Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için

Transkript

Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
BAZEN UZAKLAŞMAK GEREKİR
YAKINLAŞMAK İÇİN
SANKİ DÜNYA DEĞİL
GÜLENGÜL ANIL
Oğluma
“Çünkü dünyayı gezmek için yola çıkmış bir insanın, kendi hayallerini gerçek
görüntülerle karıştırmaması mümkün değildir. Seyyahlar okuyucularına yalan
söylemek, onları tuzağa düşürmekle suçlanırlar. Hayır, yalan söylemez onlar, sadece
etrafı bakışlarından çok düşünceleriyle seyrederler.”
Guy de Maupassant
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
İLK SÖZ
Evim, içindekilerle beraber tümüyle yanmıştı ve ben, bavulumda henüz yası
tutulmamış bu travmayla yola çıkmıştım. Kendime yeni bir yaşam yeri aramaktaydım. Belki
de aradığım yer, bu uzak ülkede bir yer olacaktı. Bunu anlayabilmek için orada uzun kalıp
yaşamı denemek istedim.
Yeni Zelanda’dan yolladığım mektup ve fotoğraflarla heyecanlanan arkadaşlarım,
geziyi yazıp kitaplaştırmam konusunda beni yüreklendirdiler. Gördüklerimi öğrendiklerimi
yaşadıklarımı paylaşmayı, gezinin sonuna doğru ben de iyice düşünür oldum. Hatta Güney
Ada’da bir gün zihnimde beliren, “burası sanki dünya değil” cümlesiyle, kitabı yazacağımı
hissettim.
Doğal güzelliklerini, önceden gördüğüm fotoğraflardan ve filmlerden aşağı yukarı
biliyordum ama ülkedeki olumlu genel havayı ve benim üzerimdeki hızlı dönüşüm etkisini
orada yaşarken fark ettim. İşte o zaman başladım, kendi ülkemle ya da dünyanın gezip
dolaşmış olduğum başka bölgeleriyle karşılaştırmalar yapmaya.
Böyle bir kültürü nasıl kurabilmişlerdi? Tarihleri yok denecek kadar kısaydı. Farklı
zamanlarda farklı yerlerden gelip beraber yaşamayı beceren bu ülkenin insanlarını merak
etmeye başladım. Bütün dünya tektip olmuşken nasıl olup da kendilerini bu aynılaşma
kültüründen koruyabilmişlerdi? İçime umut dolduran bu pozitif kültür, yararlanabileceğimiz
bir referans olamaz mıydı? Bunu ummak safdillik miydi bilmiyorum, ama vizem bittiğinde
geri dönerken yanımda ülkenin geçmişini öğrenmek için edindiğim kitaplar vardı.
Öteki olarak tanımlananlarla birlikte kurabildikleri yaşamı anlamaya çalışırken, aidiyet
duygumu yitirdiğimi düşündüğüm kendi ülkemle ve ülkemdeki ötekilerle yüzleştim. “Öteki”
dediklerimi ne kadar tanıyordum, onları tanımak için bir çaba içine girmiş miydim ve onlara
ne kadar tahammül gösteriyordum?
Yeni Zelanda’yı yazacağım yerde, kendimi bu konularda çıkmış kitapları sipariş eder
ve içine gömülüp okurken buldum.
Ülkemden uzaklaşmanın, beni ülkeme yakınlaştırmasının ironisini yaşıyordum.
Kendimle yüzleşmemi ve ülkemin derinlerine kök salmış, hepimizden el vermemizi
isteyen, hatta bunu şiddetle dayatan sorunun içine dalmamı sağlayan Yeni Zelanda gezim, bu
anlamda benim için tarifi mümkün olmayan bir önem taşıyor.
İçine gömülüp okuduğum kitaplardan “Çivisi Çıkmış Dünya”da Amin Maalouf şöyle
yazmış:
“Ülkelerimizde, kentlerimizde, mahallelerimizde olduğu gibi bütün dünyada da iç
barışı korumak istiyorsak, insanlar arasındaki çeşitliliğin, şiddete yol açan gerilimlerden çok,
uyumlu bir birlikteliğe dönmesini arzuluyorsak, ‘ötekiler’i şöyle böyle, yüzeysel, üstünkörü
biçimde değil, iyice, yakından, hatta özel yaşamlarına kadar tanımamız gerek. Bu da ancak
onların kültürlerini öğrenerek olur. Öncelikle de edebiyatlarını. Bir halkın özel yaşamı
edebiyatıdır. Tutkularını, özlemlerini, düşlerini, yoksunluklarını, inançlarını, çevresindeki
dünyaya bakışını, kendisini ve –buna biz de dâhil olmak üzere- başkalarını nasıl algıladığını
edebiyatla açığa vurur. Biz de dâhil olmak üzere diyorum, çünkü ‘ötekiler’den söz ederken,
$4
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
kim olursak olalım, nerede olursak olalım, bizlerin de ötekiler için ‘ötekiler’ olduğumuzu
unutmamamız gerekiyor.”1
Yeni Zelanda’dan aldığım bir kartın üzerinde Hintli bir çocuğun çok güzel sürmeli
gözlerinin fotoğrafı var. Fotoğrafın üzerine de Marcel Proust’dan bir söz eklenmiş:
“Gerçek keşif yolculuğu, yeni topraklar bulmayı değil, yeni gözlerle bakabilmeyi
2
içerir.”
Bir ülke gördüm, bakışım değişti.
Umarım yazarken, farkındalıklarımı sizlere de geçirmenin yolunu bulabilirim.
Eski Karakaya, Gümüşlük
Temmuz 2011
1
Çivisi Çıkmış Dünya, Amin Maalouf, YKY 2009, S: 143
2
“The real voyage of discovery consists not in seeking new landscapes, but in having new eyes”, Marcel Proust
$5
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
BAŞVURU
“Bazen uzaklaşmak gerekir, yakınlaşmak için”
Tebriz-i Şems
“Sevgili Kay,
(…)
Haziran’dan beri gezgin yaşıyorum. Yıllardır gitmeyi hayal ettiğim ülkeye gidebilmem
için nihayet hem para hem de bol zaman bir araya geldi ve el değmemiş doğasına hayran
olduğum, ormanlarında yürümek istediğim ülkeye, sizin ülkenize gelebildim.
Uzun zamandır kendi ülkemde mutsuzum. Aidiyet duygumu yitirdim. İçinde yetiştiğim
kültüre ait olmadığımı hissetmeye başladım. Okuduğum haberler beni şok eder hale geldi.
Dünyanın en hareketli ve sorunlu bölgesinde yaşamak yorucu olmaya başladı. Sanki bütün
aklını yitirmişlerin oyun yeri olan Ortadoğu’da yaşayanlar olarak, ısınan suda giderek
kaynıyor, ama aynı kurbağa öyküsünde olduğu gibi suyun ısındığını fark edemiyorduk.
Ülkenizde gezerken ilk bir ayda bedenimdeki kasılmalar yok oldu, ikinci ayda stresli
günlük yaşamı tamamen ardımda bıraktım. Fark ettim ki, dünyanın bu ucu, geri kalan
kısmının delirmiş insanlarından uzak, başka bir kültür geliştirebilmiş.
On beş yıldır turizm sektöründe çalışıyorum. Zaman baskısı, organizasyon zorlukları,
eleman kalitesizliğiyle boğuşup durdum. Ülkenizde turizmin işletilişi beni çok etkiledi. Az ama
kaliteli insanla ne kadar güzel hizmet verildiğini gördüm. Hiçbir tur operatörü stres enerjisi
yaymıyor, her şey tam zamanında gerçekleşiyordu. Ülkenizin pozitif yüklü enerjisi bana da
bulaştı. Hayatımda ilk defa huzuru yakaladım diyebilirim.
(…)
Bütün bunları bir mektupla anlatmak istedim. Doldurduğum formun kuruluğu, kendimi
size yeterince tanıtamayacağım kaygısı yarattı bende. Hakkımda biraz fikir verebileyim ve
neden bu ülkede yaşamak istediğimi hislerimle anlatayım istedim.
(…)
Bu yazdıklarımı okuyunca beni nerede görüyorsunuz? Ülkenizde yaşama başvurusu
yapmak için şansım var mı?”
3 Şubat 2010
Geri dönmeme dört hafta kala, göçmenlik işlemleri konusunda uzman şirketin
formunu, yukarıya bir bölümünü alıntıladığım mektupla birlikte şirkete e-postalamıştım.
Yangın, belki de burada yaşamam için bir fırsattı. Yeni bir yerde yeni bir hayata
başlama fırsatı… Dünyanın diğer ucundaki, her şeyden uzak bu ülkede…
***
$6
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Geziye hazırlanırken bedenime, yaşadığım travmanın izleri yerleşmeye başlamıştı.
Boyun ve sırt kaslarım kasılıp seğiriyor, bacaklarım istem dışı hareketler yapıyor, gözlerime
zamanlı zamansız yaşlar doluyordu.
Gittiğim psikiyatra göre, yaşadığım büyük kaybın yasını tutmayı ihmal etmiştim.
Bedenimde olanlar bu yüzdendi. Yası yaşamak için kendime izin vermeliydim.
Dünyanın diğer ucunda iki adadan oluşan bu küçük ülkeye yasımı yaşamaya gittim.
Tüm kırılganlığımla…
***
Yolculuktan günler önce heyecanla, Yeni Zelanda üzerine aldığım kitapları okumaya
başladım. Öyle ki, geziyi kitaplarda, internetteki görüntülerde yaşamaya başladım önce.
Ülkenin pek çok noktasına gitmiş, ormanlarında yürümüş, manzaralarını izlemiş gibi oldum.
Mekânların isimleri o kadar karmaşık ve değişik geliyordu ki ezberlemekte zorlanıyordum.
İngilizce konuşulan bir ülkenin ne demeye böyle isimler seçtiğini anlayamıyordum. Meğer o
topraklara ilk ulaşan halkın koyduğu isimlermiş o benim dilimi döndüremediklerim. Sonradan
gelenler daha sonra çoğunluk olup güçlü konuma geçmişler ama isimleri, azınlığa saygıdan
değiştirmemişler.
Maoriler 1300’lerde, Avrupalılardan tam 450 yıl önce Pasifik’te Polinezya diye
bilinen adalar topluluğundan, nedeni hâlâ bilinmeyen bir olgu neticesinde ayrılmışlar. Ve
“waka” dedikleri uzun kanolarla kürek çekerek, binlerce mil kat edip bu güzelim toprağı
keşfederek yerleşmişler. Bilim insanları böylesine uzun yolun kat edilmesini sağlayan deniz,
hava ve rüzgâr koşullarının nasıl olup da denk düştüğüne şaşırıyorlarmış. Bunu okuduğum
tarihçi Michael King’in kitabında; “topraksız insanları bekleyen insansız topraklar” 3 cümlesi
beni çok etkiledi. Ben de nicedir, “kendimi ait hissettiğim toprak kalmadı” duygusunu
taşımıyor muydum? Demek ki Maori’den 450 yıl sonra Avrupalı (Pakeha) gelmiş, ondan 250
yıl sonra da ben gelmiştim bu topraklara!
3
“A land without people waited for a people without land.” Michael King, The Penguin History of New
Zealand, Penguin Books 2003, S:23
$7
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
KUZEY ADA
SALİMEN VARDIM
Abu Dabi ve Sidney aktarmalarıyla epey saat sonra, ülkenin en kalabalık şehri
Auckland’a ulaştım. Sadece iki gece kalacağım evi internet üzerinden bulmuş, şehrin merkeze
köprüyle bağlantılı North Cote Point isimli sakin bir yakasında seçmiştim. Yanımda
getiremediğim ama gezim boyunca bana gerekecek olanları almak için bu kalabalık şehirde
bir süre kalmaya ihtiyacım vardı. Örneğin yürüyüş botları getirirsem karantinaya alınacağını
bildiren konsolosluk uyarı listesinden sonra, formalitelerle zaman kaybetmek yerine alışverişi
YZ’den4 yapmak daha akıllıca gelmişti.
Kaldığım ev, deniz kenarındaydı ama denize merdivenle inilen yüksekçe bir yamaçta
yer alıyordu. Kır çiçekleriyle bezenmiş setler halindeki bahçede, ev sahibinin kendi inşa ettiği
sevimli bir Hobbit kulübesi’ vardı. ‘Yüzüklerin Efendisi’ filminin YZ’de çekilmiş olmasının,
halkın hayatına getirdiği yansımalara gezimin çeşitli duraklarında tanık olacaktım.
Odama yerleşip ev sahibiyle sohbet ettim bir süre. Sonra, karşı kıyıda 328 metrelik
meşhur kulesi ve gökdelenleriyle gözüken modern şehrin fotoğraflarını çekip gezimi merak
eden arkadaşlarımla aileme gönderdim. “Salimen vardım” mesajıma eşlik eden fotoğraflarda
ilginç bir şey gördüklerini paylaştılar benimle: Ülkede farklı bir ışık hissetmişlerdi. Bu farklı
ışığı gezim boyunca nefesim kesilircesine her yerde gördüm. Havasında sanayinin yarattığı
bir kirlilik olmadığı için miydi bu, yoksa güney yarımkürenin bu köşesi, bulunduğu açıya
göre güneşten böylesi güzel farklı bir ışık mı alıyordu bilmiyorum.
Aslında güney yarımküreye dair hiçbir şey bilmiyormuşum. Ne çocukluğumda ne de
yetişkinliğimde ansiklopedik bilgi merakım olmuştu. Hani şu; dünyanın iki manyetik
kutbunun farklı çekim gücü olması nedeniyle, musluktan akan suyun gider borusunda
oluşturduğu girdap birbirinden farklı olur, biri sağa diğeri sola doğru boşalır gider, bilgisi gibi
lüzumsuz bilgilerle kafamı doldurmamışım.
Belki suyun gittiği taraf çok önemli değildi; ama ayın büyüyüp küçülme durumlarının
ters olması meğer benim için ne kadar önemliymiş. Çünkü uzun yıllar yaşadığım kırsalda,
cadde ve sokak ışıklandırmalarının olmaması, mehtapla yıldızları rahat rahat takibe almamı
sağlamıştı. Yeni ayda mıyız, dolunaya mı gidiyoruz yoksa küçülme zamanlarında mıyız
bakınca bilirdim. Doğa döngülerini belirleyen işaretlerden biri de bunlardır çünkü. Yeni bir
şey dikilecekse, yeni bir işe başlanacaksa bunun, ayın büyüme günlerinde olmasını seçermiş
atalarımız.
Buraya geldikten sonra, sakin bir yerde kalmaya başlar başlamaz ilk fırsatta kafamı
kaldırıp gökyüzüne baktığım bir gece, hayretler içinde kaldım. Hem yıldızlar bildiğim
düzende değildi hem de ay döngüsünü şaşırmıştı!
4
Bundan böyle Yeni Zelanda metnin büyük bölümünde kısaltılarak YZ olarak geçecektir.
$8
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Farklılıklardan bahsederken, en komik fark olarak atlas’ın kapağını söylemeden
geçersem eksik bırakmış olurum. Bu ülkede satılan atlasların kapaklarında Okyanusya çizimi
var. Kocaman bir okyanusun içinde Yeni Zelanda haritası, sol üst köşede de Avustralya. Atlası
da nerede gördün diye bir soru oluştuysa eğer, kaldığım evlerin sahipleri Türkiye’de tam
olarak nerede yaşadığımı merak ettiklerinde, hemen evlerindeki atlası kapıp geliyorlardı da
oradan biliyorum. Şimdi yazarken düşünüyorum, muhtemelen her ülkede basılan atlasın
kapağında o ülkenin göbekte yer aldığı bir konumlandırma vardır değil mi? Dünyaya kendi
durduğumuz yerden bakmak denilen şey de bu olsa gerek. Aslında bunda şaşacak pek de bir
şey yokmuş! Dedim ya, ben öyle her konuda bilgi sahibi olanlardan sayılmam.
AKDENİZ İKLİMLİ BİR ADA
Auckland’dan cep telefonuma kontürlü kart, küresel konumlandırma aletine5 de Yeni
Zelanda haritalarının yüklü olduğu hafıza kartı gibi iki tane, sonradan çok işime yarayacak
teknolojik yardım satın aldım.
Telefon kartıyla, cep telefonumdan e-postalarıma ulaşabildim. Böylece internet için
kapı kapı gezmek dert olmaktan çıktı. Çünkü sonradan fark ettim ki internet-kafeler bizdeki
kadar yaygın değildi. Kaldığım evlerde eğer ev sahibi de evde yaşıyorsa, ancak kablolu
bağlantılar bulabiliyordum. Bu da her istediğim yerden, mesela odamdan mail alıp
yollayamamak demekti. Türkiye’de epeyden beri evlerimizde kablosuz modemler kullanmaya
başlamıştık ama YZ’de son modaya uymak, yaşamın bir derdi değildi. Bunu da yaşadıkça
görecektim.
İndirimde olan çok güzel bir yürüyüş botu buldum doğa sporları dükkânından. Burada
bu dükkânlardan gani gani var, çünkü Yeni Zelandalının neredeyse bütün etkinlikleri doğada
gerçekleşiyor. Akşam işten çıkan kendini yelkene, yürüyüşe, sörfe, kanoya, bisiklete,
motosiklete, balık tutmaya, kampa, pikniğe atıyor. Dünyanın bu konudaki belli başlı markaları
da Auckland’da birkaç katlı mağazalar açmışlar. İçlerindeki malzemelerin haddi hesabı yok.
Kendimi o mağazalarda kaybetmeden; botumu, su mataramı alıp büyük şehirden kaçarcasına
feribotla kırk dakikalık mesafedeki Waiheke adasına geçtim. Bu adada kalacağım iki evi de
Türkiye’den ayarlamıştım. Yarımküre, iklim ve saat farklarını ilk on iki günde rayına
oturturum herhalde diye düşünüp on iki günün konaklamasını önceden halletmeyi seçmiş,
sonrasını akışa bırakmıştım.
İlk evimi burada çok yaygın olan ‘plaj evlerinden’6 biri olarak seçmiştim. Çünkü
kumsalda bir evde daha önce hiç yaşamamıştım. Yeni yaşam, yaşanmamışlıkların
deneylendiği seçimlerle dolacaktı bundan böyle.
Waiheke adasını seçme nedenimse, hem Auckland’dan çok kısa bir yolculukla ulaşılan
Hauraki isimli oldukça korunaklı bir körfezde olması hem de ilginç bir şekilde Akdeniz
iklimine sahip olmasıydı sanırım. Eğer böyle küçük bir noktada, ülkenin genelinden farklı bir
iklim varsa, buna mikro klima deniyormuş.
5
GPS
6
Bach: bu kelimenin -her ne kadar telaffuzu farklı da olsa- Galce’den geldiğini düşünüyorlar. Galce’de küçük
anlamına geliyormuş. Orta sınıf YZ’lilerin 1950’lerde başlayan geleneksel tatil anlayışının önemli bir sembolü,
bir yaşam tarzı: Mütevazi, küçük tatil evleri, plaj evleri… Günümüzde hiç de mütevazi sayılamayacak
modellerini gördüm.
$9
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Ada; sanatçıların yerleştiği, kültürel etkinliklerin bol olduğu, hafta sonları şehirden
kaçanların kendini doğaya attığı bir yer olarak tanıtılıyordu. Ben de bu noktayla, doğaya adım
adım yaklaşmayı seçmiştim böylece.
Feribottan inince bindiğim taksinin şoförüne Oneroa plajında 30 numaralı eve
gideceğimi söyledim. Fazla uzun olmayan yol boyunca sohbet ede ede eve vardık. İnternete
koydukları fotoğraflar pek küçük olduğu için evin nasıl olduğunu tam anlayamamıştım.
Meğer harikaymış. Ülkedeki binaların büyük çoğunluğu gibi tek katlı ve ahşaptı. Ev sahibi
beni kimsenin karşılamayacağını önceden bildirmişti. Anahtarı nerede bulacağımı da
yazmıştı. Talimatları uygulayıp binaya girdiğimde kendi evime girsem aynı duyguyu
hissedebileceğimi düşündüm. Ev benim olsa benzer şekilde dayayıp döşerdim eminim. Planı
da çok hoştu. Beyaza boyalı ahşaplar mekânı olduğundan da geniş gösteriyordu. Sadece taban
ahşabının cilası koyu renkti. Salonun iki
yanında, birer yatak odası vardı. Bu odalardan
Banyoda çamaşır makinesinin üzerindeki
ve salondan kış bahçesi denilen büyükçe, camlı
deterjan poşeti hemen dikkatimi çekti.
Poşetin üzerinde; içeriğinde fosfat olmadığı
bir mekâna geçiliyordu. Kış bahçesi de
belirtiliyordu. Çünkü fosfatın çevreye zarar
katlanarak açılan büyük cam kapılarıyla geniş
verdiğini tespit etmişler. Yabani otlarla
ahşap bir verandaya açılıyordu. Havanın çeşitli
yosunların aşırı hızlı büyümelerine neden
durumları düşünülerek dıştan içe; güneşte
olup, nehir ve göllerde su akışını yavaşlatan,
tembelleştiren etkisiyle, sudaki doğal yaşam
verandada, sabah serinliğinde kış bahçesinde,
için tehlike arz ediyormuş. Tamamen çevreci
gece serinliğinde de salonda oturma imkânı
bir ürün olan deterjan, bakterilerle kolayca
vardı.
ayrışabilen basit mineral tuzlarla sabunun
Hayatımda bu kadar çabuk değişebilen bir
bileşimiymiş.
Bu ülkede çevre bilinci çok yüksekti. Bunu
havayla hiç karşılaşmamıştım. Duruma hemen
size yeri geldikçe ilginç örnekleriyle
uyum sağlayıp sırt çantama her türlü havaya
anlatacağım. Vize alırken pasaportumun
göre giysi ve aksesuar koymadan dışarı
arasında yolladıkları kocaman karantina
çıkmamayı öğrendim. Gelmeden önce iklime
listesinde; “ülkemizin doğasını korumak için
çok dikkat ediyoruz, bu yüzden de
dair okuduklarım, ülkenin ılıman bir kuşakta
listedekilerden yanınızda getirdiklerinizi
olduğunu yazıyordu. On üç ile yirmi üç derece
karantinaya alıp temizliyoruz” diye
arasında değişen sıcaklıktan bahsedildiği için
yazmışlardı. Beni ilgilendiren en önemli şey
tam bana göre diye düşünmüştüm. Ancak
yürüyüş botları olduğu için yanımda
getirmemeye karar vermiştim. Botların
küresel değişimler buradaki genel geçerlilikleri
altından gelebilecek bir bakterinin kendi
de alt üst etmişti anlaşılan.
ormanlarına zarar verebileceğini
Eve girişte, sol girintiye açık mutfak, sağa
düşünüyorlardı. Daha sonra orman
da banyo yerleştirilmişti.
yürüyüşlerimde, bunu izah eden levhalarla
karşılaştım zaten.
Evin verandasının önünde dar bir yol
vardı. Hemen sonra, şerit şeklinde çimenlik bir
alan, arkasından da kumsal başlıyordu. Binanın
az çaprazında büyükçe bir ağaç vardı, çimenlik
alanda. Altında da piknik masası. Ağaç meşe gibi heybetli duruyordu ama yaprakları meşeye
benzemiyordu.
Ev sahibi, arka bahçedeki garajdan kanoyu7 alıp gezebileceğimi söylediği için, daha
gelmeden önce kanoyla gezme fantezileri kurmuş, komşu koylara kadar uzanmıştım
hayalimde. Ama ilkbaharın bu son ayında henüz denize girme ihtiyacı yaratacak bir sıcaklık
yoktu havada. Eminim okyanus da ısınmamıştı. Kanodan soğuk suya devrilme ihtimalinin
7
Kayak = Kano
$10
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
fikri bile hoş gelmedi. Böylece kano eğlencesi hemen saf dışı kaldı. Evdeki broşürlerden
adada birçok yürüyüş parkuru olduğunu öğrendim ve keşfe çıkmak için sabırsızlandım.
Yatak odama eşyalarımı yerleştirdikten sonra, beş gün kalacağım bu evde yiyip
içeceklerimin alışverişini yapmak üzere hemen dışarı çıktım. Oneroa, adadaki birkaç yerleşim
merkezinden biriydi. Hepsi hepsi tek cadde üzerindeki dükkânlardan alışverişimi tamamlayıp
öğlen yemeğimi denize karşı bir İtalyan lokantasında yedim ve büyükçe bir tur atıp eve
döndüm. Böylesine küçük bir yerleşim noktasında, bakkaldan biraz büyük market tarzı
dükkânlarda organik besinler için ayrılan yerin boyutu ve önemi dikkat çekiciydi.
***
İlk akşam, alaca karanlığın muhteşem renklerinden sonra gece inmişti. Ben de oturma
odasındaki DVD oynatıcısına getirdiğim filmlerden birini koyup izledim. Hareketsiz izlerken
üşüdüğüm için gidip yatak odasından battaniye aldım üzerime.
Sean Penn’in çektiği, gerçek bir hikâyeye dayanan “Into the Wild” Lord Byron’dan
çevrilmiş bir şiirle başladı:
Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır
Bomboş sahildeki coşkudadır
İnsan elinin değmediği bir yerdedir.
Denizin diplerinde ve gürlemesindedir.
İnsanları severim, ama doğayı daha çok8
Filmin kahramanı Chris’le aynı istekte olmamız, el değmemiş doğaya gitme arzumuz
beni ağlattı. Genel çoğunluğun dışında kalma yalnızlığının hüznüne ağladım.
Günlüğüme;
Chris’in insanlarla ilişkisi çok güzeldi ama bir an önce hiç kimseyle yakın bağ
kurmadan kendini doğaya atmaya çabaladı durdu. Her şeyi o yaban doğada bulacağına
inandı. Uzun süre aç kaldıktan sonra kazara zehirli bir bitki yiyerek öldü. Fiziki açlığını
doyuramadı ama ruhunu doyurdu.
En son beraber olduğu yaşlı adama, “Her şey insan ilişkileridir diye düşünüyorsun
ama Tanrı’yı her yerde görmek mümkün, nereye baksan ona rastlıyorsun. Hayat sadece insan
ilişkisi değildir,” dedi.
Bu söz, son aylarda benim de geldiğim nokta değil mi? Bana da mutluluğu tattıran,
baktığım her şeyde o muhteşem tasarımı görmem değil mi?
Filmi izlerken ağladım yine... Sanıyorum; delikanlının kendini farklı hissetmesi,
yaşıtlarından ya da çevresindeki insanlardan hayata ve dünyaya farklı bakması, ihtiyaçlarının
farklı olması, tanıdık geldi. Çoğunluğa uymama hissi çok da kolay taşınmıyor demek ki.
Toplumun bu hali mi acı geliyor, yoksa tek başınalık fikri mi ağır geliyor da ağlıyorum, belli
değil, diye içimi dökmüşüm.
8
Bu şiirin çeşitli çevirileriyle karşılaştım, yukarıdaki, film çevirisi yapanın seçtiği versiyon.
There is a pleasure in the pathless woods;
There is a rapture on the lonely shore;
There is society, where none intrudes,
By the deep sea, and music in its roar:
I love not man the less, but Nature more…
$11
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Ertesi gün, evin sahibi telefon etti. “Her şey yolunda mı?” diye sordu. Yolunda
olduğunu, evin çok güzel olduğunu söyledim, ilgisine teşekkür ettim. “Akşam sobayı yaktın
mı, gereken her şey yanına konmuştu,” dedi. Ben yakmadığımı söyleyince, “Olur mu hiç,
üşürsün, akşamları serin oluyor daha,” dedi. “Eğer odun biterse bahçedeki garajın içi dolu,
oradan al lütfen,” diye ekledi. Peki deyip telefonu kapattım. Peki demiştim demesine, ama
ateş yakmak fikri bana kazadan sonra yeniden araba kullanmak kadar korkutucu geliyordu.
Hani kaza yapmışsınızdır da belli bir zaman geçmiş, sıra yeniden direksiyon başına oturmaya
gelmiştir. Bir türlü cesaret edemez, oyalanır durursunuz. Ve eğer bir an önce kullanmaya
başlayamazsanız bir daha da zor oturursunuz o koltuğa. İşte ben de ateş yakma konusunda
böylesine çekingen davranıyordum. Şimdi ev sahibi “Üşümenin anlamı yok, yak o sobayı,
bütün evi ısıtır o,” deyince kendi kendimle pazarlığa oturdum, “Şimdi yakmazsan belki bir
daha hiç yakamazsın,” dedim. “Cesaret göster ve dene.”
O gece o büyük döküm sobayı tutuşturdum ve büyücek cam kapağından uzun uzun
alevleri izledim, izleyebildim.
İLK YÜRÜYÜŞ
Evde bulduğum, adanın yürüyüş parkurlarını gösteren broşürden, üç numaralı olanı
seçip ülkedeki ilk yürüyüşüme başladım. Yürüyüşün günlük kaydı şöyle:
Saat 10.30 gibi Oneroa – Blackpool parkurunu yürümek üzere evden çıktım. Harita
destekli cep telefonumla broşürdeki parkuru takip ederek huşu içinde bir yürüyüş yaptım.
Adada yürüdüğüm bütün yolların kenarında hanımelilerin olması şaşırtıcıydı. Bu çiçekleri
kim dikmiş olabilir, inanılır gibi değil. O kokular…insanı çıldırtıcı güzellikler.
Beni en çok şaşırtan, iki asfalt yol arasında yer alan kestirme yollara9 girdiğimde
kendimi birdenbire doğal ormanlar içinde bulmak oldu. Nasıl olur da böyle yerler vardı?
Eğer adanın doğası böyleyse, o zaman yerleşim yerlerini oluşturmak için ağaçları kesip yok
mu etmişlerdi? Yok eğer değilse, bu ormanları kendileri mi oluşturmuşlar, yapay mıydılar
yani?
Ormanda tepesi sarı renkli kazıklar yol göstericiydi. Kaybolmak mümkün değildi yani.
Derken o kestirmelerden birinde banka oturmuş su içiyordum ki, kadının biri koşu giysisiyle
yanımda bitiverdi. Biraz dinlenmek iyi olur deyip benim banka oturdu. Yol boyu zaten her
karşılaşmada selamlaşılıp merhaba dendiği için, bunda da tuhaf bir şey görmedim. Selam
faslından sonra, “Nereden geldin?” diye sordu. “Türkiye’den,” deyince, “Neresinden?”
demez mi? “İçinden,” demek vardı ama anlamaz ki! Neyse sonunda Türkiye’ye geldiğini
anlatmaya başladı. İstanbul’dan başlayan gezisi, Ankara, Kapadokya, Antalya ve Ege bölgesi
sonrası Gelibolu’da bitmiş. Anlaşılan pek beğenmiş ülkeyi. Adada nerede kaldığımı sordu bu
sefer. Adresimi söyledim. Aşağı yukarı evin nerede olduğunu tahmin etti. Burada yaşayan iki
Türk kadın olduğunu biliyormuş. Birinin YZ’li sevgilisi varmış, diğeri YZ’li biriyle evlenmiş
9
YZ’de ‘Access way’ olarak geçiyor.
$12
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
ve şimdi bebeği olmuş. Onları arayıp beni bulmalarını söyleyecekmiş! Yani bana hiç sormadı;
ister misin, gelsinler seni bulsunlar mı filan diye. Hani bir problemimin olduğunu anlatsam
neyse… Kadın hemen beni Türklerle bir araya getirecek. Bakalım ben Türk görmek istiyor
muyum, henüz beşinci günümü yaşadığım bu ülkede? Neyse onun evinin yolunda
birbirimizden ayrıldık. Adı Jo idi.
Bu ilk yürüyüş, pek çok konuda ilkleri yaşamama neden oldu. Benim gibi yön
duygusu son derece zayıf olan birinin telefondaki harita sayesinde kaybolma şansının
olmadığını gördüm öncelikle. Ama haritaların sadece yerleşme yerleri için hazırlandığını,
doğal bir oluşuma girildiğinde detay çizimin kaybolup onun yerine büyükçe bir yeşil alan
görünümü koyulduğunu anladım. Demek ki doğadaki yürüyüşlerde GPS aleti şarttı.
Bu parkur, adanın birkaç koyunu tepelerden yürüterek geçirtiyordu. Yamaçlara kurulu
binaların mimarilerine bakıyordum yürürken. Ahşap binalar kot farkları nedeniyle hep uzun
bacaklar üzerindeydiler. O uzun bacakların arasında da bayağı büyük çaplı su tankları
duruyordu. Dikkatli bakınca yağmur oluklarından borularla bu tanklara bağlantılar geldiğini
gördüm. Daha sonraları böylesi yağmur suyu biriktirme tanklarını ülkenin genelinde bol bol
görecektim.
Orman ürünlerinin bol ve ucuz olduğu bu ülkede ahşap, en önde gelen malzemeydi.
İstinat duvarlarının ahşapla yapılmış olması ilk görüşte tuhaf gelse de, sonradan bunları, taş
duvarlara göre çok daha güzel bulmaya başladım.
Kestirme yollarla girdiğim koruluklarda ilk kez karşılaştığım Fern isimli bitkinin,
biraz aşk merdiveni biraz eğrelti otu ailesinden olduğunu düşündüysem de, kalın ve uzun
gövdesi onun farklı bir bitki olduğunu gösteriyordu. Meğer Fern’in çok çeşidi varmış.
İlerleyen zamanlarda bir Maori rehberden öğrendim hepsini. Hatta yaprağının arkasının
gümüş rengi olanı, Yeni Zelanda’nın sembolü olarak her yerde var. Yine o koruluk alanda,
ahşap basamaklarla köprülerin zeminlerini telle kapladıklarını fark ettim. Rutubette ya da
yağışlı zamanlarda, üstleri yosun tutup kaymasın diye bir önlemdi sanırım bu. Daha sonraları
kilometrelerce yürüdüğüm gerçekten büyük ormanlık bölgelerde benzeri köprü ve
merdivenlerin bakımını nasıl gerçekleştirdiklerine, hatta ormana bu basamak, yürüme yolları
ve köprüleri nasıl kurabildiklerine şaşıracaktım sık sık.
Yürüyüşte ilk kez karşılaştığım bir ağaç vardı, o an adını bilmiyordum ama gövdesi
çok ilginç şekillerde olabiliyordu. Heykelsi ağaçlardı bunlar. Kasım ayında, yani ilkbaharın
sonuna doğru üzerinde beyaz beyaz tomurcuklar vardı. Bu ağaçlardan deniz kenarında
olanlarının bazısının üzerinde bir bitki daha yaşıyordu. Asalak sınıfından sayılan ikinci bitki,
ülkemizde genelde sarmaşık şeklinde olur. Ağaca sarılarak ondan istifade eder. Burada
gördüğüm, sarmaşık değildi. Ağacın gövdesinden çıkmış ama o ağaca hiç benzemeyen,
çoğunlukla da tüm kalın dallarını kaplamış çok ilginç bir oluşum. Resmen beraber yaşıyorlar.
Ağaç, üzerindeki minik yapraklı yayılmacıya yataklık ediyor ve kendisine herhangi bir zarar
gelmiyor!
Yürüyüşümün mahalle aralarından geçen bölümlerinde kaldırımların beton, asfalt ya
da taş yerine geniş çimenlik alanlar olması, bakımını nasıl yapıyorlar tasasını yaşattı bana.
Hemen ertesi gün minik bir traktör şeklinde çim kesme makineleriyle karşılaşınca bu tasam
da geçti.
Yürüyüş Blackpool koyunda bitiyordu. Koya yaklaştıkça kumsal zannettiğim oldukça
geniş alanın gerçekten de ismine uygun olarak siyaha ramak kalmış bir gri olduğunu gördüm.
Adamın biri yanında köpeğiyle, belki de 100 metre kadar bu meymenetsiz kumsaldan denizin
$13
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
içine doğru şişme botunu çeke çeke yürüyordu. Bütün bunları fotoğrafladım ve hâlâ
uyanamadım ki bu meymenetsiz bulduğum kumsalda, okyanus gelgitlerinin git durumu
yaşanmaktaydı o saatlerde. Hayatlarının önemli bir parçası olan gel gitleri kavramam için,
ülkede biraz daha zaman geçirmem gerekti doğal olarak.
***
Akşam eve döndüğümde, komşu eve birilerinin geldiğini fark ettim. Kalabalık gençlik
grubuydu gelenler. Parti veriyorlardı sanki. İşte günlüğüme düştüğüm not:
Yan evdeki partinin gürültüleriyle, huzurlu olacağını düşündüğüm bir yer için ironi
yaşıyorum. Müzik, gülme, konuşma, bağrışmanın ötesinde bir de bahçelerinden işaret
fişekleri atmaya başlamazlar mı… Artık sözün bittiği yer gelmişti. Gidip kulak tıkaçlarımı
aldım ve takıp yatıp uyudum.
Oysa gün batım saatinde koydaki tekne sayısındaki artışı, hava bulutlandı diye
fırtınanın gelişine bağlamıştım. Güya fırtına geliyordu da tekneler buraya sığınıyordu. Meğer
Cuma gecesinden insanlar yelken açıp motor basıp şehirden kaçıyor, adaya hafta sonu
geçirmeye geliyormuş.
Daha dün bir, bugün iki, neler öğreneceğim bakalım.
İLK KAYBOLUŞ
Sabah güneş yükselirken kalkmıştım ama değişken hava yağmura dönüşüverdi
kahvaltı sonrası. Bu kez bir numaralı yürüyüşü yapmak istiyordum. Yürüyüş yolu adanın
şarap üreticilerinin yanından geçiyordu. Bunlardan adı Mudbrick olanında şarap tadar, yemek
yerim diye planladım. Öğlenden sonra yola çıkıp feribot iskelesine doğru yürümeye başladım.
Telefonumdaki haritalarda adanın bu bölgesine dair hiçbir detay yoktu. Böylece anladım ki
evde bulduğum yürüyüş haritasıyla baş başaydım, teknolojinin yardımından yoksun olarak
yolumu bulacaktım. Bunu fark etmek beni yolumdan döndürmedi, devam edip parkur girişine
geldim. Girişte iki tane levha vardı. Biri; YZ’de zararlı ot problemi olduğunu, bununla
mücadele ettiklerini söylüyor, bu konuda yardımcı olmak isteyenleri ilgili organizasyonu
aramaya davet ediyordu. Diğeriyse; “Kauri’mizi koruyalım” sloganının altında Kauri için son
derece önemli olan bir hastalığın toprak ve çamurla yayıldığını anlatıyor, bu nedenle yürüyüş
alanına girmeden önce ayakkabılarınızın altını yıkayıp temizleyin, çıkışta yine yıkayın ve
gezerken de mümkün olduğunca Kauri köklerinden uzakta dolaşın diye uyarıda bulunuyordu.
O levhayı okuyunca yürüyüş ayakkabılarını neden karantinaya aldıklarını anladım.
Ülkelerinin doğası için her ihtimale karşı önlem almaya çalışıyorlardı.
Sırasıyla patikaları izleyerek yürürken İrlandalı Kız filmini aratmayacak bir havayla
dramatik görüntüler yakalıyordum. Yağmur sprey gibi yüzümü ıslatırken ben yemyeşil
tepelerin birinden iniyor bir diğerine tırmanıyordum. Sık sık telefonumu kontrol ediyordum
ama uyduyla bağlantı kuramadığı için bana yardımcı olamıyordu. Zaten benim de pek
yardıma ihtiyacım yoktu. Yürüyüş bölgelerindeki sistemi kapmış, güven içinde yürüyordum.
Ta ki bağları geçip Cable Lane yazısını görene kadar. Elimdeki haritaya göre bu parkurda
böyle bir yer yoktu. Bu isimde bir koy vardı ama o iki numaralı yürüyüşün koylarından
biriydi ve bu istikametten oraya ulaşmak mümkün değildi. Ben nasıl olup da oraya çıkmıştım
anlamak zordu. Aklım karıştı bir anda. Pusula gibi yön gösterici bir aletim de yoktu yanımda.
Havada güneş de olmadığından nereye doğru yürüyeceğime karar veremedim. Hesapta,
$14
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
köşede duran levhada Oneroa plajı 30 dakika olarak verilmişti, ama okun gösterdiği yerde
özel bir mülkün çit kapısına benzeyen, kocaman kapalı bir kapı vardı. Sonunda kavşaktaki bir
yönü seçip yürümeye başladığımda, karşıdan gelen bir arabayla karşılaştım. El edip
durdurdum, yolu sordum. Adam arabaya davet etti, Oneroa’ya götürebileceğini söyledi. Ben
ona, yürüyerek gitmek istediğimi söyleyince, adam yürüyüş yolunu iyi bilmediğini, arkadan
gelen bir kadın olduğunu, yolu ona sorabileceğimi söyleyip gitti. Adamın arkasından
baktığımda, özel mülk kapısı diye düşündüğüm kapıdan geçip gittiğini gördüm. Acaba o
mülkün sahibi filan mı, kapıyı nasıl açıp geçti diye afallamışken, bu kez kadının arabası
önüme geldi. Onu da durdurup aynı soruyu sordum. O da beni şehre götürmeyi teklif etti. Ben
yine ısrarla yürümek istediğimi söyledim, haritamı gösterdim. Baktı ve haritanın güncel
olmadığını, yeni yollar açıldığını söyledi ki Cable Lane da böylesi yeni oluşumlardandı
muhtemelen. Sonuçta kadın nasıl gidebileceğimi anlatınca tuhaf bir yerlerde olduğumu
düşündüm ve yürüme ısrarımı bırakıp onunla şehre gitmenin daha akıllıca olacağını anladım.
Otostopçu gibi kadının arabasına bindim, özel mülk kapısı dediğim büyük kapıdan geçtik.
Kapıya yaklaşınca kapı kendiliğinden açılıyormuş meğer. O kapı orada neden vardı
bilmiyorum. Beş on dakika içinde şehre geldik. Kadıncağız, kırtasiyeciden harita almamı
tavsiye etti ve beni merkezde bıraktı. Eve yürürken saatim 18.30’a geliyordu ve ayaklarım
ağrıyordu. İyi ki yürümek konusunda fazla ısrarcı olmamıştım.
Soba için odun ve çıra almak üzere arkadaki garaja yürüyünce komşuyla karşılaştım.
Meğer o adam da Türkiye’yi bilirmiş. Bir ticaret heyetiyle 1991 yılında gelmişmiş. Karşıma
hep Türkiye’ye gelenlerin çıkması ne tuhaf…
Şarap üreticisinde yemek yerim derken, evde şarap, peynir ve meyve ile gecemi
geçirdim. Çektiğim fotoları bilgisayarıma yükleyip arkadaşlarımdan birine e-postayla
yolladım:
… Bugün İrlandalı Kız filmini çevirdim. Adam eksikti ama mekân aynen oluştu bir
ara... Rüzgârlı yeşil tepelerde sprey şeklinde bir yağmur ile yürürken hissiyatım aynen öyleydi
anlayacağın. Muhteşem görüntüler var tabi, ama baymaktan çekindiğim için çok
göndermiyorum. Buraya has bir ağaç var ki; arkadaşın onunla aşk yaşamakta. Heykel gibi
bir ağaç mirim. Bugün hiç çekmediysem 150 ağaç fotoğrafım vardır, yeminle. Güleceksin ama
bugün elimdeki harita eski olduğu için yolu kaybettim ve otostopla eve döndüm. Güya hesapta
şarap bağlarından birinde günü tamamlayıp şarap içip güzel yemek yemek vardı, ama hangi
noktada yaptıysam, yürüyüş yolundan garip bir yere dalmışım anlaşılan.
Arkadaşıma yazdığım heykelsi ağacı ilk yürüyüşümde de görmüştüm. Dalları beyaz
tomurcuklarla doluydu. Üstelik bazılarının üzerinde ikinci bir bitki yaşıyor diye anlatmıştım.
Ama bu parkurdaki ağaçların duruş ve biçimlerinden etkilenmemek mümkün değildi. Parkur
genelde denize paralel gidiyor, zaman zaman deniz kıyısına inilip bazen de yamaca
tırmanılıyordu. Ağaçların kıyıya yakın olanları kollarıyla kendini denize uzatmıştı adeta.
Arkadaşım, ona yolladığım ağaçlardan biri için; “Onun altındaki sırtta, denize karşı uzanıp
yatıyor olmak isterdim” diye cevap yazmıştı.
İlerleyen zamanlarda, belki de bir ay içinde, o beyaz tomurcuklar kıpkırmızı çiçeklere
dönüştü ve benim ağaca olan aşkım katlandı. Bu ağacı Kuzey Ada’da deniz kenarlarına yakın
bölgelerde yaygın olarak her yerde gördüm daha sonra. Söylemesi meşakkatli bir adı vardı:
Pohutukawa. YZ’de genellikle bu ağaca “Christmas Tree” diyorlar. Çünkü tam Noel ayında
kıpkırmızı süslerine bürünüyor.
$15
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
EKOLOJİK YAŞAM DENEYİMİ VE ZAMAN KAVRAMI
“Ne içindeyizdir zamanın ne büsbütün dışında”
A.Hamdi Tanpınar
Adadaki ikinci beş günümü geçireceğim evin sahibi Dave, minibüsüyle beni plaj
evinden gelip aldı. Kendi yerlerine götürürken yol boyu sohbet ettik. Bu kez yeşilliklerin
içinde bir yer seçmiştim. Ama en önemli özelliği ekolojik yaşamın sürdürüldüğü bir
konaklama olmasıydı. Dave bana genel bir tanıtma yapıp misafirler için ayrılan binanın üst
katındaki odama çıkarttı. Odamın adı Pukeko idi. Bu, YZ’nin uçmayan kuşlarından birinin
adı. Kuşun rengi mavi, bacakları ve gagası kırmızı. Sanki uzun bacaklı bir tavuk misali uzun
adımlarla yerde koşturuyor. Banyom aşağı katta ve bana özeldi. Dave, alt kattaki odada genç
bir kızın kaldığını söyledi. Mutfağı onunla paylaşacaktık.
Binalardan bahçe duvarına kadar mekândaki her oluşum, geri dönüşümlü
malzemelerden yapılmıştı. Yaşadıklarımı arkadaşlarımdan birine şöyle anlatmıştım:
… Burası bir Eco Lodge. Böyle bir deneyimim olsun istedim. Bilmek başka,
uygulamak başka oluyor tabiî ki.
Mutfakta yemek hazırlarken, elimdeki kağıdı oraya, meyvenin kabuğunu şuraya,
plastiği buraya, şişeyi öteye, tenekeyi beriye derken, aman suyu çok kullanma, deterjan iki
damla… şiştim valla. Tuvalette sifon ayarlı, ancak küçüğünü temizler. Duş yaparken
duvardaki şampuan, krem ve vücut jelini kullanıyorsun, çünkü benimkiler ‘ECO’ değil.
Yağmur suyu kullanılıyor bütün adada. Belediye, kullanımın kontrollü olması için
fosseptik tanklarının seviyesini de günlük not aldırıyor. Yağmur suyu karbon filtreden geçerek
evde kullanılıyor, hatta içilebiliyor bile… Fosseptiği de arıtıp bahçe sulamasında filan
kullanıyorlar. Bu dünya için bir dikkat bir dikkat halindeler. Dünyanın geri kalanı … sıvıyor
bunlar pür dikkat.
Binayı oluklu tabakalarla ve geri dönüşümlü ağaçlarla oluşturmuşlar. İlk geldiğimde –
biraz da kumsaldaki evin güzel estetiğinden sonra- acayip bir çirkinliğe girmiş gibi oldum.
Sonra yaşadıkça pek çok detayı fark ettikçe, olayı çok sevmeye başladım.
Başka bir arkadaşıma da yaşadıklarımın farklı açısını yazmışım:
… Bugün bir haftam doldu. Üç ay çok az gelecek hissiyatına düştüm.
Plajdaki evden çıkıp adanın ortalarına yeşillikler içine geçtim. Burası bir sertifikalı Eco
Lodge. Her şey o kadar ECO ki alışmak zaman alacak. Fotoğraflarını gönderiyorum.
Bahçede oturunca, benim sevdiğim o korunmuşluk, kucaklanmışlık hissini duydum. Vadileri
bu nedenle çok seviyorum. Vaktiyle arazimi de bu güzel his nedeniyle almıştım. Önü açık
yerlerde enerji kaçıp gidiyor gibi geliyor bana.
Terasın uzantısında açık hava sıcak banyosu var. Bunlar bu işe çok meraklılar.
Auckland’da iki gece kaldığım evde de vardı. Ev sahibi Dave, akşam yıldızlar altında o
banyoya girmemi söyledi. Hâlbuki bahar mevsiminde akşamlar soğuk oluyor, su sıcak da olsa
bunun bir de çıkışı ve odaya kadar gidişi var. Doğrusu cesaret edemedim. Suyla ilgili şeylerde
bir çekingenlik var üzerimde nedense. Beş gün kaldığım plaj evindeki kanoyu da suya indirip
$16
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
gezmedim. Henüz deniz bana göre ısınmış sayılmaz. Birdenbire suya devrilme durumunu göze
alamadım. Tuhaf bir şey bu… nereden bungy jumping yapacağımı sürekli araştırırken, bir
karış soğuk suya düşersem diye ya da sıcak sudan çıkınca titrersem diye cesaret
gösterememek… Cesaret denilen şey tuhaf bir şey külliyen…
Lodge’un diğer odasında Wellington’dan gelmiş genç bir kız kalıyor. Yani çoluk çocuk
gürültü vs. yok Allaha şükür. Bugün çevre gezisi yaptım yine yürüyerek. Dört-beş kilometrelik
uzaklıklara gidip dönüyorum. Marketten yiyecek ve içecek alışverişi yaptım. Misafirlere ait
bir mutfak var. İstediğimizi pişirebiliyoruz. Dave ve Sue’nun yirmi beş senedir yaptıkları asıl
işleri yemek hazırlamakmış. Yemekleri adrese teslim ediyorlar, ayrıca organizasyonlara da
yemek hizmeti veriyorlar. Mesela bu Cumartesi bir düğüne yemek yapacaklarmış.
İkinci akşamımda yaşadığım farkındalığı da günlüğümde kayda geçirmişim:
Dün akşam içkimi bardağa koyup yanına birkaç somonlu kanepe hazırladım ve
bahçeyi, bana huzur veren yeşil rengi izlemeye dışarı çıktım. Uzun keşif yürüyüşümün
ardından duşumu almış, gevşemiştim.
Şarabımı yudumlarken bahçedeki ağaçlara dikkatle, farkına vararak bakmaya
başladım. Örneğin zeytin çiçek doluydu. Oysa daha bir hafta önce gözümün önündeki bir
başka zeytin ağacındaki zeytinler yağı sıkılmak üzere toplanmayı beklemiyor muydu? Hatta
sert esen bir rüzgârda üzerindeki olmuşlar yere dökülmemiş miydi?
Ya biraz ilerdeki şeftalinin üzeri küçük küçük yeşil meyvelerle dolu değil mi? Peki ama
o çok sevdiğim şeftalinin mevsimi bitti diye üzülen ben değil miydim? Artık buzhane şeftalisi
başladı diye şeftali almayı bırakan, bir anda meyvelerden neyi yiyeceğini şaşıran…
Şu taptaze yapraklı asmanın üzerinde dut kurusu benzeri yeni oluşumlar birkaç ay
sonrasının üzüm salkımlarının hazırlığı değilse nedir?
Sanki altı, yedi ay geriye ışınlanmıştım. Dejavu! Yaşadıklarımı yeniden yaşıyordum. Ya
da şöyle düşünülebilir: Altı, yedi ay ileri fırlatılmıştım. Bir şeyleri yaşamayı atlayarak buraya
gelmiştim.
Gerçek neydi? Neredeydi? Hangisiydi? Daha doğrusu: Var mıydı?
Benim gerçeğim sadece burada, şimdi benim gördüğümdü: Hava ilkbahar
serinliğinde, bir güneşli bir duş şeklinde yağan yağmurlu. Zeytinler ve asmalar meyveye
durmuşlar, şeftaliler büyümekte. Şifalı bitkiler yemyeşil, dipdiri.
O zaman, ben zamanın neresindeyim? Önünde, arkasında, sağında, solunda?
O zaman; baharı yaşıyorsam şimdi, yani geriye düştüysem, yeniden yangın olacak mı?
Yeniden elimin altındaki her şey gidecek ve ben yine her şeyi yeniden almaya mı
başlayacağım?
Belki de geriye değil de ileriye atıldım. O zaman; geçecek zaman zarfında
yaşayacağım şeylere ne oldu? Tanışacağım insanlara, okuyacağım kitaplara, yazacağım
yazılara, izleyeceğim filmlere, gideceğim ülkelere ne oldu?
“Zaman” dediğimiz, dümdüz ileriye gittiğine inandığımız çizgide, hiç düşünülmeyen
bir değişiklik olduğunda anlıyor insan bunun sadece bir yanılsama olduğunu. Her şey ne
kadar da kabul edilmişlikler halinde.
İki üç gün önce plaj evinde, elimdeki dergide editörün yazdığı yazıyı okuyordum: “En
sevdiğim mevsim geliyor, yaza kim bayılmaz ki? Aralık ayı gelirken içim içime sığmaz olur,”
diye başlamıştı. Editör, yağmurlu ve gri geçen bir kışın ardından yaza giriyor olmanın
coşkusunu dilde getiriyordu. Birden fark ettim: Aralık ayı bana, kendi içime kapandığım, gri
$17
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
ve yağışlı havalar nedeniyle şöminenin ateşi başında geçirdiğim bol okumalı yazmalı günleri
düşündürür. Oysa yazar denizi, kumsalı, yelken yapma özlemini anlatıyordu. Aynı Aralık
ayının farklı şeyler düşündürdüğü iki kişiydik. Onun ‘Aralık’ı mı, benim ‘Aralık’ım mı doğru?
Çocuklara ilk öğretilen bilgilerden değil midir mevsimler? Buradaki çocuk AralıkOcak-Şubat için yaz mevsimi diye öğreniyorsa doğrunun yalnızca tek bir tane olduğundan
bahsetmek mümkün mü?
Buraya doğruların tek olmadığını görmeye geldim sanırım. Kabul etmeye de, pek tabi
olarak. “Aralık ayını dört gözle beklerim,” diyen kadına, “Hadi canım Aralık da dört gözle
beklenir miymiş?” dememeyi öğrenmeye geldim.
Onun ayakkabısını giymeye geldim çünkü buraya.
Aralık ayını burada güneşli ve sıcak yapanı anlamaya geldim.
Yolda karşıya geçerken önce ne yöne bakacağımı nasıl ayarlamam gerektiğini
öğrenmeye geldim. Bütün önceden öğrenilmişlikleri yani ezberleri unutmaya geldim.
“Şimdi ve burada” olmayı öğrenmek böyle bir şey.
Beynin otomatikten getirdikleriyle değil o anda önündeki duruma karşı ne yapman
gerektiğiyle ilgili yaşamak.
BİO TUVALET VE TERASTAKİ SPA
Bir gün adanın en büyük yeşil alanı sayılan Whakanewha parkı içinde yürümeye
gittim. Park alanının, Maorilerin bir zamanlar yaşamış olduğu yer olarak tarihi bir önemi var.
Arkeolojik anlamda nerelerde yaşamış olduklarının göstergelerinden bazıları; kumara cinsi
patateslerini saklamak için açtıkları çukurlar, savunma amaçlı kazdıkları hendekler ve evlerini
kurdukları teras şeklindeki düzlükler. Bunlar zaman içinde hava şartlarıyla değişime uğrasalar
da yöredeki kemik, deniz kabukları kalıntıları gibi buluntular yerin belirlenmesine yardımcı
oluyormuş.
Doğal orman içinde açılmış patikalarda yürürken, kendime sormaya başladım: Neden
arkadaşlarımın hiçbirinin aklına böyle yürüyüşler yapmak gelmiyordu? Bilinmezlikler içine
hiç kaygısızca nasıl girebiliyordum? Pek çok kimsenin aklının ürettiği kaygı soruları neden
benim zihnim tarafından üretilmiyordu? Allahtan da üretilmiyordu. Yoksa çok sınırlayıcı bir
yaşantım olurdu. Hiçbir yere gidemeyen hareketsiz yaşayanlardan biri olurdum. Bu müthiş
güzel farklılığın tadını çıkararak yürüdüm. Ya şu olursa, ya bu olursa diye beni durdurabilecek
kaygıların olmaması, karakterimin en önemli özelliğiydi.
Parkta uzun ya da kısa yürüyüş için çeşitli iç parkurlar vardı. Yani sık sık seçim yapma
noktalarına geliniyordu. Bilgilendirme ve uyarı levhalarıyla burada tanıştım ilk olarak,
sonrasında ülkenin önde gelen parkurlarında yürürken bu tanışıklığın çok faydasını gördüm.
Levhalarda seçilen yolun gidiş dönüş özelliği varsa yaklaşık olarak sürecek zamanı da
belirtiliyordu. Örneğin gidiş dönüş 1 saat 30 dakika gibi. Bu zamanın hesabı, ortalama
$18
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
yürüyüşçülerin saatte 4 km yürüyebileceği kabul edilerek yapılıyormuş. Ben de onlardan
sayılırdım, saatte 4-5 km arasında yürüyebiliyordum genellikle.
Parkın sonuna doğru iki kabinli ahşap bir
Tuvalet tasarımın çizimi ve nasıl
tuvaletle karşılaştım. Önce tuvalet binası çok şirin
çalıştığının anlatımı duvarda asılıydı.
geldiği için fotoğrafını çektim, sonra binaya yaklaşıp da
Suyun son 200 yıldır kullanıldığını
söyleyerek başlayan açıklama, insan kabinin içine girince karşılaştığım gerçekle şaşırıp
binadan çıkana kadar 18 adet fotoğraf çektiğimi fark
dışkısının temiz suyla birleşiminden
kirli sular ve oksijensiz ortamda
ettim. Kabinin içi oldukça genişti. Tuvaletin özelliği ise
yaşayan bakteriler ürediği, kokuya
susuz çalışması. Yani kompost sistem denilen koku
da bu bakterilerin neden olduğu
yapmayan, kendiliğinden gübreye dönüşen bir tasarım.
şeklinde devam ediyordu. Hâlbuki
Tuvalet kabininin duvarları, ‘mirasımız’ sloganıyla
oksijen, sıvı ve ısı dengesi güzel
kurulursa kendiliğinden gübre
doğanın ülkeye bahşettiklerinin vurgulandığı posterlerle
üretimi meydana gelir ve oksijen
süslenmişti. Bu şekilde doğal miraslarını koruma
ortamında oluşan bakteriler koku
yapmaz diye anlatılmıştı. Sistemin alt bilinci vermeye çalışıyorlardı.
Ülkedeki dokuzuncu günümdeydim bu ormanda
yapısında havalandırma bacaları ve
güneş ısısının kullanımı detayıyla
gezerken. Halkın çevreyi koruma bilincinin çok yüksek
gösterilmişti. Hiçbir kimyasal madde
olduğunu biliyordum, ama bu bilinç ne zamandan beri
kullanılmıyordu. Tuvaleti
iş başındaydı pek fazla fikrim yoktu. Bunu
kullananlardan tek bir şeye dikkat
Wellington’daki müzeye gidene kadar da
etmeleri isteniyordu: kapağı kapalı
bırakmak.
öğrenemeyecektim.
İlk kez bu ormanda gördüğüm kuru tuvaletle,
daha sonraki orman yürüyüşlerimde, ülkenin kırsalında
ve doğal plajlarında çeşitli büyüklüklerde yapılmış
kabinler olarak sık sık karşılaştım.
Bu tuvalet bana birkaç ay önce Kaçkar dağlarında zirveye çıkmadan önce son kamp
yerinde gördüğüm tuvaleti anımsattı. Dostlar alışverişte görsün kabilinden öylesine getirilip
bırakılmış çok çirkin pembe renkli poliüretan bir malzemeden yapılmış kabini hatırlamıştım.
Kokudan ve sinekten yanına bile yanaşmak mümkün değildi. Köylerde evden uzağa yapılan
tuvaletlerde de sadece çukur kazıp üzerine su dökerek halletmeye çalıştığımız mikrop
yuvaları vardır. Onların sağlıklı hale getirilmesi basit fizik ve kimya bilgisiyle mümkünmüş
oysa. Çevreci bir İngiliz arkadaşıma yazdığım mektuba tuvaletin fotoğrafını eklemiştim. Bana
cevaben, seneler önce Himalayalarda Ladakh bölgesinde çalışırken aynı şekilde kuru sistem
tuvalet kullandıklarını, yüzyıllardır bu sistemin bilindiğini yazdı.
***
Yürüyüş dönüşü, ev sahiplerimin sürekli önerdiği sıcak sulu jakuziye girmeye karar
verdim. Hava nispeten biraz daha ısınmıştı, spa deneyimi olmadan buradan gitmek olmazdı.
Ancak deneyim pek hoş olmadı ne yazık ki… İşte bunu paylaştığım mektup:
Bu arada benim sırt ağrıma, Eco Lodge’un -sonunda girmeyi becerdiğim- sıcak su
(39,5 derece) jakuzisi bir iyi geldi sorma… Gerçi o gün orada ruhumu teslim etmeme ramak
kalmıştı ama olsun. Teslim etmediğim gibi, ağrım da geçti. Şekerim, kırmızı şarabımla sıcak
suya girdiğim için mi oldu, yoksa orman yürüyüşü sırasında çok az su içmişliğim nedeniyle mi
bilmem, bir saat sonunda havuzdan çıkınca bilincimi kaybettim. Düşüp bayılmaca yok, ama
önce tansiyonum düşüyor gibi geldi, karardı ortalık; sonra ne kadar yitirdiğimi bilmediğim
bilincim geri geldiğinde kendimi, havuzun içine kollarımı sokmuş sanki bir şey arar gibi
buldum. Hiç gereksiz bir hareket oysa… Neyse bir kaza çıkmadan odama kadar ulaşmayı ve
$19
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
kendimi yatağa atmayı becerdim. Bir saat sızma gibi bir durum yaşadım. Ruhum bedenimi
izliyor ama yerinden oynatamıyor gibi bir durum. Sonunda kalkıp mutfağa iki lokma bir şey
yemek için gittiğimde diğer odada kalan genç kız ile karşılaştım. SPA nasıl gitti diye sorunca
bilinç kaybımı anlattım. O da sıcak suyun susuzluk yarattığını anlattı. Muhtemelen o günkü
uzun yürüyüşümde yeterli su içmemiştim. Üzerine Merlot+Cabarnet Savignon eklenince
bendenizin SPA keyfi Karagözün keyfine dönüştü. Ama gel gör ki sırt ağrım bitiverdi. Sana da
sıcak sulu bir jakuzi öneririm.
Yeğenlerime yazdığım mektup böylesi deneyimlerden bahsediyor sanki:
Tamamen yabancı ortamlarda insanlar, kendilerine yabancı olan sistemleri tanımak,
öğrenmek, halletmekle uğraştıkları için, hayatı tanımak adına; yeni çözümler bulmak, yeni
yollardan yürümek keyfini yaşarlar. İşte ben de bütün bu keyifleri yaşıyorum. Bilindik
alandan dışarı çıkmak yepyeni deneyimler kazandırıyor insana. Benim yaşam seçimim de bu
zaten. Her zaman çizgiyi dışa doğru genişletmek, bunun için korkmadan ittirmek. Neyle
karşılaşacağımı sürekli merak etmek…
Yolculuğun bundan sonrası için internete girip Kuzey Ada’da nerelere gidebileceğimi
araştırdım. Bu ada bana kalabalık, oldukça hareketli gelmişti. Auckland’a yakın, böylece de
kolay ulaşılabilir olması burayı popüler yapmıştı sanırım. Şarap bağları, sürekli düzenlenen
kültürel festivaller ciddi sayıda insanı kendine çekmişti anlaşılan. Bana biraz daha yaban
yerler lazımdı. Great Barrier adasını buldum böyle özelliklere sahip olan. Üç gün orada kalıp
iyice kuzeye uçmayı planladım. Kerikeri’de bir aylığına ev kiraladım.
(FAZLA) EL DEĞMEMİŞ BİR ADA
Canım arkadaşım,
Bugüne seninle başladım, öyle devam ettim ve yazmak şart hale geldi.
Sabah erkenden yola çıktım mekân değişikliği için. Feribottu ilk bindiğim araç ve okumaya
başladığım kitap Fazıl Say’ınkiydi. İç sesini duymaya çalıştığını yazan, içindeki “iyi”ye
ulaşmaya çalışan, her taraftaki “iyi”yi bulmaya çalışan Fazıl’ın yazdıkları tanıdık geldi ve
onun içindeki “iyi”yi gördüm. İyi ki arkadaşım bu kitabı vermiş dedim. Seni yüreğimde
hissettim.
Feribottan inip havaalanına gittim, Great Barrier diye bir adaya uçmak üzere. İlk defa
küçük bir uçağa binecektim. Yedi yolcu alan bir uçak. Hava dünün tam tersine dönmüş, pis
bir yağış eşliğinde rüzgârlı bir hal almıştı. Oysa dün başka bir adada zeytin festivalinde
tişörtle çimenlere uzanmış yatıyor, canlı müzik yapanları dinliyordum. Ama şaşacak da bir
durum yoktu. Ben buradaki kadar değişken havaya rastlamadım. Günde dört beş kez
değişiyor. Sırt çantamda safi giysi taşıyorum desem yeridir.
Uzun lafın kısası; bu uçuşta bütün körfezi fotoğraflayacağım diye umarken, bulutlu bir
uçuş olacağı için biraz burulmuştu içim.
Alanda check-in sonrası, diğer yolcuyla beni akülü bir araçla uçağa götürdüler. Sana
fotosunu eklediğim uçağa bindim. İki motorlu çok şirin bir şeydi. Pilotumuz kadındı. 5.000
feet’e yükselip bulutların üzerine çıkacağımızı söyledi. İçinde korku barındırmayan ben, cahil
$20
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
cesaretli halimle bu hava bu tip uçaklara uygun mudur değil midir sorgulamasını yapmaya
gerek duymadım her zamanki gibi.
Aman uçağın içindeki o ne ses, ne titreşim. Neyse koltukta bir kulaklık fark ettim de
kafama geçiriverdim. Hiç yoktan iyiydi. Kalkışı çok komik oldu. Büyük uçak hızlanır hızlanır
da kalkar gibi gelir bana hep. Bu, giderken hop diye olduğu yerde yükseldi neredeyse. İnişi
de öyle oldu garibin. Alanda asfalt pist yerine çayır çimene hop diye konduk sanki. Daha
doğrusu havada fren yaptı ve aşağı indi gibi bir his oluştu bende. Uçağın navigasyon
aletinden neredeyse bütün uçuşu takip ettim. Zaten etraf bulut kaplı olduğu için başka bir yere
bakmanın anlamı da yoktu. Pilot gibi ben de navigasyona odaklandım. 5000 feet’i az biraz
geçmiş olmasına rağmen bulutlardan kurtulamamıştık. İşte böyle bir durumda 30 dakika
uçarken aklıma sorular gelmeye başladı. Peki havadaki başka aletler bizim varlığımızdan
nasıl haberdar oluyorlardı? Çünkü kadının önündeki tabloda radar gibi bir gösterge yoktu
bence(çok anlarım ya, ukalalığın sonu yok ki). Hani filmlerde gördüğümüz yabancı bir cismi
algıladığında öten bir alet yokken, biz nasıl, sağda solda bizim uçak gibi küçük yaratıklar var
mı yok mu bilmeden uçuyorduk çözemedim hiç. Her neyse, fazla sallanmadan, hava
boşluklarına filan düşmeden 110-120 knot gösteren göstergeye (herhalde rüzgâr olmasa
gerek, mümkün mü? Denizde 30 knot olsa büyük fırtına demektir. Peki bu ne ki?) rağmen
navigasyon bize; “geldin ey uçak” dedi ve kadın da alçalmaya başladı, 1.000 feet’in altına
indikten sonra da köpüklü okyanusu gördük zaten. Dediğim gibi çayıra iniverdik. Hava yolu
şirketinin barakasının önüne yerleşip durduk. Pilotumuz valizlerimizi indirdi. O sıra bir aile,
pilota gelecek uçuşta uçup uçamayacaklarını sorarken aydım ki bu adaya sefer düzenleyen
ikinci şirket hava koşulları yüzünden bugünkü uçuşunu iptal etmiş. Soruyu soran kadın, eğer
yer varsa, Fly My Sky isimli benim uçtuğum şirketle uçmaya çalışıyormuş. Ama bizim pilot
adadan Auckland’a dönüşte bütün koltukların satıldığını söyledi.
Beni almaya gelen şoföre yolda sordum emin olmak için: “Hava koşulları nedeniyle
mi uçmadı diğer şirket?” “Evet,” dedi. Yahu dedim ne iş, hayatında ilk kez böyle bir uçakla
uçuyorsun. O da cengâver bir şirket ve pilota rastladı demek ki. Şoföre dönüp “Kadın
pilotumuz çok iyiydi demek ki, çünkü uçuşta bir tehlike yaşamadık,” dedim. O da güldü “O
hem iyi bir nine, hem de iyi bir pilottur,” dedi.
Dedim ya, bugün her şey bana seni anımsatıyor diye.
Uçak
Kadın pilot
Nine olma durumu
Kadın siyah boyalı uzun saçları, lacivert üniformasıyla bizlerin yaşlarında bir
hatundu. Senin gibi güzel gözleri vardı.
Ya işte böyle, dünyanın öbür ucunda sevdiğini çağrıştıran durumlar…
Pilot olan bir arkadaşımla adaya olan uçuşumu bu şekilde paylaşmıştım. Ondan gelen
cevap kafamdaki sorulara ışık tuttu:
“Kendimi o uçağın koca yürekli nine pilotu ve senin gibi cesur güzelin sorularına
cevap verirken buldum.
1) Bu tür uçaklarda genelde tahmin ettiğin gibi radar yoktur.
$21
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
2) Uçağın rotası önceden bellidir. Uçuş öncesi uçuş planı bildirilir. Hızın ve
yüksekliğin de bellidir. Dolayısıyla başkalarına o süreler içinde o irtifa kesinlikle
verilmez. Havaalanları birbirleriyle haberleşirler.
3) Uçuşunuz IFR denen aletli uçuş olarak belirlenmiştir. Yani görerek şartlara
ihtiyaç yoktur.
4) 110-120 knot uçağının hızıdır. Aynen dediğin gibi eğer bu rakam rüzgâr olsa bu
rüzgârda bu boyutta bir uçak kesinlikle uçamaz.
Helal olsun sana, cesaretini alkışlıyorum. Güvenini ise cahil cesareti değil, hayata
karşı olan güvenin olarak algılıyorum arkadaşım.”
Böyle bir uçuşla geldiğim ada, el değmemişliği, korunmuşluğuyla ünlü. Nüfus sadece
1.000 kişi. Ana karada olmayan pek çok değişik kuşun yaşamayı seçtiği cennet bir yer.
Adadaki ilk izlenimlerimi günlüğüme not düşüşüm şöyle:
Son derece sakin, sessiz bir yer(sadece kuş sesleri var, bir de jeneratör!). Evet
jeneratör sesi var, çünkü adada elektrik yok. Kısıtlı zamanlarda elektrik üretiyorlar. Sabah
9-12 ve akşam 18-23 arası Photukawa Lodge’daki odamda şarj aleti bağlayabiliyor, müzik
dinliyorum. Kaldığım pansiyon, âşık olduğum ağacın adını taşıyor, çünkü yakın çevresi bu
heykelsi dev ağaçlarla dolu.
Uçaktan beni karşılayan araçla pansiyona geldiğimizde yönetici Louise bütün
sevimliliğiyle beni karşıladı. Herkes böyle bir havada gelebilmiş olmama şaşırmış gibiydi.
Uçuşun nasıl geçtiğini sorup duruyorlardı.
Odama geldiğimde karşımdaki manzarayla aşka düştüm yine. Burada aşk içinde
yaşamanın ve büyük tasarımı her yerde görmenin mutluluğundayım. O yağmurlu puslu
görüntünün romantikliğinde koltuğu, odanın teras kapısının önüne çekip oturdum. Yeşilin
içinde, mavili kırmızılı Pukeko kuşları koşturup duruyordu. Sonra karnımın açlığı beni
dışarıyı keşfetmeye yöneltti. Pansiyona ait olan Irish Pub saat 16.00 gibi açılıyormuş. Öğlen
yemeği için bir yer bakmalıydım. Yan tarafta hediyelik eşya dükkânı, market ve Wild Rose
Cafe adında çok hoş, organik ürünlerden yiyecekler hazırlayan bir yer buldum. Bu adanın
Maorice ismi Aotea imiş. Benim yemek istediğim burgere de bu isim verilmiş kafede. Yanına
içecek olarak; pancar, kereviz, maydanoz, havuç vs. karışık sebze suyu söyledim. Bahçedeki
büyük ahşap masaya yerleşip adanın haritasını incelemeye başladım. Masanın üzerine
zıplayıp içeceğime göz atmaya gelen kediye bayıldım. Gri kaplan desenli harika bir yavruydu.
İnsana alışkın, oyuncu bir şey. Hemen telefonumla fotoğrafını çekmeye başladım. Bir elini
devamlı olarak, masanın ortasındaki şemsiye takma deliğine sokuyordu. Çok alem güzel bir
şeydi. Sonra kat kat burgerim geldi. İçi pancar, havuç ve salata yapraklarıyla süslüydü.
Keyifle yedim ve keşif yürüyüşüne çıktım. Haritada adı geçen ve yine yakında olması gereken
bir restoran/barı bulma yürüyüşüydü bu. Telefonumdaki harita bana yardımcı oldu her
zamanki gibi. Onun sayesinde yön duygum bayağı gelişti. Bu gezimin önemli bir misyonu da
yön konusundaki gelişmeyi sağlamak olmalı. Hava rüzgârlı ve griydi. Çektiğim bütün
fotoğraflar yine İrlanda’lı Kız filmindekilere benzedi. Yolda Pohutukawa ağaçlarının çiçekleri
patlamış olanlarıyla karşılaştım. O kırmızı halleri beni büsbütün çıldırttı. Otele döndüm ve
maillerime cevap yazdım.
Akşam yemeği için Currach Irish Pub’a geçtim. Yıllar sonra Guiness biramı
yudumlarken geleneksel yemekleri olan ‘fish & chips’ yedim. Otantikliği, İrlanda kahvesi
$22
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
içerek tamamladım. Yemek masasını paylaştığım İskoç doktorlar pek şirindiler. Auckland’a
bir yıllığına çalışmaya gelmişler. Bu adanın kamp yerinde kalıyorlarmış. Çalışmaya
başlamadan önce tatil yapmak istemişler. Kahvemi içmeye bahçeye çıktım. Yanıma bir adam
geldi, sarhoştu, dediklerini anlamakta zorlanıyordum ama konuştuk yine de. Adaya kısılıp
kalmışlığından bahsetti. Beton işi yapıyormuş. İnşaat şirketinde çalışıyor olabilir. Bana
adanın golf kulübüne gelmemi söyledi. Bu pubta gördüklerim burayı ve buranın insanını
yansıtmıyormuş. Ona yazar olduğumu, kitap yazacağımı söyleyince oradakileri yazarım diye
telaşa düştü herhalde. Neyse biten birasını yenilemek için içeri girince ben de kaçıp odama
geldim.
BURADA DA MI ATATÜRK?
Ertesi sabah bir orman içinde bulunan Hot Spring isimli doğal kaplıca bölgesine
gidecektim. Kaldığım pansiyondan beni alan transfer aracının şoförü, üç saatte bu yürüyüşü
tamamlayabileceğimi söyledi. Tam üç saat sonra beni bıraktığı orman girişinden gelip
alacaktı. Adada elektrik, su olmadığı gibi telefon sinyali de çok küçük bir alanda, sadece
kaldığım pansiyonun civarında vardı. Dolayısıyla yürüyüşte yardıma ihtiyacım olsa, şoförle
veya kaldığım pansiyonla haberleşme şansım yoktu. Adamın beni gelip almayı unutmamasını
dilemekten başka ne yapabilirdim ki?
Yıllardır turizm bölgesinde yaşadığım için transfer araçlarının işlerini aksatmadan
yaptıklarını bilirdim. Bu bilgi kaygı duymamı önlüyordu herhalde. Sorun olabilecek tek şey,
yön duygumun zayıflığı nedeniyle kullandığım GPS aletimi odamda unutmuş olmamdı. Yani
yön konusunda, ormandaki işaretlere güvenmekten başka çarem yoktu bu kez.
Yürüyüşe başlayacağım sırada otoparka bir araba geldi park etti. Yalnız olmayacağımı
düşündüm. Neyse ki parkur gayet açık seçik düzenlenmiş, sağa sola sapıp kaybolma olasılığı
yok. Ara sıra şelale ve göletlere iniş yerleri var, bunlar, ahşap merdiven şeklinde, rutubette
kayılmasın diye üzeri tel örgülerle kaplanmış akıllıca çözümler. Buralara inip çıkıyorum. Yol,
doğal kaplıca göletlerinde son buluyor. Ben şelalelerde oyalanırken, arabayla gelenler oraya
ulaşmış, mayolarıyla suyun içinde oturuyorlardı. Selamlaştık. Beni de suya davet ettiler.
Mayom olmadığını söyledim. Pantolonumun paçalarını sıvayıp girmemi söylediler. Bereket
pantolonum, bir fermuarla şorta dönüşebilen modellerdendi. Suyun kenarındaki bir kayaya
tüneyip bacaklarımı sıcağa soktum.
Üçü kadın dört kişinin, karı koca olanları Auckland’dan, diğer iki kadınsa
Chicago’dan gelmişler. Amerikalılardan biri, benim Türkiye’den olduğumu duyunca
Atatürk’ü bildiğini ve yaptıklarını anlatmaya başladı. Hiçbiri Türkiye’ye gelmemişti ama
Atatürk üzerinden Türkiye’nin siyasi ve toplumsal yapısını konuşmaya başlamıştık. Sıcak
suyun içinde, dünyanın unuttuğu küçük bir ada ülkesinde daha önce hayatlarında hiç
görmedikleri bir ülkenin kadını hakkında fikir ediniyorlardı. Ben, Türk kadın tipi için genel
bir örnek olabilir miydim? Yalnız başına seyahat eden, uzak ülkelere gelmeye çekinmeyen,
telefon sinyalinin olmadığı ormanda bir kaplıca havuzunda tanıdıkları bu kadın, onların
kafasındaki Türk kadını oldu artık. Bunun için yapabileceğim bir şey yok ne yazık ki!
Adanın gitmek istediğim çoğu yerine gidemedim maalesef. Bunu bir mektubumda
şöyle anlatmışım:
$23
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Buradaki tek sorun, adada çalışan otobüs ring seferleri bulunmaması. Nereye
gideceksen hep transfer aracı çağırıyorsun. Shuttle minibüsler var yani. Yürüyüş parkurlarına
ancak böyle ulaşabiliyorum. Bu da özgürlüğü kısıtlayıcı geldi bana. Aslında sorun esas
şuradan kaynaklanıyor: Ters İngiliz trafiğinde ve araçlarında araba kullanmak
istemediğimden araba kiralama taraftarı değildim. Sağı solu karıştırmakta üzerime yoktur.
Burada hâlâ karşıdan karşıya geçerken bin kez düşünüyorum, önce ne tarafa bakmam lazımdı
diye. Ya da bir araç içindeyken karşıdan gelen araçlarla çarpışıyoruz diye yüreğim hopluyor.
Daha da komiği yürüyüş yaparken patikanın hâlâ sağ tarafından yürüyorum alışkanlıkla.
Karşıdan gelenlerle kafa kafaya geçiyoruz!
Bu sebeple içimde istemediğim bu konu için evren de destek vermiş ki ehliyetimi
unutarak gelmişim. Kısacası, mecbur kalsam bile araç kullanamıyorum. Böylece de olası bir
kazadan korunmuş oluyorum.
Türkiye’deki dolmuş sistemi, meğer ulaşımı ne kadar kolaylaştırıyormuş, bunu burada
fark ettim. YZ’de her şey araba kiralamak üzere kurulmuş. Pek çok turist karavan şeklindeki
minivanlardan kiralıyorlar, aracın içinde kalabiliyor olmak konaklama maliyetini çok
düşürüyor. Bu tip araçların gecelemeleri için her bölgede duşu, mutfağı ve çamaşır yıkama
olanağı olan çok fazla alan düzenlenmiş.
Araba kiralamadığım için ülkeyi gezerken otobüs yolculukları tercih ettim. Ancak
otobüsler bizde olduğu gibi her istediğin yerde indir bindir yapmıyor. Belli merkezlerden
başka yerde durmuyorlar. Türkiye’ye döndüğümden beri bindiğim otobüslerin zırt pırt her
yerde durmasına artık sinirlenmiyor, tersine, “Valla ne iyi âdetimiz var,” diyorum. 10
DÜRÜSTLÜK KAVANOZU11
Whaiheke adasında son kaldığım “ECO” evin sahipleri daha önce Great Barrier
adasında yaşamışlarmış. “Orada önemli bir seramik sanatçısı var,” diye, daha adaya gelmeden
Sarah’dan bahsetmişlerdi bana. Ben de bu bilgiyle adadaki son günümde Sarah’nın atölyesine
doğru yürüyüşe çıktım. Onunla tanışıp eserlerini görmek istiyordum. Oldukça rüzgârlı bir
gündü. Kıyı şeridindeki yürüyüş yolunu takip ederek, birbirinden güzel koylardan geçtim ve
feribot iskelesine çok yakın bir konumda olan atölyeye ulaştım.
Bahçeye girdiğimde solda küçük bir satış kulübesi gördüm. Dış cephesine rengârenk
desenler çizilmişti. Kapısı açıktı. İçeri girdim, girişte yerde, turkuazdan laciverte mavinin
tonlarında seramik parçalarıyla yapılmış bir mozaik çalışması vardı. Raflar, tezgâhlar, pencere
içleri ve masa üzerleri irili ufaklı seramik nesnelerle doluydu. Ama dükkânda kimsecikler
yoktu. Bir şey kırarım korkusuyla zarafet taşıyan hareketlerle her bir köşeyi gözden geçirdim.
Masalardan birinin üzerindeki defterde; “Serbestçe bakın, aldığınızı deftere yazın, parasını da
kavanoza atın,” diyordu. Kendime kolye formunda yapılmış, Kauri ağacının amberini aldım.
10
Bu satırları yazdıktan sonraki bir zamanda Türkiye’de de şehirler arası -hatta beldeler arası- yolculuk kuralları
değişti.
11
Honesty Jar
$24
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Fiyatı kırk iki YZ dolarıydı. Cüzdanımdan bozuk olarak tam 41,90 YZ doları çıktı. Kavanoza
attım ve deftere de 10 cent borçlu kaldığımı yazdım.
Böylesi para kavanozlarını daha sonra ülkede sık sık görecektim. Hatta sonra bu
uygulamaya meyve bahçelerinde de rastladım. Bahçeye bırakılan kovalara topladığınız
meyveleri, çiftçinin uygun yere yerleştirdiği tartı aletinde tartıp, yanındaki deftere tutarını
yazıp parasını dürüstlük kutusuna bırakıp çıkıyordunuz. Böylesi bir güvenle yaşayabilmek
için herkesin dürüst olduğuna inanmak gerekiyor herhalde.
Seramik satış dükkânından dışarı çıktığımda, bahçenin epeyce iç kısmında yer alan
atölyeyi gördüm. Oraya doğru yürüdüm ve Sarah’yı tezgâh başında çalışırken buldum. Selam
sabahtan sonra dükkândan alışveriş yaptığımı ama 10 centimin çıkışmadığını anlattım hafif
mahcup. “Önemi yok,” dedi. Üzerinde çalıştığı, abajur olduğunu söylediği nesne ile
uğraşırken sohbet etmeye başladık. İki büyük fırını olduğunu, siparişleri yetiştirmekte
zorlandığını söyledi. Elektrik olmayan adada fırınları jeneratörle çalıştırıyormuş tabii ki.
Ülkenin her yerinden sipariş geliyormuş. “Peki ama neden bu adada yaşıyorsun, elektriği olan
bir yerde çalışmak daha kolay olmaz mıydı?” dediğim de bana, o adada doğduğunu,
çocuklarını da orada yetiştirmekten mutlu olduğunu söyledi. Kendisi üniversitedeyken bir
süreliğine ana karada yaşamış ama oraları sevip, benimseyememiş.
Aidiyet duygusu taşımak böyle bir şey işte. O toprakla aranda müthiş bir bağ
kuruluyor herhalde.
KUZEYE YOLCULUK
Great Barrier Adası’ndan Auckland’a geri uçuşum bu kez güzel bir havada, körfezdeki
bütün irili ufaklı adaları izleyerek, bol bol fotoğraf çekerek yani tam istediğim şartlarda
gerçekleşti. Pilotumuz yine aynı cengâver büyükanne olur diye beklerken, genç ve yakışıklı
bir adamla uçtuk bu kez. Uçuş esnasında üzerinden geçtiğimiz takımadaları, körfezleri bir bir
kulaklıklarımızdan anlattı. Küçük uçakla uçmak konusunda artık iyice güven gelmişti içime.
Auckland’dan kuzeye devam edecek uçağım birkaç saat sonra başka bir havaalanından
kalkacaktı. Aradaki zamanda şehrin marinasında yemek yiyerek vaktimi değerlendirdim.
Yemek sonrası kahvemi içerken, marinada bulunan, Amerika Kupasında yarışmış Yeni
Zelanda ekibinin yelkenlilerini izliyordum. Böyle bir boyutta yelkenliyle seyir yapmak nasıl
olur diye merak eden turistlere bu tekneleri kiralıyorlardı. Dev gibi, çok etkileyici teknelerdi
bunlar.
Marinadaki hareketlilik, üç gündür yaşadığım kesin sessizlik ve tenhalıktan sonra
yeniden medeniyete döndüğümün resmiydi. Kahvemi içerken çevreyi izliyordum ama sonra
nasılsa gözüm masamın numarasına takıldı. Yirmi birdi. Bir an için aklıma nereden geldiyse
geldi ve bir oyuna başladım. Bu yirmi bir, benim yaşım olsaydı şimdi, ne olurdu?
Zihnim yirmi bir yaşıma gitti birden. Yeni evliydim. Sanırım hâlâ o büyük holdingde
çalışıyordum. Elimize böyle bir seyahati yapacak para geçmiyordu. Karı koca olarak aklımıza
böyle bir seyahati yapmak da gelmiyordu zaten. O yıllar Türkiye dünyaya açılmamış, içine
kapanık bir ülkeydi. Yurt dışına çıkışlarda kısıtlamalar vardı. Döviz problemimiz vardı. Petrol,
benzin, kalorifer yakıtı yoktu. Margarin yoktu hatta. Yani böyle bir geziyi düşünmek bile
imkânsızmış yirmi bir yaşımdayken. Ama yirmi bir yaşımdayken gelseydim bu ülkeye, otuz
metre uzağımda kıyıdaki bankta oturan gençler gibi gelseydim eğer, sırt çantamla gelirdim.
$25
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Sırt çantalıların kaldığı hostellerde ucuza kalırdım. Bu keyfi alır mıydım bilmiyorum? O
yaşların keyfi başka türlü oluyordu tabi. Önümdeki gençler sürekli gülüyorlar, belli ki neşeleri
yerinde. Yirmi-otuz dolarlık günlük harcamalarla geziyor, yeni keşifler yapıyorlar. Ufukları
genişliyor.
Düşündüm de, o yıllarda baktığım her yerde muhteşem tasarımı görmüyordum.
Muhtemelen ara sıra bile görmüyordum. O yıllar benim inançsız yaşadığım yıllarımdı. Şimdi
hayatı yaşayış şeklim tümüyle değişti. Çok daha tatmin olarak yaşıyorum. O günlere göre çok
daha mutluyum.
Otuz üç sene geriye dönmek ister miydim? Bugünkü deneyimle ve seçimlerimle
mümkün olsaydı evet, ama aynı yirmi bir yaşının insanı olmak istemem. Hayır, o kadını bir
kez daha büyütme sürecinin yorgunluğunu yaşamak istemem.
Beni havaalanına götürecek servis aracının saati geldi ve minibüse bindim. Şoförümüz
altmış beş yaşlarında bir kadındı. Daha sonraki zamanlarımda da kadınları her türlü aracın
şoförü olarak bol bol gördüm. O zaman fark ettim ki, Türkiye’de bir takside ya da
şehirlerarası otobüste, şehir hatları vapurunda ya da iç hat - dış hat uçuşlarının birinde
direksiyon başında kadınları görmüşlüğüm yok. Kadın ancak kendi arabasını ya da belki
teknesini kullanabilir. Bu konuda yazılı bir kural yoktur muhtemelen, ama anlaşılan, kamu
araçlarının direksiyonunu kadınlara vermiyoruz.
Minibüsün kalkış saatini beklerken içeride oturan çiftin İngiltere’den geldiğini ve
benim gibi Kerikeri’ye gideceklerini öğrendim. Orada dört ay kalacakları bir ev tutmuşlar.
Adam meraklı, hemen nereden gelmişim, nasıl gelmişim, ne kadar kalacakmışım gibi
sorularla ifademi alıverdi. Neyse o sırada minibüse üç kadın ve bir bebek bindi de hareket
edip North Shore havaalanına gittik.
Bu kez Salt Air şirketinin 9-10 kişilik uçağıyla önce Whangeri’ye, sonra da
Kerikeri’ye konduk. Böylesi küçük uçaklar dolmuş gibi çalışıyorlar. İnişleri kalkışları çok
kolay olduğu için, ara duraklarda müşteri bırakıp yenilerini alıyorlar.
Havaalanlarında güvenlik için tarayıcı makinelerin bulunmaması, binalara giriş
çıkışlarda polis kontrollerinin olmaması dikkatimi çekiyor. Binaya girdikten sonra ilgili
şirketin bankosundan uçuş kartını alıp gösterilen kapıdan çıkarak uçağa yürünmesi,
çocukluğumun uçuşlarını anımsattı bana. Uçağın yanında toplanan yolculara kaptan pilot,
elindeki uçuş kartından bazı genel uçuş kurallarını hatırlatıyor ve sonra herkesi çantasıyla
beraber tek sıralı koltuğuna buyur ediyor. Ülke küçük, uçuş zamanları çok kısa olduğu için,
uçakta öyle hostesmiş, ikrammış filan yok.
Uçuş boyunca, -pek fazla yüksekten uçmayan- uçağımızın penceresinden fotoğraf
çektim. Yemyeşil bir ülkenin üzerinde uçuyordum. Minik yerleşim alanları, tarım alanları,
otlaklar ve ormanlık alanlar. Kuzeye yaklaştıkça eni daralan topraklara gelmiştik. Deniz ve
denizdeki ada kümeleri rahatça gözükür olmuştu. Muğla’nın yakın zamana kadar yaşadığım
güzel körfezlerine benzetiyordum gördüğüm adaları ve koyları. Biraz daha geniş alanlara
yayılmış, sayıca fazla adalar ve koylardı bunlar ve ben birkaç gün sonra aralarında tekneyle
gezecek, yunusları görecektim.
$26
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
DÖRT HAFTALIK YERLEŞİM
Kerikeri havaalanında, kiraladığım evin sahibi Tania karşıladı beni. İsmimin yazılı
olduğu elindeki kâğıda doğru yürüdüğümü görünce şaşırdı, çünkü e-posta yazışmalarımızda
beni nedense erkek olarak düşünmüş. Türkiye gibi bir ülkeden bir kadının yalnız başına
seyahat edemeyeceği önyargısı olsa gerek bu.
Yolda süpermarkete uğradık; yiyecek, içecek ve ev için temel gereksinim malzemeleri
satın aldım.
Arkadaşlarım merakla ilk izlenimlerimi paylaşayım istiyorlardı, ben de Kerikeri’yi ve
ilk öğrendiklerimi mektuplarımdan birinde aynen şöyle anlatmıştım:
(…)Sonra küçük bir uçakla şimdi yaşadığım Kerikeri’ye uçtum. Çünkü dört haftalığına
bir tatil evi tutmuştum. Kerikeri iki büyük adadan oluşan Yeni Zelanda’nın, Kuzey Ada’sında
kuzey uca yakın sayılan bir konumda. Kuzey Ada’da gezme nedenim, ekvatora daha yakın
olduğundan havanın daha sıcak olma umudu… Aslında bu ülkede büyük sıcaklık farklılıkları
yaşanmıyor. En fazla 24 derece civarında seyrediyor hava ama yağmurları bol, bu da rutubeti
yüksek demek, dolayısıyla 24 dereceyi 28 civarında hissediyorsun. Kerikeri için yazıyorum:
kışları da en soğuk 17 derece filan oluyormuş. Bu sene çok üzüldükleri bir kuraklık
durumundan söz ediyorlar. Yağmur yeterli yağmıyormuş. Oysa gün içinde belki yirmi kere
ahmakıslatanın biraz fazlası şeklinde yağış oluyor. Üstelik hava güneşliyken oluyor bu. Hiç
ummadığın bulut kümesi geçerken bu yağışı bırakıp gidiyor. O nedenle yürüyüşe çıkarken
muhakkak yağmurluk da taşıyorum. Doğal ormanları(buradaki adı bush) çok etkileyici.
Bilmiyorum 1990’ların başında PIANO filmini izlemiş miydin? Orada gördüğün ormanlar
gibi. Ama, Çevre Koruma Kurumu 12 çok güvenli yürüyüş patikaları açmış, sıkıntısızca
içlerinde yürüyüş yapabiliyorsun. Doğaya saygı ve koruma en üst seviyelerde yaşanıyor.
Konaklama konusunda, genelde çevreye duyarlı tatil evi ya da moteli seçiyorum, ki bu ülkede
çoğu işletme bu özellikte zaten. Yemek artıkları gübre yapılıyor, çöpler muhakkak
ayrıştırılarak atılıyor. Suyu kullanırken dikkat ediyorsun, şampuanından deterjanına birçok
konuda ürünler ekolojik olmak durumunda…
Burada hem et (inek ve koyun sayısı insanların on katından fazlaymış), hem deniz
ürünü konusunda cenneti yaşıyorsun. Yemeklerini
genelde büyük ve üzeri kapalı mangallarda
En düşük ücret:
pişiriyorlar. Bu aletleri tüp gazla çalışır yapmışlar.
Herkesin bahçesinde ya da balkonunda bunlardan
12 YZ doları saat ücretiyle
mutlaka bulunuyor. Hayatın geneline baktığımda;
hesaplanan aylık maaş=
marketlerdeki ya da doğa sporları dükkânlarındaki
12 x 8 x 22= 2112 dolar.
fiyatlarda, hayat bizimle paralel. En düşük ücret 2112
YZ doları. Böyle baktığında gelirleri bizden çok
yüksek tabi. YZ doları bizim 1,05 liramız. Ülkede gelir
dağılımında uçurumlar yok. Ne çok zengin var ne de çok fakir. Tüketim cazibesine fazla
kapılmamış bir yaşam şekli, ağırlıklı olarak orta sınıf, şimdilik gördüklerim.
Bütün eğlenceler dış mekânlarda: yelken, kano, tekne, yürüyüş, tırmanma, sörf,
bisiklet, off-road gezileri gibi faaliyetlere dayanıyor. Arabaların çoğu jeep ve en genci 10
12
DOC: Department of Conservation
$27
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
yaşında. Hepsinin arkasında bir römork, ya saydığım aletlerden birini taşıyor ya da
ağaçlarını budamış onları atmaya götürüyor. Ülkenin görünümü genel bir peyzaj çalışması
yapılmış gibi duruyor. Gerçekten de herkes kendi arazisine dair peyzajı yaptırmış, devlet de
küçük büyük demeden bütün yol kenarlarının peyzajını yapmış, en önemlisi de bakımını
yapıyor. Yahu buradaki çimleri kim keser diye düşündüğüm tepelerde ertesi gün çim kesme
traktörlerini çalışırken gördüm. İnanılmaz bir güzellikte yaşıyorlar ama büyük de çaba
gösteriyorlar sürdürülebilirlilik adına.
Kerikeri’nin nüfusu iki üç sene önceye kadar 4.000 civarındayken şimdi 8.000’e
varmış. Ülkenin en hızlı büyüyen yerlerinden biriymiş. Ülke dışından da çok yerleşen
oluyormuş. Burası beyaz adamın Avustralya’dan gelip Yeni Zelanda’ya ilk ayak bastığı
noktalardan biri. Ülkenin en eski taş binası(1814) ve ahşap evi(1835) burada bulunuyor.
Anlayacağın, tarihleri yok gibi bir şey. Bizim topraklarımızdan sonra buralar bebek. Maoriler
yani buranın yerlileri sayılanlar Pasifik’teki Polinezya’dan gelmişler. Şimdi hem yönetimde
hem günlük hayatta pek çok imtiyaz ve hakları var. Bu ülke bu anlamda asimilasyon suçunu
işlemediği gibi, gasp ettiği hakları da geri veren nadir ülkelerden biri sayılabilir.
Bu kadar küçük bir yerde sanat galerisi sayısını sana anlatamam. Kerikeri doğumlu ve
halen vaktinin çoğunu burada yaşayarak geçiren sanatçıları var. Bunlardan dünyaca ünlü bir
heykeltıraş olan Chris Booth, benim ev sahibinin ailesinden. Sana onun Kerikeri’de olan bir
çalışmasını da gönderiyorum. Dün akşam davetli olduğum yemekte tanıştığım biri; “Sanat
fakültesini yeni bitirdim” dedi. Yaşına bakarsan fakülte bitirmek için yaşlıydı. Yani bizim
kuşak gibi duruyordu. Cam ve seramik üzerine okumuş. Adamın asıl işi seramik döşemek,
boya badana işleri yapmakmış. Sonra, sohbetin bir yerinde, Patrik Süskind’in Parfüm
romanından bahsedilirken bu inşaat ustası-sanatçı, kitabın onun favori kitaplarından biri
olduğunu ve filmini de izlediğini söyledi! İnşaat ustası gidip güzel sanatlar okumuşsa, dünya
edebiyatını takip etmesine şaşmamak gerek sanırım.
Kerikeri’den sonra artık yazın gelmesiyle hava biraz daha ısınmış olacağı için ülkenin
Güney Ada’sına ineceğim. Orası Antarktika’ya yakın olduğu için Kuzey’den daha serin ve
rutubetsizmiş. Oranın yüzey şekilleri de kuzeyden çok farklı. Öyle ki, “Tamamen farklı iki ülke
gibiyiz,” diyorlar buralılar.
Güney Ada dağlık, kayak merkezleri olan, gölleri ve bol fiyortlarıyla doğa harikası bir
yer. Kocaman Güney Ada’da sadece 800 bin kişi yaşıyormuş. Kuzey Ada ise 3,5 milyon kişinin
yaşadığı taraf. Bana öyle geliyor ki eğer yerleşme kararı alırsam, Güney Ada’ya yerleşirim.
Buraya geldiğimden beri bendeki en büyük değişiklik, vücudumun kasılmış bütün
kaslarının yumuşaması oldu. Stres yapan bütün duyum, görüntü ve hayatımın uzantılarından
uzaktayım burada ve açıkçası her geçen gün de Türkiye’nin içine gömüldüğü karanlıktan
kopuyorum. O karanlığın içinde yaşama mecburiyetim yok. Bu şansımı kullanmak istiyorum.
Bir arkadaş Bekir Coşkun’un bayramda ya da hemen sonrasında yazdığı bir makaleyi
yollamış: “Ne yapacağım ben seninle” gibi bir başlığı vardı… Türk insanının geldiği noktayı
dile getiriyordu… kendimi bu görüntülerle özdeşleştiremiyorum. Benim bu kültürle bir ilişkim
yok, olmadı da… aidiyet duygumu tamamen yitirmiş durumdayım.
Yurt dışında yaşayan Türklerin hasretten olsa gerek, ülkeye biraz fazla sayılabilecek
derecede düşkünlükleri olur. Belki ben de yurt dışında yaşamaya başlarsam, olumsuz
görüntüleri unutur da olumlularla yeniden bağlantı kurabilirim, kim bilir…
$28
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Sana çeşitli fotoğraflar ekledim, gönderiyorum. Benim gibi fotoğraf çekme merakı
olan biri için tahmin edersin ki inanılmaz sayıya ulaşan bir arşiv oluştu daha şimdiden.
Merak etme seni baymayıp kendimi tuttum(bu tutmuş halin mi diyeceksindir eminim).
Bir başka mektupta da bir ay kalacağım evle ilgili anlattıklarım var bu kez:
(…) Ev, Subtropikal iklimin bitkileriyle oluşturulmuş çok keyifli bir bahçe içinde. Bol
yağış alması, bölgenin doğasını inanılmaz kılıyor. Daha önce hiç bu iklim kuşaklarında
gezmediğim için, bahçedeki ağaçların büyük çoğunluğunu hayatımda ilk kez görüyorum.
Bir aile işletmesi burası, adı: Wharepuke. Çok eskiden büyükbaba almış, oğlu ziraat
fakültesinde bahçecilik/çiçekçilik okumuş. Arazinin on
dönümünde bunu uygulamış. Daha sonra bahçeye önce
Anlamlarını YZ’de öğrendiğim bu
terimlerden ‘Subtropikal’, Tropikal iklim
beş ev yapıp tatilcilere kiralamışlar, geçen sene de
kuşağının bittiği yerin hemen altında
benim kaldığım evi inşa etmişler; tepede, diğerlerinden
başlayan iklim kuşağına verilen isim.
ayrı ve mahremiyeti olan bir bölgede. Şimdi torun Tania
Tropikal iklim özelliklerini tam olarak
bu işletmeden sorumlu, koşuşturup duruyor.
göstermese de yağışların görece olarak
fazla olması, buna bağlı olarak nem
Aslında daha detay var: örneğin birkaç yıl önce
oranının yüksek olması ve bir de fazla
bahçede FOOD isimli bir restoran açılmış. Tarzı:
oynamayan ısı dereceleriyle tanımlanıyor.
füzyon mutfak. Henüz gidip yemedim. Ayrıca Tania’nın
‘Horticulture’ ise bahçecilik demek. Yani
sevgilisi Mark Graver, dünyaca tanınan İngiliz baskı
tarım dışı bitkilerle ilgili olmak
anlamında.
resim sanatçısı. Onun stüdyosu da bahçenin içinde. Bir
fırsat bulursak bana nasıl çalıştığını gösterecek. Sonra,
Tania’nın amcası da ülkenin en tanınmış heykel
sanatçısıymış. Sana Kerikeri’deki eserinin fotoğraflarını
gönderiyorum. Dünyanın pek çok ülkesinde çalışmaları var. Tania’dan kitabını aldım, çok
etkilenerek kâh okuyup aile hakkında bilgilendim, kâh fotoğraflara baktım. Kerikeri’de doğup
büyüyen bir insan, doğayı sanata taşımak konusunda ancak böyle bir yaratıcılık gösterebilir.
Neden böyle yazdın diyeceksin. Kerikeri, nehirlerin denize kavuştuğu bir yerde. Alüvyonlar
üzerine kurulu gibi bir şey. Çok verimli toprakları var. Deniz, içerilere girerek iç denizler
yaratmış. Görüntüler harika. Adam da çakıl taşlarıyla başlayan çocukluktaki çalışmalarına
bazaltlarla13 devam etmiş. Çok ilginç çalışmaları var. Adı: Chris Booth.
Kısaca sevgili dostum, arkadaşın Kerikeri’nin eski, köklü ve sanatçıları olan bir
ailesinin toprağına düşüverdi. Ruh doygunluğu için daha ne istesin?
***
Bu geziye çıkarken; yaşadığım hayata uzaktan, içime de yakından bakmak gibi iki
amacım vardı. İlmek ilmek örerek kendime kurduğum yaşantının merkezi, yangınla beraber
yok olmuştu. Yeniden bir merkez oluştururken geçmiş deneyimlere dönüp bakmak
gerekiyordu. Mesafe koyarak bakmanın anlamayı kolaylaştıracağını umuyordum. İçime
dönüp bakmanınsa mesafesi olmuyordu. Bu çalışmalarda bana yardımcı olması için yanımda
bazı sistemler getirmiştim.
Rahatça çalışabilmek için, uzun süreli konaklamayı seçtiğim Kerikeri’de, günlüğüme
yazdığım satırlar:
13
Bazalt: volkanik kaya kütlesi
$29
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Sabah yaptığım çalışma; derinliklerimize bakıp nerede tıkanıklık nerede sıkışmışlık
yaşıyoruz, dönüp dönüp nerede aynı şeylerle karşılaşıyoruz, bunlar bizi nasıl engelliyor,
yüzleşerek bulmayı gerektiriyordu.
Gözümü kapayıp derinlerime daldığımda insanlarla ilişkilerimde, yakınlaşmada
karşıma çıkan tekrarlamalar geldi bilincime. İlişkinin yakınlaşmaya başlamasıyla kaybetme
kaygısı devreye giriyor ve ben, ben olmaktan çıkıyorum. Oysa yakınlık öncesi “başkaları ne
der?” kaygılarını hiç taşımayan, olduğu gibi davranan biri var. Ne zaman ki bu çizgi
geçiliyor, yakınlaşma önü alınamaz bir şekilde başlıyor, işte o zaman kaybetme korkusuyla
ikiyüzlü davranma da başlıyor. Dışta; anlayışlı, olgun her şeyi kabul eden ama içte; koşulları
olan, tanımlamalar koyan (şöyle olmalı, böyle olmalı) bambaşka biri. Bu ikisinin savaşında
yorgun düşerek, yakın ilişkimi çamura saplayıp bırakıp gidiyorum. Böylece “gider” kaygım
gerçek oluyor. Ya o gidiyor, ya ben. O güzel yakınlığı yaratan duygularım acı bir şekilde
ortada kalıyor.
Burada şunu fark ettim ki; kendim için hep “mesafeliyimdir” derim, çünkü ben zaten o
mesafemde rahat ediyorum. İşlerin yürümediği durumlarda içe kapanıp uzaklaşmak, tek
başıma yaşamak, en uzak neresiyse orada yaşamak gibi bir yol seçiyorum. Kurduğum güzel
dostluklar, insanları ardım sıra gittiğim uzak yerlere taşıdı. Ama görünen o ki ilişkiler
yakınlaştıkça bozuldular. Şimdi YZ’ye gelmiş olmam, etrafımda dilimi konuşan kimse
olmaması durumun açık bir ifadesi. Şu an kimseyle yakın ilişki kurmak gibi bir tehlike yok.
Yalnız yaşayıp başıma dert açmamak gibi bir seçim içindeyim.
TÜRKİYE’DEN GELEN MAKALE
Bir sabah, e-posta kutumda, arkadaşımın yolladığı Radikal gazetesinde çıkan Yeni
Zelanda’yla ilgili bir yazı buldum. 30 Kasım 2009 tarihli yazı, Oruç Aruoba tarafından
kaleme alınmıştı. Başlığı : “Ben Yeni Zelanda'dayken: Britanya kökenli 'beyaz' çoğunluk
'öteki'lerine, Maori azınlığa, neler yapmış?”
Kuzey adanın kuzey ucuna yakın Northland bölgesindeydim. Bu bölge Maorilerin
nüfusunun yoğun olduğu bir bölge. Aynı zamanda tarihlerinde ilk yerleşim alanlarının da
buralar olduğu biliniyor. Nehir ağızlarına yerleştikleri düşünülüyor. Bir iki gün önce açık hava
müzesi şeklinde düzenlenmiş temsili bir Maori köyünü gezdim, yavaş yavaş o kültüre dair
kulak dolgunluğum başladı. Tam da bu esnada gelen bu makale ilginç bir eşzamanlılık yaşattı
bana.
O. Aruoba’nın kaleminden okuyalım:
“1981 yılında, ders vermek üzere Yeni Zelanda’nın Wellington-Victoria
Üniversitesi’ne davet edildim. Bu, benim için yepyeni ve hiç bilinmedik ülkede, çeşitli
toplumsal gözlem fırsatları buldum. Burada, gözlemlediğim bazı şeyleri, ‘çoğunluk-azınlık’
bağlamında; bugün Türkiye’de sıkıntısını çektiğimiz ve çıkış yolu aradığımız bazı konularda
‘referans’--en azından durup düşünme--noktası olabilir diye, aktarıyorum.
Yeni Zelanda’nın yerli/otokton halkı Maoriler; ‘uzun bıçaklı’ Britanyalılar ‘üzerinde güneş
batmayan’ imparatorluklarını geliştirme dönemlerinde (Kaptan James Cook, XVIII. Yüzyıl)
adalarına gelmeden yaklaşık bin yıl öncesinden, mitolojik ‘anavatan’ları Hawaiki’den
$30
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
(herhalde Polinezya; Güney-Doğu Asya) gelmişler ve bu iki adaya yerleşmişler. ‘Uzun
bıçaklılar’, topları da olan gemileriyle ve ‘uzun bıçaklar’ının yanında tüfekleriyle ‘avdet’
edince, ayrıntıları az bilinen, ama epey ‘kanlı’ geçtiği anlaşılan çatışmalar sonunda, aslında
çok savaşkan olan Maoriler, ateşli silahlar karşısında, kısa bıçaklarıyla teslim olmuşlar
(1840). Kuzey Amerika’da ‘kızılderili’lere uygulanana benzer bir süreç içinde de, yüzyıl
boyunca, boyuna ‘avdet’ edip duran, Britanya toplumunun ‘artığı’ ‘beyazlar’ca, bastırılmışlar
ve sonunda; tam olarak ‘soykırım’la değil de, sayıları gittikçe çoğalan beyazların yanlarında
getirdikleri mikroplara (grip, kızamık, vb) bağışıklıkları olmadığından, kırılarak, azınlık
durumuna düşmüşler; hatta, XX. yüzyıl başında, yok olmaları ve ‘beyaz’ nüfus içinde tümüyle yok olmaları--‘asimile’ olmaları--beklenmeye başlanmış (Yeni Zelanda’nın resmen
‘dominyon’ olması, 1907). (…) 1931’de bağımsızlığını alan (ama ‘Commonwealth’ içinde kalan) Yeni Zelanda, ilginç
demokratik süreçlerden geçmiş. Maoriler de, öteden beri kendi aralarında yaygın olan
‘kabilelerarası çatışma’ları kesmişler, Yeni Zelanda toplumu içinde daha etkin olmağa;
nüfuslarını da artırmağa başlamışlar. 1981’de, yarım yüzyıl sonra, (benim gördüğüm) şunlar oluşmuştu:-
İlkin, ‘Kiwi-vatandaş’ olma kuralı: Ancak Yeni Zelanda topraklarında doğmuş birisi, ülkenin
simgesi olan (uçma özelliğini yitirmiş, toprakta yaşayan, yuvasını toprak altında kuran) kiwi
kuşunun adını taşıyabiliyordu. Bu, ‘tam vatandaş’ olmak gibi bir anlama geliyordu. Ülkeye
doğduktan sonra gelmiş birisi, gerçi vatandaş olabiliyor, ama ‘doğma’ kiwilerin sahip
oldukları bazı haklara sahip olamıyordu. Bunlar sanıyorum bazı sosyal haklar; ayrıntılarını
bilmiyorum.
‘Doğma-büyüme’ kiwi olan Maoriler ise, öteki ‘beyaz’ kiwilerden de farklı olarak, özel
haklara sahiplerdi: Örneğin, parlamento seçimlerinde oy verirken, iki seçenekleri vardı:
İsterlerse, özel olarak ayrılmış Maori-kontenjanı adaylarına; isterlerse de, ‘beyaz’larla
birlikte, genel adaylara oy verebiliyorlardı. Böyle bir kontenjan vardı; yoksa, partiler, ‘beyaz’
çoğunluğa dayanarak, aralarında da anlaşıp, ‘eşit adaylık/seçilme’ ilkesini kullanarak,
yalnızca ‘beyaz’lardan oluşan, hiçbir Maori’nin içine girmesine izin vermeyen bir siyasal
yapı/parlamento/yönetim oluşturabilirlerdi. Öyle yapmamışlar.
Maorilerin (topluluklarının yönetiminde) özel (communal) okulları ve özel önem verdikleri
‘toplanma evleri’ne bağlı dinsel kurumları ve bunların ‘rahip-şef’leri vardı.
(Bir anı anlatmama izin olsun: Bir akşam, benim oraya davet edilmemde başrolü oynamış
olan (Edinburgh’dan tanışım) John Iorns ile, bir kutsal Maori bölgesi (volkanik bir bölge)
olan Rotorua’da, bizi, içinde olduğumuz arabayı durdurmak zorunda bırakan bir inanılmaz
sağanak altında, aramızda şu konuşma geçti:-
Ben: Bu ne biçim yağmur böyle?
John: Herhalde bir Maori ölmüştür...
Ben: Ne demek istiyorsun?
John: Hiç duymadın mı--It always rains when a Maori dies...
(Türkçesi: Ne zaman bir Maori ölse, yağmur yağar.)
Ben: Ne demek o?
John: Öyle inanırlar.
Biraz sonra, arabadan fırlayıp koşarak ve anında sırılsıklam olarak, yol kenarındaki bir
$31
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
pub’a sığındık--orada, bölgenin en önemli Büyük Rahip’lerinden birinin öldüğünü öğrendik...
Bir yanlış anlama olmasın: John Iorns, Maori değildi; İskoç asıllı--kiwi olmayan,--‘beyaz’,
(ateist-sosyalist) bir ‘analitik’ (Oxford’dan derecesi olan) felsefeciydi.)
Devam edelim: Kamuya açık ‘genel’ okullarda, isteme bağlı, Maorice dil ve kültür dersleri
vardı. Üniversite’de de, çok renkli (eski Maori ‘oba-çadır’ı biçiminde yapılmış ve boyanmış)
bir binada çalışan bir Maori Kültürü Enstitüsü vardı.
Ben oradayken, bir kadın etnologun, Maorilerin son ‘sözel tarihçi’lerinden birinin
anlattıkları üzerine yayımladığı bir araştırma bütün ülkede gürültü koparmıştı. Maori ‘sözel
tarihçi’, Batılı tarihçilerin anlattıklarının hepsini (“uzun bıçaklıların yaprak gelişme vakti
beyaz kayalarda ilk görüldüğü gün”den başlayarak, iki yüzyılın tarihini), üstelik çok daha
canlı bir biçimde, günbegün, anlatıyordu...
Diyeceğim, gözlemlediğim, şuydu: Kesin çoğunlukta olan egemen ‘beyaz’ Yeni Zelandalılar,
bir bastırma, ya da isteseler ‘demokratik’ olarak da haklandırabilecekleri bir ‘entegrasyon/
asimilasyon’ rejimi yerine, kendilerinden çok önce ‘orada’ olan ve orada yaşayan ‘öteki’lerin
özel varoluş haklarına ve kültürlerine saygı üzerine kurulu bir düzen kurmuşlardı. Bunu
yapmayabilirlerdi--önceleri askeri olarak, sonradan da siyasi olarak, kesinlikle daha
güçlülerdi; rahatlıkla ezip geçebilirlerdi ‘Maori kimliği’ denebilecek bir şeyi--ama öyle
yapmamışlar.
Örneğin, Büyük Britanya’nın Genel Vali’si (devlet başkanı) olarak Yeni Zelanda’ya atanan
(1845) Sir George Grey, ilk iş olarak Maorice öğrenmiş, Maorilerin mitolojilerini araştırmış
ve bu konuda dünyanın ilk kitabını (Maorice 1854, İngilizce 1855: Polinezya Söylenceleri/
Maorilerin/Rahiplerinin ve Reislerinin anlattıklarından/ Eskil Geleneksel Tarihleri) yazmıştır.
Bu arada belirtmeliyim ki, kitabındaki söylenceleri, bir Batılı, ve, ‘din-yoksunu’ zavallı
vahşilerin çarpık geleneklerini konu edinen birisi olarak, dini bütün bir Hıristiyan olmanın
tam ve kesin bilinciyle, aktarır.
(Gene bir anı: Ben oradayken, şu an adını anımsamadığım, o günün Genel Vali’si, üstü açık,
beyaz, klasik Rolls-Royce ‘makam’ arabasını kendisi kullanıyordu--bir kırmızı ışıkta yanında
durmuştum...)
Bu, ‘ötekinin varoluş haklarına, kimliğine ve kültürüne saygı’ dediğimin nasıl bir şey
olduğunu nasıl anlatmalı, bilmem ki...
Şöyle mi:-
“Burası, onun doğduğu toprak.”
“Ben de burada doğdum; ama o, benden önce doğdu burada.”
“Burası, benim toprağım olmaktan önce, onun toprağıydı.”
Bu deyimlemeler yeterli mi; bilmiyorum, ama, şöyle bir şey daha söylemek isterdim:-
“Aynı toprakta doğduğumuza göre, kardeşiz; şimdi de aynı toprakta, birlikte yaşayacağız.”
Ben de, Türkiye’ye dönerken, yanımda, Maorilerin ‘bereket tanrısı’ Hei Tiki’nin bir
çıkartmasını alıp getirmiştim. Uzun yıllar arabamın arka camında taşıdım onu--bir işe
yaramış mıdır, bilmiyorum..”
Aruoba 1981 yılından bilgilerini aktarıyordu yazısında. Neredeyse otuz sene önceyi
anlatıyordu bir bakıma. Kim bilir aradan geçen bunca senede daha ne gibi aşamalar
yaşanmıştı? Ülkeye bu meraklı gözle bakmak heyecan vericiydi.
$32
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
GPS KULLANMAYI ÖĞRENİRKEN,
TARİHİ VE DOĞAL BİLGİLER
Sıra, küresel konumlandırma aletini(GPS)nasıl kullanacağımı öğrenmeye gelmişti.
Kaldığım ev civarında, içinde iki güzel şelalesi olan, nispeten küçük sayılabilecek bir
ormanlık alan vardı. Şelaleler nedeniyle ormanın ıssız olmayacağını, kaybolursam insanlara
yol sorma şansı bulacağımı düşünerek doğruca ormana yollandım. Biraz kullanma kılavuzu
okuyor, okuduklarımı alette deniyor, tuttuğu istatistikleri ilgiyle izliyordum. Aynı yoldan geri
dönebileyim diye, geçtiğim yol ayrımlarına işaret yerleştirmeyi öğrenince kendime güvenim
iyice arttı. Benim gibi yön duygusu zayıf olanlar için bu aletler yolu kaybetmeden gezmek
için birebirdi.
Gidiş geliş toplam on kilometre süren yürüyüşün içeriği zengindi. Biraz doğa, biraz
tarih ve Maori kültürüne ait açık hava müzesi.
Önce, yolda ilk kez karşılaştığım ve beni şaşırtan durumlardan başlamak yerinde
olacak. Elimdeki bölge haritası uyarınca, kaldığım tesisin hemen karşısından doğaya dalarak
yürüyüşe başlanıyordu. Ben de öyle yaptım. Kısa bir süre sonra, yürüyüş yoluna bisikletliler
girmesin diye yapılmış olan ahşap bir çit kapısıyla karşılaştım. Kapının aşılabilmesi için
kapıya basamak yapmışlardı. Gayet güvenli bir şekilde sizi kapıdan geçirecek döner bir
tasarımdı basamaklar, üstelik üzeri yine telle kaplıydı, yosun tutmasın diye. Tasarımı ilk kez
görmenin heyecanıyla fotoğrafını çektim! İçinde yürüdüğüm orman genç sayılabilecek
okaliptüs ağaçlarıyla örülüydü. Boyları Türkiye’dekilere oranla ciddi derecede uzundu.
Yürüdüğüm yol; denizin kara içinde oluşturduğu girintilerin tarih yüklü olanında, yani Stone
Store diye anılan en eski taş binanın bulunduğu sahilin karşısında son buldu. Karşı sahile
taşların üzerinden kâh yürüyerek kâh atlayarak geçerken, bu yolun gel-git’e bağlı olarak
bazen suyun altında kalabileceği aklıma gelmemişti. Çünkü med-cezir’in, buradaki yaşamın
önemli aktörlerinden biri olduğu, benim gündemime yerleşmemişti henüz. Bizdeki namaz ya
da gün doğum-batım saatlerinin gazetelerde yayınlandığı köşeler gibi, bu ülkedeki yerel basın
da günlük med-cezir zamanlarını tablolar halinde yayınlıyor. Günümüzde bu bilgi internet
üzerinden de kolaylıkla elde edilebiliyor tabii ki.
Kayalar üzerinden geçişe (Foot Bridge) alternatif bir köprü inşa ediliyordu o günlerde.
Ama henüz tamamlanıp açılmadan ben o bölgeden ayrıldım. Bu konuya uzun girme sebebimi
anlamışsınızdır. İlk geçişimde değil ama sonraki
günlerden birinde geri dönüş saatim suyun yükselmesine
MANAWA (Mangrove): Kıyı bitkisi, denk gelmişti. Bu şokun bedeli, kilometrelerce dolaşmak
iç körfezler için çok önemli.
demek olmuştu, ki eğer yürüyüşün sonunda yaşarsanız
Kökleriyle doğal hayatı ıslah ediyor,
bu şoku, o yorgun halinizle inanın bir kâbusa
alüvyonları zapt ediyor, o yörede
dönüşebiliyor. Bir de, bizim hiç alışık olmadığımız
yaşayan deniz canlıları için yaşam
denize çakılmış kazıklar var tekne bağlanma
yeri oluyor (bu bölgede:
deniztarağı, karides, yengeç vb),
bölgelerinde. Aslında bu kazıklara uzaktan bakıldığında
balık ve kuşlar için de beslenme
bile su çekilmiş mi yoksa yükselmiş mi görmek
alanı oluşturuyor.
mümkün. Çünkü üzerlerinde su seviye işaretleri var.
Kıyıda bir bilgilendirme levhası: MANAWA
(Mangrove). Her iki dildeki isim de bana bir şey ifade etmedi yine! Neyse ki benim gibiler
$33
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
bol miktarda olduğu için levhalara açıklama koyuyorlar. Okuduğumda bunun, ekosisteme
ciddi oranda katkı sağlayan bir kıyı bitkisi olduğunu anladım.
Tam da bu kıyı bitkilerinin ardındaki bölgede yeni yapım, temsili bir Maori köyü
hazırlanmış. Açık hava müzesi gibi gezilen köyde, ağaç dalları vb bitkilerden yapılan evlerin
yerden yüksekliği beni şaşırttı. Pek kısa boyluymuşlar diye düşündürtüyor insana. Kitaplarda,
ilk dönem Maoriler için; kaba saba kısa boylu, ortalama 30 yıl kadar yaşayan, sağlıklı,
proteinle beslenen, kadınları 4-5 çocuk doğuran diye tanımlamalar var zaten.
Kıyı balıkçılığı yapmak için, ağaç gövdesini taşla oyarak hazırladıkları ince uzun weka
adlı kayıklarından da bir örnek koymuşlardı köye. Köyün adı Rewa’nın köyü14.
Maoriler tropik iklimli Polinezya’dan YZ’ye gelirken yanlarında sekiz kök bitki
(patates çeşitleri vs), on bir adet fidan bitki ve bazı hayvanlar getirmişler. Bitkilerden sadece
altı adedi yeni ülkelerinin topraklarını sevip büyüyebilmiş.
Batılı beyaz adamın yaptığı ve günümüze kadar kalabilen tarihlerindeki ilk taş binayla,
sonradan restore edilmiş ahşap binaları gezmek ilgi çekiciydi. En azından buraya gelen ilk
misyonerlerin 19.yy yaşamları hakkında fikir vericiydi bu mekânlar. Taş bina, dükkân olarak
inşa edilmiş, bugün de hediyelik eşya dükkânı olarak kullanılıyor. Misyoner evi Kemp House
ve hemen arka sırtta yer alan St. James Kilisesi iç dekorasyonlarıyla günümüzde müze olarak
gezilebiliyor. Kemp House’un hemen her odasında Maorilerin el sanat ürünü olan “flax”dan
örülmüş çanta, giysi ve zemin için halı modelleri sergileniyordu. “Flax” ülkede yetişen bir
bitki. Örme işinde dokuma malzemesi olarak kullanılıyor.
Tarih kitabında okuduğum komik bir durumu anlatmadan geçmeyeyim: O dönemde
Avustralya’daki vali Philip King, gemilerin yelkenlerinde kullanılan Flax’ın dokuma işçiliğini
öğrenmek üzere 1793’de YZ’nin Kuzey Ada kıyılarından iki Maori kaçırtıp hapishane adası
olarak bilinen Norfolk adalarına bıraktırıyor. Orada bulunan hükümlülere bu sanatı öğretsinler
diye talimat veriyor. Bu girişim başarısız oluyor, çünkü Flax işleme ve örme işi kadınların
görevinden sayıldığı için kaçırılan iki Maori adam işi bilmez çıkıyor ne yazık ki!
TANIŞTIĞIM İLK TÜRKLER
Kerikeri’de yaşayan Türk nüfusu neydi bilmiyorum ama ben onlardan beşiyle ilk
haftamın sonunda tanıştım. Bu tanışmayı ve izlenimlerimi, yazdığım bir mektuptan
alıntılıyorum:
Henüz Türkiye’deyken bir arkadaşım, arkadaşlarının birkaç sene önce YZ’de
Kerikeri’ye yerleştiğini söyleyince, ben de e-postayla yazışıp onlardan ülke hakkında bilgi
almıştım. Onlarla dün akşam buluştuk. Beni gelip aldılar ve çiftliklerine götürdüler. İki yüz
elli dönüm arazinin içinde yok yok, doğal orman, şelale, hatta kuşların yaşadığı sulak alan
bile var. Yirmi inek almışlar, araziyi çeşitli parçalara bölmüşler, üç beş günde bir, inekleri
parçadan parçaya geçirip otlatıyorlar. Böylece ot biçme derdinden kurtulmuşlar. Bu bölgede
mevsimsel ısı değişimi çok az olduğu için inekler ağılda yaşamak zorunda değilmiş. Yani gece
gündüz, yağmur güneş fark etmiyor, hayvanlar dışarıda. Önlerinde sonsuz bir yemek, sadece
14
Rewa’s Village
$34
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
sularını takip edip azaldıkça ekliyorsun o kadar. Bir buçuk yaşına geldiğinde satıp para da
kazanıyorsun üstelik. Yerine yine küçük yaştakilerden alıyorsun. 80 kilo olarak aldığın inek
120 kiloya çıkınca satılıyor. Kilo başına kazancın var yani. Çok komik, ama bir o kadar da
doğal bir çözüm. Dönümlerce yemyeşil otlakların var düşünsene, inekler bir güzel ortalığı
bakımlı tutuyor.
Bu araziyi bir başka Türk arkadaşlarıyla ortak almışlar. Hikâye şöyle aslında:
Yelkenlileriyle dünya turuna çıkan çiftlerden genç olanları, rüzgârların değişimini beklemek
üzere YZ’ye Kerikeri’ye çok yakın bir limandan giriş yapıyorlar. Rüzgâr beklemek iki ay gibi
uzun bir süre alacağı için, teknede yaşarken, çıkıp çıkıp ülkeyi geziyorlar. Bayılıyorlar tabii.
Diğer çifte, yani benim arkadaşın tanıdıklarına haber verip bu güzel ülkeye çağırıyorlar.
Ülkede yaptıkları gezilerde akıllarına bir yer alalım fikri geliyor ve sonunda yaşamak için
Kerikeri’yi seçiyorlar, sene 2004. Genç çift dünya turunu tamamlamaktan vazgeçip çiftliğe
yerleşiyor. Benim kuşaktan olanlarsa daha çok, gezgin yaşayan cinsten insanlar. Gençler yılın
çok büyük kısmını çiftlikte geçiriyorlar. İki sene önce oğulları Ege burada doğuyor. Burada
doğup büyüyenlere ülkede KIWI deniyor. Genelde dışarıdan gelip yerleşen insanların ülkesi
olduğu için Kiwi nüfus azmış. Ege şimdi bir Kiwi yani.
O güne kadar, araziyi satın aldıkları adamdan kalan binayı kullanırlarken, artık kendi
istedikleri yaşama uyacak yeni evlerin yapımı için işe başlamak üzereydiler. Belediyenin imar
planına göre 120 dönüme bir bina yapılabiliyormuş. Ferahlığı düşünebiliyor musun?
Çok güzel yemekler hazırlanmıştı ben geleceğim diye, en güzel şey de Türk kahvesi
içmek oldu tabiî ki. Mehmet Efendi kahvesi Kerikeri’de satılıyormuş meğerse. Biz bir sohbet
bir muhabbet geceyi bulduk. Beni evime bıraktıklarında üç haftadır konuşmadığım dilimi
konuşmaktan yorgun düşmüştüm.
YAŞAMLA YÜZLEŞMEK
Gezimin nasıl geçtiğini merak eden arkadaşıma yazdığım mektup içime dönük
çalışmalardan bahsediyor:
Kerikeri’de uzun vadeli ev tutma nedenimin en başta geleni, hayatıma dair bir bakış
atıp içimin derinlerine inmek ihtiyacıydı. Böyle bir çalışma iki üç günlük yer değiştirmelerde
mümkün olamamıştı. Bu nedenle günlük yürüyüşler dışında pek fazla evden çıkmıyorum
desem yeridir. Getirdiğim kitapları okumak, çalışmaları yapmak, kendimle yüzleşmelerde
yakaladıklarım üzerine yazmak, yazmak, yazmakla geçiyor zamanım. Bunları yapmaktan
dolayı memnunum. Bu kadar uzaklara gelip her şeyden kopmak ve dikkatimi yeni hayatıma
çevirmek istiyordum.
Burası benim için huzur verici bir yer. Çünkü halkın günlük uğraş ve kaygılarına ortak
değilim. Ben misafirim ve en fazlasından sorunum, “Bugün ne pişirsem acaba?” gibi bir
seviyede kalıyor. Türkiye’nin kaynayan kazan hikâyelerini bazı maillerden öğreniyorum,
aslına bakarsan birçoğunu da okumuyorum. O kazanın içinde olmaktan mutsuzdum. Bir daha
da o kazana dönmeyi istemiyorum gerçeği istersen. Bakalım buradaki günler, içime bakış,
sonra biraz da dışıma bakış bana ve yeni hayatıma neler getirecek…
$35
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
O günlerde gelen, maya takvimine dayalı bir yorum tam da benim yaşadıklarıma ışık
tutacak gibiydi:
“Arkadaşlar, takvimimize göre dün (25 Kasım) bir trecana'yı (13 gün/kin) bitirdik ve
Evrim ufak çaplı döngülerinden birini daha tamamlayıp farklı bir enerjiye sahip yeni
döngüsüne başladı. 13 günde, benzer 13 dalgayı aştık ve yeni bir devinim için uyandık bugün.
Geçtiğimiz trecana ‘cimi’, yani ‘ölüm değişim’ trecanasıydı. Ana fikri, daha ‘gerçek’ olan
benliğimize doğru atmamız gereken adımlar, değiştirmemiz gereken olgular ve yolumuzda
ilerlerken bırakmamız gereken her şeydi. Ve şimdi bugün(26 Kasım) yeni trecanaya, yeni döngüye başladık. 1 cauac, yani fırtına
günündeyiz. Her şeyi başlatan ilahi 1 tonunun ve tozu dumana katacak olan fırtına burcunun
enerjisinin içindeyiz bir süre. Çıplak kalmaktan korkar mısınız? Veya uzun zamandır elinizde
sıkı sıkı tuttuğunuz şeylerin düşüp kaybolmasından? Korkmayın, çünkü hayat yeri geldiğinde
hepimizi çıplak bırakır. Korkmayın, çünkü hayat kaybettiğinizi sandığınız her şeyin daha
güzelini size getirecek bir sistemle işliyor. Tabii inadı bırakıp elimize geçen her şeyi yanımızda
taşımaya çalışmadığımız sürece... Elimiz doluysa yeniyi nasıl tutup alabiliriz ki? Bırakalım
kenara yüklerimizi, rüzgâr silsin süpürsün zamanı geçmiş olanı ve daha gelişmişini
deneyimleyelim.”
Şu anda benden daha fazla, “yükleri bırak(tırıl)mış olan” biri olabilir miydi acaba bu
hayatta? Bir de, sahip olduğum nesne-yükler gibi, bana acı veren düşünce-davranış ve biliş
kalıplarımı da bir kenara bırakabilsem, madem fırtına günündeymişiz rüzgâr onları da silip
süpürse…
KUZEYDEKİ EN UÇ NOKTAYA YOLCULUK
Fullers, Great Sights isimli bir tur şirketinden, ülkenin kuzeyinin en uç noktasına
gitmek üzere yer ayırttım. Bütün gün sürecek bu yolculukta ülkenin “back-country” dedikleri
arka sokaklarında gezecektim. Tabi buranın arka sokağı, yemyeşil bir kırsal hayattı. Uçsuz
bucaksız gibi gözüken devasa çiftliklerle büyük ve küçükbaş hayvanlar arasında yapılan bir
yolculuk. Benim için gezinin en etkileyici temaları; Maoriler için ruhsal bir alan sayılan kuzey
uçtaki fener bölgesi, efsane Kauri ağacına yürüyüş ve “Antik Kauri Krallığı”15 isimli firmanın
45.000 yıllık Kauri ağaçlarıyla yaptığı ahşap nesnelerdi.
Gidiş yolumuz üzerinde; doksan millik plaj16 adıyla bilinen, denizin geri çekildiği
saatlerde geçiş yolu olarak kullanılan, güneyden kuzeye doğru dümdüz uzanan çok keyifli bir
kumsal vardı. Kesintisiz tam doksan mil boyunca, suların geri çekilip yerine inci taneli
düzgün ve sert bir kumsal bırakmış olması mucizevi bir güzellikti. Ülkede henüz ilk kez
otobüse biniyordum. Otuz kişilik turumuzun şoförü şirinlik muskası bir adamdı. Daha sonra
bütün şehirlerarası otobüs şoförlerinde de göreceğim şekilde, kafasında kulaklıklı mikrofon
15
Ancient Kauri Kingdom Ltd.
16
Ninety mile beach
$36
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
taşıyordu. Yol boyu geçtiğimiz bölgeleri tanıtıyor, tarihi ve coğrafi özelliklerini anlatıyor,
arada da espriler yapıyordu. Bazen de otobüste çalması için seçtiği parçalardaki şarkılara eşlik
ediyordu.
Elimdeki broşürde ilk durak olarak gözüken Phuketi ormanına uğramadan geçtiğimizi
fark ettiğimde, bu tura katılmamın önemli bir nedeni olan efsane ağaç KAURİ’leri
göremeyeceğim diye üzüldüm. İlk molada rehber-şoförümüze ormana neden uğramadığımızı
sordum. “Bu sabah gel-git durumu 90 millik plaj için şimdi uygun olduğundan sıralamayı
değiştirdik, ormanı dönüş yoluna bıraktık,” dedi. Bir kez daha, burada okyanusun ne kadar
önemli olduğunu, yaşamın onun hareketlerine göre şekillendiğini görüyordum. Doğanın
burada, insanı kendiyle beraber hareket etmeye mecbur bırakması, Yaradan dediğim
tasarımdan kopmayı engelliyor. Oysa büyük şehirde doğadan tamamen kopuk, gökdelenler
içinde yaşayan insan, her şeyin yaratıcısının kendisi olduğunu zannediyor haliyle.
Şoförümüz, kumsalda hızla ilerleyen otobüsü, solumuzda köpüren okyanus
dalgalarının önüne doğru kırıp durdurdu bir ara. Hepimiz inip fotoğraf çekmeye başladık.
Durduğumuz noktanın bayağı ilerisinde denizin ortasında büyükçe delik bir kaya
görülüyordu. Alabildiğine uzanan bu dümdüz kumsalın kara tarafında kumdan tepeler vardı
irili ufaklı. Şoför kumsaldaki kumu kazıp bizler için mor renkli şeytanminareleri çıkarttı ve
hepimize üçer beşer dağıttı. Hayatımda daha önce bu renkte bir deniz kabuğu görmemiştim.
Aupouri Yarımadasının haritadaki duruşu, bir tava sapı ya da suya dalış için havuz
kenarlarında bulunan sıçrama tahtası görünümünde. Sıçrama tahtası daha anlamlı oldu galiba,
çünkü otobüsümüzün park ettiği alandan, en uçtaki Cape Reinga fenerine doğru yürünen
yaklaşık bir kilometrelik yolda ilerlerken, kenarlara yerleştirilen taş, ahşap ya da metal
malzemeler kullanılarak hazırlanmış levhalarda buranın hikâyesini okuduğunuzda, gerçekten
de bir sıçramanın söz konusu olduğunu kavrıyorsunuz. Şimdi bunu detayıyla anlatmak
isterim.
Sömürgeci zihniyetin “medenileştirme misyonu” sonucu açılan kiliseler nedeniyle,
Maorilerin Pagan kültürü değişikliğe uğramış, ancak yine de kutsal ve ruhsal alanlarını
unutmamış, yeni dinlerinin paralelinde devam ettirmişler.
Burası Maoriler için kutsal ve ruhsal bir bölge olarak kabul ediliyor. Daha otobüsten
inmeden, fenere yapacağımız yürüyüşün, kutsal bir mekânda nasıl davranılıyorsa aynen o
şekilde yapılması için tembihlendik şoförümüz tarafından. Yanımızda yiyecek içecek bir şey
bulunmaması gerekiyordu. Cami, sinagog ya da kiliseye girermişçesine büyük bir kapıdan
giriliyordu bu açık hava mabedine.
Huşu içinde en uçtaki beyaz fenere doğru yürürken, sıkı bir rüzgâr eşlik ediyordu.
Yoldaki ilk levha KUM VE VOLKANLAR başlığını taşıyordu: “Kuzeyin bu en uzak
köşesinde her yer kumdur. Kum büyük oranda, Kuzey Ada’nın merkezinde iki milyon yıl
önce patlayan volkanlardan gelmiştir. Çoğu da nehir ve denizlerde erimiş, yok olmuştur. Batı
sahili boyunca sürüklenen kum, kumsallarda yıkanıp kıyıya rüzgârlarla üflenmiş ve devasa
kum tepeleri oluşturmuştur. Bu yörede kum rastgele oradan oraya taşınır durur,” diyordu
levhada. Ayrıca kumulların, yörenin sahil ormanlarındaki zengin hayvan yaşamına dair
fosillerle dolu olduğunu da eklemişlerdi. Başka bir levhada, buradaki bitkilerin rüzgâr, tuz ve
$37
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
verimsiz toprakla mücadele ettiklerini, tuz yüklü kuvvetli rüzgârın sert bir budama aracı
olduğunu yazıyordu. Başka yerlerde normal boyutlarda büyüyen bitkiler burada Bonsai’ye
dönüşür diyordu. Nitekim burundaki bitki örtüsü, ülkenin o ana kadar gördüğüm canlılık
fışkıran yeşilliklerine ne rengiyle ne de boyutlarıyla benziyordu. Bu anlamda Bonsai
benzetmesi hiç de mizah sayılmazdı.
Sonra, Maori Kupe ile ilgili bir levha: RUHUN EVE YÖNELDİĞİ YER. Kupe,
Maorilerin vaktiyle yaşadıkları Doğu Pasifikteki Hawaiki Adası’ndan YZ topraklarına keşif
için gelen ilk seyyah olarak biliniyor. Sıçrama tahtası şeklindeki bu bölgeyi, öldükten sonra
uzaktaki ülkelerine geri dönecekleri nokta olarak görmüş ve Te Rerenga Wairua ismini
vermiş. YZ’deki pek çok yerin ismi, Kupe’nin antik keşif gezisinden kalma isimlermiş.
Arkasından gelen levha da Avrupalı gezginlerden bahsediyor, adı: TEMAS ETMEK.
İlk kâşiflerin, yerel halkla teması başlatan Avrupalı seferlere öncülük ettiğini anlatıyor.
Sonraki levhanın adı: RUHUMU YAKALAYIN! Yöredeki Spirits Bay’in17 adının
hikâyesinden bahsediyor. Çok yaşlı olan ve uzaktaki kızını ziyarete gitmek üzere bundan 700
yıl önce bu koydan yola çıkan ata Tohe’yi uğurlayan halk onun geri dönemeden öleceğinden
korkmuş. O da uğurlayanlara; “eğer ruhum öte tarafa geçecek olursa, ona ulaşıp yakalayın,
gitmesine izin vermeyin” demiş.
Okuyarak ve çevrenin vahşiliğine bakarak yokuş aşağı inerken ruhlarla ilgili başka bir
levha dikkatimi çekiyor: RUHSAL SULAR. Yamacın aşağısında bulunan iki su kaynağından
bahsediliyor levhada. Biri Tanrı Tane’nin yaşam suyu ki bu, ölenin ruhunu arındırmak için
cenaze töreninde kullanılıyor. Diğeri biraz ilginç! İçen ruhlar, ruhlar dünyasına kabul
ediliyormuş, içmeyenler yeniden yaşam alanına geri dönüyormuş.
Yürüyerek en uca doğru geldiğimde, denize doğru uzanmış olarak görünen kayalık
çıkıntı için, ruhların aşağı dünyaya girdikleri nokta diye bir açıklama var levhada. Kayalığın
üzerinde incecik gövdeleriyle iki ağaç göze çarpıyor. Levhadaki bilgiye göre bu ağaçlar, antik
çağlardan beri hayatta kalmayı becermişler. Ağaçlar, yerelde kullanılan adıyla pohutukawa
ağacıymışlar. Bu ağacın özelliği; tuzlu rüzgârlarla dövülen kayalıklarda, her türlü imkânsız
koşulda yaşamayı becerebilmesi. Ama diğer
Ölüm yolculuğunda ruhun dünyayı
pohutukawaların aksine buradakilerin, o güzelim kırmızı
nereden terk edeceğini duvara
çiçekleri açtığı hiç görülmemiş. Maorilerin inanışına
çizdiği bir haritayla anlatan Tuki,
göre ruhlar, bu ağaçların köklerinden aşağı dünyaya
haritasında Kuzey Ada boyunca
Reinga burnuna kadar noktalı
yükseliyorlarmış.
olarak çizmiş bu yolu. Bu harita
Maori tarihinin ilk haritası
sayılıyor(1793), üzerindeki kuş ve
bitkiler de bu toprakların özgün
doğasını anlatıyor. Harita açık hava
mabedinin girişinde metal bir
levhaya basılmıştı.
17
Burunda kayaların hemen önünde oluşan büyücek bir
girdap görülüyor denizde. Çok vahşi, sert deniz
görüntüleri bunlar. Reinga Burnu, batısındaki Tasman
Denizi’yle doğusundaki Pasifik Okyanusu’nu coğrafi
olarak ayırıyor. İki deniz onun önünde birbiriyle
kucaklaşıyor adeta. Maoriler için bu oluşan girdap, erkek
Kapo Wairua
$38
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
denizle18 dişi denizin19 buluştuğu noktaymış. Akıntıların çarpıştığı girdabı, kendi kanolarının
dümen suyundaki dansa benzetiyorlarmış. Bu, onlara göre dişiyle erkeğin bir araya gelmesini
ve yaşamın yaradılışını temsil ediyormuş.
Bu bilgiler okuna okuna uçtaki fenere gelindiğinde Maori gerçeği bir anda dünyasal
gerçeklerle yer değiştiriyor. Fener binası zarafetiyle bütün dikkatleri üzerine çekiyor, hemen
yakınındaki bir direk üzerinde Londra, Sidney, Vancouver, Tokyo gibi merkezlerin yönünü ve
uzaklığını gösteren sarı oklarla dünyanın bir ucunda olduğunuz gerçeğini fark ediyorsunuz.
Hülâsa fener ve fener bölgesi muhakkak görülesi bir yer.
Geri dönüş, deniz geri geldiği için(!) kara yolundan yapıldı ve gezinin diğer iki önemli
ayağına uğrandı. İlki, “Antik Kauri Krallığı Şirketi”20 isimli bir işletmeydi. Açık alanlarda
boylu boyunca yatmış ağaç gövdeleriyle karşılaştık önce. Ama bildiğimiz ağaca benzemeyen
ağaçlardı bunlar. Vaktiyle ülkenin büyük bölümü Kauri denilen bu muhteşem ağaçlarla
kaplıymış. Önce Maoriler yakmış, sonra Beyaz adamlar kesmişler, epeyi ülke dışına satılmış,
geri kalanını da doğal afetler bitirmiş. Bugün ülkede canlı kalan Kaurilerin oranı %3’e
düşmüş durumda ve koruma altındalar. Akıl alır gibi değil, ağaçlar o kadar heybetli ki bunca
ağaç nasıl kullanılır ve satılabilir diye düşünmeden edemedim. Üç kişi yan yana gelince ancak
yerde yatan kesik ağaçların gövde çapını kapatabiliyordu. Yani çapları 2,5 metre ile 3 metre
arasında değişiyor. Varın gövde çevresini siz hesaplayın artık.
Ağaçların antik olmasının hikâyesi bayağı ilgi çekici. Güney yarımkürede YZ
topraklarında bulunan tarih öncesi dönemlerin ormanlarında gömülü kalmış bu ağaçlar.
Kimsenin açıklayamadığı şartların bir araya gelmesiyle, bataklıkların altında yüzeye yakın
olarak yatar vaziyette havayla ilişkisi kesik olduğu için
“Bir Kauri’nin dev gibi gövdesiyle çürümeden beklemişler binlerce yıl. Karbon testiyle
yüz yüze geldiğinizde nefesiniz
ispatlanmış 45.000 yıldan eski oldukları. Ağaçları,
kesilebilir. Onun gökyüzüne
mükemmel bir şekilde saklanmış olarak bulan aklı evvelin
metrelerce dalsız, dümdüz ve
çıplak uzanan pullanmış
adı Dave Steward. Bulmuş bulmasına da, peki ama nasıl
gövdesine ne bir sarmaşık ne de çıkarılıp şirketin arazisine getirilebilmiş? Nasıl kesilip
başka bir bitki tutunabilir. Fakat
işlenebilmiş? Ya mağazanın tam ortasına yerleştirilmiş ağaç
yerden yükselip ormanın
tepesinden bakabilseydiniz eğer, gövdesinin içine yapılan döner merdiven? Yılda yüz bin
ulu Kaurilerin metrelerce sağa
kişiden fazla ziyaretçi alan bu mağaza ve özellikle
sola uzanan taç kısımlarının
merdivenli dev Kauri gövdesi ziyaret edilmeden geçilirse
büyüklüğüne şahit olurdunuz.
İşte bu bölümlerinde Kauri pek gerçekten yazık olur. Mağazada satılan DVD’yi alıp birkaç
çok bitkiye yataklık eder, onlara kez izledim Dave’in hikâyesini. Bir insan nasıl tutkuyla bir
ev olur. Öyle ki, sanki
işe kafayı takıp hayalini gerçeğe dönüştürür sorusunun güzel
gökyüzünde bir bahçeyle
bir yanıtı bu hikâye. Mağazada mobilyadan süs eşyalarına
karşılaşırsınız.” (Forest Garden
pek çok nesne satışa sunulmuştu, ben de en az 45.000
in the air)Yeni Zelanda
yaşında olan ağaçlardan bir parçayı yanımda taşımak istedim
Müzesi – Te Papa,
Wellington
ve bir kitap ayracı aldım kendime. Ona ne zaman dokunsam
dünyanın tarih öncesi zamanına gider gibi hissediyorum
18
Te Moana ta Pukapuka
19
Te Tai o Whitireia
20
The Kingdom of Ancient Kauri Ltd. www.ancientkauri.co.nz
$39
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
kendimi.
Antik olanlarıyla epey bir vakit geçirdikten sonra, bu kez yaşayanlarının yanına gittik;
Phuketi ormanındaki Kaurileri ziyaret ettik. Veee vurgun yediğim anlardan biri: Allahım ne
heybetli ne asil yaratıklar. Bu dünyaya ait değilmiş gibi duruyorlar. İki bin yaşında ve elli
metreyi geçkin boyda. Bunun gibi bir ağaç daha yok dünyada herhalde. Önünde saygıyla
eğilmek gerekirdi ama gidip onlardan birine sarılmayı tercih ettim. Yanağımda ona
sarıldığımın anısı kalsın istedim.
MAORİ BÖLGESİNİ ZİYARET
Hokianga gezisine çıkmak üzere tur minibüsüne bindiğimde en büyük heyecanım,
Tane Mahuta’yla tanışacağım diyeydi. O, yaşayanların en yaşlısı ve en uzunuydu. Gezimi, bir
arkadaşıma yolladığım mektupta anlattığım şekliyle buraya alıntılıyorum:
Hokianga gezimde gördüğüm Kauri’yle olan resmimi gönderiyorum sana. Benimle
oranladığında büyüklüğünü anlarsın. Onun adı Tane Mahuta. Ormanların lordu diye
anılıyor. 2000 yaşında ve 51 metre boyunda. 14 metreye yakın çevresi var. Gök baba ile
toprak ananın oğlu. Bütün oluşumun başlangıcı! Maorilerde efsane çok. Alem bir Maori
rehber katıldı gezimize…şen şakrak…bir kuple Maorice konuşuyor, bir kuple İngilizce, bir
dua ediyor bir şarkı söylüyor(tabii Maorice). Ritüel konusunu da turistik hale getirmişler
anlayacağın.
Gezinin katılımcı sayısı sadece üç kişiydi. Üç kadındık: Alman Astrid, İtalyan
Francesca ve bendeniz. Hepsi Mart’a kadar Yeni Zelanda’da kalmaya gelmiş, vakti bol,
gezgin üç kadın(ben de herhalde Mart’a kadar kalacağım. Daha azı yetmeyecek gibi geliyor,
hazır vizemi 3 Mart’a kadar vermişler, 4 Şubat’ta dönmek için ne acelem var ki? Baksana bir
ayı geçti hiçbir şey anlamadım daha).
Şoförümüz de Maori idi bu kez. Gezi Maori bölgesine ya, Maori kültürü keşfedilmeye
gidiliyor ya, her şey Maori o zaman! Şoför üçümüze bakıp “Bugün 5.000 turist varsa Bay of
Islands bölgesinde, 4.997’si denizde delik kayayı görmeye gidiyor, yunuslarla yüzüyor,
adalarda yemek yiyor, üç kişi de kültür gezisi yapıyor,” dedi. Kültür gezilerinin bizde olduğu
gibi talibi çok anlaşılan!
Bin yıl kadar önce Kupe adlı ilk Maori’nin toprağa ayak bastığı noktaymış, Hokianga
limanı. Bugün onun kim bilir kaçıncı kuşak torunları, iyice beyaz adama benzemiş
durumdalar. Koyu renkli derilerinden başka önemli bir gelenek taşımıyor gibiler. Sadece,
ormanda gezerken bazı bitkileri gösterip onlardan ataları gibi ilaç yaptıklarını anlattılar. Hiç
değilse böyle bilgiler kuşaktan kuşağa aktarılmış, sevindim. Maorilerin çoğu balıkçılık
yapıyor. Gün boyu gezdiğim yerlerdeki yapılaşma olsun, bahçe düzeni olsun bizdeki köy
yaşamıyla paralellik gösteriyor. Yani Maoriler, kırsal insan karakterlerini devam ettiriyorlar.
Şimdilerde çocuklarını okutsalar da küresel krizle birlikte resesyon yaşayan ülkede, çocuklar
iş bulmakta zorluk çekiyormuş. Turizm önemli bir gelir kaynağı. Bizim şoför de rehber de
turizmde kendilerini kabul ettirmiş şanslılardan.
$40
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Yolda uğradığımız Wairere Boulder Vadisi de çok ilginç bir yerdi. Kendisinden daha
da ilginç bir hikâyesi var aslında: İki milyon sekiz yüz bin yıl önce patlayan bir volkanın 20
kilometre öteye püskürttüğü volkanik kayaların (bazaltların) bulunduğu bir vadi burası.
1983’de araziyi satın alan İsviçreli çift orayı görene kadar, kimse vadinin bütününü -bazaltlar
yüzünden- gezemezmiş. İsviçreli inşaat mühendisi ve karısı bir şekilde dev bazaltlar üzerinde dağcı da oldukları için herhalde- dolanarak yerin güzelliğini görünce orayı satın almışlar.
Maoriler, “Yahu bu batılılarda hiç akıl yok, böyle bir yer alınır mı?” demiş o zamanlar. Sonra
adam karısıyla beraber dört yıl süren bir çalışma sonucu, vadiye kurduğu ahşap köprülerle
alanı dolaşma parkı haline dönüştürünce olay gün yüzüne çıkıvermiş. Yaptıkları çalışmanın
aşamalarının görüntüleri girişte sergilenmişti. Bitkileriyle beraber 2004 yılında park olarak
halka açık hale getirmişler. Sonra da bu doğal güzellik, turizme açılmış. Adam başı 10 YZ
doları bırakıyorsun girişteki sarı kutuya. Yine tahsildar yok yani. Maoriler, İsviçreli Fritz
parkı açtıktan sonra akın akın vadiyi gezenleri gördükçe, “Yahu, amma şanslı adammış bu
Fritz” demeye başlamış bu kez. Değişmeyen bir hikâyedir değil mi bu?
Yine de benim için günü unutulmaz kılan, Tane Mahuta’yı görmek, onun aurasında
bulunmaktı. Bundan sonra artık benim kahramanım odur!
YUNUSLARIN PEŞİNDE ADALAR KÖRFEZİ21
Yunusların doğal yaşam alanı olan körfezde tüm gün sürecek geziye çıkarken, onlarla
yüzülebilme ihtimali beni çok heyecanlandırıyordu. Gerçi hava durumu pek iç açıcı
gözükmüyordu ama umut dünyası işte…
Bir arkadaşıma yolladığım e-posta’da,
Hava bütün koşullarını sergilemekte hiç cimrilik yapmayınca çok renkli bir gezi oldu
benim için. Zaten burada böyle bir hava hâkim. Sırt çantam mayodan başlayıp polar ceketçorap ikilisiyle son buluyor. Tabii yağmurluk, olmazsa olmazı bu mini gardırobun, demişim.
Gezinin, günlüğümdeki kaydıysa şöyle:
Körfez, elimize verilen haritada gösterilenden çok daha fazla kalabalık adalar
topluluğundan müteşekkil. Her yerden kara parçası yükselmiş sanki. Büyük adaların çoğunun
özel mülkiyet olduğunu, bir kısmında da tatil için kiralanan evler bulunduğunu öğrendim.
Sadece, en başta uğradığımız adaya, o da anakaraya yakın olduğu için elektrik çekilmişti. Tur
şirketinin teknesi, bu özel adalara posta ve taşımacılık hizmetleri veriyormuş meğerse.
Uğradığımız adalarda teknemizi iskelede bekleyen adanın sahipleri -veya her kimse onlar-,
eğer rastlantı değilse, hep köpekliydi ve adamlar malzemelerini indirip bindirdikten sonra
köpeklerine ya pati kaldırtıp selam verdirtiyor ya da toka ederek teknemizdeki çocuklara
gösteri yapıyorlardı. Böylece adalara uğrama işini de eğlenceli hale dönüştürdüklerini fark
21
Bay of islands
$41
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
ettim. Bu arada bu adaların çevreci tipler tarafından alındıktan sonra bitkilendirme
çalışmaları yapılmak suretiyle muhteşem görüntüler sergilediğinin de altını çizmek lazım.
Havanın, delik kayaya gidene kadar bulutlu ama fotoğraf çekimine uygun olmasıyla en üst
güvertede oturabildim. Sonra kaptan, “Delik kayaya giderken körfezden çıkıp okyanusun
azgın dalgalarından geçmemiz gerekiyor,” diye anons yapınca ben de alt kata inip kapalı
salona girdim. Zaten o sırada yağmur da başladı. Körfez dışına çıktığımız gibi katamaran
hayli sallanmaya başladı. Delik kaya 60 metre yüksekliğinde heybetli bir oluşumdu denizin
ortasında, deliği de içinden geçilebilecek kadar iriydi. Yağmurla yaptığımız yolculuğumuz
kayaya yaklaştığımızda havanın değişmesiyle yine fotoğraf çekmeye müsait hale geldi. Çok
güzel çekimler yapabildim.
Delik kayaya kadar yaptığımız yolculuğumuzda yunuslarla karşılaşamamıştık ne yazık ki.
Öğlen yemeği zamanında Urupukapuka adasına yanaştık. Tepeden muhteşem panoramik
manzaralar görebileceğimiz söylenince, tepeye tırmandım. İki ayrı koyun görüntüleri
birbirinden güzeldi ama adanın esas sürprizi, renk cümbüşü yaratan kesilmiş otlaklardı.
Israrla söylüyorum gökyüzü bu ülkede bambaşka. Öyle güzel yansımalar yaratıp dünyayı
renkten renge büründürüyor ki her seferinde yaşamla aşka düşüyorum. Yeşille sarının
kucaklaşmasının fotoğraflarını çekerken, fotoğraf makinemin pili “azaldım” mesajı vermişti
yine. Kalan pili yunuslar için saklamak istiyordum. Tepede otururken bu kez aklıma cep
telefonumla çekim yapabileceğim geldi. Ben iflah olmaz bir deklanşör müptelasıyım! Bir
saatlik sürenin dolduğunun habercisi olan tekne kornasını duyduğumda, tepeden aşağı inip
iskeleden katamarana yürürken damlalar düşmeye başladı. Yağmur demek ki yine fotoğraf
çekimi için mola vermişti!
Bu kez Black Rocks isimli kaya oluşumları arasında dolanmaya başladık. Fazla yüksek
olmayan bu kayaların yanardağ tarafından püskürtülmüş olduğu düşünülüyor. Yakından
bakınca gerçekten farklı ve ilginçtiler. Üzerlerinde midye kolonileri yaşıyordu. Tepelerinde
otlar bitmişti, martı cenneti gibiydiler. Bir kaç gün önce gördüğüm İsviçrelilerin bazalt
vadisinden (Boulder Valley) sonra, denizin ortasındaki bu siyah kayalar, yanardağdan
püskürenler bu ülkenin süsleri haline gelmiş, diye düşündürttü bana.
Derken birden, yunusların görüldüğü anonsu geldi. Hemen alt güverteye çıktım. Makinem
sürekli çekime ayarlı, parmağım deklanşörün üzerinden kalkmamacasına çekim yaparken,
gözüm de kırmızı yanıp sönen pil bitiyor işaretinde… Kalan dikkatimle de neşeli yaratıklara
bakmaya çalışıyorum. Teknede bir heyecan bir heyecan, herkes çığlık çığlığa. Yunusların
denizden her zıplayışında dalga dalga yayılan bir yaşam enerjisi. İki tekne arasında oyun
oynayan kalabalık bir aile. Gerçekten de onlarla suyun içinde olup yüzmek nasıl bir duygu
olurdu acaba? Aslında bayağı büyük ve oldukça da hareketli yaratıklar. İnsan ne hisseder?
Çok merak uyandırıcı bir deneyim. Bugün olamadığına göre belki Güney Ada’da yüzebilirim
onlarla, kim bilir?
Yunuslar hakkında sürekli bilgi veren hatunu kim can kulağıyla dinleyebiliyordu bu
heyecan ve çığlık seli içinde bilmiyorum. Aklımda kalan tek bilgi bayağı ilginçti aslında:
yavrulama konusunda dişi yunusun karar verdiğini, yani o istemeden bu işin olamayacağını
öğrendim.
Sonunda bir iki adet güzel görüntü yakaladığıma kanaat getirip pilin “bittim artık”
inlemesine dayanamayıp makinemi kapattım. Son birkaç yunusu da çıplak gözle izledim.
Herhalde bu güzelliği dünya gözüyle görebileyim diye pilim bitti! Yoksa hiç bakmayacağım,
aklım hep daha iyi poz yakalamakta. Tanrım bu nasıl bir sevdadır?
$42
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
İÇE DÖNÜK ÇALIŞMA ZAMANLARININ SONU
Kerikeri’de kaldığım bir ayda, yanımda getirdiğim kişisel gelişim kitaplarındaki
çalışmaları uygulayarak ve bol bol yazarak içimin derinliklerine yolculuk yaptım. Baş
etmekte zorlandığım konular ve ilişki modelleriyle yüzleştim. Bu yüzleşmelerde yardımı
olsun diye yanımda getirdiğim araçlardan başka, sürpriz bir gelişme daha oldu. Bu, ilk
kitabımı22 tercüme etmekte olan çevirmenimden gelen e-posta mesajıydı. Çevirisini bitirdiği
152 sayfayı okuyup kontrol etmemi istiyordu. Geceler boyu süren okumalarım, hayatımın
aynı şablonlarla tekrarlandığının göstergesi oldu bana.
Bir yakın arkadaşıma yazdığım mektupta bu farkındalığımı paylaşıyorum:
Buradaki son üç günüme girdim. Heyecan sardı, yeniden bavullar ve yolculuklar
dönemi başlıyor. Bir aydır kendime dönük farkındalıklar yaşayıp durdum. Koca bir liste
oluştu adeta.
Bu arada çevirmenin gönderdiği çeviriler de her şeyin üstüne tüy dikmiş oldu.
Göcek’in ilk yılı bölümünü okuduktan sonra oturup, “Life as a House” filmini bir kez daha
izledim. Yapımcıyla yönetmenin evi nasıl, bir metafor olarak kullandıklarını daha iyi anladım.
Filmin son sahnesinde mimarı oynayan Kevin Kline’ın bir sözü var:
“Kendimi her zaman bir eve benzettim. Güzel olmasına gerek yoktu, büyük olması da
gerekmiyordu. Sadece benim olması önemliydi. Olmam gereken şeyi oldum, kendime bir hayat
inşa ettim, bir ev inşa ettim.”
Ben de kitabımda, takıntı haline gelmiş kendime ev inşa etmek tutkumdan
bahsederken, “Bir ses, bir inanç uğruna koskoca bilinmez bir yolculuğa çıkmak!” diye
yazmışım. Şimdi yine içimdeki sesin peşine düşmüş, bir ses, bir inanç uğruna bilinmez
koskoca bir yolculuğa çıkmış durumdayım, hem de kelimenin tam anlamıyla. Yeni bir hayat
inşa etmek durumundayım. Ne büyük bir hedef yine…
Biraz gerildim doğrusu… Önceki yaşam kurma hikâyemi okuyup o günlerin
duygularına geri döndükçe, durum hiç de güzel gözükmüyor. İçim karıştı anlayacağın.
Önümde beni bekleyen gezilecek güzel yerler dururken, yani hayat aslında bu kadar güzelken,
ben gelecekle ilgili sevimsiz duygularla boğuşuyorum. Bu mudur kişinin kendisini mutsuz
etme yeteneği?
Birazdan kıyıda bir kafede Türk arkadaşım S ve 2,5 yaşındaki oğluyla buluşacağım.
Buradan ayrılmadan önce bir kez daha beraber olalım dedik. Kocasıyla beraber dünya
seyahatine çıkıp okyanusu 12 metrelik tekneyle geçmiş yürekli bir kadın S. Sonra da dünyanın
bu ucunda bütün dostlarından uzakta bir hayat kurmayı, denizden karaya çıkıp çiftlik
yaşamına geçmeyi göze alabilmiş biri. Onunla konuşmak bana iyi gelebilir.
Bu mektubu gönderdiğim arkadaşım evde hasta olmuş, morali bozuk yatıyordu. Bana
yolladığı cevapta bu ruh hali kolaylıkla görülebiliyor:
22
Masalları erkekler mi yazar anne?, Crea Yayıncılık, İstanbul 2008
$43
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
“Bedenim bana epey bir şey söylemek istiyor ama, aynı senin ruhuna yaptığın gibi ben
de bedenime kulağımı tıkıyorum. İkimizde de şu hastalık var (farklı yolları kullanıp aynı
meydana varan hastalık), o da; her şeyi kontrol altında tuttuğumuzu, hayatın iplerinin
elimizde olduğunu vehmetme hastalığı. Sadece sonucu geciktiriyoruz, gerçek problemin
etrafında dolanıyoruz. Ben kendi hesabıma (…). Sense, esas can alıcı problemini erteleyip
‘zamanı gelince çözülür göklerden gelecek bir emirle’ tipinde seyahat etmeye çalışıyorsun.
Okudukların sana problemlere hiç de göklerden inen çözümler olmadığını, nasıl didindiğini
hatırlatıyor ve bunu tekrar yapamayacağından korkuyorsun.”
Arkadaşımın uzaktan koyduğu teşhis doğru muydu acaba? Problemime eğilmek yerine
gezgin yaşayıp esas sorundan kaçmaya mı çalışıyordum?
Bu sorunun yanıtını ona yazdığım mektubumda şöyle vermişim:
Tolstoy, ‘İnsan Ne İle Yaşar?’ kitabında; “Tanrı insanların tek başına yaşamasını
istemiyor, bu yüzden de her birine neye ihtiyacı olduğunu açıklamıyor. O, insanların birlikte
yaşamasını arzuluyor, bu nedenle birine gerekeni ötekine gösteriyor” bağlamında bir şey
yazmıştı yanlış hatırlamıyorsam.
Mektubunu okuyunca bana neyin gerektiğini, yine neyi kaybettiğimi görüverdim. Sağol
canım. İyi ki varsın.
İnsan, varoluşu kuran değil, seyredendir. Güneşin doğuşu ya da batışında bir rolümüz
yok. Sineklerin uçma hızını da biz ayarlamıyoruz. Midemiz her yemekten sonra bize sormuyor
nasıl çalışacağını. Bize hiçbir şey sorulmamıştır, varoluşu hazır elimizde bulduk. Benim
tasarlamadığım bir oluşumda yaşarken, zaman zaman -şişmiş egomda yani- sanki kurucu
benmişim gibi davranmaya başlıyorum. İşte yine öyle bir yanılgı içine düşmüş de kasılmışım.
Ne ironiktir ki çeviride okuduğum cümle, bana tam da varoluşun çalışma düzenini
hatırlatacağına, ben tam tersi uca gidip kaygıya yakalanmışım. Şimdi varoluşla bağımı
yeniden hatırladım. Evet, bir ses bir inanç uğruna yollara çıkıyorum. Zaten o seslerin geldiği
yere, o inançların kaynağına o bağ ile bağlıyım. Güvenimi kaybetmişim geçici olarak.
Satırların bana bunu gösterdi. Güvende yaşamaya geri döndüm. İçimdeki ses ve inançlarla
bana düşeni yapa yapa yol alacağım, hiç merak etme.
Eşyalarımı topladım, işletme sahipleri son kez yemeğe çağırdılar, şimdi onlara
gidiyorum akşam yemeği için. Yarın sabah yeni yolculuklara doğru uçmaya başlayacağım.
Dört haftalık içe dönük yaşamım biraz dışa dönecek.
“Yıldızlar gece çıkıyor. Yıldızları görmek isteyen geceye razı olmalı. Hayatının
yıldızlarına ulaşmak istiyorsan, içindeki geceye razı olmalısın.” Bu cümleleri okuduğumda
çok sevmiştim. Ben de yakın ilişkilerimde yaşadıklarımı analiz etmek üzere gecelerde dolaştım
biraz. Yıldızlarımla karşılaştım. Şimdi yolculuk güneşe doğru.
Başka bir arkadaşımdan gelen mektupta da yaptığım gezi için bambaşka bir yorum
var, herkes hayata kendi durduğu yerden bakar çünkü:
$44
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Masal Evi’nin,23 sonunda rüyalarını gerçekleştirmeye yaraması kendi kendine bir
mucize. Zor şartları pozitife çevirmen ise senin gücün, lütfen bunu hiç bir zaman kaybetme.
Allah her zaman yolunu açık etsin, bütün iyilikleri sana versin.
Yeni Zelanda'yı sevmene çok sevindim, ben de çok sevmiştim. Cennet diye
bahsediyorsun, bana da öyle gelmişti. Sanki; insanlar orada kendi dünyalarını yaratmışlar,
bizim dertlerimizden uzak, kendi hallerinde sakin mutlu yaşıyorlar hissi doğmuştu. Bizim
gereksiz didinmelerimiz önemsizleşmişti. Kendini orada iyi hissetmeni o kadar iyi anlıyorum
ki. Hayata yeni bir bakış açısıyla bakıyorsun. Hayata mesafe, hem de fiziki uzaklık nedeniyle
gerçekten mesafe koyabiliyorsun. Her şey medeni ve sade. Burası gün geçtikçe yaşanmaz hale
geliyor. Kendine oralarda iyi bak, güneş koruyucu kremlerini sür, şapkanı tak. En önemlisi
her şeyin keyfine var.
Bu mektubun bana hatırlattıklarıyla ona cevap yazdım:
Güzel bir saptama ile başlayıp: “Masal Evi’nin, sonunda rüyalarını
gerçekleştirmeye yaraması kendi kendine bir mucize.” diye yazmışsın. Okuyunca fark ettim
ki Masal Evi, MASALLARIMI gerçeğe dönüştürmeye devam ediyor. Yani sonunda değil,
başından beri benim masallarım onunla gerçekleşiyor. Yeni Zelanda da benim masallarımdan
biriydi. Hep buraya gelmekten bahsediyordum. “Ay çok uzak, neden orası?” diye soranlara,
YZ beni çağırıyor diyordum. İşte şimdi buradayım.
Geçen yıl tam da bu ayda ben annende kalırken Yeni Zelanda’ya gitmek istediğimi
konuşuyorduk; sen de o zaman anlatmıştın Zeytin adlı Türklerin kafesinde size kahve ikram
edildiğini, para ödemeden çıkınca yanınızdaki Alman arkadaşlarınızın şaşırdığını filan.
Üzerinden bir ay geçti geçmedi Masal Evi yandı. Ve nasıl gerçekleşeceği belirsiz olan bu
gezinin yolu açılmış oldu.
VOLKAN TEPESİNDE NOEL
23 Aralık 2009 tarihli günlüğümü Kerikeri havaalanında yazmışım:
Taupo’ya uçmak üzere alanda bekliyorum. YZ Havayollarıyla Auckland aktarmalı
uçacağım. Bu, iç hatlardaki dördüncü uçuşum olacak ve her seferinde beni etkileyen ayrıntı:
Kontuara bavulunu verip kartını aldıktan sonra uçağa gidiyorsun, tabi yürüyerek. Ne bina
girişinde ne de uçağa geçerken polis aramaları, tarayıcı makineler gibi güvenlik önlemleri
var! Güvenlik henüz buralarda problem haline gelmemiş. Her şey güven içinde yaşanıyor. Üst
başın, çantaların, ayakkabıların sorun olarak görülmediği zamanlara geri döndüm burada.
Dünyanın bir zamanlar ne kadar huzurlu olduğunu hatırlamak, sadece hatırlamak değil
yeniden yaşamak çok etkileyici.
Sabah Tania gelip beni aldı ve havaalanına getirdi. Çok sıcak ve yakın bir kız.
Birbirimize sarıldık ve vedalaştık. Bir aydır kaldığım yer, evim gibi olmuştu. Şimdi yeni
mekânlar ve yeni insanlara doğru uçuyorum. Mart ayından beri hayatım daldan dala
atlayarak geçiyor. Bakalım daha hangi dallar beni bekliyor?
23
yanan evimin adı
$45
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Taupo havaalanında beni Paul karşıladı. Aynı Tania gibi onlar da bir erkek
bekliyorlarmış. Acaba yalnızgezerler genelde erkek mi oluyor, yoksa Türkiye’den olduğumu
bildikleri için, Müslüman olduğunu düşündükleri bir kadının yalnız gezmesine ihtimal mi
vermiyorlar? Paul’le eve ulaştığımızda Elizabeth evde yoktu. Evin olduğu Kinloch, Taupo’ya
20 km uzaklıkta ve maalesef kamu taşımacılığının olmadığı bir belde. Şehre inip gelmek
konusunda ev sahiplerine bağlı kalınıyor. Bu ülkede seyahat sistemi araba kiralanması üzerine
kurulmuş. Toplu taşımacılık çok sınırlı, hele böyle küçük yerler için söz konusu bile değil.
Kinloch’un kış nüfusu sadece 60 kişiymiş. YZ’nin en büyük gölünün kıyısındaki bu beldeye
tatil amaçlı olarak yerleşilmiş anladığım kadarıyla. Çünkü evlerin çok büyük bir çoğunluğu
boş bekliyor.
Elizabeth şehirden dönene kadar, Paul’ün hazırladığı kahveyi içip onunla sohbet ettim.
Biraz sonra Elizabeth marketi satın almış bir şekilde geldi. Paul, benim kadın olduğumu,
sürpriz olsun diye mutfağa girene kadar ona söylememiş. Mutfakta benle karşılaşınca acayip
sevindi, hemen sarıldı. Çok sıcak ve şakacı insanlar. Kiralık arabamın olmamasına şaşırdılar.
Sanırım daha önce böyle bir misafirleri olmamış. Madem aracım yok, ne diye şehirde
kalmadığımı da merak etmişlerdir eminim. Ne bilsinler benim küçük, sakin ve sesiz yerlerin
insanı olduğumu. Biraz sohbetten sonra Elizabeth’le çevre gezilerinin organizasyonunu
yaptık. Bir iki yere telefon açtı ve görülmesi gereken bütün yerlerin rezervasyonlarını
tamamladı. Süper babaanne görünümlü Elizabeth, birkaç yıl önce ağır bir trafik kazası
geçirmiş, bacaklarından birini sürükleyip yürümesine rağmen son derece hareketli bir kadın.
Paul İngiliz’miş, Elizabeth onunla, gençliğinde çalışmak ve hayatı tanımak üzere gittiği
İngiltere’de tanışmış. Sonunda yaşamak için Elizabeth’in güzel ülkesini seçmişler. Kinloch
golf klüpleriyle de ünlü bir yer. Paul eğer Elizabeth’e yardım etmiyorsa, genelde
arkadaşlarıyla buluşup golf oynamayı seviyor.
Bölgede yaptığım gezilerle kaldığım evi anlattığım mektubun satırlarında aşağıdakileri
yazmışım:
TONGARİRO MİLLİ PARKI
Park 800 kilometrekarelik bir alanı kaplıyor. Pek
çok doğal güzelliğin bir arada bulunduğu parkın
yıldızları üç adet aktif volkan: Tangariro,
Ngauruhoe ve Ruapehu (2797 metreyle Kuzey
Ada’nın en yüksek tepesi) Bu dağlar Maoriler için
kutsal alan olduğu için beyazların yerleşimine
kapalıymış. Fakat 1887’de bölgenin Maori şefinin
bilge tutumu neticesinde dağlar ülkeye hediye
edilmiş. Böylece Tongariro Parkı YZ’de kurulan ilk
milli park olmuş, 1991 yılında da Dünya Mirası
listesine alınmış. Bugün turistler, parkın
muhteşem yürüyüş yollarında Maorilerin ayak
izlerini takip ederek yürüdüklerini hayal
ediyorlarmış!
Taupo gölü kıyısındaki yerleşimlerden
Kinloch adında oldukça sakin bir beldedeyim.
Kahvaltı+Yatak (B&B) şeklinde bir
konaklama bu. Elizabeth ve Paul’un evinin,
içinde banyosu olan bir odasında kalıyorum.
Ev iki kanattan oluşuyor. Eğer başka bir
konuk daha kalsaydı beraberce aynı kanadı
paylaşmış olacaktık. Ama başka konaklayan
yok bu Noel.
Taupo Gölü Kuzey Ada’nın tam ortasında
yer alıyor. Buranın en önemli özelliği
volkanlar bölgesi olması. Dolayısıyla da
jeotermal enerji kaynaklarıyla dolu bir yer.
Hemen her an yerden yükselen sıcak su buharları görüyorsun. İki tektonik plakanın
sıkıştırdığı YZ bu noktadan patlamış herhalde. Ruapehu adlı volkanın son kükreyişi on dört yıl
önce, 1995 de olmuş. Kaldığım evin çok güzel ve bakımlı, epey büyük bir bahçesi var. Volkan
$46
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
patladığında (neredeyse 40 km uzakta olmalarına rağmen) bütün bahçe yumruk
büyüklüğünde simsiyah parçalarla dolmuş. On dört yıl sonra çevrede patlamanın iziyle
karşılaşmamak şaşırtıcı. Doğa bu kadar mı hızlı kendini toparlıyor anlaşılır gibi değil, belki
de insanlar temizlik konusunda çalışkan!
Taupo şehri 24.000 nüfusuyla gölün en büyük yerleşim merkeziymiş ve Noel zamanı bu
sayı 75.000 e çıkıyormuş. O nedenle bu günlerde her yer ağzına kadar insan dolu diyorlar.
Bana yine de öyle gelmiyor.
Bu bölge pek çok cazibe merkeziyle turistler için çekici oluyor, ki benim de burada
bulunuş nedenim bunlardı zaten. Birbirine yakın sayılan yanardağları içine alan büyük bir
milli park var. Yürüyüş, kar kayağı, kaya-dağ tırmanışları gibi yapılabilecek doğa sporları
yanında, göl büyük alabalıklarıyla da tanınıyor. Balık tutmak burada acayip merak konusu.
Balıkçı teknesi kiralamak çok yaygın. Şelaleler ve jeotermal alanlar da görülecek yerler
arasında.
Dün önce küçük bir uçakla doğal milli parkın üzerinde 60 dakika süren bir gezi
yaptım. Ulu Kauri ağacı Tane Mahuta’nın huzuruna çıktıktan sonra bir de Ruapehu
Volkanı’nın huzuruna gelmiş olmanın muhteşem duygularına gömüldüm. O karlı başının
olgunluğu, tepesindeki turkuaz renkli krater gölünün çekiciliği, beni yine benden aldı götürdü.
Beş kişilik uçağımızda farklı ülkelerden gelmiş dört yolcuyduk, bu deneyimi yaşamayı seçen.
3.000 metrelik bir volkana yaklaşıp üzerinde belki 15 dakika boyunca dönüp dolaşmak, başka
türlü görülemeyecek bir güzelliğe tanık olmak, çılgınca bir doyum. Günün ikinci atraksiyonu
Huka isimli şelaleye yapılan nehir gezisiydi. Gezi şelalede son buluyordu. Kaptan tekneyi
şelalenin azgın köpüklerine çılgınca sürüp sürüp geri kaçtıkça bendeniz ve diğer yolcular
milyon adet fotoğraf çekmeye doyamadık. Tabii korkutucu bir şey azgın bir şelaleye o kadar
yakın durmak, ama adrenalin yükseltici. Suyun gücünü görmek, karşısında bir sinek kadar
bile dayanılamayacağını hissetmek etkileyici. Son olarak da Craters of the Moon adlı
jeotermal bir alana gezi yaptım. Yerden yükselen buharların sıcaklığını yakından hissetmek,
fokurdayan çamur kraterlerini izlemek, magmanın kendi sıcaklığına dayanamayıp ferahlamak
için dışarı çıktığı düşüncelerine taşıdı beni. Bu doğal ortamlarda dolaşırken hep şunu
düşündüm: İyi ki bu ülkenin kültürel tarihi o kadar eski değil. İyi ki buraya insanlar daha
önce gelip yerleşmemiş. Yoksa bu güzellikler ne kadar azalacaktı, hatta çoğu kalmayacaktı.
Elektrik, jeotermal enerji santrallerinden üretiliyor buralarda. Santraller oldukça
çirkin şeyler tabii ki. Var olanlar eskidiği için yenilerinin de yapılacağını öğrendim.
Tam güzelim nehirde şelaleye doğru yolculuk yaparken birden karşımıza bir yol
inşaatının köprü çalışması çıktı. Sebep, giderek artan turistlerin yarattığı trafik yoğunluğunu
şehrin içinden alıp çevre yoluna vermek… Bunun için de nehrin üzerinden geçmek ve yolu da
birkaç şeritli yapmak gerekiyor tabii ki. İşte ülkeler böyle böyle medeniyet denen canavara
teslim oluyorlar. Uçaktaki dergide mi okudum tam hatırlamıyorum, bir başlık vardı: “Bir
zamanlar bizi geri tutan uzakta oluşumuz, bugün insanların buraya geliş nedeni” diyordu.
Evet, turist olarak bile bu ülkeyi bozabiliyoruz. Yani yerleşmeye gerek kalmadan bunu
becerebiliyoruz ya, daha da diyecek bir şey yok herhalde!
Bugün Christmas günü, her yerde hayat durmuş durumda. Pırıl pırıl güneşli ve sıcak
bir gün. Eskiden daha sıcak olurdu diyorlar. Beni kucaklayan ailemle beraber yemek
yiyeceğim. Birazdan dostları da gelecek ve binlerce yemeğin hazırlandığı sofraya oturacağız.
Ev sahiplerimin çocukları yok, Alman Kurdu bir köpekleri ve bir de şahane kedileri var. İkisi
de dört yaşında ve beraber büyümüşler. Elizabeth’le Paul’ün en büyük meşgaleleri Alman
Kurdu’nu yarışlara hazırlamak ve şampiyonalar arası dolaşmakmış. Şimdiye kadar belki dört
$47
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
köpekleri daha olmuş böyle. Duvarlar şampiyonluk diplomalarıyla ve o eski kurtların
fotoğraflarıyla dolu. Otuz yıldan fazladır bu işi yaptıklarını tahmin ediyorum. Şu andaki
köpek Saxon da YZ şampiyonuymuş!
Buraya gelmiş olmam ve Hıristiyan Kültürünün bu en önemli gününü beraberce
geçiriyor olmamız çok ilginç değil mi? Bu evi ne şekilde seçtiğimi hatırlamıyorum ama
iradesine kendimi teslim ettiğim güçle bu yolculuk devam ediyor. İlginç bir alışveriş bizimki.
Anlayacağın çok şakacı yaşlı bir çiftin sıcak bakımına kendimi bırakmış bir haldeyim. Onlar
da benimle olmaktan mutlu görünüyorlar.
Noel yemeği sofrası mide fesadına uğramak için birebir. Sadece tatlı büfesinde dokuz
çeşit vardı. Elizabeth’in de dediği gibi bu hoşluk filan değil, acı verici bir gelenek! Seneye
Noel’de Türkiye’deyiz diye takıldı. Tatlı faslından sonra göl kıyısında yürüyüşe çıktım. İki
gün önceye göre sahil çok kalabalıktı. Römorkunu takan gelmiş teknesini göle indirmiş
herhalde ki ortalık boş arabalarla çekicilerden geçilmiyordu.
Göl kıyısına yaydıkları piknik sofralarında oturan Noel Baba şapkalarıyla mayolu
insanlar, Noel’e dair bütün ezberlerimi bozduruyor bana…
MÜZEDEKİ GERÇEKLER: HİÇBİRİMİZ MASUM DEĞİLİZ!
Elizabeth’le Paul’ün aile yakınlığı tadındaki ev sahipliliğine veda ederek, bu kez
otobüsle yola çıkıp başşehir Wellington’a, yani güneye doğru yolculuk yaptım. Kuzey
Ada’nın en güney ucunda yer alıyor Wellington. Oradan feribotla Güney Ada’ya geçecek,
yeni yıla Picton’da bir başka aileyle girecektim.
Bu yolculuk benim ilk şehirlerarası otobüs seferimdi. “Bayan yanı” diye bir kavram
olmadığı için sanırım, koltuklar numaralı satılmıyordu. Otobüslerde şoförün yardımcısı diye
fazladan bir eleman da yoktu. Bavulunuzu otobüse siz koyup siz alıyordunuz. Yolda giderken
ikram diye bir servis de söz konusu değildi doğal olarak. Şoför tur rehberi gibi, kendi
güzergâhı hakkında bilgi vere vere kullanıyordu aracı. Kafasına taktığı mikronlu bir aparatla
bu işi kolaylıkla yapıyor, yol boyunca geçtiğimiz yerlerin varsa; tarihi, coğrafyası, bitki
örtüsü, hayvanları gibi her tür bilgiyi işinin bir parçası olarak yolcusuna aktarıyor.
***
Wellington mimari açıdan tezatlar şehri. Eski ahşap binaları koruyup kullanmışlar ama
hemen arkalarına yüksek cam binalar dikmeyi ihmal etmemişler. Hatta, ancak uzaktan
bakınca fark edilebilen birbirini tekrarlamayan katlara sahip epey ilginç, modern mimari
örneği apartmanlar gördüm. Bu bir aradalık hoş bile gözüküyor bir müddet sonra.
Eski hükümet binası ahşap bir yapı. Bina, güney yarımküredeki en büyük ahşap yapı
olarak biliniyor. Bu dört katlı dev ahşap bina, 1870’lerde yapılırken dış yüzünü taş binaya
benzetmişler. Ne ironi ama! 1900’lerin başına kadar hizmet veren bina şimdi Viktorya
Üniversitesi’nin hukuk fakültesi olarak kullanılıyor. Bir zamanlar hükümet kabinesinin
toplandığı salonla, şimdilerde sergi alanı olarak kullanılan binanın giriş katı ziyaretçilere açık.
$48
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Eskisinin hemen yakınında konumlanmış yeni parlamento binalarından şehrin mimari
sembolü olanı, yuvarlak çizgileriyle bir arı kovanına24 benziyor. Bütün bunlar Wellington’dan
geçen fay hattına 400 metre mesafedeymiş. Ülkenin yönetim merkeziyle yöneticileri, fay
hattında çalışıyor yani!
Evet, bu ülke sürekli salıncakta olma hissiyatı veriyor insana. Wellington bunun
şahikaya vardığı noktalardan biri. O yüzden buradaki o modern yüksek binaların teknolojisi
bayağı özel olmalı.
Parlamento binalarının önündeki yeşil bahçeler park olarak kullanılıyor. İnsanlar güzel
havalarda öğlen tatilinde asırlık ağaçların altında çimlere yayılıp sandviçini yiyor, kitabını
okuyor, sohbet ediyor, bazen de uyuyor. Parlemento binalarıyla parkın arasında herhangi bir
güvenlik önlemi yok. Demek ki vekillerle başbakanın, çimenlerde yatanlardan çekinmesi için
bir sebep de yok.
***
Wellington, bir liman şehri. Dar bir bant şeklindeki düzlüğün ardından hemen
tırmanmaya başlıyor şehir. Teraslar oluşturulmuş, binalar amfitiyatroda otururcasına sıra sıra
dizilmiş. Benim de önceden yer ayırtarak kiraladığım daire, böyle bir terasta yer alan, geç
dönem Viktoryan tarzı ahşap bir binadaydı. Şehrin merkezine yürüyerek on beş dakika
mesafedeydi.
Heykeltıraş Paratene Matchitt 1993’de limanla
şehir merkezini birleştiren bir köprü25 inşa etmiş.
İçinde yer yer metaller de kullanılan köprünün ana
UZUN BEYAZ
BULUT(AOTEAROA)
malzemesi Maori bir sanatçıdan bekleneceği gibi,
Dünyanın en izole durumundaki
ahşap. Şehir meydanından girildiğinde, önünüze çıkan
toprak parçasına kanolarıyla yanaşan
metal direklerin üzerinde kullandığı göksel
ilk Maoriler ona, uzun beyaz bulut
sembollerle26 sevginin sembolleri, atalarının “uzun
ülkesi anlamında ‘Aotearoa’
27
demişler.
Adanın duruşu, tepelerinde
beyaz bulut”a (Aotearoa’ya ) nasıl vardığını tasvir
uzanmış
bir
buluta andırıyormuş bu
ediyormuş. Köprünün korkulukları; stilize edilmiş
kano yolcuları için…
kuşlar, balinalar ve iki adet masalsı varlık olan
Şu işe bakın ki, dünya haritası
taniwha28 ile bezenmiş. Heykeltıraşın köprüde
üzerindeki YZ’nin iki adasının duruşu
için pekâla da uzun bir bulut
geleneksel Maori oymacılığını kullanmamış olması,
denebilir.
Maori bunu nasıl olmuş da
onun modern dönem Maori sanatının temsilcisi
bilmiş, orası muamma.
olduğunu gösteriyormuş. Hatta ressam ve heykeltıraş
Matchitt, Maori Sanatı Rönesansı’nın lideri olarak
anılıyormuş.29
Noel zamanlarında, Hıristiyan kültürün egemen olduğu toplumlarda, işletmeler
günlerce kapalı oluyor. Burada da, mağazalardan geçtim, restoran ve kafelerin bile çoğu
24
Beehive
25
City-to-Sea Bridge
26
Bu semboller için, Maorilerin dini ve askeri lideri Te Kooti’nin bayrağından esinlenmiş
27 Aotearoa
: Maori dilinde Yeni Zelanda.
28
Taniwha: Maori mitlerinde geçen, suların derinliklerinde yaşayan bazen koruyucu bazen de canavar yaratık
29
Kaynak: Oxford Grove Art (internet) maddesi
$49
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
kaplıydı. Bereket, ülkenin simgesi olan müze Te
Papa Tongarewa30 açıktı. YZ tarihiyle kültürüne
MAORİ YARADILIŞ HİKÂYESİ :
etkileşimli bir bakış atmayı yenilikçi bir müzecilikle
TOPRAKTAN GELME (WHENUA)
sağlayan bu muhteşem oluşumu gezmek, bütün bir
Maoricede ‘Whenua’ hem ülke(toprak)
günümü aldı. Rehberli turlara katılıp bölümlerini
hem de plasenta anlamında
ilgiyle dolaştım. O ana kadar ülke hakkında
kullanılıyormuş. Bu anlamlar insanın
kendimce bir algım vardı. Bu algı, müzede yaptığım
toprak anadan (Papatuanuku) yapıldığı
inancının ifadesidir. İlk kadın, toprak
yolculuğun her adımında değişime uğradı adeta.
anadan alınan kırmızı topraktan
Romantik yaklaşımlarım çöktü. Kırk gündür gezip
kalıplanmış, adı (toprak biçimli kadın
görüp hayran olduğum koruma kollama bilincinin,
olan) Hine-ahu-one imiş. O, sırasıyla ilk
1980 yılına kadar ortada olmadığını keşfetmek
insan çocuğu doğurmuş, ismi Hinetitoma (şafağın kızı).
beklenilmeyen bir darbe oldu bana.
İlk insanın plasentası ve doğum
Önce Maoriler sonra Maori’nin “Pakeha” diye
kordonu törenle toprağa gömülmüş.
adlandırdığı Avrupa’dan gelenler (bundan sonra ben
Atasözü de buradan çıkmış: “Ne
de beyaz adam söylemimi bırakıp PAKEHA
ekersen onu biçersin.”
diyeceğim) bu canım ülkeyi; ağacıyla, kuşuyla,
toprağıyla epey hor kullanmış, canını çok yakmış!
Evet yakmış! Müzede okuduğuma göre; bu ülkede
yangını değişim için bir yol olarak görüp kullanmışlar.
DEĞİŞİM İÇİN YANGIN
Çok büyük ormanlık alanlar, hem Maori zamanında hem de Pakeha geldikten sonra
yangın çıkarmak suretiyle açılmış. Maori önceleri(Arkaik Maori dönemi), Moa denilen,
devekuşunun epey büyüğünü andıran, uçmayan ama eti bol kuşu avlamak için
ormanları yakmış. Ormanda saklanan hayvanın korkup kaçması ve hazırlanan tuzağa
düşmesi için başlatılan yangınlar kontrol edilemeyip büyük alanların telef olmasına
sebep olmuş. Daha sonra yerleşik düzene geçen Maori, bu kez kendine tarım alanları
açmak adına yakmış ormanları. Arkadan gelen Pakeha, çok kısa sürede çok geniş
alanları yakarak açmış. Amacı çiftlik hayvanları için uygun alan yaratmak. Kauri
ormanlarının külleri üzerine otlaklar oluşturmuşlar. Arazi açmak için sadece ormanları
yakmamış, bir de sulak arazileri drenaj açıp kurutmuşlar.
Nakliyeciliğin gelişmesiyle et, yağ, peynir gibi gıdalar denizaşırı pazarlara taşınmış.
Daha çok çiftlik, daha çok ihracat ve gelir demek olmuş. Pakeha yerleşimcileri daha
verimli bir İngiltere yaratmak istemişler bu yeni topraklarda. Ekilen İngiliz
tohumlarıyla oluşan otlaklarda toprağın verimi zamanla düşmüş, otlaklar yardım eli
ister olmuş. Böylece -YZ’nin arka bahçesi- Pasifik adalarından taşınan fosfatla
superfosfat gübresi yapılmış!
“Bugün insanlar, kendi tutumlarının ülke toprağını nasıl etkilediğini çok iyi
biliyorlar. Sonuçta bazıları doğal dünyanın koruyucuları oldular. Yerleri ve türleri
korumanın yollarını buldular.
Sahiller, ormanlar ve sulak alanlar için topluluklar oluştu. Gruplar her bir türü
koruyabilmek için ekstra güç harcıyorlar. Hükümet de insanların çevreci uygulamaları için
gerekli düzenlemeleri yaptı.
30
Museum of New Zealand Te PapaTongarewa (“Our Place”)
$50
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Bilinç düzeyi giderek artıyor, bu da ülkenin toprağının sağlıklı olmasını sağlıyor.
Böylece gelecek nesillerin ihtiyacını karşılayacak şekilde toprak hazırlanmış oluyor” diyor
müzedeki günümüzü anlatan yazı. Hoş değil mi? Ben nedense bu ülke insanının, -Maori olsun
Pakeha olsun- bu ülke gibi temiz olduğunu düşlemişim. Onlar bu özel toprağın özel insanları
olarak buraya toplanmışlar gibi, romantik bir resim yaratmışım zihnimde. Bu resim önce
bozuldu, sonra tamir oldu bu son okuduklarımla. Hatta daha bile takdir ettim. Ülkede, bir
bütün olarak bilinç yükselmesi yaşanmış çünkü. Mesela çevre gönüllüleri hükümet
uygulamalarıyla mücadele etmemişler. Devlet desteği ve yatırımı, çevre için çalışan gruplarla
koordineli yürümüş. Hem de bunu, vahşi kapitalizmin tüm dünyada revaçta olduğu
1980’lerde yapabilmişler. Kısa vadeli değil, uzun, çok uzun vadeli bir yatırım yapmışlar
ülkelerine, çocuklarına ve dünyaya.
Üç futbol sahası büyüklüğüyle dünyadaki sayılı ulusal müzelerden biri olarak;
YZ’deki bütün kültürlerin hikâyesini anlatmaya, ulusal sanat koleksiyonlarına yuva olmaya
ve büyük galerileriyle gezici sergilere ev sahipliği yapmaya kendini adamış Te Papa, denizin
hemen kenarına inşa edilmişti. İkinci katından dışarı çıktığınızda, BUSH CITY ismini
verdikleri, şehrin ortasında kurulmuş; doğal orman, sulak alan, volkanik alan, şelale ve lagün
oluşumuna ayak basabiliyordunuz. Böylece ülkeyi adım adım dolaşmaya gerek kalmadan(!)
doğanın küçük örnekleriyle YZ için fikir sahibi olabiliyordunuz.
İşte unutamadığım bir görüntü: Kayalar bölümünde bir bilgilendirme levhasında, “Bu
kayalar YZ’nin en eski kayalarıdır. Bir zamanlar süper kıta Gondwanaland’ın
parçalarıydılar. Milyonlarca yıl önce parçalanan kıtanın kayalarının bir kısmı Avustralya’da,
bir kısmı Antarktika’da kalmış, burada gördükleriniz, Güney Ada’nın batısından gelmiştir”
açıklaması vardı. Levhanın ikinci yarısında, “Bunları biliyor musunuz?” sorusunun altında:
“İlk dinozorlar 245 milyon yıl önce görülmüş, bu kayalardan bazılarıysa halen 300 milyon
yaşında” diye insanı derinden etkileyen bir bilgi vardı. Levhadaki resimde, kayayı
kucaklamış biri ona sevgi öpücükleri verirken çizilmişti. Slogan çok sıcak ve sevimliydi:
ÜSTÜNE TIRMAN, KUCAKLA ONU!
Anlattıklarımın başından beri, ülkenin tarihi neredeyse yok denecek kadar kısa deyip
durdum. Buyurun size tarih! Tarih deyince sadece insanın olduğu, kültürün oluştuğu yıllarla
ilgiliymişim demek ki. Ülke demek toprak demek, aidiyeti oluşturmanın en temel unsuru
yaşadığın toprak. İşte, “Bu toprağın tarihi 300 milyon yaşında.” diyordu, gördüğüm kaya
bana. Saygıyla eğiliyorum, sonra da kucaklayıp öpüyorum onu.
Müzenin en üst katında Maori kültürünün ana unsuru Te Marae(topluluğun kalbinin
attığı yer) inşa edilmiş. Bu bir toplanma mekânı. Burada kabilenin karara bağlanacak
konularını görüşüyor, kutlamalar yapıyor, misafir kabileleri ağırlıyor, yeni doğanlara hoş
geldin diyor, sonsuzluğa intikal edenleri uğurluyorlarmış. Böylesi toplanma evlerinden ülkede
dağınık olarak binden fazla varmış. Müzede dağıtılan bir broşür bu mekânın usûl ve
adaplarını anlatıyordu. Maori kültüründeki her şey gibi burada da uygulanması gereken belli
ritüeller söz konusuydu. Misafirlerle ev sahibinin nerede karşılaşıp neler yapacağı adım adım
çizgisel anlatımlarla açıklanmıştı, broşürde. En hoşuma giden detay, misafirle ev sahibinin
önce burunlarını birbirine dayayıp sonra el sıkışmaları olmuştu. Burunları birbirine bastırarak
selamlaşma, “nefesim nefesine karışsın ki dostluğumuz sağlam olsun, pekişsin” anlamını
taşıyormuş.
$51
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
GÜNEY ADA
İLK FİYORD
29 Aralık 2009 günü Wellington’dan bindiğim feribot, gün batım saatinde
Marlborough Sound’un içinde ilerleyerek Picton’a doğru adım adım yanaşıyordu. Çok sayıda
bulunan bu tip oluşumlar için, bu ülkede “fiyord” demek yerine, geçit anlamıyla “sound”
sözcüğünü kullanılıyorlar.
Deniz yoluyla Güney Ada’ya gelen herkesin ilk ulaştığı nokta olan fiyord, bir doğa
harikası olarak adeta kucağına alıyor insanı. Tam saklambaç oyununa müsait dolambaçlı
şairane koyların yanı sıra ilerlerken; önüm arkam, sağım solum minik adalar ve içerlek koylar
halinde cennetin sularınca kucaklanmışlık hissi
Avrupalıların gemileri ülkeye ilk kez hep bu
bu! Gökyüzünde, handiyse dolunay
bölgeden yanaşmış. Hollandalı Abel Tasman
1642 de ilk olarak uğrayan kişi. Bölgede şimdi büyüklüğünde mehtap ve güneşin giderken
onun ismiyle anılan önemli bir milli park var. arkasında bıraktığı renklerle, denizin bakır bir
‘Büyük Güney Ülkesi’ni arayan Tasman,
yüzey etkisi verdiği o saatte yanaştım Picton’a.
bulduğu bu toprakta yanlış bir anlaşma
***
sonucu Maorilerle çatışınca karaya çıkmaktan
Yine, emekliliğinde gelir elde etmek için
vazgeçip yoluna devam etmiş, ama ülkeye
ismini hediye etmiş: ‘Neieuw Zeeland’ ya da evinin odalarını konuklara açmış tatlı bir çiftle
‘New Sealand’. Yüz seneden fazla bir zaman beraberim. Odam giriş katında, bana özel banyo
sonra bu kez İngiliz Kaptan James Cook
odamın dışında, ama çok yakın. Oda-kahvaltı
(1770) gelerek, fiyorda Queen Charlotte
türündeki konaklamada, sabah sunulan kahvaltı
Sound adını vermiş ve bölgeyi, güney
yarımkürede sığınılacak en güvenli bölge
çok çeşit ihtiva edip oldukça doyurucu oluyor.
olarak rapor etmiş. 1827’de de Fransız seyir İlk sabah bu doyurucu kahvaltı sonrasında,
subayı D’Urville, bugün French Pass diye
kıyıdaki tur şirketlerinden gözüme kestirdiğim
bilinen dar geçidi keşfetmiş. Aynı yıl balina
avcıları ülkedeki ilk istasyonu, Tory Channel biriyle yola çıktım. Heyecanım dorukta,
diye isimlendirdikleri kanalda kurmuşlar,
muhteşem bir gün geçireceğim. Tur, deniz
böylece ilk kalıcı Avrupalı yerleşimciler
yolculuğu ve yürüyüşten oluşuyor. Bindiğim
bölgeye akın etmeye başlamış. Bu özelliği
tekne, kuzey doğuya doğru uzanan kara
yüzünden bölge, Maorilerin verdiği isimler
parçasının koylarından birine bırakacak beni.
yerine Avrupalıların koydukları ile anılıyor!
Oradan başlayarak, akşam saati gelip alacağı
koya kadar yürüyeceğim. Sonra yeniden deniz
seferiyle Picton’a geri döneceğim. Ertesi gün de, bir gün önceki yürüyüşün bitiş koyunu
başlangıç yapıp yeni bir koya kadar yürüyeceğim. Böylelikle toplam 67 kilometrelik Queen
Charlotte Track isimli yürüyüş parkurunun 23 kilometresini yürümüş olacağım iki günde.
Teknenin bıraktığı koyda, Koruma Kurulu’nun31 bilgilendirme levhasıyla karşılaştım
iner inmez. Parkurun tümünü gösteren haritanın yanında; dikkat edilmesi gereken konular,
tavsiye edilenler, yürüme mesafeleriyle zamanları gibi son derece önemli bilgiler vardı.
Altmış yedi kilometrelik parkurda Koruma Kurulunun yedi ayrı kamp yeri olduğunu, burada
31
Department of Conservation (DOC)
$52
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
kalmak isteyenlerin ücreti, oradaki kutulara bırakmalarını rica ediyordu. Ah yine o, insana
güvenle yaşamanın güzelliği.
Zaman zaman tırmanan yoldan, iç bölgelere doğru girmiş denizin oluşturduğu o canım
koyları seyrederken, sanki bir gölün etrafında dönüyormuşum gibi hissetim hep. Görüntüdeki
su parçacığının her yanı kapalıydı çünkü. Bazen de yeniden deniz seviyesine iniyordu yol ve
yine etrafa baktığımda, göl kıyısında yürüyor gibiydim. Labirentte kaybolmadan nasıl
yolculuk yapıyordu bu tekneler, bilmiyorum. O gün 9,5 km inişli çıkışlı parkuru yürüyüp
deniz kenarında restoranı olan bir konaklama tesisinde akşam yemeğimi yedim. Yağmur
başladı, oysa yürürken havada bulut bile yoktu. Beni almaya gelen tekne otelin iskelesine
yanaştığında yağmur iyice şiddetlenmişti. Picton’a döndüğümüzde saat 21.00 olmuştu.
Yılın son günü, yürüyüşe kaldığım yerden devam etmek üzere, yine önce tekneyle
deniz yolculuğu, sonra 13 kilometrelik yürüyüş. Bu kez parkur düne göre daha düz, tepelere
tırmanıp inilmiyor. İşte yol boyu gördüklerimin bana düşündürdükleri: Bu canım koylara
tesis açma izni verilmiş. Konaklamasıyla olsun, restoranı ya da kafesiyle olsun her koya
olmasa bile yeterli sayıda işletme var yürüyüşçüler için. Parkur üzerinde bir de özel mülkler
var. Ama bunların sayısı nasıl ayarlanmışsa ve mimari özellikleriyle doğanın içine nasıl
yedirilmişse, ne gözü rahatsız ediyor ne de ruha bir baskıları var.
Yılbaşı gecesini, yürüyüş yorgunu olarak, duşun da gevşetmesiyle evde film izleyerek
geçirdim. Nan’lerin DVD arşivleri fena sayılmazdı doğrusu. Kendileri evin üst katını
kullandıklarından, alt salonu misafirlerine bırakmışlardı. Ben de kaldığım sürede üç film
izledim. Yılbaşı gecesi izlediğim, “Toskana Güneşinin Altında”32 isimli film, yazar Frances
Mayes’in Toskana anılarına dayanan aynı adlı kitabın uyarlamasıydı. Amerikalı yazar, kocası
tarafından aldatıldığını öğrendikten sonra yaşamda dengesini kaybetmişken, arkadaşlarının
ona aldıkları biletle kendini Toskana’da bulur, tur otobüsünün yolu üzerinde gördüğü
yıkılmaya yüz tutmuş, eski bir evi unutamaz ve hayatı ondan sonra tümden değişir.
Hayatımızın dramı diye düşündüğümüz olayların bize açtığı yeni kapıların güzelliği… Film,
yazarın evi satın alıp restore ettirme sürecinde başından geçenleri anlatır. Kendimle
paralellikler yakaladım ister istemez.33 Keyifle izledim.
Yılı değiştirdiğimiz dakikalarda deniz kenarından atılan havai fişekleri izlemek için
durdurdum filmi ve yaşadığım güzelliklerin vesilesi olan her şey için şükrettim.
***
Yeni yılın ilk günü, sadece turistler hareket halindedir herhalde! Ben de Marlborough
bölgesinin dünyaca ünlü şarap üreticilerinde şarap tadıp bağları gezmeye gittim. Bu turu
düzenleyen şirketin rehberi Helen, oldukça tatlı orta yaşlı bir kadındı. Minibüsüyle, benim de
dâhil olduğum beş kişilik ekibe tam yedi üreticiyi gezdirdi gün boyu. Bu bölge, iklimiyle
toprağıyla şaraplık üzüm yetiştirmeye son derece uygun olduğu için, YZ de aynen Avustralya
gibi, şarapçılıkta dünyaca ünlü, ödüller toplayan bir ülke haline gelmiş. Blenheim’ın Wairau
Vadisi’nde özellikle Sauvignon Blanc üzerine toplam 50 üretici bulunuyormuş. İlk üzümler
1970’lerin başında dikilmeye başlanmış.
Şarap üreticileri turunun sonunda Helen bizi bir kiraz bahçesine götürdü bu kez.
Kirazlar çok güzeldi ama Türkiye’ye göre iki kat fazla para ödedim. Bahçede meyve
ağaçlarının olduğu bölüm, kuşların meyvelere zarar vermemesi için küçük gözenekli bir
32
Under the Tuscan Sun (2003)
33
Masal Evi’nin inşa edilme sürecinde başımdan geçenleri ilk kitabımı okuyanlar hatırlar.
$53
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
dokuma ile korunmaya alınmıştı. Yani, tepesi de telle kapalı tenis kortuna benzer bir görüntü
canlandırırsanız gözünüzde, ne demek istediğim daha anlaşılır olabilir.
LABİRENTLİ KATEDRAL
Kerikeri’de yaşarken yaptığım araştırmalarda, çok hesaplı bir otobüs yolculuğu
olanağıyla karşılaşmıştım. Tüm şehirlerarası parkurlarda geçerli, tarihten bağımsız, her yöne,
her iki adada kullanılabilecek toplam 50 saatlik yolculuk için sattıkları biletin adı Flexi-pass
idi. İlk kez Taupo-Wellington seferimle kullanmaya başladığım biletle şimdi Picton’dan
Nelson’a geçiyorum. Yol kısa; iki buçuk saate yakın. Seyahat planıma göre bir hafta içinde iki
kez kalacağım burada. Ülkenin önemli sahil yürüyüşlerinden birini yapabilmek için, Nelson’u
sıçrama tahtası yapıyorum. Abel Tasman Milli Parkı’nda yürüyecekler, Marahau’da
konaklayabiliyor. Oraya gidebilmek de ancak Nelson’dan kalkan araçlarla mümkün.
Nelson’un hayatımdaki yeriyse ilginç. Daha vize işlemlerimle uğraşırken Nelson’u
bellemiştim. Vize başvuru belgesini doldurduktan sonra kontrol ettirdiğim İngiliz arkadaşım
Mary, kocası Türk olduğu için epey yıldan beri Türkiye’de hem de bizim köyde yaşıyordu.
Kendisi, akupunktur uzmanıydı ama Türkiye’de işini yapamıyordu. Dünyadan farklı olarak,
tıp doktoru olmayanlar bu alanda çalışamıyordu bizde çünkü. Mary, okul çağına gelmiş
çocuklarıyla beraber Türkiye’de yaşamanın ağırlığını hissediyordu epeydir. Yeni Zelandalı bir
arkadaşıyla dertleşirken, ondan duymuş, Nelson’da bir akupunkturcunun işini devretmek
istediğini. Hatta adamın internete koyduğu devir ilanını da bana göstermişti. “Sen hele bir git.
YZ’yi yaşanabilir bir yer olarak önerirsen, belki biz de arkandan geliriz, kim bilir?” demişti.
Yaşamın verdiği mesajlara dikkat ederek yaşayan biriyim malum. Bunu da aklımın bir
ucuna yazmıştım yola çıkmadan önce.
Nelson’a ulaştığımda hava bozmuş, fırtınalı bir yağmur yağmaktaydı. İlk gün otelden
çıkmayıp zamanımı biriken maillerime cevap yazmakla ve kitap okumakla geçirdim. Ertesi
gün de şehrin içinden geçen Maitai ırmağının kenarında iki buçuk saatlik uzun bir yürüyüş
yaptım. Çarpıcı gövdeli ilginç ağaçlarla bezeli şehrin en büyük parkı Queens Gardens’ı
gezdim. Öğlenden sonra da WOW34 müzesini ziyaret ettim. “Vaaav” dedirtecek giyilebilir
sanat örnekleri sergileniyordu müzede, bir de eski arabalar bölümü vardı. “Giyilebilir sanat35
da ne demek?” derseniz eğer: Genellikle bu giysileri tasarlayanlar moda tasarımcıları
değilmiş. Akla hayale gelmeyen malzemeler kullanarak yaptıkları tasarımları el yapımı
giysilere uygulamışlar. Bu giysiler her yıl Eylül ayındaki Nelson Sanat Festivali’nde,
koreografların hazırladığı bir gösteride yarışıyorlarmış. Sonra da ödül kazanan kıyafetler
kalıcı olarak bu müzeye alınıyormuş. Gezerken, 1987 den bu yana gelen tasarımların
gösterilerini film olarak izledim. Bayağıdır bu merak varmış ülkede demek ki!
Nelson; sanatçıları, sanat atölyeleri ve sanat festivalleriyle tanınıyor. Bu özellikleriyle
benim için çekici olmalıydı ama içinde dolaşırken sert rüzgârlı havası itici geldi bana. İlk
seferinde bir buçuk gün kaldım hepi topu. Abel Tasman Milli Parkı yürüyüşünü yapıp
34
World Of Wearable Art Museum
35
The Wearable Art
$54
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
döndüğümde de bir gece kalıp sabah şehri terk ettim. Ama, yaşadığım iki önemli deneyim
oldukça sarsıcıydı.
Bunları iki mektupla paylaşmak, o anda yaşadığım heyecanımı aktarmanın bence en
iyi yolu:
(…) Dün Nelson’da akşamki konsere zamanım az kaldığı için koşturur bir şekilde
giderken neyle karşılaştım tahmin et! Hem de Konser binası ile karşılıklı duruyordu.
Şehre ilk gelişimde aramak aklıma gelmemişti. Zaten gelse bile ismini
hatırlamıyordum. Ama dün akşam birdenbire karşıma çıkınca bana kendini hatırlattı: Health
144
Sana fotoğrafını gönderiyorum.
Göreceğin gibi; David hâlâ devretmemiş, çalışıyor.
Şimdi sence bu bir tesadüf olabilir mi?
Tahmin edeceğiniz gibi bu mektubu Mary’e yazmıştım.
İkinci mektupta, başka bir farkındalık daha var:
(…) Bu arada işin ilginç yanı; daha Nelson'u görmeden, Mart başına kadar uzatmayı
düşündüğüm gezimi hep Nelson'da tutacağım bir evde tamamlarım diye düşlemiştim. Yani,
Nelson şehri sanki ilerde benim yaşayacağım şehir olacakmış gibi bir iç bilgi taşıyordum.
Oysa Nelson'a ilk geldiğimde hava keyifsiz olunca gezememiş, odama kapanmıştım.
Ertesi gün de şehri tümüyle görecek vaktim kalmamıştı. Bugün sabah saatlerinde yeniden
şehre gelince aynı otele giriş yaparken, resepsiyondaki adam şehirde caz festivali başladığını
söyledi, kitapçığı verdi, öğlen sokak konseri bedavaymış, gitmemi önerdi. Gittim ve konser
güzel olunca akşamki konsere de bilet aldım, Nelson Müzik Okulu diye bir yerdeymiş. Konser
saat 19.00’da diye aklımda kaldığı için erkenden yemeğe gittim, bir koşu, şehir planı elimde
müzik okuluna gitmeye çalışıyordum ki birdenbire, önünden geçtiğim binanın Mary'nin
bahsettiği akupunkturcunun binası olduğunu fark etmez miyim? Çünkü ismi bir tuhaftı,
görünce aklıma geldi: Health 144. Meğer binanın numarası 144’müş. Sen bir şehirde yürü
git, arkalarda bir yerde bu bina ile karşılaş. Şaşırdım birden tabiî ki. Yola çıkarken Mary
bana, adamın o işi çoktan satmış olabileceğini boş vermemi, aramamamı söylemişti. Ben
YZ'yi seversem başka bir yer düşünürdük nasılsa, diye konuşmuştuk. Onun için ben de ne ilk
geldiğimde, ne de bu gün bu konuyla hiç ilgilenmemiştim. Ama konu benimle ilgilenmiş
demek, ki karşıma çıktı. Hemen fotoğraflarını çektim, Mary'e göndereceğim. Bu şaşkınlıkla
binanın karşısındaki müzik okuluna girdim, ama ortalık kalabalık değildi. Oysa benim
saatime göre konsere on dakika vardı. Kapıdaki adama, “Salon açık mı?” diye sordum.
“Hayır, henüz sadece bar açık,” dedi. Bilete baktım ki meğer konser saat 20.00’deymiş. Ben
de bari çevre sokaklara göz atayım deyip dışarı çıktım. Hava burada 21.30 civarı kararıyor.
Malum, uzun yaz günleri yaşanıyor. Tam sokağın sonunda Nelson şehrinin meşhur katedrali
var. Geçen sefer geldiğimde oteldeki kadın katedral için "Git gez çok güzeldir" demişti ama
gitmemiştim. Bugün de giresim yoktu, dışarıdan fotoğrafını çekip dolaşmak için çevre
sokaklara bakındım, sonra ayaklarım dönüp beni yine katedrale getirdi ve içeri soktu resmen.
Sağ koridorundan en iç noktasına doğru ilerledim. Kilise kültürüm de yok ki ismini
söyleyeyim, hani rahiplerin durduğu, konuşmaların yapıldığı yere doğru yürüdüm. Sağ arka
köşede boş bir alanın sonrasında mumların yakıldığı yeri gördüm. Mum yakarım diye oraya
yanaşırken boş alanda birden, yerde çizili labirenti görmez miyim... Kalbim hızla atmaya
başladı. Başındaki levhada yazılanları okudum. Sizin için de dağıtılan kâğıttaki yazıyı aldım,
$55
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
fotoğrafını çektim gönderiyorum. Niyet edip başladım labirentte yürümeye. Önce dıştan içe
giriyorsun sonra içten dışa çıkıyorsun. Bir tane yol var aslında. Sorular sordum Yaradan’a;
“Hayatım bundan sonra nerede nasıl devam edecek?” diye. Oysa beni alıp oraya getiren
güçler cevapları başımdan aşağı boca ediyorlardı, hâlâ aymaz bir şekilde, “Ne olacak bu
kızın hali?” deyip duruyordum. Sabahtan beri olanlara bak:
- otele geliyorum, elime caz festivali kitapçığı veriliyor.
- festivale bilet alıyorum
- saati yanlış belliyorum ki orada bana zaman kalsın
- yolda Mary'nin işiyle burun buruna geliyorum
- konserin başlamasına bir saat olduğunu duyunca barda oturmak yerine yeniden binadan
çıkıyorum
LABİRENT*
Turistler pek çok anlamda modern zamanların
hacılarıdır. Nelson Katedrali olarak son zamanlarda
yaptığımız labirentin, ister ziyaretçi ister yerel olsun,
hac yolculuğunu çekici hale getirmesini amaçladık.
Yüzyıllar boyunca labirentler pek çok katedralin özelliği
olmuştur. Fransa’nın kuzeyindeki Chartres Katedralinin
labirenti, ortaçağdan günümüze kalmış en güzel
örneklerden biridir. Ortaçağ, hac yolculuklarının
zamanıydı, ama pek çok kişi hac için Kudüs’e
gidemediğinden(Kudüs o zamanlarda Cennetin Krallığını
sembolize ediyordu, dünyanın merkezi olarak
anılıyordu) onun yerine yolculuğu Canterbury, Santiago
de Compostela ve Chartres gibi katedrallere
yapıyorlardı. Hacılar, Chartres’e vardıklarında hac
yolculuğunu labirentte yürüyerek tamamlarlardı. ‘Dış
dünyaya’ yeniden katılmadan önce, yavaşça attıkları her
adımı izlerlerdi. Labirentler ayrıca pişmanlık için de
kullanılırdı.
Hacla beraber labirentte yürüyüş, bir arayıştı: Tanrıya
daha yakın olabilme umudunun arayış yolculuğu.
Pişmanlık için kullanıldığında, hacı, yolu dizleri üzerinde
yürürdü. Bu labirentin bildiğimiz labirentlerden farklı
olarak çıkmaz yolları yoktur, gerçekte sadece tek bir
yolu vardır. Yol dönüp dolaşıp merkeze gider. Kişi onda
merkeze doğru yürürken yol döner ve girilen noktadan
çıkış yaptırtır. Çizili yolun tam olarak göz önünde olması,
kişinin sakince kendi içine odaklanmasına izin verir.
Genellikle yürüyüşte üç aşama vardır. Girerken
bırakmak, merkezdeyken almak, döndüğünde almış
olduğun her neyse dünyaya onu vermek.
Labirentte yürümenin doğru ya da yanlış yolu yoktur.
Labirent ihtiyaçlarınızın karşılanması için yürünebilir.
- çevre sokaklarda oyalanmak yerine
ayaklarım beni katedrale sokuyor (bu
resmen böyle oldu)
- Katedralde soldan ilerleyebilirdim,
hayır sağdan en sona gittim ve
labirentle karşılaştım.
Daha başka nasıl haberleşirler ki
benimle, söyler misiniz? Garfield mıydı
o aptal kedi? Onun gibi hissediyorum
kendimi. Yeni Zelanda beni çağırıyor
diyorum yıllardır. Vallahi var bir şey.
Emin olun var.
Labirentte yürüdükten sonra bir de
mum yaktım. O sıra kulağıma kilise
kapısının kilitlenme hazırlığının sesleri
gelmez mi? Tevekkeli değil labirentten
çıkarken etrafta kimseyi görmemiştim.
Meğer katedralin kapanma saatiymiş.
Ve ben kapanmasına ramak kala içeri
yönlendirilmişim ki labirentte yürüyeyim
diye... Yarın sabah 8.30’da otobüsüm
kalkıyor. Doğrusu Nelson'a bir daha
geleceğimden emin değildim. Havasını
tuhaf bulmuştum, rüzgârlı ve genelde
netameli. Oysa yürüyüşe gittiğim Abel
Tasman tarafında hava ne güzeldi. Şehri
de fazla gezip çekiciliğini
keşfedemediğim için, önceden kafama
yerleşen Nelson üzerine olan
planlarımdan vazgeçiyordum. Ama
*( LABİRENTİN BAŞINDAKİ YAZIDAN BAZI BÖLÜMLERİ
şimdi olanlar bana yeniden
ÇEVİRDİM. G.A.)
değerlendirme yapmam gerektiğini
$56
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
düşündürdü. Evet, bu Nelson şehrinde bir şey var. Buraya geri dönülecek. Belki bir ay sonra
belki başka bir zaman, ama muhakkak geri dönülecek.
Emine ne diyorsun bu işe? Okuduğumuz kitaplarla acayip bağlantılar taşıyor gibi
değil mi? Gönderdiğim yazıyı oku bak. Fransa'daki Chartes Katedralinden Santiago de
Compostela'dan ve Canterbury'den bahsediyor, günümüze kalan labirentli katedraller diye...
Yazıda bir kızıl saçlı kadınlar yok!
İçerideyken iki ara bir derede labirentin fotoğrafını da çektim gönderiyorum.
***
Şimdi düşünüyorum da Nelson’a olan ilgimi kaybettiren şey aslında, Kuzey
Ada’dayken kitabımın çevirisini okuduğumda farkına vardığım “hayatımın tekrarları”
konusuydu. Yani YZ’ye yerleşme düşüncesinde ilk kez frene basışım o ana dairdir.
Ancak, Nelson’da o gece yaşadıklarımın, beni yeniden ayağımı frenden kaldırmaya
sevk ettiği de bir gerçek.
Tam dört sene sonra bu kitabı yazarken fark ettiğim şeyse; labirentte yaptığım spritüel
yürüyüşte merkezde aldığımı bu kitabı yazmakla dünyaya verdiğimdir. Nelson’un
hayatımdaki yeri bu olsa gerekmiş!
KARADAKİ TEKNEYE BİNDİNİZ Mİ?
İki saatten az bir zamanda geldim, Nelson’dan Marahau’ya. Hava şahane… Evlerinde
kalacağım Marlyn’le deniz taksi ofisinde buluşacaktık. Geldiğimde Marlyn oradaydı ve artık
gezinin klasiği haline gelmiş olan şaşkınlık. Evet! Ben bir kadınım. Ama bu kez ben de
şaşırdım. Nedense, yazışmalarda Marilyn’le Clive’in kırklı yaşlarda olabilecekleri gibi bir
intiba edinmiştim. Hâlbuki e-postalarda eve dair bir fotoğraf iliştirmeyi beceremediklerinden
anlamalıydım, hangi kuşağa ait olabileceklerini. Marlyn afet-i devran bir hatundu. Uçuşan
uzun elbisesi, bakımlı yüzü, gayet hoş ölçülerdeki bedeniyle halen kendine dönüp baktıracak
kadınlardandı. Sanırım yetmişli yaşlarındaydı. Bazı şeylerin gizlenemediği yaşlarda…
Arabasıyla beni üç dakikalık mesafedeki bahçeli plaj evlerine götürdü. Benim
kalacağım yer, bahçede ayrı bir kulübeydi, içinde minik bir mutfağı vardı, Marlynlerin
evindeki banyoyu ortak kullanacaktık.
Clive, 75 yaşlarında çok bilgili ve ilgili bir adam, dünyayı takip etmeyi seviyor. Öğlen
için bana da etli, marullu sandviç hazırladılar. Bahçede sohbet ederek yedik, sonra da Noel
keki ve zencefilli kurabiyeyle kahve içtik. Gezmeyi çok sevdiklerini anlattılar. Avusturya’da
yaptıkları vals unutamadıkları anılarından biriymiş.
Yemekten sonra deniz taksisine gidip ertesi gün için kayıt yaptırdım. Sabah 9’da ofisin
önünde hazır olmamızı, çünkü gelgit nedeniyle tekneye karada bineceğimizi söylediler.
Bunun tam olarak ne manaya geldiğini ertesi sabah anlayacaktım. Yanımıza almamız gereken
malzemeler vs. anlatıldı, ücret 76 YZ doları. Marahau’nun tek dükkânından gezi için yiyecek
ve su alışverişimi yaptım ve milli parkın girişine gittim. Yürüyüş yolunun tipini anlamak için
bir süreliğine yürüdüm de. Yaklaşık bir buçuk kilometre sonra manzara izleme köşesinde
oturup günlük yazdım.
$57
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Parkın giriş kapısının karşısındaki ağaç oyma sanatçısı Woody’nin sanat galerisine
uğradım sonra. Önce dükkânı, sonra da galeri şeklinde düzenlenmiş büyük boy ağaç oyma
eserlerin olduğu bahçeyi gezdim uzun uzun. Dükkânda başka sanatçıların da ürünleri
satılıyordu. Kemikten, taştan, deniz kabuğundan ve ağaçtan oyma ürünler. Bu sanatlar hep
Maorilerin ülkeye kattığı zenginlik.
Ertesi sabah, heyecanla deniz taksiye gittim ve hayatımın en komik tekneye binişini
gerçekleştirdim. Bu gezimi anlattığım mektuptan alıntılıyorum:
Bugün yine şahane yerler görmenin mutluluğu içindeyim. Fotoğraflardan seçip
gönderiyorum. “Yok böyle bir şey!” dediğim her an kendi kendimi yalanlıyorum. Çünkü
hemen arkasından başka bir, yok böyle bir şeyle karşılaşıyorum.
Abel Tasman Milli Parkı 1942 de açılmış. O gün bugün gözlerinin içi gibi bakıyorlar.
Ama nasıl oluyor hâlâ anlamış değilim, bütün koruma alanlarının içinde özel mülkiyetler de
var. Burada da vardı. Bu ahşap evler çevreye hiç zarar vermeden konduruluyor zemine.
Dikkat ettim, beton döküp üstüne kondurmaca kolaylığına gitmemişler, görüntüleri tam
doğayla bütünleşik. Buradaki yürüyüşçü sayısının çokluğunu anlatamam. Sistem acayip iyi
kurulmuş. Saat gibi çalışan ve ihtiyaca göre geliştirilen teknolojiyle işi bağlamışlar. Med cezir
günlük yaşamı belirleyen en büyük unsur. Bunun saatleri her yerde asılı. Bütün işini, gelişini
gidişini ona göre ayarlıyorsun. Adamlar neredeyse suda giden traktörler yapmışlar. Okyanus
seviyesi düşükse, yani deniz gitmişse, tekneyi traktöre bağlı bir römorka yükleyip suyun
çekilmiş olduğu noktaya kadar götürüyorlar.
Âlem görüntüler var. Dün geldiğimde(kaldığım ev deniz kenarında) deniz normal bir
görüntüdeydi. Çevreyi keşif yürüyüşü yapıp 3 saat sonra geri döndüm. Deniz çekilmişti.
Birkaç saat öncenin suda salınan tekneleri, dip kumunda demir atmış hafif de yana yatmış bir
şekilde duruyorlardı dönüşümde. Kadınlar ellerinde kovalar midye toplamak için, çekilmiş
denizin ardında bıraktığı dip kumunda yürüyorlardı. Bambaşka bir yaşam şekli anlayacağın.
Traktörün römorkuna yüklenmiş tekneye karada biniyorsun, traktör seni denize ulaştırıp
römork üzerinden suya kaydırıp bırakıyor, sonra teknenin götürüp bıraktığı koyda tekneden
suya atlayarak iniyorsun, ayakkabılar elde. Karaya çıkınca ayakkabılar giyiliyor ve yürüyüş
başlıyor. Mesela ben, bugün indiğim koydan başlayarak başka bir koya 7 kilometrelik bir
yürüyüş yaptım. Orman içinden geçen parkur, zaman zaman 120 metreye kadar yükselip indi,
bu bağlamda tırmanışı olan bir yürüyüş sayılabilirdi. Akşamüstü deniz taksi, vardığım koydan
gelip aldı beni. Parkın sahilindeki yürüyüş parkuru aslında toplam 51 km. Parkın içinde
yürüyüşçülerin kalabileceği kamp alanları hazırlanmış. Yaz sezonu kalabalık olduğu için, bu
kamplarda önceden yer ayırtılmasını tavsiye ediyorlar. Sıkı yürüyüşçüler bir baştan bir başa
bütün koyları yürürken geceleri uyumak için bu kampları kullanıyorlar.
Bu yürüyüş parkurları adamların turizminin bel kemiğini oluşturuyor. Müthiş bir
yatırım. Ormanlarda o yolları açmak, levhalandırmak, gereken yere merdiven, köprü, ahşap
platform, kaymaz kaplamalar oluşturmak, aralara kompost yani kuru tuvaletler yerleştirmek
ve de bütün bu saydıklarımı devamlı bakım altında tutabilmek hiç de basit işler değil.
Tekneyle gidişte de dönüşte de Tonga adasında yaşayan kürklü fok balıklarını36
gördük. Ama hepsi yavruydu, pek ufaktılar, kayalara yatmış güneşleniyorlardı. Büyükleri
yemek aramaya gitmişti herhalde. Yakından fotoğraf çekemedim, çünkü hayvanlar rahatsız
olmasın diye teknelerin yanaşması yasak. Bende de zoomlu makine yok malum.
36
Fur seal
$58
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Çok hoş bir çiftin evinde kalıyorum. Adam 75 yaşında olduğunu söyledi. Muhtemelen
kadın da öyle ama çok seksi ve feminen bir görüntüsü var hâlâ. Beni karşılamaya geldiğinde
askılı uzun elbisesinin yırtmaçları belinden filan aşağı iniyordu herhalde. Adam
astronommuş. Kocaman bir teleskop var evde. En ilginç yanları on sekiz ay önce evlenmiş
olmaları. Düğün fotoğraflarında adam smokinli, anla artık. Deniz kenarındaki bu ev kadının
ölen kocasından kalmış. 1954 yapımı plaj evi. Benim odam arka bahçede ayrı bir ünite.
Kışları adamın Christchurch’deki evinde yaşıyorlarmış. Orası kış aylarında karlı geçiyormuş.
Evlilik bu insanlara ülkenin iki ayrı havasını da yaşatıyor böylece. Senin yerin, benim yerim
meseleleri….Kadın sıkı bir balıkçı. Balık avlama turlarına çıkıyormuş. Geceleri seviyesi
düşen deniz kenarında kocaman balıklar yakalıyormuş. Buzluktan çıkarıp bana gösteri yaptı.
Anlayacağın adam gökyüzüne bakarken kadın denize bakıyormuş. Bütün bu anıları şarap
içerken kahkaha içinde anlattılar. Yarın sabah buradan ayrılıyor, yine Nelson’a dönüp bir
gece yatıp bu kez doğu kıyısına balina görmeye gidiyorum.
İşte canım bir güzellikten bir başka güzelliğe sürüklenip gidiyorum. Bedenim iyice
gevşedi. Huzura kavuştum. Demek böyle de yaşamak mümkünmüş diyorum. İyi ki bu geziye
çıktım, Yeni Zelanda’nın beni neden çağırdığı çok belli… Bana sağlığımı geri vermek istemiş!
Gezinin ve günün sonunda deniz taksi Marahau’ya döndüğünde, okyanus yükselmişti.
Teknemiz, sahildeki rampaya yanaşan traktörün su içinde bekleyen römorkuna yerleşti.
Traktör, römorkun tepesindeki teknenin içinde oturan bizleri deniz taksi ofisine kadar götürdü.
Teknenin karadaki haline binip karadaki halinden indiğim unutulmaz bir geziyi tamamlamış
oldum böylece.
BALİNA AVCILIĞINDAN, BALİNA İZLEMEYE
EVRİLEN ZAMAN
Kaikoura’ya 8 Ocak öğlenden sonra geldim. Burası sırtındaki yüksek dağlarıyla
Göcek’i andırıyor desem, Göcek’e göre biraz büyük kaçar. Belki daha çok Antalya-Kemer
demek doğru olabilir. Ama Kemer’in aksine; sahili otellere peşkeş çekilmemiş, herkese açık
doğal plaj olarak bırakılmış. Oteller, minik boyutlarıyla şehrin içine dağılmış ya da sahil
yolunun gerisinde yerleşmişler. Turizmi ülkelerini koruyarak yaptıkları için, seçimleri her
yerde böyle olmuş. Bu anlamda doğal yapısı Kemer’i andırsa da mekânı kullanma ve işletme
mantığıyla çok farklı.
Şehri, okyanus rüzgârlarından koruyan çok önemli bir yarımada var. Üstelik bu
yarımada ve de şehrin sırtında boylu boyunca uzanan sıra dağlar, milim milim yükselip
duruyormuş. Çünkü Pasifik tektonik plakasının hareketi ülkeyi doğusundan ittirirken,
batısından da Hint-Avustralya tektonik plakası baskılıyormuş. Bu ikili baskının sonucu Güney
Ada’da yukardan aşağı boylu boyunca uzanan Güney Alp Sıra Dağları meydana gelmiş.
Dağların yükselmesi de halen devam ediyormuş. Yine aynı nedenle ülkenin ortasında
güneyden kuzeye uzunca bir fay kırığı oluşmuş. Üstünde volkanların patladığı, depremlerin
$59
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
olduğu fay hattı. Ne hareketli bir ülke değil mi? Hem sallanıyor hem yükseliyor, bazen de
patlıyor!
Kaikoura daha çok deniz canlılarının hayatıyla tanınıyor. Herkes buraya özellikle
sperm balinalarını görmeye geliyor. Böcek ailesinden olup boyu ıstakozdan biraz daha küçük
Cray Fish ve nice deniz ürünü, şehrin lokantalarında bu güzel tatları denemek için gelenlere
sunuluyor. Benim geliş nedenim ise balinayı okyanusta görmek ve tabi fotoğraflamak içindi.
Bunu görebilmenin iki yolu vardı. Ucuz olanı tekne turuna katılmak, balinayı olası
bölgelerde turlayarak aramaktı. Ancak bunun riski bulamamak, yani balinayı göremeden geri
dönmek olabiliyormuş. Keyif bu ya gelmez
KIYI BALİNACILIĞINDA MAORİ VE
gelmez, başka yerde yüzmeye gitmiş olur,
PAKEHA İLİŞKİSİ
tekne de arar arar bulamazdı. Bu yüzden ikinci,
yani daha pahalı olan yolu seçtim. Küçük uçak
Kıyı balinacılığı için 1820’lerin sonunda iki
adanın da doğu sahillerinde ve Chatnam
ya da helikopterlerle balinayı arayan turlardan
adasında istasyonlar kurulmuş. İlk kıyı istasyonu “Balinaların tepesindeki kanatlar”37 isimli
Marlborough Sound’da eski hükümlü ve fok
olanına katıldım. Hiç olmazsa balinayı bulma
avcısı Jacky Guard tarafından oluşturulmuş.
1831’de Avustralyalı karısından bir oğlu olmuş. şansı daha yüksekti. Nitekim yaşayan canlılar
Bu çocuğun Güney Ada’da doğan ilk Pakeha
arasında en büyük beyni taşıyan sperm
olduğuna inanılıyor.
balinayı, okyanusun ortasında yüzeye çıkmış
Maori toplulukları okyanus balinacılığına kıyasla,
bir halde bulduk. Bizim küçük uçağımızdan
1830’larda zirve yapan kıyı balinacılığından
başka, hiç dinmeyen takırdamalarıyla iki
daha çok etkilenmiş. İstasyonlar genellikle
Maori köylerine yakın kurulmuş ya da Maoriler helikopter daha uçuyordu hayvanın tepesinde.
kurulan istasyonların yakınına taşınmışlar.
On sekiz metrelik balina, “Okyanusta bile rahat
Çünkü Maori erkekleri Pakeha yanında
yok” kabilinden hepimize birden su fışkırtıp
çalışmaya başlamış. Sezonda balina avlıyor,
sezon dışında da sebze yetiştirmelerine yardım durdu. Uçağımız 700 feet’ten daha fazla
ediyorlarmış. Maori kadınları da kıyı avcılarıyla yaklaşamıyordu bereket. Bu, benim gibi
yaşayıp evlenmeye başlamışlar. Bu
teleobjektifli fotoğraf makinesi olmayanlar için
birlikteliklerde bazı ünlü Maori ailelerinin temeli
pek güzel çekim imkânı sunmuyor ama olsun,
atılmış.
Zamanla kıyı balinacılığı, fok avcılığıyla okyanus yine de onun fazla taciz edilmemesi özenli bir
balinacılığına göre daha çok yaygınlaşmış.
davranıştı.
Maoriler Avrupa tarzı ev ve gemi yapımını bir de
Sperm balina okyanusta Kaikoura
İngilizceyi öğrenmişler. Böylece metal, sebze ve
kanyonunu kendine vatan yapmış, her daim
giysinin dışında çok daha çeşitli bilgi ve beceri
besinini tedarik edebildiği için de bir yere göç
girmiş hayatlarına. En önemlisi de topluluklar
arası evlilikler olmuş.
etmiyor, bu sebeple yerel memeli sayılıyormuş.
Balinaya dayalı bu tip topluluklarda
Mevsimine göre, göç yolunda izlenebilen
değerler ve protokoller Maori’nin düzeninde
başka balina çeşitleri de varmış.
kalmış. Böylesi karma evlilikler Maori olarak
Seksen yıllık balina katliamı ile
tanımlanmış. Yerel Maori şefinin ve kabilesinin
izniyle bu topluluklar kurulmuş ve varlıklarını
balinaların neredeyse soyunu tüketen
sürdürebilmişler.
kuşakların çocukları, bugün balinaların
Maori’yle Pakeha’nın birbirine bağımlı
koruyucusu haline gelmiş, bunun turizme
bir ilişkisi varmış. Pakeha çok kârlı bir
katkısından da iyi para kazanıyorlar. Her yıl
endüstrinin hammaddesine ulaşabiliyorken,
Maori de karşılığı ödenen emeğe, Avrupa
YZ’ye gelen turistin dörtte biri Kaikoura’yı
teknolojilerine ve kendisine uygun gördüğü
görmeden ülkeden geçip gitmiyormuş.
kültüre ulaşabiliyormuş. Üstelik bunu kendi
Pilotumuz dönüş yolunda inişe geçmeden
kültürel kimliğinden ödün vermeden
önce
yarımadanın üzerinde turladı. İşte o
yapıyormuş.
37
Wings Over the Whales
$60
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
zaman bir pençe gibi denize uzanmış yarımadanın suyun yüzeyine birer platform gibi
yayılmış duran kayalıklarını gördüm. Dikkatli bakınca da karadaki yürüyüş yolunun izini
takip ettim gözlerimle. İçimden yarımadayı bir baştan bir başa yürümek ve pençenin tırnakları
gibi uzanmış kalker kayalıkları fotoğraflamak isteği yükseldi.
Ertesi gün, müthiş bir rüzgâr eşliğinde, ama güneşli havanın fotoğraf
manzaralarını doyurucu kıldığı keyifli bir yürüyüş yaptım yarımadada. Yine her yerde olduğu
gibi bilgilendirme levhalarıyla yürüyenin ilgisini her daim üzerinde tutan, insana, çok önemli
bir coğrafi oluşumun üzerinde yürüdüğünü hissettiren bir parkur olarak hazırlamışlardı yolu.
Biz tarih deyince, insanla başlayan kültürel ve siyasi geçmişi anlarız genelde. Burada bu
ezberi bozan bir yaklaşım var. Gezip dolaştığım her yerde, gezegenin doğal tarihinden
kendilerine düşen parçayı anlamaya çalışıp anlatma çabası göstermişler. Milyonlarca yıl
geriye gidip nasıl bir değişim sonucu ülke topraklarının bu hale geldiğini anlatırken, kuş
yollarından deniz canlılarına, ormanlardan kara canlılarına uzanan tutku dolu bir hikâyeyi
naklediyorlar. Bu noktada, “doğa tarihi müzesi”nde bunları zaten öğrenmek mümkün diye
düşünülebilir. Bense, bir müze binasını gezmekle, ülkeyi açık hava müzesi gibi kullanma
arasındaki farkı vurgulamaya çalışıyorum.
Yarımada bir zamanlar adaymış. Milyonlarca yıllık zaman dilimlerinde iki önemli yer
kabuğu plakasının sıkıştırıp yükselttiği bu ülkede en hızla yükselen dağlar
Kaikoura’dakilermiş: yılda 10 mm. Yükseldikçe erozyonla kopan kaya parçacıkları adayla
ana kara arasında kalan okyanus parçasını doldurmuş ve oluşum bugünkü şeklini almış. Ada,
olmuş yarımada!
Kaikoura’nın deniz canlılarının evi ya da gözdesi olması tamamen bolluk bereketle
ilgili. Bunu sağlayan yine yer kabuğunun durumu. 3.000 metrelik çok ciddi derinlikteki bir
uçurumun kolu okyanusun içinden bizim yarımadanın yakınına kadar kanyon şeklinde
uzanıyormuş. Böylesi derin suların kıyı ile karşılaştığı yerlerde, derinden yüzeye çıkan bir
besin zinciri söz konusuymuş. Planktonlardan başlayıp en büyük memeliye yani balinaya
varan bir zincirden bahsediyorum. Fok da burada, yunus da, minik boy mavi penguenler bile
burada. Envai çeşit deniz kuşu beslenip yavrulamak ve yavrularını besleyip büyütmek için
yılın uzun bir zamanını burada geçiriyormuş. Vaktiyle yarımadanın üzeri ormanlarla
kaplıymış Maoriler kabileler halinde yaşamaya başlamadan önce, tarihçilerin “Maori sömürge
dönemi” dedikleri görece kısa süren ama tüketici ve yok edici dönemde bu ormanlar yok
olmuş. Bugün okyanusun ormanla buluşmasını ne yazık ki göremiyoruz. O ormanda yaşayan
onlarca değişik tür de yok olup gitmiş. Ormanın koruyuculuğu olmadan, tuzlu suyla
harmanlanmış sert rüzgârda yaşamlarını sürdürebilmeleri de olası değildi zaten.
Kaikoura; doğal oluşumları, deniz hayvanlarının yaşamları ve yediğim birbirinden
nefis deniz ürünleriyle kalbimde yerini alacaktı, ta ki giderayak otelde çınlayan yangın
alarmını duyana kadar. Bavulumu hazırlamış duşa girecektim ki odanın içindeki hoparlörden,
acilen oteli boşaltmamız tekrarlanıp durmaya başladı.
Artık bana yangın demesinler ne olur!
Odadan çıktığımda alarmın bir duman nedeniyle öttüğünü, ortada yanan bir şey
olmadığını anlatıyordu otelin sahibi. Ama bu açıklama kalbimin çarpıntısına uzun bir süre ilaç
olamadı. Çareyi Rescue Remmedy38 içmekte buldum.
38
Rescue Remmedy: çeşitli bitkilerden yapılmış, stres duygusunu yatıştırıcı bir damla. Homeopatik ilaç.
$61
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
DAMGASINI VURMUŞ BİR İNGİLİZ ETKİSİ
Christchurch’e gelmeden önce internetten Hotel SO adında bir otelde yer ayırtmıştım.
69 YZ dolarından başlayan odaları olduğunu söylüyordu ki iki kişilik oda fiyatı olarak
şimdiye kadar böylesi bir rakamla karşılaşmamıştım. Ama herkesin bildiği gibi ilan edilen bu
başlangıç fiyatları hiç karşımıza çıkmaz! Yine de 94 dolarlık bir odada kalmayı becerdim.
Otel fiyatı olarak bu bile ucuzdu. Şehrin merkezinde bir otel seçmemin nedeni,
Christchurch’ün yürüyerek gezilecek şekilde planlanmış olmasıydı.
Öğlenden sonra otelime giriş yaptığımda şaşırtıcı mimarisiyle odama hayran kalıp
epey vakit geçirdim içeride. Odam 3,80 m x 2,5 m yani toplam 9,5 metrekareydi. Bu
büyüklük içinde sunulan imkânlar takdire şayandı. Odanın içinde, buzlu camdan bir bölme
olarak duşlu tuvalet vardı. Kendi içinde de duş bölümü, tuvaletle lavabonun bulunduğu
bölümünden sürme cam kapısıyla ayrılmıştı. Kapladığı alan yaklaşık bir metre kareydi.
Yarıçapı bir metrelik dairenin sadece üçte biri gibi bir alanı düşünün. İşte banyonun görüntüsü
bu.
Konforun ve zarafetin bu kadar küçük alanda başarıldığını o ana kadar görmemiştim.
Odaya; mini buzdolabından, çay-kahve yapma takımına, ütü masasıyla ütüden, internetli
çalışma köşesine kadar her şeyi yerleştirmeyi becermişlerdi. Belki de ülkeye geldiğimden beri
ilk kez modern mimarinin tasarımıyla karşılaştığım için şaşkındım. O ana kadar seçimlerim
hep ahşap binalar ve yerel mimari üzerine olmuştu.
Canterbury bölgesinin başşehri Christchurch, yeniyle eski mimarinin bir arada
görülebileceği büyük şehirlerden biri. Hatta Güney Ada’nın en kalabalık şehri. Adından da
anlaşılacağı üzere bariz bir İngiliz etkisi var şehirde. Kendimi Harry Potter filmlerinden birine
gitmiş gibi hissettim dolaşmaya başladığımda. Gotik mimarinin üzerine modern şehrin bütün
çekici unsurları eklemlenmiş, ama nasıl yapıyorlarsa rahatsız edici boyutta ve konumda
olmuyor oluşturdukları bu eklektik yapı.
1850 yıllarında toprak sahibi soylu İngilizler, geniş ve verimli Canterbury ovasında
tarım yapmak üzere Maorilerden satın aldıkları 1210 kilometre karelik alanda (İngiltere’deki)
Anglikan Kilisesine bağlı bir eyalet oluşturmuşlar. Bölge sonraları farklı kültürlerden
yerleşimciler geldikçe geleneksel muhafazakâr İngiliz yapısını kaybetmeye başlamış ama yine
de bir Auckland ya da Wellington ile karşılaştırıldığında çok kültürlülüğe daha yavaş açıldığı
söyleniyor.
Şehrin ortasından geçen Avon Nehri’nin iki yakası nefis bitkilerle bezenmiş yeşil alan
olarak düzenlenmiş. Nehir, bir ara 300 dönüme yayılmış botanik bahçesine giriyor, dolana
dolana akıp devam edip gidiyor. İşte bu nehrin üzerinde gondol benzeri teknelerle gezinti
yapmak, şehrin mutlaka yapılması gereken etkinliği olarak biliniyor. Botanik bahçesi
girişindeki teknelerin kalkış durağına gidip “Punting on the Avon” etkinliği için başvurdum.
Mekân 1800’lere dair klasik tekne barınağı dekorasyonuyla dikkat çekiciydi. Birbirinden
yakışıklı gondolcular kıyafetleriyle göz alıcıydılar. Beni hemen beş dakika sonra kalkacak
teknenin önceden yer ayırtmış dört kişilik grubuna eklediler. Ancak saat gelip de grup ortada
gözükmeyince gondolcuyla baş başa yaptım geziyi. Yarım saat süren gezi boyunca bütün ilgi
$62
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
ve alâka üzerimdeydi ve tabi ki ben bundan hiç şikâyetçi değildim. Tekne inişi, hazır botanik
bahçesindeyken, başladım bahçeyi gezmeye. Bu geziye dair günlük kaydımdan
naklediyorum:
Ayaklarım beni çiçeklerden ziyade dev ağaçların bölgesine götürdü. Her birinin ama
özellikle red wood39 cinsinin, heykelsi gövdelerinin etrafında inanmaz gözlerle defalarca
döndüm. Red wood’un zemine çok yakın başlayan, her biri bir ağaç gövdesi kalınlığında, çok
uzun ve yere paralel giden kolları vardı. Bu kollar uçlara doğru dallanıp budaklanarak bir
ağaç haline geliyordu, yani tek bir ağacın kendi üzerinde birkaç ağaç taşıması gibi ilginç bir
görüntüsü vardı. Bunların detaylı fotoğraflarını çekip gölge alanlarının büyüklüğü karşısında
şaşarak dolanırken, başka bir ağacın altında bir adamla selamlaştık, sonra farklı yollardan
giderek aynı heykelin önünde buluştuk. Heykel bir havuzun içinde, bronz olduğunu tahmin
ettiğim metal çubuklarla birbirinden uzak üçayaklı olarak yerleştirilmişti. Havuza ayrıca, yarı
beline kadar suyun içinde bir figür, kollarını açmış uzaktan heykele bakar bir şekilde
yerleştirilmişti. Suyun gücü kullanılarak, ayaklardan birinin ucunda asılı beş adet maske
çevrilip duruyordu. Adam, maskelerin bizleri temsil ettiğini, yani insan denen yaratığın
maskeleri olduğu gibi bir felsefi yaklaşımla konuşmayı başlattı. “Acaba hangisi gerçek?”
dedi. Bense “Acaba enstalâsyona dair bir açıklama var mı?” diyerek havuzun etrafında
dönmeye başladım. O, benim bu arayışıma güldü. “Hissettiğimi söyledim,” dedi. Ben hâlâ
havuzun etrafında dönüyor, bir yandan fotoğraf çekerken diğer yandan sanatçının ya da
heykelin ismini arıyordum. Sonunda levhayı buldum. Heykeltıraş: Sam Mohan ve eserin adı
“Pişmanlık”40. Adam halen havuzun buluştuğumuz noktasında kalmış, bir defter çıkarmış bir
şeyler yazıyordu. Karşı yakadan ona el sallayıp iyi günler diledim ve herkes kendi yoluna
gitti. Bir müddet sonra bordo yapraklı dev bir ağacın altında yeniden karşılaştık. “Çok
güzel,” dedim, o ise, “Anlatmak mümkün değil, sadece hissediliyor,” dedi. Ben de “Kelimeler
kifayetsiz,” anlamında bir şeyler söyledim. Yine ayrıldık. Biraz önce gözüme çarpmış olan çok
yaşlı okaliptüsün peşine düşüp sonra gül bahçesiyle cam serayı gezdim. Saat 16 olmuştu,
binalar kapanıyor ama bahçe gün batım saatine kadar gezilebiliyordu. Oysa ayaklarımla
bacaklarım bana “buraya kadar” diyordu…yorulmuştum. Su içme musluğunda su içtikten
sonra parkın çıkış kapısına gittim ki kapının önüne doğru ilerleyen aynı adamı gördüm. “Bitti
mi?” dedi. Şehir merkezine doğru beraber yürümeye başladık. “Tatilde misin?” diye sordu.
“Evet,” dedim. O, SUBUD kongresi için gelmiş. Ruhsal çalışmaların yapıldığı, 2.000 kişinin
katıldığı dünya çapında bir toplantıymış bu. Dört yılda bir yapılıyormuş bu büyük toplaşma.
Boynunda kongrede dağıtılan çanta asılıydı, bana gösterdi. Derneğin sembolü, içten dışa
büyüyen yedi çemberin pasta bölünür gibi yedi eşit parçaya bölünmüş haliydi. En dıştan en
içe kadar arındıkça özle birleşip uyum içinde yaşıyormuşsun. 7 x 7 = 49 da bütün oluşun
göstergesiymiş. Son derece sakin ve sessiz konuşmasıyla bunları bana anlatıyordu. Nereli
olduğunu sordum. Hollanda’danmış. İsmimi söyledim ve Türkiye’den geldim dedim. Onun
ismi de Johannes’miş. Ben ne kadar somutluk peşindeysem, o da o kadar ruhsal zeminde
kalıyordu. Bana ağaçlarla ne hissettiğimi sordu… Benim de metafizikle ilgilendiğimi
duyunca, şu anda ne yaptığımı sordu. Dikkatimi çekti, mesleğimi, işimi gücümü filan hiç
merak etmiyordu.
39
Sequoia dendron [sequoia pigantea] Ana vatanı Californiya olarak belirtilmiş.
40
Regret
$63
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Kongreye katılan az sayıda Türk de varmış. “Türklerle ilişki zor oluyor,” dedi.
“Değişik fikri/hissi kabul etmiyorlar, hele kadın erkek bir arada oluyorsa daha da zor oluyor
her şey,” dedi. Tam anlayamadım ne anlatmak istiyordu. İkimizin de İngilizcesi zayıftı. Üstelik
onun güçsüz sesi şehrin gürültüsü arasında kaybolup gidiyordu, yine de bana –parktan beriçok hassas olduğu kavramları; “duygularla hisler”41 arasındaki farkı anlatmaya çalışıp
duruyordu: “Duygusal davranışın içine, geçmişte yaşadıklarımızdan yaptığımız çıkarımlar,
yorumlar giriyor. Egonun bize oynadığı oyunlar yani. Hâlbuki hisler, özümüzden gelen bilgi,
içimizin sesidir. Egonun sesi o kadar yüksek ki iç ses olarak gelen hissin sesi kısık kalıyor. O
yüzden yüksek olana kapılıp tepkilerimizi veriyoruz.”
Onun sürekli olarak “kendisinin nasıl hissettiğini kontrol ederek” yaşadığı izlenimi
edindim. Çok sakin ve huzurlu bir görüntüsü olan iri kıyım bir adamdı.
Kongrede, kişinin dışındaki dünyada ne olursa olsun, içinde huzurla yaşaması yolunda
çalışmalar yapıyorlarmış. Dünyanın yarısı savaşırken, onlar toplu meditasyonlarla olumlu
enerjilerini yayarak iki hafta sürecek çalışmalara katılmak üzere bir araya gelmişler.
“Hollanda’dan buraya gelmek pahalı ama amaç güzel,” dedi. Sonra meditasyon zamanım
geldi diyerek veda edip gitti. Ne bir telefon ne de başka bir bilgi istedi ya da verdi. Sadece
“Belki yine karşılaşırız,” dedi. “Kim bilebilir?” diye cevap verdim. O sessiz konuşmasının
arasında Hollanda’dan kalkıp gelmesinin sonuçlarından birisinin de beni tanımak olduğunu
söyledi.
Düşünüyorum da bu karşılaşma da ilginç! Üç yüz dönümlük bahçede git ruhsal
konularla ilgilenen biriyle karşılaş tanış. Defalarca başka yönlere dağıl ve sonra yine yolun
kesişsin. Adam hemen SUBUD ne yapar ne eder anlatsın… Duymam gereken mesajlar onun
ağzından geldi herhalde.
Ertesi gün, yani son günümde tramvayda gidiyordum ki Johannes’i kaldırımda
yürürken gördüm. Bu kez yolumuz kesişmedi, alış-veriş misyonumuz tamamlanmıştı
herhalde. “Duygusal drama” kraliçesine “hislerini” dinlemesi söylenmişti muhtemelen onun
ağzından…
Christchurch’deki son günümü yoğun bir programla yaşadım. 12 Ocak 2010 günlük
kaydım şöyle:
Sabah 9.00’da Greyline otobüsü beni
otelimden aldı, şehir turu ardından Antarktika
Merkezi’ne götürdü. Turun tek katılımcısı benmişim.
Antarktika Merkezi, müze gibi bilgi
Böylece tur, aynen Avon nehrindeki gondol
verme ve sergileme işlevi dışında
gezisinde olduğu gibi bana özel tur haline dönüştü.
aynı zamanda Uluslararası bir
Lyod isimli şoförüm, beni memnun edecek şekilde
araştırma merkezi de. YZ’den başka
turda ufak değişiklikler yaptı. Ben de tamamen bana
ABD ve İtalya’nın da kıtada
yürüttükleri programlar bu
ait zamanı istediğim gibi kullanarak bol bol
merkezden
yönetiliyor. Çünkü YZ,
fotoğraf çektim. Hava rüzgârlı ve serin ama
dünyada Şili’den sonra Antarktika’ya
çoğunlukla güneşliydi. Turun en hoş durağı, Mona
en yakın ikinci ülke konumunda
Vale’nin bahçesinde bulunan göletlerdeki gonca
(1304 km) bulunuyor.
nilüferlerdi. Sonra Lyod beni Antarktika’ya bıraktı!
Anladım ki Antarktika her Yeni Zelandalının
41
Emotions, Feelings
$64
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
hayatında, bize göre çok daha anlamlı bir yer tutuyor.
Çünkü aynı dokumadan oldukları bir yerde olanı
BİTKİ VE HAYVAN ÂLEMİ
biteni merak ediyorlar.
Oradaki en şirin yaratıklar mavi penguenlerdi. Otuz
Süper Kıta’dan ayrılma 80 milyon yıl
önce gerçekleştiğinde, YZ diye
beş santimlik küçücük boylarıyla hepsi birer şirinlik
bildiğimiz toprakların üzerinde
muskasıydı adeta. Beslenme zamanlarında onları cam
dünyanın başka hiçbir yerinde
arkasından izlemek en az çocuklar kadar beni de
bulunmayacak bitki ve hayvanlar
çıldırtmıştı. Paytak paytak yürüyerek havuz kenarında
türemiş. Bugün ülkede zehirli ve
tehlikeli bir hayvan bulunmuyor.
oturan bakıcı kadının yanına yaklaşıp elinden küçük
Uçamayan büyük kuşları, kertenkele
balıkları kapmaları görülecek şeydi.
çeşitleri, dev çekirge, dev sümüklü
Aslında penguen konusu merkezin sembolü halinde
böcek, dağ papağanları yanında,
işlenmiş. İlgi çekici bir hayvan olmasından istifade
çeşit çeşit fokları, yunusları ve
balinalarıyla deniz yaşamı da çok
edilerek bütün tanıtım ve pazarlama penguen
canlı bir ülke. Maoriyle başlayan
üzerinden yapılmış desem abartılı olmaz. Ben de bu
insan etkisi son 1000 yılda pek çok
tuzağa düşüp penguenli hediyelikler ve meşhur
canlının türünü tüketmiş ama
belgesel “İmparatorun yolculuğu”nu satın aldım.42
1980’lerden sonra yükselen çevre
bilinci sonucu türü tükenmeye yüz
Merkezin “dijital seyir noktası”nda kıtanın oluşumu
tutmuş nice canlıyı koruyup
izlenebiliyordu, ama daha güzeli sinema salonunda
çoğaltmayı becermişler.
izlediğim filmdi. Filmden, Antarktika’nın tamamen
buzla kaplı olmadığını, yani üzeri buzsuz kaya dağları
olduğunu da öğrendim. Bilim adamlarının o
bölgelerden çıkardıkları fosillerden bir zamanlar orada da bitki ve hayvanların yaşadığı
anlaşılmış. Fosillerin izini sürerek büyük birleşik bir kıta olduğu zamanları öğrenmişler.
Antarktika, Güney Amerika, Afrika, Hindistan ve Avustralya milyonlarca yıl önce süper kıta
“Gondwana” olarak bir aradaymışlar. Süper kıtanın bölünme aşamalarında Yeni Zelanda
önceleri Avustralya ile bütünleşik kalmış, süper kıtadan kopuşu en son gerçekleşmiş ve
üzerindeki bitkilerle hayvanların evrimi, önceden kopmuş diğer parçaların hiç birinde
görülmeyen biçimlerde oluşmuş. Bugün YZ hâlâ kuzey ucundan ekvatora doğru yılda üç
santim yaklaşmaktaymış. Yani buradan, kıtaların hareketinin henüz bitmemiş olduğunu
anlıyoruz!
Merkezde, kutup şartlarını deneyimlemek isteyenler için çeşitli mekânlar
oluşturmuşlar. Merak ediyorsanız eğer, -18 derece soğuklukta 40 kilometrelik fırtına etkisi
oluşturdukları buzlu, karlı salonlara girebiliyorsunuz. Daha ziyade öğrenci gruplarının
ziyareti için, kutupta yaşama dair çok bilgilendirici deneyimler hazırlanmış. Ben de merkezin
bahçesindeki alanda oluşturulmuş Hagglund aracıyla bir deneyim yaşadım. İsveç’in ordusu
için yaptığı özel tasarım paletli iki kısa kabinli bir araç bu. Karda, buzda, çamurda, çok dik
yerlerde iniş ve çıkışta özgürce yol alınabilen bir araç. Kutuplarda da kullanılıyormuş.
Merkezin bahçesinde böyle bir parkur oluşturmuşlar. Tırmanılıyor, iniliyor, göletlere giriliyor,
çamurlara dalınıyor, devrilmiş kalın gövdeli ağaçların üzerinden geçiliyor filan… Araca iki
kabinde toplam 16 kişi binebiliyor. İnsanlar böyle heyecanlara bayılıyor, çığlık çığlığa geçen
araç deneyimi sonrası midesi alt üst olanlar için de özel bir şefkat köşesi var mıydı
bilmiyorum. Bir gün kutuplara yolculuk yaparsam bineceğim araç için hazırlık yapmıştım
işte… Artık şehre dönebilirdim.
42
March of the Penguins – Yönetmen Luc Jacquet 2004 yapımı
$65
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
DOĞU KIYISINDAN BATI
KIYISINA GEÇİŞ
Doğudan batıya yol yapılması,
Tren yolculukları bana hep çekici gelmiştir.
1865’de batıda bulunan altın madeni
Etrafı geniş açıyla izleyebilmek kadar, içinde rahatça
nedeniyle gündeme gelmiş ilk önce.
Tarihi Maori geçiş yolları rehber
dolaşabilmek de yolculuğu konforlu kılıyor benim
olmuş, karayolunun dağları aşıp
için. YZ’de de hep tren yolculuğu yapmak istemiştim
geçebilmesine. Daha sonra kömür ve
ama ülkenin demiryolları bizdeki gibi fazla sayıda ve
kereste ticareti de başlayınca
uzunlukta değil. Ancak bir tanesi var ki o çok özel.
taşımacılık ihtiyacı nedeniyle
demiryolunu da yapmışlar.
Tranz Alpine olarak biliniyor. Kelimenin “Trans”
Demiryolundaki 8 kilometrelik tünelin
değil de “Tranz” yazılması tamamen Yeni Zelandaca
ucunda ışığı görmek, on uzun yılı
bir yaklaşım!
almış o zamanın teknolojisiyle. İlk
Tranz Alpine dünyanın altı önemli tren
trenin geçebilecek hale gelmesi için
ise beş yıl daha beklemişler.
yolculuğundan biri sayılıyormuş. Tren ülkeyi enine
(1908-1923)
katediyor. Yani Güney Ada’nın doğu kıyısından batı
kıyısına geçiliyor bu dört buçuk saatlik yolculukta. En
güzel yanı da Güney Alp sıradağlarının arasından
geçmesi. Toplam uzunluğu 235 km olan demiryolu
yolculuğunda 16 adet tünel geçmişiz, köprü ve viyadük sayısını hatırlamıyorum bile. Ama
Güney yarımkürenin en uzun tünelini geçmişim: 8 km. Bu biraz klostrofobik bir durum tabi.
Trene alternatif olarak karayolu da mevcut. Korkuları olanlar ya da daha çabuk gitmek
isteyenler onu kullanıyorlarmış. Trenin tünelle geçtiği bu mesafeyi karayolu, Otira kanyonu
içinden geçerek katediyormuş. O kanyonu görmeden buralardan geçmek yazık olur diye bir
yorum okumuştum internette. Artık bir dahaki gelişimde görürüm o kanyonu ben de, ne
yapayım...
Christchurch istasyonundan kalkan trenimiz batı sahilindeki Greymouth istasyonunda
yolculuğu bitirecekti ve ben yönümü güneye doğru çevirmeden önce orada bir gece
kalacaktım.
Yolculuğumuz güneşin ara sıra çıktığı, çoğunlukla bulutlu bir havada geçti. Trende
fotoğraf ve video çekimleri için hazırlanmış açık hava vagonu bulunuyordu ama her daim çok
kalabalıktı ve hızın yarattığı rüzgâr nedeniyle soğuk olduğu kadar, sallantıdan da pek rahat
çekim yapılamıyordu. Dolayısıyla kendi vagonumdan çekim yapmaya niyetlendim ama trenin
camları güneş azaltıcı bir filmle kaplandığı için camda kendi yansımamı gördüm sürekli.
Doğal güzelliklerin de bir sağda bir solda olması ayrı bir koşturma gerektiriyordu. İlk
dakikalarda epey bir debelendikten sonra iyi fotoğraf çekemeyeceğimi kabullendim ve rahat
rahat oturup etrafı izlemeye başladım.
Sıradağların güneydoğu eteklerinden kuzeybatı eteklerine geçiş Arthur’s Pass isimli
geçitle gerçekleşiyor. Tren 737 metre irtifalı bu bölgede duruyor ve yürüyüşçüler, dağlarda
kolaylı zorlu olarak hazırlanmış pek çok parkurda yürümek üzere trenden iniyorlar. Milli park
olan bu bölgede yürüyüşçüler için konaklama kamplarıyla, görece lüks oteller bulunuyor. Bir
zamanlar tünel işçilerinin evleri şimdi tatilciler için konaklama kulübeleri olmuş.
Ülkenin üç tip ormanından soğuk, kurak, yüksek ve verimsiz topraklarda büyüyebilen
Beech ormanlarıyla nehirlerin vadi yataklarını gördük sıradağları aşmadan önce. Çünkü
$66
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
dağlar batının yağışlı ve nemli havasını kesip doğu tarafı kurak ve soğuk bırakıyormuş. Bu
arada 2.000 metrenin üzerinde tam on altı zirvesi olan sıradağların karlı tepelerini izliyorduk
fonda. Arthur’un geçidini geçtikten, yani 8 kilometrelik Otira Tüneli’nden sonra dağların batı
eteklerine indikçe iklim ve bitki örtüsü başkalaştı. Greymouth’a varmadan önce kıyısından
geçtiğimiz Brunner gölünü pek sevdim, nedendir bilmem birden içim ısındı ona. İşte böyle
zamanlarda toplu taşımacılıkla seyahat etmenin, sevip beğendiğim yerlerde durup vakit
geçirmeye imkân tanımamasına üzülüyorum.
Sabah erken Christchurch’den kalkan trenimiz öğleni az geçmiştik ki batı sahilinin en
büyük şehri diye anılan Greymouth istasyonuna girdi. Hava batı sahilde çoğunlukla olduğu
üzere gri, bulutlu, yağmaya ramak kalmış bir haldeydi. Şehir, Grey Nehrinin Tasman
Denizi’ne döküldüğü ağızda kurulduğundan bu ismi almış belli ki. Gri havaları sevmem, gri
suları da. Burada her ikisi de vardı.
Şehir bir zamanlar altın ve kömür madeninin çıkarıldığı yer olması nedeniyle büyük
bir nüfusa ulaşmış. Onun dışında çekiciliği yok. Şöyle bir merkezinde dolandım önce, epey
sel afeti yaşadıktan sonra seli önlemesi için inşa ettikleri çirkin yüksek duvarı gördüm sonra.
Kendime bir saç boyası alıp Revingtons Oteli’ndeki odama döndüm yapacak başka bir şey
bulamadan. Saçımı kendim boyama âdetim yoktu bu ülkeye gelene kadar. İlk olarak
Kerikeri’de kaldığımda denemiştim, fena olmamıştı. Bu kez, boyalı olarak geçirdiğim vakti
hayli azaltacağını iddia eden bir markaya rastladım markette. On dakika sonra saçınızı
yıkayabilirsiniz diyordu kutuda. “Kuaförlerde en az kırk dakika bekleyen boya nasıl on
dakikada beyazları kapatır, ben 15 dakika tutayım” diye kendimce yorum yaptım. Üstelik,
fazla beklenirse koyulaşacağı uyarısına rağmen, yaptım! Böylece Greymouth’u siyah saçlı bir
kadına dönüştüğüm yer olarak anılarıma geçirmiş oldum.
Üstümde 1960’lara dair siyah beyaz bir film karesi etkisi bırakan Greymouth’dan
ertesi gün ayrılıp sahilden güneye doğru inmeye başladım. İlk durak Hokitika.
YEŞİL TAŞIN43 SIRRI
Tasman Denizi’ne dökülen nehirlerden birinin ağzına kurulmuşluğuyla, aynen
Greymouth’un özelliklerine sahip gibi dursa da Hokitika’nın ondan farklı bir çekiciliği vardı.
Belki de geldiğim gün havanın gri değil de güneşli olması benim için her şeyi değiştirmişti!
Otele yerleştikten sonra ilk olarak turizm danışmaya gittim. Oradaki genç kızın
yardımıyla bir sonraki durak Fox Glacier’deki otelimle, buzul yürüyüşü turuna yer ayırttım.
Hatta sonraki durak Haast’da kalacağım otelin bile işlemini yaptırttım. Kız ayrıca, buzullarla
Cook Dağı üzerinde yapılacak ertesi günkü uçuş için bekleme sırasına aldı beni. Eğer uçakta
yer açılırsa telefonla haber verecekti.
Sonra okyanus kıyısındaki otelime dönüp gün batım saatine kadar barda peynir
eşliğinde şarap içip günlüğümü yazdım. Vakit gelince de günbatımını izlemek ve fotoğraf
çekmek için kumsala indim. Kıyı insan doluydu. Bir de okyanusun kıyıya taşıdığı envai çeşit
şekil ve boyda ağaç parçaları vardı kumsalda. Nehirlerin denize döküldüğü yerlere kurulan
şehirlerin kumsalları böylesi ağaç parçalarıyla dolu oluyor. Nehre düşenler okyanusa
taşınıyor, o da geleni gerisin geriye, dalgalarının yardımıyla karaya iade ediyordu belli ki.
43
Greenstone ya da Nephrite Jade veya Pounamu
$67
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Güneşin bir tepsi gibi suya inerken saçtığı o sıcak renkler, dalgaların kıyıya yaklaşırken
kırıldığı noktalarda ve kıyı boyunca yer alan kumsal bitkilerinde yansıyordu. Çektiğim
fotoğraflar yetersiz kaldı, bir de dalga sesleriyle olsun diye video çekimi bile yaptım.
Kıyıda; yeşil mor baklava desenli kumaşıyla, aynen yuvarlak hatlı bir salon koltuğu
görünümünde bir heykel vardı. Uzaktan ilk bakışta taştan olduğu anlaşılmıyordu, yanına
gidince gördüm, önüne çakılmış levhayı. Her akşam günbatımını izlemeye gelen annebabaları anısına, çocukları yaptırmış o koltuğu.
Günbatımı ayininin ardından odama dönüp çektiğim fotoğrafları bilgisayarıma
yüklerken, uçak biletimi aldığım acenteye bir gün önce yolladığım e-postanın cevabı geldi.
Evet, biletimin dönüş tarihini değiştirmeye, ülkede kalışımı vizemin son gününe kadar
uzatmaya karar vermiştim sonunda. Bileti değiştirme farkını ödemek üzere karşılıklı yazıştık
acenteyle ve tarihi 1 Mart 2010 olarak değiştirdik. Yangının tam birinci yıl dönümünde ülkeye
geri dönecektim!
***
YZ’de çıkarılıp işlenen en önemli taşlardan olan
yeşil taşın ana vatanı Hokitika sayıldığı için, ertesi sabah
galerileri gezmeye başladım. Bir galeriden bir diğerine
YEŞİL TAŞ
geçerek yaptığım gezide, bir müddet sonra artık bütün taş
kolyeler aynı gelmeye başladılar bana. Sonunda hiç
Nephrite jade (pounamu),
umulmadık, kıyıda köşede kalmış, kimsenin uğramadığı
yereldeki ismiyle yeşil taş; sert,
opak ve zümrüt yeşilidir. Alp fay
“Heritage Jade” dükkânında kendi kolyemi buldum. İki
hattındaki yoğun ısı ve basınç
tane arasında seçim yapamazken, birden bunun birinin
altında şekillenen yeşil taş
ablam için olduğu hissi geldi içime. Twist modeliydi
bazaltları, dağlarda aşınarak en
seçtiğim ve o model değerli ilişkiler için verilirmiş
sonunda batı sahilin nehirlerine
gelirler. Yeşil taşın Maoriler için
armağan olarak.
ruhsal
anlamı büyüktür. Avrupa
Bundan sonrasını günlük kaydımdan devam
sömürge döneminden çok önce,
edeceğim:
Maori kabilelerinde değerli taşı
Rex Scott’un galerisinden çok etkilendim, adam
arayıp bulmak bir görev olarak
verilirdi. Çünkü bu taş, yiyecek
şair ve filozofmuş aynı zamanda. Dün dükkânı kapalı
ya da diğer ihtiyaçlar için başka
olduğu için vitrindeki şiir ve yazılarından bazılarının
kabilelerle yapılan değiş tokuşta
fotoğrafını çekmiştim. Bugün, galerinin iç bölümlerinde
kullanılırdı.
hazırlanmış karanlık bir odada; salam gibi ince kesilmiş
Kişisel süs eşyası, el aletleri ya
da silah yapmak için Maorilerin
yeşil taşın arkadan ışık verilmiş suretiyle karşılaştım.
bildiği
en sert malzeme yeşil taş
Yaradan’la karşı karşıya kalmışlık hissi bu olsa gerek! Bu
idi.
kadar güzellik hep onda var çünkü. Bu kadar güzel olan
1997’de Batı sahilin yeşil taş
hep “O” oluyor çünkü.
kaynaklarının mülkiyeti Güney
***
Bu arada bir arkadaşımla yazışmamızda, geleceğe
dair doğum haritası okuyan bir astrologun bilgisini aldım.
New York’ta yaşayan astrologla -randevu alınmaksuretiyle bir saatlik telefon bağlantısı yapılabiliyormuş.
Önceden gönderilen doğuma dair bilgilerle geleceğe dair
soruların üzerinde çalışan astrolog, çıkardığı doğum
haritası üzerinden hem kişinin karakterinin gezegenlerden
aldığı etkileri dillendiriyor hem de geleceğe dair sorulmuş
Ada Ngai Tahu kabilesine iade
edildi. Bu iadesi yapılan hak,
1840 yılında imzalanan YZ’nin
resmi kuruluş belgesi olan
Waitangi Anlaşmasının bir
parçasıydı aslında. Hükümet,
kaynaklara 150 yıldır haksız yere
el koymuş olmaktan dolayı
Maorilere tazminat ödedi.
$68
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
sorular için uygun göksel zamanlardan bahsediyormuş. Ben de yeni bir yaşam kurma
aşamasında böyle bir bilginin ilginç olacağını düşündüm. Günlük kaydımdan devam
ediyorum:
Geleceği nerede, ne şekilde kurmak! Şimdi bütün mesele buymuş sanki. Hâlbuki
yaşanan her an, bir önceki anın gelecek dediği değil midir? O zaman kurmaya çalıştığım
nedir?
Hayat nasıl yaşanmalı? Soru bu. Ben ne yapmak üzere geldim bu dünyaya? Soru bu.
Yazmak istiyorum. Yazdıklarım kitap haline gelsin istiyorum. İnsanlarla paylaşayım istiyorum.
İlham kaynağı olacak şekilde yaşamak istiyorum. Bu isteklerim benim yolumsa eğer, zaten
gayet güzel bir şekilde bu yolda gideceğim demektir. Belki; biraz orada, biraz burada
yaşayarak, tek bir yere ait olmayan bir yolculuğa dönüştü benimki. Bazen bir noktada üç ay
kalabilir, bazen de sadece üç gün yaşayabilirim. Bunları yazmak istiyorum. Alışılmış yaşam
tarzlarından farklı yaşayanın deneyimlerini yazmak istiyorum. Yaşadıklarım başkaları için
hareket noktası olabilir ya da sadece okuyarak kendilerini iyi hissetmelerini sağlayabilir.
Sanat böyle bir şey zaten… Bugün gezdiğim bütün galerilerdeki sanatçılar bana bunu
hissettirdiler. İşte tam da bu noktada iş gelip o muhteşem tasarıma dayanıyor. Bütün
sanatçıların arka planındaki gerçek sanatçıyla karşılaşıyorsun. Benim de özümle bağlantılı
elim, yüreğimin sesi olarak yazdıklarım var ve olmaya devam edecek.
O gece yine günbatımı zamanında sahilde yürüyerek kumsalın burun yaptığı yere
kadar gittim. İzlenimlerimi ertesi gün yazdığım günlük kaydımdan aktarıyorum:
Dün akşamki günbatımı inanılmaz bir gösteriydi. Gökyüzünün renklerinin bir kutlama
yaptıkları hissi uyandı bende. Tasarım, yaratılan güzelliklerin sevincini yaşıyordu sanki. Buna
tanıklık etmeye gelenleri de partisinin en eğlenen kişileri yaptı dün akşam. Tam bir saat
sürüyor bu parti. Güneşin okyanusa en yakınlaştığı zamandan başlayıp suya girişi ve ardında
başlayan gökyüzü boyamaları… Bazıları sadece güneşin gidişini görmeyi seçiyor. Ama benim
gibiler, sonrasının renkleriyle ilgilenenler, partiden en son ayrılanlar oluyor her zaman.
Hokitika’daki son sabahımda Jade Factory isimli şehrin en büyük yeşil taş işleyen
merkezinde bir tura katıldım. İşletmede yedi adet taş oymacısı çalışıyormuş. Adam başı günde
otuz ürün üretebiliyorlarmış. Her oymacının üzerinde çalıştığı kendine özel bir modeli varmış.
Hep aynı modeli çalıştığı için elinin hızı artıyormuş, eğer farklı model çalışsa eli yavaşlar ve
günde otuz ürün çıkaramazmış. Her bir ustanın başında durduk, kendi modelinde taşı
oymasını izledik.
Hokitika’dan kalkan uçakların buzullar üzerinde uçanında yer bulamadığım için bu
keyfi yaşamayı sonraki duraklara bırakarak şehirden ayrıldım.
BUZULDA YÜRÜMEK
Altı numaralı karayolundan yine otobüsle güneye doğru yolculuk yapıyorum. Yol
buralarda sahilden biraz uzaklaşarak iç bölgeye kaymış durumda, çünkü sahil bandı Tasman
$69
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Denizi’ne dökülen nehirlerin lagün şeklini almış ağızlarıyla kaplı. Yol fazla geniş değil, gidiş
geliş olarak iki şeritli. Yağmur ormanları bölgesinin yeşilliğinde ilerlerken sık sık denize
doğru yol alan nehirlerin üzerinden köprülerle geçiyoruz. Bu nehirler bölgedeki irili ufaklı
altmış adet buzulun sularını taşıyor, renkleri genelde gri. Köprülere geldiğimizde yol sadece
bir şeride düşüyor. Sonuçta koskoca Güney Ada’da yaşayan insan sayısı 800.000, yani trafiği
fazla olan bir yer değil. Lakin üzerine köprü inşa edilecek nehir sayısı çok. Hâl böyle olunca
yatırımda savurganlıktan kaçınmışlar. Girişlerde hangi tarafın yol vermesi gerektiği levha ile
gösterilmiş, böylece köprüde keçileşme yaşanmıyor!
Altmış buzul içinde iki tanesi ciddi büyük ve turistik. UNESCO tarafından da dünya
mirası olarak kabul edilmiş. Yolumun üzerindeki ilk buzul Franz Josef Buzulu. Maori mitine
göre; Çığ Kızın sevgilisi yöredeki zirvelerden birinden düşünce, kızın üzüntüden sele
dönüşmüş gözyaşları donmuş ve öylece buzul olarak kalmış. Ben ikinci buzulda yani Fox
Buzulu üzerinde yürüme turunda yer ayırtmıştım. Dünyanın hiçbir yerinde buzullar bu
enlemde (-43) okyanusa bu kadar yakınlaşmamışlar (irtifa sadece 250 metre). Ama malum
burası, SANKİ DÜNYA DEĞİL!
Hokitika’dan üç saatlik mesafedeki Fox Buzulu’nun köyüne vardığımda 16 Ocak
akşamüstüydü. Güney Ada’nın batısı için kendi dillerinde hoş bir eğretileme kullanıyorlar:
WESTLAND=WETLAND44. Buzulların oluşma nedeni de bölgenin bitmez tükenmez
yağışları. Büyük Franz Buzulu’nun günlük ilerlemesi 1,5 metreymiş. Bazen şaha kalkıp 5
metre ilerlediği de olurmuş. İsviçre Alplerindeki buzullardan tam 10 kez fazlaymış bu
ilerleme.
Otelime yerleştikten sonra hemen helikopter uçuşlarını düzenleyen firmayı ziyaret
ettim. Uçuşlarında boş yer yokmuş yine. Benim tek kişilik halim, yeni bir sefer için yeterli
sayı oluşturmuyor ne yazık ki. “Yarın olur mu?” diye sorduğumda, “Yarın uğra sor,” dediler.
Yer ayırtmak filan yok yani adamlarda, göksel durumlara teslim olmuşlar, ânı yaşıyorlar!
Ertesi sabahki buzul yürüyüşü için gerekli market alışverişimi yaptım ve yemeğimi
otelimde yiyerek uyudum. Deliksiz bir uyku çekmiştim. Uykularımın uzun zamandır nasıl da
rahat, huzurlu, kesintisiz olduğunun, geceleri zihnimi meşgul eden hiçbir şey kalmadığının
bilincine vardım. Evet, sonunda zihnim de rahatlamıştı. Önce kaslarım, bedenim sonra da
zihnim rahatladı, boşaldı. Bu muhteşem sonucu YZ’nin enerjisine borçluydum.
Sabah, tur şirketinin ofisine gidip yürüyüş için yapmam gerekenleri öğrendim. Giysi
konusu ilginçti. Buzda yürürken belden yukarısının üşüyebileceğini buna göre giyinmemizi
söylediler. Yani bacaklarınız çıplak, şortlu olabilirken sırtınızda üç dört kat giysi olması iyi
olur dediler. Buzda düşmeden yürümeyi sağlayacak kramponları teslim ettiler. Bunlar yürüme
öncesi botların tabanına bağlayacağımız çelikten dişleri olan metal yapımlardı.
Otuz kişilik grubumuzu buzul başlangıcına kadar götüren otobüsten indiğimizde iki
gruba ayrıldık. Irmak yatağında başladığımız yürüyüşümüzün ilk uyarı levhası, hiç durmadan
800 metre kadar yürümemiz gerektiğini söylüyordu. Üzerindeki çizgi resim hiç de cesaret
verici değildi: Kayaların yuvarlandığı bir dağ sembolize edilmişti. Rehberimiz yağmur
ormanları bölgesinde olduğumuzu hatırlatıp, “Son yağmurlardan sonra burada yine yer
şekilleri değişti, bu bölgeden fotoğraf çekmek için bile durmadan hızla geçip gideceğiz,” dedi.
Öyle de yaptık, aceleyle, gözümüz yamaçlarda, her an yuvarlanmaya başlayacak kayalar var
mı diye kolaçan ederek… Çünkü yanından geçerken gördüğümüz kayalar sadece son iki
44
batı diyarı = nem diyarı
$70
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
haftada yuvarlanmışlar. Maşallah her birinden bir metrelik duvar örülür. İkinci uyarı levhası
sanki biraz daha iyiceydi: “Nehir yatağı değişken olduğu için, hazır bir yürüyüş yolu yoktur.”
Bu yürüyüşlerde rehberin neden zorunlu olduğu daha ilk adımlardan anlaşılmaya başlanmıştı.
Sonra birden, buzulun terminal yüzü diye adlandırdıkları buzun artık eridiği yani son
bulduğu noktayla karşılaştık. Eskiden bu nokta daha aşağıdaymış, giderek buzulun boyu
kısalmış yani. Görüntü muhteşemdi. Dağlar arasından akışkan bir buz gibi inmiş ve o noktada
donmuş kalmış gibiydi. Bir paket kâğıdını kırıştırmış da sonradan açmışsınız gibi
gözüküyordu yüzeyi. Katmanlar, birbirinin üzerine düzensizce devrilmiş hissi veriyordu.
Tonlarca ağırlık sıkıştıra sıkıştıra bu hale getirmiş kütleyi. Hem kirlenerek grileşmiş hem
beyaz hem de mavimsi bölümleri vardı. Neresinde nasıl yürüyecektik bu korku veren
kütlenin?
Buzulun ağzı sayılan bu bölgede, dikey parçalar halinde duran buzlardan buzula giriş
yapmak, parçalar kopabileceği için çok
tehlikeliymiş. Bu yüzden, buzula
paralel bir şekilde, sol yandaki yağmur
BUZULUN HAREKETİ
ormanı içinden tırmanarak, buzulun
güvenli bir yerinden üzerine
Birer vadi buzulu olan Fox ve Franz Jozef buzulları,
çıkacakmışız. Düştük genç
13 ve 10 km uzunluğunda ve ortalama olarak günde
rehberimizin ardına, her sene
1,5 metre aşağı doğru hareket ediyorlarmış. Son
buzul çağında okyanusa kadar inmişler (15.000 ila
yağmurlardan sonra bozulan, rehber
20.000 yıl önce). Sonra havanın ısınmasıyla geriye
gençler tarafından yeniden yapılan dört
doğru çekilerek şimdiki pozisyonlarına yaklaşmışlar.
yüz küsur ahşap basamaklı tırmanma
Buzulların her zaman ilerlemediği, bazen durup
yolundan tek sıra halinde çıkmaya.
dinlendiği de biliniyormuş. Örneğin bu buzullar için
1985 – 2009 yılları ilerleme dönemi olarak söz
Yolda, buz gibi akan küçük şelalelerden
ediliyor.
mataralarımızı dolduruyor, nemin tavan
yaptığı ormanda hissettiğimiz
GENEL BİLGİ: Bir buzulun oluşması ve devamlılık
inanılmaz susuzluğu gidermeye
sağlaması için bol yağış olması (burada: yılda 5 m) ve
yağarak biriken buzun aşınarak kaybolan buzdan
çalışıyorduk. Sonunda tırmanış bitti ve
daha fazla olması gerekir.
buzula geçiş yapacağımız noktaya
Buzulu oluşturan kar sürekli olarak donmaya ve
vardık. Metal dişleri botlarımızın altına
erimeye maruz kalır ve taze yağan kar tanelerinden
bağladık. Önde rehberimiz arkada biz
buzkar (névé) hâline dönüşür. Üzerindeki buz ve kar
katmanlarının basıncı altındaki buzkar daha da yoğun
inci gibi sıralı bir halde bu kez başladık
olan eski kara (firn) dönüşür. Yıllar süren bir
buzdan basamakları çıkmaya. Buzda
dönemden sonra eski kar katmanları daha da
yürüyüşü kolaylaştırmak üzere
sıkışarak buzulu oluşturan buza dönüşür. Buzulların
basamaklar oluşturmuşlar. Bunlar doğal
kendine özgü mavimsi renginin nedeni gökyüzünün
de mavi görünmesini açıklayan Rayleigh saçılımıdır.
olarak sürekli şeklini yitiriyor. O
Buzulun alt katmanları basınç nedeniyle erimeye
sebeple rehber, yanında bir kazma
maruz kalır ve buzulun tamamı bir akışkan gibi
taşıyor ve önümüzde ilerlerken
hareket eder. Buzullar akışkan gibi hareket etmek için
basamakları bizler için düzeltip
eğime ihtiyaç duymaz, birikme bölgelerinde sürekli
yağan karın birikmesi bu hareketi sağlar. Buzulların
yeniliyor. Yine bile kalça üstü düşen
üst katmanları kırılgandır ve zaman zaman yarıklar
oluyor.
(crévasse ve Bergschrund) oluşturur. Bu yarıklar
En ilginç görüntülere, zaman
nedeniyle gerekli güvenlik önlemi alınmadan buzulun
zaman ilerlemesi hız kazanan üst
üzerinde yürümek tehlikelidir. Eriyen buzul suları,
buzulun içinden ve altından tüneller kazarak akar ve
katmanın alttakinin üzerine katlandığı
buzulun hareketini kolaylaştırır.
bölgelerde tanık olduk. Bunlar, aynen
okyanusta üzerinde sörf yapılan
$71
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
dalgaların o muhteşem kıvrılmış şekline benziyordu. Videoda görüntüyü dondurmuşsunuz da
karşınızda sadece o kare varmış gibi…
Yatayda oldukça iri delikler ve dikeyde derin çatlaklar gördük. Karın
yoğunlaşarak sıkıştığı kütlelerin açık turkuaz renginin güzelliği, böylesi delik ve yarıklarda
barizleşiyordu.
Binlerce yılda katman katman oluşmuş bu inanılmaz kütlenin üzerinde olmanın
muhteşemliğini yüreğim taşıyamaz oldu bir süre. Bir yaz günü yağmur ormanlarından
yürüyerek buzula çıktığımı, turkuaz renkli dikitlerin altında yürüdüğümü bana ömür boyu
unutturmayacak bir histi yaşadığım.
Dönüşte rehberimiz Jonathan sertifikalarımızı imzalayıp dağıttı. Bu deneyimi
yaşamaya cesaret edişimin belgesi olarak saklıyorum onu.
Otelime giderken helikoptercilere uğradım, yine beni uçuramadılar. Bu seferki sebep,
zirvedeki hava muhalefetiymiş. Ben de bunu evrenin mesajı olarak alıp daha fazla
üstelemedim. Artık son şans olarak Tekapo gölü çevresinde kalırken denerdim, bu coğrafi
oluşumu bütün heybetiyle tepeden görmeyi.
***
Otele gelince annemle telefonda konuştum, kendisi dayımı görmek için İstanbul’a
gidecekmiş, bana, “Sen ne zaman İstanbul’a inecektin?” diye sordu. Biletimi değiştirdiğimi ve
kalışımı 1 Mart’a kadar uzattığımı söyledim. Biraz şaşırdı, ben de bir iki gündür zihnimi
meşgul eden bu haberi verme işini böylelikle halletmiş oldum. Aynı haberi duyan oğlum da,
beni verdiğim bu karar nedeniyle tebrik etmiş, kalışımı uzatmama çok sevinmişti.
Gün bitmeden önce göçmenlik işleri danışmanlık şirketinin web sitesinden, göçmen
olabilmek için doldurulması gereken formu indirip danışmanlık hizmeti satın aldım. Bu
hizmetle danışman, doldurduğunuz formu inceleyip ülkeye kabul edilip edilemeyeceğinizi
değerlendiriyor. Kabulün karmaşık birkaç yolu var, bu yollardan herhangi birine uygun
musunuz ona bakıyor. Yazdığı raporda, uygun olabilmeniz için yapabileceklerinize dair
önerilerde bulunuyor, yol gösterici oluyor.
Olur da yerleşme fikrine gelirsem, durumum uygun mu değil mi öğrenmek istedim.
Form hayli uzundu. Ülkede kalışımı uzattığıma göre yavaş yavaş üzerinde çalışıp
doldurabilirdim. Bakalım kabul edilebilir biri çıkacak mıydım?
İÇİMDEKİ ÇOCUK
“Yabanın kıyısında”45 sloganıyla tanıtılan Haast’da sadece yirmi dört saat kaldım.
Burada gördüğüm; Aspiring Dağı Milli Parkı’na ait yüksek tepeler, yağmur ormanları, denize
dökülmeden önce kırk iki kilometre yol alan Haast Nehri tam da Güney Ada’dan beklediğim
çılgın ve vahşi görüntülerdi. Yörede arabasız olmak, bu güzellikleri derinlemesine görmeme
engel, ama bu gezi biraz da, şöyle bir göz atıp fikir edinme boyutunda düşünüldüğü için böyle
olması normal. Eğer arabam olsaydı bir senede bitiremezdim gezmeyi sanırım.
45
On the edge of the wilderness
$72
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Haast’da konaklama nedenim, nehirde düzenlenen safari gezisi sayesinde yaban hayatı
görebilmekti. Oteldeki yerimi daha Hokitika’dayken ayırtmış, nehir safarisi için de
başvurmuştum. Otel sorun olmamıştı ama gezi için kesin bir cevap verememişlerdi. Belli
sayıda talip olursa düzenleniyormuş bu geziler. Haast’a vardığımda saat 14.00’deki safarinin
yapılmayacağını öğrenince üzüldüm.
Başka ne gibi etkinlikler var diye incelerken, uzun zamandır istediğim ATV46 turuna
katılmayı seçtim. Turu düzenleyen şirketin ofisi 21 km ötedeki Hannah’s Clearing’deymiş.
Bereket otelden alıp otele bırakma hizmeti veriyorlarmış.
Şirketin sahibi Katrine epey çenebaz bir kadındı, yolda sormadığı soru kalmadı bana.
Haast nehrinde safari yapamadığımı anlatınca, kendilerinin de Waiatoto nehrinde safari
düzenlediklerini söyledi. ATV sonrası onu da denemek üzere anlaştık. Bir anda iki etkinlik
yapma şansı yakalamıştım.
Yöre, Allahın unuttuğu yerleri andırıyor. Hadi nüfus son derece az ama ortalıkta turist
de yok benden başka. Hava yine
yağmur ormanları klasiği olarak gri,
bulutlar alçak, rüzgâr eşliğinde
JET MOTORLU TEKNE
zaman zaman sprey şeklinde yağış…
Mevsimlerden yazı yaşadığımıza
Dünyaya YZ’den yayılan ve özellikle Avustralya, Amerika
inanmak zor.
ve Meksika’da kullanılan Jetbot, 1954‘de Hamilton’ın jet
Katrinelerin ofisinin üst katı
sistemi keşfetmesinin ardından, nehirlerde ulaşılmayan
yerlere gidebilmek amacıyla tasarlanmış. Klasik pervane
evleriymiş. Ortalıkta turist
yerine suyu emen bir sisteme sahip güçlü motoru
olmadığından, işlerini evinden idare
bulunan Jetbot, çevre duyarlılığı olan YZ’nin kanunları
ediyor, yeni doğmuş bebekleri olduğu
çerçevesinde üretilmiş.
için de bu durum işine geliyormuş,
Hamilton çocukluğunda derin olmayan nehir
yataklarında gidebilecek tekne hayal edermiş. Sonunda;
böylece beni evine davet etti. Kocası
“Arşimet’in keşfini fikir olarak geliştirdim” diyerek gayet
Gary ATV turunun rehberi. Tur, bana
mütevazı davrandığı buluşuyla, YZ’nin derin olmayan
özel bir tur olacaktı, çünkü başka
nehir modellerine uygun, ideal tekne üretimine vesile
talip yokmuş yine! Gary Katrine’nin
olmuş. Bu teknelerle yapılan spor, sınırlı sayıda yerde
yapılabiliyor. Sebebi de tekne yüksek bir hızla
yarısı kadar bir adam. Aslında
seyrettiğinden aynı parkurda başka hiçbir nehir
çelimsiz sayılmaz ama Katrine
sporunun yapılamaması.
epeyce iri yarı.
Bu sporu yaparken pek fazla güç sarf edilmiyor. Can
Macera sporları öncesinde
yelekleri ve su geçirmez pelerini giyip sıkıca yerinde
oturmaya çalışmak ve bütün işi bu konuda yetişmiş
imzalanan “başıma gelebilecek şeyler
kaptana bırakmak yeterli.
için sorumluluk bana aittir” belgesine
Bu tekne nehirde akıntıya karşı da gidebildiğinden,
imzamı atıp önce bahçede denemek
yukarı doğru da ilerleyebiliyor. Böylece kanyonlara,
istediğim ATV’ye bindim. Otomatik
nehirdeki ceplere, su kaynaklarına girilebiliyor. Teknenin
pervanesi olmadığı için 10 cm’lik sığ yerlerde süratle yol
vitesli olduğu için aman aman
alabiliyor.
maharet gerektirmiyordu.
Bundan sonrasını bir
mektubumdan alıntılıyorum:
İçimdeki çocuğu, erkenden
büyüttüğümü düşünürdüm her zaman.
46
Jet motorlarda şanzıman sistemi bulunmaz. Yüksek hızlı
su emiş pompası ve ayarlanabilir fışkırtma ağzı(noozle)
şanzımana benzer hareket ederek, yönlendirmeyi
kontrol eder. Hızlanmak istendiğinde fışkırtma ağzı
açılıp kapanma hareketi yaparak, şanzımanmış gibi
çalışır.
Quad Bike
$73
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Çocuğu hoş tutacak, gönlünü alacak şeyler yapayım dedim herhalde ki; şimdiler de, bir
lunaparka benzeyen bu ülkede aletler üzerinde buldum kendimi.
ATV ile okyanus kıyısında kumsalda tura çıktım. Çok keyifliymiş. 46 km hız yaptım
diye havaya girdim, adamdan 100 km hızla sürdüklerini öğrenince pek de maceracı
olmadığımı anladım. Kumda gitmek iyi de çakıl taşlarında biraz irkiliyor insan, kayak
yapanlar bilir; bol karda kaymak ayrı bir yöntem ister, işte çakıl taşlarında gitmek de bana
bol karda kaymak hissini yaşattı.
Giderken giderken beni tura çıkaran adamın ATV’si bir anda bozulmaz mı? Sigortası
atmış galiba. Aracı öylece kumsalda bıraktık, Gary arkama bindi, ben şoför o yolcu olarak
lagünün sonuna kadar gidip döndük. Burada eğlenceli olan, okyanusun kumsala taşıdığı dev
ağaç parçaları arasında aleti kullanmaktı. Haast bir nehir, hem de nasıl vahşi güzelliği olan
bir nehir, el değmemiş yağmur ormanları arasından akan bir nehir. Nehre düşen devrilmiş
ağaçların önce okyanusa çıkışı arkadan da okyanusun dalgalarla onları plajlara taşımasıyla
kumsallarda çok ilginç vahşi görüntüler oluşuyor. Bu Hokitika’da da vardı. Nehrin okyanusa
döküldüğü her yer için geçerli bu anlattığım. Kumsaldan gelip gelip ağaç parçaları
topluyorlar yakacak niyetine. Özellikle eski otobüslerde yaşayan hippiler var. Hem gezip hem
yaşam sürüyorlar. Eski otobüsleri eve dönüştürmüşler, büyükçe bir karavan olmuş. İşte onlar
için ideal yakacak, bu ağaçlar.
Neyse bizim vakit dolup para yanınca ATV’cinin ofisine geri döndük. Bu şirket aynı
zamanda Waiatoto nehrinde jet motorla safari gezileri düzenliyormuş, ama o gün müşteri
yokmuş. Nehirde yapılan bu gezilerin bir yerinde karaya çıkıp yağmur ormanı içinde kısa bir
yürüyüş ile devam edip insanlara yaban doğayı yakından göstermekle taçlandırıyorlarmış
geziyi. İşte bu yürüyüş parkurundaki geçiş köprülerinden biri şiddetli yağmurla bozulmuş,
onu tamir etmeye gideceklermiş. Beni de yanlarına aldılar, sadece benzin parasına; hem
nehirde gezinti hem köprü yapımını izlemek hem de jet motor heyecanı yaşamak oldu bu bana.
Çok şanslıydım yine yani. Jet motorlar öyle hızlı ki nehirde başıboş sürüklenen ağaçların
arasından slalom yaparak gidiyor, spin atıp 360 derece olduğu yerde kendi ekseni etrafında
dönüyor. Acayip zevkli ve yürek ağızda bir deneyim yaşatıyor… Tabii pek fotoğraf çekme
şansı olmuyor, üstüne üstlük spin sırasında ıslanıyorsun da. Üzerinde can yeleğin, bütün
dikkatini, sağa sola savrulmadan yerinde sıkıca oturmaya veriyorsun. Ben fotoğraf çekmeye
meraklıyım diye kaptan bazen yavaş sürdü ya da özel olarak durdu da çekim yaptım.
Haast, vahşi doğası ve tatarcık sinekleri47 yüzünden çok büyük bir yüzölçümde sadece
295 kişinin yaşadığı sessiz bir yer. Devlet de orayı sessiz bırakmış! Cep telefonu sinyali
olmayan nadir yerlerden biriydi.
Katrine bütün YZ’liler gibi yardımsever biriydi. Haast’dan sonra yolumun üzerindeki
Wanaka’da yapılacak en güzel etkinliğin göller bölgesinin üzerinde uçmak olduğunu söyledi.
“Oradaki U-fly şirketinin sahibini tanıyorum” diyerek hemen Ruth’u aradı ve bana ertesi gün
için yer ayırttı. Evren yine iş başında, benim eğlence programlarım için düzenleyici melekler
seferber etmiş diye düşündüm Katrine’le öpüşüp ayrılırken.
Haast’dan Wanaka’ya inen 6 numaralı karayolu Aspiring Dağı Milli Parkı’nın içinden
geçiyor, ama ne geçmek. Şehirlerarası otobüsle yolculuk ediyorum ama daha önce de
yazdığım gibi şoförlerin bir görevi de rehberlik olduğu için, yol üstündeki manzara izleme
noktalarında ve önemli şelalelerde otobüsü durduruyor ve topluca iniyoruz. Özellikle Thunder
47
Sand fly
$74
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Creek şelalesinin incecik bir formda 28 metreden şiddetle Haast nehrine düşüşünün fotoğraf
ve video çekimini yaptım. Güney Alplerinin batısından doğusuna bu noktada Haast Geçidi ile
geçtik. Kanyon, kayalar, o muhteşem rengiyle akan su, bu kadar güzellik nasıl bir araya
toplanmış hissiyatına soktu beni yine.
Wanaka ve Hawea birbirine çok yakın adeta ikiz göller. Buzullardan besleniyorlar. O
sebeple renkleri turkuaza çalıyor. Bu renk, en güzel olarak Haast’dan bu yana yol boyu
beraber geldiğimiz sığ nehirlerde görülebiliyordu. Göller derin oldukları için (300 metreden
fazla) renk koyuldu. Wanaka gölünün kıyısına yerleşmiş aynı isimli şehirde geceledim.
İnternetten bulduğum kahvaltılı konaklama tipinde bir evde konforlu bir odam vardı.
Ev sahiplerimden Susan; çok samimi, içten ve dost biriydi. Brian ise komik bir adamdı.
Kendisini; ressam, heykeltıraş, su tesisatçısı ve inşaatçı olarak tanıttı. Elinden gelmeyen iş
yoktu sanki! Uzun sohbetimizde Türkiye’de yaşadığım yeri atlasta bulmak yetmedi, bir de
bilgisayarı açıp Google Earth üzerinde iğne koyarak belirledik. Bana Güney Ada’da gidip
görmemin ilginç olacağı yerlerden bahsedip önerilerde bulundular.
Bahçesinde musluklarla yapılmış heykeller görebileceğim başka bir yer daha
olmayacaktır eminim. Bu da Brian’ın kendisini hiç unutturmamak için bulduğu bir yol olsa
gerek.
Gelelim göller ve Aspiring Dağı Milli Parkı’nın üzerindeki uçuşuma: Pilotum Ruth
aynı zamanda U-fly48 şirketinin de sahibi. Annesi babası da pilotmuş. Uçak oyuncak maket
gibi, iki kişilik. Uçuşun özelliği, pilotun bir yerden sonra kontrolü uçana bırakması…yani
uçak kullanma hissini bir süreliğine yaşamak. Şirketin adı da buradan geliyor herhalde.
Ruth, sarı renkli uçağını pervanesinden tutarak çeke çeke hangardan çıkarttı, camlarını
sildi. Önce ben bindim, sonra o. Sıkıca bağlandık ve yavaşça hareket ettik. O uçağı göllerin
üzerine doğru yönlendirirken ben fotoğraf çekimine başladım. Uçuşun bir yerinde kontrolü
bana bıraktı. Önümdeki tek çubuk şeklindeki kumandayı kavradığımda, oldukça hassas
olduğunu fark ettim. Fazla sağa sola yatırmaya gelmiyordu. Çok yavaş, zarif hareketlerle
yönlendirme yapılması, güvenli uçuş için uygun olanıydı. Ben kullanırken o anda üstünden
uçtuğumuz güzellikleri kaçırmayayım diye bu kez -benim makinemi alan- Ruth fotoğraf
çekmeye başladı. Ve tabi uçağı kullanırken beni de çekip pilotluğumu belgeledi. Eğer Ruth
yanımda oturuyor olmasa o uçağı öylesine rahat kullanabilir miydim, bilmem.
Göllerin güzelliği kadar, yüksek dağlarla çevrili milli parkın çekiciliği ve son olarak
şehrin ortasından geçen nehrin kıvrımlarının şiirselliğiyle arşivimi kabarttım durdum. İnişte
Ruth, Wanaka dağlarıyla gölleri üzerinde Tecnam Uçağının kontrolünü aldığıma dair 19 Ocak
2010 tarihli belgemi imzalayıp verdi.
Bir aletten bir diğerine binişimi anlattığım mektubum şöyle bitiyor:
Şimdi burada onun bunun üzerinden uçarak görmenin keyfini yaşadıkça kafamda soru
işareti başladı. Aslında epeydir bu soru işareti ile dolaşıyorum da giderek büyüyor demek
daha doğru. Burada turizm çok iyi işletiliyor. Çok iyi kavranmış ve acayip iyi hizmet veriliyor.
Kendi zenginliklerini çok iyi öğrenmişler, gerekenleri yapmışlar. Mesela, jet motorla
gezdirilen nehirler birbirinden farklı özellikler taşıdığı için motorlar da birbirinden farklı
tasarlanıyormuş. Dünyada ilk jet motorunu tasarlayan da YZ’liymiş zaten. On beş senedir
48
U-fly: Harfin sesinden faydalanarak “sen uçuyorsun” anlamında…
$75
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
turizm sektörünün içindeyim, öyle ya da böyle her dalını gördüm, izledim. Karşılaştırınca biz
daha emekleme dönemindeyiz ve ne yazık ki rezil etmişiz diye düşünüyorum. Bir Kaikoura
aynen Kemer sayılabilir ama adam sahiline otel yapmıyor, hemen hiçbir yerde sahilde oluşum
görmedim. Bunun nedeni okyanus olması olabilir ama göl kıyılarında, fiyordlarda, iç
denizlerde de sahiller hep halkın. İşletmeler hep yolun arkasında. Akdeniz ülkeleri olarak
benzer süreçlerden geçiyoruz. Berbat edip pişman olma süreci… Dünyanın bu ucunda ise
başka bir yaklaşım var anlayacağın.
Biz neden Ölüdeniz’le Gökova arasını böylesi küçük uçakla gezdirmeyiz mesela?
Sonra Kekova batık şehir bölgesini? En son bindiğim iki kişilik uçağın fiyatı uygun bir şey
olmalı… Acaba Türkiye’de vergiler çok mu yüksek… Ama bunun lüks bir yatırım olduğunu
düşünmek yerine, turizm yatırımı teşviki verilemez mi? İnan alçaktan uçarak bakmak başka
türlü zevk veriyor, resmin bütününü görüyorsun.
SANKİ DÜNYA DEĞİL
Maori efsanesine göre Wakatipu Gölü bir zamanlar, prensesi kaçıran dev canavarın
eviymiş. Matakiu isimli kahraman, canavarın uyuduğu yerin etrafındaki ağaçları yakıp kızı
kurtarmak için gelmiş. Canavar, oluşan yüksek ısıyla eridiğinde, uyuduğu yer büyük bir çukur
haline dönüşmüş. Daha sonra bu çukur suyla dolmuş. Bu gün Wakatipu gölü, işte o canavarın
dizlerini karnına çekmiş olarak uyuduğu biçimde, Güney Alp Sıradağlarının hemen bitiminde
yer alıyor. Canavar da hatırı sayılır biçimde büyükmüş doğrusu. Başından kalçalarına 30 km,
belinden kıvrık dizlerine 20 km, dizlerinden ayaklarına da yine 30 km, yani toplam 80 km
boyunda bir yaratık! Hikâyedeki efsane canavarın, halen gölün dibinde nefes aldığı
düşünülüyor. Çünkü göl suyunun seviyesi gizemli bir şekilde her altı dakikada bir 10 cm
yükselip düşüyormuş!
Queenstown işte bu Wakatipu Gölü’nün kuzey doğu kıyısında yerleşmiş, yani
canavarın kıvrık dizinde. Akla gelebilecek her türlü güzelliği kendinde toplamış bir şehir,
onun için adını “kraliçelere layık” bağlamında koymuşlar sanırım. Sırtını dayadığı
Remarkable Sıradağlarıyla, gölün kıyısındaki ormanlarıyla, göle uzanmış yarımadalarıyla
günün her saatinin ışığında çok güzel bir mekân. Üstelik “maceranın başkenti” ismiyle
anılıyor. Yani doğal güzelliklerini sadece seyretmekle kalmayıp her birini macera sporlarının
uygulama alanına dönüştürmüşler.
Dünyada dört mevsim turizme açık nadir yerlerden biri burası. Senede iki milyon
kişinin ziyaret ettiği; kışları kayak merkezleriyle, baharları yürüyüş parkurları ve nehir
safarileriyle, yazları gölde yüzmenin yanı sıra akla hayale sığmayan macera sporlarıyla ilgi
odağı bir yer.
Sadece iki gün için yer bulabildiğim, gölü yamaçtan seyreden otelime kayıt
yaptırırken, resepsiyon elemanı -görevi gereği- şehrin haritasını verip üzerinde, görmemin iyi
$76
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
olacağı yerleri işaretledi. İlgimi çekenleri sorduğumda detaylı bilgi verdi, tam bir rehber gibi.
Böylece turizm danışmaya gitmeme gerek kalmadı, çünkü danışmadan alınabilecek her türlü
etkinlik broşürü otelin lobisinde bulunuyordu. Ben de maceranın başkentinde neler
yaşayabileceğime dair tüm broşürleri edindim. Gerçi buraya gelene kadar içimdeki çocuğu
eğlemek adına hayli macera yaşamıştım ama en önemlisini de buraya bırakmıştım: BUNGY
JUMPING.
Buraya gelirken kent merkezine 23 km kala Kawarau köprüsünü görmüştük. Otobüs
şoförümüz, köprüye yaklaşırken, halata bağlı olarak yapılan serbest düşüşün dünyada ilk kez
1988’de bu köprüde başladığını anlatmıştı. Ne büyük bir heyecan… Serbestçe kendini
boşluğa bırakmak ve 43 metrelik bir halatın ucunda sallanıp durmak. Bunu muhakkak
yapmak istiyordum. Şehre geldikten sonra broşürlerden, böylesi düşüşlerin başka seçenekleri
olduğunu da öğrendim. En çılgını Nevis Nehri kanyonuna çelik teller üzerine kurdukları 134
metre yüksekteki atlama rampasından kendini bırakmaktı.
Bu çılgınlığı neden yapmak istiyordum? Sanırım kontrolün benim elimde olmadığını
bildiğim halde kendimi güvenle bırakma deneyimi yaşamak için. Hayatını epey kontrol
ederek yaşayan birinin, belki de elinden ancak böyle bir şey yapmak geliyor! Oysa hayatı
kontrol ettiğini zannetmek ne büyük bir yanılgı değil mi? Bir yandan, kendinden çok daha
büyük bir organizmanın parçası olduğuna inanmak, ama diğer taraftan da kendi hayatını
yönetebileceğini düşünmek. İşte yaşamımdaki en büyük ikilem…
Tam da oradayken arkadaşlarımdan birinin ilettiği bir e-postada okuduklarım, kendine
yaşayacak yeni bir yer arayan benimle ilintiliydi sanki:
Sizce insan hangi yaşa kadar genç sayılır? Hangi yaştan sonra artık ihtiyardır?
Bu soruyla hukuk profesörü Vasfi Raşit Sevig Hoca, öğrencilerine hangi yaşı ihtiyarlık sınırı
kabul ettiklerini sormuş.
Hepsi farklı yaşlar söylemişler.
O, hiçbirini beğenmeyip kendi cevabını vermiş:
"İnsan, yaşamına yeni bir yön verme iradesini gösterebildiği sürece gençtir. Bu iradeyi
gösteremeyip 'Artık yaşamımı değiştiremem' diyorsa gençliği gitmiş demektir."
Belki de Sevig hocanın hakkı vardı, bu iradeyi gösterebilen biri olarak hâlâ kendimi
genç hissediyordum ve gençlerin yaptıklarının peşindeydim burada da.
İlk olarak Yabanda Safari49 turuna yer ayırttım. Güney Ada’nın güney batı bölgesi
UNESCO tarafından dünya mirası ilan edilmiş sayılı doğal miraslardan biri. Maoriler
tarafından bu bölge yeşil taş bölgesi olarak tanımlanıyor.50 Bugün süs eşyası ticaretinde
kullanılan yeşil taş, Maoriler zamanında el aletleri ya da silah yapımında kullanıldığı için çok
değerliymiş. Tur kapsamında bu bölgede gezerken ilk Maorilerin adımlarını izlemenin yanı
sıra, tarihi 80 milyon yıla yaklaştığı için antik olarak değerlendirilen coğrafyanın eko
sisteminde de bulunacaktık. YZ’nin, Süper Kıta Gondwana’nın bir parçası olduğu döneme
dair flora ve faunasını, antik Beech ormanlarında dolaşırken görecektik. Buzulların
biçimlendirdiği yer şekillerinin güney yarımküredeki en iyi örneğini keşfedecektik.
49
Wilderness Safari (Dart River Jet Safaris)
50
Te Wahipounamu: Place of Greenstone
$77
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Tur altı saat sürecekti. Quennstown’dan bindiğimiz otobüsle Wakatipu gölünün kıyısı
boyunca yolculuk ederek kuzey köşesindeki Glenorchy’e vardık. Yolculuk boyunca o güzelim
gölün rengi, etrafındaki dağların tepelerindeki şapka gibi beyaz bulutlar ve yol boyu bize eşlik
eden dağlardaki şelaleler cennete doğru yol alıyoruz duygusu yaşattı. Glenorchy’de hepimize
jetbota bindiğimizde kullanacağımız su geçirmez pelerinleri dağıttılar. Sonra; dört çeker
olarak imal edilmiş, otobüsten küçük midibüsten irice özel bir araca bindik. Yolun bundan
sonrası gerçekten Cennet’eydi.51
Arka yollar52 dedikleri ülkenin yaban bölgelerine dalmıştık. Cennet yolunda; saklı
vadilerden, şelalelerden, buzul nehirlerinin yataklarından geçtik. Pek çok filmin, ama özellikle
“Yüzüklerin Efendisi” üçlemesinin çekildiği alanları gördük. Sonunda Paradise’a vardık.
Dünyasal bedenlerle görüp görebileceğimiz cennet, bundan daha güzel olamaz herhalde.
Adlandırmalar çok yerinde yapılmış bu ülkede. Antik Beech Ormanı’ndan kısa sayılabilecek
ama çok etkileyici bir yürüyüşle geçtik rehber şoförümüzün önderliğinde. Dart Nehri’ne
vardığımızda, bizden önceki grubun teknesi onları bırakıp bizleri almak üzere hızla bizim
beklediğimiz sahile doğru yanaşıyordu. Tekneyi kullanan kaptan macerayı bitirmeden önce,
tam bizim önümüzde bir spin atıp onlara son bir heyecan tattırırken bize de biraz sonra neler
yaşayacağımızı göstermiş oldu. Daha önce Haast’ta kalırken şöyle bir denemiş olduğum
nehir safariyi nihayet kalabalık teknede hem de Dart Nehri’nde doyasıya yaşayacaktım.
Pelerinlerimizi giydik, üzerine de can yeleklerimizi. Tekneye burundan girip yerleştik. Ben
kaptanın hemen arkasına oturdum.
Nehirde akıntı doğrultusunda önce güneye doğru indik. Neredeyse 10 cm
derinliğindeki nehir yatağında çılgın bir hızla yol alıyorduk. Zaman zaman daha derinleştiği
oluyordu ama yataktaki taşları gördükçe kaptanların nehir yatağını nasıl bu kadar iyi
bilebildiklerini kafam almıyordu bir türlü. Nehir bu, bazen suyu az olur bazen fazla… Böylesi
yüksek hızda, su moleküllerinin göz gözü görmez yaptığı ortamda nasıl gittiği rotayı
tehlikesizce seçebiliyordu anlaşılır gibi değil. İşte bu da büyük bir güvenle teslim olmuşluk
durumu… Adamın yapacağı en küçük hatada savrulup parçalara ayrılmamak mümkün değil.
Ama zaten adı üstünde, macera: düşünmeden atılınan şey… Jetbotlar kuvvetli akıntıya karşı
da gidebiliyorlarmış. Gidiyor gitmesine ama epey bir hoplama yaşatıyor. Dönüş yolunda
omurgamın bayağı zorlandığını hissetsem de yaşadığım his, keyifti. Kaptan her spin attığında,
eksenimiz etrafında hızla 360 derece döndüğümüzde baştan ayağa ıslanıyorduk. Neyse ki
hızımız çok özel yerlere geldiğimizde azalıyordu, hatta durup fotoğraf çekme şansı bile
bulabiliyorduk. Bunlardan en etkileyici olanı kaya dağda milyonlarca yılda açılan derin bir
yarıktı.53 Burada su donuk, mat, yani opak çok açık renkli Turkuaz’a dönüşmüştü. İnanılmaz
ve tanımlaması oldukça zor bir renk. Biz usul usul yarığa doğru yanaşırken, bir anda yarıktan
birkaç tane rengi kıpkırmızı çift kişilik kano çıktı. Öylesine bir su renginin üzerinde yüzen
kırmızı kanolar çocukların çizgi filmlerinde olur ancak. Gerçeklik duygularını yitirmiştim,
zaten cennetteydik, onun kendi realitesinde yol alıyorduk.
***
51
Paradise
52
Back roads
53
Chasm
$78
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Beş gece kalacağım Queenstown’da ilk iki geceden sonra göl kıyısındaki bir otele
taşındım. Şehirde kıyıların çoğu park ya da plaj, sonra fazla geniş olmayan bir yol ve yol
kenarında da oteller şeklinde bir yerleşim söz konusu. Otelim eski model otellerden biriydi.
Geniş bir balkonu vardı göle bakan. Giriş yaparken yine resepsiyondaki kız şehir haritasını
anlatmaya başladı. Aynen bir öncekinde olduğu gibi lobi tüm etkinlik şirketlerinin
broşürleriyle doluydu.
Odamın hazırlanmasını beklemek yerine, doğruca şehrin 700 metre irtifalı
tepelerinden birine kurulu bir macera merkezine54 gittim. Ağaçların arasından yavaş yavaş
teleferikle yükselirken gördüm Bungy Jumping platformunu. Yukarı çıkıp etrafa göz attıktan,
her köşede birinin kendini bir maceraya kaptırdığına şahit olduktan sonra, yiyecek bir şeyler
alıp bungy atlayışı yapanları izlemeye başladım. Dört yüzüncü metreye kurmuşlar atlama
platformunu. Böylece oturduğum 700 metre irtifalı kafeden; atlamaya gelenleri, yapılan
hazırlıkları ve kendilerini ormana doğru serbestçe bırakışlarını rahatlıkla izleyebiliyordum.
Epey fotoğraf çektim; tam atlama pozisyonunda ya da havada süzülürlerken, sonra halatı
gerisin geriye sarıp atlayanı platforma alırlarken… Atlayanların kendilerini boşluğa
bıraktıklarında attıkları çığlıkları duyuyordum. İzledikçe izledikçe cahil cesaretim önce
kırıldı, bilginin korkutuculuğunda tümüyle eridi gitti. Keşke hiç bunları izlemeden, platforma
gidip kendimi atabilseymişim boşluğa. Yazık oldu ülkeden bir bungy yapamadan ayrılmama.
Oysa macera merkezinin camındaki posterde “kork ama yine de yap”55 diyordu. Yapamadım!
İstanbul’da hayatı felç eden kardan bahseden e-postalar alıyordum, birine cevaben
şöyle yazmıştım:
Bugün kaldığım şehrin tepesinden bakmaya çıktım teleferikle… Bungy jumping
yapanları, paraglayding yapanları, luge diye motorsuz gokart benzeri bir araçla tepeden
aşağı hızla inenleri izledim epey. Sonra göle uzanmış yarımadalardan birini bir baştan diğer
başa yürüyerek döndüm. Queenstown şehrindeki turistik hayatı belgeledim. Arka
sokaklarında kayboldum. Mevsimlerden lavantaydı, nilüferdi, ortancaydı.
Seninle realitelerimiz ne kadar farklı değil mi?
Bugün tepedeyken karar verdim bu gezi kitaplaşmalı diye… Hemen bir isim bile geldi
aklıma: “SANKİ DÜNYA DEĞİL”. Uzun zamandır dünyada olmadığımı düşündürüyor
burası bana… Bildiğim dünya ile hiç ilgisi yok diye böyle söylüyorum tabii… Burada
insanlar, yaratılmış güzellikleri kutluyorlar, ona minnettarlık gösteriyorlar… Böyle bir yer de
varmış, hayatı kutlayarak yaşamak da mümkünmüş. Bunu muhakkak satırlara dökmek
istiyorum. Nasıl bu duyguyu sözcüklerimle başkalarına geçirebilirim bunu düşünüyorum
şimdi.
***
Queenstown’dan ayrılmadan önce göçmenlik işlemleri konusunda uzman şirketin uzun olduğu için doldururken yarım bıraktığım- formunu tamamlamak üzere bilgisayarımı
açtım. Ancak formu bilgisayarımda bir türlü bulamadım, uçup gitmişti sanki. Acaba bu bir
54
Skyline Gondola Queenstown
55
‘BE AFRAID BUT DO IT ANYWAY’
$79
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
mesaj mıydı? Bana bu işle uğraşmamam mı söyleniyordu? O sabah çektiğim melek
kartımdaki mesaj, OLUŞUM idi ve o kartı o ana kadar ilk defa çekmiştim.56 Belki benim için
evrende yeni bir oluşum hazırlanıyordu ve bu resmin içinde göçmenlik başvurusu yoktu.
Belki bir yere yerleşmem gerekmiyordu, gezerek yaşayacaktım belki. Bir yerlere yeniden
yatırım yapmamın gereği yok, sadece gezip yazacağım belki. Net olarak görmek istiyorum.
Çok insani bir duygu bu, önünü görme isteği… İçinde yaşadığım tasarıma güveniyorum,
kendimi onun iradesine bıraktım.
HARİKALAR DİYARINDA OLMAK
Dünya mirası bölgesinin diğer köşelerini de keşfetmek üzere pastoral manzaralar
eşliğinde, iki saatlik otobüs yolculuğuyla Güney Ada’nın en büyük ve en derin gölü olan Te
Anau gölünün kıyısındaki aynı isimli
kasabaya geldim. Otellerde yer bulmak çok
zor olmuştu. Te Anau’nun popülerliği,
GLOWWORM
fiyortlar bölgesinin en tanınmışı olan
Bu böceğin Yeni Zelanda’ya özgü olan
cinsinin adı Arachnocampa Luminosa (ışık
Milford Sound’a sadece bu kasabadan
üreten). Yumurtadan 20-24 günde çıkan
gidilebilmesinden ileri geliyordu. Ertesi
larvalar, son aşamada kanatlı bir böceğe
sabah başlayacak fiyord yolculuğumdan
dönüşeceği koza içindeki pupa haline gelene
önce, kasabaya geldiğim akşamı YZ’ye özgü
kadar, dokuz aylık uzun bir süre geçiriyorlar.
Larva, bir mukus ve ipekten tünel şeklinde
bir yaratığı görmeye ayırdım. Gidiş dönüş
yuva ve aynı malzemelerden oluşan bir
iki buçuk saat sürecek tur, göldeki iskeleden
oltayla bir dizi askıyı hazırlar. Her olta,
binilen tekne yolculuğu ile başlıyor, gölün
düzenli aralıklı boncuktan bir dizi görünümü
kuzey ucunda girişine sadece gölden
veren mukoza damlacıklarını taşıyan ipek
uzun iplikten oluşmuştur. Damlacık
ulaşılabilen bir mağarada son buluyordu.
Tekneden inince bir Alice edasıyla
ormanda girdiğimiz bu kara delikte, fotoğraf
ve video çekimine izin verilmediği için
elimde yaşadıklarıma dair tanıklık belgem
yok ne yazık ki. Dokuz ay süren larva
döneminde ışık yayabilen bu doğa harikası
yaratık etkilenmesin diye fotoğraf çekimi
yapılmıyormuş. Sese karşı da duyarlı
olduklarından, rehberin gondol kullanır gibi
yavaşça sürdüğü kayıkla, tıp oynarcasına
sessizce gidilip dönülüyor ziyaretlerine. Ve o
karanlık mağara tavanında görülenler, bütün
gerçeklik algılarınızı alt üst ediyor.
56
boyutunun çapı 1mm kadardır. Larvaların
mağara tavanından her biri 30-40cm
uzunluğunda sarkıttığı oltalar, avı kendilerine
çekmek için parlar. Larva havadaki oksijenle,
kendi yaydığı kimyasallar arasındaki
reaksiyon sonucu biyolüminesans sayesinde
ışık üretir. Böcekler ışığa doğru uçar ve
glowworm da gıdasını yakalamak için, aşağı
sarkar, bu yapışkan oltalara takılan avlar,
onun besini olur.
Glowworm, Yeni Zelanda faunasının en ilginç
böceklerindendir. Nemli gölgeli yarıklarda,
yağmur ormanlarında, eğreltiye benzeyen
fern yaprakları altında, kireçtaşı
mağaralarında, kullanılmayan maden
tünellerinde oluşurlar.
Yangından sonra bir arkadaşımın hediye ettiği melek kartlarından her sabah bir tane çekiyordum.
$80
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Harikalar dünyasına adım atmanın duygularını günlük kaydımdan aktarıyorum:
Mağara ve kurtçuklar gerçek bir mucize gibiydi. On iki kişilik sandalla uzaya doğru
yol alıyormuşum gibi hissettim. Bu hayvandan nasıl böyle muhteşem mavimsi bir ışık çıkıyor
anlaşılır gibi değil! Bir zamanlar “Uzay Yolu” dizisinde geminin camından gördüğümüz
görüntüler gibiydi ortam. Sandaldaki herkesin bir ayinde büyülenmişçesine tek bir ses dahi
çıkarmadan, kapkaranlık bir mağara gölünde tavandaki mavi ışıklı yüzlerce yaratığa
kilitlenmesi ayrı bir görüntü oluşturmuştu.
***
Ertesi sabah saat 10’da Milford Sound’a doğru yola çıktık. Fiyorda varmadan, yolda
harikalar dünyasının yeni sürprizleri beni bekliyordu. Ezelden beri sudaki yansımaların
fotoğrafını çekmeye bayılırım. Yoldaki ilk mola işte böyle bir gölde57 çekim yapalım diye
verildi. Gökyüzüne mesaj bırakılmış gibi ufak beyaz bulutlarıyla dağlar, dağların
eteklerindeki yağmur ormanları ve en yakınımızda da gölün kıyısındaki sazlık alanlar…
Bunların hepsi cam gibi bir göle yansıyor ve aynen aynalardaki yansıma gibi gerçeğinden çok
daha canlı ve çekici oluyor. Bu anlamda suyun manzaraya katkısı ciddi boyutta. Aslında
baştan başa bu yolculuk, suyun katkılarının nerelere kadar vardığının örnekleriyle doluydu.
Buraların efendisinin “su” olduğu tartışılmaz! Üstelik sanatçı bir efendi bu. D.H. Thoreau’nun
dediği gibi, “En iyi taş ustaları, bakır ve çelik aletler değildir, zamanın cömert müsadesiyle
keyiflerince çalışan hava ve suyun zarif dokunuşlarıdır.”
Suyun sıvı ve katı hali yaratmış Fiyordland’ı. Boşuna değil dünya mirası sayılması.
Her üç günün ikisinde yoğun yağış alan bir bölgede ilerliyoruz. Şansıma yağış almayan o
gündeyiz.
Üçüncü kez Alp Sıradağlarının bir yanından diğer yanına geçiyorum, bu kez geçidin
adı: Divide, yönüm doğudan batıya. Önümüzde Homer Tüneli var ama hemen girmiyoruz.
Tünel öncesi araç duruyor ve girişin yanındaki buzulu inceliyoruz. YZ’ye özgü dağ papağanı
KEA insana olan yakınlığını gösterircesine aramızda dolaşıyor. Dünyanın en akıllı hayvanı
diye geçiyormuş belgesellerde. Akıllılık yaramazlık da getiriyor beraberinde ki arabaların
antenleriyle, cam ve kapı lastikleriyle oynuyor gagasıyla. Herkes elindeki yiyeceklerden
veriyor ona. Dağın başında, gösteri kuşu haline gelmiş bir komik yaratık. Bildiğimiz
papağanlara göre tüyleri hayli renksiz, ama uçarken kanatlarının altının kırmızı olduğunu fark
ediyorsunuz. Meğer rengini belli etmiyormuş!
Homer Tünelinin içi ışıklandırılmamış, sadece kedigözleri yerleştirilmiş duvarlara.
1.200 metre boyunca farlara yardımcı herhangi bir şey yok. O karanlıkta duvarların beton
olmadığını fark ediyorum. Yontulduğu gibi doğal halinde bırakılmış, o nedenle de her
tarafından sular damlıyor. Tünelden çıktığımız gibi Cleddau Vadisi’ne inmeye başlıyoruz. Bir
rahme benzetilen yapısı var vadinin. Vadi tabanına inen yılankavi yolda ilerlerken otobüsün
camından fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Gerçekten de rahmin o küresel formundan derinlere
doğru inerken, tepemizde kalan vadi duvarlarının kapalılığından etkilenmemek mümkün
57
Mirror Lakes
$81
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
ilettiği. Birazdan tümden kapanacak ve biz ilerlediğimiz döl yolundan başka bir dünyaya
doğacakmışız gibi hissediyorum.
Vadi tabanında, vadiyle aynı isimli nehrin yarattığı şaheseri görmek üzere yine
otobüsten iniyoruz.
“Nedir bu? Neredeyim ben, kimler çalışmış burada? Bunlar nasıl sanatçılarmış?”
türünden sorularla “derin yarık”ın üstüne kurulu köprülerde dolaşmak ve hipnotize olmuş bir
şekilde, akan onlarca irili ufaklı şelaleyi izlemek… Thoreau’ya bir kez daha hak vermek…
Suyun efendiliğine biat etmek… Chasm’dayız58. Vahşice akan suyun kayalara yaptığına
baktığınızda, büyük kaya oluşumlarının içine gömülmüş daha küçük başka kayalar olduğunu,
hatta kayalarla kaynaşmış kalın kalın ağaç dalları olduğunu görüyorsunuz. Hele biri vardı ki
Çin çubuklarıyla yemek yemek görüntüsünün büyücek bir tezahürüydü. Suyun oyduğu
kayalar ne yuvarlak ne de sivri, tuhaf, başka bir dünyaya ait hiçbir tanıma sığmayacak amorf
heykelsi oluşumlar haline gelmişler. Oradaki oluşumu açıklayan levhadan; ırmağın yatağını
binlerce yılda sert yapılı kayalardan yumuşak yapılı kayalara doğru değiştirdiğini sonra da
yumuşak yatağı yararak göz alıcı şelaleler yarattığını öğrendim. Bu şelalelerden suyla birlikte
düşen kayaların, akıntının yarattığı girdabın içinde öğütüldüğü, öğütülme anında yumuşak
yapılıların içine sert taşların ya da ağaç parçalarının yerleşebildiği çizgilerle anlatılıyordu.
Sonunda da, “suyun gücü mirasımızı şekillendirmeye devam ediyor” cümlesiyle bitiyordu
bilgilendirme levhası. Bu ülkede bir kuşağın gördüklerini sonraki kuşak farklı görüyor demek
ki. Sürekli yükselen dağlarla yarımadadan sonra, burada da devamlı şekli değişen kayalarla
karşılaşmıştım.
Harikalar dünyasında bir gördüğümü hazmedemeden başka bir harikaya geçiyordum.
Chasm’dan yaklaşık 10 km sonra ansızın yolculuğun son durağı çıktı karşımıza. Zirve meğer
kıyıya çok yakınmış. Milford Sound’un simgesi haline gelmiş, piramidi andıran şekliyle Mitre
Zirvesi59 daha otobüsle yokuştan kıyıya doğru inerken gözümüze görünüverdi.
Her yıl yarım milyon ziyaretçiyi kendisine çeken fiyordun tekne kalkış terminali
aynen uluslararası havaalanı görüntüsündeydi. Pek çok tur şirketi fiyortta tekne gezisi
düzenlediği için kalabalık çoktu. Biraz bu kalabalık yüzünden, biraz da terminal binasında
yiyecek satan dükkân bulamamanın tedirginliğiyle aklım karışmıştı, ki pasaport, cüzdan, kredi
kartım, telefonum ve fotoğraf makinem gibi bütün değerli şeylerimi sığdırdığım bel çantamı
kaybettiğimi fark ettim. Tuvaletteyken belimden çıkardığım çantayı anlaşılan almadan
çıkmıştım kabinden. Bir koşu gidip tuvaletteki kalabalığa, çantayı gören olup olmadığını
sordum. Alâkasız bakışlarla karşılaştım. Kalbim endişeyle küt küt atmaya başlamıştı. Tuvalet
çıkışının hemen yanındaki acenteye çantamı kaybettiğimi söyleyip binadaki danışmanın
yerini sordum. Acentedeki genç kızla genç adam birbirlerine baktılar, adam iç odaya doğru
gitti. Bu ikilinin çantam hakkında bir şeyler bildiğini anladım o an. Hemen çantamın
markasıyla rengini söyledim. Adam elinde çantamla geldi, boynuna atlayıp öpmediğime
şaşırıyorum şimdi. Teşekkür edip alırken, içinde pasaportumun olduğunu söyledim.
“Biliyorum,” dedi. O ânı günlüğüme şöyle yazmışım:
Çok kısa bir sürede yaşlandım derler ya, işte o duyguyu yaşadım. Kayıp duygusunun
beni test etmesi devam mı ediyor nedir? Bence ben bu testten geçtim. Artık böyle kayıplar
yaşamak istemiyorum.
58CHASM:
59
derin yarık
Mitre Peak (1692 m.)
$82
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Çantaya kavuşmamla beraber iskeleye çıkıp çekim yapmaya başladım. Dönüş yolunda
pil bitene kadar da yüzlerce kare çektim. Allahtan yedek pil satın almayı akıl edememişim
İstanbul’dan, böylece sonunda mecburi olarak çıplak gözle de izleyebiliyorum güzellikleri.
İki yanı dimdik yüksek kayalık dağlarla çevirili fiyortta ilerlerken, yalçın kayalıklara
yapışmışcasına duran orman dokusunu fark ediyorum. Sonradan bir yerde okuduğuma göre,
tutundukları yamaçtan kurtulan bu ağaçlar zaman zaman çığ şeklinde suya iniyorlarmış.
160 metre yüksekten suya dökülürken muhteşem resim veren Bowen Şelalesi’ni
fotoğrafladıktan hemen sonra Mitre Zirvesi’ne yaklaştığımızı görüp üst güverteye, teknenin
en önüne geçtim. Ayakta durmanın mümkün olmadığı, kim bilir kaç kilometre hızla esen
rüzgârda makineyi sabit tutmakta zorlanarak çekim yapıyordum. Sonra fok balıklarının
güneşlendiği kayalıklara geldik. Bir tane yavru fok süt için annesini tartaklayıp duruyordu.
Rüzgârda telef olup üşüyüp ayakta kalma çabasından yorgun düşünce, aşağı inip büfeden
kahveyle sandviç aldım. Bu arada fiyordun Tasman Denizi’ne açılan ağzına gelip karşı
sahilinden dönüşe geçmiştik. Yine bir heyecan ânı ve günlükten bu heyecanın aktarımı:
Daha önce karşı sahilden giderken uzaktan gördüğümüz çılgınca akan Stirling
Şelalesi’ne geldik. 147 metre yüksekten dökülüyormuş suya. Ben, elimi deklanşörden
kaldırmadan fotoğraf çekiyordum, kaptansa elini gazdan çekmeden şelaleye yaklaşıyordu.
Nefes kesici bir deneyimdi. Neredeyse herkes içeri kaçtı, bense ısrarla çekmeye devam ettim.
Önce zerreciklerle, sonra denize düşen suyun yukarı sıçrattığı sularla baştan aşağı
ıslanmıştım. Sonunda kameram ıslanıyor diye
ben de içeri girdim, çünkü o noktadan sonra
kaptan elini gazdan çekmezse tekne şelalenin
SU ALTI GÖZLEM MERKEZİ
altına girmeye başlayacaktı.
İçeride kendime sıcak bir çay almış,
ıslak ve üşümüş halimi ısıtmaya çalışırken,
kaptan teknenin yanını şelaleye doğru
çevirmişti. Genç bir çocuk, arka güverte
kapısından içeri girdi ve heyecanla beni dışarı
çağırdı, “Muhteşem,” dedi. Ona elimle baştan
ayağa kendimi gösterdim, sırılsıklamdım.
Zaten dışarıda olduğumu fark edip güldü. Ön
güvertede güneşte kuruyarak geri dönerken,
aslında gezinin en vurucu noktasının Mitre
Zirvesi’nden ziyade, kaptanın yaptığı şelale
gösterisi olduğunu düşündüm.
***
Te Anau’dan sonra durduğumuz ilk
durakta fark ettiğim yakışıklı bir adam vardı
turda. Yalnızgezenlerdendi ya da bu tura
yalnız katılmıştı. O da fotoğraf çekmeyi
seviyordu. Konuşmak istemekle uzak durmak
arasında salınıp konuşmadan uzaktan izledim
onu. Tuhaf bir duygu bu. Sanki konuşmaya
Yılda ortalama 7 metre gibi yoğun yağış alan
bu bölgede deniz suyunun üzerinde 4-5
metrelik bir tatlı su katmanı oluşmuş. Yoğun
yağış dimdik kayalık yamaçları yıkayarak
inerken dikkate değer oranda organik yapıyı
beraberinde okyanusa katıyormuş. Bunların
oluşturduğu koyu karanlık katman gün ışığını
engelleyen bir filtre vazifesi görüyormuş. Bu
bölgenin korunmuş suları sesten de uzak
olduğundan derin okyanus sularının ortamı
kendiliğinden oluşmuş. Böylece derin suların
hayvanlarını burada yüzeye çok yakında
görmek mümkünmüş.
DVD’de özellikle siyah mercan diye adlandırılan
iskeleti koyu renk, dalları beyaz olanıyla kırmızı
mercan ve anemon tüpleri, denizyıldızları güzel
görüntüler veriyordu. Dalgıç kameraman
çekime suyun üstünde başlıyor. Yamaçlardaki
bitkileri bize gösterdikten sonra, kamerasını
suya indirip bu kez su altında büyüme ortamı
bulmuş bitkileri izlettiriyor. Benzerliği hemen
fark ediyorsunuz. Yukarısıyla aşağısının
bütünlüğü şaşırtıyor insanı.
$83
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
başlarsak güzelliklere dikkatimi veremeyecekmişim gibi bir kaygı taşıyordum. Bu geziyi
yalnız yapmaktan hoşnuttum çünkü. İstediğimi istediğim kadar prensibiyle yaşıyordum. Bu
beni ziyadesiyle mutlu ediyordu. Yanımda ikinci bir göz olması beni bölüyor, doğanın hangi
parçasını izliyorsam, o parça ve ben baş başa olmalıyız diye düşünüyordum.
Kıyıya yanaşmaya dakikalar kala bu adamla ön alt güvertede karşılaştık. Kaptan sualtı
gözlem merkeziyle ilgili bir duyuru yaptı. Yeşil biniş kartı olanlar inip başka bir tekneyle
dönecekler diye anladım. Merkezi gezmek 40 dakika sürecekmiş. Saatime baktım, dönüş
otobüsünün kalkmasına 50 dakika vardı. Biraz panikledim. Adamın da, elindeki rezervasyon
formunu incelediğini görünce yanaşıp otobüs kalkış saatini sordum, ne de olsa aynı
otobüsteydik. O da benimle aynı kaygıyı yaşıyormuş: “Arada kalan 10 dakika otobüse
yetişmeye yetecek mi?” kaygısı. Derken görevli kız gelip “Sualtı gözlem merkezine gidecek
olan var mı?” diye sordu. Yeşil kartımı ona gösterdiğimde “Sen kalıyorsun,” dedi. Meğer
kaptanın duyurusunu ters anlamışım. Ama anlaşılan yakışıklı adam da yanlış anlamış!
Herhalde turda yer ayırtırken sualtı gözlem merkezi için ayrı bir rezervasyon
yaptırılıyormuş ve ben bunu atlamışım. Sonraları turun DVD’sini izlediğimde merkeze
gitmemekle neler kaçırdığımı anladım, ama geç kalmıştım.
GÖLÜMÜ BULDUM
İkinci fiyorda ulaşmanın yolu Manapouri Gölü’nün kıyısındaki kasabada kalmaktı.
Kısa bir yolculukla bir gölden diğer gölün kıyısına geçiverdim. Sözü günlüğüme bırakıyorum:
Manapouri Gölü kıyısındaki Lake View Motor Inn adlı otelime yerleştim. Odam gölü
seyrediyor. Hep hayalimdeki göl gibi ufak, karşı kıyısı yakın ve kıyıları yüksek dağlarla
çevirili. Odadaki rahat ve konfor yerinde, bütün bunları yaşayabildiğim için şükürler olsun.
Bundan sonra sadece yazmak var. Gezmek görmek, deneyimlemek ve yazmak. Ben değil
miydim ki senelerce, “Sadece okuyarak, yazarak ve seyahat ederek yaşamak istiyorum,”
diyen. Dualarım kabul oldu.
Artık Manapouri kasabasını keşfetmek için merkeze doğru yürüyebilirim. Çünkü yarın
sabah aynı yürüyüşü yapıp Doubtful Sound’a doğru hareket edecek tekneye bineceğim. Yol
kaç dakika sürüyor, tur şirketi ve hareket iskelesi nerede, önden araştırma yapmak, sabahın
telaşını azaltacak.
Günlük yazmaya akşam devam etmişim:
Şimdi odamın önünde oturmuş, gün batışı ayininin göl üzerindeki etkisi altında
yazıyorum. Muhteşem renklerin yanı sıra pıt pıt yağmur atıştırmaya başladı. Ahmakıslatan
gibi mi yoksa daha mı zayıf bilmiyorum. Tepemdeki eternit çatıdan sesi geliyor sadece. Durdu
galiba şimdi de. Akşam yürürken de öyle üç beş damla atıştırmıştı, geçerken yokluyor gibi
bulutlar. Gölü böyle izlemek güzel, zaten gölün kendisi çok güzel. Tam benim sipariş ettiğim
$84
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
gibi, ancak önünden 95 numaralı karayolunun geçmesi, otelin Motor Inn sınıfından olup
arabalıların araçlarını odalarının önüne park etme durumları sevimsiz.
Öğlenden sonraki keşif gezimde ayaklarım beni “göl patikası 8 dakika” yazısını takip
etmeye sürükledi. Göl kıyısına inip fotoğraf çektikten sonra, orman içinden ilerleyen
patikadan merkez yönünde devam ettim. Yol ayrımları geldikçe içsel rehberliğime güvendim,
sonuçta küçücük Manapouri’de kaybolamazdım değil mi. Birden önüme bir kulübe çıktı
Beech ormanının içinde. Hani hep bir hayal içindeydim ya, “göl kıyısında bir ev” diye. Sonra
gölleri gezmeye başlayınca anladım ki kıyılarda ev olmuyor bu ülkede. “Tamam, o zaman göl
manzaralı ya da göle çok yakın olsun” diyordum. Tam da bu yürüyüşü yaparken içimden,
“orman o kadar güzel ki, şurada bir evin olacak”demiştim. Şimdi aniden karşıma çıkan bu
kulübenin sadece sırtı gözüküyordu. Patikada ilerleyip önünü de göreyim derken, bir başka
kulübe ve bir başkası daha karşıma çıktı. Birbirine yakın açılı yerleşmişlerdi. Acaba bunlar
arkadaş evleri mi yoksa otel mi diye sorarken levha görüş alanıma girdi: Possum Lodge.
Gördüğüm kulübelere “kabin” diyorlarmış. İçinde mutfağı da olan dayalı döşeli üç adet
kabin ve karavanlar için kamp alanı olarak, ormanın kenarında gölün kıyısına çok yakın
olarak kurulmuş bir tesis burası. Resepsiyon kapalıydı. Etrafı dolandım; çeşitli yürüyüş
patikaları, göle iniş yolu ve manzara izleme noktaları vardı. Yarım saat oralarda oyalandım
sonra yeniden resepsiyona baktım ki açılmış. Kabinlerden biri 31 Ocak’ta on bir geceliğine
boşalacakmış. Hemen plan değişikliği yaptım ve sonraki durağım Invercargill’dan gerisin
geri buraya dönmeye ve boşalacak kabinde kalmaya karar verdim. Yine de kadına, biraz
düşünüp dönüşte uğrayacağımı söyledim. Hani şu, “İlk duyduğun sese kulak verme, ikinciyi –
daha kısık olanını- dinle” tavsiyesine uyarak merkeze indim. Yarın çıkacağım turun kalkış
yerini buldum. Yöre için hazırlanmış belgesellerin DVD’lerini satın aldım. Elimdeki kasaba
haritasını izleyerek manzara seyir teraslarına yürüdüm. Gölde irili ufaklı adalar vardı. Bu
kasaba Waiau Nehri’nin göle boşaldığı noktaya kurulmuş. Kasabayı turlayarak marketle
kafelerin yerlerini buldum. Diğer tatil evleri broşürlerine de bakınca benim istediğimin
kesinlikle o küçük kabin olduğunu anladım. Possum Lodge’a geri döndüm ve on bir gece için
yerimi ayırttım. İçimde çok güzel bir his oluştu. Kendim için iyi bir şey yapmıştım. Vereceğim
uzun mola zarfında, küçüklü büyüklü yürüyüşler yapabilir, yazdıklarıma eğilebilir, aldığım
yeni kitaplarla yanımda getirdiğim eski kitaplarımı okuyabilirim. Epeydir geçirdiğim hareketli
dönemi biraz durdurmakta fayda var. Bavul açıp kapamaktan yorgun düştüm sanırım. Her
gün muhteşem bir yeri görüp hazmetmek kolay olmuyor. Gördüklerimin biraz demlenmeye
ihtiyacı var.
Karşımdaki dağların lilaya dönüşen rengiyle gölün gümüşe çalan rengi iyice
belirginleşti. Beyaz şarabımın eşliğinde yazarken batan günün fotoğrafını çekiyorum arada.
Şimdi bu resmi tamamlayan YZ Robin’i de geldi. Buranın kuşları meraklı, insana yaklaşıp ne
olup ne bitiyor diye bir bakış atıyorlar ille de.
***
“Denizden içeriye doğru bakıldığında gözün görebildiği alanda hiçbir şey
gözükmüyordu. Oysa denize bu kadar yakın birbiri ardına dizilmiş kaya dağ zirveleri
aralarda vadilerin olamayacağının göstergesiydi.” Bu sözler 1770’de Fiyort Bölgesinde
(Fiyordland) keşif yapan Kaptan James Cook’a ait. Adını onun koyduğu en uzun fiyorda
doğru yolculuğum başladı. Denizden baktığında içerisinin çok kapalı, epey kuytuda kalmış
olduğunu düşündüğü için, geminin içeri girmesi durumunda dışarı çıkacağı zaman yeterli
$85
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
rüzgârı bulup hareket edemeyeceğinden şüpheye düşmüş kaptan ve fiyorda buna istinaden
Doubtful Sound60 demiş.
O günkü gezinin günlük kaydından aktarıyorum:
Erkenden kahvaltımı edip yürüyerek iskeledeki Real Journey’nin ofisine gittim. 8.30
hareketle önce Manapouri Gölü tekneyle geçilecek, gölün bittiği noktada yer altı güç
istasyonuna inilecek, sonra karaya çıkıp fiyorda doğru otobüs yolculuğu yapılıp varış
noktasında 40 kilometre uzunluğundaki fiyort, tekneyle dolaşılacaktı. Sabah uyandığımda
hava bulutluydu. Gerçi burada hava genelde sonradan toparlıyor, ama bugün toparlayamadı.
Yani Doubtful Sound bölgesi nemli, sisli, bulutlu, zaman zaman da çisentiliydi. Beklenen
görüntüler yerine beklenmeyen görüntüler yakaladım. Oldukça dramatik görüntülerdi bunlar.
Bazen ne kadar yüksek zirvelerle çevrili olduğumuzu bilemiyorduk, bulutlar o kadar
alçalıyordu. Her şey çok çabuk değişiyordu, bir anda tekrar yükselebiliyorlardı da. Sisin
indiği, bulutların alçak seyrettiği zamanlarda dağ silsileleri siyah beyaz filmleri andıran nefis
görüntüler veriyorlardı.
Gezinin ilginç yönlerinden başlıcası, elektrik üreten yer altı güç istasyonuna inmekti.
Yerin, daha doğrusu göl zemininin 200 metre altına indik. Bunun için iki kilometrelik
yılankavi bir tünel açmışlar. Dünyanın merkezine doğru iniyor olma düşüncesi insanın
psikolojisini etkiliyor en başta. Aslında pek bu realitede olmak istemedim, bu tarz fobilerim
yoktur ama insan ister istemez kafa yormaya başlıyor: ya deprem olsa, ya yangın çıksa, ya bir
patlama olsa, yani acil bir durumda yerin bunca altında ne yapılır? Ya bu adamlar ne
yapıyorlar? Bu düşüncelerle nasıl başa çıkıyorlar?
Tünelin duvarları betonlanmamış, aynen Homer Tünel’i gibi doğal dokusunda
bırakılmış. Böylece doğanın yaşam alanına müdahale etseler de bütün bütün ekosistemi
yaralamaktan imtina ediyorlar diye düşündüm. Hatta tribünlerin olduğu üretim odasına
yürürken, tünel duvarında sızıntı sular ve yosunumsu oluşumların yanındaki “yaşayan
duvarımızı lütfen rahatsız etmeyin” yazısı dikkatimi çekti. 450 milyon yaşındaki yerkürenin bu
alt katmanlarına elini değdirmek, insana, parçası olduğu kendinden çok daha büyük sistemi
hatırlatıyor. O muhteşem tasarımın derinlerine, insanın kendine bahşedilmiş aklı kullanarak,
gölle denizin seviye farkından istifadeyle kurduğu elektrik üretim merkezi, ancak filmlerde
görülebilecek bir absürdlükmüş gibi geliyor.
1960’lı yıllarda bu santralin yapılmasına karar verildiğinde ilk projeye göre gölün
suyunun 30 metre yükseltilmesi söz konusuymuş. Bu, göldeki bazı adaların suyun altında
kalması ve sahil ormanlarındaki ağaç köklerinin suya gömülmesi anlamına geliyormuş. İşte
bu haber insanları ayağa kaldırmış ve çevreyle ilişkili protesto tarihlerinin ilk gösterileri ve
imza kampanyaları Manapouri Gölü’nü kurtarmak üzere yapılmış. Yani burası, YZ’nin çevre
bilincinin doğum yeri olarak tarihe geçtiği için çok değerli. O tarihte internet üzerinden
imzalanan imza dilekçeleri olmadığını düşünürsek, ülkede oy veren nüfusun neredeyse her
beş kişisinden birinin desteğiyle 265.000 imzanın toplanması gerçekten büyük bir başarıymış.
Sonuç: Hükümet ilk seçimde iktidardan düşmüş ve gölün suyunun yükseltilmesinden
vazgeçilerek onun yerine gölü denize bağlayan tünelin seviyesini daha düşük kazıp üretimi
gerçekleştirmişler. Çare her zaman vardır. Mühendisler bunun için hayatımızdalar, yeter ki
60
Doubtful: şüpheli, kuşkulu
$86
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
çevre bilincimiz yüksek olsun değil mi? 70’ler ve 80’ler YZ’de çevre bilincinin sürekli
yükseldiği yıllar olarak anılıyor.
Doubtful Sound’da tekne gezisi yapabilmek için güç santrali çıkışında otobüslere
binip yirmi kilometre süren bir kara yolculuğu yaptık. Alp Sıradağlarını artık kaçıncı kez
olduğunu hatırlayamadığım şekilde yardık geçtik yine. Bu kez geçidin adı: Wilmot Pass.
Geçitle beraber, dünyanın en ıslak bölgesine geçmiş olduk. Fiyordland’in aldığı yağış
yılda 5 ile 8 metre arasında değişiyormuş. Okyanusun güneyiyle Tasman Denizi boyunca
batıdan esen nemli rüzgârlar fiyort sahillerindeki yüksek dağlara çarpıp dağların deniz
tarafına yağmur olarak iniyormuş. Sabah yola çıktığımız noktaya yani dağların doğu tarafına
yılda 1 metre civarında yağışın düştüğü düşünülürse, aradaki yağış farkının doğadaki
etkilerini anlamak daha kolaylaşıyor. Ortam aniden açık çay rengi organik bir örtüyle
kaplandı. Acımasızca yağan yağmur sularının oluşturduğu ırmaklar ve şelaleler arasına
yapılmış karayolundan ilerlerken, yoldan gayrı her alanın -ağaç gövdeleri dâhil olmak üzerekaplanmış olması çok çarpıcı. Yosunumsu bir örtü gibi dursa da içinde pek çok bitki çeşidi
barındıran bir yapısı var bu örtünün. Yoğun yağışla birlikte bu örtüdeki organik yapılar denize
kadar iniyormuş. Özgül ağırlığı deniz suyuna göre hafif olduğu için de denizin yüzeyinde
kalan, yüzen bir örtüye dönüştü, sahile geldiğimizde. Görüntülerin vahşiliğini anlatmak zor.
İnsan yaşamına uygun yerler değil buraları, dünya mirası ilan edilmesiyle beraber, insanlara
sergilenen bir yer, şimdilik.
Fiyordu gezmek üzere bindiğimiz tekne suda ilerlerken yüksek tepeler bizden
saklandılar ama fok balıkları, penguenler ve şişe burunlu yunuslar elimizi boş göndermediler.
Onlara fazla yaklaşmaya izin yok, yine de; uzaktan da olsa, oradan hiç ayrılmayan bu ailelerin
yaşamlarına tanık olma şansı yakaladık.
***
İki gün sonra geri dönmek üzere Manapouri’den ayrıldım. Yolculuk, Güney Ada’nın
en güneydeki şehri Invercargill’a. Bir ülkeyi en kuzey noktasından en güney noktasına kadar
gezmeyi başarmış olmak gerçeği hoşuma gidiyor. 1850-1860’larda Invercargall’a yerleşen
İskoç göçmenleri, iyi bir şehir planıyla kurmuşlar burayı. Şehir, tarihi binalarıyla dikkati
çekiyor. Yine bir nehir ağzına yerleşim ve buna bağlı ticaret merkezi…
Buradaki günlerimi günlük kaydımdan aktarıyorum:
Intercity’nin otobüs şoförü beni, ana caddedeki otelime kadar bıraktı. Otel restore
edilmiş bir tarihi bina: Victoria Railway Hotel. Otel sahibi çiftten Trudy komik bir kadın.
Sohbeti çok canlı.
Bina çok güzel yenilenmiş, konforum yerinde ve çok anlamlı bir fiyata kalıyorum.
Öğlen yemeği yemek amacıyla, biraz da şehri keşfetmek üzere yerleşir yerleşmez dışarı
çıktım. “Mevlana Kebabs” yazısını görünce ayaklarım her yerde olduğu üzere beni
dükkândan içeri soktu. Sahibi Mustafa yakınlık gösterdi ve sohbet ettik biraz, Konyalıymış.
Yemekten sonra Türk kahvesi ikram etti, çıkarken de hemen her gittiğim döner kebapçıların
benden istediği parayı aldı: 5 YZ doları. Bu sanırım gittiğim dördüncüydü, herhalde
yediğimin maliyeti bu rakam olsa gerek. Satış rakamlarını hatırlamıyorum, çünkü girer
girmez Türkçe konuşmaya başladığımız için menüye filan bakmadan ne yiyeceğim konusuna
giriyoruz. Kebap diye hazırlayıp sattıkları yiyeceğin bildiklerimize benzer tadı yok tabi, ama
$87
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
olsun, yine de hep onlara gitmeyi seçtim. Türkçe konuşmak, bazen kahve bazen demleme çay
içmek çok güzeldi çünkü.
Sonraki durak Henry’i görmek için müzeydi. Henry, bir Tuatara61. YZ’nin endemik
hayvanlarından biri. Yaşayan fosil diye anılan bir sürüngen cinsi. Ataları 220 milyon yıl önce
dinozorlarla beraber yaşamış, yani dünyanın günümüze kadar gelebilen tek antik sürüngen
ırkı. Maori’nin yaradılış efsanelerinde de yer alıyormuş ve bazı kabileler onun bilginin
koruyucusu olduğuna inanıyorlarmış. Kertenkeleyle timsah arasında bir görüntüsü var. Uzun
kuyruğu dâhil 80 cm. boyunda ve 1-1,5 kg ağırlığında. Başının tepesinde ince bir deriyle
örtülü üçüncü bir göz taşıyormuş. Bu gözle mevsimsel değişiklikleri yani doğanın döngüsünü
takip ediyormuş. Henry 2009 başında tam 111 yaşındayken ilk kez baba olmuş.
Tuataralar, Kuzey Ada’nın çevresindeki yaban adalarda yaşıyormuş daha çok. YZ
henüz insansızken, yani Maori öncesi dönemde ana karada da bulunuyormuş ama sonra,
Maorilerin Polinezya’dan beraberlerinde getirdikleri hayvanlar tuataraların kökünü
kurutmuş. Bereket civar adalardakiler yaşayabilmişler ve günümüzde koruma altındaymışlar.
Henry’nin, Cook Boğazı’ndaki Stephens Adası’nda 19 yy’ın ikinci yarısında doğduğu
düşünülüyor. 1970 yılında Invercargill’daki müzeye getirilip Tuatarium’a konmuş. Bu yer
değişikliğini kabullenmekte epey zorlanmış, 2008’e kadar yani tam 38 yıl bayağı saldırgan
davranışlarda bulunmuş hatta bu davranışlarının sebep olduğu bir kanserli dönem de
yaşamış. Neyse ki kanser 2002’de yok olmuş. Sonunda da çiftleşmeyi kabullenmiş ve baba
olmuş Henry!
Henry bana poz vermeye pek gönüllü olmadı, saklandığı oyuktan zaman zaman
kafasının birazını çıkardı o kadar. Müzedeki belgesel onu ve ait olduğu ırkı oldukça detaylı
anlatıyordu, ben de çareyi film izlemekte buldum.
Müzede daha önce duymadığım başka bir tanımla daha karşılaştım: Subantarctic
adaları. Bu isim, YZ ile Antarktika arasında yer alan ve ülkeye 1100 ile 250 km arasında
uzaklığı olan altı adet adayı topluca tanımlıyor. Müzenin bir bölümünde bu adalardaki
canlıları ve yaşamı koruyup kollama çalışmalarını sergilemişlerdi. İlgiyle izledim. Böylesi
konulara yoğunlaşan insanlar kendilerini sonsuzluğa ait hisseder herhalde… Başlangıcı ve
sonu olmayan bir varoluş içinde olmak…
FARKINDALIK ÇALIŞMALARI DURAĞI
31 Ocak 2010
Bu sabah Invercargill’daki tarihi otelimde uyandım, şimdiyse, dingin ve huzurlu
gölümün karşısında yazıyorum. Bugün hava olağanüstü güzel ve bugün Manapouri gölü,
olağanüstü güzel görünüyor. İyi ki burayı keşfettim ve iyi ki buraya dönme iradesini
gösterebildim. Buranın dinginliği benim tempomu da düşürdü, hiçbir detay içimdeki barışı
tehdit etmiyor sanki. Canımı sıkacak bir olgu kalmamış gibi. Böyle yaşamak beni mutluluğun
da ötesine taşıdı. Her şeyin böyle değişmesi ne güzel oldu. Çevrem hem doğal güzellikler hem
61
Sırtında sivri tepeler olduğunu anlatan Maori dilinde bir sözcük.
$88
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
de güzel ruhlu insanlarla doldu. Ben nasılsam dışarısı da öyle oldu. Bu işin sırrı neymiş tam
anlayamadan gerçekleşti ama şimdi artık realitem bu.
Bu sabah annem telefon etti, keyfi ve sağlığı iyiymiş şükür. Ona buradaki mutluluğumu
anlatınca, kalışımı biraz daha uzatmamı tavsiye etti bana. “Türkiye karışık, döneceksin de ne
yapacaksın?” dedi. Vizemin bitiyor olduğunu söyleyince, “O zaman yine gidersin,” dedi.
Anlaşılan benim mutlu olmam ona da mutluluk olarak yansımış. Yani dediğim gibi, içim
nasılsa dışarısı da öyle olmaya başladı. Bu muhteşem bir dönüşüm.
Invercargill’dan Manapouri’ye yolculuğumu Scenic Shuttle şirketiyle kapıdan kapıya
olarak yaptım bu sabah. Yolculuk tamamen güney sahilinden geçecek şekilde düzenlendiği
için bu yolu seçmiştim. Bu güzergâha manzaralı tur (Scenic Tour) diyorlar. Aslında minibüs
seferi ekspresti, normalde durak yapmadan gitmemiz gerekirdi. Yolcu olarak benden başka
sadece Arjantinli bir kadın vardı. Şoför pek sevimli bir adamdı, bazı noktalarda aracı fotoğraf
çekimi için durdurdu, yol boyunca da bize rehberlik edip çevre hakkında izahatta bulundu.
Buraların hâkimi de “rüzgârmış". Bunu özellikle ağaçların rüzgâr nedeniyle aldığı şekillerde
gördük. Ağaçların her biri bir fırtınanın dondurulmuş karelerini andırıyordu adeta.
Tuatapere’den geçerken şoförümüz kahve içmek üzere mola vermeyi teklif etti. Kafenin ismi:
Yesteryears Museum62. Kapıda iki adet çocukluğumun bebek arabası ve kara tahtada bir yazı:
sahici yiyecek ve kahve. Günümüzün hızlı, ayaküstü beslenmesi ve hazır kahvelerine güzel bir
gönderme… İçeri girdiğimizde Beatles’ın Yesterday parçasını duyunca gülümsedim.
1960’ların müzik dolaplarından birinde 33’lük bir uzunçalar olarak çalıyordu parça. Binanın
dekorasyonu, bir zamanlar kullandığımız mutfak araçlarıyla yapılmıştı, hayatımıza makineler
girmeden önce kullandığımız nice el aleti vardı duvarlarda, raflarda. Emayeler, seramikler,
porselenler…. Yaşlı bir kadın, geçmişten kalmış bir dükkân ve dünden kalmış bir kasaba… Bu
ülke sürprizlerle dolu.
Beni Possum Lodge’a bıraktılar. Şoför kabinin kapısına kadar bavul ve çantalarımı
taşıdı. Sabah Invercargill’dan ayrılmadan önce marketten yaptığım yiyecek alışverişi
paketlerim vardı bir de. Yerleştim ve hemen plaja kadar yürüyüp geri döndüm. Şimdi eğer
bakkal açıksa şarap alıp kabine dönüp akşam yemeğimi hazırlayacağım. Şükürler olsun, bu
halim bende sevinç yaratıyor.
2 Şubat 2010
Kırk sekiz saati geçti bu güzel yerdeyim, öyle sık sık ortalarda dolaşıp göl kenarına
filan indiğim yok aslında. Daha ziyade uzun zamandır yapamadıklarımı yapıyorum. Kitap
okumak ya da mektup yazmak mesela…
İşte o günün tarihiyle yolladığım bir mektup:
Canım arkadaşım,
Sesim çıkmaz olunca merak ettin değil mi? Seyyah arkadaşın, gezelim-görelim turunun
altı haftalık bölümünün sonuna yaklaştığında fark etti ki her Allahın günü bir güzelle olmak
bedenen de ruhen de kaldırılacak şey değilmiş. Kısaca; durup dinlenip, ne gördüm, nasıl
böyle oluşmuş, neydi ne değildi kısmına bakmadan ertesi gün bir başka noktaya hareket
etmek, bir veya iki gece kalıp yine yola düşmek işini bir yerde durdurup uzun kalacağım
noktayı bulmak istiyordum. İşte böyle düşünürken -Fiordland Milli Park bölgesinde iki önemli
62
Eski zaman müzesi
$89
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
fiyordu ziyaret ederken- tam düşlerimdeki göl ve kıyısındaki kabinle karşılaştım. Fiyortlardan
sonraki durak artık ülkenin en güney ucu olan Invercargill şehriydi. Orada yapılmış
rezervasyonum beni bekliyordu. Programımı bozmadım, atlayıp gittim ve 1806 yapımı
otelimde çok keyifli iki gece geçirdim. Otel sahibi çift adeta ev sahibi gibiydiler. Ancak
evlerinde oda kiralayanlarda böyle sıcak ilgi ve alâka görüyorsun çünkü. Özellikle kadın hem
komik hem çok yardımcı ve sıcakkanlıydı. Onlarla tanışmak için bile oraya gitmiş olabilirim.
Neyse, orası bir şehir merkezi olduğu için sinemasında günümüz filmleri de oynuyor. Ben de
Merly Streep’in “It’s complicated” filmine gidiverdim.
Sonunda, Invercargill’dan gerisin geriye Manapouri Gölü’ne döndüm ve kabindeki
hayatıma başladım.
Gölün küçüklüğü, sınırlarındaki dağların güzelliği, dinginliği… Tam konakladığım
yerde Waiau Irmağı’nın göle dökülmesi nedeniyle sağın göl kıyısı, solun nehir kıyısı şeklinde
bir başka güzellik… Burada dinlenmek, gördüğüm bütün güzellikleri düşünmek, hazmetmek,
sadece ilk fiyorttan sonra yazdığım yirmi dokuz sayfalık (toplamı üç defteri geçen) günlük
kayıtlarımı gözden geçirmek ve hatta gezme temposunda pek beceremediğim şeyi, kitap
okumak istedim. Bu arada hep dışarıda yemekten yemek yapmayı, bulaşık yıkamayı ve
şarabımı şişeyle alıp istediğim zaman istediğim oranda içmeyi özlemişim.
İşte şimdi Manapouri’de durdum ve beden ritmimi de düşürdüm. İlk gün sadece
kabinin önündeki bankta kitap okudum mesela.
Ve günlüğüme kaldığım yerden bağlanıyorum:
Bugün Michael Sky’ın “Duygusal Yüzleşme” kitabını bitirdim. Çok güzel bir akış ile
çok önemli bir bilgiyi aktarmış kitabında. Yazık ki altı hafta ara vererek okuduğum için, o
bütünlüğü kaybettim. Yine de aldığım notları okuyarak, bir iki bölüm geriye dönerek, olayı
algıladım. Kitap bize, yaşayan enerjiyi eş-yaratıcı olarak maddeye dönüştürürken dünya için
olumlu seçimler yapabilme şansımızı unutmamamızı, bu seçimi yapabilmek için de nefesimizi
kullanmamızın yolunu anlatıyor. İlişki mirası, sosyal virüs gibi kalıplarla doldurulan beden ve
ruhumuzu etkin kabul, dinamik gevşeme ve niyet nefesleriyle nasıl pozitifte yaşatabileceğimizi
anlatıyor. Bebekleri ve çocukları izlememizi ve onların dışa taşan enerjilerine etki eden enerji
alanlarımızı temiz tutmamız gerektiğini ve bunu nasıl yapacağımızı tarif ediyor.
Enerji denizindeki bir damla olarak kendimle çalışmanın denize olan etkisini anladım
bir kez daha Michael Sky’ın yalın anlatımında.
Dün akşam yemek sonrası nehir kıyısından marinaya yürüyüp geri geldim. Akşam
güneşi renkleriyle nehri ve gölü izledim. Burası gerçekten özel bir güzellik taşıyor. Enerjisi
tertemiz. Ülkenin en büyük elektrik üreten santralinin gölün kıyısında kurulu olması
hasebiyle, aslında negatif enerji olmalıydı burada, ama ya bu köşe santralin olduğu West
Arm’a uzak diye ya da doğanın ortasında negatif enerji hemen pozitife dönüşüyor diye burayı
çok huzur verici buluyorum.
Sabah, New York’tan astrolog arayacağı için heyecanla uyandım. Erkenden kahvaltı
ettim, hazır bir şekilde beklemeye başladım, baktım arayan yok. Ben de bilgisayarımı açıp
cevap bekleyen mektupları yazmaya başladım. O sıra, bağlantıda bir sorun olduğu için
aranamayacağımı bildiren bir e-posta geldi. Başka bir tarihe erteleniyordu aranmam. “Her
işte bir hayır vardır”, dedim. Kendimdeki bu rahat kabullenişe şaştım biraz, ama çok
sevindim. Bu değişikliklerden çok haz alıyorum. Beklentiler ve hayal kırıklıkları faslı bitti
inşallah. Ne kadar yorucu bir yaşam tarzıymış… Kabullenici olmak, akışla gitmek huzur
$90
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
verici, canın yanmıyor. Michael Sky’ın nefes çalışmaları faydasını göstermeye başlamış
olabilir mi?
Ertesi sabah, göl kıyısında oturup göçmenlik konusunda danışman şirketin formunu
doldurmaya başladım yeniden. Form tamamlanınca, yazdığım açıklayıcı mektupla beraber
şirkete e-postaladım. Eğer YZ’de yerleşik yaşamam, evrende benim için planlanmış ise ben
de bu mektupla bana düşeni yapıyor, istenen şartlara uygun olup olmadığımı anlamaya
çalışıyordum.
YZ’ye gelirken yanımda getirdiğim kişisel gelişme çalışmalarından birini okumuştum
geçen sabah. Konu ego ile ilgiliydi: “Egoyu un ufak etmek!” Adından anlaşılacağı üzere pek
kolay bir çalışma değildi. “Seni zora sokacak her neyse onu bul ve yap, yani yapmanın zor
geleceği şeyi yap, çünkü orada ego duruyordur” diyordu özetle. Bunu okuduğumda, bir
süredir sıkıntı yaşadığım, iletişimimin kopmuş olduğu arkadaşımı düşündüm. Ona yazmayı
istediğim zamanlar olmuş, ama yapamamıştım. Günlüğüme aktardığım şekliyle devam
ediyorum:
Bunu bir türlü yapamıyorum, neden? Ne olacak? Yazdığıma cevap gelmezse ne olur?
Ya da abuk sabuk gelirse ne olur? Soğuk gelirse ne olur? Neyle karşılaşmaktan çekiniyorum
ki? Ben değil miydim, konuşmak isteyen, bu ilişkide konuşulmamasından şikâyetçi olan.
Yazınca, belki de konuşma süreci başlayacak. Bu uzak durma kalıbı onun kalıbı. Neden bunu
kabul ediyorsun? Neden kendi yolunu yürümekten çekiniyorsun? Belki ilişkinin dozu beni
yormuştu, ama üç aydır dinlenmede bekleyen ilişki artık demlendi ve yeni bir adımı bekliyor.
En azından bunu yapmak istiyor ve yapamıyorsun. Engelleyen şey belli ki ego. Karşına çıkan
ödev bu konuya getirdi seni, şimdi yapabilecek misin?
Michael Sky’ın kitabında, “ilişkileri iyileştirme” bölümünü okurken, bu konuya faydası olur
mu diye azami dikkat göstermemiş miydin? Ve kitapta: “Gerçekte birbirini sevenler, zor
zamanlarda duygusal olarak akışta ve bağlantıda kalma cesaretini bulur, iletişimi sürdürürler.
İncitici olduğunda bile, hatta özellikle incitici olduğu için birbirlerinin mesajlarına açık ve
canlı kalırlar. Birbirlerine verdikleri sözleri önemserler. Sevgiyi peri masallarında erişilmez
bir yerden ziyade, sonsuz bir yolculuk olarak görür ve bu yolculuğun tüm viraj ve
sapmalarını, ani değişimlerini, beklenmedik dönüşümlerini ve bu arada nimet ve şifalarını
kabul ederler” diye yazmıyor muydu? İletişimi sürdürmek, ilişkimizin girdiği virajı
toparlayabilmek için gerekli. Eğer bu ilişkinin benim için önemi kalmadı, misyonu bitti
demiyorsam, egomu ezip ufalayıp iletişime geçmeliyim.
Ertesi gün akşamüstü arkadaşıma mektup yazabildim. Konu başlığı: Özledim, idi.
İçimde müthiş bir rahatlama oldu. Dört gündür egomun bana yaşattığı sıkışmışlık hissi
kayboldu. Ne büyük bir güç olarak üzerimde baskısı varmış, bu çalışmayla çok daha iyi
anladım. Bayağı çalışmak gerekiyor, buradan çıkan ders bu!
Sabah uyandığımda arkadaşımdan gelen cevabı buldum. Sıcak bir cevaptı. Sesimin
çıkmasına sevinmişti. Benim ona; “Bir ses ver de sevindir,” diyerek sanki sessiz kalan sadece
oymuş gibi yazmama karşın o da bana; “Oh nihayet sesin çıktı,” bağlamında, sanki sadece
ben sessiz kalmışım gibi yazmıştı. Yazışanlar ne yazık ki hâlâ egolarımızdı. Ancak yine de
iletişimin başlaması sevindirici olmuştu. Ne demişti Sky? “Zor zamanlarda duygusal
olarak akışta ve bağlantıda kalma cesareti göstermek.” Göstermiştik işte.
$91
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
***
Günümü yine kendi üzerimde çalışarak geçirdim. Bu kez konu, tepkilerimiz üzerine
farkındalık çalışmasıydı. “Gün boyunca seni tepki vermeye tetikleyen olaylara dikkat et,
nerelerde kısa devre yaptın, tepki verdin not tut” diyordu çalışmada. Yine günlükten
aktarım:
Biraz önce deprem oldu. Ahşap kabin sallandı birkaç kez. Elimdeki kitapla beraber
kapıyı açıp dışarı çıktım. Her iki yanımdaki kabinden hiç kimse çıkmadı. Hücre hafızalarımda
Adapazarı depremi kayıtlı olduğu için, komşularıma göre daha duyarlıyım herhalde.
Gökyüzünde yıldızlar çok parlaktılar, iyi ki dışarı çıkmışım!
Bu gece Sandra Bullock’un “Premonition” filmini izledim. Artık İngilizce film izleme
alışkanlığı edindim ki bu kendime güvenimi kazanmaya başladığımı gösteriyor. Yirmi iki
günüm daha var, lisanımı geliştirmek için büyük fırsat aslında. Şimdiye kadar bu geziye hiç bu
gözle yaklaşmadığımı fark ettim. Yeni insanlarla sohbet etmek ilk tercihim olmadı pek! Tam
tersi hep yalnız kalmayı, içime dönük yaşamayı seçtim.
***
Biraz biraz yolculuğun devamıyla ilgilenmeye başladım, gerek internetten gerekse
elimdeki kitaplardan araştırma yaptım. Hedefte Tekapo Gölü ve Cook Dağı(Aoraki) vardı. Şu
bir türlü tepesinde uçamadığım dağ…ülkenin en yüksek dağı… Son şans olarak, Tekapo
durağı kalmıştı. Kasabanın dışında bir yer buldum kendime. Sahibi gezgin-yazar diye tanıtmış
kendini. Yemek yapmayı ve edebiyatı seviyormuş. Dört gün için yer var mı diye sordum.
O günün günlüğü yine göle methiyeyle dolu:
Güzel gölüm bugün çok hareketli, kuvvetli rüzgârla kıpır kıpır. Hatta kıpırtılarının
tepesi beyaz beyaz köpüklenmiş. Ona bu görüntü de yakışıyor. Öyle güzel ki, dingin de olsa,
coşkun da olsa muhteşem. Rüzgâr tatarcık sineklerini63 ortadan kaldırmış. Isırılmadan,
etrafımda onların uçtuğunu görmeden oturmak da nasip olacakmış demek ki!
Evet, şimdiye kadar anlatmadığım tatarcık ya da yakarca dediğimiz mini minnacık
sineklere geldi sıra. Sineklerin boyuyla yarattığı şişkinlik tam bir tezat. Sadece şişlik olsa iyi,
önlenemez bir kaşınma hissiyle beraber oluşan ve günlerce kapanmayan yaralar işin acı tarafı.
Bu sinekler trenle yaptığım doğudan batıya geçiş sonrasında yani Greymouth şehriyle beraber
hayatıma girdi. Ondan sonra da; Güney Ada’nın batı bölgesindeki gittiğim her yerde, ama en
çok da Haast’da beraberdik. Bereket Güney Ada serince de, üzerimde hep uzun kollu ve uzun
bacaklı giysiler oluyor. Ama yine de açıkta kalan eller, ayaklar ya da ense, yüz gibi bölgeleri
affetmeyip ısırıyorlar. Ülkede bu sinekler için satılan pek çok marka ilaç, krem vs. var. Ben de
bir kısmını denedim ama nafile bir çabanın ötesine geçmedi. Onlarla beraber yaşamaktan
başka bir çare yok. Kabullenmeyi öğrenmek için birebir!
8 Şubat 2010
Cirle Track yürüyüşünü yapmak üzere saat 15.00’de nehir iskelesine geldim. Elimdeki
haritaya göre hepi topu 8 kilometrelik parkur için, zamanın üç buçuk saat tutabileceği
63
Sand fly
$92
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
bildirilmişti. Deniz taksiyi kullanan Donna beni karşı sahildeki iskeleye bırakırken, saat
18.30’da gelip alacağını söyleyip başlangıç noktasının yerini gösterdi. Yürüyüşün neden üç
buçuk saat süreceğini yürüdükçe anlamaya başladım. Bir defa bir Beech Ormanında
yürüyordum. Bu, ağaç köklerinin büyük oranda toprağın üstünde olması anlamına geliyor, o
zaman da kökler üzerinde yapılan bir yürüyüşe dönüşüyor yürüyüş ve tabi ki çok yavaşlıyor.
Kökler, belirginleşmiş bir patika oluşturulmasına da izin vermiyor. İzleyebileceğim tek işaret,
aralıklı olarak ağaçların gövdesine koyulmuş turuncu işaretlerdi. İlk bölümde 3,5 km süren
tırmanma insanın iflahını kesiyordu. Kökler üzerinde tırmanmak iki kat yorucuydu. Bir buçuk
saatimi sadece bu bölüm aldı. Epey zamandır uzun yürüyüş yapamamış, belki de
hamlamıştım. GPS’ime göre yürüyüşe başladığımdan itibaren 357 metre yükselmişim. Ama
sonunda müthiş bir ödülle karşılaştım. Manzara seyretme noktasında gerçekten de çok güzel
bir görüntü beni bekliyordu. Donna’nın gelip alacak olması zamansal bir kısıt yaratmasaydı,
o manzarada bir saat oturabilirdim. İniş, çıkış gibi dik değildi. Oldukça tatlı yatay bir
patikaydı. Ona rağmen sol dizim, derhal teklemeye başladı. Artık neredeyse iki derecelik
eğimlerde bile sızlıyor. Döner dönmez doktora gitmeliyim. Yürüyüş hayatımı bitirebilir bu
sorun. Eğimin hemen başında sızıyı hissedince bayağı tırstım aslında, çünkü daha bir buçuk
saat inilecek yolum vardı. Bu dizle bu iş nasıl olacak kaygısı yaşadım. Ortam çok güzeldi,
ormanın çok güzel bölümlerinden geçiyordum. Bütün bu kalan yolu; hayatın kendisiyle
paralellik kurarak, günlük olarak karşılaştığım engel ve zorlukları düşünerek nasıl baş
ettiğimi, yavaşlasam da sonunda nasıl başardığımı, amacıma ulaştığımı hatırladım. Bu
düşüncelerle zaman zaman çok yavaşlayarak, zaman zaman yatay giderek de olsa 18.30’da
iskeleye varmayı becerdim. Donna gelmemişti. Basamaklara oturdum ve günlük yazmaya
başladım. İçimdeki ses, ona telefon edip beni burada unutup unutmadığını sormamı istiyordu,
ama sesi salıverdim gitti. Sabırla beklemek için oturup yazmaya başladım. Beş on dakika
içinde Donna gelip aldı. Karşı kıyıda indiğim yerden, kaldığım kabin sadece 15 dakikalık
yürüme mesafesindeydi. Ama her gün bayıldığım o nefis orman yolu, bana çok zor geldi bu
akşam.
Bugünden öğrendiğim şey, parkurun zorluk derecesini araştırmadan yola düşmenin
manasının olmadığıdır. Dizim artık düz olmayan parkurlar için sorun oluyor. Yürüyüş
parkuru düzenli olarak açılıp hazırlanmamışsa, yürürken “şimdi ve burada” olma hali
gerekiyor ki bu çok güzel bir deneyim aslında, buna rağmen içimde pek çok diyalogla
yürüdüm. Hiç susmayan bir ses sürekli konuşuyor ve ben onu çok daha fazla dinlerken
yakalıyorum kendimi. Bu “dinleme”, kelimenin tam anlamıyla dinleme, yani duyma, fark etme
olarak gerçekleşiyor. Tek başınalığım, farkındalığımı çok arttırdı. Bundan o kadar hoşnutum
ki… Neler olduğuna, sistemin nasıl çalıştığına odaklanmış şekilde yaşamaya başladım. Bu
sabah rezervasyonları yaparken, kalacak yer ararken hep izliyorum kendimi. Nelere dikkat
ediyorum. Nelerle fazla uğraşmak istemiyorum, neleri öğrenmişim de ona göre yer seçimimi
yapıyorum. Kontrollü evet ya da hayır konusunda alıştırmalar yapıyorum. Hayal kırıklığı
yaşama durumumda çok azalma oldu, belki de beklentilerim azaldı. Bunlar çok iyi
gelişmeler…
9 Şubat 2010
Nihayet bugün Joan Gill ile Rivendell Lodge’da kalmam konusunda anlaştık. Kadın
her şeyi anladı da benim orayı neden seçmiş olabileceğimi anlayamadı. Aracım yok, bir yere
gidemeyeceğim, o zaman ne demeye kırsal bölgede dört geceliğine yer ayırtıyordum. “Burada
en güzel yazılır, zaten benim de on altı yıl önce buraya yerleşme nedenim buydu” demiş.
$93
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Demek ki benim de böyle yerlerin müptelası olduğumu ona yeterince izah edememişim.
Okuma yazma sevdalısı biri hiç kırsalda sıkılır mı?
Bugün yemek hazırlarken TV’de geçen hafta da izlediğim bir programla karşılaştım.
İngiltere’den bir programdı bu. Birilerinin eskimiş binaları ucuz fiyata satın alıp ciddi
tadilatlar yaptıktan sonra satışa koymalarını, alışla satış arasındaki farktan da para
kazanmalarını anlatıyordu. İnşaat işlerine, özellikle de restorasyon konusuna olan
merakımdan dolayı sevmiştim programı. Bu haftaki konu, ormanlık bir alanda yangın sonucu
sadece dört duvarıyla kalmış binayı alan bir çiftin hikâyesiydi. Onu almak ve yenilemek için
her şeylerini satmışlar, o evin bahçesinde karavan benzeri bir oluşumda yaşamaya
başlamışlar. Yenileme çalışması sırasında eve bir kış bahçesi ekleyip çatı katı çıktılar. Böylece
ev dört yatak odalı bir aile evine dönüştü. 190.000’e aldıkları binaya 200.000 harcamayı
planlamışlardı ama toplamda 418.000’e mal olan binaya emlakçılar 400-450 bin fiyat biçti.
Onlar da satmayıp kendileri yaşamayı tercih ettiler. Zaten bu çiftin bu işi satmak adına
yaptıklarını başından beri düşünmemiştim. Bir defa ormanı çok sevmişler ve orada yaşamayı
seçmişlerdi. İnşaat döneminde hep kendi isteklerine göre evi düşündüler, pek çok aşamasında
kendileri çalıştılar ve süreci keyifle yaşadılar.
Ben bu hikâyenin neresindeyim? Programın başında kırmızı tuğlalı binayı görür
görmez hemen yangın geçirdiğini anladım ve elimdeki işi bırakıp televizyonun yakınına
oturdum. İnsanların yanmış bir bina karşısındaki duyguları önemliydi benim için. Ayrıca
Masal Evi’nin de yeniden canlanabileceğinin örneği olabilirdi. Binanın eski haliyle önceden
kurulmuş duygusal bağlar taşımayan insanlar için, restorasyon süreci duygusal ağırlık
taşımıyor, tersine; sevinç, umut, mutluluk gibi hafif-uçurucu duygular, hisler vardı
yapanlarda. Kendimi çok kısa bir an da olsa yeniden O’nu hayata döndürürken düşledim.
Acaba? Sonra hemen, parayı bir binaya gömmenin ilginç olan bir tarafı olmadığını
düşündüm. Belki, satmak amaçlı bir yenileme olabilir miydi? Piyasaların durumu ortada,
satılamaması karşında çekilecek acı…sanki daha önce bu acıyı çekmemişim gibi…satmaya
çalışıp da ne kadar zaman beklediğimi ne çabuk unutmuşum. Kendimi iyi hissetmenin yolu,
oranın satılması ve bu hikâyenin bitmesi olacak. Başka bir yol istemiyorum şimdilik.
Bu programa şahit olmam, yanan bir binayla, üstelik orman içinde olanıyla
karşılaşmam tesadüf mü?
10 Şubat 2010
Sabah danışmanlık şirketinden cevap geldi. Direktörleri benim formumla mektubum
üzerinde çalışmış ve 13 sayfalık bir durum değerlendirmesi hazırlamış. E-postanın ilişiğinde
bu değerlendirme raporu vardı. Bir de yüz yüze görüşme isteğim kabul edilmiş ve 22 Şubat
için randevu verilmişti. Rapora göre iki seçeneğimin olduğunu anladım. Biri mesleki, diğeri
girişimci olarak göçmen başvurusu yaparsam, kabul edilme şansım varmış. Villa bakımı ve
yönetimi üzerine Türkiye’de kurduğum şirketin aynısını burada kurabileceğimi, özellikle
ikinci ev olarak sahip oldukları plaj evlerinin böylesi şirketlere ihtiyacı olduğunu yazmış. Bu
şirketi açmanın şartları ağır değil, üç yıllık bir süreçte de oturma iznini alırsın demiş. Diğer
olasılık ise mesleğimi yapmam, yani eleman açığı olan IT sektöründe64 çalışmam ki bu hiç
düşünmediğim bir olasılıktı benim için. Tüm raporun sonunda üç satırlık bir toparlama
64
Bilgi Teknolojileri sektörü
$94
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
paragrafı var. Nedense tam beş kez okumama rağmen ne demek istediğini anlayamadım.
Algım düştü birden!
Şimdi göl kıyısına geldim, küçük kıyısal şırıltılar eşliğinde içimi döküyorum. Bulutlar
yine alçalmış, zirveleri örtmüş görünmez yapmış. Göl dingin ve dert dinlemeye hazır.
Monument, çıkıntılı tepesinin bütün güzelliğiyle bana bakıyor. Bu gölü özleyeceğim.
Ne yapacağım, ne yapsam iyi olur gibi soruları şimdilik kenara koyuyorum.
Hayatımda aceleye gelecek şeyler yapmak istemiyorum. Evrende benim için var olan
olasılıkları anlayarak yol almak niyetindeyim. Sonuçta hayata dair isteğim, deneyimlerimi
tam zamanlı olarak yazmaksa, iş kurmak da neyin nesi? Benim kafamdaki resimde, küçük bir
işletmeyi devir almak, orada bir profesyonelin çalışması, benim de hayatımı döndürecek
getirisinden faydalanmam var. Bu anlamda –daha Türkiye’deyken- Mary ile beraber
Nelson’daki akupunktur kliniğini düşünmüştüm. Sonra Queenstown’daki dönercinin iş devir
ilanını gördüğümde de aynı fikir aklımdan geçmişti. Üstelik Queenstown’ı Nelson’a göre çok
daha beğenmiş ve sevmiştim. Bakalım bu resim ne kadar netleşecek?
EN SONUNDA GERÇEKLEŞEN UÇUŞ
Birkaç kez isteyip her seferinde hava muhalefeti nedeniyle yapamadığım uçuş için,
yani Cook Dağı Milli Parkı’nı tepeden görebilmek için, yolumu Tekapo yakınına düşürdüm.
Bu son şansımdı, çünkü tam dört haftadır etrafında döndüğüm bu yöreden ayrılıyordum artık.
Uçaklar Tekapo’dan havalandıkları için orada konaklamak akıllıca olmasına rağmen,
buzul mavisi gölünden başka çekiciliği olmayan Tekapo yerine, Joan Gill’in evinin olduğu
yemyeşil Kimbell’ı seçmiştim kalmak için.
Kimbell’da indiğimde ev sahibem Joan durakta beni bekliyordu. Beraberce evine
kadar beş dakikalık mesafeyi yürüdük. Beklediğimden yaşlıymış. Deri kanseri geçirdiği için
güneşte duramıyormuş. Üç oğlu, beş torunu varmış, en yakın kasaba olan Fairlie’nin
kütüphanesinde çalışıyormuş.
Odamın penceresinden hemen yan arazideki geyik çiftliğini görüyorum, etrafta
dolaşan karacalar çok sevimli. Joan’ın bahçesi çok bakımlı ve bayağı geniş. Kimbell çok
yağmur ve kar alıyormuş, yeşilliğin sebebi de bu olmalı.
***
Kimbell ve Tekapo’ya dair anılarımı bir mektupta şöyle dile getirmişim:
Ülkenin en yüksek dağı Cook’un tepesinden uçmayı üç ayrı zamanda ve yerde istemiş,
ya başı buluttan çıkmadığı ya da uçuşlarda yer olmadığı için uçamamıştım. Ama sonunda
geçen hafta bütün şanslar benden yanaydı ve uçabildim. Sana fotoğraflarını gönderiyorum.
Kimbell isimli kırsal alanda yerleşmiş bir kadının evinde kaldım, dört geceliğine. Evi,
kalınacak güzel yerler kitabından bulmuştum. Tanıtım yazısında gezgin yazar olduğunu;
edebiyat, yerel tarih ve dağlara tutkusu olduğunu yazmıştı. İçimdeki ses onunla iyi
anlaşacağımızı söyledi ve altımda kiralık araba olmamasına rağmen öyle bir yerde kalmayı
seçtim. Kadının adı Joan. O da, neden orayı seçtiğimi anlayamadı baştan. Yaşı 65. Sekiz
kilometre ötedeki bir kasabanın kitaplığında yönetici olarak haftada on saat çalışıyor. Kırsal
$95
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
alandaki bu evi alıp eklemelerle dört odaya çıkarınca başlamış pansiyonculuk işine. On altı
yıldır hayatını bu şekilde kazanıyor. Auckland’da doğmuş, büyümüş, yirmi beş yıl önce
kocasından boşanmış. Kaldığım dört gecenin ikisinde başka müşterileri de vardı. Evi
Christchuch-Queenstown yolunun tam orta noktasında yer alıyor. Bu yol yaklaşık yedi saat
sürdüğünden pek çok insan yolu ikiye bölmeyi, gece yatıp devam etmeyi seçiyorlarmış. Yani
müşterilerini böyle buluyor. Benden başkasının kalmadığı, havanın da muhteşem olduğu bir
gün beni arabayla 1,5 saat ötedeki Mt.Cook kasabasına götürdü. Orada beraberce Hooker
Vadisinde buzula doğru yürüyüş yolunu gidiş-dönüş 4 saatte yürüdük. İçimden Tanrıya dua
ettim: 65 yaşındayken ben de böyle dört saatlik yürüyüşleri yapabileyim hâlâ diye… Böylece
iki gün önce uçakla tepesinde dolandığım bölgenin, bu kez taban vadisinde yürümek nasip
oldu. Karşıma hep benim istediklerimi sunabilecek insanların çıkması sence tesadüf olabilir
mi? Bana tepside sunulan yeni hayatım -tepsi içindekiler sürekli tazelenerek- devam ediyor.
Cook Dağı’nın da içinde olduğu ülkenin en yüksek bölgesinde 3.000 m civarında
yüksekliği olan tam yirmi adet dağ var, pek çok da buzul. Bu kez uçmayı becerdiğimde
buzulları zaman zaman alçak bulutlar kapattı ama olsun, uçakta co-pilot koltuğunda
otururken yüksek tepelerle burun buruna gelebildim ya, bunun muhteşem hissi bana yeter.
Buranın coğrafi yapısı öyle güzel ki anlatmadan geçemeyeceğim: buzul çağı bitip de
buzullar eridiğinde, vaktiyle buzulların oymuş olduğu vadiler göllere dönüşmüş. Bu göller
halen var olan buzullardan besleniyor. Buzullar kayaları aşındırdığı için “kaya unu”65
dedikleri malzemeler göllere karışıyor. Göldeki yağmur suyu ile bu süt gibi gelen kaya unlu
buzul suyu birleşince de gölleri acayip bir renge dönüştürüyor: Opak Turkuaz diyeceğim ama
yine de yeterince ifade edememiş olacağım. Tekapo Gölüyle hemen yakınındaki Pukaki Gölü
işte buradaki o müthiş renkli göller. Kuşbakışı görebilmek bir ayrıcalık oldu tabii, her uçuşta
olduğu gibi…
Tekapo’ya dair son bir not: Bir gün gölün kıyısında bir başına duran küçük taş kiliseye
yürüyüp içine girdim. İçeride minimal bir dekorasyon vardı. Hayatımda gördüğüm en sade
mabet! Dışarının güneşli aydınlığından içerinin loşluğuna girdiğimde tam karşımda mihrap
olarak, duvardan duvara bir pencere ve arkasından gözüken opak turkuaz renkli Tekapo Gölü.
Pencerenin önündeki mermer tezgâhta ayakta duran küçük metal bir haç ve iki yanında içinde
papatyalar olan cam vazolar. Mihrabım diyerek göle bakan bir topluluk düşünün. Göl de
bakılmayacak gibi değil hani…
Kimbell’daki son günümde nihayet NewYork’taki astrologdan telefon geldi. Benim
için çıkardığı doğum haritası çalışmasını bir saat boyunca anlattı. Zaman zaman sorular sordu
cevaplar aldı, benim önceden yolladığım yakın gelecekle ilgili sorularımın cevabını da en
sona bıraktı. Söyledikleri içinde karakterime ait olanlar oldukça doğruydu. Ay burcum
akrepmiş, bu nedenle aşırı uçlarda yaşarmışım duygularımı, siyah ya da beyaz görürmüşüm
olayları, ara nüansları olmayan bakış! Eh, doğru söze ne denir! Bu hayatta yapmam gereken
şey, dengeyi bulmakmış. Işığa, ancak dengeye gelebilirsem ulaşabilecekmişim. Ruhsal yönüm
oldukça kuvvetliymiş, bilhassa sezgilerim yoğunmuş gibi uzun bir tahlil yaptı. Sonunda
sorularıma geldiğinde, ki bunlardan en önemlisi YZ’ye yerleşip yerleşmeyeceğim üzerineydi;
yerleşeyim ya da yerleşmeyeyim, mühim olan kendi üzerimde yapacağım çalışmaymış.
65
Rock flour
$96
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Nereye gidersem gideyim kendimi değiştirmek esas olmalıymış. Değiştirerek dengeyi
bulmak! Misyonum buymuş.
“Seyahat etmek, bariz olarak görülüyor, başka ülkeler ve kültürlerle bağlantın var.
Küresel bazlı çalışmalar yapacak, bireysel kalmayacaksın,” dedi.
O günlerde bir arkadaşıma yazdığım mektupta; arayışta oluşumla, ne yapmam
gerektiğini bilemeyişimle ilgili bir bölüm var:
(…)okurlarımdan biri web sitem üzerinden bana bir mesaj yollamış. Kitabı henüz
bitirmemiş ama heyecana kapılmış, yazmak istemiş. Böyle okurlarım var, kaç tane oldu
bilmiyorum ama bitirmeden yazıyorlar. Bakalım kitapta bundan sonra ne olacak, yazar
saçmalayacak mı? Sıkılacak mısınız, değil mi? Yok, hemen bilgisayarın başına geçiyor. A’ya
kızmış…belki A’nın kendince haklı nedenleri olabilirmiş ama okuruma göre haksızmış ya,
neyse…..
Aynen böyle yazmış. İlginç değil mi? Dünyanın bir ucundasın, sana elektronik bir posta
geliyor, on dört yıl önceki hayatının bir bölümüne ait bir yorum çıkıyor içinden….üstelik hiç
tanımadığın birinden… Okurken “o”, “sen” olmuş, yol almış…doğruyla yanlışın ne
olduğuna karar vermiş…üstelik ben bile bilmezken…
Yine buradayken, bir başka okurum; bir hafta önce babasını kaybettiğini, o yüzden bir
haftadır okumaya ara verdiğini yazıyor ve diyordu ki; “Sizi okurken bunu düşünmeye
başlamıştım, babamın genç yaştaki ani gidişiyle de tam olarak kararımı verdim. Geç olmadan
ben de hayatımı değiştireceğim, sizin gibi kırsala yerleşeceğim. Kitabınızı yeniden okumaya
başlarken bu kararımı sizinle paylaşmak istedim….”
İyi mi? Sonraki satırlarda nelerle karşılaştığımı henüz öğrenmeden doğruyu gördüğünü
zannetmiş bu okur da….
Arkadaşım, neyin doğru olduğunu bilmek nasıl bir şeydir? Bu günlerde buna çok ihtiyacım
var. Acaba, iki aydır el sürmediğim, çevirmenin gönderdiği kitabımın tercümelerini okumaya
devam mı etsem? Oradaki kadın herkese bir ilham verip duruyor baksana.
Kimbell’dan ayrılışımın günlük kaydı:
Astrologdan gelen telefon sonrası ben günlüğümü yazarken Joan temizlik yapmıştı.
Sonra öğlen yemeğimizi hazırladı. Hoş bir şeyler yaptı yine, yemek yapmasını gerçekten
seviyor. Ayrılık zamanı gelmişti, beni arabasıyla Fairlie’ye götürdü. Hemen geri dönmektense
neredeyse yarım saat benimle otobüsü beklemeyi seçti. Bana, neye karar verirsem mutlaka
ona bildirmemi tembihledi. O da, nerede yaşayıp ne yapacağımı merak edenlerin arasına
katılmış oldu. Böylece “temasta kalmak” niyetiyle bir YZ’li daha bıraktım ardımda. Belki
bütün bu kişilerle yeniden buluşacağım kim bilir?
$97
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
DÖNÜŞ YOLU
YENİDEN KUZEY ADA
Türkiye’ye dönüş Auckland’dan olacağı için yönümü yeniden Kuzey Ada’ya
döndürdüm. Auckland öncesi, bir arkadaşımın önerisiyle birkaç gece geçirmek üzere
Tauranga’ya geldim. Sabah, Güney Ada’nın Christchurch Havaalanında 15 derece ve
yağmurla başlayan havanın durumu, Wellington aktarmalı Tauranga’ya ulaştığımda 27 derece
ve güneşliye dönüşmüştü. İki ada arasında böylesi büyük iklimsel fark var. Başka bir
ülkeymişcesine büyük bir fark! Böylece tatarcık sineklerine de veda etmiş oldum. Yeniden
şort giyip kısa kolluyla dolaşmaya başladım. Adeta bildiğim yaza geri dönmüştüm.
Arkadaşımdan duyduğum sahildeki Türk lokantasına yemek yemeğe gittim ve
sahipleriyle tanıştım, 16 yıldır orada yaşıyorlarmış, hep lokantacılık yapmışlar. Türkiye’den
gelmiş kuzenleri beyle beni tanıştırdılar. Sohbet, yemek derken iki saat kalmışım orada.
Oldukça lezzetli kuzu tandır yedim. Türk kahvesi içtim. Kuzen, kendiyle kavga eden,
dolayısıyla da dünyayla kavga eden bir yapıdaydı. Mutsuz, dünyayı sevmiyor, buraya gezmek
için gelmiş ama hep birini bekliyor. Bırak ülkeyi gezmek, üç adım ötedeki Maunganui
Dağı’na bile yürümemiş. Kuzen, aslında lokantacı akrabaları onu gezdirsin istiyor ama durum
ümitsiz gözüküyor. Çıkarken benden hesap almadılar. Bu değerlerimizi muhafaza etmiş
olmaları çok hoşuma gitti.
Oradan çıkıp Maunganui Dağı’na giden otobüse bindim. İndiğimde zirveye çıkan
yürüyüş yolunun başlangıcı hemen karşıma çıktı. Her çıkışın inişi olduğunu düşünerek,
dizimle sorun yaşama kaygısı yüreğimde, zirveye doğru tırmandım. Ödül yine muhteşemdi.
Tepeden şehri 360 derece açıyla seyrettim. Okyanus dalgalarının köpük köpük boydan boya
plaj olan sahile uzanmasının fotoğraflarını çektim. Bereket inişte dizim ağrımadı. Dönüş
otobüsüne binmek üzere durağa geldiğimde, iki kişi durakta oturmuş dondurma yiyordu.
Zaman çizelgesine bakarken, otobüsün altı dakika sonra geleceğini söylediler. Yanlarına
oturdum. Elimdeki yürüyüşler kitapçığını inceliyordum, bana yakın oturan kızıl saçlı olanı
nereye gitmek istediğimi sorarak sohbeti başlattı. Kuaför olduğunu söyledi. Türkiye’ye 80’li
yıllarda gelmiş, üç ay kalmış. Türkiye’deki hayatın nasıl gidiyor diye sorunca, mutsuz
olduğumu söyledim. “Peki, neden mutsuzsun?” dedi.
Bundan sonrası günlük kaydımdan:
Güzel soru! İngilizce olarak nasıl anlatacağım diye düşünmeye başladım. İktidar
partisinden mi bahsetseydim, bilinçsiz toplumdan mı bilemedim. Sonunda toplumumuzun iki
değişik kültür arasında kalmışlığını ve bunun zor olduğunu anlattım. “Kendimi artık
Türkiye’ye ait gibi hissetmiyorum,” dedim. Bana, “Oysa çok mutlu görünüyorsun,” dedi.
“Tabi, çünkü dört aya yakın bir süredir bu ülkedeyim ve hayatımda hiç stres kalmadı,” dedim.
O da “O halde burada yaşa darling!” dedi.
Üç ay Türkiye’de kaldığında hissettiklerini anlattı: “Hep bir sürtüşme vardı” dedi.
Gerçekten de hep sürtüşür ve tartışırız, ama yapıcı olanını değil, öldürücü olanını yapıyoruz.
Dışarıdan bakan biri bizi çok daha iyi algılıyor.
$98
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Bugün evrenin benim için karşıma çıkardıklarını düşündüm akşam odama
döndüğümde. Kendiyle kavgalı halkımdan örnek olarak bir “mutsuz kuzen” ve kendiyle
barışık “mutlu bir YZ’li” kuaför. Kuaförün ağzından da benim için adres çıktı!
21 Şubat 2010
Birazdan Tauranga’dan ayrılacağım, üç gecelik kalış çok hızlı geçti bu sefer. Dün
bütün gün yunuslarla yüzmece turundaydım. Kaptan Buttler kafasında beresi, kırlaşmış uzun
sakalıyla tam bir denizci görüntüsündeydi. Teknesi kendi gibi yaşlı klasik bir yelkenli, adı
Gemini Glaxies. Tecrübeli Buttler, biraz aradıktan sonra, tepedeki izleme platformundaki
koltuğundan aşağıda güvertede oturan bizlere, “Yunusları bulduk,” diye bağırdı. Ama
bulduğumuz 6-7 yunusun peşini bir müddet sonra bıraktı. Sonra yol almakta olduğumuz Bay
of Plenty isimli körfezdeki adalardan birinin yakınında belki yüz yunusluk bir sürüyle
karşılaştık. Onların hep birlikte yüzüşünü görmek muhteşemdi. O ne estetik yarabbi, hep
birlikte suya girip çıkmaları…. Sanki zıplaya zıplaya giden çocuklar gibi.
Yunuslarla yüzecek grupların ilkinde olduğum için üstümde dalgıç elbisemle hazır bir
şekilde bekliyordum, tabii ki fotoğraf makinesizdim o harika görüntüleri çekemedim ama
zihnime yedekledim. Sürünün içinde bebekler olduğu için birlikte yüzme yasağı varmış,
yüzemedik maalesef. Yani bu sefer de yunusun yaşını uyduramadık. Bu kaçıncı deneme… Ne
yazık ki kısmet değilmiş.
Yunuslardan bahsettiğim bir mektupta arkadaşıma şöyle yazmışım:
(…)Bebeklerle yüzmek yasakmış. Sadece izledik. Bebekler öyle yaramaz ki
inanamadım. Anneleri eğitim verirken aniden vınlayıp kaçıyor, çok hızlı bir tur atıyor yeniden
annesini bulup yanına geliyor. Ama ne kadar hızlı yok oluyor ve bir torpil gibi turluyor,
şaşılacak bir görüntü. Bütün tasarım aslında benzer yaratılmış değil mi? Çocukluk çağı; hep
aklı fikri oyunda olmak, eğitimden hoşlanmamak demek!
SON DURAK
Kimbell’da kalırken, ülkede son haftamı geçireceğim Auckland’da uygun fiyata
konaklama imkânlarını araştırmış ve Empire Daireleri diye bir yerle karşılaşmıştım internette.
Şehir merkezine yürüme mesafesinde, üniversitelerin ortasında bir yere konumlanmış,
yabancı öğrenciler için düşünülmüş uzun süreli konaklama imkânı. Sitede sırtçantalılara da
uygun diyordu. İçinde küçük bir mutfağı da olan çalışma masalı, çeşitli büyüklükte odaları
vardı. Bina; çamaşırhane, restoran gibi hizmet veren oluşumlar barındırıyor ayrıca geniş bant
internet hizmeti sağlıyordu. Bu özellikleriyle tam bana uygun olduğunu düşünüp yazışmış ve
haftalığı 530 YZ dolarına anlaşmıştım.
$99
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Taksiden inip binaya girdiğimde bir öğrenci yurdunda olduğumu hissettim. Etrafım
gençlerle çevriliydi. Yaşamımda, bütün çekik gözlüleri aynı kapta görme gibi bir bakış açısı
edinmişim. Korelilerle Çinlileri, Japonlarla Taylandlıları hep aynıymış gibi görme alışkanlığı
bu… Öğrenciler de benim için tek ülkeden gelmiş gibiydiler, neredeyse hepsi çekik gözlüydü.
O zaman anladım ki; “uzakdoğulu” kavramıyla konuyu kendim için basitleştirmişim, alt
katmanlara bakmadan yaşamışım bugüne kadar. Şimdiden sonra nasıl ayırırım bilmiyorum.
Odama yerleştikten sonra, elimde şehir haritası merkeze doğru yürürken, ülkenin üçte
birinden fazla nüfusunu barındıran bu şehrin kalabalığında biraz tuhaf hissettim kendimi.
Yerleşik nüfusu 60 ile 300 kişi arasında seyreden yerlerde kala kala, iyice insansızlığa
alışmıştı gözüm. Şimdi birden büyük şehrin karmaşası, sesi, görüntüsü karşısında taşralı
halleri sergiliyordum.
Öğrenci yurdundan çıkmış, ana caddelerde yürüyor olmama karşın, etrafımda hâlâ
uzakdoğulular vardı ve onların sayısı uzakdoğulu olmayanlardan fazlaydı kanımca. Hediyelik
eşya dükkânlarının çoğunun sahibi ve çalışanıydılar aynı zamanda. Sonradan öğrendiğime
göre YZ en büyük göçü uzakdoğudan almış. Ve bir gün benim fark ettiğimi hükümet de fark
etmiş: Nüfus çoğunluğu neredeyse onlara geçecekmiş! New York’ta Çin mahallesinde
gezerken bu durumu anlaşılır bulurum da Auckland’ın orta yerindeki durum beni birden
etkiledi her nedense! Farklılığa karşı ilk tepkimi vermiştim! Beklemediğim bir durumla
karşılaşmıştım, belki de ondan… Ülkeyi baştan ayağa gezmiş ve böyle bir göçmen
yoğunluğuna hiçbir yerde tanık olmamıştım. Demek göçmen olarak yerleşenlerin çoğu
Auckland’ı seçmiş ve yine gelenlerin çoğu uzakdoğu ülkelerinden gelmişler. İlk günkü büyük
keşfim bu oldu! İşin ilginç tarafı, Kasım ayında Auckland’da geçirdiğim iki gün boyunca bu
tespiti yapmamış olmam. Şubat gelip de tekrar buraya dönünce fark ettim, bu demografik
yapıyı.
Geldiğimin ertesi günü göçmen işleri danışmanı olan şirkette randevum vardı. Şirketin
direktörü Iain, beni almak için bekleme salonuna geldiğinde şaşkınlık yaşadı. Şirketin upuzun
formunu doldurduktan sonra –form yetersiz bence deyip de kendini anlatma gayretine düşüpuzun bir mektup yazan beni, erkek zannediyormuş! Demek “ifade etmeyi kendine dert
edinen” erkeklerle sık sık karşılaşıyor, ne mutlu ona.
Beni toplantı odasına davet etti, oturur oturmaz hemen konuya girdi. Ne kahve ne çay
teklifi, başladık konuşmaya. Birden kültür farkı çarptı yüzüme. Sadece işe odaklı bir görüşme,
ne bir kelime eksik ne bir kelime fazla. Bu noktadan bakınca, Iain aslında dünyanın
“işadamı” standardında. Ancak yine de, Türkiye’deki en vahşi iş ortamında bile içecek bir
şey sorulurdu diye düşündüm. Neden buna takıldım, bilmiyorum, belki de dört aydır gezdiğim
ülkenin değişime-dönüşüme uğramışlığını kabul etmekte zorlandım. Bir gün bu ülke de, bu
genç adam gibi dünyayla tümüyle aynılaşacak mıydı yoksa?
Iain 40 yaşlarında yakışıklı bir adam, işini iyi biliyor gibi duruyor ve kendine güveni
çok yüksek. “Benim müşterim, devlet katından geri çevrilmez,” diyor! “Meslek yoluyla”
göçmenlik kabulü, en fazla bir yıl içinde tamamlandığı için, bana ve genelde müşterilerine
önerdiği yol olurmuş, ama benim IT sektörüne geri dönmeme kararım nedeniyle, “girişimci”
yolunu izlemek de mümkünmüş. Bunlar zaten rapordaki değerlendirmelerdi. Sonrasında
detaylara girdi: Iain’ın önereceği bir iş kurma danışmanıyla çalışıp Türkiye’deki işimin bilgibecerilerinin transfer edileceği bir iş planı oluşturup sunacaktık. Üç yıl süren bir yolculuk
sonunda, işin, en az bir YZ’liyi istihdam ettiğini ve kâra geçtiğini (1 YZ doları bile
yeterliymiş!) ispatlarsak, o tarihte kalıcı vize için başvuru hakkım doğuyormuş. O noktada
İngilizce sınavına girip en az 4 almak gerekiyormuş.
$100
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Iain, kendi plaj evlerindeki ihtiyaçtan yola çıkarak, “Yirmi evle bağlantı kurup
küçük(!) bir iş yaparsan, istediğin gibi kitap yazmak için de vaktin kalır,” dedi ve ekledi
“Sermaye istemeyen bir iş, reklam duyurusuyla bir plajı/bir bölgeyi hedefleyip işini
duyurursan, müşteri bulmaman imkânsız.”
“Uzun süreli çalışma vizesi” denen bu vize için bugün başvursam, altı ay alacak
hazırlıklar döneminden sonra, yani Ağustos 2010’da ilk olarak, iş kurmak için dokuz aylık
süreyi kapsayan vize verilirmiş. Bu, zamanlama olarak da fena gözükmüyordu. Yazlık
evlerine –en azından hafta sonları- Eylül-Ekim gibi gitmeye başlarlardı herhalde.
Iain’a bütün bunları düşüneceğimi ve kendisine yazacağımı söyleyerek şirketten
ayrıldım. Çıkarken duygu ve düşüncelerimde bir netlik yoktu. Gerçekten de düşünüp
değerlendirmek gereken çok önemli bir karardı YZ’ye yerleşmek ve bunun bedeli olarak iş
açmak…
***
Devonport, merkezden kalkan feribotla on dakikada ulaşılabilen şehrin eski
bölümünün adı. Binalar koruma planı dâhilinde restore edilmişler, görünüşleri 1850’leri
yansıtıyor, YZ’deki kentsel dönüşüm uygulaması da bu olsa gerek! Burada son 40.000 yıldır
aktif olmayan iki volkan var. Zaten Auckland civarı hep volkanik yapıda. Volkanlar önce
denizde konik birer ada formundayken patlamayla oluşan erozyonla deniz dolmuş ve şehir
merkezinin uzamış bir kolu görüntüsüne bürünmüş. Buraya yerleşen Pakehalar konik
tepelerin tüf kaya yapısını kolayca kazılabilir bulmuşlar. Tepelerindeki sığ krater göllerini
tahrip edip içlerinde tüneller oluşturarak, şehri savunma noktası haline dönüştürmüşler canım
volkanları. Şimdi, volkanlar o dönemden kalan döküm toplarıyla ziyarete açık hale
getirilmişti. Barış ülkesinde onca günden sonra gördüğüm bu silahlı manzara hiç de büyük
resme uygun değildi.
Devonport’a segway isimli bir aletle gezmeye gelmiştim aslında. Turu düzenleyen
kadın, benden başka rezervasyon almadığını, turu baş başa yapacağımızı söyledi. Şahsıma
özel ayarlanan turların dördüncüsünü yaşadım böylece! Tam iki saat boyunca baştan aşağı
gezdik Devonport’u. Segway NASA için bir mühendis tarafından tasarlanmış. Bir binada ya
da bir yerleşkede ulaşım kolaylığı sağladığı aşikâr. Bizde de havaalanlarında personel
tarafından kullanıldığını biliyorum. Karşılıklı büyükçe iki tekerlekli, aküyle çalışan bu aletin
didon olan çubuğu; öne ya da geriye gidişi ayakların basıncıyla beraber sağlıyor. Tekerlekler
arasındaki düzlemde duran ayaklar çok önemli. Parmak uçlarına yüklenirken didon çubuğunu
da öne doğru ittirirsen öne gidiyorsun, ayaklarının topuklarına yüklenip didonu kendine
çekersen de arkaya gidiyorsun, sağ eline yüklenirsen sağa, sol eline yüklenirsen sola dönüyor
alet. Ne basit değil mi? Bu komik görüntülü aleti deneyerek öğrenmem için götürdüğü, hem
düz hem de yokuşlu bir yerde 15 dakikada olayı kaptım. Sonra hemen yola düştük. Hava
harikaydı. Devonport, Auckland’ın merkezini tam karşıdan yani denizin diğer tarafından
görüyor. Eskiden yeniye bakılıyor bir anlamda. 1850’lerin mütevazı yapılarından
gökdelenlere doğru bakmak… İnsan Auckland’da yaşayacaksa, merkezden 10 dakikada
gelebildiği ama yüzyıldan daha uzak hissettiği burayı seçmeli. Tam da bunu düşünürken
öğreniyorum ki burada emlak fiyatları çok yüksekmiş. Demek ki talep –benim de
düşündüğüm gibi- çokmuş.
***
$101
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Sky Tower 1997’de açıldığında 328 metre yüksekliğiyle güney yarımkürenin en
yüksek binasıymış. Belki hâlâ da öyledir, ama insanoğlunun rekor kırma ihtiyacı başka bir
kule daha inşa ettirmiş olabilir ona, belli mi olur.
Daha içeri girmeden başlayan belirtilerle, Çinlilerin kuleyi bir aylığına işgal ettiğini
anladım. Çinliler kendi takvimlerine göre yeni yılı kutlamaya hazırlanıyorlarmış. Kaplan
yılına girmenin heyecanını yaşadıklarını bütün şehirde fark ediyordum aslında, ama kuleye
girince olay tamamen somutlaştı. Kuledeki tüm restoranlar Çin mutfağından örnekler
sunuyormuş… Bilmem ne demek istediğimi yeterince anlatabildim mi… Çin etkilerine
kapılmamaya çalışarak, geliş amacım olan kulenin tepe katlarına çıkmak üzere biletimi aldım
ve teknoloji harikası asansöre bindim. Kırkıncı saniyede ulaştığımız yüz seksen sekizinci
metredeki ana gözlem katında indim. 360 derecelik açıda 82 kilometreye kadar uzaktaki her
şeyi görebilme şansı… En dikkat çekici olan tekne sayısıydı bence. Denizdekiler, açıkta
duranlar, marinalardakiler filan derken çok ciddi oranda tekne vardı ortada. Daha sonra bir
yerde okudum; kişi başına düşen tekne sayısında dünya birincisiymiş Auckland şehri. İkinci
durağım 220. metredeki gözlem katıydı. Buradan bungy jumping yapanları izledim. Hiç,
şehrin kulesinden aşağının kalabalığına doğru yapılan bu atlayışla, çılgın gibi akan nehirler
üstündeki köprülerden kendini bırakmak aynı şey olur mu? Bu işin de sahiciliği kalmamış
gibi geldi bana.
Aşağı iniş asansörünün hızı tansiyonumu oynattı herhalde ki başıma berbat bir ağırlık
yerleşti. Odama dönüş yolunda Albert Park’ın içinden geçerken oturdum ve iki günden beri
hazırlıkları yapılan Çinlilerin Fener Festivalinin çalışmalarını izledim.
Derken, bir gece bütün park fener cenneti haline dönüştü. Park, küçük küçük tematik
olarak hazırlanmış bölümlere ayrılmıştı sanki. Enstalasyonlara baktığımda arka planda bir
hikâye olduğunu düşündüm hep. Fener yapma sanatının bu boyutta olabileceğini -hasbelkader
bu festivale şahit olmasaymışım- aklıma bile getiremezdim. Bütün gecemi fener sunumları
arasında boydan boya dolanarak, tabii ki bol bol fotoğraflayarak geçirdim. Konseri izledim,
Kaplan Yılına girmemizi kutladım. Yılbaşı Auckland’da böyle kutlanıyorsa, Çin’de kim bilir
nasıl kutlanıyordur? Çünkü artık son gün geldiğinde sadece Albert Park değil şehrin tümü,
fenerlerle bezenmişti!
Şu birkaç gün içinde “uzakdoğulu” kavramım “Asyalı” olarak değişti. Çünkü
durduğum yerin farkına vardım nihayet! Türkiye’den bakınca doğunun uzağında yaşayanlar,
YZ’den baktığınızda Asya’da yaşayanlara dönüşüyor. Festivali düzenleyen organizasyonun
adı, Asya Yeni Zelanda Vakfı imiş. 1994’de kurulmuş bu vakıf, YZ’lilerin Asya’yı ve
Asyalıları öğrenmelerine ve tabi diğer yönde de Asyalıların YZ’yi ve kültürünü anlamalarına
yardımcı çalışmalar yapan, kâr odaklı olmayan bir sivil toplum kuruluşu.
Şimdi YZ büyük resmine üçüncü bir unsur daha ilave geldi benim için. İnsansız
bekleyen bu topraklara sırasıyla; Maoriler, Avrupalılar son olarak da Asyalılar yerleşmiş
olarak gözüküyor. Doğrusu Güney Ada’dayken bu gerçeği fark etmemiştim.
İstatistiklere göre ülkenin etnik yüzdeleri şöyleymiş: %66 Avrupalı kökenli, %15
Maori, %12 Asya kökenli, %7 de Pasifik adalarından gelenler(Maori dışındakiler). Beni
şaşırtan şey, Auckland özelinde Asyalıların %19 ile %11 oranındaki Maori’yi bayağı geride
bırakmış olmasıydı.
$102
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
DÖNÜŞ UÇUŞU
Auckland’ın uluslararası havaalanında, neredeyse iç hat uçuşları gibi son derece sakin
bir uçuş öncesi deneyimi yaşadım. Uzun kuyruklar yoktu, sıcak ilgileri yolcu ederken de
devam ediyordu. Sadece bir kez -o da uçağa biniş kapısının önünde- tarayıcıdan geçtim.
Dünyanın bu köşesi teröristleri kale almıyor sanıyorum. O zaman teröristler de buralara
gelmiyor demek ki.
Abu Dabi Havaalanındaki izlenimlerimi günlüğümden aktarıyorum:
Abu Dabi Havaalanında Costa adlı bir kafede ton balıklı salatamı yedim, etrafı
izliyorum. Beyaz uzun geleneksel kıyafetli erkekler, batılı giysili erkekler, zaten batılı olan
erkekler, Arap kadınlar, batılı kadınlar… Her çeşit var. Burası pek çok havayolu şirketinin
aktarma noktası. Kalkışların listesine bakıyorum da dünyada adını bile bilmediğim yerlere
uçuşlar görüyorum. Alan arı kovanı gibi çalışıyor. Zaten şimdi içinde oturduğum bir numaralı
terminal de mimarisi itibarıyla bir arı kovanına benziyor. Salonun ortasında yerden tavana
yükselen kalınca bir sütun yer çekimine uygun olarak bir kubbe oluşturup tekrar yere dönmüş.
Sütun, kubbe tavanı ve duvarı yani her yer altıgen konturlarla bezeli… Tam bir petek
görüntüsü. Kendimi bir kovanda hapsolmuş gibi hissediyorum. Dışarıya bakan tek bir
pencere bile yok. Sıkı sıkı kapalı bir alandayım. Erkek gözleri üzerimde ve her yerdeler. Ne
zamandır sanki erkeksiz alanlarda yaşamışım da şimdi aniden onlarla karşılaşmışım gibi
tuhaf bir his doldu içime.
Elif Şafak’ın, sokaklarında kadınların erkeklerden sayıca daha fazla olduğu Oxford
için yazdıklarını hatırlıyorum: ‘Her tarafta kadınlar var. İşyerlerinde, üniversitelerde,
sokaklarda, lokantalarda… Otobüsleri onlar kullanıyor, mağazaları onlar işletiyor. Üniversite
öğrencilerinin belki de yarıdan çoğu kadın. Keza hocaların da öyle.(…) Sokaklarında
kadınların rahatsız edilmeden yürüyebildikleri yerlerde daha fazla huzur var, bireye ve
bireyselliğe daha fazla saygı ve özen var, daha fazla demokrasi var’.66
Huzuru, saygıyı, özeni arkamda bırakıp yolun son kısmı olan ülkeme doğru uçuşa
başlıyorum.
66
Elif Şafak, Firarperest, Doğan Kitap, İstanbul 2010, S:83-84
$103
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
SON SÖZ
“(...) Tüm yıldızların ve gezegenlerin dünyanın etrafında dönmedikleri ileri sürüldüğünde
Ortodoks Hıristiyan'ı onca sinirlendiren, her şeyin kendi etrafında dönmüyor olabileceğinin
ima edilmiş olmasıydı. Tüm öteki'ler onun yüce ben'i etrafında dönmek zorunda değiller
miydi? Ben ve öteki'nin başka bir bilgisi mümkün müydü?”
REHA ÇAMUROĞLU67
Her tercih, her perspektif bir şeyleri daha iyi görmemizi sağlayabileceği gibi bir
şeyleri de örter.68 Batılı yani “Avrupa merkezli” bakış açımla değerlendirdiğim YZ’de,
Maori’yle bir arada yaşam için yapılan sosyal ve siyasi yapılandırmaları yücelte yücelte
gezdim, hatta ülkenin pozitif enerjisini buna bağlayarak bu kitabı yazdım. Amaçlarımdan biri
de bu yapılandırmaların ülkeme ışık tutup tutamayacağı konusunu incelemekti.
Araştırmalarımın beni getirdiği noktada, Pakeha’nın lütufta bulunma tutumuna şekil veren
Maori’nin “MANA”sını69 keşfettim!
Kitabın son bölümünü yazarken, çekmiş olduğum fotoğraflardan biri adeta bir
projektör gibi, bir an için Türkiye ile Yeni Zelanda’yı aynı ışık huzmesinde birleştiriverdi.
Meğer ortak bir hikâyemiz varmış: “Ülkenin sahibi olduğunu zannetmek” yanılgısına
düşenlerin sistemli olarak uyguladıklarını yaşamaktaymışız…
Bu fotoğraf, Auckland Müzesi duvarlarından birinde çektiğim aşağıdaki bilgi
panosuna aitti:
İKİ HALK BİR ÜLKE
“Yeni Zelanda Savaşları Galerisine hoş geldiniz.
Bu sergi Maori ve Pakeha’nın yürüdüğü acılı yolun sadece bir parçasını
gösteriyor.
Buradayken çok dikkatli olun çünkü, geçmişimizin toprakları üzerinde
yürüyorsunuz ki, o geçmiş bugün hâlâ canlı.”
67
Reha Çamuroğlu, Dönüyordu, Kapı Yayınları 2010, S:86
68Cemal
Kafadar, Muhafazakâr’ın Kör Kazması-Söyleşi, Magma Dergisi, Kasım 2014
69
Maori dilindeki bu sözcük; Onur, erdem, yetki anlamına gelip, üç çeşittir. Doğuştan/soydan gelen, Sonradan
davranışlarıyla kazanılan ve grupların sahip olduğu mana…Mana, statik değildir, tutuma bağlı olarak artar ya da
eksilir(kaybedilir). Maori kültürü konusu oldukça kapsamlı olduğundan bu kitapta yer alamamıştır.
$104
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
UMUTSUZLUK YILLARI
TANRIYA SIĞINMAK
“Pakeha diyor ki: Bizim dinimizi ve yönetim şeklimizi alın, ekonomiyi geliştirin
ve okuma yazma öğrenin; böylece dünyanın en büyük imparatorluğunun vatandaşı
olacaksınız.
Hepsini yapmaya çalışıyoruz. Fakat İngilizler, kanuna aykırı arazi alışlarını
desteklemek üzere profesyonel ordusuyla geldiğinde, bize söylenen hiçbir şey artık
doğru gibi gelmiyor. Görünen o ki Pakeha ülkenin sadece kendisine ait olmasını istiyor.
Bizden beklenen tek şey, topraklarımızı vermemiz. Azınlık, silahsız, kanuna güveni
kalmamış ve ihanete uğramış olarak dine sığınıyoruz.”
WAITANGI ANLAŞMASI
1840’da Maorilerle İngiliz hükümeti arasında imzalanan bu anlaşma YZ’nin kuruluş belgesi
sayılıyor. Belge, bugün de ırklar arası ilişkinin merkezi parçası olarak kabul ediliyor. Ülkedeki
şeflerin büyük çoğunluğu olan 500 Maori şefi anlaşmaya imza koyarken, bu imzanın olası
sonuçlarını maalesef düşünememişler.
Anlaşmada Kraliçe Viktorya’ya arazi satın alma hakkını vermenin karşılığında, Maori’nin İngiliz
vatandaşlığının bütün hak ve imtiyazlarına sahip olacağı garanti edilmiş.
Ancak, Maorice ve İngilizce olarak iki değişik dilde hazırlanan anlaşma kopyalarının farklı
anlamlar taşıması Waitangi anlaşmasının ana problemi olmuş. İngilizce versiyonunda;
Maorilerin İngiliz vatandaşı olmaları karşılığında, yönetimin bütün hakkının İngilizlerde olacağı
yazarken, Maori versiyonunda buna ek olarak, kendi (kabilesel) alanlarında yönetim hakkını
kullanmaya devam edecekleri (yani özerklik) sözü verilmiş.
Başlangıçta bu büyük bir problem olmamış. Sayıları 2000 civarında olan Avrupalı yerleşimcilerin
dışında Maori versiyonu uygulanabilmiş. Ama yerleşimci sayısı artınca itilaf başlamış ve giderek
artmış.
EL KOYULMUŞ TOPRAKLAR İÇİN TAZMİNAT
İki dilli anlaşmadaki farklar, sonunda iki toplumu savaşa sürüklemiş. 1860’da başlayan YZ
Savaşları, Maorilerin kendi içinde bölünmesi nedeniyle 1869’da durmuş. Pek çoğu baskı altında
gerçekleşen arazi satışları tırmanmaya başlamış. Savaşların sonunda hükümet 12.000
kilometrekarelik toprağa el koymuş vaziyetteymiş.
Maori’nin meşru haklarını geri alması 1975’de yapılan Waitangi Mahkemesiyle, tam bir asır
sonra gerçekleşebilmiş. Hükümet el koyduğu toprakları geri verip tazminat ödemeyi 1997’ye
kadar sürdürmüş. Ayrıca 2017’ye kadar sürecek düzenlemeler söz konusuymuş.
Kitaba başlarken yazdığım “İlk Söz” bölümünde, gerçek keşif yolculuğunun yeni
gözlerle bakabilmeyi gerektirdiğine dair Proust’dan bir alıntım vardı hatırlarsanız. Yazmaya
hazırlık olarak yaptığım okumalar, izlediğim konferans kayıtlarıyla belgeseller ve yazma
sürecimin tümü, ülkeme olduğu kadar YZ’ye bakışımı da değiştirdi.
$105
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Fark ettim ki modernite kökenli sömürgeci; kendini UYGAR, yaban düşünceyi ise
kabul ederek, benim bildiğim dünyaya benzemeyen, yani sanki dünya olmayan bir
dünya kuramazmış zaten. Benimki sadece bir yanılgıymış.
İLKEL70
Ülkede benden çok daha uzun süre kalıp yaşayan Emet Değirmenci’nin kitabından
alıntılayacağım bölüm bu durumu daha netleştirecek:71
“Emet Değirmenci’nin inisiyatifiyle sığınmacı ve göçmen kadınların düşü olan
Innermost projesinin tanıtımı için düzenlenen bu geceye hoş geldiniz. Adım Mahina. Soyadım
Bailey. Ko Otaraoa kabilesindenim. (…) Bu gece üzerinde bulunduğunuz toprak parçasının
uzun öyküsü bulunmaktadır. Bu toprakların insanları uzun serüvenlere atılmışlardır. Bir
zamanlar ormanları ve deniz kıyıları insanlar için yiyecek ambarı idi. İnsanlar yiyeceklerini
hasat ettiklerinde onları ürettikleri malzemelerle birlikte festivaller düzenlerlerdi. Böylece
öteki kabilelerle paylaşım ve değiş tokuş yaşanırdı. Bugün gördüğünüz yaşlı karaka ağaçları
ve onun portakal renkli küçük yemişleri beyaz adam gelmeden önce burada Maori
bahçıvanların olduğunu gösterir. Harakeke (flax) bugün hala yiyecekleri öğütmede kullanılır.
Ve ayrıca yere hasır yapmada ya da sepet yapmada ve değişik sanat eserleri üretmede bugün
hâlâ yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu bitkinin parlak kökleri ise diş çıkarmakta olan
bebeğe, ısırıp diş kaslarını geliştirmesi için verilir.
Son 200 yıldır sömürgecilerle zor zamanlar yaşadık ve aslında hâlâ yaşıyoruz…
İnsanımız hâlâ aldatma suistimal edilme ve onurunun incitilmesi nedeniyle üzüntüyle karşı
karşıyadır. Çoğumuz kendi topraklarımızda hapsedilmiş ve özgürlüğü olmayan insanlarız. Ya
da çoğumuz yaşamımızı idame ettirebilmek için büyük kentlere gitmeye zorlandık. Size
topraklarımıza hoş geldiniz derken, sizin yeni eviniz olarak burayı korumanız ve bu
topraklara iyi davranmanızı bekliyoruz. Papanatuku yani ‘Doğa Ana’ hâlâ acılar içinde…
Beton yollar ve endüstriyalist sistem onun güzel vücudunu dümdüz etti. Tanemahuta’nın
çocukları olan tohumlar ise acı içinde kırılıp dökülüyor. Her şeyimizi kontrol altına almak
isteyen kapitalist sistem ‘Doğa Ana’nın ırzına geçiyor.
Başlattığınız toplumsal projeyi betonlaşmış şehirleri doğaya dönüştürmek için önemli
bir çaba olarak görüyorum. Dikilen her bitki, büyütülen her meyve ağacı toprak ananın
iyileşmesine katkıda bulunacaktır. Hep birlikte bütünlükçü bir anlayışla gelecek nesillere
biraz iyileşmiş bir ‘Doğa Ana’ bırakabilirsek ne mutlu bize…”
70
“Tarihin lineer bir şekilde ilerlediğine inanmadığı için, yelpazenin sağından soluna bütün Batılı
entellektüellerin zihinsel arka planını belirleyen bu “ilkel/uygar” ayrımına en önemli darbeyi, yapısalcı
antropolojisiyle Lévi Strauss indirdi. O, yakın zamana kadar geçerliliğini koruyan, başka toplumlar geride
kalırken sadece Batı’nın durmadan ve sürekli ilerlediği inancının karşısına, farklı kültürlerin, yani farklı sosyal
yapıların farklı istikametlerde tercihlerde bulundukları yalın gerçeğini koydu. Buna göre: “ileri”, “geri” gibi çok
keyfi adlandırmaların bir geçerliliği yoktu; sadece farklı tercihlerin yol açtığı farklı kültürel serüvenler vardı. Bu
tercihler her kültüre bir takım kazançlar sağlarken, beraberinde bu kazançların bedeli olan kayıplara da yol
açıyordu.
Kısacası, “ilkel” denilen insanların muhayyileleri, düşünme tarzları, mantık kategorileri ve kültürel tasnifleri
ilkel değildi; sadece kendini insanlığın ve evrensel uygarlığın kaçınılmaz yazgısı olarak takdim eden Batı’dan
farklıydı.
Farklı kültürler, kendi coğrafyaları ve kendi tarihlerinden kaynaklanan farklı tercihlerin onlara hediye ettiği
farklı serüvenlere sahipti. Bu farklı serüvenlerden de farklı anlam dünyaları doğmuştu. Yaban düşünce için
anlamlı olan, modern Batı için anlamlı olanla aynı değildi. (…) Anlam, o kültüre biricikliğini armağan eden
kendine has yapılarda yatıyordu; anlamlı olan anlamını, kendini var eden yapıdan alıyordu.”
Gökhan Yavuz Demir, Önsöz, Claude Lévi Strauss, Mit ve Anlam, İthaki Yayınları, 2013, S: 9-10
71
Emet Değirmenci, Maori Kadınlarının Öğrettikleri/Kadınlar Ekolojik Dönüşümde, Yeni İnsan Yayınevi 2010,
S: 93-95
$106
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
Yeni Zelanda’yı ziyaretim, tam da Maori Mahina’nın bu sözleri söylediği zamana
denk düşüyor. İçeriden gelen bu çığlığı oradayken duyamamışım, aynen yaşamım boyunca
ülkemdeki çığlıkları duymadığım gibi.
Biri, hile ve desise ile kurduğu birliktelikte huzur olamayacağını göremezken diğeri,
onca unsurun olduğu bir toprakta sadece tek unsura dayalı bir ülke kurabileceğini düşünüp
diğerlerini bu topraklardan silebileceği gafletine düşmüş iki ülkeymişiz biz meğerse.
Mahina’nın ülkesi, 100 yıl önceki kuşaklarının yaptıklarından gerisin geriye dönmeye
çalışmış olsa da kalplerde bir şeyler halen kırık kalmış olmalı.72
Ülkemdeyse; bir ideoloji inşasının, üstünü başarıyla kapatarak hepimizi toplu inkâr
durumunda yaşattığından bu yana dördüncü kuşağa ulaşmış durumdayız. Kurucularımızın
bize bıraktıkları mirasın ağırlığı çok ama çok fazla. Bu kahredici karanlık mirasın ağırlığından
kurtulmak ve bu topraklarda yaşayan herkesi acıların travmasından özgür kılmak için,
geçmişin hayaletlerinden korkmayarak tarihimizle halleşmeye başlayıp onarıcı adaletten73
faydalanabiliriz belki de.
Bir mozaik gibi yan yana duran kültürler, birbirine dokunmadan beraberlik
yaratamıyor. Bu nedenle, yeni geleceğimizin mozaikten ebruya geçilmek suretiyle
yapılandırılabileceğini düşünüyorum. Gençliğimizin ön yargı taşımayanları, bunun bu ülkede
mümkün olabileceğini bize gösterdi. Haziran 2013’den sonra artık hiçkimseye bu bağlamda
hiçbir şey zor gelmemeli.
Ebru olabilmek yolunda ilk değişimi kendimde başlattım. Çok uzun zamandır devam
ettirmekte olduğum yalnız kurt yaşamımı bırakıp küçük bir toplulukla yaşama geçmek üzere
adım attım. Bir ülke keşfetmek üzere yaptığım gezinin, benliğimde ruhsal bir yolculuğa
72
Waitangi anlaşmasıyla taahhüt edilen Maori bölgelerindeki özerklik uygulamasına merkezi hükümetin
müdahalelerinden şikayetçiler.
73Yaşanan
her acıda özür dileyecek tarafla birlikte affedecek taraf vardır. Affetmek üzerine en iyi örnek G.Afrika:
‘Mandela halkına affetmeyi ve uzlaşmayı telkin etmeyi kendine siyasi görev kılmış bir liderdir. Cezalandırıcı bir
adaletin değil, onarıcı bir adaletin hikmetine inanmış, halkını mahkemelerde geçmişin acılarının
cezalandırılacağı günlerin özlemini kurmaya değil, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları’ndaki itiraflarla geçmişin
acılarının ortaya çıkarılmasını ve bunların onarılmasını hedeflemenin barışın ve demokrasinin koşulu olduğuna
ikna etmiş bir liderdir. Geçmişin kirli ve acı hakikatlerinin dile gelmesi bu suçları işleyenleri cezalandırma
amacını hiç bir zaman gütmemiştir. Mandela bir mülakatında şunu söyler: “bu hakikatleri ortaya çıkarmamız
lazımdı ki kimi affedebileceğimizi bilelim.”
Mandela ve Desmond Tutu gibi siyahi liderlerin uzlaşma, barışma ve affetme siyasetinin önemine yaptıkları bu
vurgunun arkasında Ubuntu öğretisine inanmaları yatıyor. Ubuntu, insanların özünde birbirine hassas ve narin
bir ağla bağımlı olduğuna inanan bir yaklaşım. Bir bireyin ancak diğer bir birey sayesinde ve onunla ilişkisi
içinde birey olabildiğine inanan bu felsefenin mottosu “ben, ben olabilmek için diğerine, diğeri de kendisi
olabilmek için bana gereksinim duyar” olmuştur. Ubuntu aynı zamanda, öfkenin, küskünlüğün, nefretin,
dargınlığın, ve daha önemlisi intikam güdüsüyle hareket etmenin toplumsal uyumu aşındırıp çürüteceğine inanır.
İnsanların ancak affetme ve yaşadıkları acıları dillendirmeleri sayesinde şifa bulacaklarına inanmış bir
yaklaşımdır ubuntu. Mandela ve diğer siyasi liderler apartheid rejiminin açtığı yaraların cerahat haline geldiğine
ama siyasetçilerin görevinin bu cerahatı temizlemek ve üzerine merhem sürmek olduğuna inan bir siyasi
yaklaşım izlemişlerdi. Ubuntu anlayışına göre intikam almak üzere hareket etmek yalnızca acının ve intikamın
kısır bir döngü haline gelmesine hizmet eder. Rwanda’da, Kuzey İrlanda’da ve eski Yugoslavya’da yaşanan şey
bu olmuştur. Onlara göre bu kısır döngüyü kıracak tek şey affetmektir. Affetmeye dayalı olmayan bir siyaset barış
ve demokrasi sağlayamaz.
Bu siyasetin tarihle olan ilişkisine baktığımızda ise affetmenin kesinlikle unutmak demeye gelmediğini, yaşanan
acıların ve yaraların üstünün kapatılmasına ve hele hele untulmasına veya yok sayılmasına çalışılmadığını
görüyoruz. Tam tersine, geçmişin acıları, baskıları, insan hakları ihlalleri çok çeşitli yollarla dile getirilmeye ve
hatırlanmaya çalışılıyor.
Johannesburg’daki Anayasa Mahkeme salonunda uzun sohbetim sırasında siyah görevli şöyle dile getirdi bunu:
“Çok acılar çektik, ama kesinlikle bunları unutmamalıyız, bunları çok çeşitli yollarla anlatmalıyız ki
tekrarlanmasına izin vermeyelim. Ama amacımız kesinlikle bu çektiğimiz acıların intikamını almak değil.”’
MEYDA YEĞENOĞLU, İntikam siyaseti, barış, ve demokrasi, T24 Bağımsız İnternet Gazetesi, 12.08.2013
$107
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
dönüştüğünü fark ediyorum şimdi. Ülkemdeki ve onun bölgesindeki kaynamanın nedenlerini
bulmamı, anlamamı sağladı bu yolculuk. Sözlü tarihten yazılı tarihe dönüştürülen acıları
okudum aylarca. Bu büyük travmanın mirasçıları olarak, şifalanmanın yolunun bir an önce
inkârdan çıkıp yakınlaşmak, tanışıklık kurmak olduğunu, bunu yapmak için de bundan sonra
toplayacağım bavulla uzak ülkeler yerine, ülkemin uzakta kalmış köşelerine gitmek, dillerini
öğrenmek isteğiyle doldum.
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için….
Gökçeovacık köyü
Şubat 2015
$108
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
EK 1: MERAKLISI İÇİN TARİHLERLE YZ PROFİLİ
1840 Waitangi Anlaşmasıyla İngiliz kolonisi olması. Anlaşmanın ülkenin kuruluş
belgesi olarak kabul edilmesi74
1867 Parlamento’da dört Maori üye
1890-1912 Liberal parti yönetiminde dünyada ilk kez tanınan haklar nedeniyle
dünyanın sosyal laboratuarı olarak anılması.
1893 Dünyada kadına oy hakkı veren ilk ülke.
1877 Eğitim hakkı ücretsiz.
1898 Yaşlılık maaşı bağlayan ilk ülke.
1907 Dominyon statüsüne geçiş.
1915 ANZAC ordusuyla İngiltere kumandasında Çanakkale’de Osmanlı’ya karşı
I. Dünya Savaşına katılması.
1931 İngiliz Milletler topluluğuna üye olması.
1933 Parlamentoda ilk kadın milletvekili.
1936 Haftada 40 saat çalışma hakkı
1938 Ücretsiz sağlık programı uygulaması
1947 Parlamenter demokrasiye geçilmesi (Westminster) ve İngiltere’den
bağımsız olması
1973 Fransız Polinezyası’ndaki nükleer denemeyi protesto etmesi
1975 Maori liderlerinin Waitangi Anlaşması’na bağlı gaspedilen hakları için
protesto yürüyüşü düzenlemeleri
1975-1997 Kurulan Waitangi Mahkemesiyle gaspedilen Maori toprak ve
yönetim haklarının araştırılması. Hak iadeleri ve tazminat ödemeleri.
1981 Maori diliyle ilk çocuk yuvasının açılışı
1984 İşçi Partisinin sosyal politikalarda sol, ekonomik politikalarda sağ
uygulamaları
1984 Anti-nükleer politika ilanı
1985 Fransız casusların Auckland yakınlarında Fransa’nın nükleer denemelerini
protesto eden Greenpeace’in Rainbow Warrior teknesini batırmaları
1987 Maoricenin ülkede ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi75
1990 İlk kadın Genel Vali76 atanması
1990 sonrasında farklı unsurların nüfusa katılmasıyla Maori toplumunda baş
gösteren rahatsızlık nedeniyle, sosyal mühendislik uygulamalarıyla Maorilere özel,
çeşitli politika değişikliklerine gidilmesi
1997 Nispi temsil seçim sistemine geçilerek ülkedeki toplulukların tam olarak
temsil edilebildiği bir parlamento seçimi yapılması
1999 İlk kadın başbakanın seçilmesi
2004 İlk Maori TV kanalının yayına başlaması
2005 Maori Partisi’nin ilk seçim başarısı
2014 ilk Maori Genel Vali
74
“Bazı durumlarda Anayasal ve Politik Sistemde özerk(otonom) Maori kurumlarının rolü var. Diğer şartlarda
Waitangi’nin iki tarafının üzerinde anlaştığı her iki tarafa da uygun model oluşturulur. Bu alandaki prosedür ve
politikalar halen evrilmeye devam etmektedir.” An essay on NZ’s Constitution, www.gg.gov.nz,
75
Ülkenin üçüncü resmi dili İŞARET DİLİ’dir. Ancak günlük dil olarak İngilizce kullanılmaktadır.
76
YZ, İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olduğu için ülkede İngiltere Kraliçesini temsilen Genel Vali bulunuyor.
Başbakanı atayan Genel Vali’nin ülkenin yönetiminde bir yetkisi bulunmuyor. Günümüzdeki Genel Vali bir
Maori.
$109
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
EK 2: OKUMA ÖNERİLERİ
•
•
•
•
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, Çeviren: Aysel Bora, YKY, İstanbul, 2012
Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, Çeviren: Orçun Türkay, YKY, İstanbul, 2009
Erkam Tufan Aytav, Türkiye’de Öteki Olmak, Mavi Ufuklar Yayınları, 2011
Konda Araştırma, Kürt Meselesinde Algı ve Beklentiler, İletişim Yayınları, İstanbul,
2011
• Bejan Matur, Dağın ardına bakmak, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011
• Rojin Canan Akın ve Funda Danışman, Bildiğin Gibi Değil-90’larda Güneydoğu’da
Çocuk Olmak, Metis Yayınları, İstanbul, 2011
• Fethiye Çetin, Anneannem, Metis Yayınları, İstanbul, 2012
• Onur Bilge Kula, Anadolu’da Çoğulculuk ve Tolerans, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2011
• Herkül Millas, Türk ve Yunan Romanlarında ‘Öteki’ ve Kimlik, İletişim Yayınları,
İstanbul 2005
• Taner Akçam-Ümit Kurt, Kanunların Ruhu - Emval-i Metruke Kanunlarında
Soykırım İzini Sürmek, İletişim Yayınları, İstanbul 2012
• Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur-Osmanlı Belgelerine Göre Savaş
Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar, İletişim Yayınları, İstanbul 2013
• Taner Akçam, Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması-Sessizlik, İnkâr ve
Asimilasyon, İletişim Yayınları, İstanbul 2014
• Evangelia Balta(Editör), Sinasos - Mübadeleden önce Bir Kapadokya Kasabası,
Çeviren: Ari Çokona, Birzamanlar Yayıncılık, İstanbul 2007
• Fatma Barbarosoğlu, Cumhuriyet’in Dindar Kadınları, Profil Yayınları, 2011
• Yıldız Ramazanoğlu, İkna odası, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008
• Monique Wittig, Straight Düşünce, Çeviren: Leman Sevda Darıcıoğlu-Pınar
Büyüktaş, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2013
• Dimitri Kakmioğlu, Anayurt, Çeviren: Niran Elçi, E Yayınları, İstanbul, 2009
• Hrant Dink, İki Yakın Halk İki Uzak Komşu, Uluslararası Hrant dink Vakfı Yayınları,
İstanbul, 2012
EK 3: İZLEME ÖNERİLERİ
• Vatandaşlık Halleri, Belgesel, Su Film,Yönetmen: Şehbal Şenyurt, 2008
• Bizim Mahallenin Giritlileri, Belgesel, Su Film, Yönetmen: Bülent Arınlı - Şehbal
Şenyurt, 2010
• Kırlangıcın Yuvası, Belgesel, Su Film, Yönetmen: Bülent Arınlı, 2007
• Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı oturumları, 2013, Hırant Dink Vakfı
Youtube hesabı
• Medyada Ayrımcılık ve Nefret: Sosyal Medya, farklılıkların temsili ve ayrımcılıkla
mücadele paneli, 2014, Hırant Dink Vakfı Youtube hesabı
• Benim Çocuğum, Belgesel, Surela Film, Yönetmen: Can Candan, 2013
• Saroyan Ülkesi, Belgesel, Nar Film-Bir Film, Yönetmen: Lusin Dink, 2013
$110
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
TEŞEKKÜR
Gezimi kitaba dönüştürmem konusunda teşviği nedeniyle Mahinur’a; ilk okumaları yaparak
görüş bildiren kardeşim Can’a, Gülseren’e ve Seda’ya; yazım düzeltme işinde yardımlarını
esirgemeyen Yalçın ve Emre’ye; kapak hazırlamada sonsuz sabrıyla çalışan Doğan’a
teşekkürlerimle....
$111
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
GÜLENGÜL ANIL
TELİF HAKKI
Telif Hakkı © Rabia Gülengül Anıl. Tüm Hakları Saklıdır. Bu kitabın içeriğinin tarafımdan
aksi belirtilmedikçe 5846 numaralı Telif Hakları Kanunu uyarınca tamamının ya da
parçalarının kopyalanması, izinsiz olarak yayınlanması, yazarının adının değiştirilmesi
yasaktır. Kanunun 71. maddesi uyarınca bunun aksi hareketlerde kanuni işlem yapılır.
$112

Benzer belgeler

küllerinden doğan ben oldum

küllerinden doğan ben oldum Yeni Zelanda’dan yolladığım mektup ve fotoğraflarla heyecanlanan arkadaşlarım, geziyi yazıp kitaplaştırmam konusunda beni yüreklendirdiler. Gördüklerimi öğrendiklerimi yaşadıklarımı paylaşmayı, gez...

Detaylı