Cumhuriyet`in ekonomiye kazandırdıkları

Transkript

Cumhuriyet`in ekonomiye kazandırdıkları
Sayı: Kış ’11/15
Cumhuriyet’in ekonomiye
kazandırdıkları
Etem Çalışkan’ın fırçasından Atatürk
Baba Zula: Modern zaman dervişleri
Süleyman Saim Tekcan 50. Yıl Retrospektifi
Fulya Sanat 2. yılına merhaba dedi
Tarihe
özenle
bakmak
B
u sayımızda bin bir zorluk ve imkânsızlık içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumu geri kalmışlıktan kurtarmak
için verdiği ekonomik mücadelenin ayrıntılı bir öyküsünü
bulacaksınız. Aslında bir öyküden çok, ekonomik kurtuluş
programı demek daha doğru.
Bu sayıya bu denli rakamlı, ispatlı bir yazının denk gelmesini de “tarihin intikamı” olarak yorumlamak yanlış olmaz. “Cumhuriyet’in ekonomiye kazandırdıkları” başlığı ile sunulan yazıyı ibretle okuyacağınıza inanıyorum.
İnanıyorum, çünkü sömürge taşeronlarının ve yobaz ideologların Cumhuriyetimizden ve onu kurup ilerleten kadrolardan intikam almak ister gibi, yalan-dolan
ve dedikodu ile yaratmaya çalıştıkları “sahte yeni tarih” arayışlarına tokat gibi bir
yanıt bu. Okudukça, fakruzaruret içinden, nasıl ayakları üstünde duran, onurlu
ve kendine yeterli bir toplum inşa edildiğini anlamak mümkün. Ve bir kez daha
Cumhuriyet’in ideallerine neden sıkı sıkıya sarılmamız gerektiğini anlatan; başta
Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere devletimizi kuran kadrolara -gündelik siyasete alet etmeden- neden sonsuz bir saygıyla bağlanmamız gerektiğini belgeleyen bir yazı bu.
02 B+ KIŞ
Ek olarak hoş bir rastlantıyla Akaretler’de yeni açılan “Akaretler Mustafa Kemal
met etmekten yorulmayacağız. Bunu bir onur olarak, bir sorumluluk ve var olma
Müzesi”ni de sizlerle paylaşacağız bu sayıda. Yine yıllardır Mustafa Kemal tab-
gerekçemiz olarak sürdüreceğiz.
loları çizmekten yorulmayan, Atatürk’ün ünlü Nutuk’unu da güzel el yazısı ile yeniden üreten Etem Çalışkan’ın çalışmalarını albüm sayfalarımızda bulacaksınız.
Aslında bizleri kentlilerimizle buluşturan şey sadece aynı zamanı ve mekânı
paylaşmak değil, bu yazının ilk satırlarında ifade edildiği gibi koca bir yaşamı
Bütün bunlar, bu özel birikimler elbette bize yeniden düşünme şansı verecek.
dolu dolu Cumhuriyet değerleri ile yaşamak ve yolumuzu Mustafa Kemal Ata-
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet kazanımlarının kolay vazgeçilecek değerler ol-
türk ışığı ile aydınlatmaktır.
madığını, çok hızlı ve çoğu noktada anlamsız değişmiş olsa da, modern hayatın ve küresel kapitalizmin dayattığı yeni egemenlik biçimlerini sorgulama şansı
Cumhuriyetimizi armağan edenlerin önünde saygıyla eğiliyorum.
verecektir. Cumhuriyet değerlerinin çağdaş yaşama ve insanlık değerlerine aykırıymış gibi sunulmasının da önü kesilecektir.
Nitekim B+’da gezinirken Beşiktaş kentlilerinin yeni yaratıcılıklarına, yaşama
sevinç ve ortaklık katan, tat ekleyen çabalarına tanık olacaksınız. Bu değerli kentlilerimiz, birbirlerinden ayrı ve uzak noktalarda yaşamı anlamlı kılacak ça-
İsmail ÜNAL
Beşiktaş Belediye Başkanı
balara imza atmaktan, hayatı olumlu yönde değiştirmekten vazgeçmiyorlar. Biz
de belediye olarak bu denli duyarlı ve birikimli insanların yaşadığı Beşiktaş’a hiz-
B+ KIŞ 03
20
Sergi: Süleyman Saim
Tekcan “50. Yıl Retrospektifi”
Sanatın özgür ve özgün atları Beşiktaş Çağdaş’taydı…
BEŞİKTAŞ KENTLİSİ’ NİN DERGİSİ Kış ’11 / 15
20
İMTİYAZ SAHİBİ
Beşiktaş Belediyesi adına
Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal
YÖNETİM YERİ
Beşiktaş Belediyesi
Nisbetiye Mahallesi Aytar Caddesi
Başlık Sokak No: 1
34340 Beşiktaş, İstanbul
www.besiktas.bel.tr - 444 44 55
YAYIN TÜRÜ
Dergi/Yaygın
YAYIN KURULU
Hasan Özgen, Yüksel Türkili,
Görkem Kızılkayak
Kapak: Etem Çalışkan
02 Başkan’ın Beşiktaşlılara Mesajı
06 Cumhuriyet Kazanımları
Cumhuriyet’le gelişen sanayi ve ekonomik kazanımlar.
26 Beşiktaş Işıl Işıl
Yeni yılı, ışıl ışıl cadde ve
meydanlarla karşıladık.
28 Akaretler
Mustafa Kemal Müzesi
Atatürk’ün Beşiktaş’taki
ilk evini, aramızdan ayrılışının 73. yıldönümünde sizin için ziyaret ettik.
PROJE YÖNETMENİ
Hasan Özgen
EDİTÖR
Görkem Kızılkayak
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Cengiz Erdil
GÖRSEL YÖNETMEN
Nadir Mutluer
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Ayla Çiringel
YAZI İŞLERİ
Cengiz Erdil, Ayla Çiringel, Melis Baydur,
Nazan Ortaç, Aybüke Sakaoğlu
KOORDİNATÖR
Melis Baydur
SAYFA YAPIM
Engin Ak
06
12 Van İçin El Ele
Beşiktaş kentlisi
Van depremine duyarsız
kalmadı.
28
34 Uluslararası
Mimarlık Bienali
Uluslararası Mimarlık Bienali ilk kez Türkiye’de düzenlendi.
36 Sanatçı Gözüyle: Baba Zula
Modern zaman dervişleri
KATKIDA BULUNANLAR
Yalçın Çiringel, Cengiz Kahraman,
Osman Bahadır, İrem Küpeli
Rahim Gökmen Tezer,
FOTOĞRAFLAR
Görkem Kızılkayak, Erdem Aydın,
Alaattin Timur, Burak Kara, Şenol Kaşıkçı,
Burak Görgün, İlker Akgüngör
YAPIM
NDR Tasarım ve Reklamcılık Tic. A.Ş.
Nisbetiye Mahallesi, Birlik Sokak
Akyıldız Sitesi. C Blok No: 22/6
Beşiktaş / İstanbul
Tel: 0212 284 99 22
BASKI
Promat Matbaacılık 0212 622 63 63
12
14
Bir Semt: Sinanpaşa
16. yüzyıldan beri
hareketliliğini koruyan
Sinanpaşa ve çarşısı.
BASKI TARİHİ
Aralık 2011
14
04 B+ KIŞ
36
42 Benim Beşiktaş’ım
Adem Yılmaz
Futboldan gazeteciliğe, gazetecilikten işadamlığına uzanan bir serüven.
44 Albüm: Etem Çalışkan
Ustanın fırçasından Atatürk.
50 Yıldız Parkı
Beşiktaş’ın hareketli gündelik yaşamının arasına gizlenmiş Yıldız Parkı, tarihi ve renkleriyle B+ sayfalarında.
56 Beşiktaş’ta bir koleksiyoner:
Mert Sandalcı, koleksiyonculuğu bir meslek haline getirme öyküsünü B+’ya anlattı.
56
62 Eğitim
Asırlık eğitim tarihiyle Beşiktaş sahilindeki Kabataş Erkek Lisesi.
68 Beşiktaş’tan Mutfak Öyküleri
Gözde Durusoy Oran ve “Gurme Mutfak Hikayeleri”.
72 Fulya Sanat
Beşiktaş Belediyesi’nin kente kazandırdığı Fulya Sanat,
2. yılına merhaba dedi.
74 Portre: Semahat Demir
Bilim elçisi Prof. Dr. Semahat Demir’le Etiler’deki evinde buluştuk.
78 Sergi: “Arada Bir Bir Arada”
Ortaköylü yirmi iki sanatçı Ortaköy Sanat Galerisi’nde buluştu.
78
82 Kitap
Hagop Mıntzuri’nin “İstanbul Anıları” B+ sayfalarında.
83 Basından
B+’nın “Bella” söyleşisi
büyük yankı uyandırdı…
84 Haberler
Beşiktaş’ta gerçekleşen
etkinliklerden özetler...
92 Rehber / 24 saat
Artı
Hava soğuk...
Ve kurşun gibi ağır...
Merhaba,
Yılın son çeyreğinde, dünyayı sadece para
ve ikiz kardeşi tüketim olarak gören finans
uzmanlarının gözü, Avrupa’da yaşanan
ekonomik krizdeydi. Türkiye’nin de krizden
muhakkak bir şekilde etkileneceğinin hesabını
herkesin yapmasını istiyordu bu uzmanlar.
Sonra Güneydoğu’dan şehit haberleri geldi.
Ardından Van-Erciş depremi...
Hava bir anda kurşun gibi ağırlaştı.
Cumhuriyet’in yıldönümü kutlamalarına gölge
düştü, doyasıya kutlayamadık bu kez. Van ve
Erciş’te 600’den fazla can kaybına yol açan
deprem Türkiye’nin tutkalı oldu. Yurdun dört
bir yanından Van’a yardımlar yağdı. Beşiktaş
Belediyesi de bando mızıka çalmadan bir
çırpıda 16 TIR dolusu yardım malzemesini
sessiz sedasız Van’a ulaştırdı. Beşiktaş
kentinin yardımları sürüyor.
Ülkemizin havası ağır ama dergimizin
bu sayısını yayına hazırlarken, güzel ve
örnek alınası portreleri sizlere tanıtmayı
sürdüreceğiz.
Şunu herkesin kafasına sokması lazım...
Bu yıl kutlamasız geçen Cumhuriyet, bu
ülkeyi küllerinden yeniden doğurdu. 1920’li
yıllarda Türkiye’nin değişik alanlarda sadece
300 mühendisi vardı, çoğu el emeğine
dayanan sanayi tesisi sayısı da topu topu iki
bini buluyordu. Türkiye’nin nereden nereye
geldiğini ortaya koyan araştırmayı okurken,
sayılar karşısında şaşıracaksınız.
sergisiyle dergimizde yer alıyor. Kurduğu baskı
atölyeleriyle pek çok sanatçı yetiştiren sanatçı,
öyküsünü bizlerle paylaşıyor.
Geçen sayımızda yer alan “Orhan Veli’nin ilham
perisi: Bella” adlı röportajımız büyük ilgi gördü.
Medyada “Bella Eskinazi kimdir?” tartışması
başladı. Bella Hanım’ın kapısını çalan belgesel
yapımcısı ve gazetecilerin sayısı artıverdi.
Bu sayımızda da sessiz ve derinden önemli
işlere imza atan iki bilim insanı ile röportajımız
var. Türk bilim tarihinin köşetaşlarından “en
başarılı bilim kadını ödülü” sahibi Prof. Dr.
Semahat Demir, başarı öyküsünü dergimizle
paylaştı. Biyomedikal mühendisliği alanında
başarılı Türk gençlerine yurtdışında eğitim
imkânı sağlayan Cumhuriyet’in yüz aklarından
Semahat Demir, “Dünya çapında bilim insanı
nasıl olunur?” sorusuna yanıt veriyor.
Ve Mert Sandalcı... O, tarihin izini belge ve
fotoğraflarla sürüyor. İstanbul ve Beşiktaş tutkunu
olan Sandalcı, üniversitelerde verdiği seminerlerle
bilimsel koleksiyonculuğu yaygınlaştırmanın
çabası içinde. Sandalcı, koleksiyonundan
dergimize özel fotoğraflar da seçti.
“Beşiktaş’ın Eğitim Kurumları” yazı dizimizde
sırada Kabataş Lisesi var. Eğitim tarihimizde
özel bir yeri olan liseyi kurumda 20 yıl görev
yapmış olan efsane müdür Korel Haksun’un
anılarıyla sizlere sunuyoruz.
Yeniden buluşmak dileğiyle...
Hoşça kalın.
Beşiktaş kentinin Ulu Önder Atatürk’ün
hayatında önemli bir yeri var. Akaretler’de
bir dönem kaldığı ev müze olarak açılmıştı.
10 Kasım’da bu müzeyi dolaştık ve
izlenimlerimizi sizler için not ettik. Türk Dil
Kurumu’nun temellerinin atıldığı bu evle ilgili
bilgileri ilgiyle okuyacaksınız.
Güzel yazı ustası ve ressam Etem Çalışkan’ın
“Atatürk Portreleri” çalışmasından örnekler
de ilginizi çekecek. Bu yıl 50. sanat yılını
kutlayan Süleyman Saim Tekcan da son
[email protected]
B+ KIŞ 05
Cumhuriyet Kazanımları
Cumhuriyet’in
ekonomiye
kazandırdıkları
Yazı: MUSTAFA SÖNMEZ Fotoğraf: CENGİZ KAHRAMAN ARŞİVİ
1923 Türkiyesinde sanayi, el sanatları düzeyindeydi.
90 yılda Anadolu kentleri ihracat merkezi haline geldi.
06 B+ KIŞ
C
umhuriyet’i kuranlar, emperyalizme, yedi düvele karşı savaş verip bağımsızlık kazanmışlardı ama ekonomik anlaşmalar, o anlaşmaların getirdiği bağımlılık, dış
borç mirası, genç Cumhuriyet’in sırtındaki yüktü. 19231929 dönemi bu kötü mirasla uğraşmakla geçti denebilir. 1927 yılında gerçekleştirilen “Nüfus, Tarım ve Sanayi Sayımı” verilerine göre ülkede çağın sanayi teknolojisinden çok uzak bir
sanayi vardı: Toplam 65 bin 245 işletmenin yüzde 43,5’i tarım, evcil hayvan, balık ve av ürünleri alanında çalışmaktaydı.
Sayılan işletmelerin yüzde 79’unda 4’ten az kişi çalışmakta, sadece 155 iş
yerinde 100’den fazla kişi istihdam edilmekteydi. Ülkede 642 yabancı işveren, 702 yabancı memur ve 347 yabancı işçi çalışmaktaydı.
Sanayi işletmelerinin yüzde 96’sı çevirici güç olarak organik güç kullanıyordu. Motor gücü kullanan işletme sayısı 2 bin 822 idi.
Şeker, cam,
demir çelik ve
dokumaya öncülük
tanındı, Anadolu’da
fabrika bacaları
yükselmeye
başladı.
1923-24 yıllarının Türkiyesinde sanayi, el sanatları düzeyinde loncaların
devamı sayılacak gruplar halinde toplanmıştı. İstanbul, İzmir ve Adana’da
enkaz durumunda birkaç dokuma fabrikası yanında, yine İstanbul’da harap
halde birkaç askerî fabrika, ülkenin sanayi gücünden ibaretti.
İkinci İnönü hükümeti, Osmanlı’dan kalan ve çoğu da askeri ihtiyaçları karşılamak için kurulmuş Bakırköy Dokuma, Beykoz Kundura gibi kamuya
ait tüm sanayi kuruluşlarını 1925’te Sanayi ve Maadin Bankası’na bağladı. Fakat banka beklenen görevleri kaynak yetersizliği nedeniyle yapamadı. 1933 yılından itibaren Sümerbank’ın faaliyete geçmesiyle kamu sanayi
kuruluşları ve yatırımları belli bir düzene kavuştu.
Şeker fabrikaları kuruluyor
Dönemin en önemli özelliklerinden biri, devletin sanayiye yönelmesi için
özel firmaları teşviki, desteğiydi. Örneğin, 5 Nisan 1925 yılında çıkarılan
bir yasayla şeker sanayisine yatırım yapacak özel girişimcilere önemli ayrıcalıklar tanındı. Uşak ve Alpullu şeker fabrikaları bu desteklerle kuruldu.
Türkiye’de şeker sanayinin doğuşu Uşak’ta Molla Ömer oğlu Nuri Ağa’nın
(Nuri Şeker) 19 Nisan 1923 tarihinde Uşak Terakki Ziraat TAŞ’yi kurmasıy-
la gerçekleşmişti. Şirket, önce Uşak’ta pancar yetiştirme denemelerine girişmiş, sonra da her türlü zorlukları aşarak bu pancarı işleyecek fabrikayı 17
Aralık 1926’da üretime geçirmişti.
Bu alanda ikinci girişim Şakir Kesebir ve Hayri İpar’ın 14 Haziran 1925’te
kurdukları İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları TAŞ idi. Bu şirket daha elverişli olanaklarla işe başladığı için, yatırımı erken tamamlayıp fabrikayı 26
Kasım 1926’da, Alpullu Şeker Fabrikası adıyla üretime açmıştı. İlk üretim,
1926 yılında 573 ton iken, 1927’de 5 bin 162 tona sıçradı.
Bu dönemi Korkut Boratav, “Türkiye’de Devletçilik” (Gerçek Yayınevi,
1974) isimli yapıtında şöyle özetler: “1923-1929 yılları çeşitli devlet tekellerinin imtiyazlı özel şirketlere devredildiği ve böylece tekel kârlarının bur-
B+ KIŞ 07
“Şimendifer siyaseti”
ile anayurt demir
ağlarla örüldü,
Doğu Anadolu
limanlara
bağlandı.
Samsun-Sivas demiryolu hattı
juvazi arasında paylaşıldığı, edebi tablosuna Yakup Kadri’nin Ankara’sında
rastladığımız yabancı sermayenin komisyonculuğuna yönelmiş eski Kuvayi Milliyeci kadroların başkent hayatını biçimlendirdikleri, sermayenin siyasi iktidarlarla bütünleşmesini simgeleyen İş Bankası Grubu’nun oluşturduğu ve (dönemin özel deyimiyle) aferizmin toplum hayatına damgasını vurduğu dönemdir.” (s. 36)
Ama yine de yerli sanayi geliştirmek üzere çıkarılan teşvik yasaları ve diğer özendirmeler etkili sonuçlar vermiyordu. Sanayide pek gelişme sağlanamamasının nedenleri, savaş sonrası ekonomik enkazın varlığı, nüfus
mübadele hareketleri, altyapı yatırımlarının yeterince gelişmemesi gibi etkenlerle açıklanır. Bu etkenlerin sanayinin gelişimi konusunda olumsuzluklar yarattığı genel anlamda doğruysa da bu konuda asıl engelleyici etkenler korumacı bir dış ticaret politikası izlenmesinin engellenmesi ve dış dinamiklerin etkisidir.
Anayurdu demir ağlarla örmek…
Cumhuriyet hükümetlerince 1924’ten itibaren “şimendifer siyaseti”ne girişildi, anayurt demir ağlarla baştan başa örüldü. Osmanlı İmparatorluğu’ndan
miras kalan 4 bin 200 km’lik demiryolu şebekesi 1932’de 6 bin 40 km’ye
çıkarıldı. 1932 ve 1936 yıllarında hazırlanan birinci ve ikinci Beş Yıllık Sanayileşme Planlarında, demir-çelik, kömür ve makina gibi temel sanayilere öncelik verilmişti. Bu tür kütlesel yüklerin en ucuz ve güvenli biçimde taşınabilmesi açısından demiryolu yatırımları önemli idi. Bu planlar demiryollarını potansiyel üretim merkezlerine, doğal kaynaklara ulaştırmayı hedefliyordu. Ergani’ye ulaşan demiryolu bakır, Ereğli kömür havzasına ulaşan
demiryolu kömür, Adana ve Çetinkaya ise pamuk ve demir cevheri hatları
olarak adlandırılmaktaydı.
Kalın-Samsun, Irmak-Zonguldak hatları ile demiryolu limanlarla buluştu. Liman
sayısı altıdan sekize yükseltildi. Samsun ve Zonguldak hatları ile İç ve Doğu
Anadolu’nun deniz bağlantısı pekiştirildi. 1927’de Kayseri, 1930’da Sivas,
1931’de Malatya, 1933’de Niğde, 1934’te Elazığ, 1935’te Diyarbakır, 1939’da
Erzurum demiryolları şebekesine bağlandı. Ayrıca, bu dönemde stratejik özelliklerden dolayı birçok liman, tersane ve demiryolu işletmesi de millileştirildi.
08 B+ KIŞ
İsmet İnönü Ankara-Sivas demiryolu
inşaatını ziyaret ediyor. 20 Mart 1925.
Sanayi için plan
Devlet, ilk yıllardan itibaren üretimi ve yatırımları desteklemek yönünde önlemler aldı. Örneğin, devlet bütçesinden giydirileceklerin yerli malı satın almaları zorunluluğunu koyan kanun, kurulmuş tekstil fabrikalarının genişle-
mesini ve yeni fabrikaların yapılmasını özendirmişti. Devletin sanayii teşvik yolunda attığı en önemli adım, 1927 yılında 15 yıldan beri yürürlükte olan
Teşvik-i Sanayi Kanunu’nu genişleterek, yeniden 15 yıl süreyle yürürlüğe
koymasıydı.
Temmuz 1932’den itibaren, bir dizi yeni iktisat politikası ve aracıyla Sümerbank, Etibank gibi devlet işletmelerinin öncülüğünü yapacağı bir sanayileşme hareketine girişildi.
Bu dönemde sanayileşme, bir plan çerçevesinde devlet işletmeleri öncülüğünde gerçekleştirilmek isteniyordu. Bu amaçla, 1933 yılında Birinci Beş
Yıllık Sanayi Planı hazırlanmıştı. Plan, temel tüketim ve ara malları alanında,
ithal ikamesi sağlamak gayesiyle “üç beyaz” ve “üç siyah” projelerine öncelik vermişti.
Planda, yurt içinde üretilmesi düşünülen sanayi ürünlerinin, 1928-1932 yılları arası ithalatın yüzde 43’ünü oluşturduğu belirtilerek, “Birinci Sanayileşme Planı bizi umumi ithalatımızın asgari yüzde 25-30’undan müstağni bırakmak vazifesini üzerine almış bulunmaktadır” denilmekte ve böylece izlenecek sanayileşme stratejisinin ithal ikameci niteliği vurgulanmaktaydı.
sı, ülkenin tüm şişe ve cam eşyası talebini üç bin ton ile karşılar hale gelmişti.
Demir-çelik yatırımı
Birinci Plan’ı uygulama görevi Sümerbank’a verilmiş, bu kuruluşun bünyesinde çok sayıda devlet işletmesi kurulmuştu. Ayrıca, gerçekleştirilen millileştirmelerle geniş bir devlet sektörü ortaya çıkmıştı.
Dönemin en iddialı sanayi hamlesi, demir-çelik sanayisinin kurulmasıydı.
Sanayinin kurulması için 1925 yılında incelemelere başlanmasının ardından, uygun bir yerin seçilmesi sorunu ile de ilgilenilmiş ve zaman zaman
değişik fikirler öne sürülmüştür.
Bu konuda Amerikalı iktisatçılar, Rus heyeti incelemeleri ve Sümerbank ile
Erkanı Harbiye temsilcilerinden bir kurulun çalışmaları sonrası demir çelik
sanayisinin kuruluş yeri için, maden kömürü havzasına yakın olan Karabük
seçildi.
Karabük’ün seçiliş nedenleri olarak maden kömürü havzalarına yakınlığın
dışında, demiryolu güzergâhı üzerinde oluşu, yörenin işçi yerleşmesine uygun bulunuşu, jeolojik bakımdan ağır endüstri kurulmasına elverişli oluşu
gösteriliyordu.
Cam sanayii kuruluyor
Plan, temelde devlet sektörünün sanayi hedeflerini belirlemekle birlikte
Türkiye İş Bankası aracılığıyla yapılacak yatırım hedef ve politikalarına da
yer vermiş, Paşabahçe’de cam sanayisinin kurulması için 35 yıllık imtiyaz
tanınmıştı. Bakanlar Kurulu kararı ile Türk cam sanayisini kurma görevi,
Atatürk tarafından Türkiye İş Bankası’na 1934’te verilmesinin hemen ardından Şişe Cam, Yalıköy (Podima) kuvars kumu işletme ruhsatını aldı.
Ülkenin ilk cam üretim tesisinin temeli 14 Ağustos 1934’te Beykoz
Paşabahçe’de atıldı ve 4 Temmuz 1935’te Paşabahçe Fabrikası, 400 kişilik çalışanı ile üretime geçti. Kısa sürede, Paşabahçe Fabrikası günde 25
bin adet şişe üretmek üzere Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları Anonim Sosyetesi adı ile resmen tescil edildi. 1936’ya gelindiğinde Paşabahçe Fabrika-
10 Ekim 1936 tarihinde İngiliz hükümeti ile imzalanan 2,5 milyon sterlinlik
bir kredi anlaşmasıyla H. A. Brassert firmasına ihale edilen tesislerin temeli; 3 Nisan 1937’de Başbakan İsmet İnönü tarafından, Zonguldak’ın Karabük Köyü’nde, Filyos Irmağı’nın kolları olan Soğanlı ve Araç çaylarının birleştiği arada, geniş çeltik tarlaları üzerinde atıldı ve böylece Karabük’te çeltik tarımından çelik sanayisine dönülerek Türkiye’nin ilk ağır sanayi hamlesi başlatılmış oldu.
1 Mart 1938’de teknolojik montaj çalışmalarına başlanılan entegre demir
çelik tesisleri, kurucu İngiliz firması uzmanları ile birlikte, Türk mühendis,
teknisyen ve işçilerinin çalışmaları sayesinde 3 yıl gibi kısa bir sürede yapılarak 6 Haziran 1939’da Kuvvet Santrali’nin işletmeye alınmasının ardın-
Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası
B+ KIŞ 09
dan diğer tesisler de peyderpey işletmeye alındı. 3 Nisan 1937’de temeli atılarak kurulan Demir Çelik Fabrikaları 1955 tarihine kadar Sümerbank’a
bağlı Demir Çelik Fabrikaları Müessese Müdürlüğü adı altında çalıştı.
Diğer atılımlar
1930 ithalatının önemli kalemlerini oluşturan pamuk ipliği, pamuklu dokuma, şeker, yün ipliği ve yünlü dokumanın, 1940 yılı ithalatında önemli bir
azalma gözlendi.
Cumhuriyet yönetimi, Artvin ve Rize yöresinde çay yetişebileceğini belirledikten sonra, 1924 yılında çıkarılan 407 sayılı yasa ile çay üretimi özendirildi. Bu amaçla Rize’de Çay Araştırma Enstitüsü kuruldu. İlk üretim 1938 yılında atölyede elle işlenerek 30 kg olarak gerçekleştirildi. Çay yapraklarının makinelerle işlenmesi 1939 yılında ve ilk fabrikanın faaliyete geçmesi
de 1947’de gerçekleşti.
Böylece, korumacı dış ticaret politikasının ardından uygulanan ithal ikameci sanayileşme süreci sonunda belli sanayi kollarında üretim arttı, ithal kısıtlamalarının etkisiyle de dış ticaret açıkları kapatıldı.
Dönem boyunca ekonominin lokomotiflik görevini devlet sektörünün üstlenmiş olması, özel sermayenin dışlandığı sanısını uyandırmamalıdır. Tersine, gerek ticarette gerekse sanayide özel sermayenin varlığı ve gelişimi
gözetilmiş ve korunmuştur. Sanayicilere büyük olanaklar sağlayan Teşviki
Sanayi Kanunu, 1942 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Özel sermaye gerek devlet işletmelerine girdi sağlayarak veya devlet işlet-
10 B+ KIŞ
Nazilli Basma Fa
brikası işçileri
melerinin ürettiği girdileri kullanıp mamul mal üreterek, gerek devlet yatırımlarının ihalelerini alıp müteahhitlik hizmetinde bulunarak, gerekse de devlet sektörü öncülüğünde sürdürülen sanayileşmenin yarattığı iş hacminden
doğan, pek çoğu aracı niteliğindeki işleri kotararak önemli ölçüde sermaye birikimi sağladı.
Cumhuriyet’i kuranlar, dış borçlanma konusunda ihtiyatlı davranmış; Almanya, SSCB ve İngiltere birbirlerine karşı kullanılarak elverişli koşullarda kredi ve teknik yardım sağlanmış, sonuçta da ödemeler dengesinde
önemli iyileşmeler yaşanmıştı.
Devletçilik dönemi öncesinde tarım dışı işgücünün istihdamında inşaat alt
sektörü belirleyici ve sürükleyici olmuştu. Özellikle 1929 dünya bunalımının olumsuz etkileriyle ortaya çıkan durgunluk, işsizliğin artmasına neden
olmuştu.
Nazilli Sümerbank Fabrikası İnşaatı. 1937.
Özel sektörün dev grupları olan Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Karamehmet
aileleri, bu dönemde ilk birikimlerini ticaret, müteahhitlik gibi alanlardan
sağladıktan sonra, 1950 sonrasında sanayi yatırımlarına giriştiler. Cumhuriyet, bu anlamda geleceğin sanayicilerini de yetiştirdi.
1923-1938 döneminde GSMH içinde sanayi kesiminin payı (piyasa fiyatlarıyla), 1924 yılında yüzde 10 civarındayken, 1938 yılında bu oran yüzde
16,5 civarında gerçekleşmişti. Sanayi kesimi içinde “imalat sanayi”nin payı
1938 fiyatlarıyla 1924’e göre beş misli arttı. Bu artışta “devletçilik” döneminde üretime geçen devlet sanayi işletmelerinin katkısı büyüktü.
1932 yılında ülkede yaklaşık olarak 300 mühendis vardı. Devletin çeşitli dairelerinde Macar teknik elemanlar çoğunluktaydı. Göçen Rum ve Ermeni zanaatkârların yerine Bulgar ustalar çalışıyordu. Müteahhitlik firmalarının çoğu yabancıydı.
Birinci Sanayi Planı ile eğitim ve öğretimde büyük atılım başlatıldı. Örneğin
1934 yılında mesleki ve teknik öğrenimde 4 bin öğrenci varken, 1938 yılı
sonunda 16 bin 750’ye yükseldi.
Madencilik alanında da benzer gelişme yaşandı. 1924 yılında 994 bin ton
olan maden kömürü üretimi, dönem sonunda 2,5 milyon tona yükseldi.
Anadolu halkının büyük çoğunluğu kömür kullanmayı, bu dönemde henüz
bilmemekteydi. Ülke madenciliği, yabancı sermaye denetiminde ve çok sınırlı maden işletmesinin üretiminden ibaretti.
İsmet İnönü Paşabahçe Fabrikası’nda üretimi inceliyor. 1935.
Devletçilik döneminde başlayan sanayi yatırımların yarattığı yeni iş alanlarına rağmen hızlı nüfus artışının sonucu olarak, ülkede işgücü fazlalığı yapısal bir nitelik kazanmıştı.
O dönemde çalışanlar sosyal güvenlik kurumlarının desteğinden mahrumdu. Sosyal Sigortalar Kurumu olmadığı gibi, devletin işgücü piyasasında düzenleyicilik görevi de yoktu. Bu alanda ilk ve önemli gelişme, İş Kanunu’nun
1937’de yürürlüğe girmesi oldu. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne 1932 yılında katılan Türkiye, bu örgütün çalışmalarına ancak 1946’dan sonra tam
olarak ayak uydurabildi. B+
Zonguldak-Çatalağzı’ndan aldığı ilk kömürü, başkent Ankara’ya getirecek olan ilk tren
Ankara İstasyonu’na giriyor. 19 Kasım 1936.
Maden kömürü yanında, borasit ve tuz üretimi yapılmaktaydı. Kükürt üretimi 1931’de, krom ve linyit üretimi 1932’de ve demir cevheri üretimi 1938’de
ancak başlayabilmişti. Madencilik üretim endeksi (1948=100) 1923’te 19,7
iken, 1938’de 75 olmuştu.
B+ KIŞ 11
“Van İçin
El Ele!”
Yazı: AYBÜKE SAKAOĞLU Fotoğraf: ŞENOL KAŞIKÇI
Beşiktaş kentlisi Van depremine duyarsız kalmadı.
12 B+ KIŞ
Fotoğraf: Burak Kara
Dayanışma
V
an’da 23 Ekim 2011 tarihinde meydana gelen ve yüzlerce can kaybına neden olan 7,2 büyüklüğündeki depremin ardından Beşiktaş Belediyesi, Beşiktaş
kentlileriyle “Van İçin El Ele!” yardım kampanyası düzenledi. Beşiktaş kentlileri tarafından, Levent merkez
hizmet binası başta olmak üzere tüm Beşiktaş Belediyesi hizmet merkezlerine birçok yardım malzemesi bırakıldı. Hizmet merkezlerine getirilen yardım malzemelerinin yanı sıra Beşiktaşlılar taşıyamayacakları malzemelerin evlerinden, iş yerlerinden alınması için Beşiktaş
Belediyesi’ne telefonlar açtı ve belediyenin araçlarıyla bunlar toplandı.
Van için başlatılan bu kampanya 28 Ekim 2011 tarihine kadar sürdü. Beşiktaş kentlileri Van depremzedelerinin ihtiyaçları için ısıtıcı, battaniye,
gıda ürünleri, su, hijyen ürünleri, giysi, çadır, yatak, halı, bebek arabası gibi
ürünleri belediyeye ulaştırdı. Toplamda 23 bin 149 ürün ve çeşitli yardım
paketleri Van’a gönderilmek üzere, Beşiktaş Belediyesi’nin tahsis ettiği
16 tırla Karanfilköy garajından yola çıktı.
Beşiktaş Belediyesi, derbi maçlarında yardım topladı.
Beşiktaş Belediyesi, Van depremzedelerine yönelik yardım girişimlerini
taraftarların desteğiyle futbol sahalarına da taşıdı. Van’da yaşanan afete
duyarsız kalmayan Beşiktaş taraftarı 27 Ekim’de oynanan Beşiktaş - Fenerbahçe derbisinin 90. dakikasında atkı ve berelerini sahaya attı. Beşiktaş Belediyesi tarafından tahsis edilen tıra yüklenen binlerce atkı ve bere
Van’a gönderildi. Beşiktaş - Fenerbahçe maçı öncesinde Fiyapı İnönü Stadı önüne getirilen Van’a yardım tırında vatandaşların getirdiği yardım malzemeleri de kabul edildi. Aynı duyarlılık, 20 Kasım’da oynanan
Beşiktaş-Galatasaray maçında da gösterildi. Beşiktaş taraftarları maçın 65. dakikasında üzerlerindeki kıyafetleri çıkararak “Van üşüyor, biz de
üşüyoruz” pankartı açtılar. B+
23 bin 149 ürün ve
çeşitli yardım paketleri
Beşiktaş Belediyesi’nin
tahsis ettiği 16 tır ile
Van’a gönderildi.
20 Kasım 2011 Beşiktaş - Galatasaray derbisi.
27 Ekim 2011 Beşiktaş - Fenerbahçe derbisi.
B+ KIŞ 13
Semt
Sinanpaşa demek
16. yüzyılda
Sinan Paşa’nın
temellerini attığı
Beşiktaş Çarşısı,
hâlâ canlılığını
koruyor.
14 B+ KIŞ
“çarşı” demek...
Yazı: GÖRKEM KIZILKAYAK Fotoğraf: ALAATTİN TİMUR
Beşiktaş Çarşısı’na ev sahipliği yapan Sinanpaşa Mahallesi,
klasik bir Beşiktaş mahallesinden farklı olarak tüm Beşiktaşlıların,
hatta İstanbulluların gelip geçtiği, nefes aldığı bir çarşı-mahalle…
S
inanpaşa Mahallesi’ne bir “çarşı-mahalle” dersek abartmış
ve bunların arasında akan bir ırmakla” betimlenir. Bu ırmak Ihlamur Deresi
sayılmayız. Burası “merhaba”nın, “selamünaleyküm”ün
olmalı. Arheion, aynı Khalkedon (bugünkü Kadıköy) ve Bizantion (bugün-
hükmünün hâlâ geçerli olduğu, iğneden ipliğe her türlü
kü Tarihi Yarımada olarak anılan bölge) gibi bir Yunan koloni kenti olarak
ihtiyacın ucuza bulunabildiği, taze yemeklerin, güzel me-
kurulur. Kentin kurucusu Arheias’tır.
zelerin yenildiği bir yer! Burası Barbaros Hayrettin Paşa,
Sinan Paşa, Osman Hamdi Bey, Neyzen Tevfik, Behçet
Diplokionion’dan Beşiktaş’a…
Necatigil gibi büyük ustaların, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal
Sinanpaşa’nın bulunduğu yerin adı M.S. 5. yüzyılda Ayios Mamas. Kay-
Atatürk’ün, sokaklarında gezdiği, ikamet ettiği, eserler yarattığı bir mahal-
naklara göre bu isim bölgede kurulu olan Ayios Mamas kompleksinden
le. Ama Sinanpaşa Mahallesi’nin en önemli özelliği, megakent İstanbul’da
geliyor. Kompleks saray, hipodrom, liman ve limanın arkasındaki yarım
kapitalizmin yerle bir ettiği küçük esnafın nefes alma şansı bulabildiği bir-
daire biçiminde görkemli bir revaktan oluşuyor. Berger, bu revağın sütun-
kaç korunmuş alandan biri olması…
larının Beşiktaş isminin kökeni olduğunu iddia eder. Şöyle ki, 16. yüzyılda
İstanbul’u ziyaret eden Petrus Gyllius, Beşiktaş’ta “diplokionion” olarak bi-
Arheias’ın kenti
linen çifte sütundan bahseder. Bu sütunların Barbaros Hayrettin Paşa’nın
Bu küçük mahallenin kökleri çok eskilere gidiyor. M.S. 2. ya da 3. yüz-
türbesinin inşaatında kullanıldığını söyler. Berger, bu iki sütunun Mamas
yılda Bizantionlu Dionisios tarafından kaleme alındığı düşünülen Anap-
revağının parçaları olabileceğini belirtir. Bu tezinin Buondelmonti’nin ha-
lus Bosporu (Boğaziçi’nde Yolculuk) adlı eserde Beşiktaş’ın tarihi ile ilgi-
ritasında gözüken çifte sütundan geldiğini bildirir. Haritadaki sütunların
li ilk yazılı bilgilere ulaşıyoruz. Dionisios bu eserinde, bugünkü Sinanpaşa
sanki bir beşik asılabilmesi mümkünmüş gibi gözüktüğünü söyler.
Mahallesi’nin çevresindeki bazı yerleşmelerden bahsediyor. Bizans tarihçisi Albrecht Berger’e göre, Dionisios’un liman kenti “Pentekontorikon”
Mahalleye adını veren kaptan-ı derya: Sinan Paşa
diye bahsettiği yer bugünkü Dolmabahçe. “Iasonion”, bugünkü Maçka;
16. yüzyıl Sinanpaşa Mahallesi’nin bulunduğu bölge için bir dönüm nok-
“Arheion” diye anılan yer ise Beşiktaş merkez, yani kabaca Sinanpaşa
tası. Bu dönemde bölge, bir denizci mahallesine dönüşüyor. 1541-42 yıl-
Mahallesi olmalı. Berger, Arheion tezini Dionisios’un kitabında geçen bir
larında Mimar Sinan tarafından inşa edilen, Osmanlı’nın ilk kaptanıderya-
bilgiye dayandırır. Dionisios’un kitabında Arheion “kuzeye doğru, tepeler
sı Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesi nedeniyle bölge denizciler tarafın-
B+ KIŞ 15
Beşiktaş Çarşısı’nın en önemli caddesi Has Fırın günün her saati kalabalık.
dan bir ziyaretgâh gibi kullanılıyor. Osmanlı donanması sefere çıkmadan
önce büyük kaptanıderyanın türbesini ziyaret ediyor. 1555 yılında türbenin karşısına inşa edilen Sinan Paşa Külliyesi’yle birlikte bu önem perçinleniyor. Leventler, cuma namazlarını bu camide kılmaya başlıyor. Beşiktaş, Osmanlı donanmasının rütbeli askerlerinin ikametgâhına dönüşüyor.
Sinan Paşa, Mihrimah Sultan’ın eşi sadrazam Rüstem Paşa’nın kardeşi.
Beşiktaş’a yaptırdığı külliyenin tamamlandığını göremeden 1553 yılında
vefat ediyor ve Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Külliyesi’nin haziresine gömülüyor. Cami, medrese ve çifte hamamdan oluşan külliye 1555 yılında
açılıyor. Beşiktaş Çarşısı’nın ilk temelleri de külliyenin açıldığı yıllarda atılıyor. 1950’li yıllardaki meşhur Menderes yıkımları bu külliyeyi de parçalıyor;
çifte hamam yıkılarak yok ediliyor.
Bu bölge için ikinci dönüm noktası 19. yüzyıl. Bu dönemde bölgede inşa
edilen Dolmabahçe, Çırağan ve Yıldız sarayları sayesinde mahalle ve çarşı şenleniyor. Bu noktadan itibaren Erzincan ilinin Küçük Armıdan köyün-
Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesi yılda iki kez; 4 Nisan ve 1 Temmuz’da
ziyarete açılıyor.
16 B+ KIŞ
Barbaros Hayrettin Paşa’nın anıtı ülkemizin iki önemli heykeltıraşı Hadi Bara ve
Zühdü Müridoğlu tarafından tasarlandı.
Sinanpaşa Mahallesi iki semavi dinin ibadethanelerini içinde barındırır: Sinan Paşa Camii (üstte solda), Meryem Ana Rum Kilisesi (üstte sağda).
de doğan Hagop Mıntzuri’nin anılarına sözü bırakalım. Uzun yıllar Sinan
Paşa Camii’nin karşısındaki fırında çalışan Mıntzuri, Beşiktaş Çarşısı’nın
19. yüzyıl sonundaki canlılığını, çarşının içinden biri olarak anlatıyor:
“…1897’nin Beşiktaş’ını anlatıyorum. O günlerde, şimdiki Barbaros
Meydanı’nda Sinan Paşa Camisi var. Oradan, göz kararıyla fırının, çarşının,
dükkânların yerini tespit edebiliyorum: Şurada fırının tezgâhı yükseliyordu;
ben buraya ekmekleri dizerdim. Tezgâhın altında Azbıderli Musa Çavuş’un
kahvehanesi vardı. Sarı yün arabasıyla iner, çıkar, çay ve kahve dağıtırdı.
Bitişiğindeki sandık büyüklüğünde dükkânda, Hüseynikli nar gibi kırmızı
yanaklı Mustafa Ağa ile yeğeni Yusuf, bağdaş kurup ince çöpleri keserek
aynı boya getirir, süpürge bağlarlardı. Yusuf, süpürgeleri omzuna alıp buradan götürürdü semtlere. Beşiktaş, Ortaköy semtlerine, ‘Süpürgecii’ diye
bağırarak. Evet, Karamanlı usta Yorgi’nin bakkal dükkânı da tam şuradaydı. Sabun, zeytinyağı, zeytin satardı. Dar ve uzun masada da soğan ayıklar, maydanozu, ciğeri, soğanı doğrar, unlar, tuzlar ve unlu kanlı parmaklarıyla yanındaki ateş dolu maltızdan bozma bir mangalda yağı yakıp ciğer-
7/8 Hasan Paşa Fırını
Mahallenin merkezindeki Beşiktaş Balık Pazarı akşam üzerinden itibaren çarşının en canlı noktası.
B+ KIŞ 17
raktığı bayrağı Sinanpaşa’daki ekmek fırınları hâlâ taşıyor; İstanbul’un en
lezzetli, mis gibi kokan ekmeklerini yapıyor. Gün doğumuyla birlikte kepenklerini açan Uğur Mumcu Parkı ve Kanburun Bahçesi’ndeki çayhaneler -aynı Azbıderli Musa Çavuş’un 19. yüzyıl sonlarında yaptığı gibi- işlerine gidecek Beşiktaşlılar için çay demliyor. 7/8 Hasan Paşa Fırını galetaları, çay kurabiyelerini, vişneli mekikleri, kedidillerini tezgâhına diziyor. Köfteci Sabahattin, Kaymakçı Pando, Berber Güngör her sabah dükkânlarını
açıp Beşiktaşlıları içeri buyur ediyor. Mahalleli içeri girip alışveriş etmese
bile bir selâmı esnafa çok görmüyor; hal hatır sorduktan sonra yoluna devam ediyor.
Öğle vakti Beşiktaş Çarşısı artık sadece Sinanpaşalıların değil İstanbulluların tamamının buluşma noktası. Özellikle üniversite öğrencileri taze ve
ucuz yemek için Beşiktaş Çarşısı’ndaki köftecileri, dönercileri ve esnaf lokantalarını dolduruyor. Balık Pazarı akşama hazırlık yapan hanımefendilerin, beyefendilerin akınına uğruyor. Lüferler, palamutlar, istavritler itinayla
temizlenip, yan tezgâhtan roka ve turp alınıyor.
Akşama doğru çarşıda gölgeler uzamaya başladığında, Has Fırın ve Ihlamurdere caddeleri kalabalıklaşıyor. Önce çayhaneler, ardından birahaneler, sonra da Balık Pazarı çevresindeki meyhaneler, dostlarıyla sohbet
edip günü çarşıda sonlandırmak isteyenler tarafından dolduruluyor. Bir de
Beşiktaş’ın o akşam maçı varsa değmeyin Sinanpaşalıların keyfine! Bilmeyenler şaşırabilir ama maç günü Beşiktaş Çarşısı’nda bütün sohbetler “tezahürat makamı”nda yapılıyor. Çarşının nabzı 90. dakikanın sonuna kadar yükseldikçe yükseliyor. 91. dakikada genelde büyük bir sevinç,
arada hüzün! Sonuç her ne olursa olsun çarşı sabaha umutla giriyor. Kepenkler açılıyor, dükkânların önü temizleniyor. Sinanpaşalılar -düzene
inat- alışverişlerini süpermarketten değil, küçük esnaftan yapıyor. Çünkü
hâlâ çarşıda selâmlaşma var, sohbet var, dostluk var, dayanışma var! B+
Kaymakçı Pando’da yer bulabilmek için sabahın erken saatlerini tercih etmek gerekiyor.
leri kızartırdı. Kâğıt kadar ince tabaklarda, müşterilerine kırk paraya ciğer
servisi yapardı. Kapları yıkamazdı. Yiyenler ekmeğin içiyle öyle bir silerdi ki
bir iz bile kalmazdı. Bitişiği İşkodralı Abidin Bey’in kasap dükkânıydı. Cüce
çoban Şipka ‘cıngıl… cungul… cıngıl…’ zil sesleriyle koyunları dışarı çıkarır,
otlatmaya götürürdü. Zeynel, müşteri olmadığı zamanlar, kasap bıçaklarını bilerdi. İşkodralı Arnavut beylerin zenginliği ile iftihar eder; ‘Yetmiş kaşık,
yetmiş çanak sahipleridirler, o kadar adama her gün yemek verirler…’ der, o
kadar yüksek sesle bağırırdı ki sokaktan geçenler duyarlar, dururlardı. Onların bitişiğinde ise Makedonyalı Lazo Curo’nun, Petru Marko’nun sebzeci dükkânı. Büyükdere’de, Bahçeköy’de bahçeleri vardı. Oradan katırlarla
geceleri sebze getirirdi. Sabahları erken saatlerde duyardım: ‘cangılı, cangılı, cangılı…’ nasıl da ahenkli çalardı! Bana, Giresun vadilerinin tepelerinden geçen kervanları anımsatırlardı. Fırının tam karşısında camiyle birleşip
bir köşe oluşturan yer, Arnavut şerbetçi Cafer Ağa’nın dükkânıydı. Önündeki mermerin üstünde her mevsim şerbet olurdu. Mecidiyeköyü’nde bir
karlığı vardı. Yazın da her gün sepetlerle kar gelirdi dükkânın bodrumuna;
şerbetler ve dondurma için…”
Hagop Mıntzuri’nin Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkan “İstanbul Anıları/1897-1940”, Sinanpaşa Mahallesi’nin geçmişini ve Beşiktaş Çarşısı’nın
zenginliğini anlamak için eşsiz bir eser. 82. sayfamızda ayrıntılarıyla tanıttığımız
kitabı okuma listenize almanızı tavsiye ediyoruz.
Köfteci Sabahattin, Kaymakçı Pando, Berber Güngör…
Mıntzuri’nin anlattığı Azbıderli Musa Çavuş’un kahvesi, Karamanlı Yorgi’nin bakkalı, Hüseynikli Mustafa Ağa’nın süpürgecisi ve İşkodralı Abidin Bey’in kasap dükkânı bugün yok! Ama Beşiktaş Çarşısı büyük
marketlere, alışveriş merkezlerine de teslim olmuş değil. Mıntzuri’nin bı-
18 B+ KIŞ
Barbaros Bulvarı’yla Sinan Paşa Camii’nin kesiştiği köşe yıllardır ayakkabı boyacılarına
ev sahipliği yapıyor.
Sinanpaşalılar,
düzene inat,
alışverişlerini
süpermarketten değil,
küçük esnaftan
yapıyor.
B+ KIŞ 19
Sergi
Sanatın özgür ve
özgün atları
Beşiktaş Çağdaş’taydı…
Yazı: MELİS BAYDUR Fotoğraf: ERDEM AYDIN
Beşiktaş Çağdaş, sanatımızın önemli isimlerinden
Süleyman Saim Tekcan’ın
50. yıl retrospektif sergisine ev sahipliği yaptı.
H
em sanat eğitimcisi kimliğiyle hem de sanatsal üretimleriyle ülkemizin önemli sanatçılarından biri olan Süleyman
Saim Tekcan bu sene 50. sanat yılını kutluyor. 13 Ekim25 Kasım 2011 tarihleri arasında Beşiktaş Çağdaş’ta
gerçekleşen retrospektif sergisi ise, Tekcan’ın 50 sanat yılını sanatseverlerle buluşturdu. 13 Ekim’de gerçekleşen açılış kokteyline katılan sanatçılar, sanat eleştirmenleri, koleksiyonerler ve Tekcan’ın öğrencilerinin ortak görüşü, bu kadar yoğun sanatsal üretime sahip bir sanatçının 50. yıl retrospektifinin Beşiktaş Çağdaş dışında
hiçbir galeride tam olarak gerçekleştirilemeyeceği yönündeydi. Geniş sergi salonunun Tekcan’ın sanatsal dönemlerine göre kategorize edildiği retrospektif sergisinin açılışı için ayrıca, Beşiktaş Belediyesi ve Beşiktaş Çağdaş etiketiyle “Süleyman Saim Tekcan 50. Sanat Yılı Retrospektifi” isimli
bir de katalog-kitap bastırılmıştı.
“Yaşam ile zamanın bir metaforu olarak” at imgelerine yapıtlarında sıklıkla
yer veren Süleyman Saim Tekcan’ı sanat dünyası için önemli kılan bir başka nokta ise, dünyada çok az sayıda bulunan “grafik sanatlarına” yönelik
bir müzeyi İstanbul’da hayata geçirmesi. 2004 yılında kurduğu İstanbul
20 B+ KIŞ
Grafik Sanatlar Müzesi’yle (IMOGA), güzel sanat liseleri projeleriyle, baskı tekniklerinde gerçekleştirdiği yeniliklerle ve güzel sanatlar üniversitelerinde ilk kez bilgisayarlı eğitimi başlatmasıyla Tekcan, sanat dünyasına bir
çok “ilk”leri kazandıran bir sanatçı olarak eserlerini üretmeyi sürdürüyor.
Sadece resim ve gravür alanında değil, heykeller ve seramik eserleriyle de
duygulanımlarını sanata döküyor.
Tekcan, özgür atlarını resmetmeyi sürdürürken, atlarının dizginlerini hatlar ve Anadolu topraklarında hüküm sürmüş uygarlıkların izleriyle süslüyor.
Onun atları, üzerinde koştukları sayısız kültür ve uygarlığa sahne olmuş
toprakların tüm kültürel birikiminin estetiğini yansıtmaya devam ediyor. B+
Dergisi olarak bizler de, Süleyman Saim Tekcan’la sanat geçmişi, Beşiktaş Çağdaş’taki retrospektif sergisi ve sanat anlayışı üzerine konuştuk.
50. sanat yılınız için farklı yerlerde çeşitli sergileriniz gerçekleşti. Beşiktaş Çağdaş’taki bu sergi kaçıncı serginiz oldu?
Elli yılda çok sayıda sergi düzenledim. Onun için tam bir rakam vermem zor. Fakat Beşiktaş Çağdaş’taki bu sergim, 50. sanat yılım için düzenlenen dördüncü
sergi oldu. Çırağan’da, Işık Galeri’de ve Trabzon’da gerçekleşti ilk üç sergi.
“Türkiye’de
retrospektif sergiler
için bence en doğru
mekân Beşiktaş
Çağdaş.”
B+ KIŞ 21
Yarım asırlık sanatsal üretiminizin tümünü bir sergide
sunmanız güç olmalı…
Evet, herhalde ilk kez burada, Beşiktaş Çağdaş’ta böyle bir imkân olabilirdi. Çünkü Türkiye’de bu nitelikte ikinci bir salon daha yok. Türkiye’de, retrospektif sergileri için bence en doğru mekân Beşiktaş Çağdaş. Yine de
biz bir seçki yaptık. Çünkü düşündüğümüz eserler bütününü sergilemeye
kalksak sığmayacaktı. Her dönemin kendi karakterini yansıtacak işler seçtik. Değişik dönemlerimde yaptığım her sergiyi temsil eden bir bölüm oluşmuş oldu burada. Farklı konseptlere göre, farklı bölümler oluşturduk Beşiktaş Çağdaş’ta.
Bu sergiyle birlikte bir de Beşiktaş Belediyesi ve Beşiktaş
Çağdaş imzalı bir katalog-kitabınız yayınlandı. Bu katalog
için 50 sanat yılının özeti diyebilir miyiz?
Daha önce 35. ve 45. sanat yıllarımda da kataloglar basılmıştı fakat Beşiktaş Çağdaş etiketli bu katalog eserlerimi içeren en kapsamlı kitap oldu. Tabii bu kitap da, bu sergi de, tüm eserlerimi içermiyor, fakat 50 yılımı en kapsamlı şekilde anlatan bu sergiyi de ben, eserlerin yerleştirilmesi, düzenlenmesi ve sunulması açısından bir “eser” olarak nitelendirmek istiyorum.
Sizin için birçok belgesel de çekilmiş. Bunlardan
bahsedebilir misiniz biraz?
Şu an sergi salonundaki ekranda dönen belgesel, kurucusu olduğum IMOGA, yani İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi ile ilgili. Birkaç kanalın da benimle ilgili belgesel hazırlıkları var. Tabii 50. sanat yılım olması nedeniyle sanat
yayınları da daha fazla yer vermeye başladı. Zafer Kalfa’nın projesini sürdürdüğü benimle ilgili bir başka belgesel de, Trabzon’a bir kültürel katkı gayesi taşıyor. Trabzon benim doğduğum ve çocukluğumu geçirdiğim şehir.
Benim sanatsal yaşamım da orada başladı; belki de ilk olarak çamurdan
yaptığım ufak heykelciklerle… Trabzon ayrıca birçok sanatçının da yetiştiği bir kent. Bu belgesel, Trabzon’da başlayan bir hayatın gelişimini, ilerleyişini konu ediyor. Trabzon’da gerçekleştirdiğim sergiden sonra bir de kentte bir müze projesi düşünülüyor. Bu gerçekleşirse beni çok mutlu edecektir.
Siz birçok “ilk”i de Türkiye’ye getirdiniz... 50 yıllık bu sanat
geçmişinin sürekliliğini sağlayan öğelerden biri de “deney”e
ve denemelere açık olmanız olabilir mi?
“İlk”ler derken, benim için, gerçekleştirdiğim en önemli yenilikler, sanat eğitimi
22 B+ KIŞ
alanında imza attığım “ilk”lerdir. Atatürk Eğitim Fakültesi, Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Akademisi, Yeditepe Üniversitesi’nin kurucu dekanlığı, Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kurucu dekanlığı… Türkiye’de sayıları 65’e
ulaşan güzel sanatlar liselerinin projelerini hazırlamam… Sanat eğitimine katkılarım ve sanat eğitimciliğim de sanatçılığım kadar önemli benim için.
Sizin Türk sanat tarihine en büyük katkınız da kurduğunuz
baskı atölyeleriyle gerçekleşti. Hayata geçirdiğiniz “ilk”lerden
biri de baskı teknikleri alanındaki yenilikler…
Benim kurduğum baskı atölyeleri, uluslararası düzeyde çağdaş baskı atölyeleriydi. Bu atölyeler, yüzlerce sanatçının iş ürettikleri atölyeler oldular.
Avrupa’da bir örneği yoktu. Sanatçılar kendilerini ifade etmek için kullandıkları resimsel anlatılarını baskı teknikleriyle de gerçekleştirmek için benim
atölyeme geldiler. Atölyede bu baskı teknikleriyle çalışmak için gelen sanatçılardan hiçbir ücret almadık. Her biri birer seri gerçekleştirerek, atölyeye armağan ediyordu. Bu şekilde bir sistem oluşturmuştuk.
Atölyem ayrıca deneysel çalışmalara dayanan bir atölyeydi. Senelerdir baskı teknikleri alanında dersler veriyorum ve baskı tekniklerini geliştirici buluşlar ortaya koydum. Bunlardan biri, serigrafi tekniğinde, yaş baskı dediğimiz bir teknikle ilgili çalışmalarım. Beş rengin bir araya geldiği zaman oluşan ara renklerin sonsuz olduğunu düşünün. Böyle bir tekniğin sanatsal bir
baskıda kullanılması büyük bir yenilikti. Bu teknik Kanada’da, Amerika’da
ve Avrupa’da bazı okullarda benim adımla birlikte anılarak gösteriliyor.
Sizin atölyeleriniz birçok sanatçı için bir eğitim yuvası olmuş…
Benim eğitimci kimliğim her zaman sanatçı kimliğimle beraber yürüdü. Öğrencilerimin sanata katılmaları için, büyük bir sevgi bağıyla 50 yıl boyunca
gayret gösterdim. Çok sayıda sanatçı da benim atölyemde çalıştı. Türk sanatından belki yüzlerce sanatçı benim atölyemden geçti. Onların çoğu belki bugün yaşamıyorlar ama çalıştıkları atölye, bıraktıkları eserler bugün bir
müzeyi, IMOGA’yı oluşturdu.
IMOGA’dan bir “Grafik Sanatlar Müzesi” olarak, oldukça
yenilikçi bir anlayışın ürünü olarak söz ediliyor…
IMOGA sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da sayılı grafik sanatlar müzelerinden… Her yıl 35 bin kişi geziyor IMOGA’yı… Bu rakam Avrupa’daki
müzeler için çok büyük olmasa bile, Türkiye için oldukça ciddi bir rakam.
Ayrıca IMOGA, Cumhuriyet döneminin “müze binası” olarak inşa edilen ilk
çağdaş müze binasına sahiptir. Tekrar tekrar toplumumuzun çağdaş müzelere ihtiyacı olduğunu belirtmek istiyorum. Müzeler olmazsa sanat eğitiminin de olamayacağını, müzeler olmadan toplumun kültürel yapısının kalite kazanamayacağını her defasında vurguluyorum.
IMOGA’yı kurarken hangi fikirlerle yola çıktınız?
IMOGA, 2004 yılında kuruldu fakat ben böyle bir müze binası kurmayı 20
yıl önceden hedeflemiştim. Atölyelerimdeki sanatçıların çalışmaları da ciddi bir boyuta ulaşmıştı, ben de o zamanlarda bir arsa aldım ve çok fazla
emek harcayarak, bu alana 3 bin metrekarelik bir bina inşa ettirdim. O inşaat, şimdi bütün hayatımın emeğini içeren ve bana oldukça keyif ve mutluluk veren bir müze haline geldi.
Müze binanız Ünalan Mahallesi’nde, bu seçiminizden de
biraz bahsedebilir misiniz?
Elbette ki 20 yıl öncesinde, Ünalan Mahallesi şimdiki gibi binaların yükseldiği bir semt değildi. Daha çok gecekonduların olduğu bir mahalleydi. Fakat bütün dünyada müzeler, gelişmesi tasarlanan yerlerde kurulur. Maddi
olarak da o bölgenin uygun olması bu seçimimde rol oynadı kuşkusuz. Ünalan, bugün müze sayesinde bilinen bir semt oldu, müze inşaatından sonra etrafında kaliteli inşaatlar yükselmeye başladı. Biliyorsunuz İspanya’daki
Bilbao şehri, Bilbao Müzesi kurulmadan önce kimsenin bilmediği bir yerdi.
Müzeden sonra ise çok ünlü bir kent haline geldi. Dünyanın birçok yerinde
çarşılar, diğer kültür merkezleri, müzeler etrafında kuruluyor.
Sizin sanat eğitimine getirdiğiniz yeniliklerden biri de
“bilgisayarlı eğitim”… Bu değişimi nasıl gerçekleştirdiniz?
Ben Mimar Sinan Üniversitesi’nde grafik bölüm başkanlığı yaptığım dönemde, bilgisayarlı grafik eğitimine geçiş sağlayabilmek için IBM firmasına gittim. Bilgisayar talebinde bulundum. Genel müdürlükten 10 cihazlık bir
konfigürasyon hediye ettiler okulumuza ve okul içerisinde bir bilgisayar laboratuarı kurduk. “Bilgisayar grafiği” adı altında bir eğitim başlattım. Bahsettiğim seneler 70’lerin başları. O dönemde reklam ajansları bile “letraset” kullanırdı. Henüz ajansların bile kullanmadığı bir tekniği üniversiteye
soktum. Şimdi bilgisayar, grafik ve reklam dünyasının olmazsa olmazı haline geldi.
Sanat eğitimcisi kimliğinizin yanında sanatsal üretimleriniz de
hep ön plandaydı… Sizin sanat eserlerinizi tanımlarken “sentezci”
niteliğinizden çok bahsediliyor ve “özde geleneksel, anlatımda
çağdaş” ifadesi kullanılıyor. Bu tanımlama sizin için ne ifade ediyor?
Yağlı boya, 2010.
Ben kurduğum güzel sanatlar fakültelerinde, hep insanın kendi diliyle düşünmesi, kendi diliyle fikirlerini ortaya koyması, kendini kendi diliyle aktarmasının çok önemli olduğunu vurguladım. Benim sanatsal anlayışım da
kendi ülkemizin kültüründen yola çıkarak geliştirdiğim bir temele dayanıyor. Avrupalı ressamları hiç kopya etmedim… Bazıları Avrupalı bir sanatçıyı
kendisine “usta” kabul ediyor ve hep onun sanat yolundan resimler oluşturmaya çalışıyor. Bense ülkemdeki kültürlerin hepsine çok dikkatli bakmayı
tercih ettim. Ülkemiz sanatçılarının kendi kültürlerinden yola çıkarak doğru yerlere ulaşacaklarını düşündüm. Özde “geleneksel” nitelendirmelerini
böyle açıklayabilirim sanırım.
Peki anlatımdaki çağdaşlık?
Benim sanatım, konuları itibariyle Anadolu’nun tüm uygarlıklarını içine alan
geniş bir yelpazeye sahip. Fakat elbette ki teknik olarak dünyadaki teknikleri içeriyor. Bir sanatçının dünya sanatını bilmesi, takip etmesi gerekir. Sadece kendi sanat tarihimizi, sadece kendi kültürümüzü baz alırsak sanat değil
zanaat yapmış oluruz. Zanaat, bir şeyin tekrarından ibaret olan, alışkanlıklarla yapılan bir uğraştır. Oysa sanat, zekâ ve kültür gerektiren bir yaratı olayıdır.
Çağımızda insanların standart olması isteniyor, üniversitelerde, okullarda
sadece bilginin hapsedildiği kitaplarla eğitim yapılıyor. Bu bilgiler ezberleti-
Elek baskı, 1992.
B+ KIŞ 23
liyor. Fakat sanat eğitimi birtakım şablonları olmayan, kitaplar içindeki bilgilerle sınırlı olmayan, insanları düşünmeye ve yaratmaya sevk eden bir eğitim olmalı. Dolayısıyla “gelenek” ten yola çıkılabilir ama gelenek, bir sanat
eserinin her şeyi olmamalıdır. Gelenekler ve sanatçının kendi ülkesindeki
farklı kültürel altyapılar bir temel teşkil edebilir, fakat bunların üzerine sanatçı kendi kimliğini, kendi kişiliğini koymalıdır. Ayrıca biz 8 bin yıl önce yapılan
primitif heykelleri tekrar yapmıyoruz… Rönesans’ı yaşamış insanlar olarak,
Rembrandt’ları, Durer’leri bilerek, bütün bu mevcut kültürler içerisinde sanat üretiyoruz. Bence önemli olan nokta, kendi kültürümüzün çağla ilişkisini kurabilmek ve özgün yaratılarla çağa uygun eserler ortaya koyabilmek.
“Gelenek” ya da kültürel altyapı sizin eserlerinizde
nasıl ifade buluyor?
Benim bu sergide bir bölümde gördüğünüz üzere Süleymanname kitabım
var. Bu kitap bizim kültürümüzden gelen bir altyapıya sahip olan bir eser.
Surname, minyatür ustalarının yaptığı kitaplar, hat, kaligrafi, tezhib gibi sanatlardan besleniyor. Fakat benim çizdiğim atlar benim atlarım, Süleymanname kitabının içindeki yazılar, kendi yazılarım. Eğer bu atlar Rönesans’taki
resimlere ya da Avrupa’daki başka bir sanatçının atlarına benzer atlar olsaydı benim olmayacaktı. Ben kendi atımı, kendi insanımı, kendi kültürümü
resmediyorum. Örneğin “İdoller” bölümü var sergide. Bunlara belki toprak
altından çıksaydı, “Hitit İdolleri” diyecektiniz. Fakat şimdi bunlar Hitit idollerine benzemeyen, ama Hitit kültürü içerisinden de duygular taşıyan idoller. O yüzden artık benim idollerim… Osmanlı’yı da, Selçuklu’yu da, Hitit’i
de, Asur’u da kucaklayarak oluşturduğum eserler hepsi… Ayrıca Yunan ve
Roma kültürlerini de kucaklamalıyız. O kültürler de bu toprakların kültürleri.
Romalıların Yunanlarla, Asurluların Hititlerle, aynı kültürel altyapıya sahip olduğu gerçeğini ve tüm bu kültürel değerlerin bizim mevcut kültürümüzdeki
etkilerini hiçe sayarsak çok büyük yanlış yaparız. Ne yazık ki çoğu müzede
yer bulmuyor kendine bu kültürler.
Özellikle “Atlar ve Hatlar” başlıklı eserlerinizde de
yazı kullanımı fazla… Bu yazılar ne anlama geliyor?
Gravür, 1994.
24 B+ KIŞ
Bunlar dini yazılar değil, güzel söylenmiş sözcükler. Osmanlı hattatları ta-
rafından yazılmış ve estetiği kabul edilmiş kaligrafik bir şölen… Bunlar için
“strüktürler” diyebiliriz. Ben onlara birer yazı öğeleri olarak değil, doku öğeleri olarak bakıyorum. Atlarımın hareketinde de ben aslında bir kaligrafik
estetik görüyorum. Atlarım elbette ki Osmanlı kültürüyle bağdaşıyor, benim bu eserlerime bakan bir insanın da Osmanlı kaligrafisini atlarla ilişkilendirebilmesini isterim. Atatürkçü bir sanat eğitimcisi olarak, Osmanlı estetiğini kullanıyorum ve kendi kültürümün evrensel değerlerine sahip çıkıyorum bir yerde.
Kaligrafilerde kendi ürettiğiniz ifadelere, sevdiğiniz
dizelere de yer veriyor musunuz?
Evet, kullandığım oldu tabii… “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”
cümlesini çok severim mesela… Kullandım onu. Fakat çoğu zaman, kaligrafileri estetikleri için kullandığımdan okunmamak üzere değiştiriyorum.
Peki kültürlerin çağdaş yorumlanışı, çağdaş sanat, modern
sanat, güncel sanat gibi tanımlar sizin için ne ifade ediyor?
Tabii şimdi geleneksel akademi eğitimi dediğimiz bir eğitim var. Akademi eğitiminin çok uç noktalara kadar götürüldüğü çağdaş eğitimler de var.
Güncel sanat derken günümüzdeki en uç olan sanatı kastediyorsak, bunun kabullenilebilmesi için biraz zamanın geçmesi gerekiyor. Benim sanatım sadece “güncel” bir sanat değil, özümsenmiş bir kültürün üzerine kurulu olan bir sanattır. Kendim için de, bu kültürden beslenen “çağdaş” bir
sanatçıyım diyebilirim. Sanatın çok farklı yorumlanışları söz konusu günümüzde. Fakat tüm bu yenilik dediğimiz akımların yarına kalıp kalmayacağı meçhul. Kalanlar mutlaka müzelerde, galerilerde sergilenecek ve ileriki kuşaklara da ulaşacak. Sanat elbette ki toplumun büyük kesimi tarafından “Bu bizim sanatımız için önemlidir” denildiği zaman kalıcı oluyor. Tüm
bu yeni akımları da saygıyla izliyorum. Sanat paylaşıldıkça zenginleşen bir
olgu ve bu paylaşımın içinde mutlaka hepimizin alacağı dersler vardır. B+
Bronz döküm heykel, 2011.
Keskin Keser Koleksiyonu.
Yağlı boya, 2010.
Keskin Keser Koleksiyonu.
Elek baskı, 1989.
B+ KIŞ 25
Yeni yıl
Beşiktaş
ışıl ışıl
Yazı: B+ Fotoğraf: ALAATTİN TİMUR
Beşiktaş kenti yeni yılı ışıl ışıl cadde ve meydanlarıyla karşıladı.
26 B+ KIŞ
G
eriye dönüp baktığımızda ülke olarak çok da iyi bir
yıl geçirdiğimiz söylenemez. Özellikle afetler ve terör olayları nedeniyle birçok vatandaşımız hayatını kaybetti ve büyük acılar yaşandı. Beşiktaş Belediyesi ve Beşiktaş kentlileri, büyük bir dayanışma
içinde afet bölgelerinde yaşayanların acılarını paylaşmaya, toplanılan yardımlarla vatandaşlarımızın yaralarını sarıp, ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştı.
Artık yeni bir yıl bizi bekliyor. Yeni umutlar ile başladığımız 2012 yılında; ülke olarak kötü haberler duymak yerine, bir arada, sağlıklı, mutlu
ve huzurlu bir yıl geçirmeyi istiyoruz. Bu nedenle 2011 yılının son haftalarından itibaren Beşiktaş’ın tüm meydanlarını, caddelerini süslemeye başladık. Yeni yıla girerken “Sokakta Hayat Var” diyebilmek için…
Beşiktaş, Ortaköy ve Levent meydanları, Beşiktaş Çarşısı, Nisbetiye ve Aytar caddeleri, Kuruçeşme, Arnavutköy ve Bebek süslendi,
ışıklandırıldı. Beşiktaş kentini sanatla aydınlatan Beşiktaş Belediyesi bu kez sokaklarını, meydanlarını, caddelerini yeni yıl ve yeni umutlar için aydınlattı.
Başarılarımızı, mutluluklarımızı ve sevinçlerimizi paylaşacağımız güzel bir yıl dileğiyle… B+
Beşiktaş Çarşı
Aytar Caddesi
Ortaköy Meydanı
Levent Meydanı
Beşiktaş Meydanı
B+ KIŞ 27
Müze
Atatürk’ün
Beşiktaş’taki
ilk evi
Yazı: NAZAN ORTAÇ Fotoğraf: İLKER AKGÜNGÖR
Atatürk’ün ailesi için kiraladığı ilk ev olan ve
günümüzde müzeye dönüştürülen Akaretler Yokuşu’ndaki evini
ebediyete intikal edişinin 73’üncü yıldönümünde ziyaret ettik.
28 B+ KIŞ
B+ KIŞ 29
Müzenin giriş katında, Akaretler Vakfiyesi ile ilgili;
mimarı, inşası, binalarda yaşayanlar hakkında bilgiler var.
A
tatürk’ün hayatının kilometre taşlarında hep Beşiktaş
var. Beşiktaş Belediyesi’nin yayımladığı “Güle Güle
Çocuklar - Atatürk’ün Beşiktaş Günleri” adlı kitapta
tarihçi yazar Necdet Sakaoğlu’nun da işaret ettiği
gibi, belleklerdeki “Atatürk-Beşiktaş” ilintisini sadece
10 Kasım gerçeğiyle sınırlandırmak doğru değil. Bu
nedenle, Ulu Önder’in ebediyete intikal edişinin 73’üncü yıldönümü olan
10 Kasım’da, Atatürk’ün İstanbul’da kiraladığı ilk ev olma özelliğini taşıyan
“Akaretler Mustafa Kemal Müzesi”ni ziyaret ettik.
1912’deki Balkan Savaşı sırasında yüzlerce Türk ailesi gibi Mustafa Kemal,
annesi Zübeyde Hanım, kız kardeşi Makbule Hanım, himayelerindeki
Fikriye ve Abdürrahim ile Selanik’ten İstanbul’a göç etti. Aile, Akaretler
Yokuşu’ndaki 76 numaralı saray lojmanına yerleşti. 1919 yılına kadar
yaşadıkları bu 3 katlı ev, şimdi Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından müze
haline getirildi ve geçtiğimiz mayıs ayında ziyarete açıldı.
Müzenin sevimli çocuk alanları, büyüklerin bile dikkatini çekecek cinsten.
Eski fotoğraflardan yapılan puzzle’lar, çocukların tarihe olan ilgisini uyandırıyor.
Tarihin ilk toplu konut örneği
Beşiktaş Spor Kulübü’nün de bulunduğu, eski adı “Spor”, şimdiki adıyla
“Süleyman Seba Caddesi” üzerindeki ev, Sultan Abdülaziz döneminde
(1875), Dolmabahçe Sarayı lojmanları olarak, dönemin ünlü mimarı Sarkis
Balyan tarafından yapılan sıraevlerden biri. Tarihin ilk toplu konut örneği
olan Sıraevler, geçtiğimiz yıllarda restore edilerek kullanıma sunulmuştu.
Semtin çehresini değiştiren bu restorasyon çalışmasının son aşamasında
ise Atatürk’ün ailesiyle birlikte yaşadığı ev, “Akaretler Mustafa Kemal
Müzesi” olarak ziyarete açıldı.
Müze, modern dekorasyonu ile dikkat çekiyor. Çeşitli belgeseller, video
enstalasyonları, üç boyutlu grafik tasarımlar ve efektlerle yeni bir müzecilik
anlayışı ortaya konulmuş.
Giriş katında genel bir bilgilendirmenin yanı sıra Atatürk’ün vakıflarla ilgili
söyledikleri ve Akaretler’in mimarisi ve tarihiyle ilgili bilgiler yer alıyor.
30 B+ KIŞ
Birinci katta ise Balkan Savaşı ve göçün yanı sıra Çanakkale Savaşları ile
ilgili bilgiler, Mustafa Kemal’in çalışma odası bulunuyor. Bir sonraki katta
aileyle ilgili bilgiler, Atatürk’ün yazdığı bazı mektuplar bulunmakta. Bu
mektuplarda Ata’nın İstanbul’daki son günleri anlatılıyor. Bunlar çeşitli film
projeksiyonlarıyla canlandırılmış.
Evin çatı katında ise arşiv, kütüphane ve toplantı salonu bulunuyor.
Dönemin tarihi eserlerinin de sergilendiği müze, çeşitli video gösterileri,
belgeseller ve filmlerle Balkan Savaşları, göç, Milli Mücadele temalarının
anlatıldığı sinevizyon gösterilerine de ev sahipliği yapıyor.
Atatürk’ün kullandığı koltuk ve Zübeyde Hanım’a ait bir kilimin yanı sıra,
döneme ait gazete ve yayınlar da müzede sergileniyor.
Müze, hafta içi her gün 09.00-16.00 arası ziyarete açık. B+
Arkeolog yetiştirilmesini istiyor
Atatürk’ün, İsmet İnönü’ye yazdığı bir mektup, müzenin duvarlarını
süslüyor: “Son inceleme gezilerimde çeşitli yerlerdeki müzeleri ve
eski sanat ve medeniyet eserlerini de gözden geçirdim. İstanbul’dan
başka Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya’da bulunan müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de yabancı uzmanların yardımıyla tasnif
edilmektedir.
Ancak memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz hazineler halinde yatmakta olan eski uygarlık eserlerinin ilerde tarafımızdan ortaya çıkarılarak, ilmi bir şekilde koruma ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden çok harap bir halde olan abidelerin korunmaları için müze müdürlüklerine ve kazı işlerinde kullanılmak üzere
(arkeoloji) uzmanlarına şiddetle ihtiyaç vardır. Bunun için Maarif’ce
yurt dışına öğrenime gönderilecek öğrencilerden bir kısmının bu konuya ayrılmasının uygun olacağını düşünmekteyim.
Renkli minderler, yer masaları, çocuklara “tarih içinde”
dinlenme olanağı yaratıyor...
Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir tahribat içinde bulunmalarına rağmen, sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin gerçek mimari şaheserleri sayılacak kıymette bazı binalar vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alaeddin Camii, Sahip
Ata Medrese Camii ve Türbesi, Sırçalı Mescit ve İnce Minareli Cami
derhal ve acele olarak onarıma muhtaç bir durumdadırlar. Bu tamirin gecikmesi, abidelerin tamamen ortadan kalkmasına sebep olacağından, öncelikle asker tarafından kullanılanlarının boşaltılmasını
ve tamamen uzman kişiler kontrolünde onarımının temin edilmesini rica ederim.”
Müze,
modern
dekorasyonu
ile dikkat
çekiyor.
Müzede tarihe yolculuk, sadece yazılı belgeler ve
fotoğraflarla değil, binanın özgün mimarisiyle de sağlanıyor.
B+ KIŞ 31
32 B+ KIŞ
Müzenin ikinci katında Balkan ve Çanakkale savaşları ve
“Selanik’ten Samsun’a” bölümleri bulunuyor.
Müzenin üçüncü katında bulunan “Atatürk ve İstanbul” bölümündeki
fotoğraf ve belgeler, müzenin ilgi çeken eserleri arasında.
Akaretler’deki
76 no’lu saray
lojmanı Atatürk’ün
Beşiktaş’taki
ilk eviydi.
İkinci katın bir bölümünde Mustafa Kemal’in çalışma odası canlandırılmış.
Kartonetlerle gerçeklik duygusu yaratılmaya çalışılmış.
Müzede, fotoğraf, mektup ve belgelerle aktarılan tarih
bazı bölümlerde çeşitli filmlerle desteklenmiş.
Beşiktaşlı sporcuları izliyordu
Dr. Necati Karakaya, “Atatürk Beşiktaşlı” kitabında, Ulu Önder’in Beşiktaş
Spor Kulübü’yle olan ilişkisini anlatırken, Akaretler’deki evindeki yaşamına
da ayna tutuyor.
Müzenin üçüncü katında bir bölüm,
Atatürk’ün yazdığı mektuplara ayrılmış.
“... Mustafa Kemal, Akaretler Caddesi 76 numaralı evinin arka bahçesine
çıkarak istirahat ederdi. En büyük tutkusu hasır sandalyesine oturup, ağızlıklı sigarasını tüttürüp, annesi Zübeyde Hanımefendi’nin pişirdiği kahveyi yudumlarken Beşiktaş idmanlarını seyretmekti. Bitişiğindeki Beşiktaş
Kulübü’nün arka kapısı da bu meydana açılıyordu. Mustafa Kemal burada,
güreş, futbol, eskrim, gülle atma sporlarını birbiri ardına takip ediyordu…”
B+ KIŞ 33
Bienal
Uluslararası
Mimarlık Bienali’nin
ardından…
Yazı: B+ Fotoğraf: ANTALYA MİMARLAR ODASI ARŞİVİ
Antalya Mimarlar Odası’nın girişimiyle “Uluslararası Mimarlık Bienali”
ilk kez Türkiye’de düzenlendi. 23-29 Ekim 2011 tarihleri arasında gerçekleşen bienalin
bu seneki teması ise “Kesişmeler”di...
B
ir kentin mimarisi ve o kentte hayata geçirilmiş ya da geçirilmeye çalışılan şehir planlamacılığı, hem kentin kültürel
geçmişini hem de vizyonunu yansıtır. Bu vizyon ise kuşkusuz kültürel geçmiş ve anlayışın temellendiği toplumsal altyapıdan bağımsız, tepeden inme şahsi “vizyon”lar
doğrultusunda gerçekleştirilemez. Bir kentin mimarisinin ele alınışı ve sorgulanışı her kuşaktan kentli ve uzmanın buluşması, ortak konularda tartışması ve çözümler üretmeye çalışması doğrultusunda gerçekleşmelidir. Sempozyumların, bienallerin önemi de bu noktada başlamaktadır.
Bu perspektiften yola çıkarak geçtiğimiz ay Antalya’da gerçekleşti “Uluslararası Mimarlık Bienali”. Böylece, Antalya Mimarlar Odası tarafından gerçekleştirilen organizasyonla, ilk kez “Uluslararası Mimarlık Bienali” Türkiye’de düzenlenmiş oluyordu. Bienalin bu seneki teması ise
“Kesişmeler”di…
Toplumun sahip olduğu kültürel değerlerin mimari ile kesişmelerini ve birlikteliğini ortaya koymak amacıyla düzenlenen bienalin davet metninde,
34 B+ KIŞ
Mimarlar Odası Antalya Şube Başkanı Osman Aydın şu ifadelere yer vermekteydi: “Bienal ile farklı kültür ve sanat alanlarının ve de toplumun mimarlıkla birlikteliğinin öneminin bir kez daha vurgulanması amaçlanmaktadır. Bu bienal, sistem dışı duruşuyla böylesi bir amacın gerçekleşmesine geniş anlamda ve serbestçe olanak sağlayacaktır.”
23-29 Ekim 2011 tarihleri arasında gerçekleşen Uluslararası Mimarlık
Bienali’nin (IABA 2011) AKM’deki açılışına, Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) Genel Sekreteri Michel Barmaki, Antalya Büyükşehir Belediye
Başkanı Mustafa Akaydın, Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal ve çok
sayıda davetli katıldı.
Bienal Başkanı Prof. Dr. Zekai Görgülü, açılış konuşmasında mimari yaklaşımlardaki interdisipliner tutumun önemini ve bu doğrultuda belirlenen
temayı, “Kesişme, mimarlığın birçok sanat ve meslekle yan yana zenginleşmesini ve bu birliktelikle farklı okunmasını ifade ediyor” şeklinde açıklamaktaydı. Moderatörlüğünü Beşiktaş Belediye Başkanı Mimar İsmail Ünal’ın yaptığı açılış toplantısında heykeltıraş Prof. Dr. Rahmi Aksungur ve heykeltıraş Mehmet Aksoy “Mimarlık ve Heykel”; fotoğraf sanat-
çısı Prof. Dr. Rahmi Günay, “Mimarlık ve Fotoğraf”; mimar ve yazar Oktay
Ekinci, “Mimarlık ve Basın”; Avukat Turgut Kazan, “Mimarlık ve Hukuk”;
yönetmen ve yazar Hasan Özgen ise “Mimarlık ve Sinema” üzerine konuşmalar gerçekleştirdi.
Program, Beşiktaş Belediyesi’nin desteği ile hazırlanan konserle tamamlandı. Kürşat Başar, Burçin Büke, Güvenç Dağüstün, Volkan Hürsever,
Murat Algan ve Batuhan Büyükdoğan’dan oluşan topluluğun konseri ilgi
ile izlendi. Açılışa katılan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa
Akaydın, belediye olarak Mimarlar Odası Antalya Şubesi ile uyumlu çalıştıklarını belirtti ve Mimarlar Odası’na kente kattığı değerler için teşekkürlerini sundu. Mimarlık Bienali’nin Antalya’ya çok büyük katkı sağlayacağını söyleyen Akaydın, bienalin daha da etkin hale gelmesi için elinden gelen desteği vermeye hazır olduğunu belirtti.
Bienal kapsamında belgesel film gösterimlerinden, karikatür sergilerine;
deneysel mimarlık forumundan, söyleşilere çeşitli etkinlikler düzenlendi.
“Belgesel Film Gösterimleri” kapsamında, 27 Ekim’de “ Öteki Kasaba”
ve “Ekümenepolis - Ucu Olmayan Şehir” belgeselleri katılımcılarla buluşturuldu. Mimarlar Odası Antalya Şubesi’nce her yıl gerçekleştirilen “Uluslararası Genç Mimarlar Buluşması”nın altıncısı da, bu yıl IABA etkinlikleri
ile kesişti. Bu kapsamda 28 Ekim’de, “Uluslararası Genç Mimarlar Buluşması” etkinlikleri gerçekleştirildi. Mimariyi deneyimleyen, meslek ortamını farklı disiplinler ile bütünleştirerek soyut ve felsefi yönünü ortaya koyan
“Deneysel Mimarlık” çalışmaları da bienalin önemli etkinlikleri arasındaydı. 27 Ekim’de gerçekleşen “Deneysel Mimarlık İşleri Forumu”nun yanı
sıra, deneysel mimarlık ürünleri kentin çeşitli yerlerinde sergilendi. Sergilenen 17 eser kentliler tarafından ilgiyle izlendi. Bienal’de ayrıca, “Mimarlık
Forumu ve Ulusal Karikatür Yarışması Sergisi” açılışı da gerçekleştirildi.
Mimar ve Yazar Oktay Ekinci, bienal sonrası Cumhuriyet Gazetesi’nde
kaleme aldığı yazısında şöyle demekteydi: “(...) Mimarlar Odası Antalya
Şubesi’nin işte böylesi “Anadolu’ya yakışmayan” eksikliğimizi gidermek
için 26-29 Ekim’de düzenlediği “1. Uluslararası Mimarlık Bienali”ni hem
anlam hem de sorumluluk açısından taşıdığı tarihsel önemiyle yaşadık...
Bundan böyle adına ve dünya kurallarına uygun olarak yılaşırı (iki yılda bir)
düzenlenecek bienalin ilkinde ‘Mimarlıkta Kesişmeler’ irdelenirken bin
yılların uygarlık sanatındaki etkileşimlerinden dersler çıkartmaya çalıştık.”
Bienal, değerlendirme toplantısı ve piyanist Barış Büyükyıldırım’ın kapanış konseriyle sona erdi. B+
Cumhuriyet-Akdeniz gazetesine açıklama yapan
katılımcılar Uluslararası Mimarlık Bienali’ni
şu sözleriyle değerlendirdiler:
Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal (Mimar): “Bir Antalyalı olarak, bu dağların çocuğu olarak burada olmak, hele yuvamızı ziyaret
etmek bizim için önemliydi. Tabii, mimarlık farklı bir kavram. Üstelik
Antalya gibi bir kentte doğasıyla, tarihiyle, yeşil alanlarıyla, var olan
insan yapısıyla bu bienalin kente çok şey katacağına inanıyorum”
Mehmet Aksoy (Heykeltıraş): “Bu bienal çok önemli. Aslında biz
şehirde sanat yerine şehrin sanat haline dönüşmesini isteriz. (...) Her
belediye başkanı birazcık şehircilikten anlamalı. Şehirlere gerçekten
asırlarca kalacak şeyler yapıyoruz. Çocuklar onlarla büyüyecek. Hatıralarında onlar olacak. Onun için bu bienale çok önem veriyorum.”
Hasan Özgen (Yönetmen ve Yazar): “Yıllar önce Antalya ile ilgili farklı bir çalışma yapmıştık. O günden bu yana Antalya çok değişti, dinamikleri, hedefleri farklılaştı. Bu tür şeyler iki boyutlu düşünülebilir.
Antalya’nın kendi sorunlarını aşması için, gerekli olan iletişim için ihtiyaç duyduğu gereksinimler neyse onlar doğrultusunda çalışma yapılmalı. Bir de Antalya imajı etrafında örgütlenebilecek ya da Antalya
imajını daha yukarı çekebilecek, toparlayacak çalışmalar yapılmalı.”
Prof. Dr. Rahmi Aksungur (Heykeltıraş): “Bienalin bizler için büyük
önemi var. Zira sanatla mimarlık birlikte konuşulacak. Bizim büyük
bir iddiamız var. Mimarlık bir sanattı. Sanattı, diyorum çünkü bu, zaman içinde değişti. Sanattan koptu, kendi başına durmaya başladı.
Bunun çeşitli etmenleri var. Bunları tartışacağız.”
Hakan Demirel’in bienal için tasarladığı “Mezar” isimli işi.
B+ KIŞ 35
Sanatçı gözüyle
Modern zaman dervişleri
Baba Zula
Yazı: NAZAN ORTAÇ Fotoğraf: İLKER AKGÜNGÖR
Türk halk müziğini “saykodelik rock”la sentezleyerek sıra dışı çalışmalara imza atan Baba Zula
grubunun kurucuları Murat Ertel ve Levent Akman, bu sayının konukları. Aktivist kimlikleriyle de
ön plana çıkan Ertel ve Akman’ı daha yakından tanımak için buyurun!
36 B+ KIŞ
“Konserin
törenselliği
bizim için
çok önemli.”
O
Beşiktaş Belediyesi’nin 2011 yılında düzenlediği Park Buluşmaları etkinlikleri kapsamındaki Babazula konserine ilgi büyüktü.
nlara, sadece “müzik yapıyorlar” demek haksızlık olur…
Eğer Baba Zula’yı sahnede gördüyseniz, ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Performanslarında
dans var, grafik var, tiyatrodan operete sahne sanatları var. Moda tasarımını da unutmamak lazım; Murat
Ertel’in bir “stil ikonu” olduğu gerçeğini kim inkâr edebilir! Ve bu, “birarada olma hali” bir tesadüf değil, zorlama hiç değil! Sanatın her dalı ilmek ilmek hücrelerine işlemiş, şimdi oradan damıtılarak bizlere akıyor.
Bu iki yaratıcı adam, Murat Ertel ve Levent Akman birer Beşiktaş sakini…
Öyle böyle değil; bu ilçeyi başka hiçbir yere değişmeyecek kadar sahipleniyorlar!
Grubun beyin takımını oluşturan ikili ile Ihlamur Kasrı’nda buluştuk; müzikten kadın haklarına kadar bir sürü şey konuştuk.
Müzik maceranız nasıl başladı?
Murat Ertel: Ailem sanatçı olduğu için, doğduğum andan itibaren hep sanatçılarla beraberdim ve sanatın her türünü evde gözlemliyordum. Bu yüzden sanatçı olayım diye bir karar vermedim, zaten her zaman farklı farklı sanatçılar vardı çevremde. Babam Mengü Ertel afişler yapıyordu, ben
onu gözlemliyordum. Masasının üzerine tırmanıyordum ya da babam beni
masasının üzerine oturtuyordu. Belirli yerleri bana boyatıyordu. 1,5 yaşından beri resim yaparım; sonra şarkılar söylüyordum, şiirler yazıyordum.
40’ıncı yıl hatırına bir kere daha kurdum, şimdi onunla devam ediyorum.
Esas, kendi kendime şarkılar söylemem dışında, yine beni çok etkileyen
tiyatro oyunları var.
Bunlardan biri, Abdülcanbaz’ın, Dostlar Tiyatrosu tarafından sahnelenmesi. Turhan Selçuk dayım olduğu için, Abdülcanbaz’la büyüdüm ben.
Abdülcanbaz’ın provalarına gittim. Küçücük bir çocuktum. Tabii o müzikler beni çok etkiledi. Bir de Haldun Taner’in Keşanlı Ali’si… Orada müzikler Yalçın Tura’ya, Abdülcanbaz’da da Arif Erkin’e aitti. Bu ikisi de bence
çok önemli besteciler.
Bir de Polaria’dan söz edebilirim. Bu, bir Alman opereti. Bir kutup ayısının
maceralarını anlatıyor. Babam opera kitapçığı için resimlerini benim yapmamı istedi. Ben de provalarına giderek oyunu izledim. Ve oyunun resimlerini yaptım. Bunlar önce opera kitapçığında, sonra da Doğan Kardeş’te
basıldı. Oraya gidince bende müzikli oyun, operet kavramı başladı ve kendi kafamdan oyunlar yazmaya başladım. Resimler çizip, onları kesiyordum, kukla gibi onları ev halkına oynatıp, aynı zamanda şarkılar yapıyordum. Oyunlar başladığı zaman pankart hazırlıyordum, oyunun ismini yazıp, evin içinde “şu saatte, şurada oyun oynayacak” diye gezdiriyordum.
Akşamları onları oynatıyor, şarkılarını söylüyordum. 6 yaşında da dergi çıkartmaya başladım. “Ormandaki Hışırtılar” diye bir seri. Ormandaki hayvanları, hayvanların açısından anlatıyordum. Kötüler insanlardı, iyiler de
hayvanlardı. Genelde kötü insanlar, kurt ya da ayı gibi hayvanlar tarafından parçalanarak mutlu sona ulaşılıyordu.
İçine doğdunuz...
M.E: Evet, içine doğdum. Başladığım anı bile bilmiyorum! Ama şöyle diyebilirim, ilk grubumu 5 yaşında kurdum: Mavi Güneş. Onu 40 yıl sonra,
Jack London okumuş olabilir misiniz?
M.E: Evet, evde sıklıkla Jack London okunurdu...
B+ KIŞ 37
Daha çok kitaplardan mı etkileniyordunuz,
doğayı yaşayabiliyor muydunuz?
M.E: Esentepe’de büyüdüm ben. Dayımın iki katlı bir evi, kocaman bir
bahçesi vardı. Bahçede her türlü ağaç, köpeklerimiz, bir havuz ve havuzun içinde ördekler vardı. Dedem her türlü meyve ağacından bir örnek
dikmişti. Hatta limonlarımız bile vardı. Onlar kışın içeri alınırdı. Ben o evden taşındıktan sonra meyve yiyemez oldum. Çünkü benim için meyve
ağaçtan koparılıp yenen bir şeydir. Hayvanlara çok meraklıydım, televizyon bizim eve çok geç girdi ama her zaman çok kitap bulunurdu. Ve ben
bu kitapların hep resimlerine bakardım.
Onlar da hayal gücünüzü beslemiştir...
Tek çocuk muydunuz?
M.E: Evet, tek çocuktum. 1970’te İlhan Dayım (İlhan Selçuk) hapisteyken,
annemlere “Okuyucu mektuplarını yakın” diyor. Çünkü okuyuculara ulaşmalarını istemiyor. Bunun üzerine bizimkiler dayımın evine gidip, mektupları alıyorlar. Fakat mektuplar sandıklarca, kutularca… Bizim eve geliyorlar, Esentepe’deki evin altında şömine vardı, o şöminede yakmaya çalışıyorlar. Fakat zor yanıyor, çünkü yüzlerce mektup! Yanıyor, yanıyor, bitmiyor! Beni de erketeye yatırıyorlar; polisler ya da askerler gelince söyleyeceğim. Sonra askerler geliyor; bizimkiler kapıyı bir açıyorlar, bütün o koskocaman bahçe, sanki kar yağmış gibi küçük kâğıt parçalarıyla dolu! Bacadan yağmış, onu hesap edemiyorlar. Fakat subay neyse ki iyi bir adam,
görmezden geliyor. Arıyorlar tarıyorlar bir şey bulamıyorlar.
Altı yaşındaydım; hapishane, işkence, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, böyle sözcükleri, biliyorum ama konuşmamam gerekiyor. Beni, “Bak yavrum
biz böyle şeyler konuşuyoruz, senin konuşmaman gerekiyor” diye tembihliyorlar. Ben de onlara, “Ben konuşsaydım, şu lamba gibi sallanırdınız”
diye cevaplar falan veriyorum. Böyle bir ortam! Çok küçüğüm ama anlamak zorundayım. Dayılarım bir geliyorlar eve; gördüğünüz zaman anlıyorsunuz zaten! Anneannem ağlıyor, annem ağlıyor; gözler çökmüş, zayıflamışlar, saçlar gitmiş, oraları buraları morarmış. Anlıyorsunuz durumun korkunçluğunu... Mesela benim çok güzel bir kütüphanem vardı. Red Kit’i
bir açıyorum, içinde başka bir kitap var! Karl Marx’ın kitabı… Çok bozuluyorum! Babam, grafiker olduğu için büyük özenle Marx’ları falan Red
38 B+ KIŞ
Kit’lerle ciltliyor. Çocukken birtakım şeyleri çok hızlı bir şekilde anlamak
zorunda kaldım.
Belki bir insanın bir ömür boyunca beslenebileceği şeyi,
siz hızlandırılmış bir şekilde yaşamışsınız.
M.E: O yüzden direkt olarak müziğin ve sanatın içine daldım ve çıkmadım...
Siz Levent Bey?
Levent Akman: Benim, Murat’ın ailesinin tam tersi bir ailem var. Babam
subaydı. Ankara doğumluyum aslında ben. Sonra tayinle Diyarbakır’a gittik, üç sene orada kaldık. 1979’da gittik, 1982’de döndük. Bütün o dönem
oradaydım. Orası tam bir kültür şoku oldu benim için. Birtakım yeni müziklerle tanıştım. Halkın dinlediği müziklere aşina oldum. Bambaşka bir
kültür sonuçta… Bizim oturduğumuz hava alayının hemen yanında Kürt
mahallesi vardı. Ama savaş ortamı gibiydi. Uçaksavar topu köye dönüktü. Çok taşlandık biz okula giderken… Tip olarak da farklı olduğum için hiçbir zaman “Hoş geldin” durumu yoktu orada. Hep bir gerginlik, laf atmalar, yolda yürürken omuz atmalar falan… Zor bir dönemdi ama kültürel olarak bayağı bir şok yaşamama rağmen çok öğretici oldu. Hayat dersleri
çok iyiydi orada. Müzik açısından da aydınlatıcı oldu. Sonra babamın tayini İstanbul’a çıktı. Nişantaşı Anadolu Lisesi’ne geldim. En doğudan en batıya gelip, Nişantaşı’nın ortasına inmek de bayağı bir şok oldu. Orada da
batı müziği bombardımanına uğradık. Ama olanakları olan bir okuldu. Eskiden İngiliz lisesi olduğu için, oradan kalan bir miras vardı. Murat da aynı
okuldaydı, benden iki sınıf büyüktü. Bir grupları vardı, okulun müzik odasında çalarlardı. Biz de bakardık onlara, imrenirdik. Ben de o zaman yavaş
yavaş müzikle ilgilenmeye başladım.
Tanışıyor muydunuz?
L.A: Okulda ortak bir grup vardı. Müzikle ilgilenenler, daha farklı takılanlar. Düzene uyanlar, düzene uymayanlar diye de tanımlayabiliriz. Biz tabii
Murat’ların grubundan etkilendik. O dönem Milliyet’in Liselerarası Müzik
Yarışması vardı. Haydi, biz de grup kurup, yarışmaya katılalım dedik. Grup
kurduk ama tek parça çalmayı biliyoruz, o da Doors’tan bir parçaydı. Yarışmada nota istiyorlar, biz de hiçbirimiz nota okumayı bilmiyoruz. Gittik
ünlü bir müzisyene, ondan nota çıkarmasını istedik. Harçlıklarımızı birikti-
rip adama bir ton para verdik. Harıl harıl hazırlanıyoruz, ama o sene yarışma iptal oldu!
Giremediniz mi yarışmaya?
L.A: Yok giremedik, bir tek o sene iptal oldu. Şans işte! Sonra biz bu durum karşısında yıkıldık ve müziği bıraktık. Böyle bitti bu olay. Dinleyici olarak devam ettim, sürekli konserlere gidiyordum. Murat, müziği hiç bırakmadı, değişik gruplarda çaldı. Sonra “Zen” diye bir grup kurdu. Ben onların bayağı fanatik izleyicisi oldum. Her konserlerine giderdim. Sonra
bir konserde bana dia gösterttiler, acayip gururlandım, heyecanlandım.
Gruptan olma hissi geldi.
1991’de, Boğaziçi’nde Taşoda vardı; Zen orada prova yapardı. Ben de
hep onları izlemek için giderdim. O zaman Zen provaları, ayrı bir olay olurdu, konser gibi, dinleti gibi... Sırf doğaçlama yapan bir gruptu, sahneye
çıkmadan kimse ne çalacağını bilmezdi. O dönem zor dönemlerdi. Doğru dürüst bir bar yoktu gidilecek. Zaten dışarı çıktığında üç adımda bir, sivil polisler çevirir, kimlik sorardı. “Ne yapacaksınız bara gidip, evinize gidin” falan gibi abuk sabuk tavırlar… Bu nedenle herkes bir yerlerde kendi mekânını yaratmaya çalışıyordu. Taşoda da öyle bir sığınaktı aslında.
Birçok müzisyen oradan geçmiştir. Bir okul gibiydi. Bir gün yine bir prova
sırasındaydı; bir köşede perküsyon aletleri duruyordu. Murat, “Geç şunları bir alsana” dedi. Sürekli geliyorsun, boş boş duruyorsun, bir işe yara
yani...”dedi. Benim müziğe girişim böyle oldu! Gaza gelip davul seti falan
kurdum, iki davul çalmaya başladık.
O zamana kadar bir müzik eğitimi almadınız ama değil mi?
L.A: Yok, almadım… Lisede bas çalıyordum. Hatta eski, lambalı radyolar vardır ya, onu bas amfisi olarak kullanıyordum. Sonra patlatmıştım, pederden bayağı bir zılgıt yemiştim. Öyle başladım, Zen’le devam ettim. Bir
dönem üniversiteyi bitirmek için ara verdim. Sonrasında 1996’da Tabutta
Rövaşata filmiyle Baba Zula başladı, o zamandan beri de birlikteyiz.
Yaptığınız müziği nasıl adlandırıyorsunuz, ya da bir ad
verme ihtiyacı hissediyor musunuz?
M.E: İhtiyaç hissediyoruz ama yapamıyoruz! Bir taksici arkadaş, “Ne tür
müzik yapıyorsunuz” diye sorunca, “Valla bilemiyorum ama şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz” diye anlattım. “Ha bir tür modern halk müziği desene sen şuna!” dedi. Belki öyle demek doğru olabilir...
Üretim, fikir aşaması nasıl oluyor? İkinizden mi çıkıyor fikirler, yoksa dönem dönem gruba farklı insanların katkıları oluyor, onlar da fikir veriyor mu?
M.E. İkimizden çıkıyor, bu çok önemli bir şey. Ben veya Levent bir fikirle
geliyoruz. Levent’ten geliyorsa bu ritmik bir fikir oluyor, benden geliyorsa
bu melodik oluyor. Ya da bir söz oluyor. Ondan sonra eğer ikimiz de bu fikir üzerine heyecanlanıyorsak, o iş oluyor. Eğer ikimizden birinin bir şüphesi varsa, o şüphe giderilene kadar birçok deneme daha oluyor. Ama
şüphe devam ediyorsa, o fikir ölüyor. Ya da ilk bir kıvılcım oluyorsa, o zaman ikimizden de onay alıyor. Müzikal olarak, hatta tüm konularla ilgili aramızda bir denge var. O denge olmadığı zaman olmuyor. Diğer bütün elemanlar bir katkı, bir sos, bir renk katıyor. Ama temelde, özüne indiğimiz zaman böyle olduğunu düşünüyorum.
Uzaktan bakıldığında yaptığınız müziğin birçok insanın
katkısıyla ortaya çıktığı düşünülüyor. Multidisipliner bir yapı...
M.E: Aslında o gözlem de doğru. Her katılan elemanın mutlaka bir katkısı
oluyor. Ama bu bizim bahsettiğimiz öz, çekirdek… Can Yücel, babam için
bir şey söylemişti: “Bir çığı başlatan bir kar tanesi vardır, Mengü Ertel bir
oyunda ya da bir eserde o kar tanesini bulur.” Bizim için de, Baba Zula’nın
o çığını başlatan şey, Levent’le benim birlikteliğim.
Siz o ilk hücreyi buluyorsunuz...
M.E: Evet, ama onun büyüyüp çığ haline gelmesi dediğiniz gibi çok disiplinli, pek çok sanat formunu birarada götüren bir şey aslında...
Türkiye’de yaptığınız işin örneği yok, dünyada örnekleri var
mı? Ya da sizin etkilendiğiniz insanlar?
M.E: Etkilendiğimiz çok insan var. Değişik sanat dallarından… Bu soruya
aslında sadece müzik açısından cevap vermek doğru değil.
Evet, sizin yaptığınız performansın içinde tasarım da var,
grafik de, dans da...
“Bir ülkede kadınlar ne
kadar özgürse, ne kadar
hakları varsa, o ülkenin
o kadar demokratik
ve özgür olduğunu
düşünüyoruz.”
M.E: Evet, dans da bizim için çok önemli. Bir kere halk sanatları çok önemli. Müzikal olarak ya da sanatsal olarak bu çığı başlatan kar tanesi aslında
bu. Bir noktada anonim olan, şu anda bildiğimiz âşıkların okuduğu eserlerde bile çok anonim, çok halka ait, çok geçmişe ait izler var. Tamam, tabii ki Âşık Mahsuni dinliyoruz ve kendisi de bir besteci, ama o bestelerin
altında ona ilham veren bir gelenek var, bir öz var. Esas olarak o özden etkileniyoruz. Mahsuni dinlerken bile o özden çok yararlanıyoruz. O yüzden
modern halk müziği diyebilirim. Belki halk müziği tanımını yapanlar buna
karşı çıkabilirler. Ben de onlara derim ki, elektrosaz çalıyoruz ama bu yine
bir saz! Modern Türk müziği teorisyenlerinin bile atladığı şeyler var.
Türk müziğinde en aydınlatıcı bilgileri ben Yalçın Tura’nın makalelerinde
buldum. Diyor ki: “Müzik bilgini, kanun enstrümanının kaşifi olan Farabi’nin
horasan tamburu, Türk musikisinin temelidir. Ve horasan tamburunun perde bölünmesi sazla aynıdır”. Bu çok önemli bir şey! Bu ne demek? Türk
müziğinin temeli, Türk halk müziğindedir ve sazın içindedir melodik olarak. Demek ki biz bu perde bölünmesini kendi müziğimizde uyguluyorsak
ve ritmik olarak Türk müziği usullerini modernize ederek kullanıyorsak,
demek ki bir tür halk müziği yapıyoruz. İstediğiniz kadar siz bunu eleştirin,
B+ KIŞ 39
yoz deyin, kötü deyin, geleneksel müzik değil bu deyin... Ama işte müziği
oluşturan en temel öğelerden birkaçı olan melodik ve ritmik unsurlar zaten halk müziğine tekabül ediyor.
Böyle diyenler oluyor mu hâlâ?
M.E: Oluyor tabii. Elektrosaz çaldığım için çok eleştiri alıyorum ben.
Ama çalan çok var!
M.E: Bakın üstatlar bile, örneğin Yavuz Top’la konuştum, “Maalesef ben
icat ettim” diyor! Arif Sağ keza, “Maalesef öyle zamanlarım oldu” diyor.
Yine çok büyük üstadımız Neşet Ertaş özür diliyor konserde, “Kusura
bakmayın manyetik koydum sazıma, açık havada çaldığım için” diyor.
Çok mu değiştiriyor müziği?
ği çok yaygın. Şu büyük şehirlerden çıkınca, hiç öyle olmadığını görüyorsunuz. Şimdi adını bile bilmediğimiz sanatçılar 15-20 bin kişilik açık hava
konserleri veriyorlar. Bu tamamen baskın gücün bunu baskılamasından
kaynaklanıyor. Onlar istedikleri müzik gruplarını, müzik türlerini ön plana
çıkarıp, şehirli halkın beynini yıkıyorlar ve bu müziğin artık zavallı, unutulmuş, bir hiç olduğunu empoze etmeye çalışıyorlar. Halbuki hiç ilgisi yok!
Anadolu’da halkın dinlediği ve bağlandığı tek müzik, halk müziği. Zaten
dünyada da kendi müziğini dinleyen, en çok kendi dilinde müzik CD’si
olan üçüncü ülkeyiz.
Türkiye’de genel olarak üretilen müziği beğeniyor musunuz?
M.E: Yok, beğenmiyoruz. Eskilere gittikçe beğeni katsayımız artıyor, yakınlara geldikçe azalıyor. Şu anda üretilen müziğin ancak yüzde onunu
beğeniyoruz.
M.E: Tabii, başka bir enstrümana dönüşüyor. Ama bu bizim için çok önemli. Biz ustalara büyük bir saygı ve sevgi duyduğumuz halde, onlar gibi bir
şey yapmak istemiyoruz. Bize göre geleneksel müziğin en iyi icraları geçmişte yapılmış. Siz, hiçbir zaman geleneksel olan bir eseri alıp, onu bestecisinden daha iyi yapamazsınız. Yani Âşık Veysel’i, Âşık Veysel’den daha
iyi yapacağınıza inanmıyorum.
O yüzden yeni bir yorum katıyorsunuz…
M.E: Yeni bir yorum ve yeni, yapılmamış bir şey. Baba Zula’nın gücü de burada. Aynı zamanda kendi topraklarında olan kültürlere değil, bütün dünya
kültürlerine açığız. Batı kültürünü de çok güçlü bir şekilde almış durumdayız. Biz çok iyi müzisyenlerle çalışma olanağına sahibiz. Baba Zula olarak
dünyanın en iyi müzisyenleriyle çaldık. Bize göre en iyi tabii; ortaokul, lisede dinlediğimiz insanlarla şu anda çalıyoruz… Bu insanlar, bu toprakların
kültürleriyle karşılaştıkları zaman şok oluyorlar, algılayamıyorlar. Algılamalarına imkân yok! Bir kısmını algılıyorlar, o zaman büyük bir saygı duyuyorlar. Makamlarımızı, ritimlerimizi yüzde 80 beceremiyorlar. Fakat bizim için
öyle bir şey söz konusu değil. Biz cazı da biliyoruz, cuzu da… Funk’ı da,
punk’ı da… Bütün o isimlere vakıfız ve bir sürü müzisyenden daha hakimiz.
Biz bunu ihraç edemediğimiz için bilmiyorlar büyük
ihtimalle... Biz bile dinlemiyoruz!
L.A: Aslında öyle değil. Anadolu’ya gidince görüyorsunuz, halk müzi-
40 B+ KIŞ
“Beşiktaş
bizim için çok önemli.
Bir ada gibi...
Keşke bütün Türkiye
Beşiktaş gibi olsa.”
Sizin enstrüman seçimleriniz de farklı…
M.E: Evet, onda da birtakım akımlar var. Mesela şimdi Anadolu’da kullanılan tipik darbuka artık kullanılmıyor. Onun yerine Mısır darbukası kullanılıyor. Mesela bizim darbukacımız da öyle. Biz ona gerçekten zorla bakır darbuka çaldırıyoruz. Kayıtlarda, “Sen şimdi bunu çal, sonra üzerine
de Mısır darbukası çalacaksın” falan diyoruz, sonra da çaldırmıyoruz! Bakır darbuka çalan kalmadı gibi bir şey. Bir Burhan Öçal var, onun da gerçekten bu konuda hakkını teslim etmek lazım. O, bakır darbuka geleneğini devam ettiriyor.
Daha yakın zamanda düğünlerde bile bakır darbukalar vardı...
L.A: Evet, bu maalesef Mısırlı Ahmet’in işi. Birçok müzisyeni etkileyerek
çok güzel bir enstrümanı, Türk darbukasını ortadan kaldırdı. Mısır darbukasının çalma biçiminde, daha virtüözik çalabiliyorsunuz. Daha çok hareket yapma, oyunlar yapma imkânı veriyor. Bakır darbukada da aynı oyunları yapabiliyorsunuz ama onun tekniği farklı, fiske tekniği var mesela. Kenarlara tam vuramazsın, çünkü bakırda elin gider! Ama Mısır darbukasının yanları küttür, her türlü parmak oyunlarını yapabilirsin. İnsanlar maalesef bu virtüözlüğün kolaylığına dalarak kendi has enstrümanlarını bırakıp,
Mısırlı bir enstrümana daldılar. Üzücü tabii. Tonları da mesela bizim müziğe daha uygun. Sazla daha iyi uyuyor. Kaşık da öyle mesela...
M.E: Kaşık da kullanan yok.
L.A: Evet, daha çok kadınlar kullandığı için kaşığı. Maalesef şu anda da
büyük bir kadın düşmanlığı olduğu için ülkede! Bu, müziğe de yansıyor
bence. İnsanlar utanıyorlar kaşık çalmaya, “Kadın gibi kaşık mı çalıyorsun?” gibi bir laf işitmektense, aman boş ver onunla mı uğraşacağım deyip, başka şeylere yöneliyorlar.
M.E: Zillimaşa da mesela... Onu da kullanan kalmadı. Biz hâlâ çalarız. Mesela cura da kullanan yok. Divan kullanımı çok düşük. Sırf bağlama ölçüsü
kullanılıyor, bir de kısa sap kullanılıyor. Onun dışındaki enstrümanlar çok
azaldı. Halbuki saz ailesi, üç telliden meydan sazına kadar çok geniş bir
aile. O ailenin sadece iki tanesi kullanılıyor, bu da çok kötü bir şey.
Sizin sahne gösterileriniz şaman ayinleri gibi oluyor.
Bu kültüre ilginiz var mı?
M.E: İlgimiz var. Şamanlık; Türkmen, Türk, Anadolu ve Orta Asya kültürünün içinde olan bir şey. Bunun dışında bir müziğin, bir konserin törenselliği bizim için çok önemli. Çıktım-çaldım-indim, bize göre değil. Bize göre
konserin başlangıcı, gelişmesi, yükselişi, inişi ve bunun izleyici ile beraber
yaşanması çok önemli. Mesela tiyatroda da bu böyle aslında. Böyle olmasını sağlayan en önemli figür de Muhsin Ertuğrul.
Tiyatroya geç gelinirse, bu cumhurbaşkanı bile olsa, içeri alınmayacağı,
aralarda dışarı çıkılabileceği gibi, bütün bu kuralları başta Muhsin Ertuğrul
yerleştirmiş. Bu da tiyatroya törensel bir hava getirmiş. Bunu da her zaman
göremiyoruz… Mesela insanlar bir konsere gidiyorlar, sonra da cır cır konuşuyorlar. O zaman gelmeyin! Ya da dışarı git konuş, sonra gel. Bu, konsantrasyonu çok düşüren bir şey. Bu ortamlar sizi akustik olarak da zorluyor. Oturulan konserlerde konsantrasyon daha iyi oluyor ama bu sefer de
dans öğesi ortadan kalkıyor. Bizim için dans edebilmek de çok önemli.
Biz mesela yeni denemeler yaptığımızı düşünüyoruz, ama deneysel müzik yapan insanlar genelde dans öğesinden kaçıyorlar. Genelde daha karanlık, daha depresif, zorlayıcı birtakım şeyler yapıyorlar ve ritmik öğeleri küçümsüyorlar. Bu, bize göre bir şey değil. Öyle de yapsınlar, böyle de.
Size çok eleştiri de geliyor, konserlerinizde dansöz çıktığı için...
M.E: Evet, geliyor. Ankara’da bir hanımefendi, “Yine dansöz oynatacak
mısınız?” diye sordu konserden önce. “Hayır, oynatmayacağız, onlar kendileri oynuyorlar” dedim. Kimseyi zorla oynatmıyoruz! Biz, beraber çalıştığımız dansçıları birer sanatçı olarak görüyoruz. Erotizm taşıyabilir bu. Ama
aynı zamanda yaş sınırımız da yok. Biz sadece 20’li yaşlı dansçılarla çalışmıyoruz. Yeri geldi, 90 yaşındaki Semiha Berksoy’la da çalıştık. O şişmanmış, bu şeymiş gibi kriterlerimiz yok. Hatta San Francisco’da cüce bir
dansçı var, onu çok çekici buluyoruz. İşlerini izledik, onu getirmek için çok
çaba sarf ettik.
L.A: Bir de bu insanlar zorla bu işi yapmıyorlar ki! Buna karşı olanların büyük bir çoğunluğu da maalesef kadınlar. Devamlı, sanki bunlar köleymiş
de, sanki vücutlarını pazarlıyormuşlar gibi bir mentalite içindeler. Hiçbir
zaman da gidip, o dansçı kadınlarla konuşmuyorlar.
M.E: Herhangi bir aşağılama var mıymış, bir sorsunlar. Onlar hakkında
böyle konuşmak bile bana çirkin geliyor. Onlar bizim grubumuzun üyeleri, arkadaşlarımız.
L.A: Böyle tuhaf bir durum var gerçekten. Ama Türkiye’deki kadın sorunu bu bence. Bir sürü kadınlar öldürülüyor, dövülüyor ama kadınlardan bir
tepki gelmiyor. Kuzuların sessizliği devam ediyor.
Tepki geliyor ama çok az…
L.A: Kadın çok güçlü varlık. Ben eminim, tepkiler artarsa, o güçlerini kullanırlarsa, bir şeyler değişir.
Günümüz Türkiyesi için neler düşünüyorsunuz? Gazeteciler,
yazarlar içeride, sanatçılar yargılanıyor… Kendinizi sanatçı
olarak sıkışmış hissediyor musunuz?
M.E: Bizim için uygarlık seviyesi, kadının konumuyla ölçülen bir şey. Ülkede kadınlar ne kadar özgürse, ne kadar hakları varsa, o ülkenin o kadar demokratik ve özgür olduğunu düşünüyoruz. Ve kadınların şu anki durumunu
gözden geçirirseniz, ne düşündüğümüzü de özet olarak anlarsınız. Kadın
cinayetlerinin bu kadar arttığı, kadının bu kadar aşağılandığı, ezildiği, tahrik unsuru olarak kullanıldığı, cinselliğinin, insani duygularının bastırıldığı bir
ortamda özet olarak biz bunu düşünüyoruz. O yüzden Beşiktaş bizim için
çok önemli. Bir ada gibi bir şey. Keşke bütün Türkiye, Beşiktaş gibi, Kadıköy gibi olsa… Kadınlar, burada olduğu konumda sokaklarda dolaşabilseler… Özgürlük, bir ayrıcalık haline geldi günümüz Türkiye’sinde. B+
Abbasağa Parkı’na otopark yaptırmadılar!
2000’li yılların başında Beşiktaş’ın gözde parklarından olan Abbasağa, otopark olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında, mahallelinin direnişi o dönem büyük alkış almıştı. O “direnişçi”lerden biri de
Levent Akman. Grup, olanlara dikkat çekmek için “Abbasağa Parkı”
adlı şarkıyı yapmıştı. Akman, o dönemi şöyle anlattı: “Otopark yapmak için parkın bütün çevresinden 3 metre içeri gireceklerdi. İçeriye de pastane, çay evi, kütüphane gibi oluşumlar, amfi tiyatronun altına da girilip, oraya da bir şeyler yapacaklarmış. Bir gün bir uyandık,
parkta dozerler var! Kum dökülmüş, çalışmalar başlamış. Gayet emrivaki bir şekilde! Biz mahalle olarak ayaklandık, izin vermedik, dozerleri taşladık. Tam da seçim zamanıydı, halk bayağı sahiplendi, yürüyüşler falan oldu. Bütün bir yaz öyle geçti. Çünkü 3 metre içeriye
girince ağaçları da keseceklerdi. Uğraştık, didindik, bir şey yaptırmadık. Sonra mezarlık olduğu ortaya çıktı. Kemikler çıkmaya başlayınca durdular. Eskiden şehitlikmiş. Daha doğrusu önce azınlıklar varmış, sonra Çanakkale Savaşı’nda şehit düşenler oraya defnedilmiş.”
B+ KIŞ 41
Benim Beşiktaş'ım
Gazetecilikten
işadamlığına uzanan
bir başarı öyküsü
Yazı: CENGİZ ERDİL, AYBÜKE SAKAOĞLU Fotoğraf: ERDEM AYDIN
Adem Yılmaz, gönül verdiği Beşiktaş’ın futbolcusuydu. Sonra gazeteci oldu.
Şimdi de mobilya sektöründe ilkleri gerçekleştiren bir işadamı...
A
dem Yılmaz, eşi Ayşenur Yılmaz’ın desteğiyle kent tarihine sahip çıkarak iki önemli yapının ayakta kalmasını
sağladı. Yılmaz çifti Beşiktaş kentinin Boğaz kıyısındaki
iki tarihi yapıyı yeniden ayağa kaldırırken yaşadıkları zorlu süreci B+ Dergisi’ne anlattılar.
Siz eski bir sporcusunuz. Ama aynı zamanda bizim gazetecilik mesleğinin duayenlerindensiniz. Yıllarca sayfa sekreterliği yaptınız, spor yazarlığınız hâlâ devam ediyor Bizi
önce geçmişe götürün Sayın Yılmaz.
Enteresan bir çocukluk yaşadım. Bizim zamanımızda çocuklar kışın okula gider, yazın çalışırlardı. Benim arzum spor yazarı olmaktı. Çünkü hem
spor yapıyordum, hem de yazarlığa özeniyordum. Evimiz Laleli’de idi, ben
Koskalıyım. Laleli’de oturduğumuz dönemlerde yakınımızdaki Vefa stadına gider, oynanan maçları izler, yazar, sonra o kâğıdı çöpe atardık.
Derken daha sonraki aşamalarda benim başöğretmenim, hayatımda çok
önem verdiğim isimlerden biri rahmetli Nazım Özbay… Kendisi çok değerli bir basın mensubuydu. Onun sayesinde çok küçük yaşta bu sektöre girmiş oldum. Böylece gazeteciliğin tüm alanlarında çalıştım. Bu yıllarda zaman zaman aile şirketimiz Delta’da da ticaretin ne olduğunu öğrenmeye
başladım. O yıllarda tabii çok usta gazetecilerden biri olan Namık Sevik ile
çalışma şansım oldu. Neler yapabilirim derken, dergiler çıkarmaya başladım.
İlk magazin haber ajansını rahmetli Tayfun Türkili ile kurduk. Sonra Milliyet
Gazetesi’nden Güneş Gazetesi’nin gece bölümüne geçtim. İşte o zaman
gündüzlerin boş kalması benim istikbalimi tayin etti. O zaman aile şirketimiz
olan Delta’nın başına geldim.
Bu, dede mesleği… Delta Mobilya şimdi uluslararası
bir şirket. Profesyonel anlamda gazeteciliği bırakıp
şirkete döndüğünüz süreci anlatır mısınız?
Kuruçeşme’deki
650 yıllık
Ceneviz yapısı
onarımının ardından
muhteşem
bir sanat galerisine
dönüştü.
42 B+ KIŞ
Biz aslen Bozüyüklüyüz. Dedem Bozüyük’te Devlet Demir Yolları’na at arabaları ve kağnı yaparken, daha sonra dayım ve babam parke işine başlıyorlar. 1960’lı yıllardan sonra da bu sektörün yan sanayisi olarak hizmet veriyorlar.
1987 yılında eşimle birlikte, İtalya’da, bu işin duayeni olan ülkede partnerler
aramaya başladık. Çok iyi ortak yakaladık. O yıllarda Türkiye’ye ilkleri getirdik. Getirdiğimiz ilklerle muazzam bir pazar payı yakaladık. İstanbul’un en
seçkin semti Harbiye’nin göbeğinde bin metrekarelik “showroom”un bir yıl
süren bir dekorasyon çalışmasıyla açılışını yaptık. Bu açılış bizim bütün sistemimizi değiştirdi. Uluslararası bir firma konumuna geldik; yetinmedik arkasından üretimimizi geliştirdik.
Delta Mobilya’nın Türk ekonomisindeki yeri nedir?
Mobilya sektöründe rekabet çok güçlü. Şirketinizin
başarısı neye bağlı?
Türkiye’de mobilya sektörü, genç bir sektör. Mutlaka araştırmanızın, yani
Ar-Ge’nizin güçlü olması gerekiyor. Kopya ederek ayakta kalamazsınız.
Biz uluslararası tasarımcılarla yola çıktık. O tasarımcıların yapmış olduğu
ürünleri Türkiye’de, bir kısmını da İtalya’da yapmak kaydı ile de kendi üretim
kültürümüzü geliştirdik. Özellikle iç pazarda, mimarların çok ama çok arzu
ettiği ürünleri biz bünyemizde üreterek onların projelerine katma değer yarattık. Mimar ne kadar iyi proje çizerse çizsin, kullanacağı imkânın çok hareketli olması gerekiyor. Onlara öyle bir kolaylık getirdik. Bütün yenilikleri,
açık ofis sistemlerini artık bütün ülkeye yaymaya başladık. Asıl önemlisi, dış
pazarlara açıldık.
Beşiktaş için çok önemli olan iki binayı kurtardınız. Mimar
Sinan’ın Ortaköy’deki son dönem eserlerinden bir hamam ve
bir de Kuruçeşme’de Cenevizlilerden kalan bir yapı…
Bu projeler bizim için özel…Çünkü, Beşiktaş benim için özel… Siyah beyaz renklere olan bağımı herkes bilir ama semt olarak Beşiktaş’ın yeri benim gönlümde ayrıdır. Yani bu iki binanın bizim için biraz duygusal yanı var…
Kışlık Laila olarak bilinen Cenevizlilerden kalma binanın önünden geçtikçe içimiz sızlıyordu. Tesadüfen bu binanın kiralık olduğunu öğrendik. Daha
sonra kimler tarafından kullanıldığını, nasıl bir yer olduğunu araştırdık, baktık
ki bina tamamen bitmiş. Binanın ıslah olması, adam olması imkânsız… Hatta kiraladığımız kişiler “Burayı ıslah etmenize imkân yok, birçok insanı batırdı” gibi sözler kullandılar Geçmiş yıllarda binayı kullananlar zarar vermiş.
Her taraf yıkılmış, kesilmiş, bahçeden, çatıdan elek gibi içeriye sular giriyor.
Bu eski eseri günümüze kazandıracak projeler hazırladık. Bu projeleri hazırlarken İtalya’nın bir numarası olan Bellini ile birtakım çalışmalarımız oldu.
Bellini’nin yanı sıra Türk mimarlarımızla beyin harmanlanması yaparak burada işe başladık. Fakat bu işe başlarken bürokrasi bizi çok zorladı. Birçok
kurul ile bir buçuk yıl boyunca mücadele ettik. Bu hikâyeyi buraya sığdırmak
imkânsız, kitap olur.
Ayşenur Yılmaz: Yaklaşık 650 yıllık bir yapıtı o günlerden günümüze taşımak için, orijinalinden en küçük değer ve çizgi kaybına neden olmayacak
bir biçimde restorasyonunu gerçekleştirdik. Günlerce, aylarca yurtdışı ve
içi benzer alanlar nasıl yapılmış, onları araştırdık. Özellikle İtalya’nın Floran-
Adem Yılmaz eşi Ayşenur Hanım ile.
sa bölgesinde çok sıkı bir araştırma sonrası yapılacak restorasyonu belirledik. Daha sonra Mimar Gülşen Şekeral ile kafa kafaya vererek yol haritasını belirledik. Ekibimize sonradan dahil olan Mimar Özgül Taşkın ile birlikte
yol alarak bu noktaya geldik. Aslında vakit bulup bu çalışmayı bir kitap haline getirmeyi çok isterim. Burada sergilenen ürünler ise benim çok uzun yıllardır takip ettiğim tasarımcılara ait.
Ortaköy’deki Mimar Sinan Hamamı’na dönelim.
Ayşenur Yılmaz: Orası çok farklı… Mimar Sinan gibi bir ustanın eserinin ona
layık bir hale gelmesi ve topluma kazandırılması farklı duygular yaratıyor.
Adem Yılmaz: Buradan elde ettiğimiz sonuç, bizim başka işler yapabileceğimizi gösterdi. Çünkü eski eser onarma uğraş isteyen, beceri isteyen, ekip
isteyen bir şeydi. Bizim de elimizde ekip varken, eski eserleri araştırmaya
başladık. Ortaköy meydanında Mimar Sinan’ın yapmış olduğu hamamın o
salaş halini, her geçen gün yıprandığını gördükten sonra sahiplerine ulaşıp,
kiraya verilip verilmediğini öğrendik. Sonunda anlaştık.
Hamam, gece kulübü olarak kullanılmıştı. İçi harap durumdaydı. Burayı da
bir buçuk yıllık restorasyon çalışması ile tasarım atölyesi haline getirdik. Burası ticari bir mekân değil, üniversite öğrencilerinin buradaki usta tasarımcılarla beyin fırtınası yapmalarını sağlayacak bir ortam meydana getirdik.
Öğrenciler usta tasarımcılarla Aziz Sarıyer, Defne Koz, Arif Özden ve birçok uzmanla birlikte çalışacaklar. Onun yanı sıra gerekirse amatör müzik
grupları orada, tabii ki yüksek ses olmamak kaydıyla, müzik ve buna benzer sosyal aktiviteler yapacaklar.
Tabii, yaptıklarınız bunlarla sınırlı değil… Bir de Çatalca’da
bir teknoloji müzesi var…
Uzun yıllardır müze konusunda arzu ve isteklerim vardı. Hevesimiz vardı, bir
müze oluşturmak istiyorduk. Dünyanın hemen hemen tamamını bir buçuk
yıl dolaşmış biri olarak, ilk gittiğimiz yer ya müzelerdir ya kütüphanelerdir.
Buradan edindiğimiz altyapı ile Türkiye’de farklı bir müzenin peşindeydik.
Bu müzenin de teknoloji müzesi olması arzusu vardı. Çünkü 7 ile 18 yaş arasındaki gençlerin eskiyi görmeleri, bilmeleri adına bir önem arz etmekteydi.
Bundan dolayı ‘’Ne yapabiliriz?’’ diye düşünürken, her gittiğimiz ülkeden
birtakım parçalar getirmeye başladık. Türkiye’de çünkü müze ile ilgili geçmişe ait hiç parça bulunamıyor, hepsi yok olmuş gitmiş. Bu yok olan parçaları biraraya getirmek çok zor. Bu yüzden yurtdışından getirdim. Parçaların sayısı artmaya başlayınca müzeyi de hızlandırma ihtiyacı hissettik. İstanbul içinde çok yer aradık, bulamadık. Biz de Çatalca ilçesinde bir müze
kurmaya karar verdik
İki hafta önce Bursa’ya gittik. Bursa’da eski dokuma tezgâhları var, büyük
kasnaklı, o atölyeyi komple satın aldık. Orada çalışan, 83 yaşında birinin
fotoğraflarını çektirdim. Onu da atölyesinde genç kuşaklara tanıtacağız.
Anadolu’dan yine bir nalbant atölyesi aldık, kilim dokuma atölyesi aldık, bu
tür çalışmalar yaptık. Mesela bir demirci atölyesi derken…Teknoloji, araç
gereçler ile ilgili ayrı bölümler yaptık. 20 bin metrekareye kurulacak olan bu
müzede yok yok. Özellikle tartı aletleri bölümü var ki, mektup terazisinden
tutun, büyük kantarlara kadar 150 yıllık terazi ve kantarlar… B+
B+ KIŞ 43
Albüm
Ustanın fırçasından
Atatürk
29 Ekim ve 10 Kasım tarihlerini ardımızda bıraktığımız bu sayımızda,
hattat ve Atatürk ressamı Etem Çalışkan’ın resimleriyle Cumhuriyetimizi
sanatla kutluyor ve Atatürk’ü saygıyla anıyoruz…
1928 yılında Mersin ilinin Tarsus ilçesi, Göcük köyünde doğdu. İlkokulu köyünde,
ortaokulu Tarsus’ta, liseyi Mersin’de okudu. Çocukluğundan lise yıllarına kadar
okumanın yanında kendi köyünde, kendi tarlalarında çalıştı. 1952-1954 yılları arasında
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim gördü. Akademide sanat öğrenciliğini sürdürürken gazetecilik mesleğine girdi. Yeni Sabah gazetesinde
ressam ve kaligraf olarak çalışmaya başladı. Birçok gazetede görev alan Çalışkan, 1982 yılında emekli oldu. Milliyet gazetesi için çizdiği “Türk Büyükleri”,
Güneş gazetesi için yazdığı “Kur’an’ın Türkçe Anlamı” ve Sabah gazetesi için kaleme aldığı “Yunus Emre Divanı” kitap olarak yayımlandı. Etem Çalışkan,
2000 yılında Atatürk’ün 1927’de mecliste okuduğu “Büyük Nutuk”unu, el yazması olarak yazmak gibi üstün bir işe imza attı. Bu çalışması Kültür Bakanlığı’nca
anıt kitap olarak yayımlandı. B+
44 B+ KIŞ
B+ KIŞ 45
46 B+ KIŞ
B+ KIŞ 47
48 B+ KIŞ
B+ KIŞ 49
Yaşam
Sonbaharın saltanatında
Yıldız Parkı ve
Osmanlı’nın dökülen
yaprakları
Yazı: MELİS BAYDUR Fotoğraf: ALAATTİN TİMUR
Beşiktaş’ın hareketli gündelik yaşamının arasında gizlenmiş gibidir Yıldız Parkı…
Kentin merkezinde, her mevsim değişen renklerini keşfetmeniz için bekleyen
bu tarihi koru, köşkleri, ağaçları, yolları arasında nice tarih esintisini de gizlemektedir…
Y
ıldız Parkı, Beşiktaş’ın merkezinde, her mevsim değişen
renklerini keşfetmeniz için bekler sizi; saltanat kapılarının ve kalın duvarlarının ardında... Yazın yemyeşildir; yeşilin her tonunu sunar size... Kışın kar yağdığında bembeyaz... Sonbaharda ise sayısız renk karşılar sizi; sarının, yeşilin, turuncunun ve kahverenginin her tonu… Yıldız Parkı, İstanbul’un keşmekeşini kalın duvarlarıyla dışlamış,”korunmuş”
bir yeşil alan değildir sadece... Köşkleri, ağaçları, yolları arasında nice tarih esintisi de kendini gizlemektedir. Tarihin fısıldadıkları ise, bazen sincapların ağaçlardan düşürdükleri kozalakların, bazen de göletinde süzülen ördeklerin sesiyle bastırılır.
Yıldız Parkı Beşiktaş’ın hareketli gündelik yaşamının arasında gizlenmiş gibidir, tarih de parkın içinde... Osmanlı döneminde yapılmış sayısız köşklerden şu an sadece üçü ayakta olsa bile, bir anda karşınıza çıkan taş merdivenleri gördüğünüzde ya da nereye açıldığını bilmediğiniz görkemli kapıların önünden geçerken hatırlatır kendini tarih... Onlar da olmasa; yüzlerce
yıllık ağaçların kalın gövdelerinden ve uzun dallarından fısıldar…
“Pan”ın, Boğaziçi’nde flütünü çaldığı defne ormanları
Mitolojik öykülerdeki “Pan”ın, Boğaziçi’nde flütünü çaldığı defne ormanlarının burası olduğu anlatılır bazı tarihi kaynaklarda... Yıldız Parkı, yolların,
arabaların, evlerin ve hatta insan kalabalığının olmadığı o zamanları düşündürür... Beşiktaş’ın isminin Beşiktaş olmadığı ve hatta Diplokionion ya da
Aya Mamas isimlerinin dahi dillerde olmadığı zamanları... Tüm sahilin, Yıldız Korusu gibi yemyeşil olduğu, yeşilliğin Boğaz’ın berrak sularıyla bütünleştiği o eski zamanları düşünmekten alıkoyamaz insan kendini.
Kazancıoğlu Bahçesi’nden Koru-yu Hümayun’a
“Park” denilse bile, İstanbul’un nadide korularından biridir Yıldız. Osmanlı’nın
Koru-yu Hümayun’u, yani “Sultanların Korusu”... Yıldız Korusu’ndan, tarihi belgelerde ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman (1495-1566) döneminde
bahsedilmektedir. Yıldız, Kanuni döneminden başlayarak padişahlar için
50 B+ KIŞ
bir avlanma yeri olmuştur.1600’lü yılların başında Yıldız, “Kazancıoğlu Bahçesi” adıyla anılmaktadır. Bu bahçelerin büyük olasılıkla Yıldız Sarayı arazisini de içermekte olduğu düşünülmektedir. Bu topraklar 17. yüzyılın başında padişah bahçeleri arasına katılır.
Bu araziye ilk kasrı Sultan I. Ahmet (1590–1617) yaptırmış, Sultan IV. Murad ( 1612–1640) koruya avlanmaya geldiğinde bu kasırda dinlenmiştir. Koruya, Sultan III. Selim (1761-1808) annesi Mihrişah Sultan için bir başka kasır daha yaptırmış ve bu kasra “Yıldız” denilmiştir. Bazı kaynaklar bu isimlendirmenin nedeninin kasrın tavan süslemelerindeki “yıldız” motifleri olduğunu yazar. Bu açıdan, Beşiktaş’ın “Yıldız” semtinin ve Osmanlı döneminin önemli saraylarından biri olan Yıldız Sarayı’nın isminin bu köşkten geldiğini söyleyebiliriz.
Yıldız’daki köşklerin sayısı Sultan Abdülaziz (1830 -1876) zamanında yapılan köşklerle artar. Çadır, Malta, Şale, Bahçıvanbaşı, Talimhane, Acem
köşkleri buradaki köşklerin en önemlilerindendir. Sultan Abdülaziz ayrıca
Çırağan Sarayı’yla bu koruluk arasına bir köprü yaptırmıştır. Bu, taş ve mermer işlemeli köprü, halen ana cadde üzerinde tüm görkemiyle ayaktadır.
Bu dönemde, sadece padişah ile yakın çevresinin kullanabildiği korunun
adına “Mabeyn Bahçesi” denildiği kaydedilmektedir.
Çırağan Sarayı’nın arka bahçesi
Yıldız Parkı, önce Çırağan Sarayı’nın arka bahçesi, sonra da 1877’den itibaren genişletilmesine geçilen Yıldız Sarayı’nın dış koruluğu olmuştur. II.
Abdülhamid (1842-1918) zamanında Osmanlı Devleti’nin ana sarayı olarak
kullanılmış olan Yıldız Sarayı, tek bir yapı halinde değil, sahilden başlayarak
kuzeybatıya doğru yükselen ve tüm yamacı kaplayan koruluk içine yerleşmiş saraylar, köşkler, yönetim, koruma, servis yapıları ve parklar bütünüdür.
Tahta çıktıktan sonra güvenlik nedeniyle Yıldız Sarayı’na yerleşen II. Abdülhamid, Yıldız’da kısa zamanda küçük köşkler, çini atölyesi, marangozhane, tamirhane, bıçkıhane, dökümhane, kilithane gibi atölyeler yaptırır ve
Hamidiye Camii’ni inşa ettirir. Burada saray, köşk, atölyelerden fazla aske-
Yıldız Parkı’nda
sonbaharda sayısız
renk karşılar sizi;
sarının, yeşilin,
turuncunun ve
kahverenginin
her tonu…
B+ KIŞ 51
Parkta,
çoğunluğu yabancı
kökenli 120’den fazla
egzotik ağaç ve
çalı türü
bulunuyor.
rin barınacağı bir kışla da bulunmaktadır. II. Abdülhamid’in yerli ve yabancı uzmanlara büyük paralar harcayarak düzenlettiği koru için hatıra defterinde “her metrekaresine altın döküldü” ifadesine yer verdiği bilinmektedir.
Saray bahçelerinde gezinti…
Saltanat zamanında Yıldız Parkı’na Koltuk, Valide, Saltanat ve Mecidiye kapılarından girilmekteydi. Saltanat Kapısı sadece padişah için açılırdı.
Günlük girip çıkmalar ise Koltuk Kapısı’ndan yapılırdı. Koruya giriş çıkış son
derece sıkı bir kontrol altına alınmıştı.
Şimdilerde ise yolunuz Yıldız Parkı’na düşerse, biri Balmumcu’dan
Ortaköy’e inen Palanga Caddesi’ndeki üst kapı; diğeri ise Çırağan
Sarayı’nın karşısındaki alt kapı olmak üzere iki kapıdan giriş yapabiliyorsunuz. Eğer arabayla geldiyseniz, kapıda cüzi bir ödeme talep ediliyor sizden.
Yayaysanız sorun yok. Parka girdiğinizde artık sonbaharın altın sarısı yapraklarıyla size sunduğu “saltanat”ının tadını çıkarabilirsiniz...
Biz sonbaharın saltanatını kışa bıraktığı şu günlerde yaptığımız gezintimize
yukarıdaki kapıdan girerek başlamayı tercih ettik. Palanga Caddesi’ndeki
bu kapıdan girdiğinizde, aşağıdaki girişe doğru bayır aşağı yollar olduğu
için, hafif tempolu bir yürüyüş yapma ya da biraz temiz hava alıp ciğerlerinizi temizleme gayesindeyseniz kendinizi yorulmadan yolun eğimine bırakabilirsiniz. Ya da bizim gibi biraz da keşif yapma ve bu eski saltanat bahçelerine bir de o gözle bakma niyetiniz varsa… Parka üst kapıdan girdiğinizde,
yolun sağa doğru kıvrıldığını göreceksiniz, o yolu takip ederseniz sırasıyla
Malta, Şale ve Çadır köşkleri ile karşılaşacaksınız. Ünlü Yıldız Porselen ise
karşınızdaki yolun sonunda kalacaktır. İmparatorluk Üretimevi olarak 1895
yılında açılan ve Yıldız Fabrika-i Hümayunu olarak anılan bu üretimevi üst
sınıfın ve sarayın seramik gereksinimini karşılamak için üretim yapıyordu.
Ağırlıklı olarak kâseler, vazolar ve tabaklar üreten Yıldız Porselen, üretimine günümüzde de devam etmektedir. Eğer alışveriş yapma gibi bir niyetiniz varsa, Yıldız Porselen, Yıldız Parkı’nda uğrayabileceğiniz tek adres.
52 B+ KIŞ
Malta Köşkü
Malta Köşkü’ne doğru inen yoldan devam ettiğinizde bir anda gelen bir
esinti, sizi sarı bir sonbahar yağmurunun altında bırakabilir. Aniden başlamış bir ezgiye eşlik eder gibi, ahenkle, birbirlerinin peşi sıra yağan yapraklar
sonra bir anda düşmeyi bırakır. Biraz nem, biraz ağaç, biraz toprak kokusu
iyiden iyiye içinize işlemeye başlar. Toprak kokusunu taşıyan o soğuk esintiler, sonra yanınızdaki parkı çevreleyen o yüksek ve tarih kokan taş duvarlara çarpar.
Köşklere inen yolda, çoğu “saksı” görevi gören birçok heykelle karşılaşacaksınız. Kaplumbağa, fil, zürafa şekillerindeki bu heykeller belki de, Yıldız Parkı’nın Porselen Üretimevi ve Şale Köşkü arasında kalan bölümünün
“hayvanat bahçesi” olarak kullanıldığı zamanların bir canlandırmasıdır. Bu
alanda Osmanlı zamanında, çoğu hükümdarlar tarafından hediye gönderilen çeşit çeşit hayvanlar bulunduğu kaydedilmektedir.
Yokuş aşağı inen bu güzergâhta, ilk olarak Malta Köşkü’nü görürsünüz.
Sultan Abdülaziz tarafından Sarkis Balyan ve kardeşlerine yaptırılmış olan
bu köşk, yüksek tavan ve zengin süslemeleri, terası, büyük kapı ve pencereleri ile dönem mimarisini yansıtmaktadır. Malta Köşkü’nün isminin,
Osmanlı’da fethedilen ya da fethe teşebbüs edilen yerlerin isimlerinin saray
içinde mekânlara verme geleneğinden geldiği tahmin edilmektedir. Bazı
kaynaklar ise, Malta’dan getirilen taşlarla yaptırıldığı için köşke bu ismin verildiğini yazar.
Günümüzde restoran olarak kullanılan Malta Köşkü, Boğaz’ı, Kadıköy’ü ve
Eminönü’nü gören manzarasıyla, tarihi bir ambiyansta yemek yeme imkânı
sunar. Bu tarihi atmosfere hafif bir alaturka müzik eşlik eder. Ayrıca Malta
Köşkü’ndeki “saray mantısı”nın sık tercih edilen yemekler arasında olduğunu belirtelim. Malta Köşkü’nün duvar resimleri de parkın “av alanı” olarak
kullanıldığı dönemleri yansıtmaktadır. Çadır Köşkü’nün tavanlarıyla benzer şekilde, Malta Köşkü’nün duvarlarındaki yağlıboya resimlerde, pastoral
Fotoğraf: Erdem Aydın
Malta Köşkü
öğeler baskındır. Çiçek, av hayvanı, meyve resimli tavanlar, av sonrası dinlenmeye çekilmiş sultanların sofrasında hissettirir sizi.
Malta Köşkü’nü geçtiğinizde sağa giren yolun sonunda ise Şale Köşkü’nü
göreceksiniz. Şu an müze olarak kullanılan bu köşk, Yıldız Sarayı yapılar
grubu içinde “devlet konukevi” niteliği taşımaktaydı. Köşkün ana salonundaki 406 metrekarelik halı görülmeye değerdir. Vaktiyle halıyı sokmak için
köşkün bir duvarının yıkıldığı, daha sonra duvarın tekrar örüldüğü söylenmektedir. Salondaki büyük yemek masasının etrafındaki sandalyelerin tasarımı ise Sultan II. Abdülhamid’e aittir.
Şale’nin yanındaki yolun az ilerisinde ise, Kır Kahvesi bulunmaktadır. Daha
otantik bir atmosfere sahip bu kahve, Malta ve Çadır köşkleri gibi deniz
manzaralı değil, Yıldız Parkı’nın o yoğun yeşilliği ile iç içedir. Kapalı bölümünde de oturulan bu mekânın tercih edilen bölümü ise geniş terasıdır.
Sayfiye yerlerindeki o uzun kahvaltıların keyfini burada yakalayabilir ya da
ünlü gözlemelerinin tadına bakabilirsiniz.
Kır Kahvesi
Şale Köşkü
Şale Köşkü, Sarı Salon
B+ KIŞ 53
Şale’den Çadır Köşkü’ne doğru indiğinizde Yıldız Parkı’nın en güzel havuzu bir anda karşınıza çıkar. Rengârenk ördekleri, ördekler için inşa edilmiş
şirin evleri, havuzun içine uzanan minik köprüleriyle... Bu yolda birçok yeni
evli çift de gelinlik ve damatlıklarıyla karşınızda belirebilir. Nikâh sonrası fotoğraf çekimi için favori mekânlardan birisidir Yıldız Parkı.
Çadır Köşkü
Bu güzel havuzun arkasında kalan köşk ise Çadır Köşkü’dür. Çadır Köşkü
de Malta Köşkü gibi restoran olarak kullanılmaktadır. Boğaz’a bakan geniş terası yazın hafta sonu kahvaltıları için idealdir. Geniş pasta ve tatlı seçenekleri, öğle ve akşam yemeklerinin yanında çay saati için de cazip kılar
Çadır Köşkü’nü.
rülmeyip, Yıldız Korusu’nda bir köşkte görülmesi, yabancı basında da yankı uyandırmıştır.
Öldürülmekten korkan ve güvenlik için Yıldız Sarayı’na yerleşen
Abdülhamid’in korunaklı alanıdır Yıldız ve Yıldız Korusu. Nice gizli sorgu
ve gizli infazlara sahne olmuştur belki de… O dönemde gelişen iç ve dış
olaylar, Abdülhamid’i, doğrudan kendisine bağlı bir istihbarat teşkilatı kurmaya sevk etmiş; Sultan, bunun sonucu olarak Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı
kurmuştur. Yıldız’ın bu “kapalı kapılar” ardındaki havası ve basında “Yıldız”
sözcüğünün hep bu şekilde ele alınması, Abdülhamid’in “Yıldız” kelimesinin kullanılmasını yasaklamasını da beraberinde getirmiştir.
Yüksek duvarların gizlediği Yıldız ve Yıldız’ın gizledikleri
Çadır Köşkü, o tarihlerde Çırağan Sarayı’na ait olan koruda, 1871 yılında
“Sedir Köşkü” olarak inşa edilmiş; Malta Köşkü gibi, Sultan Abdülaziz tarafından Sarkis Balyan ve kardeşlerine yaptırılmıştır. Köşk önemli bir tarihi
olaya da evsahipliği yapmıştır. Feriye Sarayları’nda bileklerini keserek intihar ettiği söylenen amcası Sultan Abdülaziz için, Sultan II. Abdülhamid, cinayet soruşturmasını Çadır Köşkü’nün yanında kurulan bir çadırda gerçekleştirmiştir. Bu davanın bir adliye sarayında ya da ceza mahkemesinde gö-
Parkın Çırağan Caddesi’ne açılan aşağı kapısına, Çadır Köşkü’nün yanından inen yoldan ulaşabilirsiniz. Bu yürüyüş esnasında muhteşem manzarasıyla Yıldız Parkı Fidanlığı’nı göreceksiniz. Fidanlığın alt bölümündeki arazide ise, Çırağan Sarayı’nın önündeki o görkemli mermer köprü Yıldız Parkı’na bağlanıyor. Bu arazide küçük bir kapı var, kapının ardında ise,
kenarlıkları dökme demir merdivenler... O merdivenleri indikten sonra köprünün girişine rastlıyorsunuz. Saray kadınlarının “mesire”ye ulaşmak için bu
köprüyü geçtikleri ve renkli entarilerini tutarak o merdivenlerden çıktıkları zamanları canlandırıyorsunuz zihninizde. Fakat bu alan ziyarete kapalı olduğu için fidanlığın yanındaki duvarlardan bakarak bu tarihi merdivenleri görebilirsiniz.
Çırağan Caddesi’ne paralel bu duvarların, parkın alt girişine doğru olan tarafında ise unutulmuş bir eser bekliyor sizi. Alt kapıya inen yola sırtını dönmüş, sanki gizlenmiş bir şekilde Boğaz’ı seyreden “Güzel İstanbul” heykeli... Eğer ki yoldan geçtiğinizde bu heykeli gördüyseniz muhtemelen ne olduğuna anlam verememişsinizdir. Fakat yabani otların olduğu çayırlık alana
inip de heykele ön tarafından bakarsanız, büyük bir şaşkınlıkla, İstanbul’u
izleyen “Güzel İstanbul” la karşılaşırsınız.
Parka “gizlenmiş”, hafifçe geriye doğru uzanmış bu güzel kadının hüzünlü hikâyesi ise şöyle: 1973 yılında, Cumhuriyet’in 50. yılını kutlamak için 20
Çadır Köşkü
54 B+ KIŞ
Çırağan Sarayı’nı Yıldız Parkı’na bağlayan köprü.
Cumhuriyet’ten sonra Yıldız Parkı
Osmanlı'nın son zamanlarının gözdesi Yıldız Korusu, Cumhuriyet'in
ilanından sonra uzun yıllar kapalı kalmıştır. 1925 yılında bir İtalyan işletmeciye verilen ve "casino" olarak kullanılan Şale Köşkü,
Atatürk’ün müdahalesiyle bu işletmeciden alınmıştır. 1930'larda üçe
bölünerek; tepe kısmındaki yapılar Harp Akademisi'ne, Şale Köşkü ise TBMM'ye bırakılmıştır. Daha sonra Lütfi Kırdar’ın teşebbüsü
ile korudan faydalanılma yoluna gidilmiş, vekiller heyetinin kararı ile
park, İstanbul Belediyesi'ne bırakılmıştır. Korunun "Yıldız Parkı" olarak adlandırılması ise 1940 yılından sonra gerçekleşmiştir.
sanatçıya İstanbul’un çeşitli yerlerine konulmak üzere 20 heykel ısmarlanır,
bunlardan biri de Gürdal Duyar’ın yaptığı “Güzel İstanbul” heykelidir. Heykel 1974’te Karaköy Meydanı’na konulur. Müstehcen bulunan heykel siyasi alanda birçok tartışmalara neden olur ve bir gece yerinden sökülür. Sonrasında belediye şantiyelerinden birinde ortaya çıkan heykel sessiz sedasız
bir şekilde Yıldız Parkı’nın kıyıda köşede bir yerine dikilir. İstanbul’u bir kadın figürüyle anlatmak isteyen Duyar, “Güzel İstanbul”un ellerindeki zincirleri sonradan “İstanbul’un hâlâ zincirlerini kıramadığının ifadesi” olarak yorumlar. Heykeltıraş Gürdal Duyar, eserinin özgürlüğe kavuştuğunu göremeden
2004 yılında yaşamını yitirdi; heykeli ise Yıldız Parkı’nda zamana direniyor.
Çırağan Caddesi’ne açılan alt kapıya yaklaştığınızda iki köprü karşılar sizi.
Altlarında da zamanında “fındıksuyu”nun aktığı kurumuş dere yatağı…O
köprülerden geçip yukarı doğru tırmanmaya başlarsanız, tarihin başka izlerine de rastlarsınız. Osmanlı’dan kalma, küçük çakıllarla döşeli kaybolmak
üzere olan yolların izleri vardır ve yine Osmanlı’dan kalma ufak havuzlar...
Parktan çıktığınızda hemen solunuzda bir başka güzel eser bekliyor olacak
sizi. Yine bir Balyan eseri, Küçük Mecidiye Camii… Sonrasında yine Çırağan Caddesi’nin yoğun trafiği… B+
1979 yılında park, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu (TTOK) ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında imzalanan bir sözleşmeyle,
Malta ve Çadır köşklerinin onarımıyla beraber Yıldız Parkı'nın bütün
bakımını gerçekleştirmek üzere 15 yıllığına bu kuruluşa bırakılmıştır.
1994 yılında anlaşmanın yenilenmemesi üzerine kullanım hakkı tekrar İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne geçmiştir.
“Güzel İstanbul” Heykeli
B+ KIŞ 55
Birikim
Belge dedektifi:
Mert Sandalcı
Yazı: CENGİZ ERDİL Fotoğraf: ERDEM AYDIN
O bir belge dedektifi. Sahte nostaljiden nefret ediyor. Koleksiyonculukta gerçek
kanıtların peşinde… Mert Sandalcı, koleksiyonculuğu profesyonel
bir meslek haline getirme öyküsünü B+’ya anlattı.
O
kurlarımız, Mert Sandalcı’nın bir başka yönünü de
Beşiktaş Belediyesi’nin düzenlediği “En Güzel Bahçe, Balkon ve Teras” yarışmasında kazandığı birincilik ödülü ile öğrenmişlerdi. Sandalcı bu yarışmada
bahçe dalında birinciliği alırken, yeşil tutkunu olduğunu ortaya koyuyordu. Çiçekler bakımları için nasıl
sabır istiyorsa Mert Sandalcı’nın çalışmaları da aynı şekilde sabır istiyor.
O, ciddi anlamda efemeral belge ve fotoğraf biriktirmeyi bilimsel koleksiyonculuk olarak tanımlıyor.
56 B+ KIŞ
Bugüne değin yayınlanmış koleksiyonlarının dışında “Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e çok sesli müzik”, “küçük ebat bayram tebrikleri” gibi daha
pek çok konuda dev bir arşive sahip Sandalcı… Koleksiyonculuğun en
sevdiği yanını ise; “kişiyi yalancı ve sahte nostalji yaşamaktan kurtararak, keyifli ya da üzücü gerçeklerle yüz yüze getirmesi” olarak açıklıyor.
Mert Sandalcı -pek de alışık olmadığımız- adına “efemeral” (kısa ömürlü, gündelik) dediğimiz obje ve belgelerin koleksiyonunu yapan, ancak
sadece bunları toplamakla yetinmeyip üzerlerinde ciddi araştırmalar
da yapan bir kişi. Asıl mesleği olan inşaat mühendisliğini bırakarak bu
alanda çalışmalara başlayalı neredeyse yirmi yıl olmuş. Mesleki kariyerine son verip neden farklı bir alana yöneldiğini şöyle anlatıyor Sandalcı:
“İkinci Boğaz Köprüsü şantiye şeflerinden biriydim. Köprünün açılışında, dört yıl boyunca geceli gündüzlü emek verdiğim bir proje olmasına
rağmen, protokolde yerim olmadığından tören alanına giremeyeceğim
söylendiğinde inşaat mühendisliğine noktayı koydum. Çünkü gördüm ki
ne kadar büyük işler yaparsanız yapın ve ne kadar büyük sorumluluklar alırsanız alın inşaat mühendisi olarak dünyada kalıcı olamıyorsunuz.”
Mesleğini bıraktığında aslında yıllardır hobi olarak ilgilendiği konulara
yönelen Sandalcı, şimdi tarihin derinliklerine adeta iğneyle kuyu kazarak iniyor.
Evet, geçmiş günlere dönersek çocuklukta başladı dedim ya, babamı
ciddi bir pul koleksiyoncusu olarak tanımlayabilirim. Yaptığı pul koleksiyonlarını iki kez sattığını ve oldukça iyi bir gelir elde ettiğini biliyorum.
Birini 1956’da kendi evinin inşaatına başladığında, diğerini de 1988’de
benim düğünüm sırasında elden çıkartmıştı. Yalnızca bu olaylar bile koleksiyonculuğun yararlarını göstermek açısından olumlu bir örnek teşkil ediyordu.
Ancak babamın aslında pul biriktirmekten çok fazla keyif aldığını sanmıyorum. O özellikle gümüş para koleksiyonu yapmaktan keyif alıyordu.
Cumartesi günleri Kapalıçarşı’dan eve getirdiği torbalar dolusu paraların içinde tarihlerine göre ayrım yapmanın ve koleksiyonda eksik bir pa-
Mert Sandalcı sadece İstanbul’da değil Anadolu’nun çeşitli kentlerindeki üniversitelerde belge toplama ve bilimsel koleksiyonculuk konusunda
seminerler veriyor, gençleri, meraklıları aydınlatıyor. Sandalcı, yoğun çalışma temposu içinde geçen günlerinde sorularımızı yanıtladı.
Öncelikle bu kadar yoğun işiniz arasında B+ Dergisi’ne
zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. İlk sorum şu:
Koleksiyonculuk nasıl başladı?
Koleksiyonculuk sanırım kişinin genlerinden kaynaklanıyor. Benim babam ve babamın annesi tarafında ciddi koleksiyonlar üretmiş, o ruha sahip insanlar varmış. Bu özelliğin genetik olarak bana babamdan geçtiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Koleksiyonculuğu salt biriktirmek olarak düşünmeyiniz, biriktirme dürtüsü yanında mutlaka tasnif yeteneği ve tasniften keyif almak iyi bir koleksiyoncunun olmazsa olmazıdır. Buna bir
anlamda yetenek gözü ile de bakabiliriz.
Eğer küçük yaşlarda ailede sözü dinlenen ciddi bir koleksiyoncu var ise,
size olumlu yaklaşıp, yüreklendirmiş, hatta çalışmalarına ortak etmiş ise,
kısacası onun rahle-i tedrisinden geçmiş iseniz, üstüne üstlük bir de mühendislik gibi bir meslek seçmiş iseniz iyi bir koleksiyoncu olma şansınız çok yüksektir.
Mert Sandalcı’nın,
evinin bahçesi,
koleksiyoncu kimliğini
yansıtan “dekorasyon”
objeleriyle oldukça
hoş bir atmosfere
sahip.
Mert Sandalcı, giriş katındaki evinin bahçe
duvarını renklendirmek ve ferah bir hava
kazandırmak için, Edremit’te bir eskiciden
aldığı bu renkli antika kapıları duvarına
monte etmiş. Daha sonra İzmir Alsancak
1453 Sokak’taki tüm evlerin kapılarının aynı
tip olduğunu gören Sandalcı, sokaktaki
eksik iki-üç kapının, kendi bahçesinde
durduğunu o zaman anlamış.
B+ KIŞ 57
sonra da dağılıp giderler. Siz koleksiyonlarınızı bilgi birikiminizle değerlendirerek paylaşan, yayınlayan bir araştırmacısınız. Türkiye’de bu anlamda koleksiyonculuğun boyutları nedir? Gelişmiş ülkelere göre ne durumdayız?
Ansiklopedileri açtığınızda koleksiyoncular için pek çok tanımlama yapıldığını görürsünüz. İşin hastalık boyutu da var tabii. Örneğin Meydan
Larousse’de koleksiyon maddesinde “anal safhada bir takıntı” gibi insanı dehşete düşüren bir tanımlama var. Ama kendimi bu çeşit tanımlamalardan çok uzakta görüyorum. Hastalıklı koleksiyoncunun memleketi olmaz, her yerde karşınıza çıkabilir ama bizlerin, yani son neslin karşısına
bu türden koleksiyoncular pek çıkmıyorlar. O devirlerin kapandığı kanısındayım. Follukta yumurtalarının üzerine oturan tavuk misali davranışlar
kimselere keyif vermez oldu.
rayı bulmanın keyfini anlatamam. Bu arada Osmanlıca rakamları okuyarak babama yardımcı olmanın keyfi bir başka idi. Evdeki büyük koleksiyonun inşasında ciddi bir katkı verdiğime inanmış olmam, sanırım ilk sorunuzun cevabı olmalı.
Peki o günlerde koleksiyonculuğunuz nasıl gelişti?
Anlattıklarınızdan gözümde büyümüş de küçülmüş bir
koleksiyoncu tipi canlanıyor, Böyle miydiniz gerçekten?
Evet, böyle düşünmeniz doğal ama bu yönümü, yani evdeki Mert’i arkadaşlarımla çok da fazla paylaşmadım. Babamla birlikte sürdürdüğüm
faaliyetler arkadaş ortamında ukalalık yapmanın ötesinde bir şeye yaramayacaktı ve ben de bundan hiç hazzetmedim. Ama bütün bu faaliyetler
arkadaşlarımla paylaşabileceğim çok çeşitli koleksiyonlar üretmeme temel teşkil etmiştir. Bunlar arasında “Melek Çikletleri”, “illerimiz” ve “ülke
bayrakları” ilk aklıma gelenlerdir. Yıllar sonra bu koleksiyonları çalışma
masamın üzerinde görmek benim en büyük mutluluğumdur.
Hırslı mıydınız?
Tutkulu diyelim… Bir de bugünlerde hâlâ anlamlandıramadığım ve nedenini bilemediğim bir liderlik, ya da inandırıcılık yönüm de olsa gerek. Örneğin 9-10 yaşlarında iken İstanbul’da seyyar Migros arabalarında satılan ürünlere ait fiyat etiketlerinin toplandığı tek mahalle bizimkiydi ve bu
çılgınlığın lideri bendim.
Migros fiyat etiketi mi? Alemsiniz Mert Bey…
Evet, 40-45 yıl önce Erenköy Değerbilir Sokağı’nda çocukluğunu yaşayanlar hatırlayacaktır. Seyyar Migros arabalarında önceden tartılarak
fiyatlandırılmış ürünlerin etiketleri olurdu. Ve bizler bunları çılgınca toplardık. Her renginden bolca çıkardı ancak lacivert olanı çok nadirdi. Ben
topladıkça mahalledeki çocuklar da bunları toplamaya başladı. Bir lacivert etiket için nice mücadeleler veriliyordu, ayılanlar bayılanlar oluyordu.
Bir de peynir etiketleri vardı, turuncu-siyah- beyaz… Onlar
ıslak olurdu. Evde ütü ile kurutur, sertleştirir öyle saklardık.
Ya sonraki yıllar? Lise, üniversite çağları?
Evet, ilk ciddi koleksiyonları üretmeye o yıllarda başladım.
İlk gözağrım özel posta damgaları idi. Babamın da desteği ile oldukça önemli bir birikim sağladım. Filatelik koleksiyonlar ciddi anlamda yapılmaya başladığında ülke
adına yarışma, sergileme gibi disiplinleri de beraberinde getiriyordu. Ülkemize en önemli madalyaları kazandıran usta işi görkemli koleksiyonları izlerken biriktirme kültürünün sadece sahiplenmekten ibaret bir şey olmadığını,
paylaştıkça daha keyif alındığını gördüm. İstanbul Filateli Derneği’nde aldığım ufak tefek görevler bu sergi ortamlarının havasını solumamı sağladı. Araştırmayı, araştırdığını paylaşmayı ve bundan keyif almayı bu dernekte öğrendim diyebilirim.
Bazı koleksiyoncular vardır, biriktirir, paylaşmaz. Değerli objeler evlerde saklanır, ölümden
58 B+ KIŞ
Çalışmalarınız yayınlanıyor. Özellikle eczacılık tarihi
konusunda çok kapsamlı bir araştırma yaptınız.
Bu çalışmanın öyküsünden bahseder misiniz?
Ciddi anlamda koleksiyonculuğa başladığımda ilk gözağrılarımdan biridir eczacılık tarihimiz. Toplam 14 bin parça belge ve objeyi biraraya getirmişim yıllar içinde ve bugün “İşin ne?” diye sorulduğunda gururla Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Eczacılık Tarihi Öğretim Görevlisi
diyorum. Ne Edirne Çimento Fabrikası, ne Çorlu NATO Havaalanı ne
de II. Boğaz Köprüsü’nde çalıştığım günler, mühendislik kariyerim aklıma geliyor.
On yıl süren bir çalışma, araştırma sürecinin ardından yayınlanmaya başlanan “Belgelerle Türk Eczacılığı” dizisi tam dokuz ciltlik bir eser oldu.
Sayısını hatırlayamadığım kadar konferans verdim. Novartis’in 10. yılı kitabı da eczacılık tarihi alanında yayınladığım bir başka eser. Eczacılık tarihi ile ilgili olarak bir süre Havan dergisine yazdım, aslında pek çok dergide yazdım. Tombak dergisinde birbuçuk yıl süren bir yazı işleri müdürlüğü dönemim de oldu. Son yıllarda ise (7 yıldır) muntazaman “Eczacı”
dergisinde yazıyorum.
Bir de kaybolan rayların peşinde koştunuz... “Kağıthane’den
Karadeniz’e Uzanan Sahra Hattı’nı” ortaya çıkardınız,
kitabını yaptınız. Bununla ilgili proje ne durumda?
Evet, bir tesadüf eseri bulduğum bir dizi fotoğrafın ardından Prof. Dr.
Emre Dölen ile birlikte kaleme aldık o kitabı. Hattın yeniden, turistik
amaçla inşası konusunda top İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde. Ayrıca o hattın üzerinde kültür gezileri de yaptık, hâlâ da yapılıyor sanırım.
Geçenlerde yayınlanan “İstanbul’da Ölmeden Önce Yapılacak 100 Şey”
adlı kitapta bu gezinin de yer aldığını gördüğümde çok keyiflenmiştim.
Ancak bu ülke garip bir ülke… Bu konuda 30’a yakın yeni belge bulmuş
olmama, trenlerin teknik resimlerinin çizilmiş olmasına rağmen kitabın
üçüncü ve genişletilmiş baskısını bir türlü yapmak mümkün olmadı.
Mert Sandalcı’nın eczacılık tarihine
dair koleksiyonunun bir bölümü Ege
Üniversitesi’nde “Şifa Eczanesi”
müzesinde sergileniyor. Bu müzede sergilenenlerin dışında, Sandalcı, koleksiyonunun 10 bin parçanın üzerindeki bir başka bölümünün
yeni oluşturulacak bir müzede sergilenmesi için Abdi İbrahim ilaç firmasına devretmiş. Sandalcı’nın koleksiyonunda özel yapım ilaç kutuları, reçeteler, ilaç ve bakım ürünü etiketleri, fatura ve başlıklı kağıtlar gibi çok renkli ve çeşitli efemeral
belgeler bulunmakta.
Mert Sandalcı’nın Belgelerle Türk Eczacılığı isimli dokuz ciltten oluşan eserindeki bu reçete ise Osmanlı zamanında Beşiktaş’ta Müslüman, Rum ve
Ermenilerin ‘hep beraber, yan yana’ yaşadığı dönemlere vurgu yapar nitelikte. Nitekim reçetenin sahibi, ilaçlarını yaptırmak için, Beşiktaş Çarşı içinde farklı zamanlarda farklı tebaadan üç eczacıya da uğramış. Mert Sandalcı, o dönemlerde reçeteye yazılan ilaçların yapımı, eczacının sorumluluğunda olduğu için, ilaçları hazırlayan eczacının reçetenin arkasına damgasını
basma zorunluluğu olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Reçete sahibi muhtemelen, kendi mahallesindeki eczacıları kırmamak için, reçeteyi tekrar
yaptırması gerektiği dönemlerde farklı eczacılara uğrayıp, gönüllerini
hoş tutmaya çalışmış, bu
nedenle reçetenin arkasında Rum, Müslüman
ve Ermeni eczacılara
ait, üç farklı damga var.”
Mert Sandalcı’nın en önemli koleksiyonlarından biri olan ve yıllar içinde
14 bin parçalık belge ve objeyi biraraya getirerek oluşturduğu “eczacılık
tarihi” koleksiyonunda, Beşiktaş’ın eczacılık tarihi de önemli bir yere sahip. Beşiktaş’ın önemli simalarından biri de Eczacı Nail Halit Tipi. Mert
Sandalcı, 1912 yılında, Eczacı Gazetesi’ni yayınlamaya başlayan Tipi’nin
o dönemde Osmanlı’nın en önemli mesleki gazetesini çıkardığını söylüyor.
Nail Tipi’nin kendisi için hazırladığı ve “Eczacı” gazetesini resimlediği bu
kartpostal ise yalnızca Türk eczacılık tarihi açısından değil, kartpostalcılığımız açısından da eşsiz bir örnek. Gazete kartpostalları 1900-1910 yılları arasında basılan son derece nitelikli ve nadir kartpostallardan. Nail Halit Bey, kendi resmini taşıyan bu kartpostalı da, gazetesinin reklamını yapmak için bastırmış. Beşiktaş’taki ünlü eczanesi sonraki yıllarda Nobel İlaç
Firması’nın sahipleri
tarafından satın alınmış ve firma, Beşiktaşlıların yoğun talebi üzerine, formülü Nail Halit Bey’e
ait saç ve el sularını üretmeye devam
etmiş.
Beşiktaşlı eczacılardan Mehmed Kazım’ın “Stamboul, Grand’Rue de
Bechik-Tache” adresli bu faturası da, hem eczacılık tarihi hem de günümüz eczacılık dünyası için bir
hayli ilginç. Mehmed Kazım,
faturasının üzerine bastırmak
üzere bir şirketten reklam almış. Kendisine reklam veren
şirket ise bir konyak firması…
B+ KIŞ 59
Max Fruchtermann Kartpostalları… Bu devasa eser için
neler diyeceksiniz?
Üç cilt, 14 kilo, kendi çantasında… İşin latifesi tabii… Ancak dünyada bir
ilke imza attığımı söyleyebilirim. Çünkü bir kartpostal editörünün, hele ki
Fruchtermann gibi 40 yıl kadar uzun bir zaman zarfında 2500 adet gibi
çok sayıda kartpostal basan bir editörün, üzerinden bir asır geçtikten
sonra tüm kartlarını toplamaya kalkışmak gerçekten çılgınca bir proje idi
ve şükür gerçekleşti.
Daha zamanı değil ama sanırım 200-300 yıl sonra insanlar bu kitaba
baktıklarında benim nasıl bir deli olduğumdan dem vurarak arkamdan
tatlı tatlı söveceklerdir… Bunu neden söylüyorum, çünkü geçenlerde
Prof. Dr. Aykut Kazancıgil beni bir bardak çay içmeye evine davet etti.
Bu beklenmedik davete oldukça şaşırmıştım. Bana dedi ki: “Sayın Sandalcı bu millet takdir duygularını belli etmede biraz nekes davranır, ama
bilesiniz ki yüz yıl sonra arkanızdan, ulan bu köftehor bütün bunları nasıl
toplamış da bu kitabı yapmış diye söveceklerdir… Sizi bu durumdan haberdar etmeyi ve teşekkür etmeyi bir vazife bildiğim için çağırdım.”
Bira ile ilgili de bir eseriniz var değil mi?
Evet, bira tarihi koleksiyonum Efes Pilsen tarafından satın alındı, ‘Bira’ya
Dair’, Burçak Madran ve Erkal Yavi’nin katkılarıyla mükemmel bir sunum
ile sergilendi. İstanbul, Ankara ve İzmir’i dolaştı. Kitabı yapıldı, sergi alanı
gezilirken Osmanlı dönemine ait unutulmuş şarkılar çalındı, bu şarkılardan oluşan bir CD de yaptık. Şimdilerde koleksiyon ait olduğu yere geri
dönüyor. Bomonti Bira Fabrikası’na… Bu konuda oldukça mutluyum…
Sandalcı’nın kendisi için çok değerli olan koleksiyonlarından bir tanesi de “yöresel kıyafetli bebek koleksiyonu”. Gaziantep, Kayseri, Kastamonu, Kırım, Sivas gibi çok farklı yerlerden elde ettiği bu el yapımı bebekler, her yöreye ait el işçiliği, kıyafetlerindeki dokuma, yapım malzemelerindeki ve tekniklerindeki çeşitlilikle Sandalcı’nın raflarından bizleri selamlıyor.
Peki yaşadığınız kent, Beşiktaş sizin için ne ifade ediyor?
Altmış dört metrekarelik cennetimin olduğu ilçedir Beşiktaş. Eşimle birlikte büyük emek verdiğimiz bahçemiz, ilçemizin en güzel bahçesi seçildiğinde çok gururlanmıştık. İlk yarışmanın birincisi olarak tarihe geçtik
diyerek. Sonra ne oldu… Bir zahmet sizler araştırın söyleyin…
Bu yarışmaya ne oldu? Ben bu yıl yarışma ile ilgili bir duyuru duymadım.
Herhalde bu yıl kış bahçesi yarışması yaparlar… Şimdi her işimiz böyle diyeceğim ama benim işlerim ve kafa yapım böyle değil en azından.
Neyse, eşimle birlikte yaşadığımız yere karşı olan görevlerimizi yaptık,
yapmaya devam ediyoruz. 100’den fazla kumruyu ve serçeyi her gün
besleriz, kedilerin sokakta beslenmelerine karşı durur, bahçemize kedi
sokmayız, kumru ve serçelerin haklarını savunuruz, küçük bahçemiz bu
narin kuşlar için bir yaşam alanıdır. Kısacası uzaydan bakıldığında Beşiktaş için iyi şeyler yapmışızdır…
Beşiktaş saraylar mekânı… Osmanlı’nın son döneminde
yapılan tüm saraylar bu ilçemizin sınırları içinde. Beşiktaş’ın
kültür envanteri için neler yapıldı, sizce yeterli mi?
Ben bu konuda biraz negatifim. Beşiktaş’ın saraylarını oldukça Avrupai ve gösterişli buluyorum. Sivrihisar Camii ya da Aya Yorgi Kilisesi’ni ve
dahi binlercesini Dolmabahçe Sarayı’na tercih ederim. Osmanlı’nın son
dönemi zaten adı üstünde. Hele ki Çırağan Sarayı… Hayatımda Çırağan
Sarayı’ndan daha itici bir yer görmedim desem abartmış olmam. Kültürümüzün nasıl yozlaştığını göstermek için, restorasyonu bittiğinde ibreti alem
için halka açılmalıydı ya … Neyse ki otel yapılıp, kendisinden keyif alacak
insanların hizmetine sunuldu. Gözden uzak olsun… Allah sevdiklerine bağışlasın… Ben evde mayomu giyip Çırağan’ın önündeki Şeref Stadı’ndan
beleş denize atlamayı özlemişim. Benim için Çırağan kültür envanterine
koca bir sıfır olarak ya da Mısır Hıdivi’nin (yoksa Fas Kralı mı desek) zevkine göre bezenmiş bir ucube olarak kaydedilmeli, kaydedilmese de olur…
Son soru... Mert Sandalcı bugünlerde ne yapıyor?
Son çalışmalarımı yakında izleyebilmeniz için bohçacı kadın modunda dolaşmaktayım efendim. 25 yıldır biriktirdiğim “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
çok sesli müziğimiz”, “Bayram tebrikleri”, “Gülhane”, “İskenderun dekovili”, “Türkiye’nin dar hatları” gibi konu başlıklarında yapmış olduğum çalışmalar müze olacağı ya da yayımlanacağı günü bekliyor. Ama şu sıralar
zor. Çünkü kâr getirmeyen sosyal sorumluluk projelerine “sosyal sorumluluk projesi” denmiyor. Devir değişti. Bakalım, göreceğiz… B+
60 B+ KIŞ
Bebek serilerinden Sandalcı için çok önemli olanlardan bir tanesi de, Fatoş
Oyuncak’ın 1980’lerin sonunda piyasaya sürdüğü bir dizi. Türkiye’nin çeşitli
yörelerini temsilen oluşturulmuş bu seriye ait bebeklerin yüz hatları da o yöre
insanının profilini yansıtıyor. Bu serinin tümüne sahip olan Sandalcı,
Sunay Akın’ın Oyuncak Müzesi de dahil hiçbir yerde, dizinin tam takım olarak
bulunmadığını söylüyor. (üstte)
Mert Sandalcı, yakın zamana kadar, Osmanlı manzara ve portrelerini kartpostal olarak ilk kez basan editör Max Fruchtermann’ın kartpostallarından
oluşan son derece zengin bir koleksiyona sahipti. Şu an bu koleksiyonun
önemli bir bölümü Londra’da yaşayan bir koleksiyoncuda bulunduğu için
Sandalcı, bizlerle Sait Beydeş’in koleksiyonundan, 1900’lerin başına ait
bazı Beşiktaş fotoğraf ve kartpostallarını paylaştı.
Salut de Constantinople (İstanbul’dan Selamlar) etiketiyle çıkan bir dizi
kartpostal, Osmanlı ilk dönem İstanbul kartpostallarının neredeyse
tamamını oluşturmakta. Bu kartpostalda da, Dolmabahçe Meydanı
görülüyor. (Sait Beydeş’in koleksiyonundan)
Beşiktaş’ta Selamlık Geçidi (Sait Beydeş’in koleksiyonundan)
Sandalcı, Ihlamur’daki mermer parçalarının sırrını
bu fotoğrafla çözmüş…
Mert Sandalcı’nın yakın zamanda bir müzayedede karşısına çıkan ve koleksiyonuna kattığı bu fotoğraf, Beşiktaş’taki Ihlamur Kasrı’na ait. Ihlamurdere Caddesi’nde bir zamanlar akan derenin üstünde kurulu bir köprüye ait
olan bu fotoğraf, Sandalcı’ya göre çok önemli. Nitekim geçen yıl İSKİ’nin
kasrın ön kapısının karşısındaki döner kavşakta yaptığı bir kazıda ortaya çıkan mermer parçalarının neye ait olduğu anlaşılamamış ve kazı mahalli bir
süre açık kaldıktan sonra bir gece aniden kapatılmış. Mert Sandalcı’nın tam
da o günlerde bulduğu bu fotoğraf, o mermer parçalarının sırrını çözdüğü
gibi Beşiktaş tarihine ait önemli bir eseri de ortaya çıkarmış. Bu bilgiyi NTV
Tarih dergisinde toplumla paylaşmış paylaşmasına ama hiçbir ilgili olayın
farkına varmamış olmalı ki eserler halen toprağın altında yatıyorlar… (Altta)
Fruchtermann’ın çok nadir bulunan bu kartpostalında
Beşiktaş İskelesi görülüyor. (Sait Beydeş’in koleksiyonundan)
B+ KIŞ 61
Eğitim
Beşiktaş sahilindeki
asırlık eğitim kurumu:
Kabataş Erkek Lisesi
Yazı: GÖRKEM KIZILKAYAK Fotoğraf: ERDEM AYDIN
Beşiktaş’ın eğitim tarihi açısından en önemli okullarından biridir Kabataş Erkek Lisesi…
Kabataş sahilindeki tarihi binasında hizmet veren bu köklü kurumu
“anı”ları ve bugünüyle B+ sayfalarına taşıyoruz.
B
eşiktaş’taki okulların tanıtımını yapmaya geçen sayımızda Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi’yle başlamıştık.
Bu sayıda Beşiktaş’ın köklü okullarından birini, Kabataş
Erkek Lisesi’ni tanıtmaya karar verdik. Ancak bu sefer
okulla ilgili derlediğimiz bilgileri sizlerle paylaşmak yerine, öncelikle okulu yakından tanıyan bir uzmanın, Korel
Haksun’un, anılarına kulak verelim istedik. İstanbul’un en prestijli okullarından biri olan Kabataş Erkek Lisesi’nin günümüzde sahip olduğu başarıyı ve lisenin bugününü konuşmak için de Kabataş Erkek Lisesi Müdürü
Uğur Açıkgöz’ü ziyaret ettik.
Kabataş Erkek Lisesi’nde 20 yıl görev yapmış, lisenin bugünkü durumuna gelmesinde büyük emekleri olan, efsane müdür Korel Haksun’la lisede buluştuk. Aslında birçok sorumuz vardı ona soracak. İlk soruyu sorduk,
o da cevap vermeye başladı. Anlatmayı bitirdiğinde aklımızdaki tüm soru-
62 B+ KIŞ
ları da cevaplamış oldu. Bir öğretmenin sahip olması gerektiği bilgi birikimi, sadelik ve alçakgönüllülükle…
Söz, Korel Haksun’da…
1940 yılında İstanbul’da doğdum. 1950 yılına kadar ilkokulun üç sınıfını İstanbul’da okudum. Sonra, babamın memuriyeti nedeniyle 1950’de
Ağrı’ya gittik. İlkokul 4. ve 5. sınıfları Ağrı Karaköse’de bitirdim. Ortaokul 1.
sınıfı İstanbul’da okudum. Diğer sınıfları ise Ankara’da tamamladım. Lise
son sınıftayken benim ne olacağım konusunda bilinçlenmem oldu. Daha
çok tarihe meraklıydım. Tarih öğretmenimi de örnek alarak, mezun olduktan sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Tarih Bölümü’ne kaydoldum. 1964’ün Nisan ayında mezun oldum.
İlk görev yerim Gaziantep. Gaziantep Lisesi’nde 1967 yılına kadar çalıştım. Bir yıl öğretmenlik yaptım, geriye kalan 2 yıl da müdür yardımcılığı gö-
revinde bulundum. 1967 yılında bir telefon geldi bakanlıktan, Diyarbakır
Ergani Lisesi’nin müdürlüğünü teklif ettiler. Şaşırdım, o zaman daha gencim, 27 yaşındayım. Gaziantep’teki kıdemli öğretmenlerle görüştüm, git
dediler. Biz de gittik Ergani’ye... İki sene görev yaptım. Orada evlendim.
Sonra Konya Akşehir Lisesi’ne tayinim çıktı. Orada da 1971’e kadar çalıştım. Askerlikten sonra da Karabük Demir Çelik Lisesi’ne verdiler beni…13
yıl orada müdürlük yaptım. Safranbolu’nun gelişmesi ve korunması çalışmalarına tanıklık ettim. Artık orada yapacağımı yaptım diye düşünerek tayin istedim. O zamanlar zordu tayinler.
Bakanlık müfettişlerinden Şenel Birsöz, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne
tayin olmuştu. Ona hayırlı olsun ziyaretine gittim. “Ne yapıyorsun?”, dedi.
“Karabük”teyim ama tayinimi istiyorum’ diye cevap verdim. Çalışmalarımı da
biliyordu Karabük’ten… “Seni Kabataş Erkek Lisesi”ne alalım’ dedi. Şaşırdım!
İstanbulluyum ve Kabataş’ı da biliyorum. Bakanlığa benim ismimi önerdi.
6 Eylül 1985, Kabataş Erkek Lisesi’ndeyim…
Ağustos 1985’te kararnamem çıktı. 6 Eylül 1985’te Kabataş’ta göreve
başladım. 2005 yılına kadar 20 yıl hizmet ettik orada… Çok tanımıyordum okulu... Kabataş’ın İstanbul’un köklü bir okulu olduğunu biliyordum.
Denizi ve Boğaz’ı sevdiğim için hep bu okulu görürdüm. Hatta ailem de
benim bu okulda okumamı istermiş ama kısmet olmadı.
Göreve başladığımda kayıt zamanıydı, okul çok kalabalıktı. Mehmet
Kaya’yı gördüm okulda, Konya Akşehir’de beraber çalışmıştık, felsefe öğretmeniydi. Onlar okulu tanıttılar, gezdirdiler. Kalabalık okul. İki bin
mevcut var, bin öğrenci yatılı. Bina okul olarak yapılmadığı için yatakhaneler kalabalık, 50-60 kişilik koğuşlar var. 3 katlı ranzalar var. Harap bir okul!
Nasıl altından kalkacağız bilemiyordum.
O zaman Kenan Evren Cumhurbaşkanı. Ben göreve başlamadan 5-6 ay
önce liseye ani bir baskın yapmış. Beğenmemiş okulu ve o nedenle mü-
“6 Eylül 1985’te
Kabataş’ta göreve
başladım. 20 yıl
hizmet ettim.”
B+ KIŞ 63
dürü görevden almış. Tekrar gelecek diye endişeleniyoruz. O gelmeden
önce mutfakta, yatakhanelerde kendi imkânlarımızla düzenlemeler yapmaya çalıştık.
Nitekim 29 Ekim 1986 Cumhuriyet Bayramı yaklaşıyor. 28 Ekim’de çocuklarla tören yapacağız. “Kenan Evren geliyor” diye haber geldi. Okulu gezdi ve iyi bulduğunu söyledi. Bu durum benim Kabataş’a olan enerjimi çoğalttı. Eski Kabataşlılara bu bahaneyle daha rahat ulaşabildim. Onları örgütlemeyi düşündüm. Bu arada Safranbolu’da tanıştığım Prof. Dr.
Metin Sözen de İstanbul’da, TBMM Milli Saraylar’da danışmanlık yapıyordu. Ona danıştım. Eksik olmasın uzmanlar gönderdi, ustalar ayarladı.
Ufak tefek tamiratlara başladık. En sıkıştığımız zamanlarda bize destek
verdi, moral verdi.
Bir yağmur yağardı, bütün çatı su akıtırdı. Yanımızdaki Galatasaray
Lisesi’nin durumu da aynıydı. Ancak onlar vakıflarını kurmuş ve nakit konusunda bize göre daha iyi duruma gelmişti.
Faruk Nafız Çamlıbel odası 2005 yılında ziyarete açıldı.
64 B+ KIŞ
Okulumuzu otel yapmak istiyorlar
Burası önemli bir yer, benim burada iyi işler yapabilmem için arkamı sağlama almam lazım diye düşündüm. O zaman Özal zamanı… Boğaz’daki
okullar yıkılacak, yerine oteller yapılacak diye bir sürü dedikodu dolaşıyor ortalıkta.
Bu arada okulun hemen yanında Feriye Karakolu’nun bulunduğu arsa
Tekel’e bağlı… Başmuavin Fahri Bey bu arsanın okula katılması için çok
uğraştıklarını söyledi. Bu bir hayal gibi geldi bana… Önce okulu kurtaralım; dedim. “Ondan sonra o arsayı hallederiz”, diye aklımdan geçirdim. İnceledim belgeleri, ta 1928’den beri, yani okul Kabataş Ticaret Lisesi’nin
bulunduğu binadan şimdiki yerine geldiği günden itibaren o Tekel arsası
okulun arsasına katılmaya çalışılmış. Hep olumsuz cevap almışlar. Bu arsada Paşabahçe’den gelen içkiler depo edilip, bayilere dağıtılıyordu. Karakol binası ise çok haraptı.
Bir gün dediler ki Besim Tibuk dolaşıyor bahçede… Besim Tibuk da o ta-
rihlerde Akaretler’deki binaları restore ediyordu. Oturduk konuştuk. “Bu
binalar otel olabilir mi?”, diye sordum. “Burası güzel bina, iyi otel olur ama
kâr getirmez. İnceledim okulu, zemin altında bodrumu yok. Dolayısıyla zemin kat mutfak ve diğer hizmet birimlerinin kullanımında olmalı. Geriye kalıyor iki kat. Bunların da tavanları çok yüksek, düşüremezsin. Kalan bölümlerin tamamını oda yapsanız bile rantabl olmaz, masrafını çıkarmaz”
dedi. Ben de bunun üzerine rahatladım. Bir de Galatasaray Lisesi’nden
dolayı bir güvenimiz vardı. Galatasaraylıların bu liseyi otel yaptırmayacaklarından emindik. Biz de otomatik olarak kurtuluruz diye düşündük.
Kabataşlılar bir vakıf bünyesinde biraraya geliyor
O zaman Galatasaraylılar vakıflarını yeni kurmuş. Vakıf yetkililerini okula
çağırdım, onlardan fikir aldım. İmrendim, biz de böyle bir ortama kavuşuruz diye hayal ettim. Daha önce lisenin derneği vakıf kurma teşebbüsünde
bulunmuş. O zaman dernek başkanı Recep Sebilik’ti. Recep Bey’e süreci sordum. Vakıf sürecine bazı arkadaşların engel olduğunu söyledi. Ben
de, yapalım bu işi, dedim. Derneğin gündemine getirdik. Baktık bazı arkadaşlar vakıf kurma işine muhalif. Vakıf kurulursa derneğin imkânlarının
kısıtlanacağını düşünüyorlar. Mezunlar gece gündüz okula gelmeye başladılar. Ben de alışık değilim, Anadolu’da okula sadece veliler gelir. Bunda
bir iş var dedim kendi kendime…
Aradan bir süre geçip sıkıntıya düşünce aklıma Vuslat Hanım geldi. Bizi
kabul etti. Biraz destek olursanız kayıt zamanına kadar personelin maaşlarını verme imkânımız doğacak dedim. O zaman dernekte 10 kişi çalışıyordu. Durdu ve “Bu çözüm değil” dedi. “Benim damadım var, tanıyor musun Feyyaz Tokar”ı’ dedi. Feyyaz Tokar’ı tanıyorum, o zamanlar
Cumhuriyet’te de yazardı. “Duydum, ama tanışmıyorum” dedim. Hemen
açtı telefonu ve Feyyaz Bey’e “Feyyaz, burada senin okuduğun okulun
müdürü var, veriyorum sana, bazı istekleri var” dedi. Anlattık durumu, Feyyaz Bey olumlu davrandı. Almanya’ya tedaviye gideceğini, 2-3 ay içinde
döneceğini söyledi. “Gelince ben size ararım”, dedi. Nasihat aldığımızı düşündüm. Arayacağını hiç tahmin etmedim.
Aradan 3 ay geçti. Feyyaz Bey bize randevu verdi. Derneğe bağlı çalışanların 6-7 aylık maaşlarını vermeyi kabul etti. Kabataş’la ilgili düşüncelerimi de sordu. Kabataş’ı siyasilerin müdahale edemeyeceği çağdaş bir okul
yapmak ve okulun binalarını iyileştirmek istediğimi söyledim. O nedenle de
vakıf kurma yoluna girdik, arzu ederseniz sizin gibi bir Kabataşlıyı da aramızda görmek isteriz, dedim. “Ben bir düşüneyim, size cevap veririm”, dedi.
Grup grup mezunlarla toplantı yapmaya, okulun durumunu anlatmaya
başladım. O arada personel yetersiz. Personel emekli olunca, Milli Eğitim yeni personel atamıyor. “Sizin zengin derneğiniz var, dernek karşılasın, imkânı olmayan okullara personel vereceğiz” diyor. Derneğin bir miktar parasını da Cumhurbaşkanı gelecek diye mutfağa yatırmıştık. Paramız
bitmişti. Ne yapalım diye çok düşündüm.
Lise için bir dönüm noktası: Feyyaz Tokar
Bu arada Vuslat Sadıkoğlu diye bir hanımefendi ziyaretime geldi. Sadıkoğlu ailesini tanıyorum ama Vuslat Hanım’ı bilmiyordum. Şirketlerinde
çalışan birinin çocuğunu kayıt ettirmeye gelmiş. Yardımcı oldum. Anlattım okulda yapmak istediklerimi. “İhtiyacın olursa kartım budur, istediğin
zaman ara”, dedi. Bunu hep söylerler ama arkası gelmez, diye düşündüm.
B+ KIŞ 65
vara yürüyene kadar Cumhurbaşkanı’na konuyu açmış. Ben de protokol
konuşmamda konuyla ilgili isteklerimizi söyledim. Son olarak Kenan Evren konuştu. Bu arada Kenan Evren’le birlikte 10 bakan da okulda... “Bu
arazi hemen okula verilsin”, dedi. Bir buçuk ay sonra o bahçeye girdik.
Halı saha ve voleybol sahası yaptık. Çocukları oraya soktuk.
Kabataş Erkek
Lisesi’nin binası,
1867-1875 yılları
arasında
Feriye Sarayı olarak
inşa edilmiştir.
Müteşebbis başkan olarak seçtiğimiz İstanbul eski defterdarı Adnan Barlas başkanlığında vakıf toplantılarını yapmaya başladık. Kabataşlıları buluyoruz, toplantılara çağırıyoruz. Feyyaz Bey’le ilgili konuyu da vakıf müteşebbis heyetine açtım, olumlu karşıladılar. Nitekim aradan bir süre geçti, tekrar bizi ofisine davet etti Feyyaz Bey. Vakfa üye olmayı kabul ettiğini söyledi. Tek çekindiği konu vardı: Okulun otel olma durumu. “Eğer olacaksa, okulu otel yapan bir vakıf yetkilisi olarak tanınmak istemem”, dedi.
Ben de Besim Bey’in ziyareti sırasında aktardıklarını Feyyaz Bey’e anlattım. O da “Tamam” dedi. İlk toplantıya katıldı, biz de kendisini başkan olarak seçtik.
Liseliler vakıflarına kavuştu: Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı
Vakıf kuruldu ama vakfın çok güçlü olması lazım. Bir telefonla her yere
ulaşabilmeli, sorunları çözebilmeli. Hep gözümüzün önünde Galatasaray
Eğitim Vakfı var. Onun da başkanı o zaman İnan Kıraç. Feyyaz Bey kurucular listesine baktı ve listedeki bazı eksik isimleri de kurucular arasına almamız gerektiğini söyledi. Cahit Kocaömer de o isimler arasındaydı. Hasan Pulur, Erol Simavi ve Haldun Simavi’yi ekledi listeye... Böylelikle prestijimiz daha da yükseldi.
İçeri girdik ama, harabe binaları da ayağa kaldırmak lazım. Toplanıyoruz,
herkesten bir fikir geliyor. Ancak bu, Kabataşlıların vereceği paralarla olacak iş değil. O dönemde Feyyaz Bey vakıf başkanlığını Cahit Kocaömer’e
devretti. Bir öğlen Sakıp Sabancı’nın karakol rıhtımında olduğunu gördüm. Yanına gittim, okulu gezdirdim, fikirlerimizi anlattım. Hoşuna gitti. “Feriye Karakolu”nu yaparız, arkadakilere karışmam’, dedi. “Ama bizim
babamızın vasiyeti var, binada amblemimizin olması lazım”, dedi. Hemen
Cahit Bey’e aktardım konuyu.
Cahit Bey bir kez daha Sakıp Sabancı’yı çağırdı ve bir kez daha okulu iyice gezdik. Bir protokol yaptık ve işe başladık. Ardından dönemin Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol da destek verdi. Arkadaki Feriye resim atölyeleri
yapılmaya başlandı. Onarımlar bitti ama bu yapıları nasıl donatacağız, nasıl koruyacağız, nasıl ayakta tutacağız sorunları gündeme geldi. Müthiş bir
para lazım! Bir de bina çok güzel oldu, alırlar bizim elimizden diye çok korkuyorum. Vakfa devretmeyi düşündüm. O dönemde Vakıflar Genel Müdürü ve Hazine Genel Müdürü Kabataşlı. İletişimimiz var. Binaların kullanım hakkını 49 yıllığına vakfa devrettik. Binaların donanımları için Sakıp
Sabancı ve Fako Holding’in sahibi Kaya Turgut yardımcı oldu.
Türkiye’de bir ilk: Konferans salonlu, müzeli, sinemalı ve
restoranlı bir lise!
Depoların olduğu bölümü konferans salonu ve sinema olarak işlevlendirdik. İlk defa bir okulun bünyesinde bir sinema olacak. O günkü şartlarla çok güzel ve modern bir sinema salonumuz oldu. En sonunda rahatladım. Sinema ve restoran yapılırken, okul da karma oldu. Bu arada süper lise statüsüne geçtik. Ortaöğrenim puanı yüksek olanları okula almaya başladık. Böylelikle iki bin kişilik mevcudumuz azalmaya başladı. Sonra da anadolu lisesine geçiş yapıldı. Benim amacım şuydu: Okulda düzeyli bir restoran var. Ayrıca salonlarda önemli toplantılar yapılıyor. Gelen ge-
Feyyaz Bey medyayla ilişkilere önem verirdi. En ufak bir etkinliğimizde
bile devlet kurumlarından, basından önemli kişileri davet ederdi. Vakıfta
çok güzel bir sekreterya kurdu. İşlerimiz yoluna girdi. Hatta bir Ankara ziyaretimde, bakanlığa bazı ihtiyaçlarımızı istemek için gitmiştim. Bakanlıktaki müdürlerden biri, “Ne ihtiyacınız olabilir ki sizin, bakanlar kurulu gibi
vakıf yönetim kurulunuz var” demişti.
Pilav günleri bizim için büyük bir aşama olurdu. Feyyaz Bey mutlaka 2-3
bakanı pilav gününe davet ederdi. Böylelikle kısa zamanda kamuoyu
oluştu, okulun prestiji yükseldi. Artık Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığını devredeceği yıllardı… Kenan Evren’i okula çağırmak istedik. Bu daveti yapmamızın en önemli nedeni de Tekel arazisinin okula katılması isteğiydi. Tabii bu arada biz okulun harap bölümlerini yavaş yavaş onarmaya başladık. Metin Hoca destek veriyor, restoratörler çalışıyor. Çatıyı da
onardık. Artık yağmur suyu okulun içine akmıyor.
Kenan Evren ve çözülemeyen Tekel arazisi meselesi
Sonuçta Feyyaz Bey Cumhurbaşkanı’nın özel kalemiyle görüştü,
Cumhurbaşkanı’nı okula davet etti. Kenan Evren de daveti kabul edip
okula geldi. Feyyaz Bey yemekhanenin kapısında Cumhurbaşkanı’nın
koluna girdi ve okulu gezdirmeye başladı. Okulla Tekel arazisini ayıran du-
66 B+ KIŞ
Kabataş Erkek Lisesi 100. Yıl Anıtı.
çenleri çocuklar görüyor. Çocukları da toplantılara izleyici olarak alıyoruz.
Görgüleri, bilgileri artar, dünya görüşleri genişler, diye düşündüm. Bunda
da başarılı olduğumu düşünüyorum.
Ardından okulda bir müze açtık. Bir resim öğretmenim vardı: Güler Hanım… Vakfın ilk kurulduğu yıllarda okulun depolarını geziyoruz, Güler Hanım tarihi objeler bulup getiriyor. Onları sergileyelim, öğrenciler görsün
istedim. Ufak bir salonu düzenledik. Sonra müze fikri gelişti. Bu şekilde
“okul müze” projesini gerçekleştirdik. Buna da Metin Sözen önayak oldu.
Yıldız Üniversitesi’nden Tomur Atagök’ü tavsiye etti. O da asistanını görevlendirdi ve bizim “okul müze” fikrini asistanına doktora tezi olarak verdi. İki sene Tomur Hanım’ın asistanıyla çalıştık. Bu da örnek bir proje oldu.
2005 Ocak ayında emekli olacağım… O sıralarda Faruk Nafiz Çamlıbel’in
damadı geldi. “Kayınpederimin kitaplarını ve evraklarını üniversiteye verdik ama baktık ki bu eserleri değerlendirmemişler. Biz de bu eserleri hocalık yaptığı liseye vermek istiyoruz”, dedi. “Memnun olurum”, dedim.
Kendisine emekliye ayrılacağımı ve bunun benim için en büyük emeklilik hediyesi olacağını, söyledim. Yine Metin Bey’i aradım, ardından Tomur
Hanım’la iletişime geçtik. Okul müdürü odasının karşısındaki odayı “Faruk Nafiz Çamlıbel” odası olarak düzenledik. Ardından emekli oldum.
Benden sonra başmuavin arkadaşım Meral Hanım’ın Kabataş’a müdür olmasını istiyordum. Ama olmadı. Tek memnuniyet kaynağım, kendisinin şu
an, mezunu olduğu Galatasaray Lisesi’nde müdürlük yapıyor olmasıdır. B+
Kabataş Erkek Lisesi
II. Abdülhamit döneminde açılan Aşiret Mektebi’nin kapanmasından
sonra, 1908’de Kabataş’ta Setüstü’ndeki Esma Sultan Konağı’nda
7 sınıf, 276 öğrenci ile öğretime başladı. Okulun kurucusu ve ilk müdürü Aynizade Hasan Tahsin Bey’dir.
1913’te ilk kısmı da açılan 12 sınıflı Kabataş Sultanisi’ne, 1919’dan
sonra yatılı öğrenci alındı. 1923-1924 öğretim yılından sonra sultaniler kaldırılınca Kabataş Erkek Lisesi adını aldı.
1928-1929 öğretim yılında Esma Sultan Konağı’nın okul için yetersiz
hale gelmesi üzerine, Ortaköy Çırağan Caddesi’ndeki 1867-1875 arasında inşa edilen ve Feriye Sarayları adıyla anılan bugünkü yerine taşındı.
Sarayın kapalı manej alanı 1932’de spor salonuna dönüştürüldü.
Bahçeye bakan ve “Ağalar Dairesi” adıyla anılan cadde üzerindeki
eski binalar onarılarak konferans salonu, laboratuarlar, resim atölyeleri, müzik ve yabancı dil dersliklerinin yer aldığı “Kültür Binası” olarak düzenlendi.
Kabataş Erkek Lisesi
Müdürü Uğur Açıkgöz’le
lisenin bugünü üzerine…
Kabataş Erkek Lisesi’ndeki müdürlük görevim 18 Ağustos 2011 tarihinde rotasyon atamalarıyla başladı. Okulumuz Erkek Lisesi adını taşımasına rağmen bir anadolu lisesi statüsünde eğitim veriyor. İki yabancı dil, birinci dil olarak okutuluyor. İngilizce bölümüne her yıl 120,
Almanca bölümüne ise 60 öğrenci alıyoruz. İkinci yabancı dil olarak
ise Fransızca eğitimi veriyoruz. Okulumuzda benimle beraber 71 öğretmen ve 900 öğrenci bulunmakta. LGS’den yüzde olarak ilk dilimden 491 taban puan ile öğrenci alıyoruz. Genellikle öğrencilerimiz sınavda ilk 1000’e giren öğrencilerimizdir. Üniversiteye giriş başarımız
yüzde yüzdür. Mezun olan öğrencilerimizin yüzde 60’ı tıp fakültelerine girmektedir. Ayrıca geçen sene yabancı dil bölümünden Türkiye
birincisi çıkardık. Bir asırdır, bir gelenekler okulu olan Kabataş Erkek
Lisesi, Türk eğitim sistemindeki özel yerini hep korumuştur. Türk siyasetine, edebiyat dünyasına ve medyasına kazandırdığı çok değerli
isimlerle varlığını hep hissettirmiştir.
Öğrenci sayısındaki artış nedeniyle 1941-1942 öğretim yılından sonra okulun orta kısmı kaldırıldı. 1949’a kadar Feriye Sarayları’nın bir
bölümü Beşiktaş Ortaokulu olarak kullanıldı. Daha sonra liseye devredilerek yatılı öğrenciler için pansiyona dönüştürüldü.
Okulda çağın gereklerine uygun eğitim öğretim verilmesine destek olmak amacıyla 7 Haziran 1987’de Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı kurulmuş bulunmaktadır. Vakfın çalışmalarıyla 1988’de
Maslak’ta 57 dönümlük bir arsa, 1989’da Feriye Sarayları’nın son
noktası olan Feriye Karakolu binası ile zaptiye koğuşlarının da içinde
bulunduğu 8,5 dönümlük arsa, Tekel Genel Müdürlüğü’nden alınarak okula devredildi. 1992-1993 öğretim yılında yabancı dil ağırlıklı Türkçe, yine aynı öğretim yılında okula ilk kez kız öğrenci alınarak
karma eğitime geçilmiştir. 1998’de Anadolu Lisesi olmuştur.
Kutluay Erdoğan-Korel Haksun
“Dünden Bugüne Beşiktaş”, Beşiktaş Belediye Başkanlığı, 1998
B+ KIŞ 67
Hobi
Beşiktaş’tan
mutfak öyküleri
Yazı: MELİS BAYDUR Fotoğraf: ERDEM AYDIN
Gözde Durusoy Oran, “Gurme Mutfak Hikâyeleri” adlı blog’uyla
hem mutfağında hazırladığı farklı ve özel yemeklerin tariflerini,
hem de o tariflere ulaşma serüvenini okuyucularıyla paylaşıyor.
68 B+ KIŞ
S
öyleşi için gittiğimiz Gözde Durusoy Oran’ın mutfağından
hoş kokular geliyor. Levent’teki evinde “financier” hazırlamış bizim için. Mutfağından yayılan nefis kokular sadece kendi salonuna değil, “Gurme Mutfak Hikâyeleri” isimli sitesiyle
tüm dünyadaki “gastronomi”ye meraklı ya da sadece değişik
yemek tarifleri denemek isteyen blog okuyucularının evlerine
kadar ulaşıyor.
Gözde Durusoy Oran, aldığı ekonomi eğitimi, yurt dışı tecrübeleri ve kurumsal iş deneyimi sonrası kavuştuğu “Bugün ne pişirsem” coşkusunu, kedilerinin kısa öykülerini ve o lezzetli “financier” nin tarifini bizlerle paylaştı.
Ne kadar zamandır paylaşıyorsunuz “Gurme Mutfak
Hikâyeleri”nizi?
Bir buçuk sene oldu. Nisan 2010’da başlamıştım blog’umu yazmaya. Blog
diyorum ama, bu aslında Gurme Mutfak Hikâyeleri adını satın alarak açtığım bir internet sitesi.
Ne kadar ziyaretçiniz oluyor siteye?
Site hem Türkçe hem İngilizce olarak yayınlanıyor. Günde yaklaşık 450500 ziyaretçisi oluyor. Türkiye’den ziyaretçiler daha fazla fakat yabancılar
daha çok yorum yazıyor.
Gurme Mutfak Hikâyeleri’nden önce sosyal medyaya
merakınız nasıldı? Kendi adınızla yayınladığınız
bir blog’unuz var mıydı?
Yok hayır, ilk kez bu siteyle başladım. Ama yemek blog’larını sık sık ziyaret ederdim. Özellikle Viyana’da yüksek lisans yaptığım dönemde farklı tarifler öğrenmek, farklı yemekler pişirmek için sürekli bir arayış içindeydim.
Twitter’ı kullanmaya başlamam çok yeni. Yemek blog’umla aynı isimle bir
hesap açtım. Çünkü siteyi ziyaret edenler twitter’dan da bir şeyler yazmamı bekliyor.
Gurme Mutfak Hikâyeleri blog fikri nasıl gelişti? Bir röportajınızda Julie&Julia filminden etkilendiğinizi söylemişsiniz…
Gözde Durusoy Oran, bizim için hazırladığı “financier”lerin tarifini, bir pastanede
tadına baktıktan sonra deneyerek bulmuş. Tarife, siz de Gözde Durusoy Oran’ın
http://www.gurmemutfakhikayeleri.com/ sitesinden ulaşabilirsiniz.
Evet o filmden çok etkilendim. Amerika’da 70’li yıllarda yemek programları yapan ünlü şef Julia Child’ın yemek tariflerini Julie isimli genç bir kadının blog’unda yayınlamasını anlatıyor. Zaten bu filmden sonra yemek
blog’larında büyük bir patlama oldu. Ben farklı olarak bir de işin fotoğraflama kısmını çok seviyorum ve bunu kurgulamak için kafa patlatıyorum.
Daha önce fotoğrafçılığa merakınız var mıydı?
Evet, fakat çok fazla emek ve zaman harcamıyordum. Nereden başlasam,
neler çeksem diye hep düşünüyordum. Şimdi işin fotoğraflama kısmını o
kadar çok önemsiyorum ki, çok hoş bir yemek tarifini, fotoğrafının güzel
çıkmayacağını düşünüyorsam yayınlamaktan vazgeçebiliyorum. Beni bu
blog’u yazmaya iten zaten en başta işin fotoğraf ve “styling” tarafı, en çok
bundan keyif alıyorum, sonra hikâyesini yazmak, sonra da tarif… Hepsine
ayrı ayrı özen gösteriyorum.
Brioche (üstte), kahvaltı çörekleri (sağda) ve söyleşimizde gördüğünüz tüm yemek fotoğrafları, Gözde Durusoy Oran’ın blog’u için özenle çektiklerinden…
B+ KIŞ 69
gurme olması beni biraz rahatsız etmeye başladı. Neden adını böyle koydum diyorum bazen. Çünkü kendimi gurme olarak görmüyorum. Gurmelik, “sadece en güzel, en özenle hazırlanmış yemekleri yiyen, fast-food tarzı yemekleri yemeyen insan”lar için kullanılıyor. Ben öyle değilim. Bir de İngilizcede “foodie” diye bir tabir vardır. Her şeyin en güzelini arayan, pişirmek isteyen insanlar için kullanılır. Tabiri çok sevmesem de ben öyle bir insanım sanırım.
Gurme kelimesi, restoran isimlerinde de çok kullanılmaya
başlandı son dönemde değil mi?
Evet mesela gurme hamburger, gurme pizza gibi şeyler çıktı. Aslında hamburger ve gurme kelimelerini birlikte kullanınca bir çelişki oluyor ama normal hamburgerin içine humus falan katıyorlar, oluyor sana gurme.
Sitenizde yayınladığınız tarifler sizin tarifleriniz mi?
Benim tariflerim, bilindik bir yemeğin tarifiyse de mutlaka kendime göre eklemeler çıkarmalar yapıyorum. İşin ölçeklendirme kısmı biraz sıkıcı. Çok net ölçekler sunmaya çalışıyorum ki, insanlar benim elde ettiğim sonucu yakalayabilsin.
Blog’umda yazmayı çok istediğim bir yemek varsa, birkaç tariften bakıp,
karşılaştırıyorum, bazı değişikliklerle daha hafif hale getirmeye çalışıyorum. Bir de, ben bir lokantada yediğim bir yemeğin, bir pastanede yediğim bir kurabiyenin tarifini tadından tahmin etmeye çalışırım. Çok sevdiysem, blog’uma koymak istiyorum çünkü. Denemeler yaparak da ulaşmaya
çalışıyorum o lezzete. Mesela “Pera Palas’ta Beş Çayı” yazımda var. Pera
Palas’ta yediğimiz financier’lerin tarifini böyle deneyerek ortaya çıkardım
ve blog’uma koydum.
Yemek fotoğrafçılığı ne düzeyde Türkiye’de?
Yemek fotoğrafçısı olarak bilinen insanlar var ama çok az. Normal fotoğrafçılar da ‘yemek fotoğrafçısıyım’ diyebiliyor. Ama aslında bu bir uzmanlık. Göze güzel gözüken şey, makinede güzel gözükmüyor genelde. Ben
hâlâ öğrenmeye çalışıyorum. Bazı taktikleri de varmış bu işin, az haşlayıp
güzel gözükmesini sağlamak gibi… Fakat ben yemeği böyle ziyan etmek
istemem. Çünkü sonuçta pişirdiğim her şeyi yiyoruz. Türkiye’de bir de yemek stilistleri var. Onlar da tek tük aslında. Gastronomi dergilerindeki, reklamlardaki, yemek kitaplarındaki fotoğraflardan sorumlu oluyorlar, ekmeğin çıtır gözükmesi, soğanın güzel gözükmesi onların işi… Fotoğrafçıya tek
kalan ışığını ayarlamak oluyor o zaman.
Biraz da sitenin isminden ve gurmelikten bahsedelim isterseniz…
Evet, blog’umun adı Gurme Mutfak Hikâyeleri. Aslına bakarsanız isminin
Tüm yemek blog’larında günün en çok tıklanan yemeği: Biberli ekmek.
Blog’unuzun bir özelliği de, her tarifi, başınızdan geçen
bir hikâyeyle ya da o tarife ulaşma serüveninizle
birlikte vermek…
Evet, o yemekle ilgili belirli bir hikâye yoksa da, nasıl pişirdim, niye pişirmek
istedim, bu fikir nereden aklıma geldi, onları yazıyorum. Tarifle birlikte yazacak bir şey yoksa, tatsız oluyor bence.
Tarifleri ve hikâyeleri aynı zamanda, Gourmet Kitchen
Tales adıyla İngilizce de yayınlıyorsunuz. Türkçe ve
İngilizce blog’ları aynı zamanda mı yazmaya başladınız?
Boeuf Stroganoff
70 B+ KIŞ
Aynı zamanda. İngilizcesi de olsun istedim, çünkü İngilizce okuyucu daha
fazla. İngilizce blog yazan insan da çok daha fazla ve onların dünyasında
kendime bir yer edinebilmek istedim. İngilizce olan blog daha fazla yorum
alıyor. İki dilde yazmak yavaşlatıyor ve zorluyor aslında…
Blog’unuz Anadolu mutfağı ağırlıklı bir site değil.
İngilizce siteye daha çok yorum gelmesinin nedeni
bu olabilir mi?
Aslında “ Böyle antin kuntin tarifler yazacağına bir mantı, şöyle güzel bir
sarma tarifi ver” gibi eleştiriler gelmiyor değil. Türk ve yabancı okuyucuların ilgisini çeken şeyler birbirinden farklı. Türkçe blog’umda en çok tıklanan
bölüm tatlılar, kurabiyeler, muffinler. Yabancılar mesela artık limonlu tartlara, çikolatalı keklere bakmıyorlar. Bir kere “biberli ekmek” tarifi yazmıştım
blog’a, tamamen çocukluğuma ait bir şey, annem misafir geldiği zaman
yapardı. O tarifi, çocukluk anılarımla birlikte yazdım. Yemek blog’larının
hepsinin birarada toplandığı bir site var, “Food Buzz” diye. Orada binlerce
yemek arasından en çok tıklanan günün yemeği olmuştu.
Çeşitli kategoriler yapmışsınız, bunların arasında
“tam mevsimi” kategorisi göze çarpıyor, ondan biraz
bahsedebilir misiniz?
Onu aslında en başta akıl edemedim, sonradan aklıma geldi. Şu anki mevsime özgü sebzelerden yapılabilecek tarifleri sıralıyorum orada. Mevsim
sebzelerine göre alt kategoriler yaptım. Daha da genişlemesi, çeşitlenmesi lazım. Tarifler çoğaldıkça genişleyecek.
Yurtdışı ve yurtiçi seyahatlerinizdeki yemek
serüvenlerinizi de paylaşıyorsunuz sitenizde.
İstanbul deyince hangi lezzetler geliyor aklınıza?
Çok fazla şey var aslında. İstanbul bende daha çok tencere yemekleri,
hünkârbeğendi gibi saray yemekleri çağrıştırıyor. Beyoğlu’ndaki Hacı Abdullah Lokantası mesela… Fakat yabancı bir misafirim gelmişse mutlaka
midye yedirmek ya da balık yemeye götürmek isterim.
Beşiktaş peki?
Ben aslında çocukluğumu Bursa’da geçirdim. Liseyi burada kazandığımda yatılı okumaya geldim İstanbul’a. Lise sondayken de Ulus’a teyzemin
yanına yerleştim. Evlendikten sonra Akatlar’a taşındım. Şimdi de eşimle beraber Levent’te oturuyoruz. Bu yüzden, İstanbul’a taşındığımdan beri
hep Beşiktaş’tayım. Beşiktaş’ın lezzetleri deyince aklıma ilk Beşiktaş çarşı içindeki tarihi köfteci geliyor, sonra balıkçılar çarşısı… İstanbul gibi Beşiktaş da çok renkli. B+
Söyleşi esnasında bize evin kedisi “Lokum” da eşlik etti.
Peynirli yumurta
Gözde Durusoy Oran’ın mutfağından limonlu mereng.
B+ KIŞ 71
Sanat
Fulya Sanat,
2. yılına
merhaba dedi
Yazı: AYBÜKE SAKAOĞLU Fotoğraf: BEŞİKTAŞ BELEDİYESİ ARŞİVİ
Fulya Sanat yeni sezonunda da zengin içeriği ile
sanatseverlerin ilgisini çekecek etkinliklerine başladı.
24 Kasım 2010’da Devlet Opera ve Balesi’nin gösterisiyle açılan Fulya Sanat Merkezi’nde etkinlikler devam ediyor. Beşiktaş
Belediyesi’nin Akatlar Kültür Merkezi, Levent Kültür Merkezi, Mustafa Kemal Kültür Merkezi, Ortaköy Kültür Merkezi’nden sonra, İstanbullulara kazandırdığı Fulya Sanat, İstanbul Senfoni Orkestrası ve
İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne de evsahipliği yapıyor. AKM’nin
kapanmasından sonra oluşan boşluk bu açıdan, klasik müzik dinleyicileri, bale ve opera severler için Fulya Sanat Merkezi’yle kapanıyor.
Beşiktaş Belediyesi Fulya Sanat, ikinci sanat sezonuna, çağdaş
dansın en önemli ustalarından Anne Teresa De Keersmaeker’in Fase
adlı eseriyle başladı. Uluslararası Çağdaş Dans ve Performans Festivali kapsamında Türkiye’ye gelen dünyaca ünlü koreograf Belçikalı
Anne Teresa De Keersmaeker gecede sanatseverlere unutulmaz bir
performans gösterisi sundu.
72 B+ KIŞ
Anne Teresa De Keersmaeker’in Fase adlı eseri
Fulya Sanat, 2011-2012 sanat yılında da
zengin bir içerikle, sanatseverlerin oldukça ilgisini çekecek yıllık bir program hazırladı. Beşiktaş Belediyesi’nin hazırladığı; dünyaca ünlü virtüöz ve gruplarla özel
olarak organize edilen konserler ve dünya
müziklerini tanıtıcı programlardan oluşan
Beşiktaş Belediyesi “Fulya Sanat Resitalleri” tüm yıl sanatseverlere keyifli ve sanatla dolu akşamlar yaşatacak.
İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası (İDSO)
da bu yıl Fulya Sanat’ta otuza yakın senfonik konser verecek. Sanatseverler
İDSO’nun konserlerinde birçok tanınmış
virtüözü dinleme fırsatı bulacak. Beşiktaş
Belediyesi Fulya Sanat’ta bir diğer sürpriz ise İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin
(İDOB) ağırlıklı olarak etkinliklerini burada
sahneleyecek olması. İDOB bünyesindeki Modern Dans Topluluğu (MDT) temsilleri de çoğunlukla burada gerçekleşecek.
Beşiktaş Belediyesi Fulya Sanat, klasik ve
neoklasik eserlerin dışında modern balenin de sahnesi olacak.
Fulya Sanat Resitalleri
Fulya Sanat Resitalleri kapsamındaki programın bu yılki ilk etkinliği
ise; “Burçin Büke & Kürşat Başar - Bir Piyanistin, Bir Yazarla Buluşması” oldu. Beşiktaş Belediyesi’nin düzenlediği etkinlikler çerçevesinde Atilla Aldemir - Cana Gürmen, Mozart ve Perileri, İspanyol Gecesi:
Hasan Tura - Müge Hendekli, Renato Borghetti Quartet - Andanças,
Hakan Şensoy - Şafak Erişkin - Hande Dalkılıç, Çellistanbul ve İncesaz gibi birçok sanatçı ve grup Fulya Sanat’ta sahne alacak. B+
Fotoğraf: Alaattin Timur
Renato Borghetti Quartet-Andanças
Hande Dalkılıç
Burçin Büke - Kurşat Başar
Beşiktaş Belediyesi
Fulya Sanat Resitalleri
ARALIK 2011
OCAK 2012
ŞUBAT 2012
İspanyol Gecesi / Hasan Tura, Müge Hendekli
1 Aralık Perşembe, Saat: 20.00
Atilla Aldemir-Cana Gürmen
5 Ocak Perşembe, Saat: 20.00
Ensemble Kheops'tan Trio Gecesi
2 Şubat Perşembe, Saat: 20.00
Alzheimer Vakfı / Cihat Aşkın-Cana Gürmen
3 Aralık Cumartesi, Saat: 20.00
Ricardo Tesi ve Band Italiana
19 Ocak Perşembe, Saat: 20.00
Borusan Quartet
9 Şubat Perşembe, Saat: 20.00
Barok Dönem Osmanlı Sarayı ve
Avrupa Sarayı Müzikleri
22 Aralık Perşembe, Saat: 20.00
Çellistanbul ve İncesaz
26 Ocak Perşembe, Saat: 20.00
Renato Borghetti Quartet-Andanças
16 Şubat Perşembe, Saat: 20.00
Farinelli Aryaları / Kaan Buldular, Leyla Pınar
29 Aralık Perşembe, Saat: 20.00
Hakan Şensoy, Şafak Erişkin,
Hande Dalkılıç Trio
23 Şubat Perşembe, Saat: 20.00
B+ KIŞ 73
Portre
“Dünya çapında bir bilim
insanı nasıl olunur?”
Yazı: MELİS BAYDUR Fotoğraf: EMRE AYDIN
Amerika Birleşik Devletleri’nde birçok ödüle layık görülen,
“Bilim Elçisi” Prof. Dr. Semahat Demir, bilim alanındaki başarılı çalışmalarının yanında,
verdiği seminerlerle nasıl dünya çapında bir bilim insanı olunabileceğini
gençlerle paylaşıyor.
74 B+ KIŞ
P
rof. Dr. Semahat Demir, 2002 yılında layık görüldüğü “En
Başarılı Bilim Kadını” ödülüyle hem Türkiye’de hem Amerika Birleşik Devletleri’nde biyomedikal mühendisliği alanındaki başarılarından söz ettirmişti.
Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan Semahat De-
mir, Ulusal Bilim Vakfı ve kardeşi Sıdıka Demir ile yönettiği Kadın Mühendisler Derneği başta olmak üzere birçok dernek ve sivil toplum kuruluşunda yürüttüğü çalışmalarla, Amerika’nın bilim politikasının nabzını tutan isimlerden. Amerikan-Türk bilim diplomasisini de ‘bilim elçisi’ sıfatıyla yöneten
Semahat Demir, hayatının büyük bölümünü Washington’da geçirse bile,
kendisini her zaman İstanbul’a ve Beşiktaş’a ait hissedeceğini söylüyor.
“Kişinin doğru
yönlendirilebilmesi
için ‘mentorluk’
kavramı çok önemli”
Tüm çocukluğunu ve gençlik yıllarını geçirdiği Etiler Profesörler Sitesi’ndeki
evinde gerçekleştirdiğimiz söyleşimizde, Demir, Hasan Ali Yücel İlkokulu’na
yürüyerek giderken geçtiği yemyeşil çayırlık yollardan, Washington’a uzanan bilim serüvenini bizlerle paylaştı.
Sizin hem akademik bir kimliğiniz var, hem de Amerikan
hükümetiyle birlikte çalışmalar yürütüyorsunuz,
kariyeriniz nasıl bu yönde şekillendi?
İş sektörleri endüstri, yani özel sektör, akademi ya da hükümet-devlettir.
Tabii bir de kendi işinizi yönetebilirsiniz… Ben önce biyomedikal mühensüre akademideydim. Halen de devam ediyorum profesör olarak. Son yedi
Sizin sağladığınız bu fonlar, oran olarak Amerika’daki
üniversiteler için ne ifade ediyor?
senedir ise 61 yıllık bir geçmişi olan Ulusal Bilim Vakfı’nda tek Türk müdür
Bizim yönettiğimiz miktar çok büyük. TÜBİTAK da Ulusal Bilim Vakfı’nı ör-
olarak Biyomedikal Mühendisliği birimini yönetiyorum. Hükümetle birlikte
nek alıyor. Bilimlerin, buluşların, düşüncelerin hemen fonlanabilmesi, orta
çalışmalar yürütüyoruz bu vakıfta.
vadede ürüne geçilebilmesi için çok önemli. Bazı kuruluşlar, işletmeler fon
disliğinde endüstriyi tanıyarak işe başlamak istedim. Daha sonra uzun bir
verir der ki: “Bize üç yılda ürünü getir”. Bizimkisi öyle değil. Destek olBiyomedikal Mühendisliği dışında 17 ayrı disiplinlerarası bilimin de yönetici-
mak birincil amacımız. Farklı şirketlerin de, derneklerin de üniversitede-
siyim. Bunlardan yedi tanesini ben ortaya çıkarttım. Yeni disiplinlerarası bi-
ki çalışmalara, öğrencilere yönelik bursları oluyor fakat Ulusal Bilim Vakfı,
limler ortaya koyabilmek Ulusal Bilim Vakfı için önemli, çünkü bu kuruluşun
Amerika’daki üniversitelerin temel destekçisi konumunda.
amacı, buluşların 10-15 yıl sonra ürünlere dönüşebilmesini sağlamak. Ben
de bu yeni dallardaki buluşların bilim politikasını yönlendiriyorum. Bu programlarda, söz konusu alanlarda bilimin gelişmesi adına üniversitelere ve işletmelere fon sağlıyorum. Bu şekilde yeni patentlerin, yeni buluşların ortaya çıkmasını destekliyoruz.
Siz aynı zamanda Amerikan-Türk bilim diplomasisini
“bilim elçisi” sıfatıyla yönlendiriyorsunuz. Bu işbirliğinden
biraz söz edebilir misiniz?
Ben uzun zamandır Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Türkiye’nin, bilim
Prof. Dr. Semahat Demir, annesi Güner Demir ve babası
Prof. Dr. Halit Demir’le Etiler’deki evlerinin salonunda.
B+ kış 75
diplomasisiyle yakınlaşması için çalışmalarda bulunuyorum. Amerikan Dı-
ması gerçekleştirdiği öğrencisinin kendisinden daha fazla ilerlemesini iste-
şişleri Bakanlığı’nın ve hükümetin görevlisi olarak da 2,5 yıldır “bilim elçi-
meli. Ben dünya çapında bir bilim insanıysam, öğrencimi de öyle yetiştir-
si” olarak belirli programlar yürütüyorum. Geçen sene Türkiye’ye geldiğim-
meliyim. Sadece kariyer için, akademik başarılar için değil bu söylediklerim;
de, uzun süre Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’nde bulundum. Aynı za-
kişinin gelişmesi için de doğru insanlarla doğru zamanlarda tanışması, ça-
manda Türkiye’de birçok üniversiteye gittim, bilimi destekleyen endüstrile-
lışması için mentorluk çok önemli.
ri ziyaret ettim, belirli devlet kuruluşlarında konuşmalar yaptım. Ben bu kualınıyor, gelecekte bilim dünyasını, endüstrileri neler bekliyor, bunları an-
Siz bilim kariyerinize nasıl adım attınız?
Sizin de destek aldığınız kişiler, kurumlar oldu mu?
latıyorum. Bu sene Gaziantep’te bilim müzesinin açılışında da konuştum.
Benim mentorüm babamdı. Kendisi de profesör, inşaat mühendisliği ve
Bilimi her yaşa, her çevreye dağıtmamız lazım. Müzeler, bu anlamda çok
deprem bilimi alanlarında. Babam bana bazı vizyonlar sundu. Ben tıbbı çok
önemli. İlkokullardaki, liselerdeki yönlendirmeler çok önemli.
seviyordum ama tıp doktoru olmayı düşünmüyordum. Fakat tıbba katkıda
rumları ziyaretlerimde, Amerika’da neler oluyor, hangi alanlarda patentler
bulunabileceğim bir dalda çalışmak istiyordum. Babam da bana lise yılla-
Bilim diplomasisi ve bilim elçiliği kavramları ne zamandır
uluslararası politikaların içerisinde?
rımda, biyomedikal mühendisliği diye bir bilim dalının Amerika’da oluştuğunu söyledi ve beni bu alana yönlendirdi.
Çok yeni kavramlar bunlar. Bilim diplomasisi son üç yıl içerisinde gelişmiş
bir konsept. Dışişleri bakanlıkları arasında, politik, askeri, kültürel diplomasiler hep mevcuttur. Fakat bilim diplomasisi çok yeni. Benim Türkiye’de gerçekleştirdiğim çalışmalar çok beğenildi. O yüzden Arjantin ve Uruguay’da
da benzer diplomasi çalışmaları için görev aldım.
Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki
bu bilim diplomasisinin ne gibi sonuçları oldu?
Yazdığım rapor sonucunda, iki ülkenin Dışişleri Bakanlıkları arasında Ekim
2010’da bir bilim teknoloji anlaşması imzalandı. Bazı alanlar belirlendi. Buna
göre sağlık bilimleri birinci sırada. Çünkü burada özellikle genetik hastalıklar konusunda, Türkiye’ye ve Akdeniz’e has durumlar var. İkinci sırada, yenilenebilir enerji, üçüncü sırada deprem bilimi belirlendi. Arkeoloji-kültür bilimleri, kimya malzemeleri bilimi gibi 20 maddelik bir top liste ortaya çıkardık.
Siz sadece bilimsel konularda değil, gençleri,
akademisyenleri yönlendirmek adına da
birtakım seminerler veriyorsunuz…
“Öğrencilerime,
‘Benden daha iyi
olmalısınız ki
bilim ilerlesin’
diyorum.”
Evet, “Dünya Çapında Bir Bilim İnsanı Nasıl Olunur?” konulu seminerler
veriyorum. Dünya çapında önemli bir bilim insanı olabilmek için adayların
yönlendirilmesi, motive edilmesi gerekiyor. Bu seminerlerde bilim ne yönde ilerliyor, gelecek ne vaat ediyor, şimdiki buluşlar ürün olarak nelere dönüşecek, bunları anlatıyorum. Bir vizyon kazandırmaya çalışıyorum.
“Mentorluk” kavramı, bence çok önemli. Yani yol gösterici olmak… Ben
Ben liseyi Robert Kolej’de okudum. Amerika’da yüksek lisans ve dok-
hep öğrencilerime söylüyorum, “Benden daha iyi olmalısınız ki bilim ilerle-
tora yapmayı o yıllarda planlamıştım. Liseyi bitirince, bu amaç doğrul-
sin” diyorum. Bir danışman hoca, birlikte yüksek lisans, doktora tezi çalış-
tusunda İTÜ’de elektronik mühendisliği okudum, daha sonra Boğaziçi
Üniversitesi’nde biyomedikal masterı yaptım. Çünkü biyomedikal mühendisliği, mühendisliğin tıbba uygulanması… Bu yüzden, mühendislik altyapınızın olması lazım. Tıpta teşhis ve tedavinin daha iyi yapılması için, mühendislerin teknikleri, metotları, teknolojileri yenilemesi, değiştirmesi gerekiyor.
Boğaziçi Üniversitesi’nden sonra çeşitli firmalarda çalıştım. Sonra tekrar
akademiye döndüm, Amerika’ya gittim ve ikinci bir master ve doktora çalışması gerçekleştirdim, post-doktora çalışmalarımı da biyomedikal alanında yaptım.1996 yılından bu yana Memphis ve Tennessee üniversitelerinde
biyomedikal mühendisliği hocasıyım.
Kız kardeşiniz Sıdıka Demir’le birlikte de Amerika’daki
Kadın Mühendisler Derneği’ni yönetiyorsunuz,
bu çalışmalarınızdan da söz edebilir misiniz?
Kadın Mühendisler Derneği 1950’de kurulmuş, oldukça eski bir kurum. Sıdıka bu derneğin başkanı, ben de başkan yardımcılığı görevini yürütüyorum.
Sıdıka ilk yabancı genel başkan. Bize Demir Sisters (Demir Kız Kardeşler)
diyorlar orada. Kadın Mühendisler Derneği’ndeki çalışmalarımız kadınlara,
mühendislik sektöründe bazı imkânların tanınmasını sağlamaya yönelik. Bu
Kadın Mühendisler Derneği Kutlama
Töreni-Kasım 2010. Genel Başkan Sıdıka
Demir ve Başkan Yardımcısı Semahat
Demir, tören için özel diktirdikleri
bindallı kıyafetleriyle.
76 B+ KIŞ
doğrultuda Amerikan hükümetini eğitici çalışmalar gerçekleştiriyoruz.
İki sene boyunca çeşitli brifingler verdim hükümet birimlerine. Kızların
mühendislik okumaları, onlara burslar sunulması için çalışmalarımız var.
Evet, Washington’daki bir Türk-Amerikan televizyonunda görev yapıyorum. Çeşitli uzmanları stüdyoda konuk ediyorum, tıp üzerine, tedaviler üzerine sohbet ediyoruz. Onun dışında uzun bir süre Türk-Amerikan derneklerinin mütevelli heyetlerinde bulundum. Washington’da çeşitli gruplarımız
var. Örneğin Türk halk müziği korosunda da şarkı söylüyorum. Ekim ayının
başında Türk Festivali yapılır, onun da iki sene öncesine kadar sahne sunucusuydum. Tüm bilimsel çalışmaların, seminerlerin yanında insanlarla birlikte olmak, onlarla bir şeyler ortaya koyabilmek, çalışabilmek çok önemli.
Farklı aktivitelere zaman ayırmaya özen gösteriyorum. Bilimde hızlı çözüm
için “parallel computing” diye bir sistem vardır. Farklı bilgisayarlarla elde
edilmiş sonuçlar sonra birleştirilir. Ben de paralel çalışarak, çoğu işi birlikte
yürütmeye gayret ediyorum. Bunun için de hem arzulu olmak hem de programlı çalışmak gerekiyor. B+
Sıdıka Demir, Kadın Mühendisler Derneği’nin 50. Yılında
“Yılın Genç Mühendisi” ödülünü alırken.
Amerika’da mühendislik okuyan kız öğrencilerin oranı yüzde 19 fakat sektörde çalışanlar yüzde 9. Eğittiğinizin yarısını kaybediyorsunuz. Firmaları
da eğitiyoruz bu nedenle. Kadınların bu sektörde yükselebilmeleri, “ceo”
olabilmeleri için hem firmalara, hem öğrencilere seminerler veriyoruz. Sadece erkeklerin yükselebildiği bir sektör kadınlar için cazip olmaz tabii ki.
Ulusal Bilim Vakfı ve Kadın Mühendisler Derneği’nin
çalışmalarının ne kadarı hükümetle birlikte gerçekleştiriliyor?
Böyle çalışmalarda paydaşların olması çok önemli. Biz başka sivil toplum kuruluşlarıyla da çalışıyoruz, hükümetle de. Benim Kadın Mühendisler
Derneği’ndeki sorumluluğum, Amerikan Kongresi’ni eğitmek, Kongre’ye
veriler sunmak, sorunları ortaya koymak.
Sıdıka da aslında bu röportajda olmak isterdi fakat Michelle Obama’yla birlikte yeni bir program açılışına katılması gerekiyordu. “Work-Life Balance” (İş-Hayat Dengesi) konulu bir program. Bilim insanlarının, iş yaşantıları,
aile yaşantıları ve kendi benlikleriyle bir balans içinde olmalarını, iş yaşantılarının, çocuklarına, büyüklerine bakabilmesine imkân tanımasını amaçlıyor.
“Tele-work” yani uzaktan iş yapabilme, programın önemli ayaklarından biri.
Hem trafikte saatler geçirmek zorunda kalınmayacak, hem çevreye daha
az zararlı gaz salınımı olacak. Kadınlar için oldukça önemli bu. Doğum izni
gibi konular da keza öyle. Kadın Mühendisler Derneği’nin başkanı olarak
da Sıdıka bunların önemini vurgulamak için oradaydı.
Zamanınızın büyük çoğunluğu Amerika’da görev aldığınız
bu derneklerde geçiyor. Türkiye’ye ne sıklıkta geliyorsunuz?
Türk olduğum için burası benim yerim. İstanbul, Beşiktaş… Buraya aidim.
Ben burada eğitim gördüm, burada yetiştim ve buraya çok hizmetlerde
bulunmak istiyorum. 2-3 ayda bir Türkiye’ye geliyorum. Benimle birlikte
Amerika’ya öğrenciler götürüyorum, master, doktora yapmak üzere. Ayrıca
Atılım Üniversitesi’nin mütevelli heyetindeydim, Kültür Üniversitesi’nin hem
rektörüne hem de mütevelli heyeti başkanına baş danışmanlık yapıyorum.
Prof. Dr. Halit Demir, çocukları Semahat Demir, Sıdıka Demir ve
Asım Demir’le Etiler Profesörler Sitesi’ndeki salonlarında.
misafir hocalık yaptım. Kültür Üniversitesi’nde hâlâ yapmaktayım.
Etiler’de oturuyorsunuz, eğitiminizin
büyük bölümü de Beşiktaş’ta geçmiş…
Sizin için ne ifade ediyor Beşiktaş?
Siz “En Başarılı Bilim Kadını” gibi birçok ödüle de layık
görülmüşsünüz, onlardan biraz bahsedebilir misiniz?
Ailem ben 2 yaşındayken Etiler’e taşınmış. O zamandan beri de
2002 yılında Üniversiteler Birliği tarafından verilmişti “En Başarılı Bilim Ka-
burada doğdu. Bu sitenin ilk çocuğudur. Bütün hocalar, sitenin es-
Boğaziçi Üniversitesi’nde, Işık Üniversitesi’nde, Yeditepe Üniversitesi’nde
dını” ödülü. En çok söz edilen o ödül oldu. Kadın Mühendisler Derneği’nin
verdiği “Genç Mühendis Ödülü” var sonra; 2005’te ise “Yükselen Lider”
(Emerging Leader in Academia) ödülüne layık görüldüm.
Sizin derneklerdeki çalışmalarınızın, akademik kimliğinizin
dışında, “program sunuculuğu” gibi çok çeşitli
uğraşlarınız da var…
Etiler’de oturuyoruz. Profesörler Sitesi’nde... Kız kardeşim Sıdıka,
kileri tanır Sıdıka’yı. Biz hep bu dışarıdaki alanlarda oynardık çocukken. Hasan Ali Yücel İlkokulu’nda okuduk. Yürüyerek gider gelirdik
okula. O zaman yollar bir çocuğun yürümesi için çok rahattı. Trafik
şimdiki gibi yoğun değildi tabii ki. Liseyi okuduğum Robert Kolej de
Ulus’tan Arnavutköy’e uzanan arazisiyle evimize çok yakındı. Çok
değişik bir havası vardı buraların benim çocukluk yıllarımda.
B+ kış 77
Sergi
Dayanışmanın adresi:
“Ortaköy Sanat Galerisi”
Yazı: AYBÜKE SAKAOĞLU Fotoğraf: ALAATTİN TİMUR
Ortaköy Sanat Galerisi’nde düzenlenen
“Arada Bir Bir Arada” sergisi,
Ortaköylü yirmi iki sanatçının katılımıyla gerçekleşti.
O
rtaköy Sanat Galerisi 1 Kasım’da açılışı gerçekleşen
çılar, birlikteliklerinin devam edeceğini belirterek, aynı zamanda Ortaköy’de
“Arada Bir Bir Arada” sergisiyle Ortaköylü 22 sanatçı-
yaşamanın bir ayrıcalık olduğunun da mesajını veriyordu. Toplamda 50
eserin olduğu sergi 26 Kasım’a kadar Beşiktaş kentlilerini ağırladı. B+
nın eserlerine ev sahipliği yaptı. Serginin isim hikâyesi
ise bir hayli ilginç. Ortaköylü sanatçı Çiler Belen’in düşündüğü “Arada Bir Bir Arada” ismi, sergiye katılan
bütün sanatçılar ve ziyaretçiler tarafından çok beğe-
nilmiş. Önceleri toplu bir sergi gerçekleştirilme projesinin zor olacağı düşünülüyormuş. Ama isminden de anlaşılacağı üzere arada bir de olsa yapılabileceğinin gösterilmesi açısından sergi, ayrı bir yere sahip.
Beşiktaş Belediyesi’nin desteğiyle gerçekleşen bu sergide, Ortaköylü birçok sanatçı eserlerini bir arada sergilemenin mutluluğunu yaşadı. Sergide
eserleri bulunan Ortaköylü sanatçılar: Can Aytekin, Bedri Baykam, Melis
Bilgin, Selçuk Erdoğan, Sabrina Fresko, Genco Gülan, Selahattin Kara,
İrfan Önürmen, Güneş Özmen, Kerem Can Özmen, Canan Ünal, Nalan
Ünal, Melih Özuysal, Saldıran Özmen, Ekrem Özen, Memduh Kuzay, Gül
Ilgaz, Gündüz Gölönü, Filiz Ersönmezoğlu, Fethi Develioğlu, Çiler Belen
ve Emel Başarık.
Sergi, resimden heykele, karikatüre birçok farklı sanat dalından örnekler
içermesinin yanında bir mahalleli dayanışmasını yansıtıyor. Ortaköylü sanat-
78 B+ KIŞ
“Arada Bir Bir Arada”
sergisiyle Ortaköylü
22 sanatçı
bir araya geldi.
B+ KIŞ 79
Çiler Belen
Sekiz senedir Ortaköy'de yaşıyorum, evim ve atölyem burada. Bu
sergide yer alan “İstan-bul-maca” adlı kolaj çalışmam, “Taş” başlıklı serinin bir parçası. Ortaköy'de yaşayan ulaşamadığımız sanatçılar olduğunu düşünüyoruz. Ortaköy Sanat Galerisi’nin sürekli yeni
sergilerin açıldığı, Ortaköylünün de katıldığı sohbetlerin yapıldığı, çocuklara eğitim verebileceğimiz aktif bir mekân olması için Gül, Melih ve Ekrem'le birlikte projeler ürettik. Beşiktaş Belediyesi’nin desteğiyle bu projeleri hayata geçirmek istiyoruz. Sergi organizasyonunu Can Aytekin'le birlikte yaptık, projeyle ilgili konuşmalarımız sırasında bizi buluşturan, bir arada olmamızı sağlayan bu mekân üzerinde yoğunlaştık. Buradan yola çıkarak Can afişte galeri planını kullandı, ben de “Arada Bir Bir Arada” ismini önerdim. Sanatın zekâ açıcı,
soru soran, düşündüren, eğlenceli yanını keşfetmek için herkesi sergimize bekliyoruz.
Gül Ilgaz
Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü mezunuyum. Daha sonra fotoğraf, video, enstalasyon gibi farklı sanat dallarıyla uğraştım, çeşitli sergiler düzenledim. Burada on bir yıldır oturuyorum ve atölyem yedi yıldır Ortaköy'de. Bu ortak sergiyi Çiler Belen, Ekrem Özen, Melih Özuysal
ve diğer Ortaköylü arkadaşlarımızla birlikte düzenledik. Bu sanat galerisini daha canlı kılmak adına bizim de bir katkımız olsun istedik. Bu sergilerin devamını getirmek istiyoruz. Ben burada, sokakta gördüğüm, aşina olduğum insanların bu sergide sanatçı olduğunu öğreniyorum, tanışıyoruz ve
birbirimizin atölyelerini ziyaret edip fikir alışverişinde bulunuyoruz. Bu sergi aynı zamanda sinerji oluşturması açısından önemli bir etkinlik bence.
Çok önemli sanatçıların oturduğu bir mahallede yaşıyoruz. Ortaköy Kültür
Merkezi’ndeki sergileri, tiyatroları da takip ediyorum; çocuklar için de çok
önemli bu etkinlikler.
İrfan Önürmen
Ben ressamım ama son zamanlarda heykel çalışmalarına ağırlık verdim.
Farklı malzemeleri kullanmayı çok seviyorum; tül ve gazete çalışmalarım var. Ortak sergi fikri Çiler Hanım'a aitti. Güzel bir de galerimiz var ve
Ortaköy’de de birçok sanatçının yaşadığını biliyorduk. Biraraya gelelim, bir sergi açalım dedik. Bütün sanatçılar da bu sergiye katılmayı seve
seve kabul ettiler. Buradaki sanatçılardan Gül Ilgaz ve Çiler Belen ile ortak sergilerimiz oldu. Aslında ben Arnavutköylüyüm ama üç yıldır atölyem
Ortaköy'de. Daha önce sanatçısı olduğum galeri de yaklaşık on iki yıldır
Ortaköy'deydi. Benim Arnavutköy'de ve Saray Mahallesi'nde de atölyelerim var ama mahalle kültürünü ne yazık ki yaşayamıyoruz. Ben Ortaköy Sanat Galerisi’ndeki sergileri sürekli takip ediyorum ve bu galerinin burada yaşamasını istiyorum. Bu galeri, Ortaköy'ün kalbi.
Ekrem Özen
1980 yılından beri Ortaköy’de yaşıyorum, atölyem de burada. Ben
bu mekânda da çok sergi açtım. Ortaköylü sanatçılarla daha önce
de bu sanat galerisinde sergi düzenledik. Biz istiyoruz ki, bizim
“köy”ümüzde güzel sergiler olsun, burası hep açık kalsın, sürekli etkinlikler olsun ve halk bu sanat etkinliklerinden yararlansın. İnsanlar yan yana dursun, sanatın içinde olsun. Biz onun için bu sergileri
düzenliyoruz. Beşiktaş’ın birçok kültürel mekânı var. Buralardan da
faydalanmalı, en iyi şekilde değerlendirmeliyiz.
80 B+ KIŞ
Melis Bilgin
İki yılı aşkın süredir Ortaköy’de yaşıyorum. Evimi atölye olarak kullanıyorum. Mahallemizde Ortaköy Sanat Galerisi gibi güzel bir buluşma mekânı var. Burası daha verimli olarak nasıl değerlendirilir; burada sanatçılar için atölyeler yapılabilir mi; Beşiktaş’taki çok sayıda üniversitenin güzel sanatlar fakülteleriyle, kulüpleriyle çalışmak mümkün müdür; bu mekândan bu civarda yaşayan ve çalışan sanatçılar
olarak ne şekilde faydalanabiliriz, gibi soruların üzerine giderek bu
sergiyi açtık. Bir şekilde bir birliktelik gerçekleştirildi. Güzel olan şey
şu ki, böyle güzel bir mekân var ve değerlendirmeye çok elverişli.
Umarım bu birliktelik farklı alanlara da taşınır.
Fethi Develioğlu
Karikatüristim. Yurt içi ve yurt dışında birçok sergiye katıldım. Otuz bir adet
ödül kazandım ve sekiz kitabım yayınlandı. Akbaba dergisinde de karikatüristlik yaptım. Türk karikatüründe 40. senem dolacak. 26 yıldır Ortaköy
sahilinde sokak ressamlığı yapıyorum. Bu benim ilk toplu sergim ama daha
önce kişisel sergim oldu. 3D olarak Ortaköy evlerini çizdim. Bu sergi fikri bana aniden geldi, Çiler Hanım teklif etti. Serginin ismi de bence harika.
Ortaköylüler olarak bir aradayız ve bu durum mahalle kültürü açısından çok
önemli sonuçlar doğurur. İnsanlar sergimizi gezer, bir şeyler öğrenir ve sanatımızı paylaşır. Ortaköy Sanat Galerisi çok güzel bir yer, bir merkez. Herkes buradan faydalanmalı.
Canan Ünal
Ben Kabataş Erkek Lisesi resim öğretmeniyim. On iki yıldır
Ortaköy'de yaşıyorum ve on yıldır atölyem de burada. Resimlerimde
yağlıboya çalışıyorum. Uzun yıllardır Ortaköy'deki sanatçı arkadaşlar
ile bir aradayız. Derneğimizden böyle güzel bir sergi teklifi geldi ve
Beşiktaş Belediyesi de bu sergiye destek verdi. Serginin ismi çok
anlamlı, uzun yıllardır bir araya gelmiyorduk. Ortaköy sanat değeri
yüksek sanatçıları barındırıyor, dolayısıyla çok güzel bir sergi oldu.
Ayrıca böyle bir sergide yeni sanatçılar tanıyorsunuz, arkadaşlarınızı destekliyorsunuz; birlikte sanat için neler yapılabileceğini görüyorsunuz. Sanatçılar arasından hiç tanımadığımız insanlarla sanat tarihini konuşuyoruz. Onların tecrübelerinden de faydalanıyoruz. Sanat
bir paylaşım ve gelecek için de biz bu paylaşımı sürdürmek istiyoruz.
Birçok sergi haberini B+ dergisinden öğreniyoruz; hepsine gidemesek de dergide gördüğümüz fotoğraflarla o sergiyi yaşıyoruz.
Melih Özuysal
Yirmi altı yıldır, neredeyse bir ömür Ortaköy’deyim. Teknik olarak yağlıboya çalışıyorum ama biçim olarak değişiklik olabiliyor. Her defasında kendim için yeni bir şeyin peşine düşüyorum. İnsanın kendi içinde merak ettiği
o kadar çok şey var ki bunları bir ömre sığdırmak imkânsız. Buradaki sanatçıların bazılarıyla ortak sergiler açtım ama bu kadar çok ressamla bir sergi ilk
defa gerçekleştirdik. Ortaköy'ün en hareketli yerinde yirmi iki sanatçının açtığı bu sergi, buranın ayakta durmasını ve daha çok ziyaretçi tarafından ziyaret edilmesini sağlayacak. Bu galerinin bir süre boş kaldığı zamanlar oldu,
çok üzücüydü. Bu ortak sergi ile her şey yerine geldi. Serginin isminde de
bir ironi var, sık sık bir araya gelemiyoruz; ‘arada bir’ tanımı doğru bir tanım.
Gerçekten arada bir, bir arada olsak bile çok güzel olur.
B+ KIŞ 81
Kitap
Mıntzuri’nin kaleminden
1900’lerin başında
Beşiktaş
Yazı: B+ Fotoğraf: ARŞİV
Geçen sayımızda B+ sayfalarında yer vermeye başladığımız “Kitap” köşemize,
bu sayımızda, Hagop Mıntzuri’nin Beşiktaş, Ortaköy ve Rumelihisarı’nı anlattığı
“İstanbul Anıları” isimli eseriyle devam ediyoruz.
1897 – 1940 yılları arasında İstanbul’da yaşayan Hagop Mıntzuri’nin,
kendi yaşam felsefesine uygun tarzda, çocukluk ve gençlik anılarını belgesel kesitler halinde yayınlandı.
“İstanbul Anıları” adlı
eseri Tarih Vakfı Yurt
yayınları
tarafından
1993’te
okuyucuya
sunuldu. 1998 yılının
Temmuz ayında kitabın 3. baskısı çıktı. Kitapta Beşiktaş, Ortaköy, Rumelihisarı’nı ve
kendi köyünü ayrıntılarıyla anlattı. Mıntzuri, diğer yazarların anlatımından farklı olarak, kentli aydın havasına kapılmadan anılarında büyük insanlardan
bahsetmek yerine; süpürgeci, fırıncı, hamurkâr ve köylüleri öne çıkardı.
Yani başkalarının önemsemediği hayatları ele aldı.
Kitabın çevirisini yapan Silva Kuyumcuyan ve notlarla basıma hazırlayan
Necdet Sakaoğlu “İstanbul Anılarını” sunarken Mıntzuri’yi şu sözlerle tanımlıyor: “Okuyacağınız anıların yazarı, bir Anadolu insanı, İstanbul gurbetçisiydi. Yüzyıla yaklaşan ömrünün ilk çeyreğinde yaşadıklarını özlemle anarak İstanbul’daki yalnızlığında avuntu buldu. Gözlemlerini, duyumsamalarını mütemadiyen yazdı. Fakat yazar kimliğiyle ortaya çıkmaktan
kaçındı. Öykülerinin bir azınlık cemaati arasında okunmasını yeterli gördü.
Türkçe’ye çevrilen anılarının ölümünden on beş yıl sonra yayınlanması, bir
bakıma Mıntzuri’nin Türkiye’de ilk kez ortaya çıkışıdır.”
Mıntzuri üslubu nedeniyle Ermeniler tarafından Sait Faik’e benzetilmekteydi. Ortaköy ve Beşiktaş sokaklarında gözlemlediklerini yalın bir dille
yazan Mıntzuri yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor: “Beşiktaş’ın en ucundaki semt, Paşa Mahallesi’ydi. Oradan Ortaköy’e giderdim. Rum evleriyle dolu bir semtti. Büyük bölümü, düzensiz, eğri büğrü bir yokuşun üstündeydi. Aşağıda düz yolun üstünde bir kiliseleri vardı. Kilise, evlerden daha
82 B+ KIŞ
eskiydi. Belki, Konstantinopolis’ten kalmaydı, kim bilir? Tarihçi değilim ki
ben bileyim. Ermeni evi yoktu bu semtte, Türk evi de… Veya ben görmemiştim. Fakat bulunmadığını sanmıyorum. Tek Yahudi evi vardı; diğerleri
gibi iki katlı, ahşap, eski. Önü yalaklı bir çeşmenin yanındaydı. Sular yalaktan sürekli taşardı. Atları getirir suvarırlardı.”
Kitapta Beşiktaş’ın ve Ortaköy’ün dar sokaklarında, yokuşlarında gizlenen günlük yaşam ve para kazanma mücadelesi anlatıldı. Bir bakıma o
zamanın yaşamları, İstanbul sokaklarının karmaşası Mıntzuri’nin anılarına
yansımıştı. B+
Kimdir?
1886’da Erzincan’ın Küçük Armıdan köyünde doğdu. Öğrenimine köyünün ilkokulunda
başladı. 1897’de İstanbul’a geldi, aile büyüklerinin işlettiği fırında çıraklık yaptı. Ortaköy’deki
özel bir Fransız okulunda bir yıl,
Galata’daki Getronagan Ermeni İlkokulu’nda iki yıl okuyup mezun oldu. Ortaöğrenimini Robert Kolej’de sürdürdü. Fransız
ve Rus edebiyatçılarının eserlerini yutarcasına okudu.1905’te
Kolej’in freshmen sınıfından
sonra okuldan ayrıldı.
İlk kez bir öyküsü Hars u Gesur [Gelin ve Kaynana]) 1906’da Ermenice basında yer aldı. 1907’de köyüne döndü ve öğretmenlik
yapmaya başladı. Evlendi ve dört çocuğu oldu. Bademcik ameliyatı olmak için 1914’de İstanbul’a geldi. Üsküdar’da fırıncılık yaparken savaş nedeniyle ekmekçi askeri olarak askere alındı. Köyden
tehcir edilen dedesi, annesi, karısı ve dört çocuğundan bir daha haber alamadı. Ömür boyu İstanbul’da kaldı. İkinci kez evlendi, üç çocuğu oldu. Yemcilik, kömürcülük, fırıncılık, kâtiplik gibi çeşitli işler
yaptı. Edebiyatla ilgisini hiç kesmedi, ne bulduysa okudu ve sürekli yazdı. Ermenice dergi ve gazetelerde öyküleri yayınlandı. 1978’de
İstanbul’da hayatını kaybetti ve Şişli Ermeni Mezarlığı’na gömüldü.
Hagop Mıntzuri-İstanbul Anıları 1897-1940
Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Basından
Pazar Postası 02.10.2011
B+’ nın
“Bella”
söyleşisi
büyük yankı
uyandırdı...
Bir önceki sayımızda gerçekleştirdiğimiz
Bella Eskenazi söyleşisi oldukça ilgi çekerek
birçok gazete ve televizyon programında
ele alındı.
Usta tiyatrocular Yıldırım Yanılmaz ve Altan Akışık’ın bir belgesel projesi için Bella Eskenazi’nin kapısını çalmasıyla başlamıştı her şey. B+ olarak
biz de Orhan Veli’nin ilham perisi “Bella” ile 14. sayımızda bir söyleşi gerçekleştirmiş, Bella Eskenazi’nin bizlerle paylaştığı en özel anılarını sizlere aktarmıştık. Orhan Veli’nin Bella’ya açılamaması, yaşanamamış bir aşk
ve belirsizlikler... Söyleşiyle birlikte, Sabahattin Ali’nin kaçış hikâyesine,
Bedri Rahmi’nin Karadut’u için yazdığı şiire ve en önemlisi Orhan Veli’nin
Bella’ya yazdığı şiirlerin öyküsüne sayfalarımızda yer vermiştik.
Pazar Postası 02.10.2011
Milliyet Gazetesi 09.10.2011
han Veli’nin sevgilisi kim? Hasan Pulur, “Bella idi” diyor, Mehmet Barlas
“Hayır, Nahid Hanım’dı” diyor. O yazdı, o yazdı, o yazdı. Bunlar bunu yazışırken bu dergi bir aydır neredeyse dağıtımdaydı, B+ dergisinin 14. sayısında 20. sayfayı açınız; “Orhan Veli’nin İlham Perisi: Bella” başlıklı bir
söyleşi var bu dergide. Bella hayatta; bulmuşlar, konuşmuşlar ve bakın
neler diyor….” sözleriyle B+’nın söyleşisini tekrar gündeme taşımıştı. Sunay Akın’ın Hıncal Uluç’a eşlik ederek Orhan Veli’nin şiirlerini okuduğu bu
program gibi, çoğu gündelik gazetede yayınlanan röportaj ve makalelerle
bir nebze de olsa “gündem”i meşgul eden sorunlardan kurtulup, edebiyat
dünyasını “keşfe çıkartmaya” vesile oldu . B+
Orhan Veli, kendini anlattığı “Ben Orhan Veli” adlı şiirinin son dizesinde
“Bir sevgilim vardır pek muteber, ismini söyleyemem, edebiyat tarihçisi
bulsun.” demişti. Bugünlerde Bella Eskenazi için yazılan köşe yazıları, yapılan söyleşiler ve haberler Orhan Veli’nin dileğinin izinden gidiyor.
B+’nın Bella Eskenazi ile yaptığı söyleşiden sonra Posta, Zaman, Milliyet ve Sabah gazetelerinde “Orhan Veli’nin sevgilisi kim?” sorusuna cevap arayan makalelere yer verildi. 21 Ekim 2011’de Sky Türk’de yayınlanan Hıncal Uluç, Nebil Özgentürk ve Sunay Akın’ın sunduğu, “Yaşamdan
Dakikalar” adlı programda ise Hıncal Uluç, “Ekim ayı başında Hasan Pulur üstadımızla, Mehmet Barlas üstadımız çok hoş bir polemiğe girdi: Or-
B+ KIŞ 83
Haberler
“Tohumdan Sofraya”
eğitimi
Beşiktaş Belediyesi, ÇEKÜL Vakfı ve Slow Food-Yağmur Böreği Birliği
işbirliğiyle düzenlenen “Tohumdan Sofraya” programıyla çocuklar ve ailelerinin sağlıklı beslenme konusunda bilinçlenmeleri hedefleniyor.
ma ve yerel yemek geleneklerinin kaybolmasına karşı bir tepki ve bilinçlendirme hareketi olarak doğan Slow Food İtalya’nın Türkiye’de onayladığı ilk eğitim programı olma özelliğini taşıyor.
Beşiktaş Belediyesi, Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı (ÇEKÜL) ile Slow Food-Yağmur Böreği Birliği işbirliğinde düzenlenen
“Tohumdan Sofraya” isimli eğitim ve çalışma programı 12 Ekim 2011 tarihinde Beşiktaş’taki Lütfü Banat İlköğretim Okulu’nda başladı.
Hem çocuklar, hem de anne-babalar bilgileniyor
Çocukların evde ve dışarıda daha fazla sebze ve meyve tüketmelerini hedefleyen program aynı zamanda, onları sağlıklı beslenmek için
ne yemeleri gerektiği konusunda bilgilendirirken, bilinçli tüketim
ve yerel üretimin önemine dikkat çekiyor. Program kapsamında çocuklar teorik bilgi almalarının yanı sıra aşçılarla birlikte yemek yapma ve yaptıklarını tatma
şansını yakalıyor.
Eğitim programının ikinci ayağı Nimetullah Mahruki İlköğretim Okulu olacak. 9 Ocak 2012
tarihinde başlayacak olan program eğitim yılı sonuna kadar devam edecek. “Tohumdan Sofraya” programı, 1989’da, hızlı yaşa-
84 B+ KIŞ
“Tohumdan Sofraya” programına çocukların yanında ebeveynleri de katılabiliyor. Gıdaların, tohumdan başlayıp soframıza gelene kadar geçirdiği süreç, meyve ve sebzelerin nasıl yetiştirildiği, alışveriş yaparken ve yemekler hazırlanırken nelere dikkat edilmesi gerektiği gibi konulara yer veren eğitim çalışması, farklı oyunlar ve görsel anlatımlarla renklendiriliyor.
Çocuklar, “Tohumdan Sofraya” eğitim programı kapsamında hafta içi teorik bilgi alıyor, hafta sonu ise aşçı abla ve ağabeyleri eşliğinde yemek yaparak,
öğrendiklerini tatma şansını yakalıyorlar. Hafta sonu gerçekleşen “tadım ve duyu atölyeleri”
çocukları yedikleri gıdaların tatları konusunda bilinçlendiriyor,
meyve ve sebzelerin unuttuğumuz o eski doğal tatlarını çocuklara tanıştırıyor. Program, eğitim
alan tüm çocukların, ailelerinin ve
mahallenin de katıldığı bir şenlikle sonlanacak.
Çiçekler sanatla birleşti
Yumiko Oruc’un geleneksel Japon sanatlarından biri olan İkebana’yla
rengârenk çiçekleri sanatla bütünleştirdiği “İkebana ve Resim Sergisi” 2330 Ekim 2011 tarihleri arasında Beşiktaş Belediyesi Sergi Salonu’ndaydı…
İkenobo’nun bir kolu olan İkebana, bir tür canlı çiçekleri düzenleme sanatı...
Yüzyıllar içinde geleneklerin ve yaşanılan çevrenin değişmesiyle İkenobo’nun
İkebana stilinde de değişimler gerçekleşti ama üç büyük tarz olan “rikka”,
“shoka” ve özellikle “modern serbest tarz” günümüze kadar geldi.
İkebana sanatçıları çiçekleri doğal ortamlarından alıyor ve onlardan yeni bir
çevre içinde yeni bir güzellik yaratıyor; dallar, yapraklar ve çiçeklerle yeni
bir şekil oluşturuyor. İkebana, bu sanatla ilgilenenler için güzelliğin kendi
ruhlarında oluşturduğu duyguların dışa vurumu...
İkebana sanatçısı Yumiko Oruc turist olarak geldiği Türkiye’de 15 yıldır yaşıyor. Oruc ayrıca, Türk - Japon Kadınları Dostluk ve Kültür Derneği’nde
İkebana kursu veriyor.
Tiyatro Mat
yeni sezonu açtı
Mayıs 2009’da, Bihter Altay tarafından geliştirilen tiyatro eğitim projesinin ardından, Temmuz 2009’da bir tiyatro grubuna dönüşen ve sahnelere merhaba diyen Tiyatro Mat, 2011-2012 sezonuna iki oyunla hazırlanıyor. Artık kendi metinlerini yazan, tasarımlarıyla şaşırtmayı hedefleyen, farklı akımları ve farklı oyunculuk tarzlarını araştıran dinamik bir ekip olan Tiyatro Mat oyuncularının amacı, izleyenlerin farkındalığını arttırmak ve bir an bile olsa kendileriyle özdeşleştirmek.
Tiyatro Mat Ocak ayında iki oyununu izleyicilerle buluşturmaya devam ediyor.
Dandi ile Fondi: Kasım ve Aralık ayları boyunca, Ortaköy Kültür Merkezi Afife Jale Sahnesi’nde oynanan Dandi ile Fondi, hayal kurmak ve oyun oynamak
kavramları ışığında; sorgulayan, yeniliklere açık olan, kendi fikir ve hislerine güvenen çocuklar için, müzikli, eğlenceli, hoplamalı zıplamalı ve bol kahkahalı bir
çocuk oyunu.
Cinayet Mahalli: Aralık ayında sahnelenmeye başlanan psikolojik-gerilim türündeki oyun, bir cinayetin işlendiği evde bir araya gelen maktulün yakınlarını ve aralarındaki şiddet dozu yüksek hesaplaşmaları konu alıyor. Cinayet Mahalli 13 Ocak
ve 26 Ocak tarihlerinde Ortaköy Kültür Merkezi Afife Jale Sahnesi’nde izlenebilir.
B+ KIŞ 85
Haberler
“Zübük” oyunu
Ankara Sanat Tiyatrosu’nun gösterime koyduğu Aziz Nesin’in ünlü romanı
“Zübük”, Ortaköy Afife Jale Tiyatrosu’nda 21 Ekim’de Beşiktaş kentlisiyle buluştu. Aziz Nesin’in 1961 yıllında yazmış olduğu eser politik kültürümüzün acı gerçeğini bize bir kere daha hatırlattı. Aziz Nesin’in Zübük karakteriyle ortaya koyduğu, politik yozlaşmışlığın işlendiği oyunda, tiyatro oyuncularının seslendirdiği “Biz hepimiz zübüğüz” parçası, seyirciye kendisinin
de bu politik kültürün bir parçası olduğunu vurguluyor.
AST oyuncularının “Zübüklerin iktidarından kurtulmanın tek yolu var; kendi zübüklüklerimizden kurtulmak. Bu yüzden bu romanı sahneye taşımak
AST için tarihsel bir sorumluluktur” denilerek sahneye koyduğu oyun oldukça ilgi uyandırdı.
Ortaköy Kültür Merkezi Afife Jale Tiyatrosu’ndaki gösterimde, oyunun
sergilenmesine büyük katkılarda bulunan Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal ve ünlü tiyatrocu Rutkay Aziz oyunu izlemeye gelenleri kapıda
karşıladı.
86 B+ KIŞ
AST’ın 48. yılında toplumsal duyarlılığı artırmayı amaçlayan bir oyunla karşımıza çıkan
oyuncular, zübüklüğü “Başta
inanç olmak üzere, toplumdaki tüm iyi duyguları, umutları, çaresizliği, eğitimsizliği paraya, çıkara, iktidara tahvil etme, sonuna kadar sömürme sanatı” olarak tanımlıyor.
Zübük oyunu ile sosyal bir sorumluluğu yerine getirmenin
sevincini yaşayan Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncuları yapacakları Anadolu turnesiyle Türkiye’nin dört bir yanında
“Zübüklere karşı içinizdeki zübüğü öldürün” çağrısı yapacak.
Beşiktaşlılar meme kanseri ile
mücadele için yürüdü
Avon’la Sağlığa Yolculuk Projesi, geleneksel Meme Kanseri ile Mücadele Yürüyüşü 9
Ekim 2011 Pazar günü Ortaköy – Beşiktaş
güzergâhında gerçekleştirildi.
Beşiktaş Belediyesi ve Avon Kozmetik’in katkılarıyla gerçekleştirilen ve sağlık alanında yürütülen
en uzun soluklu sosyal sorumluluk projelerinden
biri olan AVON’la Sağlığa Yolculuk Projesi kapsamında düzenlenen yürüyüş binlerce katılımcıyı
meme kanseri ile mücadele için buluşturdu.
Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal ve eşi
Şefika Ünal’ın da katıldığı, bu yıl altıncısı düzenlenen yürüyüşün ertesinde Nükhet Duru Beşiktaş
Barbaros Meydanı’nda verdiği konserle etkinliğe renk kattı. Beşiktaş Belediyesi, meme kanseri ile mücadelesine Akatlar Kültür Merkezi’nde
12 Ekim Çarşamba günü Genel Cerrahi Uzmanı
Op. Dr. Hamdi Koçer’in verdiği “Meme Kanseri
Hakkında Doğru Bilinen Yanlışlar” konferansıyla devam etti.
Behruz Çinici’yi
kaybettik
Ulus’a kazandırdığı yeni çehreyle Beşiktaş kentlisi tarafından da yakından
tanınan usta mimar Behruz Çinici 19 Ekim 2011 tarihinde hayatını kaybetti.
Dergimizin 3. sayısındaki söyleşimizde usta mimarla Ulus’ta yapmış olduğu
binalar üzerine konuşmuştuk. B+ Dergisi olarak Behruz Çinici’nin ailesine
ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz.
Behruz Çinici, 1932 yılında İstanbul’da doğdu. 1954 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldu. 1954-1961 yılları arasında aynı fakültenin şehircilik kürsüsünde asistan ve İTÜ Maçka Teknik
Okulları’nda öğretim görevlisi olarak çalıştı. Bir çok uluslararası mimari proje yarışmasını kazanan Çinici, 1955’de “Erzurum Atatürk Üniversitesi Kampusu Uluslararası Mimari Proje Yarışması” birincilik ödülü ve 1956’da “Yıldırım Beyazıt (Anafartalar) Çarşısı Kampüs Planlaması Proje Yarışması” birincilik ödülü gibi çok sayıda ödüle sahiptir. 1961 yılında “ODTÜ Mimari Proje
Yarışması” birincilik ödülünü Altuğ Çinici ile birlikte kazanması, mesleki hayatının dönüm noktası oldu. Ardından 1962’de atölyesini Ankara’ya taşıdı.
Bu tarihten sonra 1980’e kadar ağırlıklı olarak yapı alanı 500 bin m2’yi bulan ODTÜ Kampüsü yapılarını gerçekleştirdi. 1970’lerden itibaren “TBMM
Atatürk Anıtı Mimari Proje Yarışması” gibi birçok projede asli ve danışman
jüri üyeliği yaptı. 1986’da “T.C. İş Bankası Kent ve Mimarlık Ödülü”nü ve
1984’de “Sedat Simavi Vakfı Ödülleri”ni kazandı. 1995’de TBMM Camii
Kompleksi için yaptığı projeyle “Ağa Han Mimarlık Ödülü”nü ve 2004’de
“Ulusal Mimarlık Ödülleri Büyük Ödülü”nü kazandı. 1972- 1974 yılları ara-
sında Turizm Bakanlığı danışmanlığında bulunan Çinici, bu dönem içinde “halkla ilişkiler binası”, “milletvekilleri sitesi”, “TBMM camisi ve kitaplık
kompleksi” projelerinin başında bulundu. Daha sonra T.C. Başbakanlık Şehircilik ve Mimarlık Başdanışmanlığı görevine atandı. Devlet tarafından fahri büyükelçi ünvanı verilen Çinici, ülke içinde ve dışında pek çok mimari projeye ve restorasyona imza attı. Usta mimar, akademik ve mesleki hayatı boyunca çizdiği projeler ve kazandığı ödüllerle Türkiye’nin en tanınmış mimarlarından biri oldu.
B+ KIŞ 87
Haberler
Atamızı sevgiyle
anıyoruz!
10 Kasım 2011 Atatürk’ü Anma Günü; yani Atatürk’ü sonsuzluğa uğurlayışımızın 73. yılı. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, Beşiktaş Meydanı’nda gerçekleştirilen törenle anıldı. Törene Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal
ve birçok Beşiktaş kentlisi katıldı. 10 Kasım’ı bir yas günü değil, Atatürk’ü
yaşatma günü olarak gören Beşiktaş Belediyesi, bu tarihte Murat Beyaz İlköğretim Okulu’nda Atatürk büstünün açılışını da gerçekleştirdi.
İsmail Ünal’ın büstün açılışını gerçekleştirdiği törende, Murat Beyaz İlköğretim Okulu öğrencileri, öğretmenleri ve veliler Mustafa Kemal’in izinden ayrılmayacaklarının mesajını verdiler. 10 Kasım törenleri dışında, ayrıca Beşiktaş Belediyesi Akatlar Kültür Merkezi’nde çocuklara ve yetişkinlere “Bir Bilim Savaşçısı: Atatürk” belgeseli gösterildi.
İTÜ TMDK etkinlikleri
İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı, 2008-2011 yılları arasında uluslararası bir atılıma geçmiş ve dünyanın hemen her tarafında, bünyesinde barındırdığı birçok sanatçı ve akademisyeniyle birlikte çeşitli etkinliklerde yer almıştı. İTÜ TMDK etkinlikleri 2011-2012 eğitim ve sanat sezonunda da devam ediyor. Etkinlikler İTÜ Maçka
Yerleşkesi’nde bulunan konservatuar binasında ve sanatsal etkinliklerin gerçekleştiği Mustafa Kemal Amfisi’nde düzenleniyor.
Kasım 2012’nin en önemli etkinliklerinden biri de “Osmanlı Musikisi Tarihini Yazmak” başlıklı toplantıydı. Prof. Şehvar Beşiroğlu, Martin Greve, Araş. Gör. Yaprak Melike Uyar, Araş.
Gör. Burcu Yıldız ve Julia Aylin Kolcu’nun düzenlediği etkinlik Osmanlı müziği konusundaki uzmanları bir araya getirdi. 13 Aralık 2011’de TMDK tarafından gerçekleştirilen “Vefatının
50. Yılında Mahmut Ragıp Gazimihal Paneli” de müzikseverlerin ilgisini çekti. Konservatuarın düzenlediği ücretsiz etkinliklerin programına www.tmdk.itu.edu.tr adresinden ulaşılabilir.
88 B+ KIŞ
“Bir Belgesel, Bir Gazeteci,
Çay ve Simit” 3 yaşında
“Bir Belgesel, Bir Gazeteci, Çay ve Simit” etkinliği 3. sezonunu toplumsal hafızanın derinliklerine işleyen çarpıcı bir belgeselle açtı. Ortadoğu’da
barışa adanan İsrail yapımı “Vadinin Üstündeki Köprü” belgeselinin gösterimi 16 Kasım 2011 Çarşamba akşamı Beşiktaş Belediyesi Levent Kültür Merkezi’nde gerçekleşti. Açılış belgeselinin ardından 23 Kasım’da
Gül Muyan’ın yönetmenliğini yaptığı “Arap Kızı Camdan Bakıyor”, 30
Kasım’da Adela Peeva’nın yönetmenliğini yaptığı “Arnavut Usulü Boşanma”, 7 Aralık’ta Tunç Erenkuş’un yönetmenliğini yaptığı “Oğlunuz Erdal”,
14 Aralık’ta Derviş Zaim’in yönetmenliğini yaptığı “Paralel Yolculuklar”, 21
Aralık’ta Khalil Dreifus Zaarour’un yönetmenliğini yaptığı “Malaki/Meleğin
Kokusu”, 28 Aralık’ta da Mehmet Özgür Candan’ın yönetmenliğini yaptığı
“Geçmiş Mazi Olmadı” izleyecilerle buluştu.
“Bir Belgesel, Bir Gazeteci, Çay ve Simit”, 13 Haziran 2012 tarihine kadar
devam edecek. Her çarşamba 19:00’da sıcak bir çay ve çıtır çıtır bir simit
eşliğinde dünyanın dört bir yanında çekilen belgeselleri izlemek için sizleri Levent Kültür Merkezi’ne bekliyoruz. Programın ayrıntılarına www.besiktas.bel.tr adresinden ulaşabilirsiniz.
“Biz Sonuncu
Değiliz”
Beşiktaş Belediyesi Ortaköy Kültür Merkezi 3 -28 Ekim 2011 tarihleri arasında, Ressam-Heykeltıraş İsmail Yıldırım’ın ‘Biz Sonuncu Değiliz’ isimli sergisine evsahipliği yaptı.
Yıldırım’ın “Biz Sonuncu Değiliz” isimli sergisi 1992’de gerçekleştirdiği başka bir sergiyle aynı adı taşıyor. Sanatçı, “Ben
Yusuf’um Babacığım”, “Ayakta”, “Geceleyin Dans”, “Bir Şafak
Vakti Duvarın Dibinde” gibi isimler altında kümelediği çalışmaları, Madımak’tan Irak’a, cezaevlerinden Can Yücel’e uzanan farklı bir bakış açısı sunuyor.
1980 darbesinden sonra Paris’e yerleşen ve 2000 yılından sonra
Türkiye’ye girme olanağına kavuşan Yıldırım, çalışmalarını çoğunlukla yurtdışında sürdürüyor. Avrupa, Amerika ve Ortadoğu ülkelerinde çok sayıda sergi gerçekleştiren sanatçının, müzelerde ve
özel koleksiyonlarda resimleri ve heykelleri bulunuyor.
B+ KIŞ 89
Haberler
Beşiktaş’a yeni “kartal” heykeli
Beşiktaş ilçesindeki yeni “kartal” heykeli, Beşiktaş Belediye Başkanı
İsmail Ünal ve BJK İkinci Başkanı Metin Keçeli tarafından 21 Kasım
2011 tarihinde, Beşiktaş-Galatasaray derbisi öncesinde törenle açıldı. Sinanpaşa Meydanı’nda gerçekleştirilen açılış törenine, yöneticiler Orhan Saka ve Engin Baltacı’nın yanı sıra siyah-beyazlı taraftarlar da katıldı. Törende konuşan Keçeli, “Türkiye’nin en güzel semtin-
90 B+ KIŞ
de, en güzel insanların kurduğu Beşiktaş, simgelerle anılır. Çok güzel
bir simgemiz var. Dünyanın neresine giderseniz gidin ‘kartal’ Beşiktaş ile anılmaktadır” sözleriyle “kartal” simgesinin Beşiktaş için önemine dikkat çekti. Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal ise “Kartal
heykeli yıllar önce çarşı meydanındaydı. Bugün Beşiktaş’ın göbeğine dikiyoruz” şeklinde konuştu.
Beşiktaş Kent Konseyi’nden
Haberler
Merkezi’nde toplanarak son zamanlarda artan kadına şiddet olaylarını ele
aldı. Kadın Meclisi Koordinatörü Nazan Moroğlu basın açıklamasında kadına yönelik şiddeti ve kadına yönelik şiddetle mücadele için yapılması gerekenleri şu sözleriyle açıkladı:
Beşiktaş Kent Konseyi Genel Kurulu
Beşiktaş’ta kent yaşamında, kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentli hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, bilgi edinme
hakkı, yönetişim ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışan
Beşiktaş Kent Konseyi’nin genel kurul toplantısı, 20 Ekim 2011 tarihinde
210 kurum temsilcisinin katılımı ile gerçekleşti.
Beşiktaş Kent Konseyi 2009-2011 Dönemi 5. Olağan Seçimli Genel
Kurulu’nda yapılan seçimde Beşiktaş Kent Konseyi Başkanlığı’na Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal oybirliği ile seçildi. Geçtiğimiz dönem genel sekreterlik görevini yürüten Aysın İzer’in geçmiş dönemki yürütme kurulu faaliyetleri ile ilgili bilgilendirmelerinin ardından gerçekleştirilen seçimle
önümüzdeki üç yıl görev yapacak olan Yürütme Kurulu da belirlendi.
“Son altı ayda 26 bin kadın şiddet mağduru olarak kolluk kuvvetlerine başvurmuştur, son 180 günde 130 kadın cinayeti işlenmiştir. Kadına yönelik
şiddet, aile içi şiddet sadece kadının sorunu değildir. Bu nedenle tüm ilgili kurum ve kuruluşlar el ele vermeli, bu soruna çözüm getirmelidirler. Bunun
için de kararlı bir devlet politikası uygulanmalı, yıllardır şiddetle mücadele
eden kadın kuruluşlarının deneyimlerinden yararlanılmalıdır. Beşiktaş Kent
Konseyi Kadın Meclisi olarak Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Uluslararası Dayanışma Günü dolayısıyla “şiddetin önleneceği”, ailede ve toplumda
huzurun egemen olacağı günlere ulaşılması için mücadelemizi sürdürdüğümüzü kamuoyu ile paylaşırız.”
Beşiktaş Kent Konseyi Kadın Meclisi 2011-2012 Dönemi 2. Olağan Genel
Kurul toplantısı’nda ayrıca, yapılan seçimle önümüzdeki yıl görev yapacak
olan Yürütme Kurulu seçildi.
Beşiktaş Kent Konseyi Gençlik Meclisi
Beşiktaş Kent Konseyi Gençlik Meclisi’nin 2011-2012 Dönemi Genel Kurul toplantısı 12 Aralık 2011 tarihinde Beşiktaş Belediyesi Levent Kültür
Merkezi’nde gerçekleştirildi. Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal’ın açılış konuşmasının ardından Genel Kurul çalışmaları başladı. Gençlik Meclisi Genel Kurul’unda geçmiş dönem Yürütme Kurulu faaliyetleri ile ilgili bilgilendirmelerde bulunuldu ve yapılan seçimle önümüzdeki yıl görev yapacak
olan Yürütme Kurulu seçildi.
Beşiktaş Kent Konseyi Kadın Meclisi
Beşiktaş Kent Konseyi Kadın Meclisi 25 Kasım 2011 Akatlar Kültür
“Rekabette Kazandıran
Hamleler”
1982’den beri Boğaziçi Üniversitesi’nde organizasyonlar düzenleyen
Boğaziçi Üniversitesi Yöneylem Araştırma Kulübü, bundan dört yıl önce
başlayan “Okul” serüvenini, bu yıl da “Rekabette Kazandıran Hamleler” konusuyla 15-18 Aralık 2011 tarihleri arasında konuklarını ağırlayarak
sürdürdü. Her günü üniversitenin bir yılını temsil eden “Okul”, gerçekleştirilecek geziler ve seminerlerle katılımcılara dört gün boyunca farklı
ve interaktif bir eğitim sundu. İlk gün, alanında uzman akademisyenlerin
seminerleriyle başlayan “Okul”, ikinci gün iş dünyasını tanıtmaya yönelik
şirket gezileriyle, katılımcılarını alanında en başarılı isimlerle buluşturdu.
Üçüncü gün iş dünyasından önemli isimlerin seminerleriyle devam eden
“Okul”, mezuniyet öncesi motivasyonel eğitimlerle son buldu.
B+ KIŞ 91
24 saat
Beşiktaş'ta Yaşam Rehberi
Her konu için arayın... 7 gün 24 saat
444 44 55
ACİL NUMARALAR
BEŞİKTAŞ BELEDİYES‹
110 Yangın İhbar
Beşiktaş Belediye Başkanlığı
112 Sıhhi İmdat
Nisbetiye Mah. Aytar Cad. Beşiktaş
Tel: 0212 319 42 42 Faks: 0212 319 42 70
İletişim: 444 44 55 www.besiktas.bel.tr
121 Telefon Arıza
122 Ankesör Arıza
126 Kablo TV Arıza
154 Alo Trafik
Beşiktaş Belediye Başkanlığı
(Eski Bina) Çırağan Cad. No: 77 Yıldız Mah.
Tel: 0212 236 10 20 (10 Hat)
Faks: 0212 259 16 83
Özel Kalem Müdürlüğü
Tel: 0212 280 48 00
155 Polis İmdat
156 Jandarma İmdat
158 Alo Sahil Güvenlik
Emlak ve İstimlak Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 54
Teftiş Kurulu Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 94
175 Alo Tüketici
177 Orman Yangın İhbarı
182 Ruhsal Bunalım Danışma
İnsan Kaynakları ve Eğitim Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 96
Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 42
184 Sağlık Danışma
185 Su Arıza
186 Elektrik Arıza
Temizlik İşleri Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 65
Arnavutköy Zabıta Karakolu
Tel: 0212 265 12 66
Yazı İşleri Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 26
Levent Zabıta Karakolu
Tel: 0212 269 53 08
Çevre Koruma ve Kontrol
Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 92
Gayrettepe Zabıta Karakolu
Tel: 0212 272 37 89
Mali Hizmetler Müdürlüğü
Tel: 0212 319 41 23
Hukuk İşleri Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 28
Sağlık İşleri Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 04
Destek Hizmetler Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 34
İmar ve Şehircilik Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 53
Zabıta Müdürlüğü
Tel: 0212 260 60 05
Plan ve Proje Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 75
Beşiktaş Evlendirme Dairesi
Nüzhetiye Cad. No: 68 Türkali Mah.
Tel: 0212 260 64 97
Fen İşleri Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 63
Ortaköy Zabıta Karakolu
Tel: 0212 260 54 53
Park ve Bahçeler Müdürlüğü
Tel: 0212 319 42 64
Beşiktaş Çarşı Zabıta Karakolu
Tel: 0212 258 16 73
187 Gaz Arıza
188 Cenaze Hizmetleri
Dikilitaş Semt Evi
Emirhan Cad. Dilek Sok. No:2 Beşiktaş
Tel: 0212 2612926
Etiler Yaşam Evi
Etiler Mah. Ahular Sok. No:19 Beşiktaş
Tel: 0212 2634369
Ulus Yaşam Evi
Nisbetiye Mah. Ilgın Sokak No: 3 Ulus-Beşiktaş Tel: 0212 269 81 98
Ulus Semt Evi
Ulus Mah. Yol Sokak No: 2 Ulus-Beşiktaş Tel: 0212 2872715
Ortaköy Yaşam Evi
Ambarlıdere Yolu Sk. No: 4 Ortaköy
Tel: 0212 227 33 94
Gençlik Merkezi
Sinanpaşa Mah. Hasfırın Cad. No: 3 Kat: 5
Beşiktaş Tel: 0212 259 06 73
Kız Öğrenci Konuk Evi
Çitlenbik Sok. No: 29 Yıldız-Beşiktaş
Tel: 0212 236 10 24-25
Erkek Konuk Evi
Prof. Dr. Bülent Tarcan Sok. No: 25/A
Gayrettepe-Beşiktaş Tel: 0212 274 07 30,
0212 274 00 87
RESM‹ DA‹RELER
BEDAŞ
Bedaş Genel Müdürlük
Tel: 0212 347 74 10 Faks: 0212 347 75 03
Bedaş Beyoğlu İşletme Şefliği
Tel: 0212 237 23 50 Faks: 0212 297 63 04
Harp Akademileri Komutanlığı
Konaklar Mah. Org. İzzettin Aksalur Cad.
Beşiktaş Tel: 0212 284 80 65
Atatürk Müzesi / Akaretler
92 B+ KIŞ
İstanbul Merkez Komutanlığı
Mecidiye Mah. Palanga Cad. No: 62 Beşiktaş
Tel: 0212 258 99 60 Faks: 0212 258 60 65
İlçe Emniyet Müdürlüğü
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 81 Beşiktaş
Tel: 0212 327 50 01 Faks: 0212 260 99 99
2. Şube Emniyet Müdürlüğü
Gayrettepe Mah. Prof. Dr. Bülent Tarcan Sok.
No: 7 Beşiktaş
Tel: 0212 214 40 18 Faks: 0212 214 45 00
3. Kolordu Komutanlığı
Konaklar Mah. Org. İzzettin Aksalur Cad. No: 1
Beşiktaş
Tel: 0212 285 06 46 Faks: 0212 285 03 23
Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü
Gayrettepe Mah. Barbaros Bulvarı No: 137
Beşiktaş Tel: 0212 274 64 80
Beşiktaş Kadastro Müdürlüğü
Cihannuma Mah.Yıldız Cad. No: 42 Beşiktaş
Tel: 0212 261 33 97 Faks: 0212 236 34 98
Darphane
Dikilitaş Mah. Yenidoğan Sok. No: 55
Beşiktaş
Tel: 0212 275 09 50 Faks: 0212 274 90 94
Deniz Müzesi Komutanlığı
Sinanpaşa Mah. Cezayir Cad. No: 2
Beşiktaş
Tel: 0212 327 43 45 Faks: 0212 236 68 93
Devlet İstatistik Enstitüsü Bölge
Müdürlüğü
Cihannuma Mah. Barbaros Bulvarı No: 53
Beşiktaş
Tel: 0212 258 92 96 Faks: 0212 258 36 76
Halk Eğitimi Merkezi
Dikilitaş Mah. Leylak Sok. No:10 Beşiktaş
Tel: 0212 260 31 30 Faks: 0212 236 91 02
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü
Nisbetiye Mah. Okul Sok. No: 4 Beşiktaş
Tel: 0212 325 50 01 Faks: 0212 325 91 20
İlçe Özel İdare Müdürlüğü
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 77 Beşiktaş
Tel: 0212 261 02 72 Faks: 0212 259 67 63
İlçe Seçim Kurulu Başkanlığı
Nisbetiye Cad. Başlık Sok. No:1 Beşiktaş
Tel: 0212 269 15 41 Faks: 0212 269 15 41
Jandarma Bölge Komutanlığı
Balmumcu Mah. Şakir Kesebir Cad. No: 1
Beşiktaş Tel: 0212 213 44 00
Kaymakamlık
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 77 Beşiktaş
Tel: 0212 327 33 10 Faks: 0212 327 33 11
Nüfus Müdürlüğü
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 77 Beşiktaş
Tel: 0212 259 84 44 Faks: 0212 327 33 15
Milli Saraylar Daire Başkanlığı
Vişnezade Mah. Dolmabahçe Cad. No: 11
Beşiktaş
Tel: 0212 236 90 00 Faks: 0212 259 32 92
Müftülük
Sinanpaşa Mah. Beşiktaş Cad. No: 37
Beşiktaş
Tel: 0212 261 00 84 Faks: 0212 260 33 10
Polis Eğitim Müdürlüğü
Akat Mah. Selçuklar Sok. No: 24 Beşiktaş
Tel: 0212 352 36 93 Faks: 0212 352 36 92
1. Bölge Tapu Sicil Müdürlüğü
Cihannuma Mah. Yıldız Cad. No: 42 Beşiktaş
Tel: 0212 261 73 90 Faks: 0212 258 32 51
2. Bölge Tapu Sicil Müdürlüğü
Cihannuma Mah. Yıldız Cad. No: 42 Beşiktaş
Tel: 0212 260 20 02 Faks: 0212 236 51 65
İGDAŞ Etiler Şefliği
Tel: 0212 358 51 62 Faks: 0212 358 51 63
İGDAŞ Fulya İşletme Şefliği
Tel: 0212 212 52 87 Faks: 0212 212 52 88
İSKİ Beşiktaş Şube Müdürlüğü
Tel: 0212 285 94 19-20
İSKİ Müşteri Hizmetleri
Tel: 0212 328 17 55 Faks: 0212 328 17 61
İSKİ Beşiktaş Şefliği
Tel: 0212 328 17 58 Faks: 0212 328 17 59
İTFAİYE
Tel: 0212 261 75 00 - 0212 261 75 01
0212 227 81 19 - 0212 227 14 79
0212 258 75 34
Faks: 0212 227 81 19
MUHTARLIKLAR
TRT İstanbul Televizyonu
Kuruçeşme Mah. Ahmet Adnan Saygun Cad.
No: 83 Beşiktaş
Tel: 0212 259 72 75 Faks: 0212 227 61 16
Abbasağa Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Yüksel Sağat
Cihannuma Mah. Çömezler Sok. No: 1
Beşiktaş
Tel: 0212 227 83 27 Faks: 0212 259 39 57
Türk Telekom Müdürlüğü
Gayrettepe Mah. Yıldız Posta Cad. No: 40
Beşiktaş
Tel: 0212 288 24 00 Faks: 0212 212 42 42
Akat Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Murat Tayfun Kirmanlı
Akat Mah. Haydar Aliyev Cad. No: 3 Beşiktaş
Tel: 0212 351 21 69 Faks: 0212 351 12 84
Beşiktaş İlçe Afet Merkezi
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 83 Beşiktaş
Tel: 0212 261 46 46 - 0212 327 33 13
Arnavutköy Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Sedef İrteş
Arnavutköy Mah. Satış Meydanı Sok. No: 27
Beşiktaş
Tel: 0212 265 67 95 Faks: 0212 265 67 95
POLİS MERKEZLERİ
Arnavutköy Polis Merkezi
1.Cadde No: 52 Arnavutköy-Beşiktaş
Tel: 0212 263 60 07
Beşiktaş Polis Merkezi
Yıldız Parkı girişi Çırağan-Beşiktaş
Tel: 0212 327 52 80
Etiler Şehit Naci Soydan Polis Merkezi
Nisbetiye Caddesi Dilhayat Sok. No: 1 Etiler-Beşiktaş Tel: 0212 263 17 67
Levent Polis Merkezi
Hacı Adil Caddesi No:1 Levent-Beşiktaş
Tel: 0212 264 18 00 Faks: 0212 236 96 63
H‹ZMET B‹R‹MLER‹
İ.E.T.T. Beşiktaş 1. Hareket Amirliği
Tel: 0212 268 35 38
İ.E.T.T. Beşiktaş Boğaz Hareket
Amirliği
Tel: 0212 259 56 30
İ.E.T.T. Beşiktaş İşletme Şefliği
Tel: 0212 259 33 57
İ.E.T.T. Dereboyu Hareket Amirliği
Tel: 0212 347 79 50
İ.E.T.T. 4. Levent Aktarma Merkez
Amirliği
Tel: 0212 268 35 38
İGDAŞ Genel Müdürlüğü
Tel: 0212 626 46 46
Faks: 0212 626 46 86
İGDAŞ İstanbul Bölge Müdürlüğü
Tel: 0212 534 37 73 Faks: 0212 534 44 10
Balmumcu Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Cüneyt Doğan
Balmumcu Mah. Zincirlikuyu Sok. No: 21
Beşiktaş
Tel: 0212 274 58 75 - 347 75 05
Faks: 0212 347 75 05
Bebek Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Aydın Onar
Bebek Mah. Bebek Hamamı Sok. No: 8B
Beşiktaş
Tel: 0212 263 33 00 Faks: 0212 263 33 00
Cihannuma Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Ertan Kurtlutepe
Cihannuma Mah. Mazharpaşa Sok. No: 15
D: 1 Beşiktaş
Tel: 0212 258 79 61 Faks: 0212 259 99 62
Dikilitaş Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Abdullah Sızmaz
Dikilitaş Mah. Cami Meydanı Sok. No: 12A
Beşiktaş
Tel: 0212 261 57 33 Faks: 0212 261 57 33
Etiler Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Seçil Eşki
Etiler Mah. Ahular Sok. No: 19 Beşiktaş
Tel: 0212 287 53 83 Faks: 0212 263 69 28
Beşiktaş çarşısı
Kültür Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Dursun Gül
Kültür Mah. Sekbanlar Sok. No: 88 Beşiktaş
Tel: 0212 263 35 37 Faks: 0212 263 35 37
Levazım Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Ziya Uygur
Levazım Mah. Koru Sok. No: 7 Beşiktaş
Tel: 0212 288 93 21 Faks: 0212 288 93 21
Levent Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Muzaffer Türk
Levent Mah. Gonca Sok. No: 12 Beşiktaş
Tel: 0212 264 75 31
SAĞLIK KURULUŞLARI
Dentistanbul Diş Hastanesi
Abbasağa Mah. Yıldız Cad. No: 71
Beşiktaş
Tel: 0212 327 40 20
Hattat Hastanesi
Levent Mah. Yeni Sülün Sok. No: 13
Beşiktaş
Tel: 0212 282 36 48
Mecidiye Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Cemal Şensöz
Mecidiye Mah. Ambarlıdere Sok. No: 5
Beşiktaş Tel: 0212 261 73 30
Metropolitan Florence Nightingale
Hastanesi
Gayrettepe Mah. Cemil Arslan Güder Sok.
No: 8 Beşiktaş
Tel: 0212 283 34 00
Muradiye Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Cengiz Hacıömeroğlu
Muradiye Mah. Muradiye Deresi Sok. No: 2
Beşiktaş Tel: 0212 260 41 25
Levent Semt Polikliniği
Levent Mah. Binbir Çiçek Sok. No: 2
Beşiktaş
Tel: 0212 268 35 45
Nisbetiye Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Hatice Ayşe Şirinler
Nisbetiye Mah. Ahmet Adnan Saygun Cad.
No: 30 Beşiktaş Tel: 0212 281 71 61
Şaban Gündeş Semt Polikliniği
Kültür Mah. İETT Blokları Yolu No: 21
Beşiktaş
Tel: 0212 257 01 16
Ortaköy Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Refik Namunlu
Gürcü Kızı Sokak. No: 4
Beşiktaş Tel: 0212 261 65 21
Ege Polikliniği
Nisbetiye Mah. Nisbetiye Cad. No: 26/16
Beşiktaş
Tel: 0212 325 40 46
Sinanpaşa Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Zeki Bölükbaşı
Sinanpaşa Mah. Hasfırın Cad. No: 5
BeşiktaşTel: 0212 258 75 74
Beşiktaş Polikliniği
Sinanpaşa Mah. Şair Leyla Sok. No: 2
Beşiktaş
Tel: 0212 261 00 81
Türkali Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Ahmet Bayraktar
Türkali Mah. Ihlamurdere Cad. No: 136
Beşiktaş
Tel: 0212 261 58 34
Sefa Polikliniği
Muradiye Mah. Nüzhetiye Cad. No: 15/2
Beşiktaş
Tel: 0212 227 24 97
Gayrettepe Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Necla Başar
Gayrettepe Mah. Fahri Gizden Sok. No: 26
Beşiktaş
Tel: 0212 288 20 16 Faks: 0212 288 20 16
Ulus Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Kadriye Gedik
Ulus Mah. Öztopuz Cad. Yol Sok. No: 2
Beşiktaş
Tel: 0212 287 27 15 Faks: 0212 263 42 12
Konaklar Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Aslı Akyüz
Konaklar Mah. Faruk Nafiz Çamlıbel Sok.
No: 1 Beşiktaş
Tel: 0212 282 42 12 Faks: 0212 282 33 99
Vişnezade Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Reyhan Cinyusuf
Vişnezade Mah. Şair Nedim Cad. No: 53
Beşiktaş
Tel: 0212 261 15 94 Faks: 0212 258 24 23
Kuruçeşme Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Adnan Soysal, Kuruçeşme Mah.
Kırbaç Sok. No: 40 Beşiktaş
Tel: 0212 287 06 38 Faks: 0212 287 06 38
Yıldız Mahalle Muhtarlığı
Muhtar: Şevki Yıldırım
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 17/1
Beşiktaş Tel: 0212 261 50 05
Transmed Polikliniği
Levent Mah. Fulyalı Sok. No: 7
Beşiktaş
Tel: 0212 281 10 94
Cosmed Polikliniği
Levent Mah. Yeni Sülün Sok. No: 17
Beşiktaş
Tel: 0212 283 91 81
Yaşasın Hayat Polikliniği
Vişnezade Mah. Süleyman Seba Cad. No: 39
Beşiktaş
Tel: 0212 236 73 00
Medis Polikliniği
Konaklar Mah. Akasyalı Sok. No: 10
Beşiktaş Tel: 0212 269 66 66
Clinika Gayrettepe Polikliniği
Gayrettepe Mah. Yıldız Posta Cad. No: 34
Beşiktaş
Tel: 0212 347 55 77
Micromed Polikliniği
Levent Cad. Sümbül Sok. No: 34/A Levent
Tel: 0212 280 10 87
Etiler Kardiyoloji Polikliniği
Akat Mah. Nisbetiye Cad. No: 41/25 Beşiktaş
Tel: 0212 352 52 51
Kranioplast Polikliniği
Nisbetiye Mah. Aytar Cad. No: 40: 7 Beşiktaş
Tel: 0212 283 92 92
Refresh Polikliniği
Levent Mah. Krizantem Sok. No: 19 Beşiktaş
Tel: 0212 324 74 54
Tunç Polikliniği
Kültür Mah. Esra Sok. No: 2A D: 3 Beşiktaş
Tel: 0212 287 01 00
Güzel Günler Polikliniği
Levent Mah. Güllü Sok. No: 4 Beşiktaş
Tel: 0212 278 27 71
Beşiktaş Dikilitaş Sağlık Ocağı
Dikilitaş Mah. Bestekâr Aralığı Sok. No: 4
Beşiktaş
Tel: 0212 327 17 89
Beşiktaş Sağlık Grup Başkanlığı
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 77
Beşiktaş
Tel: 0212 327 17 86
Beşiktaş Verem Savaş Dispanseri
Sinanpaşa Mah. Sinanpaşa Köprüsü Sok.
No: 13 Beşiktaş
Tel: 0212 327 79 86 Faks: 0212 327 79 86
Merkez Sağlık Ocağı
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 77 Beşiktaş
Tel: 0212 327 33 14
Faks: 0212 327 33 14
Ana Çocuk Sağlığı Dispanseri
Mecidiye Mah. Müverrih Saadettin Sok.
No: 20 Beşiktaş
Tel: 0212 261 44 00
SSK Dispanseri
Cihannuma Mah. Bostancı Veli Sok. No: 3
Beşiktaş
Tel: 0212 227 04 41
Sait Çiftçi Kamu Sağlığı Merkezi
Dikilitaş Mah. Barbaros Bulvarı No: 109
Beşiktaş
Tel: 0212 236 77 62
B+ KIŞ 93
24 saat
NeoLife Tıp Merkezi
Nisbetiye Mahallesi Yücel Sok.
No: 6 1. Levent
Tel: 0212 385 31 00
Ortaköy Tıp Merkezi
Balmumcu Mah. Varnalı Sok. No: 3 Beşiktaş
Tel: 0212 347 11 30
Ortaköy Beltaş Sağlık Ocağı
Mecidiye Mah. Müverrih Saadettin Sok.
No: 20 Beşiktaş
Tel: 0212 259 56 18
Otim Med Diyaliz Merkezi
Dikilitaş Mah. Yeşilçimen Sok. No: 9 Beşiktaş
Tel: 0212 327 87 47
Levent Sağlık Ocağı
Nisbetiye Mah. Yücel Sok. No: 15 Beşiktaş
Tel: 0212 279 58 26
Karanfilköy Sağlık Ocağı
Akat Mah. Zeytinoğlu Cad. No: 121 Beşiktaş
Tel: 0212 351 25 53
Baykent Tıp Merkezi
Nisbetiye Mah. Aydın Sok. No: 8 Beşiktaş
Tel: 0212 284 00 90
Boğaziçi Tıp Merkezi
Dikilitaş Mah. Yenidoğan Sok. No: 7 Beşiktaş
Tel: 0212 227 00 00
Çebi Tıp Merkezi
Ortaköy Mah. Dereboyu Cad. No: 58 Beşiktaş
Tel: 0212 227 55 55
Renmed Diyaliz Merkezi
Levent Mah. Begonya Sok. No: 10 Beşiktaş
Tel: 0212 269 47 31
K.S.V. Onkoloji Merkezi
Nisbetiye Mah. Yücel Sok. No: 6-8 Beşiktaş
Tel: 0212 278 83 41
Cosmed Estetik ve Plastik Cerrahi
Merkezi
Levent Mah. Yeni Sülün Sok. No: 17
Beşiktaş
Tel: 0212 283 91 81
Levent Genel Cerrahi Merkezi
Levent Mah. Yasemin Sok. No: 2/1
Beşiktaş
Tel: 0212 324 01 50
İstanbul Anestezi Merkezi
Levent Mah. Çamlık Cad. No: 31 Beşiktaş
Tel: 0212 324 01 48
Ota Tıp Merkezi
Sinanpaşa Mah. Beşiktaş Cad. No: 23
Beşiktaş
Tel: 0212 227 84 50
İstanbul Ortopedi Merkezi
Levent Mah. Çilekli Cad. No: 32 Beşiktaş
Tel: 0212 324 03 24
Jinemed Tıp Merkezi
Muradiye Mah. Deryadil Sok. No: 1 Beşiktaş
Tel: 0212 283 92 70
Onep Estetik ve Plastik Cerrahi Merkezi
Levent Mah. Manolyalı Sok. No: 15 Beşiktaş
Tel: 0212 283 92 70
Dikilitaş Tıp Merkezi
Dikilitaş Mah. Karakol Çıkmazı Sok. No: 1A
Beşiktaş
Tel: 0212 327 19 12
Novita Cerrahi Merkezi
Levent Mah. Manolyalı Sok. No: 5 Beşiktaş
Tel: 0212 284 97 03
Acıbadem Etiler Tıp Merkezi
Nisbetiye Mah. Aytar Cad. No: 40/8 Beşiktaş
Tel: 0212 283 03 33
International Etiler Tıp Merkezi
Levent Mah. Nisbetiye Cad. No: 19 Beşiktaş
Tel: 0212 280 40 30
Özel Acıbadem Göz Sağlığı Merkezi
Etiler Mah. Yıldız Çiçeği Sok. No: 7 Beşiktaş
Tel: 0212 284 90 90
Özel Aileden Biri Evde Bakım Hizmetleri
Gayrettepe Mah. Yıldız Posta Cad. No: 8 2
Blok D: 24 Beşiktaş
Tel: 0212 347 26 70
Kabataş Erkek Lisesi
Özel Dünya Göz Sağlığı Merkezi
Nisbetiye Mah. Aytar Cad. No: 38/7-9-10
Beşiktaş
Tel: 0212 324 73 73
Ortaköy Princess Hotel
Ortaköy Mah. Dereboyu Cad. No: 10 Beşiktaş
Tel: 0212 227 60 10 , Faks: 0212 260 21 48
Sevgi Kadın Sağlığı Merkezi
Nisbetiye Mah. Aytar Cad. No: 38/11 Beşiktaş
Tel: 0212 324 99 99
Parksa Hilton
Vişnezade Mah. Bayıldım Cad. No: 12
Beşiktaş
Tel: 0212 310 12 00 Faks: 0212 227 91 85
Özel Gastro Med Merkezi
Nisbetiye Mah. Aytar Cad. No: 38 Kat: 2
Beşiktaş
Tel: 0212 324 73 73
Fertijin Kadın Sağlığı ve Tüp Bebek Mrk.
Bebek Mah. Bebek Dağı Sok. No: 99
Beşiktaş
Tel: 0212 287 57 75
Natal Fizik Tedavi ve
Rehabilitasyon Merkezi
Nisbetiye Cad. Erdölen İş Merkezi No: 38 / 13
Etiler-Beşiktaş
Tel: 0212 324 30 10
Jinepol Kadın Sağlığı Kliniği
Aytar Cad. Başlık Sok 1/B Levent
Tel: 0212 264 18 28 Faks: 0212 264 18 80
OTELLER
Bebek Oteli
Bebek Mah. Cevdetpaşa Cad. No: 34
Beşiktaş
Tel: 0212 358 20 00 Faks: 0212 263 26 36
Conrad International
Yıldız Mah. Yıldız Cad. No: 79 Beşiktaş
Tel: 0212 227 30 00 Faks: 0212 259 66 67
Çırağan Palace Kempinski
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 32 Beşiktaş
Tel: 0212 258 33 77 Faks: 0212 259 66 87
Dedeman Otel
Gayrettepe Mah. Yıldız Posta Cad. No: 50
Beşiktaş
Tel: 0212 227 42 63 Faks: 0212 275 11 00
Ortaköy Sanat Galerisi
94 B+ KIŞ
La Maison Hotel
Yıldız Mah. Müvezzi Cad. No: 43 Beşiktaş
Tel: 0212 227 42 63 Faks: 0212 227 42 78
Radisson Sas Bosphorus Hotel
Yıldız Mah. Ortaköy Salhanesi Sok. No: 9
Beşiktaş
Tel: 0212 260 57 57 Faks: 0212 257 65 55
Sürmeli Hotel
Gayrettepe Mah. Prof. Dr. Bülent Tarcan Sok.
No: 3 Beşiktaş
Tel: 0212 272 11 60 Faks: 0212 272 75 32
The Plaza Otel
Gayrettepe Mah. Barbaros Bulvarı No: 165
Beşiktaş
Tel: 0212 274 13 13 Faks: 0212 273 15 90
Hotel Les Ottomans
Kuruçeşme Mah. Muallim Naci Cad. No: 68
Beşiktaş
Tel: 0212 359 15 00 Faks: 0212 359 15 40
Swissôtel The Bosphorus, Istanbul
Bayıldım Caddesi No: 2 Maçka-Beşiktaş
Tel: 0212 326 11 00 , Faks: 0212 326 11 22
W Hotel
Süleyman Seba Cad. No: 22 Beşiktaş
Tel: 0212 381 21 21 , Faks: 0212 381 21 81
SİNEMALAR
Akmerkez AFM
Kültür Mah. Nisbetiye Cad. No: 56 Beşiktaş
Tel: 0212 282 05 05
Peugeot Cine City (Alkent Sitesi)
Akat Mah. Tepecik Yolu Kaktüs Sok. No: 3
Beşiktaş
Tel: 0212 352 16 66
Mayadrom AFM
Akat Mah. Orkide Sok. No: 1 Beşiktaş
Tel: 0212 352 23 51
Ortaköy Feriye Sinemaları
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 42 Beşiktaş
Tel: 0212 236 28 64
Levent Kültür Merkezi
Onat Kutlar Sinema Salonu
Levent Mah. Çalıkuşu Sok. No: 2-4
Beşiktaş
Tel: 0212 325 73 71
KÜLTÜR MERKEZLERİ
Akatlar Kültür Merkezi
Melih Cevdet Anday Sahnesi
Akat Mah. Zeytinoğlu Cad. No: 16 Beşiktaş
Tel: 0212 351 93 82-84
Mustafa Kemal Merkezi
Attila İlhan Sahnesi
Akat Mah. Uğur Mumcu Cad. No: 8 Beşiktaş
Tel: 0212 351 24 56
Levent Kültür Merkezi
Onat Kutlar Sinema Salonu
Levent Mah. Çalıkuşu Sok. No: 2-4 Beşiktaş
Tel: 0212 325 73 71
Ortaköy Kültür Merkezi
Afife Jale Sahnesi
Ortaköy Mah. Ortaköy Dere Çıkmazı No: 1
Beşiktaş
Tel: 0212 236 10 27
Beşiktaş Kültür Merkezi
Sinanpaşa Mah. Hasfırın Cad. No: 7 Beşiktaş
Tel: 0212 227 54 92 - 0212 236 18 18
MÜZELER
Aşiyan Müzesi
Bebek Mah. Aşiyan Yolu No: 15 Beşiktaş
Tel: 0212 263 69 86
Deniz Müzesi
Sinanpaşa Mah. Cezayir Cad. No: 2
Beşiktaş
Tel: 0212 327 43 45
Mimar Sinan Üniversitesi
Resim Heykel Müzesi
Vişnezade Mah. Dolmabahçe Cad. No: 4
Beşiktaş
Tel: 0212 261 42 98
Şehir Müzesi
Yıldız Mah. Serencebey Yokuşu Yıldız Sarayı Beşiktaş
Tel: 0212 258 53 44
Yıldız Sarayı Müzesi
Yıldız Mah. Serencebey Yokuşu Beşiktaş
Tel: 0212 258 30 80
ÜNİVERSİTELER
Conrad Taksi
Tel: 0212 260 55 40
Çırağan Taksi
Tel: 0212 227 72 66
•Akatlar Mahallesi
Karanfil Taksi
Tel: 0212 651 97 68
Akatlar Taksi
Tel: 0212 351 65 25 Bahçeşehir Üniversitesi
Yıldız Mah. Osmanpaşa Mektebi Sok. No: 4-6
Beşiktaş
Tel: 0212 236 54 90
Boğaziçi Üniversitesi
Bebek Mah. Şehitlik Dergâhı Sok. No: 2 Beşiktaş
Bebek Mah. Cevdetpaşa Cad. No: 115 Beşiktaş
Tel: 0212 359 54 00
Galatasaray Üniversitesi
Yıldız Mah. Çırağan Cad. No: 36 Beşiktaş
Tel: 0212 227 44 80
İstanbul Teknik Üniversitesi
Vişnezade Mah. Süleyman Seba Cad. No: 90
Beşiktaş
Tel: 0212 293 13 00
Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi
Yıldız Mah. Çiğdem Sok. No: 1 Beşiktaş
Tel: 0212 236 69 35
Yıldız Teknik Üniversitesi
Yıldız Mah. Hamam Sok. No: 2 Beşiktaş
Tel: 0212 259 70 70
TAKSİ DURAKLARI
Site Taksi
Tel: 0212 268 42 85
Mayadrom Taksi
Tel: 0212 325 81 69
MKM Taksi
Tel: 0212 352 02 41 - 61
•Arnavutköy Mahallesi
İskele Taksi
Tel: 0212 265 94 33
Sizin Taksi
Tel: 0212 263 38 50
Yıldız Parkı / Malta Köşkü
•Dikilitaş Mahallesi
Güven Taksi
Tel: 0212 261 65 27
Konaklar Taksi
Tel: 0212 281 56 19
Köşk Taksi
Tel: 0212 264 44 23
•Ortaköy Mahallesi
Öz Ortaköy Taksi
Tel: 0212 260 06 95
Aile Taksi
Tel: 0212 261 48 55
Dikilitaş Merkez Taksi
Tel: 0212 261 56 26
•Kuruçeşme Mahallesi
Emirhan Taksi
Tel: 0212 260 75 35
Çeşme Taksi
Tel: 0212 265 88 22
Dikilitaş Taksi
Tel: 0212 258 05 41
Park Taksi
Tel: 0212 287 61 56
Öner Taksi
Tel: 0212 211 66 63
Sahil Taksi
Tel: 0212 265 88 22
•Bebek Mahallesi
Çınar Taksi
Tel: 0212 265 22 37
Koza Taksi
Tel: 0212 267 17 00
•Kültür Mahallesi
Öz Ulus Taksi
Tel: 0212 263 05 06
Bulut Taksi
Tel: 0212 265 77 11
Ulus Taksi
Tel: 0212 263 69 46
İskele Taksi
Tel: 0212 263 72 45
Bahar Taksi
Tel: 0212 351 19 03
•Levazım Mahallesi
2. Ulus Turizm Taksi
Tel: 0212 264 70 79
Kültür Taksi
Tel: 0212 265 94 33
Bebek Taksi
Tel: 0212 263 72 45
•Balmumcu Mahallesi
Merkez Taksi
Tel: 0212 263 72 45
•Etiler Mahallesi
•Ulus Mahallesi
Merkez Taksi
Tel: 0212 269 59 81
Ulus Vadi Taksi
Tel: 0212 287 69 19
•Abbasağa Mahallesi
Yıldız Taksi
Tel: 0212 260 06 06
Bizim Taksi
Tel: 0212 263 53 15
Levazım Taksi
Tel: 0212 267 17 29
Turizm Taksi
Tel: 0212 264 70 91
•Levent Mahallesi
Doğan Taksi
Tel: 0212 265 32 71
Günaydın Taksi
Tel: 0212 265 32 17
Özen Taksi
Tel: 0212 287 04 02
•Vişnezade Mahallesi
Sevgi Taksi
Tel: 0212 282 43 77
Basın Taksi
Tel: 0212 264 69 89
Levent Taksi
Tel: 0212 264 16 17
•Gayrettepe Mahallesi
Esentepe Taksi
Tel: 0212 266 23 80
İdil Taksi
Tel: 0212 266 05 30
Cihan Taksi
Tel: 0212 272 03 07
Esen Taksi
Tel: 0212 272 29 07
Levent Merkez Taksi
Tel: 0212 264 19 64
Uygun Taksi
Tel: 0212 269 22 65
Birlik Taksi
Tel : 0212 269 01 87
Birlik Taksi
Tel: 0212 269 01 87
•Konak Mahallesi
Oyak Site Taksi
Tel: 0212 264 16 58
Yeni Levent Taksi
Tel: 0212 268 12 10
Türkali Mahallesi Muhtarlığı
Valide Çeşme Taksi
Tel: 0212 260 36 24
Merkez Taksi
Tel: 0212 327 33 60
Site Taksi
Tel: 0212 268 42 85
•Nisbetiye Mahallesi
Öz Ulaş Taksi
Tel: 0212 266 18 17
Öz Valide Çeşme Taksi
Tel: 0212 259 41 52
Nisbetiye Taksi
Tel: 0212 264 22 31
Öz Turizm Taksi
Tel: 0212 269 90 99
İSKELELER
Arnavutköy İskelesi
Arnavutköy Mah. Bebek-Arnavutköy Cad.
Beşiktaş Tel: 0212 263 56 25
Bebek İskelesi
Bebek Mah. Cevdetpaşa Cad. Beşiktaş
Tel: 0212 263 60 23
Beşiktaş İskelesi
Sinanpaşa Mah. Cezayir Cad. Beşiktaş
Tel: 0212 261 96 15
Ortaköy İskelesi
Mecidiye Mah. Vapur İskelesi Sok. Beşiktaş
Tel: 0212 227 88 19
4. Levent Merkez Taksi
Tel: 0212 264 19 64
B+ KIŞ 95

Benzer belgeler