan ölçmenin standart hatasının
hemen hiç verilmediği; SPSS çıktısı diye,
madde-toplam ölçek korelasyonları ile
korelasyon matrisinin güvenirlik içinde
verildiği vb. görülmektedir. Çoğu kez
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 22
de, deneme uygulaması örnekleminden
elde edilen veriler üzerinde güvenirliğe
bakılıp bırakıldığı gözlenmektedir; oysa
yapılması gereken, seçilmiş maddelerden
oluşan nihai ölçeğin tekrar bir örneklem üzerinde uygulanarak güvenirliği
sınamaktır. Çünkü denemelik ölçekteki
çok sayıdaki maddeye verilen tepkilerle,
azaltılmış-seçilmiş maddelerden oluşan
ölçeğe verilen tepkiler çok farklı olabilir.
Bir bilimsel toplantıda, bir ölçmecinin
ölçek geliştirme sunumu yapan bir
akademisyene, “tamam da, bu ölçeğin
güvenirliğine nasıl baktınız” sorusuna,
sunum yapan akademisyenin, “yahu
beni tanımıyor musun, bana güvenmiyor
musun; biz birbirimize güvenmeyeceğiz
de kime güveneceğiz” türü trajikomik
açıklamalar artık geride kalmalıdır.
7. Geçerlik
Geçerlik, güvenirlikten daha önemli
olduğu halde, ne yazık ki ‘gereken ilgiyi’
görmemektedir. Oysa ki, bir ölçek güvenilir olabilir, ama geçerli olmayabilir.
Geçerlik, bir ölçeğin “işe yararlılığının”
kanıtı olduğundan, üzerinde önemle
durulmalı; ölçek geliştirici kendi geçerlik çalışmalarının ötesinde, ölçeğiyle
yapılan tüm görgül çalışmaları izlemelidir, çünkü hemen hemen tümü ölçeğinin
geçerliğine kanıt oluşturur. Uygulamada,
madde analizinde kullanılan Temel
Bileşenler Analizi sonuçlarının “yapı
geçerliği” olarak adlandırılmasına ne
yazık ki çok sık rastlanmaktadır. Oysa,
adı üstünde yapının geçerliği için yeniden
veri toplanıp ve başka istatistiksel analizlere (Doğrulayıcı Faktör Analizi, SEM
gibi) başvurulması gerekir. Üstelik yapı
geçerliği, sadece faktör analitik tekniklerle de yapılmaz. Ölçeğin geçerlik kanıtları
için başvurulacak işlem ve değişkenlerin
ipuçları, kavramsal tanımlamanın ele
alındığı alan yazında büyük ölçüde yer
alır. Örneğin depresyonun, olumsuz
otomatik düşüncelerle ilişkili olduğu
biliniyorsa, geliştirilen depresyon ölçeği-
nin ölçütü olumsuz otomatik düşünceler
(ya da tersi) olur; zekanın (belirli)
yaşa bağlı olarak arttığı biliniyorsa,
geliştirilen zeka ölçeği yaş farklılıklarını
ortaya çıkarabilmelidir, gibi. Ama bir
bakıyorsunuz, araştırmacı hiçbir kuşku
veya bulgu olmamasına rağmen, “bir de
cinsiyetler arası farka bakalım” (bir şey
yapmış görünmek, sayfayı doldurmak
için olsa gerek!) diyerek bir t-testi yapıyor.
Niye yaptın? Ölçülen değişkenin cinsiyete
bağlı olarak değiştiği bekleniyor mu ki?!
Geçerlik için gerekli pek çok değişkenle
ve pek çok yolla kanıt toplanmalı, ilişkisiz
değişkenler kullanılmamalı ve işlemler
yapılmamalıdır.
8. Puanların Yorumlanması
Ölçek
geliştirme
çalışmasının
ve
raporlarının en çok ihmal edilen kısmı
bu olmaktadır. Ölçek kullanıcısı, ölçekten elde edilecek bir ölçüme sahip birini
nasıl değerlendirecek? Puanların artışı
değişkendeki artışa ya da azalışa mı karşılık
geliyor? Toplam puan elde edilebilir mi,
yoksa alt ölçek puanları ayrı ayrı mı ele
alınmalı? Peki toplam puanlar hangi ölçüte
göre yorumlanacak? Normlar geliştirilmiş
midir, geliştirilmişse nasıl? En çok
görülen yanılgılardan biri de, “normların
mutlaka içinde bulunulan grubun
ham puanlarının standartlaştırılması”
olduğu şeklindeki bilgidir; oysa, klinik
psikoloji alanındaki pek çok ölçek bir
kesme noktasına göre yorumlanır. Peki
normlar nasıl oluşturulacak? Normlar,
mutlaka ölçek geliştirme örneklemlerinden çok daha büyük örneklemler
üzerinde geliştirilmelidir; elde edilen
dağılım istatistiklerine göre bir yöntem
izlenmelidir. Norm değişkeni, ilgili değişken
ölçümlerini farklılaştıran potansiyel karıştırıcı
değişkenlere göre belirlenir, gelişigüzel
değil. Ölçülen değişken kadın ve erkeğe
göre değişmiyorsa, cinsiyet normları
yapmanın anlamı yoktur. Bir diğeri
ise, özellikle uyarlama çalışmalarında,
sürekli değişkenin kategorileştirilerek
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 23
norm grupları oluşturulmasında gözlenmektedir. Örneğin, yurtdışında “reaksiyon süresi” ölçeğinin yaş normları (eşit
aralıklı veya değil) diyelim ki, 18-25,
26-35, 36-40, 41-55, 56 ve üstü olarak
belirlenmiş ve kullanılmış. Niye bu yaş
dilimleri kullanılmış, çünkü bu gruplar
arasında reaksiyon süresi açısından fark
çıkmış da ondan; bir başka deyişle, görgül
bir çalışma yapılmış da (ANOVA gibi)
sonra bu gruplar norm grupları olarak
saptanmış. Bizim “ölçekçimiz” de tutuyor
aynı grupları (n sayısının düşüklüğünü
de bir yana bırakırsak) norm grubu olarak
alıyor; ancak yaş grupları arasındaki farkı
da test ediyor veya etmeden örneğin
ortalamaları da veriyor: Bir bakıyorsunuz,
yaş gruplarının üçünün (örneğin, 2635, 36-40 ve 41-55) reaksiyon süreleri
ortalamaları hemen hemen aynı ve
(yapılmışsa) ANOVA’da da bu gruplar
arasında fark yok! Ancak “ölçekçimiz”
bunu göz ardı edip (ya da bilmediğinden),
tüm yaş grupları için yurtdışındaki gibi
norm tabloları hazırlamış! Bizim kültürümüzde bu yaş grupları arasında fark yok,
niye bu normları kullanıyorsun?
9. Çalışmanın Raporlaştırılması
Bir bilimsel çalışmanın raporlaştırılması,
o çalışmayı yürütüş aşamalarına göre
yapıldığında bir bütünlük oluşturur,
okuyucu daha iyi kavrar. Ancak ne yazık
ki, psikometri alanında bir dergimizin
olmamasından da kaynaklanan bir
şekilde, ölçek geliştirme çalışmaları kendi
özgün yürütülüş aşamaları dışında, zorlama bir şekilde başka kalıplarda yazılmak
zorunda kalınıyor. Raporlaştırma konusundaki bu temel sorun bir yana,
“ölçekçimiz” (yukarıdaki alt başlıklar
ona göre sıralandı), rapor yazımında hiç
madde analizine değinmeden güvenirlik
ve geçerliğe ‘atlayıveriyor’; tablolarda,
sadece kendi öngördüğü faktör altındaki
faktör yüklerini vererek, bir maddenin
diğer faktörlere verdiği yükleri ‘gizliyor’;
özdeğerleri ve/veya açıklanan varyansları
vermiyor vb. En sık karşılaşılan kapanış
cümlesi ise, “Görüldüğü gibi ölçek
güvenilir ve geçerlidir.” Hiçbir ölçek
tam olarak güvenilir ve geçerli değildir;
hele hele yukarıdaki gibi hatalı, eksik bir
çalışmadan sonra bunun iddia edilmesi son derece tehlikeli olmaktadır. Birçok
habersiz kişi, tez veya makalenin sonundaki bu ölçekleri (yeterli ve doğru kabul
edip) alıp araştırmalarında kullanıyor, bu
ölçeğe dayanarak insanlar hakkında karar
veriyor…
II. Bu Sorunların Olası Nedenleri
ve Çözüm Önerileri
Aşağıdaki kısımda (yine kişisel gözlemlere
dayanarak), denemelik bir nedenler listesi
ve olası çözüm önerileri sıralanacaktır.
1. Olası Nedenler
a)
Bilgisayarda
istatistiksel
paket
programların yaygınlaşması ve bu
programları bir şekilde kullanabilenin,
kendisini istatistikçi (istatistikçinin de
kendini ölçmeci) olarak algılaması ve
o programlarla ölçek geliştirebileceği
yanılgısına düşmesi;
b) Akademisyenler üzerindeki yayın
baskısının artması ve özellikle psikoloji
dışındaki alanlar için en kolay yol olarak
ölçek geliştirme veya uyarlama çalışması
olduğu yanılgısına düşülmesi;
c) Uygulama alanlarında, özellikle klinik
ortamlarda çalışanlar tarafından bireyi
tanımlamada en kolay yol olarak test ve
ölçek geliştirmenin (veya uyarlamanın)
görülmesi;
d) Ölçme, ölçek geliştirme, istatistik ve
araştırma teknikleri alanlarında ya hiç
eğitim alınmaması veya çok yetersiz
alınması;
e) İlgili kavramsal alt yapıya sahip olunca
o konuda ölçek geliştirilebileceği veya
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 24
ölçek geliştirme bilgi ve becerisine sahip
olunca hakim olunmayan bir değişkene
ilişkin ölçek geliştirilebileceği yanılgısı;
f) Ülkemizde her türlü ölçeğin hiçbir
denetime uğramadan geliştirilebilmesi ve
rahatlıkla kullanılabilmesi;
g) Bu konuda çalışanların ve özellikle akademik ortamda yapılan tez vb çalışmaların
danışmanlarının sanrı düzeyindeki benlik
algılarına sahip olması gibi.
Yukarıdaki nedenlerin tümü, aslında
ölçme ve ölçek geliştirmeyi hafife almak
şeklinde bir tek nedene indirgenebilir.
Bir zamanlar, üstelik çok önemli bir
psikolog hocamız, bir kongremizde,
“YÖK’ün (o komisyondaymış) neden
Psikometriyi
doçentlik
alanlarından
çıkardığı” konusundaki bir soruya, “eee
her psikoloğun kendi ölçme aracını
zaten kendisinin geliştirme yeterliğine
sahip olması gerektiği” şeklinde (böyle
düşünenlere, APA onayı almış birçok dergiyi incelemelerini ve bu konudaki kitap
ve yeni yöntem-teknikleri okumalarını
öğütleyebiliriz) yanıtlamıştı! Psikometri
bir (ağırlıkla) temel ve uygulamalı
alandır; üstelik psikolojinin bir bilim
olması ölçmenin, dolayısıyla psikometrinin gelişimiyle olanaklı olmuştur; üstelik
psikometri alanındaki üretilenler kendi
dışındaki istatistik alanına bile önemli
katkılar sağlamıştır. Psikometristlerin
asli görevi ölçek geliştirmek değil, ölçek
geliştirmek için yeni model, yöntem ve
teknikler geliştirmektir. Öte yandan,
psikometri, eleman yetişmesi en zor;
ancak eleman eksikliği en çok hissedilen
alanlardan biridir; bunun için ulusal ve
uluslar arası bir tarama okuyucuya çok
şey kazandırabilir.
2. Olası Çözüm Önerileri
a) Yasamızın bir an önce çıkarılarak;
i) Test ve Ölçek Denetleme
Merkezi’nin kurulması,
ii) Bu merkeze bağlı Test ve Ölçek
Bankası’nın oluşturulması,
iii) Böylelikle, geliştirilen ve
uyarlanan her ölçeğin denetlenmesi,
ölçeklerin bir tek merkezde toplanması,
ölçek kullanıcılarının eğitilmesi, izinsiz ölçek kullanılmaması, her ölçek
için küçük de olsa bir bedel ödetilerek
ölçek
geliştiricilerinin
özendirilmesi-ölçek kullanıcılarının caydırılması vb.
sağlanmalıdır.
b) Zaman geçirilmeden, bu alanda eleman
yetiştirmek için;
i) yurtiçi bütünleştirilmiş lisansüstü programların açılması,
ii) yüksek lisans, doktora ve doktora sonrası eğitim için yurtdışı eğitim
olanaklarının yaratılması,
iii) ulusal hizmet içi programlarının
yaşama geçirilmesi,
iv) Türkçe yayın gereksinimini
karşılamak için destek sağlanması
gerekmektedir.
c) Ulusal ve sonra da giderek (en azından)
bölge ülkelerini kapsayacak şekilde uluslar arası bir “Psikoloji ve Eğitimde Ölçme
Değerlendirme Dergisi”nin bir an önce
yayına başlaması zorunludur. Bu önerinin
önemsenmesi ve yaşama geçirilmesi
sayısız yarar sağlayabilir: Böylelikle, giderek başka alanlardakiler de olmak
üzere ölçek geliştirme çalışmaları disipline olmaya başlayacak; başka dergilerin yazım formatından ve gevşekliğinden
kurtulunulacak ve asıl önemlisi, yukarıda
önerilen merkezlerin doğuşu için zemin
hazırlanmış olacaktır.
Bilimsel amaçlarla ve ciddi kararlar
vermek için kullanılacak ölçekler, hafta
sonu magazinlerindeki gibi üç soruda
“partnerinizi ne kadar kıskanıyorsunuz
test edin” türü eğlencelik zırvalardan çok
farklıdır; ölçek geliştirmek çok zor, çok
ciddi, ama çok keyifli bir iştir. “Çok zor”
olması bir ölçüde yukarıda yazılanlardan
çıkarsanabilir; “çok ciddi” olması, bu
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 25
ölçme araçlarına dayanarak araştırmalar
yapılması ve bireyler hakkında ciddi
yaşamsal karar vermekte yatmaktadır;
“çok keyifli” olması ise, ölçek geliştiricinin
kimsenin doğrudan gözleyemediği bir
şeyi gözleyebilme becerisi göstermesidir.
Kaynaklar
MacCallum, R. C., Widaman, K. F., Zhang, S.
ve Hong, S. (1999). Sample size in factor analysis.
Psychological Methods, 4 (1), 84-99.
* Bu sınırlı uzam taşıyan yazıda ele alınanlar,
yazarın dergi ve diğer konulardaki hakemlik
ve danışmanlıkları ile kişisel yaşantılarına
dayanmaktadır; bu nedenle, bu yazıda
örneklere hiç atıf yapılmaması uygun
görülmüştür ve daha pek çok konu, eleştiri
ve öneri bu yazıya eklenebilir. Yazının hedefi
hiçbir kurum veya kişi değildir, sadece bu
konuda bir farkındalık yaratmak ve bu yönde
bazı girişimleri başlatabilmektir. Bu alanda bir
özel sayı çıkardıkları ve bana böyle bir fırsatı
verdikleri için Türk Psikoloji Bülteni Yayın
Kurulu’na teşekkür ederim.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 26
ROC Analizi I:
Özgüllük, Duyarlılık, Pozitif Yordayıcı Değer
ve Negatif Yordayıcı Değer Hesaplamaları
Sait Uluç
Hacettepe Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
[email protected]
ROC eğrisi, ikinci dünya savaşı sırasında
radar
operatörlerinin
performansını
ölçmek amacıyla geliştirilmiştir. Bu operatörlerin radar ekranından düşman
ve müktefik güçlerin yanı sıra gürültü
ve sinyalide ayırt etmeleri gerekmiştir.
Radar operatörlerinin yaşam ve ölüm
arasındaki bu ayrıştırmayı yapma becerisi Receiver Operating Characteristic
(ROC) olarak ifade edilmiştir. Yanlış ve
doğru yanıtların oluşturduğu grafikler
ise ROC eğrileri olarak adlandırılmıştır.
Bu eğriler, 1970’lerde sağlık sektöründe
çalışan uzmanlar tarafından tanıya yönelik testlerin “Duyarlılıkları” (sensitivity)
ve “Özgüllükleri” (specificity) arasındaki
ilişkiyi belirlemek için kulanılmıştır. ROC
eğrileri, tıbbi görüntüleme, klinik ölçüm
araçlarının eşik değerlerinin hesaplanması,
malzeme değerlendirme ve beceri testleri
gibi farklı alanlarda kullanılmaya devam
etmektedir. Aşağıda, belli bir ölçüm
aracı için Özgüllük, Duyarlılık, Pozitif
Yordayıcı Değer ve Negatif Yordayıcı
Değer parametrelerinin hesaplanması ve
Eşik Değerin belirlenmesinde kullanılan
ROC eğrisinin çizimi aktarılmıştır.
Duyarlılık, Özgünlük, Pozitif Yordayıcı
Değer ve Negatif Yordayıcı Değer
Tanının gerçekteki varlığı gözönünde
bulundurulduğunda, klinik bir ölçüm
aracından elde edilebilecek sonuçlar dört
grupta toplanabilir:
Doğru Pozitif: Test sonucu hasta olarak
belirlenen gerçek hastaların sayısı
Yanlış Pozitif: Test sonucu hasta olarak
belirlenen gerçek normallerin sayısı
Doğru Negatif: Test
sonucu
normal
olarak belirlenen gerçek normallerin
sayısı
Yanlış Negatif: Test
sonucu
normal
olarak belirlenen gerçek hastaların sayısı
Tablo 1: Hastalığın Durumu ve Testin Sonucuna
Bağlı Olasılıklar
Test Pozitif
Test Negatif
Hastalık Var
Doğru Pozitif
Yanlış Negatif
Hastalık Yok
Yanlış Pozitif
Doğru Negatif
Duyarlılık hastalığın gerçekten varolduğu
durumda testin sonucunun pozitif
çıkma olasılığı olarak tanımlanmaktadır.
Duyarlılık
aşağıdaki
formülle
hesaplanmaktadır.
Doğru Pozitif
Duyarlılık =
Doğru Pozitif + Yanlış Negatif
Özgüllük ise hastalığın gerçekten
var olmadığı durumda testin sonucunun negatif çıkma olasılığı olarak
tanımlanmaktadır. Özgünlük aşağıdaki
formülle hesaplanmaktadır.
Doğru Negatif
Özgüllük =
Doğru Negatif + Yanlış Pozitif
Bir testten elde edilen sonuçların yüksek
bir kesinliğe sahip olabilmesi için hem
duyarlılık hemde özgüllük değerlerinin
yüksek olması gerekmektedir. Yanlış
negatif sayısının azaltılması bir testin sahip olduğu Duyarlılığı arttırmaktadır. Bu
durum gerçekten hasta olan bir danışanın
gözden kaçırılma riskini azaltır. Öte yandan, Yanlış Pozitif sayısının azaltılması
testin Özgüllüğünü arttırmaktadır. Yük-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 27
sek özgüllük değeri sağlıklı danışanların
gereksiz bir şekilde tanı almasını engellemektedir. Özellikle tedavi sürecinin yan
etkileri fazla olduğunda yüksek özgüllük
değeri önem kazanmaktadır.
Bir ölçüm aracından elde edilebilecek
puanların oluşturduğu sayı cetveli
üzerinde normal ile hasta arasındaki
ayrımın yapıldığı nokta Eşik Değer
olarak adlandırılmaktadır. Örneğin, Beck
Depresyon Envanterinden (BDE) elde
edilebilecek puanlar 0 ile 63 arasında
değişmektedir. BDE için 21 puan Eşik
Değerdir. 21’in altındaki puanlar normal düzeyde bir sıkıntıyı, 21’in üzerindeki puanlar Klinik anlamda Depresyonu
tanımlamaktadır. Seçilen Eşik değer Yanlış
Pozitif ve Yanlış Negatif sayılarının temel
belirleyicisi olmaktadır. Grafik A’da eşik
değer görece olarak düşük seçilmiştir.
Bu nedenle, testin duyarlılığının yüksek ancak özgüllüğünün düşük olduğu
görülmektedir. Bu durumda yanlış negatif sayısı düşük, yanlış pozitif sayısı ise
yüksek olarak belirlenmektedir. Grafik
B’de eşik değer yükseltilmiş, duyarlılık
düşerken özgüllük artmıştır.
Sonuç
olarak, Yanlış negatif sayısı artatarken,
yanlış pozitif sayısının azaldığı görülmektedir. Duyarlılık ve Özgünlük
arasında gözlenen eş zamanlı ve zıt
yöndeki ilişki, klinik araştırmacıları eşik
değer seçimi konusunda kritik kararlar
almaya zorlamaktadır.
Şekil 1: Yüksek ve Düşük Eşik Değerleri
Özgüllük ve Duyarlılık değerleri bir
ölçüm aracının tanı amaçlı kullanıma ne
ölçüde uygun olduğunu ifade etmektedir.
Ancak, testten elde edilen pozitif sonuca
bakarak hastağın gerçekten var olduğunu
söylemek için Özgüllük ve Duyarlılık
değerlerini bilmek yeterli değildir. Bu
bilgiye Yordayıcı Değerler hesaplanarak
ulaşılmaktadır.
Pozitif Yordayıcı Değer (PYD), hasta olupta testten pozitif sonuç olan kişilerin oranı
olarak tanımlanmaktadır ve aşağıdaki formülle hesaplanmaktadır.
Doğru Pozitif
Pozitif Yordayıcı Değer =
Doğru Pozitif +
Yanlış Pozitif
Negatif Yordayıcı Değer (NYD) ise normal olupta testten negatif sonuç olan
kişilerin oranı olarak tanımlanmaktadır
ve aşağıdaki formülle hesaplanmaktadır.
Doğru Negatif
Negatif Yordayıcı Değer =
Doğru Negatif +
Yanlış Negatif
Yordayıcı Değerlerin, hastalığın görülme
sıklığından (prevelansından)önemli derecede etkilendiği akılda tutulması gereken
önemli bir bilgidir. Belli bir hastalığın
görülme sıklığı, evrendeki hasta sayısının
evreni oluşturan kişi sayısına bölünmesiyle elde edilmektedir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 28
Yukarıda aynı evren içinde görülme sıklığı
düşük ve görülme sıklığı yüksek olan iki
farklı bozukluk için ölçüm araçlarına ait
hesaplamalar kurgulanmıştır.
Örnektede görüldüğü gibi, her iki örneklem için Özgüllük ve Duyarlılık değerleri
aynı olmasına karşın, bozukluğun görülme
sıklığına bağlı olarak yordayıcı değerlerde
anlamlı farklılıklar hesaplanmıştır. Bir
bozukluğun görülme sıklığı azaldıkça
PYD’nin azaldığı ve NYD’in arttığı;
bozukluğun görülme sıklığı arttıkça
PYD’nin arttığı ve NYD’in azaldığı görülmektedir.
Bu durumun uygulama alanında sık rastlanan sonuçlarından biri, uzmanın Pozitif
Yordayıcı Değerini yüksek bir ölçüm aracı
kullandığını var saydığı durumlarda uygulama yaptığı örnek-lemde bozukluğun
görülme sıklığının değişmesi nedeniyle
beklediği kesinliğe ulaşamamasıdır. Bu
nedenle, farklı demografik özelliklere sahip örneklemler için görülme sıklığının
değişebileceği ön görülüyorsa PYD ve
NYD’in yeniden hesaplanması gerekmektedir.
Eşik Değerin Seçimi ve ROC Eğrisi
Yukarıda aktarıldığı gibi bir ölçüm aracına
ait Özğüllük, Duyarlılık, PYD ve NYD
gibi parametrelerin alabileceği değerler
araç için seçilen Eşik Değer tarafından belirlenmektedir. Eşik Değer seçimi sıklıkla
ROC eğrisi kullanılarak yapılmaktadır.
Belirli bir ölçüm aracı için ROC eğrisi,
farklı Eşik Değerlerde gözlenen Duyarlılık
(Doğru Pozitif) ve 1-Özgüllük (Yanlış
Pozitif) değerleri temel alınarak çizilmektedir. Eğri üzerindeki her nokta çeşitli
Eşik Değerlerdeki Duyarlılık ve Özgüllük
çiftlerini temsil etmektedir. Aşağıdaki
örnekte hipotetik bir ölçüm aracı için 3
farklı eşik değer seçilmiş ve ÖzgüllükDuyarlılık çiftleri hesaplanmıştır.
Şekil II’de belirlenen Özgüllük-Duyarlılık
çiftleri temel alınarak çizilen ROC eğrisi
görülmektedir. Eğri üzerinde Diyagonal
eksene en uzak olarak belirlenen noktanın
ED2’ye (Eşik Değer 2) ait olduğu görülmektedir. Bu durumda hipotetik ölçüm
aracı için kullanılabilecek en iyi Eşik
Değer ED2’dir. ROC eğrisini iki ya da
daha fazla testin kesinliğini karşılaştırmak
içinde kullanmak mümkündür. Bu durumda testlerin kesinlik düzeyi diyagonal
eksene göre yerleşimleri temel alınarak
değerlendirilir. ROC eğrisi diyagonal
eksene yaklaştıkça test sonucu elde edilen
tanının kesinliği azalmakta; uzaklaştıkça
test sonuçlarının kesinliği artmaktadır.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 29
Şekil 2: Tek Bir Ölçüm Aracı için ROC Eğrisi
ED1=Eşik Değer 1, ED2=Eşik Değer 2, ED3=Eşik Değer 3
Şekil 3: Üç Farklı Ölçüm Aracı için ROC Eğrileri
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 30
Şekil III incelendiğinde, ölçüm alınan olgu
için en kesin sonuçları sağlayan ölçüm
aracının Test 1 olduğu görülmektedir. Test
2’den elde edilen sonuçlar tanısal ayrım
için orta düzeyde bir kesinlik sunmaktadır.
Test 3’ten elde edilen sonuçlara bakarak
yapılacak tanısal bir ayrımın kesinliği ise
en fazla yazı tura sonucu karar almak kadar güvenilir olacaktır. Aşağıda şu ana
kadar üzerinde aktardığımız kavramlar ve formüller örnek bir soru üzerinde
kullanılmıştır.
Örnek Çalışma
Bir araştırmacı Çizgi Takip Testinde gösterilen performansın Dikkat Dağınıklığı
Hiperaktivite Bozukluğu (ADHD) tanısı
için kullanılabilecek bir ölçüm olduğunu
düşünmektedir. Bu amaç doğrultusunda
50’si normal ve 50’si klinik değerlendirme
sonucu ADHD tanısı almış toplam
100 katılımcıdan oluşan bir örnekleme
Çizgi Takip Testini uygulamış ve süre
puanlarını not etmiştir. Ön analizler iki
grubun testi tamamlama süreleri arasında
anlamlı farklılıklar olduğuna işaret
etmiştir. Araştırmacı elindeki bulgulara
dayanarak, Çizgi Takip Testi için ADHD
grubunu normellerden ayırt edecek bir
Eşik Değer hesaplamak istemektedir. (Bu
araştırma sorusunun ve sayısal değerlerin
tamamı kurgusaldır)
Adım 1
Katılımcılarım süre puanlarının frekans
dağılımı incelenerek farklı Eşik Değerler
belirlenmiştir. Ekonomik davranabilmek
için bu örnek kapsamında seçilen Eşik
Değer sayısı sınırlı tutulmuştur. Daha
sonra seçilen her bir Eşik Değere bağlı
olarak Çizgi Takip Testi sonuçlarının
(Test Pozitif X Test Negatif) Klinik tanın
durumuna göre dağılımı belirlenmiştir.
Adım 2
İzleyen aşamada, Eşik Değerlerin her
biri için Tabloda verilen dağılımlar
kullanılarak Duyarlılık, Özgüllük, Pozi-
tif Yordayıcı Değer ve Negatif Yordayıcı
Değer hesaplamaları yapılmıştır.
Adım 3
Son aşamada, elde edilen Duyarlılık ve
1-Özgüllük değerleri kullanılarak ROC
eğrisi çizilmiştir. Eşik değerlerin eğri üzerindeki yerleşimleri dikkate alındığında
en uygun Eşik Değerin 240 sn olduğu
görülmektedir. Buna göre, katılımcının
ADHD olarak tanımlana bilmesi için
Çizgi Takip Testini tamamlama süresinin
240sn’yi geçmesi gerekmektedir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 31
Adım 1
Test Pozitif
Test Negatif
76sn
HH+
50
49
0
1
198sn
H+
H46
18
4
32
240sn
H+
H42
5
8
45
272sn
H+
H35
1
15
49
1075sn
H+
H1
0
49
50
H+ =ADHD tanısı var, H- =ADHD tanısı yok
Adım 2
Eşik Değer
76 sn
198 sn
240 sn
272 sn
1075 sn
Duyarlılık
1
0.92
0.84
0.70
0
Özgüllük
0
0.64
0.90
0.98
1
1-Özgüllük
1
0.36
0.10
0.02
0
PYD
0.50
0.72
0.89
0.97
1
NYD
1
0.89
0.85
0.76
0.50
Adım 3
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 32
Ölçmekten Korkma, Geç Kalmaktan Kork:
Psikologların Ölçmeye İlişkin Temel Kaygıları
ve Olası Uzlaşma Yolları
N. Ekrem Düzen
Sabancı Üniversitesi
[email protected]
Ölçme, hemen her psikologun adını
duyunca bir an için bile olsa nefesini tutmak zorunda kaldığı kaygı uyandırıcı
bir çalışma alan olmaya devam ediyor.
Özellikle çok deneyimli psikologların, her
yönüyle ölçülmemiş ve geçerliği kapsamlı
şekilde saptanmamış konularda veya
pürüzleri tamamen giderilmiş metodolojiler hakkında hiçbir fikirleri yokmuş gibi
tümüyle sessiz kalmaları sık rastlanan bir
durum. Disiplini hazmetmiş psikologların
kaygıları, bir ölçüye kadar, ölçülü davranma çabasıyla açıklanabilir. Ancak ne kadar takdire değer de olsa bu çaba disiplinden gelmeyen kişilerin ölçüsüzlüğünü
dengelemeye yetmiyor. Başka bir deyişle,
psikologlar konuşma alanlarını adeta
kendileri daraltıyor. Matematik kesinlikle konuşamamak neredeyse anlamlı
hiçbir şey söyleyememekle bir tutuluyor.
Öte yandan meslekten olmayan kişilerin
ölçmeyle ilgili konularda zaman zaman
pervasızlığa varan uygulamaları kayda
değer ölçülere varabiliyor. Hal böyle olunca ciddi ve saygın kuruluşlar basit
kanaat bildirimlerini derleyen anketlerle sonuç alıcı ‘ölçme’ işleri yapmanın
sakıncalarından habersiz kalabiliyor.
Giderek ölçme alanı da psikologlardan
çok teknik anlamda ölçme becerilerini
derlemiş kişilerin ve kuruluşların alanı
haline geliyor.
Bu makasın gittikçe açılmakta olduğu
ise ölçme gerektirmeyecek kadar açık bir
gözlem. İlgili kamuoyu yetkin ölçmecileri
arayıp bulmada ne kadar isteksiz ya da
habersizse, yetkin profesyoneller de ilgili
kamuoyunu aydınlatmada o kadar isteksiz ve habersiz. Sadece bilimsel araştırma
alanında değil, iş ve öğrenim hayatında
da ağırlaşarak artan ölçme ihtiyacı ve talebine karşılık profesyonellerin sundukları
çözümler yetersiz, hatta ilgisiz kalabiliyor.
Psikologlar, ölçmeyle ilgili konularda kamuoyunun ne kadar temelsiz ve yanıltıcı
bilgilerle donanmış olduğu konusunda
neredeyse hemfikir. Bununla birlikte,
ölçme alanında kendi yeterliklerini ne
sıklıkta ölçtüklerini ve güncellediklerini
saptamak pek zor.
Ölçmeyle ilgili profesyonel tedirginliklerle
kamuoyunun kayıtsızlığının kaynaklarını,
ölçmeye ilişkin yaygın yanlış kanılarda
aramak gerekir. Ancak bu yanlış kanıların
sadece talepte bulunan tarafta değil arzda bulunan tarafta da bulunduğunu belirlemeksizin ilerleyemeyiz. Dolayısıyla
bu yazı, daha çok psikologlar cephesindeki yanlış kanıları ele alarak bunlarla nasıl
başa çıkabileceğimize ilişkin ipuçları
araştırmaya çalışacak. Bu araştırmanın,
kamuoyu cephesindeki yanlış kanıların
giderilmesine de ışık tutabileceğini umabiliriz.
Yalnızca ülkemizde değil, dünyada da
psikologlara ilişkin en yaygın iki yanlış
kanı şunlardır:
1. Psikologlar insanın gözüne bakarak
içini okuyabilir.
3. En işe yarar psikolog, elindeki birtakım
testlerle kime ne olduğunu puanıyla
söyleyebilen psikologdur.
Bu yaygın kanıların psikologlar tarafından
bazen gülümsemeyle bazen endişeyle
karşılandığını söyleyebiliriz. Endişeleri
daha ağır basan meslekdaşlarımızın
bu endişeleriyle (ve kendileri kadar
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 33
endişelenmeyen meslekdaşlarının görece rahatlıklarıyla) başa çıkmada başvurdukları stratejilerden biri psikoloji
uygulamalarını daha da kitabına uygun
yapma ve yaptırma çabasıdır. Bu çaba,
uygulamaların genişleme alanlarından
çok sınırlılıklarına, kişilerin yeterliklerinden çok eksikliklerine vurguda bulunur.
Şimdi bu yaygın kanıların disiplinin
kitaplarını birkaç kez hatmederek iyice hazmetmiş psikologlar cephesindeki
izdüşümlerine ölçme penceresinden bakalım:
1. İnsanın gözü, içine dair pek bir şey söylemez, söyler gibi görünse de genellikle
yanıltıcı olur.
2. Elimdeki ölçme araçlarının şaşmaz ve
kusursuz olduğundan emin olmadıkça
konuşmam bilimsellik açısından doğru
olmaz.
Buradaki temkinli bakışa saygı duyulabilir. Ne var ki sınırlılıklardan çok genişleme alanlarıyla ve kişilerin eksikliklerinden çok yeterlikleriyle ilgilenen bir
arz-talep ortamındayız. Ve eski sözlerin izinden giderek arz-talep ortamlarının
boşluk sevmediğini ileri sürebiliriz. Bu
ortamın oluşturucu parçalarından, denge
kurucu taraflarından biri olarak bizim
doldurmadığımız boşlukların başkaları
tarafından doldurulacağını söylemek herhalde gerçekten uzak bir öngörü olmaz.
Bu demek değildir ki boşluk bırakmamak
adına bilimsel ya da metodolojik olarak
meşruiyeti kuşkulu yollara başvurmak
hoş görülebilir. Belirleyici olan, meşruiyet
sınırlarının nerede ve ne şekilde saptandığı ve bu saptamada psikologların ne
derece öncü ve etkin rol oynadıklarıdır.
Mesleğimizin belirleyici olmadığı durumlarda, sözünü ettiğimiz iki kanının
meslekten olmayan ölçmeciler ve onları
muhatap alan ihtiyaç sahipleri tarafındaki
yansımasını aşağı yukarı şu hali alıyor:
1. Göz, ruhun aynasıdır; bazı şeyleri(!) an-
lamak için psikolog olmaya gerek yoktur.
2. Zamanım kıt, param az, yetişmiş
elemanım yok; bu testlere güvenmeyeceksem neye güveneceğim?
Bu iki kanı cümlesi, ilk iki kanı grubuna kıyasla en tehlikeli bakış açısını
oluşturuyor. Çünkü sadece boşlukları
doldurmanın gerekli olduğunu söylemekle kalmıyor, bu boşlukların kendi
koşullarına uyacak şekilde doldurulması
gerektiğini üstelik tehditkar bir edayla telkin ediyor. Burada bir kez daha vurgulamakta yarar var ki boşlukların ne şekilde
dolacağı konusunda kimin söz sahibi olmaya soyunduğu, tam da bilimsellikten
ödün vermek istemeyen samimi ve temkinli profesyonelleri tehdit etmektedir.
Ölçme gibi teknik yönü oldukça ağır basan bir alanda, her donanımın tamamlanmasını beklemek bizi, olan bitene uzaktan
bakma noktasına sürükleyebilir. Böyle
bir noktaya sürüklenmek istemeyen, eldeki olanak ve koşullarda anlamlı işler
yapmaya niyetli psikologların üzerinde
uzlaşabilecekleri kanılar neler olabilir?
Bu kanıları bulmak için belki de ölçmenin
doğasına bir kez daha bakmalıyız.
Ölçme, öncelikle araçlarla yürütülen
bir faaliyet. Bu araçları çoğunlukla biz
psikologlar imal ediyoruz ya da başka disiplinler tarafından imal edilmiş araçları
ödünç alıyoruz. Buna rağmen, bu araçları
kullanırken çoğunlukla bunu unutuyoruz.
Bir kısmımız ölçme araçlarına tuhaf bir
mutlaklık atfederken diğer bir kısmımız
hiç hesaba almayabiliyor. Bu ikisinin
arasında ise beklenenin aksine orta yolu
deneyenler bulunmuyor; bu ara alanda
daha çok ölçme işlerinden uzak durmaya
çalışanlar yer alıyor.
Oysa ölçme araçları da her araç gibi insan
zihninin ve yetilerinin olası kusurlarıyla
maluldür ve her araç gibi sürekli bir
denetleme ve iyileştirme sürecine tabi
tutulmalıdır. Eldeki ölçme araçlarına
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 34
ve bu araçları kullanma biçimlerine sıkı
sıkıya bağlı kalmak yeni olgular tasarlayıp
araştırmayı ketler, üzerinde çalışılmış
olguların bilgisini tekrarlamanın ötesinde
bir açılım sağlamaz. Ölçme araçlarına
hiç başvurmadan pekala çalışma yürütebildiğini düşünen kişilere ise ölçme
işini kendi kişisel örneklemlerinde kendi
zihinlerinin elverdiği işlemlerle zaten
yapmakta olduklarını hatırlatmakta fayda vardır. Çünkü tüm imal edilmiş araçlardan önce, insan zihninin kendisi bir
ölçme aygıtıdır. İlk belirlemeler kadar son
değerlendirmeleri de bu aygıtla yaparız.
İnsan zihni, hiçbir ön sebep olmaksızın
sayar, benzetir, karşılaştırır, hizalar,
sıraya koyar, ayırır, tekrar bir araya getirir ve tüm bunları kaydeder. Bilimsel
anlamda ölçme, tüm bu işlemlerin kişisel
yanlılıklardan ve hatalardan arındırılarak
herkes tarafından gözlenebilir ve tekrarlanabilir hale getirilmesiyle mümkün olur.
Başka bir deyişle, ölçme olmadan bilim olmaz. Dolayısıyla ölçme, ölçme araçlarıyla
yürütülen bir faaliyet olduğu kadar kendi
zihnimizin çalışma biçiminin somut araçlar halinde dışa vurumudur. Bu özellik
göz ardı edilirse ölçme araçları, sonuçları
baştan kabul edilmiş, kerameti kedinden
menkul düzenekler haline gelir. Bu ise
bizi, değerlendirilip tartışılacak bilimsel
sonuçlara değil, izlenip gereği yerine getirilecek bir kurallar manzumesine götürür.
Böyle bir durum, ölçme araçlarının yüzüne
bakmayan profesyonellerin itirazlarına da
bir zemin oluşturur.
Burada ölçme araçlarından ne anlamamız
gerektiğini de bir daha düşünmeliyiz.
Ölçme araçları bir yandan bir bilimsel çalışmayı gerçekleştirmek ya da bir
çalışmayı bilimsel hale getirmek için
başvurduğumuz araçlardır. Bu niteliğiyle
ölçme araçları birer enstrümandır (İng.:
instrument). Öte yandan ise ölçme araçları, kendileriyle iş yapılan birer alettir (İng.:
tool). Başka türlü söyleyecek olursak, bir
ölçme aracı hem kendisi üzerinden çalışma
yapılan (ör: “zeka, zeka testinin ölçtüğü
özelliktir”) hem de doğrudan kendisiyle
iş yapılan bir araçtır (ör: “zeka testleriyle
örneklemimin ZB dağılımını saptayabilirim). Belki de ölçmeyle ilgili aşırı temkinliliklerin ardında ölçme araçlarının bu ikili
doğasının hissedilmesi vardır ve belki de
aşırı kayıtsızlıklar her ikisinden de haberdar olmamanın bir sonucudur.
Dolayısıyla elimizde iki önemli sonuç
var:
1. Ölçme araçları, sürekli olarak
iyileştirmeye açıktır; kusursuz ölçme aracı
en iyi olasılıkla kuramsal olarak mümkündür, uygulamada ise kusursuz araç
arayan araçsız kalacaktır.
2. Ölçme araçları, aynı anda hem metodolojimizin hem uygulamanın parçasıdır; böyle bir görgül döngüden çıkmak
yine ancak başka ölçmelerle (dolayısıyla
başka ölçme araçlarıyla) mümkündür.
Hal böyle olunca ölçme araçları ne bir
mutlaklık edinebilirler ne de bir kenara
bırakılabilirler. Bir kez daha vurgulamak
gerekirse, bu sonuca basitçe “arayı bulma” motivasyonuyla varıyor değiliz. Ölçmenin ikili doğası bizi bu civarda bir yerlere konuşlanmaya zorluyor. Bu uzlaşma
sahası psikologların kendilerine dair
kanaatlerinin yeniden biçimlenmesinde
bir rol oynayabilir mi? Deneyelim:
1. İnsanın gözüne bakarak içini okumak
mümkündür; yeter ki kusursuz okuma
olmadığını unutmayayım.
2. Elimdeki ölçme araçlarının şaşmaz
yanılmaz olmadığını biliyorum; buna
rağmen belirli sınırlar içinde olsa da oldukça anlamlı söyleyebilirim, işlevsel
işler yapabilirim.
Psikologların yaptıkları işleri kendine güvenle yapabiliyor olmaları başka
mesleklere kıyasla bazen daha kritik.
Çünkü bazen elimizde bunun dışında
hiçbir araç bulunmayabiliyor. Öte yandan, bu kadar elzem bir kendine güven
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 35
bataryasını en nesnel olarak besleyebilecek alan ölçme-değerlendirme alanı.
Mesleğimiz mensuplarının bu alana dair
kanılarının olumluya doğru yeniden
dengelenmesi kendilerini daha güvenli
hissetmeleri ve bu güvenle iş yapmaları
yönünde büyük yararlar sağlayacaktır.
Gündem Dışı Konular
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 37
Emanuel Miller Memorial Konferansı 2006:
Bir Müdahale Olarak Evlat Edinme
Fiziksel, Sosyal-Duygusal ve Bilişsel Gelişmede
Ağır Yetişmeye Meta-Analiz Kanıt*
- Özet Çeviri Burcu İnan
ODTÜ, Psikoloji Bölümü
[email protected]
Geçmiş: Kötü muamele uygulayan
ailelerdeki veya ihmal eden yetimhanelerdeki eski deneyimleriyle ya da genetik,
doğum öncesi veya sonrası sorunlarıyla
yaralanmış evlat edinilmiş çocukların
zor çocuklar oldukları söylenir. Yurtiçi
veya uluslararası evlat edinme; fiziksel büyüme, bağlanma güveni, bilişsel
gelişim ve okul başarısı, kendine güven
ve davranış bozukluklarının gelişmesi
bakımından etkili bir müdahale midir?
Yöntem: 230.000’den fazla evlat edinilmiş
ve edinilmemiş çocuğu ve ailelerini içeren
270’den fazla araştırma üzerinde yapılan
meta analizler dizisiyle evlat edinme
yetişme modeli test edilmiştir.
Sonuçlar: Evlat edinilmiş çocukların o
anki yaşıtlarına yetişmesi bazı gelişim
alanlarında (özellikle fiziksel büyüme
ve bağlanma) eksik kalsa da, kurumda
kalan yaşıtları, evlat edinilmiş çocuklardan büyük ölçüde geride kaldı. 12 aydan
önceki evlat edinmeler daha sonraki
evlat edinmelere göre; boy, bağlanma ve
okul başarısı bakımından daha bütün bir
yetişme göstermişlerdir. Milletlerarası
evlat edinmeler, birçok gelişim alanında
yurtiçi evlat edinmeden daha az yetişmeye
yol açmamıştır.
Sonuç: Sonuç olarak evlat edinmenin,
yaşıtlara etkili yetişmeyi sağlayan etkili bir müdahale olduğu görülmüştür.
Başka çözümler mümkün değilse, yurtiçi
veya milletlerarası evlat edinmeler, etik
bağlamda savunulabilir. İnsanlar evlat
edinmeye adapte olmuştur ve evlat edin-
meler, çocuk gelişiminin yoğrulabilirliğini
göstermektedir.
Anahtar kelimeler: Evlat edinme, metaanaliz, gelişimsel etkilenebilirlik, etik,
büyüme, bağlanma, davranış problemleri,
beyin zedelenmesi, kötü beslenme, yatılı
bakım, esneklik, kendine güven.
Evlat edinme; bırakılmış, terk edilmiş
veya yetim kalmış bir çocuğun, kalıcı
ve yasal olarak bir akraba aile (akraba evlat edinme) veya ilişkisiz bir aile
(akraba olmayan evlat edinme) yanına
yerleştirilmesidir. Selman (2005), ülkeler sınırları arasında (uluslararası ve
çoğunlukla da akraba olmayan evlat
edinme) evlat edinilen çocuk sayısının,
2003 yılında en az 40.000 olduğunu ve
bu sayıda 80’lerin sonlarından bu yana
% 100 bir artış olduğunu hesaplamıştır.
Ülkeler içi evlat edinmelerinin sayısını
(yurtiçi evlat edinme) tahmin etmek
zordur.
Sadece
Amerika
Birleşik
Devletleri’nde bir yılda 12.000 çocuk evlat edinilmektedir ve toplam sayıları
yaklaşık 1,5 milyon evlat edinilmiş çocuk
etmektedir. Evlat edinilmiş çocukların
üçte biri ilişkisiz bir ailenin yanına
yerleştirilmektedir, geriye kalanlar ise
akrabalar veya üvey anne baba tarafından
evlat edinilmektedir (Nickman ve ark.,
2005). 2003 yılında diğer ülkelerden
Amerika’ya (çoğunlukla Çin, Rusya, Guatemala ve Güney Kore’den) 21.000 evlat
edinilecek çocuk gelmiştir.
Evlat edinme hakkında genel düşünce
nedense belirsizdir. Çocukların or-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 38
tak eşya gibi (hatta biyolojik anne baba
tarafından yetim kalmadan ya da terk
edilmeden) arz talep kuralları içerisinde
ticaretinin yapıldığı düzensiz bebek kara
borsalarının (Bowlby’nin değindiği, 1951)
varlığı, halkı ve aynı zamanda başlangıç
ve varış ülkelerindeki kural koyucuları
şaşırtmaktadır. Ayrıca, kötü muamele
uygulayan ailelerdeki veya ihmal eden
yetimhanelerdeki eski deneyimleriyle ya
da genetik, doğum öncesi veya sonrası
sorunlarıyla yaralanmış evlat edinilen
çocukların zor çocuklar oldukları söylenir
(Miller, 2005a; 2005b; Verhulst, Althaus ve
Bieman, 1992).
Çocukların yaşam süreçlerinde genetiğin
rolünü vurgulayan ünlü “Nurture
Assumption”in (1998) yazarı Judith Haris,
doğurmuş kadar olduğu annelik uğraşına
rağmen yoldan sapan evlat edindiği
çocuğun annesi olarak üzücü hikayesini
anlatmıştır. Evlat edinilmiş çocukların
akıl sağlığı ve özel ihtiyaç servislerindeki fazla sayısı (Juffer ve van IJzendoorn,
2005; Miller ve ark., 2000; Schechter, 1960;
van IJzendoorn, Juffer ve Poelhuis, 2005);
evlat edinmelerin çoğunun evlat edinen
anne babalar ile okul başarısından ve
kendine güvenden yoksun, çocukluk ve
ergenlikte dışa yansıtma ve içselleştirme
problem davranışları, yetişkinlikte psikiyatrik bozukluklar geliştirecek evlat
edinilenler için memnun edici olmadığı
iddiasını güçlendirmektedir. Oysa evlat
edinilenlerin çoğunun iyi uyum sağladığı
deneysel olarak kanıtlanmıştır (Hjern,
Linblad ve Vinnerljung, 2002; Tieman, van
der Ende ve Verhulst, 2005; 2006; Stams,
Juffer, Rispens ve Hoksbergen, 2000;
Verhulst, Althaus ve Bieman, 1990).
Ama evlat edinme; yabancıların şefkatle
(Boswell, 1988) çaresizlere ve kimsesiz
yetimlere, terk edilmiş sokak çocuklarına
veya bebeklere sıcak ve koruyucu bir
ailede ikinci bir şans verişi olarak da
görülmüştür (Tizard, 1977). Evlat edinme talebi, sadece kısırlıkla değil aynı
zamanda fakir ülkelerdeki yetimlerin
içinde büyüyecekleri içler acısı koşullar
hakkındaki televizyon belgeselleriyle de
artmıştır. Buna bir örnek, kötü donanımlı
ve yetersiz kadrolu yetimhanelerdeki Romanyalı çocukların yaşantıları
hakkındaki haberlerdir. Bu da komünizmin düşüşünden sonra Romanya’dan ve
diğer Kuzey Avrupa ülkelerinden evlat
edinilecek çocuk talebinde aşırı bir artışa
neden olmuştur (Carro, 1994).
Evlat edinilmiş birçok çocuğun (yurtiçi
ve uluslararası), yoksun bir geçmişten
gelmesine ve biyolojik anne babalarını
kaybetmiş veya onlar tarafından terk
edilmiş olmasına rağmen evlat edinildikten sonra yaşıtlarına yetişmeleri, evlat edinen anne babaları (Champnella, 2003;
De Hartog, 1968) ve bilim insanlarını
(Morison, Ames ve Chisholm, 1995;
Rutter ve ark., 1998) şaşırtmaktadır. Evlat edinme, evlat edinilmiş çocukların
yaşamında doğal bir deneyim (Johnson,
2002; Rutter ve ark., 2004; van IJzendoorn
ve Juffer, 2005) ve müdahale ve evlat edinilmeden önceki gerilemelere karşı da
koruyucu bir etmen olarak görülmektedir (Bimmel, Juffer, van IJzendoorn ve
Bakermans-Kranenburg,
2003;
Nickman ve ark., 2005; Stams, Juffer ve van
IJzendoorn, 2002).
Evlat Edinmede
Yaşıtlara Yetişme Modeli
Evlat edinme, evlat edinilen çocukların
gelişiminde bir risk etmeni midir yoksa çare olan bir müdahale midir? Evlat edinilen çocuklar kurumlarda veya
biyolojik ailede bırakılan yaşıtlarıyla
karşılaştırıldıklarında, evlat edinmenin,
çare olabilecek bir müdahale ve koruyucu bir etmen olduğu görülmektedir. Ancak şu anki evlat edinilmemiş, biyolojik anne babalarıyla yetişen yaşıtlarıyla
karşılaştırıldıklarında, evlat edinme bir
risk etmeni olarak düşünülebilir. Burada cevaplanması gereken soru; evlat
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 39
Şekil 1: Evlat Edinmede Yaşıtlara Yetişme Modeli
Doum
Ayrlma
KURUM
Evlat edinme
EVLAT
EDNME
Yetime
FZKSEL BÜYÜME
BA
LANMA
KAVRAMA
Uzun süreli
sonuçlar
KENDNE GÜVEN
DAVRANI PROBLEMLER
edinmenin, evlat edinilmiş çocukların
fiziksel büyüme, bağlanma, bilişsel
gelişim ve okul başarısı, kendine güven
ve davranış problemleri (Howe, 1998)
gibi gelişimsel alanları üzerindeki etkisinin ne olduğudur. Biz, bütün çocuklar için en önemli gelişimsel mücadeleleri ve konuları içeren ‘yaşıtlara yetişme
modeli’ni (bkz. Şekil 1) test etmekteyiz.
Yoksun bir geçmişten evlat edinilen
çocukların ilk yetişme alanı tabii ki fiziksel
büyümedir ve bu da herhangi bir psikolojik gelişmenin temelini oluşturur (Wachs,
2000). İlk birkaç ay veya yıl çocuklardaki
yetersiz beslenme ve ihmal, büyümede
bir bozulmaya neden olmaktadır ve bu da
boyda, kiloda ve baş çevresi ölçümlerinde
belirgindir. Doğumdan sonraki ilk birkaç
yıl, diğer gelişim alanlarından çok beyin
gelişimi açısından hassas bir dönem olabilir ve yetersiz beslenme, gecikmiş fiziksel veya psikolojik gelişmeye göre daha
uzun süreli ve geri dönülemez bir sinirsel
hasara neden olabilir (bkz. Rutter ve ark.,
2004).
Erikinlik
İkinci gelişimsel konu ise temel güvenin
özellikle de biyolojik annelerinden ölüm
nedeniyle veya terk edilmeyle ayrılmış
çocuklardaki gelişimidir (Bowlby, 1973;
1979; Sroufe ve ark., 2005). Evlat edinilen çocukların evlat edinildikleri eve
geldiklerinde, gelişigüzel sıcakkanlılık
(Chisholm, 1998; Chisholm, Carter, Ames
ve Morison, 1995; Tizard ve Rees, 1975) ve
tepkisel bağlanma bozuklukları (Howe,
2003; O’Conner ve ark., 2000) veya genel
olarak karışık ve güvensiz bağlanmalar
(Marcovitch ve ark., 1997; Vorria ve ark.,
2003; Zeanah, Smyke, Koga ve Carlson,
2005) yaşadıkları belirtilmektedir.
Bilişsel gelişim ve okul başarısı, evlat edinilen
çocukların
risk
altında
olduklarının
düşünüldüğü
üçüncü
alanlardır. Yetersiz beslenme ve bozulan
fiziksel büyüme nedeniyle, doğumdan
sonraki biçimlendirici süreçte beyin
gelişimi gecikebilmektedir (Chugani ve
ark., 2001). Dahası, evlat edinilen çocuklar, ilk birkaç yıllarını uyaran bakımından
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 40
eksik ve kişisel olmayan, grup bakımı
veren
çevrelerde
geçirdikleri
için
(Gunnar, Bruce ve Grotevant, 2000;
Johnson,
2000a;
2000b)
bilişsel
gelişimlerinin tehdit altında olduğuna
ya da en azından çokça geciktiğine
inanılmaktadır. Buna ek olarak, temel
güvenin eksikliği ve buna eşlik eden koruyucu bir bakıcıya yakınlık arama ile
çevreyi keşfetme arasında dengeyi kurmadaki eksiklik, daha sınırlı bir bilişsel
gelişime neden olmaktadır (örneğin;
Lansford, Ceballo, Abbey ve Stewart,
2001; McGuinness ve Pallansch, 2000;
Pinderhughes, 1998).
Kendi yeterliliğine güvenmek anlamına
gelen kendine güvenin, güvenli bir
bağlanmanın yani koruyucu olan bir
başkasına güvenin sonucu olduğu
öne sürülmüştür (Ainnsworth, 1989).
Bowlby’nin (1973) ifade ettiği gibi,
bağlanma figürü ve kişinin kendisinin
çalışan içsel mekanizmaları bu açıdan
tamamlayıcıdır.
Kendine
güvenin;
sağlıklı kişilik gelişiminin en önemli
temellerinden biri olduğu (Harter, 1999)
ve kişinin kendi amaçları ne olursa olsun onları gerçekleştirmede gerekli bir
durum olduğu düşünülmektedir (Rawls,
1980). Evlat edinilmiş çocuklarda kendine güvenin ortaya çıkışı net değildir
çünkü bu çocuklar biyolojik anne babaları
tarafından reddedilmişlerdir ve başka bir
milli, kültürel veya etnik çevrede kendilerini yersiz yurtsuz hissetmektedirler
(Juffer, 2006; Leon, 2002).
Evlat edinilmiş çocukların temel güven
ve okul başarısındaki eksiklikleri, sadece
kendilerine güvenlerinde eksikliğe değil,
aynı zamanda onlarda özel bakım ve tedavi gerektiren problem davranışlara da
neden olmaktadır. Bowlby (1944), çocuklukta tekrar eden ayrılmalardan acı çeken
ve herhangi bir sosyal davranışı kontrol
eden empatik duygulardan yoksun 44
genç hırsızdan bahsetmiştir. Duyguları
anlayabilmek, aile deneyimleriyle ve ku-
rumsal grup bakımı ortamlarında daha
az gerçekleşebilen duygular ve ilişkiler
hakkındaki tartışmalara katılabilmekle
ilişkilidir (Dunn ve Hughes, 1998). Yunan
kurumlarındaki çocukların gelişimini inceleyen boylamsal bir araştırmada -Metera
araştırması- bu çocukların evlat edinildikten sonra insanların duygularını anlamada aileleri tarafından büyütülen çocuklara
göre daha az başarılı olduklarını gördük
(Vorria ve ark., baskıda).
Evlat Edinme,
Modern Bir Müdahale Değildir
İnsan türü içinde evlat edinme, kaydı bulunan tarih boyunca var olmuştur. Helenistik eski çağlardan günümüze kadar
anne babalar, örneğin fakirlik, afet veya
sosyal utanç riski nedeniyle çocuklarına
bakmada kendilerini yetersiz hissettiklerinde çocuklarını bırakmaktadırlar.
Seneca, çocuksuz anne babalara veya biyolojik çocuklarından memnun olmayan
anne babalara ve terk edilmiş çocuklara
henüz doğanın vermediği yeni imkanları
sağladığı için evlat edinmeyi “şans veren
derman” olarak adlandırmıştır (Tartışma,
bkz. Bosewll, 1988, s. 115; Thomas, 1996,
s. 230).
Evlat Edinmenin
Yetişme Modeline Kanıt
Gelecek paragraflarda, evlat edinilmiş
çocukların
fiziksel
ve
psikolojik
gelişimlerinin, geride kurumda kalmış
yaşıtlarına veya kardeşlerine ve şu anki
çevresel yaşıtlarına kıyasla yapılmış çeşitli
meta analizlerinin sonuçlarını vereceğiz.
Bu yazıda etki boyutlarını Cohen’in d’si
(evlat edinilmiş grup ile karşılaştırıldıkları
grup ortalamalarının standardize edilmiş
farkı) ile belirttik. Cohen’in (1988) kriterlerine göre d değeri .20’ye kadar küçük
etki, .50’ye kadar orta derecede etki ve .80
ve daha fazlasında ise büyük etki olarak
kabul edilmektedir. Burada yazılan meta
analizlerde pozitif d değeri, kurumda
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 41
veya asıl ailede bırakılan kardeş veya
yaşıtlara kıyasla, evlat edinilen çocukların
avantajlı bir gelişim gösterdiğini belirtmektedir. Negatif d değeri ise, evlat edinilen çocukların şu anki çevresel
yaşıtlarından veya normal karşılaştırma
grubundan daha geride kaldığını göstermektedir. Diğer bir ifadeyle, bu durumda
evlat edinilen grupla karşılaştırma grubu
arasında, karşılaştırma grubunun lehine
bir fark vardır.
Evlat Edinilen Çocukların Fiziksel
Büyümesindeki Şaşırtıcı Yetişme
Hayatının ilk birkaç yılını kurum
bakımında geçiren çocuklar, sıklıkla
fiziksel büyümede geri kalmaktadırlar.
Onlarda boy, kilo ve baş çevresi gibi
fiziksel
büyümenin
merkezindeki
değişkenler, daha şanslı olan ve bir ailede
büyüyen yaşıtlarına göre daha geridedir. Evlat edinme, bu temel gelişim
değişkenleri üzerinde olumlu etkisi olabilecek bir müdahaledir. Yunanistan’da
Atina’daki Metera Bebek Merkezi’nde
gerçekleştirilen bir araştırmada, evlat
edinmeden sonra boy ve kiloda belirgin
bir artış olduğu bulunmuştur (Vorria ve
ark., 2003; baskıda). Metera, 100 bebeğe
doğumundan başlayıp evlat edinecek,
koruyucu veya biyolojik anne babalarının
yanına yerleştirilene kadar ev sahipliği
yapmaktadır. Yeni doğanlar için özel
bir birim vardır ve bunlar daha sonra
beş aylıktan beş yaşa kadar çocukların
bulunduğu evlere alınırlar. Çoğu bebek,
ihmal ve istismar riski altındadır ve kendilerine bakamayacak olan veya bakmak
istemeyen anne babalar tarafından terk
edilmiştir. Metera bebeklerinin günlük
programı oldukça sıkıcıdır: Ortalama 17,5
saati yatakta geçirirler, 3,5 saat oynarlar ve
kalan zamanda da beslenme, alt değişimi
veya banyo vardır.
Metera
araştırması
fevkalade
bir
karşılaştırmalı çalışmadır ve kurumdaki
bebekleri boylamsal olarak gözlemler.
Ayrıca onların gelişimini dört yaşında,
yani evlat edinildikten iki yıl sonra da
incelemektedir. Hayatının ilk iki yılını
Metera’da geçirmiş ve evlat edinilmiş
dört yaşındaki 61 çocuk, yaş ve cinsiyet
bakımından eşleştirildikleri ve kendi anne
babalarının bulunduğu evde büyüyen 39
çocukla karşılaştırılmıştır. O sırada evlat
edinilen çocukların ortalama kilosu 17,9
kg’dır ve karşılaştırma grubunun ortalama kilosu 18,4 kg’dır. Evlat edinilen
çocuklar için ortalama boy 106 cm iken,
karşılaştırma grubu için 105,1 cm’dir.
Bu farklar istatistiksel olarak anlamlı
değildir ve etki boyutu d = -.20’dir. Ancak bir yaşındayken Metera bebeklerinin
kilosu, karşılaştırma grubundan belirgin
bir şekilde farklılaşmıştır ve etki boyutu
d = -1.19 olmuştur. Metera bebekleri
aslında evlat edinmeden önce büyümede
geriydiler.
Öncelikle kurum bakımının büyüme
üzerinde belirgin bir negatif etkisi vardır
ve bu da boy gelişiminde açıkça görülebilmektedir. Boy ve yetimhanede kalma
süresi arasındaki ilişkide d = -1.71’lik bir
etki boyutu bulduk: Yetimhanede daha
uzun süre kalmak büyümede daha fazla
gecikmeye neden olmaktadır.
Bağlanmada Yetişme
Metera çalışmasında, evlat edinildikten iki yıl sonra evlat edinilen çocuklar ile karşılaştırma grubundaki çocuklar, bağlanma güvenini ölçmek için
evlerinde Bağlanma Q Yöntemi’ni kullanarak gözlenmiştir (Vaughn ve Waters,
1990). Metera çalışması, bağlanma güvenini boylamsal olarak hem evlat edinmeden önce kurumdaki bakıcıyla hem
de evlat edinmeden sonra evlat edinen
anne babalarla ölçüp, ailesinde yetiştirilen
yaşıtlarıyla karşılaştıran ilk çalışmaydı.
Tahmin edildiği gibi, 12 aylıkken Metera
bebekleri kurumdaki bakıcılarına karşı,
karşılaştırma grubuna göre anlamlı düzeyde daha fazla güvensiz bağlanma ve özel-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 42
likle de karışık bağlanma göstermişlerdir.
Evlat edinildiklerinde ise Metera çocukları
için bağlanma nesnesi değişmektedir
ve bağlanmanın devamlılığı, erken
çocukluklarındaki bağlanma beklentilerinin içselleştirilmesine ve genellenmesine bağlıdır. Ancak evlat edinilmiş
Metera çocuklarının bağlanma güvenindeki yetişmeleri, fiziksel büyümedeki yetişmelerinden daha az etkilidir;
neredeyse hiç yoktur.
Dört yüzden fazla evlat edinilmiş çocukla yürütülen on çalışmada, bağlanma
güvenleri Yabancı Durum Süreci (Strange
Situation
Procedure)
kullanılarak
değerlendirilmiştir (Van den Dries ve
ark., hazırlanmakta). Evlat edinilmiş
çocukların % 47’sinin güvenli bağlanma
gösterdiğini ve % 53’ünün ise güvensiz
bağlandığı ortaya konmuştur. Normal, evlat edinilmemiş örneklemde ise çocukların
% 67’si güvenli bağlılık geliştirmiştir (van
IJzendoorn ve ark., 1992).
Peki, evlat edinilmiş çocukların, halen kurum bakımında evlat edinilmeyi bekleyen
çocuklara göre bağlanma davranışlarının
niteliği nedir? Evlat edinme öncesi
çalışmalarının yetersiz örneklem sayısına
rağmen (sadece iki çalışma, Metera
ve Romanya örnekleri), evlat edinilen
çocukların yetişmesi daha belirgindir:
Kuruluşlardaki çocuklardan çok daha az
düzensiz bağlanma gösterirler ve güvenli
bağlanmadaki yüzdeleri kurumlardaki
çocukların iki katıdır.
Erken evlat edinilen (12 aydan önce) ve geç
evlat edinilen çocuklar arasında yetişmede
anlamlı bir fark bulunmuştur. Erken evlat
edinilen çocuklar bağlanma güveninde
yaşıtlarına tamamen yetişirken, geç evlat
edinilen çocuklar yaşıtlarından belirgin
ölçüde geride kalmaktadırlar (Van den
Dries ve ark., hazırlanmakta). Benzer
olarak, bağlanma düzensizliğini ölçen
çalışmalarda da erken ve geç evlat edinilen çocuklar arasında anlamlı bir farklılık
vardır. Geç evlat edinilen çocuklar daha
sıklıkla düzensiz bağlanma göstermiştir.
Yurtiçi ve milletlerarası evlat edinmeler
arasında anlamlı bir fark yoktur (Van den
Dries ve ark., hazırlanmakta).
Bilişsel Gelişim: Yetişme ve Dekalaj
Dennis, 1973 yılında şu soruya yanıt arayan bir öncü çalışma yürütmüştür: “Evlat edinilmiş çocukların bilişsel gelişimi,
kuruluşlarda kalan evlat edinilmemiş
yaşıtlarına göre, iyi bir aile tarafından
evlat edinilmekten fayda görür mü?”
Dennis (1973), doğumdan hemen sonra
terk edilmiş ve Lübnan’da Fransız rahibelerin kurduğu bir yetimhane olan
Kreş’te yetişmiş çocuklarla çalışmıştır.
Kreş, az miktarda kişisel bakım ve
iletişimin olduğu geleneksel bir kurumdur. Çocukların bakımı hijyen gereklerine
uymaktadır ancak kişisel değildir. Dennis, eskiden Kreş’te olan ve çoğunluğu
(85) üçüncü yaş doğum günleri civarında
aileler tarafından evlat edinilen 136
çocuğa ulaşmıştır. On birinci doğum günleri civarında da 136 eski Kreş’li çocuğa
zeka testi uygulanmıştır. Sonuçlar dikkate
değerdir. Evlat edinilmemiş kurumlardaki çocuklarda zeka geriliği saptanırken,
evlat edinilmiş çocukların ortalama
IQ’ları, normal gelişen çocukların olması
gerektiği aralıktadır (van Ijzerdoorn ve
Juffer, 2005).
253 katılımcının bulunduğu altı araştırma
sonucunda, evlat edinilmiş çocukların, kurumda kalmış kardeşlerini veya yaşıtlarını
geçtikleri görülmüştür (büyük bir etki
boyutuyla d = 1.17). Okul başarısında da,
evlat edinilmiş çocuklar kurumda kalmış
kardeşlerini veya yaşıtlarını geçmişlerdir.
Evlat edinilmiş çocuklar, evlat edinmeyle
beraber gelen sağlıklı ortam değişiminden
ve eğitim açısından daha fazla uyarıcı
olan bir aile tarafından büyütülmekten
yararlanmıştır (van IJzerdoorn ve Juffer,
2005; van IJzerdoorn, Juffer ve Poelhuis,
2005).
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 43
Anlamlı bir fark olmamasına ya da olsa
da etki boyutunun küçük olmasına
rağmen, evlat edinilmiş çocuklar, evlat edinilmemiş o anki kardeş veya
yaşıtlarından
IQ
açısından,
okul
başarısında ve dil yetenekleri açısından
daha geridedirler. En büyük etki, evlat
edinilmemiş çocuklarla çevrelerinde bulunan yaşıtlarının öğrenme sorunlarının
karşılaştırıldığı sekiz araştırma dizisinde
(13.000den fazla çocukla) bulunmuştur
(d = -.55). Öğrenme sorunlarıyla başa
çıkmaya çalışan evlat edinilmiş çocuk
oranı, evlat edinilmemiş normal çocuklardan anlamlı ölçüde fazladır. Özel eğitime
gönderilmelerde; evlat edinilmiş çocuklarda (% 12.8), evlat edinilmemiş normal
karşılaştırma çocuklarından (% 5.5) iki
kat fazla artış olduğu bulunmuştur. Okul
başarısı konusunda yaşıtlara yetişme,
geç evlat edinilen çocuklarda (12 aydan
sonra) tam olmamasına rağmen, IQ konusunda yetişmede evlat edinme yaşı
bir fark yaratmamaktadır. Hepsi bir
arada düşünüldüğünde, evlat edinme
deneyiminin evlat edinilmiş çocuğun
bilişsel gelişimi üzerindeki olumlu etkisi
belirgin olarak görülmektedir.
Evlat Edinilmiş Çocukların
Kendine Güveni
Kendine
güven,
kişinin
kendisi
hakkındaki değeri veya kıymeti ile ilgilidir. Cicchetti ve Rogosch (1994), geniş
bir yazın taramasıyla, kötü davranılmış
çocukların kendine güvenlerinin düşük
olduğunu ve öğretmenleriyle anneleri
tarafından kendine güven açısından
(kötü davranılmamış çocuklara göre)
düşük bulunma olasılıklarının daha
fazla
olduğunu
belirtmişlerdir
(Egeland, Sroufe ve Erickson, 1983; Kim ve
Cicchetti, 2004; Toth ve ark., 1997).
Sağlıklı gelişim sürecinde çocuğun kendini değerli görmesi; çocuğa kendine temel
güveni verecek, aynı zamanda da ihtiyaç duyduğunda onu koruyacak duyarlı
bir anne babalıkla mümkündür. Evlat
edinilmiş çocuklar, evlat edinilmeden
önce kişisel olmayan grup bakımı ve hatta
uygun olmayan bakım almış olabilirler ve
asıl soru, evlat edinen anne babanın bu
çocukta tek ve değerli olma duygularını
uyarıp uyaramayacağıdır. Ancak yapılan
çalışmalarda, evlat edinilen çocuklarla evlat edinilmeyen normal çocuklar arasında
kendine güven açısından anlamlı bir fark
bulunmamıştır.
Evlat Edinilen Çocuklar
Ne Kadar Uyumludur?
Evlat edinmenin çoğu zaman evlat
edinilmiş çocuklar için daha iyi medikal, fiziksel, eğitimsel ve psikolojik imkanlar yaratmasına rağmen (Palacios ve
Sanches, 1996; van IJzerdoorn ve Juffer,
2005), bazı araştırmalar, evlat edinilmiş
çocuklarda daha fazla içselleştirme ve
yansıtma davranış problemleri olduğunu
ve akıl sağlığı nüfusunda fazlasıyla yer
aldıklarını bulmuşlardır (örneğin; Juffer,
2006; Juffer, Stams, ve van IJzerdoorn,
2004).
Bir meta analiz serisinde (Juffer ve van
IJzerdoorn, 2005), 2.5000’den fazla evlat edinilmiş çocuk ve 80.000’den fazla
evlat edinilmemiş normal karşılaştırma
grubuyla
yapılan
bütün
davranış
problemlerini içeren 101 araştırmada,
64 yansıtma problemi çalışması, 64
içselleştirme
problemi
araştırması
yapılmıştır. Ayrıca akıl sağlığına gönderim hakkındaki 36 araştırma, 5000 evlat edinilmiş çocuk ve 75.000’den fazla
karşılaştırma çocukla yürütülmüştür. Bu
geniş araştırma dizisinde, evlat edinilmiş
çocuklarla edinilmemiş çocuklar arasında
sadece küçük bir fark bulunmuştur. Evlat edinilmemiş çocuklara kıyasla evlat edinilmiş çocuklar, daha fazla genel
davranış sorunu, yansıtma davranışı sorunu ve içselleştirme davranışı sorunu
göstermişlerdir. Ancak etki boyutları
küçüktür. Tek önemli fark, evlat edinilmiş
çocukların psikiyatri servislerine yön-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 44
lendirilme sayılarının daha fazla oluşudur
ve bu sonuç, öğrenme sorunu yaşayıp özel
eğitime ihtiyaç duyan çocukların sayısının
fazla olması durumuyla benzerlik göstermektedir.
daha düşüktür (Warren, 1992) ve ikinci
olarak da, yüksek gönderilme oranları
aslında evlat edinilmiş çocuklardaki daha
ciddi davranışsal ve bilişsel sorunları önlemektedir.
Özet olarak, evlat edinilmiş ve edinilmemiş
çocukların davranış sorunları arasındaki
farkın etki boyutu önemli ölçüde küçüktür:
(uluslararası) evlat edinilmiş çocukların
çoğunun uyumu iyidir. Genel düşüncenin
aksine, uluslararası evlat edinilmiş çocuklar, yurtiçinde evlat edinilmiş çocuklardan daha az davranış sorunu göstermekte ve psikiyatri servislerine daha az
yönlendirilmektedirler.
Evlat Edinme Üçgeninin Etiği:
Evlat Edinme Bir Yara Bandı mıdır
Yoksa Haklı Bir Müdahale midir?
Evlat Edinme Başarılı
Bir Müdahale midir?
Sosyal bir müdahale olan evlat edinmenin etkililiği; evlat edinilen
çocukların kuruluşlarda kalan çocuklarla
büyüme, bağlanma ve bilişsel yönden
karşılaştırmalarından kolayca görülmektedir. Yetişme, özellikle de fiziksel
büyüme alanına yetişme önemli ölçüdedir. Ayrıca, evlat edinilmiş çocuklar, kurumlarda kalan çocuklara göre daha fazla
güvenli bağlanma ve daha az bağlanma
bozukluğu gösterirler ve IQ puanları çok
daha yüksektir. Ancak evlat edinilmiş
çocuklar,
çevrelerindeki
yaşıtlarının
gerisinden gelmekte ve bazı durumlarda
onlara yetişmeleri tamamlanamamaktadır.
Yaşıtlarından boy, kilo ve baş çevresi
bakımından biraz geridedirler ve daha
fazla güvensiz ve düzensiz bağlanma
yaşarlar.
IQ bakımından yetişmeleri neredeyse
tamdır ve kendilerine güven ve genel
davranış sorunları açısından yaşıtlarından
çok farklı değillerdir. Evlat edinilmiş
çocuklarda akıl sağlığına gönderilme
oranındaki yüksekliği açıklayan iki alternatif görüşten de söz etmek gerekmektedir. İlk olarak, evlat edinmiş anne
babaların destek ve öneri alma eşikleri
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, evlat edinmenin evlat edinilen çocuğa yararı çok
belirgindir fakat biyolojik anne babalara
getirdiği duygusal bedelin ne olduğu çok
açık değildir. Howe ve Feast’e (2001) göre,
hem evlat edinilen çocuk hem de biyolojik anne baba için aralarındaki biyolojik
bağ, evlat edinilmiş çocuk erişkinliğe
erdiğinde bile devam etmektedir. Evlat edinme; zengin ve güçlünün, fakir ve
güçsüzün sahip olduğu tek varlık olan
çocuklarını ellerinden alması olarak
tanımlandığı ve insan sömürüsünün son
şekli olarak görüldüğü bazı tartışmalara
konu olmuştur.
“Evlat edinmenin kara borsası” vardır ve
bazı yerlerde de var olmaya devam edecektir. Bu da medyada ve halk arasında
endişelere neden olmaktadır. Çocuklar,
arz az talep çok olduğunda, karşılığında
ücret istenen ekonomik bir eşya ile denk
tutulamazlar (Palmer, 1986; Medoff,
1993). Evlat edinme öncelikle ve en önemlisi etik bir konudur ve asıl soru, birçok
anne babanın çocuklarına bakamadığı,
bakmak istemediği veya girişimlerinde
engellendiği bir dünyada, hem çocuğun
hem de biyolojik anne babanın haklarının
nasıl korunacağıdır. Evlat edinmeleri
yetimlerin ve terk edilmiş veya bırakılmış
çocukların evlat edinilmesi olarak iki gruba ayırdığımızda; evlat edinme, çocuğun
anne babasının ölümüyle kaybettiği
evi, güvenli bir aile hayatını ve şeklini
sağlaması bakımından etik bir sorgulamaya gerek duymadan haklı çıkarılabilir.
Ayrıca eğer mümkünse, evlat edinmenin
çoğu zaman akrabalar tarafından yapılması
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 45
tercih edilmelidir. İnsanlar evrimsel
açıdan, genetik olarak ilişkili oldukları
çocuğa bakmaya daha yatkındırlar
(Hamilton, 1964; Hrdy, 1999). Eğer güvenli bir aile hayatı için akraba olmayan evlat
e-dinme tek yolsa, evlat edinme yine haklı
çıkarılabilir. Çünkü bütün çocukların
hakkı olan temel ihtiyaçlarını garantiler (Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları
Kongresi, 1989). Ancak çocuk, onun temel
ihtiyaçlarını karşılayamayan, temel koruma ve güvenliğini sağlayamayan anne
babalar tarafından bırakılınca veya terk
edilince, etik çıkmaz oluşur. Bu durumda
da, en azından üç tarafı bulunan -biyolojik anne baba, evlat edinilmiş çocuk ve
evlat edinen anne baba- “evlat edinme
üçgeni” ortaya çıkar (Sorosky, Baran ve
Pannor, 1978). O zaman da soru, bu
üç tarafın geçerli haklarının nasıl
korunabileceğidir. Yine, tercih edilecek evlat edinme, akrabalar tarafından
olmalı (yurtiçi) ve bu mümkün değilse
de bir sonraki seçenek akraba olmayanlar
tarafından evlat edinme olmalıdır. Ancak
buradaki önemli etik sorun, çocukların
haklarıyla biyolojik anne babaların ve
evlat edinen anne babaların haklarının
nasıl dengeleneceğidir ki evlat edinilen
çocuğun yaşam koşulları, kötü koşullarda
kalan kardeş veya yaşıtlarından anlamlı
ölçüde daha iyi olsun.
Bunun için, Rawls’un (1980) geliştirdiği
hakkaniyet kuramı ve etik çıkmazlara
uygun çözüm olabilecek yöntemleri
uygulanmaktadır. Bu nedenle de, gerçek hayatta evlat edinme üçgeninin
hangi
kısmını
tamamlayacağımızı
bilmediğimiz koşulda seçimimizin ne
olacağını düşünmeye çalışmaktayız.
Rawls bu durumda, kural koyucuların
“Bütün temel sosyal şeylerin -özgürlük
ve imkanlar, gelir ve zenginlik ve kendine
saygının temelleri- eşit olarak değil de en
az avantajlı durumdakinin lehine olacak
biçimde dağıtılması kuralını kullanmaları
gerektiğini savunmaktadır. Birinin kendine güvenebilmesinin ya da ne olursa
olsun amaçlarını gerçekleştirebilmesinin
temeli, güvenli bir aile hayatı ve anne
babanın koşulsuz sevgisidir (Rawls,
1980, s. 463-464). Özellikle de en güçsüz
kısmın hakları ve yaşam şansları dikkate
alınmalıdır. Karar verecek hiçbir kişi,
anne babasının terk ettiği veya bıraktığı,
kötü davranılan veya ihmal edilen bir
çocuğun evlat edinilme hakkını engellemek istemeyecektir. Biyolojik anne baba
bile, en zarar görebilecek kişinin terk
edilmiş çocuk olduğunda hemfikir olur
ve çocuğun güvenli ve devamlı bir aile
ortamında büyüme hakkını kabul eder.
Sonuçlar
Aile yanında veya kuruluşlarda ihmal
ve istismara uğrayan evlat edinilmiş
çocukların, zor çocuklar oldukları söylenir. Kurum ortamında kalınan süre ile
fiziksel gelişimdeki gerilik arasında
doğrusal bir ilişki bulduk ve bu ilişki,
yetimhanelerden gelen çocukların evlat
edinilmeden önceki dönemden olumsuz
bir biçimde etkilendiklerini göstermektedir. Ayrıca, yurtiçi ve uluslararası evlat
edinmelerin; fiziksel büyüme, güvenli
bağlanma, bilişsel gelişim ve okul başarısı,
kendine güven ve davranış sorunları gibi
gelişimsel özelliklerde etkili bir müdahale
olduğu da ortaya konmuştur. Binlerce
çocuk ve onların anne babalarıyla yapılan
yüzlerce evlat edinme çalışmasına dayanan bu sonucun meta analitik önemi
çok büyüktür. Özellikle fiziksel büyüme
ve bağlanma gibi gelişimsel konularda
yaşıtlara yetişmenin evlat edinilen çocuklarda
tamamlanamamasına
rağmen,
geride kurumda kalan yaşıtlarını büyük
ölçüde geçmişlerdir. Bir (1) yaş civarında
en önemli gelişimsel olay koruyucu bir
erişkine temel güven geliştirmek olduğu
için, 12 aydan sonra evlat edinmenin -yani
geç evlat edinmenin- daha fazla güvensiz
bağlanmaya yol açtığını ileri sürmekteyiz
(Bowlby, 1969; Sroufe ve ark., 2005). Geç
evlat edinilen çocuklar, temel güven ya da
güvenli bir ilişkiyi deneyimleme şansını
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 46
bulamazlar ve bu erken olumsuz deneyimlerini, evlat edinen anne babalarıyla
kuracakları yeni bağlanmalarına da
taşıyabilmektedirler. Bağlanma ve geriye
çekme terapileri bu anne baba ve çocuklara yardım etmek için kullanılmaktadır;
fakat bu terapilerin başarılı oldukları
hiçbir zaman kanıtlanamamıştır ve
hatta zararlı bile olabilirler (Chaffin ve
ark., 2006; O’Connor ve Zeanah, 2003;
Steele, 2003). Tam tersine, daha kısa fakat davranış merkezli bağlanma müdahalelerinin; evlat edinen anne babaları
karmaşık konulara hazırlamada ve evlat edindikleri çocuklarıyla güvenli
bir ilişki kurma çabalarında desteklemede etkili olduğu belirtilmiştir
(Bakermans-Kranenburg, van IJzerdoorn
ve Juffer, 2003; Juffer ve ark., 2005; Juffer,
Bakermans-Kranenburg, van IJzerdoorn,
baskıda; Stein ve ark., 2006; ayrıca antisosyal çocukları olan ailelere benzer
yaklaşım için bakınız Scott, 2005; Scott ve
ark., 2001).
Evlat edinmenin, şaşırtıcı bir yetişmeye
olanak sağlayan etkileyici bir müdahale
olduğunu söyleyerek noktalamaktayız.
Evlat edinme, gelişimin etkilenebilirliğini
ve erken yaşlardaki çok kötü durumlardan iyiye çıkabilme ihtimalini gözler
önüne serer. Ancak aynı zamanda da,
özellikle gelişen ülkelerde, fakir ailelerin
yaşam şartlarının desteklenerek mümkün
olduğunca aza indirilmesi de gereken bir
müdahaledir.
* van IJzendoorn, M. H. ve Juffer F. (2006).
The Emanuel Miller Memorial Lecture
2006: Adoption as intervention. Metaanalytic evidence for massive catch-up
and plasticity in physical, socio-emotional,
and cognitive development. Journal of
Child Psychology and Psychiatry, 47 (12),
1228–1245.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 47
Genç Satranç Oyuncularının Kişilik Profilleri*
- Özet Çeviri Melike Korkmaz ve Burcu İnan
ODTÜ, Psikoloji Bölümü
[email protected], [email protected]
Özet Çeviri
Giriş
Satranç oyunu, daha önce birçok psikolojik araştırmaya konu olmuştur fakat
bu araştırmaların katılımcıları genellikle yetişkinler olarak belirlenmiştir. Bu
makale, satrançla ilgilenen çocukların
kişilik özelliklerini araştıran öncü bir
araştırma hakkındadır. Makale, önemli
teşkil eden bir konuya farklı bir açıdan
yaklaşması bakımından yazarların da izni
alınarak Türkçeye özet olarak tercüme
edilmiştir.
Satranç oyunu psikolojik araştırmalarda
sıkça kullanılmaktadır. Hatta satrancın
bilişsel psikolojide, Drosophila’nin genetik biliminde oynadığı gibi bir rol
oynadığı iddia edilmektedir. (Simon ve
Chase, 1973). Satrancın psikolojideki göze
çarpan yeri düşünüldüğünde, bu etkinliği
yapan insanların kişilikleri hakkında çok
az bilgiye sahip olmamız şaşırtıcıdır.
Daha şaşırtıcı olanı ise satrancı hobi edinen çocukların kişilik özellikleri hakkında
neredeyse hiçbir şey bilmeyişimizdir. Bu
araştırmayla, satranç oynayan ve oynamayan çocukların kişilik profillerini Büyük
Beşli modeliyle ölçüp bildirerek bu açığı
kapatmaya çalışmaktayız. Ayrıca kişilik
özelliklerinin kız ve erkek çocukların satranca farklı ilgileri ve satranç becerileri
üzerine etkisini de araştırmaktayız.
Özet
Satranç, psikolojik araştırmalarda göze
çarpan bir oyun olmasına rağmen, satranç oynayan insanlar, özellikle de
satrancı hobi edinen çocuklar, hakkında
çok az bilgiye sahibiz. Bu çalışma, satranç
oynayan 219 çocuğun ve onların satranç
oynamayan 50 yaşıtının Büyük Beşli
modeli (BFQ-C; Barbaranelli, Caprara,
Rabasca ve Pastorelli, 2003) ile ölçülmüş
kişilik profillerini sunmaktadır. Akıl/
açıklık ve Enerji/dışadönüklük puanları
yüksek olan çocukların satranç oynaması
daha muhtemelken satrancın, Uyumluluk puanı yüksek olan çocukları çekme
olasılığı en azdır. Uyumluluk puanı yüksek olan erkek çocukların satranç oynama
olasılığı bu puanı düşük olan erkek çocuklara oranla daha azdır. Büyük Beşli etmenlerinden hiçbiri kişinin bildirdiği beceri
düzeyiyle ilgili olmadığı halde, 25 seçkin
oyuncunun oluşturduğu alt-örneklem
grubunun Akıl/açıklık puanları daha az
iyi satranç oyuncusu olan yaşıtlarından
önemli şekilde fazlaydı.
Bir satranç oyununun birkaç saat alması
olağandışı değildir. Bu süre içerisinde
iki oyuncu yalnızdır, bilgileri ve irade
güçleriyle birbirlerine karşı savaşırlar. Bu
durumda Kelly’nin (1985) Myers-Briggs
Tip Göstergesi’ni kullanarak satranç
oyuncularının genel nüfusa göre daha
fazla içedönük ve sezgisel olduklarını
bulması şaşırtıcı değildir. Ayrıca, iyi
oyuncular daha az iyi oyunculardan daha
fazla sezgisel olmaya da eğilimlidirler.
Satranç, kişinin kendi planlarına odaklanmasının yanı sıra karşı tarafın niyetlerini de hesaba katması gereken bir
oyundur. Ayrıca satranç, sadece küçük
bir hatanın önceki uzun saatlerdeki çabayı
harap edebildiği bir oyundur. Bu yüzden
oyuncular, oynamayanlara göre daha şüpheci ve düzenli olmalıdırlar. Bu, Avni,
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 48
Kipper ve Fox’un (1987) gösterdiğinin
aynısıdır -satranç oyuncuları Minnesota
Çoklu Kişilik Envanteri’nde düzenlilik ve
göreneklere uymayan düşünce ölçeklerinde satranç oynamayanlardan daha fazla puan almışlardır. Ek olarak, oynanan
oyun sayısıyla ölçülerek daha rekabetçi
olduğu bulunan oyuncuların satranç oynamayanlara göre daha şüpheci oldukları
bulunmuştur.
Satrancın rekabetçi yönü araştırmacıların
dikkatinden kaçmamıştır. Mazur, Booth
ve Dabbs (1992), çoğunlukla saldırganlıkla
ilgili
olan
erkeklik
hormonunun
(Mazur ve Booth, 1998) kazananlarda
kaybedenlerden daha fazla olduğunu ve
bazı oyuncularda oyundan hemen önce
arttığını bulmuşlardır. Benzer olarak
Joireman, Fick ve Anderson (2002), heyecan arayışının satrancı denemiş ve hiç satranç oynamamış üniversite öğrencilerini
birbirinden ayırdığını ve oynama sıklığını
yordadığını bulmuşlardır.
Satranç oynayan erkek sayısının kadınlardan daha fazla olması muhtemelen
kişilik etmenlerine bağlı olan yaygın bir
gözlemdir. Uluslararası Satranç Federasyonu (FIDE) tarafından değerlendirilecek
kadar iyi olan her kadına karşılık 14
erkek vardır. (Howard, 2005). Erkeklerin
kadınlardan daha iyi satranç oynamasının
olası birkaç nedeni olmasıyla beraber
(Charness, 1996; Howard, 2005), neden
daha fazla erkeğin satranç oynadığına çok
az gerekçe bulunmuştur. Zeka, motivasyon ve egzersiz gibi etmenlerin insanların
satrançta ne kadar iyi olacaklarını etkilemesiyle birlikte, bu kişilik etmenlerinin
insanların hobi tercihlerini de etkilemesi
akla yatkın görünmektedir (Avni ve ark.,
1987). Satranç oynayan insanlar hakkında
sahip olduğumuz bu kısıtlı açıklama da
yetişkin örneklemlerden edinilmiştir. Bu
araştırmada biz satranç oynayan ve oynamayan ilkokul çocuklarının kişilik profillerini popüler Büyük Beşli (BF) modeliyle (Costa ve McCrae, 1988) araştırdık.
Enerji/dışadönüklük, Uyumluluk, Vicdanlı olma, Duygusal dengesizlik ve
Akıl/açıklık özelliklerini ölçen Çocuklar için Büyük Beşli Anketini (BBA-Ç;
Barbaranelli ve ark., 2003) sekiz ve on
bir yaşları arasındaki ilkokul çocuklarına
uyguladık. Temel amacımız satranca
başlamayı düşünen çocukların kişilik
özelliklerinin neler olduğunu ve kişilik
etmenlerinin güçlü ve zayıf oyuncuları
ayırıp ayıramayacağını ortaya çıkarmaktır. Ayrıca kişilik etmenlerinin, kız ve
erkek katılım oranları arasındaki büyük
farka ışık tutup tutamayacağını da görmek
istedik. Yetişkinlerle yapılan önceki
araştırmalara dayanarak (Avnive ark.,
1987; Joireman ve ark., 2002; Kelly, 1985)
satranç oynayan çocukların satranç oynamayan çocuklara göre Vicdanlı olmada
daha yüksek ama Enerji/dışadönüklükte
daha düşük puan alacaklarını varsaydık.
Satrancın çoğu zaman zihinsel bir çaba
olarak algılanmasıyla ayrıca Akıl/
açıklık özelliğinin satranca başlayan ve
başlamayan çocuklar arasında farklı
olacağını da varsaydık. Aynı kişilik etmenlerinin güçlü ve zayıf satranç oyuncularını da ayırması beklenebilir.
Kadınlar Duygusal dengesizlik ve Uyumluluk özelliklerinden yüksek puan
aldıkları için (Costa, Terracciano ve McCrae, 2001; Goodwin ve Gotlib, 2004;
Rubinstein, 2005) iki etmen daha
önce satranç becerisiyle ilgili olarak
gösterilmemiştir, bu etmenlerin satranç
becerisindeki cinsiyet farklılıklarıyla nasıl
ilgili olduğunu gösteren belirgin tahminlere ulaşmak zordur. Öte yandan satrancın, Uyumluluk özelliğinde daha yüksek
olan çocukları daha az sarabileceği rekabetçi bir yönü de vardır (Mazur ve ark,
1992) ve Uyumluluk, satranca hobi olarak
başlayan kız ve erkeklerin sayılarındaki
farklılığa da ipucu oluşturabilir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 49
Yöntem
Katılımcılar
Çalışmaya Britanya Oxfordshire’daki
dört okuldan ilkokul çağındaki 269 çocuk
(Ort. = 10.1, S = 1.2) katılmıştır. Katılımcıların üçte ikisi erkektir; sekiz yaşında
45, dokuz yaşında 61, on yaşında 70 ve on
bir yaşında 93 katılımcı vardır. Tüm okullarda haftada en az bir defa satranç klübü
toplantıları yapılmaktadır ve tüm okullar
aktif olarak bölgesel ilkokul yarışmalarına
katılmaktadır. Tüm çocuklar, satranç faaliyetlerinde yer alma şansına sahiptir.
edilmiştir (en yüksek puan 39). Anketin
başında, BBA-Ç’ ye ek olarak, satranç
oyunuyla ilgili iki soru sorulmuştur. İlk
soru, çocuğun nasıl satranç oynandığını
(kuralları bilmek) bilip bilmediğini
sorarken ikinci soru, çocuğun yaşıtlarına
kıyasla satrançta ne kadar iyi olduğunu
sormaktadır. İlk soru evet ve hayır ile
yanıtlanabilirken ikinci soruda Likert tipi
bir ölçek kullanılmıştır: 1’den (çok kötü)
5’e (çok iyi) kadar. Satranç oynamayan
çocuklar beceri düzeyleri hakkındaki 2.
soruyu yanıtlamamışlar ve bu soruda
uygulanan analize dahil edilmemişlerdir.
Sonuçlar
Veri Toplama Araçları ve İşlem
Çocuklar İçin Büyük Beşli Anketi
(Barbaranelli ve ark., 2003) uygulanmıştır.
Ankette, Dışadönüklük/enerji (aktivite,
heves, girişkenlik ve özgüven), Uyumluluk (diğerlerine ve onların ihtiyaçlarına
karşı duyarlılık), Vicdanlı olma (güvenilirlik, düzenlilik, kesinlik ve sorumlulukları
yerine getirme), Duygusal dengesizlik
(endişe hissi, depresyon, hoşnutsuzluk
ve öfke), Akıl/açıklık (okul alanında
akıl, kültürel ilgilerin genişliği, düş gücü,
yaratıcılık ve diğer insanlara olan ilgi)
kişilik özelliklerini ölçmesi beklenilen
65 madde bulunmaktadır. Her bir faktör 13 maddeyle ölçülmektedir. BBA-Ç
kullanılmadan önce Britanya İngilizcesine
uygun olması için ilkokul öğretmenlerinin
yardımıyla düzenlenmiştir. Ankette kullanılan kelimeleri örneklemimizdeki en
küçük çocuğun dahi anlayabileceğinden
emin olmak amacıyla anket, bir grup 3.
ve 4. sınıf ilkokul öğrencileri (8 ve 9 yaş)
üzerinde bireysel olarak uygulanmıştır.
Küçük çocuklara örneklemimizde yer
verebilmek için yapılan diğer değişiklik,
alışılmış 5 puanlık ölçek yerine 3 puanlık
Likert tipi bir ölçeğin (1 = hemen hemen
hiçbir zaman, 2 = bazen ve 3 = hemen
hemen her zaman) kullanılmasıdır. Alt
ölçek puanları, her ölçekteki maddelerden
alınan puanların toplanmasıyla elde
Oblimin rotasyonu kullanılarak yapılan
temel bileşenler analizi, BBA-Ç kullanan
önceki çalışmalarda uygulanan aynı yöntem (Barbaranelli ve ark., 2003; Muris ve
ark., 2005), özdeğeri 1’den büyük olan 20
faktör ortaya çıkarmıştır (9.25, 3.78, 3.12,
2.46, 2.06, 1.77, 1.63, 1.54, ve böyle diğerleri). Biz, toplam varyansın % 32’sini
açıklayan beş faktör belirledik. Uyumluluk, Vicdanlı olma, ve Duygusal dengesizlik faktörleri önceden teorik olarak
tanımlanan maddelerin neredeyse hepsinin açıkça bir faktöre yüklendiği yapıya
sahiptir (Yüklenen maddeler yazarlara
yazılarak elde edilebilir). Aynı durum,
maddelerin yalnızca büyük çoğunluğunun
teorik faktörlere yüklendiği Enerji/
dışadönüklük ve Akıl/açıklık faktörleri
için söylenemez. Enerji/dışadönüklük
faktörüne yüklenen ve yüklenmeyen
maddeleri sınıflandırmak zor iken, Akıl/
açıklık faktöründe, açıklık bileşeninin
ikna edici bir şekilde yüklemediği
görülmüştür. Öte yandan, akıl bileşeni
beklenilen sonuçları göstermiştir. Sonuç
olarak, oluşturulan beş ölçeğin Cronbach
alfa değeriyle ölçülen iç tutarlılığı, Uyumluluk, Duygusal dengesizlik ve Vicdanlı
olma faktörleri için en yüksek (sırasıyla,
.81, .79, ve .78), Enerji/dışadönüklük ve
Akıl/açıklık faktörleri için ise en düşüktür
(sırasıyla, .68 ve .72).
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 50
-
1
-
-.01
2
-
.10
.03
3
-
.34**
-.10
.25**
4
-
.62**
.27**
-.09
.07
5
-
-.34**
-.29**
-.20**
.04
.16**
6
-
-.17**
.45**
.38**
.32**
.01
-.08
7
.19**
-.09
-.05
-.15*
.16*
.19**
-.11
8
-
.05
.00
.02
.05
.11
.19*
-.24**
9
31 (3.3)**
24.5 (4.4)
28.7 (4.3)
30.5 (4.3)*
32.3 (3.2)*
10.2 (1.2)*
% 26 K
Oynayanlar
Ort. (S)
29.2 (3.9)
25.5 (5)
29.2 (4.4)
32.1 (3.8)
31 (3)
9.6 (1.3)
% 54 K
Oynamayanlar
Ort. (S)
Tablo 1: Tanımlayıcı İstatistikler, İç Korelasyonlar ve Satranç Oynayan Çocuklar (Oynayanlar; n = 219) ile Oynamayanların (Oynamayanlar; n = 50) Profilleri
1.Cinsiyet (2 = K)
2. Yaş
3. Enerji/dışa dönüklük
4. Uyumluluk
5. Vicdanlı olma
6. Duygusal dengesizlik
7. Akıl/açıklık
-
Ort. =
0.47
1.32
1.20
10.10
3.19
32.06
4.22
30.78
4.28
28.81
4.50
24.68
3.47
30.64
-
%81 (e)
1.53
2.76
-
S=
8. Satranç oynama (evet/hayır)
P < .05, ** P < .01
9. Satranç becerisi (1-5)
*
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 51
Bu çalışmaya katılan küçük çocukların
Açıklık ve Dışadönüklük özelliklerini
bütünüyle geliştirmiş olmamaları mümkün. Bu olasılığın, bizim çalışmamızda
net olmayan Dışadönüklük ve Akıl faktörlerinin, beş ve yedi yaş arası çocuklarda üniversite öğrencilerinde olduğu gibi
iç tutarlı olmadığını bulan Measelle ve
arkadaşlarının (2005) sonuçları ışığında
inanılırlık kazandığı görülmektedir. Tersine, Uyumluluk, Vicdanlı olma, ve Duygusal dengesizlik faktörleri, üniversite
öğrencilerinde olduğu kadar çocuklarda
da iç tutarlıdır. Bununla birlikte, en genç
gruplardan ikisini (sekiz ve dokuz yaş)
faktör analizinden çıkardığımızda dahi
sonuçlar temel olarak aynı kalmıştır ve
bu, sorunun maddelerin ifade edilişinden
kaynaklanabileceği anlamına gelir.
Diğer makul sebepler, cevap diziminin
(1-5’den 1-3’e) sınırlandırılması ve anketi katılımcıların kültürlerine uyarlamak amacıyla maddelerde yapılan ufak
değişiklikler olabilir. Ayrıca, Muris ve
ark. (2005) ile kısmen Barbaranelli ve
ark.’nın (2003) da gösterdiği gibi ölçeğin
bu iki özelliği tatmin edici olmayan bir
düzeyde almış olması mümkün olabilir.
BBA-Ç, büyük beşli modelinin ölçümünde nispeten geçerli ve güvenilir bir
ölçek olarak görülmektedir, ancak Enerji/
dışadönüklük ve Akıl/açıklık faktörleri
üzerinde bazı ilave işlemlere ihtiyaç olabilir.
Çalışmada belirtilen tüm değişkenler için
uygulanan tanımlayıcı istatistik ve iç korelasyon Tablo 1’de görülebilir. Tablo
1’deki son iki sütun, satranç oynayabilen
(oyuncu) ve oynayamayan (oyuncu olmayan) çocukların puanlarını gösterir. Satranç oyuncuları ağırlıklı olarak erkektir,
oyuncu olmayanlardan anlamlı bir şekilde
daha büyüktür, Enerji/dışadönüklük ve
Akıl/açıklık özelliklerinde oyuncu olmayanlardan anlamlı bir şekilde daha yüksek, Uyumluluk’ta ise daha düşük puanlara sahiptir.
Satranç oynayan çocukların kişilik özelliklerini incelemek amacıyla lojistik regresyon uyguladık. Cinsiyet ve yaşla
birlikte beş kişilik faktörünün tümünü
satranca olan ilginin belirleyicisi olarak
kullandık. Çok sayıda anlamlı iç korelasyonla (bkz. Tablo 1) birlikte, biz bu
yaklaşımla birbirinden ayrı belirleyicilerin birlikte olduklarında oyuncuları oyuncu olmayanlardan ayırt etmeye nasıl katkı
sağladığını görebileceğimizi düşündük.
Lojistik regresyon, birbirinden ayrı belirleyicilerin tek tek analiziyle elde edilen
sonuçları doğrulamıştır. Satranç oynayan
çocuklar daha çok erkektir (B = .77, Wald
(katsayı oranının ve standart hatasının
karesi alınarak elde edilmiş lojistik regresyon katsayısının anlamlılığı için test)
= 4.2, p < .05), daha büyüktür (B = .38,
Wald = 6.5, p < .05), Dışadönüklük’ te (B =
.15, Wald = 5.1, p < .05) ve Akıl/açıklık’ta
(B = .23, Wald = 12.3, p < .01) daha yüksek,
Uyumluluk’ta (B = -.18, Wald = 8.6, p <
.01) ise daha düşük puanlara sahiptirler.
Tablo 1 satranca başlayan kızların oranının
(% 68) erkelerden (% 88; X2 (1, N = 269) =
14.3; p < .01) daha düşük olduğunu göstermektedir. Ek olarak, Uyumluluk, cinsiyet ve satranç oynayıp oynamamayla
ilişkili tek kişilik faktörüdür -erkekler
ve satranç oynayanlar Uyumluluk’ta
kızlara ve satranç oynamayanlara kıyasla
daha düşük puan almışlardır. Cinsiyet
hesaba
katılmadan,
Uyumluluk’taki
puanların bir hobi olarak satranç seçiminden etkilenip etkilenmediğini kontrol etmek amacıyla erkeklerden oluşan
bir alt-örneklemi analiz ettik. Analizde
sadece erkekler bulunduğunda, satranç
oynamayla Uyumluluk’taki puan arası
ilişkinin hala anlamlı olduğu görüldü
(r182 = -.14, p < .05). Ayrıca, satranç oynayan
(Ort. = 29.8, S = 4.2) ve oynamayan (Ort. =
31.6, S = 3.6; t182 = 2.1, p < .05) erkeklerin
Uyumluluk puanı arasında anlamlı bir
fark bulundu. Bundan ötürü, Uyumluluk
ve satranç oynama arasındaki ilişkinin,
satranç oynamayan çocuklar arasında
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 52
Tablo 2: Seçkin Alt Grubun (n = 25), Güçsüz Oyuncuların (n = 194), ve Oynamayanların (n = 50)
Kişilik Profilleri
Seçkin Oyuncular
Ort. (S)
Oyuncular
Ort. (S)
Oynamayanlar
Ort. (S)
Dışa dönüklük
33 (3.1)
32.2 (3.2)
31 (3)
Uyumluluk
30 (4.3)
30.5 (4.3)
32.1 (3.8)
Vicdanlı olma
29.8 (4.2)
28.6 (4.3)
29.2 (4.4)
Dengesizli
24.8 (5.1)
24.5 (4.3)
25.5 (4)
Açıklık*
32.7 (3.2)
30.8 (3.3)
29.2 (3.9)
Yaş*
11.2 (1.2)
10.1 (1.1)
9.6 (1.3)
%0
% 29
% 54
Cinsiyet (kızlar)
*
P < .01
Uyumluluk’taki ortalama puanı daha
yüksek olan kızların daha fazla olmasının
değil, Uyumluluk puanının gerçek bir sonucu olduğu görülmektedir.
Bütün etmenleri içeren regresyon analizi uyguladığımızda cinsiyet ve kişilik
etmenleri, algılanan satranç becerisini
önemli ölçüde yordamamıştır (bkz.
Tablo 1). Örneklemi, satrançta iyi veya
çok iyi olduğunu bildiren çocuklarla
az iyi olduğunu bildiren çocukları kapsayacak şekilde ikiye bölmek de sonucu değiştirmemiştir -kişilik etmenlerinden hiçbiri iki grubu birbirinden
ayıramamıştır.
Özellikle kendi beceri düzeyini yaşıtlarıyla
karşılaştırarak belirten çocuklar düşünüldüğünde, kendilerinin bildirdiği satranç becerileri yanlı bir ölçüt olabilir. Bu
ihtimali kendileri için nesnel bir beceri
düzeyi hesabımız olan genç seçkin oyunculardan oluşan alt örneklem grubumuzla
araştırdık. Seçkin alt örneklemimiz, düzenli olarak satranç yarışmalarında oynayan
ve bir satranç değerlendirmesi olan 25
oyuncudan oluşmaktaydı. Bir oyuncunun
satranç değerlendirmesi sadece kendi
sonucunun diğer oyunculara karşılığına
dayanmaktaydı ve böylece satranç becerisinin nesnel bir ölçütüydü. Seçkin alt
örneklemdeki bazı çocuklar birçok kez
İngiltere’yi uluslararası yarışmalarda
temsil etmek üzere seçilmişlerdi.
Tablo 2, seçkin satranç oyuncularının ve
satranç oyuncularının kişilik profillerini vermektedir (satranç oynamayanların
profilleri sadece eksiksiz olması için
verilmiştir). İki grup arasındaki anlamlı
tek farkın Akıl/açıklık kapsamında
olmasına rağmen, seçkin satranç oyuncuları bütün satranç oyuncularından
duygusal olarak daha dengeli, daha enerjik/dışa dönük ve daha vicdanlı olmaya
eğilimlilerdi. Seçkin satranç oyuncuları
satrançta daha az iyi olan yaşıtlarına göre
yeni deneyimlere anlamlı ölçüde daha
açık ve daha meraklı çıktılar. Yalnızca
erkek olan seçkin satranç oyuncuları
ayrıca yaşça daha büyüktüler.
Kişilik etmenlerinin ve yaşın yordayıcı
olarak alındığı lojistik regresyon, yaşın
(B = 1.25, Wald = 17.9, p < .01) ve kısmen
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 53
Akıl/açıklığın (B = .15, Wald = 3.2,
p < .10) seçkin oyunculuğun anlamlı
yordayıcıları olduğunu gösterdi. Yaş
kontrol edildiğinde, bu küçük ve seçkin
alt örneklemde kişilik etmenlerinden
hiçbirinin dereceyle anlamlı olarak
ilişkili olmadığı görüldü (en yüksek korelasyon Vicdanlı olmayla ile Uyumluluk
arasındaydı ve .30 civarındaydı, Akıl/
açıklık ile ise ilişki yoktu). Ayrıca seçkin
oyuncuları, oyuncuları ve oynamayanları
birbirinden ayıran Enerji/dışa dönüklük
ve Akıl/ açıklık etmenlerinin çok az
güvenilir olan BFC-Q ile ölçüldüğünü kabul ediyoruz. Bu durumun bulgularımıza
ve sonuçlarımıza gölge düşürmesine
rağmen (bkz. Tartışma), Enerji/dışa
dönüklük ve Akıl/açıklık ölçeklerinin
sonuç puanları için sadece güvenilir
maddeleri aldığımızda da sonuçlarımız
değişmemiştir.
Tartışma
Satranca başlama ihtimali olan çocukların
kişiliklerine ilk kez bu çalışma göz
atmıştır. Diğerlerine karşı daha az hassas, tartışmaya daha çok eğilimli,
çatışmalardan daha az kaçınan (Uyumluluk), daha enerjik (Enerji/dışadönüklük),
ve yeni deneyimlere daha açık (Akıl/
açıklık) olan çocuklara satranç oyunu
daha cazip gelmektedir. Satrancın rekabetçi ve agresif yönünü (örneğin, Mazur
ve ark., 1992) düşünürsek, Uyumluluk’
ta düşük puan alan çocukların satranca
başlama olasılığının daha yüksek olduğu
yönündeki bulgu mantıklı görünür. Satranç her iki tarafın da birbirini yenmeye
çalıştığı sürekli mücadelenin oyunudur.
Bu agresif öğe, katılım oranlarındaki cinsiyet farklılığının sebeplerinden biri olabilir. Satrancın rekabetçi öğesi, başlangıçta
bile erkeklere, kızlara kıyasla daha cazip
geliyor olabilir.
Örneğin bizim çalışmamızda erkekler,
Uyumluluk’ta kızlardan daha az puan
aldı. Uyumluluk’taki cinsiyet farklılıkları
hakkındaki aynı bulgu, yetişkin örneklemlerde de elde edilmiştir (Costa ve
ark., 2001; Goodwin ve Gotlib, 2004;
Rubinstein, 2005). Satranç oynamayan
çocuklar arasında daha yüksek Uyumluluk puanlarının bulunması, Uyumluluk’
un erkekler arasında bile satrancı seçmedeki rolünün göstergesidir. Uyumluluk,
gerçekten de neden kızlardan çok erkeklerin hobi olarak satranca başladıklarını
açıklamada yeterli olabilir.
Benzer şekilde, bir diğer tahmin edilen sonuç, zihinsel aktivitelere eğilimli,
genellikle meraklı ve yeni deneyimlere
açık olan çocukların satrancı ilginç bulma
olasılığının daha yüksek olmasıdır. Satranç, kişinin engellerin üstesinden fiziksel
değil zihinsel gücüyle gelmesi gerektiği
bir aktivitedir. Bununla birlikte, yeni
deneyimlere daha açık olan çocukların
yeni deneyimlere daha az açık ve daha az
entelektüel olan yaşıtlarına oranla farklı
aktiviteleri denemeleri daha olasıdır. Biraz daha şaşırtıcı olan sonuç, daha enerjik
ve dışadönük olan çocukların daha fazla
satranç oynadığıdır. Bu, yetişkin satranç
oyuncularının genel popülasyona göre
daha içedönük olduğu bulgusuyla (Avni
ve ark., 1987) çelişmektedir. Genellikle
dışadönük ve enerjik çocukların, daha
az dışadönük olan yaşıtlarına kıyasla
farklı aktiviteleri denemeleri daha büyük
olasılıktır. Bundan ötürü, daha dışadönük
çocukların daha fazla satranç oynadıklarını
bulmak çok şaşırtıcı olmamalıdır. Son
olarak, bu, çocukların satranç oynamaya
devem edecekleri ya da satranca daha az
dışadönük yaşıtlarından daha fazla zaman
ayıracakları anlamına gelmemektedir.
İkinci set analizler bu görüşü doğrulamaktadır. Diğer tüm faktörlerle birlikte Dışadönüklük, bu çalışmadaki
çocukların beceri düzeylerini ne kadar iyi
algıladıklarını yordamamıştır. Bu sonuçlar, kişiliğin sadece satranç ilgisinde önemli bir rol oynadığını, satranç beceri derecesini belirlemede ise bir rol oynamadığını
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 54
gösterebilir. Öte yandan, kişilik, kendi
bildirdikleri beceri düzeyini yordamazken, satranç becerisinin objektif ölçümleri
uygulandığında önemli bir rol oynayabilir. Genç satranç oyuncularından oluşan
seçkin bir alt-örneklemle yapılan sonraki
analizler, ikincisinin olasılığına işaret
eder. Sınıflama gibi satranç becerisinin objektif bir ölçümü hesaba katıldığı zaman,
Akıl/açıklık özelliği seçkin, genç satranç
oyuncularıyla daha zayıf oyuncuları ayırt
etmiştir. Seçkin satranç oyuncuları daha
meraklıdır, daha geniş entelektüel ve kültürel ilgiye sahiptir ve okulda zayıf oyunculardan daha başarılıdırlar. Akıl/açıklık,
zeka ile pozitif yönde ilişkili olduğu için
(Austin, Deary ve Gibson, 1997; Haris,
2004), zekanın, genç çocuklardaki satranç
becerisinin önemli bir yanı olduğunu
çıkarabiliriz. Bu, iyi satranç oyuncusu
olan çocukların zeka testinde satrançta
daha az başarılı olan yaşıtlarından daha
yüksek puan aldığını gösteren bir grup
çalışmayla (Horgan ve Morgan, 1990;
Frydman ve Lynn, 1992) uygunluk
gösterir. Fakat eğer yanlış değilse, bazı
yazarların yaptığı gibi (Howard, 2005;
Bilalic ve McLeod, 2006) çocuklar üzerindeki bu sonuçlardan zeka veya Akıl/
açıklık özelliğinin genelde satrançta
önemli bir rol oynadığını tahmin etmek
için erkendir. Bu durum, araştırmadan bir
asır sonra yetişkin satranç oyuncularıyla
yapılan tek bir çalışma dahi satranç becerisi ve zeka arasında bağlantı kurmayı
başaramazsa özellikle şüpheli olacaktır
(incelemek için Gobet, de Voogt ve
Retschitzki, 2004). Son olarak, diğer faktörler kontrol edildiğinde Akıl/açıklık,
seçkin alt-örneklem arasında çok az tahmin edici güce sahiptir.
Zeka ve satranç hakkındaki tartışma,
çalışmamızın kısıtlamalarını fark etmemizi sağladı. Seçkin genç satranç oyuncularının, satranç oynayan çocukların
ve satranç oynamayanların kişilik profillerinin gerçekten farklı olduğunu
gösterirken, ilgili diğer faktörleri çalışmaya
(motivasyon, zeka gibi) dahil etmedik ve
birbirlerini nasıl etkilediğini incelemedik. Bu, satranç oynayan ve oynamayan
çocukları ayırt etmede çok önemli olmayabilir, fakat seçkin ve daha az iyi genç
oyuncuları ayırt etmede önemli olabilir.
Bizim düşüncemize göre, Akıl/açıklık
özelliğinin, çocukların o yaşlarında neden
bu kadar seçkin oyuncu olduklarını iyi
açıkladığını iddia etmek yanlış olacaktır.
Satranç oynamaya harcanan zaman, motivasyon ve zeka gibi diğer özelliklerin satranç becerisinde kişilikten daha direk bir
etkiye sahip olduğunu söylemek mümkündür. Yine de, kişilik özelliklerinin satranç gelişimindeki rolü garanti edilmiş
görünmektedir. Bununla birlikte, kişilik
özelliklerinin direk bir etkiye mi yoksa
motivasyon ve pratik gibi faktörlerin etkisiyle dolaylı bir etkiye mi sahip olduğu
sorusu yanıtlanamamıştır.
Kaynaklar
Ablow, J. C., Measelle, J. R., Kraemer, H. C.,
Harrington, R., Luby, J., Smider, N. ve ark. (1999).
The MacArthur three-city outcome study: Evaluating
multi-informant measures of young children’s
symptomatology. Journal of the American Academy of
Child and Adolescent Psychiatry, 38, 1580-1590.
Austin, E. J., Deary, I. J. ve Gibson, G. J. (1997).
Relationships between ability and personality: Three
hypotheses tested. Intelligence, 25, 49-70.
Avni, A., Kipper, D. A. ve Fox, S. (1987).
Personality and leisure activities: An illustration with
chess players. Personality and Individual Differences, 8,
715-719.
Barbaranelli, C., Caprara, G. V., Rabasca, A. ve
Pastorelli, C. (2003). A questionnaire for measuring the Big Five in late childhood. Personality and
Individual Differences, 34, 645-664.
Bilalic´, M. ve McLeod, P. (2006). How intellectual is chess? - A reply to Howard. Journal of Biosocial
Science, 38, 419-421.
Charness, N. ve Gerchak, Y. (1996). Participation
rates and maximal performance: A log-linear explanation for group differences, such as Russian and
male dominance in chess. Psychological Science, 7,
46-51.
Costa, P. T., Jr. ve McCrae, R. R. (1988). From
catalog to classification: Murray’s needs and the
five factor model. Journal of Personality and Social
Psychology, 55, 258-265.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 55
Costa, P. T., Jr., Terracciano, A. ve McCrae, R. R.
(2001). Gender differences in personality traits across
cultures: Robust and surprising findings. Journal of
Personality and Social Psychology, 81, 322-331.
Frydman, M. ve Lynn, R. (1992). The general
intelligence and spatial abilities of gifted young
Belgian players. British Journal of Psychology, 83, 233235.
Gobet, F., de Voogt, A. ve Retschitzki, J. (2004).
Moves in mind - The psychology of board games. Hove,
UK: Psychology Press.
Rubinstein, G. (2005). The big five among male
and female students of different faculties. Personality
and Individual Differences, 38, 1495-1503.
Shiner, R. L. (1998). How shall we speak of
children’s personalities in middle childhood?: A
preliminary taxonomy. Psychological Bulletin, 124,
308-332.
Simon, H. A. ve Chase, W. G. (1973). Skill in
chess. American Scientist, 61, 393-403.
Goodwin, R. D. ve Gotlib, I. H. (2004). Gender
differences in depression: The role of personality factors. Psychiatry Research, 126, 135-142.
Harris, J. A. (2004). Measured intelligence,
achievement, openness to experience, and creativity.
Personality and Individual Differences, 36, 913-929.
Harter, S. (1998). The development of self-representations. W. Damon, (Ed.) ve N. Eisenberg (Cilt
Ed.), Handbook of child psychology: Social, emotional,
and personality development (5. Baskı, 3. Cilt) içinde
(553-617). New York: Wiley.
Horgan, D. E. ve Morgan, D. (1990). Chess expertise in children. Applied Cognitive Psychology, 4,
109-128.
Howard, R. W. (2005). Are gender differences in
high achievement disappearing? A test in one intellectual domain. Journal of Biosocial Science, 37, 371380.
Joireman, J. A., Fick, C. S. ve Anderson, J. W.
(2002). Sensation seeking and involvement in chess.
Personality and Individual Differences, 32, 509-515.
Kelly, E. J. (1985). The personality of chess players. Journal of Personality Assessment, 49, 282-284.
Marsh, H. W., Ellis, L. A. ve Craven, R. G. (2003).
How do preschool children feel about themselves?
Unraveling measurement and multidimensional
self-concept structure. Developmental Psychology, 38,
376-393.
Mazur, A. ve Booth, A. (1998). Testosterone and
dominance in men. Behavioral and Brain Sciences, 21,
353-397.
Mazur, A., Booth, A. ve Dabbs, J. M. (1992).
Testosterone and chess competition. Social Psychology
Quartely, 55, 70-77.
Measelle, J. R., John, P. O., Ablow, C. J., Cowan,
A. P. ve Cowan, P. C. (2005). Can children provide
coherent, stable, and valid self-reports on the Big
Five dimensions? A longitudinal study from ages
5-7. Journal of Personality and Social Psychology, 89, 90106.
Muris, P., Meesters, C. ve Diederen, R. (2005).
Psychometric properties of the Big Five Questionnaire
for Children (BFQ-C) in a Dutch sample of young
adolescents. Personality and Individual Differences, 38,
1757-1769.
* Bilalic, M., McLeod, P. ve Gobet, F.
(2007). Personality profiles of young
chess players. Personality and Individual
Differences, 42, 901-910.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 56
Nöropsikanaliz:
Zihin ve Beden İkilemine Bir Barış Çağrısı
Fatma Gökçe Özkarar
Nisan Psikolojik Danışmanlık Merkezi
[email protected]
Özet
Giriş
Eski çağlardan beri insanoğlunun
merakını çekmiş olan zihin-beden ikilemi, günümüze dek bilimde bölünmelere ve alt dalların oluşmasına yol
açmıştır. Zihin odaklı ruh bilimi bir yandan, beden odaklı sinir bilimi diğer yandan gelişmiş ve büyümüştür. 21. yüzyılda
alt dalların tekrar biraraya getirilmesi ve
biriken verilerin bütünleştirilmesi için
bir çaba belirmiştir. Bütünleşmiş bilim
adına oluşturulan yeni akımlardan biri
de Nöropsikanalizdir. Nöropsikanaliz
psikanaliz ve sinirbilimin ulaştığı bilgileri
birleştirmeyi amaçlayan disiplinlerarası
bir kuramdır. Akımın dayandığı çift
görünümlü tekçilik felsefesine göre,
psişenin işlevleri beyinde fiziksel olarak
takip edilebilir ve evrimsel psikoloji
sayesinde psişenin bölümlerinin (id, ego,
süperego) beyindeki materyalizasyonları
incelenebilir. Örneğin, arkaik beyin ve id
benzer işlevlere sahip görünürken; frontal bölge ve bastırma mekanizmasından
sorumlu ego benzer işlevlere sahip
görünmektedir.
Araştırmalar
annebebek iletişiminin bebeğin beynindeki belli sinir ağlarının şekillenmesinde önemli
rol oynadığını göstermektedir. Bağlanma
ve sağ beyin aktivasyonu arasında saptanan ilişki bunlardan biridir. Nöropsikanaliz, farklı disiplinlerin verilerini birbirine
tercüme
ederek
çevre-insan
etkileşiminin beyinde yarattığı somut
değişiklikleri
de
araştırmaktadır.
Psikolojik
tedavilerin
de,
çevreinsan etkileşiminin bir örneği olarak
kişide nörolojik değişikliklere yol açtığı
düşünülmektedir.
İnsanlık varolduğundan beri, insan ne
olduğunu, nasıl olduğunu, nereden
geldiğini, nerede olduğunu, nerede
olacağını ve ne yapması gerektiğini
anlama çabası içinde olmuştur. Kendini hem kendisiyle hem de çevresiyle
bağlantı içinde tutabileceği, dolayısıyla
bütün kalabileceği ve bütünlükle bağlantı
halinde kalabileceği bir anlam aramıştır.
En eski inanç sistemlerine ve antik felsefeye bakıldığında, insanın bu anlamı hem
maddi hem manevi boyutta irdelediğini
ve sonuçta “ruh” ve “madde” kavramları
arasındaki ilişkiyi anlamaya çalıştığını
görürüz. Günümüze kadar şamanizm,
taoizm, budizm ve diğer tüm dinler bir
yandan; Socrates, Leucippus, Democritus,
Descartes, Mevlana, Kant bir yandan bu
ilişkiyi aramıştır.
Bu ihtiyaç doğrultusunda deneyimler
ve bilgi biriktikçe, insanlığın elde ettiği,
test ettiği, araştırmak ve kontrol etmek
istediği veriler “kültür” ve “bilim” adları
altında toplanmaya başlamış ve nesilden
nesile ailevi ve kurumsal eğitim yoluyla aktarılmıştır. Aktarım içinde sürekli
gelişen ve büyüyen bu “Data Bank”ta
maddi ve manevi veriler yavaş yavaş
ikiye ayrılmış ve gruplaşmıştır. Günümüz
bilminin akademik düzeyde “Doğa Bilimleri” ve “Beşeri Bilimler” olarak ayrışması
da bunun yansımalarındandır.
Varoluş ve insan bu iki perspektiften
algılanmaya çalışıldığında, bir yanda insan beynine dair bulguları biriktiren
“nöroloji”, bir yanda insan zihnine
ait bulguları biriktiren “psikoloji” bilimleri gelişmiş ve büyümüştür. Özel-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 57
likle geçtiğimiz yüzyılda bu iki bilim
dalı arasındaki ayrışma öyle yoğun
yaşanmıştır ki, zaman zaman bu karşılıklı
olarak diğer dalı değersiz görmeye ve
hatta narsistik bir tarzla karşı dalı inkar
etmeye varmıştır. “Bölünmüş Bilim”
diyebileceğimiz bu evrenin sonunda,
yavaş yavaş köprü görevi gören disiplinler yükselişe geçmiştir; bir yandan
nöropsikiyatri diğer yandan nöropsikoloji. Giderek alt dalların ismi birden fazla
gövdeye dayanır olmuştur; sosyal psikiyatri veya biyolojik psikoloji, ve belki ilerde psikososyal nöropsikiyatri! Tüm bu
isimsel kalabalıklaşma, bilgi bankasının
bütünleşme çabası, parçaların birbiriyle
kenetlenme ihtiyacıdır. Parçalanan her
olgunun sonradan bütünleşmesi ve bütün
her olgunun daha da büyümek için sonradan parçalanması, evrensel prensiplerin
en büyüleyici yanı olsa gerek.
İşte insana dair bilgi bankasının bütünleşme çabası içinde bu yüzyıl başında Sinir
Bilimi ve Psikanaliz arasında bir köprü
daha atıldı: Nöropsikanaliz.
Akımın başlatıcısı Arnold Pfeffer, 1998
yılında New York Psikanaliz Enstitüsü’nde Psikanaliz-Sinir bilimi Çalışma
Grubu’nu kurdu. Bir sene sonra Amerikan Psikanaliz Birliği, çalışma grubunu
“Arnold Pfeffer Nöropsikanaliz Merkezi”
olarak isimlendirdi. Anna Freud Center’ın
katılımıyla 2000 yılında Uluslararası
Nöropsikanaliz Derneği - UNPD resmen Londra’da kuruldu. 2002 yılında
bu dünyaya veda eden Arnold Pfeffer,
derneğin en önemli sponsorlarından
oldu ve dernek her sene onun anısına
Arnold Pfeffer Ödülü’nü vermeye 2001
yılında Antonio Damasio’yu seçerek
başladı. UNPD şu anda dünyanın çeşitli
ülkelerinden 400’ü aşkın üyeye sahiptir
ve Avrupa, Ortadoğu, Asya, Kuzey ve
Güney Amerika’dan yaklaşık 30 ülkede
Nöropsikanaliz Çalışma Grubu kurulmuş
durumdadır. Üyeler; nöroloji, psikiyatri, psikoloji, sosyoloji, felsefe ve sinir-
bilim dallarında uzmandır. Dernek, “En
doğrusu benim disiplinim!” demeyenler
için disiplinlerarası iletişimi hedeflemektedir.
Akımın temel amacı, psikoloji bilimini
derinden etkilemiş Freud’un teorisi ve
onu takip etmiş psikodinamik kuramlarla, nörolojinin Kraepelin’den beri
biriktirdiği verileri birleştirebilmektir. Bir
diğer deyişle, ruh ve beden arasında bir
barış sağlamak ve “ikilik” yerine “bütünlük” temasına odaklanmaktır. Bu belki de
“Bölünmüş Bilim” adına bir terapi gibi
işleyecek ve “Bütün Bilim” evresine geçişi
sağlayabilecek bir çalışma sahasıdır.
Temel odak “ruh-beden”, diğer bakışla
“zihin-beyin” ikileminin güncel verilerle
çözümlenmesidir. Bu ikilem -hepimizin
anlayacağı bir referans kullanmak gerekirse- DSM-IV’e göre tüm eksen 1 ve
eksen 2 bozuklukları ve organik beyin
bozuklukları için ayrı ayrı tartışılmaktadır
ve iki yakadan gelen veriler sentezlenmektedir. Nöropsikanaliz, aynı konuyu
konuşan iki farklı lisana sahip insan
arasındaki tercüme gibi işlemektedir. Bir
nevi, nörolojiden psikolojiye, psikolojiden
nörolojiye bir sözlük hazırlanmaktadır.
UNPD, söz konusu sentezi hızlandırmak
için senede iki defa “Neuropsychoanalysis” adlı dergiyi yayınlamaktadır
ve senede bir, birçok daldan uzmanın
katıldığı uluslararası kongreler düzenlemektedir. Mark Solms, Edward Nersessian, Oliver Turnbull ve Yoram Yovell’in
editörlüğünü yaptığı derginin yayın
kurulunda, Sinirbilimi alanında ismi
duyulmuş uzmanlardan Antonio Damasio, Eric Kandel, Jaak Panksepp, Joseph
LeDoux, Vilanayur Ramachandran, Daniel Schachter, Allan Schore ve Tim Shallice
bulunurken; Psikanaliz camiasından Otto
Kernberg, Fred Levin, Theodore Shapiro,
Peter Fonagy, David Olds, Arnold Modell, Nancy McWilliams ve Howard Shevrin bulunmaktadır.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 58
İlki, 2000 yılında Londra’da yapılan
kongrenin konusu duyguların nöropsikanalizi
idi.
Sonraki
kongreler
ise sırasıyla New York’ta “Hafıza”,
Stockholm’de “Cinsellik ve Cinsiyet”,
New York’ta “Bilinçaltı”, Roma’da “Sağ
Hemisfer, İnkar ve Narsisizm”, Rio de
Janeiro’da “Rüyalar ve Psikoz”, Los
Angeles’ta “Sevgi ve Bağlanma” ve son
olarak 2007 yılında Viyana’da “Depresyon” üzerine yapılmıştır. Kongrelerin
başlangıcında yapılan eğitim günlerinde
ve devamındaki sunumlarda, sinirbilim
ve psikanaliz dünyasının bulguları biraraya getirilmektedir ve ortak platformlar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Farklı
terminolojileri kullanıyor olsak da, mutlak gerçekte paylaşılan anlamların ve
kavramların evrenselliği araştırılmaktadır.
Bu ortak platformlara dayanılarak interdisipliner ve uluslararası araştırma grupları
kurulmaktadır. İstanbul Nöropsikanaliz Çalışma Grubu da, 2006 yılbaşında
dernek tarafından resmen kabul edildi
ve çalışmalarına başladı. Grubun senelik
faaliyet raporları “Neuropsychoanalysis” dergisinde yayımlanmaya devam etmektedir (Istanbul Neuropsychoanalysis
Study Group, 2006a; 2006b). “Bütün Bilim”
felsefesi altında, disiplin farkı gözetmeksizin, Nöropsikanaliz akımıyla tüm ilgilenenlerin birbiriyle temas haline geçmesi
grubun temel hedeflerindendir. Bu hedefe
paralel olarak, bu yazının devamında
UNPD’nin temel araştırma alanı olan Zihin-Beden ikileminin tarihçesini ve son
yüzyıla ses getirmiş yeni nöro-psikanalitik kuramları özetlemeye çalışacağım.
Descartes:
Zihin-Beden İkileminin Babası
Descartes, 17. yüzyılda felsefe, matematik, fizik ve fizyoloji üzerine çalışmış ve
Zihin-Beden ikilemini araştıran birçok
yayın yapmıştır. Descartes’tan önce 16.
yüzyılda kabul edilen teolojik kuram;
zihnin beden üzerinde büyük etkisi
varken, bedenin zihin üzerinde minimum
etkisi olduğu yönündeydi. Bu teolojik
teorilerde ruhu inceleyen spiritualizm
ağırlık kazanmaktaydı. Batıda Augustine
felsefesinin etkin olduğu bu dönemlerde
beden sadece geçici bir taşıyıcı olarak
düşünülmekteydi (Colish, 1968). Descartes, zihin-beden arasındaki etkileşimin
tek yönlü değil çift yönlü olduğunu iddia etti. Zihin beden üzerinde etki sahibi
olduğu gibi, beden de zihin üzerinde etki
sahibiydi. Herhangi birinde gercekleşen
değişim diğerini doğrudan etkilemekteydi. Descartes, dualizm denen bu teziyle
tartışmayı “ruh” odaklı teolojik boyuttan
“zihin” odaklı bilimsel boyuta ilk çeken
oldu (Descartes, 1912).
Ona göre beden, uzayda yer kaplayan ve
mekanik prensiplere göre işleyen bir makine gibiydi. Hatta 17. yüzyılın son teknolojik buluşu olan “saat” gibi çalışmaktaydı.
Çağımızdaki bilgisayar modellemeleri
gibi, o dönemin yapay zeka modeli de
büyük dikkat çeken “saat”ti. Zihin ise,
fiziksel yer tutmayan ve madde olmayan
özgür bir olguydu. Descartes araştırmaları
esnasında beyindeki pineal bezin hemisferler arası lateralize olmayan tek yapı
olduğunu keşfetmişti ve pineal bezi zihin
ve bedenin bağlantı noktası olarak kabul
etmişti. Ona göre zihin ve beden, bu yapı
kanalıyla iletişim kurmaktaydı.
Descartes’ın önemli tezlerinden biri de,
bedensel duyuların öznelliği üzerine
odaklanmıştı. Duyular dış gerçeğin birebir kopyası değildi, dolayısıyla nesnel
olmayan duyularımız bizi yanıltabilir ve
aldatabilirdi. Bu yüzden zihin, duyularla değil düşünceyle özdeşleşiyordu.
Descartes’ın diliyle: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Duyulara değil düşünceye
dayanan bu varoluşcu modeli savunan
Descartes, bu yüzden zihnin özgürlüğünü
savunmaktaydı: “Apaçık ki BEN bedenimden tamamen ayrıyım ve onsuz varolabilirim.” (Descartes, 1912). Böylelikle, Descartes’ın dualizm akımını
ve metafiziksel yöntemini takiben 17.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 59
yüzyılda “ruh ” odaklı teolojik boyuttan
“zihin” odaklı bilimsel boyuta geçildi.
18. yüzyılın başından itibaren ise konuya
daha çok bedene odaklanan materyalizm
akımı hakim olmaya başladı (Robinson,
1981). Dualizm kanalıyla, spiritualizmden materyalizme, başka bir deyişle bir
kutuptan diger kutuba bir geçiş oldu. Materyalizm; amprisizm, pozitivizm ve mekanizm gibi birçok alt dala etki etti. John
Locke’un öncülük ettiği amprisizme göre
tüm bilgiye bedensel duyular kanalıyla
ulaşılıyordu ve zihin deneyim yoluyla
bilgi ediniyordu. August Comte, 19.
yüzyılın başında pozitivizmi gündeme getirerek teoloji veya metafiziksel yöntemle
edinilmiş bilginin anlamsız olduğunu
savundu. Ona göre, sadece nesnel olarak
gözlenebilen bilimsel bilgiler geçerliydi ve pozitivizm atomist yaklaşımla
açıklanabilirdi. Pozitivizmden etkilenen James Mill’in mekanizm kuramına
göre ise; zihin makineden başka bir şey
değildi. İnsanın yaşantıları bir makinenin
mekanizmaları gibiydi. Bu kuram insanı
neredeyse bir robota benzeten en materyalist yaklaşımlardan biriydi.
Zihin-beden ikilemi tarih boyunca spiritualizmden dualizme, dualizmden materyalizme geçişler yaşayarak son yüzyıla kadar
taşınmıştır. İkilemin tarihçesini okurken
insanda yarattığı duygular hakkında
içgörü sahibi olursak, konunun niçin hiç
gündemden düşmediğini ve bitmeyen bir
mücadele gibi devam ettiğini anlayabiliriz. Kendinizi sadece bir ruh veya sadece
bir makine gibi varsaymak sizi nasıl
hissettirir? New York Üniversitesi’nde
felsefe profesöru olan Thomas Nagel’e
göre insanoğlunun bu konuyu hala hararetle tartışıyor olması, konunun ontolojik olarak en temel güdülerimizden
olan “yaşam” ve “ölüm” içgüdüsünün
arasındaki mücadeleye dayanmasından
kaynaklanmaktadır. Nagel’a (1987) göre:
“Eğer dualizm doğruysa ölüm sonrası
yaşam mümkün olabilir.... Ama eğer dualizm doğru değilse, ve zihinsel işlevler
beyinde gerçekleşiyor ve tamamen
beynin biyolojik işleyişine bağlı kalıyorsa,
ölümden sonra yaşam mümkün değildir.
” Bu görüşe göre temel içgüdülerimiz
savaştıkça, zihin-beden ikilemi her zaman
insanoğlunun dikkatini çekecektir.
Teorisinde ölüm icgüdüsü Tanatos
ve yaşam içgüdüsü Eros’un birbiriyle
bitmeyen mücadelesine özellikle yer
vermiş olan Sigmund Freud, konunun
20. yüzyılda güncellenmesini sağlayan
en önemli kişi olmuştur. Oluşturduğu
Psikanaliz kuramı zihin-beden ikilemine
yeni bir boyut katmıştır.
Sigmund Freud ve Psikanalizin Doğuşu
20. yüzyılın başında Nöroloji ve
Psikoloji Bilimleri akademik temellerini
oluşturmaya başladı. Üniversitelerde
nöroloji ve psikoloji laboratuvarlarının
kuruluşuyla iki disiplin de araştırma
ve gözleme dayalı kuramsal ve pratik
bilgi birikimini giderek artırdı. Yeni çağı
başlatanlar arasında Kraepelin ve Freud,
akılda kalan iki ünlü isim oldu. Kraepelin, serebral lezyonlar, epilepsi ve işlevsel
lokalizasyonlar üzerindeki çalışmalarıyla
Sinir Biliminde önemli ilklere imza atarken; Freud, psikoloji bilimini derinden
etkileyecek Psikanaliz kuramıyla yeni bir
dönem başlattı.
Freud teorisini felsefe, biyoloji, fizyoloji,
nöroloji, arkeoloji, mitoloji ve tarih üzerindeki araştırmalarını harmanlayarak
ve klinik gözlemler yaparak oluşturdu.
Temel
önermelerine
göre,
güdülerimiz çoğunlukla bilinçdışı zihnimizde
gizlenir ve “bastırma” yoluyla bilinçten uzaklaştırılır. Zihni yöneten EGO,
medeni ve toplumsal kimlik anlayışımıza
(SÜPEREGO) ters düşen davranışlara
yol açabilecek tüm bilinçdışı güdüleri
(İD) bastırır. Ego, süperego ve id kuvvetleri arasındaki dengeyi savunma
mekanizmaları ile sağlamaya çalışır ve
bu dengeye “Homeostasis” adı verilir
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 60
(Freud, 1915; 1923). Freud’un psikopatoloji kuramına göre bastırma mekanizması
çöktüğünde zihinsel hastalıklar ortaya
çıkar. Semptomlar, bilinci istila eden
gizli güdülerin davranışlara yansımalarıdır. Tedavi sırasında bu semptomların
izi sürüldüğünde bilinçdışındaki gizli
köklere ulaşılır. Bu kökler daha olgun ve
rasyonel çıkarsamalarla istilacı ve kompulsif özelliğinden arındırılır. Bilinç ve
bilinçdışı arasındaki savaş yerini tekrar
homeostasise bırakır (Freud, 1938). Bir
başka deyişle yarılmış zihin dengelenerek
bütün zihin oluşturulur.
Freud’un bu önermeleri o yıllarda görgül
yöntemlerle kanıtlanamadığı için, o
dönemin bilim camiasında psikanalitik
yaklaşım yoğun tartışmalara yol açmış ve
bazı uzmanlar tarafından geçerli bilimsellikte bulunmamıştır. 1950lerden itibaren
beyin üzerinde yapılan “modern teknolojiye” sahip bilimsel araştırmalarla, zihinsel hastalıklara biyolojik yaklaşım ve ilaçla tedavi yükselişe geçmiştir. Materyalist akım tekrar yükselirken, psikanaliz demode bulunmaya başlanmıştır. İlginçtir ki
Freud, psikanalitik kuramı görgül ispatlardan yoksun olduğu için sert eleştirilere
maruz kalmış olsa da, bir asırı aşkındır en
çok yankı getiren ve toplumda “psikoloji” dendiğinde hala akla ilk gelen isimdir. Bir şekilde Freud’un insanlara kendi
içsel süreçlerine tanıdık gelen konuları
hatırlattığı düsünülebilir. Örneğin, günümüzde medyada en sık rastlanılan iki
konunun cinsellik ve şiddet olduğunu
düşünürsek, İd’in iki temel güdüsü libido
ve agresyonun topluma ne kadar tanıdık
olduğunu farkedebiliriz.
Aslında nörolog olan Freud psikanalitik kuramın 21. yüzyılda nasıl şekil
alacağını öngörmüştür. Yaşadığı yılların
imkanlarında teorisini bilimsel olarak
ispatlayamamış olsa da sık sık psikanalizin nörolojik temelinin altını çizmiştir:
“Eğer şu an psikolojik terimleri, fizyolojik ve kimyasal terimlerle değiştirebilecek
durumda olsaydık, tanımlamalarımızdaki
yetersizlikler, muhtemelen yok olacaktı.”
(akt. Solms, 2004). Yeni çağa girerken
Nöropsikanaliz
akımının
başlaması
Freud’un öngörüsünün doğruluğunu ve
psikanalizin tekrar doğuşunu haber vermektedir.
Freud’un Geri Dönüşü: Nöropsikanaliz
Freud’un öngörüsüne paralel olarak, son
50 yıldır modern beyin araştırmalarında
toplanan verilerin Freud’un önermeleriye örtüştüğü görüldü. 2000 yılında
Fizyoloji ve Tıp Nobel Ödülünü kazanan Eric Kandel’e gore “Psikanaliz, hala
zihni anlamakta en tutarlı ve aklı en tatmin eden yöntemdir” (Kandel, 1999). Eric
Kandel’in de içinde bulunduğu çalışmalar
sonucunda 21. yüzyılın başında “nöropsikanaliz” asırlardır süren Zihin-Beden ikilemini barışa çağıran yeni bir akım olarak
başladı. UNPD temel olarak Spinoza
felsefesi olarak da bilinen ‘Çift Görünümlü Tekçilik’ felsefesini benimsedi (Solms
ve Turnbull, 2002). Spinoza felsefesine
göre beyin bilincin oturağıdır, ama bilinç sadece fiziksel unsurlardan ibaret
değildir. Beyin hem fiziksel hem mental
unsurlar taşır. Nörofilozofi uzmanı Northoff bu felsefeyi şu deyişiyle özetlemiştir:
“Beyin sadece biyolojik bir organ değildir,
beyin biyo-psiko-sosyal bir organdır”
(2007). Psişe’nin mental işlevleri beyin
içinde fiziksel olarak takip edilebilir.
Bir başka deyişle psişenin beyinde materyalizasyonu söz konusudur. Çift
Görünümlü Tekçilik felsefesine dayanan
nöro-psikanalitik tercümeler psikanalitik
kavramların sinirbilimsel izdüşümlerini
keşfetmeyi hedeflemektedir.
Nöropsikanaliz akımı bilimsel temelini
evrimsel psikoloji ve evrimsel psikiyatriye dayandırmakta, bu temel üzerine inşaa
ettiği tezleri de gerek psikanalitik gerek
nörolojik araştırmalarla güçlendirmektedir. Evrimsel bakış açısıyla bakıldığında,
psikanalitik soyut kavramlar nörolo-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 61
jik somut bulgularda izdüşümlerini
bulmaktadırlar. Bu bağlantıları farketmek, psikanaliz ve nörolojinin farklı
terminolojiler kullansalar da aynı gerçeklerden bahsettiğini düşündürmektedir.
Örnek olarak evrim sürecinde psişenin
aygıtlarının (id-ego-süperego) beyindeki
topografik özelliklerini oluşturması ele
alınabilir.
Tablo 2: Freud’un Çizdiği Son Zihin Modeli/1933
Not: İD - Arkaik beyin; güdülerden sorumlu
limbik sistem (hipokampus, amigdala, talamus, hipotalamus).
EGO ve SÜPEREGO - seçici inhibisyondan sorumlu ventral frontal bölge, bilinçli
düşünceden sorumlu dorsal frontal bölge.
HOMEOSTASİS SORUMLUSU (Egonun
bölümü) - Korpus Kollasum
Çalışmalarını nörolojik çizimlerle tamamlayan Sigmund Freud’un çizdiği bir zihin
modelinde (Gamwell ve Solms, 2006) kendisinin bu tercüme çalışmalarına yaklaşık
bir asır önce başladığı ama teknolojik yetersizlikler nedeniyle modelini kanıtlamaya fırsat bulamadığı anlaşılmaktadır
(bkz. Şekil 1).
Evrimsel bakış açısına gore, kortiko-kognitif gelişimler daha ilkel olan ve halen
diğer canlı türleriyle paylaştığımız temel
duygu ve güdülerden sorumlu sub-
kortikal sistemler üzerine kurulmuştur
(Davis, Panksepp ve Normansell, 2003).
İlksellik olarak incelendiğinde subkortikal yapıları içeren arkaik beyin, libido
ve agresyon gibi temel içgüdüleri kapsayan id ile ilişkilendirilmektedir (Kaplan-Solms ve Solms, 2000). Buna göre,
en ilkel güdüler beynin en ilksel bölgelerinde somutlaşmıştır. Limbik sistem
üzerine yapılan araştırmalar da hipotalamus, talamus ve amigdala gibi bölgelerin
cinsellik ve agresyonla ilişkilerini uzun
süredir incelemektedir. Nöropsikanalizle
ilgilenen uzmanlar, özellikle dopaminerjik sistemi id’in nörolojik izdüşümü olarak
yorumlamaktadır (Panksepp, 1998).
Buna paralel olarak, evrimsel olarak
arkaik beyinden sonra gelişmiş olan kortikal yapılar, gelişimsel olarak id’den
sonra sahneye çıkan ego ve süperego ile
bağdaştırılmaktadır (Kaplan-Solms ve
Solms, 2000). Nörolojik bulgularda, subkortikal ve kortikal yapılar arasında iki
taraflı inhibisyonun sözkonusu olması id
ve süperego işlevlerinin çatışan dinamiklerini çağrıştırmaktadır. Bu durumda sinirbiliminin incelediği korteks elektrokimyasal dengesi ve psikanalizin dile getirdiği
psişede homeostasis beraber yorumlanabilir. Bunun yanında nöropsikanaliz,
prefrontal bölgenin sürdürdüğü yönetici
ve inhibitör işlevlerin ego ve süperego
işlevleriyle benzerliğini tartışmaktadır
(Solms, 1999). Rüyalarda veya psikozda tespit edilen frontal hipoaktivasyonun, egonun bastırma mekanizmasının
zayıflaması ve bilinçaltı dinamiklerin
serbestleşmesiyle ilişkilendirilmesi bu
tartışmalara destek olmaktadır (Yu, 2001;
Özkarar, 2004; 2006).
Nöropsikoloji uzun zamandır dorsolateral prefrontal korteksi, sosyalleşme sürecinde gelişen vicdan ve mantıksal çıkarım
işlevlerine dayanan bilinçli ve gelişmiş
inhibisyon mekanizmalarından sorumlu
tutmaktadır (Luria, 1973). Son yıllarda
yapılan birçok farklı araştırmada ise or-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 62
bital prefrontal bölgenin davranışsal ve
afektif inhibisyon işlevlerine sahip olduğu
ortaya konulmuştur (Rolls, 1990; 1998;
Schore, 1994; 1996; 1997). İlginç olarak, bu
bölgenin inhibisyon işlevi presemboliktir,
yani dil kullanma kabiliyetinden (2 ve 3
yaşları civarı) önce gelişir (Schore, 1994).
3 yaşından önce gelişmesi vicdan ve
mantıksal çıkarım gibi yeteneklerden de
önce ortaya çıktığını kanıtlar. Dolayısıyla,
orbital prefrontal bölgenin sansür
mekanizması bilinçdışı ve ilkel inhibisyon olarak kabul edilmektedir. İlkel
ve gelişmiş inhibisyon mekanizmalarının
nörolojik olarak ayrıştırılmasında lateralizasyon çalışmaları da önemli ipuçları
vermektedir. Sağ hemisferin sol hemisferden daha erken gelişimi ve sol hemisfer
gelişiminin eğitim seviyesiyle pozitif korrelasyonu düşünülürse, sağ frontal lobun
birincil savunma mekanizmalarından
sol frontal lobun ikincil savunma
mekanizmalarından sorumlu olduğu
düşünülmektedir (Özkarar, 2004).
Nöro-Psikanalitik Tercümeye
Bir Örnek: Rüyalar ve Psikoz
Yukarıda özetlenen psikanalitik kavramların sinirbilimsel izdüşümlerini
yorumlayabilmek için uzmanlar farklı
konuda yapılmış birçok araştırmadan
faydalanmaktadır. Bu konuların başında
Freud’un teorisinin de temellerinde yatan
“Rüya” olgusu gelmektedir. Solms (1997),
uyku ve rüyalar üzerine bu yüzyılda elde
edilen nörobiyolojik bulgularla psikanalitik yorumların örtüşen yanlarına dikkat çekmektedir. Freud rüyalar sırasında
EGO’nun hipoaktif ve İD’in hiperaktif rol aldığını öne sürmüştür (Freud,
1900). Yani uyku esnasında “ego”nun
bastırma mekanizması zayıflar ve “id”
serbestleşerek günboyu bastırılan libidinal ve agresif güdüler rüyalarda sembolik olarak ortaya çıkar. Modern beyin
araştırmaları da REM uykusu esnasında
beynin dorso-lateral frontal bölgelesinde
hipoaktivasyon ve mesolimbik dopami-
nerjik sistemde hiperaktivasyona işaret
etmektedir (Solms, 1999). Buna göre,
uykuda “frontal lob aktivasyonu” (inhibisyon merkezi) zayıflar, subkortikal ve
posterior aktivasyonu ve “Dopaminerjik
sistem” aktivasyonu artar.
Psikoz için psikanalizin getirdiği açıklama
ve modern sinirbilimin açıklaması ‘Rüya’
açıklamalarına paraleldir. Psikotik kişilerin gün içersinde uyanıkken rüya gördüğü yorumu en eski yorumlardan biridir. Psikanalitik yaklaşım, psikoz sürecinde stres ve travma nedeniyle egonun
bastırma mekanizmasının çöktüğünü,
kişinin gelişimsel olarak gerilediğini
(regresyon) ve id’e ait güdülerin, omnipotant fantazilerin hezeyanlar olarak
bilinci istila ettiğini savunmuştur (Jung,
1907; 1995). Diğer bir ifadeyle, psikozda bilinçaltının bilinci istila etmesi
söz konusudur. Normal kişiler bunu
sadece uyku esnasında deneyimlerken,
psikotikler uyanıkken de bu durumu
yaşarlar. İlginçtir ki, modern sinirbilim
araştırmaları da psikozda frontal lob
hipoaktivasyonu, posterior kortekse gerileme ve dopaminerjik sistem hiperaktivasyonuna sıkca değinmektedir (Weinberger, Berman ve Daniel, 1991; Hazlett,
Buchsbaum, Jeu, Nenadic, Fleischman,
Shihabuddin, Haznedar ve Harvey, 2000;
Higashima, Kawasaki, Urata, Sakai, Nagasawa, Koshino, Sumiya, Tonami, Tsuji ve
Matsuda, 2000; Nohara, Suzuki, Kurachi,
Yamashita, Matsui, Seto ve Saitoh, 2000).
Dolayısıyla, Freud’un rüyalar ve psikozun dinamikleri için düşündüğü benzerlik, modern sinirbilimin REM uykusu ve
psikoza dair tespit ettiği bulgulardaki
benzerlikle paraleldir.
Nöro-Psikanalitik Kuramlara
ve Uygulamaya Giriş
Erken yaşlardaki deneyimlerin öğrenme
mekanizmaları yoluyla hafızada bıraktığı
gelişimsel izler, psikodinamik kuramın
altyapısını oluşturmaktadır. Edelman’ın
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 63
“Nöral Darwinism ve Öğrenme” kuramı,
erken yaştaki deneyimlerin gelişimsel
çocuk nörolojisindeki etkilerini anlamakta önemli rol oynar (Edelman,
1987). Edelman’a göre öğrenme birarada ateşlenen nöronların birarada sinir
ağı oluşturmasıyla mümkündür. İlk
yıllarda anne-bebek etkileşiminde, daha
sonra çevre-kişi etkileşiminde en çok
ateşlenen sinir ağları ‘seçilmiş’ sinir ağları
olur. Kişinin içsel ve dışsal süreçlerini
algılamasında ağırlıklı olarak seçilmiş
sinir ağları rol alır. Algılanan gerçeklerin
representasyonlara dönüşmesine “haritalama” adı verilir. Her kişi kendi haritalarına
göre olayları yorumlar ve değerlendirir.
Edelman’ın teorisi ilk yaş deneyimlerinin
kişilik yapısının oluşmasındaki rolünü
nörolojik boyutta izah ederek nöropsikanalize büyük katkıda bulunmuştur.
Bunun yanında Allan Schore’un sağ beyin ve bağlanma teorisini sentezleyen
çalışmaları anne-bebek etkileşiminin sağ
hemisfer sinir ağları üzerindeki etkisini
vurgulamıştır (Schore, 1994). Anne-bebek etkileşiminin şekline göre bebeğin
beyninde (özellikle erken gelişen sağ
beyinde) kortiko-limbik nöral ağlar kurulur. Aşırı stres bu ağların gelişmesini
engeller ve bağlanma sorunları ortaya
çıkabilir. Normal bağlanma sürecinde ise
ayna nöronların aracı olduğu eş zamanlı
anne-bebek hareketleri somut olarak
gözlemlenebilir (Ammaniti, 2004). Anne
ve bebeğin aynı anda aynı mimik ve
jestleri yapması özdeşleşme mekanizmasının ilk adımıdır.
Nöro-psikanalitik kuramların uygulamadaki yansımalarına bakılırsa, psikoterapist ve danışan arasındaki aktarım-karşı
aktarım sürecinde de gözlemlenen eş
zamanlı hareketler aynı nörolojik temele
dayanmaktadır ve bağlanmaya işaret etmektedir. Anne-bebek etkileşimiyle başlayan tüm çevre-insan etkileşimi beyinde
elektro-kimyasal değişimlere yol açar ve
beyindeki anatomik değişiklikler tüm
yaşam boyunca sürer. Dolayısıyla çevreinsan etkileşiminin bir örneği olan psikolojik tedaviler, sadece konuşmaktan ibaret
değildir. Uzman ve danışan arasında
oluşan sözlü ve sözsüz iletişim kişinin
beyninde de değişim yaratır. Psikolojik tedavide insan-çevre etkileşimi daha sağlıklı
şartlarda modellenerek, yeni nöral ağlar
kurulur ve yeni savunma mekanizmaları
öğretilir. Kandel’e (1999) göre, psikoterapinin sonlanımında beyinde oluşmuş
yapısal değişiklikler modern görüntüleme
teknikleriyle izlenebilir.
Kognitif sinirbilime karşıt olarak Afektif Sinirbilimi kurmuş olan evrimsel
sinirbilimci Panksepp’e göre, subkortikal afektif sistemleri anlamak psikolojik
değerlendirme ve tedavilerde kortikal
kognitif sistemleri anlamaktan daha önemli bir yer taşımaktadır. Ego ve süperego
işlevleriyle ilişkilendirilen kortiko-kognitif gelişimler, id ile paralellikler taşıyan ve
daha ilkel olan subkortikal afektif sistemler üzerine kurulmuştur (Davis, Panksepp
ve Normansell, 2003). Beyindeki belli bir
subkortikal afektif sistemin fazla veya az
çalışması kişilik tiplerinin ortaya çıkmasına
yol açmaktadır. Psikopatolojide, frontal
bölgenin -dolayısıyla kortiko-kognitif
işlevlerin ve inhibisyonun- zayıflaması,
dominant olan subkortikal afektif sistemin zihinsel kontrolü ele geçirmesi söz
konusudur. Panksepp doğru psikoterapi
yöntemlerinin seçilmesi ve oluşturulması
için bireysel kişilik değerlendirmesinin
önemini vurgulamaktadır. Kişilik değerlendirilmesinde hangi afektif sistemin
dominant olduğunun tespit edilmesi bu
sistemin sağaltımı ve güçsüz kalmış diğer
sistemlerin güçlendirilmesi için gereklidir
(Panksepp, 1998).
Subkortikal yapıların kortikal yapılara
üstünlüğünü savunan afektif sinirbilime alternatif olarak iki yapının da
önemini savunanlar, nöro-psikanalitik
uygulamaların 3 boyutlu zihin ve beyin
analizine dayandırılmasının en sağlıklı
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 64
yaklaşım olduğunu tartışmaktadır (Sasso,
1999). Bu görüşe göre bilinçaltı ve bilinç
dengesini sağlamak, duygu-düşüncedavranış bağlantılarını kurmak ve benöteki sınırlarını kurmak; beyinde sağ
yarımküre-sol yarımküre, kortikal-subkortikal ve anterior-posterior iletişimlerini
dengeleyerek “Bütün Zihin” oluşumunu
sağlar. Sasso, 3 boyutlu dengenin ruhsal
ve bedensel sağlık için gerekli olduğunu
savunmaktadır.
Psikolojik tedavide amaç, dengenin hangi boyut veya boyutlarda engellendiğini
tespit etmek, engelin sebeplerini bulmak ve değiştirmektir. Günümüze kadar geliştirilmiş psikolojik ekollerin her
birinin farklı boyuta odaklandığı ve bu
boyutta sağaltıcı etkiye sahip olduğu
düşünülebilir. Dolayısıyla, yapılan 3
boyutlu psikopatoloji teşhisine göre her
vak’a için farklı ekollerin tedavi yöntemlerinden faydalanabilir. Örneğin, psikotik bir bilince müdahale ederken bilişseldavranışsal yöntemler kullanmak, frontal
aktivasyonu arttırarak bilinçaltının bilinci
istilasını engelleyip, duygu-düşünce ve
davranış arasındaki disorganizasyonu
azaltıp, ben-öteki arasındaki sınırların
kuvvetlenmesini sağlar. Öte yandan
psikotik bireyleri psikanalize almak zaten bilinçaltının bilinci istila etmesini
artırarak kişinin kaygısını ve dağılmasını
artıracaktır
Bununla
beraber
ikincil
savunma
mekanizmaları çok kuvvetli bir obsesif kişiliğe müdahale ederken bilişsel
yaklaşımdan
ziyade
psikodinamik
yaklaşım çok daha faydalı olacaktır.
Uzmanların elindeki ekolü her danışana
uygulamaya kalkmak yerine, hangi
danışana hangi ekolün daha yararlı
olacağını araştırması ve farkındalık
kazanması gerekmektedir. Öyle görünmektedir ki, danışana göre yöntem belirlemek ve uygulamak nöro-psikanalitik
yaklaşımın temelini oluşturacaktır.
Nöropsikanalizin Gelişimi
İçin Tavsiyeler
İstanbul
Nöropsikanaliz
Çalışma
Grubu’nun görüşüne göre, zihin-beden
ikilemini araştırırken batı felsefesinin
yanında doğu felsefesini de incelemek
en ‘bütünleşmiş’ felsefeyi doğuracaktır
(Istanbul NNeuropsychoanalysis Study
Group, 2006a). Bunun yanında madde
ve enerji üzerine yapılan kuantum fizik
çalışmalarının bulmacayı tamamlayacağı
düşünülmektedir (Fişek, Özkarar ve Tura,
2007). Nitekim, modern fizik ve doğu mistisizmi arasındaki paralellikleri araştıran
fizik uzmanı Fritjof Capra “Kuantum
fizik doğu felsefesine yakınlaşmaktadır.”
öngörüsünde bulunmuştur (2000). Bu
yakınlaşma tüm disiplinlerin farklı terimlerle incelediği aynı olguda mutlak bir
gerçeğe işaret etmektedir. Her disiplinin
ulaştığı veriler disiplinlerarası çevirilerle bütünleştirilecek olursa daha büyük
bir bilgi bankasına sahip olmak mümkün olacaktır. Bu bilgi bir değil birçok
disiplinin yöntemleriyle test edilmiş ve
doğrulanmış bilgi olacaktır.
Bununla
beraber
nöro-psikanalitik
yaklaşımın gelişimi esnasında dikkat
edilmesi gereken ve bilimin daha önce
tuzağına düştüğü noktalar vardır. Nöropsikanaliz bir akımın üstünlüğünü değil,
akımların bütünleşmesini savunduğu
için kendini de en üstün akım olarak
görmemelidir. Nöropsikanalizin de her
akım gibi zayıf ve güçlü yanları vardır,
olacaktır. Henüz oluşmakta olduğu için
teoride aşırı genellemeler yapılmamalıdır,
örneğin psişenin materyalizasyonu incelenirken lokalizasyon gibi genellemelere
dikkat edilmeli, nörolojinin geçmişte
düştüğü tuzağa düşülmemelidir. Belli
bölgeler arasındaki sinir ağlarına odaklanmak ve bu ağların işlevlerini incelemek daha faydalı olacaktır. 2007 yılında
Viyana’da yapılan son nöropsikanaliz
kongresine yapay zeka üzerinde çalışan
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 65
elektrik ve elektronik mühendislerinin de
davet edildiği düşünülürse, akım doğa
bilimleri ve beşeri bilimlerin sentezinin
ilk adımlarını atmaktadır. Bu adımlar
atılırken çalışmalara daha çok felsefeci davet edilmelidir, böylelikle sentez
sürecinde ve teorinin oluşum evresinde
yapılabilecek epistemolojik hatalar önceden tespit edilip engellenebilir.
Kaynaklar
Ammaniti, M. (2004). Psychoanalytic Counterpoint. Beşinci Uluslararası Nöropsikanaliz Kongresi,
Roma - İtalya.
Capra, F. (2000). The Tao of physics. Berkeley,
California: Shambhala.
Colish, M. (1968). The mirror of language. New
Haven: Yale University Press.
Davis, K. L., Panksepp, J. ve Normansell,
L. (2003). The affective neuroscience personality Scales: Normative data and implications.
Neuropsychoanalysis, 5 (1), 57-69.
N., Tsuji, S. ve Matsuda, H. (2000). Regional CBF in
male schizophrenic patients performing an auditory
discrimination task. Schizophrenia Research, 42, 29-39.
Istanbul Neuropsychoanalysis Study Group
(2006a). Bulletin of the International Neuro-psychoanalysis Society. Neuropsychoanalysis, 8 (1), 107-108.
Istanbul Neuropsychoanalysis Study Group
(2006b). Bulletin of the International Neuro-psychoanalysis Society. Neuropsychoanalysis, 8 (2), 214-215.
Jung, C. G. (1995). Psicologia della malattia mentale.
S. Bonarelli, (Çev.). Roma: Newton. (orjinal çalışma
1903/1907).
Kandel, E. R. (1999). Biology and the future of
psychoanalysis: A new intellectual framework for
psychiatry revisited. American Journal of Psychiatry,
156, 505-524.
Kaplan-Solms, K. ve Solms, M. (2000). Clinical
studies in neuropsychoanalysis. London: Karnac.
Luria, A. R. (1973). The working brain: An introduction to neuropsychology. Harmondsworth, Middlesex:
Penguin.
Nagel, T. (1987). What does it all mean? NY: Oxford
University Press.
Descartes, R. (1912). A discourse on method.
London: Dent. (Orjinal Çalışma 1637).
Nohara, S., Suzuki, M., Kurachi, M., Yamashita,
I., Matsui, M., Seto, H. ve Saitoh, O. (2000). Neural
correlates of memory organization deficit in schizophrenia. Schizophrenia Research, 42, 209-222.
Edelman, G. M. (1987). Neural Darwinism: The
theory of neuronal group selection. New York: Basic
Books.
Northoff, G. (2007). Introjection and cortical midline structures in depression. Sekizinci Uluslararası
Nöropsikanaliz Kongresi, Viyana-Avusturya.
Fişek, G., Özkarar, F. G. ve Tura, S. M. (2007,
Ocak). Nöropsikanaliz İstanbul’da! Güler Fişek
(panel yöneticisi). İstanbul Türk Psikologlar Derneği
Paneli, İstanbul.
Özkarar, F. G. (2004). Ego fails to repress: The
role of left frontal lobe hypoactivation in associative memory impairment in schizophrenia. Beşinci
Uluslararası Nöro-Psikanaliz Kongresi, Roma-İtalya.
Freud, S. (1900). The interpretation of dreams
(Standard Edition, 4).
Özkarar, F. G. (2005). Symptoms of schizophrenia: A cluster of signs or a composition of schism and
defenses? Altıncı Uluslararası Nöropsikanaliz Kongresi,
Rio de Janerio-Brezilya.
Freud, S. (1915). Repression (Standard Edition,
14).
Freud, S. (1923). The ego and the id (Standard
Edition, 19).
Freud, S. (1938). An outline of
(Standard Edition, 23).
psychoanalysis
Gamwell, L. ve Solms, M. (2006). From neurology
to psychoanalysis: Sigmund Freud’s neurological drawings and diagrams of the mind. New York: Binghamton
University Publications.
Hazlett, E. A., Buchsbaum, M. S., Jeu, L. A.,
Nenadic, I., Fleischman, M. B., Shihabuddin,
L., Haznedar, M. M. ve Harvey, P. D. (2000).
Hypofrontality in unmedicated schizophrenia patients studied with PET during performance of a
serial verbal learning task. Schizophrenia Research, 43,
33-46.
Higashima, M., Kawasaki, Y., Urata, K., Sakai,
N., Nagasawa, T., Koshino, Y., Sumiya, H., Tonami,
Özkarar, F. G. (2006). Nöropsikanaliz ve şizofreni.
G. Fişek (panel yöneticisi). Klinik psikolojide nöropsikanalitik yaklaşım. 16. Ulusal Psikoloji Kongresi,
Ankara.
Panksepp, J. (1998). Affective neuroscience: The
foundations of human and animal emotions. New York:
Oxford University Press.
Robinson, D. N. (1981). An intellectual history of
psychology. New York. McMillan.
Rolls, E. T. (1990). A theory of emotion, and its
application to understanding the neural basis of
emotion. Cognition & Emotion, 4, 161-190.
Rolls, E. T. (1998). The orbitofrontal cortex. A.
C. Roberts, T. W. Robbins ve L. Weiskrantz, (Ed.),
The prefrontal cortex: Executive and cognitive functions
içinde (67-86). Oxford: Oxford University Press.
Sasso, G. (1999). Struttura dell’oggetto e della rap-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 66
presentazione. Roma: Casa Editrice Astrolabio.
Schore, A. (1994). Affect regulation and the origin
of the self: The neurobiology of emotional development.
Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum Associates.
Schore, A. (1996). The experience-dependent
maturation of a regulatory system in the orbital
prefrontal cortex and the origin of developmental
psychopathology. Development and Psychopathology,
8 (1), 59-87.
Schore, A. (1997). A century after Freud’s project: Is a rapproachment between psychoanalysis
and neurobiology at hand? Journal of American
Psychoanalytic Association, 45 (3), 807-840.
Solms, M. (1997). Neuropsychology of dreams. A
clinico-anotomical study. Mahwath, NJ; Lawrence
Erlbaum Associates.
Solms, M. (1999). The interpretation of dreams
and the neurosciences. British Psycho-Analytic Society
Bulletin, 25 (9), 28-35
Solms, M. ve Turnbull, O. (2002). The Brain and
the Inner World. Odher Press.
Solms, M. (2004). Freud returns. Scientific
American, May, 96-101.
Weinberger, D. R., Berman, K. F., and Daniel, D.
G. (1991). Prefrontal cortex dysfunction in schizophrenia. H. S. Levin, H. M. Eisenberg ve A. L. Benton,
(Ed.), Frontal lobe function and dysfunction içinde (275287). New York: Oxford University Press.
Yu, C. Kai-ching (2001). Neuroanatomical correlates of dreaming: The supramarginal gyrus contoversy (dream work). Neuropsychoanalysis, 3 (1),
47-59.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 67
Çocuk Tanıklığı ve Çocuk Belleğinin Güvenirliği
Mine Cihanoğlu
Atılım Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
[email protected]
Çocukların fiziksel, duygusal ve cinsel
olarak istismarı ve ihmali ile yaşadıkları
travmalar, toplumsal boyutta giderek
artan bir duyarlılığa yol açmaktadır. Bu
duyarlılık birçok ülkenin hukuki sisteminde de birtakım değişikliklere neden
olmuş ve çocuk tanıklığı konusundaki
yasal düzenlemelere esneklik getirilerek
çocuğun tanıklığına başvurmada yeterlik
ölçütü kaldırılmıştır. Özellikle cinsel istismar vakalarında çocuğun tanıklığı önemli
bir kanıt olarak değerlendirilmektedir.
Çocuklara mahkemede söz hakkı
tanınması hukuk sistemi içinde yer alanlar kadar ruh sağlığı, sosyal hizmetler
ile psikoloji gibi alanların uzmanlarını
da ilgilendirmektedir. Konuyla ilgili
olarak gerçek istismar vakalarının açığa
çıkmaması ve gerçekleşmemiş istismar
vakalarının bildirilmesi gibi iki önemli sorun bulunmaktadır. Bu sorunlara
çözüm getirilebilmesi çocuğun, yaşadığı
olayları doğru olarak hatırlama ve aktarma konusunda belleğinin güçlü ve zayıf
yanlarının yeterince bilinmesiyle mümkün olabilir (Bruck, Ceci ve Hembrooke,
1998).
Çocuklar bir suç vakasında mağdur ya da
tanık olduklarında iki önemli konu ortaya
çıkar. Bunlardan ilki çocukların, yaşadıkları travmatik olaylara ilişkin ifadelerini
etkileyen bilişsel, güdüsel ve duygusal
faktörlerdir. Bu konudaki araştırmalar
çocukların, bu travmatik olayları yaşamış
oldukları varsayımına dayanır. Çocuk
tanıklığı araştırmalarındaki diğer bir konu
ise telkin edici görüşmelerin, çocukların
gerçekte yaşamamış oldukları travmatik
olaylarla ilgili yanlış ifadeler vermelerine
yol açıp açmayacağı ile ilgili olmaktadır.
Çocukların yanlış ifadeler vermesine
neden olan koşullar, verilen ifadelerin
telkinin etkisiyle gerçekten inanılarak
mı yoksa bilerek farklı biçimde mi
verildiği ve yanlış ifade vermenin izlediği
gelişimsel çizgi bu tür araştırmaların
temel konusunu oluşturmaktadır. Çocukların otobiyografik bellekleriyle ilgili ifadelerinin güvenirliği ile doğru ve yanlış
ifadelere neden olan mekanizmalar
gelişim psikolojisinin araştırma alanında
bulunmakla birlikte adli süreçte bu konudaki araştırmalara duyulan gereksinim
ve elde edilen bulguların adli alana uygulanabilir olması sebebiyle konuyla ilgili
araştırmaların “adli gelişimsel psikoloji”
alt dalı altında isimlendirilebildiğini de
görüyoruz (Bruck ve Ceci, 2004).
Çocuk Belleğinin Telkin Edilebilirliği
Çocukların verdikleri ifadelerin telkin edilebilirliği (suggestibility) çocuk
tanıklığının güvenirliği açısından büyük
önem taşır. Telkin edilebilirliğin geleneksel tanımı “bireylerin olay sonrası verilen bilgileri kabul etme ve bunları daha
sonra bellek birikimleriyle birleştirme
derecesi”dir (Gudjonsson, 1986, s. 195). 20.
yüzyılın başlarından itibaren sürdürülen
telkinden etkilenme araştırmalarının
erken dönemlerinde kullanılan bu tanıma göre telkin edilebilirlik, bilinçdışı
bir süreçtir - bilgi, farkında olunmadan
belleğe dahil edilir, olaydan önce değil
sonra verilen bilgiden kaynaklanır ve sosyal olmaktan çok belleğe dayanan bilişsel
bir olgudur. Günümüzde ise telkin edilebilirlik daha geniş bir ifadeyle çocukların,
olayları kodlama, depolama, geri çağırma
ve olaya ilişkin ifadelerinin bir dizi sosyal ve psikolojik faktörden etkilenme
derecesi olarak tanımlanmaktadır. Bu
tanım, geleneksel tanımdan farklı olarak
telkin edilebilirlik kavramı hakkında şu
noktalara işaret etmektedir: (a) Sosyal taleplere uyma, yalan söyleme veya sevdiği
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 68
kişileri memnun etme çabalarında olduğu
gibi kişi bilgiyi, olayın özgün halinden
farklı olduğunu bilerek kabul edebilir; bu
nedenle çocuklar, olayın gerçekte nasıl
olduğunu hatırlasalar da bunu güdüsel etkenler sebebiyle belleklerinde bir değişim
olmaksızın farklı şekilde ifade edebilirler,
(b) telkinin etkisi, olaydan hem önce hem
de sonra verilen bilgilerden kaynaklanabilir ve (c) telkin edilebilirlik hem sosyal
hem de bilişsel etkenlerle ortaya çıkabilir
(Ceci ve Bruck, 1993; 1998).
Çocuk belleğinin telkin edilebilirliğinin
zaman içinde farklılaşan tanımıyla birlikte konuyla ilgili yapılan araştırmaların
yöntemlerinde de farklılıklar görmekteyiz. 1980’lerden önce yapılan çalışmalar
çoğunlukla, bir öykü ya da okulda
araştırmacılar tarafından gerçekleştirilen
bir olay gibi yaşanmış/gözlenmiş bir
olay ile ilgili olarak sorulan, yanlış bir
varsayım içeren yönlendirici tek bir soruya çocukların verdikleri yanıtları
incelemiştir. Bu çalışmaların ortak bulgusu, küçük yaştaki çocukların büyük yaştaki
çocuklara oranla telkine daha açık olduğu
yönündeydi. Bu çalışmalarda ortaya çıkan
iki önemli sorun bulunmaktaydı. İlki, cinsel istismar vakalarının en çok görüldüğü
okulöncesi dönemdeki çocuklara bu
çalışmalarda son derece az yer verilmesiydi. Bu çalışmalarla ilgili diğer bir olumsuzluk ise çocukların hatırlaması istenen
olayların nötr olaylar olması ve istismar
olayıyla karşılaştırıldığında kişisel önem
taşımayan ve bu yönüyle çocuk için belirgin bir özelliği olmayan olaylar olmasıdır.
Bu çalışmalarda çocuklara soruların
sorulduğu deneysel ortamlar, istismara
uğramış çocuklarla yapılan görüşme
ortamlarından oldukça farklıdır. Çocuklarla yapılan adli görüşmelerle bu deneysel
çalışmaların içerikleri arasındaki farklılık,
elde edilen bulguların hukuki süreçte
çocuğun verdiği bilgilerin güvenirliği
hakkında
karar
mekanizmalarına
geçerli bilgiler verilebilmesi için yeterli
olmamıştır (Bruck, Ceci ve Hembrooke,
1998; Lyon, 2001). Bu nedenle, çocuk
belleğinin güvenirliği araştırmalarında
bu tür çalışmaların yerini, okulöncesi
dönemdeki çocuklarla, stres verici olaylar
hakkında, yalnızca yanlış yönlendirici sorularla kalmayıp çeşitli görüşme yöntemlerinin sınandığı çalışmalar almıştır. Stres
verici olaylar olarak genel fizik muayene
ya da genital bölgelerin muayenesi gibi
olaylar seçilerek mümkün olduğunca
cinsel istismar vakalarındakine yakın
özellikler taşıyan olayların hatırlanması
incelenmiştir (örn., Brown ve ark., 1999).
Bu alandaki en son çalışmalarda ise
çocukla yapılan görüşmelerde çocuğun
gelişimsel özelliklerinin, çocuğun belleğinin bozulmasına ve çocuktan alınan
bilginin güvenirliğine, niteliğine olumsuz etkide bulunan soru türlerinin ve
görüşme atmosferinin saptanmasına yönelik bir çaba gözlenmektedir. Bu amaç
doğrultusunda hazırlanan görüşme protokolleri ile çocuklarla görüşme yapan
uzmanlara eğitimler verilerek görüşmeci
yanlılığı azaltılmaya çalışılmaktadır.
Farklı ülkelerde geliştirilen görüşme
protokolleri ve eğitim programlarının
etkililiği üzerine yapılmış çalışmalar ve
farklı ülkelerden elde edilen bulguları
karşılaştıran çalışmalar bulunmaktadır
(örn., Orbach ve ark., 2000; Orbach ve
Lamb, 2001; Sternberg ve ark., 2001). Bu
çalışmalarda görüşmecinin yanlı tutumuna yol açan koşulların betimlenmesinin
yanında bu tür tutum ve davranışların
görüşmede tek başına ya da ortak etkileri
de deneysel olarak incelenmektedir.
Araştırmalardan elde edilen bulgulara
dayanarak özellikle okulöncesi dönem
çocuklarının tanıklıklarında sosyal ve
bilişsel gelişim özelliklerine bağlı olarak
yanılgılar olsa da hataların tamamının
çocuğa bağlı olmadığı, çocukla yapılan
görüşmenin telkin edici öğeler taşıdığı
durumlarda bunların dışsal etkenlerden
de kaynaklanabileceğini söylemek mümkündür. Uygun koşullar altında görüşme
yapıldığında, çocuklardan doğru bilgiler
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 69
alınabilir ve çocuk tanıklığına güvenilebilir (Bruck, Ceci ve Hembrooke, 1998;
Lyon, 2001; Mordock, 2001; Saywitz ve
Camparo, 1998).
Çocuk Belleğinin Telkin
Edilebilirliğini Etkileyen Faktörler
Çocuk belleğinin telkin edilebilirliğine
etki eden iki grup etken bulunmaktadır:
Görüşmenin yapısından kaynaklanan
dış etkenler ile çocuktan kaynaklanan
iç etkenler. Görüşmecinin özellikleri,
görüşmedeki tutum ve davranışları,
görüşme ortamı ve görüşmenin yapısına
bağlı olan dış etkenlerle ilgili olarak
bugüne dek yapılan araştırmalarda ortak bulgulara rastlamak mümkündür. Bu
veriler doğrultusunda çocuktan doğru
ve eksiksiz bilgi alabilmeyi sağlayacak
görüşme yöntemleri konusunda bilgi sahibiyiz. Ancak, çocuğun sosyal, bilişsel,
duygusal ve biyolojik işlevsellik düzeyinden kaynaklanan bireysel farklılıklar konusundaki araştırmaların sayısı, görüşme
ortamına bağlı dış etkenlere değinen
araştırmalarla karşılaştırıldığında çok
daha azdır. Telkinden etkilenmede bireysel farklılıklar demografik (sosyo-ekonomik düzey, cinsiyet), bilişsel (zeka, dil
becerileri, bellek – olay belleği ile standart bellek ölçümleri, zihin kuramı, yönetsel işlevler, dikkat, yaratıcılık) ve psikososyal (sosyal katılım, benlik kavramı/
öz-yeterlik, stres/duygusal uyarılma/
durumsal anksiyete, annenin bağlanma
stili, ebeveyn-çocuk ilişkisi, anne-babalık
tarzları, mizaç, ruh sağlığı) değişkenler
açısından incelenmiştir. Bu çalışmalardan
elde edilen bulgular, dış etkenleri inceleyen çalışmalardan elde edilen bulgular kadar tutarlılık göstermemektedir.
Farklı sosyal ve bilişsel özelliklerin telkin
edilebilirliğe aynı anda etki etmesi söz konusudur ve bu nedenle farklı değişkenleri
bir arada ele alıp bunların yordayıcı etkisini araştıran çalışmalar daha açıklayıcı
olmaktadır (Bruck, Ceci ve Melnyk, 1997;
Bruck ve Melnyk, 2004).
Bilişsel etkenlerle sosyal etkenlerin telkine
gösterilen dirence olan etkisi konusunda
tartışmalar sürmektedir. Sosyal etkenlerin
belirleyici olduğunu savunanlar, çocuğun
yanlış olduğunu bildiği halde, otoriteye
boyun eğme ya da kendinden bekleneni
düşünüp ona göre tepki verme amacıyla
yanlış yanıtlar verebileceğini ileri sürmektedir. Bilişsel etkenlerin daha etkili olduğu
görüşü ise çocuğun, kodlama, depolama,
hatırlama gibi belleğe bağlı bilişsel yetersizliklerinin söz konusu olduğunu vurgular. Her iki etken birlikte etkili de olabilir. Örneğin; çocuk hatalı bilgiyi karşı
çıkmamış olmak için kabul eder ve daha
sonra bunu sanki doğru olanmış gibi
hatırlayabilir. Başka bir deyişle, verilen
telkinin başlangıçta sosyal bir etkene bağlı
olarak çocuk tarafından kabul edildiğini,
ancak bunun daha sonra bilişsel düzeyde bir bellek bozulmasına yol açtığını
düşünmek mümkündür (Bruck ve Melnyk, 2004).
Zaman ve Tekrar Eden Telkin Edici
Görüşmelerin Çocukların Verdikleri
İfadelere Etkisi
Çocuklar bir olayın mağduru ya da tanığı
olduklarında, yaşadıkları bu olayı defalarca pek çok farklı kişiye anlatmak zorunda
kalırlar. Bu kişiler aile ve yakın çevrelerindeki bireyler, yasal süreç içindeki polis, savcı, yargıç, sosyal hizmet uzmanı
ya da klinik müdahalenin gerekli olduğu
durumlarda ruh sağlığı uzmanları olabilmektedir. Tekrarlayan görüşmelerde telkin
bulunup bulunmaması ve bu görüşmeler
arasında geçen sürenin uzunluğunun
çocukların olaya dair verdikleri ifadeler
üzerindeki etkisi de önemli bir araştırma
konusunu oluşturmaktadır.
Tekrarlayan soruların aynı görüşme
içinde veya farklı zaman aralıklarıyla
birbirinden ayrılmış görüşmelerde çocuklara yöneltilmesinin farklı etkileri bulunmuştur. Genel olarak tekrarın belleği
güçlendirdiği ve farklı görüşmelerde
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 70
tekrarlanan soruların hem doğal ortamlarda hem de laboratuvar çalışmalarında
çocukların olaya dair daha fazla ayrıntı
vermesini sağladığı görülmektedir. Ancak bu olumlu etki, telkin edici öğelerin
bulunmadığı görüşmeler için geçerlidir. Telkin edici soruların tekrarlanması
yanlış ayrıntıların hatırlanmasını da artırmaktadır. Tekrarlayan bu görüşmelerin
olaya ve olaya dair belleğin test edildiği
görüşmeye olan zamansal uzaklığı, telkin içerip içermemesi ve sayısı çocukların
ifadelerini farklı biçimlerde etkilemektedir. Sorular aynı görüşme içinde
tekrarlandığında ise özellikle küçük
yaş grubundaki çocukların, verdikleri
yanıtları değiştirebildikleri görülmektedir.
Yetişkini memnun etme eğiliminin, verdiği
yanıtı onun beklentisi doğrultusunda
değiştirmesi gerektiği düşüncesinin bunda etkili olduğu söylenmektedir (Ceci ve
Bruck, 1998).
Özetle, çocuğun tanık olduğu görüşmelerde görüşmeye, görüşmeciye ve
çocuğa bağlı pek çok değişkenin çocuğun
ifadeleri üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Bir yetişkinin çocukla görüşmesini
gerektiren tüm durumlarda ortaya
çıkan temel bir konunun çocuk tanıklığı
görüşmelerinde de söz konusu olduğu
söylenebilir. Çocuk-yetişkin görüşmesinde her zaman için bir güç dengesizliği
bulunmaktadır. Görüşmecinin, tutum
ve davranışlarıyla bunu en aza indirmesi mümkündür; ancak daha önemli bir
konu, çocuğun bu durumu algılama
biçimidir. Bu noktada çocuğun bilişsel
özelliklerinin yanı sıra diğer bireysel özellikleri, yetiştirilme biçimi, aile ortamına
bağlı diğer değişkenler gibi pek çok farklı
etken devreye girmektedir. Çocuktan
kaynaklanan bilişsel ve sosyal etkenlerin
çocukların ifadelerine olan etkisini ayırt
edebilmemizi sağlayacak daha pek çok
araştırmaya gereksinim olduğu açıktır.
Bu alandaki araştırmaların artmasıyla,
mahkemelerin özellikle küçük yaştaki
çocukların ifadelerinin ne derece güve-
nilir olduğu konusunda uzman görüşüne
başvurduğu olgularda bilimsel verilere
dayalı bir değerlendirme yapabilmemiz
mümkün olacaktır.
Kaynaklar
Brown, D. A., Salmon, K., Pipe, M. E., Rutter,
M., Craw, S. ve Taylor, B. (1999). Children’s recall
of medical experiences: The impact of stress. Child
Abuse and Neglect, 23, 209-216.
Bruck, M. ve Ceci, S. J. (2004). Forensic developmental psychology: Unveiling four ommon misconceptions. Current Directions in Psychological Science,
13, 229-232.
Bruck, M., Ceci, S. J. ve Hembrooke, H. (1998).
Reliability and credibility of young children’s reports. American Psychologist, 53, 136-151.
Bruck, M., Ceci, S. J. ve Melnyk, L. (1997). External
and internal sources of variation in the creation of
false reports in children. Learning and Individual
Differences, 9, 289-316.
Bruck, M. ve Melnyk, L. (2004). Individual differences in children’s suggestibility: A review and synthesis. Applied Cognitive Psychology, 18, 947-996.
Ceci, S. J., & Bruck, M. (1993). Suggestibility of
the child witness: A historical review and synthesis.
Psychological Bulletin, 113, 403-439.
Ceci, S. J. ve Bruck, M. (1998). Children’s testimony: Applied and basic issues. W. Damon, (Ed.),
I. E. Sigel ve K. A. Renninger, (Cilt Ed.), Handbook of
child psychology (Cilt 4): Child psychology in practice (5.
Baskı) içinde (713-774). New York: Wiley.
Gudjonsson, G. (1986). The relationship between interrogative suggestibility and acquiescence:
Empirical findings and theoretical implications.
Personality and Individual Differences, 7, 195-199.
Lyon, T. D. (2001). Let’s not exaggerate the suggestibility of children. Court Review, 13, 12-14.
Mordock, J. B. (2001). Interviewing abused and
traumatized children. Clinical Child Psychology and
Psycihatry, 6, 271-291.
Orbach, Y., Hershkowitz, I., Lamb, M. E.,
Sternberg, K. J., Esplin, P. W. ve Horowitz, D. (2000).
Assessing the value of structured protocols for
forensic interviews of alleged child abuse victims.
Child Abuse and Neglect, 24, 733-752.
Orbach, Y. ve Lamb, M. E. (2001). The relationship between within-interview contradictions and
eliciting interviewer utterances. Child Abuse and
Neglect, 25, 323-333.
Saywitz, K. ve Camparo, L. (1998). Interviewing
child witnesses: A developmental perspective. Child
Abuse and Neglect, 22, 825-843.
Sternberg, K. J., Lamb, M. E., Davies, G. M. ve
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 71
Westscott, H. L. (2001). The Memorandum of Good
Practice: Theory versus application. Child Abuse and
Neglect, 25, 669-681.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 72
Toplumsal Cinsiyet, İletişim ve Sosyal Etki:
Gelişimsel Bir Bakış Açısı*
- Özet Çeviri Özlem D. Gümüş
Ankara Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
[email protected]
Bu çalışmada, iletişim ve sosyal etki
konuları çerçevesinde gelişimsel dönemlere göre cinsiyet farklılıkları incelenecektir. İletişimdeki cinsiyet farklılıklarının
nasıl bir dil yarattığı ve iletişimin cinsiyet
kalıp yargılarının oluşumuna nasıl etkide
bulunduğunu değerlendiren literatür
bulunmakla birlikte, burada ağırlıklı
olarak sosyal etki anlamında cinsiyet
farklılıklarına nelerin katkıda bulunduğu
tartışılacaktır. İletişim ve etki için yapılan
diğer kuramsal açıklamalara da yer verilecektir.
Yetişkin ve çocuklarda uygulanan
bu bölümde sunulacak olan “hayat
boyu” yaklaşımının birçok avantajı
vardır. İlk olarak bu yöntemle iletişim
ve sosyal etkideki hayat boyu cinsiyet
farklılaşma kalıplarının yaygınlığı ve
tutarlılığını gösterebiliriz. İkinci olarak
bu kuramsal açıklamalarda hem çocuğun
davranışındaki hem de yetişkinlikteki
cinsiyet farklılıklarını içermektedir. Sonuç
olarak, bu kuramların etkinliğini bütünsel ve ilişkisel olarak değerlendirebilir ve
literatürdeki boşlukları yakalayabiliriz.
İletişim, Etkileşim ve Sosyal Etkideki
Cinsiyet Farklılıkları
İletişimdeki Cinsiyet Farklılıkları
Erkekler ve kadınlar iletişim stilleri
açısından nasıl farklılaşırlar? Cinsiyet
farklılıkları
hakkındaki
çalışmalar
çok karışık sonuçlar verse de rekabet,
girişkenlik ve otorite erkeklerle; işbirliği,
kabullenicilik ve sıcaklık da kadınlarla
ilişkilendirilir.
Okul öncesinde kız ve erkeğin dil
gelişimleri farklılaşmaya başlamıştır.
Erkekler rekabet etmek, arkadaşlarını
kontrol etmek ve üstteki tek adam oyununu (one-upmanship games) oynamak
için iletişime geçer; kızlar ise daha çok
aynı cinsiyetten arkadaşlarıyla etkileşime
girerler ve daha çok ilişki kurmak ve bunu
devam ettirmek, diğerlerinin duygularını
fark etmek ve arkadaşları arasındaki
farklılıkları eritmek için konuşurlar.
Okul öncesi çağda erkekler daha fazla
konuşur ve daha fazla direktif verirler.
Ayrıca, kızlar erkeklerden daha fazla
yardım isterler ve eğer diğer insanlar
kızlardan yardım istediklerlerse kızlar
daha fazla yatıştırıcı konuşmalar yaparlar; karmaşaları çözerlerken erkeklerden
daha fazla tedbirlidirler, ‘değil mi?’ gibi
ek soruları ve ‘haydi’ gibi ünlemleri daha
sık kullanırlar (Thompson, 1999). Bu tarz
ifadeler karşısındakine karşı duyarlılığı ve
aralarındaki statü farkını en aza indirgemeye yönelik olarak kullanılır.
Karşılıklı konuşmalardaki cinsiyet farkı
tartışma durumlarını da kapsıyor mu?
Bu durumlarda, hem erkek hem de kızlar
daha emredercesine ve daha baskın olmak
istercesine konuşurlar ki, bu durumda
cinsiyet farkı azalır. Ancak tartışmayı
çözüme kavuştururken kızlar daha farklı
iletişime geçerler.
Afrikalı Amerikan işçi sınıfı üzerinde yapılan çalışmada kızların tartışma
durumlarında daha çok bağlantıları
korumaya yönelik iletişim kurdukları
saptanmıştır. Kızlar direkt çatışmaya
girmektense başka kızlarla koalisyon
kurar; erkekler ise çatışmaya girer, ha-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 73
karet eder ve karşı tarafa saldırırlar.
Afrikalı Amerikanlar arasındaki cinsiyet
farkı Beyaz Amerikalılardan daha azdır.
Bu farklar yetişkinlerde de görülür.
Kadınların iletişimleri daha fazla eşitlik
prensibine dayalıdır ve ilişkileri devam
ettirmeye yöneliktir. Evliliklerde kadın
etkileşim kurmak için daha fazla emek
sarf eder ve eşinin ilgi ve isteklerine daha
duyarlıdır. Örneğin, kadınlar herkese
çekici gelen konularda konuşmayı tercih
ederler. Üniversite öğrencileri ve evli
çiftlerde yapılan çalışmalarda, kadınların
başını sallama ve sözel pekiştireç kullanma yöntemleriyle diğerlerini daha fazla
konuşmaya teşvik ettikleri, erkeklerin ise
diğerlerinin iletişimsel katkılarını gözardı
ettikleri bulunmuştur.
Erkeklerin konuşmaları, hem diğerlerine
karşı daha az duyarlı hem de daha fazla
statü vurgulu konuşmalardır. Erkekler,
yapılandırılmış iş odaklı toplantılar ve
daha az yapılandırılmış sınıflar ve fakülte
toplantıları gibi toplantılarda ve resmi
olmayan karşılıklı konuşmaya dayalı
toplantılarda, kadınlardan daha fazla
konuşurlar. Sözünü kesme davranışındaki
bulgular henüz netlik kazanmamıştır.
Üniversite öğrencileri arasında, fakülte
üyelerinde, terapi sırasındaki çiftlerin
iletişimi sırasında ve erkek hasta ve
kadın doktor arasında ve benzeri durumlarda erkekler kadınların sözünü daha
fazla kesme eğilimindedir. Bu konuyla
ilgili çalışmalar henüz tam olarak söz
kesme yöntemleri arasındaki farklılıkları
ortaya çıkaramadığı için tutarlı sonuçlar verememektedir. Örneğin, bazı
çalışmalara göre konuşma sırasındaki
karşı tarafı daha fazla cesaretlendirmek
için söylenen sözel pekiştireçler bile söz
kesme olarak kodlanmalıdır.
Diş hekimleri ve hastalarıyla yapılan
bir çalışmada kadın dişhekimlerin daha
arkadaşça davrandıkları, erkeklerin ise
daha resmi davrandıkları bulunmuştur
(Gorter ve Freeman, 2005).
Konuşma sırasında, yatıştırma ve kesin
ifadeler kullanmama anlamında da
cinsiyet farkı bulunmuştur. Kesin ifadelerin kullanılmadığı konuşmalara
‘biraz, belki ve bir parça’ gibi kaçınma
ifadelerinin kullanıldığı, ‘Ben uzman
değilim.’ ve ‘Yanlış düşünüyor olabilirim’ gibi uzmanlığı inkar edici
ifadelerin kullanıldığı, ve ‘Kadınlar
erkeklerden farklı konuşuyorlar, değil
mi?’ gibi tereddüt bildiren ek soruların
kullanıldığı konuşmaları örnek olarak
verebiliriz. Bu tarz yatıştırıcı ifadeler
kesinsizlik ifade etse de, aynı zamanda
diğerlerini de konuşmaya dahil etmeyi
ve dolaylı bir etkide bulunmayı içerir.
Yüksek düzeyde yatıştırıcı ifadelerin
kullanılması yetersizliği ve kendinden
emin olamamayı ifade ederken, normal
düzeydeki kullanımı hoş olarak algılanır.
Bu ifadeleri daha çok kadınlar kullanır.
Bazı çalışmalar kaçınma ifadeleri ve ek
sorularda bir cinsiyet farkı bulamasalar
da bazıları kaçınma ifadelerini erkeklerin
daha fazla kullandığını bulmuşlardır.
Fakat genel olarak kadınlar daha fazla
‘yatıştırıcı’ ları kullanmak eğilimine sahiptir.
Sözsüz iletişim konusunda da kadınların
“diğerleri”ne yönelimini ve erkeğin ise
daha fazla güç ve otoriteye yönelimini
görmek mümkündür. Sözsüz olarak
kadınlar daha sıcak bir etki uyandırır.
Görsel baskınlık anlamındaki cinsiyet
farkına göre, güçlü olan konuşurken
daha fazla göz kontağı kurar, dinlerken
ise daha az göz kontağı kurar. Erkeklerin
görsel baskınlığı daha yüksektir.
Kişilerin
toplumsal
cinsiyetlerinin
yanında biyolojik cinsiyetleri de çok
farklılık oluşturur. Okul öncesi çağda
hemcinsler daha fazla etkileşirler. Karışık
cinsiyettekilerin oluşturduğu gruplarda
bir takım değişiklikler bulunur. Örneğin,
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 74
kızların bulunduğu gruplarda erkekler
daha işbirlikçi konuşmalar yaparlar.
Kızların çoğunlukta olduğu gruplarda
da kızlar daha fazla çatışmaya açık olur;
azınlıkta oldukları ve sadece kızların
olduğu grupta oldukları durumlarda,
kızlar yine işbirlikçi iletişime geri dönerler.
harmanlanacağı ortama göre değişir.
Dahası, bu seçimler gayet pragmatik olup
kişiler üzerinde daha fazla etki yapabilecek olan seçilebilir. Karışık cinsiyet
etkileşimlerinde önemli olan gücün kimde
olduğunun anlaşılması olduğu için her iki
cinsiyet de davranışlarını bu bilgiye göre
şekillendirir.
Gülme davranışındaki cinsiyet farkı
hemcins gruplarda daha fazladır. Buna
göre hem kadın hem erkekler kadınlara
karşı daha fazla gülerler. Kadınların ve
erkeklerin ses özellikleriyle alakalı televizyon kullanılarak yapılan çalışmada
daha sıcak ses tonlarının kadınlara ait
olduğu bulunmuştur. Ayrıca hem kadın
hem erkekler kadınlara kaşı daha sıcak bir
ses tonuyla konuşurlar.
İlişkidekilerin görece güç ilişkisi birçok araştırmada çalışılmıştır. Okul
öncesi çağdaki Çinli kızların oynadıkları
oyunlardaki ev işleriyle ilgili meselelerde çok emredici ve kavgacı oldukları
bulunmuştur. Bu bağlamda kızlar
erkeklere karşı hoşgörü göstermezken
erkekler kızların fikirlerine daha fazla
uyma davranışı gösterirler. Kyratzis ve
Guo, Çin kültüründe evle ilgili işlerin çok
değerli olduğunu ve bu alanda kadınların
çok baskın ve güçlü rol oynadıklarını
belirtmişlerdir.
Yatıştırma ve baskın iletişimdeki cinsiyet
farklılıklarıyla ilgili çalışmalarda birtakım
etkiler bulunmuştur. Yatıştırıcı konuşma
kadın-erkek arasında daha fazladır,
yatıştıran taraf kadındır. İş ortamlarında
ve 60-80 yaş arasında bulunanlarla yapılan
çalışmalarda erkekler diğer erkeklere
karşı daha yatıştırıcıyken, kadınlara karşı
değillerdir. Görsel baskınlığı araştıran
çalışmalarda kullanılan değişkenlerin
etkileşimine göre, hem erkek hem kadınlar,
erkeklere karşı görsel baskınlığı daha az
kullanırken, kadınlara karşı bu baskınlık
hem kadın hem de erkeler tarafından daha
çok kullanılır. Ayrıca, hem erkek hem
kadınlar, kadınlarla konuşurken daha
fazla yatıştırıcı ve daha az kesin konuşur
ve daha fazla sözsüz baskınlık kurmaya
çalışırlar.
Karşılıklı cinslerin iletişiminde her bir cinsiyetin farklı bir gündemi olabilir; örneğin
erkekler baskınlık ve girişkenliği daha
ön planda tutarken, kadınlar sıcaklık
ve işbirliğini daha fazla önemserler.
Gerçekte bu iletişimdeki iki ayrı boyuttur. Tabii ki, her iki cinsiyet her iki boyuta
ilişkin stilleri kullanma potansiyeline
sahiptir. Bu davranışların ne derecede
Güç yetişkin iletişimini çok etkiler. Güçlü
insanların her zaman daha fazla söz kestikleri tespit edilmiştir. Aileler çocukları,
baskın olan eş diğerini ve yüksek pozisyondaki fakülte üyesi diğerinin sözünü hep keser. Bir örgüt ortamında yapılan
çalışmada lider pozisyonuna getirilmiş bir
kişinin cinsiyet farkına bakılmaksızın daha
kesin ve net konuştuğu gözlemlenmiştir.
Mahkemedeki konuşmaların incelenmesiyle de yüksek pozisyondaki ve iyi
eğitim almış kadın ve erkeklerin daha
kesin konuştukları, daha az kaçınmacı
konuştukları ve daha az ek soru sordukları bulunmuştur. Cinsiyetten bağımsız
işlerde erkekler daha fazla görsel baskınlık
kurarlarken bu durum kişilerin kendi
cinslerine uygun olan işlerde tersine
döner. Mesela erkeğe uygun bir işte
çalışan kadına özel bir eğitim verirseniz
aradaki baskınlık farkı azalır. Kadın
ve erkek liderlerin konuşma tarzıyla
ilgili yapılan araştırmada daha fazla otorite sahibi olmak daha fazla “doğrudan
dil”i kullanmayı gerekli kılar. Ancak
konuşmalardaki cinsiyet farkı yine
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 75
ortadan kalkmaz. Örneğin, kadın liderlerin meşru bir otoritesi olduğunda, astı
durumunda olanlara karşı erkeklere göre
daha az doğrudan konuşurlar.
Grup Etkileşimlerindeki Cinsiyet
Farklılıkları
Sözlü ve sözsüz iletişimle ilgili yapılan
araştırmalar, genellikle kadın ve erkeklerin iletişim tarzları üzerine odaklanır.
Bir kişi, örneğin, bir arkadaşını hem
doğrudan hem de dolaylı olarak öğle
yemeğine davet edebilir. Diğer yandan,
grup etkileşimi sırasında yapılan çalışma,
konuşmacının araçsal mı yoksa duyguları
ifade edicimi olduğu konusunda o
kişinin konuşmasının içeriği ve anlamını
araştırır. Öğle yemeğinde buluşma daveti
konuşmacının tarzından bağımsız olarak
sadece bir iş davranışı (task behavior)
olarak da kullanılmış olabilir.
Etkileşimdeki cinsiyet farklılığını araştıran birçok çalışmada işin katkısının
oranı, işe ilişkin sorular ve iletişimdeki
her bir kişinin olumlu sosyal davranışları
ve olumsuz sosyal davranışlarının etkisi Bales’in Etkileşim İşlemi Analizi
kullanılarak değerlendirilir. İşin katkıları,
bilgi, yönlendirme ve uygun cevapları
sağlayarak grubun işleri başarması anlamına gelir. Sorular işe ilişkin bilgi
istemleridir. Olumlu sosyal katkılar grup
içindeki kişilerin iyi ilişkileri koruyabilme ve uzlaşma gibi davranışları, olumsuz
sosyal davranışlar ise düşmanlık, gerginlik, ve diğer grup üyeleriyle aynı fikirde
olmama gibi davranışları kapsar.
Grup etkileşimiyle ilgili resmi çalışmalarda genellikle yetişkin örneklemler
kullanılmıştır. Halen, çocuklar üzerindeki araştırmalar Bales’ in kodlama
şemasını kullanmasalar da çocukların
etkileşimlerindeki işe ilişkin davranış,
olumlu ve olumsuz davranışları incelemiştir. Bu araştırmaya göre, erkekler daha
fazla işe yönelik davranırlar, arkadaşları-
na emir verir, onları yönetir ve daha fazla
olumsuz davranışlar gösterirler. Kızlar
daha fazla olumlu davranış gösterir;
kargaşaları yatıştırır ve iletişimlerde karşı
tarafa odaklı konuşmalarda bulunur.
Diğerlerine emir ve yasakları bildirirken
bile daha az baskıcı bir tavır takınır,
isteklerini açıkça anlatır ve karşı tarafın
bakış açısına odaklanır. Okul öncesi
dönemde yapılan diğer bir çalışmaya
göre erkekler kızlarla etkileşime geçmek
istediklerinde izin almadan oyunlarına
girerler. Kızlar ise izin alarak gruplarına
girerler, ya da yardım etmek için yaklaşırlar veya bilgi vermek için erkeklerle
iletişime geçerler.
İş odaklı gruplardaki yetişkinlerle yapılan
çalışmalarda da ya Bales’ in analizi ya da
bunun bir çeşidi kullanılır. Bir meta-analize göre bu çalışmalar orta seviyede cinsiyet farklılıkları bulmuştur. Erkekler iş
odaklı davranışlar gösterir ve doğrudan
aynı fikirde olmadıklarını söylerlerken;
kadınlar daha fazla olumlu sosyal
davranışlar gösterirler. Tabii bu kadınların
işle alakalı hiçbir katkıda bulunmadığı
anlamına gelmez. Ancak kadın daha çok
empatik özellikleriyle tanınır.
Hem aynı cins hem de karşı cinsle
etkileşimi inceleyen çalışmalarda cinsiyet
farkı bulunmuşsa da bu farklılıkların aynı cinsle etkileşim sırasında daha fazla
olduğu bulunmuştur. Buna göre hem erkek hem kadınlar diğer kadınlarla
etkileşimleri sırasında daha sıcak ve
daha diğeri-odaklı olurlar. Kadınlarla
etkileşirken erkek ve kadınlar daha
dayanışmacı,
erkeklerle
etkileşirken
de daha yatıştırıcı olurlar. İçini dökme
çalışmalarında ise karışık cinslerin
araştırıldığı çalışmalardan edilen bulgulara göre hem kadınlar hem erkekler
daha çok kadınlara içlerini dökmekteler. Bu durum kadın ve erkeğin genetik programlamalarındaki farklarla
ilişkilendirilmektedir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 76
Gruptaki erkek ve kız sayıları da etkileşim
üzerinde etkilidir. Kadınların grupta
yalnız olduğu durumlarda işe en fazla
katkının erkekler tarafından yapıldığı
bulunmuş, kadınların çoğunlukta olduğu
durumlarda ise bu fark bulunmamıştır.
Görünüşte, karışık gruplarda kendi cinsinden olanla ittifak kurmanın mümkün
olamadığı zaman ve yerlerde, bu durum
kadın ve erkeği bu gruba katkıda bulunmaktan alıkoyar.
Kişilerin uzmanlık ve deneyimleri
iletişimde olduğu gibi etkileşimde de
etkilidir. Kadınlara uygun olan bir işte
kadınların tersine erkekler daha az iş
davranışı ve daha fazla olumlu sosyal
davranış gösterirler. Benzer olarak, cinsiyet farklılıkları, bir işe ilişkin kadına üstün
yeteneği hakkında daha fazla geribildirim
verilir ve işle ilgili daha fazla deneyim
yaşamalarına izin verildiğinde daha da
azalır.
Kadın ve erkek liderlerde durum
nasıldır? Kadın ve erkek liderler hemen
hemen benzer davranırlar çünkü liderlik pozisyonu yüksek düzeyde iş bilgisi
gibi temel özellikler gerektirir. Gerçekte
kişinin görece güç ve statüsü onun grup
etkileşimlerindeki katkısını belirler. Büyük sınıftan bir çocuğun lider olduğu bir
grupta bu çocuğun daha fazla bilgilendirmeye yöneldiği gözlenmiştir. Kızların
uzman olduğu gruplarda ise kızların
bilgilendirmeyle daha fazla ilgilendikleri
tespit edilmiştir. Grup içi yüksek statü
hem işe yönelik davranışı arttırır hem
de cinsiyet farkını azaltır. Ancak bazı
liderlerde her şeye rağmen cinsiyet farkı
varlığını devam ettirir. Örneğin Eagly ve
Johnson, kadın liderlerin daha demokratik erkeklerin ise daha otokratik olduklarını bulmuştur.
Sosyal Etkideki Cinsiyet Farklılıkları
Araştırmalara göre kadınlar erkeklerden
daha fazla etkilenirler. Erken çocukluk
döneminde erkeklerde kızların etkisine
karşı direniş başlar. 33 aylık erkek bebekler yasaklar koyarak diğerlerinin
davranışlarını etkilerler, kızlar ise diğer
kızları etkilerken erkekleri etkileyemezler.
Erkekler büyüdükçe kızların etkisine
karşı daha dirençli hale gelir ve daha fazla
etkilemeye çalışırlar. Karışık cinsiyetli
etkileşimler sırasında, kızlar daha fazla
uyum davranışı gösterir ve erkeklere ne
düşündüklerini sorarlar.
Cinsiyetten bağımsız bağlamlarda erkekler daha fazla etkiye sahiptirler. Erkek ve
kızlar aynı grupta etkileştiklerinde erkeğin
verdiği bilgiler grupta kadınınkinden 6
kat daha fazla etkilidir. Kızların verdiği
bilgiler ise çoğunlukla göz ardı edilir.
Grup içindeki göreceli güç durumu burada da etkilidir. Karşı cinsin ilgi ve bilgilerini olumlu gören işlerde hem erkek hem
de kadınlar etkilenirler. Çinli örneğinde
olduğu gibi kadını ilgilendiren işlerde
kadın daha etkindir.
Liderlik kazanımında erkeğin daha fazla
gücü yansıtılır. Erkeğin lider olması
kadından daha kolaydır. Özellikle grup
içi karmaşık ilişkilerin gerekmediği ortamlarda erkeklerin lider olma olasılığı
daha yüksektir. Ancak aynı derecede
kadınların olumlu sosyal davranışlarından ötürü grubun sosyal liderleri olma
olasılıkları yüksektir (Hutton ve Gougeon,
1993). Ancak liderlik daha çok işe ilişkin
alandaki yeteneklere bağlı olduğundan
yine erkeklerin bu alanda üstünlükleri
vardır. İlginç bir bulgu da bir metaanalitik çalışmadan gelmektedir. Buna
göre erkeklerin liderliği sadece askeri
ortamlarda daha etkiliyken, işyerleri ve
okullardaki kadın liderliği bazen daha iyi
sonuç vermektedir. Lider olarak ortaya
çıkmadaki cinsiyet farkı kadın liderlere
karşı olan önyargı ve onların liderliği ve
etkisine karşı olan dirençten kaynaklanır.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 77
İletişim ve Etkileşimdeki Cinsiyet
Farklılıklarının Sosyal Etkideki Cinsiyet
Farklılıklarıyla İlişkisi
Kadınlar daha dayanışmacı özelliklerini
kullanarak iletişime geçtikleri için daha
az mı etkili hale gelirler? Erkekler daha
fazla baskın oldukları, statülerini ortaya
koydukları ve güçlü bir dil kullandıkları
için daha mı etki hale gelirler? Bazı
araştırmalar kadının güçsüz iletişiminin
onları dezavantajlı duruma düşürdüklerini iddia etseler de diğerleri konuşmalardaki cinsiyet farkının sosyal etkideki
cinsiyet farklılıklarından meydana geldiklerini iddia ederler.
Kadın ve erkek üniversite öğrencileri,
kendi cinsiyetine uygun iletişim yöntemi
seçtikleri taktirde daha etkili olacaklarını
bulmuşlardır. Özellikle, erkeksi iletişim
yöntemleri kadınlar için etkisizdir. Örneğin, kadınlar kesin değil de biraz daha
tereddütlü ifadeler kullandıklarında daha
etkiliyken erkekler her durumda etkilidirler. Erkekler tereddütlü konuşan kadınları kesin konuşan kadınlardan daha
sevilebilir görürler. Bu gibi kadınlara erkekler daha az davranışsal kısıtlama getirirler.
Sözsüz iletişim araştırmalarında, daha
yüksek seviyede görsel baskınlığı olan
erkeklerin düşük olanlardan daha etkili olduğu, kadınlarda ise bu durumun
tam tersinin göründüğünden bahsedilir.
Yani sözsüz olarak baskın kadın sözsüz
baskın erkekten daha az sevilir. Kadınlar
yetenekli erkek ve kadınlardan eşit derecede etkilenirlerken, erkekler yetenekli
kadınları sevilir bulmazlar ve onları tehdit
unsuru olarak algılarlar ve onların işlerini
hep yokuşa sürerler.
Bir kadın ancak sözsüz sıcaklığı da aynı
anda aktarabilirse erkekleri etkileyebilirler. Bu sonuçlara göre kadınlar eğer
geleneksel cinsiyet rol normlarını ihlal
ederlerse etkili olamazlar, diğer yandan
erkekler ise etkili olmak için daha geniş
kapsamlı özgürlükler kullanabilirler.
Etkileşimdeki cinsiyet farklılıkları ve
sosyal etki arasındaki ilişki nasıldır? Bir
meta analitik çalışma kapsamında lise,
üniversite, yüksekokul ve iş hayatındaki
erkek ve kadın liderler incelenmiş,
kadınların otokratik olduğu durumlarda
sevilmediği sonucuna varılmıştır. Ayrıca
kadın için daha önemli olsa da olumlu
sosyal davranışlar her iki cinsiyet için de
avantaj sağlamaktadır.
İşe ilişkin katkı karışık gruplarda erkeğin
diğerlerini etkilemesini belirleyici bir faktör iken bu değişken kadının grup içindeki etkisini değiştirmez hatta erkekler böyle kadınları daha az olumlu değerlendirirler. Kadınlar ise hem erkek hem kadın iş liderlerini eşit düzeyde etkili olarak
algılar.
Aynı fikirde olmama davranışı kadın
ve erkeklerin sosyal etkisi üzerinde
etkilidir. Grupta erkekler diğerleriyle
aynı fikirde olmayınca bu o kadar sorun
oluşturmazken kadınların bu tutumu
onların grup tarafından dışlanmasına
neden olur. Ayrıca bu kadınlar aynı durumdaki erkeklerden çok düşmanca muameleye maruz kalırlar.
Mütevazı mı yoksa kendini ön plana
çıkaran tutum mu daha etkilidir sorusunun yanıtı ‘Kadınlar kendilerini ön plana
çıkarırken mütevazı olmalılar’ şeklindedir. Kendini ön plana çıkaran kadın
yetenekli ve kendine güveni yüksek
olarak algılansa da, kadınlardaki yetenek
ve güven tehdit olabilir.
Ne yazık ki bu kadınlar için iki tip
engel oluşturur. Genel olarak yetenekli
ve uzman kişiler daha etkilidir ve bu
yeteneğin aktarıldığı iletişim kadının etkisini arttırır. Ancak bazı kadınlar etkili
olmak için aşırı yetenekli olabilirler (overqualified). Üniversite öğrencilerinin kendi
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 78
hayali işyerlerine işçi seçmeleriyle ilgili
bir çalışmada, kızlar cinsiyetine bakmaksızın akademik durumu en iyi olanı
işe almışlar, erkeklerse en iyi durumdaki
erkeği işe almışlardır.
Hangi durumlarda erkekler yetenekli
kadınlardan etkilenirler? Erkekler eğer
o kadınların yardımıyla bir amaca ulaşacaklarsa veya bir işteki performansları
onların yardımıyla artacaksa, yetenekli
kadınların etkisi altına girerler.
İletişim ve Sosyal Etkideki Cinsiyet
Farklılıkları İçin Kuramsal Açıklamalar
Statüsel Özellikler Kuramı
Batı kültüründe kadınlar statü olarak
erkeklerden daha alt seviyededir. Statüsel
özellikler kuramına göre cinsiyet, bireyin
toplumdaki yaygın statü özellikleriyle
ilişkilidir. Irk, yaş, cinsiyet, eğitim ve
fiziksel çekicilik yaygın statü özellikleri
olarak kabul edilir. Fiziksel çekicilik bir
statüdür, çünkü insanlar fiziksel olarak çekici olmayı tercih ederler. Ancak cinsiyet
gibi yaygın statü özellikleri gruplar içinde
aktifleşir. Yüksek yaygın statüdekiler
alçaktakilere göre daha yeteneklidir. Sonuç olarak da yüksek statüdekiler işe
daha fazla katkıda bulunur, daha olumlu
tepkiler alır ve alttakilere göre daha etkili
olurlar.
Statü teorisine göre erkekler grubun
işlerinde daha fazla katkı fırsatı elde
eder ve kadınlardan daha büyük etki
sahibi olurlar. Genel olarak bakıldığında
erkeklerin işe daha büyük katkı sağlamalarının grup içindeki statüsünü güçlendirmesi ve lider olma şanslarını artırması ve sonrasında da erkeklerden daha
başarılı ve etkili olmalarının beklenmesi kendini doğrulama (self-fulfilling)
gibi anlaşılabilir. Kadın her durumda
ikincil olarak algılanır. Erkekler genel
olarak daha yetenekli olarak algılanır
ve kadınlar da aynı derecede yetenekli
olarak algılanmak için daha fazla emek
sarf etmek durumundadırlar.
Bu kurama göre kişinin yaygın statüsü
sadece geleceğiyle ilgili yetenek ve
umutlarını algılayışını etkilemez, gruptaki uygun davranışla ilgili beklentilerini
de etkiler. Alt tabakadakilerin üsttekiler
gibi davranmaları ve gruptakileri etkilemeleri meşru değildir ve bu davranışları
da zaten cezalandırılır.
Sonuç olarak üst tabakadakilerin katkıları
kabul edilir ve cesaretlendirilir, alttakilerinse katkıları fark edilmez veya reddedilir, sonuç olarak statüleri daha da aşağıya
düşer. Bu anlamda kadınların etkilerini
insanlar daha fazla reddederler. Bu durumda kadınlar, kendilerinin diğerlerini
kontrol etmek istemedikleri sadece yardım
etmek istedikleri konusunda diğerlerini
ikna etmek zorundadırlar. Bunun bir yolu
dolaylı etki yöntemleri kullanma ve daha
fazla sıcaklık ve olumlu sosyal davranış
gösterme olabilir.
Sosyal Rol Kuramı
Eagly’ nin sosyal rol teorisine göre kadın
ve erkek farklı rollere sahip olduğundan
ve bu roller farklı davranışlar gerektirdiğinden sosyal etki ve iletişimlerinde
farklılıkların oluşmasına neden olur. Dahası, kadın ve erkekler bu rollere adapte
olmak için değişik tarzlar geliştirir
ve davranışlarını rollerin gerektirdiği
davranışlara uydurmak için değişiklikler
yaparlar.
Genel olarak erkeğin işle kadının ise evle
alakalı daha çok rolü vardır. Kadınlar
çalışıyorsa da daha fazla yarı zamanlı
işlerde çalışır yada düşük statüdeki işlerde
çalışırlar. Kadın ve erkekler tarafından
gösterilen cinsiyet kalıp yargısal davranışlar, onların değişik sosyal rollere
adaptasyonlarının
bir
yansımasıdır.
Genele bakılırsa erkeklerin rolleri amil
(agentic), kadınlarınki ise komünsel
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 79
(communal) ve diğerine-yönelik (otherdirected) olarak adlandırılır.
Sosyal rol teorisine göre kadın ve
erkeklerden beklenen bazı kalıp yargısal
özellikler vardır çünkü cinsiyet kalıp
yargıları insanların kendilerini doğrulama
davranışı içerisine girmelerine neden olur
ve bu beklentiler davranışsal farklılıklara
dönüşür. Buradan, sosyal rol kuramı ve
statü özellikleri kuramı kadınların daha az
etkili olmalarının gerektiğini, erkeklerinse
daha geleneksel bir erkeksi iletişim tarzı
kullanmalarının gerektiğini söyler. Etki ve
liderliğin daha fazla erkeğe uygun olduğu
düşünülürse, bunları gerektiren durumlarda cinsiyet rolüne uygun beklentileri
ihlal ettiklerinden, kadınlar daha fazla
dezavantajlı duruma düşerler.
Statüsel Özellikler Kuramı ve Sosyal Rol
Kuramına İlişkin Deliller
Statü özellikleri kuramına göre cinsiyet sadece bir statü özelliğidir. Bir kişi
hakkında genel bir değerlendirme yapmak için kişinin liderlik pozisyonuna
sahip olup olmadığı, işe ilişkin herhangi
bir bilgisinin olup olmadığı gibi başka
bilgilere de ihtiyacımız vardır. Sosyal rol
teorisine göre kişilerin sahip oldukları
rollere göre onlardan belli şekilde
davranmalarını bekleriz. Bu nedenle lider
pozisyonunda olanlardan role ilişkin
deneyimleri olduğu için diğerlerinden
daha amil davranmalarını bekleriz.
Genele bakıldığında liderler arasında
normalde olduğundan daza az cinsiyet
farkı vardır. Yatıştırıcı konuşma, görsel
baskınlık ve grup etkileşimi konularında
kadınların erkeklerden daha güçlü
oldukları durumda cinsiyet farkı daha da
azalır.
Cinsiyetin yaygın bir statü özelliği
olduğu yerler yani her iki cinsiyetin de
bulunduğu ortamlarda statü kuramına
göre davranışlardaki cinsiyet farkı
daha iyi tahmin edilebilir. Ancak statü
kuramının söylediğinin tersine sözel
pekiştireç ve sözel olmayan sıcaklık ve
karşıt cinsiyetten de bireylerin bulunduğu
grup etkileşiminden daha çok aynı cinsiyetten oluşan gruplarda kullanılır.
Örneğin, sözlü ve sözsüz sıcaklık kadının
etkisine karşı geliştirilecek olan etkileri
kırsa da aynı zamanda sadece kadınların
kendi aralarındaki ilişkisellikle ilgili bir
anlam içerebilir. Genel olarak hem erkek
hem de kadınlar, kadınlardan daha hoş
ve sıcak olmalarını beklerler. İlk durumda
sıcak davranıldığı taktirde, her iki taraf
da bundan sonra birbirlerinden sıcak
olmalarını bekler (kartopu etkisi). Özet
olarak söylemek gerekirse insanlar üç
amaç için sıcak davranırlar: (1) Kadınlar
erkeklerin direnişini kırmak için, (2) kadın
ve erkekler arkadaşça ve dayanışmacı
görünmek için ve (3) erkekler kadınlardan
olumlu tepkiler alabilmek için (kadın
üzerindeki etkisini arttırmak için).
Kız ve erkeklerin kendi performanslarını
nasıl değerlendirdiklerini araştıran bir
çalışmada aslında kızların performansı
daha yüksekken performanslarını erkeklerle eşit değerlendirmektedirler. Karışık
gruplarda erkekler kendilerini daha
olumlu değerlendirirler.
Yetişkinlerde de aynı sonuç bulunmuştur.
Karşı cinsle birlikte bulundukları durumlarda daha fazla kalıp yargısal benlik
değerlendirmelerinde bulunurlar.
Çocukların, henüz 2-3 yaşlarındayken,
yaş ve fiziksel çekicilik gibi yaygın statü
özelliklerine göre davrandıkları tespit
edilmiştir. Örneğin okul öncesi çocuklar
diğer çocuklara ve yetişkinlere karşı aynı
şekilde konuşulmayacağını bilirler. Ayrıca çekici çocukların daha arkadaşça ve
zeki olduklarını düşünürler. Kadınların
kişilik özelliklerini erkeklerden daha
olumlu değerlendirirlerken kalıp yargısal erkek mesleklerini daha değerli görürler.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 80
Toplumsal Cinsiyet Şeması Kuramı
Bu kurama göre bireyler gelecekteki
düşünce ve davranışlarına rehberlik
edecek olan sosyal çevreleriyle alakalı
bilgiyi bilişsel sistemler içinde organize
ederler. Bu, bilgiyi daha etkin kullanmak
için geliştirilmiş bir yöntemdir. Çocuklar
önce aynı cins-karşı cins genel şemasını
oluşturur sonra da kendi cinsiyetinin
şemasını oluştururlar.
Cinsiyet şemaları hangi bilgiye ilk önce
dikkat edileceğini belirler. İnsanlar genelde kendi cinsiyetlerine uygun bilgilere
ilk olarak dikkat eder. Hatta bu cinsiyet
şemaları öyle güçlüdür ki, kişiler bilgileri
kendi cinsiyet şemasına uydurmak için
bu bilgilerde bozulmalar bile yapabilirler.
2 ve 4 yaşlarında cinsiyet şeması hem
soyut hem somut yönleriyle hızlı bir
şekilde kazanılır.
Sosyal Öğrenme Kuramı
Bu kuramın açıklamalarına göre, model
alma ve pekiştireç kullanımı cinsiyete
ilişkin bilgilerin öğrenilmesini sağlar.
Çocuklar, ilk olarak, model aldıkları kişiler kendi cinsiyetine uygun davranışlar
gösterdikçe onlara dikkatlerini yoğunlaştırırlar. İkinci olarak, erkek ve kadınların
hangi sıklıkla cinsiyetlerine uygun davrandıklarına bakarlar. Üçüncü olarak cinsiyetine uygun davrandıklarında ödül
beklerler ve son olarak cinsiyetine uygun
bilgilere göre benlik düzenlemesi yapılır.
Bütün bu süreçler iletişim, etkileşim ve
sosyal etkideki farklılıkları açıklar.
Ailelerin cinsiyete uygun iletişim ve
etkileşim tarzları oluşturulmasında etkili oldukları bulunmuştur (Gallas ve
Lewis, 1977). Okul öncesi erkeklerle
babalar iki kat daha fazla emir kipini
kullanarak konuşurlar ve daha fazla söz
keserler. Anneler daha fazla destekleme
dili kullanırlar. Kızların sözü daha çok
kesilir. Anneler oğullarından 2 kat daha
fazla kızlarıyla duygusal konuşmalara girerler. Etki miktarı eğer ortada davranışsal
bir seçim şansı varsa artar. Eğer anne 2
yaşındaki oğluna zorlayıcı davranıyorsa
bu bilgi onun 6 yaşındayken arkadaşlarına karşı sosyal etki yaratabilmek için
zorlayıcı davranıp davranmayacağını
tahmin etmekte kullanılabilir. Farklı pekiştirilme, cinsiyet tip davranışların gelişiminde tek etmen değildir fakat ortaya
çıkışında çok etkili bir faktördür.
Aile içi ilişkiler konusunda daha ayrıntılı
çalışmalar yapılabilseydi bu etki daha net
açıklanabilirdi fakat bu anlamda çok az
boylamsal çalışma yapılmıştır.
Genel Faaliyet Düzeyi ve Ortaya Çıkan
Güçlüklerdeki Cinsiyet Faklılıkları
Erkekler kızlara göre daha aktif, sinirli ve
uyarıma açıktırlar. Aktif çocuklar ise daha fazla girişken etkileşim tarzına sahiptir ve bu gibi çocuklar ailelerinden daha
fazla olumsuz geribildirim alırlar. Fiziksel ve sözel güç kavgaları bu çocuklarda daha sık rastlanır. Bu davranışsal
farklılıklar aynı zamanda bu dönemdeki
hızlı dil gelişimine de bağlanabilir. Bu
iddiaların doğrulanabilmesi ancak boylamsal çalışmaların gerçekleştirilmesi sayesinde mümkün olacaktır.
Sonuç
İletişim, etkileşim ve sosyal etkinin gerçekte nasıl etkilerinin olduğu daha titiz
bir çalışmayı gerektirir. Yetişkinlerde
olduğu gibi çocukların da sosyal durumlara göre sürekli değişen, kompleks
ve ayrıntılı davranışları ayırt edilmezse
temelde bir takım sorunlar oluşabilir.
Gittikçe cinsiyet bilgisinin daha az çarpıcı
olduğu bölgeler için bu iddialara net bir
cevabın verilmesi bu alandaki bilgi birikimine yeni bir form kazandıracaktır.
Kadın erkek farklarının hatta eşitsizliklerinin çokça vurgulandığı bu çalış-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 81
manın ardından yine de bu durumun
karikatürize edilip yüzleri güldürmesi
mümkün olabilmektedir.
Yardımcı Kaynaklar
Gallas, H. B. ve Lewis, M. (1977). Gender differences in the relationship between mother-infant
interaction and the infant’s cognitive development.
Journal of Social Issues, 57 (4), 725-742.
Gorter, R. C. ve Freeman, R. (2005). Dentist–assistant communication style: Perceived gender differences in The Netherlands and Northern Ireland.
Community Dentistry & Oral Epidemiology, 33 (2),131140.
Hutton, S. I., Gougeon, T. D., (1993). Gender differences in leadership communications. Journal of
Psychology, 139, 331-347.
Thompson, R. B. (1999). Gender differences in
preschoolers’ help-eliciting communication. Journal
of Genetic Psychology, 160,357-369.
* Carli, L., L. ve Bukatko, D. (2000). Gender,
communication, and social influence: A
developmental perspective. T. Eckes ve
H. M. Trautner, (Ed.), The developmental
social psychology of gender içinde (295-332).
Londra: Lawrence Erlbaum.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 82
TÜBİTAK Araştırma Geliştirme Projeleri
Bölüm I: Destek Programlarının Genel Tanıtımı
Şeniz Çelimli
Türk Psikologlar Derneği, Genel Müdür
[email protected]
Bu yazının amacı, TÜBİTAK (Türkiye
Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu / www.tubitak.gov.tr) tarafından
sağlanan, özellikle üniversite çalışanlarını
ilgilendiren destekler konusunda psikoloji öğrenci ve akademisyenlerimizi bilgilendirmektir.
TÜBİTAK bilim ve teknoloji alanlarında
yenilikçi, yönlendirici, katılımcı ve
paylaşımcı olma vizyonu çerçevesinde
hareket eden bir kurum olarak akademik ve endüstriyel araştırma geliştirme
çalışmalarına destek vermektedir.
TÜBİTAK’ın
öğrencilere
ve
bilim
insanlarına sağladığı ilgili destekleri iki
başlık altında toplamak mümkün olabilir:
1. Akademik Ar-Ge Destekleri
2. Burslar
Bu yazıda, iki başlık altında toplanan
destek programlarıyla ilgili genel bilgiler vermek istiyorum. Bu yazının devamı
niteliğinde, bir sonraki sayıda, bahsedilen
desteklerin başvuru kriterleri ve başvuru
formlarının içerikleri ile ilgili bilgiler verilecektir.
1. Akademik AR-GE Destekleri
TÜBİTAK, akademik araştırma projeleri
yoluyla sanayi ve kamu kuruluşlarını
desteklemekte, toplantı ve yayınları teşvik
etmektedir; lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine öğrenim hayatları boyunca burslar vermektedir ve bilim, teknoloji
ve yenilik alanlarında uluslararası işbirliği
olanakları oluşturmaktadır. Bu alanlara
giren desteklerle TÜBİTAK’ın Araştırma
Destek Programları Başkanlığı birimi ilgilenmektedir (ARDEB). ARDEB, araş-
tırma geliştirme faaliyetlerinin kurum
içi ve kurum dışı işbirliğini sağlayan,
araştırma grupları ile talepte bulunan üniversite, kamu kurum ve kuruluşları, gerçek ve tüzel kişiler arasında bağ kuran bir
birim olarak görev yapmaktadır.
ARDEB’in birçok araştırma grubu
bulunmaktadır. Bu yazıda alanımızı ilgilendiren grup olan Sosyal ve Beşeri
Bilimler Araştırma Grubunun (SOBAG)
yürüttüğü destek programlarından bahsetmek ve her bir programın kısa
tanıtımlarını yapmak istiyorum.
Sosyal ve Beşeri Bilimler
Araştırma Grubu (SOBAG):
Bu grup sosyal ve beşeri bilimlerin tüm
alanlarında bilimsel araştırma faaliyetlerini desteklemek, geliştirmek ve
teşvik etmek amacıyla Ar-Ge faaliyetlerini
yürü-ten akademisyenleri desteklemektedir. Bu grubun desteklediği programlar
şu şekilde sıralanabilir:
Bilimsel ve Teknolojik Araştırma
Projelerini Destekleme Programı (1001):
Bu program yeni bilgi üretilmesi, bilimsel yorumların yapılması veya teknolojik
sorunların çözümlenmesi için bilimsel
esaslara uygun olarak yapılan çalışmaları
desteklemeye yöneliktir.
Hızlı Destek Programı (1002): Üniversitelerde, araştırma hastanelerinde ve
araştırma enstitülerinde yürütülecek acil,
kısa süreli ve küçük bütçeli araştırma ve
geliştirme projelerine destek sağlamaya
yöneliktir.
TÜBİTAK Bilimsel Toplantı Destekleme
Programı (1006): Bu program, ulusal ve
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 83
uluslararası düzeyde bilimsel paylaşım ve
işbirliğini artırmaya yönelik olarak düzenlenmesi planlanan kongre, sempozyum,
kollokyum, seminer, kurs, yaz okulu ve
çalıştay gibi ulusal ve uluslararası bilimsel toplantıları desteklemeye yöneliktir.
Kamu Kurumları Araştırma ve Geliştirme
Destekleme Programı (1007): Kamu kurumlarının Ar-Ge ile giderilebilecek ihtiyaçlarının karşılanmasına ya da sorunlarının çözümüne ilişkin projeleri desteklemeye yöneliktir. Bu program kapsamında kamu kuruluşlarının; üniversiteler, özel kuruluşlar ya da kamu Ar-Ge
birimleri ile birlikte hazırladıkları proje
önerileri sunulmaktadır. Özet olarak
kamu kuruluşları bir problemlerini ortaya
koymakta ve üniversiteler, özel kuruşlar
ya da kamu Ar-Ge birimleri de kamu
kuruluşlarının ortaya koydukları probleme çözüm üretmektedirler. TÜBİTAK’a
başvuru yapılmadan önce problemi ortaya koyan ve çözüm üretecek olan taraflar
arasında bir protokol imzalanması gerekmektedir. Protokolde bulunması gereken
maddeler başvuru formunun ekinde
ayrıntılı olarak verilmiştir.
Evrensel Araştırmacı (EVRENA) Programı
(1010): Bu program araştırmacıların
TÜBİTAK destekleriyle yürüttüğü projelerin uluslararası boyutlarını zenginleştirmek amacıyla oluşturulmuş bir programdır. Programın başvuru koşulları,
formları, değerlendirme kriterleri, süreci
ve yürütme esasları Bilimsel ve Teknolojik Araştırmaları Destekleme Programı
(1001) ile aynı olup, aralarındaki temel
fark, proje ekibine yurt dışından istihdam edilen bilim insanlarının da dahil
olabilmesidir. Bu bilim insanının projenin vazgeçilemez, önemli bir bölümünün
gerçekleştirilmesi için yetkin olması ve
ülkemizdeki araştırmacıların yetersiz
oldukları bir alanda uzman olması gerekmektedir. Ayrıca bu durumun proje
önerisinde gerekçelendirmesinin kuvvetli
olması önemli bir unsurdur.
Uluslararası
Bilimsel
Araştırma
Projelerine Katılma Programı (1011):
Araştırmacıların TÜBİTAK destekli projelerinde uluslararası boyutlarını zenginleştirmek amacıyla yeni geliştirilen bir
programdır. Bu program, uluslararası
ortaklı olarak birçok ülkeden araştırmacı
ve kuruluşların katılımıyla yürütülmekte olan projelere (üst/şemsiye proje) Türkiye’den katılma talebinde olan
araştırmacıların ihtiyaç duydukları desteği
sağlayabilmek için oluşturulmuştur.
Ulusal Genç Araştırmacı Kariyer
Geliştirme Programı (Kariyer Programı
3501): Bu programın amacı kariyerlerine
yeni başlayan doktorasını tamamlamış
araştırmacıların akademik çalışmalarını
proje desteği vererek teşvik etmektir.
Akademik hayatlarının başında olan genç
araştırmacıların çalışmaları desteklenerek, hem kariyerlerini araştırmacı ve
eğitimci olarak en iyi şekilde sürdürmeleri hem de bilimsel düzeyin genel anlamda geliştirilmesi ve bilimin ülke
kalkınmasındaki rolünün artırılması
amaçlanmaktadır.
2. Burslar
Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığı
(BİDEB): Bu birim tarafından lisans
öğrencilerine, lisans üstü veya doktora
eğitimine devam edenlere ve doktora
sonrası araştırma yapmak isteyenlere
burslar verilmektedir.
Lisans Öğrencilerine Yönelik Burslar:
- Yurtiçi Lisans Burs Programı (2205)
- Üniversite Öğrencileri Yurt İçi/Yurt Dışı
Araştırma Projeleri Destekleme Programı
(2209)
- Lisans ve Lisans Öncesi Öğretmen ve
Öğrencilere Yönelik Bilimsel Etkinlikleri
Destekleme Programı (2229)
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 84
Lisans Üstü Öğrencilere Yönelik
Programlar:
- Yurt İçi Yüksek Lisans Burs Programı
(2210)
- Yurt İçi Doktora Burs Programı (2211)
- Lisans Mezunları ve Son Sınıf Lisans
Öğrencileri İçin Yurt Dışı Yüksek Lisans
Burs Programı (2230)
- Yurt Dışı Doktora Burs Programı (2213)
- Yurt Dışı Araştırma Burs Programı_Doktora öğrencileri için (2214)
- Lisans Üstü Yaz Okulu Destekleme
Programı (2217)
- Son Sınıf Lisans Öğrencileri İçin Yurt
İçi Lisans Üstü (Yüksek Lisans/Doktora)
Burs Programı (2228)
Doktora Sonrası Araştırmacıları
Desteklemeye Yönelik Programlar:
- Yurt İçi Doktora Sonrası Araştırma Burs
Programı (2218)
- Yurt Dışı Doktora Sonrası Araştırma
Burs Programı (2219)
- Konuk Bilim İnsanı Destekleme Programı
(2221)
Bilimsel Etkinliklere Katılımı
Desteklemeye Yönelik Programlar:
- Yurt İçi Bilimsel Etkinliklere Katılma
Desteği Programı (2223)
- Yurt Dışı Bilimsel Etkinliklere Katılma
Desteği Programı (2224)
- Lisans ve Lisans Öncesi, Öğretmen ve
Öğrencilere Yönelik Bilimsel Etkinlikleri
Destekleme Programı (2229)
Uluslararası Bilimsel Anlaşmalar
çevesinde Yürütülen Projeler:
Çer-
- TÜBİTAK – Almanya (DFG), Avrupa
Bilimsel Değişim Burs Programı (2225)
- TÜBİTAK – İngiltere (Royal Society), Bilimsel Değişim Burs Programı (2226)
- TÜBİTAK – Macaristan (HAS), Bilimsel
Değişim Burs Programı (2227)
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 85
Dernek’ten Haberler
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 87
Prof. Dr. Ferhunde Öktem
- Söyleşi*Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi
Çocuk Ruh Sağlığı Polikliniği
08 Ekim 2007
Zuhal Yeniçeri: Hepimiz sizi tanıyoruz
ve çalışmalarınızı takip ediyoruz. Ancak psikoloji alanına yeni adım atmış
arkadaşlarımız için bize biraz kendinizden
bahseder misiniz?
Ferhunde Öktem: Ben Ferhunde Öktem. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji
Bölümü mezunuyum. En çok istediğim
mesleği yapabiliyor olmak gibi ayrıcalıklı
bir konumda hissediyorum kendimi.
Çünkü üniversiteye girişlerin bu kadar
zor olduğu, insanların birinci tercihlerine
ulaşamadığı bir dönemde, ben neredeyse
ortaokuldan beri olmak istediğim mesleğin içerisindeyim ve bu mesleğin klinik psikolog unvanını taşıyorum. Bu, ba-
na hem onur veriyor hem de beni keyiflendiriyor. İnsanın bir işi severek
yapmasının, o işte başarılı olmasının
koşuludur diye düşünüyorum. O yüzden
bugün geldiğim konumda, bu işi çok
severek ve keyif alarak yapmamın yerinin
çok büyük olduğunu düşünüyorum.
ZY: Şanslı azınlıktansınız yani?
FÖ: Evet, doğru ama o şanslı azınlıktan
olmak için de çok emek verdiğimi
düşünüyorum. Çok sevdiğim bir arkadaşımın bir lafı vardır “kısmete hizmet
gerek” diye. Gerçekten bir şeylere hizmet
etmek zorundasınız. Çok atasözleriyle
konuşur oldum ama sevgili annemin
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 88
de bir sözü var ve ben hep o ilke ile gittim: “Zevkle koşan yorulmaz” derdi.
Gerçekten bugün kendimde hala çok
büyük coşku, bir şeyler yapmak için çok
büyük bir arzu hissetmemin en önemli nedenlerinden biri de, bu kadar yılı
çok zevkle koşmuş olmamdır. Tabi bu
sadece konu açısından değil, çalışma
arkadaşlarımın bana verdiği büyük
coşkudandır da. Geriye baktığım zaman
mesleğimin en büyük kazançlarından
birinin de, çok mükemmel hocalarımla
birlikte olmak ve inanılmayacak kadar keyifli arkadaş grubuyla çalışmak
olduğunu düşünüyorum. Bu çok büyük
bir kazanç ve bunda mesleğimin de çok
önemli bir payı var. Şimdi hazır buraya
girmişken belki şunu da belirtmemiz
gerekiyor: Psikoloji gibi meslekler iki
yönde kullanılabiliyor. Birincisi, benim
amaçlarıma hizmet edebilmek için. Bu
amaçlar her zaman maalesef iyi amaçlar
olmayabiliyor. İkincisi de zenginlik katabilmek için. Yine hep verdiğim bir örnektir, belki psikolog arkadaşlarım beni daha
iyi anlayacaklardır, diğer mesleklerdekiler
zor anlıyor bu örneği. Kızım küçüktü, 1.5
yaşlarındaydı, ilk kez vişneyle birlikte
olacaktı sofrada. Dedim ki “Bak bu vişne”.
Kızım sonra döndü ve çok büyük bir keyifle “Vişnedim anne, vişnedim anne” dedi.
Şimdi ben bunu dil kullanımı açısından
düşündüğümde, kızımı bu yaşta aşması
gereken çok önemli bir aşamayı aşmış
olarak gördüğüm için müthiş bir keyif
aldım. Herkese anlattım ‘benim kızım ne
dedi biliyor musunuz; “Vişnedim anne
dedi” diye. Bunun keyfini almayan ya da
bu yönden bakmayan insanlar tarafından
“Allah Allah, bunun ne anlamı var?” diye
karşılandı. Şimdi çok önemli bir simge
oldu benim için de; çünkü insanı tanımak
yolunda o büyük insan grubunun içinde
çok önemli avantajlara sahibiz, çok önemli bilgiler içerisindeyiz. Zaman zaman bu
bilgilerimizi sınamak, zaman zaman önceden varsaymak ve o olduğu zaman çok
büyük coşku yaşamak gibi yaşantımızı
çok zenginleştiren bilgilerin içerisindeyiz.
O yüzden de ben hep diyorum ki birkaç
kişilik yaşıyoruz; yani birkaç kişinin
yaşadığı yaşamı yaşayabiliyoruz. Tabi
bazen üzüntüleri daha derin, sevinçleri
daha coşkulu yaşama olanağı da sunuyor.
Zor mu oluyor? Hayır; çünkü bunların
yanı sıra baş etme yollarını da bulabiliyoruz. Çok zengin açılımlara sahip bir
meslek içerisindeyiz. Biraz hiperaktif
olduğum için bu açılımlardan sonuna
kadar yararlandığımı düşünüyorum.
İlgi alanlarım da değişiyor biraz. Mesela
tezim nöropsikolojik testlerle ilgiliydi.
Hem Türkiye’de hem de yurtdışında
daha önce çok rastlanılmayan ya da öncü
tezlerden biriydi. Eski jimnastikçi olduğum
için spor psikolojisi alanında çalışmalarım
oldu; çok büyük zevk verdi, çok büyük
keyif verdi. Tabi klinikçi olduğum için
ve çocuk alanında daha yoğunluklu
olduğum için çocuk psikopatolojisi, çocuk
ruh sağlığı ve hastalıkları bölümünde
çalışıyorum. Milli Eğitim Bakanlığı ile
çok keyifli çalışmalarımız oldu. Yine
Türkiye’de ilköğretim okullarındaki özel
eğitim projesinin yürütücüsüyüm. Madde
bağımlılığı konusu da yaşantımda çok
önde gelen noktalardan biri, onunla ilgili halen yoğun çalışmalar yapıyoruz.
Bu arada tabi pek çok bakanlıkla birlikte
olma olanağı bulduk. Sağlık Bakanlığı
en başta gelenlerden ama Emniyet Genel Müdürlüğü’yle özellikle madde
bağımlılığı konusunda gerçekten bana
çok şey öğreten ve keyif veren çalışmalarımız oldu. Milli Eğitim Bakanlığı
yine temel; Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı; Gençlik Spor Genel
Müdürlüğü; Adalet Bakanlığı -özellikle
suçlu çocuklar ve koruma altındaki çocuklar nedeniyle-; Aileden Sorumlu Devlet
Bakanlığıyla -yuva çocukları adına- çok
önemli çalışmalarımızın ve çok önemli
katkılarımızın olduğunu düşünüyorum.
Yaşamın kendisi olarak tanımlıyorum
hep ben psikolojiyi. Gerçekten baktığımız
zaman da bütün bu çalışmalarla yaşamın
kendi oluyor. Halen de çok sanmıyorum
enerjimin azaldığını; bu kadar dallana bu-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 89
daklana gidiyorum. Yine benim için çok
önemli şeylerden biri çalışmaları halkla
paylaşmaktır. O yüzden hem kendim
çocuk programları yaptım, hem de başka
yapılan programlarda çok görev aldım.
Kitle iletişim araçlarını iyi kullandığımız
zaman çok daha fazla kişiye ulaşım imkanı oluyor. Çok önemli bir araç ve TRT’deki
arkadaşlarım da sağ olsunlar bu olanağı
bana çok açıklıkla sundular; çok keyifli
programlar yaptığımı düşünüyorum.
Oradan da çok şey öğrendim. Mesela
“Susam Sokağı” sizin kuşağınız için oldukça öğretici bir program oldu ve ayrıca
ben de çok şey öğrendim Susam Sokağı
programından. Bu tür alışverişlerle birilerinden bir şey öğrenip diğerleriyle
paylaşma yolunda gidiyorum hala.
Başak Karagöz: Hocam, hem sizin
anlattıklarınızdan çıkarsayabileceğimiz
hem de genel olarak çalışmalarınızı
incelediğimizde görebileceğimiz bir husus da, sizin hem uygulamacı hem de
araştırmacı olduğunuz. Psikolojinin bütün alanlarına yayılan çalışmalarınız
dikkatimizi çekiyor. Her iki alanda da
deneyimli biri olarak mesleki sürecinizi
değerlendirdiğinizde sizi en çok mutlu
eden ya da en çok üzen bir olayı aktarabilir misiniz?
FÖ: Mutluluklar arasından birini ayırt
etmek çok zor; çünkü mesleğim genel
olarak hakikaten bana çok şey kazandırdı.
Bunun için her öğrendiğimden ve her
yaşadığımdan çok büyük bir mutluluk
duyuyorum; bu, kızımın vişnesi gibi.
Akşam yatmadan önce biten günümü
şöyle bir gözden geçirdiğim zaman, o
bağlantıları ve ilişkileri kurarak aslında ne
kadar çok şey öğrendiğimi, bana ne kadar
çok şeyin katıldığını görüyorum. Çünkü
psikoloji öyle bir şey ki, iki kere iki dört
değil. O dördün o kadar çok anlamları
o kadar çok bağıntıları oluyor ki. O
bağıntıları yaşayabilmek bana çok coşku
veriyor. Ama bugüne kadar kırıldığım
ve üzüldüğüm iki ana nokta var. Bun-
lardan birincisi şudur: Hala bir psikologlar yasasının çıkmamış olması içimi çok
acıtıyor. Mesleğe ilk atıldığım günden itibaren böyle bir yasanın çıkması konusunda ve buna bağlı olarak psikologların
özlük hakları, meslek hakları konusunda çok çalıştım. Bütün arkadaşlarım
gerçekten çok uğraştılar ama bir sonuca ulaştıramadık. Burada tabi yine
psikolojinin çok alanlı olmasının da
getirdiği bir zorluk var. Bakanlıkta çok
yakın ilişki kurduğumuz arkadaşlarımız
çok iyi niyetlerle diyorlar ki; gerçekten yasayı çıkartalım. Ama bakıyorlar,
Sağlık Bakanlığı bünyesinde çıkarsa
Sosyal Güvenlik Bakanlığı yönü ya da
Milli Eğitim Bakanlığı yönü açıkta kalabiliyor. Bir türlü toparlanıp tümünü
harmanlayamadık. Bir diğeri ise, mesleki rekabettir. Zaman zaman hekimlerle
yaşanan bir mesleki rekabet söz konusu
olabiliyor. Oysa son yıllarda yine bunun
da önemli ölçüde aşıldığını düşünüyorum. Güçlerimizi karşılıklı kullanmak
yerine, omuz omuza verdiğimiz ve kol
kola olduğumuz zaman alınacak çok daha
büyük bir yolun olduğunu düşünüyorum.
Bu yine biraz Gestalt yaklaşımı, Gestalt
bakışı gibi: Bütün kendini oluşturan parçalardan daha büyük ve daha önemli bir
şeydir. O yüzden de bütünü daha güçlü
ve daha iyi oluşturabilmek adına kol kola
girdiğimizde, çok daha uzun mesafeler
katedeceğimizi diğer meslek grupları
da yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Emekli olmadan önce yasamızın çıktığını
ve özlük haklarımıza kavuştuğumuzu
umarım görürüm. Çünkü bu benim
için hakikaten içimi acıtan ve meslekte
yapamadığım şeylerden bir tanesi. Bir
diğeri, ikinci ana nokta; psikologların
kendi içlerindeki dayanışmanın istediğim
ölçüde olmadığını görmek. Bu da benim
içimi acıtıyor: Hem gelişim hem de mesleki uygulamalar açısından mesleklerine
yeteri kadar saygı göstermemeleri. Yine
de bu tür arkadaşlarımızın çok sayıda
olmaması çok mutluluk verici bir şey; ama
istediğim kadar da değil. Gençlerden çok
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 90
umutluyum. Gençlerin özellikle derneğe
sahip çıkmaları, kendi mesleklerine sahip çıkmaları, çok erkenden araştırmaya
dönük çalışmalar yapıyor olmaları ve
farklı alanlara açılıyor ve o alanlarda
gelişimlerini sürdürüyor olmaları... Ama
şöyle bir baktığımda, yine de yeterli gelmiyor. Dernek başkanı olduğum zamanlarda benim içimi çok acıtan bir örneğe arada rastlıyorum. Arakadaşlarımız gelmişti,
bir kamu kreşinde çalışıyorlardı. Oraya
gelen müfettişler nedeniyle onların ortaya
koydukları şeyden ötürü psikologların
kadroları azaltılıyor, başka mesleklerin
kadroları artırılıyor diye bir yakınmayla
geldiler. Daha sonra onlarla karamizahvari bir konuşma geçmişti aramızda:
- Tabi diğer meslek grupları, kuruluşları, yuvadakiler çocuklarla ilgili
kayıtlar gösterdiler; çocukların aileleriyle ilgili kayıtlar tutmuşlar; müfettişlere onları göstermişler. Tabi biz
bir şey gösteremedik, onun için de
müfettişler bizim kadrolarımızı azaltıyorlar.
- Kaç çocuktan sorumlusunuz?
- Her birimiz onar çocuktan sorumluyuz.
- Peki bu çocuklarla ilgili niye hiçbir
şey gösteremediniz?
- Elimizde hiçbir zeka testi yok.
Şimdi tabi zeka testinin olmaması demek,
o çocuklarla ilgili bir şeylerin yapılamaması anlamına hiç gelmez. Çünkü zeka
testi dediğimiz şey de zaten çocukların
yaptığı ve bunların toparlandığı bilgilerin birikimidir. O çocukların çizimlerinden, oynadıkları oyunlardan, kullandıkları sözcüklerden, birbirleriyle
olan ilişkilerinden, elimizde test olmasa
dahi olağanüstü bilgiler elde edebilir ve
bunları kayıt altında tutabiliriz. Bunu
paylaşmıştım arkadaşlarımla. Dediler ki
“Peki biz bunları nereye koyalım? Çünkü
bizim orada büyük dolaplarımız yok”. 10
çocukla ilgili bilgileri insan bir dosyada
her gün evine götürebilir. İşte bu bahanelerin ve bu mazeretlerin, mesleğimizin
ilerlemesinin önündeki en önemli en-
gel olduğunu düşünüyorum. Çünkü
öğrendiklerimizle, kendi araştırmacı bakış açımızla yaratıcılığımızı birleştirdiğimiz zaman, her gün eve getirilip
götürülebilecek
inanılmaz
derecede
büyük bilgiler olabilir. Bunların hala
sürüyor olması, bu bakış açısının hala
yaşayabiliyor olması benim için çok acı.
ZY: Az önce söylediklerinizden meslektaşlarımız arasındaki dayanışmanın
beklentinizin biraz daha altında olduğunu anladım. Sanki bu sizi biraz da kırmış
meslek yaşantınızda. Kırgınlığınız var
mı buna? Bu dayanışmanın sizin beklentinizin altında olmasını neye bağlıyorsunuz?
FÖ: Ben bunu kişisel bir durum olarak
almıyorum. Çünkü dediğim gibi benim çok mükemmel hocalarım oldu, çok
keyif veren çalışma arkadaşlarım oldu.
Öğrencilerimle olan çalışmalarımda da
zengin bir insan olarak görüyorum kendimi. O yüzden kırıcı ya da kırıldığım
şeyler var mı diye düşünüyorum: Kişisel
olarak yok. Bu bana çok keyif veriyor ve
çok onur veriyor. Ama bunun yanı sıra
diğer kurumlarda çalışan arkadaşlarım
arasındaki ilişkileri gözlediğimde; onlar
arasında, oralardaki kurumlar arasında
çok dayanışma olamayabildiğini gördüm.
Çünkü eğer büyük bir dayanışma olsaydı,
oradaki kadrolar çok güçlenirdi ya da çok
daha farklı açılımlar olabilirdi. Derneğimiz çok daha güçlü olabilirdi. Bunu hep
söylüyorum, sevgili genç arkadaşlarım da
bana takılıyorlar zaman zaman: Derneğin
‘1 numaralı’ üyesiyim. Bunu söylüyorum
çünkü bunun arkasında pek çok nokta
var; biraz sonra hemen bir parantez açar
o noktalara değinirim. Ama dernekle olan
iletişimlerin daha çözüm odaklı olmaması, daha yakınma odaklı başvuruların
olması gibi durumlar, yeteri kadar
dayanışma içerisinde olmadığımızı gösteriyor bana. Dediğim gibi yine çok keyifli
uygulamalar, çok keyifli birliktelikler var;
ama gönlüm bunun daha fazla olmasını
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 91
istiyor. Anadolu’dan gelen yakınmalarda,
iki yan kuruluştaki psikolog arkadaşların
birbirleriyle çok hoş olmayan ilişkilerinin
olabildiğini öğreniyoruz. Bu sadece
onların birbirleriyle aralarında olan
kişisel bir olay olmuyor. Bu, bizim meslek
adına yaşanmış, iki meslek elemanı adına
yaşanmış ve bütün mesleğe genellenen
olaylar ve örnekler olabiliyor. Onun için
daha dayanışmalı, daha saygılı, daha
paylaşımcı -benim yaptığım bir testin, bir
ölçeğin bütün arkadaşlarımca kullanılması, paylaşılması; verilerimizin ortak
noktada toplanması ve paylaşılmasıolunması gerektiğini düşünüyorum. Bilimsel kıskançlığı bir dereceye kadar anlayabiliyorum; ama bu kıskançlık çok
sürerse ve yıkıcı olmaya başlarsa, bunun mesleğe zarar verdiğini ve bundan rahatsız olduğumu görüyorum. Bir
numaralı üye konusuna geleyim. Niye
bana bu kadar çok keyif veriyor? Hani
dedim ya; psikoloji mesleği ardalanlarıyla
bir şeyleri görmemize yardımcı oluyor.
Aslında kurucu üye olarak adı geçmiyor ama sevgili Necla Öner Hocamızın,
Doğan Cüceloğlu Hocamızın önderliğinde ve sevgili Güney Le Compte Hocamızın da desteğiyle biz bu Derneği kurmaya başladık. Yine Ayhan Le Compte çok
destek oldu ve bizimle birlikte oldu. Bir
öğrencilerini Derneğin 1 numaralı üyesi
ve dernek başkanı olarak görebilmek; bu
bana sevgili hocalarımdan gelen en önemli derslerden biridir. Ben en genç üyeydim
ve bu onuru bana verdiler. Bu gerçekten
insanların öğrencilerine olan güvenlerini,
onların arkasındaki gücün olabileceklerini ve onlara ne kadar güvendiklerini
gösteren bir şeydi ve o nedenle ben bu
1 numaralı üye olmanın hem onurunu
hem bunun bana verdiği çok büyük
sorumluluğu da üstlenerek götürdüm.
Bu, benim yine öğretmenlerimden aldığım çok önemli bir noktaydı ve bütün çalışma hayatım boyuca kendi
öğrencilerime de aktarmya çalıştım.
Ne kadar başarılı oldum bilemiyorum
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 92
ama gerçekten insanların biraz önce sözünü ettiğim dayanışmanın ve paylaşmanın
olabildiğine dair çok büyük bir simgeydi.
Bunu çok vurguluyorum çünkü arkasında bu kadar büyük ve bu kadar hoş bir
güven, sorumluluk, paylaşma, el verme,
arkasında olma ve yol gösterme var. Bir
daha dernek kurun diye demiyorum
ama daha başka çalışmalarla birlikte siz
gençlerle bunları götüreceğiz ve umarım
bütün yaşantınız boyunca ya da bizlerin
olduğu sürece arkamızda bizi destekleyen
ve bizimle gurur duyan, bizimle övünen,
her zorluğumuzda elimizden tutacak
hocalarımız var duygusunu da sizlere
verebiliriz ve bunu aşılayabiliriz.
ZY: Peki hocam, Türk Psikologlar
Derneği’nin kurulduğu günden bu
yana Derneğimizin içinde bulunduğu
gelişimi, süreç içerisinde gösterdiği
ilerlemeyi, yüklendiği misyonu da
göz önünde bulundurarak siz nasıl
değerlendirirsiniz?
FÖ: Çok büyük gurur veriyor ama bir
yandan da çok korkutuyor; çünkü o kadar çok büyüdü ki. Sevgili arkadaşlarımla
çoğu kez evde toplanırdık. Doğan
Cüceloğlu hocamın evinde toplandık
mesela; onun böyle örgü patikleri vardı ve
hepimiz o örgü patikleri giyerek o odada
otururduk. Tüzüğün hazırlanmasından
misyonlarımızın neler olacağına kadar o
coşkuyla öyle çalışırdık ki... Mesela o zaman ben bekardım, Yurdal’ın oğlu vardı,
o da bizimle bütün toplantılara katılırdı
çünkü Yurdal’ın bırakacak yeri yoktu.
Böyle çoluk çocuk herkes birlikteydi.
Eşlerimiz çok yardımcı olurdu; çünkü bizim coşkumuz onlara da bulaşırdı ve çok
keyifli bir iş yaptığımız düşüncesindeydik. Dernek böyle kuruldu, internet olanağımız yoktu, bilgisayarlar yoktu; elde
yazılanlar mumlu kağıda yazılırdı. Siz
hiç görmediniz herhalde. Mumlu kağıda
yazılır; bir hata yaparsınız onu düzeltmek çok zor olur. Paramız yok, baskıya
gidileceği zaman herkes cebinden para
verir, onlar toplanır... Yani Dernek böyle
başladı, böyle kuruldu. Ama çıkardığımız
dergilerde de ilk sayılara baktığımda o
içtenlik, o coşku, o umut onların böyle
her sayfasında ve her satırında var.
Kokladığınız zaman ve baktığınız zaman size geçiyor onlar. Hakikaten de çok
önemli yerlere gelindi. Herkes çok emek
verdi; yönetimlerde olan bütün arkadaşlar, sabahlara kadar evlerinde çalışanlar...
Ama burada sevgili Nail Hoca’yı yine altını çizerek anmamız gerekiyor; çünkü
Nail o kadar özveriyle Derneği bir yerlere
getirdi ki; ondan sonra çok büyük oranda
herkes dernek başkanı olmaktan ve yönetim kuruluna girmekten korkar oldu.
Sabahlara kadar evlerde olan çalışmalarda böyle bir özverinin gösterilebiliyor
olması çok ürküttü. Ama şimdi Dernek
aslında çok önemli bir aşamayı daha atladı, giderek büyüdü, şubelerimiz oldu.
Her biri birer umut idi o şubelerin.
Artık daha profesyonelce daha kurumsal temelde olması gerektiğini hepimiz
gördük. Hani hepimiz için ‘Psychological
Association’ bir örnektir; bütün bir binanın her katında farklı boyutlarda
çalışmaların yapıldığı bir birliktir ama öyle
tahmin ediyorum ki bizim yüreğimiz onlardan daha coşkulu. O profesyonelliğin
yanı sıra o kişisel paylaşımın daha fazla olması açısından bir avantajımız var.
Koskoca bir binanın her katının ayrı
bir ofis olarak, ayrı bir birim olarak
değerlendirildiği ve böyle bir oluşumda
da paylaşımın çok olduğu bir yer olarak
düşünüyorum ileride Derneğimizi. Bu
çok uzak bir amaç, bir umut ya da beklenti
değil. Bir rüya değil bu; çünkü artık böyle
bir kurumsallaşma yoluna gidildiği zaman çok hızlı gelişecek ve gerçekleşecek
bir rüya olduğunu sanıyorum.
BK: Bahsettiğiniz bu ileriye dönük süreçte
Derneğimizin en çok ihtiyacı olacak şey
nedir sizce?
FÖ: Emek! Daha profesyonelce düşünmek, daha profesyonelce bir örgütlen-
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 93
meye gitmek. Diyelim ki testlerden sorumlu bir alt birimin olması, yasayla ilgili
de bir birimin olması. Şimdi bu henüz
küçük gruplar halinde. Şubeler arası çok
güzel paylaşımlar oldu. Sevgili Ayşen’in
de başlattığı çok hoş girişimlerle bu
yürüdü. Şubelerimiz arasında da bir güç
birliği var -zaman zaman rekabete yönelik bir iletişim oluyordu ama müthiş keyif
veriyor bana. Şimdi şubelerimizle bütün
bir ailenin üyeleri olarak görüşüyoruz,
paylaşıyoruz ve bu eminim ki mesleğimize çok büyük bir adım atlattı, gelişimine
çok büyük bir ivme kazandırdı. Bundan
sonra da artık biraz daha adı belli ve daha
yoğun çalışacak ünitelerin olması gerekiyor. Ben artık genel kurullarımızı stadyumda yapalım istiyorum ve hep birlikte bu alt ünitelerde daha profesyonelce
çalışalım diyorum.
ZY: Hocam, bu bağlamda Türkiye’de yeni
yetişen psikologları, psikolog adaylarını
nasıl görüyorsunuz? Şu anda daha iyi
imkanlara sahip oldukları için daha mı
iyiler? Bu imkanların avantajı olduğu kadar dezavantajı da olabilir mi? Belki de
sizin o bahsettiğiniz coşkuyu daha mı az
hissediyorlar?
FÖ: buna çok inanmıyorum; çünkü ben
derslere girdiğim zaman öğrencilerimde
aynı coşkuyu yakalıyorum. Tabi ki bizden daha iyiler. Şunu ben kendime ilke
edinmişimdir hep: Eğer öğrencim beni
geçmezse, ben iyi hoca olmamışım demektir. Onun için öğrencilerim beni
geçecekler! Çok mutluyum ki öğrencilerim beni geçiyor ve geçtiler. Ben gurur
duyuyorum, çok onur duyuyorum. Uzaktan izliyorum, yakından izliyorum...
Biliyor musunuz çocuklar, izlemek
yetmiyor da sanki böyle dokunayım,
daha kucaklayayım istiyorum. Ben iyi
konuşurum zannederdim ama sözcükler o kadar yetersiz kalıyor ki bunu anlatabilmek için. Çok büyük coşku duyuyorum ve bu tabi ki bütün öğretmenlerin
yaşadığı ve yaşaması gereken bir şeydir.
Bunu gördüğüm zaman ömrümün boşa
gitmediğini hissediyorum. İyi eğitilmiş
elemanlar, öğrenciler, meslek elemanları
geliyor ve bu kadar yıllık emeğim boşa
gitmedi ve ben bu kadar çok sevdiğim
mesleğimi çok sağlam ellere bırakıyorum.
Umarım siz de bunu yaşayacaksınız;
çünkü bunu yaşamak müthiş bir armağan insanın yaşamında. Çok büyük bir
armağan çünkü bu yaşlara geldiğimde
daha iyi görüyorum bunu; ait olma duygusunun insanın yaşamında ne kadar
büyük bir destek ve zenginlik olduğunu.
Bu ait olma duygusuyla ülke çapında
da oynandığı takdirde bireyin ne kadar
kolay çözülebileceğini, ne kadar kolay
yönlendirilebileceğini, bu yalnızlık duygusunun insanı ne kadar olumsuz yönlere
götürebileceğini görüyorum. Buna paralel
olarak, bir meslek üyesi olmanın ve mesleki aidiyetin de insanı çok olumluya götürecek bir değer olduğunu görüyorum. Bu
aidiyet duygusunun fazla yaşanmasını
istiyorum. Dernek bu açıdan bana ait
olma duygusunu veren çok keyifli bir yer.
Ama meslek üyelerimizin yeteri kadar destek olmamasından ötürü biraz
yakınmam ve azıcık kaygım var. Herke
sin bu mesleki aidiyetini artırabilirsek!
‘Benim yerim iyi, bir maddi sıkıntım
da yok, artık bu işi iyi götürebilirim’
düşüncesi olursa, bu çok sıkıtı yaratır
ve bundan azıcık ürküyorum. Ama bu
mesleki aidiyeti bolca yaşadığımız zaman
çok keyifli götürülecek bu iş.
BK: Bu mesleki aidiyetin dışında meslektaşlarınıza ve yeni psikolog adaylarına
başka önerileriniz de var mı?
FÖ: Atatürk’ün çok keyifli bir lafı vardır
“Öğün, çalış, güven” diye. Kendileriyle
çok övünmelerini istiyorum. Çünkü bizim öğrencilerimiz yurtdışındaki baş-ka
bir kursa gittikleri zaman ya da başka
bir ortamda bulunduklarında, gelişmiş
ülkelerdeki meslektaşlarından hiçbir
eksiklerinin olmadıklarını görüyorlar.
Tabi ki eksiğimizin farkına varacağız, onu
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 94
tamamlamaya çalışacağız; ama inanın ki
aldığınız eğitim, yaptığınız uygulamalar,
geldiğiniz yer açısından övünmeyi çok
hak ediyorsunuz. Onun için bunun tadını
çıkarın. Biz neler kaçırıyoruz, biz yapabiliyor muyuz gibi soruları tabi ki hep
kendimize soracağız; ama çalıştık ve bunun sonucunda da övüneceğiz. Biz iyi
şeyler yapıyoruz, bunun tadını alın ve
bu her zaman sizin yanınızda önemli bir
destek olsun.
ZY: Hocam artık sona doğru geliyoruz.
Genel anlamda Türkiye’deki psikoloji
eğitimini nasıl değerlendirdiğinizden biraz bahsedebilir misiniz bize? Bir bilim
dalı olarak Türkiye’de psikolojiyi şu an ve
ileride nerede görüyorsunuz?
FÖ: Psikolojinin dışa açılımını biraz
az buluyorum. Biraz daha yaşama girmesi gerektiğini düşünüyorum. Üniversitelerimizde, kurumlarımızda olağanüstü
güzel çalışmalar yapılıyor; ama bunların
uygulamaya yansımalarını daha az görüyorum. Mesela politik hayatımızda ya da
siyasal yaşamda psikolojiyi umduğum
yerde görmüyorum. Spor alanında
umduğum yerde görmüyorum. Klinik
uygulamalar açısından henüz çok az
uygulama yapıldığını görüyorum. Onun
için de, bilimi ve gerçek yaşamı daha çok
iç içe koymamız ve yaşamın her alanına
etkin olarak girebilmemiz gerektiğini
düşünüyorum. Şu an psikoloji biliminde
temel yeniliklerimizden birinin bu olacağı
inancındayım. Aldığımız kuramsal bilgileri yaşamın içerisine daha çok sokarsak ve herkesin anlayabileceği, herkesin
ulaşabileceği ölçüde bunları paylaşabilirsek, daha da keyifli olacaktır.
BK: Dünya konjektüründe psikoloji biliminin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
FÖ: Herkes aç kalır, biz aç kalmayız diye
düşünüyorum. (Gülüyor). Teknoloji ilerledikçe bileşik kaplar gibi psikoloji de aynı
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 95
ölçüde yükselecek diye düşünüyorum.
Çünkü teknolojinin insanı dışta bırakmaya çalışan özelliği ile insanı içine alan
özelliğinin dengelenmesi gerekeceğini ve
bu nedenle psikolojiye çok daha büyük
bir merakın olacağını düşünüyorum.
Şimdi de öyle olmuyor mu zaten? Onun
için psikolojiye çok daha büyük bir ilginin, çok daha büyük bir merakın olacağını
ve psikolojinin, çok daha yaşamın içine
giren bir alan olacağını düşünüyorum.
Gerçekten hiç yok olmayacak bir bilim dalı varsa, o da psikolojidir diye
düşünüyorum.
BK: İnsan var oldukça var olmaya devam
edecek.
FÖ: Evet, insan var oldukça var olmaya
devam edecek. Belki yeni alanlar açılacaktır, robot duyguları falan gibi... Ama
psikoloji insanlıkla var olacaktır.
ZY: Yeni ihtiyaçlar oldukça, yeni açılımlar da olacaktır.
diklerim bunlardı.
ZY: Sizinle sohbet edebilmek çok keyif
verici. Bize bu şansı verdiğiniz için çok
teşekkür ederiz.
FÖ: Ben de çok teşekkür ediyorum.
ZY: Bizi kabul ettiğiniz için, Türk Psikoloji
Bülteni yayın ekibi adına da size ayrıca
teşekkür ediyoruz.
FÖ: Çok teşekkür ediyorum, sağolun.
Bakın, bu sizin yaptığınız yine çok çok
güzel bir şey. Biraz önce aidiyet duygusu
dedim ya; bu sizin aidiyet duygunuzu
ve alana emek verenlere sahip çıktığınızı
gösteriyor. İnanın; emek vermek, sahip çıkmak ve ait olmak duygularıyla
ilerlediğiniz zaman göreceksiniz ki ileride sizlere de aidiyet duygunuz yaşatılacak, sahip çıkılacak ve sizlere de emek
verilecek. Ben çok teşekkür ediyorum.
Bu vesileyle bir şeyi daha gösterdiniz:
Bu kadar yıllık emeğim boşa gitmedi!
FÖ: Evet, tabi.
ZY: Derneğimizin bir numaralı üyesi
olarak da pek çok anınız vardır. Dernekle
ilgili hatırladığınız hoş bir anınızı daha bizimle paylaşır mısınız?
FÖ: O kadar yoğun yaşadığımız şeylerdi
ki! Evlerde dergi bastığımız; ilk baskıları
gözlerimiz kan çanağı içinde sabah matbaadan alıp dağıttığımız; yeni yerleri
satın aldığımız; oralara perdeler dikip,
bulaşıklarını yıkayıp, tamiratını yapıp
gittiğimiz zamanlar... Hepsi çok güzeldi. Şimdi açıkçası tek bir örnek gelmedi
aklıma.
ZY: Hocam, bizim sorularımız bu kadar.
Sizin bizimle paylaşmak istediğiniz başka
şeyler var mı?
FÖ: Daha farklı bir şey yok. Genel olarak
içimden gelenler, sizinle paylaşmak iste-
* Bu söyleşi, Zuhal Yeniçeri ve Başak
Karagöz tarafından gerçekleştirilmiştir.
Söyleşinin transkripsiyonunu da hazırlayan Başak Karagöz’e Türk Psikoloji Bülteni yayın ekibi adına teşekkür ederiz.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 96
2007 Yılında Farklı Kurumlar Tarafından
Ödüle Layık Görülen Meslektaşlarımız
2007 yılında değerli hocalarımız Prof. Dr. Nail Şahin, Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı,
Prof. Dr. Onur Güntürkün, Prof. Dr. Sirel Karakaş ve Dr. Erdinç Öztürk farklı
kurumlar tarafından verilen ödüllere layık görülmüşlerdir. Bu vesilesyle TPD Genel
Merkez Yönetim Kurulu olarak ödül alan hocalarımızı kutlar alanımıza yaptıkları
katkılar nedeniyle kendilerine teşekkürü borç biliriz.
Prof. Dr. Nail Şahin
Türkiye Bilimler Akademisi Sosyal Bilimler Hizmet Ödülü 2007
TÜBA Bilim Ödülü, konusunda bilimde çok önemli gelişmelere yol açan ve katkıları
zaman içinde belirginleşmiş çalışmalara verilir ve tüm bilim alanlarını kapsar.
Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı
Koç Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi
2007 William Thierry Preyer İnsan Gelişimi Arastırmaları Mükemmellik Ödülü
Ödül, insan gelişiminin öncesi, süreci ve sonuçlarıyla ilgili deneysel araştırmalara
dayanan yayınları saygın dergilerde yer bulan uluslararası olarak kabul görmüş,
alana özgün ve değerli katkılarda bulunarak daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunan
Avrupalı psikolog veya psikolog gruplarına verilmektedir.
Prof. Dr. Onur Güntürkün
Bochum Ruth Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi
TÜBİTAK Özel Ödülü
TÜBİTAK, bu yıl ilk kez, çalışmalarıyla bilime uluslararası düzeyde katkıda
bulunmuş ve yurtdışında yerleşik Türkiye Cumhuriyeti uyruklu üç bilim insanına
“Özel Ödül” verilmesini kararlaştırdı. Ödül Aralık ayında Ankara’da verilecek.
Prof. Dr. Sirel Karakaş
Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Türkiye 2007 SCOPUS Ödülü
Elsevier Yayınevi tarafından Türkiye’de ürettikleri makale, aldıkları atıflar ve
h-indekslerine bağlı olarak, Elsevier’in abstract ve atıf veri tabanı, kaynakça ve
veri bankası olan Scopus veritabanı üzerinden yapılan değerlendirmede en başarılı
bulunan 10 Türk bilim insanına verilen bir ödüldür.
Dr. Erdinç Öztürk
İÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Klinik Psikoterapi Biriminde
David Caul Ödülü
ABD’deki, International Society for the Study of Trauma and Dissociation (Uluslarası
Travma ve Dissosiyasyon Derneği) tarafından 2007 yılının en iyi araştırmasına
verilen David Caul Ödülü “The “Apperantly Normal” Family: A Contemporary
Agent of Transgeneration Trauma and Dissociation” başlıklı araştırmasıyla
Dr. Erdinç Öztürk’e verilmiştir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 97
William Thierry Preyer
İnsan Gelişimi Arastırmaları Mükemmellik Ödülü
Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’na Verildi*
13. Avrupa Gelişim Psikolojisi Konferansı
21 Ağustos 2007, Jena / Almanya
jisi” (Spezielle Physiologie des Embryos)
ve “Çocuk Zihni” (Die Seele des Kindes) günümüzde hala önemini korumaktadır.
Her iki kitap da kendi bilimsel alanları olan
gelişim fizyolojisi ve gelişim psikolojisi
alanlarında temel olmuştur. Preyer, insan
gelişimi alanında çağdaş disiplinlerarası
perspektiften bakıldığında, insan gelişimi
konusunda gözlem ve deneye dayalı
özenli araştırmaların öncüsüdür.
William Thierry Preyer İnsan Gelişimi
Araştırmaları
Mükemmellik
Ödülü,
insan gelişiminin öncesi, süreci ve
sonuçlarıyla ilgili deneysel araştırmalara
dayanan yayınları akademik dergilerde yayımlanmış, insan gelişimi ve
bağlamlarının daha iyi anlaşılmasına
yaptığı önemli ve özgün katkılarından
dolayı uluslararası alanda kabul görmüş
Avrupalı psikolog ya da psikologlar
grubuna verilecektir.
William Thierry Preyer Ödülü 2007
Avrupa Gelişim Psikolojisi Kongresi
Başkanı ve Jena, Almanya’da bulunan
Friedrich Schiller Üniversitesi Rektörü
tarafından Avrupa Gelişim Psikolojisi
Topluluğu’na (ESDP) verilmiştir. ESDP
ile yapılan bir anlaşmaya göre, üniversite
sonraki üç kongre boyunca bir bağışla bu
ödülü destekleyecektir. ESDP de bunun
devamlılığını sağlayacaktır. İngiltere’de
doğan William Thierry Preyer (18411897) Almanya’da Jena Üniversitesi
Fizyoloji Bölümü Başkanıydı. Vizyonuyla
Charles Darwin’e ilham veren Preyer’ın
çalışmaları - “Embriyoların Özel Fizyolo-
Kriterler: Bu ödül, insan gelişiminin öncesi, süreci ve sonuçlarıyla ilgili deneysel
araştırmalara dayanan yayınları akademik
dergilerde yayımlanmış, insan gelişimi
ve bağlamlarının daha iyi anlaşılmasına
yaptığı önemli ve özgün katkılarından
dolayı uluslararası alanda kabul görmüş
Avrupalı psikolog ya da psikologlar
grubuna verilecektir.
Prosedür: Bu ödül Avrupa Gelişim
Psikolojisi
Kongresinde
verilecektir. ESDP; başkan, seçilmiş ama henüz
görevi devralmamış başkan/ seçimle iş
başına gelmiş başkan (president-elect)
ve öne çıkan uluslararası diğer dört-beş
gelişimciden oluşan Preyer Ödül Komitesinden sorumludur. Aday gösterme işlemi, normal olarak bir önceki
kongreyi izleyen 6 ay içinde yapılacak
bir davetle, aralarında daha önceden
bu ödülü kazananların da bulunduğu
diğer biliminsanları ve bilimsel organlara
danışmakta serbest olan Komite üyeleri
ve her ESDP üyesi tarafından yapılabilir.
Yönetim Kurulu’na Komite tarafından
bir öneri yapılacak ve bu öneri Yönetim
Kurulu tarafından onaylanacaktır. Aday
gösterme işleminde aday(lar)ın kriterlere uygunluğu konusunda bir açıklama
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 98
ve aday(lar)ın tam bir özgeçmişi de
bulunmalı ve aday gösterenlerden en az
ikisi tarafından imzalanmalıdır. ESDP
Kongre üyeleri üyelikleri süresince Ödül
için aday gösterilemezler. Bu durum son
üyeliklerinin bitişinden 5 yıl sonrasına
kadar devam eder. Ödülü kazanan kişi
bir sonraki Avrupa Gelişim Psikolojisi
Konferansı sırasında bir Preyer Ödülü
Konuşması yapacaktır. Preyer Ödülü
ESDP Başkanı tarafından Konferansın
Açılış Töreninde verilir. Ödül diploma ya
da madalya biçiminde olabilir. Bağışlanan
fonlarda amaç ödül verilen kişinin yol ve
barınma masraflarını karşılamaktır, buna
ayrıca özel bir resepsiyon ya da akşam
yemeği de dahildir.
2007 Preyer Ödülünü Kazanan:
Profesör Çiğdem Kağıtçıbaşı
Koç Üniversitesi, Türkiye
Sayın Kağıtçıbaşı ödülünü Almanya,
Jena’da 21 Ağustos 2007’de yapılan 13.
Avrupa Gelişim Psikolojisi Konferansı
açılış töreninde almıştır.
* Bu metin, “European Society for
Developmental Psychology”nin resmi
internet sitesinden alınarak (http://
www.esdp.info/Awards.215.0.html)
Sezer Soner tarafından tercüme edilmiştir.
Yayın Ekibi adına Sezer Soner’e teşekkür
ederiz.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 99
EFPA Etik Komisyonu Çalışmaları
(European Federation of Psychologists Associations
Standing Committee on Ethics)
Yeşim Korkut
EFPA SCE adına Türkiye Temsilcisi
TPD İstanbul Şubesi Etik Kurul Başkanı
EFPA’ya bağlı olan ve kısa adı SCE olan
bu çalışma grubu, 1995 yılından beri işlev
göstermektedir. Halen 14 ülkenin sürekli
temsil edildiği bu çalışma grubunda, Türkiye, 2004 yılından beri yer almaktadır.
Her sene düzenli olarak 2 kere, 2 farklı
üye ülkede toplantı yapan grup, bu ülkelerin Psikologlar Dernekleri tarafından
misafir edilmektedir.
SCE’nin kuruluşundan itibaren en önemli
üretimi, uzun bir çalışma dönemi sonunda
EFPA Etik Yönetmeliği’nin hazırlanması
olmuştur. Türkiye’nin temsil imkanı
bulduğu yıllarda SCE’nin çalışmalarının
şu noktalara odaklandığı izlenmiştir:
1. Etik olmayan davranışlar hakkındaki
şikayetlerin “arabuluculuk” yöntemi
ile ele alınması için bir ek yönetmeliğin
hazırlanması.
2. “Ethics for European Psychologists”
(Avrupalı psikologlar için Etik) adlı
kitabın hazırlanması.
3. Aşağıdaki konularda, gerektiğinde
EFPA Yönetim Kurulu’na görüş
bildirilmesi.
a. Üye derneklerin hazırladıkları ulusal
yönetmeliklerin değerlendirilmesi.
b. Etik konulu Sempozyumların düzenlenmesi (Lisbon 2005, Viyana 2006).
c. Gerektiğinde Evrensel Etik Deklarasyonu, ya da EuroPsy (Avrupa
Psikoloji diploması) gibi konularda görüş
hazırlanması ve bildirilmesi.
Şimdi bu çalışmaların detaylarına biraz
daha yakından göz atalım. Bilindiği üzere,
Etik Meta Yönetmelik gereği bir etik ihlal
olduğunda Ulusal Üye Derneklerin gerekli düzeltici ve disiplinle ilgili önlemleri
alabilmeleri için etik ve süreç yönetmelikleri olmalıdır. Bunlara ek olarak ulusal derneklerin arabuluculuk yönteminin
işletimine dair de bir süreç yönetmelikleri
olması önerilmektedir ve bunun için 20052007 arasında bir taslak hazırlanmıştır.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 100
SCE, psikologlar için etiğin en uygun
biçimde desteklenmesi ve gelişimi için,
tıpkı APA’da olduğu gibi, temel bir kitap
hazırlanmasını önemli bulmaktadır. Ancak bu kitabın “Avrupa kültürünü” temsil
etmesi çok önemsenmiştir. Kitap fikri grup
içinde genel olarak ele alındıktan sonra
SCE içinden 4 kişi bu kitabın yazımını
üstlenmişlerdir ve Aralık 2007’de bu
kitabın yayınlanması beklenmektedir.
Üye ülkelerin Psikologlar Dernekleri
ve Etik kurullarının, bazen Üniversitelerin desteği ile SCE Etik konulu
Sempozyumların düzenlenmesi veya
desteklenmesi için de çalışmaktadır.
Örneğin; ilki gibi ikincisi de 2005’te
Lisbon’da yapılan Sempozyum, ağırlıklı
olarak Portekizli psikologların SCE’den
konuşmacıları davet ettikleri (İngiltere,
Almanya, Belçika ve Türkiye), kendi etik
yönetmelik geliştirme ile ilgili zorluklarını
tartıştıkları bir platform oluşturmuştur.
Daha sonra Portekiz 2007’de Etik
yönetmeliğini resmen kabul etmiştir.
2006’da Viyana’da yapılan 3. Sempozyum, farklı ülkelerde karşılaşılan etik
ikilemler konusundaydı ve çok başarılı
bir sempozyumdu. İlgili kişiler EFPA ile
ilgili internet sayfalarını izleyerek bu Sempozyumlar hakkında detaylı bilgi alabilir,
hatta katılabilirler.
Zaman zaman SCE diğer dış çalışma
grupları ile (Evrensel Etik Deklarasyonunu hazırlayan ekip gibi) ya da EFPA
içi çalışma gruplarıyla (örneğin; EuroPsy) görüş alışverişleri yapmaktadır.
Ayrıca EFPA’ya yeni üye olan ülkelerin
hazırlamakta oldukları etik yönetmeliklere dair tavsiyeler verilebilmektedir. Ya da SCE üyeleri, bizzat bu ülkelerde seminerler vasıtasıyla farkındalık
yaratmaya çalışmaktadırlar. Lisbon’daki
Sempozyumlara verilen destek bunun
ilk örneğidir. Ayrıca 2007 Mart ayında,
SCE başkanı Geoff Lindsay, TPD İstanbul
Şubesi Etik Kurulu Başkanı ve Kurul’un
davetlisi olarak Türkiye’ye gelmiştir.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin yer ve maddi destek sağladığı bu ziyarete, tüm illerdeki etik kurul üyeleri davet
edilmişlerdir ve Lindsay hem bir Konferans hem de tam günlük bir atelye
çalışması ile katkıda bulunmuştur.1
SCE’nin son toplantısı, Eylül ayında
İstanbul’da
gerçekleşmiştir.
İlk
defa bu sene Türkiye evsahibi olma
sorumluluğunu yerine getirmiş ve 13
EFPA SCE üyesini 28-30 Eylül 2007 tarihleri arasında İstanbul’da ağırlamıştır.
TPD İstanbul Şubesi binasında gerçekleşen
ve TPD Genel Merkezi tarafında finanse
edilen bu toplantılarda farklı konular ele
alınmıştır: Daha önce de sözü edilen ve
öncelikli olarak Avrupa birliği ülkelerinde EFPA Etik yönetmeliginin tanıtılması;
çesitli vaka örnekleri üzerinden ikilemlerin tartışılmasına ve değerlendirilmesine
imkan tanımayı amaçlayan kitabın son
halinin onaylanması; EuroPsy (Avrupa
içinde kabul gören Psikoloji diploması)
hakkında son gelişmeler; Psikologlar için
Evrensel Etik Deklarasyonu (Universal
Declaration of Ethical Principles for Psychologists) girişimindeki son gelişmeler;
Fransa’da tartışılan “Code of Behaviour for
researchers
in
Human
Behaviour
Sciences” konusunda grubun düsünceleri
ve tüm üye ülkelerindeki durumun
toparlanmasına dair karar; SCE’nin yeni
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 101
üye ülkeler ve onların etik yönetmelikleri için üstlenecegi rolün sınırlarının
tartışılması ve bu bağlamda Bulgaristan
ve Sırbistan’ın etik yönetmeliklerinin
değerlendirilmesi; hangi ülkede “4th
Symposium on Ethics”in yapılacağının
tartışılması; her üye ülkenin kendi ülkesindeki etik meseleler hakkında son durumu özetlemesi; bir sonraki 2 toplantının
yer ve zamanının kararlaştırılması bu
iki günlük toplantıların ana konularını
oluşturmuştur.
İstanbul toplantımızın sosyal yönlerine
dair de ilgilenenlere biraz fikir vermek
isterim. Her ne kadar komisyon üyeleri
toplantılara yönelik çok yoğun çalışsalar
da, elbette toplantılar o ülkelerin Psikologlar derneklerinde yapıldığı için bir
yerde söz konusu ülkenin kültürü, o ülkede psikolojinin ve psikologların yeri
gibi konularda da “bilgi ve izlenimler” edinilmektedir. Bu bağlamda , Eylül ayında
bir başka güzel olan İstanbul’un tarihi ve
doğal güzellikleri ile üyeleri çok olumlu
etkilediği daha sonra gelen geri bildirimlerle anlaşılmıştır. Ayrıca bu toplantıların
gayriresmi bir özelliği, o ülkenin psikologlar derneği başkanları tarafından verilen gelenekselleşmiş bir resepsiyondur.
Dernek başkanımız Gonca Soygut’ün,
Ankara’dan gelmek nezaketini göstererek, çok iyi bir ev sahibeliği yaptığı resepsiyon üyelerin büyük takdirini toplamış ve
Türkiye’nin Avrupa Psikoloji Kongresi’ne
de çok iyi evsahipliği yapacağına dair genel bir kanaat oluşmuştur.
SCE’nin gelecek dönemde ele almayı
planladığı konular şunlardır:
- Hazırlanan kitabın farklı dillere çevrilmesi
- 4. Avrupa Etik Sempozyum’unun
düzenlenmesi
- Üye ülkelerin kendi etik yönetmeliklerini geliştirmelerine ve etik sistemlerini sağlamlaştırmalarına yardım
edilmeye devam edilmesi
- Medya ve Etik
- Farklı ülkelerden gelenlerle çalışırken
etik
- Araştırma Etiği
- Grubun Vizyonunun yenilenmesi
Toparlamak gerekirse, Avrupa ülkelerinde etiğin ortak kavramlarla ele alınması,
geliştirilmesi konusunda çok önemli bir
işlev gösteren ve hayli üretken olan SCE,
çalışmalarına hızla devam etmektedir.
1
EFPA ile bağlantılı olmamakla beraber,
2006 yılında, yine TPD İstanbul Şubesi’nin
davetlisi olarak APA Etik Büro yöneticisi Dr.
Steve Behnke gelmiş, Boğaziçi Üniversitesi’nin
katkılarıyla meslektaşlara ve tüm etik
kurulların üyelerine yönelik bir dizi seminer
vermiştir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 102
Avrupa Psikologlar Federasyonu (EFPA)
Başkanlar Toplantısı
5 - 6 Ekim 2007, Brüksel - Belçika
Doğan Kökdemir
TPD Genel Başkan Yardımcısı
Avrupa Psikologlar Federasyonu (EFPA)
tarafından düzenlenen ve üye ülkelerinin
dernek başkanlarının ya da temsilcilerinin
katıldığı toplantı 5 – 6 Ekim 2007 tarihleri
arasında Brüksel’de yapıldı. Toplantıya
Türkiye’yi temsilen Türk Psikologlar
Derneği Başkan Yardımcısı Doç. Dr.
Doğan Kökdemir katıldı.
Toplantının 4 temel gündem maddesi
bulunmaktaydı. Bunlar:
1. Temmuz 2007’de Prag’da gerçekleştirilen IX. Avrupa Psikololoji Kongresi
hakkında deneyimlerin aktarılması,
2. Avrupa Psikoloji Diploması hakkındaki
gelişmeler ve pilot uygulamaların sonuçları,
3. Temmuz 2009’da Oslo’da (Norveç)
düzenlenecek olan X. Avrupa Psikoloji
Kongresi çalışmaları ve
4. 2011 yılında İstanbul’da düzenlenecek olan XI. Avrupa Psikoloji Kongresi
hakkında değerlendirme.
Toplantıda ve bireysel yapılan temaslarda
Türk Psikologlar Derneği’nin çalışmalarının EFPA içerisinden çok önemsendiğini ve özellikler EFPA Komisyonlarında
çalışan üyelerimizin üstün gayretlerinin
XI. Avrupa Psikoloji Kongresi’nin
İstanbul’a verilmesini fazlasıyla etkilediği
iletildi. Ek olarak, Avrupa Psikoloji Kongresi seçimlerinden önce ve seçimler
sırasında Türk Psikologlar Derneği’nin
bir önceki dönem başkanı Prof. Dr. Ayşe
Yalın’ın ve başkan yardımcısı Doç. Dr.
Elif Kabakçı’nın yürüttükleri çalışmalar
bu toplantıda da sık sık gündeme geldi.
Türk Psikologlar Derneği olarak bir kere
daha her iki hocamıza da teşekkürlerimizi
sunuyoruz.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 103
Liseli Gençlere Psikososyal Destek Projesi
İzmir’de Başladı
Türkiye Kızılay Derneği İzmir Şubesi’nde
stajlarını tamamlayan Ege Üniversitesi
Psikoloji Bölümü 4. sınıf öğrencilerinden
17 kişinin oluşturduğu AKTARIM GRUBU, “Liseli Gençlere Psikososyal Destek
Projesi”ni hazırladı. Türkiye’de ilk defa
hayata geçirilen Liseli Gençlere Psikososyal Destek Projesi ile İzmir ilinde yaklaşık
2500 lise öğrencisine “afetin psikososyal
etkileri ile baş edebilme yöntemleri”
öğretilecektir. Proje, T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, Avrupa Birliği Eğitim
Gençlik Programı Merkezi Daire Başkanlığı
(Türk Ulusal Ajansı), Gençlik Programı Eylem
1.2 / Gençlik Girişimleri’nden hibe almıştır.
Proje 01 Eylül 2007 tarihinde başlamış
olup 10 ay sonunda tamamlanacaktır. Proje, Türkiye Kızılay Derneği İzmir Şubesi,
İzmir Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Daire
Başkanlığı, Ege Üniversitesi Psikoloji
Bölümü ve Türk Psikologlar Derneği’nin
katkıları ile gerçekleştirilmektedir.
İzmir için böylesi önemli bir projenin
ilk adımı 7-11 Kasım 2007 tarihlerinde
Kızılay İzmir Şubesi’nde gerçekleştirilen
“Afet Ruh Sağlığı Eğitici Eğitimi” ile
atılmıştır.
Afet Ruh Sağlığı Eğitici Eğitimi, Kocaeli
Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı
Bölüm Başkanı Prof. Dr. Tamer AKER,
Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Öğrt. Grv. (Türk Psikologlar Derneği
Genel Sekreteri) Psk. Dr. Sedat IŞIKLI,
Ankara Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Öğrt. Grv. Psk. Dr. Banu YILMAZ, Emniyet Genel Müdürlüğü Sağlık İşleri Daire
Başkanlığı Ruh Sağlığı Merkezi Sorumlusu Uzm. Dr. Hande KARAKILIÇ, Psk.
Yeşim ÜNAL tarafından verilmiştir.
Proje kapsamında; “Afet Ruh Sağlığı
Eğitici Eğitimi”ni başarıyla tamamlayan
Aktarım Grubu üyeleri böylelikle olası
bir afet durumunda İzmir’de halka psikososyal destek konusunda anında müdahale edebilecek donanıma sahip olmuştur.
Aktarım Grubu, 1. derecede deprem bölgesi olan İzmir’deki liseli gençlere 10 ay
süresince “Afetin Psikososyal Etkileriyle
Baş Etme” konulu eğitimler verecektir.
2500 liseli gençlere eğitimlere Toros semtindeki İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir
İtfaiyesi Yangın ve Doğal Afet Eğitim
Merkezi’nde verilecektir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 104
15. Ulusal Psikoloji Kongresi
Türk Psikologlar Derneği’nin her iki
yılda bir ülkemizin çeşitli üniversitelerindeki psikoloji bölümlerinin işbirliği
ile düzenlediği Ulusal Psikoloji Kongrelerinin 15.’si, Hacettepe Üniversitesi’nde
2006 yılında düzenlenen 14. Ulusal
Psikoloji Kongresi’nin kapanış oturumunda kararlaştırıldığı gibi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü
tarafından gerçekleştirilecektir. Kongre,
3-5 Eylül 2008 tarihleri arasında İstanbul
Üniversitesi’nin Laleli’deki Edebiyat
Fakültesi’nde yürütülecektir. Bunun yanı
sıra, bu kongrede çalışma gruplarının faaliyetleri için kongre açılışından bir gün
öncesi, yani 2 Eylül 2008 tarihi ayrılmıştır.
Bu sayede grupların faaliyetleri ve de
takipçilerine rahat bir çalışma imkânı
sağlanması hedeflenmiştir.
Ulusal Psikoloji Kongrelerinin temel düşüncesine uygun olarak bu kongrede
de psikoloji biliminin her alanında çalışmalar yapan akademisyenlerin ve uygulamacı meslektaşların bilimsel çalışmaları
ve deneyimleri paylaşılacaktır. Ancak geçmiştekilerden farklı olarak bu kongrenin
herhangi bir temayla sınırlandırılmaması
tercih edilmiştir.
Çalışma gruplarının gerçekleştirileceği
2 Eylül 2008 tarihinden sonraki 3, 4 ve 5
Eylül 2008 tarihlerinde panel, sözlü bildiri
ve poster sunumları yer alacaktır. Tüm
bu etkinlikler için başvurular başlamış
olup, çalışma grubu ve panel teklif
özetlerinin en geç 31 Mart 2008 tarihine,
sözlü bildiri ve poster sunumlarına yönelik teklif özetlerinin ise en geç 14 Nisan
2008 tarihine kadar yapılması gerekmektedir. Tüm bu başvurular kongrenin internet sayfasından yapılabilecektir. Bunun
yanı sıra kongreyle ilgili tüm güncel bilgiler ve duyurulara yine kongrenin internet sayfasından ulaşılabilecektir (www.
psikolojikongresi.org). Kongre kayıtları da internet sayfası üzerinden ger-çekleştirilebilecek olup, erken kayıt yaptıranlara ve Türk Psikologlar Derneği
üyelerine katılım ücreti konusunda indirim imkanı sağlanacaktır. Başkanlığını
İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Başkanı Prof. Dr. Sibel A. Arkonaç’ın
yürüttüğü kongrenin, düzenleme ve bilim
kurulu aşağıdaki şekilde yapılanmıştır.
Tüm meslektaşlarımız 3-5 Eylül 2008
tarihlerinde İstanbul Üniversitesinde
yapılacak olan 15.Ulusal Psikoloji Kongresine davetlidir; bekliyoruz…
Kongre Düzenleme Kurulu
Başkan
Prof. Dr. Sibel A. Arkonaç
Başkan Yardımcıları
Doç. Dr. Tevfika Tunaboylu İkiz (Sosyal Program)
Yrd. Doç. Dr. Sema Karakelle (Bilimsel Program)
Üyeler
Doç. Dr. Pınar Ünsal
Doç. Dr. Aydan Aydın
Yrd. Doç. Dr. Gül Şendil
Yrd. Doç. Dr. Sevim Cesur
Kongre Sekreteryası
Yrd. Doç. Dr. İlknur Özalp Türetgen (Genel Sekreter)
Yrd. Doç. Dr. Özlem Sertel Berk
Ar. Gör. Dr. Bengi Pirim Düşgör
Ar. Gör. Dr. Göklem Tekdemir Yurtdaş
Ar. Gör. Ayşe Elif Yavuz
Ar. Gör. Deniz Atalay
Ar. Gör. Çağatay Çoker
Ar. Gör. Simge Şişman
Ar. Gör. Gökçe Başbuğ
Kongre Bilim Kurulu
Başkan
Prof. Dr. Sibel A. Arkonaç (İ.Ü.)
Başkan Yardımcıları
Doç. Dr. Ayşe Ayçiçeği Dinn (İ.Ü.)
Doç. Dr. Pınar Ünsal (İ.Ü.)
Üyeler
Prof. Dr. Melek Göregenli (E.Ü.)
Prof. Dr. Sami Gülgöz (K.Ü.)
Prof. Dr. Ayhan Koç (Y.Ü)
Prof. Dr. Diane Sunar (B.Ü.)
Prof. Dr. Nebi Sümer (ODTÜ)
Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar (F.Ü.)
Doç. Dr. Aydan Aydın( İ.Ü.)
Doç. Dr. Hamit Coşkun (İ.B.Ü)
Doç. Dr. Ali Tekcan ( B.Ü.)
Doç. Dr. Tevfika Tunaboylu İkiz (İ.Ü.)
Yrd. Doç. Dr. Sema Karakelle (İ.Ü.)
Yrd. Doç. Dr. Yeşim Korkut (İ.Ü.)
Yrd. Doç. Dr. Meltem Narter (İ.Ü.)
Yrd. Doç. Dr. Gül Şendil (İ.Ü.)
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 105
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 106
2. Psikoloji Lisansüstü Öğrencileri Kongresi’ne Çağrı
Nurhan Er
Ankara Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
[email protected]
Ülkemiz psikoloji bölümleri arasındaki
işbirliği ile düzenlenen ‘Ulusal Psikoloji’
ve yine lisans öğrencilerinin düzenlediği
‘Psikoloji Lisans Öğrencileri’ Kongreleri’nin
yanı
sıra
‘Psikoloji
Lisansüstü
Öğrencileri Kongresi’ de ilk kez 2007
Haziran’ında, İzmir Ekonomi Üniversitesi
Psikoloji Bölümünde gerçekleştirilmişti.
İlk olmasına rağmen oldukça zengin bir
içerikte ve verimli geçen bu kongrenin ikincisini, Psikoloji Lisansüstü Öğrencileri
Kongresi’ne süreklilik kazandırabilmek
amacıyla, Ankara Üniversitesi Psikoloji
Bölümü ve lisansüstü öğrencileri olarak
kendi evimize taşıma kararı almıştık.
Bu kararın bir uzantısı olarak, 26-29 Haziran 2008 tarihleri arasında II. Psikoloji
Lisansüstü Öğrencileri Kongresi’ni, Ankara Üniversitesi Psikoloji Bölümü ev
sahipliğinde, Ankara Üniversitesi Ilgaz
ÖRSEM (Öğrenci Eğitim, Spor, Uygulama ve Rehabilitasyon Merkezi) tesisinde
gerçekleştirilecek olmamızın heyecanı
ve coşkusu içindeyiz.
Kongremizin
ilk amacı, Türkiye’deki çeşitli psikoloji
bölümlerinde öğrenim gören ve psikolojinin geleceğini yönlendirecek olan yüksek lisans ve doktora öğrencilerini bir
araya getirerek, bilimsel çalışmalarını ve
deneyimlerini paylaşabilecekleri bir ortam
yaratmaktır. Bu amaç doğrultusunda, bilgi üretmelerini teşvik etmek ve ürünlerini
diğer alt disiplinlerindeki öğrencilerle
paylaşabilmelerine olanak sağlayarak
yetkinleşmelerine aracılık etmek en öncelikli hedefimizdir. Bu çerçevede kongremizi, davetli öğretim üyelerimizin konferans, çalışma grupları ve panelleriyle
renklendirerek; genç psikologlara kongremizde, alanında uzman kişilerin bilgi ve
deneyimlerinden faydalanma olanağı da
sunmaya çalışacağız. Davetli konuşmacı,
panelist ve çalışma grubu yürütücüle-
rinin belirlenmesinde farklı uzmanlık
alanlarındaki yüksek lisans ve doktora
öğrencilerinin en temel ihtiyaçlarını dikkate almaya çalıştık. Örneğin, bu düşünce
ile yola çıktığımız çalışma gruplarını
belirlerken, psikoloji araştırmalarında
yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin
sıklıkla ihtiyaç duydukları istatistik
uygulamalarına ağırlık verdik. Bunun
yanı sıra psikolojinin iki temel uygulama
alanı olan klinik ve endüstri psikolojisine
ilişkin çalışma grupları ile Türkiye’deki
psikoloji bilimi çalışmaları için oldukça
yeni bir alan olan evrim psikolojisi ve
araştırma yöntemlerini içeren bir çalışma
grubunu da programımıza dahil ettik.
Programımıza ‘Öğretim Üyeleri ile Söyleşi’
oturumları koyarken de amacımız, farklı
uzmanlık alanlarındaki hocalarımızla,
benzer ilgi ve merakı paylaşan öğrencilerimizi küçük gruplar halinde buluşturmak
olmuştur. Araştırmaları, söylemleri ve
psikoloji bilim ve uygulamalarındaki
önemli rolleri olan bazı öğretim üye-lerimizin vereceği konferansların, davetli panellerin, hepimiz için ama en çok
yüksek lisans ve doktora öğrencilerimiz
için çok değerli olduğunu düşünüyoruz.
Kongremizin bilimsel ve sosyal tüm etkinliklerini,
hazırlığını tamamlamak
üzere olduğumuz internet sitemizde, en
yakın zamanda ilan edeceğiz (http://
psikongre2008.humanity.ankara.edu.tr).
Kongreyle ilgili tüm sorularınız için bize
[email protected] adresimizden
ulaşabilirsiniz.
2. Lisansüstü Öğrencileri Kongresi’ni,
ülkemizde şimdiye kadar psikolojide
gerçekleştirilen
kongrelerden
farklı
olarak; daha çok iletişim ve etkileşim
sağlayabilmek için tüm katılımcıların
hep birlikte konaklayacağı bir mekanda
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 107
gerçekleştirmek istedik. Kongre merkezi
olarak da, hem bilimsel hem de sosyal açıdan yoğun bir etkileşim olanağı
sağlayabilecek nitelikte olan Ankara
Üniversitesi Ilgaz-ÖRSEM tesisini seçtik. Böylelikle, birçok kongrede yaşanan
zaman sınırlılığını kısmen aşabilmek ve
akşam saatlerinde de devam edecek etkinliklerle, katılımcıların arasındaki ilişkileri
güçlendirebilmeyi hedefledik. Ayrıca,
Ilgaz’ın büyüleyici atmosferinin, kongremize ayrı bir dinamizm kazandıracağına
inanmaktayız. Kongremiz katılımcılara,
bilimsel programının yanı sıra müzik
dinletileri, kısa film gösterimleri, hobi
oturum (fotoğrafçılık), dönüş yolu ziyaretleriyle (Kırkpınar Yaylası, Kocameşe,
Tuz Mağarası) de zengin bir sosyal program sunmaktadır. Aşağıda bir örneği olan
kongre broşürümüz, birkaç hafta içinde
posta yoluyla elinize ulaşmadığı takdirde, kongre elektronik adresimize bir
ileti yollayabilir ve Kongre Düzenleme
Kurulumuz tarafından belirttiğiniz adrese kongre broşürümüzün iletilmesini
sağlayabilirsiniz.
Sizleri, gelenekselleştirilmesini temenni
ettiğimiz, genç psikologların bilimsel
üretkenliklerini ve aralarındaki ortak
çalışmaları pekiştirerek, ülkemiz psikoloji lisansüstü eğitim ve uygulamalarına
destek sağlayacağı inancında olduğumuz
kongremize davet ediyoruz.
26-29 Haziran tarihlerinde; ülkemiz
psikoloji yüksek lisans ve doktora
öğrencilerini, akademik çalışmalarını
‘paylaşmak’, ‘bir arada olmak’, iletişim
ve etkileşimi ‘güçlendirmek’, ‘doğayla
kucaklaşmak’ için Anadolu’nun ‘yüce bir
dağı olan’ ILGAZ’a BEKLİYORUZ!
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 108
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 109
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 110
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 111
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 112
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 113
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 114
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 115
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 116
Selim Hoca
’nın Farel
eri
DERSİMİZ: MATEMATİK
KONUMUZ: BİR MATRİSİN TERSİ
“KEDİ ETİ YEDİ” cümlesini 2X4’lük matrise yerleştirelim:
K
E
E
T
D
İ
İ
7
Bu matrisin determinantı “FARE”dir. Şimdi matriste gerekli düzenlemeleri
yaptıktan sonra matris elemanlarını matrisin determinantına bölersek,
matrisin tersini elde etmiş oluruz. Böylece bu matrisin tersi şöyle olur:
C
M
A
E
T
A
7
T
K
&
E
R
D
A
İ
T
C
F
A
A
T
R
&
E
K
F
E
A
D
R
İ
E
Ayrıca bu iki matrisi çarparsak,
Ya da:
Ya da:
Matrislerini elde ederiz ki, bunlar,
yaptığımız hesaplamaların doğtu olduğunu gösterir.
Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 117
Bülten’den Haberler
Bültenin gelecek sayısı için belirlediğimiz
özel gündem başlığı ve gündeme uygun
olduğunu düşündüğümüz ana konu
başlıkları aşağıda sıralanmıştır.
Psikolojide Araştırma, Yayın ve
Uygulama Etiği
* Araştırma etiği
* Yayın etiği
* Aşırmacılık
* Uygulamada etik sorunlar
* Etik ve yasal süreçler
* Etik eğitimi
* Vaka örnekleri
* Diğer
Özel gündem makaleleri, özel gündem kapsamı dışında kalan haberler,
tartışmalar, makaleler ve duyurular ile
sizleri Bülten’e katkıda bulunmaya davet
ediyoruz.
Yazılarınızı,
www.turkpsikolojibulteni.com
adresinden gönderebilirsiniz.
Yayın Ekibi adına,
Okan Cem Çırakoğlu
TPD Genel Başkan Yardımcısı

Benzer belgeler