anadolu uygarlıklar tarihi ı

Transkript

anadolu uygarlıklar tarihi ı
ANADOLU UYGARLIKLAR TARİHİ I
KÜLTÜREL MİRAS VE TURİZM ÖN LİSANS PROGRAMI
PROF. DR. OSMAN GÜMÜŞÇÜ
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ
KÜLTÜREL MİRAS VE TURİZM ÖNLİSANS PROGRAMI
ANADOLU UYGARLIKLAR TARİHİ I
PROF. DR. OSMAN GÜMÜŞÇÜ
ÖNSÖZ
Anadolu Uygarlıkları Tarihi I kitabı, toprakları Anadolu ve Trakya’dan Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içerisinde ortaya çıkarak gelişen, çevresindeki ve sonuçta Dünya
uygarlıklağını etkileyen devlet ve toplulukların medeniyetlerini ele almaktadır. Ancak, bu
topraklar dışında, hemen yakındaki bölgelerde yeşererek çevresini, dolayısıyla bu arada
Anadolu-Trakya topraklarını da etkileyen uygarlıklar da, aynı şekilde bu kitaptaki yerlerini
almışlardır.
Anadolu toprakları sahip olduğu zengin potansiyeli yanında, Asya ve Avrupa kıtaları
arasında bir geçiş güzergâhı olması ve Mezopotamya gibi dünyanın en eski uygarlık
merkezinin yanıbaşında bulunması gibi faktörlere bağlı olarak, çok eskiden beri insanların
yerleştiği, devletler ve uygarlıklar kurduğu bir mekandır. Gerçekten de bu topraklar üzerinde,
insanlığın henüz avcı-toplayıcı olarak yaşamını sürdüğü uzun Paleolitik dönemden itibaren,
tarihin her devresinde insanlar yaşamışlar, uygarlıklar kurup geliştirmişlerdir. Böyle bir
gelişim süreci ise, bizce Türkiye’yi, -aynı veya yakın yüzölçüme sahip olmak koşuluylaDünya’nın herhangi bir ülkesi ve bölgesine göre, kıyaslanamayacak kadar zengin bir kültürel
ve doğal mirasa sahip olmasını sağlamıştır. Gerçekten de bugün, ülkemizin bu anlamda sahip
olduğu potansiyelin, henüz tamamı bilinmemekte, bu yüzden da bilimsel açıdan araştırılıp
incelenmemiştir.
Bugünkü mevzuata göre, Türkiye’de değişik kurumlar kanuni yükümlülük gereği
(Kültür ve Turizm Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Türk Tarih Kurumu) veya araştırma
amaçlı (Türkiye Bilimler Akademisi, üniversiteler, belediyeler, sivil toplum
kuruluşları) kültür envanteri çalışmaları yapmaktadırlar. Ancak geçmişte, bu kurumların
aralarında bir koordinasyon bulunmadığı için bazı işler mükerrer yapılmaktaydı. Ayrıca
yapılan çalışmalarda kullanılacak standartlar oluşmadığından, hazırlanan arşivler ve/veya veri
tabanlarının ortak kullanımı mümkün değildi. 30.12.2005 imzalanan protokolle, bu sakıncaları
ortadan kaldıracak kurumlar arası bir koordinasyon kurulu oluşturulmuştur. Kurulun,
çalışmalarında İnternet, koordinasyonu sağlamının en önemli araçlarında biri olarak
öngörülmüştür.
Kısa süre önce başlatılan bu çalışmalar, henüz tamamlanmamıştır ve ülkemizin sahip
olduğu zenginlik dikkate alındığında, kısa sürede tamamlanması da zor görünmektedir. Bir de
Türkiye’nin turizm ve bağlantılı sektörlerden elde ettiği gelir dikkate alındığında, ilgili
herkesin kültürel ve doğal mirasımızın belirlenmesi, araştırılıp ortaya çıkarılması ve tüm
bunların ruhuna uygun bir şekilde anlaşılarak, her açıdan değerlendirilmesinin zorunluluk
haline geldiği rahatlıkla söylenebilir. İşte bu düşünceler ile kaleme alınan bu kitap, amacına
hizmet yolunda küçük te olsa katkılar yapabilirse, görevimizi yapmış olmamızın mutluluğuna
erişilmiş olacaktır.
Bu çalışmanın ortaya çıkmasında yardım ve desteklerini esirgemeyen başta Arş. Gör.
Sevil Top Yilmaz olmak üzere, Arş. Gör. İlker Yiğit ve Serdar Yeşilyurt’a teşekkür etmek
benim için zevkli bir borçtur.
Faydalı olması dileğiyle…
Prof. Dr. Osman GÜMÜŞÇÜ
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ .................................................................................................................................. I
1. GİRİŞ, UYGARLIK, MEDENİYET VE KÜLTÜR ............................................................1
1.Giriş ....................................................................................................................................6
1.1.
Uygarlık ve Medeniyet .............................................................................................6
1.2. Kültür, Mekan ve Coğrafya ..............................................................................................7
2. TÜRKİYE’NİN COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ .................................................................... 20
2.Giriş ..................................................................................................................................25
2.1. Türkiye’nin Coğrafi Konumu ve Jeopolitiği ...................................................................25
2.2.
Türkiye’nin Fiziki Coğrafyası ve Depremsellik ...................................................... 29
2.3.
Türkiye ve Kentleşme ............................................................................................. 37
2.4.
Coğrafi/Doğal Miras ............................................................................................... 40
3. TARİHÖNCESİ UYGARLIKLAR I ................................................................................ 56
3. Giriş ................................................................................................................................. 61
3.1. Paleolitik Çağ ................................................................................................................ 64
3.2. Mezolitik Çağ ................................................................................................................ 66
4. TARİHÖNCESİ UYGARLIKLAR II ............................................................................... 73
4. Giriş ................................................................................................................................. 78
4.1. Neolitik Çağ .................................................................................................................. 78
4.2. Kalkolitik Çağ ............................................................................................................... 81
5. TUNÇ ÇAĞI UYGARLIKLARI ...................................................................................... 90
5. Giriş ................................................................................................................................. 95
5.1. Tunç Çağı Uygarlıkları ..................................................................................................95
5.1.1. Hattiler ....................................................................................................................... 99
5.1.2. Asur Ticaret Kolonileri ............................................................................................. 102
6. HİTİT UYGARLIĞI ....................................................................................................... 111
6. Giriş ............................................................................................................................... 116
6.1. Hitit Tarihi ................................................................................................................... 116
6.2. Hitit Uygarlığı ............................................................................................................. 121
7. DEMİR ÇAĞI UYGARLIKLARI: DOĞU ANADOLU ................................................. 129
7. Giriş ............................................................................................................................... 134
7.1. Doğu Anadolu ............................................................................................................ 135
7.1.1. Geç Hititler ............................................................................................................... 135
7.1.2. Urartular ................................................................................................................... 138
8. ORTA VE BATI ANADOLU......................................................................................... 148
8. Giriş .............................................................................................................................. 153
8.1. Orta Anadolu’da Frigler ............................................................................................... 153
8.2. Batı Anadolu’da Lidyalılar .......................................................................................... 156
9. PERS UYGARLIĞI ....................................................................................................... 166
9. Giriş ............................................................................................................................... 171
9. Pers Uygarlığı ................................................................................................................. 171
10. İSKENDER İMPARATORLUĞU ................................................................................ 182
10. Giriş ............................................................................................................................. 187
10. İskender İmparatorluğu ................................................................................................. 187
11. HELLENİSTİK DÖNEM UYGARLIĞI ....................................................................... 198
11. Giriş ............................................................................................................................. 203
11. Hellenistik Dönem Uygarlığı ........................................................................................ 203
12. ROMA İMPARATORLUĞU ....................................................................................... 215
12. Giriş ............................................................................................................................. 220
12. Roma İmparatorluğu ..................................................................................................... 220
13. HIRISTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE ANADOLU’YA YAYILIŞI ................................. 231
13. Giriş ............................................................................................................................. 236
13. Hıristiyanlığın Doğuşu ve Anadolu’ya Yayılışı ............................................................. 236
14. TARİHÖNCESİ VE ESKİÇAĞ UYGARLIKLARI MİRASI ....................................... 248
14. Giriş ............................................................................................................................. 253
14.1. Tarihöncesi Uygarlıkları Mirası ................................................................................. 255
14.2. Eskiçağ Uygarlıkları Mirası ....................................................................................... 259
KAYNAKÇA ..................................................................................................................... 268
1. GİRİŞ, UYGARLIK, MEDENİYET VE KÜLTÜR
1
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1. Giriş, Uygarlık, Medeniyet ve Kültür
1.1. Uygarlık/Medeniyet-Kültür-Mekan-Coğrafya
2
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Kültür ve medeniyet üzerine ilk eser veren Türk müellif kimdir?
a) Ziya Gökalp
b) Namık Kemal
c) Nihal Atsız
d) Yusuf Akçura
e) Ömer Seyfeddin
2) Aşağıdakilerden hangisi medeniyetlerin oluşumunda etkili olmamıştır?
a) Tabii çevre
b) Manevi çevre
c) Sosyal çevre
d) Maddi çevre
e) Hiçbiri
3) Landscape/peyzaj” kavramını ilk defa aşağıdakilerden hangisi kullanmıştır?
a) Kant
b) Darwin
c) C.O. Sauer
d) Toynbee
e) W. Durant
Cevaplar
1) a, 2) d, 3) c
3
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Kazanımın nasıl elde edileceği
veya geliştirileceği
Uygarlık, medeniyet
Uygarlık, medeniyet kavramlarını Web ortamında ilgili sayfalara
bakarak
öğrenmek
Kültür
Kültür kavramını ve kültür- Web ortamında ilgili sayfalara
bakarak
medeniyet farkını öğrenmek
Mekan, coğrafya
Mekan, coğrafya kavramlarını ve Üniversitelerin
coğrafya
bölümleri
ile
ülkemizdeki
kültürel coğrafyanın ne demek
coğrafya
derneklerinin
web
olduğunu öğrenmek
sayfasına bakarak
4
Anahtar Kavramlar
Uygarlık, Medeniyet, Kültür, hars, ekin, Mekan, çevre, tabii çevre, sosyal çevre,
manevi çevre, coğrafya, tarihi coğrafya, peyzaj, kültürel peyzaj, ilerleme, civilisation, medeni,
şehir, şehirli, bedevilik, hadarilik, Marquis de Mirabeau, A. J. Toynbee, Ziya Gökalp, P. A.
Sorokin, evrimci görüş, yayılmacı görüş, yüksek kültür, Immanuel Kant, Carl Ortwin Sauer.
5
1. Giriş
Anadolu uygarlıklarının kısaca ele alındığı bu kitapta, öncelikle uygarlık ve
arkasından da Anadolu mekanı üzerinde durulacaktır. Ancak bu şekilde, konunun tüm
bileşenleri, etraflı bir şekilde izah edildikten sonra asıl bahse geçilecek ve en eskiden
başlamak koşuluyla, -Anadolu topraklarını etkileyen bütün unusurlar dahil olmak üzerekronolojik bir sıra çerçevesinde mümkün olduğunca bütün uygarlıklar üzerinde durulacaktır.
Fakat Anadolu’nun kültürel mirasının zenginliği nedeniyle, konunun sadece burada ele alınan
unsurlardan ibaret olmadığı da peşinen belirtilmelidir.
1.1.
Uygarlık ve Medeniyet
Uygarlık, yani medeniyet tanımı, ortaya çıkışı, yayılışı, tasnifi kısaca her yönüyle
tartışılan, hatta çoğu durumlarda kültür ile karıştırılıp karşılaştırılan bir kavram olduğundan,
öncelikle bu konular üzerinde durmakta büyük yarar vardır.
Sözlüklerde birden fazla tanımı bulunan uygarlık, TDK Büyük Türkçe Sözlük’te, “Bir
ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili
niteliklerinin tümü, medeniyet” şeklinde açıklanmıştır. Aynı yerde, yine birden fazla tanımı
yapılan kültür ise, “Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi
değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve
toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin” olarak
ifade edilmiştir.
Arapça’da “şehir” anlamına gelen ve müdûn köküne dayanan medîne isminden
Osmanlı Türkçesi’nde türetilen medeniyyet kelimesinin, kök itibariyle “yönetmek” (es-siyâse)
ve “mâlik olmak” anlamları da bulunan deyn (dîn) masdarıyla ilişkili olduğu da ileri
sürülmüştür. Medenî (medeniyye) ve medînî ise “şehre mensup olan, şehirli” manasına
gelmektedir. Medine’de nâzil olmuş sûreler de “Medenî” adını alır. Daha sonra medîne
kelimesinden temeddün masdarı türetilerek “şehirli veya medenî hayat yaşamak” anlamında
kullanılmıştır. Medenî ve medeniyyenin ilk defa terim olarak kullanılması, büyük ölçüde
tercüme faaliyetleri dönemine rastlar. Bu çalışmalar esnasında Grekçe’de “şehir ve şehir
devleti” mânasındaki polis kelimesi medîne, “devlet ve yönetim” anlamına gelen, aynı
zamanda Eflâtun’un diyaloglarından birinin adı olan politeia kelimesi “es-siyâsetü’l-medeniyye” tabiriyle ifade edilmiştir. Bu bağlamda medenî terimi hem sosyal hem siyasal olma
niteliğini ifade etmektedir. Nitekim İslam düşünce literatüründe sık sık tekrarlanan insanın
tabiatı itibariyle medenî olduğu (medeniyyün bi’t-tab') tanımlaması Aristo’ya ait “siyasal
canlıyı” (zoon-politikon) karşılamaktadır. Bu sebeple insan türünü bir sosyo-politik canlı
olarak inceleyen yahut sosyo-politik varlık alanını araştıran felsefî disiplin “el-ilmü’l-medenî,
ilmü’s-siyâse, ilmü’s-siyâseti’l-medeniyye” olarak anılır. Sonraları sosyo-politik durum veya
yapıyı ifade etmek üzere ümran kelimesi İslami terminolojiye girmiş, hem bedevîlik hem
medenîlik (hadarîlik, hadâre) durumunu ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Batı dillerinde
“medeniyet" karşılığı olan civilisation da Latince’de “şehirli” anlamına gelen civilis
kelimesinden türetilmiştir. “Civilisation” teriminin modern Batı düşüncesi içinde kazandığı
anlamları karşılamak üzere son devir Osmanlı Türkçesi’nde medeniyyet kelimesi kullanılmış,
6
modern Arapça’da ise daha ziyade hadâre yaygınlık kazanmıştır. “Belli yasalara uyarak
şehirde yaşayan halk” mânasındaki uygurdan türetilen uygarlık kelimesi de günümüz
Türkçe’sinde medeniyet karşılığı olarak belli bir yaygınlığa sahiptir. Medeniyet teriminin
düşünce tarihi boyunca kazandığı anlamların ortak noktası şehir hayatının sosyal, siyasal,
entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik alanlarda mümkün kıldığı birikim, düzey ve
fırsatları ifade ediyor olmasıdır. Bununla birlikte kelime çeşitli zihniyet dünyalarında farklı
şekilde kavranmış ve tanımlanmıştır.
Medeniyet kelimesi, Batı’da ilk defa Fransızca olarak (civilisation) Marquis de
Mirabeau tarafından 1757 yılında kullanılmıştır. İngilizce’de ise bundan on yıl sonra
görülmeye başlanmıştır. O dönemde özellikle Fransa’da ve daha sonra İngiltere’de seçkin
zümrenin hayat tarzını ifade eden terimin belirleyici anlamı “medenîleştirmek” (Fr. civiliser)
fiilinin kullanımında görüldüğü gibi normatiftir. Zaman içinde manası değişerek içeriği genişlemişse de bu manasını hâlâ kısmen muhafaza etmektedir. Buna göre medeniyet, son iki
veya üç yüzyıl içerisinde Batı’nın kendisini daha önceki dönemlerden ve çağdaşı olan diğer
toplumlardan farklı ve ileri olduğu ileri sürülen hayat tarzına verdiği isim olarak ortaya
çıkmıştır. Bu yönden terimin Batı’daki kavramsal gelişimini ilerleme (Fr. progres)
kavramından ayrı olarak ele almak mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında modern bir
terim olarak medeniyet, belirli bazı alanlarda gerçekleşen bir kısım aşamalar sayesinde
eskisinden daha iyi bir durumun ortaya çıktığı ve bu aşamaları kaydedenlerin böyle olmayanlara göre daha iyi ve üstün bir konum kazanması halini ifade etmektedir. Atılan bu ileri
adımlarla sağlanan imkanların artması sonucunda yeni durumun kalıcı bir üstünlük
sağladığına olan inanç güçlenmiş, zaman içerisinde geri dönüşü olmayan bir yola girildiği ve
bu sürecin mahiyeti gereği hep daha üstün olana doğru devam ettiği kanaati özellikle XIX.
yüzyıl düşünürlerinin paylaştığı en esaslı düşünce olmuştur.
1.2. Kültür, Mekan ve Coğrafya
Kültür sözcüğü ise, uygarlık, üretim, eğitim ve sanatsal yanıyla farklı anlamlarda
kullanılan geniş bir kavramdır. Bu kavramının çok çeşitli tanımları kültürün bir ulusa, bir ülke
veya ülke içinde farklı bölgelere ait bilgi, üretim, sanat, gelenek, görenek, dil, inanç,
alışkanlık, değer yargıları, giyim-kuşam gibi insanın meydana getirdiği, öğrenilen ve yeni
kuşaklara aktarılan, toplumsal, değişen, bütünleştirici özellikleri olan bir olgu olduğu
konusunda birleşmektedir. Kültür terimi “süreç olarak kültür” ve “ürün olarak kültür” olmak
üzere iki şekilde kullanılmaktadır. Antropoloji ve sosyolojiden çıkan bir yaklaşım olan kültür
sürecinde sosyal bir grubun kültürü söz konusudur, ürün olarak kültür ise bireysel veya
grupların kültür ürünlerini içerir.
Büyük İngiliz tarihçisi A. J. Toynbee medeniyeti, “bütün sosyal, siyasi, iktisadi
faaliyetler ve manevi unsurların tek bir sosyal bütün içinde koordine edilmiş olma durumu”
olarak tarif eder. Bu konuda en yetkin isimlerimizden Ziya Gökalp ise, medeniyeti şöyle
açıklar: “Bir medeniyet, müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti,
sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak, vücuda getirmişlerdir. Bu
sebeple her medeniyet, mutlaka beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin her millette aldığı
hususi şekilleri vardır ki, bunlara hars/kültür adı verilir”.
7
Şekil 1.1: A. J. Toynbee (18891975). İngiliz tarihçi.
Görüldüğü üzere, Gökalp’te medeniyet milletlerarasıdır. O medeniyet dairesinde
bulunan milletlerin müştereken yaşadıkları bir hayatın neticesidir. Milletlerin ortak bir malıdır
ve medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilir. Gökalp medeniyeti değiştirilebilir,
edinilebilir bir düzlemde tanımlamaktadır. Yazılarında medeniyet hem geniş hem de dar bir
kategori olarak değerlendirilir. Geniştir, milletlerarasıdır. Bu özelliğiyle dahil olunabilmeye
imkan vermektedir. Gökalp, medeniyeti aynı zamanda son derece sınırlı bir düzlemde kavrar.
O’na göre, "medeniyet, usul vasıtasıyla ve ferdi iradelerle vücuda gelen sosyal hadiselerin
bütünüdür. “Sun'idir”, “usul ve akıl vasıtalarıyla yapılır”. Gökalp'te medeniyet insanlığın bilgi
ve medeni birikim olarak ulaştığı seviye anlamı kazanır. Son çözümlemede medeniyet usul,
teknik ve alettir. O'na göre, bir millet medeniyetini değiştirebilir ama harsını değiştiremez:
"Medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilir, fakat hars geçemez. Medeni olanın harsi
olandan ayrımı, Batı medeniyetinden gelecek olumsuz tesirleri en aza indirme kaygılarıyla, bu
medeniyetin tarihsel dokusundan ve manevi muhtevasından arındırılarak kavranmasını
sağlamaktadır. Gökalp'te kültürün ve uygarlığın bütünselliğinden ayrıştırılarak sınırlı
kategoriler halinde kavranması bu nedenledir. Toplumların farklı kültürel ve dini kimliklere
sahip olmaları onların aynı medeniyet dairesinde yer almalarının önünde engel değildir.
8
Şekil 1.2: Ziya Göklap (1876-1924). Şair,
yazar, siyasetçi ve sosyolog.
Anlaşılacağı üzere burada ifade edilen husus, kültür ve medeniyetin birbirinden ayrı
olarak mütalaa edilmesi gerektiğidir. Bize göre de kültür ve medeniyet aynı şeyler değildir.
Kültür, belirli bir toplumun yaşadığı ve paylaştığı müşterek değerler olduğu halde medeniyet,
beynelmilel seviyeye ulaşmış bir kültürün veya birbirine yakın kültürlerin meydana
getirdikleri anlayış, davranış, yaşayış, bilgi, teknik, her türlü sosyal faaliyetlerle maddi aletler
ve bu maksatlarla kurduğu müesseselerin bütünüdür. Bu tarifte, “beynelmilel” ifadesiyle,
kültürün milli olmasına karşılık medeniyetin milletlerarası olduğu, “birbirine yakın”
ifadesiyle medeniyetin beynelmilelliğinin de bir sınırının bulunduğunu, “kültür veya kültürel”
ifadesiyle medeniyetin sadece birden fazla kültürle değil bazen de yüksek seviyedeki bir
kültür tarafından da kurulabileceği ve müesseselerle de medeniyetin sadece arkeolojiye konu
olan maddi unsurlar değil, insanın maddi-manevi yapısının gereği olarak kurduğu bütün
organizasyonlar anlatılmak istenmektedir.
Medeniyet, bir seviye (equality) ve bir kapasite (capacity) meselesidir. Bazen seviyeli
tek bir kültür medeniyet doğurabileceği gibi, bazen birden fazla kültür veya medeniyet bir
araya gelerek medeniyet doğururlar. Bazen de bir veya birden fazla kültürle, bir veya birden
fazla medeniyet birleşerek yeni bir medeniyet oluştururlar. Mesela Mezopotamya medeniyeti,
Sümer kültüründen; Mısır medeniyeti, Mısır kültüründen; Yunan medeniyeti, Mezopotamya
ve Mısır medeniyetleri ile Ege kültürlerinden doğmuştur. İslam medeniyeti, İslam dini,
Müslüman milletlerin kültürleri ve İslam öncesi medeniyetleri ile Mezopotamya, Mısır,
Yunan, Roma, Hind, Çin ve Sasani medeniyetlerinden istifade etmiştir. Batı medeniyeti ise,
İslam medeniyeti, Yunan medeniyeti, Roma medeniyetleri ile Avrupa kültürleri üzerine
kurulmuş bir medeniyettir.
Yukarıdaki ifadelerden görüldüğü gibi medeniyet, kültür veya kültürler üzerine
oturmaktadır. Ancak yeryüzündeki insan grupları kadar farklı kültürler görmek mümkünse de
9
o kadar medeniyet görmek mümkün değildir. Yani her medeniyet bir veya birden fazla
kültüre dayanmakta ise de her kültür bir medeniyet doğuramamıştır. Bu sebeple medeniyet
tarihi üzerinde çalışan tarihçiler veya sosyologlar medeniyetlerin menşei hakkında çeşitli
nazariyeler ileri sürmüşlerdir. Bunları kısaca şöyle ifade etmek mümkündür:
1-Evolution/evrimci görüş, medeniyetin vahşetten günümüze kadar devamlı gelişen
kültürlerin eseri olduğunu ve ilerlemenin de basitten karmaşığa doğru devamlı yükselen bir
çizgi takip ettiğini ileri sürmektedir.
2-Diffusion/yayılmacı görüş, medeniyetin başlangıcı olarak bir bölgeyi seçmekte ve
bütün medeniyetlerin menşelerini buraya bağlamaktadır. Bunlar içerisinde bazıları Mısır’ı,
bazıları ise Mezopotamya’yı merkez kabul etmektedir.
3-Yüksek kültür nazariyecilerine göre de kültür ve tarih ortaklığı esas alınarak yerleşik
kültürlerin medeniyet kurdukları ileri sürülmektedir.
4-P. A. Sorokin’in ileri sürdüğü “kültür prototipleri” teorisine göre, tarih içinde bir
topluluk veya millet bir kültürün ilk tiplerini oluşturur ve taşıyabilirler. Daha sonra bu kültür
kalıpları çeşitli grupların kültürleriyle birleşerek medeniyeti oluşturur.
Medeniyetlerin menşei yanında, medeniyetlerin doğuşuna tesir eden faktörler
konusunda da ilim adamları çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Şüphesiz her medeniyete
müessir olan faktörler olmakla beraber, genel olarak medeniyetlere tesir eden müşterek
faktörler de vardır. Bunlar aşağıdaki şekilde üç ana başlık altında toplanabilir:
1-Tabii çevre: Bununla insanın içinde yaşadığı fiziki çevre kastedilmektedir. Bunun
içinde jeoloji, coğrafya ve iktisadi coğrafya bulunmaktadır. W. Durant’ın da dediği gibi
medeniyet, buz çağları arasında bir fasıladır. Jeolojik çağlar arasında böyle bir fasıla
olmasaydı medeniyetler doğamazdı. Coğrafi çevrenin medeniyetlerin doğmasında önemli
fonksiyonlar icra ettiği bilinmektedir. Tarıma, ticarete, kısaca yerleşmeye elverişli muhitlerin
gelişmeyi kolaylaştırdıkları bilinmektedir.
2-Sosyal çevre: Medeniyetler insan topluluklarında doğarlar. Ancak bu topluluğun,
toplu yaşamanın sorumluluklarını müdrik (idrak etmiş) bir topluluk olması lazımdır. İşte biz
buna sosyal çevre diyoruz. Sosyal bir çevre oluşturamayan veya adeta bir sürü gibi yaşayan
insanların, medeniyet kurmaları mümkün değildir. Böyle bir çevreyi oluşturabilen insanlar,
hangi ırktan olursa olsunlar medeniyet kurabilirler.
3-Manevi çevre: Manevi çevre, sosyal çevrenin inançları, düşünceleri, hürriyetleri,
müesseseleri hülasa bu çevrenin tabi olduğu kuralların bütünüdür. Eğer bir sosyal çevrede,
Ortaçağ Avrupa’sında olduğu gibi hür düşünceyi, her teşebbüsü ve her türlü gelişmeyi
önleyen bir inanç sistemi varsa orada medeniyet nasıl doğabilir? Veyahut da bir toplumun tabi
olduğu rejim, tabi olduğu kanunlar gelişmeyi engelliyorsa o toplum nasıl bir medeniyet
kurabilir?
10
Burada görüldüğü üzere, medeniyetin ortaya çıkmasında etkili olan üç faktörden ilki,
“çevre”, yani mekandır. Dolayısıyla burada, temelde bir mekan bilimi olan coğrafya üzerinde
durulmalıdır. Eskiçağ’dan beri bir disiplin olarak ortaya çıkmış olan coğrafya, uzun süre
“yeryüzünün tasviri” olarak tanımlanmışsa da, günümüzde çoğunlukla “doğal ortam ile
insanın karşılıklı etkileşimini inceleyen bilim” şeklinde ifade edilmektedir. Bu tanımda yer
alan doğal ortam, canlıların hayati bağlarla bağlı oldukları, etkilendikleri ve aynı zamanda
çeşitli yollardan etkiledikleri yeryüzüdür. Başka bir ifade ile henüz insan eli değmemiş
yeryüzüne doğal ortam denirken, Dünya üzerinde artık kalmamış veya çok az kalmış olan
doğal ortamın (kısaca ortam), insan eli değdikten sonraki haline mekan adı verilmektedir. Bu
haliyle mekan, ortam veya çevreden çok daha geniş bir anlama sahiptir ve içine psikolojik,
toplumsal ve ekonomik anlamaların da katılmasıyla yalnızca fiziksel bir anlam taşımaktan da
uzaklaşmaktadır. Mekan, içinde yaşayanlar tarafından algılanan ve değerlendirilen düzlemdir,
ufuktur. Başka bir ifade ile mekan, insanın bütün faaliyetlerinin gerçekleştirildiği, tüm
deneyimlerinin yaşandığı yerdir.
Dolayısıyla insan ile ortamın/çevrenin karşılıklı olarak birbirini nasıl etkilediği
coğrafyanın ve coğrafyacının temel çıkış noktasıdır. İnsan bütün faaliyetlerini mekan üzerinde
gerçekleştirdiğine göre, kültür de, medeniyet te bu mekan üzerinde oluşmaktadır. Şu durumda
medeniyet ve kültür, doğrudan coğrafya biliminin araştırdığı konular arasına girmektedir ve
özellikle 19. yüzyıldan itibaren bilinçli bir şekilde coğrafyacılar bu konular üzerinde
durmaktadırlar.
Yapılan araştırmalara bakıldığında, kültür bahsinin dayanılmaz cazibesi nedeniyle
hemen bütün sosyal bilimlerin de kültürle ilgilendikleri görülebilir. Bunlar arasında ünlü
Immanuel Kant (1724-1804) ve A. J. Toynbee (1889-1975)’nin bu konudaki düşüncelerini
burada özellikle bilmekte fayda vardır. Bu müelliflere göre kültür ve medeniyetin oluşumunda
coğrafi çevre, yani mekan son derece önemlidir ve görüldüğü gibi bu düşünceler
coğrafyacıların bakış açıları ile örtüşmektedir. Toynbee, medeniyetleri ortaya çıkaran
sebepleri sıralarken mekana atıfta bulunur. Ona göre “Medeniyetlerin ortaya çıkması ve
gelişmesi; 1. Coğrafi çevre şartlarına, 2. Toplulukta yaratıcı bir grubun bulunmasına, 3. Çevre
ile insan arasında devamlı bir “meydan okuma” (challenge) halinin mevcut bulunmasına
bağlıdır. Buradan cemiyetin durgunluktan (static) dinamizme geçiren başlıca faktör olarak
coğrafi çevreye ağırlık verilmesi dikkat çekicidir. O’na göre çevre çok çetin/zor ise büyük
medeniyet ya doğmaz veya doğsa da gelişemez. Çevre çok elverişli ise, ona karşı koyabilmek
için insanı gerekli gayrete zorlayacak vasat yok demektir. İnsan ne fazlası ile müsait, ne de
aşırı derecede çetin olmayan şartlar altında “yaratıcı azınlık grup” vasıtası ile “meydan
okuma” durumuna girer ve bu hal devamlı şekilde yaratıcı kuvvetlerin daha da çeşitlenme ve
gelişmesini sağlayarak medeniyet seviyesine ulaşılır. Bu görüş hem doğal hem de beşeri
gerçeklere dayandığı için dikkate değer bir vasıf taşımaktadır ve tamamen coğrafi bir
yaklaşım sergilemektedir. Nitekim insanda mevcut olan mücadele azmi, çok daha önceleri
Immanuel Kant tarafından incelenerek bunun “insan ile coğrafi çevre arasında değil fakat
insanların birbirleri, yani cemiyet arasında” kültür zenginliğine, medenileşmeye doğru itici bir
kuvvet teşkil ettiğini belirtmiştir. Ayrıca kültürlerin doğuşu ve tekamülünde coğrafya ve iklim
11
şartlarının etkisi konusunun da çoktan beri büyük oranda kabul gördüğü de burada
belirtilmelidir.
Bilindiği üzere, mekan insanın yaşam alanı, üzerindeki yaşamsal imkanları sayesinde
varlık sebebidir. Mekanın sahip olduğu tabii özellikleri, o mekanı vatan olarak seçen
topluluğun kültürünü şekillendirmede önemli bir faktör olarak etkilidir. Gerçekten de başta
yaşam tarzı olmak üzere, tüm ekonomik faaliyetleri, yerleşme şekilleri, konut tipleri, giyimkuşam, üretilen mallar ile yetiştirilen ürünler ve bu ürünlerin kullanımıyla yapılan araçgereçler gibi bütün kültürel özellikler, o mekanın başta topoğrafyası, iklimi, bitki-hayvan
varlığı, toprak özellikleri ve su kaynakları, yani kısaca coğrafi niteliklerine göre
şekillenmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, coğrafya temelde bir mekan bilimidir. Yani
insanın doğal ortam ile karşılıklı etkileşime girerek onu mekana dönüştürmesi, bir bilim
olarak coğrafyanın özünü oluşturmaktadır. Bu nedenle denilebilir ki kültür, insanın doğal
ortamla karşılıklı etkileşime girmesi sonucu coğrafya biliminin esas araştırma konusu olurken,
tabi olarak kültür de coğrafya bilimi konuları arasına girmektedir. Nitekim kültürü, coğrafya
bilimi içindeki ana dallardan olan beşeri coğrafya, kültürel coğrafya adı ile ele almaktadır.
Kültür ile coğrafyayı birleştiren kültürel coğrafya, kültür grupları ve toplumun
mekansal işleyişi bakımından ortaya çıkan mekansal çeşitlilikleri coğrafi bir yaklaşımla
ortaya koymaktadır. Dil, din, ekonomi, yönetim ve diğer kültürel olguların bir yerden diğerine
değişme ya da aynı kalma yollarının tasvir ve analizi kültürel coğrafyanın inceleme
konusudur. Kısaca kültürel coğrafya, dünya kültürlerinin coğrafi yaklaşımlarla incelenmesini
ifade eder. Ülkelerin ve bölgelerin, alışkanlık ve geleneklerinin, yeme içme, giyim kuşam,
müzik, mimari, din ve dil gibi özelliklerinin incelenmesini içine alır. Yeryüzüyle ilişkisi
bağlamında, toplumsal yaşamın her yönü kültürel coğrafyanın ilgi alanı içine girebilir. Yılmaz
Arı tarafından belirtilen bu konuya iki ilave açıklama yapılabilir: Bunlardan ilki peyzajın
(insan-ortam etkileşimi sonucu ortaya çıkmış olan coğrafi manzara, geniş açıdan mekan)
burada dile getirilen tarafı yalnızca materyalist yanıdır ve ruhtan yoksundur. Oysa kültürel
peyzaj ya da inşa edilmiş çevre yaşayan bir ortamdır. Çünkü doğal peyzajı değiştiren ve
dönüştüren insan, elleriyle inşa ettiği yapay çevreye binlerce yıllık deneyimlerini, doğayı
anlama ve yorumlama yeteneğini, yaşam tarzı ve alışkanlıklarını yani kültürünü de
aktarmıştır. İkincisi ise kültürel peyzajın yorumlanması yalnızca Böyle bir bakış açısıyla ve
monolitik olarak yapılırsa coğrafya/kültürel coğrafya değil belki tarih ya da sanat tarihi
yaklaşımı sergilenmiş olur.
Kültür coğrafyası, toplumsal işleyişi bakımından kültür gruplarının mekansal
çeşitliliklerini inceler; kültürel unsurların bir yerden diğerine değişme ya da aynı kalma
yollarının üzerinde durur. Kültürler insan grupları tarafından yaratılıp biçimlendirildiğinden,
kültür coğrafyacıları da zorunlu olarak insanlarla bir bütün halinde ilgilenmek
durumundadırlar. Bununla birlikte birey olarak insanın kültürel bakımdan önemsiz ve güçsüz
olduğu kanısına da düşmemek gerekir. Bir kültür her şeyden önce kendi üyelerini belirli
şekillerde davranmaya zorlayan bir organizma ya da karşı konulamaz bir güç değildir. En
temel düzeyde kültür, birbirleriyle temas halindeki insanlar, yani halk demektir. Bu nedenle
12
diğerleriyle paylaştığı kültürü potansiyel olarak değiştirme gücüne sahiptir. Bu yüzden
değişim her zaman var olan önemli bir kültürel olgu olagelmiştir.
“Kültürel coğrafi görünüm”ün (landscape/peyzaj) ya da kültürel mekanın
incelenmesi, coğrafyanın belli başlı geleneklerinden birisidir. Coğrafyada, aynen mekan gibi,
“mekansal görünüm” de en çok tartışılan kavramlardan biri olmuştur. Ama “landscape” ekolü
beşeri coğrafyayı daima yeryüzündeki gözle görünür biçimler ve bunların bileşim ve
ilişkilerini ifade eden kültürle birlikte almıştır. Aslında kavram “bir bakış şekli”, dış dünyayı
bir görsel ünite, bir “manzara” halinde bütünleştirme ve uyumlu hale getirme şeklidir de
denilebilir. Bu bakımdan esasında, coğrafi görünüm kültürün aynasıdır.
Şekil 1.3: C. O. Sauer (1889-1975).
Amerikalı coğrafyacı.
Landscape ya da peyzaj, bir kavram olarak ilk kez 1920’lerde Alman coğrafyacılardan
esinlenen Carl Ortwin Sauer (1889-1975) tarafından kullanılmıştır. Bu tarihten sonra peyzaj
Amerikan coğrafyasında çok önemli bir kavram haline gelmiştir. Bu yaklaşımda, arazi
şekilleri, doğal bitki örtüsü, topraklar gibi fiziki unsurlar doğal peyzajı (natural landscape)
oluşturur. İnsan gruplarının bu peyzajı kendi faaliyetleri sonucu şekillendirmesi, onu
değişikliğe uğratması ve kendi karakterini yansıtacak şekilde işlemesi ile kültürel peyzajı
(cultural landscape) ortaya çıkar. Bu yüzden Batı coğrafya ve diğer sosyal bilim literatüründe
kültürel peyzaja yapılandırılmış ya da inşa edilmiş ortam (built environment) adı da
verilmektedir.
Kültürün coğrafyacılar için olan çekiciliğini, tarihçiler, antropologlar, etnograflar ve
sosyologlar ve hatta diğerleri de paylaşırlar. Coğrafyacıların kültüre olan bakış açıları zaman
zaman başka sosyal bilimcilerinkiyle örtüşebilir. Bu durumda bile, coğrafyacıları kültürü
13
inceleyen diğer bilim dallarında çalışanlardan ayıracak bir odak noktası ortaya koymak
mümkündür. Bu odak noktası da kültür coğrafyacılarının, kültürün ve toplumların mekansal
farklılıkları ve fonksiyonlarıyla olan ilgisidir. Coğrafyacılar gerek beşeri gerekse çevresel her
tür mekansal kalıbı gözlemlemek üzere eğitilirler. Bu yüzden de kültürdeki mekansal
değişiklikleri tasvir etme ve yorumlamada özellikle yeterlidirler. Coğrafyacılar kültürdeki
farklılıklar ya da benzerliklerin karmaşık güçlerin işleyişi sonucu oluştuğunu kabul ettikleri
için de kültürel mekansal kalıpların ortaya çıkardığı soruları açıklığa kavuşturmanın kolay
olmadığını bilirler.
Kültürel özelliklerin mekansal dağılımı, zaman içinde meydana gelen değişimlerin
sonucudur; bu yüzden coğrafyacılar alansal kalıpların zaman içinde gelişmesiyle geleneksel
olarak ilgilenmişlerdir. Kabul edileceği gibi, kültürel coğrafi görünümler, genellikle
yüzyıllardır süren insan faaliyetlerinin ürünüdürler. İnsanlar tarafından verilen ekolojik
kararlar, onların çevreyle olan geçmişteki etkileşimlerinden doğmakta; kültürel yayılma ise,
yapısı gereği, zamanın akışına bağlı olmaktadır. Kısacası, eğer coğrafyacı kültürdeki
mekansal benzerlik ve çeşitlilikleri anlamak ve açıklamak istiyorsa, bir tarihi perspektif
benimsemeli ve cevapları bulmak için de geçmişe dalmalıdır. Gerçekten de, kültür zamana
koşullanmıştır ve zaman boyutu olmaksızın tam anlamıyla incelenemez. Çünkü, bugünkü
kültürel coğrafi görünümde göze çarpanların çoğu artık yitirilmiş olan güçler ve durumlardan
kaynaklanmıştır. Bu yüzden kültürel coğrafi görünümü açıklamak için, bazen coğrafyacıların
binlerce yıl ötelere uzanmaları gerekebilir. Kültür coğrafyacıları, kültürel unsurlar,
uygulamalar ve inançların ne zaman fakat özellikle de nerede ortaya çıktığının belirlenmesiyle
uğraşırlar. Eğer kültür coğrafyacıları mekansal kalıpları zaman içinde inceleyeceklerse, neden
tarihçi değil de coğrafyacı olurlar? şeklinde zaman zaman sorulan sorunun cevabı, daima
onların mekanla olan ilişkileridir: Zaman içindeki değişimleri incelerler, çünkü bu inceleme
onların mekansal kalıpları anlamalarını sağlar.
Şu durumda kültürün incelenmesinde, zorunlu olarak geçmişteki duruma, geçmişteki
kültürel gelişme ve değişmelere bakılması gerekmektedir ki, tam da burada işin içerisine tarih
ve arkeoloji disiplinleri girmektedir. Kaynaklarda tarih çoğunlukla, “toplumları, milletleri,
kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları yer ve zaman göstererek anlatan; bu
olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı
etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyetleri, kendi iç sorunlarını inceleyen bilim”
şeklinde tanımlanmaktadır. Arkeoloji ise, “insanın geçmişini, geride bıraktığı maddi kültür
belgelerine dayanarak inceleyen bilim dalı olarak tarif edilmekte”, dolayısıyla hemen
buradaki bir husus dikkati çekmektedir. Gerçekten de tanımdaki “maddi kültür belgeleri”,
konumuz açısından ilk bakışta dikkati çekmekte olup tanımı da şu şekilde yapılmaktadır:
“Uygarlık tarihinin başlangıcından, yani insanoğlunun ilk aleti yaptığı andan bu güne kadar,
gene insanın yaptığı ya da doğada bulduğu biçimi ile kendi gereksinmeleri için kullandığı
nesnelerin tümüdür”. Bu sayede, kültür ile yakından ilgilenen disiplinlerden tarih ve
arkeolojinin, özellikle geçmişte oluşarak günümüze ulaşan kültürel unsurları yani kültürel
mirasın incelenmesinde son derece önemli olduğu ortaya çıkmaktadır ki, aslına bakılırsa
burada hem coğrafya hem de tarih disiplinin arakesitinde yer alan “tarihi coğrafya” nın da bu
anlamda son derece mühim olduğu belirtilmelidir.
14
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci ilgili web sayfaları yanında, genel ansiklopedilerden ve Ziya Gökalp’ın
“Kültür ve Medeniyet Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” isimli kitabından inceleme ve
okuma yapmalıdır.
15
Uygulama Soruları
1) 1-Uygarlık ve medeniyet kavramlarının kökenleri hangi dildir, sırasıyla belirtiniz?
2) 2- Kültür ve medeniyet üzerinde ilk defa duranlardan ve önemli etkiler bırakan Türk
müellifi kimdir?
Cevaplar
1-Türkçe ve Arapça 2-Ziya Gökalp
16
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla
ilgili niteliklerinin tümü, medeniyet” adı verilirken; kültür, “Tarihsel, toplumsal gelişme
süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki
nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü
gösteren araçların bütünü, hars, ekin” anlamına gelmektedir. İster burada isterse başka
kaynaklardaki tanımlarda medeniyet (uygarlık) ile kültür çok yakın açıklanmış hatta bazen
aynı olduğu bile söylenmiştir. Aslında her ikisi de, insanların ortam üzerinde yaptıkları
maddi-manevi faaliyetler ve bu faaliyetler için ürettikleri her şeyi kapsamaktadır. Dolayısıyla
kültür ve medeniyeti kesin olarak birbirinden ayırmak zordur. Bu konuda ilk eser veren ve
sonrakileri önemli oranlarda etkileyen ilk müellifimiz Ziya Gökalp’tir. O, kültürün milli
olduğunu, medeniyetin ise beynelmilel olduğunu belirterek kesin bir şekilde ayrımını
yapmıştır. Gerçekten de bu konuda yapılan araştırmaları gözden geçirip bir sentez yapılırsa
arada başka net bir farkın olmadığı da görülebilmektedir.
Medeniyetlerin tanımı yanında, nasıl ve nerede ortaya çıktığı, nasıl yayıldığı konuları
da tartışmalı olmakla beraber, medeniyetin oluşumunu etkileyen üç faktörün olduğu
konusunda fikir birliği vardır. Bunlar: tabi çevre, sosyal çevre, manevi çevre. Medeniyetin
ortaya çıkışı ile ilgili olarak ise şu görüşler mevcuttur: 1-Evolution/evrimci görüş, 2Diffusion/yayılmacı görüş, 3-Yüksek kültür nazariyecilerine ve son olarak 4-P. A. Sorokin’in
ileri sürdüğü “kültür prototipleri” teorisi.
Kültür ve medeniyetin her durumda bir tabi çevre üzerinde ortaya çıkıp gelişmesi,
mekan adı verilen konunun da blinmesini zorunlu hale getirmiştir. Mekanın farklı tanımları
olmakla birlikte, doğal ortama insan elinin değmesinden sonraki yeryüzü parçası anlamı,
doğrudan kültür ve medeniyet atıf yapmakta, bu da bizi mekanı merkeze alarak inceleme
konusu yapan coğrafya bilimine götürmektedir.
Kültür ve medeniyet insanların yeryüzü üzerinde gerçekleştirdikleri faaliyetler ve bu
faaliyetlerin maddi ve manevi unsurları olması, bu konuları doğrudan coğrafya bilimi
içerisine sokmaktadır. Çünkü coğrafya, doğal ortam ve insanlar arasındaki karşılıklı etkileşimi
inceleyen bilim olduğuna göre, bahsi geçen etkileşim sonucu ortaya çıkan faaliyetler ve bu
faaliyetlerin maddi-manevi unsurları doğrudan coğrafya araştırmaları içerisinde kalmaktadır.
Zaten bu sebeplerde coğrafya bilimi içerisinde kültürel coğrafya adı ile bir alt dal ortaya
çıkmış ve gelişmiştir. Konuya bir de kültürel miras açısından bakılırsa, bu defa geçmişe atıf
yapılmakta, bu ise tarih, arkeoloji gibi geçmişi ele alan bilim dalları yanında tarihi coğrafyayı
da işin içerisine dahil etmeyi gerektirmektedir.
17
Bölüm Soruları
1) “Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla
ilgili niteliklerinin tümü” tanımı aşağıda verilen kavramlardan hangisine aittir?
a) Kültür
b) Şehir
c) Kent
d) Kültürel Varlık
e) Uygarlık
2) “Medeniyet” kelimesi Batı’da ilk defa kim tarafından kullanılmıştır?
a) Marquis de Mirabeau
b) Ziya Gökalp
c) W. Durant
d) A. J. Toynbee
e) Immanuel Kant
3) “Medeniyet, bütün sosyal, siyasi, iktisadi faaliyetler ve manevi unsurların tek bir
sosyal bütün içinde koordine edilmiş olma durumu” tanımı kime aittir?
a) Immanuel Kant
b) W. Durant
c) Ziya Gökalp
d) A.J. Toynbee
e) Carl Ortwin Sauer
4) Aşağıda verilen kültür ve medeniyet kavramları ile ilgili bilgilerden hangisi yanlıştır?
a) Kültür belirli bir toplumun yaşadığı ve paylaştığı müşterek değerlerdir
b) Medeniyet beynelmilel seviyeye ulaşmış bir kültürün ya da birbirine yakın
kültürlerin meydana getirdikleri anlayışı ifade eder
c) Kültür ve medeniyet birbirinden ayrı şeyler olup ayrı ayrı mütalaa edilmelidir
d) Her medeniyet bir ya da birden fazla kültüre dayanmaktadır
e) Her kültür bir medeniyeti doğurmuştur
5) “Kültür Prototipleri” teorisini ileri süren isim aşağıdakilerden hangisidir?
a) Carl Ortwin Sauer
b) W. Durant
c) A. J. Toynbee
d) P. A. Sorokin
e) Immanuel Kant
6) Medeniyetin başlangıcı olarak bir bölgeyi seçen ve bütün medeniyetlerin menşelerini
buraya bağlayan görüş aşağıdakilerden hangisidir?
a) Yayılmacı Görüş
b) Evrimci görüş
c) Kültür prototipleri teorisi
d) Yüksek kültür görüşü
e) Birleştirici görüş
7) Aşağıdakilerden hangisi kültür prototipleri teorisinin açıklaması olabilir?
a) Bir medeniyet devamlı gelişen bir kültürün eseridir.
18
b) Tarih içinde bir topluluk, bir kültürün ilk tiplerini oluşturup daha sonra farklı
kültürlerle birleşip medeniyeti oluşturur.
c) Bu görüşe göre bir bölge seçilip bütün medeniyetlerin menşeleri buraya
dayandırılır.
d) Bu görüş yerleşik kültürlerin medeniyet kurduklarını ileri sürer.
e) Kültür prototipleri teorisi, her kültürün bir medeniyeti oluşturduğunu savunur.
8) I. Tabii Çevre
II. Sosyal Çevre
III. Manevi Çevre
IV. Maddi Çevre
Yukarıda verilenlerden hangisi ya da hangileri medeniyetlerin oluşumunda etkili
olmuştur?
a) I ve II
b) Yalnız III
c) III ve IV
d) I, II ve III
e) I, II, III ve IV
9) “Coğrafya, doğal ortam ile insanın karşılıklı etkileşimini inceleyen bilimdir”
tanımındaki “doğal ortam” kavramıyla ifade edilmek istenen şey aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Henüz insan eli değmemiş yeryüzü
b) Yeryüzünün insan eli değdikten sonraki hali
c) İnsanın bütün faaliyetlerini gerçekleştirdiği yer
d) Doğal ortam, inşa edilmiş ortamdır
e) İnsan- ortam etkileşimi sonucu ortaya çıkmış coğrafi manzaradır
10) Aşağıdakilerden hangisi kültürel coğrafya alanında önemli bir isimdir?
a) Immanuel Kant
b) W. Durant
c) A. J. Toynbee
d) P. A. Sorokin
e) Carl Ortwin Sauer
Cevaplar
1) e, 2) a, 3) d, 4) e, 5) d, 6) a, 7) b, 8) d, 9) a, 10) e
19
2. TÜRKİYE’NİN COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ
20
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
2.Giriş
2.1. Türkiye’nin Coğrafi Konumu ve Jeopolitiği
2.2. Türkiye’nin Fiziki Coğrafyası ve Depremsellik
2.3. Türkiye ve Kentleşme
2.4.
Coğrafi/Doğal Miras
21
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1-Aşağıdakilerden hangisi bir delta ovası değildir?
A-) Bafra
B-)Çarşamba
C-)Büyük Menderes
D-)Konya
E-)Çukurova
2-Türkiye’nin yerşekilleri açısından ana iskeletini en son etkileyen jeolojik olay hangisidir?
A-) Assintik Orojenezi
B-) Kaledoniyen Orojenezi
C-) Hersiniyen Orojenezi
D-)Alp-Himalaya Orojenezi
E-)Hiçbiri
3-Aşağıda verilen iklim tiplerinden hangisi Türkiye’de görülmez?
A-)Akdeniz İklimi
B-)Muson İklimi
C-)Karadeniz İklimi
D-) Karasal İklim
E-)Hiçbiri
Cevaplar:
1-)D; 2-)D; 3-) B
22
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Coğrafi konum ve Türkiye’nin
Jeopolitik
konum ve
öğrenmek
Kazanımın nasıl
geliştirileceği
coğrafi Bir dünya haritası,
jeopolitiğini haritalarını incelemek
elde
edileceği
Avrupa
ve
veya
Ortadoğu
Fiziki coğrafya ve Türkiye’nin
fiziki Detaylı bir Türkiye fiziki haritasını ve iklim
Depremsellik
coğrafya unsurlarını ve haritasını incelemek, Türkiye depremsellik
depremselliği öğrenmek
haritasını incelemek
Kentleşme
Türkiye’nin kentleşmesini Türkiye’nin kentleri haritasını incelemek, TUİK
öğrenmek
yayınlarını incelemek
Coğrafi/Doğal
Miras
Türkiye’nin doğal/coğrafi Web
ortamında
mirasını öğrenmek
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,44423/dun
ya-miras-listesi.html sayfasını incelemek
23
Anahtar Kavramlar
Coğrafi konum, Türkiye, Anadolu, Trakya, Hatti ülkesi, Aşşuva, Asia, Asia Minor, Küçük
Asya, Natolik, thema, yüzölçüm, Asya, Avrupa, Ortadoğu, Yakındoğu, Ön Asya, Balkanlar,
Kafkasya, geçiş/köprü, jeopolitik, BM, NATO, OECD, Alp-Himalaya, orejenez, Toroslar,
Karadeniz dağları, Karadeniz, Akdeniz, Ege denizi, Marmara denizi, çeşitlilik, flora, fauna,
endemik, relik, depremsellik, KAF, DAF, UNESCO, şehir, kent, kentleşme, WTO, turizm,
doğal miras, coğrafi miras.
24
Giriş
Yukarıda uygarlıkların oluşması ve gelişmesi sürecinde etkili olan en önemli
faktörlerden birinin, mekan ve mekanın sahip olduğu coğrafi özellikler olduğu üzerinde
durulmuştu. Dolayısıyla, tarih boyunca Anadolu toprakları üzerinde yeşeren, bazen dallanıp
budaklanarak çevresine de yayılan uygarlıkları anlamak ve tanımak için, bahsedilen mekanın
temel bazı özelliklerinin bilinmesinde büyük fayda bulunmaktadır. Dolayısıyla şimdi ana
hatlarıyla, konumuzu da ilgilendirdiği kadarıyla, Anadolu ve Trakya’nın bazı özellikleri
üzerinde durulacaktır.
2.1. Türkiye’nin Coğrafi Konumu ve Jeopolitiği
Coğrafi konum: Dünya üzerinde kuzey yarımkürede, orta kuşakta, 36-42 kuzey
paralelleri ve 26-45 doğu meridyenleri arasında yer alan Türkiye; Asya, Avrupa ve Afrika
kıtalarının birbirine en fazla yaklaştığı bir alanda, Anadolu ve Trakya adı verilen iki
yarımadadan meydana gelmektedir. Türkiye’nin adı geçen üç kıtanın yakınlaşma alanında
olması nedeniyle okyanuslarla doğrudan bağlantısı yoktur. Ancak, Atlas Okyanusu’nun
uzantısı Akdeniz ve onun kolları olan Ege, Marmara ve Karadeniz’in varlığına bağlı olarak üç
taraftan denizlerle çevrelenmiştir. Toplam 814.576 km² gerçek ve 783.577 km² izdüşüm
yüzölçüme sahip Türkiye’nin, % 97’si Anadolu yarımadasında ve % 3’ü ise Trakya
yarımadasında yer almaktadır. Bu yarımadaları birbirinden ayıran İstanbul ve Çanakkale
boğazları Asya ile Avrupa’yı birbirine en fazla yaklaştıran suyolu olduğu gibi, aynı zamanda
Karadeniz’i Akdeniz’e ve dolayısıyla açık denizlere bağlantı sağlaması nedeniyle Türkiye’ye
kendi bölgesinde jeopolitik açıdan merkezi bir konum sağlamıştır.
Türkiye’nin kabaca dikdörtgen şeklinde olması ve dikdörtgenin uzanışının da doğubatı doğrultusunda bulunması nedeniyle, birçok Avrupa ülkesine göre yerel saat farklılıkları
oldukça fazladır. Gerçekten de, yukarıda belirtilen 26-45 doğu meridyenleri arasında
toplamda 76 dakikalık bir zaman farkı bulunmaktadır. Mesafe olarak ise Türkiye, doğu-batı
doğrultusunda yaklaşık 1.600 km uzunlukta ve kuzey-güney yönünde de 650 km
genişliğindedir.
Türkiye’nin toplam sınırı 11.208 km olup bunun 2.875 km’si kara ve 8.333 km’si
deniz sınırından oluşmaktadır. Komşu ülkelere göre kara sınırları uzunlukları ele alındığında;
doğu kesimde 877 km ile Suriye ilk sırada yer almaktadır. Bunu, 529 km İran, 378 km Irak,
325 km Ermenistan, 276 km ile Gürcistan izlemekte ve son sırada 18 km ile Nahçıvan
(Azerbaycan) yer almaktadır. Batıda ise 269 km Bulgaristan ve 203 km Yunanistan kara
sınırımızın bulunduğu iki ülkeyi oluşturmaktadır. Uzunlukları açısından kıyı sınırlarının
dağılımına bakıldığında ise 6.480 km Anadolu kıyıları ilk sırada yer almakta, bunu 786 km
Trakya, 1.067 km adalar izlemektedir.
Türkiye bulunduğu konum nedeniyle, Asya, Avrupa ülkesi olduğu kadar aynı
zamanda, Ortadoğu/Yakındoğu/Ön Asya, Kafkas ve Balkanlar ülkesi de kabul edilmektedir.
Bu haliyle oldukça önemli, özel ve üstün niteliklere sahip olan Türkiye’ye, bu üstünlükleri
kazandıran bazı doğal faktörler bulunmaktadır. Öncelikle Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının
25
birbirine en çok yaklaştığı bir yerde; Akdeniz, Ege denizi ve Karadeniz’in arasında yer alan
Türkiye, bu haliyle hem ‘merkezi’ ve hem de bir ‘geçiş/köprü’ konumundadır. Karadeniz ile
doğu Akdeniz arasında bulunan, Trakya ve Anadolu yarım adalarından meydan gelen
Türkiye, 814.576 km2 yüz ölçümü ile ‘büyük’ bir kara parçasıdır. Ortadoğu içerisinde diğer
bölgelerden tamamıyla farklı bir niteliğe sahiptir ve birçok açıdan Asya kıtasına benzediği
için daha İlkçağ’da ‘Asia Minor/Küçük Asya’ adını almıştır. Bu söylenenleri sade ve
anlaşılabilir nitelikli bir fiziki haritadan kolay ve açıkça görmek mümkündür. Jeomorfolojik
açıdan bakıldığında Trakya’nın, yüksekliği az, yer şekillerinin sade ve düz olmasına karşılık,
Anadolu; kuzey ve güneyinde yüksek dağ sıralarının uzanması ve bu dağların doğuya doğru
yaklaşarak birleşmeleri nedeniyle oldukça ‘dağlık’ ve dolayısıyla da ‘yüksek’ bir ülke
niteliğindedir. Bu özelliklerin de doğrudan sonucu olarak Türkiye, yer şekilleri bakımından
kısa mesafelerde bile önemli değişikliklerin görüldüğü oldukça ‘çeşitli’ bir yapıya sahiptir.
Yer şekillerinin çeşitli ve farklı özellikler göstermesi ise iklim, bitki örtüsü, hayvanlar, toprak,
yerleşmeler başta olmak üzere, diğer bütün sosyal ve ekonomik faaliyetlerin çok kısa
mesafelerde çok fazla çeşitlilik arz etmesine ve önemli bir zenginlik seviyesine çıkmasını
sağlamıştır.
Türkiye’nin sahip olduğu farklı doğal ortamlar kendisini başta tarım olmak üzere
nüfusun dağılışı ve yoğunluğu, yerleşme, sanayi, ulaşım gibi beşeri ve ekonomik yapı
üzerinde de göstermiştir. Böylece ülkede kısa aralıklarla değişen farklı coğrafi ortamlar ortaya
çıkmış; bu coğrafi ortamlar zaman içerisinde farklı birçok isimle anılır olduğu gibi sınırları
konusunda da bir birlik bulunmadığından isim ve sınır karışıklığı da ortaya çıkmıştır. İşte hem
bu isim ve sınır karışıklığına bir son vermek hem de ülkenin coğrafi potansiyeli dikkate
alınarak oluşturulacak coğrafi bölgelerle daha sağlıklı planlamaya temel oluşturmak amacıyla
1941 yılında I. Türk Coğrafya Kongresi yapılmıştır. Kongrede ülkemizin sahip olduğu fiziki
(yer şekilleri, iklim, hidrografya, bitki örtüsü vb.) ile beşeri ve ekonomik (nüfus, yerleşme,
tarım, sanayi, hizmet) özellikler dikkate alınarak, ülke; Marmara, Karadeniz, Ege, Akdeniz,
Orta Anadolu, Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu olmak üzere yedi coğrafi bölgeye
ayrılmıştır. Bu bölgelerden denize kıyısı olanlar isimlerini komşu denizlerden alırken, iç
kesimde kalan bölgeler, Anadolu’daki konumlarına göre isimlendirilmişlerdir.
Türkiye topraklarının büyük kesimini oluşturan Anadolu’ya verilen isimlerin kökeni,
ilkçağlara kadar uzanmaktadır. Bilinen ilk isimlendirme “Hatti ülkesi” olup bin yılı aşkın
uzun bir süre boyunca kullanılmıştır. Hatti ülkesi isminden sonra, tarihi kayıtlarda yer bulan
Asia ismi, Hititler döneminde Batı Anadolu’da bir yöre/bölge adı olan Aşşuwa isminin
değişip bozulmuş hali gibi görünmektedir. Hititler döneminde “Aşşuwa”, yani “Asia” olan
Batı Anadolu’nun ismi, Pers İmparatorluğu döneminden sonra Helen kültür aleminden farklı
bir kültür alemini ifade etmekte idi. Fakat daha sonra bu terimin kapsamı doğuya doğru
genişlemiş ve bütün bir karanın adı olmuştur. Buranın Asia adını almasından sonra, Asya
kıtasına benzerliğinden dolayı ama ondan ayrılması amacıyla Asia Minor adını almıştır.
Roma ve Hıristiyanlık çağlarında Asia ve Asia Minor, Bizans döneminde Batı
Anadolu’daki bir “thema” adı olan “Natolik’ten (Güneşin doğduğu ülke) bozularak Anatolia,
erken ortaçağlarda Araplar’ın Biladü’r-Rum (Roma ülkesi), geç ortaçağlarda Avrupalıların o
26
sıralarda geniş ölçüde Türklerin hakimiyetine girdiği ve yoğun Türk yerleşmesine açıldığı için
Turchia dedikleri Anadolu, bazı devirlerde de bu isimlerin yanında daha ziyade Roma ve
Bizans döneminde barındırdığı eyaletlerin adıyla anılmaktaydı. Bu isimlerden Natolik ve
Araplar’ın el-Rum’u, klasik Osmanlı çağında da Eyalet-i Anadolu ve Eyalet-i Rum adıyla iki
büyük eyalete ad olmuştur.
Şu halde, eskiden beri buraya “Küçük Asya” adının yakıştırılmasının çok doğru bir
karar olduğu söylenebilir. Nitekim Anadolu karası tıpkı uzantısı olduğu Asya kıtası gibi
büyük, çeşitli ve çok farklı unsurların yan yana bulunduğu bir sahadır. Buna karşılık Anadolu
kavramının kullanılması da çok büyük bir şanstır. Çünkü Bizans döneminde Batı
Anadolu’daki bir thema adı olan Natolik, Türklerin buraya gelmesinden sonra değişime
uğrayarak ve sahasını genişleterek bugünkü ‘Anadolu’ adını almıştır. Dolayısıyla Anadolu,
politik açıdan en başından beri kendi içinde çok fazla ayrılığa düşmeyen coğrafi bir
bütünü/ortamı da yansıtmaktadır. Bu haliyle bugün, ülke coğrafyasının politik sınırlara göre
değil de doğal araziye uyumlu olarak şekillendiği kendiliğinden anlaşılabilir.
Jeopolitik: Türkiye, üzerinde bulunduğu coğrafi bölgede dünya güç merkezleri
arasındaki dengeyi etkileyecek şekilde, sürekli ve çok yönlü çıkar ve güç çatışmalarının
yaşandığı, kritik bir coğrafi konuma sahiptir. Bu konumu ile Avrupa, Asya ve Afrika
kıtalarının kesiştiği bir düğüm noktası, bir köprü durumundadır. Dolayısıyla, Asya ve
Avrupa’ya çok yaklaşan bir yarımada oluşu ve Boğazların varlığı Anadolu’yu Orta Doğu’nun
hatta dünyanın ticari ve stratejik bakımdan çok önemli bir kara parçası haline getirmiştir.
Farklı özelliklere sahip Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki ülkelerin fiziki, sosyal,
ekonomik ve kültürel çıkarları Türkiye üzerinde çakışmaktadır. Anadolu yarım adası, kara,
deniz ve hava sahası, Asya, Avrupa ve Afrika’dan stratejik düzeyde kuvvet intikali için
lüzumlu bir bölgedir. Hassasiyet arz eden coğrafi konumundan kaynaklanan bütün bu
avantajları Türkiye’ye, dünya hâkimiyetini amaçlayan güçlerin, mutlak kontrol altında tutmak
ve elde etmek istedikleri bir hedef niteliğini kazandırmaktadır. Türkiye Asya ile Avrupa'yı
birleştiren, Avrupa'dan Ortadoğu'ya ve İran üzerinden Asya’ya giden karayollarının,
Akdeniz'le Karadeniz'i birleştiren deniz yollarının üzerinde bulunması ve doğu illerinin
Kafkasya'ya kadar sokulmuş olması nedeniyle jeopolitik ve stratejik önemi olan bir konuma
sahiptir.
Türkiye toprakları Doğu-Batı doğrultusunda uzanan bir dikdörtgene benzeyen ve üç
tarafı denizlerle çevrili bir ülkedir. Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı,
Karadeniz'i Akdeniz'e ve diğer sıcak denizlere bağlayan tek suyolu olup dünya ticareti ve
ulaşımında özel bir yeri vardır. Boğazlar, Eski Sovyet Cumhuriyeti, Batı Avrupa, Ortadoğu ve
Afrika ülkelerinin dünyanın geri kalanı ile sosyal, ekonomik, ticari ve askeri ilişkilerinde
önemli rol oynamaktadır. Rusya'nın Ortadoğu ve Afrika ülkelerine yönelik askeri faaliyetleri
ile deniz ticaretinin yaklaşık yarısı Türk boğazlarına bağımlıdır. Ayrıca Rusya’nın
Akdeniz'deki askeri varlığını sürdürmesi, Karadeniz'den, ancak Türk boğazlarını kullanarak
yapılacak lojistik destekle mümkündür. Genel veya bölgesel savaşlarda, Rusların Akdeniz
bölgesine yönelik harekâtının başarısı ve devamı da boğazlara bağlıdır.
27
Anadolu elverişli iklim koşulları nedeniyle binlerce yıldır çeşitli ve büyük ölçekli göç
ve yerleşmelere sahne olmuş, bunun neticesinde de çeşitli uygarlıkların kurulduğu ve geliştiği
bir alan haline gelmiştir. Bu bakımdan Türkiye Doğu ile Batı medeniyetleri arasında köprü
olmuştur. Büyük ölçüde coğrafi bütünlüğe sahip Anadolu Yarımadası; Balkan Yarımadası,
Kafkaslar, İran, Arap Yarımadası ile çevrelenmiştir. Anadolu Yarımadası bu konumu ile bu
coğrafyanın kalesi ve Dünya Adasının merkezi görünümündedir. Doğu-Batı ve Güney-Kuzey
istikametlerindeki her türlü girişimi bloke eder veya yolunu açar. Türkiye, dünyanın en büyük
petrol rezervlerinin bulunduğu Orta Doğu'ya çok yakındır. Ayrıca stratejik maddelere sahip
Orta Asya'ya da çok yakındır. Bu durum, Türkiye’yi dünya güç dengesinde çok önemli bir
konuma getirmektedir.
Türkiye, genç ve dinamik nüfus potansiyeline, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına
sahip, dünyada besin ihtiyaçlarını karşılayabilen ve ihtiyaç fazlası ürün sağlayan nadir
ülkelerden biridir. Rezerv açısından olmasa da maden çeşitliliği bakımından önemli zenginliği
bulunan bir ülkedir. Geleceğin madeni olarak adlandırılan bor madeninin dünyada en büyük
rezervi Türkiye'de bulunmaktadır. Türkiye, dünya üzerinde orta/ılıman iklim kuşağında yer
alması nedeni ile aynı anda dört mevsimin birden yaşandığı bir ülkedir. Bu nedenle yaz ve kış
turizmi değerleri bakımından değerli bir konumdadır.
Türkler tarihin en dinamik unsurlarından, yön vericilerinden birisi olarak tarih
sahnesinde olmaya devam edecektirler. Toplamı 85 milyon km2 olan Asya, Avrupa ve
Afrika’dan oluşan Dünya Adasının 55 milyon km2’si tarihin değişik dönemlerinde Türk
halkları tarafından hâkimiyet ve/veya yaşam sahası haline getirilmiş ve hükmedilmiştir.
Türkiye’nin çevresinde ve Avrasya’da oluşan yeni jeopolitik ortam, bölgesel boyutta
Türkiye’nin güvenliği bakımından daha elverişsiz koşullar getirdiği gibi özellikle
Kafkasya’da ve Orta Asya’da bir dereceye kadar da Ortadoğu ve Balkanlar’da Türkiye’nin
rolünün artırmasına ve milli çıkarların geliştirilmesine olanak sağlayan yeni imkânlar da
ortaya çıkarmıştır.
Atatürk önderliğinde yeni bir Türk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulmasından sonra, Türkiye’nin jeopolitik önemi eskisine nazaran daha da artmıştır.
Özellikle II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasındaki gelişmelere bağlı olarak Türkiye’nin
daha da artan jeopolitik önemi 1980’lerden itibaren özellikle Orta Doğu’da, Kafkasya ve
Balkanlar’da meydana gelen siyasi ve ekonomik gelişmelerle had safhaya ulaşmıştır.
Ekonomide, kültürel alanda ve politikadaki hızlı küreselleşme, Soğuk Savaşı sona erdiren
Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılması Avrasya’da, Türkiye’nin bulunduğu
jeopolitik alanda ve koşullarda önemli değişikliklere neden olmuştur.
Günümüzde Türkiye, dünyanın en önemli petrol rezervlerine sahip olan Orta Doğu ve
Hazar Havzası ile önemli deniz ulaştırma yollarının kavşağında bulunan Akdeniz Havzası
içerisinde yer alır. Ayrıca tarihte her zaman önemini sürdürmüş olan Karadeniz Havzası ve
Boğazlar, SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ve (eski) Yugoslavya’nın dağılması
sonucu yapısal değişikliğe uğrayan Balkanlar, etnik çatışmalar yanında zengin doğal
kaynaklara sahip Kafkasya ve Orta Asya’nın oluşturduğu bölgenin tam merkezinde
bulunmaktadır.
28
Aynı zamanda, Kafkasya ve Orta Asya petrolünün ve doğal gazının batıya
ulaştırılması için belirlenen güzergâhlardan en önemlisi üzerinde bulunmaktadır. Türkiye BM
ve NATO’nun barışı koruma, bölgesel güvenlik ve istikrara yönelik girişimlerine katılımları
ve bazılarında oynadığı öncü rol ile Avrupa güvenlik mimarisi üzerinde önemli bir ağırlığa
sahiptir. 20. yüzyılın sonlarında dünyadaki köklü ve hızlı değişiklikler Türkiye’yi NATO’nun
bir kanat ülkesi konumundan çıkarmış Avrasya kuşağında merkezi bir duruma getirmiştir.
Türkiye, gelecek yüzyılda Hazar ve Orta Asya doğal kaynaklarının batıya ulaşmasında
doğal bir köprü rolü üstlenmeye devam edecektir. Dünya doğal enerji kaynaklarının % 70’i
Türkiye’nin etrafında kümelenmiştir. Hazar petrollerinin batıya taşınmasını sağlayan Bakü Ceyhan projesi, petrol nakil güzergâhı bakımından en istikrarlı ve güvenli ortamı
sunmaktadır. Hazar Havzası’nın doğal zenginliklerinin dünya pazarlarına ulaşmasıyla birlikte
Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik ticari trafikte meydana gelen artışın gerekli kıldığı Trans
Kafkasya Ulaşım Koridoru’nun hayata geçirilmesi bakımından da Türkiye anahtar ülke
konumundadır.
Türkiye bulunduğu bölgede sahip olduğu güçlü ordusu ve takip ettiği politikalar ile
çevresine barış, istikrar, demokrasi ve hoşgörüyü getirmek ve yansıtmak için büyük bir çaba
içindedir. Türkiye’nin bu yöndeki gayreti; savunduğu ilkelerden, coğrafyasından ve yaşadığı
tarihi gerçeklerden kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin uyguladığı dış politika, hem yaşadığı
bölgedeki jeostratejik, ekonomik, kültürel gerçeklere hem de Atatürk’ün koyduğu barışçı
ilkelere dayanmaktadır.
Türkiye, bulunduğu coğrafi konum ve sahip olduğu nitelikler nedeniyle birçok farklı
ticari, ekonomik, askeri ve siyasi uluslararası kuruluşlara üyedir. Aynı anda Birleşmiş
Milletler (BM), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO),
Avrupa Konseyi, Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), Avrupa Güvenlik ve
İşbirliği teşkilatı (AGİT), İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), Karadeniz Ekonomik İş Birliği
Örgütü (KEİ), Ekonomik İş Birliği Örgütü (ECO), D-20 ve İslam Konferansı Örgütü (İKO)
üyesi olan tek devlet durumundaki Türkiye, halen Avrupa Birliği (AB) üyelik müzakerelerini
yürütmektedir.
2.2. Türkiye’nin Fiziki Coğrafyası ve Depremsellik
Fiziki coğrafya: Türkiye’nin fiziki coğrafya özelliklerinin oluşumunda ülkenin
bulunduğu alanının matematik ve özel konumu başlıca rol oynamıştır. Türkiye’nin yer
şekilleri bakımından ana iskeletini, Avrupa ve Asya’yı bir bütün olarak en son etkileyen
oluşum, III. Jeolojik zamanda meydana gelen Alp-Himalaya Orojenezi’dir. Avrupa’dan
Asya’ya doğru ana hatlarıyla iki kol şeklinde ve genellikle artan bir yükseltiyle uzanan dağ
sistemi, Türkiye’nin kuzey (Kuzey Anadolu/Karadeniz Dağları) ve güney (Toros Dağları)
kenarları boyunca yüksek ve belirgin şekilde uzanır. Genel olarak doğu-batı doğrultusunu
koruyan bu dağ silsileleri batıdan doğuya yükseltileri genelde artarak ülkemizin doğusunda
birbirine yaklaşıp sıkışarak bu alanın bir bütün olarak yükselmesinde etkili olmuşlardır.
Gerçekten de, Asya kıtasının en batısındaki Anadolu ile Avrupa kıtasının güneydoğusundaki
Trakya yarımadalarından oluşan Türkiye, ortalama 1.132 m yüksekliği ile çevresine göre
29
oldukça yüksek ve dolayısıyla eğimi fazla bir yapıya sahiptir. Ama buna rağmen ülkemizde
plato ve ovaların yani düzlüklerin de oldukça geniş yer tuttuğu da dikkati çekmektedir.
Türkiye, bu yeryüzü şekillerine, Jeolojik devirler boyunca geçirdiği yoğun tektonizma ve
volkanizma sonucunda kavuşmuştur. Türkiye’nin bazı kesimlerinin yapısında bulunan II.
Jeolojik zamana ait eski temel araziler gerek bu orojenezin meydana getirdiği sıradağların
yönlerinin şekillenmesinde, gerekse de Batı Anadolu’da horst dağlar ve graben ovalar ile
özellikle Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde plato alanlarının oluşmasında
etkili olmuştur.
Türkiye’deki yeryüzü şekilleri dağlar, platolar ve ovalar olmak üzere üç ana
jeomorfolojik gruba ayrılabilir. Dağlar oluşumları yönüyle kendi içerisinde sıradağlar, kırık
dağlar, volkan dağları şeklinde tasnif edilmektedir. Alp Orojenezi’nin birer parçası olan
sıradağların kuzeydeki kanadını Kuzey Anadolu Dağları, güneydeki kanadını ise Toros
Dağları oluşturmaktadır. Kuzey Anadolu Dağları Mesozoik arazisinin Neozoik’de meydana
gelen orojenezle kıvrılması ve bu zamanın sonlarına doğru meydana gelen toptan
yükselmelerle oluşmuşlardır. Bu sıradağlardaki mevcut akarsu sistemi alanın bir bütün olarak
yükselmesine bağlı olarak yataklarını derinleştirmiş ve günümüze kadar bu dağlar üzerinde
dar ve derin vadiler meydana getirmişlerdir. Yatağını en fazla derinleştiren akarsu ise Çoruh
nehri olmakla birlikte Kızılırmak, Yeşilırmak ve Sakarya’da bu akarsular arasında yer
almaktadır. Alp Orojenezi’nin Türkiye’deki güney kanadını oluşturan Toros Dağları ise
Türkiye’nin güneybatı ucundan başlayarak Göller Yöresi üzerinden iç kısımlara doğru
kuzeydoğu yönünde sokularak bir virgasyonla (ani yön değiştirme) Sultan Dağları’ndan
itibaren güneydoğuya doğru döner. Taşeli yöresinde Akdeniz kıyıları boyunca kabaca paralel
olarak devam ederek Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin kuzeyinde içbükey bir yay halinde
uzandıktan sonra İran’daki Zagros Dağları’na bağlanır. Türkiye arazisinin eski kıtalar
tarafından doğu kısımda daha fazla sıkıştırılması Doğu Anadolu Bölgesi’nin daha fazla
yükselmesine neden olurken bunun Batı Anadolu kesiminde özellikle de eski Paleozoik
zeminde yarattığı gerilme ve sonucunda doğu-batı yönlü kırılma ve açılmalarla ardından gelen
alçalma ve yükselmeler şeklinde kendini göstermiştir. Böylece yükselen kesimler birer kırık
dağ silsilesi meydana getirmişlerdir. Bunlar kuzeyden Yunt Dağı’ndan başlayıp Bozdağlar,
Aydın Dağları ve güneyde Menteşe dağlık kütlesiyle son bulurlar.
Ülkemizdeki platoların ya orijinal yatay tabakalı yapıların üzerinde ya tesviye edilmiş,
aşınma sonucunda düzleşmiş değişik formasyonlar üzerinde ya da lavların yayılmasıyla
oluşmuş düzlükler üzerinde bulunduğu dikkati çeker. Akdeniz Bölgesi’ndeki Taşeli, Marmara
Bölgesi’ndeki Çatalca-Kocaeli yükselme-aşınma, Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan
Erzurum-Kars, Ardahan platoları ise aşınım yüzeylerinin lavlarla örtülmesiyle meydana
gelmişlerdir.
Ülkemizdeki diğer önemli bir jeomorfolojik birimi oluşturan ovalara bakıldığında
büyük bir bölümünün tektonizma yani çökme sonucunda oluşan bir çanağın çevresindeki
yüksek alanlardan gelen materyallerin dolmasıyla şekillendiği görülmektedir. Tektonik
ovalarının yanında özellikle başta Toroslar olmak üzere eriyebilen kayaçların egemen olduğu
alanlarda irili ufaklı karstik ovalar (polye) oluşmuştur. Kıyı kesimlerinde ise akarsu
30
ağızlarında meydana gelen birikmeler sonucunda oluşan deltalar diğer önemli ovalarımızı
meydana getirmektedir. Kızılırmak’ın son bulduğu alanda Bafra, Yeşilırmak’ın sonunda
Çarşamba, Büyük Menderes’in denize kavuştuğu yerde Büyük Menderes, Seyhan ve
Ceyhan’ın son buldukları alandaki Çukurova bu delta ovalarından başlıcalarıdır.
Türkiye’nin temelde matematiki konumuna bağlı olan iklim şartları ülkenin ve
bölgelerinin özel konumu ve yer şekilleri tarafından büyük ölçüde tadil edilmiş ve
çeşitlenmiştir. Bütünü ile Türkiye, bu enlemlerde kıtaların batı kıyılarını karakterize eden
Akdeniz makro klimasının genel ve hâkim etkisi altındadır. Güneyinde eski dünya karalarının
çöl sıcağı, kuzeyinde ise Doğu Avrupa’nın yarı kurak stepleri yayılır. Türkiye’nin eski dünya
karaları ortasında ve bu iki kurak iklim alanı arasında yer almasına rağmen, daha farklı ve
daha yağışlı bir ülke olarak ayrılmasının başlıca sebebi, Akdeniz’in uzantısı olan ve Akdeniz
iklim etkilerinin doğuya doğru sokulmasına imkân veren denizlerle çevrilmiş bulunması ve
yüksek röliyefidir/yer şekilleridir. Böyle olmasaydı bütün Türkiye’nin, aynı enlemlerdeki bazı
ülkeler gibi yarı çöller ve steplerle kaplı bir kurak iklim alanı olması gerekirdi.
Yer şekilleri gibi Türkiye’nin iklim özellikleri de çeşitlilik gösteren bir yapıya sahiptir.
Bu çeşitlilikte Türkiye’nin matematik konumuyla birlikte üç tarafının denizlerle çevrili
olması, doğusunda en büyük kara kütlesi olan Asya’nın yer alması, kuzeyinde ve güneyinde
kıyıya paralel olan dağ sıraları ve bu sıradağların doğuda birleşerek yükselmeleri, batıda
dağların kıyıya dik uzanması, bakı, yükselti gibi bölgesel ve yerel faktörler etkili olmuştur.
Türkiye, kuzeydeki orta ve batı Avrupa’nın her mevsimi yağışlı ılıman iklimi ve Doğu
Avrupa’nın karasal iklimi ile güneydeki her mevsimi kurak iklimi arasındaki bir geçiş kuşağı
üzerinde yer alır. Bu alanın kuzeyinde polar (soğuk) güneyinde ise tropikal (sıcak) hava
kütlerinin merkezleri yer almaktadır. Türkiye bu hava merkezleri arasında kışın daha çok
polar (soğuk) yazın ise tropikal (sıcak) hava kütleleri etkisinde kalır. Bu özelliği açısından
Türkiye’de dar alanlarda çok çeşitli iklim tipleri görülmektedir. Bunlardan biri, Akdeniz
Bölgesi’nin kıyı kuşağı ve Ege Bölgesi’nin kıyıları ile çöküntü alanları boyunca iç kısımlara
yönelen yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçen Akdeniz iklimidir. Diğeri,
Karadeniz ve Marmara Bölgeleri’nin Karadeniz kıyıları boyunca deniz etkisinin kuvvetli
hissedildiği sıcaklık farkının az olduğu her mevsimi genelde yağışlı geçen Karadeniz
iklimidir. Son olarak denizden uzak olan iç ve doğu kısımlarda ise kışları soğuk, yağışın az,
sıcaklık farkının oldukça fazla olduğu karasal iklim hüküm sürmekte ve bu ana iklim tipleri
arasındaki kesimlerde ise geçiş tipi iklimler görülmektedir.
Türkiye’nin sahip olduğu yer şekilleri, iklim, litolojik yapı gibi unsurların çeşitliliği,
kendisini hidrografik yapı üzerinde de göstermiştir. Akarsu ağları sık, genellikle birbirleriyle
birleşme olanağı olmadığından boyları kısa, akış hızları yüksek, akım debileri düşük ve
düzensiz, su toplama havzalarının ise dar olduğu dikkati çeker. Türkiye hidrografyasının diğer
bir kesimini oluşturan göller açısından incelendiğinde ise ülkemizin geçirdiği tektonik
süreçler nedeniyle başta Göller Yöresi ve Marmara Denizi’nin güneyindeki göller olmak
üzere tektonik oluşumlu göller çoğunluktadır. Bunun yanında set gölleri, volkanik göller,
karstik göller ve dağlarımızın yüksek kesimlerinde buzulların aşındırmasıyla oluşan buzul
gölleri, göllerimizin diğer bir bölümünü oluşturmaktadır.
31
Buraya kadar belirtilen unsurlardaki çeşitlilik ve zenginlik doğal bitki örtüsüne de
yansımıştır. Türkiye’nin doğal bitki örtüsüne bakıldığında, Akdeniz ve Ege Bölgelerinde
kuraklığa dayanıklı ışık ve sıcaklık istekleri yüksek kızılçam ile maki ve garig olarak
adlandırılan bodurumsu, çalımsı topluluklar göze çarpar. İç bölgelerde bazı yüksek alanlarda
oluşan nispeten nemli soğuk şartlara uygun karaçam, meşe ve ardıç gibi türleri de içinde
seyrek olarak barındıran doğal step ve antropojen step bitki örtüsü geniş yer tutar. Karadeniz
Bölgesi’nde ise kayın, gürgen, ıhlamur gibi türler başta olmak üzere birçok ağaç türünü yoğun
olarak içerisinde barındıran nemli ılıman orman kuşağı mevcuttur.
Akdeniz Flora Bölgesi içindeki Türkiye, bitki coğrafyası bakımından dikkate değer
özellikler göstermektedir. Bunlardan ilki, bu topraklarda yaşayan bitki tür sayısının fazlalığı,
zenginliğidir. Bu konuda çeşitli rakamlar olmakla birlikte, tüm Avrupa’da 12 bin civarında
bitki türü varken, Türkiye’deki bitki türü sayısı 11.000′in üzerindedir. Bunlardan 3.100′ü ise
Türkiye dışında başka hiç bir ülkede bulunmayan endemik türlerdir. Fikir vermek açısından
konu örneklenirse; Almanya’daki endemik bitki türü sadece 3; Yunanistan’daki toplam bitki
türü sayısı ise 3.000’in biraz üzerindedir. Türkiye yeryüzünün en önemli gen merkezlerinden
biridir. 30′u aşkın bitki türünün ana vatanı Türkiye’dir. Yine yapılan bilimsel araştırmalarla
ülkemizde ortalama her 6 günde bir yeni bitki türü bulunmaktadır.
Türkiye’deki bitki coğrafyası bölgeleri, birbirinden bariz şekilde ayrılan, oldukça
çeşitli küçük üniteler (vejetasyon sahaları)’den meydana gelmektedir. Türlerin çokluğu,
endemik bitkilerin zenginliği ve bazı türlere asıl yayılış sahasının dışında da rastlanması
ayrıca dikkati çekmektedir. Doğal vejetasyon formasyonlarının genel yayılış düzeni,
fizyolojik-ekolojik özellikleri ve floristik bileşimler de ana çizgileri ile iklime, özellikle yağış
ve sıcaklık şartlarına bağlıdır. Karadeniz kıyıları boyunca nemcil türlerden oluşan gür
ormanlar, onların güneyinde şiddetli kış soğuklarına dayanıklı kuru ormanlar. Akdeniz ve Ege
kıyılarında ise Akdeniz ikliminin uzun yaz kuraklığına uymuş karakteristik formasyonları
genişliği yer yer değişen birer şerit halinde uzanırlar. Artan kuraklığa bağlı olarak iç
kesimlere doğru ve Güneydoğu Anadolu’da doğal orman alanlarından önce ağaçlı steplere ve
daha sonra da steplere geçilir. Ormanın üst sınırı da, tıpkı daimi kar sınırı gibi,
kontinentalitenin etkisi altında kenar bölgelerden (2.000-2.200 m) içerilere ve doğuya doğru
yükselir ve Doğu Anadolu’da 2.800 metreye kadar çıkar.
Türkiye’nin orta kuşağın güneyinde bulunması, etrafının denizlerle çevrili olması,
sıralar halinde dağ kuşaklarının uzanması ve başta değişik iklim tiplerinin hüküm sürmesi,
çok çeşitli vejetasyon formasyonlarının bulunmasına ve yetişmesine neden olmaktadır.
Türkiye bitki türleri açısından, ekvatoral ve subtropikal kuşaklarından sonra dünyanın zengin
bölgeleri arasına girmektedir. Nitekim genel bir değerlendirme yapıldığında, Akdeniz iklim
şartlarının hüküm sürdüğü Ege ve Akdeniz bölgelerimizin sahil kuşağında yaprağını
dökmeyen, parlak ve meşin yapraklı subtropikal vejetasyon ile iğne yapraklı kızılçam
ormanları; yüksek kesimlerde karaçam, sedir ve köknardan ibaret Akdeniz dağ ormanları
bulunur.
Ülkemizde değişik bölgesel iklim şartlarının hüküm sürmesi, türlü vejetasyon
formasyonlarının yerleşmesini ve yetişmesini sağlamıştır. Topoğrafyanın yüksek ve özellikle
32
dağ kuşaklarımızın son derece engebeli olması; yükseklik, eğim ve bakı şartlarının kısa
mesafelerde sık değişmesine neden olmaktadır. Buna bağlı olarak, dağ kuşaklarımızda lokal
iklim şartlarının ortaya çıkması, vejetasyon formasyonlarının da kısa mesafelerde farklı
özellikler kazanmasına yol açmıştır. Ayrıca engebeli topoğrafya “relik” (kalıntı) bitkilerin
barınmasına, bu sahalarda izolasyonun kuvvetli olması da, “endemik”lerin ortaya çıkmasına,
yani dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmayan bitkilerin yetişmesine imkân sağlamıştır.
Geçmişte, özellikle Kuaterner’de meydana gelen iklim değişmeleri, vejetasyon alanlarının
devamlı olarak parçalanmasına, Avrupa-Sibirya, Subtropikal (Akdeniz), İran-Turan flora
bölgesine ait bitkilerin yayılış alanlarının önemli ölçüde değişmesine sebep olmuştur. Bu
yüzden ülkemizde bugünkü iklim şartlarının eseri olmayan, geçmişteki iklim şartlarını
yansıtan relik topluluklar görülmektedir. Yine kuvvetli izolasyon şartları, yani dağ sıraları,
derin vadiler gibi biyocoğrafya engelleri, endemik bitkilerin ve toplulukların yetişmesini
kolaylaştırmıştır. Ama Türkiye’de doğal vejetasyonun çeşitli nedenlerle tahrip edildiği
görülmektedir. Kurak ve yarı kurak bölgelerimizde insanın doğal vejetasyon üzerinde yaptığı
müdahale, klimaks (bir iklim bölgesinde en iyi yetişen ve verimliliği en yüksek bitki) türlerin
son derece azalmasına ve antropojen steplerin yaygınlaşmasına ve adeta sahanın asli
vejetasyonu gibi bir görünüm almasına neden olmuştur. Yine insan müdahalesi, doğal ortamın
dengesini bozduğundan, canlı ortam ve cansız ortam arasındaki denge sarsılmış, özellikle
toprak aşınması, bölgenin asli vejetasyonunun sahaya gelmesini engellemiş, mekân
mücadelesinde istekleri az türlerin galip gelmesini kolaylaştırmıştır. Bütün bu şartlar dikkate
alındığında, ülkemiz vejetasyonunun stabilitesinin önemli ölçüde bozulduğu, kurak, yarı
kurak bölgelerimizde antropojen etkilerin ön planda olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birbirine en fazla yaklaştığı yerde,
Karadeniz, Ege denizi ve Akdeniz arasında yer almaktadır. Dolayısıyla bahsi geçen kıtalar ve
denizleri birbirine bağlayan en kestirme karayolları ile denizyolları bir şekilde Türkiye
toprakları ile bağlantılı olmak zorundadır. Anadolu yarımadası, Doğu Akdeniz ile Karadeniz
havzaları arasında adeta geçilmez bir engel gibi durur, iki havza arasındaki bağlantı ancak
boğazlar ve Marmara Denizi ile sağlanır. Buna karşılık yarımadada dağ sıraları batı-doğu
istikametinde uzanır ve bunlar arasındaki uzunlamasına depresyonlar en eski çağlardan beri
başlıca ulaşım yollarının uzanış istikametlerini tayin etmiş bulunur.
İnsanların/toplumların kendi üretemediği ihtiyaçlarını, onları üretenlerden alma
ihtiyacı başta olmak üzere, savaş ve barış zamanlarında alışveriş yanında çeşitli diğer sebepler
yüzünden de başka insanlarla/toplumlarla irtibata geçmek zorunda kalan toplum/insan,
yaşadığı dönemin bilgi ve teknolojik seviyesine göre yollar yapmış ve kullanmıştır. Bu yollar,
hem ulaşımın kolay, güvenli ve rahat olması için hem de yolun yapım ve bakım masraflarının
en az olması adına daima yer şekillerinin en uygun olduğu güzergâhları takip etmişlerdir. Ana
hatlarıyla morfolojik özellikleri yukarıda verilen Türkiye, ana yol güzergâhlarının
değişmediği mekânlardan biridir. Türkiye’de bulunan ve yüksek, kilometrelerce bir duvar gibi
uzanan sıradağlar nedeniyle, tarih boyunca yollar daima bahsi geçen dağların izin verdiği
yerlerden geçmek zorunda kalmıştır. Dağ sıraları boyunca uzanan yollar, platoları, ovaları ve
vadileri takip ederken, dağ sıralarına dik geçen yollar bel, belen, boğaz ve geçitleri izlemiştir.
33
Türkiye yer şekillerinin arz ettiği ana karakter, yolların eski çağdan beri seyri üzerine
etki yapmış ve muayyen güzergâhlar belirmiştir. Bunlar genellikle doğu-batı istikametli
depresyonları takip ederler. Dağların uzanışlarına bağlı olarak tabii yolların genellikle doğubatı istikametli olduğu hemen dikkati çekmektedir. Dolayısıyla kuzey-güney istikametli bütün
yolların, dağlık sahaları aşmak için ya dağların alçaldıkları ve boğaz/geçit oluşturan sahaları
ya da boyuna vadi oluklarını takip etmek zorunda kaldıkları görülür. Gülek, Belen, Zigana,
Kop, Çubuk geçidi gibi yüksek dağları aşan bütün geçitlerin kuzey-güney istikametli yollarda
olması tesadüfi değildir. Türkiye gibi dağlık sahalar ile bunlar arasında bulunan depresyon,
ova ve düzlüklerin çok ve iç içe sıralar halinde bulunduğu sahalarda, karadan ulaşım denilince
geçit ve boğazların tarih boyunca hayati öneme sahip olduğu görülebilir.
Depremsellik: Deprem, yer sarsıntısı veya zelzele, yer kabuğunda bir anda ortaya
çıkan enerji sonucunda meydana gelen sismik dalgalanmalar ve bu dalgaların yeryüzünü
sarsması olayıdır. Bu sarsıntılar tektonik hareketler veya volkanik faaliyetler sonucunda
yerkabuğunu oluşturan tabakaların kırılıp yer değiştirmesi yüzünden meydana gelirler.
Depremler, Anadolu tarihinde kurulmuş olan birçok uygarlığın, az veya çok zarar gördüğü bir
doğal afet olduğundan, kısaca da olsa burada bahsetmek faydalı görünmektedir.
Bilindiği üzere, dünya çekirdek, manto ve yerkabuğu adı verilen üç tabakadan
meydana gelmektedir. Sıvı halindeki manto üzerinde yüzer halde bulunan yerkabuğu, yavaş
ama sürekli olarak hareket halindedir ve “levha tektoniği” kuramına göre yer kabuğunda
Büyük Okyanus, Avrasya, Güney Amerika, Kuzey Amerika, Afrika, Arabistan, Nazka,
Hindistan-Avustralya, Antarktika gibi büyüklerinin dışında birçok küçük levha da
bulunmaktadır. Levhalar kıtaları oluşturan kıtasal kabuk ile okyanusların tabanındaki kısmı
oluşturan okyanusal-kabuktan, ya da sadece bunlardan birinden meydana gelebilirler.
Dünyanın merkezî kısımlarında üretilen ısı mantodan geçerek daima dışarıya doğru
ilerlemeye çalışır. Bu olay üst mantonun hareketlenmesine ve burada konveksiyon
akımlarının gelişmesine neden olur. Bu hareketler yeryüzünü kaplayan kırılgan yer kabuğu
parçalarıyla (levhalar) sürtünme nedeniyle, onların hareket etmesine, buna bağlı olarak oluşan
kırıklardan da yanardağların püskürmesine, kıtalar arasındaki okyanusların açılmasına ya da
kapanmasına neden olurlar. Levhaların kıtasal kabukları kimi zaman gölde serbestçe yüzen
sallar gibi birbirinden uzaklaşırken, kimi zaman da birbirine yaklaşırlar. Yakınlaşma,
okyanusal kabuğun kırılarak yerin içerisine doğru dalmasına, bu şekilde okyanusal kabuğun
dalarak tükenmesinden sonra da çarpışmasına neden olur. Kıtasal kabuk kesimlerinin,
birbirinden uzaklaşan konveksiyon akımlarının etkisi altında kalmasıyla ise, kabuk iki parçaya
ayrılır ve parçalar birbirinden uzaklaşmaya başlarlar. Bu uzaklaşma iki parça arasında
genişleyen bir okyanus ile büyüyen bir okyanusal kabuğun gelişmesini sağlar. Levhaların
hareket hızları en fazla 24 cm/yıla kadar değişiklik göstermektedir. Bu da bilindiği gibi
kıtaların büyüklük ve konumlarında sürekli değişikliklere neden olmaktadır.
III. jeolojik zamanda meydana gelen ve bu yüzden oldukça genç ve dinamik bir yapı
gösteren Alp-Himalaya orojenez kuşağında yer alan ülkemizde olan depremler, Atlantik
Okyanus ortası sırtının iki tarafa doğru yayılmasına bağlı olarak Afrika-Arabistan levhalarının
kuzey-kuzeydoğuya doğru hareket etmeleriyle ilişkilidir. Ayrıca, Kızıldeniz’in uzun ekseni
34
boyunca bugün de devam eden deniz tabanı yayılması nedeni ile Arabistan levhası kuzeye
doğru itilmekte ve Avrasya levhasının altına doğru dalmaya zorlanmaktadır. Bu zorlanma ile
Arabistan levhası ile Avrasya kıtası arasında kalan Doğu Anadolu bölgesinde yoğun sıkışma
etkisi oluşmaktadır. Kuzey Anadolu Fayı ve Doğu Anadolu Fayı gibi belli başlı büyük fay
hatlarını harekete geçiren bu sıkışma milyonlarca yıldır devam etmekte günümüzde de
yaşadığımız depremlerin ana nedeni oluşturmaktadır.
Kuzey Anadolu Fayı (KAF) 1400-1500 km uzunluğunda bir faydır/kırıktır. Kuzey
Anadolu Fayı ile Doğu Anadolu Fayı (DAF) arasında kalan Anadolu levhası yılda 13-27 mm
hızla, iki parmak arasındaki zeytinin pırtlaması gibi batıya doğru hareket etmekte ve en batıda
ise sola doğru kıvrılarak Girit dalma-batma bölgesine doğru ilerlemektedir. Arabistan
levhasının kuzeye doğru ilerlemesi ile Atlas Okyanusu ve Akdeniz’i Hint okyanusuna
bağlayan eski bir okyanus yok olmaya başlamış ve böylece Arabistan kıtası ile Avrasya kıtası
birbirleri ile çarpışma sürecine girmiştir. Anadolu bu çarpışma zonu üzerinde bulunmaktadır.
Çarpışma sırasında Anadolu'nun doğusunda kıta kabuğu kalınlaşmış olup bu kalınlaşma halen
de devam etmektedir. Bu sayede Doğu Anadolu birkaç milyon yıldır yaklaşık 2000 m
yükselmiştir. Günümüzden yaklaşık 5 milyon yıl önce Kuzey Anadolu Fayı ile Doğu Anadolu
Fayı Karlıova'da birleşmiş olup, Anadolu levhası da 100 yılda 2 metre kuzeye doğru ilerleyen
Arabistan levhasının sıkıştırması sonucunda, o tarihten beri batıya doğru kaymaktadır.
Anadolu levhasının batıya hareketi, Yunanistan-Ege coğrafyasındaki yer kabuğu tarafından
engellenmeye çalışılmaktadır. Bu engelleme Batı Anadolu'da "bir süpürgenin ucunun duvara
sıkıştırılmasıyla tel aralarının açılarak oluşturduğu yelpaze gibi", genişlemelere yol açmakta
ve bu bölgede graben ve horst adı verilen çöküntü ve yükselim alanları oluşmaktadır. Afrika
levhasının kuzeyindeki, Akdeniz’in tabanındaki kalıntı okyanusal kabuk yaklaşık 15 milyon
yıl önce Girit Adası'nın güneyinde, Avrasya levhasının altına dalmaya başlamış ve dalan
bölüm Manto içinde ergiyerek magmaya dönüşmüş ve bu magma tekrar yükselerek Ege
Denizi'ndeki volkanik ada yayı kuşağını oluşturmuş olup bu sürecin halen de devam ettiği
bilinmektedir.
Afrika levhasının kuzeye doğru Anadolu levhası ile Avrupa kıtasının altına dalmayı
sürdürmesiyle yaklaşık 100 milyon yıl sonra, Afrika kıtası ile Avrupa kıtası ve Anadolu
levhası birleşecektir. Anadolu levhasındaki yaşanan bu süreç beraberinde de birçok fayın
gelişmesine ve buna bağlı olarak da depremlerin oluşmasına neden olmaktadır.
Tarih boyunca çok sayıda ve oldukça şiddetli depremlerin yaşandığı bu topraklar, yine
çok sayıda şehrin, dolayısıyla devletler ve medeniyetlerin ciddi zararlar görmesine ve hatta
tarih sahnesinden silinip gitmesine dahi şahit olmuştur. Yapılan arkeolojik çalışmalarda, bu
türden ciddi zararlar veren bir deprem, -1400 yıl sonra olsa da- tespit edilmiştir. 26 Ekim 2012
tarihli bir haberde, Denizli’nin Eskihisar Mahallesi’ndeki Laodikya Antik kentinde devam
eden kazı çalışmaları sırasında bin dörtyüz yıllık deprem izlerinin bulunduğu bildirilmiştir.
Haber özetle şu şekilde yer almıştır: “Laodikya Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı Prof. Dr.
Celal Şimşek, antik kentte bin 400 yıl önce olan depremlerin kalıntılarını bulduklarını söyledi.
Laodikya Antik kentinde son zamanlarda yapılan kazılarda deprem bölgesi Denizli’nin geçen
yıllarda da depreme maruz kaldığı ve Laodikya Antik kentinin deprem yüzünden terk edildiği
35
ortaya çıktı. Çalışmalarda Denizli’nin binlerce yıldan bu yana deprem bölgesi olduğuna dair
buluntular elde ettiklerini belirten Şimşek, “Denizli bölgesi binlerce yıldan bu yana
depremlerle yıkılıp tekrar tekrar ayağa kaldırılan bir bölge. Özellikle antik dönemden
günümüze depremlerin ne zaman olduğunun çoğunu biliyoruz. Agustus döneminden M.S. 7
yüzyılda kentin terk edilinceye kadarki süreçte yaşanan depremler ve bunun arkasından tekrar
kentin kuruluşunu biliyoruz. En önemli depremleri sıralayacak olursak M.Ö. 27 yılındaki
deprem, M.S. 47 yılındaki deprem, M.S. 60 yılındaki deprem ki bu depremde hemen hemen
kent tamamiyle yıkılmış ve tekrar ayağa kaldırılmıştır. Bunun arkasından imparator Valens
zamanında 268-270 yıllarındaki deprem. Yeni keşfettiğimiz bir deprem de özellikle İmparator
Diegledyan zamanında M.S. 300 yıllarında olmuştur. Bu depremin önemi kutsal Agora'nın
güney duvarı 12-13 sıra olarak tamamıyla kuzey yönüne doğru yıkılmış olarak tespit ettik.
Duvar altında ve üstünde çıkan sikke buluntuları ve diğer arkeolojik metaryeller depremin
tarihini doğrulamamızı sağladı” Bu depremlerin Laodikya Antik Kenti’ne büyük zarar
verdiğini kaydeden Şimşek, sözlerini şöyle sürdürdü:“Bu depremlerin arkasından M.S. 494
yılı depreminde tamamıyla kent yıkılıyor ve tam toparlanamıyor. Bu yıkımn arkasından
itibaren Laodikyalılar Denizli’ye, Kaleiçi, Hisarköy ve Babadağ’ın yamaçlarına taşınıyorlar.
Bu gidiş sırasında buradaki mimari blokların bir kısmını kaplamaları söküyorlar. Tekrar geri
geliriz düşüncesiyle evlerin, dinsel yapıların ve dükkânların kapılarını örüyorlar. Fakat bir
daha geri gelemiyorlar. Çünkü imparator Fokas döneminde M.S. 602-610 depreminde kent
yerle bir oluyor ve bir daha yerleşme olmuyor”. Bu bölgedeki depremlerin her zaman
olduğunun antik kazı çalışmalarında da ortaya çıktığını ifade eden Şimşek, sözlerini şöyle
tamamladı: “Dolayısıyla bizim burada 700 yıllık bir zaman diliminde ve hangi aralıklarla
deprem olduğunu tespit etmemiz bölgenin depremselliği açısından önemli diye düşünüyorum.
Çünkü özellikle antik dönemde olan depremler çok şiddetli olmuş burada. Yapılardaki
yıkımlara ve bunun arkasından tekrar tamiratlara ve özellikle mimari blokların çok kalın ve
kenetler kullanılarak yapılmasından anlıyoruz. Aletsel ölçüm 100 yıldan fazla değil ama antik
kentteki depremlerin 7 ve üzeri şiddetinde olduğunu söyleyebiliriz”.
Ay ve günü belli olmayan fakat M.S. 17 yılında olduğu kesin olarak bilinen, bir başka
Batı Anadolu depremi, Büyük Menderes ırmağı ve kollarının suladığı bölgedeki kentlerin bir
gecede yıkılmasına neden olmuştur. Depremin merkez üssünün Lydia bölgesi (Manisa ve
çevresi) olduğu ancak Ionia bölgesi (İzmir ve çevresi) ile Aiolis bölgesinin de (Edremit
körfezinin güney kesimi) etkilendiği anlaşılmaktadır. Bu deprem konusunda çok sayıda antik
yazardan bilgi almaktayız. Bunlar arasında Strabon, Yaşlı Plinius, Suetonius, Seneca ve Dio
Cassius’u sayabiliriz. Ancak en ayrıntılı bilgiyi yaklaşık, M.S. 56-120 yılları arasında yaşamış
olan tarihçi Tacitus’tan almaktayız.
Tacitus bu depremi şöyle anlatmıştır: “…. Aynı yıl Asya’daki 12 önemli kent bir
depremde yerle bir oldu; gece meydana gelen ve bu nedenle sezilemeyen deprem çok hasara
neden oldu. Söylendiğine göre koca dağlar dümdüz olmuş, ovalar kabarıp yükselmiş,
yıkıntılar arasından alevler fışkırmıştı. Deprem en fazla Sardeislileri etkilediğinden, en çok
şefkati onlar gördü. İmparator (Tiberius) on milyon sestertius vaadetti; ayrıca ulusal ve
imparatorluk hazinesine vermek zorunda oldukları vergiden beş yıl için muaf tuttu. Sipylos
dağı yamacındaki Magnesialılar gördükleri hasar ve aldıkları tazminat açısından ikinci
36
sıradadırlar. Temnoslular, Philadelphialılar, Aigailılar, Apollonideialılar, Mosteneliler,
Hyrkania Makedonyalıları ile Hierokaisareia, Myrina, Kyme ve Tmolos kentleri de aynı süre
içinde vergiden muaf tutuldular”.
Görüldüğü üzere Türkiye, bilinen tarihsel dönem deprem kayıtlarına göre M.Ö. 2000
yılından beri sürekli olarak hasar verici ve yüzey faylanmasına neden olmuş büyük
depremlere maruz kalmıştır. Bu yüzden deprem, birlikte yaşamayı öğrenmek zorunda
olduğumuz bir gerçek olup zarar görmemek için kaçmak/görmezden gelmek/ertelemek değil,
gerekenlerin yapılıp, tedbir alınması şarttır.
2.3. Türkiye ve Kentleşme
Şehirlerin ilk olarak ortaya çıktığı tarihi belirlemek zor olmakla birlikte tarihte en eski
şehir merkezi olarak bilinen yerler Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır. Ülkemiz elverişli doğal
ve beşeri koşullara bağlı olarak yeryüzünde ilk yerleşime açılan bölgelerdendir. Bu yüzden
Anadolu’daki şehir yerleşmeleri oldukça eski dönemlerden kalmadır. Gerçekten de
Çatalhöyük örneğindeki gibi, Türkiye’de en azından altı bin yıl öncesine dayanan şehir
nitelikli yerleşme merkezleri mevcuttur. Zaten bu yüzden Çatalhöyük, 2012 yılında UNESCO
tarafından Dünya Miras listesine dâhil edilmiştir.
Şehirlerin kuruluşu ve gelişiminde, doğal ortam koşulları, önemli yol kavşakları ve
güzergâhlarında bulunması, çevresinin etki merkezi olması gibi tabii faktörler yanında,
ekonomik fonksiyonlar, ticaret faaliyetleri ile diğer sosyo-kültürel unsurlar da etkili
olmaktadır. Elbette bu faktörler bulunduğu ve var olmaya devam ettiği sürece şehir de
yaşamaya devam etmekte, fakat bunlardan biri veya birkaçı doğal veya beşeri nedenlerden
dolayı ortadan kalkarsa, şehir de yok olup gitmektedir. Bunu görmek için Türkiye’nin hemen
her bölgesinde dağılmış olan yüzlerce şehir harabeleri/kalıntılarına bakmak yeterlidir.
Şehirler, ortaya çıktığından beri nüfusun toplandığı, çeşitli ekonomik faaliyet
kollarının gelişimine bağlı olarak işbölümü ve uzmanlaşmanın ileri seviyelere çıktığı
merkezlerdir. Bu yüzden şehirler öteden beri idari, askeri, dini vb. gibi çeşitli fonksiyonları
bünyesinde barındıran, fonksiyon ve manzara olarak kırsal kesimden tamamen farklılaşmış
önemli yerleşme merkezleridir.
Bu nitelikleriyle şehirler eski çağlardan beri Türkiye topraklarında kurulmuş ve her
medeniyet içerisinde kendi manzara ve karakterini kazanmıştır. İlkçağ’da özellikle Roma
dönemi sırasında sayıca önemli miktarlara çıkan şehirler, Bizans dönemi sonlarına doğru
biraz gerilemiş; fakat Selçuklu ve Osmanlı döneminde yeniden bir artış yaşanmıştır. Ama bu
son dönemde yaşanan artışlar, Osmanlı devletinin çöküş yıllarında ve özellikle 19. yüzyıl
sonları ile 20. yüzyıl başlarında önemli oranlarda gerilemiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra birçok alanda olduğu gibi ülkemizde şehir ve şehir
nüfusunda da önemli değişiklikler ve gelişmeler olmuştur. Şehir ve şehirleşme açısından
Cumhuriyet dönemini, önceki zamanlardan ayıran en önemli karakter şehir sayısı, şehir
nüfusları ve şehir mekânlarının geçmişte hiç olmadığı kadar hızlı büyümesidir. Şehirlerin
37
Cumhuriyet dönemindeki nüfus artışlarına bakıldığında, özellikle 1950’lerden sonra
olağanüstü hızlı büyüdükleri dikkati çeker. Örneğin 1927 yılındaki ilk sayımda Ankara
şehrinin nüfusu 74.553 iken 2012 yılında 4.965.542’ye ulaşmıştır ki, bu 85 yılda yaklaşık 66
katlık bir büyüme demektir. 20. yüzyılda Dünya bütününde yaşanan şehirleşme olgusu
Türkiye’de de kendini göstermiş, özellikle 1950’den itibaren şehir yanında şehirleşme
kavramı da öne çıkmıştır.
Şehirleşme basit olarak, endüstrileşmeye ve ekonomik gelişmeye paralel olarak
şehirsel yerleşme sayısının artması ve bu yerleşim birimlerinin büyümesi sonucunu doğuran
nüfus birikim süreci şeklinde tanımlanabilir. Sanayileşmeyle hız kazanan şehirleşme,
geleneksellikten modernliğe geçiş sürecinin ilk adımı olarak kabul edilmektedir. Bir alanın
şehirleşme yapısı ve gelişim sürecinin analizi, oluşturulan şehir tanımı üzerinden
şekillenmektedir. Fakat şehri açıklayan tanımlar arasında farklılıklar bulunmaktadır. Şehir
kavramının zaman ve mekâna bağlı olarak da ele alınması zorunluluğu dikkate alındığında her
ülkenin gelişmişlik düzeyi, nüfusun geleneksel tavırları ve bu konuya bakış açıları da
farklılıkları ortaya çıkarmaktadır. Şehir tanımlarının bir bütünlük oluşturmamasında şehrin
çok çeşitli yapısı nedeniyle çok sayıda bilim dalının inceleme alanına girmesinin de önemli
etkisi bulunmaktadır. Bu bilim dalları konuyu değişik açıdan ele alıp farklı birçok tanım
ortaya koymaktadır. Bu farklılıklara rağmen şehirleri kırsal alanlardan ayıran kendine has
temel özellikler bulunmaktadır. Bu özellikleri ana hatlarıyla fiziki ve beşeri olmak üzere iki
genel grupta toplayabiliriz.
Bir yerleşmenin şehir olarak kabul edilmesinde Dünya genelinde ortak bir kriterin
olmadığı görülür. Bazı ülkeler idari yapıyı, bazıları nüfusu, bazıları ise şehirsel fonksiyonları
ölçüt olarak kabul etmişlerdir. Nüfus ve idari yapı en fazla kullanılan kriterler arasındadır. Bir
yerleşmenin şehir kabul edilme kriteri ve bu kriterlerin eşik değerlerinde ülkemizdeki
kurumlar ve bilim adamları arasında da bir birlikteliğin olmadığı görülür. TUİK (DİE) tüm il
ve ilçe merkezlerini şehir, bucak ve köy yerleşmelerini ise kırsal alan olarak kabul etmektedir.
Yapılan bazı araştırmalarda ise, nüfus kriteri son düzenlemelere göre değerlendirildiğinde
5.000’e kadar yerleşmeleri köy, 5.000 ile 20.000 nüfus aralığındaki yerleşmeleri kasaba ve
20.000 nüfus sınırını geçen yerleşmeleri şehir olarak kabul edildiği görülmektedir.
Günümüzdeki şehirleşme, 19. yüzyıldan itibaren İngiltere’de başlayıp Batı
Avrupa’daki diğer ülkelerde gittikçe etkisini hissettiren sanayileşme ve ortaya çıkan istihdam
açığına bağlı olarak kırlardan şehirlere yoğun nüfus akımı şeklinde ortaya çıkmıştır.
Türkiye’deki bu şehirleşme süreci ise Batı Avrupa’daki gibi şehirlerde yoğunlaşan
sanayileşme ve istihdam açısından ortaya çıkan çekicilikten çok kırsal kesimde artan nüfusa
bağlı olarak ortaya çıkan istihdam sorunu ve daha çok kırsal alanların iticiliği sebebiyle
başlamıştır. Bu nedenledir ki Türkiye’deki şehirleşme hızlı bir demografik büyüme şeklinde
ortaya çıkmıştır. Böylece bir yandan mevcut şehirler doğal nüfus artışları ve göçlerle
büyürken diğer yandan yeni şehirlerin bu sürece eklenmesiyle şehirlerin sayısı da artmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarını temsil eden 1927 yılında Türkiye’de şehir yerleşmesi
kategorisinde 355’i kasaba yerleşmesi olmak üzere 383 yerleşme bulunmaktaydı. Bu durum o
dönemdeki şehir yerleşmelerinin çoğunun kasabalardan oluştuğunu göstermektedir. Türkiye
38
1927 yılında toplam 13.648.270 nüfusa sahipti. 20.000 ve üstü nüfusa sahip yerleşmeleri şehir
olarak kabul ettiğimizde Türkiye’de bu dönemde toplam 26 yerleşmenin şehir özelliği
kazandığı görülür. Bu şehirleri nüfus büyüklüğüne göre grupladığımızda 26 şehirden 21’i,
20.000 ile 49.999 nüfus aralığındaki çok küçük şehir 3’ü, (Ankara, Adana, Bursa) 50.000 ile
99.999 nüfus aralığındaki küçük şehir 1’i (İzmir) 100.000 ile 499.999 nüfus aralığındaki orta
büyüklükteki şehir ve 1’i (İstanbul) ise 500.000’den fazla nüfus olan ve büyük şehir
diyebileceğimiz nüfus grubunda olduğu ortaya çıkmaktadır. Kırsal kesimden şehirlere doğru
başlayan göç 1950’lerden itibaren gittikçe kendisini gösterirken, nüfus artışının en fazla
olduğu 1960’larda iyice belirginleşmiştir. Böylece şehirler; bir yandan doğal nüfus artışı bir
yandan da kırsal kesimden göçlerle hızlıca büyümüş ve sayıları artmıştır. Nitekim 1960
yılında nüfusu 20.000 ve daha fazla olan yerleşmelerin sayısı 1927 yılına göre 3 katına yakın
artarak 80’e yükselmiştir. Artan şehir sayısına bağlı olarak her coğrafi bölgede şehir sayısı
fazlalaşırken bu artış Marmara ve Ege Bölgeleri ile Karadeniz Bölgesi’nin kıyı kesimleri ve
kısmen de Orta Anadolu Bölgesi’nde daha çok kendini göstermiştir. Şehirlerin toplam nüfusu
6.088.336 olup Türkiye toplam nüfusun % 21,9’unu oluşturmuştur. Bu oran 1927 yılıyla
kıyaslandığında Türkiye’de şehirleşmenin 2 kat arttığı görülmektedir. 1960 yılında şehir
nüfusu 9 milyonu aşmış ve şehir nüfusu ve şehirleşme oranı bakımından Marmara Bölgesi ilk
sırada yer almıştır. Orta Anadolu, Ege ve Akdeniz bölgeleri birbirine yakın oranlarla Marmara
Bölgesini takip etmişlerdir. Karadeniz Bölgesi ise bu dönemde şehirleşme oranı en düşük olan
bölge olmuştur.
Türkiye’de 1960 yılından sonra doğal nüfus artış hızı yavaşlama trendine girdiyse de
ülkenin toplam nüfusunun önemli bir kitlesel büyüklüğe ulaşması nedeniyle ülke nüfusu bu
tarihten sonra da katlanarak büyümeye devam etmiştir. 2000 yılında toplam şehirsel yerleşme
sayısı 1326 olurken bunlardan 1018’i kasaba, 308’i de şehir niteliğindedir. Bu verilere göre
1960 yılına oranla şehirlerin sayısı 2 kat artmıştır. Yine 2000 yılında Türkiye’de büyük şehir
sayısı 58’e ulaşmıştır ve bunlardan 5 tanesini metropol (nüfusu 1.000.000 olan şehirler)
niteliğini kazanmıştır. Artan nüfus ise bir yandan mevcut şehirlerin daha fazla büyümesine
neden olurken, diğer taraftan yeni yerleşmelerin nüfuslarının artmasıyla şehir sayısı da
yükselmiştir. Böylece 1960’da 80 olan şehir sayısı 2012 yılında 250’yi geçmiştir. 1960’da
sadece İstanbul metropol niteliğinde iken 2012’de 9 şehrin daha buna eklendiği
görülmektedir. Türkiye genelinde büyük şehir ve metropol şehirlerin dağılışı dikkate
alındığında şehir nüfusunun ülkenin batı kesiminde özellikle de Marmara Bölgesi, Ege ve
Akdeniz Bölgeleri’nin kıyı kısımları ile Orta Anadolu Bölgesi’nde Ankara ve yakın
çevresinde yoğunlaştığı görülmektedir. Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgeleri’nde ise bu
oranın gittikçe düştüğü ortaya çıkmıştır. TUİK tüm il ve ilçe merkezlerini şehir, bucak ve köy
yerleşmelerini ise kırsal alan olarak kabul etmektedir. Bu doğrultuda 2012 yılı adrese dayalı
nüfus kayıt sistemi verilerine baktığımızda ülkenin toplam nüfusunun % 77,3’ü
(58.448.431kişi) şehirlerde ikamet etmekte olduğunu görebiliriz.
Türkiye’nin 1960 sonrasında planlı kalkınma dönemini başlatması ve şehirleşmenin de
kalkınmada bir hedef olarak kabul edilmesi nedeniyle, kırsal alanlardan (tarım sektöründen)
şehirlere (hizmet ve sanayi sektörüne) göç dolaylı da olsa teşvik edilmiştir. Benzer şekilde
nüfus artış hızının ekonomik gelişme çabalarını sekteye uğrattığı, şehirleşmenin ise doğum
39
oranlarını düşürerek nüfus artış hızını kestiği belirtilerek şehirleşme desteklenmiştir. Bununla
birlikte 1985’lerden itibaren Türkiye’nin küresel ekonomiye entegre olma sürecine girmesinin
yanında ithal ikameci bir dış ticaret politikasından ihracata yönelik bir politikanın
başlatılması, şehirlerde imalat sektörünün gelişimi ve dolayısıyla da şehirlere göçü yeniden
tetiklemiştir. Bu göçlerin ise daha çok büyük şehirlere yönelmesi ve metropolitenleşmenin
artmasıyla birtakım fiziksel ve sosyo-ekonomik sorunların, bu alanlarda daha da
yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bu sorunların giderilmesi amacıyla beşinci beş yıllık
kalkınma planından itibaren göçün orta büyüklükteki şehirlere de yönlendirilerek ülke
genelinde daha dengeli bir şehirleşme dağılışı hedeflenmiştir. Bu anlamda büyük şehirlerde
caydırıcı, küçük ve orta büyüklükteki şehirlerde ise teşvik edici nitelikte politikaların
uygulanması önerilmiştir. Bu çabalar kısmen etkili olduysa da günümüze kadar metropol
şehirler gerek daha alt gruptaki şehirlerin gerekse de kırsal alanların başlıca çekim alanı olma
özelliğini korumaları nedeniyle nüfusları katlanarak artmıştır. Böylece metropol şehirlerde bu
hızlı nüfus akını sonucunda konuttan altyapıya, çevresel yapıdan sosyo-ekonomik yapıya
kadar uzanan birçok sorunun büyümesine neden olmuştur.
Avrupa ülkelerine göre oldukça hızlı artan ve genç nüfusun fazla olduğu ülkemizde,
şehirleşme de hızlı artmaktadır. Sosyo-ekonomik kriterler açısından olmasa bile, en azından
şehirlerde yaşayan nüfusun hızla arttığı bir ortamda Türkiye, şehirlere kırsal kesimden daha
fazla emek ve zaman ayırarak, kısa ve orta vadede etkili olacak yatırımlar yapmalıdır.
Yatırımları şehirlere yoğunlaştırırken de, kesinlikle tüm nüfusun gıda maddelerinin üretildiği
kırsal kesim ihmal etmemelidir.
2.4.
Coğrafi/Doğal Miras
Coğrafi/doğal mirasın kültürel miras ile bağlantısı yok gibi görünse de, aslında bazı
durumlarda ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Üstelik kültürel miras ve doğal
miras UNESCO tarafından aynı bütünün iki ayrı parçası olarak ele alınmakta ve
değerlendirilmektedir. Ayrıca konunun içerisine turizm girdiğinde, doğal miras olmaksızın
turistik faaliyeti düşünmek imkansızdır. Ayrıca ülkemizin kültürel miras yanında, yukarıda da
belirtildiği üzere, doğal miras açısından da son derece çeşitli ve zengin unsurlara sahip olması
gibi faktörler, bizim burada coğrafi miras bahsine de girmemizi zorunlu kılmaktadır.
Türkiye’nin konumu, sahip olduğu doğal ve kültürel özellikleri ve zenginlikleri
nedeniyle, her açıdan olduğu gibi coğrafi miras açısında da dünyada önemli bir yeri
bulunmaktadır. Bu ise başta turizm olmak üzere birçok bakımdan Türkiye’yi öne çıkarmakta
ve hatta sadece ülkemizde bulunan bazı doğal turistik değerler ile kültürel turistik değerler, bu
açıdan Türkiye’yi dünyada eşsiz bir konuma getirmektedir. Burada sadece doğal turistik
değerler ele alınarak, mutlaka görülmesi gereken önemli örnekler üzerinde durulacak; bunlar
verilirken de mümkün olduğunca UNESCO tarafından kabul edilen “doğal miras”
tanımlamasına uygun veya oldukça yakın olanlarından seçim yapılacaktır.
UNESCO’ya göre doğal miras; olağandışı fiziksel, biyolojik veya jeolojik özelliklere
sahip olmanın yanı sıra, tehlike altında olan türlerin yaşam alanları olan bölgeleri; bilimsel,
çevresel ve doğal güzellikleri dolayısıyla değerli alanları kapsamaktadır. Bu ise, 1972 yılında
40
kabul edilen sözleşmede belirtilen, “kültürel ve doğal mirasın sıra dışı, ilgi çekici örneklerinin
insanlığın, Dünya Mirasının parçası olarak korunması gerekir” hükmü gereğince, sözleşmede
imzası olan bütün ülkelerin bahsi geçen değerli alanları korumasını gerektirmektedir.
Dünya Turizm Örgütü’ne (WTO) göre turizm; kendi olağan çevresinin dışında bir
yere, belirlenmiş bir süreden daha az kalmamak üzere gidilen ve ana amacı ziyaret ettiği yerde
para kazanılan bir faaliyet denemesi dışında seyahat etmek olan kişinin faaliyetleridir. Başka
bir tanımda ise turizm, insanların devamlı ikamet ettikleri, çalıştıkları ve her zamanki olağan
ihtiyaçlarını karşıladıkları yerlerin dışına seyahatleri ve buralardaki, genellikle turizm
işletmelerinin ürettiği mal ve hizmetleri talep ederek, geçici konaklamalarından doğan olaylar
ve ilişkiler bütünü şeklinde ifade edilmiştir.
Yukarıda verilen bilgiler ışığında konuya yaklaşılırsa, Türkiye’nin sahip olduğu
coğrafi mirasın fazlasıyla çeşitli ve zengin olduğu hemen dikkati çekecektir. Nitekim son
yıllarda ülkemize gelen turist sayısının sürekli artması ve bunların da yine artan oranlarda
doğal turistik değerlere yönelmesi söylenenleri doğrulamaktadır.
Türkiye coğrafyasındaki doğal değerlere dayalı çeşitlilik, kıyı turizminde doyma
noktasına yaklaşan Türkiye için turizmin çeşitlendirilerek alternatif etkinliklerle
güçlendirilmesi için birçok fırsat oluşturmaktadır. Buna bağlı olarak Türkiye’ye yönelik dış
turizm talebinde doğal kaynakların önemi gün geçtikçe artmaktadır. Yapılan bir araştırmaya
göre yabancı turistlerin Türkiye’yi tercih nedenleri arasında doğal çevre özellikleri %17,6’lık
bir oranla ikinci sırada yer almaktadır. Bu turistlerin doğal çevre içerisinde gerçekleştirmek
istedikleri etkinlikler arasında %70 gibi yüksek bir oranla ilk sırayı yaban hayatını
gözlemlemek almıştır. Bunlara araştırmada doğal çevre özelliklerinden ayrı kabul edilerek
hesaplamaya katılmış olan milli parklar (10,3), plajlar (7,2), iklim ve şifalı sular (6), dağcılık
(5,6), yayla turizmi (4,2), avcılık (3,2) gibi değerler de eklenirse yabancı turistlerin Türkiye’yi
tercih nedenleri arasında doğal değerler birinci sırayı almış olur.
İnsanı turizme katılmaya iten güdüleri arasında yer alan dinlenme, eğlenme, heyecan,
sağlık, spor gibi fiziksel olanlarla yolculuktan zevk alma gibi bireysel güdüler doğal çevre
özelliklerinin turizm alanındaki önemini artırmaktadır. Doğal çevre özellikleri; dinlenmeeğlenme ya da tedavi amacıyla gerçekleştirilen klimatizm (iklim tedavisi), termalizm, üvalizm
(meyve sebze kürü), yayla, kıyı turizmi gibi turizm türleri için bir fırsat oluşturur. Ayrıca sörf,
rafting, kano gibi su sporları, kış sporları, dağcılık, mağaracılık gibi turizm türleri için ortam
yaratır. Günümüzde turistlerin önemli bir bölümünün su kaynaklarıyla orman ve dağlık
alanlara yöneldikleri gözlenmektedir. Dolayısıyla doğal çevre özelliklerinin bir arada uyumlu
bir biçimde bulunduğu alanların turistik çekim güçleri artmaktadır.
Burada doğal turistik değerler arasında yer şekilleri, iklim, hidrografya, bitki örtüsü,
hayvanlar, sıcak sular ve yaylacılık başlıkları altında önemli bazı unsurlara değinilirse, yer
şekilleri grubunda adalar, boğazlar ve dağlar ilk sırayı aldığı görülebilir.
Adalar: Türkiye karasularında irili ufaklı 500’e yakın ada bulunmaktadır. Bunlar 11
tane il sınırları içerisinde kalmakta olup en fazla ada, 47 ile Balıkesir ilidir. Türkiye’deki
41
adalar yüz ölçüm itibariyle küçük olup en büyükleri Gökçeada (286 km²) ve Marmara (117
km²) adalarıdır. Bu adalardan turizme açık olup en fazla bilinenleri başta İstanbul adaları
olmak üzere, Gökçeada, Bozcaada, Marmara adası ile Van Gölü’ndeki Akdamar adasıdır.
Akdamar adası: Van ve Bitlis illeri arasında bulunan ve Van Gölü'nün içinde yer alan
ikinci büyük adadır. Van'ın Gevaş ilçesi sınırları içerisinde yer alan adada, Ermeniler´den
kalma bir kilise bulunur. Yüzölçümü 70.000 m2 olan adanın toplam kıyı uzunluğu 3 km’yi
bulmaktadır. En yüksek noktası deniz seviyesinden 1912 m olan adanın batı uçlarında
yüksekliği 80 m’ye ulaşan dik kayalıklar vardır. Van’a 47 km, Gevaş İlçesine 7 km mesafede,
sahilden 4 km uzaklıkta olan adaya, deniz motorlarıyla 20 dakikalık zevkli bir yolculuktan
sonra ulaşılır. Akdamar Adası üzerindeki aynı adlı Ermeni Kilisesi, M.S. 915 ile 921 yılları
arasında mimar Keşiş Manuel tarafından Kral I. Gagik’ın denetiminde inşa edilmiştir. Kutsal
Hac’a ithaf eden kilise merkezi kubbelidir ve dört yapraklı yonca biçimli hac plana sahiptir.
Kubbenin yerden yüksekliği 20.40 metredir. Kilisenin etrafını çeşitli bantlar halinde taş
kabartmalarda İncil ve Tevrat’tan alınan dini konular günlük olaylar ve av sahneleri
işlenmiştir. Yapılar 1113 tarihinde manastıra çevrilmiş ve 1895 yılına kadar yöredeki Ermeni
Patrikliğinin merkezi durumunda olmuştur.
İstanbul ve Çanakkale boğazı: Dördüncü jeolojik zaman içerisinde meydana gelen
faylanmalar ile akarsu vadilerinin deniz suları tarafından basılması sonucunda oluşan
boğazlar, dünyadaki en dar ve sığ boğazlar arasındadır. Asya ile Avrupa ve Anadolu ile
Trakya’yı birbirinden ayıran, aynı zamanda bunları buluşturan oluşumlar olan boğazlar,
özellikle dünyada eşi ve benzeri bulunmayan İstanbul boğazı, Türkiye’nin en güzel ve
görülmeye değer yeridir.
İstanbul Boğazı, Karadeniz ile Marmara Denizi'ni bağlayan 29.9 km uzunluğunda bir
su yoludur. Boğaz'ın, uluslararası taşımacılık yapılan sulara oranla çok dar ve bir o kadar da
kıvrımlı bir yapısı vardır. İki yakasının birbirine en fazla yaklaştığı nokta, Anadoluhisarı ile
Rumelihisarı arasında 698 metredir. En derin yeri Bebek ve Kandilli semtleri arasında 110 m,
ortalama su derinliği ise 60 metredir. Derinlik güneyden kuzeye çıkıldıkça artış gösterir.
İstanbul Boğazı'nın girintili-çıkıntılı yapısı hemen her bölgede kendini gösterir. 12 keskin
kıvrımı bulunan Boğaz'ın kıvrılma açıları Kandilli açıklarında 45 °, Yeniköy açıklarında ise
80°’yi bulur. Boğaz'ın bu kıvrımlı yapısı nedeniyle suyolu uzunluğu ile kıyı uzunluğu
birbiriyle aynı değildir. Kara uzunluğu Avrupa yakasında bir uçtan bir uca 55 km’yi bulurken,
Anadolu yakasında bu uzunluk 35 km kadardır. Boğaz'ın kıyılarında geniş düzlükler
bulunmaz. Yer yer denizin bitiminden birkaç metre sonra yalçın tepeler başlar. Boğaz'ın
özellikle Avrupa yakası kıyılarındaki düz alanların çoğu deniz doldurularak elde edilmiştir.
Çanakkale Boğazı, İstanbul Boğazı'nın iki katıdır ve en dar yeri orta tarafında 1300
metredir. Burası güneyde Çanakkale kenti kuzeyde Kilitbahir'in olduğu yerdir. Boğazın en
geniş yeri 7 km, uzunluğu 60 km'dir. En derin noktasının derinliği 167 m olan boğazın
ortalama derinliği 65 metredir. Batı yakasını Gelibolu Yarımadası, doğu kıyılarını Biga
Yarımadası oluşturur. Boğazın her iki yakasında kaleler vardır. İlk defa Türk kuvvetleri
1356'da Süleyman Paşa ile Çimpe (Çimenlikhisar) kalesini fethetti, Çardak kalesini yaptı.
42
Yıldırım Bayezid Bizans surlarını yıkıp iç kaleyi düzeltti. Fatih Sultan Mehmet, Rumeli'de
Sestos (Kilidülbahir-deniz kilidi), Anadolu'da Aydos (Seddülbahir-deniz seti) kalelerini yaptı.
Dağcılık: Türkiye, farklı yüksekliklerde, çeşitli jeomorfolojik ve jeolojik yapıya sahip,
flora ve fauna açısından zengin ormanlara ve siluete sahip, çeşitli ve bol av- yaban hayatı olan
dağlarıyla hem kış turizmi hem de dağ yürüyüşü ve tırmanışları için dağcılık sporunu
sevenlere olağanüstü çekici ve ilginç olanaklar sunar. Türkiye'yi her yıl dünyanın çeşitli
yerlerinden çok sayıda turist dağ tırmanışı ve yürüyüşü için ziyaret etmektedir.
Yükseklikleri fazla ve doğal-kültürel çekicilikleri fazla olan ve bu yüzden turistlerin
ilgi gösterdiği başlıca dağlarımız şunlardır: Bursa Uludağ (2543 m), Bolu Köroğlu Dağı (2400
m), Ilgaz Dağı (2587 m), Karagöl Dağları (3100 m), Rize Kaçkar dağları (3932 m) Erciyes
Dağı (3917 m), Hasan Dağı (3263 m), Büyük Ağrı Dağı (5137 m), Tendürek Dağı (3533 m),
Süphan Dağı (4058 m), Nemrut Dağı (3050 m), Adıyaman Nemrut dağı (2150 m), Beydağları
(3086 m), Bolkar Dağları (3524 m), Hakkari Cilo/Buzul dağı (4136 m), Cudi dağı (2114 m).
Bunlar arasında, Türkiye’nin ve Avrupa’nın en yüksek dağı olan Ağrı dağı Nuh
Tufanı ile birlikte anıldığı için özellikle önemlidir. Büyük Tufan'dan sonra Nuh'un gemisi ne
ev sahipliği yapması dolayısıyla efsanevi özelliği olan bir dağdır. Bir inanışa göre, Eski
Ahid'teki Tekvin babında Nuh'un gemisinin karaya oturduğu dağ bu dağdır. Fakat Kuran'ı
Kerim'de Nuh’un gemisinin "Cudi'ye oturduğu" belirtilmektedir. 1950'li yıllarda, havadan
çekilen fotoğraflardaki gemiye benzeyen şekiller Nuh'un gemisinin bulunduğu yönünde
yorumlanmış, ancak daha sonra bu iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkmıştır.
Adıyaman Nemrut dağı, Antik Komagene devletinden kalan anıtları ile dikkate
değerdir. Aynı zamanda güneşin doğuşunun en güzel izlenebildiği yer olan bu dağ, her yıl
yerli ve yabancı turistlerin akınına uğramaktadır. Manzarası ve zirvesindeki dev heykelleri ile
görülmeye değer bir yerdir. Nemrut Dağı ören yeri, il merkezine 87 km, Arsameia Antik yolu
üzerinden 77 km, Kahta ilçesine 43 km uzaklıktadır. Dünya harikası olan bu tümülüs, Doğu
Toros sıradağları üzerinde 2206 m yükseklikte, Fırat Nehri geçitlerine ve ovaya hakim bir
tepe üzerindedir. Kommagene Kralı I. Antiochos için yapılan anıt mezar üzerinde kırma ve
çakıl taşları yığılarak bir tümülüs oluşturulmuş ve tümülüsün etrafındaki teraslar üzerine ateş
sunağı ve Greko-Pers üslubunda dev heykel ve kabartma steller yapılmıştır.
Kanyonlar, akarsular tarafından derince açılan, dik kenarlı ve geniş tabanlı, kısaca
“U” şekilli vadilere kanyon adı verilmektedir. Türkiye’nin yüksek, eğimli araziden oluşması,
kalker gibi hızlı eriyebilen kayaçların geniş yer tutması ve faylanmalar nedeniyle, ülkemizde
çok sayıda kanyon bulunmaktadır. Fakat, Köprülü kanyon, Saklıkent, Şehriban, Ulubey,
Valla, Sansarak gibi kanyonlar en fazla bilinen örneklerdendir.
Saklıkent Kanyonu, yaklaşık 15 km uzunluğunda, içinde Bey Dağları'nın kaynak
suyunu bulunduran eşine az rastlanır bir doğa harikasıdır. Akıntı çok şiddetlidir ve soğuk su
akar. Antalya'nın batısında Patara'dan Kınık istikametine devam ederken Saklıkent
sapağından 16 km ve Xsantos antik şehrine yakın bir mesafededir. Kanyonun keşfi çok yakın
bir tarihe dayanmaktadır. Rivayetlere göre bir çobanın keçisini buraya kaçırması sonucunda
43
keçisinin peşinden gitmesiyle keşfettiği kanyon, çevre yerleşkelerde merak konusu olur.
Çobanın burayı bildirmesinin ardından Çevre ve Orman Bakanlığı'nın Saklıkent'i Milli Park
ilan etmesinden sonra, özel firmalarında da desteği ile Saklıkent bugünkü halini alır.
Valla kanyonu, Pınarbaşı İlçesi Muratbaşı Köyü sınırları içerisinde bulunmaktadır.
Kanyonun ilçeye uzaklığı 26 km’dir. Muratbaşı Valla Mahallesine kadar stabilize yoldur.
Kanyona kadar olan 1.5 km'lik kısmı ise orman içi patika yoldur. Pınarbaşı ilçesine bağlı
Muratbaşı köyündeki Valla Kanyonu Devrekani Çayı ile Kanlıçay’ın birleştiği bölgeden
başlamakta olup Cide ilçesi istikametinde 12 km uzunluğunda yan duvar kayaların yüksekliği
yer yer 800–1300 m'yi bulur. Valla Kanyonu 1994 yılında İstanbul Teknik Üniversitesinden
gelen 4 öğrencinin burada kaybolup, 14 gün sonra Cide ilçesinden çıkmaları ve burasını Vahşi
Cennet olarak tanımlamaları ile basında yer alıp, doğ severlerin ziyaret yeri haline gelmiştir.
Kanyonun teçhizatsız geçilmesi mümkün değildir.
Peri bacaları ve Göreme Milli Parkı ve Kapadokya (Nevşehir): Dünya üzerinde eşi
ve benzeri bulunmayan Peri bacaları, Jeolojik zamanlarda Erciyes, Hasandağ ve Melendiz
volkanik dağlarından püsküren volkan küllerinin, zamanla aşınması sonucunda bugünkü
manzarasına kavuşmuşlardır. Oluşum süreci ve ortaya çıkan şekillerin oldukça ilginç olması,
Erich von Daniken gibi bazı yazarların, Peribacaları hakkında kurgu-bilim fikirler ileri
sürmesine yol açmıştır. Antik dönemin çok geniş idari birimi olan “Kapadokya”nın, bugün
sadece Peribacaları’nın bulunduğu saha ile özdeşleşmesi, yine bu oluşumlar yüzündendir. Bu
sahadaki tarihi kalıntıların zenginliği, üzüm bağlarının güzelliği ve balon turları gibi
çeşitlendirilen aktiviteler ile Peribacaları, bugün Türkiye'nin en çok ziyaret edilen yerlerinin
başında gelmektedir.
Kuzeyde Kızılırmak, doğuda Yeşilhisar, güneyde Hasan ve Melendiz Dağları, batıda
Aksaray ve kuzeybatıda Kırşehir ile sınırlanan Kapadokya bölgesi Kalkolitik Dönemden beri
devamlı yerleşim alanı olmuştur. Alanın en önemli özelliği, Erciyes Dağı ve Hasan Dağı
tüflerinin, rüzgar ve su aşındırması sonucunda oluşan olağanüstü kaya şekilleri ve kışın ılık,
yazın serin olan ve bu nedenle her mevsim için uygun iç iklim koşulları taşıyan kayaya oyma
mekanlardır. Göreme, özellikle 7-13. yüzyıllar arasında baskılardan kaçan Hıristiyanların
yerleşmesiyle Hıristiyanlığın önemli bir merkezi haline gelmiştir. UNESCO Dünya Miras
Listesi’nde yer alan alanlar içinde, Göreme Milli Parkı, Derinkuyu ve Kaymaklı Yeraltı
Şehirleri, Karain Güvercinlikleri, Karlık Kilisesi, Yeşilöz Theodoro Kilisesi ve Soğanlı
Arkeolojik Alanı yer almaktadır.
Pamukkale travertenleri, faylar arasından yükselen kalsiyum karbonatlı sıcak suların,
bünyelerindeki malzemeyi yüzeyde bırakması ile oluşmuş hem karstik hem de volkanik
kökenli bir harikadır. Dünyada eşi ve benzeri bulunmayan bu travertenler, Antik dönem
Hierapolis şehri için olduğu kadar bugün Türkiye için de bulunmaz bir zenginliktir. Hem tabi
hem de tarih harikası olan Pamukkale, çok sayıda turist çekmekte ve bu yüzden zarar
görmemesi adına özenle korunmaktadır.
Volkanik şekiller arasında Dünyada eşi ve benzeri bulunmayan bir doğa harikası,
Karapınar’daki Meke Tuzlası adı verilen maar gölü bulunmaktadır. Aynı volkan bacasında
44
hem gaz hem de lav püskürmesi bakımından dünyada eşi bulunmayan bu harika, hem yurt
içinde hem de yurt dışında pek bilinmese de, büyük bir potansiyele sahiptir. 4-5 milyon yıl
önce volkanik patlama sonucu oluşan bu maar, zamanla suyla dolarak göle dönüşmüş ve daha
sonra, günümüzden 9-10.000 yıl önce aynı bacadan ikinci bir volkanik patlama ile gölün
ortasında bir volkan konisi oluşmuştur. Zamanla o da suyla dolarak ortasında bir ada bulunan
bir göl manzarasını almıştır. Meke Gölü deniz seviyesinden 981 m yüksekliktedir. Meke'nin
ortasında bulunan ve su seviyesinden 50 m yükseklikte olan volkan konisindeki göl, 25 m
derinliktedir ve suyu tuzludur. Bu oluşum, 2005 tarihinde Ramsar Sözleşmesi'nin listesine
dâhil edilmiştir.
Türkiye jeolojik yapısı ve oluşum süreci bakımından mağaralar açısından da oldukça
zengin bir ülkedir. Nitekim dünyadaki diğer ülkelere göre “mağara cenneti ülke” durumunda
olan yurdumuzda yaklaşık 40.000 adet mağara bulunmaktadır. Mağara oluşumları bakımından
önemli bir jeolojik-jeomorfolojik nitelik olan karstlaşma (karstik alanlar) ülkemizde Batı ve
Orta Toros dağlarında (Muğla, Antalya, Isparta, Burdur, Konya, Karaman, İçel ve Adana) yer
almaktadır. Türkiye'nin en uzun (Beyşehir Gölü batısındaki Pınarözü Mağarası, 16 km) ve en
derin mağaraları (Anamur'un kuzeyinde Çukurpınar Düdeni, 1880 m) bu dağ kuşağı
üzerindedir.
Burdur İnsuyu mağarası, Batı Toros Dağları’nın Göller Bölgesi’nde ve BurdurAntalya karayolu üzerinde, Burdur’a 15 km uzaklıktadır. Deniz seviyesinde 1200 m
yükseklikte yer alan İnsuyu Mağarası, 597 m uzunluğuyla hayal dünyasına açılan bir pencere
gibidir. Su yüzeyine paraleldir, içinde akarsular ve göller bulunmakta olup mağara içinde
temiz ve serin bir hava bulunmaktadır. 1966 yılında Türkiye'nin turizme açılan ilk mağarası
olan İnsuyu; içinde küçüklü büyüklü 9 adet gölü ile milyonlarca yıldır süregelen kimsayal
olaylardan meydana gelmiş doğal bir güzellik karakterindedir.
Mersin Yediuyurlar (Eshab-ı Kehf) mağarası, Tarsus’un kuzeybatısında, 14 km
uzaklıkta Dedeler köyündedir. Kuran-ı Kerim’de Kehf Suresi’nde sözü edilen bu mağara, aynı
zamanda Hristiyanlarca da kutsal kabul edilmektedir. Bu yüzden Türkiye'de birden fazla
Yediuyurlar Mağarası vardır ve içlerinde en fazla bilineni Tarsus’takidir. Halk arasında
Ziyaret dağı olarak bilinen mağaranın bulunduğu dağ, konik biçimi ve topoğrafik görünümü
itibariyle doğal bir özellik arz eder. Mağara 300 m2 büyüklüğünde 10 m yüksekliğindedir.
Mağaranın içinde 3 tünel mevcuttur. Eshab-ı Kehf Mağarası’nın yanına, Osmanlı Padişahı
Abdulaziz tarafından 1873 yılında bir mescit yaptırılmıştır. Tarsus ilçesinde bulunan mağara,
hemen her gün çok sayıda yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret edilmektedir.
Göller: Türkiye göller açısından oldukça zengin olup hem sayıca hem de göllerin
oluşum şekillerine göre çeşitlilik fazladır. Yüzölçüm bakımından fazla büyük olmasa da,
tektonik, karstik, set, buzul ve krater gölleri gibi farklı şekillerde meydana gelmiş, suyu tatlı,
acı, tuzlu ve sodalı olan çok sayıda gölümüz mevcuttur. Van, Beyşehir, Tuz gölü en büyük
göllerimizi oluştururken, 90 civarında önemli göl yanında, en büyüğü Atatürk barajı olmak
üzere 20 civarında da önemli yapay gölümüz bulunmaktadır.
45
Van gölü: Nemrut volkanik dağının patlaması sonucu, buradaki tektonik çöküntü
alanının önünün kapanmasıyla oluşmuş bir volkanik set gölüdür. Çok sayıda koyu bulunan
Van Gölü'nün yüzölçümü 3.713 km²'dir. Van Gölü hem tatlı su hem de deniz
ekosistemlerinden farklı bir sucul ekosistemdir. Suları tuzlu ve sodalıdır. Göl suyu tuzluluk
oranı %o19, pH'sı ise 9,8’dir. Bu yüzden Van Gölü yüksek rakıma ve sert kışlara rağmen
donmaz. Göl su seviyesi iklime bağlı olarak yükselip, düşmektedir. Ancak ortalama olarak
denizden yüksekliği 1646 m’dir. Gölün ortalama derinliği 171 m, en derin yeri ise, 451 m’dir.
Gölün doğu bölümünde dört ada vardır. Bunlar; Akdamar, Çarpanak, Adır ve Kuş adalarıdır.
Adalar tarihi ve turistik özelliğe sahiptir ve 1990 yılında Arkeolojik Sit Alanı ilan
edilmişlerdir. Van Gölü dünyanın en büyük sodalı gölüdür ayrıca Türkiye'de bulunan en
büyük göldür.
Nemrut Gölü: dünyanın ikinci, Türkiye'nin en büyük krater gölü olup adını M.Ö.
2100'de yaşamış Babil Hükümdarı Nemrut'tan almıştır. Yüksekliği 2250 m olan Nemrut
Dağı'nın IV. Jeolojik zamanda patlaması sonucu oluşmuştur. Dağın tepesinde biri sıcak, iki
krater gölü var. Soğuk göl 13 km2 büyüklükte, derinliği 155 m’dir. Sıcak göl (Ilı Göl)'ün suyu
60 C0’ye varabilmektedir. Üç km2 alana sahiptir ve en derin noktası 100 m civarındadır. İki
göl arasında su bağlantıları bulunmaktadır.
Akarsular: Türkiye bütünüyle yüksek bir kara olmasından dolayı eğimler fazladır.
Dolayısıyla, ülkemizdeki akarsuların büyük bölümü "akarsu turizmi" olarak tanımlanan
rafting, kano ve nehir kayağı için çok elverişlidir. Büyük yatırımlar gerektirmeyen akarsu
turizmi, çevrenin tarihi, arkeolojik, kültürel, otantik değerleri ve diğer turizm çeşitleriyle bir
bütün oluşturmaktadır. Ülkemizde raftinge uygun akarsular şunlardır: Çoruh nehri, Köprüçay,
Manavgat Çayı, Dim Çayı, Adana-Feke-Göksu Nehri, Zamatı Irmağı ve Fırat nehrinin bir
kısmı.
Çoruh nehri, 3225 m rakımlı Mescit Dağları’ndan doğarak toplam 466 km kat
ettikten sonra Gürcistan sınırları içerisinde Karadeniz’e dökülür. Nehir dünyanın en hızlı akan
nehirlerinden biri olup Mayıs ayında debi (569/529 m³/sn.) zirveye çıkar. Yıl boyunca en
düşük debisi ise 53.09 m³/sn’dir. sahip olduğu ortalama vadi eğimi (%5) ile, her yıl dünyanın
her tarafından gelen, rafting, kano ve nehir kayağı gibi akarsu sporlarını yapan yerli ve
yabancı sporcuları ağırlamaktadır. Zengin flora ve faunaya sahip Çoruh Nehri Vadisi, aynı
zamanda kuşların göç yolu üzerindedir. Nehrin çevresindeki bazı kayalıklarda nesli
tükenmekte olan kızıl akbaba türü koloniler halinde yaşamaktadır. Bayburt’tan başlayıp İspir
ve Yusufeli’ni takip ederek Artvin’e kadar uzanan ve yaklaşık 260 km. uzunluğundaki
nehirde, 4 farklı etapta rafting yapılmaktadır. Zorluk dereceleri 1, 2, 3, 4, 5, 6’ya kadar
çıkmaktadır. Profesyonel sporcuların tercih ettiği nehirde, 1993 yılında 4. Dünya Akarsu
Şampiyonası yapılmıştır.
Şelaleler; akarsu yatağının, dike yakın bir biçimde ve aniden düştüğü, suların
yüksekten dökülerek aktığı kısma çağlayan veya şelale denilmektedir. Yukarıda belirtildiği
üzere, ülkemiz yüksek bir kara olduğu ve eğim de fazla bulunduğu için akarsularımız
üzerinde çok sayıda şelale vardır. 40’tan fazla büyük ve önemli şelalenin bulunduğu
46
Türkiye’de en fazla bilinen örnekler; Tortum, Yerköprü, Düden, Kurşunlu, Kapuzbaşı
şelaleleridir.
Doğal bitki örtüsü, turistik çekim gücü oluşturmada önemli etmenlerdendir. Türkiye
sahip olduğu iklim, yer şekli, yükseklik, toprak gibi fiziki coğrafya çeşitlilikleri nedeniyle çok
zengin bir doğal bitki örtüsünü barındırmaktadır. Bunda üç kıta arasında doğal bir köprü
olması da etkili olmaktadır. Yukarıda da belirtildiği üzere, Avrupa kıtasının bitki tür sayısı
toplam 13.000 civarında iken bu sayı Türkiye’de 12.000’e yaklaşmaktadır. Bitki çeşitliliği
açısından da Avrupa’dan üstün durumdaki Türkiye, dünyada yalnızca belli bir bölgede yetişen
(endemik) bitkiler açısından da zengindir. Tüm Avrupa’da endemik bitki sayısı 2.750 iken
Türkiye’de 3.000 adettir. Ülkemizde en çok endemik bitkiye sahip olan ilimiz 512 bitkiyle
Antalya’dır. İkinci sırada 410 bitkiyle Konya, üçüncü sırada 349 bitkiyle Mersin’dir. Türkiye
hiçbir Avrupa ülkesinde olmayan bir biçimde 3 farklı bitki alanının kesişme noktasında yer
alır. Bunlar Akdeniz (Akdeniz-Ege Bölgeleri), Avrupa-Sibirya (Karadeniz- Marmara
Bölgeleri), İran-Turan (Orta Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgeleri) bitki alanlarıdır.
Türkiye’de, doğal ortamında yaşayan hayvanlardan yaklaşık olarak 1800 tür
bulunmaktadır. Sürüngenler arasında 36 yılan, 49 kertenkele, 8 kaplumbağa türü vardır.
Türkiye’de iç sularda 192 balık, 18 kurbağa türü yaşamaktadır. Balıklar arasında alabalık,
sazan, kefal, gümüş, kızılkanat, levrek gibi türler sayılabilir. Sulak alanlardakilerin büyük
çoğunluğu göçmendir. Türkiye’de 119 tür memeli hayvandan bir kısmı da su samuru gibi
sulak alanların çevrelerinde yaşar. Bu arazilerde kimi fare ve kemirgen türleriyle birlikte
yaban domuzu, tilki, çakal, saz kedisi, sansar, gelincik, tavşan gibi hayvanlar da
görülmektedir.
Caretta caretta; Türkiye’de sini kaplumbağası (Caretta caretta) ve yeşil kaplumbağa
(Chelonia mydas) yaşamaktadır. Bu canlılar Türkiye’nin güney kıyılarındaki kumsallarda
üremekte ve turistler için ilginç ortamlar oluşturmaktadırlar. Yumurtlamak haricinde karaya
hiç çıkmayan bu hayvanların sırt tarafı kırmızımsı kahverengi, alt tarafı ise beyazımsı açık
sarı renklidir. Bacakları yüzmeye yarayacak biçimde kürek biçimi almıştır ve dış kenarlarında
en fazla 2 tırnak bulunur. Oksijeni havadan almasına rağmen uzun süre su altında kalabilir.
Yumurtalarını gece kumsallarda açtıkları çukurlara gömerler ve bir defasında yüzden fazla
yumurta bırakabilirler. Yavrular 2 aylık kuluçka döneminden sonra gece vakti yumurtadan
çıkarak denize giderler. Akdeniz sahillerine yayılmıştır. En önemli yumurtlama bölgesi
Adananın Yumurtalık ilçesi ve Belek, Anamur, Köyceğiz, Dalyan sahilidir. Belek kıyıları,
Caretta caretta'ların Akdeniz'deki ikinci (Yunanistan'ın Zakintos adasının ardından) ve
Türkiye'nin en büyük yumurtlama alanıdır. 2006 yılı içinde Belek'te 1000 civarında,
Anamur'da 2007 yılında 1040 adet yuva tespit edilmiş ve koruma altına alınmıştır. Kabuk
boyları 1 metre kadar büyüyebilir. Yaklaşık 106 milyon yıldır yeryüzünde olduklarını
düşünülmektedir. İnsanoğlunun yerleşme ve çoğalma kapasitesi yüzünden bugün sayıları
giderek azalmaktadır. Nesli tükenme tehlikesi altında olduğu için koruma altındadır.
Son yıllarda hayvan gözlemciliği (kuş, böcek, sürüngen...) de bir turizm türü olarak
ortaya çıkmıştır. Yaban hayvanlarının korunma nedenlerinden biri de doğadaki dengeyi
sağlama yanında turizmde artan önemidir. Türkiye ve Avrupa’daki kuş türleri birbirine yakın
47
sayıdadır. Zengin sulak alanları ve kuş göç yolları üzerinde bulunması nedeniyle Türkiye
kuşlar açısından zengin bir ülkedir. Türkiye’de kuş gözlemciliği son yıllarda dünyadaki
gelişmelere paralel olarak hızla yayılmaktadır. Marmara Bölgesi’nde Meriç, Susurluk; Ege
Bölgesi’nde Gediz, Küçük Menderes, Büyük Menderes; Akdeniz Bölgesi’nde Burdur,
Antalya, Akarçay, Ceyhan, Asi; Karadeniz Bölgesi’nde Sakarya, Kızılırmak, Yeşilırmak
Çoruh; Orta Anadolu Bölgesi’nde Konya, Doğu Anadolu Bölgesinde Fırat, Aras, Van;
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Dicle havzalarında kuş gözlemciliği yapılabilmektedir.
Türkiye’de büyük av hayvanlarından ayı, çengel boynuzlu dağ keçisi, yaban keçisi, yaban
domuzu, vaşak, kurt, çakal, tilki belli alan ve zamanlarda izinlerle avlanabilmektedir
Kuş gözlemciliği, doğayı kuşların dünyasından tanımayı sağlayan bir gözlem
sporudur. Türkiye'deki toplam kuş türlerinin sayısı Avrupa’nın tamamında bulunan kuş türleri
kadardır. Ülkemizin kuşlar açısından zengin olmasının en önemli nedenleri, zengin sulak
alanlara sahip olması ve kuş göç yolları üzerinde bulunmasıdır. Türkiye'de kuş gözlemciliği
son yıllarda dünyadaki gelişmelere paralel olarak hızla yayılmaktadır. Meriç Havzası,
Marmara Havzası, Susurluk Havzası, Gediz Havzası, Küçük Menderes Havzası, Büyük
Menderes Havzası, Burdur Kapalı Havzası, Antalya Havzası, Kızılırmak Havzası, Yeşilırmak
Havzası, Doğu Karadeniz ve Çoruh Havzaları ile Van Kapalı Havzası en önemli kuş gözlem
sahalarımızdandır. Ülkemizde özellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında görülen kuş göçlerinin
önemli geçiş noktaları İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Doğu Akdeniz (Adana, Hatay, Gazi
Antep) ve Kuzeydoğu Anadolu'dur (Artvin, Rize, Kars). Kuzeydoğu Anadolu bölgesi
özellikle yırtıcı kuşlar açısından önemli bir potansiyel arz etmektedir.
Ülkemizin önemli sulak alanlarında (Manyas, İzmir, Göksu Deltası vb. gibi) kuş
gözlem istasyonları ve gözlem kuleleri kurularak ornito-turizm ile ilgili çalışmalar yapılmıştır.
Örneğin, yaygın olarak bilinen ismiyle ‘Manyas Kuş Cenneti’ Türkiye’nin en önemli su kuşu
üreme ve konaklama alanlarından biridir. Alanda önemli sayıda küçük karabatak, tepeli
pelikan, gece balıkçılı, alaca balıkçıl ve kaşıkçı ürer. Yıl boyunca çok sayıda karabatak
bulunurken, tepeli pelikan ve dikkuyruk da kışın düzenli olarak görülmektedir. Göç sırasında
geçen ak pelikanlar genellikle gölde konaklarlar. Milli Park’ta koloniler halinde üreyen türler
arasında karabatak, küçük ak balıkçıl, gri balıkçıl ve çeltikçi sayılabilir. Gölün diğer
bölümlerinde üreyen kuşlar arasında sumru dikkat çeker. 1960’ların sonunda yapılan kış
sayımlarında 60.000’e yakın su kuşu belirlenmiş olmasına karşın, güncel sayımlarda daha az
su kuşu görülmüştür. Burada ve başka sahalarda yer alan kuşlardan bazıları sadece ülkemize
hastır. Örneğin, Kuzeydoğu Anadolu'da, sadece Gürcistan ve bu yöreye has bir tür olan
Kafkas Horozu’na (Lyrurus mlokeesiewiczi) dünyanın başka hiçbir yöresinde rastlanamaz.
Aynı şekilde kelaynak (Geronticus eremita), kuşları da dünyada sadece Türkiye ve Fas’ta
bulunmaktadır. Bunlar, az sayıda kalmış, nesli tehlikede olan bir kuş türü olup kışı Türkiye,
Suriye ve Fas’ta geçirmektedir.
Sağlık ve Termal Turizm: Türkiye jeotermal kaynaklar açısından dünya çapında bir
potansiyele sahip Türkiye, bu açıdan önemli gelişmeler kaydedebilecek niteliktedir. AlpinOrojenik Kuşağı olarak adlandırılan genç bir dağ zinciri ve aynı zamanda önemli bir jeotermal
kuşak üzerinde yer alan ülkemizde bulunan 1500’ün üzerindeki kaynaktan temin edilen termal
48
sular, gerek debi ve sıcaklıkları gerekse de çeşitli fiziksel ve kimyasal özellikleri ile
Avrupa’daki termal sulardan daha üstün nitelikler taşımaktadır. Sıcaklıkları 20-110 C0
arasında, debileri ise 2-500 lt/sn arasında değişebilen 1500’den fazla kaynağa sahip bulunan
ülkemiz kaynak zenginliği ve potansiyeli açısından dünyada ilk yedi ülke arasında
değerlendirilmektedir. Ülkemiz, yüksek mineralizasyon içeriği sayesinde etkin tedavi edici
özelliklere sahip termal su potansiyelinin, zengin kültürel, doğal değerleri ve iklimsel
özellikleri ile birleşmesi sonucunda benzersiz bir sağlık turizmi ortamı sunmaktadır. Bu
noktada Türkiye uzun tarihi geçmişi, emsalsiz doğa ve iklimi ve zengin kültürü ve nihayet
geleneksel kaplıca ve Türk Hamamı olgularının mevcudiyeti ile çağdaş sağlık ve termal
turizm gelişmesinde çok iddialı olabilecek bir potansiyeli barındırmaktadır.
Ülkemizde 46 ilde 190 civarında kaplıca tesisi bulunmaktadır. Kültür ve Turizm
Bakanlığından termal amaçlı olarak turizm yatırım belgesi almış 12 tesisin yatak sayısı 2.347,
turizm işletme belgesi almış 30 tesisin yatak sayısı ise 8.567’dir. Yaklaşık olarak 16.000 yatak
kapasiteli 156 tesis ise yerel idare tarafından belgelendirilmiştir. Ülkemizde bulunan irili
ufaklı kaplıca ve ılıca sayısı fazla olsa da, Bursa Oylat, Bursa Çekirge, Afyon Gazlıgöl,
Kozaklı, Sandıklı Hüdai, Denizli Karahayıt, Balıkesir Gönen, Yalova Armutlu gibi 200
civarında önemli kaplıca bulunmaktadır.
Su Altı Dalış: Son yıllarda dünyada alternatif turizm açısından hızla yaygınlaşan
aktivitelerden biri de su altı dalışlarıdır. Türkiye sularında bulunan önemli batıklar ve su altı
mağaraları dalıcılar tarafından keşfedilmeyi beklemektedir. Bu potansiyel açısından oldukça
zengin olan Türkiye’deki bazı önemli dalış merkezleri arasında; Kemer, Kalkan, Gelidonya,
Antalya falezler, Sıçan adası, Uluburun batığı, Bodrum, Marmaris, Ayvalık, Saros, Bozcaada,
Gökçeada gibi örnekler sayılabilir.
Kemer: Ülkemizin en çok dalış okullarının bulunduğu bu dünyaca ünlü turistik
beldemiz, bünyesinde çeşitli dalış alternatifleri bulundurmaktadır. Örneğin, hemen Antalya
liman girişinde bulunan Fransız askeri nakliye gemisi 20-32 m derinliklerde yatmaktadır.
Burada genelde bulanık olan su, batık meraklıları için çok ilginçtir. Kemer Marinası
açıklarında 33 m kumluk dipte yatan Paris Batığı, her dalıcının ziyaret etmesi gereken bir
batıktır. Tekirova açıklarındaki Üç Adalar çeşitli dalış türlerini gerçekleştirilebildiği bir
bölgedir. Bölgenin zengin bir dalış noktası olan kanyonda iri vatozlar ve her çeşit balık
görülebilir. Üç adalar, Mağara dalışı için de idealdir. Ağustos ve eylül aylarında, orkinos
sürüleriyle karşılaşıldığı gibi fok balığına da rastlanabilir. Yine bu sular makro ve gece
fotoğrafçılığı için harikadır. Kıyı sularda yunuslarla her an karşılaşılabilir.
Kalkan: Advance dalıcılara yönelik olan Kalkan suları, ciddi dalışlar yapıp form
tutmak isteyenler için idealdir. Akıntı, sert rüzgar, duvar dalışı, macro hayat, pelajik, batıklar
bölgenin dalış zenginlikleridir. 30'lu metrelerde yüzlerce ıskarmoz, orfozların akıntıda
durabilme becerileri seyredilmeye değerdir. Kaplumbağa, orkinos, vatos, köpekbalığı
görülebilecek deniz canlıları arasındadır. Patara kanyonu, mercan ve sünger çeşitleriyle
süslüdür. 11 m’den 132 m’ye inen fener duvarı, oldukça canlı ve renklidir. Öksüz Ada ise
köpekbalığı ailesinden keler balıklarını barındırır.
49
Uluburun Antik Batığı: Kaş ilçe merkezinin 8,5 km güney doğusunda uzanmakta
olan Uluburun'un doğu kıyısından 60 m açıkta yatan batık M.Ö. 14. yüzyıla ait bir yük gemisi
kalıntılarıdır. 1984 yılında başlanılan dalışlar sonucu geminin 61 m derinliğe kadar
yuvalanmış, eşsiz yükü gün yüzüne çıkartılmıştır. Çıkarılan eserler günümüzde Bodrum sualtı
arkeoloji müzesinde sergilenmektedir.
Yayla Turizmi: Ülkemiz, sahip olduğu uygun yükseklik ve iklimsel özellikler, üstün
peyzaj değerleri, kırsal ögelerin ağırlık kazandığı geleneksel yaşam biçimi ve
dağcılık/tırmanışlar, atlı doğa gezisi, trekking, yamaç paraşütü, flora/fauna incelemesi, jeep
safari vb. doğa sporlarına uygun alanlar ile yayla turizmine son derece elverişlidir. Türklerin
geleneksel konar-göçer yaşam biçiminin izlerinin devam ettiği yaylacılık, tarihi dönemlerden
beri yapılmaktadır. Ülkemizde yayla odaklı turizm gelişimi yerine, yaylaların; diğer turizm
çeşitlerini destekleyici unsur olarak değerlendirildiği, kalış süresinin uzatılması hedefiyle,
Yayla Turizmi Gelişme/Eylem Bölgelerinin belirlendiği, planlama stratejisi Bakanlığımızca
benimsenmektedir. Türkiye’de halen yürütülmekte olan yaylacılık faaliyetleri aşağıdaki
haritada gösterilen illerde yer almaktadır.
Uygulamalar
Öğrenci Dünya, Avrupa, Ortadoğu ve Türkiye haritalarını incelemelidir. Ayrıca başta
Kültür ve Turizm Bakanlığı web sayfasından olmak üzere, hem Türkiye’nin fiziki coğrafyası
hem de doğal varlıklar mirasını incelemelidir.
50
51
Uygulama Soruları
1) 1-Türkiye coğrafyasının her alanda en önemli ortak niteliği nedir?
2) 2- Türkiye’nin UNESCO tarafından tescillenmiş doğal/coğrafi miras listesi zengin
midir?
Cevaplar
1) Çeşitlilik ve zenginlik 2) Zengin değildir.
52
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Türkiye toprakları, Asya-Avrupa ve Afrika kıtasının birbirine en çok yaklaştığı
yerde, Akdeniz-Karadeniz ve Ege denizi arasında, Asya’dan Avrupa’ya doğru uzana bir köprü
gibi durmaktadır. İster fiziki coğrafya, ister beşeri ve ekonomik coğrafya özellikleri olarak en
önemli husus, Türkiye’nin her alanda zengin ve çeşitlilik arz etmesidir. Gerçekten de
dağlardan, iklime, bitki örtüsünden yerleşmelere ve ekonomik faaliyetlere kadar her anlamda
zengin ve çeşitliliğe sahip bir ülke olan Türkiye’nin bu zenginlik ve çeşitliliği, konum ve
jeolojik zamanlarda geçirdiği gelişim sürecine bağlıdır.
Böyle bir sürece bağlı olarak Türkiye’de çeşitli şekilllerde meydana gelmiş çok sayıda
dağlar, çeşitli iklim tipleri, endemik, relik türler de dâhil çok sayıda bitki türü, çeşitli
hayvanlar ve diğer unsurlar bulunmaktadır. Haliyle fiziki coğrafya unsurlarındaki bu durum
beşeri ve ekonomik coğrafya unsurlarına da yansımış ve bir de burada çok eski dönemlerden
beri devletler ve medeniyetlerin kurulması işin içerisine girince, doğal miras yanında kültürel
mirasın da çok çeşitli ve zengin olmasına yol açmıştır.
Bu toprakların fiziki coğrafya unsurları bakımından çeşitliliği ve zenginliği
Türkiye’nin bir “deprem bölgesi” olmasına yol açmış, bu durum ise çok eski tarihlerden beri
çok sayıda yıkıcı depremin insanlara ve bütün faaliyetlerine büyük zararlar vermesine sebep
olmuştur. Bu depremler, Çatalhöyük gibi 7-8 bin yıldır kent niteliğindeki yerleşme
merkezlerinin bulunduğu Anadolu topraklarındaki kentlerin büyük zararlar görmesine ve hatta
bazen terk edilip kehrin kaybolmasına bile yol açabilmiştir.
Yine aynı çeşitlilik, bu topraklardaki doğal miras adı verilen coğrafi mirasın da son
derece zengin ve çeşitli olmasına yol açmıştır. UNESCO tarafından tescil edilen kültürel
miras ve doğal miras varlıklarımız olmakla birlikte, şu durumda ülkemiz potansiyelini temsil
etmekten çok uzaktadır. Hatta bu haliyle miras listesindeki doğal miras varlıklarımızın yok
denecek kadar az olması, gerçek potansiyel ile çelişmektedir. Nitekim yukarıda sadece belli
başlıları sıralanan doğal mirasımız, gerçekte burada verilenlerden çok daha fazladır.
53
Bölüm Soruları
1) I-36-42 kuzey paralelleri ve 26-45 doğu meridyenleri arasında yer alır,
II-Anadolu ve Trakya denilen iki yarımadadan meydana gelir
III-Okyanuslarla doğrudan bağlantısı vardır
IV-İstanbul ve Çanakkale boğazları Asya ile Avrupa’nın birbirine en çok yaklaştığı
suyoludur.
Yukarıda türkiye’nin coğrafi konumu ile ilgili verilen bilgilerden hangisi/hangileri
doğrudur?
a)
b)
c)
d)
e)
Yalnız II
II ve III
I, II ve IV
I ve III
Hepsi
2) Ülkemiz yerşekillerinin çeşitli ve farklı özellikler göstermesi aşağıdakilerden
hangisinde etkili olmamıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
3)
a)
b)
c)
d)
e)
4)
a)
b)
c)
d)
e)
5)
a)
b)
c)
d)
e)
6)
Ekonomik ve sosyal faaliyetlerin çeşitliliğinde
Yerleşmelerin çeşitliliğinde
İklim ve bitki örtüsünde
Hayvan türleri üzerinde
Nüfusun demografik yapısı üzerinde
I. Türk Coğrafya Kongresi ne zaman toplanmıştır.
1938
1945
1941
1973
1964
I. Türk Coğrafya Kongresinde aşağıdakilerden hangisi yapılmıştır?
Akarsu isimleri değiştirilmiştir
Ülke 7 coğrafi bölgeye ayrılmıştır
Ülkemizdeki il sayısı 81’e çıkartılmıştır
Türkiye’de görülen iklim tipleri belirlenmiştir
Bazı köy adları değiştirilmiştir
“OECD” nin açılımı aşağıdakilerden hangisidir?
Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü
Ortadoğu Ekonomik İşbirliği Teşkilatı
Avrupa Kalkınma Teşkilatı
Avrupa Konseyi, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü
Yatağını en fazla derinleştiren akarsu aşağıdakilerden hangisidir?
a) Çoruh
b) Kızılırmak
c) Yeşilırmak
d) Sakarya
e) Bakırçay
54
7) I- Türkiye’nin üç tarafının denizlerle çevrili olması
II-Kuzeyinde ve güneyinde kıyıya paralel olan dağ sıralarının olması
III- Bakı, yükselti gibi bölgesel ve yerel faktörler
Yukarıda verilenlerden hangisi/hangileri Türkiye’nin iklim özelliklerinin çeşitlilik
göstermesinde etkili olmuştur?
a)
b)
c)
d)
e)
8)
I, II
Yalnız II
I ve III
I, II ve III
Yalnız I
Aşağıda verilenlerden hangisinde, ülkemizde görülen iklim tipleri doğru ve tam olarak
verilmiştir?
a) Karasal, Akdeniz ve Karadeniz iklimi
b) Akdeniz, Muson ve Dağ iklimi
c) Karasal, Dağ ve Muson iklimi
d) Akdeniz ve Musonb iklimi
e) Dağ ve Karadeniz iklimi
9) Aşağıda Türkiye’nin hidrografik yapısıyla ilgili verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?
a) Akarsu ağları sıktır
b) Genellikle akarsu boyları kısadır
c) Akım debileri yüksek ve düzenlidir
d) Su toplama havzaları dardır
e) Akış hızları yüksektir
10) Aşağıda verilen iklim tiplerinden hangisi ülkemizde görülmez?
a) Akdeniz iklimi
b) Dağ iklimi
c) Karasal iklim
d) Karadeniz iklimi
e) Hiçbiri
Cevaplar
1) c, 2) e, 3) c, 4) b, 5) d, 6) a, 7) d, 8) a, 9) c, 10) b.
55
3. TARİH ÖNCESİ UYGARLIKLAR I
56
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
3.1. Paleolitik Çağ
3.2. Mezolitik Çağ
57
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Tarih öncesi devirlerin en eski olanı ve en uzun süreni aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mezolitik
b) Neolitik
c) Kalkolitik
d) Paleolitik
e) Tunç Çağı
2) Anadolu için tarihöncesi çağların ne zaman sona erdiği söylenebilir?
a) 4000 yıl önce
b) 3000 yıl önce
c) 5-5,5 milyon yıl önce
d) 3,5 milyon yıl önce
e) 3500 yıl önce
3) Bakır Taş Çağı olarak da adlandırılan tarih öncesi devir aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mezolitik çağ
b) Neolitik çağ
c) Kalkolitik çağ
d) Paleolitik çağ
e) Tunç çağı
Cevaplar
1) d, 2) a, 3)c
58
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Kazanımın nasıl elde edileceği veya
geliştirileceği
Paleolitik çağ
Paleolitik çağ ve özelliklerini İlgili web sayfalarından Paleolitik çağ
öğrenmek
ve özelliklerini incelemek
Mezolitik çağ
Mezolitik çağ ve özelliklerini İlgili web sayfalarından Mezolitik çağ
öğrenmek
ve özelliklerini incelemek
59
Anahtar Kavramlar
Sınıflandırma, tarih, zaman, Lucretius, C. J. Thomsen, tarihöncesi, Prehistorik, tarihi çağlar,
historik, yazı, Paleolitik, Eski Taş Çağı, Mezolitik, Orta Taş Çağı, Neolitik, Yeni Taş,
Kalkolitik, Bakır Taş, Tunç Çağı, zamandizin, Ortadoğu, Mezopotamya, Münbit/Bereketli
Hilal, Fırat, Dicle, Toroslar, Zağroslar, avcılık, toplayıcılık, artık ürün, mağara, tabi barınak,
Karain, Öküzini, Antalya, mikrolit, kültür, Paleolitik kültür, Mezolitik kültür.
60
3. Giriş
Tarihin konularının kapsamlı oluşunun bir sonucu yanında, tarihsel geçmişin uzunluğu
ve olayların değişik mekanlarda meydana gelmesi, tarihte sınıflandırma (taksim/bölümleme)
yapılmasını zorunlu hale geirmektedir. Sınıflandırma, uzun bir zaman süresi içinde oldukça
fazla ve karmaşık olayların daha iyi kavranılıp öğrenilmesi amacıyla, yani pratik faydaya
yönelik olarak yapılır. Böylece ayrı zamanlar, ayrı mekanlar ve ayrı konular üzerinde
uzmanlaşmak da mümkün olmuştur. İster belli konuların ele alınışı olsun, ister belli
mekanların geçmişi olsun, her durumda tüm olaylar zaman akışı içerisinde mevcut oldukları
için, geçmiş zamanların taksimi, tarihin sınıflandırılmasında esası teşkil eder. Tarihçiler
arasında temel sorun, zorunlu olarak zamanın başat kabul edilerek yapılan
sınıflandırılmasında değil, sınıflandırmada esas alınan referans noktaları ile belirlenen bu
noktalar arasındaki kesintilerin sınıflandırılmasında ortaya çıkmaktadır. Fakat taşıdığı önem
nedeniyle, insanlığın yazıyı bulup kullanması tartışmasız kabul edilen referanslardan biri
olmuştur. Yani, uzun insalık tarihi, başlangıcından yazıya kadar bir dönem ve yazıdan sonrası
diğer bir dönem olarak iki kısımda ele alınmaktadır.
Tarih öncesi çağlar, bugünkü bilgiler ışığında Afrika’da Homo Habilis olarak
adlandırılan insan türünün iki buçuk milyon yıl öncesinde üretmeye başladığı taş aletlerle
başlamaktadır. Bu dönem (Tarih öncesi), insan olarak tanımlanabilen canlıdan yazının ortaya
çıkıp yaygın olarak kullanıldığı döneme kadar geçen süreyi kapsamaktadır. Tarihçiler,
öneminden dolayı yazının keşfi ile başlayan devirlere Tarihi (Historik) Çağlar, yazının
bilinmediği devirlere de Tarih Öncesi (Prehistorik) Çağlar adını vermektedirler. İlk yazı
Mezopotamya’da yaklaşık olarak M.Ö. 3500’lerde kullanılmaya başlanmış olup buna göre
Tarih Öncesi Devirleri M.Ö. 3500 tarihinden daha eski olan çağlar olarak
değerlendirilmektedir. Burada ele alınacak dönem tarihöncesi çağlar olduğu için, bu çağların
nasıl ve ne zaman bir tasnife tabi tutulduğunu vermek faydalı olacaktır.
İnsanlığın tarih öncesi devirlerini üç çağa ayırmak fikri, M.Ö. I. yüzyılda Romalı şair
Lucretius’un eserlerine dayandırılmaktadır. Lucretius’un başyapıtı “De Renum
Natura/Şeylerin Doğası Üzerine”da, insanlığın kullandığı teknolojilerin gelişim sırası üzerine
özel bir bölüm ayrılmıştır. Ama bu sahadaki ilk profesyonel girişim XIX. yüzyıl başlarında
Danimarka’da C. J. Thomsen tarafından yapılmıştır. Thomsen, nesneleri XVIII. yüzyıl
boyunca giderek daha fazla kabul görmeye başlamış olan üç çağ sistemine göre
sınıflandırmıştır. Düzenleme yontmak için kullanılan aletlerin malzemesine göre yapılmış,
yani ilk etap taş aletlere, ikinci etap tunç aletlere, üçüncü ve en yakın tarihli etap ise demir
aletlere ayrılmıştır. Thomsen’e ait üç çağ sistemi halen Avrupa tarihöncesi kronolojisinin
temelini oluşturmaktadır. Böylece daha önce karmaşanın hakim olduğu bu alana ilk kez bir
düzen getirilmiş, nesneler sıraya konmuş, ait oldukları dönemlere göre gruplandırılabilmiştir.
Yeni keşifler yapıldıkça ve arkeolojik bilgiler çoğaldıkça, taş, tunç ve demir çağlarının da alt
bölümlere ayrılması gereği ortaya çıkmıştır.
Tarih öncesinin başlangıcını insanın ortaya çıkışı olsa da buna kesin bir sınırlama
getirilmemektedir. İnsanın biyolojik özelliklerini kazanması yaklaşık 5-5.5 milyon yıl
öncelerine dayansa da ilk aleti yapması ve alet yapmak için geçirdiği süreç daha sonraki
61
zaman diliminde gerçekleşmiştir. Tarih öncesi dönemin, yazının bulunup yaygın olarak
kullanılmasıyla sona erdiği bilinmektedir. Ancak bu dönemin bitişi bölgeden bölgeye farklılık
göstermiş olup -yazı tek kriter olarak alındığında- Anadolu için, günümüzden yaklaşık olarak
4000 yıl önce tarih öncesi dönemin sona erdiği söylenebilir. Tarih öncesi dönemin kapsadığı
bu uzun süreç içerisinde herşeyin tekdüze sürüp gitmediği ve sürekli bir değişimin yaşandığı
düşünülmelidir. Hem fiziki hem de biyolojik yapısı değişen insanın düşünsel yetileri, el
becerisi ve kültürü de zaman içinde değişikliğe uğramıştır. Bunun yanı sıra insanın içinde
yaşadığı fiziki çevre de değişiklik göstermiş olup günümüze göre daha sıcak, soğuk, kurak,
yağışlı dönemler peşpeşe yaşanmış, bazen de günümüz ile aynı koşullar sürüp gitmiştir.
Tarih öncesi çağlar olarak adlandırılan bu geniş zaman dilimi hem konuyu sınırlamak
hem de zaman çerçevesini daraltmak amacıyla çeşitli dönemlere ayrılarak incelenmektedir.
Bu bağlamda Prehistorik Uygarlıkları, Paleolitik (Eski Taş Çağı), Mezolitik (Orta Taş Çağı),
Neolitik (Yeni Taş), Kalkolitik (Bakır Taş) ve Tunç Çağı başlarındaki İlk Tunç Çağı başlıkları
altında incelenmektedir.
Tablo 3.1: Anadolu ve çevresi insanlık tarihi için zaman dizini.
Yaklaşık
Yıllar
Dönem adı
700
Son Demir çağı
900
Orta Demir çağı
1.200
İlk Demir çağı
1.200
Orta-Son Tunç çağı
Kültürel seviye
Önemli kültürel
gelişme
Önemli merkezler
İmparatorluklar
İmparatorluk
Kültepe
Hattuşa
2.000
3.000
4.000
5.000
6.000
7.000
İlk Tunç çağı
Son Kalkolitik çağ
Devletleşme
Kentleşme
Orta Kalkolitik çağ
İlk Kalkolitik çağ
Çanak-çömlekli
Neolitik
Çiftçi köyler
İlk çiftçi yaşam
Yerleşik
Devlet
Truva
Evcil at
Alacahöyük
Yazı
Aslantepe
Çömlekçi çarkı
Değirmentepe
Tekerlek
Köşkhöyük
Ticaret kolonileri
Canhasan
Mühür
Hacılar
İlk çanak-çömlek
Çatalhöyük
Evcil sürü
hayvanı
Aşıklı
Çayönü
İlk maden
62
kullanımı
9.000
10.000
Çanak-çömleksiz
Neolitik
Besin üretimine
geçiş
11.000
İlk tarım
Göbeklitepe
İlk tapınak
Hallan Çemi
İlk mimari
Söğüt tarlası
Öküzini
12.000
13.000
Mezolitik
Gezgin avcılıktoplayıcılık
Mevsimlik
yerleşme
Paleolitik
Gezgin avcılıktoplayıcılık
Mevsimlik
yerleşme
15.000
500.000
Kaynak: Arkeo Atlas, 2012/1, s. 398-400.
Bugünkü bilgilerimize göre, Dünya’da ilk uygarlık ya da medeniyetin bundan yaklaşık
5-6 binyıl önce her anlamda insan yaşamına müsait Yakındoğu sahasında ortaya çıkmıştır.
Uygarlığın doğuşunda oldukça önemli bir yere sahip tarımın ise ilk olarak nerede ve ne zaman
başladığı tam olarak bilinmemekle birlikte, bazı arkeologlar ilk tarım faaliyetlerinin
Ortadoğu’da 7-8 bin yıl önceleri başladığını ileri sürerken, bazıları bu tarihlerden çok daha
eski olduğunu düşünmektedirler. Bununla birlikte, ilk uygarlığın merkezi ve gıda
üretimindeki ilk denemelerin büyük bir olasılıkla, Ortadoğu’daki Münbit/Bereketli Hilal’in
yamaçlarında gerçekleştiği genellikle kabul edilmektedir. Burası, günümüzden yaklaşık 10-12
bin yıl önce Ortadoğu’da tarım ve hayvancılığın keşfedildiği, yani birinci tarım devriminin
(aynı zamanda Neolitik devrimin) gerçekleştiği, medeniyetin beşiği kabul edilen sahadır.
Bereketli Hilal sahasının geniş olarak çerçevesini Mezopotamya (Fırat ve Dicle nehirleri
arasındaki toprak parçasına Hellenistik Dönem’den itibaren verilen isimdir) topraklarının
çevresi oluşturmaktadır. Bahsedilen alan, doğu Akdeniz kıyısının yüksek kesimlerinden
başlayıp kuzeye doğru Türkiye’deki Güneydoğu Toroslar’ın eteklerinden geçmek suretiyle ve
Fırat-Dicle vadilerini içine alarak doğuya ve oradan Zağros Dağları’nın batı yamaçları
boyunca güneye doğru bir hilal çizerek uzanan sahadır. Kışların kısa, buna karşılık yazların
uzun sürmesi, eski hayat şartları çerçevesinde, insanların bu bölgeyi yoğun bir şekilde iskan
etmelerinin en önemli sebeplerinden birisidir.
Münbit Hilal uzak geçmişte, gıda kaynakları bakımından o kadar zengindi ki, tam gıda
üretimine geçilinceye kadar olan çok uzun dönemler boyunca toplayıcılıkla geçinenlerin de
orada kalmaları mümkün olmuştu. Milattan 20 bin yıl kadar önce bu insanlar, yeni yeme-içme
kalıpları geliştirdiler. Su kaplumbağasından başlayıp karayılanına kadar her şeyin yenmesine
dayanarak genişleyen toplayıcılık faaliyetleri, beslenme alışkanlıklarını da oldukça
çeşitlendirmişti. Bir süre sonra çanak-çömlek ve sepet yapımı ortaya çıktı ve geliştirildi. Bu
sayede gıda kaynaklarının çeşitlenmesi ve gıdanın saklanabilmesi gibi iki önemli ilerleme,
daha büyük ve daha yoğun nüfusun toplanmasını mümkün kılmıştı.
63
Gerçekten de başta Münbit Hilal ve Dünya’daki diğer eski tarım alanlarına bakıldığında,
hepsinin nüfus açısından toplanma sahası olduğu, hemen dikkati çeker. Eski Dünya
kıtalarında, hepsi de ılıman iklim kuşağında yer alan ve tarımda sulamayı mümkün kılacak ve
alüvyal toprak bulunduran, büyük akarsu boylarında gelişen eski tarım alanları, tarımsal
verimliliğin “artık ürün/ihtiyaç fazlası ürün” yetiştirmeye izin vermesi sayesinde nüfusun
yığıldığı sahalar haline gelmişlerdir. Böylece, beslenme ve barınma sorunlarını çözerek, başka
faaliyetlere zaman ayırma fırsatı bulan bu topluluklar, medeniyet unsurlarını tek tek
gerçekleştirerek, insanlık tarihinde diğer bölgelere göre öne çıkmışlar ve ileri uygarlıklar
kurabilmişlerdir.
Mezopotamya’ya yakın ve komşu durumdaki Anadolu, doğal olarak bu yakınlıktan
etkilenmiş ve biraz zaman fasılasıyla Mezopotamya’yı takip etmiştir. Anadolu insanlık
tarihinin çeşitli dönemlerinde ön sırada yer ve birçok özgün uygarlığın beşiği olmuştur.
Anadolu’da ilk yerleşmenin Paleolitik Çağa’a kadar uzandığı yapılan kazı ve araştırmalar
sonucunda tespit edilmiştir.
3.1. Paleolitik Çağ
Yontma Taş Devri ya da Eski Taş Çağı adı da verilen Paleolitik Çağ (yaklaşık M.Ö.
500.000-15.000) tarih öncesi devirlerin en eskisi olmasının yanında en uzun süreni ve
insanoğlu için en zorlu olanıdır. İlk insanın dünya üzerinde ne zaman ortaya çıktığı
konusunda farklı fikirler olmakla birlikte, bu devrenin insanlık tarihinin % 99’unu kapsadığı
genellikle kabul edilmektedir. İlkçağ araştırmalarının doğası gereği ve bazen de yapılan
araştırmaların henüz erken bir evresinde bulunmasından dolayı, geçmiş dönemdeki önemli
olay ve gelişmelerin tarihleri hakkında farklılıklar olabilmektedir. Üstelik sadece Türkiye
değil, Dünya’nın her bölgesi için de farklı olan bu tarihlerin, okuyucuda kafa karışıklığına
sebebiyet vermemesi adına belirli bir zaman dizimini kabul etmek faydalı olacaktır. Bu
noktadan hareketle elinizdeki çalışmada, güncel ve güvenilir bir kaynak olduğu için ArkeoAtlas tarafından verilen yukarıdaki zaman dizimi esas alınacaktır. Metin içerisinde -farklı
kaynaklardan faydalanıldığı için- bazen farklı tarihler yer alsa da, okuyucu aşağıda verilen
tarihlerin esas alındığını hatırında tutmalıdır.
Genel olarak mağaralarda ve diğer korunaklı alanlarda barınan, geçimlerini avcılık ve
toplayıcılıktan sağlayan bu devrin insanları besin üretim aşamasına ulaşamadıklarından üretici
olmaktan ziyade tüketici konumunda olmuşlardır. Dolayısıyla bütün bunlara bakarak,
bahsedilen kültür evresine “Avcılık ve Toplayıcılık Kültür Dönemi” adı da verilmektedir. Bu
insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için avlanmışlar, balık tutmuşlar ya da ormanlardaki
meyve ve sair yararlı bitkilerden faydalanmışlardır. Bu çağda insanlar, kuşları avlayabilmek
için ok uçları ve diğer hayvanları avlamak için çakmak taşından kesici av aletleri, dikiş
dikebilmek için kemik veya tahtadan iğneleri yapmış, bütün bunları ise çakmak taşını
kullanarak şekillendirmiştir. Ayrıca iki çakmak taşının birbirine sürtülmesiyle hem ateşi
bulmuş hem de el becerilerini geliştirmiştir. Eldeki verilere göre Eski Taş Devri insanlarının
beslenmeleri avcılık, balıkçılık ve belki de bazı bitkiler ve kabuklu ağaç ürünlerinden
topladıkları yiyeceklerden oluşmaktadır. Onlar öldürdükleri av hayvanlarının kemiklerini
silah yapımında, postlarını ise soğuktan korunmak için kullanmışlardır.
64
Sığındıkları ve yaşadıkları alanlar mağaralar, kaya sığınakları, nehir yatakları ya da
ağaç kovukları olmuştur. Dolayısıyla nerede bu tür yaşam alanları mevcut ise, sürekli yer
değiştirme pahasına oralara göç etmişlerdir. Eski Taş Devri insanları, temelinde ailenin yer
aldığı kabileler halinde yaşamışlar ve aile devamlı surette kabilenin temel taşı olmuştur.
Türkiye topraklarında subtropikal iklimden karasal iklim tiplerine kadar değişik iklim
tiplerinin ufak üniteler halinde yer alması, her şeyden evvel ülkenin çeşitli iklim tiplerine
sahip olmasına, yani farklı olanakları bünyesinde toplamasına neden olmuştur. Bu çeşitli
iklim tipleri aynı ölçüde farklı bitki topluluklarının meydana gelmesini mümkün kılmıştır. Bu
temel özellikler Türkiye’nin her bölge hatta yöresine kendilerine özgü bir potansiyel
kazandırmıştır. Bütün bu olumlu faktörler Türkiye’yi Paleolitik devrenin başından itibaren
insanların yaşaması ve barınması için dünyanın en elverişli bölgelerinde biri haline
getirmiştir. Nitekim Türkiye üzerinde yapılan Paleoarkeolojik araştırmalar ülkemizde insan
faaliyetlerinin Paleolitik’in (Eski Taş Devri) bütün çağlarında mevcut olduğunu ortaya
çıkarmıştır.
Bu devre ait pek çok örnek olmasına rağmen, özellikle Karain Mağarası, Öküzini
Mağarası, aynı bölgedeki Belbaşı, Beldibi mağaraları ile Alanya’daki Kadınini, Isparta’daki
Kapalıin ve Hatay’daki Mağaracık mağaralarında yapılan araştırmalar, Paleolitik devrin
Anadolu açısından aydınlanmasında önemli rol oynamıştır. Gerçekten de, mağara insanlarının
Türkiye toprakları üzerinde yaşamış olduğu bu mağaralarda yapılan kazılar ve ele geçen
bulgularla kanıtlanmıştır. Karain kazısını daha sonraki tarihlerde yine Antalya ilinde Beldibi,
Öküzini ve Kadınini, Isparta’da, Hatay’ın Samandağı’ndaki mağaralardaki araştırmalar
izlemiş ve ele geçen bulgular Paleolitik insan gruplarının yaşadıkları ortamı ve o ortamın
sınırlarını kısmen olsun ortaya koymuştur. Bugüne kadar saptanan mağaraların Toros kalker
kütlesi ile yine aynı litolojik özelliklere sahip Göller yöresi ve nihayet Orta Anadolu’nun
güney bölümünde yer alması ilginçtir. Mağaraların oluşmasına en uygun kayaların bulunduğu
Toros dağları bu nedenle Paleolitik yerleşmelerin vatanı olmuştur. Bununla birlikte, yeni
araştırmalar Paleolitik yerleşmelerin Doğu Anadolu’da da yaygın olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Bu şekilde Paleolitik yerleşmeler sadece Batı Toroslar’da değil, Güneydoğu Toros dağlarında
da yer almıştır. Toros dağları bölümünün o dönemde yoğun ormanlarla kaplı olması, buna
dayalı olarak avcılık için yüksek bir potansiyel göstermesi, bu bölgeleri “Paleolitik Yerleşme”
için ideal sahalar yapmıştır.
Bu güne kadar yapılan araştırmalar neticesinde Türkiye’nin güney, güneydoğu
bölgeleri ile İstanbul Boğaz’ı çevresinde bulunan sahile yakın dağların yamaçlarında bulunan
mağaralarda Paleolitik Devir insanının yaşadığına dair önemli izler bulunmuştur. Hatay
bölgesindeki Musadağı’nın Akdeniz’e bakan yamaçları üzerinde, Mağaracık Köyü
civarındaki bir mağarada beş kültür katı tespit edilmiştir. Türkiye’nin güney sahillerinde 1946
yılından beri yapılan araştırmalar, Antalya yöresinin Paleolitik devirlerde iskan edildiğini
göstermiştir. Özellikle Karain Mağarası Paleolitik kültürün yoğun olarak yaşandığı alanlardır.
Karain Mağarası’nda arkeolojik kazıların yanı sıra yoğun bir şekilde arkeometrik ve paleoekolojinin anlaşılmasına yönelik çalışmalar da yapılmaktadır. İlk sonuçlar Pleistosen
dönemde, Karain Mağarası’nın önündeki ovada bir gölün bulunduğunu göstermesi
65
bakımından önemlidir. Ayrıca bu gölün çevresinde fil, suaygırı ve gergedan gibi kalın derili
hayvanların yaşadığını ve bunların Orta Paleolitik Devir insanları tarafından avlanarak
mağaraya taşındıkları tespit edilmiştir. Bu hayvanların yanı sıra yaban keçisi, yabani koyun,
geyik, karaca, yaban öküzü, bizon gibi otçullarla, aslan, sırtlan, vaşak, tilki ve ayı gibi etçil
hayvanların fosil kalıntıları da ele geçmiştir. Antalya Müzesi adına 1950 yılından beri kazılan
Öküzini Mağarası, Antalya’nın 32 km ve Karain Mağarası’nın ise 1 km kuzeydoğusunda
bulunmaktadır. Saha, Anadolu Kültür tarihi açısından son derece önemli bir mağara
yerleşimidir. Buradan elde edilen buluntular dikkate alındığında buranın Karain’in kültürel
tabakalanmasının devamı ve üretim öncesi evreden üretim evresine geçiş sürecini temsil ettiği
görülmektedir.
3.2. Mezolitik Çağ
Genel anlamda Orta Taş Devri olarak adlandırılan Mezolitik Devir, Eski Taş Devri ile
Yeni Taş Devri arasında bir geçiş evresidir. Mezolitik yaklaşık olarak Çağ ya da Orta Taş
Çağı, MÖ. 15.000-12.000 yılları arasında sürmüştür. Yaşam şekli açısından incelendiğinde
Paleolitik döneme göre çok farklılık olmadığı görülmekte olup yontma taş işçiliği bu
dönemde biraz daha gelişmiş ve aletler oldukça küçülmüştür. Mezolitik Çağ, göçebe yaşamın
son bulup yerleşik düzene doğru bir eğilimin gerçekleştiği bir geçiş dönemidir.
Paleolitik ve Neolitik arasında Orta Taş Çağı da denen bir geçiş evresi yaşanmıştır.
Avrupa’da yaşanan Orta Taş Çağı’na Mezolitik, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’dekine ise
Epipaleolitik adı da verilir. Buzul Çağları’nın bitişiyle (Paleolitik Çağ’ın sonuyla aşağı yukarı
aynı zamana denk gelir) iklimde belirgin bir ısınma olmuş ve bunu diğer ekolojik değişimler
izlemiştir. Mezolitik/Epipalaeolitik Çağ’da yaşayan insanlar da bu yeni çevresel koşullara
uyum sağlamışlardır. Bu çağ, geçici iskan yerlerindeki hayatın sona erdiği ve yerleşik yaşama
doğru yönelimin gerçekleştiği bir geçiş evresidir. Bu evrenin süresi, yaşandığı bölgeye göre
değişir. Avrupa’da Mezolitik toplumlar yaklaşık M.Ö. 3000′lere kadar varlık gösterirken
Ortadoğu’da 12 bin yıl önce Epipaleolitik kültürler sona ermiş ve Neolitik Çağ başlamıştır.
Başka bir ifade ile Batı Avrupa, Magdalenien adı verilen Yontma Taş Devri’ni yaşarken,
Anadolu’da Mezolitik devir çoktan gelmişti. Buzulların çekilmeye ve iklim koşullarının
değişerek ısının artmaya başladığı geçiş dönemi olan Mezolitik Çağ’da yerleşmeler,
mağaralar ile açıklıklarda kurulan kulübe ya da barakalarda olmuştur.
Mezolitik dönemin, Paleolitik’ten Neolitik’e geçişi sağlayan ara evre olduğu kabul
edilmekle beraber bilim adamlarının ve tarihçilerin birçoğu Mezolitik çağ ayrımını
yapmayarak doğrudan doğruya Paleolitik dönem tanımını kullanırlar. Bunun başlıca nedeni,
tam olarak Mezolitik döneme tarihlenen yerleşim yerinin olmamasındandır. Orta Taş Devri
anlamındaki Mezolitik çağa aslında Cilalı Taş Devri başlangıcı demek de mümkündür.
İnsanoğlu bu devirde yine taş alet ve gereçler kullanmış, ok ile yayı icat etmiş ve köpeği
ehlileştirmiştir. Bununla beraber besin üretimine geçmedikleri için avlanmaları yoğunlaşmış,
buldukları faydalı meyve ve bitkilerden yararlanmaları suretiyle yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Anadolu’da Mezolitik çağa ait eserler Samsun’da Tekkeköy, Tuz Gölü, Burdur ve
Antalya’nın Belbaşı mevkilerinde tespit edilmiştir.
66
Günümüzden yaklaşık 17 bin yıl önce, Ortadoğu’da özellikle de Doğu Akdeniz
kıyılarında başlayan bu kültür evresi, Dünya’daki Neolitik Çağ’ın başlamasına öncülük
etmiştir. Buzul Çağları’nın bitişini izleyen dönemde, iklim ve bitki örtüsü Ortadoğu ve Doğu
Akdeniz bölgesinde de değişmiş ve bu değişiklikler kültüre de yansımıştır. Bu bölgede sıcak
ve yağışlı iklim, başta arpa ve buğday olmak üzere birçok yabani tahıl türünün bol miktarda
yetişmesini sağlamış; bu durum ise Neolitik dönem şartlarını hazırlamıştır. Bu dönemde
iklimde belirgin bir ısınmanın olması, deniz seviyesinin yükselmesine bağlı olarak diğer
ekolojik şartlarda da değişimler yaşanmıştır. İklimde meydana gelen ısınmayla birlikte,
buzulların erimesi, insanları yeni açılan alanlara doğru yayılmalarını sağlamış; avcılık ve
toplayıcılık yanında yabani tahıllarla tanışılmıştır. Yavaş yavaş besin kaynaklarının çok
olduğu sulak alanlarda sabit yerleşmeler kurulmuş ve yerleşik düzene geçilmeye başlanmıştır.
Mezolitik Çağ yerleşimleri genellikle nehir ve göl kenarı gibi daha çok sulak alanlarda
kurulmuş küçük köyler şeklindedir. Bu çağa özgü küçük taş aletlere “mikrolit” denmektedir.
Bu aletler tahta, boynuz ve kemiklerden yapılan saplar üzerine yerleştirilerek kullanılmıştır.
Anadolu’ya baktığımızda “mikrolit” denilen bu tip küçük taş aletlere yoğun olarak,
İstanbul Boğazı’nın iki yakasında, Ürgüp-Göreme yöresinde, Balıkesir, KahramanmaraşAdıyaman arasında, Malatya-Elazığ civarında ve Şanlıurfa-Birecik, Suruç ilçelerinde, KonyaPınarbaşı, Karadeniz kıyı kumları üzerinde Ağaçlı, Gümüşdere, Akçalı, Şile, Ambarlıderesi,
Gelibolu Yarımadası’nda Akbaş Şehitliği ve ören mevkiinde rastlanmıştır. Bu dönem
yerleşme merkezlerinin İstanbul, Ankara, Antalya ve Antakya çevresi başta olmak üzere,
Balıkesir, Çanakkale çevresi ile Fırat nehri üzerindeki barajlar için yapılan kurtarma kazıları
sahasında toplandığı dikkati çekmektedir. Yeterince araştırılmamış bir saha olan Türkiye
toprakları, Paleolitik ve Mezolitik devirde, o dönemin şartlarına göre oldukça yoğun bir
yerleşme ağına sahip görünmektedir. Başta röliyef, iklim, fauna (hayvan topluluğu), flora
(bitki örtüsü), toprak ve diğer faktörler açısından son derece uygun bir ortam oluşturan bu
topraklarda, çok sayıda iskan izleri tespit edilmiş ve buralarda dönemini temsil eden çok
sayıda buluntu ele geçirilmiştir. Doğada kendiliğinden bulunan/yetişen bitki ve hayvanlardan,
hem beslenmek hem de giyinmek ve çeşitli araç-gereç yapmak için faydalanan insanlar,
anlaşılacağı gibi avcılık ve toplayıcılık ile hayatlarını devam ettirmişlerdir. Bu dönemde hem
çok sayıda yerleşme merkezinin tespit edilmesi hem de buralardaki çok sayıda buluntunun
varlığından anlaşılacağı üzere, Türkiye toprakları insan yaşamı için oldukça elverişli bir ortam
durumundaydı. Ancak tarihte milli ekonomiler dışında, çok sayıda başka ekonomi örnekleri
de var olmuştur. İmparatorluklar, hem siyasi hem de ekonomik bir bütünlüğü ifade eden
büyük ölçekli birimlerdir. Modern zamanlarda ortaya çıkan dünya ekonomisi ise
imparatorluklardan farklı olarak çok sayıda siyasi birimden oluşan ve uluslararası iş bölümüne
dayanan büyük ölçekli bir sosyal sistemdir.
67
Uygulamalar
İnsanlık tarihi zaman dizimi hakkında web sayfalarından yapılacak bir araştırma ile
hem farklı düşünceleri görecek hem de insanlık tarihinin % 99’unun Paleolitik ve Mezolitik
çağlardan ibaret olduğunu görecektir. Türkiye topraklarının durumu için ayrıca
http://www.tayproject.org/trhome.html web sayfası incelenmelidir.
68
Uygulama Soruları
1) Paleolitik çağ kaç yıl boyunca devam etmiştir?
2) Mezo kelime olarak ne anlama gelmektedir?
Cevaplar
1) Yaklaşık 500.000 yıl, 2) Orta
69
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
İnsanlık tarihinin ne zaman başladığı hakkında çeşitli fikirler olmakla birlikte,
Paleolitik çağın bu devrenin % 99’unu kapsadığı genellikle kabul eidlir. Araştırma ve eğitim
sürecinde kolaylık sağlaması bakımından, diğer konularda olduğu gibi insanlık tarihi de çeşitli
bölümlere ayrılarak incelenmektedir. Bunlardan ilki Yontma Taş Devri ya da Eski Taş Çağı
adı da verilen Paleolitik Çağ (yaklaşık M.Ö. 500.000-15.000) tarih öncesi devirlerin en eskisi
olmasının yanında en uzun süreni ve insanoğlu için en zorlu olanıdır. Bu zaman dilimi,
insanların küçük gruplar halinde ve dağınık bir şekilde yaşadıkları; beslenme, barınma ve
dinlenme gibi ihtiyaçları için tamamen doğa/tabiat şartlarına bağımlı olarak yaşadıkları bir
dönemdir. İnsanlar tüm ihtiyaçlarını tabiatın izin verdiği yerlerde ve ölçüde giderebilmekte ve
yaptığı faaliyetlerde taşları işlemek suretiyle ürettiği araç-gereçlerden faydalanmaktadırlar.
Burada belirtilen tüm şartların Anadolu topraklarında bir arada yer alması, yapılan
araştırmalarda Paleolitik dönemlerde yaşamış insanların izlerinin bulunması sayesinde
ispatlanmıştır. Yapılan araştırmalardan özellikle Toros dağlık kütlesi ve yakın çevresinde
bulunan doğal barınaklar ve mağaralarda insanların yaşadığı anlaşılmaktadır.
Mezolitik dönem, yine insanların tabiata bağımlı olarak yaşadıkları bir dönem olup
MÖ. 15000-12000 yılları arasını kapsamaktadır. Paleolitik döneme göre çok ciddi
farklılıkların olmadığı görülmekle birlikte, yontma taş işçiliği bu dönemde biraz daha gelişmiş
ve aletler oldukça küçülmüştür. Nüfusun biraz daha arttığı ve insan izi bulunana arkeolojik
merkezlerin fazlalaştığı bu dönemde, göçebe yaşamın son bulup yerleşik düzene doğru bir
eğilimin gerçekleştiğine dair izler tespit edilmiştir.
70
Bölüm Soruları
1) Aşağıdakilerden hangisi Tarihi Çağların başlangıcı olarak kabul edilen olaydır?
a)
b)
c)
d)
e)
Ateşin bulunması
İlk insanlık izlerine rastlanması
Yazının keşfi
Tarımın başlangıcı
Yerleşik hayata geçiş
2) Yazı ilk olarak ne zaman ve nerede kullanılmaya başlanmıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
M.Ö 3500 Mezopotamya
M.Ö 1500 Mısır
M.Ö 2500 Mezopotamya
M.Ö 2500 Afrika
M.Ö 300 Anadolu
3) Tarih öncesi devirleri profesyonel olarak üç çağa ayırma işlemini aşağıdakilerden
hangisi gerçekleştirmiştir?
a)
b)
c)
d)
e)
Lucretius
C.J Thomsen
Ramsay
Mansel
E. Lyle
4) Aşağıda verilen seçeneklerden hangisinde üç çağ sistemine göre yapılan tasnif doğru
olarak verilmiştir?
a)
b)
c)
d)
e)
Tunç çağı- Taş çağı- Demir çağı
Demir çağı- Taş çağı-Tunç çağı
Taş çağı- Tunç çağı- Demir çağı
Taş çağı- Demir çağı- Tunç Çağı
Demir çağı- Tunç Çağı- Taş Çağı
5) Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bölgeye Hellenistik dönem itibariyle verilen isim
aşağıdaki şıklardan hangisinde doğru olarak verilmiştir?
a)
b)
c)
d)
e)
Anadolu
Münbit Hilal
Mezopotamya
Pisidia
Lydia
71
6) İnsanlık tarihinde besin üretimine geçilen dönem hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Paleolitik
Mezolitik
Neolitik
İlk Tunç çağı
Kalkolitik
7) M.Ö 15.000-12.000 yılları arasını kapsayan dönem aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Kalkolitik
Mezolitik
Paleolitik
Neolitik
Epineolitik
8)“De Renum Natura/Şeylerin Doğası” adlı eserin müellifi aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Starbon
Heredothos
Lucretius
C.J. Thomsen
Hekatos
9) İlk uygarlığın merkezi ve gıda üretiminde ilk denemelerin gerçekleştiği yer olarak
kabul edilen bölge aşağıdakilerden hangisidir?
a.
b.
c.
d.
e.
Afrika
Mısır
Anadolu
Bereketli Hilal
Hiçbiri
10) Aşağıdakilerden hangisi “mikrolit” kelimesinin açıklamasıdır?
a)
b)
c)
d)
e)
Neolitik Dönem Yerleşmeleri
Mezolitik döenme ait küçük taş aletler
Paleolitik döenm yerleşmeleri
Kalkolitik çağ tarım aletleri
Mezolitik döenm yerleşmeleri
Cevaplar
1) c, 2) a, 3) b, 4) c, 5) c, 6) b, 7) b, 8) c, 9) d, 10) b
72
4. TARİH ÖNCESİ UYGARLIKLAR II
73
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
4.1. Neolitik Çağ
4.2. Kalkolitik Çağ
74
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Uruk kültürünün Anadolu’daki yüzü olan yerleşme neresidir?
a) Arslantepe
b) Toptepe
c) Hassek höyük
d) Çatal höyük
e) Büyükgüllücek
2) Aşağıdakilerden hangisi Son Kalkolitik çağ yerleşmelerinden biridir?
a) Çadırhöyük
b) Toptepe
c) Hattuşa
d) Hassek höyük
e) Alişar höyük
3) Halaf Dönemindeki yuvarlak planlı yerleşmlere ne ad verilir?
a) Tholos
b) Tonoz
c) Kubbe
d) Kulübe
e) Thonoz
Cevaplar
1) C, 2) d, 3) a
75
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Neolitik çağ
Neolitik çağ
öğrenmek
Kalkolitik çağ
Kalkolitik çağ ve özelliklerini İlgili web sayfalarından Kalkolitik
öğrenmek
çağ ve özelliklerini incelemek
Kazanımın nasıl elde edileceği
veya geliştirileceği
ve
özelliklerini İlgili web sayfalarından Neolitik
çağ ve özelliklerini incelemek
76
Anahtar Kavramlar
Neolitik, Neolitik devrim, tarım, yerleşme, yerleşik hayat, çanak-çömlek, işbölümü, Fırat,
Dicle, Mezopotamya, Halaf kültürü, Obeyd kültürü, tholos, Amik ovası, Konya, Göller
bölgesi, Güneydoğu Anadolu, Göbeklitepe, Çayönü, Aşıklıhöyük, Çatalhöyük, Kuruçay,
Köşkhöyük Canhasan
77
4. Giriş
Yazının bulunmasından önceki çağlarda olup da önceki dönemlerden kesin olarak
ayrılabilen çağlardan biri Neolitik olarak adlandırılmaktadır. Bu dönem, daha önceki çağlarda
devam eden ve tamamen tabiat şartlarına göre ve onun izin verdiği şekilde yaşayan insanların,
tabiata bağlılıklarını büyük oranda azaltmalarıyla ayrılmaktadır. Bahsedilen husus, arkeolog
ve tarihçiler tarafından, insanlık tarihinin en önemli gelişmelerinden biri kabul edilerek,
“devrim” kabul edilmiş, bu yüzden de yeni döneme Neolitik Devrim adı dahi verilmiştir.
4.1. Neolitik Çağ
İnsanlık tarihinde, besin üretiminin yanı sıra ilk olarak yerleşik düzenin kurulduğu ve
Taş Çağının sonuncusu olan Neolitik Çağ (Yeni Taş Çağı), Cilalı Taş Çağı olarak da
adlandırılmaktadır. Bu dönemde yaşanan kültürel gelişmeler, taş aletlerdeki yeniliklerden çok
daha fazlasıdır. İnsanlık, tarihindeki en büyük gelişim hamlesini bu devirde gerçekleştirmiştir.
Yerleşik hayata geçiş, tarım başlaması, çiftçlik ve nakliyat için rüzgardan faydalanma,
tekerleğin icadı, çanak-çömlek yapımı gibi devrim niteliği taşıyan buluşlar, hep bu çağdadır.
Neolitik Çağ, aslında başlangıcı ve bitişi kesin tarihlerle sınırlanan bir dönem olmaktan çok
tarımın başladığı ve hayvanların evcilleştirildiği bir kültür evresi olarak adlandırılabilir.
Anadolu toprakları için bu tarihin M.Ö. 12000-6000 yılları arasında olduğu kabul edilebilir.
Fakat yapılan araştırmalarda bulunanlara bakıldığında dünyanın farklı bölgelerinde farklı
zamanlarda yaşandığı ve ayrıca yapılan araştırmalarda sürekli olarak yeni bulgular ortaya
çıkarıldığından kaynaklarda farklı tarihler karşımıza çıkabilmektedir. Nitekim Batı Avrupa’ya
bu medeniyeti, doğudan (muhtemelen Anadolu’dan) Neolitik insan getirmiştir.
Bu devir, tamamen tabiata bağlı, doğanın elverdiği oranda ve uygun mekanlarda
sürdürülen avcılık ve toplayıcılıktan ilk üretime geçişin gerçekleştirildiği, yani tabiata
bağlılığın azaldığı bir dönemdir. Bu dönemde yeni iklim şartlarına ve onun oluşturduğu
çevreye uyum sağlayan insanoğlu üretime geçerek (kendi gıdasını üreterek) insanlık
tarihindeki ilk devrimi gerçekleştirmiştir. Tabiatın sınırlandırıcı etkilerinden büyük oranda
kurtulan insanlar, Neolitik çağ/devirde artık tarım yapmaya, hayvan evcilleştirmeye ve su, taş
yataklarına yakın yerlerde köyler/yerleşme merkezleri kurmaya başlamışlardır. 6000 yıldan
daha uzun bir süreyi kapsayan bu dönemde teknolojik yenilikler ortaya çıkmış, toplumun
yaşam biçimi tamamen değişmiştir. Bu devirde tarımın gelişmesi sonucu yerleşik hayata
geçilmiş, yerleşik hayat ise daimi yerleşme merkezlerinin kurulmasına yol açarak beraberinde
birlikte yaşamayı getirmiştir. Böylece toplumsal düzen ve bu düzeni sağlayan yazısız hukuk
kuralları ortaya çıkmıştır. Bu devrin önemli bir başka niteliği de, bir arada yaşamaya başlayan
insanlar arasında “iş bölümü”nün oluşmasıdır.
Yerleşme Neolitik çağda Anadolu üzerinde daha yaygın bir hal almıştır. Neolitik’te,
Paleolitik’in mağara yaşamı ve onun ürünü olan avcılık ve toplayıcılık ekonomisi yerini,
yerleşik düzenin ekonomisi olan “tarla kültürleri ve hayvancılık”a bırakmıştır. Barınağın
konutlaşması Neolitik çağın en önemli yeniliklerinden birisidir. Dönemin başlangıcında
mimari, yuvarlak kulübelerden oluşmaktaydı. İlk başlarda barınak olarak tabir edilen bu
yapılar dönemin sonlarına doğru gerçek anlamda konuta dönüşmüş ve insanların günlük
78
yaşantısıyla ilgili diğer işlevlere de sahip olmuştur. Çatalhöyük kazılarından öğrenildiğine
göre aileler birleşerek köy tipinde ilk yerleşmeleri meydana getirmişlerdir. Neolitik
yerleşmelerin yine Toros dağlarına civar sahalar üzerinde toplanmış olması, mağara
insanlarının ikinci bir aşama olarak mağaralardan kendi yaptıkları konutlara geçtiğini
kanıtlamaktadır. Bu dönemde evlere geçişle beraber, bunların içinde kullanılacak eşyanın ve
günlük hayatta kullanılan araç-gereç yapımının da gerçekleştirildiği görülmektedir.
Anadolu’da, yine bu dönemde çanak-çömlek ve ağaç eşyadan sonra hayvan ve lifli bitkilerden
yararlanılarak dokumacılığın başlaması, giyecek hususunda önemli bir gelişmeye sebep
olmuştur. Zamanla düşük ısıda erime olanağına sahip kurşun ve bakırı eriterek madenciliğin
ve geniş çaplı olmasa da ticaretin temelleri yine bu dönemde atılmıştır.
Bu devirde insanlar yaptıkları taş aletleri, kum taşlarına sürterek perdahlamayı
öğrenmişlerdir. Ancak bu dönemin en önemli buluşları ziraatın keşfi ve domuz, öküz, koyun
ve keçi gibi hayvanların ehlileştirilmesidir. Ayrıca insanlar ektikleri mahsulü korumak için
tarlaların etrafına yabani hayvanlar tarafından aşılması zor çitler yapmışlar ve tarlalarını
beklemek için tarla civarında yerleşmeye mecbur kalarak, barınak olarak sazlardan basit
kulübeler yapmışlardır. Neolitik Devrin üçüncü önemli keşfi ise seramik imalatıdır. Tahıl ve
diğer besin maddelerinin saklanması ve pişirilmesi için son derece önemli olan kilden
yapılmış seramik kaplar, gayet kaba bir hamurdan elle yapılmıştır. Türkiye Neolitik Devir
yerleşmeleri sınıflandırılırken çoğu kere bu dönem çanak-çömleğin var olup olmamasına
dayalı tasnif yapılır ve daha çok anlaşılır olması için “Çanak Çömleksiz Neolitik Devir” ve
“Çanak Çömlekli Neolitik Devir” olmak üzere ikiye ayrılır. Bu ayrım yalnızca kilden kap
kacak yapımı gibi yeni bir teknolojinin ortaya çıkmasına bağlı değildir. Çanak-çömleksiz
Neolitik Devir’de yerleşik hayat ve bunun gereği olan yeni mimari, yani köy yaşantısı ortaya
çıkmıştır. Ayrıca beslenme için tahıllar yetiştirilmiş ve hayvanlar evcilleştirilmiştir. Ancak
hayvan evcileştirilip tahıl yetiştirilmesine rağmen avcılık ve toplayıcılık hala yaşamın
temelini teşkil etmektedir. Buna karşılık çanak-çömlekli Neolitik Devirle birlikte çiftçiliğe,
besin üretimine bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik model tüm kurallarıyla birlikte
yerleşmeye başlamış ve toplumsal yaşamın her kademesine yansımıştır.
Çanak-çömleksiz Neolitik Çağ M.Ö. 12/10 bin yılı ile 7 bin yılı arasındaki zaman
dilimini kapsamaktadır. Yerleşik düzen öncesi ya da erken yerleşik düzen dönemlerinde
insanların kap kacaklarını taş ya da ahşabı oyarak yaptığı evreye “Çanak Çömleksiz Neolitik
Çağ” adı verilmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu dönem insanlık tarihinde “devrim”
niteliğinde sayılabilecek gelişmelerin yaşandığı bir süreçtir. Bu devrin en önemli özelliği
tarımsal üretimin başlaması ile birlikte yerleşik hayat düzeninin ortaya çıkmasıdır. Aynı
zamanda insanlar bir arada yaşama geleneğini başlatarak bireylerin birbirleriyle ve toplumla
olan ilişkilerinin sağlıklı yürümesi için belirli kurallar benimsemişlerdir. Aile ve toplum
içerisinde iş bölümünün zorunlu bir şekilde yapılmasıyla birlikte belirli mesleklerin
oluşmasının da zemini hazırlanmıştır. Yine aile yapısında büyük değişimler meydana gelmiş,
anaerkil aile geleneği yavaş yavaş biterken buna karşılık ataerkil aile yapısı ortaya çıkmıştır.
Bu hızlı değişim yalnızca ilk üretim toplumlarının yerleştiği iki çekirdek bölge için geçerlidir.
Bu çekirdek bölgelerin dışında çok daha durağan bir yaşamın varlığı da gözden uzak
tutulmamalıdır.
79
Bu devirde birbirinden farklı iki çekirdek bölge olarak; Yakındoğu Neolitik’i diye
adlandırılan Güneydoğu Anadolu ile Doğu Anadolu’nun güney kısımlarının dahil olduğu
birinci bölge ve Orta Anadolu’da özellikle Konya, Niğde çevresindeki ikinci bölgeyi
verebiliriz. Çanak-çömleksiz Neolitik Devir’de genellikle geçim ve su kaynakları dikkate
alınarak, yurt yeri seçiminde hammadde kaynaklarına yakın göl, bataklık kıyısındaki
yüksekçe doğal tepeler ve eşikler ilk sırayı almıştır. Çeşitli av hayvanları dışında bu tip
alanlar, kuş, balık ve çeşitli yumuşakçaların bol bulunabildiği ve tarıma müsait topraklara
sahip yerlerdir. Çayönü (Diyarbakır), Güzir Höyük (Siirt) gibi mevkiler bu özelliklere
sahiptir. Yine yaz-kış akan çay ve derelerin kıyılarındaki yükseltiler de köy yeri olarak
seçilmiştir. Körtik Tepe (Diyarbakır), Akarçay Tepe (Şanlıurfa), Biris Mezarlığı (Şanlıurfa),
Göbeklitepe (Şanlıurfa), Gürcütepe (Şanlıurfa) Çanak-çömleksiz Neolitik Devir’in
Güneydoğu Anadolu’daki diğer yerleşmeleridir. Mevcut araştırmalara göre, Orta Anadolu
Bölgesi’nde Çanak-çömleksiz Neolitik kültürünün en iyi temsil edildiği yer Aksaray şehrinin
25 km güneydoğusunda yer alan Aşıklı Höyük’tür.
Şekil 4.1: Göbeklitepe.
Kaynak: https://www.google.com.tr/search?q=
Çanak-çömleksiz Neolitik Çağ’da ilk aşamada mimari yapı yuvarlak planlı, toprağa
gömük, üst bölümleri kerpiçle sıvanmış saz ve ağaç dallarından oluşmaktaydı. Daha sonra bu
yapı yerini dörtgen planlı, tek ve çok odalı, taştan ya da kerpiçten yapılmış binalara
bırakmıştır. İnanç dünyasında ise belli bir düzen oluşmuş, ölü gömme geleneklerinde belli
uygulamalara geçilmiştir. Toplu gömütler, kafatası kültü olarak bilinen törensel uygulamalar,
iskeletlerin alçıyla kaplanması bu dönem yaşamını karakterize eden özelliklerdir. Bu dönemin
sonunda geçim ekonomisinde tarım yaygınlaşmış, hayvan evcilleştirme süreci
tamamlanmıştır. Domuz, koyun, keçi ve sığır evcilleştirilen hayvanlar arasındadır.
Çanak-çömlekli Neolitik Dönem’e gelince; bu dönemde çiftçiliğe dayalı gerçek köy
yaşantısı tüm sosyal kurumlarıyla şekillenmeye başlamıştır. M.Ö. 7000-5500 yılları
80
arasındaki dönemi kapsayan bu çağın sonunda avcılık artık beslenme için yaşamsal önemde
olmaktan çıkmış, günümüzde olduğu gibi boş zaman uğraşısı haline gelmiştir. Buna karşın
başta buğday ve arpa olmak üzere mercimek ve baklagillerin yoğun olarak ekilip biçildiği ve
giderek bunların tür çeşidinin arttığı görülmektedir. Bu dönemde tarım hala kuru tarım
şeklinde yapılmakta olup saban, döven gibi ilkel tarımın mekanik aletleri bilinmemektedir. Ve
yine bu dönemde yük ve binek hayvanlarının halen evcilleşmediğini görürüz. Çanak-çömlekli
Neolitik Dönem ile birlikte izlenen ilginç bir gelişme de ölü gömme adetlerinde
görülmektedir. Daha önceleri ölüler, evlerin tabanlarının altına ya da özel yapılara konulurken
bu gelenek tümüyle ortadan kalkmış ve ölüler yerleşimlerin dışına gömülmüşlerdir.
Çanak-çömlekli Neolitik Dönem’de Türkiye’de yoğun bir nüfus hareketliliğinin
yaşandığı yerleşim sayısının artmasından anlaşılmaktadır. Kalabalık topluluklar iklim şartları,
su kaynakları ve toprağın verimliliğine bağlı olarak daha çok Güneydoğu Anadolu ve
Akdeniz Bölgesi’nin özellikle Göller Yöresi’nde yaşamışlardır. Göller yöresinde Hacılar ve
Kuruçay Höyükleri bu dönemin en önemli örneklerini temsil etmektedir.
Neolitik Dönem seramik buluntularına Türkiye’nin hemen hemen her bölgesinde
rastlanmıştır. Doğu Anadolu’da Elazığ, Malatya bölgesindeki Tepecik ve Tülintepe, daha
güneyde Çayönü, Orta Fırat havzasındaki Mezra-Teleylat ve Akarçay Tepe ve Çukurova
bölgesindeki Yumuktepe gibi yerleşmelerde bu dönemin özelliklerini gösteren kalıntılar
incelenmiştir. Mezra-Teleylat ve Akarçay Tepe ilk çanak çömleğin ortaya çıkışı ve gelişimi,
taş temelli, kerpiç duvarlı, dörtgen planlı çok odalı konutları, işlik alanları ve yerleşme düzeni
ile bu döneme ışık tutan yerleşmelerdir. Orta Anadolu platosunda doğudan batıya doğru bir
hat çizdiğimizde Köşk Höyük, Tepecik-Çiftlik, Can Hasan, Çatalhöyük ve Erbaba Çanakçömlekli Neolitik dönemin önemli yerleşmelerindendir. Orta Anadolu bölgesindeki
yerleşmelerde, ortak özellik bu insanların geçimlerinin tarım ve hayvancılığa dayanmasıdır.
Tepecik-Çiftlik ve Köşk Höyük yerleşmeleri hammadde kaynaklarına ve obsidiyen
yataklarına yakın olmaları ve dağ geçitlerine hâkim stratejik pozisyonları, bölgelerarası
iletişim ve alışverişte önemlidir. Konya ovasındaki Çatalhöyük yerleşmesi genel hatlarıyla
çiftçi bir yerleşmedir ve ekonomi küçük ölçekli olup üretim ve depolama sadece hane halkı
için yapılmaktadır. Bölgede beslenme tahıl üretimine, koyun ve keçi besiciliğine
dayanmaktadır. Obsidiyen işçiliği ve figürin (kilden veya taştan yapılmış insan ya da hayvan
şeklindeki heykelcikler) üretimi de yine küçük ölçeklidir.
4.2. Kalkolitik Çağ
Anadolu’da Neolitik devirden sonra başlayan ve taş aletler yanında az da olsa madenin
de kullanıldığı devre, Kalkolitik çağ denilmektedir. Kalkolitik kelimesi, Helen dilinde bakır
anlamına gelen “khalkos” ile taş anlamına gelen “lithos” kelimelerinden türetilmiş olup BakırTaş Devri karşılığında kullanılmıştır. M.Ö. 6000/5600-3750/3000 tarihleri arasını kapsayan
Kalkolitik Dönem, İlk Kalkolitik Çağ, Orta Kalkolitik Çağ ve Geç Kalkolitik Çağ olmak
üzere kendi içerisinde üç bölüme ayrılmaktadır. Kalkolitik Çağ geniş anlamıyla kent ve devlet
ekonomisinin tohumlarının atıldığı dönemdir. Bu devir sosyo-ekonomik gelişmeler
bakımından köyden kente geçiş dönemi olarak tanımlanmaktadır. Kent yerleşmelerinin
artmasının yanı sıra, yeni yönetim biçiminin; bürokrat ve zanaatkar sınıfının da ortaya çıkması
81
anlamına gelmektedir. Ayrıca yine bu dönemde ilk yazı sistemlerinin temeli niteliğinde
sayılabilecek sembol ve resimli işaretler kullanılmaya başlanmıştır.
Neolitik döneme özgü, çiftçiliğe dayalı köy yaşamı, birçok yerde uzun süre devam etse
de, bazı bölgelerdeki köylerin büyüyüp gelişerek kentlere dönüştükleri görülür. Kalkolitik
Çağ’ın en önemli özelliği, bu dönemde köylerin kentlere dönüşmesi ve tarımcı köy
toplumlarından şehir/kent devletlerinin doğmasıdır. Bu dönemde bölgeler arasında sosyoekonomik açıdan bir farklılaşma ortaya çıkmıştır. Ekonomik merkez, doğal imkanların zengin
olduğu bölgelerden, sulamalı tarım yapma imkanlarının bulunduğu Dicle ve Fırat arasındaki
Mezopotamya bölgesine kaymıştır.
Taş devrinden maden devrine geçiş dönemi olarak tanımlanan Kalkolitik Çağ’ın en
belirgin özelliği, taş aletlerin giderek azalması ve madenciliğin gelişmesidir. Ergitme ısısının
düşük ve çıkarılmasının kolay olması nedeniyle, ilk kullanılan maden bakır olmuştur. Bu çağ
insanlarının yaşamında tarım, avcılığa oranla çok önemli bir yer kaplamaya başlamış,
tamamen tarımcı topluluklar ortaya çıkmıştır. Neolitik kültüre oranla daha geniş bir alana
yayılan Kalkolitik çağ kültürü, Anadolu’nun topografik yapısı gereği, kendi içerisinde farklı
kültür bölgelerine ayrılmıştır. Bu bölgeler, batıdan doğuya doğru Trakya ve Kuzeybatı
Anadolu, Göller bölgesi, Konya ovası, Çukurova, Doğu ve Güneydoğu Anadolu olarak
sıralanabilir. Uygarlık tarihi açısından “ilk üretimci topluluklar” dönemi ya da “gelişkin köy”
dönemi şeklinde de tanımlanan bu çağ yukarıda belirtildiği üzere, erken, orta ve geç olmak
üzere üç ana evrede incelenmektedir.
Kalkolitik çağı oluşturan birinci evre, İlk Kalkolitik Çağ, diğer adıyla Halaf
dönemidir. Kalkolitik çağın başlangıç aşamasını temsil eden Halaf kültürü, adını
sınırlarımızın hemen güneyindeki Tell Halaf kazı yerinden alır. Halaf kültürü öğeleri,
Çukurova Bölgesi’nden Zagros Dağlarına, yoğun olarak Fırat Nehrinden Zap’a, Muş
Ovasından Orta Mezopotamya’ya ulaşan bir alanda bulunmaktadır. İlk olarak Sakçagözü,
Amik Ovası, Mersin Yumuktepe, Gaziantep yakınlarında Turlu ile Diyarbakır’ın kuzeyinde
Griki Haciyan kazılarında, son yıllarda ise Malatya yakınlarında Değirmentepe, Elazığ
Tülintepe, Urfa Cavi Tarlası, Maraş yakınında Domuztepe, Birecik Fıstıklı Höyük, Urfa
Kazane, Adıyaman Samsat kazı yerlerinde bu kültüre ait öğelere rastlanmıştır. Halaf dönemi
yerleşmelerinde “tholos” olarak adlandırılan yuvarlak planlı yapılar karşımıza çıkar. Bu
yuvarlak yapıların günümüzde Harran evlerinde olduğu gibi kubbeyle örtüldüğü düşünülür.
Bindirme ile kubbe ve tonoz yapımı Halaf kültüründe karşımıza çıkar.
Obeyd kültürünün ortaya çıktığı Orta Kalkolitik Çağ, yaklaşık bin yıl gibi uzun bir
süreci kapsamaktadır. Obeyd kültürü kendi içinde 4 evreye ayrılmaktadır. Ama bu evrelerin
Anadolu’ya uygulanması konusunda araştırmalar yetersiz kaldığı için Obeyd 3 ve 4. evrelerin
Anadolu ve yakın çevresinde olduğu ileri sürülmektedir. Obeyd kültürünün mimarisini en iyi
yansıtan yerler Malatya Değirmentepe ve Elazığ Norşuntepe olmuştur. Bu höyüklerde Obeyd
dönemi yerleşiklerinin kerpiç mimaride ne kadar usta olduklarını gösteren dörtgen planlı evler
ortaya çıkmıştır. Ama, bu tüm Obeyd kültürü evlerinin sadece bu tarzda olduğu anlamına
gelmez. Bu dönemde standart boyutlarda kaplar ortaya çıkmıştır. Bu durum belli bir grubun
(rahiplerin) kontrolünde ürünün dağıtımı ya da paylaşımında ölçü biriminin kullanıldığının
82
kanıtı olabilir. Değirmentepe’de ekonomi yoğun olarak arpa ve buğday tarımına
dayanmaktadır. Koyun, keçi, sığır ve domuz evcil hayvanlar olarak beslenme ekonomisinde
temel oluştururlar. M.Ö. 5. bin yılın sonu ve 4. bin yılın başına tarihlenen Değirmentepe,
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde, kentleşme yolunda yaşanan sosyal ve ekonomik
aşamaları kanıtlayan anahtar yerleşmelerden birisidir. Çukurova Bölgesi’ndeki Yumuktepe ve
Amik Ovası’ndaki Obeyd yerleşmelerinde de benzer gelişmelerin yaşandığı kazılarla ortaya
çıkarılmıştır.
Orta Kalkolitik kültürel sürecini en iyi yansıtan yer Yozgat yakınındaki Alişar
Höyüktür. Niğde bölgesinde Gelver’i, Köşk Höyük, Çorum’da Büyük Güllücek, Eskişehir
yakınlarında Orman Fidanlığı, İznik Orhangazi’de Ilıpınar, Yozgat Çadırhöyük, Karaman Can
Hasan, Çorum Yarıkkaya, Niğde Güvercinkaya ve Marmara Ereğlisi yakınlarındaki Toptepe
bu dönemin çeşitli aşamalarını yansıtan başlıca yerleşmelerdir. Orta Kalkolitik Çağdan
günümüze kalan en önemli görsel buluntuların kilden yapılan kapkacak olduğu söylenir.
Bunlar içinde en dikkat çekici olanı Gelveri üslubu ile bezenmiş kaplardır. Trakya’da Orta
Kalkolitik Çağ’da yerleşme sayısında artış meydana gelmiştir. Bu dönem yerleşmeleri geniş
bir alan kaplamalarına rağmen, yapılar seyrek yerleştirildiği için çok büyük bir nüfustan söz
edilemez. Elde edilen organik kalıntılardan yola çıkarak Trakya’da evcil hayvanlar arasında
sığırın önemli bir yeri olduğunu anlarız. Toptepe gibi kıyı yerleşmelerinde midye ve benzeri
yumuşakçaların beslenmede önemli olduğu dikkat çeker. Çeşitli buğday türlerinin yanı sıra
mercimek ve başta badem olmak üzere kabuklu yemişlerin de yoğun olarak tüketildiği
anlaşılmaktadır. Trakya’da Orta Kalkolitik Çağ birdenbire sona erer. Neredeyse bütün
yerleşmeler yangınla tahrip olur ve yerlerine yenisinin kurulmadığı görülür.
M.Ö. 4. bin yılın başlarında yine Mezopotamya kökenli yeni göçerler, beraberlerinde
yeni kültür öğeleriyle Anadolu’ya girmişlerdir. Yaklaşık olarak 800-1000 yıl süre ile bu
toplulukların getirdiği yeni öğeler, yerel kültürlerle karışarak Anadolu’nun Son Kalkolitik
Çağ kültürlerini oluşturmuştur. Bu dönemden itibaren Dicle ve Fırat nehirlerinin etkileşim
alanındaki Doğu Anadolu’yu da kapsayan bütün bölgeler ortak bir tarihi paylaşmışlardır.
Mezopotamya toplum yapısında M.Ö. 4. bin yılın başlarında görülmeye başlanan büyük çapta
değişiklikler arkeolojik verilerde kendini gösterir. Bu dönemde elde biçimlendirilen boyalı,
yapımı zahmetli çanak çömlek türü yerine kaba ve bezemesiz yavaş dönen çömlekçi çarkında
seri olarak üretilen kaseler göze çarpar. Seri olarak üretilmiş bu kaseler üretim teknolojisinin
ve yöntemlerinin gelişimini yansıtır. Son Kalkolitik Çağ’da, Güney Mezopotamya’da beliren
ve en çok öne çıkan bir diğer olgu da içinde politik ve dini merkezlerin yer aldığı “kent”in
doğuşu olmuştur.
Anadolu’da bu dönemde merkezi konuma sahip büyük yerleşmelerde tarım dışında
madencilik, çanak çömlekçilik gibi zanaatların ve bunları yürüten zanaatkarların ortaya çıktığı
görülür. Bölgeler arası ticaret önem kazanmıştır. Orta ve İç Batı Anadolu, Göller Bölgesi, Ege
ve Karadeniz kıyı kesimlerindeki merkezlerin yerleşim özelliklerine bakıldığında buralarda
kurulan yaşam biçiminin yerel özellikte olduğu ve henüz merkezi politik bir güçten söz
edilebilecek nitelikler taşımadığı görülür. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya baktığımızda, Son
Kalkolitik Dönem burada gücün dinsel ve politik açıdan merkezileşmesi olarak ifade edilir.
83
Ekonomi ve mal seçkin bir sınıfın kontrolünde gerçekleşmektedir. Bu bölgelerdeki kentler
dini ve idari merkezlerdir. Her ne kadar doğu ve güney doğu anadoludaki yerleşmeleri genel
anlamda dini ve idari merkez olarak tanımlasak da her yerleşme kendi içinde farklı niteliklere
sahiptir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Son Kalkolitik Çağ yerleşmelerinin başlıcalarını
Arslantepe, Hassek Höyük, Hacınebi olarak sıralayabiliriz. Malatya’da bulunan Arslantepe’de
tapınak ve idari yapılar ile seçkinlere ait konutlar ortaya çıkarılmıştır. Burası bu dönemde
politik bir merkez olarak öne çıkmaktadır. Fırat nehri kıyısındaki Hassek Höyük ise
hammadde açısından yoksul olan Mezopotamya’ya Anadolu’dan mal aktarmak amacıyla
kurulmuş Uruk kolonilerinden biridir. Burası, Uruk mimarisini yansıtan yapı özellikleri, tipik
Uruk çanak çömleği, silindir mühürleri ve dokuma araçları ile Uruk kültürünün Anadolu’daki
yüzü olan bir yerleşmedir. Yine bu dönem yerleşmelerinden Şanlıurfa’daki Hacınebi
yerleşmesi o dönemdeki anıtsal yapıların varlığını belirlemektedir.
84
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci, insanlık tarihindeki ilk büyük kırılma olan yerleşik hayata geçiş
ve tarıma başlamayı öğreneceği gibi, bunlarının sonuçlarının “devrim” niteliğinde olduğunu
görebilecektir.
Bu
dönemde
Türkiye
topraklarının
durumu
için
http://www.tayproject.org/trhome.html web sayfasından Neolitik ve Kalkolitik dönemi
incelenmelidir.
85
Uygulama Soruları
1) 1-Neolitik dönemi önemli kılan özellik nedir?
2) 2-Neolitik dönem Anadolu için ne zaman başlar?
Cevaplar
1) İnsanların tabiata bağlılıklarının azalmasıdır, 2) MÖ. 12.000
86
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
İnsanlık tarihinde önceki dönemlerden kesin olarak ayrılabilen çağlardan biri
Neolitik olarak adlandırılmaktadır. Bu dönem, daha önceki çağlarda devam eden ve tamamen
tabiat şartlarına göre ve onun izin verdiği şekilde yaşayan insanların, tabiata bağlılıklarını
büyük oranda azaltmalarıyla ayrılmaktadır. Göçebe olarak sürekli hareket etmeyi bırakarak
yerleşik hayata geçiş, doğal barınaklardan insanların inşa ettiği meskenlere geçiş, tarım ile
insanın kendi gıdasını üretmeye başlaması, çanak-çömlek ile gıdasını saklaması, yerleşik
hayat ile toplumsal hayata geçiş, köy, kasaba ve şehirlerin ortaya çıkarak gelişmesi, buralarda
yaşayanlar arasındaki iş bölümü vs. gibi gelişmeler hep bu dönem içerisinde gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla bahsedilen hususlar, arkeolog ve tarihçiler tarafından, insanlık tarihinin en önemli
gelişmelerinden biri kabul edilerek, “devrim” kabul edilmiş, bu yüzden de yeni döneme
Neolitik Devrim adı dahi verilmiştir.
Anadolu’da Neolitik devirden sonra başlayan ve taş aletler yanında az da olsa madenin
de kullanıldığı devre, Kalkolitik çağdır. Kabaca M.Ö. 6000-3000 tarihleri arasını kapsayan
Kalkolitik Dönem, İlk Kalkolitik Çağ, Orta Kalkolitik Çağ ve Geç Kalkolitik Çağ olmak
üzere kendi içerisinde üç bölüme ayrılmaktadır. Kalkolitik Çağ, taş aletlerin kullanıldığı
Neolitik’ten metal aletlerin kullanıldığı Tunç çağı arasında bir geçiş dönemidir. Bu dönemde
geniş anlamıyla kent ve devlet ekonomisinin tohumları atılmıştır. Bu devir sosyo-ekonomik
gelişmeler bakımından köyden kente geçiş dönemi olarak tanımlanmaktadır. Kent
yerleşmelerinin artmasının yanı sıra, yeni yönetim biçiminin; bürokrat ve zanaatkar sınıfının
da ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Ayrıca yine bu dönemde ilk yazı sistemlerinin temeli
niteliğinde sayılabilecek sembol ve resimli işaretler kullanılmaya başlanmıştır.
Neolitik dönemde hem yerleşme sayısı hem de nüfus açısından hızlı bir artış gösteren
Anadolu toprakları, sadece köylerin değil, kasaba ve hatta şehirlerin de ortaya çıktığı bir
yerdir. Dolayısıyla bu özellikler, sonraki Kalkolitik çağ boyunca da artarak devam etmiş
görünmektedir.
87
Bölüm Soruları
1) Besin üretiminin yapıldığı ve ilk olarak yerleşik düzenin kurulduğu çağ hangisidir?
a) Paleolitik
b) Kalkolitik
c) Neolitik
d) Mezolitik
e) Tunç
2) Neolitik Çağ ekonomisi aşağıdakilerden hangisine dayanmaktadır?
3)
4)
5)
6)
7)
a) Avcılık
b) Hayvancılık
c) Avcılık ve toplayıcılık
d) Tarla kültürleri ve hayvancılık
e) Dokumacılık
Aşağıdakilerden hangisi Neolitik dönem yeniliklerinden biri değildir?
a) Ziraatin keşfi
b) Seramik imalatı
c) Hayvanların ehlileştirlmesi
d) Sazlardan kulübe yapmak
e) Zanaatkarların orta çıkması
Çanak-çömleksiz Neolitik Dönemin en önemli özelliği hangisidir?
a) Tarımsal üretimle birlikte yerleşik düzen ortaya çıkmıştır
b) Avcılık ve toplayıcılık tamamen terkedilmiştir
c) Çiftçiliğe dayalı gerçek köy yaşantısı orta çıkmıştır
d) Avcılık boş zaman uğraşı halşne gelmiştir
e) Baklagil çeşidi artmış ve yoğun olarak ekilip biçilmiştir
Çanak-çömleksiz Neolitik kültürünün Anadolu’da en iyi temsil edildiği yer
neresidir?
a) Körtik tepe
b) Aşıklı höyük
c) Güzir höyük
d) Hacılar höyük
e) Gürcü tepe
Aşağıdakilerden hangisi Çanak Çömlekli Neolitik dönem yerleşmelerinden biri
değildir?
a) Çatalhöyük
b) Hacılar höyük
c) Köşk Höyük
d) Yumuktepe
e) Aşıklı höyük
M.Ö 5600-3750 yılları arasını kapsayan dönem aşağıdakilerden hangisidir?
a) Neolitik
b) Kalkolitik
c) Mezolitik
d) Çanal-çömleksiz Neolitik
e) Çanak-çömlekli Neolitik
88
8) Aşağıdakilerden hangisi Kalkolitik dönemde ilk kullanılan madendir?
a) Demir
b) Bakır
c) Tunç
d) Gümüş
e) Altın
9) Kalkolitik Çağın birinci evresi hangi isimle anılır?
a) Tholos Kültürü
b) Obeyd Kültürü
c) Halaf Kültürü
d) Gelveri Kültürü
e) Tonoz Kültürü
10) Anadolu’da Obeyd Kültürü mimarisini en iyi yansıtan yer aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Yumuktepe
b) Toptepe
c) Ilıpınar
d) Değirmentepe
e) Domuztepe
Cevaplar
1) C, 2) d, 3) e, 4) a, 5) b, 6) e, 7) b, 8) b, 9) c, 10) d
89
5. TUNÇ ÇAĞI UYGARLIKLARI
90
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
5.1. Hattiler
5.1. 1. Asur Ticaret Kolonileri
91
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Yazılı kaynaklara göre Hititler’in Anadolu’ya ne zaman geldikleri söylenebilir?
a) M.Ö. 3. bin sonları
b) M.Ö. 2. bin sonları
c) M.Ö. 3500
d) M.Ö. 1500
e) M.Ö. 3. bin başları
2) Hattiler’e ait en önemli buluntu merkezi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Hattuşa
b) Alacahöyük
c) Kaniş
d) Çatalhöyük
e) Neşa
3) Hattilere ait olan en önemli sembol hangisidir?
a) Güneş kursu
b) Neşa
c) Truva atı
d) Geyik heykeli
e) Boğazkale
Cevaplar
1) b, 2) b, 3) a
92
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Hattiler
Tunç devrindeki
Hattileri öğrenmek
Asur ticaret kolonileri
Anadolu’nun
zengin
potansiyeli
ve
Asur
kolonilerini öğrenmek
ilk
Kazanımın
nasıl
elde
edileceği veya geliştirileceği
uygarlık İlgili web sayfalarından Tunç
devri ve Hattileri incelemek
ticari İlgili
web
sayfalarından
ticaret Asurlular ve ticaret kolonilerini
incelemek
93
Anahtar Kavramlar
Tarihi çağlar, C. Cellarius, Ahmet Vefik Paşa, Eskiçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ,
Tunç çağı, bakır, kalay, tunç, bronz, İlk Tunç, çağı, Orta Tunç çağı, Son Tunç çağı, şehir,
kent, kent devleti, federatif kent devletleri, Alacahöyük, Truva, Pazarlı, Alişar, Kültepe,
Maşathöyük, Karazhöyük, Hattiler, Kızılırmak, Kızılırmak kavsi, Hatti dili, Hatti ülkesi, HintAvrupa, liturjik, panteon, E. Ferror, Asur, Asur ticaret koloni devri, karum, wabartum, Kaniş,
Hattuş, Kültepe, Kültepe tabletleri,
94
5. Giriş
Buraya kadar olan bölümde, yazının icadına göre yapılan tarihöncesi dönemde
Anadolu’da ortaya çıkan ve gelişen uygarlıklar ele alınmıştır. Dolayısıyla buradan itibaren
tarihi dönemlere geçilecek ve yine kronolojik sıra ile bu topraklarda yeşermiş veya dışarıda
olsa da bu sahayı etkilemiş uygarlıklar üzerinde durulacaktır.
Fakat konuya girmeden önce, bu dönemin başlarında henüz Anadolu’da yazı
kullanılmasa da, Mezopotamya’da kullanılmaya başladığı, dolayısıyla Tarihi çağlara girildiği
için, tarihi çağların tasnifi üzerinde durmak faydalı olacaktır. Yukarıda da belirtildiği gibi,
oldukça geniş bir alana yayılan tarih araştırmalarında kolaylık sağlanması amacıyla tarih,
Batılı tarihçiler tarafından çeşitli ölçütler esas alınarak çağlara ayrılmıştır. Bu şekilde tarihi
çağlara/devirlere ayırmak, çeşitli ölçütlere göre ve çeşitli kişilerce eskiden beri yapıla gelen
bir uygulamadır. Sırf öğretim amacıyla çağ taksimi ilk defa Almanya’da C. Cellarius (ö.
1707) tarafından yapılmıştır. Buna göre, Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul eden Roma
imparatoru Büyük Konstantinus’a (ö. 337) kadar Eskiçağ, İstanbul’un Türkler tarafında
fethine kadar Ortaçağ ve sonraki devir de Yeniçağ sayılmıştır. Ülkemizde ise, tarihi çağlara
ayırma fikri, Ahmed Vefik Paşa’nın yazdığı tarih kitabı ile 19. yüzyılın ikinci yarısında
başlamaktadır. Dünya’da ve bizde daha sonra bilimsel araştırmaların artması ve düşüncelerin
değişmesine ve farklı siyasi, askeri, sosyal sebepler göz önüne alınarak bazı ilave ve
düzeltmelerle tarih çağları aşağıdaki gibi kabul edilmeye başlanmış ve ilkokul kitaplarına
kadar girmiştir.
Bazı kaynaklarda az çok değişmekle beraber, bugün okul kitaplarında geçen ve
çoğunlukla kabul gören tasnife göre; Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar
(bazılarına göre, Hıristiyanlığın Büyük Konstantinus tarafından resmi din olarak kabul
edildiği 336-337’ye kadar) olan devre, Eskiçağ denir. Bu tarihten İstanbul’un fethine (1453)
kadar (veya Amerika’nın keşfi 1492 yılına kadar) olan devre de Ortaçağ denilmektedir.
1453’ten 1789 yılındaki Fransız ihtilaline kadar olan devre Yeniçağ; Fransız ihtilalinden
günümüze kadar olan devre de Yakınçağ denilmektedir. Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, bu
dönemlendirme hem görece hem de Avrupa tarihi merkezli bir taksimdir. Bu yüzden çeşitli
başlangıçlar alınarak bu taksim yeniden yapılabilir.
5.1. Tunç Çağı Uygarlıkları
İnsanlık tarihini, kullanılan araç-gereçlere göre tasnif etme geleneğinin devam
ettirildiği bir dönem de Tunç çağıdır. Ortadoğu uygarlığı içerisinde farklı tarihler bulunsa da,
Türkiye topraklarında M.Ö. 3200-3000 tarihleri arası Kalkolitik Dönem kültüründen Tunç
(Bronz) Dönemi kültürüne geçiş olarak kabul edilmektedir. Bu dönem, teknolojik olarak bakır
ile kalayın karıştırılması sonucu elde dilen tuncun kullanımı nedeniyle, Tunç çağı olarak
adlandırılmıştır. Önemli bir kültür değişmesinin yaşandığı M.Ö. 3. binyıl ve sonrasının daha
iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışan arkeologlar, bu devreyi İlk Tunç (M.Ö. 3000-2000), Orta
Tunç (M.Ö. 2000-1500) ve Son Tunç (M.Ö. 1500-1200) olmak üzere üç alt bölümde
incelemektedirler.
95
Neolitik dönemden itibaren aynı yaşam alanlarını kullanan insan toplulukları, Tunç
Çağı’nda toplumsal ve teknolojik bir sıçrama gerçekleştirmişlerdir. Bu dönemde yeni
hammadde kaynaklarının keşfi ve bunlara duyulan ihtiyacın giderek artması, coğrafi bölgeler
arasında ticaret ağının değişikliklere uğraması ve giderek artmasına yol açmıştır. Ayrıca
yerleşme sayısının artması ve aralarından bazılarının büyüyerek önce kasaba ve sonra kent
haline gelmeleri bu dönemdedir. Bakır, bronz, kurşun ve kalaydan başka altın, gümüş ve
elektron gibi muhtelif madenler bol miktarda kullanılmıştır. Önceki yerleşmelerin devam
etmesinin yanı sıra, yeni kurulanlarla birlikte, yerleşme sayısında büyük bir artış olmuş ve
Anadolu’da nüfus büyük bir hareketlilik kazanmıştır. Bu dönemin yerleşme sayısı binleri
bulacak kadar çok olmakla beraber belli başlıları hakkında aşağıda bazı bilgiler verilmiştir.
M.Ö. 3000’lerde Tunç Çağı’na giren Anadolu’da yaşayan insanlar, bakıra kalay
katarak tunç elde etmeyi ve bu alaşımdan silah, kap-kacak, süs eşyası üretmeyi başarmışlardır.
Tunçun yanı sıra bakır, altın, gümüş ve doğal altın-gümüş alaşımı olan elektrondan
gereksinimlerine cevap veren her türlü eşyayı üretmişlerdir. Kazılarla ortaya çıkarılan küçüklü
büyüklü yerleşim yerleri, bu çağ insanlarının, etrafı surlarla çevrili şehirlerde oturduğunu
göstermiştir. Bu müstahkem şehirlerin sıkışık yapılardan oluştuğu görülmektedir. Geleneksel
Anadolu mimarisini temsil eden taş temelli, kerpiç duvarlı evler, dörtgen veya düzgün
olmayan dikdörtgen odalı olup bu odalarda ocak, fırın ve sedir vardır.
Önceki dönemde köylerin büyüyerek gelişmeye başlayarak kasaba haline gelme
süreci, yaklaşık M.Ö. 3.300/3.200-2.650 yılları arasında kasabalardan kentlere geçişin
yaşanmasını sağlamıştır. Yani bu dönemde öncü kentlerde giderek karmaşıklaşan toplumsal
yapı, gücün ve yönetimin merkezileşmesi, yerleşmeler içi ilişkilerin belli kadrolar tarafından
belirlenmesine bağlı olarak, günümüzden 5 bin yıl öncesinde Anadolu’da kent olarak
tanımlanabilecek yerleşme merkezlerinin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır.
Bu dönemin genel özellikleri olarak, dine ve askeri güce dayanan bir sistem içinde,
deniz ve kara ticaretinin varlığı ile bölgeler arasındaki ilişkilerin yoğunlaştığı, büyük miktarda
bakır kullanımı ile birlikte tunç üretiminin başladığı söylenebilir. Büyük yerleşme yerlerinin
hemen hepsi sur duvarı ile korunmaktadır. Deniz ticaretinin artması doğal liman olan
körfezlerde, koylarda yeni yerleşmelerin kurulmasına, küçük köylerin kasabalaşmasına yol
açmıştır. Kervan yolları üzerinde ve dağlar arasındaki doğal geçitleri tutan yerleşmeler de
önem kazanmıştır. Yerleşme birimleri örgütlenmiş; kasabaları ve sonra da kentleri yönetecek
idari sınıf da ortaya çıkmıştır. Yönetici sınıf olasılıkla hem askeri hem de dinsel sınıfı da
temsil etmektedir. Tüm yerleşmelerde tapınak ya da tapınak vazifesi gören yapılar inşa
edilmiştir. Toplumdaki sınıflar arasında doğal olarak askeri sınıf da önem kazanmıştır. Bütün
bu gelişmelere bağlı olarak, Anadolu’da, yaklaşık M.Ö. 2.650-2.400 yılları arasında ilk büyük
kentler ortaya çıkmıştır. Kabaca M.Ö. 3. bin yılın ortalarından itibaren, yani, yaklaşık M.Ö.
2.400-2.000/1.900 yılları arasında ise, kentlerin bir araya gelerek kurdukları “fedaratif kent
devletleri” Anadolu sahnesindeki yerlerini almışlardır.
Şimdi, öncelikle birer kent halinde örgütlenen yerleşme merkezlerinden bazıları
hakkında kısa bilgiler verilecektir. Bu kentler zamanla kent devleti haline gelmiş ve dönemin
96
sonlarına doğru da tek tek kent devletleri bir araya gelerek federasyon tarzında “kent
devletleri topluluğu” oluşturmuşlardır.
Şekil 5.1: Hattilere ait en önemli buluntuların çıkarıldığı Alacahöyük.
Kaynak: https://www.google.com.tr/search?q=
Alacahöyük, Çorum ili Alaca ilçe merkezinin kuzeybatısındadır. Anadolu’da kamuoyu
tarafından en çok tanınan ve dönemini en etkin biçimde temsil eden İlk Tunç Çağı buluntuları
Alacahöyük mezarlarında ele geçen boğa ile geyik heykelcikleri, güneş kursları ve takılar gibi
madeni eserlerdir. Alacahöyük’te yapılan kazılarda 13 kral mezarı bulunmuştur. Mezarlarda
altından taçlar, kemer tokaları, gerdanlık ve bileziklerin yanında yine altından taslar ve
vazolar bulunmuştur. Ayrıca has el yapımı içi dışı siyah veya kırmızı yüzey renkli, kum veya
saman katkılı, arıtılmış hamurlu, açkılı maldan çömlek örnekleri ortaya çıkarılmıştır. Bunların
tümü ve çeşitli kurban iskeletleri Alacahöyük sakinlerinin ölümden sonraki hayata
inandıklarını göstermektedir. Bulunan kilden mühürler ise ticaretin yoğun olduğuna işaret
etmektedir. Yine aynı sahada yer alan Eskiyapar, Çorum iline bağlı Alaca ilçe merkezinin 6
km batısındadır. Yörenin büyük höyüklerinden birisidir. Buluntularına göre bu yerleşme M.Ö.
3. binyılın son iki yüz yılana tarihlenmektedir.
Pazarlı, Çorum il merkezinin güneyinde; Mustafa Çelebi ve Çıkhasan köyleri arasında
olup yöresel adı Kale'dir. Bu yerleşme İlk Tunç Çağı’nın 3. evresine, yani M.Ö. 3. binyılın
son çeyreğine tarihlendirilmiştir. Boğazkale (Hattuşa), Çorum ili, Sungurlu ilçesinin
güneydoğusunda; Boğazkale (eskiden Boğazköy) ilçe merkezinin hemen bitişik güney
doğusunda yer alan çok büyük bir yerleşme merkezidir. M.Ö. 2. bin yılında Hitit Krallığı'nın
başkenti olmasıyla ün kazanmıştır. Bu alan; çok sayıda su kaynağı ve çevresinde ekim
yapılacak verimli topraklar sayesinde yerleşmeye çok müsaittir. Kentin; ilk yerleşim izleri
Kalkolitik Çağ’a kadar gitmektedir.
97
Alişar Höyük, Yozgat il merkezinin güneydoğusunda; Sorgun ilçe merkezinin
güneyinde yer almaktadır. Yapılan araştırmalarda tarım ve hayvancılığa dayalı karma besin
ekonomisinin izlerine rastlanmıştır. Ahlatlıbel Ankara’nın güneybatısında yer almaktadır.
Konumundan dolayı burasının İlk Tunç Çağı 2 ve 3. evrelerinde bir bey şatosu olma ihtimali
çok kuvvetlidir. Polatlı, Ankara il merkezinin yaklaşık 65 km güneybatısında; Polatlı ilçe
merkezindedir. Burada yapılan kazılarda Tunç Dönemine ait bol miktarda çanak çömlek,
madenden yapılmış alet ve takılar bulunmuştur. Ayrıca burada yaşayan topluluğun ölü
gömme adetlerini yansıtan mezarlar ortaya çıkarılmıştır.
Kültepe (Karahöyük), Kayseri şehrinin 20 km kuzeydoğusunda bulunmaktadır.
Yapılan kazılar esnasında ortaya çıkarılan çanak-çömlek ve diğer arkeolojik malzeme buranın
M.Ö. 2. bin yılının başlarından itibaren önemli bir yerleşme yeri ve ticaret merkezi olduğunu
ortaya çıkarmıştır. Fıraktin Kayseri il merkezinin güneyinde, Develi ilçe merkezinin
güneydoğusundadır. Hitit Dönemine ait meşhur kaya kabartmasının yanındaki burnun
üzerindedir. K. Bittel tarafından saptanan bu yerin yüzeyinden İlk, Orta ve Son Tunç Çağı
dönemine ait çanak-çömlek parçaları bulunmuştur.
Hassek Höyük, Fırat Nehri’nin sol kıyı terasında bulunan bu yerleşme merkezi,
Atatürk Baraj Gölü’nün suları altında kalmıştır. Yapılan araştırmalarda bu yerleşmenin Son
Kalkolitik ve İlk Tunç döneminde, M.Ö. 3100-2700 tarihlerindeki bölgeler arası ilişkilerle
ilgili önemli sonuçlar vermiştir. Ayrıca ortaya çıkarılan çanak-çömlek malzemesinin yanı sıra
özel mülkiyetin varlığına işaret eden silindir mühür baskılarının bulunması da son derece
önemlidir. Lidar Höyük, Şanlıurfa ili Bozova ilçe merkezinin yaklaşık 23 km güneyinde yer
almakta olup Atatürk Baraj Gölü suları altında kalmıştır. Höyüğün yamaçlarında yapılan
araştırmalarda İlk Tunç Çağı yerleşmelerine ait kısıtlı mimari kalıntılar ortaya çıkarılmıştır.
Maşathöyük, Tokat ili Zile ilçe merkezinin 20 km güneybatısında, çok verimli olan
Maşat Ovası’nda yer almaktadır. Burada bol miktarda İlk Tunç Çağ’ı 3. evresine ait çanakçömlek biri toprak diğerleri küp olmak üzere dört mezar, delgi ve ok uçları ile hayvan kemik
ve boynuzları bulunmuştur. Horoztepe, Tokat ili Erbaa ilçe merkezinin güneyinde İnbat
Deresi’nin yanındadır. Yapılan Horoztepe kazıları buradaki yerleşimin İlk Tunç Çağı’nın son
safhasına ait olduğunu ortaya koymuştur.
Karaz Höyük, Erzurum il merkezinin yaklaşık 16 km kuzeybatısında; Karaz adlı
köyün hemen altında bulunmaktadır. Burası Son Kalkolitik Çağ ve İlk Tunç Çağı
buluntularının ortaya çıkarıldığı bir yerleşmedir. Sos Höyük, Erzurum il merkezinin 24 km
kuzeydoğusunda Aras Nehri’nin suladığı Pasinler Ovası’nda yer almaktadır. Höyükte
Prehistorik döneme ait Transkafkasya ve Anadolu arasında kültürel bir bağlantıyı
kanıtlayabilecek nitelikte bir dizi yapı kalıntısı ve gömü ortaya çıkarılmıştır. Burada yapılan
araştırmalarda İlk Tunç Çağı 1. evresine ait ve Orta Tunç Çağı çanak-çömleği bulunmuştur.
Truva, yani Homeros destanlarında anlatılan Truva’nın, Çanakkale il merkezinin
yaklaşık 30 km güneyinde Ege Denizi’nden 6 km Çanakkale Boğazı’nda 5 km uzaklıkta,
Karamenderes ve Dürmek çaylarının oluşturduğu kıyı ovasına hakim Hisarlık Tepesi’nde
olduğu kabul edilmektedir. Günümüze kadar devam eden geçen 131 yıllık süre içerisinde
98
yapılan 31 kazı sezonu neticesinde üst üste dokuz şehrin varlığı tespit edilmiştir. Bergama
Akrapolis, İzmir ili Bergama ilçe merkezinin kuzeyinde yer almaktadır. Buranın değişik
yerlerinde ele geçmiş çanak çömlek parçaları, öğütme taşları ve çakmak taşı aletler M.Ö. 3.
binyılın ortalarına tarihlenmiştir.
Sayıca oldukça yüksek bir rakama ulaşan Tunç Çağı’nın diğer bazı önemli
yerleşmeleri de şöyle sıralanabilir: Kuruçay, Demircihöyük, Tell Açana/Alalakh (Antakya),
Gözlükule ve Yumuktepe (Mersin), Beytepe ve Ambartepe (Niğde), İkiztepe (Samsun),
Köşkhöyük (Sinop), Altıntepe (Erzincan), Korucutepe ve Göktepe (Elazığ), Dikkaya (Sivas),
Abdalhöyük (Nevşehir), Bahçecik (Bingöl), Musuri (Ağrı), Körkuyu (Diyarbakır),
Cobahöyük (Kahramanmaraş), Dede Höyük (Aksaray)’dür. Dündartepe (Kars), Karakurt
(Denizli), Pulur (Erzurum) Üyücek (İzmir), Mahmatlı (Kastamonu), Değirmentepe (Elazığ),
Demircihöyük (Bilecik), Sirkeli (Adana), Yassıhöyük (Konya), Tilkitepe (Van).
Yukarıda bu dönemde kurulduğu belirtilen kent devletlerinin kendi özel ordularının
olduğunu, bu orduların gerektiğinde müşterek düşmana karşı birleştirildiği, halkın da
gerektiğinde belki askere çağrıldığı gibi hususlar bilinmektedir. Bu dönemdeki küçük bir kent
devleti tanımı olarak, verimli bir ovada ya da ticaret yolu üzerinde, çevresindeki köy
yerleşmelerine hakim, köylülerle beraber küçük bir askeri gücü olan bir kent yönetimi tanımı
yapılabilir. Büyük kent devleti ise bu küçükleri kontrol edebilen kent devletidir. Bu açıdan
bahsi geçen dönem için rahatlıkla “Beylikler/Kent Devletleri Dönemi” adını verebiliriz. Bu
dönemde şehirlerin gelişip zenginleşmesi sonucu ortaya çıkan devletler, birlikte hareket
ederek fedaratif/konfederasyon yönetim sistemini kurmuşlardır. Bu anlamda Anadolu’da
kurulan ilk devlet organizasyonu, yerli bir topluluk olan Hattiler’e aittir.
5.1.1. Hattiler
Anadolu uygarlıklarını oluşturan unsurlar içerisinde kendine has yapısıyla en
önemlilerinden biri ve belki de ilki Hattiler’dir. Arkeolojik kazıların azlığı ve kendilerine ait
yazılarının bulunmaması nedeniyle, yaklaşık M.Ö. 2500-2000 yılları arasında Anadolu’da
büyük bir uygarlık oluşturmuş Hattiler hakkında bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. Hattiler
Anadolu’nun yerli halkı olarak kabul edilmekle beraber, göçlerle geldiklerini -hatta Türk
kökenli olduklarını- savunanlar da vardır. M.Ö. 3. binin ortalarından itibaren küçük krallıklar
ve beylikler halinde yönetildikleri bilinmektedir. Yani, kent-devleti halinde varlığını sürdüren
bu insanlar, özellikle Kızılırmak kavsi içerisinde kalan sahada yoğun olarak bulunuyorlardı.
Hattiler tarafından verilen ve Anadolu yarımadasının bilinen en eski adı “Hatti ülkesi” idi ve
bu isim yaklaşık 1.500 yıl boyunca, -Hattiler’den sonra da- kullanımda kalmıştı. İlk olarak
Mezopotamya kaynaklarında Akkad sülalesi döneminde (M.Ö. 2350-2150) kullanılan bu
isimlendirme, M.Ö. 7. yüzyıl Asur yıllıklarında görüldüğü üzere, M.Ö. 630 tarihlerine kadar
süregelmiştir. Bu ad o denli yerleşmiştir ki, M.Ö. 2000’li yıllardan itibaren Anadolu’yu istila
etmeye başlayan Hint-Avrupalı Hititler bile Anadolu’dan söz ederken Hatti ülkesi deyimini
kullanmışlardır. Bu yüzden Hattuşa kentinden çıkartılan yazı tabletlerini ilk okuyan filologlar
hep bu tabire rastladıkları için bambaşka bir dil konuşan Hind-Avrupalılara da Hatti adını
koymuşlardır. Oysaki Hititler kendilerini Nesice (Neşaca) konuşan Nesililer (Neşalı) olarak
99
anıyorlardı. Bu adlandırma Eskiçağ tarihçileri tarafından günümüzde de devam
ettirilmektedir. Bunun temel sebeplerinden biri M.Ö. 2000’li yıllarda Anadolu’ya gelen HintAvrupalı halkların sadece Orta Anadolu’da yaşayanlarının kendilerini Nesili olarak görmesi
ve Diğer Hint-Avrupalı boyların Luwi ve Pala gibi adlandırmalar kullanmalarıdır. Bu isimleri
kullanmak yerine, Hatti kelimesinden bir yansımayla, gelecekte Anadolu merkezli bir
imparatorluk kuracak halklara Hitit adı verilmiştir. Hattiler’in dili konusunda çok az bilgi
mevcuttur, bu bilgiler Hititler döneminde özellikle M.Ö. 14. ve 13. yüzyıl metinlerinde geçen
alıntılardan öğrenilmektedir. Bu metinlerdeki bazı dağ, nehir, kent ve tanrı adlarının, ayrıca
dinsel ve mitolojik bölümlerinde hatta kral isimlerinde bile Hatti dilinin kalıntıları
görülmektedir. Bunlardan en önemlisi “gökten düşen ay tanrısı” konulu olan Hatti ve Hititçe
yazılmış olan metindir. Hititler’de birer kral adı olan Tuthaliya, Arnuwanda ve Ammuna
özünde Hatti kökenli dağ adlarıdır.
Yoğun olarak Kızılırmak kavsi içindeki bölgede bulunan Hattiler, Anadolu’nun M.Ö.
3. binyıl medeniyetini yaratan kavimlerden biridir. Ancak Hattiler’in siyasi bünyesi ile ilgili
bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Buna karşılık bu kavmin dil özellikleri ve dini inançları
konusunda bilgi veren yazılı metin ve diğer arkeolojik malzeme onları büyük oranda
tanımamızı sağlamaktadır. Bu noktada, Boğazkale arşivinde yalnız Hattice veyahut Hattice ve
Hititçe olmak üzere çift dilde yazılmış metinler bulunmuştur. Bu metinlerin çoğu “liturjik”,
yani dini edebiyat türündendir. Hattuşa’da çıkan Hattice metinler üzerinde ilk olarak E. Ferror
çalışmış ve bu dilin Hint-Avrupa dillerinden olduğunu, Kafkas dilleriyle müşterek bir kökten
geldiğini ve Anadolu’nun yerli bir halkının dili olduğunu ileri sürmüştür. Daha sonraki
çalışmaların çoğunluğu Ferror’in görüşünü destekler mahiyette olmakla beraber, bunun aksini
iddia edenler de vardır. Bunlar bilinenin tersine, Hattiler’in konuştukları dilin, dil ifadesini
köke eklenen ön ek ve son eklerle bulduğunu ve Hattice’nin bitişken diller grubundan
olduğunu ifade etmektedirler. Ayrıca Hattice bazı dua metinleri, daha o zamanlar Hititli
katipler tarafından Hititçe’ye çevrildiği için Hattice’nin hemen çözülebileceği düşünülmüş ise
de, durum hiçte böyle olmamıştır.
Hatti dili, Anadolu’da M.Ö. 3. binyıldan itibaren konuşulmuş ve Asur Ticaret
Kolonileri Devri’nde de önemini korumuştur. Daha sonraları Hatti halkının Hitit Devleti
hakimiyetine girmesiyle birlikte, bu dil giderek önemini yitirerek yalnızca mabetlerde rahipler
tarafından Hattice ilahilerin okunması amacıyla kullanılmıştır. Ancak Hattiler’in M.Ö. 2. bin
yılın başlarında Orta Anadolu’yu istila eden Hint-Avrupalı Hititler’den kültürel açıdan daha
üstün oldukları ve Hititler’in din, mitoloji ve örf-adet bakımından büyük ölçüde Hattiler’den
etkilendikleri, Hititçe’de bulunan ve Hatti dilinden alınmış kültürle ilgili pek çok kelimeden
anlaşılmaktadır. Örneğin Hititçe’de “insan” anlamına gelen “antuhsa”nın Hattice
“antuhhil”den alındığı filologlar tarafından ispat edilmiştir. Yine “ana kraliçe” demek olan
“tavananna” ve veliaht anlamına gelen “tuhkanti” kelimeleri de Hattice’dirler. Bu tür
alıntılardan başka yukarıda da belirtildiği gibi Hititçe pek çok dağ, nehir, kent ve tanrı adları
ile bazı dinsel ve mitolojik kelimeler de Hatti dilindendir.
Şu halde, Hattiler’in dili olan Hattice’nin, M.Ö. 3. bin yıldan itibaren Orta
Anadolu’nun kuzey bölümünde Kızılırmak kavsi ve çevresindeki bölgelerde konuşulduğu
100
kabul edilmektedir. Nitekim Hattiler’in Asur Ticaret Kolonileri Devri’nde Kızılırmak kavsi
içerisinde olduğu bilinen Turhumit, Tuhpia, Tişmurna, Tawinia ve Karahna gibi şehirlerde
nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil ettikleri pek çok Hattice ismin Kültepe metinlerinde
geçmesinden bilinmektedir. Ayrıca söz konusu olan bu şehirlerin bir kısmında bakır
madeninin çıkarıldığı ve damıtılarak bir meta haline dönüştürüldüğü ve Hattiler’in M.Ö. 3.
bin yıldan itibaren geliştirdikleri maden teknolojisinin M.Ö. 2. bin yıl Anadolu’sunda da
devam ettiğini göstermektedir.
Hattiler’in çok tanrılı bir dine inandıkları, Hattice metinlerde geçen çok sayıdaki tanrı
adından anlaşılmaktadır. Metinlerde geçen tanrıların niteliğini belirlemek için arkeolojik
buluntuları da dikkate almak gerekmektedir. Özellikle Konya-Karahöyük, Kayseri-Kültepe,
Acemhöyük ve Horoztepe kazılarında bulunan tanrı figürleri veya kurşundan dökülmüş
figürlerin taş kalıplarının yanı sıra, üzerinde tapınma sahneleri tasvir edilmiş silindir mühür
baskıları da bu konuda en önemli yardımcılardır. İbadet sahnelerindeki tanrıların, Hattice
metinlerde geçen tanrılarla ilgili olduğuna şüphe yoktur. Bütün mesele, metinlerde bildirilen
tanrı sembolleri aracılığıyla mühür baskılarındaki tanrı tasvirlerini tespit edebilmektir.
Kültepe ve Acemhöyük’te bulunan ve Hatti Panteonu’nun (tanrılar topluluğu) başındaki
kutsal aileyi canlandıran taş kalıplardaki kadın figürlerinin Ana Tanrıça’yı, erkek figürünün
de tanrıçanın eşini tasvir ettiğine şüphe yoktur. Ana, baba ve çocuklardan oluşan bu kutsal
aileyi gösteren taş kalıplara Asur kazılarında rastlanmadığına göre, bu tanrısal aileye o
zamanki Orta Anadolu halkı, yani Hattiler tapıyor olmalıdırlar. Hatti sanatına gelince,
Anadolu’nun Mezopotamyalılar tarafından “Hatti Ülkesi” adı ile anıldığını bildiğimize göre,
M.Ö. 2500-2000 tarihleri arasında gelişmiş olan sanatın da Hattilere ait olması gerekmektedir.
Hattiler’e ait altın, gümüş, elektron, tunçtan eserlerin ve Orta Tunç Çağı’nda toprak kaplar ve
başka malzemeden geliştirilen ürünlerle birlikte Kızılırmak kavisi içinde, belki de bütün Orta
Anadolu’da yaygın olduğu görülmektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi, Hattiler Anadolu’nun yerli bir halkı olup M.Ö. 3. binin
ortalarından beri küçük krallıklar ve beylikler kurmuşlardır. Anadolu’da bu dönem İlk Tunç
çağının üçüncü evresi olarak nitelendirilir. M.Ö. 3. bin yılının kabaca son çeyreğine konan bu
evrede olasılıkla iklime bağlı olarak, artı ürünün fazla oluşu ve ticaretin varlığıyla toplumların
çok zenginleştiği anlaşılmaktadır. Yaklaşık bu evre ile Anadolu’nun gerçek Protohistorik (Ön
tarih) dönemi başlamaktadır. Artık Anadolu’daki sosyo-ekonomik yaşam, komşu ülkelerdeki
yazılan belgelerden öğrenilmektedir. Bu belgelerde, Anadolu’nun bu evrede Mezopotamya ile
ticari ve kültürel ilişkilerde olduğu anlaşılmaktadır. Akkad kralı Naramsin’in ordusuna, Hatti
Kralı Pampa başkanlığında, Anadolu’daki 17 kent devletinin sağladığı yerel askerlerden
oluşan bir ordunun karşı geldiği, yine yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Bahsi geçen bilgi bu
evredeki beylik ya da kent devletlerinin Anadolu’daki sosyo-politik rollerini bir nebze de olsa
ortaya çıkarmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, kent devletlerinin kendi özel orduları vardı
ve bu ordular gerektiğinde müşterek düşmana karşı birleşiyordu.
İlk defa A. Goetze Alişar ve Alacahöyük’teki İlk Tunç Çağı tabakalarının Hattilere ait
olduğunu savunmuştur. Daha sonraki araştırmalar bunu desteklemiş ve özellikle Kızılırmak
yayı ve çevresinde Hatti sanatının varlığı, ele geçirilen arkeolojik buluntularla ortaya
101
çıkartılmıştır. Örneğin vazo biçimleri, heykelcik tipleri ve özellikle bezeme çeşitleri belirgin
bir üslup oluşturmaktadır. Bu dönem sanatının en iyi gözlemlenebildiği yer Alacahöyük'tür.
Bu yerleşim dışında Ahlatlıbel, Etiyokuşu, Horoztepe gibi yerleşimlerden ele geçirilen
buluntular Hatti sanatının örneklerini oluşturur. Hattiler’in okuryazar olduklarını gösteren
hiçbir belge ele geçmemiştir. Bununla birlikte Mezopotamya ile olan ticaret nedeniyle, Hatti
beylerinin Asurca bilen katipler kullanmış olmaları muhtemeldir. Hattiler’in kendilerine özgü
bir yazı ya da hiyelogrifleri olmadığı anlaşılmaktadır.
5.1.2. Asur Ticaret Kolonileri
Bu dönemde Anadolu’da merkezi güç olabilmiş bir devletin olmaması, dolayısıyla bu
devletin kuşatıcı istikarar ve hakimiyetinin yokluğu nedeniyle, bu topraklara dışarıdan
gelenler -barışçı ise- bir zorluk ve sıkıntı görmemişlerdir. Bir taraftan bu durum, diğer taraftan
da Anadolu topraklarının zenginlik kaynakları bakımından fazlasıyla zengin olması,
Asurluların barışçı bir şekilde ticaret amacıyla buralara gelerek kendi organizasyonlarını
kurmalarına imkan hazırlamıştır. Gerçekten de uzun süre ticari faaliyet amacıyla Anadolu’da
bulunan Asurlu tüccarların, Hititlerin kurduğu merkezi devlet döneminde görünmemesi ancak
bu şekilde açıklanabilir.
Mezopotamya’da Sümerliler devletine mensup III. Ur sülalesinin çöküşünden sonra,
kuzeyde büyük bir siyasi güç olarak Assur/Asur, güneyde ise din ve kültür merkezi olarak
Babil öne çıkmıştır. Aynı zamanda M.Ö. 2. binyılın başlarında bu sahaya gelen Hurri ve
Amurrular, bölgenin gerek nüfus gerekse kültürel yapısını büyük oranda etkilemiş, daha
sonraki siyasi olayları da etkilemişlerdir. Bu dönemin yükselen güçlerinden biri de Asurlular
olup özellikle Mezopotamya-Anadolu ilişkilerini üst seviyeye çıkarmakta oldukça başarılı bir
ilişki ağı kurmuşlardır.
İnsanların ve insan topluluklarının en başından beri, ihtiyacı olan her şeyi kendilerinin
üretemedikleri ve dolayısıyla başka insan ve topluluklardan temin ettikleri bilinmektedir. Bu
sayede başlayan ticaret, zorunlu olarak insanlık tarihinin başından beri vardır ve sonsuza
kadar da var olmaya devam edecektir. Hal böyle olmasına rağmen, ticareti organize ederek
devlet idaresine alan ve böylece sürekliliğini garanti altına alan ilk devlet Asurlar’dır. Bu
organizasyon o derece sağlam ve etkili olmuştur ki, bir döneme adını verecek kadar kabul
görmüş ve öne çıkmıştır. Asur Ticaret Kolonileri Devri, Mezopotamya kökenli Asurlu
tüccarların Anadolu’ya ticaret amacıyla gelip Karum-wabartum adları ile kurdukları pazar
yeri niteliğindeki yerleşme merkezleri aracılığıyla yoğun bir ticari faaliyetin yapıldığı
dönemdir. Karumlar arasında en önemlisi ve bütün Anadolu ticaretinin organize edildiği yer
bugünkü Kayseri yakınındaki Kültepe, yani Kaniş/Kaneş karumuydu.
İlkçağ’da Anadolu ve Asur arasındaki yaygın ticaret ağının kurucusu ve yönetim
merkezi Asur şehri idi. III. Ur Hanedanı’nın yıkılmasından sonra M.Ö. 2112-2038 yıllarında
Asur Kralı I. İrişum zamanında Anadolu ile ticarete başlandı. Uygulamalara göre bu ticaret
reformu, devletin tekelini kaldırması, ticaretin aile fertlerinin kuracağı firmalar tarafından
sürdürülmesi ve kolektif çalışma esasına dayanıyordu. Dünya tarihinde ticaret amacıyla
yapılan ve bilinen ilk düzenli kervan işletmeciliği, Asur ticaret kolonileri çağında
102
Mezopotamya'nın Asur şehriyle Anadolu'da eski Hititler'in başşehri Kaniş arasında gidip
gelen Asurlu tacirler tarafından gerçekleştirilmiştir. Asur koloni şebekesi Anadolu’nun
tümüne yayılmayıp, sadece bugünkü Orta Anadolu bölgesi ile buranın dar anlamda doğusunu,
güneyini ve kuzeyini kapsamış olduğunu söylemek gerekir. Asur kolonileri kapsamındaki
alan, yaklaşık olarak batıda Konya Ovası’ndan, doğuda Elazığ’a, güneydoğuda Şanlıurfa
toprakları üzerinden Suriye memleketine ayrıca Mardin toprakları üzerinden Irak ülkesine,
güneyde Niğde’den kuzeyde belki de Karadeniz kıyılarına kadar uzanan kısımdan ibarettir.
Eşek katarlarından oluşan kervanlar, güzergah üzerinde bulunan şehir devletlerinin güvencesi
altında ve gereken geçiş-konaklama ücretlerini ödeyerek Anadolu'dan altın, gümüş, bakır, yün
ve bazı yarı mamul maddeler, Asur'dan da kalay, kumaş ve çeşitli lüks eşyaları taşıyorlardı.
Yapılan araştırmalarda Asur ticaret kolonileri devri için farklı tarihler ileri sürülmekle
birlikte, yaklaşık olarak M.Ö. 2000-1750 arasındaki 250 yıllık bir süreyi kabul etmek
mümkündür. Daha kesin yıllar vermek gerekirse, İlkçağ Anadolu tarihinde M.Ö. 1974-1719
yılları arasında “Asur Ticaret Kolonileri Devri” adı verilen dönemde, Anadolu’ya ticaret
yapmak amacıyla gelen Asurlu tüccarlar beraberlerinde çivi yazısını getirmiş ve Eski Asur
lehçesiyle yazılı tabletler oluşturmuşlardır. Çoğu ticari ve hukuki senet mahiyetinde olan bu
tabletlerin az bir kısmı Hattuşa, Alişar ve Kaman-Karahöyük’te, büyük çoğunluğu ise
Kayseri’nin 20 km kuzeydoğusundaki modern Karahöyük köyü yakınında bulunan Kültepe
mevkiinde ortaya çıkarıldıklarından genellikle “Kültepe Tabletleri” olarak adlandırılmışlardır.
Kültepe’de yapılan kazılarda ele geçen çivi yazılı tabletlerden, bu dönemde Anadolu’daki
başta iktisadi olmak üzere sosyal ve siyasi hayat hakkında bilgi edinilebilir. Eski Asur lehçesi
ile yazılmış olan bu belgeler, genellikle iktisadi hayatın ticari safhalarını ilgilendiren ticari
mektuplar, çeşitli borç senetleri, mahkeme zabıtları ve hesap listelerinden oluşmaktadır.
Bunun yanı sıra zaman zaman aile hayatına, zirai faaliyetlere dair, soysal ve siyasi içerikli
belgelere de rastlamak mümkündür. Bu belgelere göre, yerlilerde kadın erkek eşitliği vardı.
Evlenme ve boşanma işlemleri tanıklar önünde karara bağlanırdı. Çiftler sahip oldukları
mallar üzerinde eşit haklara sahipti. Kültepe metinleri kapsamında bulunan tarih belgeleri ve
antlaşma metinlerinin sayısı azdır. Tarih belgesi niteliğinde biri Mama kralının Kültepe-Kaniş
kralına gönderdiği, diğeri ise Harşamna kralının Hurmeli’ye gönderdiği iki mektuptan söz
edilebilir.
103
Şekil 5.2: Asur Ticaret
Kültepe/Kaneş/Neşa.
kolonilerinin
merkezi
olan
Kaynak: https://www.google.com.tr/search?q=
Kültepe tabletleri üzerinde şu ana kadar yapılan çalışmalar neticesinde elde edilen
bilgilere göre, Anadolu’da Asurlular tarafından kurulmuş olan ve “Karum” adı verilen
pazaryerlerinin merkezi Kültepe (Eski Kaniş/Neşa) idi. İdari olarak bütün karumlar ve daha
küçük pazaryerleri olan “Wabartum”lar Kaniş’e, o da doğrudan Asur’a bağlıydı. Asur ve
Anadolu toplumlarının ticari, hukuki ve ekonomik durumlarını aydınlatması noktasında
Kültepe tabletleri temel kaynak durumundadır. Asurlu tüccarların Anadolu’ya geliş gayeleri
sadece Anadolu krallıklarıyla ticaret yapmaktı. Bunlar Anadolu yerli halkına çeşitli kumaşlar,
kalay, kadın süs eşyaları ve takılar gibi çeşitli ticaret eşyalarını getirerek, bunun karşılığında
Anadolu’nun kereste, altın, gümüş, bakır vb. madenlerini, kereste ve kıymetli taşlarını alıp
memleketlerine götürmüşlerdir. Söz konusu ticaret daha çok mübadele usulü ile yapılmıştır.
Kültepe tabletleri, Mezopotamya ile Anadolu arasında kurulan ticaret ağı güzergâhlarını
belirlenmesinde de yardımcı olmuştur. Coğrafi araştırmalar olası kervan yollarının Asur’dan
Anadolu’ya Çukurova üzerinden birkaç yoldan ilerlediğini gösterir. Tüccarlar, Asur’dan yola
çıkıp Ninive ve Balih’i geçtikten sonra Karkamış’a ulaşmışlar ve buradan sonra da
muhtemelen şu yolları takip etmişlerdir: Karkamış’tan kuzeye yönelen ve Samsat
yakınlarından ve Malatya’dan geçip Kaniş’e ulaşan yol; Karkamış’tan sonra kuzey-batıya
doğru Maraş yakınlarından ve Göksun’dan geçip Kaniş’e ulaşan yol; Karkamış’tan batıya
yönelen ve Niğde’ye ulaştıktan sonra kuzeye doğru gidip Kaniş’e ulaşan yol; Karkamış’tan
sonra batı yönünde ilerleyen ve Niğde’ye vardıktan sonra kuzeyden Kaniş’e uzanan yol.
Başlıca yol güzergâhlarından sonra bu metinlerde geçen diğer krallık isimleri ve
onların olası merkezleri hakkında kısa bilgiler vermek faydalı olacaktır: Mama Krallığı,
genellikle Kahramanmaraş Afşin yöresine yerleştirilmektedir. Zalpa Krallığı, son
araştırmalarda Acemhöyük’ün Zalpa şehri olabileceği iddia edilmiştir. Hurama Krallığı,
104
Kaniş-Fırat nehri arasında, Kaniş’e varan güzergâh üzerinde ve Kaniş’e yakın olduğu iddia
edilmektedir. Timelkia Krallığı, Kültepe metinlerinden anlaşıldığı kadarıyla bu krallığın
merkezi Asur-Kaniş arasındaki ana güzergâh üzerindedir. Hahhum Krallığı, Hahhum’un yeri
konusunda birçok görüş vardır. Bunlardan birinde, Fırat nehri kenarında Adıyaman Samsat’a
ya da buranın kuzeyinde bulunan Lidar Höyüğe yerleştirilmektedir. Luhuzatia Krallığı, son
araştırmalarda Elbistan Karahöyük’e yerleştirilmektedir.
Waşhania Krallığı, Bu şehrin Kaniş’in batısında bulunduğu, Kaniş’ten itibaren Asurlu
tüccarların batı yönünde uğradıkları ilk durak olduğu bilinmektedir. Puruşhattum Kralığı,
Puruşhattum’un Tuz Gölü’nün güneyinde yani Acemhöyük olacağı iddia edilmesine rağmen
burada yazılı belge bulunamamasıyla kesinlik kazanmamıştır. Nenaşşa Krallığı, Aksaray il
merkezinin 40 km doğusunda bulunan ve Klasik dönemde Nazianzos olarak bilinen Nenezi
köyü olmalıdır. Şalatuar Krallığı, Wahşuşana ve Puruşhattum arasında olduğu ve burada
küçük bir ticaret merkezi (Wabartum) bulunduğu bilinmektedir. Ulama Krallığı, muhtemelen
Aksaray’ın batısında şehir merkezine yakın bir yerde olacağı düşünülebilir. Tawinia Krallığı,
Kızılırmak kavisi içerisinde olup Boğazkale-Merzifon arasına lokalize edilmiştir. Durhumit
Krallığı, Kızılırmak kavisi içinde olduğu düşünülen önemli bir şehirdir. Bu şehirde bakırın
damıtıldığı tasfiyehanelerin varlığından dolayı, Orta Karadeniz bölgesine çok uzakta olmadığı
düşünülmektedir.
Tuhpia Krallığı, bu şehir havalisinde bakır istihsal edildiği için bu şehrin bölgedeki
bakır madenlerinin yataklarına yakın bir yerde bulunması gerekir. Tişmurna Krallığı,
Tişmurna şehrinin daha çok kuzey Anadolu bölgesinde, Kızılırmak kavisi içerisinde ve
bölgedeki bakır yataklarına yakın bir yerde olduğu düşünülmektedir. Ankuwa Krallığı,
Yozgat Alişar Höyük yakınında olacağı kabul görmektedir. Kuşşara Krallığı, Bu krallığın
merkezi olan Kuşşara şehrinin yeri henüz bulunabilmiş değildir. Kuşşara’nın muhtemelen
Kaniş’in kuzeydoğusunda Kızılırmak nehrinden Karadeniz dağlık alanına doğru olan yerde
olabileceği ifade edilmektedir.
Bu dönemde Kızılırmak kavsi ve genişçe çevresinde ticari faaliyet amacıyla kurulan
Karum ve Wabartum’ların sayısının epeyce fazla olması, Anadolu’nun zenginlik
kaynaklarının fazla ve vazgeçilemez kıymette olduğunu ispatlamaya yeterlidir. Gerçekten de,
bu sahada varlığı çok eski dönemlerden beri bilinen altın, gümüş gibi değerli madenler ile
Mezopotamya’da yokluğu bilinen kerestenin Anadolu’da çok fazla ve çeşitte bulunması,
Asurluların ilgilerini bu yöne çekmiştir. Bu ilgi sadece Asurlulara mahsus olmayıp, daha
uzaklardan Anadolu dışından bazı halkların da kulağına kadar gitmiş olacak ki, bir süre sonra
kendilerine Hititler denilecek halk bu topraklarda görünecektir.
105
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci, Anadolu’daki maden çağını ve bu çağ ile başlayan ilerlemeleri
görebilecektir. Bu sayede Anadolu’da kurulan ilk devlet Hattiler ile bu toprakların zengin
potansiyelinden faydalanmak isteyen Asurluların ticaret kolonilerini öğrenecektir. Bu
dönemde Türkiye topraklarının durumu için http://www.tayproject.org/trhome.html web
sayfası incelenmelidir.
106
Uygulama Soruları
1) 1-Anadolu’da kurulan ilk federatif devlet hangisidir?
2) 2- Asur ticaret koloni merkezlerine hangi isim veriliyordu?
Cevaplar
1) Hattiler, 2) Büyükler karum, küçükler wabartum.
107
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu dönem, teknolojik olarak bakır ile kalayın karıştırılması sonucu elde dilen tuncun
kullanımı nedeniyle, Tunç çağı olarak adlandırılmıştır. Önemli bir kültür değişmesinin
yaşandığı M.Ö. 3. binyıl ve sonrasının daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışan arkeologlar,
bu devreyi İlk Tunç (M.Ö. 3000-2000), Orta Tunç (M.Ö. 2000-1500) ve Son Tunç (M.Ö.
1500-1200) olmak üzere üç alt bölümde incelemektedirler.
Neolitik dönemden itibaren aynı yaşam alanlarını kullanan insan toplulukları, Tunç
Çağı’nda toplumsal ve teknolojik bir sıçrama gerçekleştirmişlerdir. Bu dönemde yeni
hammadde kaynaklarının keşfi ve bunlara duyulan ihtiyacın giderek artması, coğrafi bölgeler
arasında ticaret ağının değişikliklere uğraması ve giderek artmasına yol açmıştır. Ayrıca
yerleşme sayısının artması ve aralarından bazılarının büyüyerek önce kasaba ve sonra kent
haline gelmeleri bu dönemdedir. Yerleşmelerin kent haline gelmesi ve kentlerde yaşayan
insan sayısının artması, toplumsal kurallar ve işbölümünü ileri bir seviyeye çıkarmış ve sonuç
olarak bu dönemde “kent devletleri” ortaya çıkmıştır. Kent devletlerinin sayıca artması ve
zenginleşmesi, dışarıdan daha güçlü düşmanların ilgisini çekmiş, haliyle bu kentler güçlü
düşmana karşı birlikte hareket etmek zorunda kalmışlardır.
Böyle bir süreç sonunda ortaya çıkan ve Anadolu’da ilk defa konfederatif te olsa
devlet kuran uygarlık Hattilerdir. Anadolu’nun yerlisi olduğu bilinen ve Kızılırmak kavsini
yurt tutan Hattiler, merkezi bir devlet kuramasalar da, uygarlıkta o derece ileri ve etkili
olmuşlardır ki, kendilerinden sonra gelen bütün toplulukları, özellikle de Hititleri uygarlık
dairelerinin içerisine almayı başarmışlardır.
Bu dönemde biraz da merkezi devletin olmamasından dolayı, Anadolu topraklarının
sahip olduğu zenginlik kaynaklarından faydalanmak isteyen komşu Asurlular, kolayca gelerek
kendi organizasyonlarını kumuşlardır. Asurlular, Karum ve Wabartum adı verilen ticari
merkezler vasıtasıyla, Anadolu-Mezopotamya arasında kabaca 250 yıl boyunca mekik
dokumuşlardır. Kızılırmak kavsi ve genişçe çevresinde kurulan Karum ve Wabartum’ların
sayısının epeyce fazla olması, Anadolu’nun zenginlik kaynaklarının fazla ve vazgeçilemez
kıymette olduğunu ispatlamaya yeterlidir. Gerçekten de, bu sahada varlığı çok eski
dönemlerden beri bilinen altın, gümüş gibi değerli madenler ile Mezopotamya’da yokluğu
bilinen kerestenin Anadolu’da çok fazla ve çeşitte bulunması, Asurluların ilgilerini bu yöne
çekmiştir.
108
Bölüm Soruları
1)
I- Bakıra kalay katarak tunç elde etmişlerdir
II- Tunçtan kap-kacak, silah, süs eşyası üretmişlerdir
III- Taş temelli, kerpiç duvarlı evler görülür
IV-Evlerin etrafı surlarla çevrilidir
Yukarıda Tunç çağı ile ilgili verilenlerden hangisi ya da hangileri doğrudur?
a) Yalnız II
b) I ve II
c) II ve IV
d) I, II ve IV
e) I, II, III ve IV
2) Anadolu’da ilk büyük kentler ne zaman ortaya çıktı?
a) M.Ö 2650-2400
b) M.Ö 2400-2000
c) M.Ö 3200-2700
d) M.Ö 3300-2650
e) M.Ö 1500-1300
3) M.Ö. 2400-1900 yılları arasında kentlerin biraraya gelerek oluşturdukları yapıya ne ad
verilirdi?
a) Kent devletler
b) Federatif Kent Devletleri
c) Kentler topluluğu
d) Şehir Devletleri
e) Şehirler topluluğu
4) Alacahöyük’te yapılan çalışmalarda kaç kral mezarı bulunmuştur?
a) 23
b) 14
c) 13
d) 15
e) 25
5) İlk Tunç Çağının 3. evresine tarihlendirilmiş olan yerleşme aşağıdakilerden hangisidir?
a) Hattuşa
b) Eskiyapar
c) Kültepe
d) Pazarlı
e) Ahlatlıbel
6) M.Ö. 2000 yılında Hitit Krallığı’nın başkentliğini yapmış olan yerleşme hangisidir?
a) Boğazkale
b) Karahöyük
c) Fıraktin
d) Maşathöyük
e) Pazarlı
7) Haatuşa’da çıkan Hattice metinler üzerine ilk çalışan isim kimdir?
a) A. Goetze
b) E. Ferror
109
c) Charles Texier
d) T. Makridi
e) H. Winckler
8) Hatti sanatının en iyi gözlemlendiği yer neresidir?
a) Horoztepe
b) Etiyokuşu
c) Alacahöyük
d) Ahlatlıbel
e) Hattuşa
9) Asur Ticaret Kolonileri devrindeki en önemli karum hangisidir?
a) Acemhöyük
b) Alişarhöyük
c) Boğazköy
d) Kaniş
e) Pazarlı
10) Kahramanmaraş Afşin yöresine yerleştirilmiş olan krallık hangisidir?
a) Zalpa Krallığı
b) Mama Krallığı
c) Hahhum Krallığı
d) Timelkia Krallığı
e) Hurama Krallığı
Cevaplar
1) e, 2) a, 3) b, 4) c, 5) d, 6) a, 7) b, 8) c, 9) d, 10) b
110
6. HİTİT UYGARLIĞI
111
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
6.1. Hitit Tarihi
6.2. Hitit Uygarlığı
112
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Hititler’de “Büyük Krallık” olarak adlandırılan dönem hangi tarihler arasındadır?
a) M.Ö 1450-1200
b) M.Ö1500-1320
c) M.Ö 1700-1640
d) M.Ö 1380-1250
e) M.Ö 1640-1530
2) Hititlerin başkenti günümüzde nerededir?
a) Kayseri yakınında
b) Kaniş’te
c) Boğazkale yakınında
d) Truva yakınında
e) Alacahöyük’te
3) Hitit Devleti’nin kurucusu I. Hattuşili Başkenti Kuşşara’dan nereye taşımıştır?
a) Kaniş
b) Halep
c) Tabarna
d) Hattuşa
e) Ahlatlıbel
Cevaplar
1) a, 2) c, 3) d
113
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Kazanımın nasıl elde edileceği veya
geliştirileceği
Hititler ve uygarlıkları
Hitit uygarlığı ve Anadolu M. Alparslan ve M. D. Alparslan
tarafından hazırlanan “Hititler Bir
için önemini öğrenmek
Anadolu İmparatorluğu” isimli kitabı
incelemek
Anadolu’da
merkezi Kent devletlerinden merkezi V. Sevin tarafından hazırlanan “Eski
devletlerin kurulması
devlete geçişi ve özelliklerini Anadolu ve Trakya 1 Başlangıcından
Pers Egemenliğine Kadar” isimli
öğrenmek
kitabı incelemek
114
Anahtar Kavramlar
Hitit, Hint-Avrupa, Hatti, K. Bittel, bin tanrılı halk, Neşalı, Hattuş, aglutinant/eklemeli
dil, I. Hattuşili, Labarna, Tabarna, Kuşsara, Hattuşa, Boğazköy, Boğazkale, Anitta, Pijusti,
harabe otu, eski krallık, orta krallık, imparatorluk, Tuthaliya, Telepinu, I. Şuppiluliuma,
Kadeş savaşı, II. Ramses, Tarhuntaşşa, derebeyi uyruğu, timar sahibi, silahlı adamlar, Geç
Hititler, karanlık çağ, deniz kavimleri,
115
6. Giriş
Yirminci yüzyılın başlarında Anadolu’da yapılan kazılardan ve 1920’lerde Hitit
yazısının deşifre edilmesinden önce, Hitit uygarlığı konusunda pek bir şey bilinmiyordu.
Fakat yapılan bütün çalışma ve araştırmalardan sonra bugün, Hititlerin kabaca M.Ö. 18001200 yıllarında Orta Anadolu’da büyük bir uygarlık kurarak yaşamış olduklarını biliyoruz.
Hititler, o zamanın dünyasında üç büyük ve güçlü ülkesinden biri, M.Ö. 13. yüzyılda
ise Mısır ile birlikte dünyanın iki süper devletinden biri idi. Hititler fedaratif sistemde bir
imparatorluk kurmuşlar ve Suriye ile Mezopotamya üzerinde egemen olmuşlardır. HintAvrupa kökenli olan bu ulus, kadınları erkeklerle eşdeğerde tutan, kölelerin bile haklarını
koruyan bir hukuk devleti olarak eşsiz durumdadır. Kral birçok konuda “Pankuş” adı verilen
soylular meclisine danışmak zorunda idi. Düşmanlarının derisini yüzen, onları kazıklara
oturtan, esirlerin ellerini ve başlarını kesip bunlardan piramitler oluşturan Yakın Doğu
toplulukları arasında Hititler, adeta günümüzün uygar devletlerinden birinin insani değerler
düzeyinde bulunuyorlardı.
Anadolu’ya M.Ö. 2000 yıllarında yerleşen Hititler’in demir silahları ve savaş
arabalarının üstünlüğü sayesinde kısa sürede Anadolu’yu egemenliği altına aldığı
bilinmektedir. İlk başlarda birbirlerinden bağımsız küçük prensliklerden oluşan kent devletleri
söz konusu iken daha sonraları küçük krallıkların tek bir büyük krallığa bağlı olduğu
imparatorluk doğmuştur. Bu imparatorluk, M.Ö. 1200’lerde Ege Denizi’nden batıdan gelen ve
niteliği çok net bilinmeyen “deniz kavimleri”nin saldırıları sonucu yıkılarak, tarih
sahnesinden silinip gitmişlerdir.
6.1. Hitit Tarihi
Hititler’in Anadolu’ya ne zaman göç ettikleri kesin olarak bilinmemektedir. M.Ö.
2000’lerde, Anadolu’da Asurlulara bağlı olan ticaret kolonileri faaliyette iken, büyük
ihtimalle batıdan gelmişlerdir. Boğazkale kazısını yapan K. Bittel’e göre, bunlar aslında
Anadolu’ya büsbütün yabancı ve medeniyet seviyesi bakımından daha geride idi. Ancak
kabile kuruluşlarındaki sağlamlık, belki de cengâverlikleri sayesinde kısa zamanda
kendilerinden daha medeni olan yerli kavimlere üstünlük sağlayarak Anadolu’ya yerleştiler.
Buradaki medeniyetlere uyum sağlamakla kalmayarak, kendileri de ona şahsi damgalarını
taşıyan değerler eklediler.
Anadolu’nun yerli halkı olmasa da, buraya geldikten sonra yerleşerek merkezi bir
otorite kurmuş olan ilk topluluk Hititler’dir. Hittiler’in Anadolu’ya gelişleri konusunda
tartışmalar halen devam etmekle birlikte, Asur Ticaret Kolonileri Devri’nden kalan çivi yazılı
metinlerde Hititçe isimlerin de geçmesiyle, bu devrin sonlarına doğru Anadolu’ya gelmiş
oldukları sonucuna ulaşılmıştır. Kendilerine “Neşalı” diyen ve Hint-Avrupalı bir toplum olan
Hititler, Orta Anadolu’da kurdukları devletlerini bir dünya imparatorluğu haline getirdiler.
Asur ticaret koloni döneminde küçük beylikler halinde iken, M.Ö. 1650 civarında devletlerini
kurdular. M.Ö. 13. yüzyılda en görkemli dönemini yaşayan bu devlet, Anadolu’da birçok ülke
ve bölgeyi “vasal” olarak kendine bağladı. Dolayısıyla topraklarında çok farklı etnik
116
kökenden topluluklar yaşıyordu. Ele geçirdikleri veya kendilerine bağladıkları halklara
hoşgörü ile yaklaşıp onların tanrılarını da kendi panteonlarına dâhil ettiklerinden, Hititler
kendilerini “bin tanrılı halk” olarak tanımlıyorlardı. Anadolu’nun ilk büyük devletini kuran,
altı yüz yılı aşkın bir zamanda bazı yükselip alçalmalara rağmen siyasi varlığını koruyan bu
kavimlerin kim oldukları ve buraya nereden gelmiş oldukları meselesi hep tartışılmış ve bu
hususta çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür.
Hititler’in Anadolu’ya nereden geldikleri konusunda dört farklı görüş vardır. Bu
görüşleri sırasıyla inceleyecek olursak birinci görüşe göre, diğer Hint-Avrupalı kavimler gibi,
Hititler de Anadolu’ya Trakya ve boğazlar üzerinden gelmişlerdir. İkinci görüşü savunanlar
onların Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya geldiklerini kabul etmektedirler. Diğer bir görüş olan
üçüncü görüşe göre onların Kuzey Suriye üzerinden Anadolu’ya geldikleri yolundadır.
Dördüncü görüşe göre ise, M.Ö. 2. binyılın ikinci çeyreğinden itibaren hiç olmasa
Anadolu’nun orta bölümüne hâkim olan güçlü bir siyasi birlik oluşturan, daha sonraları ise
Anadolu’nun büyük bir bölümüne hükmeden Hititler’in Anadolu’nun yerli bir kavmi
olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır. Esas olan Hititler’in Anadolu’nun yerli bir kavmi
veya dışarıdan gelmiş bir kavim olmalarından ziyade, onların Hatti, Luwi, Pala, Hurri ve
Anadolu’nun diğer küçük kavimleri ile kaynaşarak karma bir toplum oluşturduklarıdır. Yine
aynı şekilde eski Mezopotamya ve Anadolu medeniyetlerinin belirli özelliklerini birleştirerek
kendilerine özgü bir medeniyet yaratmış olmalarıdır. Hititler’in Anadolu’daki varlığı 1100 yıl
kadar devam etmiş olup bunun 600 yıl kadarını merkezi Hitit Devleti dönemi kapsamaktadır.
Onun akabinde ise 500 yıl kadar devam eden Geç Hitit Beylikleri devri vardır. Hititler M.Ö.
17. yüzyıl itibariyle Hattuşa (Boğazkale) kentini başkentleri yaparak, kent krallıklarını
birleştirmiş ve Anadolu’da merkezi bir devlet oluşturma sürecini başlatmışlardır. Devletin
gerçek kurucusu olarak bilinen I. Hattuşili’nin (Labarna veya Tabarna) başkenti Kuşşara’dan
Hattuşa’ya getirdiği kabul edilmektedir. I. Hattuşili’nin ilk Hitit büyük kralı sayılmasının
sebebi onun Anadolu sınırları dışına taşan yayılmacı bir politika izlemesidir. Hattuşili’den
sonra gelen krallar da onun izlediği bu politikayı benimsemişlerdir. Tarihleri boyunca
genişlemeci bir politika izleyen Hititler, yaptıkları askeri seferler ile Kuzey Suriye’ye, Batı ve
Güney Anadolu’ya kadar yayılmışlardır. 13. yüzyılda Hitit Devleti birçok ülkeyi kendine
bağlayarak hem siyasi hem de ekonomik açıdan oldukça güçlenmiştir.
117
Şekil 6.1: Hititler’in başkenti Hattuşa’nın rekonstrüksiyon
resmi.
Kaynak: https://www.google.com.tr/search?q=
Hititler Anadolu’da önce şehir devletleri/beylikler halinde (2000-1650), hüküm
sürmüşlerdir. Zamanla bu beyliklerin merkezi otorite ile birleştirilmesi sonucu, önce eski
krallık veya eski Hitit dönemi (1650-1450), daha sonra orta krallık veya Hitit dönemi (14501380) ve son olarak imparatorluk dönemi veya Büyük krallık dönemi (1450-1200) yaşayarak
tarihin en güçlü devletlerinden birini kurmuşlardır. Politikaları gerçekçilik üzerine kurulmuş;
yerli Anadolu kavimlerini, özellikle Hattiler’i ve Hurriler’i hoşgörü ve anlayışla
yönetmişlerdir. Başlangıçta uygarlık bakımından kendilerinden çok üstün olan bu
kavimlerden büyük ölçüde yararlanmışlar; onların geleneklerine, dinlerine saygı gösterdikleri
gibi, ülkenin adını bile değiştirmemişlerdir. Mezopotamya’dan çivi yazısını almak suretiyle,
uygar bir ulus olarak kendi çağlarının en ileri ülkelerinden biri olmuşlardır. Dış politikayı,
tampon devletçikler kurarak ve bunlarla aralarında evlenme yolu ile yakınlık sağlayarak idare
etmişlerdir. Yasalara, insan haklarına, anlaşmalarına saygı göstererek akılcı bir yönetim
sistemi kurmuşlardır. Ancak birçok küçük krallığı, dengeli ve uyumlu bir politika içinde uzun
süre yönetmek oldukça güçtü. Belki de Hattuşili III’ün Kral Murşili III’e başkaldırması ve
tahtı yasaları çiğneyerek zorla ele geçirmesi, başkalarına, yani Hitit Devleti’nin yıkılmasında
başlıca etken olan Batı Anadolu beyliklerine yol oldu. Ve böylece yaklaşık 800 yıllık koca
devlet içten ve dıştan saldıran güçlerle son buldu.
Hititler’in tarihte bilinen ilk kralları Pithana, ilk yerleşim yerleri ise, bugün henüz tam
olarak lokalize edilemeyen Kuşşara'dır. Pithana'nın oğlu Anitta zamanında başkentleri Neşa
(Kaniş) olmuştur. Anitta, Hatti krallığının başkenti olan kral Pijusti’nin şehri Hattuş'u
(Boğazköy), çok büyük zenginlikleri olduğunu düşünerek kuşatmış, fakat şehirde herhangi bir
şey bulamayınca kızarak şehri tamamen yakıp yıkmış ve şu meşhur lanetini okumuştur:
“Geceleyin yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine harabe otu (üzerlik otu) ektim. Benden
118
sonra her kim kral olur ve Hattuş’u yeniden iskân ederse gökyüzünün (Fırtına Tanrısı’nın)
laneti üzerinde olsun”. Fakat tarihin bir cilvesi olarak, daha sonra Anitta'nın torunu Hattuşa'yı,
Hitit krallığının başkenti yapacak ve kendisine Hattuşili adını alacaktır.
M.Ö. 1800 yılları, Anadolu tarihinin başlangıcı yerli ve “aglutinant/eklemeli” dil
grubuna ait Hattiler ve Hint Avrupalı Hititler hakkında ilk bilgilerin edinildiği dönemdir. Bu
çağ, Hitit kültürünün başlangıç ve gelişme aşamalarının kaynağıdır. Yukarıda da belirtildiği
gibi, M.Ö 2500-2000 yılları arasında Kızılırmak kavsi ve Orta Karadeniz bölümünde gelişmiş
kültürün temsilcisi Hattiler’di. M.Ö 2000 yılları sonlarında büyük savaşlar sonucunda çıkan
yangınlarla sona eren bu çağı, Asur Ticaret Kolonileri dönemi izlemiştir. Yazılı kaynaklardan
Hititlerin, Anadolu’ya M.Ö. 3. binin son yıllarında, 2. binin başında küçük gruplar halinde,
girmeye başladıkları ihtimali çıkmaktadır.
Hattuşa M.Ö. 17. yüzyılın ikinci yarısında, Hitit Kralı I. Hattuşili (1650-1620)
tarafından başkent olarak seçilir. Eski Hitit Devleti’nin kurucusu I. Hattuşili Kızılırmak kavisi
içindeki çekirdek ülkede birliği sağladıktan sonra, Kuzey Suriye ve Yukarı Fırat Bölgesi’nde
[Hurri Ülkesi]ne karşı yönettiği akınlarla, kendisini izleyecek Hitit Krallarına bir Dünya
devleti olma amacının işaret ediyordu. Murşili (1620-1590) fetihlere güneyde devam ederek
ve Suriye’deki şehir devletlerini devreden çıkartarak, Mezopotamya ticaret yollarını kontrol
altına almıştır. Halep ele geçirildi ve ordu Babil’e kadar ilerleyerek Hammurabi hanedanlığına
son verdi. Ancak, Murşili’nin Hantili tarafından öldürülmesi karışık bir dönemi getirmiştir.
Hantili idareyi ele aldıysa da o da öldürüldü. Hantili’den sonra tahta geçen Zidanta ve I.
Huzziya’da Hantili ile aynı kaderi paylaşmışlardır.
Telipinu (1525-1500) tahta geçince, saraydaki kan davalarını durdurmayı
başarabilmiştir. Önceki kralların uzak bölgelere yaptıkları seferleri durdurarak, Anadolu’yu
kendi içinde tutarlı bir idari teşkilat altına almaya çalıştı. Bu amaçla eyalet sistemini kurdu.
“Telipinu fermanı” olarak bilinen fermanı yayınlayarak, taht verasetini belli kurallara bağladı.
Geleneksel Hitit tarihi çağ ayrımına göre, Telipinu devrini Orta Krallık adı verilen dönem
izler.
I. Tuthaliya (1450-1420) Hititler’in amansız kuzey düşmanları Kaşkalar’la da
başetmek zorunda kalmıştır. Metinlerde Tuthaliya zamanında, Fırat’ın yukarı çığırında kalan
bölgelere ve Kuzey Mezopotamya’da Hurrilere karşı yapılan askeri harekatlardan söz
edilmektedir. Bu başarılarla I. Tuthaliya’nın Hatti ülkesinde krallığın gücünü yeniden
sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak I. Tuthaliya’nın hükümdarlık alanı genelde Anadolu ile
sınırlı kalmıştır.
Hitit tarihinin en başarılı hükümdarlarından biri olan I. Şuppiluliuma (1380-1345)
tahta geçince, öncelikle Anadolu’daki hakimiyetini sağlamlaştırmıştır. Daha sonra Suriye ve
Kuzey Mezopotamya’nin bazı bölgelerini Hitit Krallığı’na katmıştır. Kaşkalarla savaşmış,
Ugarit Kralı II. Nigmedu ile bir anlaşma yapmıştır. Şuppiluliuma Mısır’da Tutankhamon’un
ölümünden sonra çıkan çatışmaları fırsat bilerek, Kargamış üzerine yürümüştür. Yazılı
kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla o, Hitit Devleti’ni gerçek anlamda imparatorluk durumuna
getirmiştir. Nitekim Hititler’in zayıflığından istifade ederek Anadolu’nun güneyinde kurulmuş
119
olan Kizzuwatna Krallığı’na son vermiştir. Daha sonra güney doğuya yönelerek, Kuzey
Suriye’de Hitit egemenliğini yeniden tesis etmiş ve Mitanni Kralı Tuşratta’yı da yenerek
Mitanni Devleti’ni parçalamıştır.
II. Murşili’nin (1343-1310), Anadolu’nun kuzeyindeki ve batısındaki seferleri, Hitit
çekirdek ülkesinde vebanın hüküm sürdüğü ve giderek artan Asur etkisiyle Suriye’de
huzursuzlukların yaşandığı bir döneme rastlamıştır. Babası Murşili’nin ardından sıkıntısız bir
rotmada tahta geçen II. Muvattalli (1310-1282), yirmi yıldan fazla “Büyük Kral” olarak
hüküm sürmüştür. Bu dönemde belki ciddi bir güvenlik sorunu görmesi nedeniyle Muvattalli
sarayını, Tanrı ve atalarının heykelleri ile birlikte Hattuşa’dan Tarhuntaşşa’ya taşımıştır.
Muvattalli zamanında Orta Suriye’deki Amurru bölgesi nedeniyle, Hititler’in anlaşmazlığa
düştüğü ülke Mısır’dı ve bahsi geçen bu anlaşmazlık meşhur Kadeş Savaşı’na yol açmıştır
(M.Ö. 1285). Günümüzde Mısır’daki Abydos, Luksor, Abu Simbel’in duvarları ve
Ramsesseum’un pylonlarının üzerindeki kabartmalarda, Yakındoğu’nun geçmişindeki en ünlü
savaşlardan biri olan Kadeş Savaşı’nın tasviri görülmektedir. Kabartmalara II. Ramses’in
Hitit Kralı II. Muvattalli’yi yenerek elde ettiği zaferin kutlandığı hiyeroglif metinler eşlik
etmektedir. Firavun çok iyi hazırlanarak savaş alanında bizzat bulunmasına rağmen, savaşın
asıl galibi Hititler olmuştur. Amurru yeniden Hitit yönetimi altına girmiş, ayrılıkçı yerel kral
Benteşina ise Anadolu’ya sürülmüş, Kadeş Kalesi Hitit denetiminde kalmıştır.
Büyük Kral II. Muvattalli öldüğünde, eski bir kurala uyulmuş ve imparatorluğun en
güçlü adamı olan kardeşi Hattuşili yerine, oğlu III. Murşili/Urhi-Teşup (1282-1275) tahta
geçmiştir. O, başkenti Tarhuntaşşa’dan, yeniden Hattuşa’ya taşımıştır. Bölgede II. Muvattalli
döneminden ve Kadeş Savaşı’ ndan bu yana II. Ramses hüküm sürmekteydi. Hattuşili Asur ve
Babil Hükümdarları ile olduğu gibi, II. Ramses ile de hükümdarlar arasındaki olağan
ilişkilerini sürdürmüştür.
Kurallara aykırı bir şekilde tahta çıkmış olmasına rağmen, III. Hattuşili (1275-1250)
önemli politik başarılar ve uluslararası saygınlık elde etmiştir. Ancak Hattuşa’da tahtına
çıkacak kişi ile ilgili düzenlemeyi yapmak da kendisi için önemliydi. Önceden seçilen varisten
vazgeçilmiş ve yerine Prens IV. Tuthaliya (1250-1220) seçilmişti. Tuthaliya tahta çıktıktan
sonra, Tarhuntaşşa Kralı Kurunta ile antlaşma yapmış ve Tarhuntaşşa ülkesinin sınırları
yeniden çizilmiştir.
Hitit İmparatorluğu’nun bilinen son hükümdarı IV. Tuthaliya’nın oğlu II.
Şuppiluliuma (1210-1200), başgösteren yiyecek sıkıntısıyla daha da gerginleşen duruma
rağmen bazı askeri başarılar elde etmiştir. Hattuşa’da bugün Güneykale olarak adlandırılan
kesimdeki bir yazıtta, II. Şuppiluliuma’ nın askeri birliklerinin Orta ve Güneybatı Anadolu’da
başarıyla savaştığından, Tarhuntaşşa’da da hükümdarın yeniden otorite kurduğundan söz
edilir. Çivi yazılı belgeler de, Kargamış Kralı ve doğrudan Büyük Kral tarafından denetlenen
Alaşiya (Kıbrıs) ülkesiyle antlaşma yapıldığı belirtilir.
Hitit İmparatorluğu’nun M.Ö. 1200’den kısa bir süre sonra yıkılma nedeni halen tam
olarak anlaşılamamıştır. İmparatorluğun yıkılmasına çeşitli etkenlerin neden olduğu
değerlendirilmektedir. Son büyük kralın hüküm sürdüğü dönemde, halk içinde huzursuzluklar
120
ve Hitit aristokrasisinde giderek artan çatışmalar baş göstermiştir. Hitit Devletinin ayakta
olduğu son yıllara tarihlenen yazılı kaynaklar, sefalet içinde olduğu belirtilen Anadolu’ya
Suriye ve Mısır’dan büyük miktarlarda tahıl sevk edildiğini kanıtlamaktadır. Aynı zamanda
Anadolu’daki huzursuzluklar ve Suriye üzerindeki Hitit etkisinin azalması da Hitit
İmparatorluğu’nun yıkılmasında neden ya da sonuç olarak değerlendirilmektedir.
6.2. Hitit Uygarlığı
Hititler’in başkenti Hattuşa’da (Boğazköy-şimdi Boğazkale denilmektedir) 25.000’den
fazla tablet bulunmuştur. Burada bulunan tabletler tamamen devlet arşivi niteliğinde olup
mitoloji, din, hukuk, tıp gibi çok çeşitli alanlarda bilgiler içermektedirler. Hattuşa’da bulunan
tabletlerin yanı sıra Tokat’ın Zile ilçesi yakınlarında Maşathöyük’te, Çorum’a bağlı
Ortaköy’de ve Sivas-Kuşaklı’da da bu döneme ait çeşitli kaynaklar bulunmuştur.
Hititler’de arazi, ayrıntıları pek bilinmeyen birtakım muğlak feodal vergilere ve
hizmetlere bağlıydı. Genelde iki sınıf arazinin varlığı anlaşılmaktadır. Birincisi “Derebeyi
uyruğu veya Timar sahibi” tarzı topraklardı. Bu tür toprakların alınıp satılması iyi bilinmeyen
bazı şartlara bağlıydı ve bu yüzden sadece evlat edinme yoluyla el değiştirebilirdi. İkinci tür
topraklar ise “silahlı adamların” arazileriydi. Bunlar serbestçe alınıp satılabilirdi ve gerekli
durumlarda krala asker/askeri birlik sağlayan bir askerdi. Bu sistem daha önce Hammurabi
tarafından Larsa’da uyguladığı bilinen sisteme benziyordu. Bütün sanayi öncesi toplumlarda
olduğu gibi, yazılı belgelerde anlatıldığı ve Hitit kanunlarından anlaşıldığına göre Hititler’in
de ekonomisi tamamen tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Genel olarak Hitit dönemi yaşamı
ve ekonomisine bakıldığında, ülkemizin coğrafi koşullarını yansıtacak ve potansiyelini ortaya
koyacak hemen her şeyin temellerinin bu dönemde atıldığı gözlenmektedir. Tahıl üretiminin
kırsal yapı üzerindeki egemenliği, hayvancılık, bağcılık, bürokratik ve yasalara dayanan
devlet yönetimi, timar sistemi, sulamalı ve kıraç tarım sistemleri vb. hemen hepsi en iyi
şekilde bu dönemde kurulmuş ve sonradan gelenler bunları çok az değiştirerek uzun süre
kullanmışlardır. Dolayısıyla, Hititler’in Türkiye’nin coğrafi koşullarını en iyi şekilde öğrenip
ortaya koyan ve onu işleten bir medeniyet olarak ülkemizin her açıdan coğrafi potansiyelini
kullanma metotlarını ortaya koymakla Anadolu uygarlığına en büyük hizmeti yaptıklarını
söyleyebiliriz.
Hititler dönemindeki toprak sistemi, birkaç unsuru içerisinde barındırıyordu.
Kraliyetin doğrudan kar elde etmediği tanrılara ait olan ve sadece tapınakların ihtiyaçlarını
karşılamak için işletilen topraklar dışında, başka vakıf arazileri de vardı. Merkezi otoritenin
ayni ya da nakdi olarak vergi aldığı topraklar da büyük önem taşıyordu. Esasen toprak sistemi
Hititler’in savaşçı ve yayılmacı politikaları ile paralellik arz etmektedir. Hattuşa'daki idare
toprağın işletim hakkını belirli şahıslara devrediyor ve karşılığında "kira" geliri elde etmiş
oluyordu. Hitit Devleti'nin ekonomisi, ülkenin koşulları gereği tarıma dayalıydı. Metinlerden
isimleri tespit edildiği üzere öncelikle, tahıl, arpa, buğday gibi tahıllar ve bir takım baklagiller
yetiştirilmekteydi. Bunun yanında üzüm bağları ve incirlikler vardı; yağı için zeytinin de
yetiştirildiği anlaşılmaktadır. Tarımdan sonra üretimin ikinci dayanak noktası hayvancılık
olmuştur. Sığır, domuz, eşek, at gibi büyükbaş hayvanların yanında koyun ve keçi gibi
121
küçükbaş hayvanlar da yetiştiriliyordu. Hitit çivi yazılı metinlerden arıcılığın da bu dönemde
yapıldığı anlaşılmaktadır.
O dönemde Yakındoğu’da Anadolu gibi su ulaşımının yapılamadığı yerlerde yük
hayvanı olarak genelde eşek ve katır kullanılırdı. M.Ö. 2000 dolayında atın devreye
girmesiyle ulaklara çok daha hızlı hareket etme olanağı sağlandı. M.Ö. 1. bin yılda çöl
kavimlerinin öne çıkmasıyla develerin önemi arttı. Yakındoğu’da tekerlekli araçlar M.Ö. 3500
dolayından başlayarak biliniyordu ve kısa yolculuklar çoğunlukla, Yakındoğu’da hala
kullanılan yekpare tahta tekerlekli arabalarla yapılıyordu. Anadolu’da Hititler dönemindeki
durum farklı değildi. Ulaşım ve ticaret, doğrudan hayvanlardan faydalanma yanında
genellikle öküzler tarafından çekilen ahşap tekerli bir çeşit kağnı vasıtasıyla yürütülüyordu.
Öküzler yanında merkep ve katırlar da aynı amaçla kullanılan diğer hayvanlar arasındaydı.
Anadolu ile Mezopotamya arasında Akat’lı Sargon zamanından beri işleyen ve Kültepe
devrinde son derece faal bir hale gelen karayollarının Hititler devrinde de kullanıldığına şüphe
yoktur. Bu yolların tespiti için yapılan tetkiklerle, yolun Hattuşa-Kaniş-Tegarama (Gürün)Darende-Melit-Samusat üzerinden Urşu (Urfa)’ya vardığı ve buradan ikiye ayrılarak bir kolun
batıya Kargamış (Cerablus) ve Halpa (Halep)’ya, diğerinin Nisibis (Nusaybin) üzerinden
doğuya Asur ve Babil’e gittiği düşünülmektedir. Anadolu’yu kuzey Suriye’ye bağlayan bir
diğer yol da Kizzuwatna’dan Gülek boğazı vasıtasıyla Halep, Kinza ve Kadeş’e gidiyordu.
Hitit inanç sistemine baktığımızda, farklı etnik kökenlere ait birçok öğenin bir araya
gelmesiyle oluşmuş bir kültür mozaiği ile karşılaşırız. Hint-Avrupalı bir toplum olan Hititler
kendilerine ait kültür öğelerinin yanı sıra, tanıştıkları yeni kültürlerden, kendilerine uygun
olan pek çok unsuru kabul etmişlerdir. Kendilerini “bin tanrılı” olarak tanımlayan Hititler’in
tanrılarını etnik kökenlerine göre gruplamak, inanç sistemlerinin temelini oluşturan bu
çeşitliliğin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır: Hint-Avrupalı tanrılar (Hitit-Luwi-Pala),
Asianik tanrılar (Hatti-Hurri-Sümer), İndo-Ari tanrılar (Eski Hint) ve Semitik tanrılar (AsurBabil).
20. yüzyılın başından bu yana Hitit arkeolojisine olan ilgi giderek artmakta olup bu
bağlamda Hitit çanak çömleğinin iyi bilinen örnekleri vardır. Hitit çanak çömleğinin ilk
örnekleri, Hititler’in devlet olmadan önceki dönemlerde Kızılırmak’ın çevirdiği bölge ve
çevresinde görülür. Eski Hitit döneminden başlayarak çömlekçi ustaları her dönemin
koşullarına uygun bir çömlekçilik şekli ortaya çıkarmışlardır. Eski Hitit Krallık döneminde
çanak çömlekçilik genellikle çarkta yapılmıştır. En çok görülen çanak biçimleri geniş
tabaklar, küresel çanaklar, fincan ve maşrapalar, çaydanlıklar, gaga ağızlı testilerdir.
İmparatorlık döneminde ise çanak çömlek çarkta üretilmiş ve seri üretime geçildiği için kalite
bozulma olduğu görülmüştür. Bu dönemin başlıca kap biçimleri ise yayvan tabaklar, küresel
çanaklar, çaydanlıklar ve mataralar olarak sıralabilir.
Hititler’in yıkılışından sonra Anadolu’da Frig Devleti’nin kurulmasına kadar geçen
süre, yaklaşık 450 yıl olup yapılan arkeolojik araştırmalarda başkent Hattuşa da dahil olmak
üzere Orta Anadolu’nun hiçbir kentinde, “Karanlık Çağ” adı verilen bu döneme ait bir
buluntuya rastlanamamıştır. Bahsedilen karanlık çağ, sadece Anadolu’da değil o zamanki
bütün uygar Yakındoğu devletleri için de geçerlidir. II. Suppiluliuma zamanında ani ve
122
muazzam bir akın halinde meydana gelen Ege (Deniz kavimleri) göçleri nedeniyle Truva,
Boğazkale, Alişar ve Alacahöyük dahil bütün yerleşmelerde, M.Ö. 12. yüzyıla ait kültür
tabakaları üzerinde kalın bir kül tabakası görülmektedir.
Yapılan çalışmalarda hep bir karanlık çağdan bahsedilmekle birlikte, bu dönemin çok
da karanlık olduğunu söylemek zordur. Çünkü uzun bir süre olan 400 yıl boyunca
Anadolu’nun boşaldığı ve kimselerin kalmadığı düşünülemez. Aksine Hititler döneminde var
olan birçok yerleşme adının hiç değişmeden sonraki döneme ulaşması, bu dönemde insanların
yaşamaya devam ettiklerini ve geçmişten aldıklarını az çok sürdürdüklerini kanıtlamaktadır.
Bu kültürel devamlılık diğer birçok alanda da yaşanmıştır ki, Anadolu’nun beşeri coğrafya
manzarasında keskin bir değişiklik olmamıştır. Nitekim bu konuda çalışan Wittke,
söylediklerimizi dolaylı bir şekilde şöyle teyit etmektedir: “Hitit imparatorluk döneminin
sonuna doğru, Batı ve Orta Anadolu’nun bir kısmında birden fazla küçük devletin bir araya
gelerek oluşturduğu siyasi bir tablodan söz edilebilir. Böylelikle M.Ö. 1200’lerde Hitit
egemenliği ve üstünlüğünün çöküntüye uğraması siyasi bir boşluk yaratmamış, fakat güç
dengelerinin bir daha onarılamayacak şekilde bozulmasına yol açmıştı”.
Bilindiği üzere devletlerin yıkılmasıyla ulusları oluşturan halklar hemen kaybolmazlar.
Hititler’le birlikte Luwiler de, yeni gelenlerin baskısı sonucu Kuzey Suriye’ye çekilmişler,
orada Sami ırktan olan Aramiler ile kaynaşmışlar ve M.Ö. 1200 yıllarından sonra da küçük
yerel devletler halinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Kendilerini kültürel bağlarla Hitit
Devleti’ne bağlı saydıkları, kullanmış oldukları hiyeroglif yazısından ve krallarına koydukları
eski Hitit adlarından bellidir. İşte geç Hitit devletleri dönemini başlatanlar ve Tevrat’ta
Hetoğulları olarak anılanlar bunlardır.
123
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci ilgili web sayfalarından Hititler ile ilgili bilgi ve görsel
malzemeleri incelemelidir.
124
Uygulama Soruları
1) Hititlerin önce tahrip edip sonra başkent yaptıkları merkez hangisidir?
2) Dünya tarihinde ilk defa yapılan barış antlaşması hangisidir?
Cevaplar
1) Hattuşaş
2) Kadeş
125
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Yirminci yüzyılın başlarında Anadolu’da yapılan kazılardan ve 1920’lerde Hitit
yazısının deşifre edilmesinden önce, Hitit uygarlığı konusunda pek bir şey bilinmiyordu.
Bugünkü bilgilerimiz doğrultusunda Hitit uygarlığının kabaca M.Ö. 1800-1200 yıllarında
Orta Anadolu’da büyük bir uygarlık kurduklarını görüyoruz. Hititler, o zamanın dünyasında
üç büyük ve güçlü ülkesinden biri, M.Ö. 13. yüzyılda ise Mısır ile birlikte dünyanın iki süper
devletinden biri idi. Bu haliyle sadece Anadolu değil Dünya tarihinde de son derece önemli
bir yer tutmaktadır.
Hint-Avrupa kökenli olan bu ulusun, ilk başlarda birbirlerinden bağımsız küçük
prensliklerden oluşan kent devletleri halinde yaşamışken, daha sonraları küçük krallıkların tek
bir büyük krallık egemenliğinde bir imparatorluk kurdukları bilinmektedir. Bu imparatorluk,
M.Ö. 1200’lerde Ege Denizi’nden batıdan gelen ve niteliği çok net bilinmeyen “deniz
kavimleri”nin saldırıları sonucu yıkılarak, tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
Hittiler’in Anadolu’ya ne zaman ve nereden geldikleri konusunda tartışmalar halen
devam etmekle birlikte, Asur Ticaret Kolonileri Devri’nden kalan çivi yazılı metinlerde
Hititçe isimlerin de geçmesiyle, bu devrin sonlarına doğru Anadolu’ya gelmiş oldukları
sonucuna ulaşılmıştır. Ele geçirdikleri veya kendilerine bağladıkları halklara hoşgörü ile
yaklaşıp onların tanrılarını da kendi panteonlarına dahil ettiklerinden, Hititler kendilerini “bin
tanrılı halk” olarak tanımlıyorlardı. Bunlar aslında Anadolu’ya büsbütün yabancı ve
medeniyet seviyesi bakımından daha geride idi. Ancak kısa zamanda kendilerinden daha
medeni olan yerli kavimlere üstünlük sağlayarak Anadolu’ya yerleştiler. Üstelik sadece
buradaki medeniyetlere uyum sağlamakla kalmayarak, kendileri de bu medeniyete şahsi
damgalarını taşıyan değerler eklediler.
Mezopotamya ve Anadolu medeniyetlerinin belirli özelliklerini birleştirerek
kendilerine özgü bir medeniyet meydana getirebilen Hititler’in Anadolu’daki varlığı 1100 yıl
kadar devam etmiştir. Hititler M.Ö. 17. yüzyıl itibariyle Hattuşa (Boğazkale) kentini
başkentleri yaparak, kent krallıklarını birleştirmiş ve Anadolu’da merkezi bir devlet oluşturma
sürecini başlatmışlardır. Tarihleri boyunca genişlemeci bir politika izleyen Hititler, yaptıkları
askeri seferler ile Kuzey Suriye’ye, Batı ve Güney Anadolu’ya kadar yayılmışlardır. 13.
yüzyılda Hitit Devleti birçok ülkeyi kendine bağlayarak hem siyasi hem de ekonomik açıdan
oldukça güçlenmiştir.
126
Bölüm Soruları
1) Anadolu’ya geldikten sonra merkezi otorite kurmuş olan ilk devlet aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Frigler
b) Hititler
c) Asurlar
d) Luwiler
e) Hattiler
2) Hitit Devleti’nin gerçek kurucusu aşağıdakilerden hangisidir?
a) Pithana
b) Murşili
c) Hantili
d) I. Hattuşili
e) Zidanta
3) Hitit Devleti’nin başkentini Kuşşara’dan Hattuşa’ya taşıyan kral kimdir?
a) Hattuşili
b) Zidanta
c) III. Hattuşili
d) III. Murşili
e) Pithana
4) Hititler’in tarihte bilinen ilk kralları kimdir?
a) Anitta
b) Pijusti
c) Murşili
d) Huzziya
e) Pithana
5) Hititlerin ilk yerleşim yeri neresidir?
a) Kuşşara
b) Hattuşa
c) Neşa
d) Kaniş
e) Halep
6) 20 yıldan fazla “büyük kral” olarak hüküm süren Hitit kralı aşağıdakilerden hangisidir?
a) II. Murşili
b) I. Şuppiluliuma
c) I. Tuthaliya
d) II. Muvattalli
e) II. Ramses
7) Aşağıda Hitit Devleti ekonomisi ile ilgili verilenlerden hangisi yanlıştır?
a) Ekonomisi temelde tarıma dayalıdır
b) Tahıl ve baklagil üretimi yapılmaktadır
c) Madencilik önem arzetmekteydi
d) Tarımın yanı sıra hayvancılık ta yapılmaktadır
e) Yağ ihtiyacı için zeytin yetiştirilmektedir
127
8) M.Ö. 1450-1200 yıllaru arasındaki dönem aşağıdakilerden hangisidir?
a) Eski Hitit Krallığı
b) Orta Krallık
c) Büyük Krallık
d) Hitit Dönemi
e) Yeni Hitit Krallığı
9) Hititçe aşağıda verilenlerden hangi dil grubuna aittir?
a) Hami-Sami dilleri
b) Çekimli diller
c) Tek heceli diller
d) Bükümlü Diller
e) Eklemeli Diller
10) Hititler’in yönetim sistemi için aşağıdakilerden hangisi söylenebilir?
a) Akılcı bir yönetim
b) Dini yönetim
c) Çıkarcı yönetim
d) Kuralcı yönetim
e) Yenilikçi yönetim
Cevaplar
1) b, 2) d, 3) a, 4) e, 5) a, 6) d, 7) c, 8) c, 9) e 10) a
128
7. DEMİR ÇAĞI UYGARLIKLARI: DOĞU ANADOLU
129
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
7.1. Geç Hititler
7.2. Urartular
130
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Aşağıdakilerden hangisi Geç Hitit Devleti yöneticilerine verilen isimlerden biri değildir?
a) Büyük Kral
b) Kahraman
c) Şef
d) Ülke Beyi
e) Hakim
2) İlk defa hangi kral döneminde Urartu dilinde kitabeler yazılmıştır?
a) I. Argişti
b) II. Menua
c) II. Sarduri
d) III. Sarduri
e) İşpuini
3) Urartular döneminde kral sülalesinden yöneticilerin ve devlet görevlilerinin oturduğu
kente verilen isim, aşağıdakilerden hangisinde doğru olarak verilmiştir?
a) Sitadel
b) Aşağı Şehir
c) Yukarı Şehir
d) Kale
e) Merkez Şehir
Cevaplar
1) C, 2) e, 3) a
131
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Kazanımın nasıl elde edileceği
veya geliştirileceği
Demir çağı ve Geç Demir çağı özellikleri ve Geç İlgili web sayfalarından Anadolu’da
Hititler
demir çağı ve Geç Hititleri
Hitileri öğrenmek
incelemek
Urartular
Doğu Anadolu ve Urartuları Mirjo Salvini tarafından hazırlanan
“Urartu Tarihi ve Kültürü” isimli
öğrenmek
kitabı incelemek
132
Anahtar Kavramlar
Demir çağı, Karanlık çağ, Urartular, Geç Hititler, Frigler, deniz kavimleri göçü, ege
göçleri, Tabal krallığı, Milid krallığı, Que krallığı, Kummuh krallığı, Gurgum krallığı, Samal
krallığı, Hilakku krallığı, Sakçagözü krallığı, Kargamış krallığı, Bianili, Uruatru, Van, Tuşpa,
Van gölü, Gökçegöl, Sevan gölü, Ararat, Ağrı dağı
133
7. Giriş
Anadolu’da, Demir Çağı’yla (M.Ö. 1200-330) birlikte ortaya çıkan yeni siyasal
tabloda başlıcaları Geç Hitit Kent devletleri, Urartular, Frigler, Lidyalılar ve Likyalılar olmak
üzere çeşitli devletleri görmekteyiz. Bu dönemde Anadolu yarımadası, çeşitli topluluklara ait
büyüklü küçüklü beyliklerin yönetimi altındadır. Güneydoğu Anadolu, Doğu Akdeniz ve
kısmen İç Anadolu bölgelerinde olmak üzere Geç Hititler, Doğu Anadolu’da Hurrilerin
devamı olan Urartular, Orta Anadolu’da Frigler, Batı Anadolu’da Lidyalılar, Güneybatı
Anadolu’da Likyalılar ve Ege’de İyonyalılar yüksek uygarlıklar kurmuşlardır. Bu topluluklar,
Mısırlılar, Fenikeliler ve Babillilerle birlikte daha sonraki Hellen uygarlığı üzerinde büyük
ölçüde etki yaparak, bugünkü dünya kültürünün oluşmasında önemli katkılarda
bulunmuşlardır.
Bu dönemde demir madeninin kullanımı giderek yaygınlaşmaya başlamıştı; MÖ. 9.
yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise tüm silahların ve çoğu aletlerin yapımında demir tercih
edilmekteydi. Bu gelişmeler, Tunç Çağı kültürüne kesin bir son vererek Anadolu’da yeni bir
dönemin, Demir Çağı’nın, başlangıcını işaret etmektedir. Demirin gitgide ucuz bir metal
durumuna getirilmesi, insanlık tarihi açısından önemli gelişmelerden biridir. Böylelikle tarım,
endüstri ve savaş daha etkili birer kurum haline gelmiş; insanoğlunun doğaya egemen
olmasında daha sağlam adımlar atılmasına yol açmıştır. Ucuz demir aletler küçük üreticileri
devlet tekellerine bağlı olmaktan tümüyle kurtaramasa bile, bağımlılıklarını azaltmıştır.
Nitekim çiftçiler, tarlalarında kullanacakları demir bir balta veya saban başlığını kendilerine
alabilecek duruma gelmişlerdir.
M.Ö. 12. yüzyılın başlarında Hitit İmparatorluğu'nun sona ermesiyle, siyasi açıdan bu
imparatorluğun Orta Anadolu’da yarattığı saltanat ve merkezi gücün tüm izleri ortadan
kalkmıştır. Anadolu’nun özellikle orta ve batı kesimleri yazılı belgelerin sustuğu, birçok
yerleşmenin terk edilerek uzun bir süre kullanılmadığı, Karanlık Çağ olarak nitelendirilen bir
döneme girmiştir. Geçtiğimiz yıllarda, Demir Çağı’nın erken evresinde Anadolu’da politik ve
sosyal değişimleri de beraberinde getiren bu yeni dönemin, yaklaşık 400 yıl kadar sürdüğü
önerilmekteydi. Bu dönemde Orta Anadolu bölgesinin ya hiç yerleşmeye sahne olmadığı ya
da göçebe kabileler tarafından iskân edildiği düşünülüyordu. Ancak, yakın zamanda
Yassıhöyük/Gordion’un 7. tabakası (M.Ö. yaklaşık olarak 1200-950/Erken Demir Çağı),
Boğazkale (Hattuşa)’nin Büyükkaya kesiminde Erken Demir Çağı tabakası (BK III/M.Ö. 12.10. yüzyıl) ve Kaman Kalehöyük Demir Çağı IId evresinde (M.Ö. 12.-8. yüzyılın birinci
yarısı) gün ışığına çıkartılan, basit tek odalı konutlardan oluşan köy yerleşmeleri ile bu
yerleşmelerde bulunan el yapımı, koyu renkli kazıma bezemeli veya boya bezemeli kaba
çanak-çömlek örnekleri, “karanlık” olarak nitelenebilecek bir döneme girildiği kabul edilse
bile, bu karanlık dönemin düşünülenden daha kısa sürdüğünü göstermiştir. Nitekim
Yassıhöyük/Gordion 7. tabaka bulguları, Trak kökenli Frigler’in M.Ö. 1100 yıllarına doğru,
Sakarya boylarına ulaştıklarına tanıklık etmektedir. Hitit İmparatorluğu'nun son dönemlerine
tarihlenen Yassıhöyük Son Tunç Çağı safhasını temsil eden 8. tabakadan (M.Ö. yaklaşık
olarak 1500-1200), Erken Demir Çağı 7B safhasına geçişte, yerleşmede bir kesintinin
olmaması, ilk Frig gruplarının Anadolu’nun içlerine doğru, hızlı ve güvenli bir şekilde
134
ilerlemiş olduklarına işaret etmektedir. Yeni gelenler, Yassıhöyük’te basit köy düzeyinde,
yerleşik bir düzeni benimsemişlerdir. Yassıhöyük/Gordion’da 7B safhasından 7A safhasına
geçildiğinde, yerleşmede ikinci bir göç hareketi ile açıklanan kültürel bir değişiklik meydana
gelmiştir. Bu safhada ortaya çıkan devetüyü renkli, çark yapımı çanak çömlekler, yöreye Frig
Krallığı’nı kuran etnik grubun, bu ikinci göç sırasında ulaşmış olabileceğini
düşündürmektedir.
Anadolu kronolojisinde Demir Çağı, genel olarak “Deniz Kavimleri Göçü” ile
Hellenistik Çağ arasında geçen zaman dilimi olarak kabul edilmekte ve Tarsus kronolojisi
temel alınarak Erken (M.Ö. 1200-800), Orta (M.Ö. 800-600) ve Geç (M.Ö. 600-330) olmak
üzere üç evreye ayrılmaktadır. Bu kronoloji çerçevesinde Demir Çağı’nda, Orta Anadolu
Bölgesi’ndeki siyasi tabloda en önemli rolü, Trak kökenli Frigler oynamıştır. M.Ö. 12.
yüzyılın başlarında Balkanlar’dan Trakya ve Boğazlar üzerinden dalgalar halinde Anadolu’ya
giren Trak kökenli Frigler, M.Ö. 9. yüzyılın başlarından M.Ö. 7. yüzyılın başlarına kadar
güçlü bir Demir Çağı krallığı olarak Anadolu’nun siyasi ve kültür tarihine damgasını
vurmuşlardır. Yoğun Frig yerleşmesine sahne olan Orta Anadolu’nun büyük bir bölümü de
Antik Çağ’da Frigya Bölgesi olarak adlandırılmıştır. Frigya bölgesi, günümüzde yaklaşık
olarak Ankara, Afyonkarahisar ve Eskişehir illerinin tümünü; Kütahya ilinin büyük bir
bölümünü; Konya, Isparta ve Burdur illerinin kuzey kesimlerini kapsıyordu. Kızılırmak’ın
doğusunda batıda Kayseri, Nevşehir-Niğde yörelerinden doğuda Sivas/Gürün’e doğru uzanan
bölge ise Tabal bölgesi idi. Bu bölge, Friglerin çağdaşı olan irili ufaklı birçok Geç Hitit Kent
Devleti tarafından paylaşılmıştı.
7.1. Doğu Anadolu
Karanlık çağ süresince, en azından siyasi açıdan bir devletin hâkim olamadığı,
istikrarsız bir dönemin yaşanması, doğal olarak çok parçalı siyasi güçleri doğurmuştur.
Dolayısıyla bu dönem, küçük ve sayıca fazla sayıdaki devletin bazen bir arada barış içinde,
bazen de savaşarak birlikte bulunduğu bir zaman dilimidir. Bunlar içerisinde, önce bugünkü
Türkiye topraklarının doğu bölgesinde hüküm süren Urartular ile doğu olmasa da Orta ve
güney kesimde hüküm süren Geç Hitit devletleri üzerinde durulacaktır.
7.1.1. Geç Hititler
Yukarıda da belirtildiği gibi, Ege göçleri ile gelen deniz kavimlerinin saldırıları ile
Hitit Devleti M.Ö. 1200 yıllarında yıkılmıştır. Yukarıda da belirtildiği üzere, elde edilen
arkeolojik verilerin yetersizliğinden dolayı M.Ö. 1200-800 yılları arasında yaklaşık 400 yıllık
zamanı kapsayan bu döneme Karanlık Çağ adı verilmiştir. Veri yokluğundan, bu dönem
içinde olup bitenleri anlamak şimdilik zordur ancak, gerek Yeni Asur Devri krallarının
yazıtları gerekse Anadolu’da yapılan araştırmalar neticesinde gün yüzüne çıkarılan arkeolojik
buluntular, Hitit Devleti’nin yıkılması üzerine bir kısım Hitit halkının Anadolu’nun güney ve
güneydoğusuna çekilerek, bu bölgelerde küçük şehir devletleri kurduklarını göstermektedir.
Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra ortaya çıktıkları için, Geç Hititler olarak
adlandırılan bu devletlerin yayılma alanı, genel hatlarıyla Kuzey Suriye ve Güney Anadolu
135
sahası olarak kabul edilmektedir. Böylece Tuz Gölü’nden Akdeniz’e kadar kuzey-güney
doğrultusunda çekilecek bir çizgi, Geç Hititler’in batı sınırı oluşturmaktadır. Kuzey sınırı ise
yine Tuz Gölü’nden Malatya’ya kadar doğu yönünde çizilecek bir çizgidir. Bölgenin doğu
sınırı ise Malatya’dan güneye Kargamış’a yani Türkiye-Suriye sınırına çekilecek bir çizgi
olarak belirlenebilir. Bu dönemde kurulan Geç Hitit Devletleri, birbirinden bağımsız ayrı ayrı
krallar tarafından yönetilmekteydi. Yönetim biçiminin merkezi bir otorite yerine küçük
kentler halinde olmasıyla Hitit İmparatorluk dönemi yönetim sisteminden ayrılmaktadırlar.
Bu küçük devletlerin başında bulunan kralların yetkileri tam olarak bilinmemektedir, ancak
yazılı kaynaklardan edinilen bilgiye göre bu kralların “Büyük Kral, Kahraman, Ülke Beyi,
Hakim” gibi ünvanlarının olduğu tespit edilmiştir. Geç Hitit Devletleri ile ilgili yazılı bilgiler,
doğal kaynaklar, steller ve mimari eserler üzerindeki hiyeroglifli yazıtlardan ve Asurlu
kralların yazdırdığı çivi yazılı tabletlerden elde edilmiştir. Hiyeroglif yazıtlardan elde edilen
bilgilerden, kent devletlerin krallarının adı tespit edilebilmekte, fakat bu belgeler kralların
izledikleri siyaset ve askeri icraatlar konusunda yetersiz kalmaktadır. Asur belgeleri ise daha
çok Geç Hitit Devletleri’nin olduğu bölgelere yaptıkları askeri seferler hakkında bilgi verdiği
için taraflı belgelerdir. Asur kaynakları ve arkeolojik verilere göre sınırları belirlenen bu
alanda, aşağıdaki krallıklar hüküm sürmüşlerdir:
Tabal Krallığı: Tabal’ın sınırları kuzeyde Kızılırmak’tan güneyde Aladağlar ve Bolkar
Dağları’na, batıda Tuz Gölü’nden doğuda ise Gürün’e dek uzanmaktadır. Krallığın çekirdek
bölgesini ise Kayseri, Niğde, Nevşehir, Ürgüp yöresi oluşturmaktadır. Tabal adının varlığı ilk
defa Asur kralı III. Salmanassar’ın yazıtlarında ortaya çıkmaktadır. Daha sonraki Asur kralları
da yazıtlarında Tabal Krallığı’nı yer vermişlerdir. Asur kaynaklarına göre Tabal Krallığı 24
prenslikten oluşmaktaydı ve bu krallar Asurlular’a karşı uzun süre direnmelerine rağmen
onlara vergi ödemek zorunda kalmışlardı. Krallığın geçim kaynağı tarıma, at yetiştiriciliğine
ve madeni eser zanaatına dayanmaktaydı. Asur’a verdikleri verginin de at ve metal araç gereç
türünden olduğu düşünülmektedir. Tabal krallıklarının ne zamana kadar faaliyet gösterdikleri
bilinmemekle birlikte Asur İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Kimmer akınlarıyla karşı
karşıya kaldıkları ileri sürülmektedir.
Milid/t Krallığı: Melid adı ile anılan Geç Hitit Krallığı’nın aynı isimli başkenti yukarı
Fırat’ın batı yakasında, içinden Tohma Suyu’nun Fırat’a doğru aktığı ovanın güneyindedir.
Burası şimdiki Malatya kentinin 7 km kuzeydoğusunda yer alır. Hitit kaynaklarında Maltiya
olarak geçen yerleşme, adını en az M.Ö. 2. bin yılın ikinci yarısından bugüne kadar
taşıyabilmiştir. Bu krallığın çekirdek bölgesini Malatya Arslantepe, Sivas Gürün yöresi
oluşturmaktadır. Krallığın başkenti modern Malatya ile lokalize edilmekle beraber aslında
Malatya yakınlarındaki Arslantepe olmalıdır. Milid ülkesi tarihi boyunca Urartu ve Asur
devletlerinin mücadele sahası olmuştur ve bu yüzden de birkaç defa el değiştirmiştir. Buraya
egemen olmak istenmesinin sebebi Kuzey Suriye-Orta Anadolu ve Urartu memleketlerini
Akdeniz’e bağlayan yolların kesişim noktasında bulunmasıdır. Bunun yanında bölgenin
zengin maden yataklarına sahip olması da kıymetini önemli ölçüde arttırmıştır.
Que Krallığı: M.Ö. 15. yüzyıl Mısır kaynaklarında Qedi/Kedi olarak geçen Ovalık
Kilikya, yani modern Çukurova’ya Asurlular Que adını vermişlerdir. Kaynaklara bakıldığında
136
Que’nin başkentinin Adana (Adania) olduğu, sınırlarının da Amanoslar’a ve Antitoroslar’ın
eteklerine kadar yayıldığı görülmektedir. Diğer krallıklar gibi Que Krallığı’nın adı da Asur
kaynaklarında geçmektedir, fakat bu krallığın Asur egemenliğine girip girmediğine dair kesin
bir bilgi yoktur. Bu bölgedeki en önemli yazılı belgeler Adana’nın Kadirli ilçesindeki
Aslantaş-Karatepe’de bulunan yazıtlardır. Bu yazıtlar Fenikece ve Luwi hiyeroglifi olarak çift
dilde yazılmışlardır. Bunun yanı sıra yine Karatepe’de bulunan bazalt taşından olan bloklar
üzerindeki betimler, kurucu kral Azatiwatas ve dönemin siyasi gelişmelerine dair bilgiler
içermektedir.
Kummuh (Kutmukh) Krallığı: Adıyaman yöresinde, yeni Asur Devleti’nin
kontrolünde olan bir bölgedir. M.Ö. 886 yıllarında Kummuhu kralı Katazilu’nun Asur’a vergi
ödediği bilinmektedir. Asur bu krallığı ele geçirip yönetmekten ziyade kendine bağlı sadık bir
krallık haline getirmeye çalışmıştır. Ancak Urartu kralı II. Sardur M.Ö. 746 yılında Kummuh
(Kumahalhi) bölgesini ele geçirmiştir. Kummuh ülkesi sonraki dönemde Asur-Urartu arasında
mücadele alanı olmaya devam etmiştir. Kummuhu Asur Devleti’nin yıkıldığı sıralarda gözden
kaybolur. M.Ö. 605 yılında Karkamış’ın Babil tarafından alınması Babil’in bölgedeki
hâkimiyetini garantilemiş ve bu aşamadan sonra Kummuhu adına tarihi belgelerde
rastlanmamıştır.
Gurgum Krallığı: Bu krallık, Asurlular tarafından Marqasi/Marqaşti veya Marqalti adı
verilen Kahramanmaraş ve dolaylarını, özellikle de Kahramanmaraş-Gaziantep yöresi
topraklarını kapsamaktadır. Gurgum devleti, ilk defa Asurnasirpal dönemi Asur kaynaklarında
geçmektedir. III. Salmanassar’a ait belgelerde bundan daha geniş söz edilmektedir. Yaklaşık
olarak M.Ö. 711 yılında II. Sargon döneminde Gurgum Asur’un bir eyaleti durumuna
gelmiştir.
Sam’al Krallığı: Yönetim merkezi Gaziantep’in güneyinde kalan İslahiye-Fevzipaşa
istasyonu yakınındaki Zincirli Höyük’tür. Kuzey komşusu Gurgum, güney komşusu Unqi’dir.
Sam’al’da daire şeklinde bir alana yayılan aşağı şehri, iç içe geçmiş çifte sur duvarları
çevreler. Güney, batı ve kuzeydoğuda olmak üzere 3 kapı yapısı kentin içerisine geçit
vermektedir. Zincirli’de bulunan Kilamuva’nın kendi yazdırdığı hanedanlık tarihçesi olan
yazıttan Sam’al devletinin kurucusunun, çöl kökenli olup Sami dili konuşan ve Arami
soyundan gelen Gabbar adında bir hanedan olduğu anlaşılır. Sam’al Devleti, Asur kralı III.
Salmanassar döneminden sonra Aramice olan Bit Gabbar adı ile isimlendirilmiştir. Tarihsel
olayların yazıtlara yansıyan parçalarından anlaşıldığına göre, Sam’al ya da Bit Gabbar adıyla
anılan bu devlet, tarihinin başlangıcından itibaren Asur egemenliğine girmiş ve bağımsızlığını
koruyamamıştır.
Hilakku Krallığı: Çukurova’nın kuzeyindeki Toros dağlık bölgesindedir. Klasik
Dönemde Kilikya Aspera adı verilen bu alan, Güney Anadolu’dan Orta Anadolu’ya uzanan
yol güzergâhının geçiş noktasıdır. Ayrıca Mezopotamya halkları için önemli olan kereste
bakımından oldukça zengindir. Hilakku Krallığı diğer krallıklar gibi Asur kaynaklarında
geçmektedir. Fakat Asur egemenliğine girdiklerine dair kesin bilgi yoktur. II. Sargon’un
kızlarından biriyle evlenen Tabal kralı Amnaris’e Hilakku’nun hediye olarak verildiği
belgelerde geçmektedir. Sonraki bir Asur kralı döneminde ise Hilakku ile Tarsus bölgesinde
137
yer alan bazı kentlerin Asur Devleti’ne karşı ayaklandığı bilinmektedir. Asur Kralı
Asurbanipal döneminde Hilakku krallığı Asur egemenliğini kabule zorlanmıştır.
Sakçagözü Krallığı: Caba Höyük ile aynı olduğu düşünülen Şakçagözü höyüğü bu
krallığın merkezidir. Elde edilen buluntuların çoğunluğunun M.Ö. 7. yüzyılın son çeyreğine
ait olduğu düşünülmektedir. Yapılan kazılar sonucunda Hitit devletine ait yapılar, şehri
çevreleyen surlar, saray kalıntıları ve yapıları süsleyen ortastatlar (Geç Hitit kentlerinin anıtsal
girişlerinde duvarların alt bölümlerine yerleştirilmiş, üzerinde çeşitli kabartmalar bulunan
yassı taşlar) ortaya çıkmıştır. Ayrıca burada bu devre ait birçok heykel ve kabartmalar da ele
geçmiştir.
Kargamış Krallığı: Türkiye-Suriye sınırında yer alan bu şehir devleti, Mezopotamya
ile Anadolu ve Mısır’ı birbirine bağlayan yolların kavşak noktasında bulunduğu için büyük
önem taşımaktadır. Hitit İmparatorluğu zamanında, Hititler’in Kuzey Suriye bölgesindeki en
önemli merkezlerinden birisi olduğundan, Hitit kral ailesi tarafından yönetilmiştir. Hitit
Devleti’nin M.Ö. 1200 yıllarında yıkılması esnasında tahrip edilerek sonraki dönemde
bağımsızlığını ilan eden Kargamış, Hurri adı taşıyan krallar tarafından idare edilmiştir.
Hiyeroglif yazıtlardan ve Asur çivi yazılı belgelerden edinilen bilgilere göre 4 ayrı yönetici
dönemine ayırabiliriz. Bunlar, Suhis soyu dönemi, Sangara dönemi, Astıruvas soyu dönemi ve
Pisiris dönemidir. Kent M.Ö. 717 yılında II. Sargon’un kuvvetleri tarafından yakılıp yıkılmış
ve bu tarihten sonra Asur valileri tarafından yönetilmiştir. Karkamış’ın politik ve kültürel
varlığı ortalama 500 yıl daha devem etmiş ancak, Karkamış’a Asurlu halkın yerleşmesiyle
birlikte kent, Hititler açısından taşıdığı önemini kaybetmiştir. Karkamış, Hitit
İmparatorluğu’nun siyasi varlığını M.Ö. 2. bin yılın geç dönemlerine kadar sürdürmesini
sağlayan en önemli güçlerden biriydi.
Tıpkı Hitit İmparatorluğu’nun sonunda olduğu gibi, yazılı belgelerin kesilmesi Geç
Hitit krallıklarının da sonuna işaret etmektedir. M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren Geç Hitit
krallıklarının tümü Asur egemenliğine girmiş ve Asurlu valiler tarafından yönetilmeye
başlanmıştır. Geç Hitit krallıkları siyasi kimliklerini yitirmelerinin yanı sıra zorunlu göç
politikaları sonucunda kültürel kimliklerini de bir süre sonra tamamen yitirmişlerdir.
7.1.2. Urartular
Doğu Anadolu’nun Urartu devleti öncesindeki geçmişi oldukça karanlık olup bu
zamandan kalma hiçbir yazılı belge yoktur. Halkı genellikle hayvancılık-çobanlıkla geçinen,
oldukça yüksek ve engebeli bir saha olan bu bölgede nüfus ve sınırlı tarımsal etkinlik, daha
çok Van, Urmiye ve Gökçegöl (Sevan) gibi büyük göllerin çevresindeki alüvyal sahalarda ve
mikroklima bölgelerinde toplanmıştı. Bölge otlak bakımından zengin olduğundan Orta Tunç
Çağı’nın başlarından beri ekonominin temeli, otlaklar arasındaki mevsimlik göçlerle
sürdürülen küçükbaş ve büyükbaş hayvan besiciliğine dayanıyor, nüfusun önemli bir bölümü
geçimini pastoralizmden sağlıyordu.
Urartular M.Ö. I. binin başlarında Van Gölü çevresinde önemli bir devlet kurmuş ve
yaklaşık 300 yıl boyunca egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Urartular’ın bu bölgede, beş yüzyıl
138
önce batıda, Antakya’ya kadar uzanan ve Hititler ile çağdaş olan Hurriler’in devamı
niteliğinde olduğu düşünülmektedir. Yapılan araştırmalar neticesinde Urartular ile Hurriler
arasında akrabalık olduğu ve Urartu dilinin Asiatik bir dil olan Hurri dili ile benzediği, Hurri
ve Urartu tanrıları arasında büyük benzerliklerin bulunduğu tespit edilmiştir. İlk olarak Van
Gölü’nün doğusunda ve güneydoğusunda kurulan Urartu krallığı yapılan fetihler neticesinde
sınırlarını kuzeyde Gökçe Gölü ve Aras nehrinin ötesindeki Aleksandropol’a, batıda ise
Fırat’a kadar genişletmiştir. Böylece krallık Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını ve Asur
sınırındaki Vaisis’i (Bitlis) egemenliği altına almıştır. Urartu krallığı kurulduktan kısa bir süre
sonra, denetimi altına aldığı kabilelerin de desteğiyle güçlü bir ordu kurmuş ve eyalet
sistemine dayanan bir yönetim şekli geliştirmiştir. Urartu krallığının denetimi altında olmayan
aşiretlere karşı uygulanan yağma ve tehcir uyulamalarıyla onlar üzerinde baskı kurularak
denetim altına alınmıştır. Böylece yukarıda da belirtildiği gibi Doğu Anadolu’nun büyük
kısmı ele geçirilmiştir. Güvenli bölgelerde kentler kurulmuş ve buralara sulama kanalları
yapılarak Doğu Anadolu’nun hayvancılığa dayalı geleneksel yaşam biçimi yerine tarım teşvik
edilmiştir.
Şekil 7.1: Urartular’ın başkenti Tuşpa.
Kaynak: https://www.google.com.tr/search?q=
Urartular ilk defa M.Ö. 13. yüzyılda henüz bir devlet durumuna gelmemiş ulusların ve
ülkelerin oluşturdukları bir birlik halinde tarih sahnesine çıkmışlardır. Nitekim Asur kralı I.
Salmanassar’ın (M.Ö. 1274-1245) yazıtlarında sık sık Uruatru/i ve Nairi adı verilen aşiret ve
boylar şeklinde teşkilatlanmış olan, yarı göçebe toplumlardan söz edilmektedir. Uruatru/i
kelimesi Asurca olup etnik bir topluluğu ifade etmekten ziyade “dağlık bölge” anlamına gelen
coğrafi bir terimdir. Tevrat’ta Ağrı Dağı için kullanılan Ararat isminin Urartu ile alakalı
olduğu ve Urartular’ın kendilerine Biaini’li dedikleri bilinmektedir. Devletlerine ve
memleketlerine Urartu, kavimlerine de Urartular dediğimiz bu insanların yazılı kaynaklarında
kendi memleketlerine verdikleri ad Biai veya Bianili olarak geçmekte ve bugünkü Van
şehrinin adının Biane ya da Viane isminden türediği kabul edilmektedir.
139
Yazılı kaynakların verdiği bilgiler ve gün ışığına çıkartılmış olan arkeolojik bulgular,
Urartu Devleti’nin ilk kuruluş tarihi ile ilgili ayrıntılı bilgi vermezler. Buna karşın bu devleti,
Doğu Anadolu’nun yüksek platolarında ve Van Gölü çevresinde yarı göçebe olarak yaşayan
ve birbirleriyle akraba olan çeşitli Hurri boylarının birleşerek kurdukları kabul edilmektedir.
Bu şekilde ortaya çıkan irili ufaklı yarı göçebe beyliklerden hangisinin güçlenerek gerçek bir
krallığa dönüştüğü ya da bu büyük başarının gerisinde hangi dinamiklerin yattığı konusunda
tam bir görüş birliği yoktur. Bununla birlikte Urartu Devleti’nin kuruluşuna, giderek sıklaşan
Asur saldırılarının yol açtığı ve bu baskılar sonucunda Van Gölü Havzası’nda bulunan boy ve
aşiretlerin birleşerek bir direniş cephesi oluşturduklarına inanılmaktadır.
Urartu Devleti’nin kuruluş tarihi hakkında ilk bilgi Asur Kralı III. Salmanassar’ın
yazıtlarından elde edilmektedir. Asur kralı yazıtında “Urartulu Aramu’nun kalesi olan
Sugunia’ya yaklaştım ve kenti kuşattım” ifadesiyle kral Aramu’nun liderliğinde Urartu
Devleti’nin kurulduğuna işaret etmekteyse de devletin asıl kurucusu I. Sarduri’dir. Zira I.
Sarduri Van Gölü’nün doğu kıyısında Tuşpa/Van Kalesi’ni kurmuş olup buradaki ilk
yazıtların Asur yazısı ile taş bloklara kazılması da bu döneme rastlar. Devletin ilk başkenti
Adilcevaz yakınlarındaki Arzaşkun şehriyse de daha sonra başkent bugünkü Van, yani
Tuşpa’ya taşınmıştır. Bundan sonraki Urartu kralı, Van’da abideleri bulunan İşpuini (M.Ö.
824-815)’dir. Bu kral daha hayatta iken oğlu Menua’yı saltanatına ortak etmiş ve ülkeyi
müşterek yönetmeye başlamışlardır. Ayrıca bu kral zamanında ilk defa Urartu dilinde
kitabeler yazılmıştır. Bunlardan birisi olan Kelişin yazıtı Asurca ve Urartuca olmak üzere iki
dillidir. Urartu tahtına İşpuini’den sonra Menua geçmiştir. Bu kral döneminde Urartu Devleti
gayet iyi organize edilmiş ve gelişmiş bir devlet haline gelmiştir. Menua, Geç Hitit şehir
devletlerinden olan Malatya Krallığı’nı vergiye bağlamıştır. Bunun yanında Urartu Devleti
kuzeyde Erzurum’a kadar ilerlemiş ve Aras Nehri’nin kuzeyindeki Etius memleketini de
almıştır. Böylece Urartular Aras Nehri ile Ararat Dağı arasındaki bölgeye hakim olmuşlardır.
Menua askeri başarılarıyla düşmanlarını mağlup edip, devletin sınırlarını genişletmenin yanı
sıra imar faaliyetlerine de büyük önem vermiştir. Kral stratejik öneme sahip noktalara kaleler
inşa etmiş ve bu kaleleri birbirine bağlayan yollar yaptırmıştır. Ayrıca bugün “Şamran Suyu”
olarak bilinen ve Van’ın içme suyunu taşıyan 51 km uzunluğundaki su kanalı da Menua
tarafından inşa ettirilmiştir. Daha sonraki kral I. Argişti’dir. Onun zamanında Urartu
Devleti’nin gücü daha da artmıştır. Kral Geç Hitit Devletleri ile uzun süre mücadele etmek
zorunda kalmıştır. Onun yerine oğlu II. Sarduri geçmiştir. Bu kral Asur kralı V. Adad-Nirari
ve oğlu Asur-Nirari’yi yenerek sınırlarını Aras Nehri’nin ötesine taşımış ve buradaki
kabileleri haraca bağlamıştır. Ayrıca M.Ö. 750 yılından hemen sonra Doğu Karadeniz Dağları
civarındaki Kulha (Kolhis) ve M.Ö. 746 yılından sonra da Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne
askeri seferler düzenlenmiştir. Ancak M.Ö. 743 yılında Asur kralı III. Tiglat-Pileser ile karşı
karşıya gelmiş; bu mücadeleden mağlup ayrılarak başkent Tuşpa’ya dönmüştür. Bu kez Asur
ordusu Tuşpa’yı kuşatmış, Tuşpa’nın yüksek surları kentin yağmalanmasını engellemiş ise de
Urartu ordusu yenilgiden kurtulamamıştır. Bu yenilgi üzerine Urartu’nun merkezi otorite gücü
sarsılmış ve bazı uç boylarındaki idareciler Urartu egemenliğinden kopmaya başlamışlardır.
M.Ö. 8. yüzyılın sonlarında Yakın Doğu hiç tanımadığı halklarla yüz yüze kalmaya
başlamıştır. Kimmer ve İskit adıyla tanınan bu halklar, Transkafkasya ve Karadeniz
140
bölgelerinden geliyordu. III. Sarduri (M.Ö. 640 civarı) ve oğlu IV. Sarduri’den sonra Urartu
krallığının durumu hakkında fazla bilgi yoktur. Arkeolojik bilgiler pek çok Urartu merkezinin
yangın geçirerek sona erdiğini ortaya koyar. Tümü aynı zamanda olmasa da nedenleri açık
olmayan felaketler zinciri peş peşe gelmiş görünür. Bu karmaşa döneminde M.Ö. 609
tarihinden hemen sonra İskitler’in Urartu ülkesini ele geçirdikleri ve bunların kısa süre sonra
batıya, Orta Anadolu’ya yönelmeleriyle, onların boşalttığı Urartu topraklarının Medler’in
eline geçtiği kabul edilmektedir. Bu duruma kısa süre sonra M.Ö. 612’de Asur
İmparatorluğu’nun yıkılışı da ilave edilecektir. Yakın Doğu’ya hükmeden iki süper gücün
birbiri ardınca yok oluşlarının nedenlerini İran yüksek platolarında filizlenen Med ve Pers gibi
yeni devletler ile bozulan güç dengelerinde aramak gerekir. Van Krallığı’nın yıkılışından bir
süre sonra Doğu Anadolu, çok kısa ve belirsiz bir Med egemenliği dönemi dışında, büyük
çapta İranlı Akhamenid/Pers sülalesinin eline geçmiştir. Büyük İskender’in Anadolu’ya
gelişine değin (M.Ö. 333) sürecek bu egemenlik sırasında Urartu krallığının yarattığı elit ve
askeri model çökmüş, kültür tümüyle değişmiş, bölge eskisi gibi köyler ve köylüler ülkesine
dönüşmüştür.
Urartu Krallığı’nda devlet, mimari, kent yapısı, yazı ve sanat gibi birçok alanda
yapılan her şey bu bölge için yeniydi. Asur ve Geç Hititler’den kalan ve Urartular ile Doğu
Anadolu’ya taşınan yeniliklerin çoğu bu bölgedeki yaşam biçimiyle örtüşmemektedir.
Urartular Doğu Anadolu’daki geleneksel yaşam biçimini değiştirmeye çalışmış ve bu amaçla
da yerleşik köy toplumu oluşturarak güçlü bir merkezi yönetim kurmuşlardır. Urartu
Krallığı’nın kendine özgü yönetim biçimini en iyi yansıtan uygulama kent inşa projeleridir.
Kentler sitadel ve aşağı şehir olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Sitadeller bulunduğu bölgeye,
yola ve ovaya hâkim olan noktadaki bir kayalık yükselti üzerine kurulur ve burada kral
sülalesinden yöneticiler ve devlet görevlileri otururdu. Doğu Anadolu’da kısa süren inşaat
mevsimi nedeniyle sitadellerin inşasında çalışan halk uzun süre sitadel çevresindeki
şantiyelerde kalarak inşaatı devam ettirmişlerdir. Sitadelin inşasından sonra zorunlu iskâna
tabi tutulan, insanların da yerleştrildiği bu alana aşağı kent denmekteydi.
Urartu ülkesi maden yatakları açısından zengin olduğu için madencilik de ülkede
gelişmiş sanat dallarının başında gelmekteydi. Maden sanatının en dikkat çekici ürünlerini
bakır ve kalay alaşımı olan tunçtan yapılan malzemeler oluşturmaktaydı. Bu eserler kalelerde
bulunan resmi devlet atölyelerinde üretilmekte ve çoğunda krallara ait kısa yazıtlar
bulunmaktaydı. Bunun yanı sıra yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen mücevherler, değerli
ve yarı değerli taşlardan yapılmış kolyeler, altın, bronz ve demirden yapılmış fibulalar (M.Ö.
9. yüzyılda Frigler tarafından yapılan ve çengelli iğnenin atası olarak kabul edilen ürün) ile
fildişi heykelcikler Urartu sanatının en yaygın örnekleridir.
Urartular’da biri kentlerin sitadellerinde bulunan standart boyutlarda, kare planlı, kule
tipi tapınaklar, diğeri ise geleneksel ibadet anlayışını yansıtan kapı biçiminde yontulmuş
nişler olmak üzere iki farklı tür tapınak bulunmaktaydı. Urartular’ın inandığı ve adlarına
kurban kestiği 79 tanrı, tanrıça ve tanrısal özellik bulunmaktaydı. Bunlardan ilk üçü Haldi,
Teişeba ve Şivini’dir. En büyük tapınağı Van Gölü’nün güneyinde bulunan Haldi Urartular’ın
baş tanrısıdır. Teişeba (Fırtına Tanrısı) ise Hurri kökenli bir tanrı olup Hititçe adı Teşup’tur.
141
Güneş tanrısı olan Şivini de Hurri kökenlidir. Urartular’da yılın belli günlerinde tanrılara
koyun, keçi, sığır, tanrıçalara da bu hayvanların dişileri kurban edilirdi.
Urartu krallarının Doğu Anadolu’ya altın çağını yaşatan faaliyetlerinin başında baraj,
gölet ve sulama kanalları inşaa etmeleri gelir. Bu sahada yapılan araştırmalarda tespit edilen
100’ün üzerindeki sulama yapılarının bazıları 2800 yıldır işlevine devam etmektedir.
Urartular sulama amaçlı büyük kanallar ve barajlar inşaa ederek topraklarının verimlerini
artırmışlardı. Bugün mevcut bazı küçük göllerin (Keşiş gölü, Gökçegöl) Urartular tarafından
oluşturulan baraj/göletler olduğu kabul edilmektedir. Urartu döneminde tarımın hayvan
besiciliğinin önüne geçmesi sulamaya verilen önemle sağlanmış, modern tarımın temelleri bu
dönemde atılmıştı. Sulama yapıları ile kale ve kentlerde oturan onbinlerce insan tarla, sebze
ve meyve bahçeleri ile üzüm bağlarını verimli hale getirebilmişti. Hayvancılığın önemli
olduğu ve Hurriler döneminde de güzel atlar yetiştirilen bu bölgede, at yetiştiriciliği büyük bir
aşama kaydetmişti. Urartular, dokuma ve madencilikte de ileri gitmişlerdi.
142
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci, 1200’lerde tarih sahnesinden ayrılan Hititler’den sonra, yaklaşık
400 yıl boyunca sessiz ve karanlık bir dönemden sonra Anadolu’da çok sayıda devletin
kurulduğunu görebilecektir. Bu bağlamda Geç Hititler ve Urartular Anadolu’nun güney ve
doğu kesiminde ortaya çıkan devletler olup bunlar, ilgili web sayfalarından incelenmelidir.
143
Uygulama Soruları
1) Urartular’ın meşhur başkentleri neresidir?
2) Hitit İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, Anadolu’nun güney kesimlerinde onların
uygarlığının temsilcisi devletlere ne ad verilir?
Cevaplar
1) Tuşpa (Van), 2) Geç Hititler
144
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Anadolu Demir Çağı’nda, çeşitli topluluklara ait büyüklü küçüklü beyliklerin
yönetimi altındadır. Güneydoğu Anadolu, Doğu Akdeniz ve kısmen İç Anadolu bölgelerinde
olmak üzere Geç Hititler, Doğu Anadolu’da Hurrilerin devamı olan Urartular, Orta
Anadolu’da Frigler, Batı Anadolu’da Lidyalılar, Güneybatı Anadolu’da Likyalılar ve Ege’de
İyonyalılar yüksek uygarlıklar kurmuşlardır. Bu topluluklar, Mısırlılar, Fenikeliler ve
Babillilerle birlikte daha sonraki Hellen uygarlığı üzerinde büyük ölçüde etki yaparak,
bugünkü dünya kültürünün oluşmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Demirin gitgide ucuz bir metal durumuna getirilmesi, insanlık tarihi açısından önemli
gelişmelerden biridir. Bu dönemde demir madeninin kullanımı giderek yaygınlaşmaya
başlamış; MÖ. 9. yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise tüm silahların ve çoğu aletlerin
yapımında demir tercih edilmekteydi. Böylelikle tarım, endüstri ve savaş daha etkili birer
kurum haline gelmiş; insanoğlunun doğaya egemen olmasında daha sağlam adımlar
atılmasına yol açmıştır.
M.Ö. 12. yüzyılın başlarında Hitit İmparatorluğu'nun sona ermesiyle, siyasi açıdan bu
imparatorluğun Orta Anadolu’da yarattığı saltanat ve merkezi gücün tüm izleri ortadan
kalkmıştır. Anadolu’nun özellikle orta ve batı kesimleri yazılı belgelerin sustuğu, birçok
yerleşmenin terk edilerek uzun bir süre kullanılmadığı, Karanlık Çağ olarak nitelendirilen bir
döneme girmiştir. Önceleri bu dönemin yaklaşık 400 yıl sürdüğü belirtiliyordu fakat, yeni
yapılan araştırmalar ışığında, daha kısa sürdüğü ve sanıldığı kadar da karanlık olmadığı
anlaşılmıştır. Yine de siyasi bir otoritenin izlerinin bulunmadığı bir dönemden sonra, küçük
devletler halinde Geç Hititleri ve doğuda Urartu devletini görülmektedir. Geç Hititler, Tabal,
Milid, Que, Kummuh, Gurgum, Samal, Hilakku, Sakçagözü, Kargamış krallıklarından
oluşuyordu.
Urartular ise, Urmiye Gölü ile Van Gölü arasında kurularak genişlemiş, Doğu
Anadolu’nun hayvancılığa uygun mekânı üzerinde, barajlar ve sulama kanalları ile tarıma
ağırlık vermiş, ileri bir uygarlık kurabilmiş bir devlettir. Yaklaşık 300 yıl boyunca varlığını
devam ettiren Urartular, kurdukları yüksek uygarlık seviyesi ile tıpkı Geç Hititler’de olduğu
gibi, sonraki uygarlıkları büyük ölçüde etkilemişlerdir.
145
Bölüm Soruları
1) Anadolu’da Demir Çağıyla birlikte ortaya çıkan siyasal tabloya göre aşağıda verilen
eşleştirmelerden hangisi yanlışıtır?
a) Doğu Anadolu-Hurriler
b) İç Anadolu- Geç Hititler
c) Batı Anadolu- Lidyalılar
d) Orta Anadolu- Urartular
e) Ege-İyonyalılar
2) Demir çağının başlangıcıyla birlikte demir gitgide ucuz bir metal haline gelmiştir.
Aşağıdakilerden hangisi demirin ucuzlamasının bir sonucu değildir?
a) Silah ve çoğu alet pahalı bir ürün haline geldi
b) Doğaya egemen olma konusunda daha sağlam temeller atıldı
c) Ucuz demir aletler küçük üreticilerin devlete olan bağımlılığını azalltı
d) Tarım ve endüstri daha etkili hale geldi
e) Çiftçiler tarlalrında kullanacakları demir ürünleri kendilerine alabilir hale geldiler
3) Geç Hititlerin batı sınırı aşağıdakilerden hangisinde doğru olarak verilmiştir?
a) Tuz Gölü’nden Malatya’ya kadar uzanan çizgi
b) Tuz Gölü’nden Akdeniz’e kadar kuzey-güney doğrultusunda çizilen bir çizgi
c) Türkiye-Suriye sınırına çizilecek çizgi
d) Malatya’dan güneye Karkamış’a kadar çizilen çizgi
e) Tuz Gölü’nden Malatya’ya doğru doğu yönlü çizilen çizgi
4) Geç Hitit Devletlerinin yönetim biçimini Hitit İmparatorluğu’ndan ayıran nokta nedir?
a) Dini yönetim anlayışının olması
b) Yönetim şeklinin merkezi otorite yerine küçük kentler halinde olması
c) Akılcı bir yönetim şeklinin olmaması
d) Kralların yeterince askeri icraatlarda bulunmaması
e) Kralların yetkilerinin daha çok olması
5) Başkenti Malatya olan krallık hangisidir?
a) Tabal Krallığı
b) Kargamış Krallığı
c) Hilakku
d) Que Krallığı
e) Milid Krallığı
6) Başkenti Adana olan ve sınırları Amanoslara kadar yayılan krallık aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Kummuh Krallığı
b) Sakçagözü Krallığı
c) Gurgun Krallığı
d) Que Krallığı
e) Sam’al Krallığı
7) ”Uruatru/i” kelimesi ne anlama gelmektedir?
a) Dağlık bölge
b) Etnik topluluk
c) Dağ aşireti
d) Yarı göçebe toplum
e) Göçebe toplum
146
8) Urartu Devleti’nin asıl kurucusu kimdir?
a) III. Salmanassar
b) I. Sarduri
c) I. Salmanassar
d) I. Argişti
e) III. Tiglat-Pileser
9) Urartu Devletinin ilk başkenti neresidir?
a) Tuşpa
b) Etius
c) Kulha
d) Arzaşkun
e) Gökçegöl
10) Bugün “Şamran Suyu” olarak bilinen 51 km uzunluğundaki su kanalı hangi Urartu kralı
tarafından yaptırılmıştır?
a) I. Argişti
b) II. Menua
c) İşpuini
d) Menua
e) III. Sarduri
Cevaplar
1) d, 2) a, 3) b, 4) b, 5) e, 6) d, 7) a, 8) b, 9) d, 10) d
147
8. ORTA VE BATI ANADOLU
148
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
8.1. Orta Anadolu’da Frigler
8.2. Batı Anadolu’da Lidyalılar
149
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Dünyadaki ilk madeni parayı kim, ne zaman basmıştır?
a) Lidyalılar-M.Ö 7.yy
b) Lidyalılar-M.Ö 8. yy
c) Frigler-M.Ö 7.yy
d) Frigler-M.Ö 9. yy
e) Lidyalılar-M.Ö 6.yy
2) Lidyalılar en parlak dönemini hangi hanedanlık döneminde yaşamıştır?
a) Atyadlar
b) Karyalılar
c) Heraklidler
d) Mermnadlar
e) Gygesler
3) Friglerin ana yerleşim merkezi neresidir?
a) Tuz gölü
b) Yukarı Sakarya Yöresi
c) Konya
d) Kızılırmak
e) Niğde
Cevaplar
1) a, 2) d, 3) b
150
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Frigler
Frigler
ve
öğrenmek
Lidyalılar
Lidyalılar
öğrenmek
ve
Kazanımın nasıl elde edileceği veya
geliştirileceği
özelliklerini Taciser T. Sivas tarafından hazırlanan
“Frigler Midas'ın Ülkesinde, Anıtların
Gölgesinde” isimli kitabı incelemek
özelliklerini Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan
“Lidyalılar ve Dünyaları” isimli kitabı
incelemek
151
Anahtar Kavramlar
Anadolu, Frigler, Frigya, Sakarya nehri, Kızılırmak, Yassıhöyük, Gordion, Gordias,
tümülüs, Midas, Hint-Avrupa, Frig dili, Paleo-Frigçe, Neo-Frigçe, Pessinus, Matar, Ana
Tanrıça, Kerkenes, Sivrihisar, Lidyalılar, Lidya, Manisa, Bakırçay, Kaikos, Küçük Menderes,
Maiandros, Sart çayı, Gediz, Hermos, Tmolos, Bozdağlar, Adalar denizi, Ege denizi, Sardeis,
Gyges, Atyadlar, Heraklidler, Mermnadlar, sikke, beyaz altın, elektron
152
8. Giriş
Yukarıda Demir Çağı Anadolu’sunun doğu ve güney bölgelerinde yer alan iki önemli
uygarlık ele alındıktan sonra, şimdi de Anadolu’nun orta ve batısına göz atmakta fayda vardır.
Ama burada bahsedilecek iki önemli devlet, Frigler ve Lidyalılar üzerinde durulduysa da, aynı
dönemde, biraz gecikmeyle ve daha küçük ölçekli başka devletlerin ve toplulukların varlığı da
unutulmamalıdır.
8.1. Orta Anadolu’da Frigler
Eskiçağ yazarlarına göre, Makedonyalıların komşuları olan ve Avrupa’da oturdukları
sırada Brigler adını taşıyan Frigler, Makedonya ve Trakya’dan boğazlar yolu ile Anadolu’ya
göç eden Trak boylarından biriydi. Heredot ve Strabon gibi eskiçağ müelliflerine göre,
Avrupa’da oturuyorken “Brygler/Brigler” olan isimleri, Anadolu’ya göç etmeleriyle birlikte
değişerek Frig haline gelmiştir. Frig boyları ilk olarak Truva ve çevresine daha sonra ise İznik
Gölü kıyılarına ve Sakarya Nehri vadisine doğru yayılmışlardır. Buradan da güney ve doğu
yönde hareket ederek Anadolu’nun içlerine doğru yayılmaya başlamışlardır. Kuzey ve kuzey
doğusunu Kızılırmak/Halys, güneydoğusunu Tuz Gölü/Tatta ve Babadağ/Salbakos, batısını
Banaz çayı/Sindros vadisinin sınırladığı sahaya İlkçağ’da Frigya adı verilmiş olup bu bölge
günümüzde, Eskişehir, Afyon, Ankara illerinin tümü ile Kütahya, Konya, Isparta, Burdur
illerinin bir kesimine karşılık gelmektedir. Bu sahanın büyük bir kesimi Orta Anadolu Bölgesi
ile Ege Bölgesi arasında kalmakta küçük bir kesim de Karadeniz ile Marmara Bölgesi
içerisinde bulunmaktadır.
Friglerin ana yerleşim bölgesi olan Yukarı Sakarya yöresinde, köy düzeyindeki yaşam
biçiminden siyasal örgütlü bir devlet düzenine nasıl geçildiği ve bu geçişteki aşamalar bugün
için bilinmemektedir. Bununla birlikte, ilk aşamada, merkeze bağlı tek bir krallıktan çok,
birçok beyliğin varlığını düşünmek daha gerçekçi olacaktır. Buna bağlı olarak,
Yassıhöyük/Gordion'un önceleri bir beylik merkezi olduğu ileri sürülebilir. Nitekim
arkeolojik kazılar Yassıhöyük’ün daha M.Ö. 9. yüzyıl başlarında kabartmalı ortostatlarla
bezeli megaron tarzı binalara sahip, çevresi sur ile tahkim edilmiş; Orta Anadolu’da kendi
dönemi için eşi olmayan anıtsal planlı krali bir kaleye dönüştüğünü ortaya çıkartmıştır.
Önceleri Marmara Denizi’nin güney kıyıları, sonra Sakarya Irmağı yöresinde oturan
Frig boyları M.Ö. 10. yüzyılın başlarına doğru Orta Anadolu’ya gelmişler ve M.Ö. 8. yüzyılda
güçlü bir devlet kurmayı başarmışlardır. Böylece M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun
önemli siyasi güçlerinden biri haline gelen Frigler, yaşadıkları topraklar üzerinde gelecek
kuşakları etkileyecek bir medeniyetin de yaratıcısı olmuşlardır. Frigyalılar esas olarak Orta
Anadolu’nun yüksek platoları, Kızılırmak ve Konya ile Niğde bölgelerine kadar uzanan
yörede yaşamışlardır. Sınırları zaman zaman değişmekle beraber Frigler’in egemen oldukları
yöreler batıda Afyon’dan, güneybatıda Muğla yöresine, doğuda Kapadokya, kuzeyde Çorum
ve Samsun topraklarına kadar uzanmıştır. Şimdiye kadar yapılan araştırmalarda, bahsi geçen
sahalarda Frig arkeolojik ve epigrafik buluntularına rastlanılmıştır.
153
Hititler’in başkenti Hattuşa ve Troia VI’nın yıkılmasına sebep olan ve Anadolu’da
uzun bir karanlık dönemi başlatan Deniz Kavimlerinden sonra Anadolu’ya gelen Balkan
kökenli boylardan biri Friglerdir. Başka bir ifade ile Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasının
ardından kurulan uygarlıklardan biri olan Frigler, Anadolu’daki dağınık boylar ve düzensiz
siyasi yapı nedeniyle ancak M.Ö. 750 yılında siyasi bir birlik oluşturabilmişlerdir. Bunların
siyasi bir güç olarak ilk defa ortaya çıkmaları M.Ö. 750’den sonraya rastlasa da bütün Orta ve
Güneydoğu Anadolu’ya egemen güçlü bir krallık düzeyine ulaşmaları Midas (M.Ö. 725695/675) dönemindedir. Bazı kaynaklara göre Trakya, bazılarına göre ise Hint-Avrupa
kökenli bir kavimden gelen Frigler, kısa bir süre içinde Anadolulaşmışlar ve bir yandan
Hellen öbür yandan Geç Hitit etkileri altında kalmış olmakla birlikte özgün ve Anadolulu bir
kültür oluşturmuşlardır.
Şekil 8.1: Frigler’e ait tümülüslerden biri, Gordion.
Kaynak: https://www.google.com.tr/search?q=
Frigler’in başkenti Gordion’da M.Ö. 1000 yıllarından itibaren yerleşme olduğu
arkeolojik kazılardan ortaya çıkmasına rağmen, Antik Grek kaynakları bu kenti, M.Ö. 8.
yüzyılda Gordias’ın kurduğunu yazmaktadır. Aynı zamanda Frigler’in ilk kralları olarak
bilinen Gordias tarafından kurulan bu şehre Gordion adı verilmiş ve başkent yapılmıştır.
Gordias’ın tarihi kişiliği ve yaşadığı dönemin siyasi durumu hakkında bilgi yoktur.
Gordias’tan sonraki Frig kralları Midas olarak adlandırıldığından kaç tane Midas’ın kral
olduğu bilinmemektedir.
Kazılarda ortaya çıkarılanlar, Frig başkentinin M.Ö. 8. yüzyıl ortalarından daha
gerilere gitmediğini göstermiştir. Gordion en parlak dönemini M.Ö. 725 ve 675 yılları
154
arasında yaşamıştır. Bu dönem, Assur Kralı Sargon’un M.Ö. 717-709 yıllarını kapsayan
yıllıklarında adı “Muşkilerin Mita’sı” olarak geçen Kral Midas ve zamanı ile çakışmaktadır.
Gordion M.Ö. 7. yüzyıl başlarında Kimmerler’in istilasına uğramış olmakla beraber, höyükte
ve bazı tümülüslerde ele geçirilen buluntular kentin M.Ö. 6. yüzyıl sonuna değin refah içinde
yaşadığını göstermektedir. Gordion 6. yüzyıl ortalarından başlayarak, Büyük İskender’in
gelişine kadar Pers yönetimi altında kalmıştır. Pers egemenliği sırasında gelişim batıya doğru
kayarken belli başlı Frig yerleşmeleri, Eskişehir ile Afyon arasındaki bölgede önemlerini
korumuştur. Antik kaynaklara göre, Büyük İskender M.Ö. 333’de Gordion’da kışı geçirdiği
sırada, Gordios’un bağladığı ünlü kördüğümü kılıcı ile keserek çözmüştür. Kral Gordios’un
efsanevi arabası ve kör düğümünün korunduğu bu tapınak binasına ilişkin bugüne değin
herhangi bir iz bulunmamıştır. Yassı bir höyük durumundaki Frig yerleşimi, Sakarya
ırmağının hemen doğusunda yer almaktadır. Amerikalı kazı heyeti anıtsal bir kapı ile birlikte
kral ailesine ait çok sayıda yapı ve evlerle, kent duvarlarına ilişkin kalıntılar ortaya
çıkarmışlardır. Bunların tümü Frig Krallığı’nın en parlak dönemine (M.Ö. 725-667)
tarihlenmektedir. Yumuşak kireç taşından 9 m yükseklikteki kısmı günümüze değin
korunmuş, anıtsal bir giriş olan Frig kent kapısı, M.Ö. 8. yüzyılın sonunda yapılmıştır. Asur
kaynaklarında Kral Midas’ın ölümü hakkında her hangi bir bilgi verilmemiştir. Buna karşılık
Antik Yunan kaynaklarında onun, Kafkaslar’dan gelen Kimmerli istilacılara karşı aldığı
yenilgiye dayanamayıp boğa kanı içerek intihar ettiği belirtilmektedir. Eusebios, onun
iktidarını M.Ö. 738-686 yılları arasına tarihlendirirken, Julius Africanus onun M.Ö. 676
yılında öldüğünü ifade etmektedir.
Batılı kaynaklarda daha çok efsanevi kralları Midas ile ilgili öykülerle tanınan Frigler,
krallığın yıkılmasından sonra tarih sahnesinden tamamen silinmemiştir. Bunlardan sağ
kurtulanlar eski geleneklerinden bir kesinti olmaksızın Yukarı Sakarya Vadisi, Hattuşa ve
Pazarlı gibi merkezlere çekilerek buralarda bağımsızlıklarını M.Ö. 546 yılına kadar devam
ettirmişler; bu tarihten itibaren ise Persler’in egemenliği altına girmişlerdir.
Frig uygarlığının en karakteristik unsurlarından biri başkentteki mezarlar yani
tümülüslerdir. Bu mezarlar soylulara, beylere, krallara aittir ve tümülüs olarak tanımlanan
yığma toprak tepeler halindedir. Bilinen en eski örnek, ahşapları üzerinde dendrokronoloji
çalışmalarıyla M.Ö. 930’a tarihlenen Gordion Z tümülüsüdür. Gordion tümülüslerinde
genellikle toprağa kazılan çukurun içine ağaç odalar inşa edilmiş, ölü ve zengin mezar
hediyeleri yerleştirildikten sonra, odanın etrafı ve üstü taşla örtülmüş, onun da üstüne toprak
yığılmak suretiyle suni bir tepe meydana getirilmiştir. Her tepe bir kişiye aittir ve tepenin
büyüklüğü, içine gömülen kişinin sosyal durumuna bağlıdır. Gordion’daki tümülüslerin
yüksekliği 5-6 m’den 53 m’ye kadar değişmektedir.
Hint-Avrupa kökenli, Trak ve Eski Yunanca ile ilişkili olan Frig dili batıda Bandırma
yakınlarındaki Daskyleion’da; doğuda Yozgat yöresindeki Kerkenes’te; güneyde Antalya
yakınlarındaki Elmalı Ovası’nda yer alan Bayındır’da konuşuluyordu. Konuşulan dil Hititçe,
Luwice ya da Palaca gibi diğer Hint-Avrupa dillerinden belirgin farklılıklarla ayrılıyordu. Bu
dile en çok Yunanca benziyordu. Frig alfabesi 19 harften oluşmaktaydı. Bu dilde yazılan
yazıtlar çok kısa ve sayıca azdır. M.Ö 3. yüzyılın başlarına kadar kullanılmış olan Frigçe’ye,
155
Paleo-Frigçe denir. M.S 1-3. yüzyıllarda tekrar ortaya çıkmış olan Roma dönemine ait
Frigçe’ye ise Neo-Frigçe adı verilmiştir.
Frigler’deki inanç sistemine baktığımızda yeryüzündeki birçok medeniyetin
benimsemiş olduğu Ana Tanrıça inanışı kendini gösterir. Frig yazıtlarından anlaşıldığı üzere
Frigler tarafından “Matar” olarak tanımlanan bir Ana Tanrıçaları vardır. Tanrıça Matar
Friglere göre doğurganlığın, bereketin ve doğanın kendisidir. Aynı zamanda Tanrıça Matar
Frig sanatında betimlenen tek tanrıdır. Frigler, Matar için kutsal kentler de kurmuşlardır. Bu
kentlerin en bilinenleri Eskişehir’in güneyindeki Yaızılıkaya ve Sivrihisar yakınlarındaki
Pessinus’tur.
Frig Kralığı hakkında değinmemiz gereken bir diğer konu ise Frig sanatıdır. Frig
sanatı ilk başlarda Geç Hitit beyliklerinden daha sonraları ise Yunan sanatından etkilenmiştir.
Özellikle M.Ö. 5. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren neredeyse tamamen Helenistik sanatın
etkisi altına girdiği söylenebilir. Tamamen Friglere ait olan ve Frig sanatının en karakteristik
özelliklerinden biri geometrik şekilerdir. Özellikle M.Ö. 9. yüzyıldan 5. yüzyıla kadar metal
eşyalarda, çanak çömlekte, ahşap mobilyalarda olmak üzere çok çeşitli sanat eserlerinde
geometrik şekillere rastlanmaktadır. Frig sanatının en erken gelişmeye başlayan dallarından
biri de mimaridir. M.Ö. 9. yüzyılın erken ve orta dönemlerinde ilk anıtsal yapılar inşa edilmiş
ve mimari heykellerle süslenmişlerdir. Frig sanatında karşımıza çıkan ve M.Ö. 500’lere kadar
süren bir diğer olgu ise ayakta dikili duran, kartal başlı arslan motifidir. Bu motifin kökeni
Suriye-Hitit topraklarına dayanmaktadır. Madencilik te en gelişmiş endüstri dallarından
biridir ve en çok dikkat çeken ürünleri ise tunçtan olanlardır. Bunların yanı sıra mobilyacılık
ve ahşap işçiliği Frigler’in özgün sanat dalları arasındadır. Çivi kullanılmadan birbirine geçme
olarak tutturulmuş eşyalar özellikle göze çarpmaktadır.
Frig ekonomisine baktığımızda nüfusun büyük bir kısmının tarım ve hayvancılıkla
geçindiğini görürüz. Gordion’da bulunan başlıca hayvanlar koyun ve keçidir. Tarımda ise
buğday ve arpa üretimi üst sıralarda yer almaktadır. Maalesef ki Hitit döneminde de olduğu
gibi ekonomi hakkında bilgi veren tabletler yoktur. Bu konuda kazılar, etnografik veriler ve
toprak analizleri kullanılarak bir sonuca ulaşılabilir. Sakarya nehrinde yapılan araştırmalar,
nehrin M.Ö. 600’lü yıllara kadar sürekli olarak yer değiştirdiği ve biriktirdiği alüvyal dolgular
sayesinde tarıma elverişli alanlar yarattığını göstermektedir. Tarım ve hayvancılığın yanı sıra
madencilik, ahşap işçiliği, dokumacılık ve seramik gibi farklı endüstri gruplarının varlığı
bilinmektedir.
8.2. Batı Anadolu’da Lidyalılar
Başkentleri Sardes ile ilk çağda “kralların en zengini” olarak tanınan Lidya kralı
Kroisos (M.Ö. 561-546) zamanında Eskiçağ dünyasının en önemli merkezlerinden biri haline
gelen Lidyalılar, tarihte zenginliğin isim babası ünvanını almışlardır. Gerçekten de “Karun
kadar zengin” deyimiyle anılan Kroisos, Lidyalıların önemli bir sülalesi olan Mermnadların
beşinci ve sonuncu kralıdır.
156
Şekil 8.2: Efes, Celsus kütüphanesi.
Roma döneminde M.S. II. yüzyıl başlarında inşa edilen bu yapıda, zamanında
10.000 fazla kitabın bulunduğu bilinmektedir.
İlkçağ’da Gediz ve Küçük Menderes nehirleri arasındaki bölgeye Lidya adı
veriliyordu ve burası günümüzde yaklaşık olarak İzmir ilinin doğusu, Manisa ilinin büyük bir
bölümü, Kütahya ve Uşak illerinin batı kesimlerini kapsayan bir sahaya karşılık geliyordu.
Ege bölgesinin kıyı bölümünde yer alan bu saha, yazları azalsa da Bakırçay/Kaikos, Küçük
Menderes/Maiandros ve Gediz/Hermos gibi bol sulu nehirleri, vadi boyları ve çevresindeki
alüvyal verimli toprakları ve uygun iklimi ile her çağda münbit ve zengin bir bölge olmuştur.
Başka bir ifade ile Lydia ülkesi Batı Anadolu’nun büyük bir kesimini içine alıyor, verimli
vadiler ve aralarında kalan dağ sıraları (Güneyde Aydın dağları/Mesogis ve
Bozdağlar/Tmolos, kuzeyde Demirci dağı/Temnos), ülkenin kalbini oluşturuyordu. Lydia
ülkesi, sahip bulunduğu oldukça büyük tarımsal potansiyelin ve zengin yer altı kaynaklarının
yanında, geniş ormanlara ve dağlarda serin yaylalara sahipti. Orta Anadolu’dan kıyı Ege’ye
uzanan ticaret yolları buradan geçmekteydi.
Kendilerini komşuları Karyalılar ve Mysialılar ile aynı kökene dayandıran
Lidyalılar’ın bu yöreye nereden ve hangi tarihlerde geldikleri kesin olarak bilinmemektedir.
Bu noktada, Lidyalı Xsantos’un bilgilerini aktaran Strabon, Mysia, Frig ve Lidyalılar’ın aynı
Thrak kökenine dayandıklarında ısrar etmektedir. Herodot ise Lidyalılar’ın kökeni ve tarihi
meselesine şöyle açıklık getirmektedir; “Heraklid sülalesinin elinde bulunan devlet, kral
Kandaules zamanında Mermnadların eline geçmiştir. Kandaules’in karısı kocasının kendisine
ahlaksız bir tuzak kurduğunu fark edince, Mermnad sülalesinden ve aynı zamanda
Kandaules’in gözü pek askerlerinden olan Gyges’e kocasını öldürtmüş ve onu tahta
çıkartmıştır”. Gyges ve onu izleyen Ardys, Sadyattes, Alyattes ve Kroisos (M.Ö. 680-547)
dönemlerinde Lidya Devleti Ön Asya dünyasının saygın krallıkları içerisinde yerini almıştır.
Bu gelişmede Tmolos (Bozdağ) üzerinde altın madenlerinin keşfi ve bunun sonucunda ortaya
çıkan ekonomik güç, en önemli rolü oynamıştır. Özellikle sülalenin son hükümdarı Kroisos,
zenginlikleriyle tüm antik dünyanın en popüler kişiliklerinden biri durumuna gelmiştir. Lidya
157
devletini gücünün doruğuna ulaştıran Kroisos'un adı, yukarıda da belirtildiği üzere şaşaalı
zenginlik ifade eder tarzda, hem Batı kültürlerinde hem de Karun şeklinde Doğu kültürlerinde
efsaneleşmiştir. Başkentleri, bugünkü Salihli yakınlarındaki Sardeis aynı zamanda dönemin
kültür ve sanat merkeziydi, ancak bu durum uzun sürmedi. Adalar (Ege) Denizi’ne çıkmak
isteyen Pers Kralı Kyros, Mısır'la ittifak yapan Lidya Kralı Kroisos'u yenerek Lidya
Krallığına son verdi (M.Ö. 546).
Hint-Avrupalı bir kavim olan ve doğudan Anadolu'ya gelen Lidyalılar, önce Hititler’in
daha sonra da Frigyalılar’ın egemenliği altında yaşadılar. Lidya dili Hint-Avrupa dil ailesine
aittir ve Frig ve daha öncesinde Hitit dilleri ile ayrıca komşuları Karyalıların ve Misyalıların
konuştuğu dille benzerlikler göstermektedir. Lidyalılar’dan günümüze ulaşan yazılı belgeleri
okuma ve anlamaya yönelik çalışmalar, 19. yüzyılın sonlarına doğru başlamıştır. YunancaLidce ve Aramca-Lidce olarak çift dilli yazıtların varlığı bu dilin okunup anlaşılmasını
kolaylaştırmıştır. Taşa ve seramiklere kazınmış olan bu yazıtlar, başkent Sardeis başta olmak
üzere Gediz ırmağı vadisi ile Küçük Menderes ırmağı vadilerinde bulunmuştur. En erken
tarihlisi M.Ö. 7. yüzyıla tarihlenen bu yazıtların toplam sayısı en fazla 115’tir.
Diğer Demir Çağı krallıkları gibi Lidya Krallığı’nın yönetim biçimi de monarşiydi.
Kral devletin hem mülki, hem askeri, hem adli, hem de dini lideri olarak görev yapardı.
Lidya'da üç kral hanedanı hüküm sürmüştür: Sırasıyla “Atyadlar, Heraklidler ve
Mermnadlar”. İlk iki hanedan ve bunların kralları hakkında fazla bir bilgi yoktur. Sadece bu
iki hanedanın M.Ö. 2. bin yılın son yüzyıllarında hüküm süren, efsanevi kral Lid'in ismine
dayanarak halkın Lidyalılar diye anılmaya başlandığı bilinmektedir. Bu anlamda Lidya
isminin ortaya çıkışıyla, güney komşuları ve akrabaları Karyalılar’ın (efsanevi kral Kar'a
dayalı) ve Karya isminin ortaya çıkışı benzerlik göstermektedir. Lidyalılar’ın bilinen en
parlak dönemi M.Ö. 700-550 yılları arasıdır. Bu dönem Mermnadlar hanedanı dönemidir.
Lidya adı Mermnadlar hanedanının ilk kralı olan Gyges'ten itibaren kullanılmaya
başlanmıştır. Gyges hakkında bilinenler Yunan tarihçisi Herodot'a dayalıdır. Herodot,
Gyges'in Miletos, Smyrna ve Kolofon'a karşı saldırgan bir politika izlediğini söylemiştir.
Lidyalılar, kral Gyges zamanında bağımsız bir devlet kurdular (M.Ö. 687). Gyges, tarafından
kurulan hanedanlık Mermnadlar adıyla bilinir. Hanedanlığın egemen olduğu dönemde, tahta
geçen beş kral topraklarını genişletme politikası izledi ve bunda da başarılı oldular.
Lidyalılar’ın doğuya yayılmaları, aynı zamanda göçebe Kimmerler’in M.Ö. 8. yüzyılın sonları
ile 7. yüzyılın başlarında Anadolu’ya girip büyük bir yıkıma yol açmaları ile bağlantılıdır.
Genişleme doğuda Kızılırmak ırmağına kadar sürmüş ve Kimmerler’e karşı Asurlular’la
işbirliği yaptıklarından Kral Yolu Asur'a kadar uzanmıştır. Gyges’in ölümünden sonra tahta
Ardys geçmiştir. Daha sonraki krallar ise Sadyattes ve onun oğlu Alyattes’tir. Alyattes
zamanında doğudaki Asur Devleti’nin yıkılmasını fırsat bilen İranlı Medler batıya yönelerek
Anadolu’nun Kızılırmak nehrinin doğu kıyılarına kadar olan topraklarını ele geçirmişlerdir.
Alyattes zamanında doğuya yayılmaya devam eden Lidyalılar, Medleri burada karşılamış ve
iki taraf arasında M.Ö. 590 yılında başlayan savaş beşinci yılının sonunda M.Ö. 28 Mayıs
585’te gerçekleşen güneş tutulmasıyla sona ermiştir. Lidyalılar’ın yenildikleri bu savaş
esnasında Miletos'lu Thales bilinen ilk güneş tutulmasını doğru olarak tahmin etmiştir.
Taraflar güneş tutulmasını, savaşın yapılmasını istemeyen tanrıların bir uyarısı olarak görüp
158
barış imzalamışlardır. Böylece Kızılırmak sınır kabul edilerek doğusu Medlere batı toprakları
ise Lidyalılara bırakılmıştır.
Alyattes’ten sonra tahta geçen Kroisos döneminde İran’da bir yönetim değişikliği
olmuş ve Persli Kyros Medlere karşı giriştiği isyan sonucunda Med Devleti’ni yıkarak yerine
Pers Devleti’ni kurmuştur. Pers Devleti’nin kurulması Lidya’nın doğu sınırında yeni ve büyük
bir tehlikenin ortaya çıkması anlamına gelmiştir. Bunun üzerine Lidya kralı Kroisos,
Persler’in üzerine giderek doğu sınırlarının güvenliğini sağlamak ve topraklarını bu yönde
genişletmek istemiştir. Böylece Yozgat yakınlarındaki Pteria/Kerkenes Dağı civarında iki
tarafın orduları karşı karşıya gelmişlerdir. Yapılan büyük mücadelede taraflar birbirlerine
üstünlük sağlayamamışlar, savaş mevsiminin de sona ermesiyle kral Kroisos askerlerini
evlerine yollamıştır. Ancak Persli Kyros Lidya ordusunu takip ederek, onları Sardeis şehri
surları önünde mağlup ettikten sonra şehre girmiştir. İki haftalık muhasaradan sonra kent
tamamen Perslerin eline geçmiş ve Kroisos esir düşmüştür. Böylece M.Ö. 546 yılında Lidya
Devleti sona ermiş ve bu topraklar Pers İmparatorluğu’nun bir eyaleti haline gelmiştir. Bu
haliyle Lidya memleketi M.Ö. 330 yılında Büyük İskender’in buraya gelişine kadar 200 yılı
aşkın süreyle Persler’in egemenliği altında kalmıştır.
Frigler’de olduğu gibi Lidyalılar da tanrılardan daha çok tanrıçalara önem veriyorlardı.
Antik Yunan yazarlarına göre Kybele, Artemis ve Kandaules başlıca tanrıçalarıydı. M.Ö. 6.
yüzyıldan itibaren Lidyalılar Eski Yunan dininden etkilenmiştir. Ancak bu dinsel etkileşimin
tek taraflı olmadığını Eski Yunan Tanrısı Bakhos’un Lidya kökenli olmasından anlamaktayız.
Lidyalılar öldükten sonra da yaşamın devam ettiğine inandıkları için ölülerini yakmadan
toprağa gömüyorlardı. Yapılan mezarların boyutları ise sosyal statüye göre değişiklik
gösteriyordu. Muhtemelen yine Frig etkileşimi sonucu ortaya çıkan ve kral ile asiller için
görkemli tümülüsler ve anıtsal mezarlar da bu bağlamda sayılmalıdır.
Şekil 8.3: Lidyalılar’ın başkenti Sard yakınlarındaki Bintepeler.
Kaynak: https://www.google.com.tr/search?q=
159
Başkent Sardes’e yakın bir sahada ve Marmara Gölü’nün güney kenarında yer alan ve
Lidya tümülüs mezarlık alanı olan Bintepeler, dünyanın en büyük tümülüs alanıdır. Lidya
tümülüsleri, M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda bu peyzajın önemini ortaya koyan unsurlardır. Kraliyet
mezarlığı olarak Sardes’e sıkı bir şekilde bağlı olan Bintepeler, daha erken ve daha geç
dönemlere tarihlenen kalıntıları ile Lidya dönemine ait sadece bir mezarlık alanı değil,
kültürün devamını gösteren bir anıt niteliğindedir. Bintepeler adı verilen bu mezarlıkta 100
kadar tümülüs bulunmakta ve aralarında özellikle üç tanesi olağanüstü boyutlarıyla dikkati
çekmektedir. Bunlar, doğudan batıya doğru; Alyattes, Gyges ve Ardys tümülüsleri.
Anadolu’daki en büyük tümülüs Kral Alyattes’e ait olup diğer tümülüslerin kimlere ait olduğu
henüz bilinmemektedir.
Lidya ülkesini sosyo-ekonomik açıdan ele aldığımızda başkent Sardeis dışında köy
yaşamının hakim olduğunu söyleyebiliriz. Irmakların suladığı verimli tarım alanlarında
zeytin, üzüm, incir, tahıl, soğan, elma, kestane, ceviz ve safran yetiştirilmekteydi. Üzümden
şarap, zeytinden zeytinyağı, safran ve arsenikten ise ilaç ve kozmetik ürünleri elde
edilmekteydi. Bunların yanı sıra hayvancılık ta yapılmaktaydı. Koyun yünü tekstil
endüstirisinin hammaddesiydi. Lidya ülkesi maden bakımından da zengin bi yerdi. Gediz
nehrinin kollarından biri olan Sart çayı doğal beyaz altın (elektron) kaynağıydı. Bu maden
Sardeis’te sudan çıkartılıp Lidya ekonomisine kazandırılmış olup bu sayede Dünya’da ilk
madeni para (sikke) Lidyalılar tarafından M.Ö. 7. yüzyıl’ın ortalarında bu madenden darp
edilmiştir. Elektronun yanı sıra civa, bakır ve arsenik de Lidya ekonomisine katkıda bulunan
diğer önemli madenlerdir. Lidyalılar’ın uygarlığa en büyük katkıları yukarıda da söylediğimiz
gibi sikke darbını gerçekleştirmeleridir. İlk örnekler muhtemelen kral Alyattes zamanında
basılmıştır. Sikkeler ilk başlarda yalnızca elektrondan basılırken daha sonra kral Kroisos
zamanında elektron sikke darbı yerine hem gümüş hem de altın olmak üzere iki ayrı şekilde
basılmıştır. Böylece Lidyalılar ilk elektron ayrıştırma işlemini de gerçekleştirmişlerdir. Her ne
kadar sikkeyi ilk bulan ve kullanan Lidyalılar olsa da onun gelişimi ve tüm Akdeniz
dünyasına yayılışı eski Yunan kentleri sayesinde olmuştur. Lidyalılar’ın ekonomik refah
düzeyi M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren giderek artmış ve Kral Kroisos zamanında zirveye
ulaşmıştır. Bu zenginliğin önemli unsurlarından birisi de Lidya ticaret mallarının uluslar arası
ticaret ağında talep gören mallar olmasıdır. İncir, şarap ve zeytinyağının yanı sıra tekstil
ürünleri de marka olmuştur. Özellikle kilimleri ve ipekli kumaşları tanınmış tekstil ürünleri
arasındadır.
Lidya sanatı ve mimarisine baktığımızda, Yunan kültürü ile benzerlik gösterdiğini
ancak bunun yanında Anadolu öğelerine de yer verdiğini görürüz. Özellikle mermer, kireçtaşı,
pişmiş toprak ya da fildişinden heykeller Yunan eserleri ile benzerlik göstermektedir. Lidya
mimarisi başarısını tapınaklarda, kraliyet saraylarında ve resmi binalarda ortaya koymuştur.
Kroisos’un Delphoi tapınağına gönderdiği altın hediyelerden biri olan ve yaklaşık 300 kilo
ağırlığındaki saf altından yapılma aslan heykeli buna iyi bir örnektir. Mimarinin yanında el
sanatı da gelişmiş durumdaydı. Altından rozet, düğme ve çeşitli takılar üretiyorlardı. Başarılı
oldukları diğer alanlar ise dokumacılık, yün boyacılığı ve çeşitli kokulu yağların üretimiydi.
160
Uygulamalar
Öğrenci bu bölümde Anadolu’da kurulan ve uygarlık tarihinde önemli bir yeri olan
Frigler ve Lidyalıları görebilecektir. Öğrendiklerini artırmak amacıyla da ayrıca ilgili web
sayfalarından Frigler ve Lidyalıları incelemelidir.
161
Uygulama Soruları
1) Tümülüsleri ile ünlü olan Gordion şehri hangi devletin başkentidir?
2) Karun kadar zengin ifadesinin kaynağı hangi medeniyettir?
Cevaplar
1) Frig, 2) Lidyalılar
162
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Frigler, yaklaşık 300 yıl boyunca Orta Anadolu’nun hakimi oldular. Genel kabule
göre MÖ. 1200 yıllarına doğru başlayan ve dalgalar halinde 400 yıl kadar süren Trak göçleri,
Hitit İmparatorluğu’nun yıkılışını izleyen dönemde yoğunlaşmıştı. Başlangıçta ilkel bir aşiret
düzeninde yaşamlarını sürdürdüğü anlaşılan Frigler’in Anadolu’daki ilk dönemleri -karanlık
çağ- hala bilinmezlerle dolu olup, yıkılışları da Pers saldırıları ile gerçekleşmiştir.
MÖ 9-6. yüzyıllar arasında Frig Krallığı’nın etki alanı, merkez başkent Gordion
(Yassıhöyük-Polatlı) olmak üzere ve bu sürede bazen genişlese de kabaca Sakarya ve
Kızılırmak arasında kalan bölgedir. Herodotos ve Strabon gibi Eskiçağ yazarlarına göre
Makedonyalılar’ın komşuları olan ve Avrupa’da oturdukları sırada “Brygler” ya da “Brigler”
adını taşıyan Frigler, Makedonya ve Trakya’dan Boğazlar yolu ile Anadolu’ya göç eden Trak
boylarından biriydi. Asya’ya yani Anadolu’ya geçtikten sonra yurtlarıyla birlikte adları da
değişerek “Frig” biçimini almıştı.
Lidyalıların devlet kurduğu bölgeye verilen isim olan Lidya, Ege bölgesinin kıyı
bölümünde yer alan Bakırçay/Kaikos, Küçük Menderes/Maiandros ve Gediz/Hermos gibi bol
sulu nehirleri, vadi boyları ve çevresindeki alüvyal verimli toprakları ve uygun iklimi ile her
çağda münbit ve zengin bir bölge niteliğindedir. Başkentleri Sardes ve bilinen en parlak
tarihleri, 700-550 yılları arasında olan Lidyalıların hakimiyeti de tıpkı Frigler gibi ve onlarla
aynı dönemde Persler tarafından yıkılmıştır.
Her iki devlet te, geriye az sayıdaki yazılı belge bıraktığından, onlar hakkında
bilinenler genellikle arkeolojik kazılardan elde edilen kaynağa dayanmaktadır. Her iki
uygarlığa ait çok sayıda kral mezarları, yani tümülüsler bulunmakta olup ciddi arkeolojik kazı
yapımına ihtiyaçları vardır. Kazılardan çıkan unsurlara göre, oldukça yüksek bir uygarlık
seviyesine ulaştıkları anlaşılan bu devletler, Anadolu topraklarının zenginlik kaynaklarının
fazlalığına bağlı olarak, Anadolu dışından gelen düşmanların hep ilgisini çekmiştir. Doğudan
gelen böyle bir düşmanın saldırılarına maruz kalan Frigler ve Lidyalılar MÖ. 6. yüzyıl
içerisinde tarih sahnesinden silinmişlerdir.
163
Bölüm Soruları
1) Aşağıdakilerden hangisi Friglerin başkentidir?
a) Truva
b) Gordion
c) Kapadokya
d) Hattuşa
e) Kerkenes
2) Aşağıdakilerden hangisi Friglerin ilk kralıdır?
3)
4)
5)
6)
7)
a) Midas
b) Sargon
c) Gordias
d) Eusebios
e) Julius
Aşağıdakilerden hangisi Frig krallarına verilen addır?
a) Gordias
b) Julius
c) Frigias
d) Midas
e) Hiçbiri
Frig Krallığı’nın en parlak dönemi aşağıdakilerden hangisidir?
a) M.Ö 725-667
b) M.Ö 650-540
c) M.Ö 770-540
d) M.Ö 330-300
e) M.Ö 700-535
Friglerin en karakterisitik unsurlarından biri olan tümülüslerin en
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Evessen Tümülüsü
b) Gordion Z Tümülüsü
c) Midas Tümülüsü
d) Taşlıtepe Tümülüsü
e) Frig Tümülüsü
Lidya Krallığının yönetim biçimi nasıldı?
a) Otokrasi
b) Teokrasi
c) Oligarşi
d) Plütokrasi
e) Monarşi
Aşağıdakilerden hangisi Lidya’da hüküm süren kral hanedanlarından birisidir?
a) Mermnadlar
b) Karyalılar
c) Kimmerler
d) Gygesler
e) Alyattesler
eskisi
164
8) Sikkeler hem altın hem gümüş olarak, iki ayrı şekilde hangi kral zamanında
basılmıştır?
a) Ardys
b) Gyges
c) Sadyattes
d) Alyattes
e) Kroisos
9) Dünyanın en büyük tümülüs alanı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Sardeis
b) Bintepeler
c) Ardys Tümülüsleri
d) Evessen Tümülüsleri
e) Midas Tümülüsü
10) Anadolu’daki en büyük tümülüs hangi krala aittir?
a) Gyges
b) Ardys
c) Alyattes
d) Kroisos
e) Sadyattes
Cevaplar
1) b, 2) c, 3) d, 4) a, 5) b, 6) e, 7) a, 8) e, 9) b, 10) c
165
9. PERS UYGARLIĞI
166
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
9. Giriş
9.1. Pers Uygarlığı
167
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Batı ile Doğu arasında tüm temasların sağlandığı yola verilen ad nedir?
a) Prens Yolu
b) Kral Yolu
c) Royalty Yolu
d) KervanYolu
e) Tarihi Yol
2) Pers İmparatorluğu’nun başkenti neresidir?
a) İasos
b) Sardeis
c) Gordion
d) Persepolis
e) Phrygia
3) I. Dareios zamanında oluşturulan vergi sistemine aşağıdakilerden hangi isim
verilmektedir?
a) Nomos
b) Talanton
c) Satrapes
d) Satraplık vergisi
e) Kent vergisi
Cevaplar
1) b 2) d, 3) a
168
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Kazanımın nasıl elde edileceği
veya geliştirileceği
özelliklerini İlgili web sayfalarından Persleri
incelemek
Persler
Persler
ve
öğrenmek
İran ve Anadolu etkileri
İran ve Anadolu etkileşimini İlgili web sayfalarından İran ve
Anadolu tarihini incelemek
öğrenmek
169
A
nahtar Kavramlar
İran, Akamenid, Parsualar, Persler, Fars, Parsua, Zağros dağları, Urmiye gölü, HintAvrupa, Kyros, Dareios, Pers-Yunan savaşları, Halys, Kızılırmak, eyalet, satrap, nomos,
Persepolis, Susa, Ephesos, Thrakia, Ionia, Lydia, Pisidia, Kappadokia, Kilikia, Pontos,
Armenia, Herodot, Kral Yolu, Hellen denizi, Ksenephon, Kyros Anabasis, Onbinlerin
Dönüşü, Ramsay, Yunanistan, Hellas, Ahuramazda, imparatorluk
170
9. Giriş
Oldukça eski tarihlerden itibaren yerleşmenin başladığı ve dolayısıyla yine çok eski
tarihlerden beri devletlerin ve uygarlıkların kurulduğu Anadolu, sahip olduğu coğrafi konum
ve zenginlik kaynakları ile her dönemde “hakim olunmak istenen topraklar” olmuşlardır.
Nitekim Anadolu tarihine bakıldığında, bir taraftan bu topraklar üzerinde doğup gelişen
devletlerin, diğer taraftan da Anadolu dışında doğup gelişen devletlerin hakimiyet
mücadeleleri ile geçtiği görülebilir. Uzun tarihi dönemler boyunca genellikle Anadolu kökenli
devlet ve uygarlıkların bu topraklara sahip olduğu dikkati çekse de, daha kısa olmakla beraber
bu topraklar dışında kurulan devlet ve uygarlıkların da Anadolu’ya hakim oldukları da bir
gerçektir. Gerçekten de Hattiler’den başlayarak Hititler, Urartular, Frigyalılar, Lidyalılar gibi
devletlerin hepsi de Anadolu topraklarında kurulmuşlarken, Persler, İskender İmparatorluğu
ve Roma İmparatorluğu gibi devletler, bu toprakların dışında kurulmuşlardır.
Bilindiği gibi, günümüzdeki kadar kısa sürelerde ve yoğunlukta olmasa da, geçmişteki
tüm zamanlarda da insanlar ve toplumlar arasındaki iletişim, ticaret, savaşlar ve diğer ilişkiler
devam edegelmiştir. Dolayısıyla tüm bu ilişkiler, birbirlerinden az ya da çok etkileşmeyi
getirmiş ve sonuçta ortaya çıkan kültür ve uygarlık, etkileşime giren tüm unsurlardan çeşitli
oranlarda payların varlığını sağlamıştır. Üstelik bu etkileşme, sadece günümüze ulaşan,
mimari yapılar gibi maddi kültür unsurları üzerinde olmamış dil, din, düşünce vb. gibi manevi
kültür unsurları üzerinde de gerçekleşmiştir. İşte bu noktadan hareketle Persler, İskender ve
Roma imparatorluğu gibi devlet ve uygarlıkları bu kitaba dahil edilmişlerdir. Bunların dahil
edilmedikleri takdirde, bu topraklar üzerinde kurulan uygarlıkların bugüne kadar olan etkileri
eksik kalacağı gibi, bizzat bahsi geçen uygarlıkların eseri (mesela Kral Yolu) olup da Anadolu
kültürel mirası içerisinde yer alan önemli unsurlar nasıl görmezden gelinecek, nasıl
anlatılacaktır?
9. Pers Uygarlığı
Farklı dillerde Parsalar, Furslar veya Persler olarak adlandırılan ve Pasargad boyunun
Akamenid kolundan gelen Parsualar, M.Ö. 2. binyılda Hazar gölünün doğusundan güneye
doğru akan göç hareketiyle İran’a gelerek Urmiye Gölü çevresine yerleşmişlerdir. Esas
yerleşme yerleri İran yüksek platosunun güneybatısında Parsa adını taşıyan ve günümüzde
Fars eyaletine karşılık gelen bölgedir. Başlangıçta Asur’a bağlı ve ayrı ayrı reislerin idaresi
altında kabile hayatı yaşayan Parsualar, daha sonra doğudan gelen baskılar sonucunda, Susa
şehrinin kuzeydoğusuna yerleşip Asur baskısından kurtulmuşlarsa da, çok geçemeden
Medler’in egemenliğini kabul etmişlerdir. M.Ö. 700 yıllarında Parsuların başında Akamenid
hanedanına ismini veren Ahamenes isminde bir prens bulunuyordu ve bu yüzden Pers
İmparatorluğu kurulduktan sonra bile hükümdarlar, Ahamenes’i hanedanlarının atası olarak
kabul etmişlerdir.
Şu durumda geçmişi çok daha eski dönemlere uzanmakla beraber, İran’ın yazılı tarihi
M.Ö. 559 yılında kurulan Pers/Akamenid İmparatorluğu ile başladığını söylemek yanlış
olmayacaktır. M.Ö. 559-330 yılları arasında büyük bir devlet kuran ve askeri güçleriyle öne
çıkan Akamenid İmparatorluğu, Mısır ve eski Yunan sınırlarına kadar uzanmıştır. Hint171
Avrupa kökenli Persler, M.Ö. 9. yüzyılda Asur kralı III. Salmanassar zamanında, yani
Medlerin giderek güçlendiği dönemde, Asur ve göçebe bozkır kavimlerinin baskılarıyla
Zagros Dağları bölgesine çekilmişler ve burada “Parsua” adı altında oturmuşlardır. Grek
kaynaklarına göre Persler’in on boydan oluştukları ve bunların çoğunluğunun köy ve
kentlerde tarımla uğraştıkları, bazılarının ise hayvan sürülerine sahip göçebe oldukları
söylenmektedir.
M.Ö. 9. yüzyıldan itibaren tarih sahnesine çıkan Perslerin ilk kralları hakkında isimleri
dışında pek bilgi yoktur. Bildiğimiz kadarıyla ‘Büyük’ lakaplı Pers kralı Kyros, Med
Devleti’ne son vererek Pers Krallığının büyük güce ulaşmasını sağlamıştır. M.Ö. VI. yüzyıl
ortasında İran’daki Akamenid hanedanından “Kyros”, geniş toprakları fethetmeye girişti ve
sonunda tek bir kralın hâkimiyeti altında, çeşitli halkların oluşturduğu ve bugün genel olarak
tarihin ilk dünya imparatorluğu olarak adlandırılan hükümdarlığını kurdu. Böylece ‘Büyük’
lakaplı Pers Kralı Kyros, Pers Devleti’nin kurucusu olarak kabul edilmektedir. Bahsedilen
yönetim, Hindistan’da İndus Vadisi’nden Ege’ye, diğer taraftan Orta Asya steplerinden Nil
çağlayanlarına uzanan bir imparatorluk idi. Kyros yönetimi kolaylaştırmak amacıyla
egemenliği altındaki toprakları satraplıklara ayırmıştır. Satraplıklara ayırırken dikkat çeken
bir nokta ise bu ayrımı coğrafi bölgelere göre değil halk bazında, etnik olarak yapmasıdır.
Bu büyük başarı sonucunda, Anadolu iki yüz yıl kadar sürecek olan Pers egemenliğine
girmiştir. Kral Kyros’un ölümünden sonra yerine oğlu Kambyses (M.Ö. 530-522) geçmiştir.
Kambyses M.Ö. 525 yılında Mısır’ı egemenliği altına almıştır. Ondan sonra “Büyük” lakaplı
I. Dareios (M.Ö. 522-486) tahta geçmiştir. Bu dönemde sınırları genişleterek M.Ö. 513
yılında İstanbul Boğazı’ndan Trakya’ya geçerek denizden çok fazla uzaklaşmamak kaydıyla,
deniz ötesi toprakların bir bölümünü de egemenliği altına almıştır. Bu sayede çeşitli seferler
sonucu tüm İran memleketini ve Anadolu’yu ele geçiren Persler sınırlarını genişletmişlerdir.
Böylece, Ön Asya tarihinde ilk kez yukarıda da belirtilen imparatorluk düşüncesi, yani belirli
bir ulusa bağlı olmayan bir devlet fikri ortaya çıkmıştır. Genişlemenin doğal sonucu olarak,
M.Ö. 490-479 yılları arasında 11 yıl süren Pers-Yunan savaşları yaşanmıştır. Pers-Yunan
savaşlarında hezimete uğrayan Persler, diplomasi yoluyla Yunan şehir devletlerinin içişlerine
karışmaya başlamışlar, hatta M.Ö. 431-404 yılları arasında cereyan eden Pelopennesos
savaşlarında bazen Atina’dan bazen de Sparta’dan yana tavır alarak, Yunan dünyasının bu iki
büyük gücünü karşı karşıya bırakmışlardır.
172
Şekil 9.1: Pers İmparatorluğu.
Kaynak: https://www.google.com.tr/search?q=
Pers İmparatorluğu’nun tüm toprakları Perslerin khşatrapa, Yunanlıların ise satrapes
adını verdikleri valiler tarafından yönetilen eyaletlere ayrılmıştı. Bu eyaletleri yöneten valilere
“satrap” deniliyordu. Satraplık sistemi yukarıda da bahsedildiği gibi ilk olarak Kyros
tarafından oluşturulmuş olup daha sonra Dareios tarafından yeniden düzenlenmiştir. Anadolu
sınırları içinde bulunan bazı satraplıklar şöyleydi: Batı ve Güneybatı Anadolu devletlerinin
hepsi, Aiolia’dan Lykia ve Pamphylia’ya değin, Lydia ve Mysia ile birleştirilip bir satrapa
verilmiş, Sparda (Sardeis) satraplık merkezi olmuştu. Phrygia Satraplığı’nın Propontis ile
Paphlagonia’yı içine alarak doğuda Halys (Kızılırmak) Nehri’ne değin uzandığı ve
Kappadokia’nın da bu satraplığa bağlı olduğu düşünülmektedir. Ayrıca çift dilli Karatepe
yazıtından bildiğimiz gibi, Adana’da bağımsız bir hükümdar vardı. Başkenti muhtemelen
Adana olan Kilikia Satraplığı olarak adlandırılan bu satraplığın sınırları Anadolu’nun
Toroslar’dan Akdeniz’e değin uzanan kesimini kapsıyordu. Daha sonra kuzeye doğru, satrapı
Mazaka’da (Kayseri) oturan Kappadokia Satraplığı bulunuyordu. Son olarak ise bir
zamanların Urartu Devleti’nin toprakları olan alanda Paktyike/Armenia satrapı geliyordu ve
onun sınırları bugünkü Doğu Anadolu’nun kuzey kesiminden Karadeniz’e doğru uzanıyordu.
Anadolu’da daha sonraları bunların dışında, Halikarnasos, Tarsos, Klenai (Dinar), Bergama
ve Pontus başta olmak üzere birçok satraplığın olduğu da bilinmektedir.
Pers kralı Büyük Kyros (MÖ. 559-529), imparatorluğunu MÖ. 6. yüzyılda
Ortadoğu’nun en büyük gücü yapmış ve ülkeyi yönetimde kolaylık sağlaması için yerel
yönetim sistemi olan satraplıklara ayırmıştı. Yine büyük lakaplı I. Dareios (MÖ. 522-486),
satraplıkları yeniden organize etmiş ve yeni bir vergi sistemi “nomos” meydana getirmiştir.
Herodothos, vergi sistemine göre oluşturulan yeni satraplıkların sayısının 20 olduğunu
belirtmekte ve her bir satraplığın kapsadığı bölgeler ile vergi miktarları hakkında bilgi
vermektedir. Her satrap, hüküm sürdüğü toprakların adeta kralıydı. Gerek Herodothos,
gerekse Persepolis ve Nakşi-Rüstem’deki yazıtlardan, zaman içinde satraplıkların sayısı ve
sınırlarının değiştiği anlaşılmaktadır. Herodothos’un sözünü ettiği ve tamamı ya da bir kısmı
Türkiye topraklarında olan satraplıklarda (Thrakia, Ionia, Lydia, Pisidia, Kappadokia, Kilikia,
173
Pontos, Armenia) yaşayan halklar ile aynı zamanda yörenin ekonomik potansiyeli hakkında
da önemli bir kanıt olan yıllık vergi miktarları aşağıdadır:
1-İonialılar, Magnesialılar,
Aiolisliler, Karialılar, Lykialılar, Mlyaslılar,
Pamphylialılar: 400 talanton gümüş.
2-Lydialılar, Mysialılar, Lasonialılar, Kabalialılar, Hygenneialılar: 500 talanton
gümüş.
3-Hellospontuslular, Phrygialılar, Anadolu yakasındaki Thrakialılar, Paphlagonialıalr,
Mariandynler, Kappadokialılar: 300 talanton gümüş.
4-Kilikialılar: 500 talanton gümüş (140’ı orada konuşlanmış olan garnizona
verilecekti) ve 360 beyaz at.
5-Paktyike ve Armenialılar ile onların Karadeniz’e kadar olan komşuları: 400 talanton
gümüş (Herodothos’ta 13. sırada).
6-Moskhoslar, Tibarenler, Makronlar, Mossynoikler, Mareliler: 300 talanton gümüş
(Herodothos’ta 19. sırada).
Batı ile Doğu arasında her türlü temasın kurulduğu ve kaynaklarda “Kral Yolu” adı
verilen yol. Anadolu topraklarının zenginliğini en iyi yansıtan kanıttır. Bu yol ile ilgili ilk defa
Heredotos tarafından bilgi verilmekle birlikte, yolun Anadolu topraklarındaki güzergâhı tam
olarak çözülememiştir. Bu problemin kaynağı “bahsi geçen yol hakkında ilk bilgiyi veren
Heredotos’un Anadolu içlerini bizzat görmemesi ve iç kesimle ilgili bütün bilgileri
tüccarlardan almasıdır”.
Bütün eksiklerine rağmen İlkçağ Anadolu’su hakkında en önemli kaynaklardan biri
olan Herodotos, Pers kral yolu ve özellikle bu yolun Anadolu’dan geçen kısmı hakkında (V.
52-53) şunları söylemektedir: “Bütün yol boyunca kraliyet konutları ve çok güzel
kervansaraylar vardır; hep insanların oturdukları yerlerden ve güvenlik içinde geçilir. Lydia
ve Phrygia içlerinde 20 stathmetikos ya da konak boyunca uzanır ki bu, 94,5 parasang tutar.
Phrygia sınırında Halys Irmağı’na (Kızılırmak), bu ırmağı geçebilmek için buraya hakim
durumda olan sıradağları ve ırmağı göz altında bulunduran önemli bir kaleyi aşmak gerekir.
Bunu aştıktan sonra Kilikia sınırlarına kadar, Kapadokia içinde 28 konak, yani 127 parasang
gidilir; sınırda iki sıradağı aşacak ve iki kalenin önünden geçeceksiniz. Oradan öte; Kilikia
içerisinde geçilecek yol 3 konak, 15,5 parasangdır. Kilikia ve Ermenistan arasında sınır,
içinde gemilerin yüzebildiği bir ırmaktır, ki adı Fırat’tır. Ermenistan içinde her biri bir
garnizonla tutulan 15 konaklık yol vardır, 56,5 parasang tutar. …… Bütün bu konakların
toplamı 111’dir; Sardeis ile Susa arasındaki konakların sayısı işte budur….. kraliyet yolu
parasang olarak daha iyi ölçülürse ve bir parasang otuz stad hesap edilirse, ki gerçekte o
kadardır, Sardeis’ten (Susa) “Memnon Sarayı” denilen kral konağına kadar, 13500 stad çeker,
çünkü 450 parasangtır. Günde 150 stad tutarsak, bu yol tastamam 90 günde aşılır. …. Buna
Sardeis ile Ephesos arasındaki bölümü de ekleyeceğim ve Hellen Denizi’nden Susa’ya kadar
14040 stad olduğunu söyleyeceğim; zira Ephesos ile Sardeis arası 540 stadtır, gösterilen üç
ayı böylece üç gün daha uzatmak gerekir.
174
Bu konuda tüm araştırmacıların hemfikir olduğu konu kral yolunun Sardeis’ten
başlayıp doğuya doğru devam ettiğidir. Yolun son bulduğu nokta İran’daki Susa olup aradaki
güzergah ile ilgili çeşitli fikirler mevcuttur. Mansel’e göre yol, Efes’te başlayıp, Sardeis
üzerinden Gordion’a varmakta, oradan Kappadokia topraklarından güneye doğru ilerleyerek
Gülek Boğazı vasıtasıyla Güneydoğu Anadolu’ya, oradan Fırat’ı geçtikten sonra Dicle’yi
takip ederek Mezopotamya topraklarına, oradan ise Susa şehrine ulaşmaktadır. E. Lyle’nin
hazırladığı “Royal Road” isimli esere göre kral yolu, Anadolu’da yaklaşık 1800 mil
uzunluğundaydı ve geçtiği güzergah şu şekildeydi: Troy ve Ephesos’tan iki kol halinde
başlayan yol Sardeis’te birleşiyor ve buradan itibaren Gordium, Ancyra, Tavium, Comana,
Mazaca, Maraş, Gaziantep, Edessa, Nisibin, Mosul, Nineveh, Arbil, Kirkuk üzerinden
geçerek Susa’da sona eriyordu. Görüldüğü üzere, yapılan çalışmalarda sınırlı veya farklı
fikirler ileri sürülmekte ve bu yüzden yolun hangi merkezlere uğrayarak gittiğini tespit
güçleşmektedir. Kıyı Ege’den başlayıp doğuya giden bu yolun Anadolu güneyi yerine
kuzeyinden geçmesini W. M. Ramsay; yolun Pers döneminden çok daha önceki devirlere ait
yolların güzergahını takip ettiğini ve bu yüzden Sardeis’ten doğuya giderken daha kısa olan
güneyi değil, Anadolu’nun kuzey kesimini katettiği şeklinde açıklamaktadır.
I. Dareios’tan sonra tahta Kserkses (M.Ö. 485-465) geçmiştir. Kral yukarıda
belirtildiği gibi, Yunanistan (Hellas)’a bir sefer yaparak (Hellen tarihindeki Pers-Yunan
Savaşları) sınırlarını buraya kadar genişletmek istemiş, fakat başarısız olmuştur. Bununla
birlikte I. Artakserkses, II. Dareios, II. Artakserkses zamanlarında Persler Yunanlılar üzerinde
büyük etki yapmışlardır. Böyle bir etkiye rağmen adı geçen hükümdarlar, giderek artan bir
dizi isyanla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bu isyanların en meşhuru (Ksenophon’un
“Kyros Anabasis” (Onbinlerin Dönüşü) isimli 7 kitaptan oluşan eserine konu olan) batı
Anadolu Satrabı olan Kyros’un, ağabeyi II. Artakserkses’e karşı giriştiği devlet yönetimini ele
geçirme teşebbüsüdür. II. Artakserkses’ten sonra, III. Dareios başa gelmiştir. III. Dareios
(M.Ö. 336-330) iktidarının ilk yıllarında, Batı Anadolu’da bazı başarılar kazanmıştır. Ancak
kısa zaman sonra Pers İmparatorluğu’na karşı büyük bir fetih seferine girişen Büyük
İskender’e karşı Granikos (M.Ö. 334), Issos (M.Ö. 333) ve Gaugamela’da (M.Ö. 331) üst üste
yenilgiler almış ve Gaugamela Savaşı’ndan sonra M.Ö. 330 yılında kendi adamları tarafından
öldürülmüştür. Bunun üzerine Pers İmparatorluğu’nun topraklarının tamamına yakını Büyük
İskender’in eline geçmiştir. İskender kendisini Pers Hanedanı’nın varisi olarak ilan etmiş,
fakat onun çok kısa bir zaman sonra ölmesiyle hükümdarlığı sona ermiştir.
Persler her ulusu kendi iç işlerinde serbest bırakarak bir konfederasyon düzeni
kurmuşlardır. Konfederasyonda tüm imparatorluk tek bir temele dayanıyordu. Bu temel,
başında tanrı Ahuramazda’nın vekili olan büyük bir krala ve hanedena duyulan bağlılıktı. Pers
kralı, Mısır firavunları gibi yeryüzündeki bir tanrı değildi. Fakat Ahuramazda’nın
yeryüzündeki temsilcisi olarak mutlak otoriteye sahip bir hükümdardı.
Başta satraplar, komutanlar ve tüm memurlar olmak üzere imparatorluğun tüm halkı
kralın kuluydular. Pers Hanedanı’nda krallık babadan büyük oğula geçiyordu. Ama büyük
oğlun annesinin asil olmasına ve çocuğun, babasının krallığı döneminde doğmasına dikkat
ediliyordu. Kralın yetkilerinin sınırsız olmakla birlikte, devlet işlerinde söz sahibi olan yedi
175
büyük Pers ailesinin reislerinden oluşan bir danışma kurulu bulunmaktaydı. Gerekli görülen
durumlarda bu kurula satraplar da çağrılıyordu. Kral, eyaletlere bölünen imparatorluğu, tayin
ettiği genel valilerle yönetiyordu. Sürekli olarak kontrol etmek şartıyla, eyaletlerdeki yönetimi
satrap adı verilen bu kişilere bırakmış olan kral, başkent Persepolis’te oturmaktaydı.
Yönetim ve adalet teşkilatının başı olan kral, orduların da başkomutanıydı. Savaşlarda
ordunun merkezinde bulunur ve bu görevi fiilen yerine getirirdi. Fakat devletin gerilemeye
başladığı dönemde krallar bu görevi generallere bırakmaya başlamışlardır.
İmparatorluk sınırları içindeki halk, üç sınıfa ayrılıyordu. Bunlar: egemen olan halk,
fethedilen ülkelerdeki halk ve sınır boylarındaki halktı. Egemen halk, kendilerini tüm
kavimlerin efendisi olarak görüyor ve idare organizasyonunu da ellerinde tutuyordu.
Pers İmparatorluğu’nun ömrü kısa olmakla beraber, geniş bir alanda çok sayıda halkı
yönetmek için otoriter ama adaletli bir yönetim sistemi kurdukları bilinmektedir. Başkent
Persepolis’te bulunan binlerce tablet bu imparatorluğun çok ayrıntılı bürokratik ve merkezi bir
yapılanmaya sahip olduğunu gösterir. Eskiçağ dünyasının o güne kadar gördüğü en düzenli ve
büyük imparatorluğunu kurup çeşitli ırkları, dinleri ve dilleri bir araya toplayabilmelerinde,
ortaya koymuş oldukları yönetim tarzının büyük bir etkisi olduğu açıktır. Bu devletin yönetim
mekanizmasının, dış politikada sert fakat içte toleranslı ve hiçbir şekilde totaliter olmayan
sistemi Büyük İskender de benimsemiştir. Tüm Ön Asya ve Mısır’ı kapsayan çok geniş bir
alanın uygarlık açısından birleştirilmesi, bu alan içindeki ilişkilerin geliştirilmesi, bireylere ve
topluluklara verilen özgürlük daha sonraki Hellenistik sistem için uygun ortamı hazırlayan
Pers dönemi koşulları olmuştur.
176
Uygulamalar
Öğrenci bu bölümde İran’da kurulan ama Anadolu’yu da büyük oranda etkileyen
Persleri görebilecektir. Ayrıca Kral yolu için web ortamında bir inceleme yapmalıdır.
177
Uygulama Soruları
1) Akamenid isimli devletin diğer adı nedir?
2) Kral yolunun başladığı ve bittiği yerler neresidir?
Cevaplar
1) Persler, 2) Efes/Sard-Susa
178
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Geçmişi çok daha eski dönemlere uzanmakla beraber, İran’ın yazılı tarihi M.Ö. 559
yılında kurulan Pers/Akamenid İmparatorluğu ile başladığını söylemek mümkündür. M.Ö.
559-330 yılları arasında büyük bir devlet kuran ve askeri güçleriyle öne çıkan Akamenid
İmparatorluğu, Mısır ve eski Yunan sınırlarına kadar uzanmıştır. Hint-Avrupa kökenli Persler,
M.Ö. 9. yüzyılda Asur kralı III. Salmanassar zamanında, yani Medlerin giderek güçlendiği
dönemde, Asur ve göçebe bozkır kavimlerinin baskılarıyla Zagros Dağları bölgesine
çekilmişler ve burada “Parsua” adı altında oturmuşlardır. Grek kaynaklarına göre Persler’in
on boydan oluştukları ve bunların çoğunluğunun köy ve kentlerde tarımla uğraştıkları,
bazılarının ise hayvan sürülerine sahip göçebe oldukları söylenmektedir.
M.Ö. 9. yüzyıldan itibaren tarih sahnesine çıkan Perslerin ilk kralları hakkında isimleri
dışında pek bilgi yoktur ama ‘Büyük’ lakaplı Pers Kralı Kyros, Pers Devleti’nin kurucusu
olarak kabul edilmektedir. Kurulan yönetim, Hindistan’da İndus Vadisi’nden Ege’ye, diğer
taraftan Orta Asya steplerinden Nil çağlayanlarına uzanan bir imparatorluk idi. Çok geniş
topraklara sahip olup bu topraklarda çok sayıda dilden ve dinden insanların yaşadığı Persler,
bu haliyle tarihin ilk dünya imparatorluğu idi. Kyros ülke yönetimi kolaylaştırmak amacıyla
egemenliği altındaki toprakları satraplıklara ayırmıştır. Bu büyük başarı sonucunda, Anadolu
iki yüz yıl kadar sürecek olan Pers egemenliğine girmiş ve adı değişse de, sonraki dönemlerde
satraplık idari birimi burada uzun yıllar yaşamıştır. Yine bir kısmı Anadolu’da olan ve Kral
Yolu adı verilen ulaşım ağı, geçmiş ticari ilişkilerin halen devam ettiğini kanıtlayan önemli
bir unsur olarak dikkati çekmektedir.
Pers İmparatorluğu kısa ömürlü, fakat çok geniş bir alanda çok sayıda halkı yönetmek
için otoriter ve adil bir yönetim sistemiydi. Başkent Persepolis’te bulunan binlerce tablet bu
imparatorluğun çok ayrıntılı bürokratik ve merkezi bir yapılanmaya sahip olduğunu gösterir.
Eskiçağ dünyasının o güne kadar gördüğü en düzenli ve büyük imparatorluğunu kurup çeşitli
ırkları, dinleri ve dilleri bir araya toplayabilmelerinde, ortaya koymuş oldukları yönetim
tarzının büyük bir etkisi olduğu açıktır. Bu devletin yönetim mekanizmasının, dış politikada
sert fakat içte toleranslı ve hiçbir şekilde totaliter olmayan sistemi Büyük İskender de
benimsemiştir. Tüm Ön Asya ve Mısır’ı kapsayan çok geniş bir alanın uygarlık açısından
birleştirilmesi, bu alan içindeki ilişkilerin geliştirilmesi, bireylere ve topluluklara verilen
özgürlük daha sonraki Hellenistik sistem için uygun ortamı hazırlayan Pers dönemi koşulları
olmuştur.
179
Bölüm Soruları
1) Pers kralı Kyros, yönetimi kolaylaştırmak amacıyla toprakları satraplıklara ayırırken bu
ayrımı neye göre yapmıştır?
a) Coğrafi bölgelere göre
b) Dini faktörlere göre
c) Dilsel niteliklere göre
d) Etnik kökene göre
e) Hepsi
2) Aşağıdakileren hangisi satraplık sistemini ilk oluşturan kişidir?
a) Kyros
b) Dareios
c) Kambyses
d) Kserkses
e) II. Dareios
3) Aşağıdakilerden hangisi bir Pers satraplığı değildir?
a) Phrygia Satraplığı
b) Kapadokya Satraplığı
c) Kilikia Satraplığı
d) Armenia Satraplığı
e) Halys Satraplığı
4) I. Dareios zamanında düzenlemeye uğrayan satraplık sistemi aşağıdakilerden hangisine
göre düzenlenmiştir?
a) Vergi sistemine göre
b) Halk bazında
c) Dile göre
d) İnanış sistemine göre
e) Coğrafi sınırlara göre
5) “Kral Yolu” ile ilgili olarak ilk bilgi veren müellif aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mansel
b) Heredothos
c) Ramsay
d) E. Lyle
e) Ksenophon
6) ”Royal Road” isimli eser kime aittir?
a) Ramsay
b) Mansel
c) E. Lyle
d) Heredothos
e) Hekataios
7) “Kyros Anabasis” isimli eser aşağıda verilenlerden hangisine aittir?
a) Dareios
b) Hekataios
c) Mansel
d) Ksenophon
e) Heredotos
180
8) Pers İmparatorluğu’nda eyaletleri yönetenlere verilen ad hangisidir?
a) Kral
b) Vekil
c) Satrap
d) İmparator
e) Asker
9) Pers İmparatorluğu sınırları içinde halk kaç gruba ayrılmıştır?
a) 5
b) 2
c) 4
d) 6
e) 3
10) Pers İmparatorluğu’nda kendilierini tüm kavimlerin efendisi olarak gören ve idare
organizasyonunu elinde tutan halk sınıfı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Egemen olan halk
b) Sınır halkı
c) Fethedilen ülke halkı
d) Tüm ülke halkı
e) Soylu halk
Cevaplar
1) d, 2) a, 3) e, 4) a, 5) b, 6) c, 7) d, 8) c, 9) e 10) a
181
10. İSKENDER İMPARATORLUĞU
182
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
10.1. İskender İmparatorluğu
183
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) İskender’in babası aşağıdakilerden hangisidir?
a) Philippos
b) Alexandros
c) Korinthos
d) Diodoros
e) Pellados
2) Yunanlıların galip çıktıkları “Pers savaşları” hangi yıllarda olmuştur?
a) M.Ö. 599-567
b) M.Ö. 499-467
c) M.Ö. 479-439
d) M.Ö. 590-579
e) M.Ö. 490-479
3) Aşağıdakilerden hangisi İskender’den bahseden eserler arasında değildir?
a) Aelianus
b) Plutarkhos
c) Curtis Rufus
d) Efesli Hekatos
e) Sicilyalı Diodoros
Cevaplar
1) a, 2) e, 3) d
184
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Kazanımın nasıl elde edileceği veya
geliştirileceği
İskender
ve İskender ve imparatorluğunun Droysen tarafından hazırlanan “Büyük
imparatorluğu
İskender
Tarihi”
isimli
kitabı
özelliklerini öğrenmek
incelemek
İskender’in kurduğu İskender tarafından kurulan İlgili web sayfalarından “Alexandreia”
şehirler
isimli şehirleri incelemek
şehirleri öğrenmek
Konu
Kazanım
185
Anahtar Kavramlar
Persler, Pers savaşları, Makedonya, II. Philippos, Olympias, Kleopatra, Alexandros,
İskender, Korinthos Birliği, Sicilyalı Diodoros, Curtis Rufus, Plutarkhos, Aelianus, Arrianos,
Kallisthenes, Pella, Byzantion, Daskyleion, Granikos savaşı, Hellespontus, Çanakkale Boğazı,
Eski Yunanca, Athika lehçesi, Halys, Kilikia kapıları, Gülek boğazı, Issos savaşı, Gaugamela
savaşı, Babylon, Babil, Actium savaşı, Alexandreia, Hellenistik dönem
186
10. Giriş
Batı Anadolu’da hüküm süren Lydia Krallığı’na M.Ö. 547-546’da son veren Persler,
yaklaşık iki yüzyıl boyunca Anadolu’nun büyük bir kısmını egemenlikleri altında tutmuşlardı.
Anadolu, İran, Irak, Mısır ile kontrolü daha gevşek olsa da Afganistan ve Pakistan toprakları
da Pers nüfuzu altındaydı. Persler bir ara Yunanistan’ı da istila etmişler ve tarihe “Pers
Savaşları (M.Ö. 490-479)” olarak geçen savaşlarda Yunanlılara yenilerek geri çekilmek
zorunda kalmışlardı. M.Ö. 386’daki Kral Barışı şartlarına göre, Anadolu’daki Hellen kentleri
Pers kralının buyruğu altında kalmaya devam ediyordu. M.Ö. 4. yüzyılın ilk yarısında,
satrapların Pers büyük kralına karşı ayaklanmaları, merkezi otoriteyi sarsmıştı. Yunanlılar
Pers savaşlarında yaklaşık yüz elli yıl sonra, dönemin güçlü kişilerinden Makedonya kralı II.
Philippos’un önderliğinde, Perslerin ülkelerinde yaptıkları zararın hesabını sorma fırsatı
yakalamışlardı ki bir süre sonra, Philippos’un öldürüldüğü haberini aldılar. Makedonya sarayı,
kral Philippos ile kraliçe Olympias’ın kızları Kleopatra’nın düğün töreninin hazırlıklarıyla
meşguldü. Philippos, düğün töreninin bir parçası olan atletizm yarışmalarını izlemek için
başkent Pella’daki stadiona girmek üzereyken, genç bir Makedonya soylusu tarafından -hala
aydınlanamayan bir nedenden ötürü- öldürülmüştü.
Philippos’un oğlu Alexandros (İskender) hakkında çeşitli yazıtlar ve yazarların verdiği
bilgiler bugüne kadar ulaşmıştır. Yazıtlar arasında, İskender’in babası zamanında, MÖ.
337’de Korinthos Birliği’ne katılan kentlere ve halklara dayatılan koşulları hatırlatan yazıt ile
İskender’in Khios halkına mesajını içeren yazıt (MÖ. 332) kayda değerdir. İskender’i anlatan
yazarlar ise; Sicilyalı Diodoros (MÖ. 1. yüzyıl), Curtis Rufus (MS. 1. yüzyıl), Plutarkhos
(MS. 1-2. yüzyıl), Aelianus (MS. 1-2. yüzyıl), Arrianos (MS. 2. yüzyıl) ile bunların hepsinin
faydalandıkları kaynak, MÖ. 4. yüzyılda yaşamış ve İskender’in seferine de katılmış olan
Kallisthenes idi.
10. İskender İmparatorluğu
Türkçe’de Büyük İskender, İngilizce’de Alexander the Great isimleri ile tanınan
İskender, çok sayıda edebi esere, çok sayıda filme konu olmuş ve çok sayıda bilimsel
araştırmaya konu olmuş önemli bir şahsiyettir. İskender’in, 12 yıl 8 ay kadar kısa bir sürede
Hindistan’dan Mısır’a kadar uzanan topraklarda savaşarak, günümüz siyasi coğrafyasında 18
devleti bütünüyle veya kısmen hâkimiyeti altına alması (Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan,
Makedonya, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Ürdün, Mısır, Irak, İran, Afganistan, Pakistan,
Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan) büyük bir başarı sayılmalıdır. Bu kadar
kısa süre içinde dönemin Ön Asya dünyasının en güçlü siyasi yapılanması olan Pers
İmparatorluğu’nu dahi tamamen ortadan kaldırması da ayrıca belirtilmelidir.
İskender (M.Ö. 356-323), Makedonya kralı II. Philippos’un oğlu olarak Pella şehrinde
doğdu. İyi bir eğitim hayatı oldu ve 13-16 yaşlarında Aristo'dan aldığı derslerin etkisiyle
felsefe, tıp ve bilime ilgi duydu. II. Philippos’un öldürülmesinin (M.Ö. 336) ardından
komutanlarca kral ilan edildi. Kral olduktan sonra doğudaki güçlü komşu, Pers
İmparatorluğu'nu yıkarak Persepolis’i ele geçirdi. Böylece, uzun ve zor mücadeleler sonucu,
Makedonya'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuş, Eski Yunan
187
uygarlığının Doğu'ya yayılmasında etkili olmuş ve efsanevi bir kahramana dönüşmüştür.
Babası II. Philippos'un Byzantion'a saldırdığı M.Ö. 340'ta Makedonya'yı yönetti ve bir Trak
kabilesini yendi. M.Ö. 338’de II. Philippos'un Yunanlılara karşı kazandığı Kaironeya
çarpışmasında ordunun sol kanadına komuta etti. Babasının sağlığında Asya seferini
gerçekleştirmek üzere oluşturulan, Korinthos'taki Hellen Birliği Sinhedrion'da (meclis) bu
birliğin hegemonu ve başkomutanı seçildi. Delphoi üzerinden Makedonya'ya dönerken M.Ö.
335 ilkbaharında Trakya'ya girdi.
Şekil 10.1: İskender İmparatorluğu.
Kaynak: https://www.google.com.tr/search?q=
İskender 20 yaşında bir delikanlı olduğu sıralarda babası Philippos öldürüldü (M.Ö.
336). Askerler arasında çok sevilen genç prens İskender Makedonya ordu meclisi tarafından
hemen kral ilan edildi ve III. Alexandros olarak tahta geçti. İskender, babası zamanında
başlatılmış olan Yunanistan egemenliğini tamamladıktan sonra, Anadolu’daki Pers
boyunduruğunda bulunan kentleri kurtarmak ve Pers Devleti’ni tamamen yok etmek için
M.Ö. 334-325 yılları arasında Persler’e karşı büyük bir mücadeleye girişmiştir.
İskender’in M.Ö. 334’te başladığı Asya seferi insanlığın o güne kadar gördüğü en
büyük askeri projeydi. İskender hem daha önce Anadolu’yu işgal eden Persler’den intikam
almayı düşünüyor hem de tanrı tarafından kendisine bütün insanlığı kaynaştırmak gibi bir
ilahi görev verildiğine inandığından bunu gerçekleştirmek istiyordu. Önce Anadolu’yu sonra
Suriye, Mısır ve Mezopotamya’yı alan İskender daha sonra İran toprakları üzerinden
Semerkant ve Taşkent’e ulaştı. Oradan güneye Kaşmir’e doğru devam ederek Ganj nehrini
geçti. Karaçi üzerinden M.Ö. 324 yılında Sus’a döndü ve Asya imparatoru olarak hüküm
sürmeye başladı. Bu uzun mücadelede İskender, geçtiği rotayı Pers satraplık merkezlerine
ulaşan yol ve geçit alanlarını kullanarak çizmiş, Persler’in egemenliğinde bulunan toprakları
ele geçirerek, tüm ülkeleri idaresi altında toplamıştır. Kurduğu büyük imparatorluğun
yönetiminde Pers sisteminden faydalanmış ve onların kurmuş olduğu satraplık idaresini
benimsemiştir. Çünkü böyle geniş bir alana yayılmış olan imparatorluğu tek bir noktadan
188
merkezi yönetimle idare etmede güçlükler çıkabilirdi. Oysa yerel yönetim türü satraplıklar ile
bu sorunu çözüme kavuşturmak daha kolaydı.
Büyük Asya seferine çıkmadan önce, Yunanistan’daki meseleleri babasının
subaylarından Antipatros’a bırakan İskender M.Ö. 334 yılı baharında 30.000 piyade ve
5.000’den fazla süvari ile Hellespontus’a (Çanakkale Boğazı) yönelmiştir. İskender buradan
doğuya doğru ilerlemeye devam ederek ilk olarak Granikos (Biga Çayı) Irmağı kıyısında Pers
ordusunu mağlup etmiştir (M.Ö. 334). Granikos zaferinin hemen ardından İskender
Hellespontus Phyrgia’sı satraplığının başkenti olan Daskyleion’u ele geçirmiştir. Buradan
güneye inerek Sardeis’e doğru yürüyüşe geçen İskender, kente yaklaştığında kentin ileri
gelenleri teslim olduklarını bildirmişlerdir. Böylece Lydia satraplığının başkenti olan Sardeis,
herhangi bir savaş yapılmadan Makedonların egemenliğine girmiştir. İskender burada askeri
ve mali yetkileri Yunanlar ve Makedonyalılar’ın kontrolüne verdikten sonra İonia’ya doğru
yönelmiş ve kısa zaman sonra Ephesos’a varmıştır. Bu sırada Magnesia ve Tralleis’ten elçiler
gelerek kentlerini İskender’e teslim ettiklerini bildirmişlerdir. İskender ertesi gün Miletos’a
doğru yola çıkarak burada bulunan Pers donanmasını etkisiz hale getirmiş ve kısa zamanda
kenti ele geçirmiştir. Bu sırada büyük bir Pers ordusunun Halikarnasos’ta olduğunu haber
alarak Karia’ya gitmiştir. Yol üzerinde bulunan Miletos ile Halikarnasos arasındaki kentleri
tek tek ele geçirmiştir. Halikarnasos ise, uzun bir süre direniş göstermiş, fakat burada bulunan
Persli subay Memnon’un kaçmasından sonra teslim olmuştur. İskender Halikarnasos’tan
sonra güneye doğru dönerek Lykia’ya yönelmiştir. Lykia’ya girdiğinde önce Telmesssos
teslim olmuştur. Sonra Pınara, Ksanthos ve Patara ile 30 ufak yerleşmeyi ele geçirmiştir.
Oradan Milyas’a gelmiş, sonra Phaselis’e gelerek buradaki kalenin (Mnara Kalesi) fethini
sağlamıştır. Phaseles’ten ayrılan İskender, ordusunun bir kısmını dağ geçitlerinden
Pamphylia’nın Perge (Aksu) kentine gönderirken, kendisi de kıyıyı takip ederek Perge’ye
gelmiştir. Perge’den ayrıldıktan sonra kendisini yolda karşılayan Aspendos (Belkıs) elçileri
ona bağlılıklarını bildirmişlerdir. İskender oradan Side’ye geçmiş, burada bir miktar asker
bırakarak Silyon’a (Yanköy Hisarı) hareket etmiştir. Bu sırada Aspendoslular’ın verdikleri
sözde durmadıkları, vermeleri gereken vergiyi ödemediklerinin haberini alınca, Aspendos’a
dönmüştür. Aspendoslular’ın bütün şartları kabul etmeleri üzerine buradan Phrygia’ya doğru
yola çıkmıştır. Pisidia topraklarından geçerken yol üzerinde önemli bir kent olan ve dağlık
alanda bulunan Termessos’un (Güllük Dağı) fethinin çok zaman alacağını düşünerek buraya
girmeden doğrudan Sagalassos’a (Ağlasun) doğru ilerlemiştir. Kent tüm gücüyle karşı
koymasına rağmen başarılı olamamış ve teslim olmuştur. Buradan Askania Gölü (Burdur
Gölü) kıyısını izleyerek Phrygia’ya giren İskender birkaç günlük yürüyüşten sonra Kelania’ya
(Dinar) varmıştır. Bu kent herhangi bir direniş göstermeden teslim olmuştur. İskender on gün
kadar burada dinlendikten sonra, yola çıkarak eski Phrygia’nın başkenti olan Gordion’a
(Yassıhöyük) geçmiştir. Gordion’da krallık döneminden kalan, Gordios ve oğlu Midas’ın
sarayının bulunduğu Akropolise giren İskender, Gordios’un arabasını ve arabanın
boyunduruğundaki ünlü kördüğümü görmek için sabırsızlanıyordu. Nitekim elleriyle
çözemediği düğümü bir kılıç darbesiyle keserek çözmüştür.
Gordion’dan yola çıkan İskender Galatia’nın en önemli şehri Ankyra’ya gelmiştir.
Ankyra’da onu Paphlagonialılar’dan oluşan bir heyet karşılayarak, İskender’in egemenliğini
189
tanıyacaklarını fakat onun ordusuyla topraklarına girmemelerini istemişlerdir. İskender,
onlara Phygia Satrabı Kalas’a itaat etmelerini söyleyerek, Kappadokia’ya doğru yola
çıkmıştır. Böylece Halys Irmağına (Kızılırmak) kadar Anadolu’nun önemli bir bölümü
İskender’in egemenliğine girmiştir. İskender, Sabiktas’ı Kappadokia Satrabı olarak atadıktan
sonra Kilikia geçitlerine dayanmıştır. Ancak Kilikia Kapıları (Gülek Boğazı) olarak bilinen
geçidin Persler tarafından tutulmuş olduğu haberini almıştır. Bunun üzerine gece boyunca
sessiz bir şekilde boğaza doğru ilerlemeye çalışmış ve onu gören Persli nöbetçiler nöbet
yerlerini terk ederek kaçmaya başlamışlardır. Böylece İskender, şafak vaktinde herhangi bir
direnişle karşılaşmadan boğazdan geçerek Kilikia’yı işgal etmiştir. Burada Pers Satrabı
Arsames’in Tarsus’u yağmalayacağı haberini alan İskender hızlı bir şekilde Tarsus’a
yürümüştür. Tarsus’u cesur bir hamle ile fethettikten sonra yorgun düşmüş ve hastalanmıştır.
Bir süre sonra sağlığına kavuşan İskender buradan ayrılarak Asur kralı Sardanapalos
(Sanherib) tarafından kurulmuş olan Ankhialos (Mersin civarında) kentine gelmiştir.
Daha sonra Ankhialos’tan ayrılan İskender, Soloi’a (Mezitli, Viranşehir) şehrine
varmıştır. Bu kent hala Persler’e sempati duyduğu için bunlara büyük para cezası kestikten
sonra oradan, pusu kurmuş olan Kilikialılar’ın üzerine yürümüştür. Bunları püskürtüp bir
kısmını da esir aldıktan hemen sonra Soloi’a dönmüştür. Sonra Mallos’a (Kızıltahta
yakınlarında) uğramış, buranın fethini gerçekleştirince, Issos’a (Payas Ovası’ndaki Yeşil
Höyük eski adıyla Kinet Höyük) yönelmiştir. Bu sıralarda Issos Persli Dareios’un egemenliği
altında idi ve Pers kralı İskender’i takip etmekteydi. Bu yüzden İskender önce Myriandros
yakınında kamp kurmuş sonraki gün ise Issos’a doğru yola çıkmıştır. Bir takım
manevralardan sonra ordusunu savaş düzenine sokarak şiddetli bir savaşın (M.Ö. 333)
ardından üstünlüğü ele geçiren İskender’in karşısında tutunamayan Darieios, ailesini ve savaş
teçhizatını savaş meydanında bırakarak kaçmıştır. Bunun üzerine İskender Dareios’un
çadırında bulunan annesi, karısı ve üç çocuğu ile Pers asilzadelerinin bir kaçının karısını esir
almıştır. Bu zafer sonunda, muazzam Pers ordusunun küçük Makedonya ordusu tarafından
yenilgiye uğratılması görülmemiş bir şeydi ve etkisi çok büyük olmuştur. Fakat İskender her
ihtimale karşı temkinli davranmayı tercih ederek imparatorluğun iç kısımlarına girmemiştir.
Zira harp planı gereğince, Pers donanmasını üssüz bırakması gerekiyordu ve bunun için de
kıyıların fethedilmesi şarttı.
Diğer taraftan Issos zaferinden sonra İskender kendi adına Alexandreia (bugün
Esentepe/İskenderun) şehrini kurmuştur. Bu arada Dareios’un barış teklifini geri çeviren
İskender, çok geçmeden Suriye’ye (Syria) girerek Persler’in en önemli donanma üslerinden
Fenike’ye (Phoinikia) girmiştir. Sidon karşı koymadan alınmış, Tyros (Sur) ise uzun zaman
devam eden büyük kuşatma ve mücadeleden sonra M.Ö. 332 yılında ele geçirilmiştir. Bunun
devamında Filistin’de İskender’in kontrolü altına girmiştir. İskender M.Ö. 332 yılının
sonbaharında Mısır’a yönelmiştir. Burada öncelikle Fenikelilere ait güçlü Doğu Akdeniz
limanlarını fethetmiş, ardından başkent Memphis’teki Pers satrabı Mazakes karşı koymadan
teslim olmuş, böylece Mısır ele geçirilmiştir. İskender kısa zaman sonra Nil Delta’sında kendi
adını taşıyan bir liman kenti (Alexandreia-İskenderiye) kurmuştur. Mısır’da geleneksel olarak
devam eden şekilde, idareyi yerli bir aileye vermiştir.
190
Bundan sonra Pers kralına son darbeyi vurmanın zamanının geldiğini düşünen
İskender Dareios’un bulunduğu Arbela (Erbil) yöresindeki Gaugamela mevkiine gelmiştir. Bu
arada Dareios kendi mahiyetindeki tüm Asya milletlerinden toplamış olduğu yaya ve süvari
askerlerden oluşan ordusuyla olası bir mücadele için hazırlık yapmış ve İskender’i beklemeye
başlamıştır. İskender, burada M.Ö. 331 yılında yapılan Gaugamela savaşını da kazanarak
Persler’e büyük bir darbe daha indirmiştir. III. Dareios burada da beraberinde çok az askeri ve
akrabalarıyla kaçmayı başarmış (Armania Dağları’na doğru kaçmış) ve bunun üzerine
İskender Asya’nın gerçek kralı ilan edilmiştir. Daha sonra İran’a girerek Persler’in başkentleri
olan Babylon, Susa, Persepolis, Pasargad ve Ekbatan’ı (Hamedan) ele geçirmiş,
imparatorluğun hazinelerine el koymuştur. İskender daha sonra Baktria’yı da ele geçirerek,
Bessos’un kulak ve burnunu kestikten sonra Persepolis’te yargılayarak öldürmüştür. İskender
M.Ö. 330-329 yılları arasında herhangi bir direnişle karşılaşmadan Hindikuş Dağları’na kadar
ilerlemiştir. Ancak bugün Afganistan’ın kuzeyi, Özbekistan’ın güneyi ve Tacikistan’ı
kapsayan ayrıca Baktria ve Türkistan’ı kapsayan Sogdiana’ya savaşarak boyun eğdirmiştir.
Bu arada Sogdianalı prenses Roksana ile evlenmiştir. M.Ö. 327-325 yılları arasındaki dönem
İskender’in Hindistan’a sefer yaptığı yıllardır. Böylece imparatorluğun sınırlarını İndus (Sind)
vadisine kadar genişletmiştir. Burada önemli mücadeleler veren İskender ordusunun yorgun
düşmesi üzerine tekrar İran’a dönmüştür. Ne var ki çok geçmeden İskender ateşli bir hastalığa
yakalanmış, M.Ö. 13 Haziran 323 yılında henüz 33 yaşındayken Babylon (Babil)’da ölmüştür.
Zehirlendiği dedikodusu yayılmış olsa da muhtemelen sıtmadan ölmüştür. Cesedi büyük bir
törenle Mısır’a İskenderiye şehrine getirilerek buraya gömülmüştür. Tarihin en hızlı büyüyen
imparatorluğunu kuran İskender’in doğu seferine çıktığı M.Ö. 334 yılı ile son Hellenistik
Krallık olan Mısır’daki Ptolemaioslar’ın Actium Savaşı’nda M.Ö. 31 yılında Roma’ya
yenilmelerinden kısa bir süre sonra Kraliçe VII. Kleopatra’nın intiharıyla tarih sahnesinden
silindikleri M.Ö. 30 yılı arasındaki yaklaşık 300 yıllık dönem tarihçiler tarafından “Hellenistik
dönem” olarak adlandırılmaktadır.
Şekil 10.2: Lahit.
Alınlıklarında genellikle medusa başı ve rozas (gül bezek, yıldız bezek) tasvirleri
yer alan Girlandlı lahitlerden biri. Bu tür lahitler Anadolu kaynaklı olup buradan
diğer bölgelere yayılmıştır.
191
İskender, kurduğu imparatorluğun yönetiminde Pers sisteminden de yararlanmış,
satraplık idaresini benimsemişti. Çünkü, bu denli geniş bir bölgede devletin tek merkezden
yönetiminde güçlüklerin olacağı kesindi. Oysa bir tür yerel yönetim örgütü olan satraplıklar
ile bu işi yürütmek daha kolaydı. Askeri ve sivil yönetimi birbirinden ayıran İskender, tek bir
maliye örgütü kurmuştu. Devletin resmi dilinin Eski Yunanca (Athika lehçesi) olması
kararlaştırılmıştı. Pers seferi sırasında İskender’in yaptığı en büyük işlerden biri de yeni
kentler kurmasıdır. İskender, ticaret ve ulaşıma da önem vermiş, Perslerin yol şebekesini daha
da geliştirmiştir.
İskender, beraberinde götürdüğü bilim adamlarına, fethettiği ülkelerdeki hayvanlar
ve bitkiler üzerinde gözlemlerde bulunma ve coğrafi araştırmalar yapma olanağı sağlayarak,
bilimsel çalışmaları da desteklemiş ve bu anlamda da önemli hizmetler yapmıştır. İskender,
ayrıca bir kültür birliğinin oluşumunu sağlamak için Makedonyalılar ile Perslerin evlilik
yapmalarını istiyordu. Nitekim, Arrianis’ten öğrendiğimize göre 10.000 Makedonyalı asker,
Anadolu ve İran’daki yerli kadınlarla evlenmişti. İskender’in kendisi de Susa’da yapılan bir
törenle, iki Pers prensesi eş olarak almıştır.
İskender, yine doğu-batı sentezini gerçekleştirmek ve hatta hızlandırmak için, ele
geçirdiği topraklarda sistemli bir şehir inşa etme programı da uygulamıştır. Muhtemelen
imparatorluk topraklarında “aynı isimli ve aynı görünümlü” şehirler inşa etmenin, kendi
amacına ulaşmakta ne kadar önemli olduğunu kavramıştı. Bu yüzden, çok sayıda kendi ismi
olan “Alexandreia” adını verdiği şehirler kurdu. Elbette bu şehirlerin hiç yoktan, sıfırdan
kurulduğunu değil, daha önce var olan bir şehrin yeniden inşaası ile köklü bir imar faaliyetleri
devresi geçirdiğini kabul etmek daha doğru görünmektedir. İskender’in çıktığı Asya sefer
güzergahı da dikkate alınarak kurduğu Alexandreia/İskenderiye şehirlerine bakılırsa şu
şekilde sıralanabilir: Alexandreia Troas (Biga yarımadasında), İskenderun (Hatay’da),
İskenderiye (Mısır’da), Basra (Irak’ta), Gulaşkirt (İran’da), biri Haydarabad iki tane
(Pakistan’da), 9 tanesi de Afganistan ve çevre ülkelerde olmak üzere toplam 16 tane İskender
şehri.
192
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci web ortamından Büyük İskender/Alexander the Great sayfalarını
incelemelidir
193
Uygulama Soruları
1) 1-İskender’in başlattığı doğu-batı sentezi uygarlığın adı nedir?
2) 2-Persler, İskender’in karşısına hangi merkezlerde çıkmışlardır?
Cevaplar
1) Hellenizm, 2) Granikos, İssos ve Gaugamela
194
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Türkçe’de Büyük İskender, İngilizce’de Alexander the Great isimleri ile tanınan
İskender, çok sayıda edebi esere, çok sayıda filme konu olmuş ve çok sayıda bilimsel
araştırmaya konu olmuş önemli bir şahsiyettir. İskender’in, yaklaşık 13 yıl gibi kısa bir sürede
Hindistan’dan Mısır’a kadar uzanan topraklarda savaşarak, günümüz siyasi coğrafyasında 18
devleti bütünüyle veya kısmen hakimiyeti altına alması çok büyük bir başarıdır. Bu kadar kısa
süre içinde dönemin Ön Asya dünyasının en güçlü siyasi yapılanması olan Pers
İmparatorluğu’nu dahi tamamen ortadan kaldırması da ayrıca belirtilmelidir.
İskender (M.Ö. 356-323), Makedonya kralı II. Philippos’un oğlu olarak Pella şehrinde
doğdu. İyi bir eğitim hayatı oldu ve 13-16 yaşlarında Aristo'dan aldığı derslerin etkisiyle
felsefe, tıp ve bilime ilgi duydu. II. Philippos’un öldürülmesinin (M.Ö. 336) ardından
komutanlarca kral ilan edildi. Kral olduktan sonra doğudaki güçlü komşu, Pers
İmparatorluğu'nu yıkarak Persepolis’i ele geçirdi. Böylece, uzun ve zor mücadeleler sonucu,
Makedonya'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuş, Eski Yunan
uygarlığının Doğu'ya yayılmasında etkili olmuş ve efsanevi bir kahramana dönüşmüştür.
İskender’in M.Ö. 334’te başladığı Asya seferi insanlığın o güne kadar gördüğü en
büyük askeri projeydi. İskender hem daha önce Anadolu’yu işgal eden Persler’den intikam
almayı düşünüyor hem de tanrı tarafından kendisine bütün insanlığı kaynaştırmak gibi bir
ilahi görev verildiğine inandığından bunu gerçekleştirmek istiyordu. Çıktığı seferde üç yerde
karşısına çıkma cesareti gösteren Persler, Granikos, İssos ve Gaugamela’da aldıkları darbeler
sonucu tarih sahnesinden silinmişlerdir. Önce Anadolu’yu sonra Suriye, Mısır ve
Mezopotamya’yı alan İskender daha sonra İran toprakları üzerinden Semerkant ve Taşkent’e
ulaştı. Oradan güneye Kaşmir’e doğru devam ederek Ganj nehrini geçti. Karaçi üzerinden
M.Ö. 324 yılında Sus’a döndü ve Asya imparatoru olarak hüküm sürmeye başladı. Bu uzun
mücadelede İskender, geçtiği rotayı Pers satraplık merkezlerine ulaşan yol ve geçit alanlarını
kullanarak çizmiş, Persler’in egemenliğinde bulunan toprakları ele geçirerek, tüm ülkeleri
idaresi altında toplamıştır.
Bu toprakların bir yönetim altında idare edilmesi, daha önceki dönemlerden beri var
olan doğu-batı etkileşimini hızlandırmış, İskender ve sonrakilerin izlediği bazı politikalarla
kültürel alış-veriş güçlendirilmiştir. Böylece adına “Hellenizm” denilen ve sonraki zaman
diliminde uzun süre etkili olan doğu-batı sentezi bir uygarlık ortaya çıkmıştır.
195
Bölüm Soruları
1) İskender, Granikos zaferini hangi tarihte kazanmıştır?
a) M.Ö 383
b) M.Ö 334
c) M.Ö 350
d) M.Ö 345
e) M.Ö 330
2) İskender İmparatorluğu’nun resmi dili aşağıdakilerden hangisidir?
3)
4)
5)
6)
7)
8)
a) Asurca
b) Hititçe
c) Athika Lehçesi
d) Luwi Dili
e) Latince
İskender’in kurduğu şehirlere genellikle verdiği isim aşağıdakilerden hangisidir?
a) Alexandreia
b) Arrianis
c) Athika
d) Hellenia
e) Parsua
Doğu-Batı sentezi sonucunda çıkan uygarlığa verilen ad aşağıdakilerden hangisidir?
a) İskenderia
b) Parsua
c) Hellenizm
d) Alexandreia
e) Antik Yunan
İskender’in ölümü aşağıdaki hangi şehirde olmuştur?
a) Assos
b) Truva
c) İpsos
d) Babylon
e) Susa
Persler, İskender karşısına çıkarak kaç yerde savaşmışlardır?
a) 2
b) 5
c) 4
d) 1
e) 3
İskender’in kendi adına kurduğu şehirlerden en batıda olanı hangisidir?
a) Alexandreia Biga
b) Alexandreia Troas
c) İskenderun
d) İskenderiye
e) Merv
Aşağıda İskender’in yönetim anlayışı ile ilgili verilenlerden hangisi yanlıştır?
a) Pers satraplık sisteminden yararlanmıştır
b) Tek bir maliye örgütü kurmuştur
c) Ticaret ve ulaşıma önem vermiştir
d) Askeri ve sivil yönetimi birbirinden ayırmamıştır
196
e) Yeni kentler kurmuştur
9) İskender fethettiği topraklarda kendi adına kaç tane şehir kurmuştur?
a) 6
b) 10
c) 33
d) 16
e) 20
10) İskender’in Persleri yendiği savaşların sıralaması aşağıdakilerden hangisinde
doğrudur?
a) Granikos-İssos-Gaugamela
b) Granikos-Gaugamela-İssos
c) İssos-Granikos-Gaugamela
d) Gaugamela-İssos-Granikos
e) Gaugamela-Granikos-İssos
Cevaplar
1) b, 2) c, 3) a, 4) c, 5) d, 6) e, 7) b, 8) d, 9) d, 10) a
197
11. HELLENİSTİK DÖNEM UYGARLIĞI
198
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
11.1. Hellenistik Dönem Uygarlığı
199
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1-Büyük İskender’in Persepolis’i ele geçirmesiyle başlayan döneme ne ad verilir?
A-) Pers İmparatorluğu
B-)Hellenistik Dönem
C-)Antigonos Krallığı
D-)Pergamon Krallığı
E-)Doğu Roma İmparatorluğu
2-Hellenistik Dönemin en önemli kütüphanesi olan İskenderiye kütüphanesi nerededir?
A-)Mısır
B-)Bergama
C-)Parsua
D-)Kappodokia
E-)Galatia
3-Mozaikleriyle ünlü Zeugma antik şehri bugün nerededir?
A-)Kayseri’de
B-)Hatay’da
C-)Gaziantep’te
D-)Kilis’te
E-)Halep’te
Cevaplar:
1-) B ; 2-) A ; 3-) C
200
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Kazanımın nasıl elde edileceği
veya geliştirileceği
Hellenistik dönem
Hellenistik dönemi öğrenmek
İlgili web sayfalarından Hellenistik
dönemi incelemek
Hellenizm ve etkileri
Hellenizm ve sonraki döneme M. E. Bosch tarafından hazırlanan
“Helenizm Tarihinin Anahatları”
etkilerini öğrenmek
isimli kitabı incelemek
201
Anahtar Kavramlar
Hellenistik dönem, İskender, Persler, Persepolis, Kleopatra, Grek, Önasya, polis, Makedonya,
Diadokhlar, Yunanistan, Antigonoslar, Makedonlar, Anadolu, İran, Selevkoslar, Mısır,
Ptolemaioslar, Armania, Kappadokia, Pontus, Galatia, Pergamon, Bergama, Bithynia, Seleukos,
Galatia, Kommagene, Galatlar, Keltler, Halys, Sangarios, Kappadoks, Kolkhis, Kaikos,
Eukseinos, Karadeniz, Nikomedia, İzmit, Prusias,
202
11. Giriş
Bilindiği üzere, Hellenistik dönem, Büyük İskender’in M.Ö. 330’da Perslerin başkenti
Persepolis’i ele geçirmesi ile başlar ve M.Ö. 30’da Kleopatra’nın intiharıyla sona erer.
Hellenizm kavramı, ana hatlarıyla iki kültür öğesinin, Grek ve Önasya kültürlerinin karışıp
kaynaşmasıyla oluşmuştur. Hellenistik dönemde eğitim ve öğretim asıl önemli olan temel
unsurdur. Bütün insanlar hukuk bakımından eşittir. Sadece aydın olan ve aydın olmayan farkı
vardır. Oysa, Arkaik ve Klasik devirlerde, Grekçeyi bilmeyen her birey “barbar” olarak
nitelendirilmiştir. Yine Arkaik ve Klasik devirlerden farklı olarak Hellenistik devirde kadınerkek eşitliği görülmektedir. Hellenistik devir devletleri ulusal nitelikten sıyrılmış bir
görüntüsüyle, geniş arazili devletler olarak karşımıza çıkar. Bu devletler milliyet duygusu
taşımazlar ve mesleklerinde uzmanlaşmış memur kadroları tarafından yönetilmişlerdir. Klasik
devir için ise ideal devlet “Şehir Devleti”dir ve bu devletin işlerini halk, bağımsız bir şekilde
yürütmüştür. Klasik devirde her devletin kendine özgü bir baş tanrısı ve buna uygun olarak
ibadet ve uygulama şekli vardı. Hellenistik devirde, her ulusun sahip olduğu din başkalarınca
tartışmasız olarak kabul edilmiş, özellikle Önasya’nın büyük tanrıları Hellenistik devir içinde
saygı görmüş, gelişmiş ve uluslararası düzeye ulaşmışlardır.
Yukarıda belirtildiği haliyle Helenistik Dönem, Antik Grek uygarlığı ile Yakın
Doğu'nun, bir kaynaşmasını ve bu toplumları barbar olarak gören eski Grek tutumundan kesin
bir uzaklaşmayı temsil etmekle beraber, gerçek anlamda karma bir Grek-Asya kültürünün
yaygınlaştığını ileri sürmek biraz güçtür. Varlıklı sınıflar ve siyasi gücü elinde bulunduran
zümreler, yeni karşılaştıkları kültürel öğeleri ya da tutumları, kendileri açısından yararlı ya da
ilginç buldukları ölçüde benimseme eğilimide olsalar da, nüfusun büyük çoğunluğu eskiden
olduğu gibi ve eski haliyle yaşamaya devam etmişlerdir.
Klasik Hellen şehirleri olan “polis”lerin bütün Ortadoğu’ya yayılması, Hellenistik
dönemin önemli özelliklerinden birisi olarak kabul edilmelidir. Bu kültürü doğuya yaymak
için İskender ve Hellenistik krallar oldukça yoğun bir şehir inşa programı yürütmüş olup
sadece Seleukos kendisi, babası, annesi ve karısı adına 16 Antiokh, 9 Seleukeia, 6 Laodikeia,
3 Apamea ve 1 Stratonikea kurmuştur.
İskender’in büyük seferi ile başlayan bu dönem, Hellen uygarlığının fethedilen
bölgelere yayılması nedeniyle, oldukça önemli kültürel sonuçlar doğurmuştur. Ana hatlarıyla
merkezi bölgesi Anadolu olan geniş bir sahada, doğulu ve batılı kültürlerin karşılaşıp
kaynaşmasıyla yeni bir sentez ortaya çıkmıştır. Binlerce yıllık İlkçağ tarihin bu devresine
Hellenistik Dönem denilmesinin sebebi de, bahsedilen sentezin güçlü ve uzun süren etkisiyle
alakalıdır.
11. Hellenistik Dönem Uygarlığı
Makedonya kralı Büyük İskender M.Ö. 334 yılında Çanakkale boğazını aşarak
Anadolu’ya geçmiş; yaptığı fetihlerle Avrupa’dan doğuda Hindistan, güneyde Mısır’a uzanan
büyük bir imparatorluk kurmuştur. M.Ö. 4. yüzyıl sonlarında, Makedonyalı Büyük İskender,
Pers egemenliğine son vermiş ve yukarıda da belirtildiği gibi, M.Ö. 330-30 yılları arasında
203
üçyüz yıl süren ve adına “Hellenistik Dönem” denilen süreci başlatmıştır. İskender’in oniki
yıllık krallığında Makedonya’dan İndus Vadisi’ne kadar, kısa zamanda büyük bir
imparatorluk haline gelen ülkesi, O’nun ölümü ile çok daha kısa bir süre içinde generalleri
arasında paylaşılarak tarih sahnesinden silinmiştir.
M.Ö. 323 yılında Babil’de Büyük İskender’in varis bırakmadan ani ölümü, kurduğu
imparatorluğun kısa zamanda parçalanmasına sebep olmuştur. Diadokhlar (halefler) olarak
tarihe geçen bu dönemde, İskender’e yakın komutanlar, imparatorluğun başına geçebilmek ya
da belirli bölgelerde yönetimi ele geçirebilmek için M.Ö. 323-281 yılları arasında kanlı
mücadelelere girmişlerdir. Böylece kırk yılı aşkın bir süre boyunca iktidar ve topraklar sık sık
el değiştirdi. Bu çatışmalar sonucunda yeni bir monarşik yönetim biçimi ile bürokratik bir
devlet yapısının, ortak dil Yunanca’nın kültürel bakımdan birleştirdiği çok sayıda halkı
kapsayan yeni bir uygarlığın temelleri atılmıştır. Hellenistik dönemin başlıca üç egemenlik
odağı, Yunanistan’ın kuzeyindeki Antigonoslar/Makedonlar, Filistin ve Anadolu’dan İran’a
kadar egemen olan Selevkoslar ve merkezi Mısır’da bulunan Ptolemaioslardı. Uzun ve
karmaşık mücadeleler sonucunda kurulan Ptolemaioslar Krallığı M.Ö. 321-30; Selevkoslar
Krallığı M.Ö. 312-64 ve Antigonoslar Krallığı ise M.Ö. 276-168 yılları arasında hakimiyet
kurabilmişlerdir. Bu güçler arasında sürekli bir güç dengesi kurulmuştu. Zaman zaman
görülen savaşlar ve dış politika çatışmaları, özellikle Suriye sınırları, Küçük Asya ve Ege
üzerinde yoğunlaşmıştır.
Böylece M.Ö. 3. yüzyılın sonlarında Hellenizm Dünyası karışık bir manzaraya
bürünmüştü. Bahsedilen bu üç büyük devletin yanı sıra irili ufaklı birtakım devletler de ortaya
çıkmıştır. Bunlar, Orta Asya’da Baktria, Ön Asya’da Partia, Anadolu’da Armania,
Kappadokia, Pontus, Galatia, Bergama ve Bithinia, Karadeniz’in Kuzeyi’nde Boshporos,
Balkanlar’da Epeiros, Afrika’da Kirene ve Nübya krallıkları olarak belirtilebilir.
Bunlar içerisinde, öncelikle Anadolu topraklarında hakim olan Selevkoslar üzerinde
durulacak ve Selevkos’un ölümü ile (M.Ö. 280) bu krallığın toprakları üzerinde Anadolu’da
kurulan daha küçük Galatia, Pergamon, Bithynia, Pontus, Kappadokia ve Komegene gibi çok
sayıda bağımsız krallıklar hakkında kısa bilgiler verilecektir.
Selevkos İmparatorluğu: İskender İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra,
komutanlarından Seleukos tarafından kurulan ve MÖ. 321-64 arasında, ikiyüz yılı aşkın bir
süre boyunca hüküm sürmüş bir devlettir. Devletin kurucusu olan I. Seleukos MÖ. 312’de
Mezopotamya toprakları üzerinde kendi adını taşıyan devleti kurmuş ve MÖ. 305’te Büyük
İskender’in öteki komutanları gibi Seleukos da kendini kral ilan etmiştir. MÖ 301’de yapılan
İpsos Savaşı’ndan sonra Kuzey Suriye’yi topraklarına katarak, başkentini Seleukeia’dan
Antiokheia’ya (Antakya) taşımıştır. MÖ. 281’de Lysimakhos’u yenilgiye uğratarak onun
elinde bulunan Trakya ve Anadolu’yu ele geçirmiş ve böylece askerlerince Makedonya kralı
ilan edilmiştir.
MÖ. 188′de Apamei’da (bugün Dinar) yapılan barışa göre, Seleukoslar Torosların
kuzeyinde kalan topraklardan çekildiler. Böylece III. Antiokhos bir anda eski sınırlarına
kavuşturduğu devletini, Suriye’ye sıkışıp kalan bir kara devleti haline getirmiştir. Yerine
204
geçen oğlu IV. Seleukos (MÖ. 187-175) döneminde krallığın toprakları küçülmeyi
sürdürmüştür. V. Seleukos’un (125) kısa saltanatından sonra tahta çıkan VIII. Antiokhos (İÖ
125-96) döneminde Seleukos Krallığı, Roma’nın araya girmesiyle MÖ. 113’te Kuzey Suriye
sınır kabul edilerek IX. Antiokhos (MÖ. 113-95) ile VII. Antiokhos arasında paylaşılmıştır.
VI. Seleukos (MÖ. 96-95) ve X. Antiokhos (MÖ. 95-83) dönemleri yıkılışın hızlanarak
devam ettiği dönemlerdir.
MÖ. 64’te Roma generali Büyük Pompeius, son Seleukos Kralı II. Philippos’u (MÖ.
68-64) tahttan indirerek, 250 yıla yakın egemenlik kuran Seleukos Hanedanı’na son vermiştir.
Bu tarihten sonra Seleukos topraklan doğrudan Roma’ya bağlandı ve Romalı bir vali
tarafından yönetilmeye başlanmıştır.
Galatia Krallığı: Galatlar/Keltler, Avrupa’nın henüz I. Demir Devri’nde olduğu
dönemde (M.Ö. 900-500) Orta Avrupa’da geniş bir sahaya yayılmış halde yaşıyorlardı. M.Ö.
6. yüzyıldan itibaren ise Hellenler tarafından Güney Fransa’da, Marsilya’nın doğusunda ve
kuzeyinde barbar topluluklar olarak tanındılar. Söz konusu kavim Hellenler tarafından
“Keltler” olarak adlandırılmakla birlikte, M.Ö. 3. yüzyılda Avrupa üzerinden Anadolu’ya göç
eden Keltler’e hem Latinler hem de Hellenler, “Galatlar” adını verdiler. Antik yazarlar
Anadolu’ya gelen Galatların başlıca üç kavimden oluştuklarını söylemektedirler. Bu
kavimleri Tolistobog, Trokmi ve Tektosag olarak sıralayabiliriz. Her üç kabile de aynı dili
konuşuyordu ve birbirilerinden farklı değillerdi.
M.Ö. 3. yüzyılın ilk yarısının içlerine kadar Büyük Phrygia ve Pontus Kappadokia’sı
bölgelerinin toprakları üzerinde kurulmuş olan Galatia, Paphlagonia’nın güneyindeki Phrygia
memleketinin geniş alanlarını kaplamaktadır. Burası batıdan Phrygia Epiktetos, kuzey batıdan
Bithynia, kuzeyden Paphlagonia, doğudan Pontos, güney doğudan ise Kappadokia
bölgeleriyle çevrilidir. Galatia Bölgesi, genel olarak Halys (Kızılırmak), Sangarios (Sakarya),
Gallos (İnegöl/Bedre Deresi), Tembris (Porsuk Çayı) ve Halys’ın bir kolu olan Kappadoks
(Delice Çay) ırmaklarıyla ve ayrıca çeşitli kaynak suları tarafından sulanmaktadır. Burada çok
sayıda sığır, domuz, at, koyun ve keçi yetiştirmeye elverişli düzlükler ve bol tane veren, geniş
arpa ve buğday tarlaları Phrygia boyunca uzanmaktaydı. Galat kralı Amyntas’ın M.Ö. 27/25
yılında Homanadlar’a karşı savaşırken öldürülmesinden sonra, Galatia Roma eyaleti olmuş,
bu eyaletin merkezi de Ankyra olmuştur.
Kappadokia Krallığı: Adını Galatia sınırındaki Kappadoks (Delice) Irmağı’ndan alan
Kappadokia, doğuda Armania, batıda Galatia ve Lykaonia, kuzeyde Pontus ve güneyde
Kilikia ile sınırlandırılmıştır. Pers kralı I. Dareios döneminde Kappadokia Anadolu’da
bulunan üç satraplıktan biri idi. Büyük İskender, Persler’e karşı yaptığı sefer sırasında
Ankyra’dan Kappadokia’ya doğru ilerlemiş ve bölgenin Halys (Kızılırmak) Nehri’nin
güneyinde kalan kısmını ele geçirdikten sonra Sabiktas adlı bir Persliyi Kappadokia Satrapı
olarak atamıştır. Ancak bu tarihten itibaren bölge Anadolulu beylerin mücadele alanı haline
gelmiştir. M.S. 17 yılında Kral Arkheleos zamanında Roma eyaleti durumuna gelmiştir.
Pontus Krallığı: Anadolu’nun kuzeyinde bulunan Halys (Kızılırmak) ile Kolkhis
(Anadolu’nun kuzeydoğu ucu) arasındaki bölgeye verilen addır. Burası güneyde Kappadokia
205
ve Küçük Armania, kuzeyde ise Eukseinos (Karadeniz) kıyıları ile çevrilidir. Yağmurlu ve
verimli bir bölge olan Pontus ılıman bir iklime sahip olup burada zeytin ve fındık
yetiştirilmekte, hayvancılık yapılmakta, özellikle at yetiştirilmekte ve hububat (darı) ekimi
mevcuttur. Ayrıca ormanlarında gemi yapımında kullanılan bol miktarda kereste bulunmakta
olup demir, bakır, gümüş, tuz ve alüminyum bakımından da oldukça zengindir. Bununla
birlikte gür ormanları arasında çeşitli yabani hayvanlar barındığından avcılık için de uygun bir
ortam oluşmuştur. Pontus Krallığı, İskender İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra
Anadolu’da ortaya çıkan siyasi parçalanmışlıktan yararlanarak sınırlarını genişletme gayreti
içerisine girmiş ve bu yüzden Bithinia, Galatia ve Bergama krallıkları ile uzun müddet devam
eden mücadeleler vermiştir. Romalı ünlü Caesar M.Ö. 48 yılından biraz sonra Pontus
ordusunu yenerek krallığı ortadan kaldırmıştır ve Pontus memleketi Romalılar’ın egemenliği
altına girmiştir.
Pergamon (Bergama) Krallığı: Verimli Kaikos (Bakırçay) vadisinde bulunan
Bergama’nın erken dönem tarihi Prehistorik, Arkhaik ve Klasik kültür evrelerini
kapsamaktadır. Bergama ismi, ilk kez Ksenophon’un Anabasis (Onbinlerin Dönüşü) adlı
eserinde karşımıza çıkar. Büyük İskender’in M.Ö. 334’te Granikos Irmağı kıyısında Pers
ordusunu yenilgiye uğratmasıyla, Bergama Makedonya egemenliğine girmiştir. Selevkoslar
Bergama bölgesine müdahale etmiş ve Lysimakhos’u öldürdükten sonra burayı egemenliği
altına alıp, Philetairos’u buraya vali olarak atamıştır. Philetairos’un ölümünden sonra yerine
geçen yeğeni I. Eumenes (263-241) 21 yıl Bergama’yı başarıyla yönetmiş, M.Ö. 261 yılında
Sardeis yakınlarında Selevkos kralı Antiokhos’u yenilgiye uğrattıktan sonra, Bergama
Selevkoslar’dan tamamen bağımsız hale gelmiştir.
I. Eumenes’in 241 yılında ölümünden sonra, yerine I. Attalos (241-197) geçmiştir. I.
Attalos’un M.Ö. 197 yılında ölümünden sonra yerine oğlu II. Eumenes (M.Ö. 197-159)
geçmiştir. II. Eumenes, gerek Spartalılar’la, gerekse Selevkoslar ile yaptığı savaşlarda
Roma’nın yanında yer alarak, I. Attalos dönemindeki politikayı aynen devam ettirmiştir. 40
yıllık iktidarlık sürecinde düşmanlarına karşı önemli seferler yapıp ülke topraklarını
genişletmesinin yanı sıra Bergama’yı önemli bir merkez haline getirmiştir. II. Eumenes’in
M.Ö. 160 yılında ölmesi üzerine kardeşi II. Attalos tahta geçti. II. Attalos (M.Ö. 159-138) iyi
bir asker ve iyi bir politikacı idi. Roma ile iyi ilişkiler içerisinde olan II. Attalos Roma’nın
desteğiyle düşmanlarına karşı önemli başarılar kazanmıştır. Ayrıca Pamphylia’da liman
amaçlı bir üs olan Attaleia (Antalya) kentini kurdu. Onun M.Ö. 138 yılında ölümünden sonra
yerine yeğeni III. Attalos geçmiştir. Kralın bilinen en önemli özelliği ise ülkesinin Roma’ya
bırakılmasını vasiyet etmiş ve böylece halkının huzur ve refah bulacağını ümit etmiştir.
Bunun üzerine Roma, yönetime el koymakla alakalı detaylı bir inceleme yapmak üzere,
senato üyesi olan beş kişilik bir heyeti Bergama’ya göndermiştir. Ve sonuç olarak bütün bu
gelişmeler, Bergama’nın Roma’nın bir eyaleti olmasıyla son bulmuştur.
Bergama, Hellenistik Dönemin önemli merkezlerinden birisi olmasının yanı sıra tarım,
hayvancılık, tekstil, çanak-çömlek imalatı, metal işçiliği, parfüm imalatı ve maden yatakları
ile zengin bir kentti. Ayrıca Mısır’daki İskenderiye’den sonra Bergama Kütüphanesi,
206
Hellenistik dünyanın en önemli kütüphanesiydi. İskenderiye’nin papirüsüne karşılık,
Bergama’nın pergamentum adını taşıyan parşömeni vardı.
Şekil 11.1: Amfi tiyatro adı verilen ve oldukça yaygın olan yapılardan biri.
Kelime anlamı olarak "çevresinde/iki yönden/çift" demektir. Bu nedenle, amfitiyatroyu
işlevinden başka yapı şekli de tiyatrodan ayırır. Tiyatro, yarım daire bir yapı iken,
amfitiyatro “çift” tiyatro yani dairesel ya da elips şeklindedir. Amfitiyatroları yine elips
şeklinde kullanış amaçları ve formları farklı olan stadyumlar ile de karıştırmamak gerekir.
Kommagene Krallığı: Kommagene Krallığı günümüz Adıyaman, Kahramanmaraş ve
Gaziantep illerinin kapladığı topraklar üzerinde kurulmuştur. Önceleri Selevkos Krallığı’nın
egemenliği altında olan bu topraklarda Selevkoslar’ın zayıfladığı dönemde, yörenin idarecisi
Ptolemaios, Selevkos Krallığı’na karşı ayaklanarak bağımsızlığını ilan etmiş ve M.Ö. 162
yılında Kommagene Krallığı’nı kurmuştur. Kommagene en parlak dönemini I. Antiokhos
(M.Ö. 69-34) zamanında yaşamıştır. Krallık M.Ö. 64’te Romalı Pompeius’un egemenliğini
kabul etmiş, M.S. 72’de ise Roma İmparatorluğu tarafından ilhak edilmiştir.
207
Şekil 11.2: Nemrut Dağı üzerinde bulunan heykellerden görüntü.
M.Ö. 850’de “Kummuh” adı ile geçen bu devlet, Asurların egemenliğinden ayrılınca
Kommangene Krallığı adıyla bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu krallığın en önemli kralı I.
Antiochos’tu. Onu bu kadar önemli kılan küçük bir krallık olmasına rağmen büyük hedefler
benimsemesiydi. O bir dünya dini kuracak Nemrut’u da bu dinin merkezi yapacaktı. Bu sayede
hem dünyayı hükmeden bir kral olacak hem de ölümsüz olacaktı. Kendisini Tanrı ilan etesinin
ardından Nemrut Dağı’na kutsal alan ve mezar anıtı yaptırmaya başladı. Fakat ölümüyle yarım
kaldı. I. Antiochos bu hayalini gerçekleştiremeden öldü. Ondan sonra yerine gelen oğluda
tamamlayamadı. Zamanla bu fikirde yok olup gitti. Kutsal alan olarak bilinen yerlere yaptırdığı
heykeller zaman içinde tahribata maruz kalsa da hala ihtişamıyla göz doldurmaya devam ediyor.
Bithynia Krallığı: Bithynia, İlkçağ Anadolu’sunda kuzeyde Karadeniz ile batıda
İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi, doğuda Zonguldak, güneyde ise Bursa topraklarına kadar
uzanan alana verilen addır. Diğer bir deyiş ile kabaca bugünkü Kocaeli Yarımadası
topraklarını Bithynia memleketi olarak nitelendirmek mümkündür. Bithynia Krallığı’nın
kuruluşunda genel olarak Büyük İskender’in satrapı Kalas’ı yenilgiye uğratan Prens Bas ve
Zipoites’in adları geçmektedir. Zipoites’in ölümünden sonra tahta I. Nikomedes geçmiştir. I.
Nikomedes kendi adına bir başkent Nikomedia (İzmit) şehrini kurmuştur. Onun ölümünden
sonra tahta geçen Ziaelas krallığın sınırlarını doğuya doğru genişletmiş ve Yunan kentleriyle
dostluk ilişkileri geliştirmiştir. Onun ölümünden sonra ise I. Prusias kral olmuştur. Uzun süre
iktidarda kalan ve yıllarca Bergamalılar’la savaşan kral aynı zamanda Romalılar’dan kaçan
Kartaca kralı Hannibal’i kendi memleketinde barındırmıştır. I. Prusias kendi adına Prusa ad
Olympum (Bursa) şehrini kurmuştur. Onun ölümünden sonra yerine oğlu II. Prusias geçti.
Ancak taht entrikaları yüzünden II. Nikomedes tarafından öldürüldü. II. Nikomedes ve daha
sonra III. Nikomedes tahtı idare ettiler. Onun yerine geçen IV. Nikomedes ise Bityhinia’nın
son kralıydı. Bu kral zamanında Romalılar’ın kışkırtmasıyla Pontus toprakları istila edilmiş,
bunun üzerine Pontus Kralı Mithradates ile M.Ö. 88 yılında savaşmak zorunda kalmıştır. Bu
savaşta yenilgiye uğrayan, IV. Nikomedes Roma’nın desteğini sağlamaya çalışmış ve
neticede bıraktığı vasiyet ile Bithynia memleketi Roma’nın eyaleti olmuştur.
208
Şekil 11.3: Zeugma antik kentinde bulunan mozaiklerden biri.
Gaziantep’in Nizip İlçesi’nde yer alan Zeugma antik kentinde, 1998 yılında yapılan kazılarda
ortaya çıkarılan, “Çingene Kızı” mozaiğindeki kişinin, Yunan Tanrıçası Gaia olduğu
sanılmaktadır. Ancak, saç örgüleri, çıkık elmacık kemikleri nedeni ile “Çingene Kızı” adı
yakıştırılmış ve antik kentten çıkarılan mozaiklerin simgesi haline gelmiştir. Gözlerinin her
yöne bakma özelliği, farklı bir teknik kullanılarak oluşturulmuştur ve “Çingene Kızı”ndan
yüzlerce yıl sonra, Leonardo da Vinci’de, Mona Lisa tablosunda aynı tekniği kullanmıştır.
209
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci bir tarih atlasından Hellenistik krallıkları incelemelidir.
210
Uygulama Soruları
1) Anadolu topraklarında kurulan en büyük Helelnistik krallık hangisidir?
2) Selevkoslar’dan sonra Anadolu topraklarında kurulan Hellenistik devletler kaç
tanedir?
Cevaplar
1) Selevkoslar, 2) Altı
211
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Hellenistik dönem, Büyük İskender’in M.Ö. 330’da Perslerin başkenti Persepolis’i ele
geçirmesi ile başlar ve M.Ö. 30’da Kleopatra’nın intiharıyla sona erer. Hellenizm kavramı,
ana hatlarıyla iki kültür öğesinin, Grek ve Önasya kültürlerinin karışıp kaynaşmasıyla
oluşmuştur. Hellenistik dönemde eğitim ve öğretim asıl önemli olan temel unsurdur. Bütün
insanlar hukuk bakımından eşittir. Sadece aydın olan ve aydın olmayan farkı vardır. Oysa
Arkaik ve Klasik devirlerde, Grekçeyi bilmeyen her birey “barbar” olarak nitelendirilmiştir.
Yine Arkaik ve Klasik devirlerden farklı olarak Hellenistik devirde kadın-erkek eşitliği
görülmektedir. Hellenistik devir devletleri ulusal nitelikten sıyrılmış bir görüntüsüyle, geniş
arazili devletler olarak karşımıza çıkar. Bu devletler milliyet duygusu taşımazlar ve
mesleklerinde uzmanlaşmış memur kadroları tarafından yönetilmişlerdir. Klasik devir için ise
ideal devlet “Şehir Devleti”dir ve bu devletin işlerini halk, bağımsız bir şekilde yürütmüştür.
Klasik devirde her devletin kendine özgü bir baş tanrısı ve buna uygun olarak ibadet ve
uygulama şekli vardı. Hellenistik devirde, her ulusun sahip olduğu din başkalarınca
tartışmasız olarak kabul edilmiş, özellikle Önasya’nın büyük tanrıları Hellenistik devir içinde
saygı görmüş, gelişmiş ve uluslararası düzeye ulaşmışlardır.
M.Ö. 323 yılında Babil’de Büyük İskender’in varis bırakmadan ani ölümü, kurduğu
imparatorluğun kısa zamanda parçalanmasına sebep olmuştur. Diadokhlar (halefler) olarak
tarihe geçen bu dönemde, İskender’e yakın komutanlar, imparatorluğun başına geçebilmek ya
da belirli bölgelerde yönetimi ele geçirebilmek için M.Ö. 323-281 yılları arasında kanlı
mücadelelere girmişlerdir. Uzun ve karmaşık mücadeleler sonucunda kurulan Ptolemaioslar
Krallığı M.Ö. 321-30; Selevkoslar Krallığı M.Ö. 312-64 ve Antigonoslar Krallığı ise M.Ö.
276-168 yılları arasında hâkimiyet kurabilmişlerdir. Bu güçler arasında sürekli bir güç
dengesi kurulmuştu. Böylece M.Ö. 3. yüzyılın sonlarında Hellenizm Dünyası karışık bir
manzaraya bürünmüştü. Bahsedilen bu üç büyük devletin yanı sıra irili ufaklı birtakım
devletler de ortaya çıkmıştır. Bunlar, Orta Asya’da Baktria, Ön Asya’da Partia, Anadolu’da
Armania, Kappadokia, Pontus, Galatia, Bergama ve Bithinia, Karadeniz’in Kuzeyi’nde
Boshporos, Balkanlar’da Epeiros, Afrika’da Kirene ve Nübya krallıkları olarak belirtilebilir.
Bu devletlerarasında zaman zaman görülen savaşlar ve dış politika çatışmaları, özellikle
Suriye sınırları, Küçük Asya ve Ege üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunlar içerisinde, Anadolu
topraklarında hâkim olan Selevkoslar özellikle önemlidir ve Selevkos’un ölümü ile (M.Ö.
280) bu krallığın toprakları üzerinde Anadolu’da daha küçük Galatia, Pergamon, Bithynia,
Pontus ve Kappadokia gibi çok sayıda bağımsız krallıklar kurulmuştur.
212
Bölüm Soruları
1) Hellenistik Dönemin başlangıcı olarak aşağıdakilerden hangisi kabul edilmektedir?
a)
b)
c)
d)
e)
2)
Kleopatra’nın intiharı
Büyük İskender’in Persepolis’i ele geçirmesi
Granikos zaferi
İskender’in imparator olması
Anadolu’nun Pers egemenliğine girmesi
Klasik Hellen şehirlerine verilen isim aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
3)
a.
b.
c.
d.
e.
4)
Satrapes
Selevkos
Polis
Antiokh
Apamea
M.Ö. 330-30 yılları arasında süren döenme verilen ad aşağıdakilerden hangisidir?
Diadokhlar Dönemi
Parsua İmparatorluğu
Antik Yunan Dönemi
Hellenistik Dönem
Antigonos Krallığı
İskender İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra kurulan ve M.Ö. 321-64 yılları
arasına hüküm süren devlet hangisidir?
Galatia
Pergamon
Pontus
Antigonos
Selevkos
Selevkos Krallığına son veren general kimdir?
Büyük Pompeius
IX. Antiokhos
Arkheleos
Caeser
Attalos
Hellenler tarafından “Keltler” olarak adlandırılan kavim aşağıdakilerden hangi bölgede
yerleşmiştir?
Kappadokia
Galatia
Pontus
Pergamon
Bithynia
Kommagene Krallığı günümüzde hangi illerimizin kapladığı topraklar üzerinde
kurulmuştur?
Malatya-Elazığ-Diyarbakır
Şanlıurfa-Mardin-Adıyaman
Kahramanmaraş-Adıyaman-Gaziantep
Kahramanmaraş-Malatya-Elazığ
Elazığ-Tunceli-Bingöl
a)
b)
c)
d)
e)
5)
a)
b)
c)
d)
e)
6)
a)
b)
c)
d)
e)
7)
a)
b)
c)
d)
e)
213
8) Bugünkü Kocaeli yarımadası topraklarında hüküm sürmüş olan krallık aşğıdakilerden
hangisidir?
a) Kommagene Krallığı
b) Bargama Krallığı
c) Pontus Krallığı
d) Galatia Krallığı
e) Bithynia Krallığı
9) Aşağıda verilenlerden hangisi, Hellenistik Dönemin başlıca egemenlik odaklarından
birisidir?
a) Selevkoslar
b) Partia
c) Armania
d) Boshporos
e) Baktria
10) “Tolistobog, Trakmi ve Tektosag” adında üç ayrı kabilesi olan krallık hangisidir?
a) Pontus Krallığı
b) Pergamon Krallığı
c) Galatia Krallığı
d) Bithynia Krallığı
e) Kappadokia Krallığı
Cevaplar
1) b, 2) c, 3) d, 4) e, 5) a, 6) b, 7) c, 8) e, 9) a, 10) c
214
12. ROMA İMPARATORLUĞU
215
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
12.1. Roma İmparatorluğu
216
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1)
a)
b)
c)
d)
e)
2)
a)
b)
c)
d)
e)
3)
a)
b)
c)
d)
e)
M.Ö 8-M.Ö 509 yılları arasında olan Roma dönemine ne ad verilir?
Krallık
Cumhuriyet
İmparatorluk
Prenslik
Satraplık
Roma devletinin batıdaki sınırlarının güvenliği için savaşmak zorunda olduğu devlet
hangisidir?
Etrüskler
Selevkos
Kartaca
Makedonia
Sicilia
Roma Devleti ile Selevkoslar arasında olan ve Selevkoslar’ın yenilgiye uğradığı savaş
aşağıdakilerden hangisidir?
Actium Savaşı
Kartaca Savaşı
Pön Savaşları
Magnesia Savaşı
Mithradates Savaşı
Cevaplar
1) a, 2) c, 3) d
217
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Kazanımın nasıl elde edileceği
veya geliştirileceği
Roma imparatorluğu
Roma
öğrenmek
İmpartorluğu’nu Tarih
atlasından
Roma
İmparatorluğu’nu incelemek
Roma uygarlığı ve etkileri
Roam uygarlığı ve sonraki İlgili web sayfalarında Roma
döenem etkilerini öğrenmek uygarlığı unsurlarını incelemek
218
Anahtar Kavramlar
Roma, İtalya, Remus, Romulus, Tiber, Ren, Tuna, Latince, krallık, cumhuriyet,
imparatorluk, Etrüskler, Kartaca savaşları, Pön savaşları, Kartaca, Sicilia, Korsika, Sardinia,
Makedonia, Selevkos, Apameia barışı, Dinar barışı, eyalet, provencia, Actium savaşı, Asia,
Kilikia, Galatia, Ephesos, Tarsus, Bithinia, Nikomedia, Ankyra, Batlamyus, coğrafya,
Geographike Hyphegesis, Kavimler Göçü,
219
12. Giriş
Roma İmparatorluğu Ren Nehri’nden, Tuna boylarına, Anadolu, Kırım, Suriye,
Filistin’den, Mısır, Kuzey Afrika, İspanya, Fransa ve İngiltere’ye kadar çok geniş bir sahada,
kırktan fazla eyaletten oluşan büyük bir devletti. Yayıldığı geniş alan içinde, Akdeniz ve
Karadeniz’i kendisi için koşulsuz egemeni olduğu bir iç deniz haline getirmişti. Onlarca
devlet ve halkı içine alan bu geniş imparatorluk, ekonomiden kültüre, dilden dine yönetim
biçiminden toplumsal ilişkilere dek, yaşamın hemen her alanında etkili olmuş, sonraki
dönemleri etkilemiştir.
Gerçekten de Romalıların günümüz dünyasına etkileri pek çok alanda hissedilebilir.
Özellikle Batı kültürü, temellerini Roma dönemine bağlamaktadır. Bunda ana neden kuşkusuz
coğrafi olarak Romalılarla aynı toprakları paylaşmaktan çok, İngilizce, Fransızca, Almanca
gibi Avrupa dillerinin Latince’den etkilenmiş olmasıdır. Latince, Batı’da Ortaçağlarda din,
edebiyat, kültür ve bilim dili olarak kullanılmaya devam etmiş, bu nedenle Roma döneminden
kalan pek çok yazılı eser muhafaza edilerek, çağdaş bilim ve Batı Edebiyatı bu temeller
üzerinde şekillenmiştir.
Pek çok Ortaçağ devleti, kendisini Roma’nın devamı ilan etmiş, bu nedenle Roma
kanunları, Roma döneminde temelleri bulunan devlet kurumları ve devlet yönetim modelleri,
Avrupa tarihinde pek çok kere denenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti de, Batılı devlet yönetim
şeklini esas aldığı için, bizim kanunlarımız ve devlet kurumlarımız da Roma modelinde inşa
edilmiştir.
Roma sanatının önemli eserleri, Roma dönemi kentleri, günümüze pek çok örneği ile
ulaşmıştır. Bu eserler, günümüze ulaşan edebiyat ürünleri ile beraber Rönesans gibi fikir ve
sanat akımlarının doğmasına sebep olmuşlardır. Yine mimaride pek çok form, Roma dönemi
temellerinden gelişmiştir. Görüldüğü gibi Romalıların etkisi günümüzde sadece geriye
bıraktıkları arkeolojik kalıntılar ve müzeleri süsleyen kıymetli eserler ile değil, aynı zamanda
bilimsel ve kültürel etkileri ve devlet yönetimi ve kurumları vasıtasıyla da sürmektedir.
Doğu Roma İmparatorluğu dışarıda bırakılsa bile, bin yıldan daha uzun ömürlü olan
Roma İmparatorluğu tarihi, üç dönem halinde incelenmektedir. Bunlardan ilki, M.Ö. 8.
yüzyıldan MÖ. 509 yılına kadar olan “krallık” dönemi, ikincisi M.Ö 509 ile M.Ö 27 arası
“cumhuriyet” dönemi ve son olarak ta MÖ 27 - 476 arasındaki yıllar “imparatorluk”
dönemidir.
12. Roma İmparatorluğu
Efsanelere göre Roma şehri M.Ö. 753 yılında Troyalı Aeneas’ın soyundan gelen
torunları Remus ve Romulus tarafından kurulmuştur. Ancak bu tarih geleneksel bir inanç olup
arkeolojik buluntular şehrin, M.Ö. 1000 yıllarından itibaren iskan edildiğini göstermektedir.
Avrupa’da M.Ö. 1000 yıllarında Demir Çağı’nın başlangıcıyla birlikte yeni göçlerin
görüldüğü bir dönem başlamıştır. Tiber Nehri’nden güneyde Campania’ya kadar uzanan
Latium bölgesine yerleşen Latin halkı Latince’nin ilkel bir şivesini konuşuyorlardı ve tunç
220
işçiliğinde başarılıydılar. Yerleşik yaşam için uygun olan bu bölge, doğal olarak başka
göçmenleri de çekiyordu. M.Ö. 8. yüzyılda Etrüskler bölgeye gelip yerleşmeye başladılar ve
bölgedeki yerli halkı zaman zaman baskı uygulayarak, zaman zaman da barışçıl yöntemlerle
ikna ederek, burada bulunan tepelerde kent devletleri kurdular. M.Ö. 7. yüzyılda Roma da
dahil olmak üzere pek çok Latin yerleşimi Etrüsk kent devletlerine tabi oldu. Roma şehir halkı
ağırlıklı olarak Latinlerden oluşmuşsa da, burası Etrüsk egemenliği altındaydı ve Etrüsk
kökenli krallar tarafından yönetilen bir şehir devletiydi. Fakat zamanla sıkıntılar çıkmaya
başlaması nedeniyle, Latinler M.Ö. 509 yılında Etrüsk yönetimine isyan ederek kraliyet
ailesini Roma şehrinden kovmuş ve Roma Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır.
Başka bir ifade ile Dünya tarihini ve uygarlığını şekillendiren uygarlıklardan birisi
olan Roma İmparatorluğu, MÖ. 8. yüzyılın ortalarında İtalya Yarımadası’nda krallık şeklinde
doğmuş, MÖ. 509 yılında Eski Roma Cumhuriyet’i kurulmuş, M.Ö. 27 yılında ise
imparatorluk seviyesine yükselerek, zamanla Akdeniz Havzası’nda büyük bir gelişim
göstermiştir. Önceleri İtalya Yarımadası’nda Roma şehri ve çevresinde özellikle de Latium
sahasında görünen Roma, uzun zaman süreci içerisinde İtalya’daki diğer halklar ile yapmış
olduğu zorlu mücadele ve diplomatik ilişkilerden sonra Roma-İtalya Konfederasyonu
(birliğini) oluşturmuştur. Bu konfederasyon, Etrüskler ile yapmış olduğu mücadelelerden
büyük başarılar elde ederek, bütün İtalya Yarımadası’na egemen olmuştur. Böylece sınırları
kuzeydeki Apenin dağlarından İtalya’nın batı ucundaki Messana Boğazı’na kadar hemen
bütün yarımadayı kaplamıştır. Fakat Roma’nın İtalya’nın doğusunda ve batısında geniş
sahilleri vardı ve buraları her türlü tehdide açık durumdaydı. Roma’nın İtalya Yarımadası’nda
büyük güç elde ettiği dönemde (M.Ö. 3. yüzyıl) Batı Akdeniz dünyasına, Tyrrhen Denizi ve
çevresine Kartaca Devleti egemen durumdaydı. Doğuda Akdeniz’e ise Hellenistik devletler
içerisinde İtalya’ya en yakın büyük kara devleti olan Makedonia hakim idi. Romanın batıdan
ve doğudan gelebilecek tehditlerden korunması, Batı ve Doğu Akdeniz sahalarına
hakimiyetine bağlıydı. Bu sebeple adı geçen devletlerle çatışmak zorundaydı ki bunlardan
biri, Roma Devleti’nin batıdaki sınırlarının güvenliğinin sağlanması adına savaşmak zorunda
olduğu Kartaca Devleti’ydi. Bu zorunluluk aslında sadece sınır güvenliği için değil, Tyrrhen
Denizi sahasına da egemen olma mücadelesinin bir sonucuydu. İki taraf arasında M.Ö. 264
yılında başlayıp M.Ö. 141 yılına kadar devam eden ve üç aşamada meydana gelen Kartaca
(Pön) Savaşları Roma’nın galibiyeti ile son bulmuştur. Roma bu savaşlar neticesinde
sınırlarını Tyrrhen Denizi’nin ötesine kadar uzatarak Kartaca memleketi ve Sicilia, Korsika,
Sardinia ile diğer takımadalara egemen duruma gelmiştir. Üstelik bu arada Doğu
Akdeniz’deki Hellenistik devlet Makedonia ile yapmış olduğu savaşları da galibiyetle
sonuçlandırmış ve böylece Batı ve Doğu Akdeniz sahilleri yönünde yapmış olduğu zorlu
mücadelelerden sonra yarımadanın dışına taşmaya başlamıştır.
Ege Havzası’ndaki boşluğa, doğulu büyük bir devlet göz dikmiş ve ele geçirmek için
girişimlerde de bulunmaya başlamıştı. Bu devlet, batıda gelişen önemli olayları fırsat bilerek
süratle batı yönünde gelişmeye başlayan Selevkos Devleti idi. Romalılar merkezi bölgeleri
Suriye olan Selevkos Devleti’nin giderek büyümesinden ve Anadolu’da güçlenmesinden
endişe duyuyorlardı. Selevkos Kralı III. Antiokhos Ptolome Devleti’nin Anadolu, Trakya ve
Ege Denizi’ndeki adalarına göz dikmişti. Roma’nın kendisini uyarmasına aldırış etmeyen III.
221
Antiokhos Yunanistan’a bir sefer düzenledi. Bu sefer sonunda yapılan Magnesia (Manisa)
Savaşı’nda, MÖ. 190 yılında Seleukos kralı III. Antiokhos’un Romalılara yenilmesi sonucu
imzalanan Apameia (Dinar) Barış antlaşması (MÖ. 188) hükümlerine göre, Seleukos
toprakları Roma müttefikleri Pergamon ve Rhodos arasında paylaştırıldı. Roma’dan verilen
talimata göre, Selevkoslar’dan alınan Anadolu’nun batı toprakları ve Gelibolu Yarımadası,
Bergama krallığına bırakılmıştır. Ayrıca Akdeniz kıyılarından Büyük Menderes’e kadar giden
topraklar, yani Karia ve Lykia Roma’ya bırakılmıştı. Bu savaş sonucunu kısaca belirtmek
gerekirse, Selevkoslar’ın egemenliğinde bulunan topraklardan Fenike ve Filistin hariç olmak
üzere diğer tüm bölgelerin Roma’ya bırakıldığını söylemek doğru olacaktır. Dolayısıyla bu
yenilgiden sonra Seleukoslar bir daha eski güçlerine kavuşamadılar.
Şekil 12.1: Roma İmparatorluğu.
Kaynak: https://www.google.com.tr/search?q=
MÖ. 146 yılında Romalıların, Makedonya ve Akhaia Konfederasyonu’nun gücünü
kırarak, bu toprakları, Yunanistan ile birlikte, Roma cumhuriyet idaresinin bir eyaleti,
Provencia Macedonia haline getirmesiyle askeri, siyasi ve kültürel alandaki gücün
Yunanistan’dan Roma’ya ve doğudaki Hellenistik merkezlere geçtiği söylenebilir. Bir süre
sonra, MÖ. 133’te de, Anadolu’nun güçlü devletlerinden Pergamon krallığı, son kral III.
Attalos’un vasiyetiyle Roma topraklarına katılmış; Roma MÖ. 129 yılında, burada Asya
eyaletini kurmuştur. Roma’nın başına dert olan en önemli Hellenistik hükümdarlardan biri de
Pontos kralı “Büyük” lakaplı VI. Mithradates Eupator (MÖ. 120-63) idi. Tarihe Mithradates
Savaşları olarak geçen mücadeleler sonucunda Roma, galip gelmeyi başarmıştır.
MÖ. 31 yılında Yunanistan’ın batı kıyısı açıklarında yapılan Actium Savaşı’nda ise
Roma, Ptolemaioslar Krallığı ile karşı karşıya gelmiş ve Romalı Marcus Antonius’u da yanına
çeken Ptolemaiosların kraliçesi VII. Kleopatra’nın Romalı Octavianus karşısında yenilgiye
uğraması ve bundan birkaç ay sonra da Kleopatra’nın intihar etmesiyle son Hellenistik krallık
ta tarih sahnesinden silinmiştir. Bundan böyle Mısır bir Roma eyaleti haline getirilmiştir (MÖ.
222
30). Böylece Actium Savaşı’ndan sonra Akdeniz dünyasının en büyük gücü MÖ. 27’den
itibaren bir imparatorluk haline getirilen Roma olmuştur.
M.Ö. 138 yılında Bergama tahtına geçen III. Attalos beş yıllık iktidarında, ölümünden
sonra topraklarının Roma nüfuzuna bırakılmasını vasiyet etmişti. Böylece Roma, doğunun en
zengin yerlerinden biri olan Batı Anadolu’ya hiç beklemediği bir şekil ve zamanda
yorulmadan sahip olmuştur. Arkasından meydana gelen gelişmeler, kısa süre sonra Roma’nın
Anadolu toprakları üzerindeki hâkimiyet sahasını genişletmiş ve böylece Anadolu tamamen
Roma toprağı olmuştur.
Böylece Anadolu, yaklaşık 400 yıl boyunca İtalya’daki başkent Roma’dan yönetilen
bir imparatorluğun doğudaki en önemli bir parçası olmuştur. Romalıların Asia Minor (Küçük
Asya) adını verdikleri Anadolu ile ilişkileri M.Ö. 2. yüzyılın başlarında başlamışsa da Roma,
başkenti Efes olan Anadolu’daki ilk eyaleti Provincia Asia’yı M.Ö. 129 yılında kurmuştur.
Aynı zamanda Roma egemenliğinin Anadolu üzerinde gelişip yaygınlaşmasını da
ifade ettiğinden, bu topraklar üzerinde kurulan Roma eyaletleri hakkında kısa bilgiler
vermekte fayda bulunmaktadır. Buna göre, M.Ö. 2-1. yüzyıl Anadolu’sundaki Roma
eyaletlerinin yer ve sınırlarıyla, eyaletlerin kuruluş tarihleri aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
Asia Provencia/Eyaleti (M.Ö. 129, başkent Ephesos): Asia, Roma’nın Anadolu’da
kurduğu ilk eyalet olup burası yukarıda da belirtildiği gibi, fetih yoluyla değil, miras olarak
Roma’nın eline geçmiştir. Bergama Krallığı döneminde yönetim merkezi Bergama olmasına
rağmen, Roma hâkimiyetinden sonra eyaletin merkezi Efes olarak değiştirilmiştir. Provencia
Asia Eyaletinin toprakları Misya, Karya ile Frigya’nın bir kısmını içine alarak Ege
sahillerinden Orta Anadolu’da Konya’ya kadar uzanıyordu.
Kilikia Eyaleti (M.Ö. 102/101, başkent Tarsus): Roma’nın Hellenistik krallıklar ile
mücadeleye başladığı tarihlerden itibaren Akdeniz’de faaliyete başlayan korsanlar, gün
geçtikçe güçlerini arttırmaya başlamışlardı. Roma ise yaptığı zorlu mücadeleler yüzünden
M.Ö. 2. yüzyıl boyunca olup bitene karşı sessiz kalmıştı. Kilikia’nın Roma’nın nüfuz alanı
dışında olması bu ilgisizliğin nedeni konusunda bir etken olabilir. Nihayetinde Roma
Senatosu, Pompeus’u bu mesele için görevlendirmiştir. Pompoeus üç ay kadar kısa bir sürede
Kilikia dâhil tüm Akdeniz’i korsanlardan temizlemiş ve hemen ardından tüm bölgeyi içine
alacak şekilde Kilikia’da bir Roma eyaleti kurulmuştur. Pompeus M.Ö. 64-63’te Kilikia
Eyaleti’nin topraklarına Kilikia Pedias’ı (Ovalık Kilikia) da katmıştır. Bundan birkaç yıl sonra
Proconsul Cornelius Dolabella vali olarak buraya geldiğinde, Kilikia Eyaleti başta Taşlık
Kilikia olmak üzere Pamphilia, Milyas, Psidia’nın bazı kısımlarını kapsıyordu.
Meşhur konuşma üstadı ve düşünür (filozof) Marcus Tullius Cicero, Kilikia’da M.Ö.
51-50 yıllarında eyalet valiliği yapmıştır. Onun zamanında Asia Eyaleti’ne ait olan Leodikeia
(Goncalı), Apameia (Dinar) ve Synnada (Şuhut) conventusları Kilikia Eyaleti sınırları
içerisindeydi. Ayrıca Amanos Dağları’ndaki Eleutherokiliklere karşı savaşmıştır. Bir süre
sonra, belki de M.Ö. 44 yılında, Kilikia Campestris Suriye Eyaleti’ne bağlanmıştır.
223
Bithinia Eyaleti (M.Ö. 74, başkent Nikomedia): Bithinia kralı IV. Nikomedes, M.Ö.
74 yılında öldüğünde toprakları vasiyeti üzerine Roma’ya bırakılmıştır. Fakat bu topraklarda
gözü olan Pontos kralı VI. Mithradates Bithinia’yı işgal etmiştir. VI. Mithradates Roma’dan
gönderilen Aurelius Cotta komutasındaki ilk Roma ordusunu yenilgiye uğratmıştır. Daha
sonra Roma o sırada Kilikia valiliğinde bulunan Lucullus’u Bithinia’ya göndermiştir.
Lucullus’un baskısıyla VI. Mithradates Pontos’a çekilmiştir. Lucullus, Pontos’a ilerleyerek
yolu üstündeki kentleri ele geçirmiştir. Ancak Lucullus’un Frigya’ya dönmesini fırsat bilerek
VI. Mithradates M.Ö. 67 yılı yazında Roma ordusunu Zela (Zile) yakınlarında büyük
yenilgiye uğratmıştır. Bunun üzerine VI. Mithradates’e karşı savaşan ordunun komutanlığına
Pompeus atanmıştır. Pompeus VI. Mithradates’i yendikten sonra onu izleyerek Kolkhis’e
gelmiştir. Burada VI. Mithradates’e yardım eden Ermeni kralı Tigranes’e savaş açıp, onu
teslim aldıktan sonra Amisos (Samsun)’a gelerek, Pontos’un batısını Bithinia Eyaleti ile
birleştirmiş ve Bithinia-Pontos Eyaletini kurmuştur.
Galatia Eyaleti (M.Ö. 25, başkent Anykra): M.Ö. 63 yılında Romalı komutan
Pompeus, Pontos kralı VI. Mithradates’i yendikten sonra Anadolu topraklarının yönetimini
yeniden düzenlerken, Galatia bölgesini de ele almıştır. Buranın eski yönetim biçimini tümüyle
ortadan kaldırarak, üç büyük Galat boyunun başına kendine yakın kişiler atamıştır.
Pompeus’un Galatialı Tolistoboglar’ın yöneticisi olarak atadığı Deiotaros, kısa zaman sonra
Roma senatosunca kral olarak tanınmıştır. Böylece Deiotaros Galatia’nın en yetkili kişisi
olmuştur. Deiotaros’tan sonra yardımcısı Amyntas kral olmuştur. Onun M.Ö. 25 yılındaki
ölümünden sonra bölge, Augustus’un bir kararnamesiyle, Pisidia, Lykanoia, Isauria ve
sonraları Pontus ile Paphlagonia’yı da kapsayacak şekilde, Galatia adıyla bir Roma eyaleti
olmuştur.
Bilindiği gibi, sahip olduğu coğrafi konum ve geçiş sahası karakteri nedeniyle,
Anadolu’da çok eski dönemlerden beri bir yol ağı bulunuyordu. Hatta ulaşım burada
yerşekillerine fazlasıyla bağlı olduğundan, güzergâhlar uzun süre değişmeden kullanıldı.
Fakat yine de Anadolu’da kurulan siyasi ve ekonomik egemenliğe göre var olan hatlara yeni
yollar eklendi ve ulaşım ağı korundu. Yolları ile meşhur olan ve “bütün yollar Roma’ya çıkar”
sözü ile bilinen Roma imparatorluğu döneminde Anadolu’daki yolların yapımı ve bakımı
büyük önem kazanmış ve her zaman açık tutulmuştur.
Roma dönemi Anadolusu’nun genel durumuna değinmek gerekirse, o dönem dünyası
için oldukça önemli olan Batlamyus’un coğrafya eserine bakılması zorunludur. Günümüze
ulaşan eserler içerisinde M.S. 1. yüzyıl Anadolusu için en önemli ve detaylı kaynak
durumundaki bu kitap, aynı zamanda coğrafya tarihi için de temel niteliktedir. Bu eserin
müellifi olan (Ptolemaios) Batlamyus, yaklaşık M.S. 150 yılında Anaksimandros,
Eratosthenes, Nikaialı (İznikli) Hipparkhos (M.Ö. 190-120), Poseidonios (M.Ö. 135-51),
Amasyalı Strabon (M.Ö. 64-M.S. 21), Tyre'li (Sur'lu) Marinus (M.S. 70-130) ve diğer filozof,
astronom ve coğrafyacılardan derleyerek “Geographike Hyphegesis/Coğrafya Klavuzu” adlı
bir coğrafya kitabı kaleme almıştır. Daha sonraki dönemlerde haritacılık çalışmalarına temel
oluşturacak olan sekiz ciltlik bu ünlü coğrafya eserinde, dünyayı küre biçiminde göstermiş,
haritalarda ilk olarak enlem ve boylam çizgilerine yer vermiş, ayrıca 8.000 kadar bölgenin
224
adı, enlem ve boylamını belirtmiş ve küresel yüzeyleri düz haritalara geçirme konusunda
kendi yöntemini geliştirmiştir. Elinde gerçeklere dayanan pek az kaynak bulunmasına karşın,
Batlamyus'un bilinen dünya ve Roma İmparatorluğu haritası, olağanüstü bir başarıdır.
Batlamyus haritaları, İslam coğrafyacıları tarafından yeni haritaların hazırlandığı X. yüzyıla
kadar kullanımda kalmıştır. Bu kitabın getirdiği en önemli yenilik, küresel bir yüzeyin düz bir
zemine izdüşümünün alınmasını sağlayan yöntemdi. Batlamyus'un Geographike Hyphegesis
adlı Yunanca eseri, coğrafyanın ve özellikle de haritacılığın temel direklerinden biri olup VI.
yüzyıldan sonra ortadan kaybolmuştu ve elde yalnızca Süryani ve Arap coğrafyacılarınca
çevrilmiş Arapça nüshaları bulunmaktaydı.
E. L. Stevenson yayınladığı Batlamyus’un kitabına göre, bizi ilgilendiren ve Türkiye
topraklarının gösterildiği kısım kitabın beşinci kısmında yer alır. Burada, içlerinde Pontus ve
Bithynia, Asia, Lycia, Pamphylia, Galatia, Cappadocia, Cilicia’nın da yer aldığı 19 bölge
başlığı altında verilen bilgilere göre, yaklaşık bugünkü Türkiye toprakları içerisinde 780’e
yakın yer ve yerleşme ismi bulunmaktadır. Bölgeler, şehirler, denizler, akarsular, dağlar ve
benzeri isimlerin kaydedildiği bu harita, şu haliyle ülkemize ait en eski ve en detaylı bilgiyi
veren harita durumundadır. İlkçağdaki gerçekleri ne kadar yansıttığı belli olmasa da, bu kadar
eski dönemlerde Türkiye topraklarında çok sayıda yerleşme merkezinin varlığı, bu toprakların
zenginliğini kanıtlamaya yeterlidir. Çünkü burada beliritlen yerleşme merkezleri köyler ve
diğer küçük kırsal yerleşme merkezleri olmadığına göre şehir ve kasabalardır.
Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçü'yle başlayan karışıklıklardan sonra M.S. 395
tarihinde doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Batı kısmı (Batı Roma İmparatorluğu)
476 yılında Kavimler Göçü ile Avrupa'ya gelen Kuzey kavimlerinin saldırıları sonucunda
yıkılmış, doğu kısmı ise varlığını, Doğu Roma İmparatorluğu veya Bizans İmparatorluğu
adıyla bütün Ortaçağ boyunca sürdürmüştür.
225
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci bir tarih atlasından Roma imparatorluğu ve hâkim olduğu
toprakları incelemelidir.
226
Uygulama Soruları
1) Roma İmparatorluğu tarihi kaç dönem halinde incelenir?
2) İlk olarak Anadolu topraklarında hangi bölge Roma egemenliğne geçmiştir?
Cevaplar
1) 3 dönem,
2) Bergama
227
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Roma İmparatorluğu Ren Nehri’nden, Tuna boylarına, Anadolu, Kırım, Suriye,
Filistin’den, Mısır, Kuzey Afrika, İspanya, Fransa ve İngiltere’ye kadar çok geniş bir sahada,
kırktan fazla eyaletten oluşan büyük bir devletti. Onlarca devlet ve halkı içine alan bu geniş
imparatorluk, ekonomiden kültüre, dilden dine yönetim biçiminden toplumsal ilişkilere dek,
yaşamın hemen her alanında etkili olmuş, sonraki dönemleri etkilemiştir. Gerçekten de
Romalıların günümüz dünyasına etkileri pek çok alanda hissedilebilir. Özellikle Batı kültürü,
temellerini Roma dönemine bağlamaktadır. Bunda ana neden kuşkusuz coğrafi olarak
Romalılarla aynı toprakları paylaşmaktan çok, İngilizce, Fransızca, Almanca gibi Avrupa
dillerinin Latince’den etkilenmiş olmasıdır. Latince, Batı’da Ortaçağlarda din, edebiyat, kültür
ve bilim dili olarak kullanılmaya devam etmiş, bu nedenle Roma döneminden kalan pek çok
yazılı eser muhafaza edilerek, çağdaş bilim ve Batı Edebiyatı bu temeller üzerinde
şekillenmiştir. Pek çok Ortaçağ devleti, kendisini Roma’nın devamı ilan etmiş, bu nedenle
Roma kanunları, Roma döneminde temelleri bulunan devlet kurumları ve devlet yönetim
modelleri, Avrupa tarihinde pek çok kere denenmiştir.
Dünya tarihini ve uygarlığını şekillendiren uygarlıklardan birisi olan Roma
İmparatorluğu, MÖ. 8. yüzyılın ortalarında İtalya Yarımadası’nda krallık şeklinde doğmuş,
MÖ. 509 yılında Eski Roma Cumhuriyet’i kurulmuş, M.Ö. 27 yılında ise imparatorluk
seviyesine yükselerek, zamanla Akdeniz Havzası’nda büyük bir gelişim göstermiştir. Önceleri
İtalya Yarımadası’nda Roma şehri ve çevresinde özellikle de Latium sahasında görünen
Roma, uzun zaman süreci içerisinde İtalya’daki diğer halklar ile yapmış olduğu zorlu
mücadele ve diplomatik ilişkilerden sonra Roma-İtalya Konfederasyonu (birliğini)
oluşturmuştur. Bu konfederasyon, Etrüskler ile yapmış olduğu mücadelelerden büyük
başarılar elde ederek, bütün İtalya Yarımadası’na egemen olmuştur.
Ege Havzası’ndaki boşluğa, doğulu büyük bir devlet göz dikmiş ve ele geçirmek için
girişimlerde de bulunmaya başlamıştı. Bu devlet, batıda gelişen önemli olayları fırsat bilerek
süratle batı yönünde gelişmeye başlayan Selevkos Devleti idi. Romalılar merkezi bölgeleri
Suriye olan Selevkos Devleti’nin giderek büyümesinden ve Anadolu’da güçlenmesinden
endişe duyuyorlar ve bu yüzden sürekli mücadele ediyorlardı. Şans eseri, M.Ö. 138 yılında
Bergama tahtına geçen III. Attalos beş yıllık iktidarında, ölümünden sonra topraklarının Roma
nüfuzuna bırakılmasını vasiyet etmişti. Böylece Roma, doğunun en zengin yerlerinden biri
olan Batı Anadolu’ya hiç beklemediği bir şekil ve zamanda yorulmadan sahip olmuştur.
Arkasından meydana gelen gelişmeler, kısa süre sonra Roma’nın Anadolu toprakları
üzerindeki hâkimiyet sahasını genişletmiş ve böylece Anadolu tamamen Roma toprağı
olmuştur. Böylece Anadolu, yaklaşık 400 yıl boyunca İtalya’daki başkent Roma’dan
yönetilen bir imparatorluğun doğudaki en önemli bir parçası olmuştur.
228
Bölüm Soruları
1)
a)
b)
c)
d)
e)
2)
a)
b)
c)
d)
e)
3)
a)
b)
c)
d)
e)
4)
a)
b)
c)
d)
e)
5)
a)
b)
c)
d)
e)
6)
a)
b)
c)
d)
e)
7)
a)
b)
c)
d)
e)
8)
a)
b)
c)
d)
e)
Efsanelere göre Roma şehrinin kurucusu kimdir?
Remus ve Romulus
III. Attalos
Marcus Antonius
Pompoeus
III. Antiokhos
Roma İmparatorluğu’nun ilk olarak ortaya çıkışı ne zamandır?
M.Ö 6. yy başları
M.Ö 7. yy ortaları
M.Ö 8. yy ortaları
M.Ö 5. yy sonları
M.Ö 7. yy sonları
Romalıların M.Ö 129’da Anadolu’da kurdukları eyaletin adı nedir?
Asia Minor
Asia
Bergama
Efes
Provincia Asia
Kilikia eyaletinin başkenti neresidir?
Tarsus
Pisidia
Pamphilia
Milyas
Karya
“Geographike Hyphegesis/Coğrafya Klavuzu” adlı eserin müellifi kimdir?
Batlamyus
Strabon
Hipparkhos
Marinus
Anaksimandros
Roma İmparatorluğu Anadolu’da ilk olarak nereyi ele geçirmiştir?
Tarsus
Konya
Milyas
Bergama
Karya
Asia Provincia’nın başkenti neresidir?
Bergama
Misya
Efes
Karya
Ankyra
Arkeolojik verilere göre Roma şehri ne zamandan itibaren iskan edilmiştir?
M.Ö 753
Ö 855
M.Ö 800
M.Ö.652
M.Ö 1000
229
9) Seleukoslar ile Romalılar arasında imzalanan barış antlaşması şağıdakilerden
hangisidir?
a) Dinar Antlaşması
b) Kadeş Antlaşması
c) Actium Antlaşması
d) Mithradates Antlaşması
e) Hiçbiri
10) Roma İmparatorluğu Doğu ve Batı Roma olarak ne zaman ikiye ayrılmıştır?
a) M.Ö 138
b) M.S 235
c) M.Ö 170
d) M.S 354
e) M.S 395
Cevaplar
1) a, 2) c, 3) e, 4) a, 5) a, 6) d, 7) c, 8) e, 9) a, 10) e
230
13. HIRISTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE ANADOLU’YA YAYILIŞI
231
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
13.1. Hıristiyanlığın Doğuşu ve Anadolu’ya Yayılışı
232
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1)
a)
b)
c)
d)
e)
2)
a)
b)
c)
d)
e)
3)
a)
b)
c)
d)
e)
Bugün dünyada en çok inananı bulunan dini aşağıdakilerden hangisidir?
Musevilik
İslamiyet
Hıristiyanlık
Yahudilik
Protestanlık
Hıristiyan misyonerlerin en etkilisi olarak kabul edilen kişi kimdir?
Aziz Pavlus
Aziz Helena
Aziz Nikalous
Büyük Basileios
Nyssa’lı Gregorios
Aziz Pavlus’un öğrentilerini en çok yaydığı topraklar neresidir?
Yunanistan
Anadolu
Kıbrıs
Suriye
Avrupa
Cevaplar
1) c, 2) a, 3) b
233
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Kazanımın nasıl elde edileceği
veya geliştirileceği
Hz. İsa
Hz. İsa ve
öğrenmek
Hıristiyanlık ve yayılışı
Erken Hıristiyanlık ve yayılış Tarih atlasından Hıristiyanlık tarihi
ile ilgili haritaları incelemek
sürecini öğrenmek
faaliyetlerini İlgili web sayfalarından Hz İsa’yı
incelemek
234
Anahtar Kavramlar
Hıristiyanlık, İsa, Meryem, Pavlus, Mesih, İncil, Tevrat, Eski Ahid, Yeni Ahid,
Filistin, Kudüs, Tarsus, Kilikya, Antakya, İskenderiye, Konstantinopolis, Anadolu, mezhep,
Katolik, Ortodoks, Protestan, Gentile, yedi kilise, Pergamum, Smyrna, Sardes, Ephesus,
Thyatira, Laodicea, Philadelphia, aziz, azize, Pavlus’un yolculukları, St. Paul yolu, Milano
fermanı, İznik Konsili, İstanbul Konsili, Efes Konsili, Kadıköy Konsili, Regula fidei, kelime-i
şehadet, Konstantin
235
13. Giriş
Bugün, iki milyardan fazla inananı ile dünyanın en büyük dini olan Hıristiyanlık, tüm
semavi dinler gibi, Ortadoğu topraklarında doğmuş ve buradan dünyanın geri kalan
kesimlerine yayılmıştır. Hıristiyanlık, daha daraltılmış olarak Filistin’de doğsa da, bu dinin
oluşumu, şekillenmesi ve yaygınlaşması bakımından Anadolu topraklarının yeri ve önemi
ayrıdır. Gerçekten de, hıristiyanlık dinine ait ilk ibadet mekanlarından tutun da Hz. Meryem
ve Aziz Pavlus (St. Paul) gibi bu dinin büyükleri ve kurumsallaştırıp yayılmasını sağlayan
kurucularına kadar birçok kişiye ait kutsal mekanlar, yapılar ve efsaneler Anadolu
topraklarındadır. Dolayısıyla Anadolu kültürel mirasında Hıristiyanlık, İslam’dan sonra ikinci
sırada yer alsa da, örneğin bir Hıristiyan Avrupalı için sıralamadaki yeri en başta gelmektedir.
13. Hıristiyanlığın Doğuşu ve Anadolu’ya Yayılışı
Bugün, dünyanın en çok inananı olan Hıristiyanlık Katolik, Ortodoks ve Protestan
kiliselerinden teşekkül eden üç büyük mezheple daha küçük çaptaki birçok mezhep veya
tarikattan meydana gelen çeşitli cemaatlere ayrılmış bir dindir. Doktrinel kaynaklar göz önüne
alınırsa Hıristiyanlık her şeyden önce İsa Mesih anlayışı üzerine temellenen bir inanca
sahiptir. Ana fikri Yeni Ahid'de bulunan bu inanca göre, İsa Mesih hem tanrının oğlu hem de
insanlığın kurtarıcısıdır. Tanrı insanlığı günahtan kurtarmak üzere “biricik oğlunu” yeryüzüne
göndermiştir. İsa Mesih, “ilahi planı” yürürlüğe koyacak şekilde insanlığı kurtarışının
sembolü olarak önce çarmıha gerilmiş, sonra da “ölülerden kıyam ederek” Baba’nın
yanındaki yerini almıştır. Hıristiyan inancının merkezinde bulunan bu doktrin, hıristiyan
teolojisi içerisinde işlenerek değişik görüşlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bununla birlikte
Hz. İsa ve onun getirdiğine inanılan mesaj, bütün Hıristiyanları birbirine bağlayan ortak bir
bağ olarak varlığını sürdürmektedir.
İnciller’deki dolaylı referanslar esas alınırsa ilk Hıristiyanlık adını alabilecek öğretinin, büyük oranda Filistinli bir yahudi olan Hz. İsa'nın şahsiyeti etrafında geliştiği ve onun
sonraki teologların çok defa dışladığı, tarihi bir şahsiyete sahip olduğu görülür. Burada Hz.
İsa’nın tarihi yönünün vurgulanması önemlidir, çünkü pek çok Hıristiyan grubunu İsa'nın
tanrı olduğu fikrine götüren yol onun tarihselliği problemiyle ilgili olmuştur. Hz. İsa'nın
şahsiyeti konusunda İnciller ile Yeni Ahid'in diğer kitapları arasında belli bir farklılık vardır.
Dört İncil'in hepsi Hz. İsa ile ilgili olarak tamamıyla tarihi bir portre çizer. Buna göre Filistinli
İsa bir yahudi olarak doğmuş, yahudi geleneklerine göre büyümüş ve mesihliğini ileri sürüp
yahudi inançlarına hakaret ettiği gerekçesiyle, Romalı ve yahudi iş birlikçilerce
öldürülmüştür. Hz. İsa, Hıristiyanlık adıyla anılacak dini öğretinin tebliğine yaklaşık otuz
yaşlarında başlamış olup toplam tebliğ süresi üç yıldır. Otuz üç yaşlarında yahudilerin baskısı
sonucu Romalı yetkililerce idama mahkum edilmiştir. Çarmıha gerilmek suretiyle idam edilen
İsa, kilisenin tarihselliğinden vazgeçmediği bir konu olarak, üç gün sonra dirilmiş ve
şakirdlere görünmüştür. İnciller'de Hz. İsa'nın tebliğinin ana konusu tam olarak belli değildir.
Onun mesih olarak kabul edilişinin ölümünden sonra vuku bulduğunu söyleyen bilim adamları vardır. Yahudiliğe has bir peygamber olarak kabul edildiği görüşü ise daha sağlamdır.
Anadolu, Hıristiyanlığın en önemli ve kutsal sayılan yerleşimlerinden, kilise ve
236
anıtlarından birçoğuna ev sahipliği yaptığı gibi, Hıristiyanlık tarihi açısından büyük önemi
olan olaylara da sahne olmuştur. Bu olayların ilk sırada yer alanlarından birisi de kuşkusuz
Aziz Pavlus’un yaptığı seyahatlerdir. Hem baskı merkezleri olan Kudüs ve Roma’dan uzak
hem de dinlerin birbirlerine hoşgörüyle yaklaştıkları bir yer olan Anadolu, Aziz Pavlus’un
yaptığı bu seyahatler sayesinde, Kudüs’te yapılan baskılarla yok olma tehlikesi geçiren
Hıristiyanlığın ilk kilise toplulukları halinde ortaya çıktığı ve tüm dünyaya yayıldığı bir köprü
haline gelmiştir.
Aziz Pierre ile birlikte erken Hıristiyan misyonerlerinin en ünlüsü ve hatta en etkilisi
olarak kabul edilen Aziz Pavlus’un doğum yeri olan ve aynı zamanda yaptığı tüm
yolculuklarda uğradığı, ilk Hıristiyanlık topluluklarını oluşturduğu yerleşimlerin büyük
bölümü Anadolu içerisindedir. Hıristiyanlığın Kudüs’ten Anadolu’ya buradan da Avrupa’nın
içlerine yayılmasında en büyük pay kuşkusuz Aziz Pavlus’undur. Günümüzün en modern
ulaşım araçlarıyla bile aylar sürecek olan yolları, karşılaştığı birçok zorluğa rağmen takip
etmekten vazgeçmemiş, Hz. İsa’nın öğretilerini gece gündüz demeden korkusuzca yaymış,
Roma’nın aşırı tepkisine ve sonunda ölüme gidecek kaderini bilmesine rağmen yolunu terk
etmemiştir. Suriye, Kıbrıs ve Yunanistan’da da yolculuklar yapmışsa de kuşkusuz en çok
vakit geçirdiği ve öğretilerini yaydığı, en güney ucundan en batısına kadar neredeyse
tamamını dolaştığı yer Anadolu’dur.
Bu anlamda, sadece Anadolu için değil tüm Hıristiyanlık dini için en önemli
isimlerden biri Pavlus’tur. Resullerin İşleri'ne göre Pavlus “Kilikya'da Tarsus'ta” doğmuştur.
İbranice adı Saul'dür. Kendisi Benjamin kabilesinden olduğunu söyler. Çadır imalatçısı veya
dericidir. Jerome'ye göre ailesi Celile’de Giscala’da yerleşmiştir. Pavlus’un mektuplarının dili
o zaman konuşulan basit Grekçe’dir. Kudüs’teki dinleyicilerine yaptığı konuşmalarda olduğu
gibi bazan Aramice’yi de kullanmıştır. Pavlusçu döneme dair en önemli bilgiler yine
Resullerin İşleri'nin son kısımlarıyla Pavlus’un mektuplarında yer alır. Pavlus’un yeni dine
girişi, kilise tarihinde bir dönüm noktasıdır. O’nun Hıristiyanlığa girişinden önce bu din
Filistin dışına yayılmış bulunuyordu. Ancak Hıristiyanlığı Gentile/Yahudi topraklarında
yayan esas kişi Pavlus olmuştur. Pavlus’un yeni dinde bulduğu tek şey yalnızca mesihî bir
umut değildi; belki daha önemlisi, yahudi şeriatından kopan yeni bir dine zemin hazırlamaktı.
Bunu gerçekleştirmenin tek yolu da yeni dini evrensel bir mesaj çerçevesinde yorumlamaktı.
Pavlus'un aniden Hıristiyan olması, kilise tarafından ilahi planın bir parçası olarak
yorumlanmıştır. O’nun Hıristiyanlığı seçişinin arkasındaki sebebin karanlıkta kalması bu
yorumu desteklemiş olmalıdır. Resullerin İşleri'ndeki anlatımlara göre Pavlus, başlangıçta
Hıristiyanlara zulmeden bir pozisyondadır. O’nun Hz. İsa’yı bizzat gördüğüne dair hiçbir delil
yoktur. Ancak Stephan’ın öldürülüşünde bulunuşuna bakılırsa havarilerle tanıştığı ve
Hıristiyan doktrinini bildiği kesindir. Pavlus’un nasıl Hıristiyan olduğu mitolojik anlatımlarla
karanlıklaştırılmıştır. Resullerin İşleri'ndeki geleneksel açıklamaya göre Şam'a giderken
gerçekleşen rü'yette (kalp gözü ile manevi alemi görme) Hz. İsa tarafından ikaz edilmesi
üzerine bu dini benimsemiştir. Pavlus bu rü'yeti, diğer havarilere görünen yeniden dirilmiş İsa
ile mukayese eder ve hayalden ziyade gerçek olarak yorumlar. O’nun Hıristiyanlığı seçişinden
sonra Arabistan'a gittiği anlaşılmaktadır. Arabistan dönüşünde Kudüs'e gelmiş ve önce Petrus
(Simun Petrus), ardından da Yakub’la tanışmıştır.
237
Pavlus'un yeni öğretiyi vazetmek üzere en az üç yolculuk yaptığı bilinmektedir.
Yaklaşık 47-48 yıllarındaki ilk seyahatine Kıbrıs'tan başlamıştır. Anadolu'da çeşitli yerleri
dolaşarak Kudüs'e geldi. İkinci misyon faaliyeti Suriye'deki kiliselerden başlayarak Anadolu,
Makedonya ve Yunanistan'daki kiliseleri içine alacak şekilde devam etti ve Antakya'da sona
erdi. Bu seyahati yaklaşık 49-52 yılları arasında yapmış olmalıdır. Üçüncü seyahat özellikle
Efes’e ve burası merkez alınarak Balkan kiliselerine yapılmıştır. Yaklaşık 52’de başlayan bu
seyahat 57’de sona ermiştir. Kilise tarihi açısından önemli olan bu seyahat sonucunda “yedi
kilise” adıyla bilinen kiliseler kurulmuştur. M.S. 52-57 tarihlerinde Efes’e gelen Pavlus,
burada kaldığı süre içerisinde yörede Hıristiyanlığın yayılması için önemli çalışmalar yaptı.
Bu çalışmalar sonucunda Hıristiyanlık dininin ilk yedi kilisesi kuruldu. Bahsi geçen yedi
kilise, Roma İmparatorluğu döneminde kurulmuş olup kurulduğu yerin Roma dönemindeki
adıyla anılır. Bunlar: Pergamum, Smyrna, Sardes, Ephesus, Thyatira, Laodicea ve
Philadelphia’dır.
Şekil 13.1: Antakya, Küçük Dalyan beldesinde bulunan Saint Pierre Kilisesi.
Antakya'daki ilk Hıristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bu mağara Hıristiyanlığın en
eski (bazılarınca ilk) kiliselerinden biri olarak kabul edilir. İncil'in Resullerin İşleri bölümünde
Barnabas'ın Tarsus'a giderek Pavlus'u Antakya'ya getirdiği, Antakya'da bir yıl birlikte çalışarak
Hıristiyanlığı yaydıkları ve bu dine inananlara 'Hıristiyan' adının verilmesinin Antakya'da
gerçekleştiği bilinmektedir. Bu bilgilere ek olarak Pavlus'un Galatyalılara yazdığı mektupta
Antakya'ya gelen Petrus ile Hıristiyanlığın o günkü durumunu tartıştığını belirtmektedir. Hıristiyan
geleneği Petrus'u Antakya Kilisesi'nin kurucusu ve burada oluşan Hıristiyan topluluğun ilk
başpapazı olarak kabul etmiştir.
Pavlus’un daha sonra Kudüs'te Gentileler'le olan münasebeti dolayısıyla yahudilerce
suçlandığı, Roma vatandaşı olduğu için Roma mahkemelerine intikal eden davasıyla ilgili
olarak Roma'ya gittiği bilinmektedir. Resullerin İşleri'ndeki muğlak bir ifadeye bakılarak
burada öldüğü söylenebilir. Pavlus’un doktriniyle ilgili temel görüşler, özellikle ona ait
olduğu tespit edilen otantik mektuplarda bulunur. Pavlus’a otantikliği tartışmalı başka
238
mektuplara da isnat edilmektedir. Hıristiyanlığı kabul edişinden sonra Pavlus’un üzerinde
durduğu iki temel konu vardır: Yahudi geleneğinin ilgası ve İsa’nın mesihliği. O’nun yahudi
şeriatına bağlı göründüğü noktalar ise bu doktrinleri yorumlamada kullandığı İbrani terminolojisinden gelir. Pavlus mesihlik inancını kabul ederek evrenselci bir doktrini
benimsemiştir. Yahudi şeriatının yerine, “Tanrı'nın izzeti” ve Tanrı'nın herkese ulaşabileceği
kavramını koyarak bu evrensel mesajı desteklemiş görünür. Kilise tarihinde Pavlus’un önemi,
İsrailoğulları'na has bir dinden evrensel mesajı olan bir dine geçişteki bu noktada yatmaktadır.
Pavlus’la birlikte kilise, evrenselci bir mesajı benimsemiştir. Hıristiyanlığın Gentile
topraklarında hızla yayılmasına vesile olan teolojik doktrin budur. Bu tarihten sonra
Hıristiyanlık hem mekan hem de doktrin olarak Filistin dışına taşacaktır. Bu gelişmelere
rağmen, Hıristiyanlığın asıl gelişmesi Avrupa topraklarında olmuştur. Pavlus’un liderliğini
yaptığı Gentile Hıristiyanlığı, M.S. 1. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa'da köylü ve
köleler arasında hızla yayılmaya başladı. Bunun sebebi, Hıristiyanlıktaki kurtuluş doktrininin
ezilen bu sınıfların ilgisini çekmesiydi. Öte yandan M.Ö. 3. yüzyıldan beri Avrupa'daki
halklar arasında yaygınlaşmaya başlayan Doğu’nun sır dinleri, yeniden dirilen İsa motifini
kullanan Hıristiyanlığın benimsenmesini kolaylaştırdı. Üst sınıflardan Hıristiyanlığı kabul
edenler ise Roma vatandaşı olma avantajlarını kullanarak yeni dinin yayılmasında öncü
rolünü üstlendiler. Bütün bu gelişmelere rağmen yasaklanmış ve inananları sıkıntı
çekmekteydi. Bu yüzden Hıristiyanlık 4. yüzyıla kadar bir yer altı hareketi olma özelliğini
sürdürmüştür.
İlk dönemlerde, özellikle de tarihte “deli imparator” olarak bilinen Neron (54-68) ile
başlayıp 250 yılına kadar devam eden yıllarda, Hıristiyanlara yapılan zulümler nedeniyle,
inançlılar ibadetlerini gizli-saklı devam ettirmişlerdir. Yasak olması ve inananları sıkıntı
çekmesine rağmen, Hıristiyanlık dini Anadolu topraklarında da yayılma fırsatı bulmuştur.
Başlangıçta gizlilik içerisinde yürütülen bu dinin faaliyetleri, Anadolu’da başta Nevşehir ve
çevresinde olmak üzere bazı bölgelerdeki “gizli kilise” veya ulaşılması güç yerlerde bulunan
kiliselerde yürütülmüştür. Gerçekten de bu dini yapıların ilk inşa tarihleri hep 4. yüzyıl öncesi
döneme ait olması bu düşünceyi desteklemektedir. Özellikle bu bölgedeki peribacaları
içerisinde gizlenmiş çok sayıdaki kilise, yer altı şehirleri ile Karaman-Karadağ üzerinde yer
alan ve adına “binbir kilise” denilen dini yapıların, bu tür inançlılar için son derece uygun
mekanlar oldukları açıkça görülebilir.
Hıristiyan olan ve Hıristiyanlığı devlet himayesine alan ilk Roma imparatoru
Konstantin'dir (Flavius Valerius Aurelius Constantinus). 306’da imparator ilan edilen
Konstantin, 313 yılında yayımladığı Milano Fermanı ile topraklarında yaşayan Hıristiyanlara
hürriyet vermiştir. Konstantin'in Hıristiyanlığı niçin tercih ettiği bilinmemektedir. Eusebius ve
Lactantius'a göre 312’de Maxentius ile yaptığı savaştan önce gördüğü bir rüyada İsa ona bu
savaştan galip çıkacağını müjdelemiştir. Kilise, onun Hıristiyanlığı seçişindeki en önemli
faktör olarak bu rüyayı kabul eder. Bununla birlikte İstanbul'u Yeni Roma ilan eden
Konstantin'in, topraklarında hızla yayılan ve güçlü bir hale gelen Hıristiyan nüfusu siyasi
hedefleri için kullanma niyeti taşıdığı ihtimali göz ardı edilemez. Çünkü 4. yüzyılda Güney
Avrupa'nın, Anadolu'nun ve Kuzey Afrika'nın büyük bir kısmı Hıristiyan olmuştu. Öte
yandan bu yüzyıldan itibaren kuzeyden güneye doğru inmeye başlayan Germenik kabilelerin
239
tehdidi, imparatorluğu birleştirecek bir güçle önlenebilirdi ve bu noktada putperestliğe savaş
açan Hıristiyanlığın önemi tartışılamazdı. İmparatorluğun doğu sınırını teşkil eden Ermeniler
arasında Büyük Gregory'nin sürdürdüğü faaliyetlerle Hıristiyan nüfusu hızla arttı. Ermeni
Kralı Tridates de Hıristiyanlığı ilk kabul eden kral oldu. Konstantin'in Hıristiyanlığı himayesine alması ile birlikte imparatorluğa doğudan gelen tehdit bir müddet için ertelenmiş
görünüyordu.
Konstantin, İstanbul'u Doğu Roma İmparatorluğu'nun başşehri yapınca İstanbul da
önemli kilise merkezleri arasına girmiş oldu. Konstantin'den 4. yüzyıldaki Papa I. Gregory'ye
kadar geçen süre Hıristiyanlığın hızla yayılmaya başladığı bir dönem olarak bilinir. Bu süreç
aynı zamanda, çoğu mezhep çatışmalarına yönelik Hıristiyanlık içi birtakım gelişmelerin de
habercisidir. Barbar akınları sonucunda imparatorluğun batı topraklarının tehlikeye girmesi
üzerine 4. yüzyıldan itibaren Roma'nın Doğu ve Batı olarak iki parçaya ayrılması bir anlamda
Hıristiyanlığın kaderini de belirlemiştir. Bu tarihten sonra Batı'daki Hıristiyanlık Latin
kökenine bağlı kalıp Avrupa topraklarını şekillendirmiş, Doğu Hıristiyanlığı ise İstanbul
merkez olmak üzere Grek mirasına sahip çıkarak Anadolu’daki Hıristiyanlığı oluşturmuştur.
4. yüzyıl aynı zamanda, devlet himayesinden faydalanan mahalli kiliselerin entelektüel açıdan
gelişmesine ve mezhep kavgalarına yol açacak hizipleşmelere de kaynaklık etmiştir.
Yapılan bir araştırmada Hıristiyanlık dininin yayılması ile ilgili hazırlanmış üç
haritaya bakıldığında (kiliseler hangi yerleşme merkezinde olduğu belirtilmeden noktalar ile
gösterilmiştir), 1. yüzyıl için hazırlanan haritada, 21 tanesi Anadolu topraklarında olmak
üzere Akdeniz çevresinde toplam 42 tane kilise bulunuyordu. 2. yüzyıl haritasında kiliselerin
arttığı görülmekle birlikte artışın yavaş olduğu dikkati çeker. Anadolu topraklarındaki kilise
sayısı, 46’ya ulaşırken Anadolu dışındaki kilise sayısı Kuzey Afrika’da 10, Avrupa’da 27 ve
Suriye’de 18’dir. 3. yüzyıl artık kilise sayısının geçmişle kıyaslanamayacak kadar fazla
olduğu bir dönemdir. Bu döneme ait haritada sadece Anadolu’da 120 kilise sayılmakta olup
Kuzey Afrika’da 93, Avrupa’da 187 ve Suriye’de 46 kilise ile birlikte toplamda 446’ya
ulaşılmıştır.
Hıristiyanlık ve kilise tarihinde önemli olan gelişmelerden biri de, Hıristiyanlık
dinindeki tartışmalı ve problemli konuları çözmek amacıyla konsillerin toplanmasıdır. Hepsi
de Türkiye topraklarında bulunan konsil toplantı yerleri ve tarihleri sırasıyla şöyledir: İznik
Konsili (M.S. 325), I. İstanbul Konsili (M.S. 381), Efes Konsili (M.S. 431), Kadıköy Konsili
(M.S. 451), II. İstanbul Konsili (M.S. 553), III. İstanbul Konsili (M.S. 680), II. İznik Konsili
(M.S. 787), IV. İstanbul Konsili (M.S. 869). Bunlar arasında ilk defa toplanan ve aynı
zamanda en önemlisi olan İznik konsili, 325 yılında Büyük Konstantin tarafından toplanmış
ve Hıristiyanlık burada, “Regula fidei” (kelime-i şehadet)i Athanasius’un öğretisine göre
formüle edilmiştir: oğul Tanrı ile eşittir (Homusie = Tanrı ile aynı olma).
240
Şekil 13.2: Trabzon’da yer alan Sumela Manastırı.
Burada dini amaçlı yapılan ilk yapı bir kilise olup kilisenin M.S. 365-395 tarihleri arasında inşa
edildiği sanılmaktadır. Anadolu'da sıkça rastlanılan Kapadokya kiliseleri tarzında yapılmış olup
Trabzon'da Maşatlık mevkiinde benzeri bir mağara kilisesi daha vardır. Kilisenin ilk kuruluşu ile
manastır haline dönüşümü arasındaki bin yıllık dönem hakkında fazla bir şey bilinmemektedir.
Bununla birlikte manastırdaki fresklerde sıkça yer alıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru
III. Aleksios'un (1349-1390) manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmaktadır.
Hıristiyanlığın ortaya çıktığı ilk dönemlerden itibaren, bu dinin yayılmasında çok
önemli yeri olan üç tane misyonerlik merkezi vardır. Bunlardan Antakya ve İstanbul Anadolu
topraklarında olup sadece birisi, İskenderiye, dışarıdadır. Bu misyonerlik merkezlerinin
etkisiyle, erken tarihlerden itibaren belli şehirlerde Hıristiyan cemaatlerin oluştuğu
bilinmektedir. Bu cemaatlar 325 yılına kadar Anadolu’da aşağıda listelenecek olan merkezler
ve çevresinde yoğun olarak yayılmıştır. İlk önemli cemaatler şuralarda toplanmıştır: Orta
Karadeniz’de; Sinope, Amisis, Neoceasarea; İstanbul yanında Chalcedon (Kadıköy), Nicaea
(İznik); Batı Anadolu’da; Troas, Asos, Pergamum, Sardes, Philadelphia, Smyrna, Ephesus,
Miletus, Laodicea; Orta ve güney Anadolu’da; Lystra, Antiochia, Iconium, Derbe, Nyssa,
Ceasarea, Nazianzus, Myra, Perge, Tarsus, Edessa ve Antiochia. Bu merkezler dışında kalan
sahalar, yani Anadolu’nun geriye kalan alanları ise 600 yılına kadar tamamen
Hıristiyanlaşmıştır.
Daha ilk yüzyılda Hıristiyanlığın önemli bir merkezi olmaya başlayan Anadolu, bu
inanca Kilise babaları da armağan etmiştir. Hıristiyanlık dünyasının bu kutsal ve saygın
kişileri arasında, Aziz Pavlus, Aziz Pierre, Büyük Basileios, Nyssa’lı (Nevşehir) Gregorios,
Nazianzos’lu Gregorios, Aziz Nikolaos (Noel Baba), Aziz Polikarp, Azize Helena, Azize
Barbara ilk sıralarda belirtilebilecek isimlerdir. Bu önemli şahsiyetlerin yanında, Pavlus’un
gezdiği güzergah ve merkezler, toplanan konsiller, Meryem ve Efes, yedi kilise, Sumela
manastırı, Binbirkilise, peribacalarındaki kiliseler ile İstanbul’da yer alan başta Ayasofya
olmak üzere diğer birçok dini yapı, Anadolu Hıristiyanlık kültür mirası için son derece önemli
241
yerlerdir. Burada belirtilen kültürel miras unsurlarının çokluğu ve zenginliğinin, turizm
açısından değerlendirilmesine örnek olması bakımından, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın web
sayfasından bir örnek vermek faydalı olacaktır.
St. Paul Yolu/Aziz Pavlus yolu: 500 km toplam uzunluğu ile Likya Yolu’ndan sonra,
Türkiye’nin işaretlenmiş en uzun mesafeli ikinci uluslararası doğa yürüyüşü özelliğine sahip
olan St. Paul (Aziz Pavlus) Yolu, Antalya ve Isparta sınırları içerisinde
gerçekleştirilmektedir. Antalya Aksu Perge’den veya Aspendos’tan iki farklı çıkışı olan St.
Paul Yolu, Antalya sınırları içinde 100 km yüründükten sonra, Isparta sınırlarında Sütçüler
Sağrak köyü, Adada Antik kentinde birleşerek, Yalvaç ilçesinde sona ermektedir. Yürüyüşe
başlamadan önce yürüyüş rotalarını gösteren “St. Paul Yolu” adlı kitabı ve içinde bulunan
haritayı, ayrıca sırt çantanızı yanınıza almayı unutmayın. Yürüyüş rotası, harita üzerine
işaretlendiği gibi, arazide de yürüyüş güzergahları ve yönleri tabelalar ve kırmızı-beyaz renkli
boyalarla işaretlenmiştir. Güven içerisinde gerçekleştirilebilen yolun tamamına ait yürüyüş
programı, 14 gün sürmektedir. İsteyenler bu programı 7-8 güne indirerek, yürüyüşü Eğirdir’de
de bitirebilmekteler. 14 gün süren yürüyüş programı boyunca, yürüyüş rotası üzerinde
bulunan doğanın muhteşem güzellikleri ile bütünleşmekle birlikte, engin dağların büyüleyici
güzelliklerini fotoğraflamanız ve çam kokusuyla buğulanmış havayı ciğerlerinize teneffüs
etmeniz size, unutulmaz bir serüven yaşatacaktır. Küçük ve şirin köylerden geçerken yöre
halkının sizinle paylaşacağı birçok şeyi bulacaksınız. Yol boyunca kimi zaman pansiyon
haline getirilmiş evlerde, kimi zaman otel veya apart konaklama tesislerinde kalarak, günün
yorgunluğunu, taze balık ve et yemeklerinin nefis kokusuyla, bazen yudumladığınız sıcacık
çayın lezzetiyle giderirsiniz. Özellikle Sütçüler ve Eğirdir bölgesinde yapacağınız doğa
yürüyüşlerinde daha önce hiç görmediğiniz çiçekler, ağaçlar, kuş ve böcekler size kokularıyla
ve sesleriyle yön gösterirler.
242
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci Hz. İsa ve erken Hıristiyanlıkla ilgili web sayfalarını
incelemelidir.
243
Uygulama Soruları
1) Hz. İsa hangi topraklarda doğmuştur?
2) Batı Anadolu’da Aziz Pavlus’un kurduğu kiliselere ne ad verilmektedir?
Cevaplar
1) Filistin,
2) Yedi kilise
244
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bugün, iki milyardan fazla inananı ile dünyanın en büyük dini olan Hıristiyanlık, tüm
semavi dinler gibi, Ortadoğu topraklarında doğmuş ve buradan dünyanın geri kalan
kesimlerine yayılmıştır. Hıristiyanlık Filistin’de doğsa da, bu dinin oluşumu, şekillenmesi ve
yaygınlaşması bakımından Anadolu topraklarının yeri ve önemi ayrıdır. Gerçekten de,
hıristiyanlık dinine ait ilk ibadet mekânlarından tutun da Hz. Meryem ve Aziz Pavlus (St.
Paul) gibi bu dinin büyükleri ve kurumsallaştırıp yayılmasını sağlayan kurucularına kadar
birçok kişiye ait kutsal mekânlar, yapılar ve efsaneler Anadolu topraklarındadır.
Dört İncil'in hepsi Hz. İsa ile ilgili olarak tamamıyla tarihi bir portre çizer. Buna göre
Filistinli İsa bir Yahudi olarak doğmuş, Yahudi geleneklerine göre büyümüş ve mesihliğini
ileri sürüp Yahudi inançlarına hakaret ettiği gerekçesiyle, Romalı ve Yahudi iş birlikçilerce
öldürülmüştür. Hz. İsa, Hıristiyanlık adıyla anılacak dini öğretinin tebliğine yaklaşık otuz
yaşlarında başlamış olup toplam tebliğ süresi üç yıldır. Otuz üç yaşlarında yahudilerin baskısı
sonucu Romalı yetkililerce idama mahkûm edilmiştir. Çarmıha gerilmek suretiyle idam edilen
İsa, kilisenin tarihselliğinden vazgeçmediği bir konu olarak, üç gün sonra dirilmiş ve
şakirdlere görünmüştür. İnciller'de Hz. İsa'nın tebliğinin ana konusu tam olarak belli değildir.
Onun mesih olarak kabul edilişinin ölümünden sonra vuku bulduğunu söyleyen bilim adamları vardır. Yahudiliğe has bir peygamber olarak kabul edildiği görüşü ise daha sağlamdır.
Hz. İsa’dan sonra Hıristiyanlık için en önemli ikinci isim Aziz Pavlus’tur. Gerçekten
de hem Hıristiyanlık’taki kilise örgütlenmesini yapması hem de dinin yayılması için yaptıkları
ile Pavlus son derece önemli bir isimdir. Pavlus'un yeni öğretiyi vazetmek üzere en az üç
yolculuk yaptığı bilinmektedir. Yaklaşık 47-48 yıllarındaki ilk seyahatine Kıbrıs'tan
başlamıştır. Anadolu'da çeşitli yerleri dolaşarak Kudüs'e geldi. İkinci misyon faaliyeti
Suriye'deki kiliselerden başlayarak Anadolu, Makedonya ve Yunanistan'daki kiliseleri içine
alacak şekilde devam etti ve Antakya'da sona erdi. Bu seyahati yaklaşık 49-52 yılları arasında
yapmış olmalıdır. Üçüncü seyahat özellikle Efes’e ve burası merkez alınarak Balkan
kiliselerine yapılmıştır. Yaklaşık 52’de başlayan bu seyahat 57’de sona ermiştir. Kilise tarihi
açısından önemli olan bu seyahat sonucunda “yedi kilise” adıyla bilinen kiliseler kurulmuştur.
M.S. 52-57 tarihlerinde Efes’e gelen Pavlus, burada kaldığı süre içerisinde yörede
Hıristiyanlığın yayılması için önemli çalışmalar yaptı. Bu çalışmalar sonucunda Hıristiyanlık
dininin ilk yedi kilisesi kuruldu. Bahsi geçen yedi kilise, Roma İmparatorluğu döneminde
kurulmuş olup kurulduğu yerin Roma dönemindeki adıyla anılır. Bunlar: Pergamum, Smyrna,
Sardes, Ephesus, Thyatira, Laodicea ve Philadelphia’dır.
245
Bölüm Soruları
1) Hıristiyanlığı Yahudi topraklarında yayan kişi kimdir?
a)
b)
c)
d)
e)
2)
Aziz Pierre
Aziz Pavlus
Aziz Nikolaos
Simun Petrus
Azize Helena
Aziz Pavlus Hıristiyanlık öğretisini yaymak için en az kaç yolculuk yapmıştır?
a) 5
b) 4
c) 13
d) 3
e) 11
3) Tarihte “deli imparator” olarak bilinen kişi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Neron
b) Konstantin
c) Büyük Gregory
d) Büyük Basileios
e) Nyssa’lı Gregorios
4) Hıristiyan olan ve hıristiyanlığı devlet himayesine alan ilk roma İmparatoru
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Neron
b) Vasil
c) Konstantin
d) Gregory
e) Diogenes
5) Hıristiyanlık dinindeki problemli konuları çözmek için yapılan konsillerin ilki ve en
önemlisi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Kadıköy konsili
b) İstanbul konsili
c) İznik konsili
d) Efes konsili
e) İznik konsili
6) Aşağıdakilerden hangisi hıristiyanlığın yayılmasında önemli yeri olan Anadolu’daki
misyonerlik merkezlerinden birisidir?
a) Bergama
b) Efes
c) İznik
d) Antakya
e) Sinop
7) St. Paul yolu nerede başlayıp nerede sona ermektedir?
a) Antalya-Yalvaç
b) Antalya-Isparta
c) Isparta-Yalvaç
d) Atalya-Eğirdi
e) Sütçüler Sağrak Köyü- Isparta
246
8) Karaman-Karadağ üzerinde yer alan Hıristiyanlığa ait dini yapılara ne ad verilir?
a) Yedi kiliseler
b) Gizli kilise
c) Yeraltı kiliseleri
d) Gizli manastır
e) Binbir kilise
9) Hıristiyanlığın inanan sayısı bakımından asıl gelişimi hangi topraklarda olmuştur?
a) Anadolu
b) Avrupa
c) Filistin
d) Orta Doğu
e) Suriye
10) Aşağıdakilerden hangisi St. Pavlus’un 57’de sona ermiş olan seyahatleri sonucu
kurduğu kiliselere verilen addır?
a) Yedi kilise
b) Binbir kilise
c) Gizli Manastır
d) Gizli kilise
e) Yeraltı kiliseleri
Cevaplar
1) b, 2) d, 3) a, 4) c, 5) c, 6) d, 7) a, 8) e, 9) b, 10) a
247
14. TARİHÖNCESİ VE ESKİÇAĞ UYGARLIKLARI MİRASI
248
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
14.1. Tarihöncesi ve Eski Çağ Uygarlıkları Mirası
249
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1)
a)
b)
c)
d)
e)
2)
a)
b)
c)
d)
e)
3)
a)
b)
c)
d)
e)
“Dünya kültürel ve doğal mirasın korunması sözleşmesi” ne zaman imzalanmıştır?
1972
1963
1975
1961
1980
Aşağıdakilerden hangisi Dünya Kültürel Miras geçici listesinde yar almaktadır?
Hattuşa
Xanthos-Letoon
Nemrut Dağı
Efes
Truva Antik Kenti
Çatalhöyük UNESCO Dünya Miras listesine ne zaman girmiştir?
2009
2012
2013
2010
2005
Cevaplar
1) a, 2) d, 3) b
250
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu
Kazanım
Kazanımın nasıl elde edileceği
veya geliştirileceği
Tarihöncesi
mirası
uygarlıklar Türkiye’nin
tarihöncesi Kültür ve Turizm Bakanlığı web
ilgili
konuları
uygarlıkları mirasını öğrenmek sayfasından
incelemek
Eskiçağ
mirası
uygarlıkları Türkiye’nin
Eskiçağ Kültür ve Turizm Bakanlığı web
ilgili
konuları
uygarlıkları mirasını öğrenmek sayfasından
incelemek
251
Anahtar Kavramlar
İrs, miras, kültürel miras, doğal miras, BM, UNESCO, anıt, yapı topluluğu, sit, turist, turizm,
tarih, arkeoloji, dil, coğrafya, tarihi coğrafya, tarihöncesi, eskiçağ, Dünya kültür mirası,
Karain, Göbeklitepe, Hattuşaş, Truva, Nemrut, Bergama, Çatalhöyük, Efes, Sümela, St. Paul,
Zeugma, Yesemek, Laodikia, Hierapolis, Eflatunpınar, Perge, Ani, Letoon, Sagalassos,
Gordion, Likya, Arslantepe, Anavarza, Kültepe, Korykos, Kaunos, Miletos, Pamukkale,
Olympos
252
14. Giriş
Bazı araştırmacıların “bilgi arşivi” şeklinde nitelediği kültür mirası, insanlığın bugüne
kadar ürettiği her türlü maddesel ya da tinsel kalıntının toplamıdır. Sözlükte “kök, temel;
birinin diğerinden devraldığı eski durum, bakiye” anlamlarındaki “irs (virâse)” kökünden
türeyen “mîrâs” kelimesi, çok defa irs ile eş anlamlı olmak üzere "bir şeyin bir kişi veya
topluluktan diğerine geçmesi, başkasından kalan, tevarus edilen şey" manalarında kullanıldığı
gibi; “birine, ölen bir yakınından kalan mal mülk, para veya servet, kalıt, bırakıt, tereke;
kalıtım yoluyla gelen herhangi bir özellik; bir neslin kendinden sonra gelen nesle bıraktığı
şey” şekillerinde de tanımlanmaktadır. Kültür ise yukarıda da belirtildiği üzere, insanoğlunun
yeryüzü üzerinde meydana getirdiği maddi ve manevi unsurların bütünü anlamına
gelmektedir. Dolayısıyla burada bir neslin kendinden sonra gelenlere bıraktığı şey anlamından
hareketle, konumuzla ilgili olarak geçmiş nesillerden günümüze kalan maddi ve manevi bütün
unsurlara kültürel miras tanımlaması yapılabilir.
Gerçekten de “kültürel miras” veya “kültür mirası” kısaca, “daha önceki kuşaklar
tarafından oluşturulmuş ve evrensel değerlere sahip olduğuna inanılan eserlere verilen genel
bir isimdir”. Biraz daha açmak gerekirse, kültürel miras, insanın, bilinen tüm zaman dilimleri
içinde yaşadığı, biriktirdiği ve geliştirerek, yeni sentezlerle zenginleştirerek ve sürekliliğini
sağlayarak kendinden sonra gelenlere aktardığı, bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu
bütünün parçası olan nesneler olarak tanımlanır. Kültürel miras, bir toplumun üyelerine ortak
geçmişlerini anlatan, aralarındaki dayanışma ve birlik duygularını güçlendiren bir hazinedir.
İnsanların tarih boyunca biriktirdikleri deneyimlerin ve geleneklerin devamlılığını sağlayarak,
geleceğin doğru kurulmasını sağlar. Kültürel miras yalnızca sahip olduğu değerler nedeniyle
değil, gençlere yeni öğrenme ve gelişme fırsatları sunduğu, insanlara güzel duygular ve sıcak
anılar yaşattığı, yaratıcılığı ve keşfetme güdüsünü beslediği, dünyaya ve hayata bakışımıza
derinlik kattığı ve hepimizin geçmişimizden öğrenecek çok şeyimiz olduğu için değer
verilmeli, kaybetmemek için elimizden gelen yapılarak korunmalıdır.
Böyle bir amaç için bir araya gelen, “Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür
Teşkilatı (UNESCO)”, 17 Ekim-21 Kasım 1972 tarihleri arasında, Paris’te yapılan Genel
Konferansın 17. oturumunda imzalanan “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunması
Sözleşmesi”ne göre aşağıdakiler “kültürel miras” sayılmaktadır:
1-Anıtlar: Tarih, sanat veya bilim açısından istisnaî evrensel değerdeki mimari
eserler, heykel ve resim alanındaki şaheserler, arkeolojik nitelikte eleman veya yapılar,
kitabeler, mağaralar ve eleman birleşimleri.
2-Yapı toplulukları: Mimarileri, uyumlulukları veya arazi üzerindeki yerleri
nedeniyle tarih, sanat veya bilim açısından istisnaî evrensel değere sahip ayrı veya birleşik
yapı toplulukları.
3-Sitler: Tarihsel, estetik, etnolojik veya antropolojik bakımlardan istisnaî evrensel
değeri olan insan ürünü eserler veya doğa ve insanın ortak eserleri ve arkeolojik sitleri
kapsayan alanlar.
253
Yukarıda belirtilen kültürel miras unsurlarının büyük kısmının “somut” olması, ortada
bulunmayan veya görülemeyen “somut olmayan” kültürel miras için de ayrı bir çalışma
yapmayı gerektirmiş ve Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı, 17 Ekim 2003
tarihinde Paris’te düzenlenen 32. Genel Konferansı’nda, Somut Olmayan Kültürel Mirasın
Korunması Sözleşmesi’ni kabul etmiştir. Türkiye 19 Ocak 2006 tarihli ve 5448 sayılı Somut
Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesinin Uygun Bulunduğuna Dair Kanunla, bu
sürece dahil olmuş ve 27 Mart 2006 tarihinde resmen taraf olmuştur. Bahsedilen sözleşmeye
göre, Somut Olmayan Kültürel Miras UNESCO tarafından; “toplulukların, grupların ve kimi
durumlarda bireylerin, kültürel miraslarının bir parçası olarak tanımladıkları uygulamalar,
temsiller, anlatımlar, bilgiler, beceriler ve bunlara ilişkin araçlar, gereçler ve kültürel
mekânlar biçiminde tanımlanmaktadır”. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu miras, toplulukların ve
grupların çevreleriyle, doğayla ve tarihleriyle etkileşimlerine bağlı olarak, sürekli biçimde
yeniden yaratılır ve bu onlara kimlik ve devamlılık duygusu verir; böylece kültürel çeşitliliğe
ve insan yaratıcılığına duyulan saygıya katkıda bulunur.
Türkiye’nin sahip olduğu kültür mirası zenginliğinin tüm insanlığın ortak belleği
açısından taşıdığı önem tartışılmaz bir gerçektir. Ancak bu zenginliğin getirdiği
sorumlulukların genelde göz ardı edildiği de bir gerçektir. Oysa Türkiye’nin çok çeşitli kültür
ve uygarlığın kök salıp iz bıraktığı bir ülke olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle söz konusu
mirası koruyarak geleceğe taşımak yaşamsal önemde bir siyasal ve stratejik sorun olarak
karşımıza çıkmaktadır. Kültür mirası, geçmişten kalan birtakım kalıntıdan ibaret değildir,
gerçekte bu kalıntıların içindeki bilgidir ve ancak bir uzmanın elinde anlam kazanabilir ve
kıymetini bilenler tarafından değerlendirilebilir. Bugün ülkemiz için sadece bildiğimiz değil,
henüz keşfetmediğimiz bu bilgi kaynakları her zaman yok olma tehlikesiyle karşı karşıya
bulunmaktadır. Kentleşme ve sanayileşme ya da hammadde gereksinimlerinin neden olduğu
siyasal hareketler tüm dünyada doğal ve kültürel miras tahribatına yol açarken, büyük bir
hızla çoğalan ve “çağdaş yaşamın gereği” diye sunulan bayındırlık yatırımları, Türkiye’de son
yıllarda tarihsel kalıntılarla doğal çevrenin yok edilişinin temel nedeni haline gelmiştir. Öyle
ki, bazen binlerce yıldır toprak altında korunan arkeolojik kalıntılar hiç farkına varılmadan
yok olup gitmektedir. Uzmanların bulup ortaya çıkardığı ve insanlığın hizmetine sunduğu
kültür mirası kalıntıları ise bazı durumlarda bilerek, ancak çoğu zaman bilip öğrenmeyi
istemeden yok edilmektedir.
Küreselleşme rüzgârıyla gün geçtikçe hızlanarak ortadan kaybolan veya konunun
önemini kavrayamayanlar nezdinde değeri azalan kültürel miras, Dünya’da özellikle bilimsel
araştırmalara konu olmakta ve ortaya çıkarılan miras, bilimsel çalışmalar ile diğer birçok
sektör/alan yanında bilhassa turizm sektöründe değerlendirilerek, bu sayede ekonomiye
kazandırılmaktadır.
Kültürün tanımı ve yapısı gereği içeriğinin oldukça geniş olması, bu sahada çalışan,
araştırma yapan disiplinlerin de çok sayıda olmasına yol açmıştır. Tarih, dil, coğrafya ve hatta
diğer bütün “sosyal bilimler”in doğal olarak araştırma sahasında yer alan kültür, konu miras
olunca derinliği bulunan bir geçmişi ve mirasın üzerinde bulunduğu yer olunca da bir mekânı
254
çağrıştırmaktadır. Bu iki unsur ise, bilindiği üzere tarih ile coğrafya arakesitindeki “tarihi
coğrafya” içerisinde birlikte yer almaktadır.
Şu durumda kültürel mirasın araştırılarak ortaya çıkarılması, başta tarih, arkeoloji ve
coğrafya disiplinleri olmak üzere bütün sosyal bilimlerin görevinin olması ne kadar
önemliyse, ortaya çıkarılan mirastan faydalanma da aynı derecede öneme sahiptir. İşte burada
devreye giren turizm, kültürel mirasın korunarak ekonomiye kazandırılmasında ön plana
çıkmaktadır. Günümüzde, bacasız sanayi adı da verilen turizm sektöründeki gelişmeler, hem
ülkemizde hem de dünyada bu alanı popüler hale getirmiş ve bilhassa son yıllarda turizmi
çeşitlendirmek amacıyla kültürel miras daha fazla söz konusu edilmeye başlanmıştır. Bu
gelişmelere bağlı olarak, son dönemde ülkemize gelen turist sayısı da, turizm gelirleri de
artmaya başlamıştır.
Ülkemiz açısından turizmin, ekonomide önemli bir payı bulunmasına ve bu alanda
faaliyet gösteren çok sayıda çalışanın varlığına rağmen, bu sektörde çalışanların nitelik ve
nicelik açısından yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Yeterli sayıda uzman olmadığı
gibi, çalışanların da akademik eğitim almamaları, sektörün ihtiyaçlarına cevap verebilmekten
uzak olmalarına yol açmıştır. Ülkemiz yükseköğretim sisteminde bu alana en yakın olarak, iki
yıllık “Kültürel Miras ve Turizm programı (önlisans)” bulunmasına rağmen, hem derslerine
hem de program amaçlarına bakılırsa, bu programda sadece “kültürel mirasın özenle
korunması ve turizme kazandırılması” hedeflenmektedir. Anadolu Üniversitesi, Açıköğretim
Fakültesi’nde yer alan bu programı örnek alarak Sinop ve Burdur’da ve daha başka
üniversitelerde de aynı amaçlı iki yıllık programlar açılmıştır.
Fakat tahmin edileceği gibi, öncelikle bildiğimiz ve sahip olduğumuz tüm kültürel
mirasın bilimsel açıdan ele alınması, kurulacak bir eğitim/araştırma kurumu ile
bilmediklerimizin ise araştırılarak ortaya çıkarılması ve bütün bunların envanterinin yapılması
gerekmektedir. Ancak bunlar yapıldıktan sonra kültürel mirasın özenle korunarak turizme
kazandırılması aşamasına geçilebilir. İşte bu noktada, yukarıda bahsi geçen kültürel mirasın
araştırılarak ortaya konulmasında görev yapan dört temel disiplin dil, tarih, arkeoloji ve
coğrafya devreye girmektedir. Hatta tarih (tarih içerisinde kalan arkeoloji) ve coğrafya
disiplinlerinin arakesitinde bulunan tarihi coğrafya devreye girmektedir. Zaten yukarıda
verilen kültür ve uygarlık/medeniyet kavramlarının farklı tanım ve algılarının bulunması,
birden çok disiplinin birlikte hareket ederek daha iyi sonuçlara ulaşacağı hususunu
desteklemektedir. Her ne olursa olsun, bütün disiplinler hem kültür hem de uygarlık için
“mekanın son derece önemli olduğu” hususunda birleşmektedirler. Dolayısıyla mekanı ön
plana alarak bugünü araştırna coğrafya ile geçmişteki mekanı ön plana alan tarihi coğrafya, bu
bağlamda ayrıca önemli bir hale gelmektedir.
14.1. Tarihöncesi Uygarlıkları Mirası
İlkçağ uygarlıklarının beşiği olan Anadolu, tüm tarihöncesi çağlarda yaşanan kültürel
değişimin izlerini barındırmaktadır. Hatta bu haliyle, yani geçmişten günümüze uzanan kültür
mirasıyla Anadolu adeta bir “açık hava müzesi” niteliği taşımaktadır. Günümüz şartlarında
ülkemizde yaklaşık 400 civarı ören yerinde, 200’den fazla kamu müzesinde ve 100 civarında
255
da özel müzede olmak üzere iki buçuk milyondan fazla eser sergilenmektedir. UNESCO
tarafından Dünya Kültür Miras’ına alınan 13 değerimiz bulunmakta ve bunu da henüz geçici
listede olup ta asil listeye alınmayı bekleyen 52 değerimiz takip etmektedir. 2014 yılı
itibariyle Dünya genelinde UNESCO Dünya Miras Listesi’ne kayıtlı 1007 kültürel ve doğal
varlık bulunmakta olup bunların 779 tanesi kültürel, 197 tanesi doğal, 31 tanesi ise karma
(kültürel/doğal) varlıktır. Her yıl gerçekleşen Dünya Miras Komitesi toplantıları ile bu sayı
artmaktadır.
Bu liste içerisinde yer alan unsurlardan tarihöncesi ve eskiçağlara ait olanları şu
şekilde listelemek mükündür:
1.
Hattuşaş (Boğazköy) - Hitit Başkenti (Çorum) [1986]
2.
Nemrut Dağı (Adıyaman - Kahta) [1987]
3.
Xanthos-Letoon (Antalya - Muğla) [1988]
4.
Truva Antik Kenti (Çanakkale) [1998]
5.
Çatalhöyük Neolitik Kenti (Konya) [2012]
6.
Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı (İzmir) [2014]
Geçici listeden;
1.
Efes (İzmir) [1994]
2.
Karain Mağarası (Antalya) [1994]
3.
St. Nicholas Kilisesi (Antalya) [2000]
4.
St. Paul Kilisesi, St. Paul Kuyusu ve Çevresi (Mersin) [2000]
5.
Sümela Manastırı (Trabzon) [2000]
6.
Afrodisias Antik Kenti (Aydın) [2009]
7.
Likya Uygarlığı Antik Kentleri (Antalya ve Muğla) [2009]
8.
Perge Antik Kenti (Antalya) [2009]
9.
Sagalassos Antik Kenti (Burdur) [2009]
10.
Göbeklitepe Arkeolojik Alanı (Şanlıurfa) [2011]
11.
St. Pierre Kilisesi (Hatay) [2011]
12.
Ani Tarihi Kenti (Kars) [2012]
13.
Aizanoi Antik Kenti (Kütahya) [2012]
14.
Gordion (Ankara) [2012]
256
15.
Hekatomnos Anıt Mezarı ve Kutsal Alanı (Muğla) [2012]
16.
Yesemek Taş Ocağı ve Heykel Atölyesi (Gaziantep) [2012]
17.
Zeugma Arkeolojik Siti (Gaziantep) [2012]
18.
Laodikeia Antik Kenti (Denizli) [2013]
19.
Sardes Antik Kenti ve Bintepeler Lidya Tümülüsleri (Manisa) [2013]
20.
Anavarza Antik Kenti (Adana) [2014]
21.
Kaunos Antik Kenti (Muğla) [2014]
22.
Korykos Antik Kenti (Mersin) [2014]
23.
Arslantepe Arkeolojik Alanı (Malatya) [2014]
24.
Kültepe Arkeolojik Alanı (Kayseri) [2014]
25.
Eflatunpınar: Hitit Su Anıtı (Konya) [2014]
26.
Vespasianus-TitusTüneli (Hatay) [2014]
Görüldüğü gibi, ülkemizde kültürel miras ile ilgili bilimsel ve ciddi çalışmaların henüz
istenen seviyeye gelmediği günümüzde bile, daha şimdiden bu kadar kültürel mirasın asil ve
geçici listede yer bulması, gelecek için umutları artıran bir gelişmedir. Gerçekten de yukarıda
da belirtildiği gibi, insanlık tarihinde binlerce yıldır birçok kültüre ve uygarlığa ev sahipliği
yapmış olan Anadolu çok çeşitli arkeolojik, tarihsel, doğal ve kültürel değerlere sahiptir. Bu
değerlerin belirlenmesi, bilinmeyenlerin ortaya çıkarılması ve sonuç olarak ta bilimsel, turizm
ve diğer açılardan değerlendirilmesi, son derece hayati bir öneme sahiptir. Gerçekten de diğer
açılar bir kenara, sadece turizm açısından hakkıyla değerlendirilmesi bile ülkemizin kültür ve
turizminin, her bakımdan Dünya’da hakettiği ilk sıralardaki yerini almasını sağlayacağı gibi,
sonsuza kadar yerini korumasını da garanti altına alacaktır.
Bu bilgilerden sonra, ülkemizin sahip olduğu zengin potansiyelin anlaşılması adına,
kısa kısa da olsa, Dünya Miras listesine girmiş ve henüz girememiş unsurlardan bazıları
hakkında bilgi vermek son derece faydalı olacaktır.
Karain Mağarası (Antalya): Karain Mağarası, Anadolu ve Yakın Doğu tarihi
açısından önemli bir paleolitik merkezdir. Karain Alt Paleolitik'ten geç Roma dönemine kadar
görülen yerleşim izleri ile Anadolu arkeolojik çalışmalarında önemli bir boşluğu
doldurmaktadır. Yeryüzünde bilinen paleolitik mağaraların çoğu sadece bir dönemi temsil
ederken Karain Alt, Orta ve Üst olarak kesintisiz bir katmanlaşma göstermekte ve bu
katmanlardan elde edilen veriler, özellikle Avrupa ve Yakın Doğu arasındaki bağlantılar ve
göç yolları hakkında fikir vermesi açısından önem taşımaktadır. Karain'den ele geçirilen
Anadolu'da bilinen en eski insan kalıntılarının yanısıra mağarada ortaya çıkarılan taşınabilir
257
sanat ürünleri Anadolu sanatının ilk örnekleridir. Ayrıca, verdiği bitki ve hayvan kalıntıları ile
Batı Akdeniz'in eski çevresinin ortaya konmasında önemli bir rol üstlenmektedir.
Göbeklitepe Arkeolojilk Alanı (Şanlıurfa): Göbeklitepe Arkeolojik Alanı, Şanlıurfa
kent merkezinin 18 kilometre kuzeydoğusunda, Örencik Köyü yakınlarındadır. Alan 1963
yılında, İstanbul ve Chicago Üniversitelerinin ortaklığıyla gerçekleştirilen bir yüzey
araştırması sırasında keşfedilmiş ve “V52 Neolitik Yerleşimi” olarak tanımlanmıştır. Alanın
gerçek tarihi değeri, 1994 yılından sonra başlatılan kazı çalışmaları ile ortaya çıkmaya
başlamıştır. Bu çalışmalar sonrasında, Göbeklitepe’nin 12000 yıl öncesine uzanan bir kült
merkezi olduğu anlaşılmıştır.
Çapları 30 metreyi bulan yaklaşık 20 yuvarlak ve oval yapının ortasında 2 adet “T”
biçimli, 5 metre yüksekliğinde, kireçtaşından bağımsız sütun yer almaktadır. Yapıların iç
duvarlarında da daha küçük sütunlar bulunmaktadır.
Göbeklitepe ile ilgili bahsi geçen bilimsel veriler, arkeoloji çalışmalarında Neolitik
dönemle ilgili kuramsal çerçevenin ve tarihlendirmelerin yeniden değerlendirilmesini
gerektiren önemli bilgiler vermektedir. Göbeklitepe’nin, konumu, boyutları, tarihlendirilmesi
ve yapılarının anıtsallığı ile Neolitik dönem için ünik bir kutsal alan olduğu anlaşılmıştır.
Alan, 12000 yıl boyunca doğal çevresi içinde dokunulmadan kaldığından önemli arkeolojik
buluntu vermektedir.
Çatalhöyük Neolitik Kenti (Konya): Neolitik dönem kenti olan Çatalhöyük, Konya
ovasında yer almaktadır. Günümüzden 9 bin yıl öncesine kadar dayanan yerleşim yeri geniş
bir alana sahiptir. Doğu ve batı yönlü iki höyükten oluşan Çatalhöyük Neolitik Kenti’nin
daha uzun olan Doğu Höyüğü, M.Ö. 7400 ve 6200 yılları arasına tarihlenen 18 Neolitik
yerleşim katmanından oluşmaktadır. Söz konusu katmanlarda, sosyal örgütlenmeyi ve
yerleşik hayata geçişi simgeleyen duvar resimleri, rölyefler, heykeller ve diğer sanatsal öğeler
yer almaktadır. M.Ö. 6.200 ve 5.200 yılları arasına tarihlenen Batı Höyüğü ise Kalkolitik
Döneme ait kültürel özellikler taşımaktadır. Bu özellikleriyle Çatalhöyük, aynı bölgede 2000
yıldan fazla bir süredir var olan köylerden kentsel hayata geçişin de önemli bir kanıtıdır.
Çatalhöyük’te yapılan kazılar sonucunda açığa çıkarılan evlerin ve dolayısıyla kentin
belli bir düzene göre inşa edildiği ortaya çıkmıştır. Çatalhöyük evlerinin hepsinin planları aynı
olup taş temel olmadığı için kerpiçten düz damlı olarak yapılmıştır. Bu evler içlerine
çatılardan girilen birbirine bitişik tarzdadır. Çatalhöyük evlerinin en önemli özelliği
duvarlarında boğa başları ve resimlerle bezeli olmasıdır. Çatalhöyük’te Neolitik Döneme ait
bulunan çanak çömlek genelde siyah, kahverengi ve kırmızı renktedir. Çatalhöyük,
kalıntıların boyutu, yaşayan toplumun yoğunluğu, sanatsal ve kültürel gelenekler evrensel bir
değere sahiptir. Bu değerler göz önünde bulundurularak Çatalhöyük 2009 yılında UNESCO
Dünya Miras Listesine dâhil edilmesi için önerilmiş ve 2012 yılında Dünya Miras Listesine
alınmıştır.
258
14.2. Eskiçağ Uygarlıkları Mirası
Yukarıda verilen tarihöncesi kültürel mirasın, sadece bunlardan oluşmadığı, daha çok
sayıda varlığın oradaki yerini alması gerektiği bir kez daha belirtildikten sonra, Anadolu’nun
tarih çağlarına ait kültürel mirasından bazı örneklere geçilebilir.
Kültepe Arkeolojik Alanı (Kayseri): Kültepe eski ismiyle Kaniş, Kayseri'nin 21 km
kuzeydoğusunda eski Kayseri-Sivas; Kayseri-Malatya anayolu üzerinde bulunmaktadır.
Kültepe, biri yerlilerin oturduğu höyükten, öteki aşağı şehir veya Asur'lu tüccarların yerleştiği
Karum alanından oluşmuştur. Anadolu’da en eski yazılı belgeler 1800’lü yıllarda burada
bulunmuştur. Yapılan kazılarda en eski yerleşimin Geç Kalkolitik Çağ olduğu ve bunu da
Eski Tunç Hitit, Frig ve Helenistik-Roma Çağlarının takip ettiği ortaya çıkmıştır.
Kültepe kazılarında Anadolu’nun en eski yazılı belgeleri Kayseri yöresinde bulunmuş
olup bölgenin yaklaşık dört bin yıl önceki tarihi araştırılarak Kültepe’nin o dönemde
uluslararası ticaretin odak noktası olduğu anlaşılmıştır. Ve aynı zamanda yapılan kazılar
sonucunda dönemin şehir hayatı, ticareti ve devlet yapısı hakkında bilgilere ulaşılmıştır.
Kültepe tabletleri Asur Ticaret Kolonileri Çağında hem Anadolu’nun hem de Eski Asur
Devletinin sosyo-kültürel yaşamını, iktisadi ve siyasi yapısını da yansıtmaktadır. Kültepe
uzun zamandır yapılan kazılar sonucunda ortaya çıkarılan eserler, Kayseri Arkeoloji
Müzesinde sergilenmekte olup bunun yanı sıra bir kısım eserde Ankara Anadolu
Medeniyetleri Müzesinde sergilenmektedir.
Truva Antik Kenti (Çanakkale): Truva, dünyadaki en ünlü antik kentlerden birisidir.
Truva’da görülen 9 katman, kesintisiz olarak 3000 yıldan fazla bir zamanı göstermekte ve
Anadolu, Ege ve Balkanların buluştuğu bu benzersiz coğrafyada yerleşmiş olan uygarlıkları
izlememizi sağlamaktadır. Truva’daki en erken yerleşim katı M.Ö. 3000-2500 ile erken Bronz
Çağı’na tarihlenmektedir, daha sonra sürekli yerleşim gören Truva katmanları M.Ö. 85 - M.S.
8. yüzyıla tarihlenen Roma Dönemi ile sona ermektedir. Truva, bulunduğu coğrafi konum
nedeniyle burada hüküm süren uygarlıkların diğer bölgelerle ticari ve kültürel bağlantıları
açısından daima çok önemli bir rol üstlenmiştir. Truva ayrıca gösterdiği kesintisiz
katmanlaşma ile Avrupa ve Ege’deki diğer arkeolojik alanlar için referans görevi
görmektedir. İlk olarak 1871’de Heinrich Schliemann, daha sonra W. Dörpfeld, C.W Blegen
tarafından kazılmış olan bu görkemli arkeolojik şehirde kazılar halen Tübingen Üniversitesi
tarafından sürdürülmektedir.
Hattuşaş (Boğazköy) - Hitit Başkenti (Çorum): Hattuşaş antik kenti, Hitit
İmparatorluğunun M.Ö 17. ile 13. yüzyıllar arasında başkenti olan önemli bir merkezidir.
1986 yılında UNESCO Dünya Miras listesine alınan Hattuşaş, Çorum ilinin 82 km
güneybatısında bulunmaktadır. Hattuşaş, imparatorluğun idari başkenti olmasının yanında
aynı zamanda dini merkeziydi. Hattuşaş’ın en etkileyici kutsal mekânı antik kentin yaklaşık 2
km kuzeydoğusunda bulunan Yazılıkaya Tapınağıdır. Çok geniş bir alana yayılmış Hattuşaş
kazılarında 5 kültür katı ortaya çıkarılmıştır. Hattuşaş’tan günümüze gelen kalıntılar Yukarı
Şehir, Aşağı Şehir, Büyük Kale ve Yazılı Kaya’dır.
259
Hattuşaş’ta milattan önce üç bin yılından itibaren yerleşim olduğu bilinmektedir. O
döneme ait yerleşim alanları genellikle 250 metrekarelik alana kurulmuş olan üzerinde
Kraliyet Sarayı ve imparatorluğun yönetim merkezinin olduğu Büyük Kale çevresinde
bulunmaktadır. Aşağı Şehir’de ise milattan önce 19. ve 18. yüzyıllarda Asur Ticaret
Kolonilerinin yerleşmeleri görülmektedir. Bu döneme ait ticaret kayıtlarında ilk
kez Hattuşaş ismi görülmektedir. Ayrıca ele geçen bilgilerde Hattuşaş Şehri'nin milattan önce
18. yüzyılda Kuşşara'nın Kralı Anitta tarafından yakılıp yıkılmış olduğu görülmektedir.
Milattan önce 1700 yıllarında yıkıntılardan kalanlar yeniden inşa edilmiş ve Hattuşaş'ta
tekrardan yaşam başlamıştır. Milattan önce 1600 yıllarında ise Hattuşaş, I. Hattuşili
tarafından Hitit İmparatorluğu'nun başkenti yapılmıştır.
Eğimli bir araziye sahip olan ve güneyde bulunan Yukarı Şehir 1 kilometre karelik bir
alana yayılmıştır. Güneyde bir surla çevrilen Yukarı Şehir'de genellikle kutsal alanlar ve
tapınaklar mevcuttur. Güneydeki sur üzerinde 5 tane kapı bulunmaktadır. Bunlar kentin en
yüksek noktasında bulunan Sfenksli Kapı, surun doğu ve batı ucunda karşılıklı olarak bulunan
Aslanlı Kapı ve Kral Kapısı'dır. Burada bulan tapınaklardan Seramikler, Silahlar, Yazılı
belgeler, Aletler ve Kült objeleri bulunmuştur. Yapılan araştırmalar en yüksek zamanında
40000 ila 50000 kişilik bir nüfusu olan Hattuşaş, Hitit Devleti'nin yıkılması ile birlikte
milattan önce 1200 yılı gibi yıkılmış ve milattan önce 800 yılındaki Frig yerleşimine kadar
ıssız kalmıştır.
Eflatunpınar: Hitit Su Anıtı (Konya): Eflatun Pınar Hitit Su Anıtı, Konya İli,
Beyşehir İlçesi, Sadıkhacı Beldesi sınırları içerisinde yer almaktadır. Hititler, dünya uygarlık
tarihinde yaklaşık bin yıllık egemenlik döneminde devlet yapısını, sosyal, ekonomik ve dini
hayatı yansıtan çeşitli somut kültür varlıkları bırakmışlardır. Söz konusu kültür varlıklarının
şekillenmesinde ihtiyaçlar ve inançlar en önemli faktörler arasındadır. Suyun bir merkezde
toplanarak ihtiyaç oranında kullanılması, böylece iyi bir su rejiminin uygulanması tarım
toplumlarında ekonomik hattın önemli bir parçası olup, Eflatun Pınar Hitit Su Anıtı,
Hititler’den sonra da fonksiyonunu kaybetmeden bugüne kadar ayakta kalabilen bu sistemin
en güzel örneğidir.
Özgün taş işçiliği, kabartmalardaki kompozisyon ve bir açık hava tapınağı olarak
düzenlenmesi ile Hitit Uygarlığı’nın diğer kaya anıtlarından ayrılan Eflatun Pınar Anıtı, doğal
kaya üzerine yapılmamış, birbirine uygun olarak kesilmiş andezit blokların titizlikle
birleştirilmesi ile inşa edilmiştir. Doğal bir su kaynağı üzerinde yapılmış büyük bir havuz ve
dikdörtgen formda şekillendirilmiş kayalar üzerine kabartma tekniğinde yapılmış tanrı ve
tanrıça figürlerinden oluşmaktadır. Havuzun duvarına paralel yatay su kanalları suyun havuz
içerisine akmasını sağlayarak dönemin su tesisatı ile su teknolojisi hakkında da önemli
bilgiler vermektedir.
Yesemek Taşocağı Ve Heykel Atölyesi (Gaziantep): Yesemek Taşocağı ve Heykel
Atölyesi; Gaziantep İli, İslahiye İlçesi’nin 23 km kadar güneydoğusunda, bugünkü Yesemek
Köyü’nün güneyindeki Karatepe’nin (Aslanlıtepe) batıya bakan yamaçlarında yer almaktadır.
Bilimsel kazılara göre Geç Hitit Devletleri Dönemi içerisinde MÖ. 900/800 yıllarına ait
olduğu kabul edilen Yesemek Heykel Atölyesi, antik dünyada benzeri olmayan son derece
260
önemli bir merkezdir. Yesemek sadece Eski Önasya’nın en büyük açık hava heykel atölyesi
olmasından ve içinde hâlâ çok sayıda heykel taslağı bulunmasından dolayı değil, aynı
zamanda bu atölyeden elde edilen bilgilerle, taş bloklarının taşocağından kesilmesinden,
değişik türde heykellerin taslak haline getirilmesine kadar, pek çok aşamanın öğrenilebilmesi
ve eserlerin tipolojik açıdan da bir oranda anlaşılabilmesinin mümkün olması nedeniyle
benzersizdir.
Efes (İzmir): 6000 yıl sürekli yerleşim gösteren Efes; tarihinin tüm aşamalarında çok
önemli bir kültürel ve ticari merkez olmuştur. Efes, en görkemli zamanını Roma döneminde
yaşamış ve “Asya'nın ilk ve en büyük metropolü” unvanını taşımıştır. Efes Roma dönemi
yaşam tarzını çok açık bir şekilde sunmaktadır. Bir benzeri daha bulunmayan Teras Evler ise
Anadolu’daki kent seçkinlerinin ev dekorasyonu zevkini göstermektedir. Şehrin dini merkez
konumunda olan Artemision, şu anda tapınağın ayakta kalmış tek sütunu ile temsil
edilmektedir. Efes, UNESCO Dünya Miras Listesi’ne mevcut antik kent yerleşimi
Artemision, St. John Bazilikası ve Ayasuluk Kalesi ile birlikte önerilmektedir.
Ephesos Artemis Tapınağı: İzmir ili Selçuk İlçesi sınırları içinde yer alan Efes
kentinin kuruluşu M.Ö. 6000 yıllarına kadar dayanmaktadır. Yapılan araştırma ve kazılar
sonucunda Efes çevresindeki höyüklerin ve kalenin bulunduğu Ayasuluk Tepesinde Tunç
Çağları ve Hititlere ait yerleşimler saptanmıştır. Bir liman kenti olan Efes M.Ö. 560 yılında
Artemis tapınağı çevresine taşınmıştır. Günümüzde gezilen Efes ise M.Ö. 300 yıllarında
kurulmuştur. Kent, Helenistik ve Roma dönemlerinde en görkemli dönemlerini yaşamıştır.
Bizans döneminde tekrar yer değiştirmiş olan Efes, ilk kurulduğu yere Ayasuluk Tepesine
geri dönmüştür. 16. yüzyılda sonra giderek küçülmeye başlayan Ayasuluk Cumhuriyet
kurulduktan sonra Selçuk adını almış ve günümüzde turistik bir yer haline gelmiştir. Antik
Dönemim en önemli merkezlerinden biri olan Efes, tarih boyunca bilim, kültür, uygarlık ve
sanat alanlarında önemli rol oynamış ve günümüzde de yılda ortalama 1,5 milyon turisti
ağırlayan önemli bir turizm merkezidir.
Miletos (Aydın): Milas-Söke arasında Balat köyü mevkiinde bulunan Miletos, Büyük
Menderes Nehrinin hemen ağzına yakın deniz kıyısında bir antik liman şehridir. Milet
kuruluşunda bir liman kenti özelliği taşımakla birlikte bugün Büyük Menderes nehrinin
taşıdığı alüvyonlarla liman doldurulmuş ve bugün denizden içeride bulunmaktadır. Çıkarılan
buluntular Miletos’ta en erken yerleşmenin Geç Kalkolitik ve Tunç Çağlarında var olduğuna
işaret etmektedir. Miletos’ta ele geçen çok sayıda Myken türü çanak çömlek ise yerleşmenin
özellikle Geç Tunç Çağında Mykenler tarafından iskân edildiğini gösterir. Kentte ızgara plan
uygulanmış olup yerleşmeler bu plana göre konumlandırılmıştır. Kentte bulunan yapılar
arasında 15.000 kişilik kapasitesi olan Roma çağı yapısı Tiyatro, M.S. 1. yüzyılda inşa
edilmiş Roma Hamamları, ana dini merkez olan Delphinion, Kuzey Agora, M.S. 1. yüzyıla ait
Ionik Stoa, Capito hamamları, Gymnasium, 2. yüzyılda inşa edilen Bouleterion, Güney
Agora, M.S. 2. yüzyılda yapılan Faustina Hamamı önem kazanır.
Olympos (Çıralı-Yanartaş-Deliktaş): Olympos antik kenti Antalya’nın 80 km
güneyinde ve Antik Likya bölgesi içinde bulunmaktadır. Ortasından geçen Olympos Çayı ile
ikiye ayrılan ve doğuda Akdeniz’e açılan Antik Kent Olympos, tarih boyunca liman kenti
261
olma özelliği taşımıştır. Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber M.Ö. 2. yüzyılda
bastırdığı Likya birliği sikkelerden Helenistik Devir ’de kurulduğunu anlamaktayız.
Olympos, içinden geçtiği dereciğin iki yanına yayılmıştır. Kumsaldan da görülen ve
mezarların üzerinde bulunan yüksek tepe Olympos'un akropolüdür. Üzerindeki yapı kalıntıları
ise Orta Çağ'da bir kale şekline sokulan surlara aittir. Irmak, kenarlarına yapılan poligonal
teknikteki duvarlarla kanal haline sokulmuş, bugün de izlerini gördüğümüz köprü ile iki yaka
birleştirilmiştir. Nehrin karşı tarafında hemen kıyıda görülen pencereli yapı şehrin hamam
kalıntılarıdır. Olympos'un bu kıyısına nehrin üzerindeki iri taşlara basarak geçilebilir. Burada
çalılıklardan çok zor gezilebilen Olympos'un tiyatrosu bulunur. Tiyatronun tonozlu
paradosları, orkestraya ve çevreye dağılmış süslü kapı ve niş parçaları burada tipik bir Roma
Devri tiyatrosunun bulunduğunu gösterir. Tiyatro ile deniz arasında Bizans Çağı bazilikası ve
suru ile nehrin kenarındaki hamam kalıntıları mevcuttur. Ortada oluşan geniş açıklıktan
anlaşıldığına göre şehrin agorasının ve gymnasionunun burada olması gerekmektedir.
Pamukkale-Hierapolis (Denizli): Türkiye’nin en tanınmış, doğal, tarihsel ve aynı
zamanda turistik antik kenti Hierapolis Denizli ilinin 20 km kuzeybatısında, Pamukkale
beldesinin kuzeyinde yer almaktadır. Antik kent ve çevresi 1988 yılında doğal ve kültürel
özellikleri sayesinde Dünya Miras Listesine alınmıştır. Yapılan araştırmalar neticesinde
Hierapolis kentinin tarihinin M.Ö. 5500 Kalkolitik Döneme kadar uzandığı ortaya çıkmıştır.
Hierapolis Grekçe’ de kutsal şehir anlamına gelmekte olup efsanevi kahraman Telefos’un
güzel karısı Hiera’dan esinlenerek kente bu ad verilmiştir. Bu antik kente Hititler döneminde
yerleşildiği düşünülse de Roma ve Helen Döneminde kentin önemi artmıştır. Hierapolis, M.Ö.
190 yılında Bergama Kralı II. Eumenes tarafından kurulmuştur. Helenistik Dönem
niteliklerine sahip olan Hierapolis, M.Ö. 17 yılında Roma İmparatoru Tiberius zamanında
meydana gelen depprem sonucu tamamen yıkılmış olup daha sonra yeniden inşa edilmiştir.
Ancak yeniden inşasından sonra Hierapolis hellenistik karakteri yerine Roma kenti özelliği
kazanmıştır. Hierapolis ntik kentinden günümüze ulaşabilmeyi başarabilen kalıntılar arasında
kent surları, nekropol (mezarlık alanı), bazilika, sütunlu cadde, hamam, pazar alanı, Appollon
Tapınağı, kiliseler, suyolu ve tiyatro yer almaktadır. Hierapolis, günümüzde hem doğal hem
de kültürel özellikleri bakımından ülkemiz kültür tarihi açısından önemli bir yere sahip olup
aynı zamanda turistik bir merkez haline gelmiştir.
Nemrut Dağı (Adıyaman - Kahta): Adıyaman’ın Kahta İlçesi’nde 2150 metre
yüksekliğindeki Nemrut Dağı yamaçlarında hükümdarlık yapmış olan Kommagene Kralı I.
Antiochos’un tanrılara ve atalarına minnettarlığını göstermek için yaptırdığı mezarı, anıtsal
heykelleri ve benzersiz manzarası ile Helenistik Dönemin en görkemli kalıntılarından
birisidir. Anıtsal heykeller doğu, batı ve kuzey teraslarına yayılmıştır. Doğu terası kutsal
merkezdir ve bu nedenle en önemli heykel ve mimari kalıntılar burada bulunmaktadır. İyi
korunmuş durumdaki dev heykeller kireçtaşı bloklarından yapılmıştır ve 8-10 metre
yüksekliktedir. Varlığı bilinmekle beraber kral mezarı, henüz keşfedilememiştir.
262
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci Kültür ve Turizm Bakanlığı ile illerin kültür turizm müdürlüğü
web sayfalarını incelemelidir.
263
Uygulama Soruları
1) Dünya miras listesinde Türkiye’den kaç eser yer almaktadır?
2) Dünya miras listesine ilk giren eserimiz hangisidir?
Cevaplar
1) 13, 2) Hattuşa
264
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Kültürel miras veya kültür mirası kısaca, “daha önceki kuşaklar tarafından
oluşturulmuş ve evrensel değerlere sahip olduğuna inanılan eserlere verilen genel bir isimdir”.
Başka bir ifade ile kültürel miras, “insanın, bilinen tüm zaman dilimleri içinde yaşadığı,
biriktirdiği ve geliştirerek, yeni sentezlerle zenginleştirerek ve sürekliliğini sağlayarak
kendinden sonra gelenlere aktardığı, bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası
olan nesneler” olarak tanımlanır. Kültürel miras, bir toplumun üyelerine ortak geçmişlerini
anlatan, aralarındaki dayanışma ve birlik duygularını güçlendiren bir hazinedir. İnsanların
tarih boyunca biriktirdikleri deneyimlerin ve geleneklerin devamlılığını sağlayarak, geleceğin
doğru kurulmasını sağlar. Kültürel miras yalnızca sahip olduğu değerler nedeniyle değil,
gençlere yeni öğrenme ve gelişme fırsatları sunduğu, insanlara güzel duygular ve sıcak anılar
yaşattığı, yaratıcılığı ve keşfetme güdüsünü beslediği, dünyaya ve hayata bakışımıza derinlik
kattığı ve hepimizin geçmişimizden öğrenecek çok şeyimiz olduğu için değer verilmeli,
kaybetmemek için elimizden gelen yapılarak korunmalıdır.
Sadece turizmde önemli bir gelir kaynağı değil, bir ülkenin ve toplumun bilgi arşivi,
bütün geçmişi olan kültürel mirasın, bahsedilen önemlerinden dolayı araştırılarak ortaya
çıkarılması, başta tarih, arkeoloji ve coğrafya disiplinleri olmak üzere bütün sosyal bilimlerin
ortak görevidir. Fakat araştırılıp ortaya çıkarılması kadar zor ve önemli olan diğer husus ise,
ortaya çıkarılan mirastan faydalanmadır. İşte burada devreye giren turizm, kültürel mirasın
korunarak ekonomiye kazandırılmasında ön plana çıkmaktadır. Günümüzde, bacasız sanayi
adı da verilen turizm sektöründeki gelişmeler, hem ülkemizde hem de dünyada bu alanı
popüler hale getirmiş ve bilhassa son yıllarda turizmi çeşitlendirmek amacıyla kültürel miras
daha fazla söz konusu edilmeye başlanmıştır. Bu gelişmelere bağlı olarak, son dönemde
ülkemize gelen turist sayısı da, turizm gelirleri de artmaya başlamıştır.
Aslına bakılırsa Türkiye, yukarıda ilgili bütün bölümlerde belirtildiği üzere hem doğal
hem de kültürel miras bakımından son derece zengindir. Hem doğal hem de kültürün her
alanına ait olmak üzere çok sayıda mirasa sahiptir ve ne yazık ki şu anda bunların çok küçük
bir kısmı UNESCO listesinde yerini alabilmiştir. Ama ülke olarak her kesim tarafından
yapılacak ciddi ve sürekli çalışmalar ile kısa süre sonra, miras zenginliğimiz ile doğru orantılı
bir konuma yükselmemiz işten bile değildir.
265
Bölüm Soruları
1) Göbeklitepe arkeolojik alanı hangi kentimizde yer almaktadır?
a)
b)
c)
d)
e)
2)
a)
b)
c)
d)
e)
3)
a)
b)
c)
d)
e)
4)
a)
b)
c)
d)
e)
5)
a)
b)
c)
d)
e)
6)
a)
b)
c)
d)
e)
7)
a)
b)
c)
d)
e)
Antalya
Muğla
Şanlıurfa
Mardin
Konya
Anadolu’nun en eski yazılı belgelerinin bulunduğu arkeolojik alan aşağıdakilerden
hangisidir?
Truva antik kenti
Çatalhöyük
Kültepe
Karain Mağarası
Hattuşa
Hattuşaş ne zaman UNESCO Dünya Miras listesine alınmıştır?
1990
1975
2001
2003
1986
Eflatunpınar aşağıda verilen illerimizden hangisinin sınırları içinde yer almaktadır?
Isparta
Burdur
Çorum
Konya
Antalya
Pamukkale-Hierapolis hangi tarihte UNESCO Dünya Miras listesine alnmıştır?
1988
1993
2013
2010
1997
Ülkemizde geçici listede UNESCO Dünya Miras listesine girmeyi bekleyen kaç eserimiz
vardır?
15
57
58
16
23
“Asya’nın ilk ve en büyük metropolü” ünvanına sahip antik kentimiz aşağıdakilerden
hangisidir?
Bergama
Hierapolis
Efes
Milet
Perge
266
8) Aşağıdakilerden hangisi UNESCO geçici Dünya Miras listesinde yer alan eserlerimizden
birisi değildir?
a) Efes
b) Bergama
c) Karain Mağarası
d) Gordion
e) Sümela Manastırı
9) Daha önceki kuşaklar tarafından oluşturulmuş ve evrensel değerlere sahip olduğuna
inanılan eserlere verilen ad aşağıdakilerden hangisidir?
a) Kültür
b) Miras
c) Evrensel Miras
d) Evrensel Kültür
e) Kültürel Miras
10) “Somut olmayan kültürel miras sözleşmesi” hangi tarihte imzalanmıştır?
a) 2001
b) 1984
c) 1985
d) 2003
e) 2006
Cevaplar
1) c, 2) c, 3) e, 4) d, 5) a, 6) b, 7) c, 8) b, 9) e, 10) d
267
KAYNAKÇA
Akurgal E. (1993). Anadolu Uygarlıkları. İzmir: Net Turistik Yayınları.
Akurgal E. (1988). Anadolu Tarihinin Oluşmasında Jeomorfolojik Özelliklerin Rolü. Ankara: İ.Ü. Anadolu
Araştırmaları.
Akurgal, E. (1998). Anadolu Kültür Tarihi. Ankara: TÜBİTAK Yayınları.
Alp S. (2002). Hitit Çağında Anadolu Çivi Yazılı ve Hiyeroglif Yazılı Kaynaklar. Ankara: TÜBİTAK Yayınları.
Alparslan Doğan M. (2011). Hititler Bin Tanrılı Halk/Hititlerde İnanç Sistemi. Arkeo-Atlas Der.
Alparslan Doğan M. (2011). Eski Anadolu Tarihi-Anadolu’nun İlk İmparatorluğu Hititler. Eskişehir: Anadolu
Üni. Yay.
Arı, Y. (2005). Amerikan Kültürel Coğrafyasında Peyzaj Kavramı. Doğu Coğrafya Dergisi.
Aydin, H. (2011). Dünyanın Oluşumu ve Tarih öncesi Çağlar. Eskişehir: Açıköğretim Fakültesi Yay.
Bahn, P. (2014). Üç Çağ Sistemi. İstanbul: İletişim Yay.
Baltacı, C. (2010). İslam Medeniyeti Tarihi, MÜ? İstanbul: İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Bilgiç E., Sever H., Günbattı C., Bayram S. (1990). Ankara Kültepe Tabletleri. Ankara: TTKYayınları.
Blancke Manfred B. (2011). Hassek Höyük. Arkeo Atlas Dergisi.
Cahill N. Lydia (2012). Altın Mucize. Arkeo Atlas Der.
Cahill N. (2012). Lydia Sanatı-Cömert Krallar, Soylu Desenler. Arkeo Atlas Der.
Conka S. (2012). Ekonomi-Metal Ticaret”. Arkeo Atlas Der.
Coşkun, İ. (2005). Uygarlık, Kültür ve Tarih. İstanbul: İ.Ü.E.F. Sosyoloji Dergisi.
Demirci K. Hıristiyanlık. TDV DİA. C. 17.
Devries K. Phryg Krallığı. Arkeo Atlas Der.
Devries K. Phryg Sanatı- Geometrik Doruk. Arkeo Atlas Der.
Dinçol A. (1984). Hititler. Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi. İstanbul: Görsel Yayınları.
Dinçol A. (2011). Son Tunç Çağı- Hititler. Arkeo Atlas Der.
Doğaner S. (2008). Büyük İskender: Coğrafyacı Bir Savaşçı Kral. Türk Coğrafya Dergisi.
Doğaner S. (2004). Tarih Öncesi Çağlarda Anadolu’da Savaş ve Coğrafya. Stratejik Araştırmalar Dergisi.
Doğaner, S. (2013). Türkiye Kültür Turizmi. İstanbul: Doğu Kitabevi.
Esin U., Harmankaya S. (2007). Aşıklı Höyük, Türkiye’de Neolitik Dönem. Sanat ve Arkeoloji Yayınları.
Frangipane M. (2011). İlk Tunç Çağı/Güç Dengeleri. Areko Atlas.
Frangipane M. (2011). Son Kalkolitik Çağ. Arkeo Atlas Der.
Gabrielle M. (2012). Büyük İskender ve Makedon Ordusu. Arkeo Atlas Der.
268
Gökçek L.G. Asur Ticaret Kolonileri Çağında Anadolu’da Kervan Güzergahları ve Taşımacılık. (2004) Türkiye
Sosyal Araş. Der.
Görgün, T. Medeniyet. DİA.
Gurney Oliver R. (2001). Hititler. Ankara: Dost Kitabevi.
Gümüşçü, O. (2006) Tarihi Coğrafya. İstanbul: Yeditepe Yayınevi.
Gümüşçü O., Kılıç Y., Çına H., Uğur A. (2011). Açıklamalı Türkiye Tarih Atlası Projesi/ATTAP. Ankara:
107K303 nolu SOBAG/TÜBİTAK Projesi.
Gümüşçü, O. (2012). Coğrafyaya Davet. İstanbul: Yeditepe Yayınevi,
Gümüşçü, O. , Yiğit, İ., Top Yilmaz, S. (2013). Türkiye’nin Beş Bin Yılı. İstanbul: Yeditepe Yayınevi.
Harmankaya
S.
(2012).
Türkiye
Kalkolitik
Araştırmalar
http://www.tayproject.org/downloads/Kalkolitik_SH.pdf.
Üzerine
Bir
Değerlendirme”,
Harmankaya S. (2002). Türkiye İlk Tunç Çağı Araştırmaları Üzerine Bir Değerlendirme. İstanbul: Task
Yayınları.
Kafesoğlu, İ. Türk Milli Kültürü.
Kaya, Mehmet A. (2011). Eski Anadolu Tarihi-Lidya Krallığı. Eskişehir: Anadolu Üni. Yay.
Kaya, M. Ali. (2009). Anadolu’da Roma Egemenliği (M.Ö. 205-25). Doğu Batı Düşünce Dergisi.
Kınal F. (1991). Eski Anadolu Tarihi. Ankara: TTK Yayınları.
Korfmann M. (2003). Troia Homeros’un Mirası, İlk Tunç Çağı. Arkeo Atlas Dergisi.
Köroğlu, K. (2011). Eski Anadolu Tarihi-Urartu Krallığı. Eskişehir: Anadolu Üni. Yay.
Kutluer, İ. Medeniyet. DİA.
Mansel Arif M. Ege ve Yunan Tarihi. 1995. Ankara: TTK Yayınları.
Memiş E. (1995). Eski Çağ Türkiye Tarihi. Konya: Öz Eğitim Yay.
Özbaşaran M. Eski Anadolu Tarihi-Anadolu’nun Tarih Öncesi Dönemleri. Anadolu Üni. Yay., Eskişehir 2011.
Özdoğan M. (2011). Neolitik Çağ-Çanak Çömlekli. Arkeo Atlas Der.
Özdoğan M. (2011). Devrimlerin Atası Neolitik Çağ. Arkeo Atlas.
Özdoğan M. (2011). Kalkolitik Çağ-Köyden Kente. Arkeo Atlas Der.
Özdoğan M. (2011). Neolitik Çağ, Çanak Çömleksiz- Yerleşme ve Mimari.
Özdoğan M. (2011). Paleolitik Çağ-İlk Adımlar. Arkeo Atlas Der.
Özdoğan M. (2002). Yazısız Zamanlar (Tarih Öncesi). Arkeo Atlas 1.
Özgüç T. (2011). Anadolu’da İlk İmparatorluk Asur Ticaret Kolonileri. Arkeo Atlas.
Özgüç T. (2005). Kültepe-Kaniş. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Özyar A. (2011). Alacahöyük ve Horoztepe. Arkeo Atlas Der.
269
Özyar A. (2011). Geç Hitit Krallıkları. Arkeo Atlas Der.
Sevin V. (1982). Lidyalılar. Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi II. Görsel Yayınları.
Sevin V. (2011). Urartu Devleti. Arkeo Atlas Der.
Sevinç F. (2008). Hititlerin Anadolu’da Kurdukları Ekonomik ve Sosyal Sistem. SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi
Sosyal Bilimler Dergisi.
Şahin, H. A. (2004). Anadolu’da Asur Ticaret Kolonileri Devri (M.Ö. 1975-1925). Kayseri: Erciyes Üniversitesi
Matbaası.
Şahin, Hasan A. Cumhuriyetin 80. Yılında Kültepe Kaniş Kazıları. Erciyes Üni. Sosyal Bilimler Enst. Dergisi.
Tanilli S. (1997). Uygarlık Tarihi. İstanbul: Çağdaş Yayınları.
Tanrıkulu, M. (2014). Coğrafya ve Kültür. Ankara: Edge Akademi Yayınları.
Tek, Ahmet T. (2011). Roma Tarihi ve Uygarlığı. Eskişehir: AÜ. AÖF. Yay.
Tekin, O. (2007). İletişim Anadolu Uygarlıkları Eski Anadolu ve Trakya. İstanbul: İletişim Yayınları.
TDK. Büyük Türkçe Sözlük.
Tümertekin E., Özgüç N. (2010). Beşeri Coğrafya İnsan, Kültür, Mekân. İstanbul: Çantay Kitabevi.
Tüfekçi Sivas T. (2011). Eski Anadolu Tarihi-Frig Krallığı. Eskişehir: Anadolu Üni. Yay.
Umurtak G. (2011). Hitit Çanak Çömleği. Arkeo Atlas Der.
Wittke Anne-M. (2012). Phrygia Kayaların Efendileri. Arkeo-Atlas Dergisi 1.
Yıldırım R. (2004). Uygarlık Tarihine Giriş. Ankara: Asil Yayın Dağıtım.
Yılmazel, A. Fuat. (2011). Orta Asya ve İran Tarihi ve Uygarlıkları. Eskişehir: AÜ. AÖF. Yay.
WEB KAYNAKLARI
http://sbe.erciyes.edu.tr/dergi/sayi_22/9-%20(151-166.%20syf.).pdf ( son erişim 07.07.2014)
http://www.anadoluarkeolojisi.net/olympos-antik-kenti.html (son erişim 07.07.2014)
http://www.anadolumedeniyetlerimuzesi.gov.tr/belge/1-55024/mo1200lerden-gunumuze-anadoluuygarliklari.html (son erişim 20.06.2014).
http://www.anadolumedeniyetlerimuzesi.gov.tr/TR,77779/neolitik-yeni--cilali-tas-cag.html
07.07.2014)
(son
erişim
http://www.anadoluuygarliklari.com/frigler, (son erişim 20.06.2014).
http://www.anadoluuygarliklari.com/hititler/184-hattusas ( son erişim 07.07.2014)
http://www.arkeolojidunyasi.com/anadolu_uygarliklari/hattiler.html (son erişim 20.06.2014).
http://www.corumkulturturizm.gov.tr/TR,58681/hitit-siyasi-tarihi.html
http://www.frigvadisi.org/4-sayfalar-frigler.aspx (son erişim 20.06.2014).
http://www.iha.com.tr/haber-bin-yillik-deprem-izleri-buldular-248289/ (son erişim 19 Temmuz 2014)
270
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,44423/dunya-miras-listesi.html
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,44427/hattusas-bogazkoy---hitit-baskenti-corum.html
07.07.2014)
(son
erişim
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,44869/olympos-cirali-yanartas-deliktas.html (son erişim 07.07.2014)
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,44890/hattusas-bogazkale-bogazkoy.html ( son erişim 07.07.2014)
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,44894/kanesh-kultepe.html ( son erişim 07.07.2014)
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,46251/catalhoyuk-neolitik-kenti-konya.html ( son erişim 07.07.2014)
http://www.tayproject.org/downloads/Kalkolitik_SH.pdf (son erişim 20.06.2014).
271

Benzer belgeler

Sayfa 47 - Ayrıntı Dergisi

Sayfa 47 - Ayrıntı Dergisi bilinmektedir. Geç Hitit döneminin bölgede olmadığı bilinse de Daydalı kabartması bir örnek olarak bölgede bulunmuştur. Ayrıca M.Ö. 6. yy. eseri olan andezit kaide de bölgemizde bulunan bir başka ö...

Detaylı