Latin Amerika: “21. Yüzyıl Sosyalizmi” mi?

Transkript

Latin Amerika: “21. Yüzyıl Sosyalizmi” mi?
• Sayı / Hejmar: 156
• Mayıs / Gulan 2009
• Fiyatı: 2 YTL
Latin Amerika:
“21. Yüzyıl
Sosyalizmi” mi?
İÇİNDEKİLER
3
Latin Amerika:
“21. Yüzyıl Sosyalizmi” mi?
19
Latin Amerika’nın
genel görüntüsü
35
“Sol rüzgarlar”ın estiği kimi ülkelerdeki durum
75
“Reformist sol” kesimden örnekler
V.i.S.d.P. &Yazışma Adresi:
K. İnan • 12 Rue de Rome, Boite Postale No: 287, 67000 France
İnternet Adresi: www.bolsevikparti.org
E-Mail Adresi: [email protected] · Tel. & Fax: 0033 (0) 388 60 74 04
Fiyatı: 2 YTL, £ 1.50, 2 EURO
Latin Amerika:
“21. Yüzyıl Sosyalizmi” mi?
L
atin Amerika’daki gelişmeler kimi
devrimci gruplar tarafından yer
yer devrim, 21. Yüzyıl sosyalizmi vb. olarak değerlendiriliyor. Latin
Amerika’da kimi sol hükümetlerin iş
başına gelmiş olması, bunların ABD
emperyalizmine karşı yer yer radikal çıkışları, ulusal ekonomilerini geliştirme
ve özellikle petrol zengini Venezüela’da
yoksullar lehine de kimi adımların atılması, dünya çapında devrimci dalganın geri çekilmiş olduğu ortamda Latin
Amerika’yı bir çoğunun gözünde umut
haline getiriyor.
Latin Amerika’da 2002 Nisan ayında
Venezüela’da Chavez’e karşı gerçekleştirilen darbenin başarısızlığa uğraması, 2002 yılı sonunda Brezilya’da işçisendikacı kökenli Lula’nın ve 2003 yılı
Nisan ayında da Arjantin’de Kirchner’in
başkanlığa seçilmesi burjuva medyada
„Latin Amerikada Sol Rüzgarlar esiyor“
biçiminde yorumlandı. Aralık 2005Aralık 2006 dönemi Latin Amerika ülkelerinde kelimenin gerçek anlamıyla bir
“seçim yılı” dönemi oldu.
Bu dönemde önce Bolivya’da, ilk kez
İndigen kökenlinin, Morales’in başkanlığa seçilmesi “sol rüzgarlar esiyor” yönlü
düşüncelere güç verdi, kimi diğer ülkelerde de “sol” olarak değerlendirilen kişilerin başkanlığa seçilmesiyle bunlar
zirvesine vardı.
Kuşkusuz bu düşüncelerin gelişmesini
ve pekişmesini destekleyen en önemli
gelişme, 2002 yılındaki darbeden sonraki süreçte Chavez’in, özellikle ABD em-
peryalizmine karşı tavrını sertleştirmesi
ve 2004 yılı sonları ve 2005 yılı başlarından itibaren “21. yüzyıl sosyalizmi”nden
söz etmesi ve bu süreçte Venezüela’daki
gelişmeleri “Bolivar devrimi” olarak tanımlaması oldu.
Bu tanımları ve değerlendirmeleri bir
dizi sol ve devrimci örgüt de üzerlendi.
„Sol Rüzgar“ın gerçek içeriği:
Herkesin kendisine göre içini doldurduğu bir “sol” var. Yani “sol” tanımı,
gerçekte estiği söylenen rüzgarın karakterini ifade etmiyor. Bunun en basit açıklaması, “sol” tanımı sosyaldemokratlardan, devrimcilere, komünistlere kadar
bir çok değişik siyasi akımı; devrimcileri
de, reformistleri de içinde barındırmaktadır. Bu, yer yer “sağ’ın solu” olarak da
değerlendirilebiliyor. Bunun da ötesinde
sosyaldemokrat bir gelişme, “sol rüzgar”
adına devrimci bir gelişme olarak kitlelere sunulabiliyor.
Biz Latin Amerika’da esen “sol rüzgar”ı
en genel hattıyla şöyle değerlendiriyoruz:
Bu, emperyalizmin “neoliberalizm”
olarak adlandırılan siyasetine karşı olan,
gerçekte ulusal burjuvazinin çıkarlarını
savunan bu anlamda bağımsızlık isteyen;
kapitalist-emperyalist sömürü sisteminin
kimi sivri uçlarını törpüleyerek “sosyal”
bir kapitalizm oluşturmaya çalışan ve
sonuç olarak genel değerlendirildiğinde
sosyaldemokrat bir “sol rüzgar”dır.
İçinde bulunduğumuz koşullar devrimci, komünist hareketin güçsüz olduğu,
156 . 09
3
sosyalizm-komünizmin emekçi kitleler
içinde fazla çekici olmadığı, komünist
propaganda temelinde insan kazanmanın
çok zor olduğu koşullardır.
Böylesi koşullarda, özellikle kapitalist
sisteme karşı olan, ama devrimi ve kurtarılmayı başkalarından bekleyen, kendi
gücüne, öncelikle de işçi sınıfının, emekçilerin gücüne güvenmeyenler; yaşadıkları
ülkede devrim için mücadelenin, şu ya da
bu ülkedeki gelişmelerden bağımsız olarak
verilmesinin görev olduğunu kavramayan,
sonuç itibariyle küçük burjuva devrimciliğini aşamayanlar; herhangi bir devletin başının, ya da tanınmış kişinin “devrim”den,
“sosyalizmden” bahsetmesi karşısında
umutlarını ona bağlamaktadırlar.
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, şu ya da
bu burjuva kesimin, temsil ettiği sınıfların
çıkarları gereği azıcık olsun “sosyal” tavır
takınması ve yer yer de “devrimden”, “sosyalizmden” bahsetmesi –içeriğini nasıl
doldurduğuna bakmadan–, devrimci, sosyalist olarak değerlendirilebiliyor. Sonuçta Latin Amerika’da esen sosyaldemokrat
rüzgarlar, bizim kimi devrimcilerimizi
de birlikte alıp götürüyor. Sosyalizmden
yana olma isteği, sosyalizmi savunma
adına kapitalist sistemin “sosyal” parçası
olmakla sonuçlanıyor.
Kıtasal Devrim mi?
156 . 09
4
“Sol Rüzgar” yanında devrimci sol
çevreler içinde Latin Amerika’daki gelişmeler için sıkça kullanılan bir başka
kavram daha var: “Latin Amerika Devrimi”. “Latin Amerika Devrimi” kavramı,
gerçekte değişik şartlara sahip ülkeler
devrimlerini bir kap içinde toplayan, gerçek durumu doğru yansıtmayan. Latin
Amerika’daki şartları çok değişik ülkelerin devrimlerini kıtasal tek bir devrimmiş gibi gösteren yanlış bir kavramdır.
Bugün söz konusu olan “Latin Amerika
Devrimi” değil, Latin Amerika’daki şu
veya bu somut ülkenin devrimidir.
Eğer tek tek ülkelerdeki gelişmeler
somut ele alınıp değerlendirilmezse ve
bunlar arasındaki benzerlikler ya da ortak noktalar açıkça ortaya konmazsa, o
zaman “Latin Amerika Devrimi” tanımı
sözkonusu ülkeler arasındaki farklılıkların üzerini örtmeye de hizmet eder. Örneğin ABD emperyalizmine karşı tavır
takınan bir Venezüela ile ABD emperyalizmi ile iyi ilişkilere sahip Kosta Rika
arasındaki farklılığın üzeri örtülür bu
yaklaşımla.
“Latin Amerika Devrimi” düşüncesi
ve yaklaşımı, aynı zamanda Latin Amerika ülkeleri arasındaki çelişkilerin, rekabetin üzerini de örter. Latin Amerika
ülkelerinin kendi aralarındaki çelişki ve
rekabet –emperyalist güçlerle olan ilişkiler bunu etkilese de–, emperyalistlerle
ilişkilerden bağımsız da yürümektedir.
Örneğin, Brezilya, Meksika, Arjantin ve
Venezüela’nın her biri Latin Amerika’nın
birinci gücü, Latin Amerika üzerinde esas söz sahibi olma rekabeti, dalaşı
içindedir. Diğerleri şimdilik bu rekabeti
yürütecek güçte değildir. Öne çıkan anda
Brezilya’dır. Fakat Meksika ve özellikle
de son yıllarda Venezüela Brezilya’yı
zorlamaktadır. Kavranması gereken,
tüm ortak benzerliklere rağmen, Latin
Amerika’nın kendi içinde bir bütün olmadığı gerçeğidir.
“21. Yüzyıl Sosyalizmi”
Sol içi tartışmalarda Latin Amerika
söz konusu olduğunda son dönemde çokça kullanılan bir kavram da “21. Yüzyıl
Sosyalizmi”. Kendisini ML’den ayıran
“yeni” bir sosyalizm anlayışından söz
ediliyor. Bu konuda –yazı içinde açıkla-
mak üzere- kabaca şöyle düşünüyoruz:
“21. yüzyılın sosyalizmi” düşüncesi
gerçekte kitlelerin kapitalist barbarlığa
karşı, hayat koşullarının iyileştirilmesi,
ülkedeki doğal zenginlik kaynaklarının
emperyalistlere peşkeş çekilmesine son
verilmesi, en temel demokratik haklarının verilmesi istemleriyle yükselen protestolarının; sisteme karşı devrimci bir
yola yönelmesini engellemenin, kitlelerin
“bir başka dünya” istemini sistem içine
kanalize etmenin düşüncesidir.
“21. yüzyılın sosyalizmi” savunucuları, somut olarak Sovyetler Birliği’ndeki
sosyalizmin –onlar 1917’den 1989’a kadarki dönemi toptan ele alıp “reel sosyalizm” olarak değerlendiriyor ve Doğu
Bloku’nun çökmesini sosyalizmin– öldüğü, insanlığın sorunlarına çözüm bulamadığı biçiminde yorumlayıp bunu
gerçekte Marksizm-Leninizmin de (20.
yüzyıl sosyalizmi!) öldüğünün belgesi
olarak kitlelere sunuyorlar.
“21. yüzyılın sosyalizmi”nin kimi temel düşüncelerine bakmadan önce, böylesi düşüncelerin ortaya çıktığı tarihi koşulları kısaca hatırlatmak gerekiyor.
“21. YÜZYILIN SOSYALİZMİ”
GİBİ TEORİLERİN
ORTAYA ÇIKTIĞI ORTAM!
“Yeni Dünya Düzeni”, “Küreselleşme” gibi düşüncelerin yaygınlaşmasının
yanısıra “21. yüzyılın sosyalizmi” gibi
teorilerin ortaya çıktığı ortam esas itibariyle 1989’da Doğu Bloku’nun çökmesinden sonraki dönemde oluşan ortamdır.
“Yeni Dünya Düzeni”
1989 yılında “Doğu Bloku’nun” çözülmeye başlaması ve 1991’de de SSCB’nin
resmen dağılması olgusu, emperyalist
burjuvazi ve propagandacıları tarafından
“komünizmin öldüğü” artık “kalıcı barış
çağına” girildiği; insanın doğasına uygun
olan yegane sistemin kapitalist sistem olduğu ve kapitalizmin siyasal üst yapısı
olan burjuva demokrasisinin “özgürlükçü, demokratik” sistemin alternatifinin
olmadığı yönündeki propaganda için yoğun olarak kullanıldı. Tüm emperyalistkapitalist dünya burjuvazisi zafer çığlıkları, naraları attı. Gerçek Sosyalist Sovyetler Birliği’nin Kruşçev revizyonistleri
tarafından daha 1956 ve sonrası dönemde
tarihe gömüldüğü gerçeğinin üzeri örtülerek, dünyada savaşların kaynağının “sosyalist ülkeler” olarak gösterildiği bir sahtekarlığın sonu gelmişti, ama emperyalistlerin sahtekârlıkları son bulmuyordu.
“Soğuk savaş” olarak tanımlanan, gerçekte batılı emperyalistlerin başlangıçta
İkinci Dünya Savaşı ertesinde sosyalist,
SBKP’nin 20 Parti Kongresi sonrası
yozlaşıp sosyal emperyaylist bir güce
evrimlenen Sovyetler Birliği’ne karşı savaşı olan dönemin sonu geldiğinde artık
“sağduyunun zaferi”nden, tüm insanlığı
ilgilendiren sorunlara “küresel” çözümden bahsedilmeye başlandı.
Batılı emperyalistler açısından “eski
düşman” ortadan kalkmıştı. Fakat yenisine ihtiyaçları vardı! Bunu da ya
“Güney-Kuzey çatışması” (fakir-zengin)
ya da “medeniyetler arası çatışma” olarak dillendirdiler. Kültürler arası çatışma
esas olarak dinler arası çatışma olarak
görülüp, gösterilirken, Güney-Kuzey
çatışması esasta zengin Kuzey ile fakir
Güney arasındaki bir çatışma olarak kamuoyuna sunuldu.
Tüm bunlara “Yeni Dünya Düzeni” ya
da kısaca “yeni düzen” adını verdiler.
Doğu Bloku’ndaki çözülüş ve çöküş,
emperyalist burjuvaziye özellikle ideolo-
156 . 09
5
156 . 09
6
jik alanda “komünizmin öldüğü” yönündeki saldırılar için büyük malzeme sağladı. Bu saldırılardan sadece geniş, bilinç
düzeyi geri kitleler değil, devrimci saflarda yer alanlar da etkilendi. Özellikle
SSCB’yi ve Doğu Bloku’nu sosyalist olarak değerlendirip onlara bel bağlayanlar
büyük bir şok yaşadılar. Devrimci cephede yer alıp küçük burjuva devrimciliğini
aşamayanların küçümsenmeyecek bir
bölümü de, bu iş olmaz, dönem değişti, artık başka şeyler yapmak lazım gibi
açıklamalarla devrimci mücadele saflarını terk ettiler. Ortalık bir nevi mücadele kaçkınlarıyla, döneklerle ve SSCB’yi
sosyalist olarak görenler içinde de hayal
kırıklığına uğrayanlarla dolup taştı. Devrimci hareket içinde devrimci kimliğini
koruyup kapitalizme karşı mücadele yürütmeyi sürdürenlerin sayısı bu dönemde
iyice azaldı.
“Yeni Dünya Düzeni” diye propaganda edilenin insanlığın sorunlarına çözüm getiremeyeceği, her şeyden önce de
geçildiği söylenen “kalıcı barış çağının”
hiç de barışçıl olmadığı, Balkanlar’da,
Ortadoğu’da –örneğin ABD’nin Irak’a
yönelik “Birinci Körfez Savaşı”yla– çok
kısa sürede ortaya çıkmıştı. Burjuvazi
geniş emekçi kitleleri komünizme karşı
kışkırtabilse de ve “komünizmin öldüğü” düşüncesini yaygınlaştırsa da, “kalıcı barış çağı”na geçilmediği gerçeğinin
üzerini örtebilecek durumda değildi.
Üzeri örtülemeyen bir gerçek de Doğu
Bloku’nun dağılmasıyla birlikte emperyalistler arası güç dengelerinin değiştiği
ve dünyanın yeniden paylaşımı üzerine
dalaşın sertleştiği gerçeğiydi. “Doğu
Bloku”nun varlığı şartlarında ABD önderliğinde bir cephede birleşen batılı emperyalistler, artık birleştirici ortak noktadan yoksun olarak birbirleriyle de daha
açık bir dalaşa girmişlerdi.
Küreselleşme:
“Yeni Dünya Düzeni” yalanı pek tutmayınca, “küreselleşme” ya da çokça
kullanılan “globalizasyon” kavramı
yaygınlaştırıldı. Küreselleşme kavramı
2000’li yıllara yaklaşılırken “Yeni Dünya Düzeni”nin kitlelere bir başka biçimde
sunulması için kullanıldı, bugün de kullanılıyor. Küreselleşme tanımı dönemin
görünürde herşeyi açıklayan, fakat gerçekte hiçbir şeyi açıklamayan ama işçi
ve emekçi kitlelerin bilincini karartmaya
hizmet eden bir tanım.
Bunun açıklaması emperyalizmin propagandacıları tarafından, artık komünizmin çöktüğü, onun bir alternatif olmadığının görüldüğü; kapitalizmin de eski
yağmacı, “vahşi” kapitalizm olmadığı;
sermayenin “toplumsal sorumluluk” bilincinde hareket ettiği; gelinen yerde gidişin sermayelerin birleşmesiyle, birleşmiş
bir dünya sermayesi ve devletine doğru
olduğu, daha şimdiden kapitalizmin/
burjuvazinin kimi değerlerinin (örneğin
insan hakları veya liberal demokrasinin)
artık insanlığın ortak değerleri haline
geldiği ve bu değerleri bütün insanlık
adına “savunan”, “koruyan” uluslararası
kuruluş ve güçlerin daha etkin hale geldikleri ve gelecekleri yönlü düşünceler
temelinde yapılmaktadır.
Gerçekte ise küreselleşme denen şey
özde sermayenin, öncelikle de büyük sermaye gruplarının, emperyalist tekellerin
dünya hegemonyası peşinde “enternasyonalleşmesinden” başka bir şey değildir.
Küreselleşme, gerçekte emperyalist sermayenin, hem çeşitli “ulusal” büyük sermaye
gruplarının birbirlerini yutma yoluyla “birleşmesi” hem de dünyanın en ücra köşelerine kadar girmesi anlamında, enternasyonalleşmesinin en uç boyutlara varmasının
modern adından başka bir şey değildir.
Küreselleşme, gerçekte emperyalist
sermayenin temel eğilimlerinden biri
olan enternasyonaleşmenin boyutlarının olağanüstü büyümesi anlamında çok
önemli gelişmelere tanıklık etse de, emperyalizmde özsel bir değişiklik yoktur.
Fakat emperyalizmin savunucuları
tam da yüzeydeki muazzam değişiklikleri, özsel değişikliklikler olarak tanıtıp,
bunu çağımızı değiştiren “yeni” bir gelişme olarak kitlelerin beyinlerine yerleştirmeye çalıştılar. Gerek “Yeni Dünya
Düzeni” savunucuları gerekse de “küreselleşmeyi” özsel bir değişiklik olarak
savunanların temel ortak noktası, “komünizm ölmüştür”, “çağımız değişmiştir”, insanlığın sorunlarına çözüm bulabilecek ve “alternatifsiz tek sistemin”
kapitalizm olduğu noktasıdır.
Neoliberalizme karşı mücadele
“Yeni Dünya Düzeni” ya da “Küreselleşme” siyasetinin bir yansıması da, tarihi kapitalizm tarihi kadar eski olan “yeni
liberalizm” olarak tanımlanan “Pazar
ekonomisinin önündeki tüm bürokratik
engellerin kaldırılması” siyaseti idi. Bu
işçileri, emekçileri daha fazla sömürme,
bağımlı ülkeleri daha fazla ve engelsiz
talan etme siyasetiydi. “Neoliberalizm”
olarak da dillendirilen şey, gerçekte emperyalistlerin dünyanın yeniden paylaşımı dalaşında sınırsız talan ve sömürü
siyasetinin adıydı.
Bu siyasetin bağımlı ülkelerdeki işçi
ve emekçiler açısından doğrudan sonucu,
yoğun işsizlik, gerçek ücret düşüşü, daha
yoğun sömürü, küçük ve orta köylüler ve
küçük esnaf açısından “yok oluş”, tüm
emekçiler açısından daha fazla yoksulluk, açlıktır. Bu bağlamda emperyalizme
bağımlı ülkelerde sömürü ilişkileri, emperyalist ülkelerdekine göre çok daha bar-
barcaydı, barbarcadır. Buralarda emekçilerin, işçilerin, köylülerin yaşam şartları
çok daha ağır ve kötüdür. Çelişmeler çok
daha serttir. Burjuvazinin elindeki sermaye ve kaynaklar emperyalist burjuvazinin
sermayesine ve kaynaklarına göre çok
daha sınırlı olduğu için onların elindeki
“kriz aşma” yöntemleri ve imkanları çok
daha kısıtlıdır. Bütün bu ve benzeri sebeplerle, kriz buralarda çok daha felaketli
sonuçlara yol açıyor. Bu objektif durum,
bu ülkelerde sömürüye ve baskıya karşı
mücadelelerin, direnişlerin, emperyalist
ülkelerdekine göre daha fazla olmasının
temelini oluşturuyor.
Emperyalistlerin “küreselleşme” adına “neoliberalizm” adı altında bağımlı
ülkelere yönelik talan siyasetlerinin sınırsızlığı, kısa dönem içinde kitlelerin
yaşam koşullarının daha da kötüleşmesini beraberinde getirdiğinden ve artık
emekçilerin yaşam koşulları pratik olarak da yaşanamaz biçime büründüğünden “küreselleşme”ye karşı mücadele de
giderek gelişmeye, güçlenmeye başladı.
İşçilerin,
emekçilerin,
Latin
Amerika’da topraksız yoksul köylülerin
de mücadeleleri, herhangi bir devrimci ya
da komünist örgütün öncülüğü olmadan
da “radikalleşme” durumundaydı. Andaki devlet iktidarını yıkma, yerine kendi
iktidarlarını kurma amacı olmadan, ama
yine de egemenleri iktidarlarını sürdürüp sürdürmeme bağlamında korkutan
mücadeleler gündeme geldi.
Bu mücadelelerin sistemi hedef haline
getiren, kapitalistlerin iktidarını yıkma,
işçi ve emekçilerin kendi iktidarını kurma yoluna girmesini engelleme çabası
içinde; kitlelerin başka bir dünya isteği de
kullanılarak, bu mücadeleleri sistem içine
hapsetme çabalarının başında “Başka bir
dünya mümkündür!” sloganı ile milliyetçiliberal-reformist hareket oluştu.
156 . 09
7
156 . 09
8
Emperyalist sistem içinde kimi aşırılıkların törpülenmesi ile ulaşılmak istenen “başka bir dünya” vizyonu, gerçekte
kitleleri sisteme bağlarken, aynı zamanda “küreselleşmenin” topraklarında “attac” gibi sivil toplum örgütlerinin yeşermesinin tohumlarını serpiyordu. Böylece
“Yeni Dünya Düzeni”, “Küreselleşme”
ve Neoliberalizm”e karşı işçi ve emekçilerin mücadelesi, yine burjuva ideolojisinin, sistem içi yapılanmanın kontrolüne
alınmaya çalışılıyordu.
“Başka bir dünya mümkündür” şiarı
temelinde ve emperyalist güçlerin düzenlediği Dünya Ekonomik Forumu’na
alternatif olarak ilki Brezilya’da gerçekleştirilen “Dünya Sosyal Forumu” ilk
anda kitleler için bir umut oluverdi. Ama
bunun da sorunlara çözüm getirmediği,
getirmeyeceği, yürütülen tartışmalarda,
savunulan siyasette ortaya çıktı.
Tüm bu gelişmelere paralel olarak
Latin Amerika’da “21. yüzyılın sosyalizmi” olarak bilinen yaklaşım ortaya
çıktı, gelişti. 1999’a gelindiğinde, Heinz
Dieterich’in “Yeni Tarihsel Proje” olarak
da adlandırdığı ve öncelikle Latin Amerika için –ama sadece Latin Amerika için
değil– yazdığı “21. Yüzyılın Sosyalizmi,
Küresel Kapitalizmden Sonra Ekonomi,
Toplum ve Demokrasi” adlı kitabı yayınlandı.( Bu kitap, Aralık 2007 tarihinde
Türkiye’de de “pencere yayınları” tarafından çıkarıldı.)
“21. yüzyılın sosyalizmi” üzerine düşünceler Türkiye’de –aslında çoğu diğer ülkelerde de– Chavez’in 2004 yılı
sonlarında ve 2005 yılı “Dünya Sosyal
Forumu”nda dile getirmesiyle popüler
hale gelmeye başladı. Sözkonusu “21.
yüzyılın sosyalizmi” yaklaşımının gerçekte ne içerdiğine, neyi ve nasıl savunduğuna bakılmadan, propaganda
edilmeye başlandı. Chavez sosyalizmin,
devrimin önderi ilan edildi. Venezüela
çıkış noktası alınarak da “Latin Amerika
Devrimi”nden dem vurulmaya başlandı.
“21. YÜZYILIN SOSYALİZMİ”:
TEORİ…
“Yeni Tarihsel Proje” olarak da tanımlanan “21. yüzyılın sosyalizmi” teorisi
özetle kapitalizmin sosyalleştirilmesi
planı, teorisi olarak değerlendirilebilir.
Teoriyi formüle edenlerin başında Heinz
Dieterich gelmektedir.(1) Fakat Dieterich’in
kendisinin de “21. yüzyılın sosyalizmi”
adlı kitabında sayfa 22-23’de belirttiği gibi
bu düşünce sadece ona ait değildir:
“21. yüzyılın sosyalizmi” teorisinin
çıkış noktası, “reel” sosyalizmin, kapitalizm gibi insanlığın sorunlarına çözüm
getirememiş olduğu ve yeni bir evreye
geçiş düşüncesidir. Kitabın “Giriş” bölümünde bu düşünce şöyle dile getiriliyor:
“Çağdaş toplumun ilk evresi sona
doğru yaklaşıyor. Fransız devriminden
günümüze dek iki yüzyılı aşkın bir süredir insan türü, önüne konulan iki büyük
evrim yolunu geride bırakmıştır: sanayi
kapitalizmini ve tarihsel (reel olarak varolan) sosyalizmi.
İkisinden hiçbiri insanların acil sorunları olan açlık, yoksulluk, sömürünün yanısıra ekonomik, cinsel ve ırkçı karakterdeki baskıyı ve doğal yaşam temellerini
yok etme olgusunu ve katılımcı demokrasinin eksikliğini gidermeyi başaramamıştır.” (sayfa 17)
Bu tespite göre örneğin sosyalist Sovyetler Birliği’ ile kapitalist/emperyalist
bir devlet arasında açlık, yoksulluk ve
sömürü gibi sorunlara çözüm getirme,
ekonomik, cinsel ve ırkçı baskıları ortadan kaldırma noktalarında özsel bir fark
yoktur. Bu çıkış noktasının kendisi, çok
açık olguların çarpıtılması, gerçeklerin
üstünün örtülmesi yaklaşımı temeli üzerinde yükselmektedir.
Çarpıtma “reel sosyalizm” anlayışı
ile başlamaktadır. Dieterich ve bütün
modern revizyonistler (bu arada onların
bu “teoriyi” ödünç aldıkları burjuvazinin sosyoloji/siyasal bilimcileri!) için
“reel sosyalizm” Sovyetler Birliği’nde
1917’den 1989’a kadar tüm dönemin
adıdır. Bütün bu dönem boyunca büyük
zorluklar altında inşa edilmeye çalışılan
gerçek sosyalizm ile Kruşçev revizyonizminin egemen hale gelmesi ile yaşanan yozlaşma sonrası revizyonist, sosyal
emperyalist Sovyetler Birliği arasında özde bir fark yoktur bunlar için. Bu
yozlaşmanın sonucunda sosyalizm adına yaşanan olumsuzluklar da, gerçekte
sosyalizmi bir bütün olarak geçmişe ait
bir düşünce gibi göstermenin aracı olarak kullanılmaktadır. Başka kavramlarla
ifade edilirse, Dieterich’in çıkış noktası
da 1989’da Doğu Bloku’nun dağılmasıyla dünya burjuvazisinin “komünizmin
öldüğü” yönlü propagandada görülen
yaklaşımdır. Bu yüzden “21. yüzyılın
sosyalizmi” ya da “yeni sosyalizm” gibi
tanımlamalar yapılmaktadır.
Dieterich kapitalizm ve reel sosyalizmi
karşılaştırmada şunları da söylemektedir:
“Bu durumda liberal demokrasiden ve
onun temelinde yatan özel kapitalist değer ilişkilerinden ilerici bir şey beklemek
artık yersiz, öte yandan gerçekçi olan hiç
kimse de geçmişte “varolan” sosyalizmin
bir seçenek sunacağını, kapitalizmi kitlesel hareketler yoluyla bertaraf edeceğini
düşünemez. Reel sosyalizm, artık geçmişin bir gerçeğidir, gelecek için seçenek
değildir.” (sf. 20-21)
Doğu Bloku ülkelerini, Çin ve Küba’yı
da örnek vererek, sonuçta bizi kapitalizmden sosyalizme götürecek herhangi
bir teorinin olmadığı ilan edilmektedir.
Dieterich şöyle diyor:
“Bilimsel kuruluş-sosyalizminin bu
Odise’sinin yarattığı bir sonuç olarak bugüne dek bize 21. yüzyıl için geliştirilmiş,
post-kapitalizme geçiş savaşını başarıyla
yönlendirebilecek sosyalist bir kuram sunulmadı.” (sf. 105)
Burada aslında „21 Yüzyıl Sosyalizmi“ teorisine gelene dek var olan sosyalist kuramın, Marksizm-Leninizm’in
21. yüzyıl dünyasını değiştirmede bir
işe yaramadığı ilan ediliyor. Fakat bu
çıplak gerçek açıkça söylenecek yerde,
çok „bilimsel“ görünüşlü cilalı laflar arasında gizleniyor. Dieterich bir yandan
bunu yaparken, bir yandan da Marks ve
Engels’e kitap içinde ve başka konuşmalarında methiyeler de diziyor. Hatta 2000
yılında Almanya’nın Göttingen şehrinde
Üniversite’de yapılan bir kongrede Dieterich Lenin’e bile olumlu atıfta bulunup
onu “Marks kapasitesindeki evrensel bir
deha” olarak bile değerlendiriyor. Kitap içinde ayrıca Marks’ı savunuyormuş
görüntüsü de veriliyor. Arno Peters ise,
Dieterich ile söyleşisinde (www.puk.
de adresinde bakılabilir) Marks’ı ütopik
sosyalistler arasındaki biri olarak değerlendirmektedir.
Marks ve Engels sonuç olarak ortaya
koydukları teori geliştirilmeyen, projeleri tarihsel olarak olanaksız olan ütopik
sosyalistler bunların gözünde. Leninizm
ise Marksizm’in geliştirilmesi filan değil,
ondan bir sapma. Marksizm en iyi halde 19. yüzyılın teorisi bunlara göre. Hal
böyle olduğu için “yeni” bir teori gereklidir. Mantık böyle işliyor ve MarksizmLeninizm reddediliyor. “21. yüzyılın
sosyalizmi” düşüncesi bu temel üzerinde
yükseliyor.
Çok bilimsel görünüşlü laf kalabalığı
içinde gizlenmeye çalışılsa da, “21. yüzyı-
156 . 09
9
156 . 09
10
lın sosyalizmi” Marksizm-Leninizm’in
reddi üzerinde yükselmekte, bu bilimin
sosyalizm, komünizm için öngördüğü
olmazsa olmaz düşüncelerin reddi; işçi
sınıfının tarihsel rolünün reddi, işçi sınıfı önderliğinde devrimin ve devrimde Komünist Partisi’nin önderliğinin
gerekliliğinin reddi, devrimle üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyete son
vermeyi ve proletarya diktatörlüğünün
reddi üzerinde yükselmektedir.
“21. yüzyılın sosyalizmi”nin postkapitalist (kapitalizm sonrası) dönem
için önerdiği iki temel direği var. Siyasette „katılımcı demokrasi“ ve ekonomide „eşdeğerlilik ilkesi“. Ama bu ikisi
dışında başka şeyler de var. Bunun en
kısa ve özlü dile getirildiği yerde şunlar
savunulmaktadır:
“Post-kapitalist uygarlığın yeni gerçekliğinin dört temel kurumunun inşa
edilmesi:
1. Kullanım değeri ve değer kuramı
temeline dayanan, pazar ekonomisi olmayan, ancak doğrudan değer yaratıcılarınca belirlenen demokratik eşdeğerli
ekonomi.
2. Tüm toplumu kapsayan ağırlıklı sorunlarda halkçı davranan çoğunluk demokrasisi.
3. Genel çıkarları gözetip, uygun bir
azınlık korumasını da içeren temsilci
olarak katılımcı devlet.
4. Eleştirel sorumluluk taşıyan özne
olan, akılcı, etik ve estetik anlamda özerk
vatandaş.” (sf. 21)
Kapitalizm sonrası dönemdeki toplumun bu dört temel kurumun inşa edilmesiyle yaratılacağı düşüncesi “Yeni Tarihsel Proje” olarak sunulan düşüncenin
“sosyalist toplumdan” ne anladığını da
göstermektedir.
“Bugün devrimci olmanın en önemli
beş temel buyruğu vardır: Birinci ve be-
lirleyici olanı, Yeni Tarihsel Projede nesnel anlamda olası bir kapitalizm sonrası
kurumlaşma aşamasını bilimsel olarak
temellendirmek. (…) Bu, genel anlamda
eşdeğerli-ekonomi, çoğunluğun onayına
ve aynı zamanda görüş ayrılıkları temeline dayalı katılımcı demokrasi, sınıf devlet olmama, aynı biçimde eleştirel-akılcı,
etik-estetik öznedir.” (sf. 152)
Burada, önceki alıntıda üçüncü nokta
olan “katılımcı” devletten ne anlaşıldığı daha açık ifade edilmektedir: “sınıf
devlet olmama”. Yani post-kapitalist toplumda, ya da “21. yüzyılın sosyalizmi”
toplumunda devletin varlığı öngörülüyor,
kabul ediliyor ama bunun sınıflarüstü bir
devlet olması isteniyor.
Hem devlet olacak. Hem de fakat bu
devlet “Sınıf devlet” olmayacak. Bu teorik sıfırlar devletin sınıflı toplumun bir
ürünü olduğunu, devlet var oldukça, onun
her zaman sınıf devleti olacağını bir türlü
anlayamamıştır. Lenin’le anlatalım:
“Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürüdür. Devlet, sınıf
çelişkilerinin objektif olarak uzlaştırılamadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya
çıkar. Ve tersine: devletin varlığı, sınıf
çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtlar.” (Lenin, Devlet ve Devrim, sf. 15,
İnter yayınları)
Kapitalizmden Komünizme gidişte
bir geçiş aşaması yaşanacaktır. Bu geçiş
aşamasında devlet var olacaktır. Bu geçiş
toplumunun devleti proletarya diktatörlüğü olacaktır. Proletarya diktatörlüğü
şartlarında sınıf mücadelesi ve devrim kesintisiz sürdürülecek süreç içinde sınıfların ortadan kalkmasıyla, devlet de sönüp
gidecektir. Bu Marksizm-Leninizm’in
alfabesidir. Geçiş toplumunda proletarya diktatörlüğünün reddi, pratik olarak
burjuvazinin diktatörlüğünün sürüdürülmesinden yana tavır takınmak anlamına
gelir. Geçiş toplumunda “sınıf devleti”
olmayan devlet düşüncesi, gerçekte kendi diktatörlüğünün diktatörlük olmadığını, aslında sınıfların olmadığını, işçilerle
patronlar arasında uzlaşmaz çelişmeler
olmadığını savunan “hepimiz aynı gemideyiz” teorileri yapan burjuvazinin
görüşlerinin sosyalizm adına savunulmasından başka bir şey değildir.
“Sınıf devlet olmama” düşüncesi veya
yaklaşımının beraberinde getirdiği bir
düşünce de işçi ve emekçiler ile kapitalistler arasındaki sınıf mücadelesinin
reddidir. Aynı zamanda uzlaşmaz çelişkilerin varlığının reddi ve proletarya ile
burjuvaziyi uzlaşabilir olarak göstermenin düşüncesidir. Bu yine açıkça “artık
bu sınıflar arasında fark yok” biçiminde
ortaya konulmuyor.
Üretim aletleri üzerindeki özel mülkiyetin işçi sınıfı önderliğinde gerçekleştirilecek devrimle toplumsallaştırılması, ya da Marx’ın deyimiyle “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”
meselesine de bu “yeni” modern revizyonistler burjuva bakış açısıyla yaklaşmaktadır:
“Soru: Görünen o ki, eşdeğerlikilkesinin gerçekleştirilmesi için üretim
araçları üzerindeki mülkiyet biçiminin
öyle büyük bir önemi yok. Doğru mu bu?
Yanıt: Doğru. Eşdeğerli ekonominin
pazar-ekonomisini ne ölçüde aşacağına
bağlıdır bu, kâr olgusunun ortadan kalkışıyla üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyet de temelini yitirecek ve kendiliğinden ortadan kalkacaktır.” (“21. yy.
sosyalizmi”, sf. 130-131)
Burada açıkça üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin devrimle, işçi
sınıfının üretim araçlarını toplumsallaştırması yoluyla değil, kendiliğinden ortadan kalkacağı savunulmaktadır. Teoriye
göre önce kâr olgusu ortadan kalkacak,
böylece özel mülkiyet de temelini yitirecek, kendiliğinden ortadan kalkacak!
Bu teori kâr’ın sömürü sisteminin bir
ürünü, sömürünün de üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin doğrudan sonucu
olduğu gerçeğinin üzerini örtmektedir.
Temeli, ya da kaynağı, yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan
kaldırıp, onun sonucu, ya da ürünü olan
şeylere son verme yerine, sonucu ortadan
kaldırıp kaynağını kurutmayı öngörüyorlar. Sebep-sonuç ilişkisi tersyüz ediliyor.
Kitlelerin bilincini karartmaktan, göz
boyamaktan başka bir şey değildir bu.
Bu yaklaşımla sonuç itibariyle kapitalist
üretim biçimi ve ilişkilerinin sonsuza
dek sürmesi savunulmaktadır. Dolaylı
olarak, utangaçca ve demagojiyle.
“2. Neden sınıflararası savaş var? Neden sorunlarını demokratik yollarla ve
birbiriyle konuşarak, bir anlaşmaya vararak çözmüyorlar?
Sorunun karşılığı şudur: toplumsal
sınıflar örneğin işçiler, çiftçiler, meslek
sahipleri, küçük ve büyük ölçekli işyerleri, hepsi sosyal zenginlik için savaşırlar,
toplumun oluşturduğu ekonomideki artıdeğer için savaşırlar. Üzücü olan ise bu
savaşın ne yazık ki av peşindeki köpek
sürüsünün mücadelesine benzemesidir,
herkesin yeterli payı alamadığı bu savaşta güçlü olanlar avı paylaşırken, geriye
kalanlar dışlanır.” (sf. 201)
Dieterich kendisi sorup kendisi cevap
verirken sorunu böyle açıklamaktadır.
Toplumsal ilişkileri, daha doğrusu sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkileri “toplumun oluşturduğu ekonomideki artı-değer
için savaşırlar” biçiminde özetlemektedir.
Peki ama artı-değer nasıl oluşuyor. Bunu
genel olarak toplum mu yoksa bu toplum
içinde sömürülen sınıf(lar) mı üretiyor?
Güçlülük ne demek? Kim güçlü? Ya da
“dışlanan” “güçsüzler” kim? Böylesi so-
156 . 09
11
156 . 09
12
ruları sorup cevaplamaya çalıştığımızda,
Dieterich’in ve bu bağlamda “21. yüzyılın sosyalizmi” yaklaşımının, sınıflar
arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin üzerini
örtme ve bu yaklaşım temelinde de toplumsal sorunlara “çözüm” bulma iddiasını ileri süren bir yaklaşım olduğunu çok
daha açık görebiliyoruz.
Bu alıntıdaki yaklaşımın gerisinde
“güçlülerin” “zayıflara” karşı tavrını değiştirmesi isteği ve beklentisi var. Yani
herkes, her sınıf aza kanaat etmeli bencil
olmamalı, diğerlerine karşı eşit davranış biçimini göstermeli, o zaman her şey
hallolur. Toplumsal zenginlikten herkes
yeterli pay alınca sınıf savaşımı da son
bulur vb.
Bu düşünce kendisini eşdeğerli ekonomi tartışmasında,
“özel mülkiyetin üretim ve zenginleşmek için başkalarının sırtından geçinme
olgusundan vazgeçmesi gereklidir” (sf.
223) biçiminde de açıkça ifade edilmektedir. Yani özel mülkiyet sahiplerine, özel
mülkiyetten vaz geçme çağrısı yapılmakta ve onların da buna uyabileceğinden
yola çıkılmaktadır. Siyasi sahtekârlık değilse bu, siyasi körlük ve aptallıktır! Burada çözüm üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan sınıftan, o sınıfın sömürücü sınıf olma durumundan kendi isteği
ile vazgeçmesinden bekleniliyor. Neden
vaz geçecekler? Çünkü 21. yüzyıl sosyalistlerimiz öyle istiyor! Peki ama onları
dinlemeyip sömürüden vazgeçmezlerse
ne olacak? Böyle sorular sormayın! Cevabı sahte sosyalistlerin gerçek yüzlerini
ortaya çıkarabilir!
“21. yüzyılın sosyalizmi” teorisinin
iki temel direğinden biri ekonomik
alanda « eşdeğerlilik ilkesi »dir. Bu,
esas olarak Arno Peters tarafından savunulan ve Dieterich gibileri tarafından yaygınlaştırılan bir yaklaşımdır.
Eşdeğerlilik ilkesi (äquivalenz-prinzip)
toplumun ekonomik ilişkilerinde “adaleti” sağlayacak, kapitalizme son verecek
bir düşünce olarak savunulmaktadır.
Buna göre değiş-tokuş edilen meta ve
hizmetlerin eş değer olması gereklidir.
Eş değerlerin değiş tokuş edilmesi halinde ortaya bir artı, kâr vb. çıkmayacaktır.
Eş değerler değiş tokuş edildiğinde kimse kimseyi sömüremeyecektir. vs. Tabii
eşdeğerlerin değiş tokuşu için bir ortak
değer ölçüsü olmalıdır. O değer ölçüsü ise değiş tokuş yapılanın üretiminde
kullanılan iş saatidir. Basit bir örnekleme
yaparsak, bir masa alınmak isteniyorsa,
karşılığında masa’nın üretimi için harcanan iş saati kadar iş saati harcanmış başka bir meta/hizmet sunulmalıdır. Böylesi
bir durumda değiş-tokuş, alış-veriş eş
değerlerin değişimi temelinde yapılmış
oluyor ve hiç kimse diğerinin “sırtından”
fazlalık, artı ürün elde edemiyor.
İlk bakışta eşitliğin temeli ya da açıklaması bulunmuş yolu gösterilmiştir de
denebilir! Ama bu hesap ve düşünce,
gerçekte sömürüyü, kapitalist üretim
biçimi ve ilişkilerini ortadan kaldıracak
bir hesap ve düşünce değildir. Kapitalist
sistemde üretim aracı sahiplerinin zenginliğinin temeli, işçilerin emek harcayarak yarattıkları değerlerin, ürüne yaptıkları değer katkısının önemli bölümüne
el konmasıdır, artı değer sömürüsüdür.
İşçi emeğinin kullanım hakkını patrona
iş ücreti karşılığında satmaktadır. Aldığı
ücret emeğinin kullanımı ile yaratılan değerin çok altındadır, esas olarak emeğini
yeniden üretmek için gerekli minimumla
sınırlıdır. Emeğinin sonucu yaratılmış
değerin çok büyük bülümü patronlara ve
patronların devletine gitmektedir. Burada eşdeğerlerin değiş tokuşu söz konusu
değildir. Üretim araçları üzerinde özel
mülkiyet var oldukça, yani kapitalizm
devrimle yerle bir edilmedikçe, artı değer sömürüsü toplumun temeli olmaya
devam edecektir. Kapitalizm devrimle
yıkılmadan, üretim araçları üzerindeki
özel mülkiyet bütünüyle tasfiye edilmeden eşdeğerlik ilkesinın mümkün olduğunu savunmak, abesle uğraşmaktır. İşçi
ve emekçileri sınıf mücadelesinden alıkoymaya hizmet eden bir tavırdır.
Dieterich, Arno Peters’in “Küresel Ekonominin Temeli Olarak Eşdeğerlilik-İlkesi” kitabında ortaya konan görüşleri, yaklaşımı, “21. yüzyılın sosyalizmi” düşüncesine katkı olarak değerlendirmekte ve
Peters’i “…gelecegin sosyalist ekonomisi
ilkesine yönelik araştırmalara yeni bir
ivme kazandırmış olma şerefine sahip” (sf.
42) olmakla ödüllendirmektedir. Bir teorik sınfırın bir diğerini övmesi, kendisini
övmesi anlamına geliyor aslında.
Peters’in kendisi, 2000 yılında Almanya’nın Göttingen şehrinde, Üniversitede
yapılan kongreye katılmış ve Dieterich’in
sorularına yanıtlar vermiştir. Bu yanıtlar
içinde, kendisinin ortaya çıkardığı, düzelttiği şeyi şöyle ifade etmektedir:
“Klasik ekonomide değer eşitliliği fiyat eşitliliğiyle karıştırılmaktadır. Ve bu
benim ortaya çıkarıp düzelttiğim şeydir.”
(www.puk.de) Peters bunu, eşdeğerlilikilkesi olarak da adlandırmaktadır. Bunu
yaparken kendisinin farklılığını göstermek için emek-değer-öğretisi’ne geçmektedir. Bu bağlamda Peters Marks’ın
da eşdeğerlilik kavramını burjuva ekonomistleri gibi ele aldığını savunmaktadır. Sonuç olarak Peters Marks’ın yanlış
yaptığını, kendisinin Marks’ın tavrıyla
hemfikir olamayacağını, aynı zamanda bunun, yani Marks’ın yaklaşımının
pratikte uygulanamaz bir şey olduğunu
ifade etmektedir. Yani buna göre Peters,
kendisi öncesinde tüm zamanların emekdeğer-öğretisinin yanlış, eksik yorumlan-
masına son vermiş, eşdeğerlilik-ilkesinin
gerçekte nasıl olması, uygulanması gerektiğinin yolunu göstermiştir.
Dieterich bile Peters’in bu çok iddialı
ve fakat içi boş yaklaşımını relative etmek ihtiyacı duyuyor : Dietrich genelde
savunduğu, övdüğü halde,
“Arno Peters tarafından öne sürülen
katı eşdeğerlik ya da basit ve karmaşık
emeğin ücretlendirilmesinde mutlak eşitlik ilkesi, geçiş sürecinin karma ekonomisinde gerçekçi bir anlamda sürdürülemez, çünkü kapitalizmde insan karakterinin durumu –belki de insanbilimsel (antropolojik) doğası pek hesaba katılmaz,
tıpkı güç peşinde koşma ve güç istismarı,
kıskançlık, rüşvet eğilimleri, kendini
sevme, otorite ve tüketim düşkünlüğü ve
maddi çekiciliklerin anlamı gibi.” (“21.
yüzyılın sosyalizmi”, sf. 181-182) diyor.
Peters’in tavrı “katı eşdeğerlilik” ise ve
bu geçiş sürecinin karma ekonomisinde
(Karma ekonomiden anladıkları saf kapitalist ekonomi /Pazar ekonomisi ile,
eşdeğerlik ilkesinin yanyana yürüdüğü
ekonomi BN) gerçekçi anlamda sürdürülemez ise, katı olmayan eşdeğerlilik nasıl
oluyor? Eğer Dieterich:
“İkinci esneklik basit iş ve karmaşık
iş sorunlarını içerir. Marks, karmaşık iş
denince ürün hakkında daha fazla bilgi
ve formal eğitim gereken işin basit bir
işle karşılaştırılmasına benzetir. Tarihsel
sosyalist ülkelerde bu sorunu, karmaşık
işi yapana basit işi yapandan biraz daha
fazla ödeyerek çözümlemişlerdi. Örneğin
teknisyene 1000 dolar mühendise 1300
dolar civarında vererek. Böyle bir çözüm
21. yy sosyalizminin ilk aşamasında da geçerli olacaktır.” (sf. 225-226) düşüncesini
savunuyorsa, bu teorinin temel taşlarından biri olan eşdeğerliliğin değeri nedir?
Bu konuda söylenecek çok şey var. Bu
teoriyle gerçekte eşitlilik adına kafa ka-
156 . 09
13
156 . 09
14
rıştırma, işçilerin emekçilerin bilincini
karartma görevi yerine getirilmektedir.
Burada Marks’ın Gotha Programı’nın
Eleştirisi’nde bu konuyla ilgili takındığı
tavrı aktararak Marksist yaklaşımın ne
olduğunu orijinalinden okuyalım:
“Burada ele aldığımız, kendi öz temelleri üzerinde gelişmiş değil, tersine,
kapitalist toplumdan çıktığı biçimiyle,
böylece her bakımdan, iktisadi, manevi, entelektüel, henüz, bağrından çıktığı
eski toplumun doğum izleriyle lekeli bir
komünist toplumdur. Buna uygun olarak,
tekil üretici –kesintilerden sonra–, ona
vermiş olduğunu tam olarak geri alır.
Ona verdiği, onun bireysel emek miktarıdır. Örneğin toplumsal işgünü, bireysel
iş zamanı, toplumsal işgününün onun
vermiş olduğu kısmıdır, ondaki payıdır.
O, toplumdan, (toplumsal fonlar için harcadığı emek düşüldükten sonra) şu kadar
emek verdiğini belirten bir belge alır ve
belgeyle, toplumsal tüketim araçları stokundan, eşit miktarda emeğe malolan kadarını alır. Topluma bir biçimde sunmuş
olduğuyla aynı miktarda emeği, başka
bir biçimde geri alır.
Burada besbelli, eşdeğerlerin değişimi
olduğu ölçüde meta değişimini düzenleyenle aynı ilke hüküm sürer. İçerik ve biçim değişmiştir, çünkü değişmiş koşullar
altında hiç kimse emeğinden başka bir
şey veremez ve çünkü, öte yandan, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim araçlarından başka hiçbir şey geçemez. Bu
sonuncuların tek tek üreticiler arasında
paylaşımında ise, meta eşdeğerlerinin
değişimindekiyle aynı ilke hükmeder, bir
biçimdeki aynı miktar emek, başka bir
biçimdeki aynı miktar emekle değişilir.
Böylece, meta değişiminde eşdeğerlerin değişimi tekil durumda değil, sadece
ortalama olarak varken, ilke ile pratik
artık çelişmemesine rağmen, eşit hak bu-
rada ilke olarak hâlâ burjuva haktır.
Bu ilerlemeye rağmen, bu eşit hak,
hâlâ burjuva bir sınırlamayla lekelidir.
Üreticilerin hakkı, sundukları emekle
orantılıdır; eşitlik, aynı ölçütle, emekle ölçülmekten ibarettir. Fakat biri fizik ya da zekâ bakımından diğerinden
üstündür, dolayısıyla aynı süre içinde
daha fazla iş yapar ya da daha uzun
süre çalışabilir; ve emeğin, ölçüt olarak hizmet etmesi için, süresini ya da
yoğunluğunu saptamak gerekir, yoksa
ölçüt olmaktan çıkar. Bu eşit hak, eşit
olmayan emek için eşit olmayan haktır.
Hiçbir sınıf farkı tanımaz, çünkü herkes,
diğeri gibi sadece işçidir; fakat bundan
dolayı, işçilerin eşit olmayan bireysel
yeteneğini ve dolayısıyla randımanını
doğal ayrıcalıklar olarak tanır. Dolayısıyla, her hak gibi, içeriği itibariyle, bir
eşşitsizlik hakkıdır. Hak, niteliği gereği,
ancak aynı ölçütün kullanılmasından
ibaret olabilir; ama eşit olmayan bireyler (ve bunlar eşitsiz olmasaydı, farklı
bireyler olmazlardı) ancak aynı açıdan
değerlendirildiklerinde, sadece belirli
bir açıdan ele alındıklarında, örneğin,
verili durumda onlara yalnızca işçi olarak bakılıp onlarda başka hiçbir şey görülmediğinde, başka her şey bir tarafa
bırakıldığında aynı ölçütle ölçülebilirler. Ayrıca: bir işçi evlidir, diğeri değil;
birinin diğerinden daha çok çocuğu vardır vb. vb. Böylece, eşit emek sarfıyla ve
dolayısıyla toplumsal tüketim fonundan
eşit payla, biri fiilen diğerinden daha
çok alır, biri diğerinden daha zengindir
vb. bütün bu kusurlardan kaçınmak için,
hakkın eşit olmak yerine, bilakis eşitsiz
olması gerekirdi.
Fakat bu kusurlar, uzun doğum sancılarından sonra kapitalist toplumdan çıkıp
geldiği haliyle, komünist toplumun birinci aşamasında kaçınılmazdır. Hak, hiçbir
zaman, toplumun iktisadi biçimlenmesinden ve onun koşullandırdığı kültürel gelişmesinden daha yüksek olamaz.
Komünist toplumun daha yüksek bir
aşamasında, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğişi, ve onunla birlikte kafa
ve kol emeği karşıtlığı da ortadan kaybolduktan sonra; çalışma, sadece bir
geçim aracı değil, bizzat yaşamın birincil gereksinimi haline geldikten sonra;
bireylerin çokyönlü gelişmesiyle birlikte onların üretici güçleri de artıp, tüm
kolektif zenginlik kaynakları daha gür
aktığında –işte ancak o zaman, burjuva
hukukun dar ufku tamamen aşılabilecek
ve toplum, bayrağına şunu yazabilecektir: Herkes yeteneğine göre, herkese
gereksinimine göre!” (Marks, “Gotha
Programı’nın Eleştirisi” sf. 26-28, İnter
Yayınları)
Marks’ın burada takındığı tavır komünizmin birinci aşamasından üst aşamasına geçiş dönemiyle ilgilidir ve burada
eşdeğerlilik sorununa nasıl baktığı da
açıkça ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Marks
kapitalist toplumun bağrından çıkmış
sosyalist toplumdan bahsederken, bunun
devrimle gerçekleşmiş olduğundan yola
çıkmaktadır. Yani eşdeğerliliği kapitalist
sitemin varlığını sürdürdüğü koşullarda
ele almıyor. Bunun ön koşulu olarak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete
son verildiği bir durumu, üretim araçlarının bütünüyle toplumsallaştırılmış olduğu bir durumu öngörüyor.
Buraya eklenecek bir şey, Dieterich ve
benzerlerinin ufkunun Marks’ın burada
komünizmin ilk aşaması, sosyalizm için
ortaya koyduğu düşüncelere ulaşabilecek
genişlikte olmadığıdır. Marks’ı anlamadan Marks’ı eleştiren teorik sıfırlarla
karşı karşıyayız burada. Burjuva ideolojisinin yaygınlaştırıcılarından da bundan
fazlası beklenemez zaten.
Dieterich’ten
“Sosyalist ekonomi”
ile ilgili bir alıntı:
“İşte tam da bundan dolayı sosyalist
ekonominin kuruluş sorunsalı ağırlıklı
olarak üretim araçlarının mülkiyet biçimlerinde değil –merkezi devlet yönetimi
ya da refah yönelimli önlemler– tersine
üreticilerin dolaysız olarak emeklerinin
sömürülme oranları üzerinde, yani artıemek-oranı üzerinde demokratik özerklik
sahibi olmalarıdır. Bu, sosyalizmdeki bilimsel emek örgütlenmesi ile Taylorculuk
arasındaki en can alıcı farklılıktır.” “21.
yüzyıl sosyalizmi”, sf. 194)
Burada “sosyalist ekonominin kuruluşu” sorunsalı sömürü sistemine, sömürüye son vermek olarak değil, “üreticilerin
dolaysız olarak emeklerinin sömürülme
oranları üzerinde” “demokratik özerklik sahibi olmaları” olarak gösteriliyor.
Aslında fazla söze gerek yok. Bunların
“sosyalizminde” sömürü varolacaktır.
İşçilere düşen ise ne kadar sömürüleceğini kendisinin belirlemesi oluyor. Buna
burjuva sosyalizmi kavramı, 21 yy sosyalizmi kavramından daha iyi yakışır.
“9) 21. yy Sosyalizmi’nde sömürü ya
da ekonomik seçkinler olacak mı?
Ne seçkin bir sınıf, ne de ekonomik sömürü olacak. Seçkin sınıf, her ne olursa
olsun çoğunlukla birlikte yaşar, başka
türlüsü katılımcı demokraside olamaz.
Yeni sosyalizmde adil bir toplum oluşturmak için daha çok risk göze alan, dürüst,
yetenekli ve ilerici bir güç olacak. Sömürü de neredeyse hiç olmayacak. Çünkü
sömürü, bir kişinin başka birine ait bir
işe bağımlı olarak, parazit gibi yaşamasıdır.” (sf. 207)
Burada idealizmin en kaba biçimlerinden birinin sosyalizm adına savunulması
156 . 09
15
ile karşı karşıyayız. Kaba İdealistlerin
bir bölümü kendi kafalarında bir dünya
tasarımı yapıp, gerçeğin bu tasarıma uymasını beklerler. Dieterich burada öyle
yapıyor : Onun katılımcı demokrasi tasarımı içinde « ne seçkin bir sınıf, ne de
sömürü »ye yer yoktur. Tasarımda yer
olmadığına göre seçkinler ve sömürü de
olmayacaktır ! Neden ? Dieterich öyle
buyurduğu için ! Ne yazık ki objektif
gerçekler şu ya da bu teorik sıfırın kafasındaki tasarıma göre belirlenmiyor !
“21. yüzyılın sosyalizmi”nin
bir başka temel direği,
“katılımcı demokrasi”.
156 . 09
16
Katılımcı demokrasi, yer yer çoğunluk
demokrasisi olarak da adlandırılıyor. Bu
düşüncenin temelinde yatan yaklaşım,
üstü örtülü de olsa proleter, sosyalist demokrasinin reddidir. Burjuvazi proleter,
sosyalist demokrasinin kitlelerin toplumsal sürece katılımını içermediği, proletarya diktatörlüğü denen şeyin gerçekte
küçük bir azınlığın parti diktatörlüğü
olduğu yalanını « tarihsel bir gerçek »
olarak kabul ettirmiş durumdadır. Bir
çok solcu gibi, 21. yüzyıl sosyalisti olma
iddiasında olan Dieterich de « katılımcı
demokrasi »sinde bu yalanı temel çıkış
noktası olarak kabul etmiştir, teorisini bu
yalan üzerine inşa etmiştir.
Marks’ın projesinin tarihsel olanaksızlığı anlatılırken Sovyetler Birliği’ne atıfta bulunularak şunlar savunulmaktadır:
“Bu durum için zamanca belirlenen
nedenin dışında iki nesnel etmen daha
vardı: Ne bilimsel bilgi düzeyi, ne de üretici güçlerin ilerlemesi sosyalist ekonomi
programının ve gerçek anlamda çoğulcu
demokrasinin biçimlendirilmesine yetecek düzeyde bir gelişmişlik aşamasında
değildi.” (sf. 95)
Bir şeyi reddetmenin değişik yol ve
yöntemleri vardır. Bunlardan biri de geçersiz kılmak istediğiniz şeyi, “bu yanlıştır, böyle olamaz” vb. biçimde eleştirmek
yerine, “başka türlüsü mümkün değildi”,
ama “olanlar, ya da yapılanlar yetersizdi”
vb. biçimde ortaya koymaktır. Yani doğrudan hedef alma yerine dolaylı hedef
alma taktiği de böylesi bir mücadelede
seçilen yol oluyor.
O dönemde geri düzeyde olan ama bugün değişmiştir:
“Tarihsel sosyalist toplumun gelişme
yolundaki en can alıcı abluka olan kibernetik üretici güçlerin az gelişmişliği
bugün aşılmış durumdadır ve bununla
birlikte katılımcı demokrasi ve ona özgü
olan eşdeğerli ekonominin nesnel anlamda gerçekleşebilirliği yolunda artık hiçbir engel kalmamıştır.” (sf. 99)
Evet, bu kalkan engeller bilgisayar tekniğinin gelişmesi durumu oluyor. “Bilgisayar sosyalizmi” olarak da yer yer adlandırılan bu gelişme, katılımcı demokrasi için öne sürüldüğü gibi eşdeğerlilikilkesi bağlamında da sorunun çözümünün
aracı olarak ele alınmaktadır. Buna göre
artık hangi ürüne ne kadar iş gücü, emek
harcandığı, karmaşık hesapların kolayca
yapılabileceği teknik imkanlar ortaya
çıkmıştır. Bu arada tabii ki doğrudan
demokrasinin, herkesin kendi evinde,
dükkanında da olabilir, bilgisayar aracılığıyla toplumdaki gelişmeler hakkında
düğmeye, daha doğrusu tuşa basarak
karar vermesi olarak anlaşılıyor. Tabii ki
neye hangi içerikle karar verdiği önemli
değildir doğrudan demokrasi için. Burada da bilgisayar tekniğinin, teknolojinin
gelişmesi durumu ve olgusu, sınıflar arasındaki çelişkilerin üzerinin örtülmesi
için kullanılmaktadır.
Bilgisayar tekniğinin, teknolojinin
büyük bir gelişme gösterdiği olgudur.
Doğrudan demokrasi uygulaması konusunda bu aracın işleri kolaylaştırdığı da
olgudur. Bu olgu olduğu kadar fakat kapitalizm/emperyalizmin egemenliği altında yaşadığımız ve tekniğin kullanım
imkanlarının burjuvazinin kontrolunda
olduğu da olgudur. Bunun unutulması
ve unutturulması araca onda olmayan bir
gücü bahşetmek anlamına gelir. Tekniğin ilerlemesi toplumsal ilişkilerde, daha
doğrusu sömürücü sınıflarla, sömürülen
sınıflar, ezenlerle ezilenler arasındaki
ilişkide özde bir şey değiştirmemiştir. Ve
meselenin esası da budur. İşçi sınıfı için
gerçek ve en geniş demokrasinin doğrudan demokrasinin en geniş biçiminin
kullanılabilmesi için ön şart işçi sınıfının
kendi siyasi iktidarının kurulmasıdır.
Marksizm-Leninizm bilimi açısından
demokrasi, ister burjuva, ister proleter
demokrasisi olsun şu ya da bu sınıfın ya
da sınıfların diğer sınıf ya da sınıflar üzerindeki diktatörlüğüdür. Komünistlerin
amacı, sonuç itibariyle demokrasiye de
son verip özgürlüğü gerçekleştirmektir.
Bu ise demokrasinin sosyalizm koşullarında giderek genişlemesi, sonuçta devletin sönmesi ile birlikte sönüp gitmesi
anlamına gelir. Kuşkusuz ki bu hedefe
varmak için proleter, sosyalist demokrasi
olmazsa olmaz bir önkoşul, bir süreçtir.
Muhasebe ve denetim bağlamında Lenin sorunu şöyle ortaya koyar:
“Muhasebe ve denetim –komünist
toplumun ilk evresinin ‘yola konması’
ve doğru işlemesi için gerekli olan en
önemli şey budur. Tüm yurttaşlar burada, silahlı işçilerden oluşan devletin ücretli görevlileri durumuna dönüşür. Tüm
yurttaşlar, bütün halkı kucaklayan bir
devlet ‘sendikası’nın görevlileri ve işçileri olurlar. Gerekli olan yalnızca, hepsinin
aynı biçimde çalışmak zorunda olması,
paylarına düşen çalışmayı yapmaları ve
eşit ücret almalarıdır. Bunun muhasebesi ve denetimi kapitalizm tarafından son
derece basitleştirilmiş, olağanüstü kolay,
okuma yazma bilen herkesin yapabileceği
denetim ve kayıt tutma işlemine dönüştürülmüştür, bu görevin yerine getirilmesi
için dört hesap işlemini bilmek ve gerekli
makbuzları vermek yeterlidir.
Halkın çoğunluğu, (artık görevli haline
gelmiş olan) kapitalistlerin ve kapitalist
alışkanlıklarını korumuş olan entelektüel bayların böyle bir kaydını, böyle bir
denetimini kendi başına ve her yerde
uygulamaya başladığında, o zaman bu
denetim gerçekten evrensel, genel, ulusal olacaktır, o zaman bundan sıyrılmak
mümkün olmayacağı için hiç kimse bundan kaçamayacaktır.
Tüm toplum eşit iş ve eşit ücretle bir
büro ve bir fabrika haline gelecektir.
Fakat kapitalistleri devirdikten sonra,
sömürüyü ortadan kaldırdıktan sonra
muzaffer proletaryanın tüm topluma yayacağı bir ‘ fabrika’ disiplini bizim idealimiz ya da nihai hedefimiz değil, toplumu
kapitalist sömürünün alçaklıklarından ve
aşağılıklarından radikal biçimde temizlemek ve daha da ileriye yürümek için
gerekli bir basamaktır yalnızca.
Toplumun tüm üyelerinin ya da en azından büyük çoğunluğunun devleti yönetmeyi bizzat öğrendikleri, bu meseleyi bizzat ellerine aldıkları, bir avuç kapitalist
azınlık üzerinde, kapitalist alışkanlıklarını sürdürmeyi çok isteyen baylar üzerinde kapitalizm tarafından iyice demoralize
edilmiş işçiler üzerinde denetimi ‘harekete geçirdikleri’ andan itibaren, bu andan
itibaren, herhangi bir yönetme zorunluluğu genelde ortadan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar eksiksiz olursa, gereksiz
hale geleceği an o kadar yakındır. Silahlı
işçilerden oluşan ve ‘artık asıl anlamıyla
156 . 09
17
156 . 09
18
devlet olmayan’ ‘devlet’ ne kadar demokratik olursa, her türlü devlet o kadar hızlı
sönüp gitmeye başlar.
Çünkü toplumsal üretimi kendi başına
yönetmeyi herkes öğrenmiş olduğunda
ve gerçekten yönettiğinde, muhasebeyi
ve boşta gezenlerin, asilzadelerin, dolandırıcıların ve buna benzer ‘kapitalizm
geleneklerini koruyanlar’ın denetimini
kendi başına gerçekleştirdiğinde, tüm
halk tarafından uygulanan bu muhasebe
ve denetimden kaçmak o kadar zor olacak
ve o kadar büyük bir istisna oluşturacak
ve muhtemelen o kadar hızlı ve ciddi bir
cezayı beraberinde getirecektir ki (çünkü silahlı işçiler duygusal entelektüeller
değil, pratik yaşamın insanlarıdır ve asla
şakaya gelmezler), insanların her türlü
ortak yaşamı için karmaşık olmayan temel kurallara uyma zorunluluğu kısa zamanda alışkanlık haline gelecektir.
O zaman, komünist toplumun ilk evresinden daha üst evresine geçişin ve bununla beraber devletin tümüyle sönüp
gitmesinin de kapıları ardına dek açık
olacaktır.” (Lenin, “Devlet ve Devrim”,
sf. 120-122, İnter Yayınları)
Bilgisayar ve teknoloji kuşkusuz ki
Lenin’in burada dile getirdiği muhasebe
ve denetimi kolaylaştıran bir etmendir,
araçtır. Fakat bu, sadece işin teknik kolaylık yanıdır. Esas mesele bilgisayar ya
da teknolojinin kendi başına şu ya da bu
toplumun, daha doğrusu sistemin özünü
değiştirmediğinin, değiştiremeyeceğinin
kavranmasıdır.
Peki ama “21. yüzyılın sosyalizmi”
tartışmasının Latin Amerika’daki gelişmelerle ne ilgisi var? Bu, hem Latin
Amerika’daki gelişmelerle, hem de genelde insanlığın geleceği projesi bağlamında, son yıllarda tartışılan en önemli
sorunlardan biri durumunda. Kapitalist
sisteme karşı nasıl bir mücadele verilece-
ği, gelecekte nasıl bir toplum istendiğinin de tartışmasıyla bağıntılıdır bu mesele üzerine tartışmak.
Latin Amerika ile doğrudan bağıntısı
ise özetle şöyledir. Gerek “21. yüzyılın sosyalizmi” kitabının yazarı olarak
Dieterich’in sözkonusu kitabı öncelikle
Latin Amerika’ya yönelik yazmış olması, gerekse de bunun Chavez tarafından
savunuluyormuş gibi görünüyor olması, bize savunulanın ne olduğunu ortaya
koyma görevi yüklemektedir.
Bunun yanısıra, Venezüela’daki gelişmeler, genelde “sol” kesimin önemli bölümü tarafından, kimi devrimci kesimler
tarafından da, kapitalizme alternatif olarak görülüp savunulmaktadır. Bu yaklaşımın ortaya konması, aynı zamanda
Chavez’in ve savunduğu görüşlerin kapitalizme alternatif olmadığının ortaya
konması anlamına da geliyor.
Sorun Venezüela somutunda Latin
Amerika’yı doğrudan ilgilendirmektedir.
Dieterich soru-yanıt şeklindeki tavrında Venezüela bağlamında şunları yazmaktadır:
“24) 21. yy. Sosyalizmini Venezüela’da
gerçekleştirecek koşullar var mı?
Evet şu anda var. Sadece birkaçından bahsedeyim. 2006’da nüfusun üçte
ikisi başkana oy verdi, onun 21 yy.
Sosyalizmi’nin planlarını uygulayacağını açıkça bilerek. (…)
25) 2007’de Venezüela Sosyalizmi’nin
ekonomik olarak izlediği yol
Venezüela’da sosyalist ekonomiye doğru
atılan ilk politik-ekonomik adım, sanıldığı
gibi özel mülkiyetin toplumsallaştırılması
değildir çünkü sibernetik (güdümbilim)
sorunu çözmez, aksine değer hesaplamasında piyasa fiyatlandırılması sisteminin
değiştirilmesidir ve de eşdeğerlilik olgusunun yer almasıdır.” (sf. 228-229)
Dieterich, bir yandan “21. yy.
sosyalizmi”ni gerçekleştirmenin koşul-
larının Venezüela’da olduğunu savunurken, aynı zamanda “Sosyalizm sadece bir
ülkede gerçekleştirilemez” düşüncesini
de savunmaktadır. Bu düşünce ise kimi
Troçkist kesimin sevinerek sahip çıktığı
bir düşüncedir. Dieterich’in kendi kendisiyle çelişkisini bir kenara bırakıp dünya
çapında bunun nasıl gerçekleştirilebileceğine verdiği cevaba bakalım:
“Bunun yanısıra sosyalist ve kapitalist
üretim biçiminin çift yönlü genişletilmesiyle uluslararası ticaret sayesinde dünya düzeyine çıkartabiliriz. (…) postkapitalist ekonominin ilkelerinin değerini
Venezüela’dan başlayarak uluslararası
üretim alanlarına dek genişletebiliriz; bu
da dünya ölçeğinde çift yönlülük kurmamızı sağlar.” (sf. 233)
Dieterich Venezüela’yı bir nevi “21. yy.
sosyalizmi”nin dünyaya yayılmasının
merkezi, anavatanı olarak görüp göstermektedir. Bir bağlamda Venezüela’da neler olup bittiğini kavramanın da temelidir
bu “21. yy. sosyalizmi”teorisi.
LATİN
AMERİKA’NIN
GENEL
GÖRÜNTÜSÜ
a) Genel bilgi ve kimi veriler
Latin Amerika tanımıyla nerenin kastedildiği ve bu coğrafyada kaç ülkenin
olduğu üzerine tam bir görüş birliği yok.
Buna rağmen ama egemen olan ve ken-
dini çoğunlukla kabul ettiren yaklaşım,
Kuzey Amerika’da Meksika’dan itibaren
Amerika kıtasının güney kesiminin tümünün Latin Amerika olduğu yaklaşımıdır. Buna göre Kanada ve ABD dışındaki Amerika kıtasının tüm ülkeleri Latin
Amerika tanımı içinde ele alınmaktadır.
Latin Amerika coğrafyasında yer alan
ülkelerin sayısı ise, kimin neyi nasıl ele
aldığına bağlı olarak değişiyor. Genel
olarak 20 ülke bu coğrafyanın esas ülkeleri olarak ele alınıyor. Ama küçük ülkeler, –kimi yerde bunlar adadır– hesaplara
katıldığında bu sayı 33’e kadar yükseliyor. Ya da Porto Riko gibi yerler hesaplanırsa –Porto Riko ABD’nin Karibik’teki
sömürgelerinden biri– bu sayı yükselebiliyor. Biz, uluslararası düzeyde Latin
Amerika’nın ekonomik ya da nüfus oranlarının ele alındığı hesaplar içinde adı
geçen ülkeleri ölçü olarak alıyoruz. Buna
göre Latin Amerika’daki irili-ufaklı ülke
sayısı 33’tür. Bunlar şunlardır:
Antigua ve Barbuda, Arjantin, Bahamalar, Barbados, Belize, Bolivya, Brezilya, Kolombiya, Kosta Rika, Küba, Dominik, Dominik Cumhuriyeti, Ekvador, El
Salvador, Granada, Guatemala, Guyana,
Haiti, Honduras, Jamaika, Meksika, Nikaragua, Panama, Paraguay, Peru, Saint
Kitts ve Nevis, Saint Lucia, Saint Vincent
ve Grenadineler, Surinam, Şili, Trinidad
ve Tobago, Uruguay ve Venezüela.
“Fischer Weltalmanach 2008”e göre,
bu ülkelerin toplam nüfusu, 2005 yılı verileri temel alındığında 550.177.000 kadardır. Bu arada geçen üç yıldaki nüfus
çoğalması da hesaba katılırsa, yaklaşık
600 milyon insanın yaşadığı bir coğrafyadır Latin Amerika. 2005 yılı verilerine
göre bu coğrafyada nüfusu 48.000 olan
ülke (Saint Kitts ve Nevis) olduğu gibi
186,4 milyon civarında nüfusu olan ülke
(Brezilya) de var.
156 . 09
19
156 . 09
20
Nüfus büyüklüğüne göre ilk on ülke
şunlardır:
1. Brezilya, 186.405.000; 2. Meksika,
103.089.000; 3. Kolombiya, 45.600.000;
4. Arjantin, 38.747.000; 5. Peru,
27.968.000; 6. Venezüela, 26.577.000; 7.
Şili, 16.295.000; 8. Ekvador, 13.228.000;
9. Guatemala, 12.599.000 ve 10. Küba,
11.269.000. Bu on ülkenin nüfusunun toplamı, 2005 verilerine göre 481.777.000’dir.
Bu, Latin Amerika’nın toplam nüfusunun
%87.6’sını oluşturuyor. Buna göre diğer
tüm (23 ülkenin) Latin Amerika ülkelerinin toplam nüfusu 68.400.000 kadardır,
yani toplamın %12.4’ü.
Bu ülkeler arasında Guatemala dışındaki tüm ülkelerin nüfusunun büyük bölümü şehirlerde yaşamaktadır, yani kentli
olarak hesaplanmaktadır. Guatemala’nın
kentleşmiş nüfus oranı %47 olarak verilmektedir. Tüm 33 ülke ele alındığında 23 ülkenin nüfusunun büyük bölümü
(%53 ile %93 arası) oranda kentlidir, 10
ülkenin kentli olan nüfus oranı ise %48
ile %28 arasındadır. Bu bağlamda Latin
Amerika’nın toplam nüfusunun çoğunluğunun kentli olduğu tespit edilebilir.
Buna paralel olarak da kapitalist üretim
biçiminin Latin Amerika’da –yine her
ülkede farklı ölçüde ve oranda olsa da–
egemen üretim biçimi olduğu da bilinçlere çıkarılmalıdır.
Latin Amerika’nın toplam coğrafya
büyüklüğü ise, 20.5 milyon kilometrekare olarak hesaplanıyor. Bu, yeryüzünün
toplamının %15.8’ini oluşturuyor. Toprak
büyüklüğü bağlamında öne çıkan on ülke
ise –büyüklük alanları ve parantez içinde
dünya sıralaması ile birlikte – şunlardır:
1. Brezilya, 8.547.404 km2 / (5) ; 2. Arjantin, 2.780.403 km2 / (8); 3. Meksika
1.953.162 km2 / (14); 4. Peru, 1.285.216
km2 / (19); 5. Kolombiya, 1.141.748 km2
/ (25); 6. Bolivya, 1.098.581 km2 / (27);
7. Venezüela, 912.050 km2 / (32); 8. Şili,
756.096 km2 / (37); 9. Paraguay, 406.752
km2 / (58) ve 10. Ekvador, 256.370 km2
/ (75). Buna göre bu on ülkenin toplam
toprak alanının büyüklüğü 19.137.782
km2’dir. Bu, toplamın %93.36’sı kadardır. Yine buna göre geri kalan Latin
Amerika ülkelerinin toplam toprak alanının büyüklüğü 1.362.218 km2’dir, yani
toplamın %6.64’ü.
Nüfus oranı ve toprak alanı büyüklüğü karşılaştırıldığında sekiz ülke her iki
alanda da ilk on içinde yer almaktadır.
Nüfusta Guatemala ve Küba diğer iki
ülke iken, toprak alanı büyüklüğünde
bunların yerini Bolivya ve Paraguay almaktadır.
Bu olgular Latin Amerika coğrafyası
sözkonusu edildiğinde, öncelikle gözönüne
alınması gereken ülkelerin hangileri olduğunu da göstermektedir. Kuşkusuz ki bu
Latin Amerika üzerine tartışmalarda, aynı
zamanda bu coğrafyanın “tek ülke” gibi,
ya da yekpare bir bütünlük gibi ele alınmaması gerektiğini de göstermektedir.
Her ülkenin durumu, ekonomik, siyasi
olarak kendi başına ele alınmak zorundadır. Bu aynı zamanda emperyalist ülkelerle ilişkinin de, doğal kaynakların, yeraltı zenginliklerinin ele alınmasında da
geçerlidir. Sonuç itibariyle bu iki alandaki veriler relasyonların doğru ele alınmasına da işaret etmek içindir. Örneğin bir
Brezilya devriminin bölgede oynayacağı
rol ile, Saint Kitts ve Nevis devriminin
oynayacağı rol bir ve aynı olamaz.
Eğitimde okur-yazarlık durumu, 2004
yılı verilerine ve “Fischer Weltalmanach
2008”in aktarımına göre göreceli olarak
yüksektir. Kimi ülkelerin verileri yok.
Varolanlar içinde Küba %100’lük oranla
birinci sırada yer alıyor. Arjantin %97
ile (kadın-erkek okur-yazarlık oranı eşit)
ikinci sırada yer alıyor. Verilere göre er-
keklerin okur-yazar oranının en düşük
olduğu ülke %74 ile Jamaika, kadınların
ise %63 ile Guatemala’dır. İlginç olan
bir durum ise, Jamaika’da okur-yazar
olan kadınların oranı erkeklere göre %12
daha yüksek iken, Guatemala’da orantı
tersine, yani erkekler %12 kadınlardan
daha fazla okur-yazar. Sözkonusu verilere göre bu %12 oranlık fark kadın-erkek
okuryazarlığı arasındaki en yüksek
farktır. Verisi olan 18 ülkenin yarısında
kadın-erkek okuryazarlığı oranı eşittir.
Bu ama hâlâ okur-yazar olmayanların sayısının önemli bir büyüklük oluşturduğu
gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Üniversite’ye gitme bağlamında ise
durum aynı kaynağın 2004 yılının verilerine göre şöyledir: %15 ile Arjantin ve
Uruguay en yüksek orana sahip iken, en
düşük oran Guatemala’da %9’luk orandır. Bu veriler tersten okunduğunda üniversiteye gidemeyenlerin oranı %91 ile
%85 arasındadır.
2005 yılı Brüt İç Ürün’den eğitim giderleri bağlamında ise, giderlerin en düşük
oranı %1.8 ile Dominik Cumhuriyeti’nde
iken, en yüksek oranı %9.8 ile Küba’da
gerçekleşmiştir.
Etnik kökeni bağlamında Latin Amerika ülkelerinin çoğunluğu çok etnilidir.
Bu “çok milliyetlilik” köken olarak esasta indigen halkların değişik kesimlerini, Afrika kökenli insanların yüzyıllar
boyunca kölecilikten sonra yerli hale
gelmesi temelinde oluşan kesimlerini,
Avrupalı sömürgeci güçlerin, –bunlar
“beyazlar” olarak da adlandırılıyor- yerli
hale gelen kesimi ve doğal süreçte birbirine karışan “melez” diye de adlandırılan
kesimleri kapsıyor.
Bu coğrafyada konuşulan diller ise
öncelikle İspanyolca ve Portekizcedir.
Fakat sayısız yerli, indigen halkların dillerinin varlığı gibi, İngilizce, Fransızca,
Hollandaca gibi diller de konuşulmaktadır. İndigen halklarının dilleri dışındaki
tüm diller sömürgeciliğin doğrudan yerleştirdiği, ya da egemen kıldığı diller konumundadır.
Din konusunda ise yine sömürgeciliğin doğrudan sonucu olarak egemen olan
Hristiyanlığın Katolik mezhebidir. Bu
temelde Katolik Kilisesi’nin Latin Amerika ülkelerindeki nüfuzu da –giderek
azalma gösterse de– yüksek orandadır.
Bu hem ideolojik olarak hem de kilisenin sahip olduğu toprakların büyüklüğü
gözönüne alındığında ekonomik olarak,
tabii ki öncelikle toprak sorununu çözme
bağlamında gözönüne alınması gereken
önemli bir olgudur. Katoliklere göre çok
az sayıda da olsa Protestanlık, Yahudilik
ve İslam gibi din ve mezheplerden insanlar da Latin Amerika’da yaşamaktadır.
Latin Amerika katolikliği fakat önemli ölçüde daha önceki doğal dinlerden
kimi gelenekleri içerlenmiş olan, Batı
Avrupa’dakinden biraz değişik bir katolikliktir.
Latin Amerika’da öne çıkan ve işçi sınıfı önderliğindeki devrimlerde gözönüne alınmak zorunda olan sorunlar, –tek
tek ülkede yine farklı biçim ve düzeylerde olsa da– emperyalizme karşı ulusal
bağımsızlık; ulusal sorunda içe yönelik
olarak azınlıklar, özellikle de yerli, İndigen halkların ve Afrika kökenlilerin hakları, özgürlüğü sorunu; toprak ve tarım
sorunudur. Yoksulluk sorunu da bölgenin
önemli sorunlarından biri durumunda.
b) Çok kısa tarih…
Amerika’nın keşfinin tarihi 12 Ekim
1492 tarihi olarak kabul edilmektedir.
Fakat bu tarihte, Amerika’yı keşfeden
kişi olarak kabul edilen Kristof Kolomb
bile Avrupalılar için bilinmeyen yeni bir
156 . 09
21
156 . 09
22
kıta keşfettiğinin farkında değildir. O,
Hindistan’a varmak için yola çıkmıştır ve
gidip bulduğu yeri ise Hindistan olarak
kabul etmiştir. Ölene kadar da yeni bir
kıta keşfettiğinin bilincine varmamıştır.
Yaşamının sonuna kadar yazdığı mektuplarda hep, İspanya asillerinin ve tüccarlarının hayal ettiği ve Marko Polo’nun
anlattığı masallar diyarı Güneydoğu
Asya’ya ulaştığını vurgular. Kristof Kolomb keşfettiği bölgeyi Hindistan (İndia)
ve o bölgede yaşayan insanları da İndigen olarak adlandırır.
“Yeni” bir kıta keşfedildiğinin bilincinde
bile olunmadığı halde, 1494 yılında Güney
Amerika, İspanya ve Portekiz sömürgeciliği arasında, İspanya’nın Tordesillas şehrinde ve bu şehrin adını alan “Tordesillas
Anlaşması” ile paylaşılmıştı bile.
Amerika kıtasının keşfi, aynı zamanda kıtanın varlığının, somutta da Latin
Amerika’nın da varlığının Avrupalılar,
Asyalılar için yaklaşık 500 sene öncesine
kadar bilinmediğini gösteriyor. Amerika
kıtasında kimi arkeolojik araştırmaların
ortaya çıkardığı insan iskeletlerinin incelenmesiyle, insanların varlığının tarihinin 15 bin ile 20 bin yıl öncesine kadar
dayandığı tahminleriyle karşılaştırıldığında, bu 500 yıllık sürecin Amerika kıtasındaki insanların tarihi açısından pek
de uzun olmadığı görülür.
1492 yılı, Amerika’nın keşfi gibi, o kıtada 20.000 yıllık tarihi olan ve doğal gelişme sürecini yaşayan halkların sömürgecilik zulmü altına alınmasının başlangıç
tarihidir. Bu sömürgecilik, işgal ve imha,
egemenlik tarihidir. Bu 500 yıllık tarih,
Amerika kıtasının “yerli” insanları için
katliamların, yok edilmenin, hayatta kalanlar için de yüzyıllarca en basit temel insan
haklarından mahrum bırakılmanın ve tüm
bu süreçte, zulme, baskıya karşı, sömürgeciliğe karşı mücadelenin de tarihidir.
Kuzey Afrika’nın keşfedilip işgal
edilmesi de İngiliz, Fransız ve Hollanda
gibi sömürgeci güçlerin kıtaya egemen
olma dalaşına katılmalarını beraberinde
getirmiştir.
Sömürgeciler, altın, gümüş gibi madeni zenginliklere sahip olmanın peşinde
koşarken, o topraklarda yaşayan insanları, önlerinde yok edilmesi gereken bir
engel olarak görmüşlerdir ve buna uygun
olarak da hareket etmişlerdir.
İndigen halkların katledilmesi kıtaya
egemen olmak için gerçekleştirilirken,
zenginleşme için dalaşları işgücüne ihtiyacı gündeme getirmiştir. Bu sorunu
çözmek için de Afrika’dan siyah köleler
“ithal” edilmiş, neredeyse kökten yok
edilen indigen halkların yanısıra yeni köleler yaratılmıştır.
Amerika’nın keşfedilmesinin tarihi, Avrupalı sömürgeciler ile yerli ve daha sonra
ise Afrikalı kölelerin mücadelesi tarihinin
başlangıcıdır gerçekte. Ve bu mücadele yüzyıllarca süren bir mücadele olmuştur. Gerek
yerli İndigen halkların, gerekse de Afrikalı
siyah kölelerin Avrupalı sömürgecilere karşı
mücadelesi; gerekse de sömürgecilerin bu
mücadelelere karşı baskı ve zulmü, katliamları yüzyılları kapsayan bir sürecin yaşanan
gelişmeleri, mücadeleleridir.
“Latin Amerika’nın ilk devrimi” olarak
adlandırılan isyan Haiti’de 1791 yılındaki
Siyah kölelerin isyanı olmuştur. Bu isyan
1793’te köleliğin kaldırılmasına ve 1804
yılında da Haiti (Siyahlar)Cumhuriyeti’nin
kurulmasına yol açmıştır.
Bu gelişme aynı zamanda, sömürgeciliğe karşı mücadeleye ivme kazandırmış
ve İndigen halkların mücadelesini de
güçlendirmiştir. 1810 yılına gelindiğinde
o dönemin Meksika’sında en büyük isyan
hareketi başlamıştır.
Bu mücadeleler 19. yüzyılın başlarında,
1810-1825 yılları arasında, sömürgeciliğe
karşı mücadelede değişik ulusal devletlerin kurulmasını beraberinde getirmiştir.
Örneğin: 1811’de Venezüela ve Paraguay,
1816’da Arjantin, 1818’de Şili, 1819’da
Kolombiya, 1821’de Meksika ve Peru,
1822’de Brezilya ve Ekvador ve 1825’de
de Bolivya ve Uruguay. 1823 yılında kurulan “Orta Amerika Birleşik Devletleri”
ise 1838’e gelindiğinde dağılmıştı.
Latin Amerika’yı sonraki süreçte etkileyecek olan gelişmelerden biri, adını
ABD Başkanı James Monreo’dan alan,
1823’de “Monreo-Doktrini” olarak adlandırılan ve esasında ABD’nin Orta ve
Güney Amerika’ya egemen olma amacını ilan eden tavır olmuştur.
Bu arada Latin Amerika’nın İspanyol
sömürgeciliğine karşı mücadelesinde
kimi başarılar elde edilmiş, ama İspanyol
sömürgecilerinin yerini başta ABD sömürgeciliği, emperyalizmi olmak üzere
diğer sömürgeciler almıştır. 19. yüzyıl
sonu ile 20. yüzyılın başlarına kadarki
mücadele de, sömürgecilere karşı yürütülmüştür. Bu dönemdeki sömürgeciliğe
karşı mücadele ama artık emperyalizme
karşı mücadeleye dönüşmüştü.
20. yüzyılda, esas olarak da Birinci
Dünya Savaşı dönemi sonrasında Latin
Amerika’da egemen olan esas güç ABD
emperyalizmi olmuştur ve bu olgu Latin Amerika için 20. yüzyıla damgasını
vurmuştur.
Bu süreçte kuşkusuz ki sayısız da isyan ve mücadele varolmuş, yürütülmüştür. Günümüzde hâlâ isimleri geçenlerin önderliğindeki isyan ve mücadeleler,
sözkonusu ülkelerdeki mücadelelere de
örnek olarak kabul edilmektedir. Örneğin, Peru’da 1780 yılında Tupac Amaru
önderliğindeki sömürgeci güçlere isyan
ve mücadele; 1895’te Küba’da Jose Marti
önderliğinde sömüreciliğe karşı isyan ve
mücadele; 1911’de Meksika’da Emiliano
Zapata, Nikaragua’da 1920’li, 1930’lu
yıllarda Augusto Sandino önderliğindeki
mücadeleler ya da 1932’de El Salvador’da
Augustin Farabundo Marti önderliğindeki
mücadeleler, Latin Amerika’da 20. yüzyılın ikinci yarısındaki mücadelelere de
örnek olmuşlardır. 1800’lü yılların başlarında İspanyol sömürgeciliğine karşı
mücadele eden Simon Bolivar ise bugün
Venezüela’daki gelişmelerin, Chavez tarafından yürütülen siyasetin sembolü olmuştur.
1917 Ekim Devrimi’nin dünya çapında tetiklediği devrimci süreçte Latin Amerika ülkeleri de etkilendi. Bu
dönemde, 1919’da kurulan Komünist
Enternasyonal’den yana tavır takınan ve
Komünist Enternasyonal’e üye olan birçok Komünist Partisi kuruldu. Sözkonusu
partiler Komünist Enternasyonal tarafından gerçek işçi sınıfı partisi olmaları için,
bolşevikleşmeleri için teşvik edilip desteklenmiştir. 1935’te Latin Amerika’daki
Komünist Partilerin toplam üye sayısı
25.000 iken 1939’da bu sayı 100.000’e
çıkmıştı.
Sözkonusu bu partilerin bir bölümü
İkinci Dünya Savaşı dönemine kadar
yürüyen mücadelelere önderlik etmeye
çalıştı, ama sonuç itibariyle yenilgiye uğradı. Bu dönemde özel olarak “halk cephesi” siyasetini uygulamada yapılan yanlışlar, sözkonusu yenilgide, daha sonraki
süreçte de yozlaşmada önemli rol oynadı.
Bunlar İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Kruşçev modern revizyonizminin etkisiyle esas olarak revizyonist saflarda yerlerini aldılar. Devrimci örgütlerin gücü ise bu süreçte iyice zayıfladı.
1950’li yıllara damgasını vuran önemli gelişmelerden biri Küba Devrimi’ydi.
ABD emperyalizminin “arka bahçesi”nde
olması istenmeyen bir “dikendi” Küba
Devrimi. O dönem, revizyonistlerin ik-
156 . 09
23
156 . 09
24
tidarı tümüyle ele geçirdiği SSCB’nin
ABD emperyalizmi ile dalaş içinde
Küba’ya destek vermesi, Küba’nın ABD
emperyalizminin “arka bahçesi”ndeki
“diken” olarak varlığını sürdürmesini
sağlamıştır.
Bu istenmeyen gelişmeden “ders” alan
ABD emperyalizmi, Latin Amerika’da,
bırakın devrimci güçlere karşı saldırganlığı, demokratik gelişmeden yana olan
güçlerin gelişmesine bile göz yummama,
böylesi bir gelişmenin görüldüğü andan
itibaren mücadeleyi başından itibaren
boğma siyasetini esas siyaseti yaptı ve
buna da uygun davrandı.
Küba Devrimi doğal olarak Latin
Amerika’nın diğer ülkelerini de etkiledi
ve kimi ülkelerde, örneğin Dominik Cumhuriyeti, Arjantin, Brezilya gibi ülkelerde
1960’lı yılların ortalarında yaşanan mücadeleler kanla bastırıldı. Küba devrimi Latin Amerikada devrimci hareketler içinde
öncü savaşı teorisinin yaygınlık kazanmasında büyük etkiye sahip oldu. Castroist/
Guaveraist çizgi Latin Amerika devrimcileri içinde ağırlıklı çizgi haline geldi.
1968 Latin Amerika’da da devrimci
mücadelenin yükselmesini etkiledi. Latin Amerika bu dönemde Asya ve Afrika
ile birlikte “devrimin fırtına merkezleri”
olarak anılıyordu.
Çin’deki Kültür Devrimi etkisini
Latin Amerika’da da göstermiş, Mao
Zedung Düşüncesi savunuculuğu temelinde Çin’deki Halk Savaşını temel
alan örgütlenmeler de ortaya çıkmıştı.
Böylece Latin Amerika’da kendisine
ML diyen güçlere “Maoist” olarak adlandırılanlar da katılmıştı. “Sol” siyasi
çehreyi o dönem, modern revizyonist
“Komünist Partiler”, Castroist Guaveraist örgütler, Troçkistler, Maoistler ve
Anarşistler belirliyordu. Bu siyasi akımların kendi aralarındaki farklılıklarına
rağmen “sol” harekete damgasını vuran
güç esas itibariyle küçük burjuva devrimcileriydi.
Mücadele yükseliyordu fakat, o dönemin uluslararası düzeyde egemen olan
modern revizyonizmin etkisi, kitlelerin
bilincini karartıyordu. Bunun en açık
olarak kendisini gösterdiği ülke Şili oldu.
Sosyalizme barışçıl geçişin mümkün olduğu siyasetinin savunucuları, somutta
da Allende, bu tavrının karşılığını yaşamıyla ödüyordu. Doğrudan ABD emperyalizmi tarafından desteklenip 11 Eylül
1973 tarihinde gerçekleştirilen faşist askeri darbe sonrasında Şili halkı onlarca
yıl faşizmin postalları altında kalıyordu.
Aynı dönemde Uruguay’daki halk mücadelesi de Frente Amplio önderliğinde
önemli başarılar elde etmiş, ama yine
ABD emperyalizminin paralı güçlerince
ve öncelikle de askeri-faşist terörle kanla
bastırılmıştır.
1960’lı yılların ortalarından 1980’li
yılların ortalarına kadar, hem kitlelerin
mücadelesi hem de bu mücadelelerin faşist şiddetle bastırılması; birçok ülkede
yıllarca askeri-faşist diktatörlüklerin iktidarda olduğu bir süreç yaşandı.
Nikaragua’da Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi 1979’da iktidara geliyordu,
Grenada’da 1979-1983 yılları arasında antiemperyalist mücadele, El Salvador’da,
Bolivya’da ve diğerleri… egemenlere
karşı mücadeleler, dünya emekçilerine
devrim için mücadelede umut veriyordu.
Bu mücadeleleri bastırmak, devrimcileri yok etmek ise sözkonusu ülkelerin egemenlerinin, özellikle de ABD
emperyalizmiyle içli-dışlı olan, ABD
emperyalizmine bağımlı olanların uygulamalarıydı. Kabaca bir tarih verilirse, 1963 ile 1989 yılları arasında birçok
Latin Amerika ülkesinde askeri-faşist
diktatörlükler iktidardaydı. Sözkonusu
tümü de ABD emperyalizmince desteklenen, kimi de planlanıp doğrudan
gerçekleştirilen askeri-faşist diktatörlüklerdi. Latin Amerika bağlamında
“kişi diktatörlüğü” temelinde adlandırılan kimi gerici, faşist diktatörlüklerin
varlığı, bunların da askeri-faşist diktatörlükler olduğu olgusunu ortadan
kaldırmıyordu. Yaklaşık otuz yıllık bu
döneme, kelimenin gerçek anlamıyla
askeri-faşist diktatörlükler damgasını
vurmuştur.
Bu olgu ama 1980’li yılların aynı zamanda Latin Amerika’da askeri-faşist
diktatörlüklerin giderek son bulduğu ve geri düzeyde de olsa burjuvademokratikleşmenin yaşandığı gerçeğini
ortadan kaldırmıyor.
c) Özetle 1989’a gelindiğinde
ekonomik durum.
Genel olarak değerlendirildiğinde Latin
Amerika’da kapitalizmin gelişmesi, doğrudan sömürgecilere, emperyalizme bağımlı
bir kapitalizm olarak gerçekleşmiştir.
Latin Amerika ülkeleri, özellikle 20.
yüzyılın ikinci yarısında, genelde gelişmiş kapitalist sanayi ülkeleriyle, az gelişmiş Asya ve Afrika ülkeleri arasında yer
alan ülkeler olarak değerlendirilmiştir.
1980’li yıllardaki ekonomik durum
esas itibariyle 1973/1974’de yaşanan
“enerji krizi”nin yükünün, batılı emperyalist güçler tarafından bağımlı ülkelere,
yüklenmesinin olumsuz sonuçlarının yaşandığı bir durumdu.
Dış borçlar 1983 sonunda 353 milyar
iken 1988 sonunda 401 milyara çıkmıştı.
Bu dönemde Dünya Bankası verilerine
göre 1980-1990 arasında Gayri Safi Milli
Hasıla (GSMH) %10 gerilemişti. Enflasyonun kimi ülkelerde sık sık yüzlü rakam-
larla dile getirildiği bu dönemde yoksulluğun arttığı gibi yoksulluk sınırı altında
yaşayanların sayısı da hızla yükseldi.
Reel ücretlerin düşüşü bağlamında yapılan kimi hesaplar, 1980 ile 1987 arası
dönemde altı Latin Amerika ülkesinin
(Arjantin, Brezilya, Şili, Kosta Rika,
Kolombiya ve Venezüela) ortalama reel
ücret kaybının %28 civarında olduğunu
ortaya koyuyor.
Yoksulluk sınırı altında yaşayan insanların mutlak sayısı veya oranı bağlamında değişik hesap ve veriler ortaya
konmaktadır. Reddedilemeyen gerçeklik, yoksulluğun, yoksulların sayısının
arttığıdır.
Sözkonusu rakamlar yoksulluk sınırı
altında yaşayanların oranını, %41’den
%46’ya çıktığını anlattığı gibi, Dünya
Bankası verileri bunu %26,5’ten %31,5’e
çıktığını anlatmaktadır. Mutlak rakam
olarak ise 1980’li yılların başında 135,9
milyon insan yoksulluk sınırı altında
iken bu rakam 1990’a gelindiğinde 200,2
milyona çıkmıştır. Yine kimi veriler 1990
yılının yoksulluk sınırı altında yaşayan
insan oranını %48,3 olarak vermektedir.
Hangi veriyi alırsak alalım yoksulluk
oranı yüksektir. Bu oran gerçekte kimi
ülkelerde %60’lara kadar varmaktadır.
1990 yılının Latin Amerika toplam nüfusunun 450 milyon civarında hesaplandığını gözönüne alırsak, 200 milyon insanın da yoksulluk sınırı altında yaşadığını
kabul edersek bu oran %44’ü geçmektedir. Bu durumda aslında Dünya Bankası
verilerinin gerçek durumun üzerini örtmek için süslenmeye çalışılan rakamlar
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
1980’li yılların ekonomik durumu, Latin Amerika’nın öncelikle emperyalistlerin borç mengenesinde sıkışıp kaldığı,
üretimi esas olarak ihracata yönelik yaptığı ve faiz transferi yoluyla borçlarını
156 . 09
25
156 . 09
26
ödemeye endeksli bir durumdu. Emperyalistlerin, başta da ABD emperyalizminin borç kurumları Dünya Bankası ve
IMF tarafından dayatılan ekonomik paketler Latin Amerika halklarının, öncelikle de yoksul kesimin, işçilerin yaşam
koşullarını dayanılmaz kılıyordu.
Borçlarını yeni borçlanmalarla ödemek
için, yine IMF ve Dünya Bankası’ndan
“kredi” alınması gerekiyordu… Bu ise
ancak her somut ülkenin yönetiminin
IMF veya Dünya Bankası’nın dayattığı koşulları kabul etmek ve ülke içinde
işçi ve emekçilere daha fazla yüklenmek,
sınırsızca sömürmek için garantiler vermesini gerektiriyordu.
Venezüela’nın başkenti Caracas’ta, hükümetin kredi almak için IMF ve Dünya
Bankası’na verdiği sözü yerine getirmenin bir aracı olan fiyatlara (kamu ulaşımı
trafiğine) zam yapması, kitlelerin sabrını taşırdı. 27 Şubat 1989’da, “Caracazo”
adı verilen ve birçok gün süren isyan ve
çatışmalar, varoşların yoksullarının zenginlerin yaşadığı bölgeleri talan etmesi
ve bugüne kadar hâlâ kesin sayısı belli
olmayan, ama tahminlere göre 3000 civarında olan insanın devlet güçlerince
katledilmesi olayları yaşandı.
Bu olayların yaşandığı süreç, artık emperyalistlerin de ekonomik olarak o güne
kadar aldığı önlem ve seçtikleri yolları
gözden geçirmeye başladığı; sonradan
çokça “yeni” bir şeymiş gibi gösterilen
ekonomide liberalleşmenin özellikle
1973/1974 yıllarındaki krizden sonra değişik biçimlerde uygulamaya konulduğu
bir süreçti. Bu süreç, Doğu Bloku’nun
dağılmasıyla hızlanmış ve işçi ve emekçi kitlelere yönelik baskılar, elde edilmiş
haklarının ellerinden alınması, özelleştirme, taşeronlaştırma vb. vb. uygulamalar yoğun biçimde uygulanmış, yaygınlaştırılmıştır.
d) 1989 sonrası durum…
1989 yılı sonrası döneme uluslararası alanda damgasını vuran gelişmelerin
başında, Doğu Bloku’nun dağılması ve
buna bağlı olarak güç dengelerinin değişmesi geliyordu. Bu gelişme, sadece emperyalist güçler arası denge değişikliğini
değil, aynı zamanda kimi yerel kapitalist
güçlerin emperyalistlere bağımlılığı durumunun ya da bağımlılık derecesinin
değişmesi ve kimilerinin öne çıkan güçlere dönüşmesini de beraberinde getiren
bir sürecin başlangıcıydı.
Doğu Bloku’nun dağılması emperyalist güçler için ele geçirilmesi gereken
yeni pazar alanlarının açılması anlamına
geldiği gibi, “soğuk savaş” denen, gerçekte ABD emperyalizmi önderliğinde
Sovyetler Birliği’ne karşı saldırı siyasetinin, varolduğu biçimiyle artık sürdürülmemesi, dünyaya egemenlik için yeni
koşullarda, yeni taktiklerin öne çıkması
anlamına da gelmektedir.
Örneğin ABD emperyalizmi bu dönemde Latin Amerika’ya yönelik siyasetinde, 1989 öncesine kadarki gibi yoğun
askeri ve gizli çalışmalar, darbeler vb.
siyasetini sürdürmeye son vermiştir. Bu
ama bölgeye egemen olma konumunu
sürdürmekten vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Esas olarak askeri darbelerle,
ya da paramiliter güçlerle sağladığı siyasi egemenliğini, ekonomik olarak güçlendirmeye yönelmiştir. Bunun öne çıkan
biçimi ise, “Serbest Ticaret Bölgesi” adı
altında, kıtayı tümden egemenliği altına
alıp talan etmenin anlaşmalarını kabul
ettirme yönündeki siyasetti.
Latin Amerika halkları açısından ise
burjuvazinin de yoğun propagandaları
sonucu “sosyalizm ölmüştü” ama, ABD
emperyalizminin sözkonusu ülkelerdeki
uygulamaları da savunulacak gibi değil-
di… Bu durum ise Latin Amerika halklarının “yaşanılabilir bir dünya” istemini,
kapitalizmin varlığını soru işareti haline
getirmeyen, ama andaki durumdan daha
iyi bir yaşam için mücadele etmesinin ortamını yaratıyordu.
“Sosyalizmin öldüğü” naraları ve sevinci henüz sıcaklığını korurken ABD
emperyalizmi Latin Amerika’ya yönelik “serbest ticaret” planlarını gündeme
getirmişti bile. Kuzey Amerika Serbest
Ticaret Anlaşması (NAFTA) bunun ilk
adımı oldu. NAFTA ABD, Kanada ve
Meksika arasında yapılan bir anlaşma
olarak 1 Ocak 1994’te yürürlüğe girdi.
Dünya çapında kapitalizmin „reel sosyalizm“ üzerindeki zaferinin ve insanların sorunlarına çözüm bulan ve yaşayabilecek tek sistemin kapitalizm olduğuna
yönelik propagandaların ayyuka çıktığı;
artık kimisine göre tarihin, kimisine
göre de sınıf mücadelesinin son bulduğu
böylesi bir ortamda, 31 Aralık 1993’ü 1
Ocak 1994’e bağlayan gece, sömürgeciliğin İndigen halklara karşı 500 yıldan
fazla süren zulmüne başkaldırının sesi
Meksika’nın Chiapas bölgesinde Zapatistlerin isyanıyla yükseliyordu.
Zapatistalar ya da diğer adıyla
EZLN’nin 1 Ocak 1994’te silahlı eylemiyle başlattığı bu isyan, gerçekte kapitalizmin sınırlarını aşmayan, liberal
bir demokrasi isteyen siyasi talepler ve
içeriğe sahipti. Zapatistalar, iktidarı ele
geçirme diye bir hedefe de sahip değillerdi. Sözkonusu silahlı eylemi de esas
olarak merkezi Meksika hükümetine,
gerekirse böylesi de olur der gibi uyarıda
bulunmak içindi. Buna rağmen bu eylem,
burjuvazinin sınıf mücadelesi bitti, artık
kapitalizm egemen tek sistem ve artık
sürekli barış çağına geçildi yönlü propagandalarına önemli darbe vurmuştu.
EZLN, Meksika yerli halkının ulusal
haklarını savunuyor, ulusal baskıya karşı çıkıyordu. Bu bağlamda Meksika’nın
demokratikleşmesini istediği noktada
doğru ve haklı talepler savunma konumundaydı.
Mücadelenin bitmediği somut olarak
EZLN’nin eylemiyle dünya kamuoyunun
bilincine çıkması fakat verilen mücadelenin, ya da verilmesi gereken mücadelenin sistemi devirmeye yönelik, devrim mücadelesine dönüştüğü anlamına
gelmiyordu. Zapatistaların sistem içi
mücadelesi, burjuva liberal yazar-çizer
takımınca emperyalizmi savunmada,
korumada bir araç olarak kullanılmasına
da imkân verdi. Bu olgu, ezilen halklara:
EZLN’den öğrenin, akıllı, uslu olun! Barışçıl olarak istediğiniz haklar için mücadele edebilir, yürüyüş yapabilirsiniz,
hatta devrim lafı bile edebilirsiniz! Yeter
ki sistemi gerçek anlamda sorgulamayın!
Silahlı ayaklanma’dan uzak durun. Parlamenter sistem içinde kendinize yer açın!
biçiminde mesaj vermek için kullanıldı.
Uluslararası alanda da, emperyalizmin
her şeye hakim göründüğü bir ortamda,
EZLN’nin silahlı eylem ile ortaya çıkışı
ezilen halklar açısından bir umut ışığı olmuştu. Reformist siyasete sahip olmasına
rağmen, ya da daha doğrusu tam da bu
yüzden romantik devrimci laflarla süslü
reformist çözüm önerileri, özellikle batılı
ülkelerde “sol” hareket içinde büyük bir
sempati toplamıştı. Zapatistaların sistem
içi mücadele yaklaşımı, esas olarak Latin
Amerika’da 1990’lı yıllardaki mücadelelerin, bu mücadeleler yer yer çok militan
mücadelelere dönüşse de, sistem içi çözüm
arayışları yaklaşımı temelinde yürüyen
mücadeleler olduğunu da gösteriyordu.
1990’lı yıllarda öne çıkan mücadelelerin başında EZLN’nin mücadelesi geliyordu. Ama şu ya da bu Latin Amerika
ülkesinde, özellikle de yaşamları artık
156 . 09
27
156 . 09
28
çekilmez hale gelen yoksul kesimlerin
değişik düzey ve biçimlerde mücadeleleri de yaşandı.
1990’lı yıllar, Latin Amerika ülkeleri
için 1980’li yılların “borçlanma krizi”,
ya da “borçları ödeyememe krizi” vb.
adıyla adlandırılan, başta da IMF ve
Dünya Bankası’na bağımlı kalmanın sonuçlarının giderek daha da his edilir hale
geldiği; borçların giderek yükseldiği,
işsizlik ve yoksulluğun arttığı; kısacası
“neoliberalizm” denen emperyalistlerin
sınırsız sömürü ve talan siyasetinin uygulandığı ve kitlelerin hoşnutsuzluğunun
da buna paralel yükseldiği, yer yer sert
mücadelelerin yaşandığı yıllar oldu.
Bu mücadelelerde öne çıkanlar örneğin
Brezilya’da Topraksızların Hareketi, Ekvador ve Bolivya’da İndigen Halkları’nın
direniş ve mücadeleleriydi. 1990’lı yıllar
aynı zamanda İndigen halklarının parti
kurma temelinde örgütlenmeye başlamasının da yılları oldu.
Latin Amerika ülkelerinin dış borçları
1988 sonu 1989 başında 401 milyar dolar
iken, bu miktar 2001 yılı sonuna kadarki
süreçte 820 milyar dolara çıkmıştı.
Bu borçların –o dönemki hesaplara göre
%90’ı Brezilya, Arjantin ve Meksika’nın
borçlarıydı. 1990’lı yılların başında bu
oran %60 civarındaydı. Şili, Kolombiya,
Peru ve Venezüela’yı da bu hesaba katarsak, 2001 yılı sonunda Latin Amerika’nın
toplam dış borçlarının %95’i toplam
7 Latin Amerika ülkesinin borcuydu.
Bu durum, aslında genel olarak Latin
Amerika’dan bahsedilse de tek tek ülkelerdeki ekonomik durumun da farklı olduğunu göstermektedir. İşin belki de pek göze
batmayan yanı, Latin Amerika bölgesinin
önde gelen üç ülkesi Brezilya, Meksika ve
Arjantin’in, hem genelde ekonomik güç
olarak önde gelen güçler olması, hem de
ama en fazla dış borca sahip ülkeler olması
durumudur. Yani otomatikman en yüksek
borca sahip olan ülke en zayıf ülke olma
durumunda değil. Mutlak rakamla borcu
düşük olan bir ülke de otomatikman en
güçlü ülke değildir.
1990’lı yıllar ve 2000’li yılların başına kadarki süreçte borç ödemeye yönelik
zorlukları aşmak için değişik yollar denendi. Buna rağmen ama bu sözkonusu
yıllar esas itibariyle, borç ödeyememe,
kredi alamama, ya da borçların taksit ve
faizleri ödendiğinde ülke içindeki mali
giderler karşılanamaz olduğu yıllar oldu.
Ödenen faiz tutarı toplam borç tutarından daha yüksekti.
Bu ülkelerdeki ekonomik durum aynı
zamanda uluslararası düzeydeki gelişmelerden de doğrudan etkileniyordu. Örneğin 1997’de “Asya Krizi” ya da 1998’de
Rusya’daki kriz vb. de Latin Amerika
ülkelerinin yatırım ve borç ödeme planlarını olumsuz etkiliyordu.
Bu dönemde dış borçların artması gibi
yoksulların sayısı da arttı. Yukarıda da
aktardığımız gibi 1990 yılında 200,2
milyon insan yoksulluk sınırı altında
yaşarken, 2004’e gelindiğinde bu sayı
224 milyonu bulmuştu. Bu konuda Birleşmiş Milletler’in verilerine göre, 2000
yılında yoksulların sayısı 207 milyon
iken, bu sayı 2005 yılı ortalarında 222
milyona çıkmıştı. Bu ise %42,5’lik orandan %42,9’luk orana yükselme anlamına
geliyor. Yani hesaplarda kullanılan farklı
ölçüler ya da verileri “düzeltme” çabalarına rağmen 2005 yılı ortalarında Latin Amerika nüfusunun %42,9’u yoksul
olarak kabul edilmektedir. 2006 sonu ve
2007 yılı başlarında yoksulların sayısının
azaldığı yönlü haber Birleşmiş Milletler
kaynaklıydı ve 200 milyonun altına düşmüş olduğu bilgisi, büyük zaferler elde
edilmiş gibi kitlelere yutturulmaya çalışılıyordu. 2007 yılının kimi verilerine
göre yoksulların oranı %35 civarındadır.
Siz bunu gerçekte %50’ye çıkarabilirsiniz. Kimi verilerin anlatımlarında, yoksulluk sınırı günde iki dolar altı değil, bir
dolar altı olarak hesaplanmaktadır. Yani
gerçekte yoksulların sayısı tam olarak
verilmemektedir. Açlık sınırı çerçevesinde yaşayanların sayısı ise artmış görünüyor. 2000 yılı ile 2005 yılı arası dönemdeki kimi verilere göre işsizlik oranı ise
%5,9’dan %10’a çıkmıştır.
1990’lı yılların başından itibaren
ABD emperyalizminin tüm Amerika’ya
egemen olma planlarının bir parçası da
“Tüm Amerika Serbest Ticaret Bölgesi”
(FTAA, İspanyolca ALCA) idi. 1994’te
gerçekleştirilen ve Küba dışındaki tüm
Amerika kıtası ülkelerinin katıldığı
“Birinci Amerika Zirvesi”nde FTAA
ele alındı. Hedef olarak bu planın 2005
yılına kadar gerçekleştirilmesi öngörülüyordu. 2001 yılında yapılan “Üçüncü Amerika Zirvesi”nde çalışma planı
üzerinde anlaşıldı ve 2005 yılına kadar
görüşmelerin, daha doğrusu pazarlıkların bitirilmesi gerekiyordu. Çelişkilerin
yoğunluğu, anlaşma taslağının birkaç
kez değiştirilmesini beraberinde getirdi
ama yine de sözkonusu “Tüm Amerika
Serbest Ticaret Bölgesi” planı 2005 yılına kadar gerçekleşmedi. Böylece ABD
emperyalizminin tüm Amerika kıtasını
böylesi bir anlaşmayla egemenliği altına
alması planı suya düşmüştü. ABD emperyalizmi, bunun yerine tek tek devletlerle ya da FTAA’yı imzalayan devletlerle özel anlaşmalar yapma yolunu seçme
durumunda kaldı.
Bu konu üzerine yürütülen pazarlıklar
sürecinde küreselleşmeye karşı kitlesel
mücadeleler de gerçekleşti. Hem kitlesel
tepkiler, protestolar ama daha da fazla
ABD’nin dayattığı anlaşmayı o biçimiyle kabul etmeyen Brezilya ve Arjantin’in;
anlaşmayı olduğu gibi reddeden ve 2001
yılından itibaren de Latin Amerika ülkeleri için FTAA’ya alternatif ekonomik birlik
anlaşması öneren Chavez önderliğindeki
Venezüela ve sonradan onu destekleyen
Bolivya’nın tavırları FTAA’nın gerçekleşmesinin önündeki esas engellerdi.
Kendi aralarındaki tavırların farklılığına rağmen, sözkonusu bu ülkeler
FTAA’yı imzalamamakla, ABD emperyalizmine, “biz artık senin her dediğini
yapmayız” yönünde tavır belirliyordu.
Brezilya ve Arjantin 1991 yılında Paraguay ve Uruguay ile birlikte “Güney
Amerika Ortak Pazarı”nı (Mercosur)
kurdular. Bu adım esas itibariyle bu ülkelerin ortak davranarak kendi ekonomik bağımsızlığını elde etme amacının
bir işaretiydi. Bu ortak pazarın gelişmesi
1990’lı yılların sonun kadar tökezlese de
2000 yılında yeniden güçlendirilmeye,
geliştirilmeye başlandı.
FTAA’nın ABD emperyalizminin
planladığı gibi gerçekleşmemesi, bunun
sözkonusu ülkeler tarafından engellenmesi, Latin Amerika’da ABD emperyalizminin “arka bahçesi” olmaktan
çıkmaya yönelik dönüm noktalarından
biriydi. ABD emperyalizmi ile sözkonusu ülkeler arasındaki çelişkiler de bu
temelde biçimleniyordu. Brezilya ve Arjantin FTAA’ya karşı –tümden reddetmeden kimi değişiklikler talep etme temelinde– biraz utangaçça davrandığı için,
ABD emperyalizmi ile bunlar arasındaki
çelişki o kadar keskinleşmedi. Venezüela
ve Bolivya’nın FTAA’yı reddetme tavrı
ve özellikle de Chavez’in FTAA’ya alternatif ekonomik işbirliği anlaşması önermesi, bu ülkelerin ABD emperyalizmi
ile aralarındaki çelişkileri keskinleştiren
esas nedenlerden biriydi.
Tüm bu dönemde “neoliberalizm” siyasetinin uygulamalarının başında ge-
156 . 09
29
156 . 09
30
len, sosyal hakların geri alınması, reel
ücretlerin düşürülmesi, taşeronlaştırma,
özelleştirme vb. temelinde işten atmalar, ülkenin kaynaklarını emperyalistlere peşkeş çekme vb. vb. uygulamalar,
kitlelerin hayat koşullarını dayanılmaz
kılıyordu.
Geniş kitlelerin hayat koşulları “neoliberal önlemler” adı altında sürdürülen
talan, baskı ve sömürü siyasetiyle, uygulamalarıyla “bıçak kemiğe dayandı”
dedirtecek kadar kötüleştiriliyordu. Kitlelerin hoşnutsuzluğu giderek “neoliberalizme” karşı mücadeleye dönüştü. Bu
da kendisini, sık sık yöneticilerine –çoğunlukla Başkana– karşı mücadele olarak gösteriyordu.
1998’de “Amerika Zirvesi”ne alternatif olarak “Halklar Zirvesi” oluşturuldu.
“Sosyal Kıta Birliği” adı altında örgütlenen kesimlerce –sivil toplum örgütleri,
sosyal hareketler– oluşturulan “Halklar
Zirvesi” esas olarak “neoliberalizme”
karşı olan ve bu temelde de ABD emperyalizminin Latin Amerika’ya yönelik
yayılmacı siyasetine karşı çıkan bir konumdadır. Bu kesimler sistem içinde de
davransalar, FTAA ve NAFTA’nın Latin
Amerika halklarının çıkarlarına olmadığını, bunların özellikle ABD ve Kanada
emperyalist burjuvazisinin çıkarlarına
olduğunun bilincinde olarak bu plan ve
projeleri reddetmektedirler. Bu temelde
de “neoliberalizme” karşı mücadele etmektedirler. Bu mücadelenin bir biçimi
de Brezilya’nın Porto Allegre kentinde yapılmaya başlanan “Dünya Sosyal
Forumu”nun örgütlenmesiydi. Sözkonusu forumda “bir başka dünya mümkündür” sloganı temel sloganlardandı.
“Neoliberalizme” karşı mücadelede
“bir başka dünya” istemi bu süreçte kapitalist sisteme karşı yeni arayışların da bir
işaretiydi. Sözkonusu arayışlar, giderek
sivil toplum örgütleri ağırlıklı, gerçekte
kapitalizmin barbarlıklarını biraz törpüleyerek “sosyal” bir kapitalizm savunuculuğu siyaseti tarafından belirleniyordu.
Buna rağmen bu reformist hareket içinde
yeniden “sosyalizmden” bahsedilmeye
başlandı. En azından Latin Amerika’da
–ama sadece Latin Amerika’da değil–
“sosyalizm” lafzı, özellikle de Chavez’in
bu lafzı ağzına almasıyla popüler hale
geldi. Böylece kitlelerin “bir başka dünya” istemi, “sosyalizm” lafzıyla da sistem
içine hapsediliyordu.
Ülke içi mücadeleler bağlamında ise
kitlesel protestolar kimi ülkelerde başkanların görevden alınmasını ya da istifasını sağlamıştır. Görevinden edilen
başkanların sayısı özellikle 2000’li yılların başında artmıştır. Bu süreçte başkanların görevinden edildiği ülkelerin
başında, Arjantin, Ekvador ve Bolivya
geliyor.
Başkanları görevden eden sözkonusu
mücadelelerin tümü de şu ya da bu biçimde, sözkonusu yönetimlerin özellikle
IMF ve Dünya Bankası’nın, –siz bunu
ABD emperyalizmi olarak da okuyabilirsiniz– dayattığı uygulamalarına karşı
gerçekleşiyordu.
e) ABD’nin “arka bahçesi”
olmaktan çıkma sürecinin
kimi köşe taşları…
Yukarıdaki bölümde 1989 sonrasının
genel bir görüntüsünü sunmaya çalıştık.
Ama bu görüntü, içinde bulunduğumuz
2008 yılının Latin Amerika’sındaki durumu tam olarak göstermiyor. Bu yüzden gelişmelerin kimi önemli yanlarını
ve özellikle de Latin Amerika’daki kimi
ülkelerin ABD emperyalizminin “arka
bahçesi” olmaktan çıkmaya başlamasını
sağlayan önemli noktaları ayrıca bilince
çıkarmak gerekiyor.
1989 yılı ve sonrası döneme damgasını
vuran esas gelişmelerden birinin Doğu
Bloku’nun dağılması olduğunu belirttik.
Bu olgu, son 19 yıllık süreçteki gelişmelere, güçlerarası dengelerin biçimlenmesine
yol açan belirleyici önemde bir gelişme
olduğu halde, bu gelişmenin sonuçlarını,
özellikle de 2000’li yıllardaki sonuçlarını
belirleyen gelişme değildir artık.
İçinde bulunduğumuz koşullardaki
gelişmeleri etkileyen, ya da belirleyen
doğrudan emperyalistler arası yeni güç
dengeleri, bu süreçte dünyanın yeniden
paylaşımı dalaşına yeni güç(lerin) katılması –en başta da Çin’in emperyalist bir
güce gelişmesi–, hammaddelere, enerji
kaynaklarına talebin giderek yükselmesi
vb. vb. gelişmelerdi.
Bu gelişmeler içinde Çin’in hızlı biçimde gelişmesi ve emperyalist güçlere
katılarak dünyanın yeniden paylaşımında yerini alması, Latin Amerika ülkelerinin 1989 sonrası dönemde giderek ABD
emperyalizminden bağımsızlaşma bağlamındaki sürecin önemli faktörlerinden
biridir. Çin’in yanısıra, emperyalist büyük güçlerin de artık hesaba katmadan
geçemeyeceği Hindistan, Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika gibi ülkeler de
önemli bir güç olma konumundadırlar.
Çin’in Latin Amerika’nın kimi ülkeleriyle ekonomik ilişkileri geliştirmesi
ABD, AB ve IMF ile Dünya Bankası’nın
bölge üzerindeki nüfuzunu geriletmiştir.
Buna Rusya’nın yeniden güçlenmesi ve
nüfuz alanları dalaşındaki yerini yeniden
alması da eklenince, Latin Amerika ülkelerinin emperyalistler arasındaki ilişki
ve çelişkilerde seçenekleri de çoğaldı.
Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) verilerine göre 2000 yılı ile 2005 yılı arası
dönemde Meksika dışındaki Latin Ame-
rika ülkeleri ile Çin arasındaki ticaret
ortalama olarak her yıl %37 artmıştır.
2000’li yılların başlangıcından beri Çin,
Latin Amerika’nın ihracattaki –özellikle
hammadde ve gıda bağlamında– önemli pazarı haline geldi. Örneğin 2004 yılı
verilerine göre Çin’in soya fasulyesinin %60’ı, balık ununun %80’i, bakırın
%25,5’i, demir cevherinin %19,9’u Latin
Amerika ülkelerinden ithal ediliyordu.
Kuşkusuz ki andaki veriler tüm Latin Amerika’nın ticaret hacmine göre
hâlâ düşük görünmektedir ve hâlâ Latin
Amerika’nın esas ticaret ortağı ABD’dir.
Fakat dengede önemli bir değişiklik olmuştur. Çin sadece ekonomik olarak
değil siyasi olarak da Latin Amerika’da
ABD emperyalizminin rakiplerinden
biri haline gelmiştir. Brezilya, Meksika,
Arjantin ve Venezüela Çin yönetimince
stratejik ortak statüsünde ele alınmaktadır. Latin Amerika ülkelerinin ticaret
ilişkileri kuşkusuz ki AB ülkeleriyle de
Asya ülkeleriyle de gelişmektedir. Bunlar
arasında Japon emperyalizmi de önemli
rol oynamaktadır. AB ülkeleri arasındaki
emperyalist güçler de ABD’den boşalan
yeri doldurma, ele geçirme çabası içindedir. Bu bağlamda Latin Amerika üzerine yürüyen dalaşta hemen her öne çıkan
emperyalist güç yer almaktadır.
Buna rağmen ama uluslararası düzeydeki gelişmelerde diğer emperyalistlerin
kovanına çomak sokan esas güç “yeni
yetme” Çin emperyalizmidir. Çin emperyalizmi AB’li emperyalist güçlerin
de kovanına çomak sokmaktadır.
Latin Amerika ülkelerinin ABD’nin
“arka bahçesi” olmaktan çıkma sürecinin önemli köşe taşlarından biri, özellikle 11 Eylül 2001 tarihi sonrası dönemde
ABD emperyalizminin başta Orta Asya
ve Ortadoğu’da olmak üzere genelde savaşlara yönelmesi, Afganistan ve Irak
156 . 09
31
156 . 09
32
savaşları gibi savaşları sürdürmesinin
Latin Amerika’ya yansımalarıdır.
ABD emperyalizminin askeri olarak
güçlerini başka alanlarda bağlamış olması onun Latin Amerika’daki kendi
aleyhine olan gelişmelere güçlü biçimde
müdahale etme imkânlarını önemli ölçüde kısıtlamıştır. Bu da ABD’den bağımsız hale gelmek isteyenlerin siyasi
olarak manevra alanlarını genişletmiştir.
Fakat bundan da önemlisi, genelde son
on yıllarda öncelikle enerji hammaddelerine olan talebin yükselmesi fiyatların
da önemli ölçüde yükselmesini beraberinde getirmiştir. Petrol ve gaz fiyatları
özellikle 2003 yılından sonra katlanarak
artmıştır.
Örneğin Irak’a yönelik Mart 2003’teki
savaş başlamadan önce petrol fiyatları
varil başı 30 dolar iken, savaşın başlamasıyla birlikte hızlı biçimde fiyatlar yükselmiş 50, 60, 90 derken, şimdi varilin
fiyatı 120 doların üzerine çıkmıştır.
Bu aynı zamanda hammaddelerin de
fiyatlarının yükselmesini tetiklemiş ve
bu temelde hammadde satan Latin Amerika ülkeleri bütçe açıklarını kapatma,
hatta eldeki döviz rezervlerini (300 milyar ABD doları kadar) yükseltmeye başlamışlardır.
Bu durum aynı zamanda sözkonusu
ülkelerde iç pazarın güçlenmesini ve
giderek dış borçların azaltılmasını beraberinde getirmiştir –2001 yılı sonunda
IMF’den 1,5 milyar dolar kredi bile alamayan Arjantin, örneğin Venezüela’nın
da desteğiyle IMF’ye borcunu kapatmıştır. Bu tabii ki bunların borçlarının
bittiği anlamına gelmiyor. Ama yine de
belli bir hareket serbestisi alanına kavuşmuşlardır. Örneğin kimi ülkeler böylece
IMF’nin veya Dünya Bankası’nın ülke
içi ekonomik programlarını uygulama
yükümlülüğünden kurtulmuşlardır.
Tüm bunların sonucu olarak 2004 yılından beri genel olarak Latin Amerika
ekonomisi ortalama olarak her yıl %5 civarında büyümeye başlamıştır. 2008 yılı
için ise dünya çapındaki büyümenin gerilemesi hesaplarına bağlı olarak kalkınma oranının 2007 yılı kadar olamayacağı
ama buna rağmen %4’ün üzerinde bir
kalkınma yaşanacağı öngörülmekteydi.
Burada da kuşkusuz ki her ülkenin durumu farklıdır.
Uluslararası alanda güç dengelerinin
değişmesinin, yeni birliklerin vb. oluşmasının beraberinde getirdiği yeni ticari
ilişki imkânları ve hammaddelere ihtiyacın ve bunların fiyatlarının yükselmesi;
ABD’nin Afganistan ve Irak savaşları somutunda askeri güç olarak Latin
Amerika’ya müdahale etme durumunda
olmaması vb. durumlar, Latin Amerika
ülkeleri için ABD’nin “arka bahçesi” olmaktan çıkma bağlamındaki “dış” etkenler içinde öne çıkanlardır.
Bu etkenler ABD’ye karşı güçlerin,
özellikle de görece bir bağımsızlıktan
yana olan ulusal burjuvazinin temsilcilerinin hem siyasi, hem de ekonomik
olarak hareket alanını genişletmiştir. Bu
alanın genişlemesi “iç” etkenlerin de geliştirilmesine, güçlendirilmesine hizmet
etmiştir.
Latin Amerika’nın ABD’nin “arka bahçesi” olmaktan çıkmaya başlamasının
öncü gücü esas olarak Venezüela’dır. Bu,
kuşkusuz ki Brezilya ya da Arjantin’in
kendilerine uygun biçimde ABD’den bağımsız hale gelmeye çalışmadıkları anlamına gelmiyor.
ABD’nin tüm Amerika’ya egemen
olma planının bir aracı olan FTAA’nın
2005 yılı sonunda, sonuç itibariyle boşa
çıkarılması, aynı zamanda Latin Amerika ülkeleri arasındaki ilişkilerde de yeni
gelişmelerin yaşandığını gösteriyordu.
Chavez’in 2001 yılı sonunda propaganda ettiği alternatif işbirliği anlaşması, 14
Aralık 2004 tarihinde Küba ile “Bizim
Amerikamızın Halkları İçin Bolivarcı
Alternatif” (ALBA) anlaşmasının imzalanmasıyla gerçek hale geliyordu. Bu anlaşmanın dürtüsü esas olarak ABD’den
ve AB’den bağımsız hale gelmekti.
“Neoliberalizm” dalgasına karşı ise, esas
olarak özelleştirmeye son verme adımları
atıldı. Emperyalist güçlerin tekellerinin
ülkeyi talan etmesi giderek sınırlandı. Örneğin petrol üretimi bağlamında %51 hissenin devlete %49’unun sözkonusu tekele
ait olması durumu gerçekleştirildi. Bu durum bile emperyalist tekelleri Chavez yönetimi ile karşı karşıya getirdi. Ne de olsa
talanları, soygunları sınırlanıyordu…
Chavez yönetimi özellikle petrol kaynaklı gelirlerin bir bölümünü, halkın
okuma-yazma, sağlık ve ucuza gıda ihtiyacını giderme gibi projelere yatırarak
kitlesel desteğini de yükseltti. Kuşkusuz
ki bu gelişmeler diğer kimi Latin Amerika
ülkelerinin yoksulları için çekiciydi. Sadece yoksullar için değil, giderek elde edilen göreceli bir bağımsızlık durumu, milli
burjuvazinin de desteğini kazanıyordu.
Böylece ALBA, FTAA’ya alternatif
olarak ortaya atılan ve –bu arada değişiklik olmazsa– şimdilik Venezüela ve
Küba dışında Bolivya, Nikaragua ve
Dominik’in de içinde olduğu beş üyeli bir
ekonomik birlik durumundadır. Ekvador
ve kimi diğer Latin Amerika ülkeleri de
ALBA’ya üye olma yönünde tavır takınmış durumdadır.
ALBA gibi bölgenin bağımsızlaşması
yolunda gerekli olan kimi diğer birlikler
de kurulmuştur, kurulmaktadır.
Örneğin 12 Güney Amerika ülkesini
içinde barındıran “Güney Amerika Ulusları Birliği” (UNASUR) 8 Aralık 2004 tarihinde kurulmuştur (önceki adı “Güney
Amerika Devletler Birliği”ydi, 2007’de
değiştirildi). Bu birlik, nüfus sayısı olarak, AB ve NAFTA’dan (ABD, Kanada,
Meksika) sonra üçüncü büyük uluslararası devletler birliği olmaya adaydır.
Ekonomik olarak da IMF ve Dünya
Bankası’ndan bağımsız hale gelmenin,
kalkınmanın bir aracı olarak ortak bir
banka, “Banco del Sur” (Güneyin Bankası) 9 Aralık 2007 tarihinde Buenos
Aires’te kuruldu. Bankanın yedi kurucu
üye ülkesi var: Brezilya, Arjantin, Venezüela, Bolivya, Ekvador, Paraguay ve
Uruguay. Bankanın kuruluş sermayesi 7
milyar dolardır.
Tüm bu gelişmeler pratik olarak da Latin Amerika’nın ABD emperyalizminin
“arka bahçesi” olmaktan çıkmakta olduğunu, kimi ülkelerin de çıktığını ortaya
koymaktadır. Ayrıca burada değinmediğimiz kimi diğer ortaklıklar, birlikler de
bulunmaktadır.
Bu gelişmeyle birlikte “sol rüzgarları”
estiren siyasi gelişmelerin başında, kendisine “sol” diyen, ya da bu paye verilen
kimi siyasetçilerin yönetime seçilmeleri
gelmektedir. Örneğin Chavez, Lula, Kirchner, Morales, Bachelet, Correa, Ortega.
f) Özetle kimi Latin Amerika
ülkeleri arasındaki
çelişkiler…
Tüm benzerliklerine, ortak noktalarına rağmen Latin Amerika’nın bir bütün
olmadığını gösteren en açık gerçeklik,
sözkonusu ülkeler arasındaki farklılıklar
olduğu gibi, kendi aralarındaki çelişki ve
çatışmalardır da aynı zamanda. Burada
sadece kimi çelişkilere dikkat çekmekle
yetineceğiz.
Her şeyden önce en basit bir gerçeği
vurgulamak gerekiyor: Kapitalistler, ya
156 . 09
33
156 . 09
34
da kapitalist ülkeler arasında dalaş ve
çelişkilerin varlığı, bu sistemin olmazsa olmazları arasındadır. Her kapitalist
diğer kapitalist ile rekabet içindedir. Bu,
kendisini yaşamın her zerresinde hep
yeniden göstermektedir.
Bu basit gerçeklik temel alındığında
bile, Latin Amerika ülkeleri arasında
rekabet, çelişki ve dalaşın varlığı kabul
edilmek zorundadır. Kapitalist sistemde
rekabet, çelişki ya da dalaş, aynı güçlerin ortaklıklarını –bu ortaklıklar uzun
süreli olmasa da–, birliklerini dıştalamaz. Çıkarlarına geldiği her ortaklığı
kurarlar. Ama çıkar hesapları da diğerleriyle rekabet üzerine kuruludur. Sözkonusu birlikler, ortaklıklar bu çıkarlara
hizmet etmediği yerde son bulur.
Latin Amerika ülkeleri arasında en
önemli dalaş ya da çelişki Latin Amerika bölgesinin “temsilcisi”, “en büyük
söz sahibi”, yani egemen gücü olmak
için varolan çelişki ve dalaştır.
Bu bağlamda anda esasta dört ülke
öne çıkmaktadır. Brezilya, Meksika,
Venezüela ve Arjantin. Bu sıralama
aynı zamanda içinde bulunduğumuz
koşullarda Latin Amerika’nın egemen
gücü olma dalaşındaki güç dengesinin
de sıralamasıdır.
Bu bağlamda esas mücadele Brezilya ile Meksika arasında yürümektedir.
Venezüela ise son yıllardaki gelişmeler
temelinde bu güçleri zorlamaktadır. Arjantin, esasında bölgenin üçüncü büyük
gücü, ama 2001 yılı sonlarındaki kriz
sonrası dönemde, yavaş yavaş kendine
gelse de hâlâ geri planda kalmaktadır.
Anda Brezilya, hem ABD, hem de AB
tarafından Latin Amerika’nın “temsilcisi”, “öncü” gücü olarak kabul edilmektedir. Örneğin AB, 4 Temmuz 2007’de
Lizbon’da, Brezilya ile kapsamlı stratejik ortaklık üzerine anlaşma yapmış-
tır. ABD emperyalizmi ise, esasında
Brezilya’nın gücü ve rolünü küçük
gösterme siyasetini, Venezüela, ya da
Chavez’in etkisini geriletmek için terk
etmiş, Brezilya’yı Latin Amerika’nın
“öncü” gücü olarak kabul etmeye başlamıştır. Bunun da ötesinde Venezüela’nın
petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarının etkisini geriletmek amacıyla da,
Brezilya ile “Bio enerji sektöründe / Ethanol” üzerine anlaşma yapmıştır.
Brezilya hem G20, hem G4 gibi gruplarda da yer almakta ve hem de G8 zirvelerine davet edilen ülkeler arasındadır.
Venezüela ve Bolivya’nın petrol,
doğalgaz ya da demir yollarını devletleştirme adımları, örneğin doğrudan Brezilya’nın veya Şili’nin çıkarlarıyla çatışma anlamına gelmektedir.
Ya da Venezüela’nın “yardım” adına
Arjantin’in devlet tahvillerini satın alması, Venezüela’nın Arjantin’i belli ölçüde de olsa kendisine bağımlı hale getirmesinin adımlarından biridir.
Kısacası anda Brezilya, Latin Amerika ülkeleri arasındaki en büyük güç.
En önemli rakibi Meksika, Venezüela ve
Arjantin de rekabetin önde gelen güçleri
durumunda. 2007 verilerine göre Brezilya Brüt İç Ürün bağlamında dünya
ülkeleri arasında 10. sırada, Meksika
15., Arjantin 31. ve Venezüela ise 35. sırada yer almaktadır. Bu sıralama satın
alma gücü paritesine göre ise, 9., 12., 23.
ve 31. sıra biçiminde değişmektedir.
Bu güçler arasındaki çelişki ve rekabetin sonucu olarak da, Latin Amerika, 2000’li yılların başlangıcına göre
daha da parçalı, karmaşık bir durumdadır. Hangi gücün Latin Amerikalı
emperyalist güç olacağını, ya da Latin
Amerika’nın belirleyici gücü olacağını
gelişmeler bize gösterecektir. Anda öne
çıkan Brezilya’dır.
“SOL
RÜZGARLAR”IN
ESTİĞİ KİMİ
ÜLKELERDEKİ
DURUM
Y
ukarıda Latin Amerika’nın genel
bir görüntüsünü ortaya koyduk. Bu
bölümde kimi ülkelerdeki somut
gelişmeleri ele alacağız.
Latin Amerika’da genel bir sola kayıştan söz etmek mümkündür. Burada da
esas olarak iki ana akım kabaca birbirinden ayrılabilir: Açık reformist sol; daha
radikal ve sosyalist söylemli sol. Kendine ML diyen bir dizi örgüt – örneğin ML
Parti ve Örgütler Konferansı’nda yer alan
tüm Latin Amerikalı örgütler, ayrımı
„reformist sol“ „devrimci sol“ biçiminde
yapıyor. Chavez, Morales ve Correa devrimci akım içinde değerlendiriliyor. Bunlara göre Venezüela, Bolivya ve Ekvador
gibi ülkelerde devrimci bir “sol akım”
iktidardadır. Brezilya, Arjantin ve Şili
gibi ülkelerde de reformist “sol akım”
iktidardadır.
.Latin Amerika’daki gelişmelerde “sol
rüzgarlar” esiyor yönlü yaklaşımlarda
öne çıkan ve evet belirleyici olan ülke
Venezüela’dır. “21. yüzyıl sosyalizmi”ni
en çok dillendiren de Chavez’dir. “Sol”un
büyük bölümü de Chavez önderliğinde Venezüela’da yaşananları “devrim”,
“sosyalizm” vb. biçimde değerlendirmektedir. Bu değerlendirmelerin gerçek-
lik payını sorgulamak için şimdi önce bu
ülkedeki somut gelişmelere bakalım:
VENEZÜELA
Venezüela’da “Bolivarcı Devrim”
olarak da tanımlanan süreç, doğrudan
Chavez’in başkanlığa seçilmesi ile başlayan bir süreç olarak ele alınmaktadır.
Chavistlerin (Chavez yanlıları kendilerini böyle adlandırıyor) kendi değerlendirmeleri “devrim”i Chavez’in, 6 Aralık
1998 tarihinde yapılan başkanlık seçimlerini kazanması ve 2 Şubat 1999’da ise
görevi devralmasıyla başlatıyor.
Ondan bu yana geçen 10 yıllık süreçte nelerin yaşandığına bakmadan önce
kısaca da olsa Venezüela’nın 1998 öncesindeki durumunu özetlemekte yarar
var. Bu aynı zamanda yaşanan değişikliklerin neler olduğunu kavramak için de
gereklidir.
Her şeyden önce bilinmesi gereken
şey Venezüela’nın ekonomisinin özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında petrol
ve doğalgaz üretimine bağlı olduğudur.
1990’lı yıllarda çelik ve alüminyum sanayii de ülkenin ekonomisine katkıda bulunmaya başladı. Daha çok petrol ve ama
doğalgaz ve çelik ve alüminyum dalları
dışında Venezüela’da gelişmiş bir sanayi
yoktur. Var olanlar da esasta yabancı tekellerin elindeydi. Egemen sınıflar esası
da işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak
sahipleri yabancı tekellerle ilişkide gelen gelirleri –hemen her kapitalist ülkede
olduğu gibi– ceplerine indirmiş ve halka
yoksulluk, yokluk dışında bir şey bırakılmamıştır. Bir yandan rantçı oligarşik bir
azınlık, diğer yandan yoksul, aç büyük
çoğunluk.
Venezüela sadece sanayi alanında değil, tarım alanında da fazla gelişmemiştir.
156 . 09
35
156 . 09
36
Özellikle büyük toprak sahiplerinin topraklarını işletmemesi ve ülke içinde gerekli gıdanın üretilmemesi, Venezüela’yı
tarım ürünleri başta olmak üzere temel
gıda ihtiyaçlarını giderme bağlamında
dış alıma, ithalata bağımlı kılmıştır.
Kısacası siyasi ve ekonomik olarak
Venezüela yabancı tekellerin, IMF ve
Dünya Bankası’nın ve özellikle de ABD
emperyalizminin atını istediği gibi oynattığı bir ülke konumundaydı.
Bilince çıkarılması gereken bir nokta
da –burada detaylara girmeden– gerek
20. yüzyılın ortalarında 1958’e kadar
iktidara el koyan askeri diktatörlüklere
karşı, gerekse de 1958’den 1998’e kadar
esasta iki partinin değişerek sürdürdüğü yönetimlere karşı mücadelelerin de
sürekli var olduğudur. 1960’lı yıllarda
gerilla mücadelesi temelinde silahlı mücadele de verildi. Silahlı mücadelenin
yenilgiye uğraması ertesinde yönetimin
“ulusal uzlaşı” siyaseti adına muhalefeti uysallaştırması, gündeme geldi. Bu
süreçte Venezüela Komünist Partisi de
yeniden legalleşti.
1970’li yılların başında kitlelerin de
baskısıyla o dönemin yönetimini elinde
bulunduran Başkan Carlos Andres Perez
petrol ve çelik sanayiini ve üretimini devletleştirdi. Bu devletleştirme adımı ama
emperyalist tekellerin egemenliğine son
veren bir edim değil, onların kârlarına
esasta dokunmayan bir edimdi. Tarihi olarak Venezüela’da kamulaştırma olarak da
ifade edilen devletleştirme ilk kez Chavez
tarafından yapılmamış, 1970’li yılların
başında Carlos Andres Peres’in başkanlığı
döneminde gerçekleştirilmiştir.
1982/1983 yıllarında Venezüela’da
yaşanan ekonomik kriz, buna paralel
emperyalistlerin dayattığı neoliberal
ekonomik önlemler, özellikle de kamu
iktisadi teşeküllerinin özelleştirilmesi
yönlü adımlar kitlelerin yaşamını çekilmez hale getirdi.
Özellikle IMF ve Dünya Bankası’na
borçlanma, tasarruf siyasetine geçme
adına, verimsiz sanayi dallarını verimli
hale getirme yerine kapatma vb. adımlar
işsizliğin, yoksulluğun ve açlığın boyutlarını büyüttü. 1980’li yılların ortalarında yoksulların oranı en az %75 olarak
verilmektedir.
Bu durum 27 Şubat 1989 tarihinde başta başkent Caracas olmak üzere birçok
şehirde “açlık isyanı” olarak da adlandırılan isyana yol açtı. Şimdiye kadar sayısı kesin belli olmayan, ama 3000 kadar
isyancının katledildiği tahmin edilen bu
isyan ve katliam Venezüela’da yeni bir
dönemin de başlangıcı olarak değerlendirilmektedir. Bu, özellikle ABD emperyalizmi tarafından Venezüela’ya dayatılan
neoliberal siyasetin reddi açısından bir
dönüm noktası olarak öne çıkmaktadır.
Buna paralel Chavez’in ortaya çıkmasının ve sonradan başkanlığa seçilmesinin
başlangıç dönemi olarak da değerlendirilmektedir.
Kısaca Chavez’in ortaya çıkışı
Chavez, 1989 “Caracazo” olayı yaşandığında orduda paraşütçü bir subaydır.
Ulusalcı/Sol görüşlerden etkilenen Chavez Hristiyan inancına tutunan ve idolü
Simon Bolivar olan halkçı biridir. 1982
yılında Chavez, Simon Bolivar’ın 200.
doğum yıldönümüne (Temmuz 1983) atfen kimi yandaşı subaylarla, daha sonra
adını “Bolivarcı Devrimci Hareket 200”
(MBR 200) olarak değiştirdiği “Bolivarcı Ordu 200” (BO 200) adlı örgütü kurar.
Kimi anlatımlara göre de bu örgütün adı
ilk başlarda “EBR-200”dür. EBR, Ezequiel, Bolivar ve Rodriguez isimlerinin
başharfleridir, 200 ise Bolivar’ın 200. do-
ğum yıldönümünün sembolüdür.
“Caracazo” olayı “MBR 200” için de
bir “sürpriz” olur. Ordunun halka ateş
açması ve binlerce insanı katletmesini
engelleyememişlerdir. Ama Chavez ve
kimi yandaşları halkın üzerine barbarca
ateş edilmesinden, binlerce insanın katledilmesinden etkilenmişlerdir. Kurtarıcı
ve önder güç olarak orduyu gördüklerinden, ama kendilerini kitlelerden destek
almak zorunda gördüklerinden sivillerle
de ilişkilerini geliştirmeye ve ordu-sivil
halk işbirliğiyle bir darbe ve ayaklanma
gerçekleştirerek bir kurucu meclis oluşturmaya ve bu temelde siyasi yapıda değişiklik yapmayı önlerine hedef olarak
koyarlar.
4 Şubat 1992’de Chavez önderliğinde
bir askeri darbe girişimi gerçekleştirilir, fakat bu girişim başarısızlığa uğrar.
Chavez diğer yandaşlarıyla birlikte hapse atılır. Ülkede kan dökülmesini engelleme amacıyla Chavez’e televizyonda
bir de konuşma yaptırılır. Chavez halkı
sükunete, çatışmalardan kaçınmaya ve
darbecileri ve yandaşlarını silahlarını
bırakmaya çağırırken “şimdilik amacımıza varamadık” diyerek de darbenin
başarısızlığının amaçlarına varmak için
verecekleri mücadelenin bittiği anlamına gelmediğine işaret eder. Darbenin
tüm sorumluluğunu da üstlenen Chavez
böylece Venezüela halkının dikkatini de
üzerine çeker.
1993 Mart ayından itibaren Başkan
Perez’e yönelik yolsuzluk, yiyicilik suçlamaları yoğunlaşır, kampanya boyutunu
alır ve Perez 1993 Mayıs ayında görevinden alınır. Başkanlık seçiminde, daha
önce de başkanlık yapan Caldera, ulusalcı radikal söylemlerle -oy alabilmek
için- IMF’nin dayatmalarına artık boyun
eğmeyeceği propagandasına ağırlık verir
ve bu temelde de seçilir. IMF’nin dayat-
malarına boyun eğmeyeceği vaadini seçimden hemen sonra unutan Caldera, tabandan gelen baskılar sonucu, 1994 yılı
başlarında Chavez ve birlikte tutuklanan
yandaşlarının da içinde olduğu siyasi tutuklulara af çıkarır.
Bu süreçte Venezüela kelimenin gerçek anlamında tam bir kriz içindeydi.
Örneğin Caldera başkanlığa seçildiğinde enflasyon oranı %70’in üzerindeydi,
bankalar ödeme yapacak durumda değillerdi. Kitleler yoksulluk, açlık içindeydi.
Nüfusun %2’si Venezüela’nın verimli,
işlenebilir topraklarının %60’ını elde tutuyorlardı. Tüm bunlar “iki parti demokrasisi” olarak da adlandırılan “Dördüncü
Cumhuriyet”ten kopma yönünde gelişmeleri hızlandıran durumdu.
Hapishaneden çıkan Chavez ve yandaşları yeni bir yapılanmaya yöneldiler.
1998 Aralık ayında yapılacak başkanlık
seçimlerine katılmaya karar verdiler.
Daha önceleri seçimlere katılmanın bir
şey getirmeyeceğini düşünüyorlardı. O
dönemde “kurtarıcı” olarak adlandırılan
Simon Bolivar’ın isminin geçtiği partiler
yasak olduğundan, seçimlere girmek için
“MBR 200”ün adı, “Beşinci Cumhuriyet Hareketi” (MVR) olarak değiştirildi.
MVR’nin kurucularının %60 kadarı asker geri kalanı da değişik siyasi kökenden sivillerdi.
“Beşinci Cumhuriyet Hareketi” adlandırılması aynı zamanda Chavez’in siyasi
olarak amacını da dile getiriyordu: Yeni
bir Devlet Yapılanması, Yeni Bir Cumhuriyet.
1998 Kasım ayında parlamento seçimleri vardı. Bu bir nevi başkanlık seçiminin ön provası gibiydi. MVR girdiği bu
ilk seçimde %20 oyla AD’den (Demokratik Eylem) sonra ikinci en güçlü parti
olarak parlamentoya girdi.
6 Aralık 1998 tarihinde yapılan baş-
156 . 09
37
kanlık seçimlerine “vatansever kutub”un
adayı [bunlar içinde MVR, Venezüela
Komünist Partisi (PCV), Sosyalist Eylem Hareketi (MAS), Herkes İçin Vatan
(PPT), Halk Seçim Hareketi (MEP) vardı.] olarak katılan Chavez, seçimi %56,2
oranlık oyla kazandı ve 2 Şubat 1999 tarihinde ise yemin ederek başkanlık görevine başladı.
Chavez’in seçim
propagandası neydi?
156 . 09
38
Chavez’in seçim propagandası esas
olarak “Dördüncü Cumhuriyet”e son
verip yerine yeni bir cumhuriyet kurma
temeline dayanıyordu.
Tabii ki bu yeni bir cumhuriyet kurma
işi yeni bir Anayasa ile gerçekleştirilmek
isteniyordu. Bu yüzden de vaatler içinde
yeni bir Anayasa oluşturmak vardı. Yeni
oluşturulmak istenen Anayasa’da ise kitlelerin siyasete aktif katılımının sağlanması sözkonusu olacaktı.
“Dördüncü Cumhuriyet”e son vermenin yanısıra iki temel düşünce Chavez’in
propagandasına damgasını vuruyordu:
a) Ülkede yolsuzluk ve yoksullukla mücadele. Bu oligarşiye karşı, rüşvetçiliğe
karşı mücadeleyi içerdiği gibi, “ülke gelirinin adaletsiz dağılımı”na son vermeyi
ve gelir dağılımını yoksulların yararına
olacak şekilde “adil” biçime getirmeyi
içeriyordu. b) Siyasi ve ekonomik olarak
ülkenin bağımsızlığı. Bu da esas olarak
1980’li yılların ortalarından itibaren yeniden özelleştirilen petrol kaynakları
başta olmak üzere “kamu mülkiyetinin”
özelleştirilmesine son vermeyi, özelleştirilenlerin yeniden devletleştirilmesini;
yani devletin ulusal kaynaklar üzerinde egemenliğini sağlamayı ve dışa olan
borçların azaltılmasını içeriyordu.
Sonradan Chavez’in programına eklenenleri bir kenara bırakırsak, halk yolsuzluğa, yoksulluğa ve dışa bağımlılığa
karşı mücadele edileceği talepleriyle seçimlere katılan Chavez’i seçmiştir. Halk
artık özellikle 1958’den 1998’e kadar
iki parti tarafından [Demokratik Eylem
(AD) ve Hristiyan Demokrat Partisi (COPEI)] tarafından yönetilmekten bıkmıştı.
Kitlelerin isteklerini ifade eden ya da dile
getiren her türlü “değişiklik” vaadi kitlelerin desteğini sağlayacak bir ortamda
Chavez’in bu propagandası ürün vermiş,
Chavez başkanlığa seçilmişti.
Chavez veya MVR’nin seçim propagandasında her burjuva sistemde, demokratik olarak savunulabilecek, kitlelerin
desteğini ve tabii ki en başta da seçimlerde oyunu kazandırabilecek siyasetin
ötesinde, sistemi kökten değiştirecek ya
da devrimci bir içerik yoktu. Savunulan
esasta sistem içi iyileştirmelerdi, reformlardı. Yeni Anayasa ve V. Cumhuriyet
konusunda söylenenler de sermaye egemenliğine son vermeyi öngören bir planı,
vaadi içermiyordu.
Yolsuzluğa, yoksulluğa karşı mücadelede samimi olunması halinde, en azından ülke içindeki egemen kesimin büyük
bölümüyle karşı karşıya gelinmesi kaçınılmazdı. Gelirin “adaletli” dağılımı
meselesi genelde kapitalizmde mümkün
değildir. Çünkü mesele adaletli olup olmama meselesi değildir. Fakat sömürücülerin gelir veya kârlarından birazcık da
olsun azaltıp yoksullara en alt seviyede
yaşayabilecek bir yaşam imkânı verilmeye çalışılması bile; gelir ve kârları azalan
sömürücüleri ayağa kaldırma potansiyelini içinde barındırır.
Sözkonusu seçim propagandasında
özellikle de siyasi ve ekonomik bağımsızlık ve özelleştirmelere son verme istemleri, hem içte o güne kadar egemen-
liğini sürdüren burjuva kesimiyle hem de
emperyalist kurum ve kuruluşlarla –tabii
ki özellikle de Venezüela’da önemli rol
oynayan en büyük emperyalist güç ABD
ile– çelişkileri, sürtüşmeleri ve gerektiğinde çatışmaları beraberinde getirebilecek potansiyele sahip istemlerdi.
Chavez’in seçilmesinden sonra
öne çıkan kimi gelişmeler
Chavez, 2 Şubat 1999 tarihinde yemin
ederek göreve başladı. Yemin töreninde Küba Başkanı Castro da bulunuyordu. Chavez, hapisten çıktıktan sonra
Havana’ya gidip Castro’yu ziyaret etmişti.
Castro’nun Chavez’in yemin törenine katılmasının esas önemi ise, Venezüela’nın
yeni başkanının ABD emperyalizminin
istemediği kişi olan Castro ile, tabii ki
onun şahsında Küba ile sıkı ilişki kurmasıdır. Daha sonraki gelişmelerde bu ilişki, Chavez’in ABD karşısındaki adımları
için temel köşe taşlarından biri olmuştur.
Chavez’e muhalif kesim ise bu ilişkileri
“Chavez, Venezuela’da Küba’daki gibi
bir komünist rejimi yürürlüğe koymak
istiyor” yönlü suçlama ve eleştiri için
kullandı.
Chavez, özellikle ekonomik alanda acil
önlemler alabilmek için işe özel yetkilerle
başladı. Sözkonusu önlemler genel olarak
“neoliberal” ekonomik siyasete uygun
önlemlerdi. Örneğin kamu giderlerinin
azaltılması, kamu çalışanlarının ücretlerinin dondurulması, telekomünikasyon,
iletişim dalının özelleştirilmesi vb.
Chavez siyasi alanda “Dördüncü
Cumhuriyet”e son vermeye kararlı olduğunu göreve başlar başlamaz gösterdi. Yeni Anayasa için Kurucu Meclis’in
oluşturulması gerekiyordu. İlk önce Kurucu Meclis seçilsin mi seçilmesin mi
sorusu için referandum gerçekleştirildi.
Katılımın %38 civarında olduğu bu referandumda %87 civarında evet seçilsin
sonucu çıktı. 30 Temmuz 1999’da yapılan
Kurucu Meclis seçimlerinde “vatansever
kutup”un adayları (Chavez yanlıları) 128
sandalyenin 123’ünü kazandı. (Eski düzen ve elitin siyasi temsilciliğini yapan
muhalefet partileri taktik bir hata yaparak bu seçimleri boykot etti.)
Kurucu Meclis’in hazırladığı Anayasa
taslağı 15 Aralık 1999 tarihinde halkın
onayına sunuldu. Yapılan referandumda
%71 civarında evet oyuyla yeni Anayasa onaylandı. Buna göre 1 Ocak 2000
tarihinden itibaren de Venezüela’nın
adı “Bolivarcı Venezüela Cumhuriyeti”
oldu. Anayasa’nın kabulüyle ve ülkenin
adının da değiştirilmesiyle Chavez ilk
hedeflerinden birine varmıştı. “Dördüncü Cumhuriyet” son bulmuş ve “Beşinci
Cumhuriyet” kurulmuştu.
Yeni Anayasa’nın kendisi şu anda var
olan burjuva devletlerin anayasaları arasındaki en demokratik anayasalardan
biri olarak değerlendirilebilir. Ekonomik
alanda üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyeti koruyan, devletin ekonomiye
daha fazla müdahalesini sağlayan, yabancı tekellerin etkisini sınırlama yolu
açan, esasta ulusal ekonominin mümkün
olduğunca bağımsızlığını güçlendirmeye
çalışan; sonuçta kapitalizmin temellerine dokunmayan bir anayasadır. Anayasa
“sosyalist” bir anayasa değildir. Bu Anayasa temelinde, kimi maddeleri değiştirilse de, sosyalizmin kurulması ve inşası
da mümkün değildir. (Burada sosyalizmin inşasının, kurulmasının ön şartı olarak işçi sınıfının şiddete dayalı devriminin gerektiğini tartışmıyoruz bile.)
Yeni Anayasa gereği tüm devlet yetkilileri, başkan, valiler, belediye başkanları
ve ulusal meclisin yeniden seçilmesi ge-
156 . 09
39
156 . 09
40
rekiyordu. 30 Temmuz 2000 tarihinde
yapılan seçimlerde Chavez oy oranını az
da –üç puan civarında– olsa yükselterek
yeniden seçildi.
Bu seçimlerde Chavez’e rakip başkan adayının propagandasında hem
Chavez’in Küba ile ilişkileri, hem de seçimlerde Chavez’e destek veren Venezüela Komünist Partisi ile ilişkileri kullanıldı, ama bu pek işe yaramadı.
Chavez ise bu süreçte Küba ile ilişkilerini sıkılaştırıp petrol karşılığında Küba’lı
doktorların yoksullara parasız sağlık hizmeti vermesi işine başlamıştı. Bu “Plan
Bolivar 2000” adıyla anılan bir sosyal
programın parçasıydı. Böylece Chavez,
yoksulluğa karşı mücadelede kendisinden önceki yöneticilerden farklı olarak
halka verdiği sözüne uygun davrandığını
gösteriyordu. Baştaki kimi ufak adımlar
bile, yoksulların, Chavez’i kendi sorunlarıyla uğraşan bir başkan olarak görüp
desteklemesinin temelini atmıştır.
Gerçekten de yapılanların kendisi büyük işler değildi, ama yoksullar için çok
önemli ve büyüktü. Örneğin yaşamı boyunca hiç doktor yüzü görememiş olan
yoksulların parasız muayene olma ve
ilaç alabilme imkanına kavuşması çok
önemli bir değişikliktir. Yoksulların çocuklarının okula bile gidemediği yerde,
okulda günde bir öğün sıcak yemek ve
bir çeyrek litre süt alabilmesi muazzam
bir değişikliktir. Tam da böylesi şeyler
yoksullar için önemli değişiklikler olduğundan, yaşananların “devrim” olduğu
yönlü düşünce yaygınlaşabilmiştir.
Chavez’in yoksullar için yaptığı işler
gibi, “tam yetki yasaları” olarak adlandırılan yasalarla çıkardığı kanunları da
Venezüela’nın eski egemenlerinin hoşuna gitmiyordu. Venezüela’nın Ankara
Büyükelçiliği’nin verdiği bilgiye göre
2001 yılında sözkonusu “tam yetki” şöy-
le kullanılmıştır:
“Tam yetki yasalarının iki önemli
grubu Başkan Hugo Chavez tarafından
1999-2001 yılları arasında kullanılmıştır.
Bunların arasında vergi kanunları, bazı
devlet kurumlarının kapatılması, idari
uygulamaların düzenlenmesi ve Devlet
özel sektör ilişkileri yer almaktadır. O yıl
süresince, Başkan Hugo Chavez, mikro
ekonomi ve özel sektör faaliyetlerini düzenleyen yasalar gibi konuları da açığa
kavuşturmuştur. Hidrokarbon Yasası
ortaya konmuş aynı şekilde Venezüela
ekonomik Sosyal Kalkınma Bankası kurulmuştur. Petrol endüstrisine yeniden
Millete ait bir kurum kimliği kazandırılmıştır.
Böylelikle, dengede duran ekonomik,
sosyal, siyasi, toprak bütünlüğü ve uluslararası beş aksın uyumuna dayanan,
2001-2007 Ekonomik Sosyal Kalkınma
Planının Genel Hatları belgesi şekillendirilir. Bu durum, Venezüela’yı Latin Amerika kıtasında, Sosya-ekonomik Strateji
Programını gerçekleştirerek, bu kıta ve
Karayipler için oluşturulan Uluslararası
Para Fonu ve Dünya Bankası gibi uluslararası oluşumlardan arınmış ilk ülke
konumuna getirir.” (www.embavenezturquia.com)
Venezüela Ankara Büyükelçiliği burada tabii ki kendi yorumunu da eklemektedir. Bizim için öne çıkarılması gereken
şey, Chavez’in “tam yetki yasalarıyla”
çıkardığı kanunların, o güne kadarki
egemenlerin Chavez’e karşı mücadeleyi
sertleştirmelerine yol açtığıdır. Özellikle
“tarım reformu” ya da “yeni toprak yasası”, büyük toprak sahiplerinin işine gelmiyordu. İşlenmeyen büyük toprakların
devletleştirileceği öngörülüyordu, ki bu
esas olarak Anayasa’da da yer alıyordu.
Bu da özel mülkiyete saldırı olarak değerlendiriliyordu. Ya da “enerji ekonomi ya-
sası” tüm enerji işletmelerinde çoğunluk
pay hisselerinin devletin elinde olmasını
öngörüyordu. Bu da enerji kaynaklarını
talan eden tekellerin –ki bunların çoğu
emperyalistlerin tekelleridir– işine gelmiyordu. Yabancı tekellerin vergilendirilmesi ise %16.6’dan %30’a yükseltildi.
Venezüela içindeki gelişmelere ek olarak Venezüela’nın doğrudan ABD emperyalizminin işine gelmeyen kimi tavır
ve adımları da, Chavez’e karşı mücadelenin –ABD emperyalizmi ile yerli işbirlikçilerinin ortaklaşa mücadelesinin–
sertleştirilmesine yol açmıştır.
Her şeyden önce Venezüela, ABD emperyalizminin tüm Amerika kıtası için
öngördüğü ve gerçekleştirmeye çalıştığı serbest ticaret alanı planına FTAA’ya
(İspanyolcası ALCA) karşı çıkarak bu
plana takoz koymuştur. Yazımızın birinci bölümünde de dikkat çektiğimiz gibi
ABD’nin bu planı 2005 yılı sonlarında
boşa çıkarılmıştır.
Venezüela OPEC üyesi ülke olarak petrol ve doğalgaz üretiminin kapasitesini ve
fiyatlarını etkilemede giderek önemli role
sahip olmuştur. Buna bağlı olarak Chavez,
ABD emperyalizminin hedefe koyduğu
Irak ve İran ile iyi ilişkilere sahiptir. Devrilmeden önce Saddam’ı da ziyaret eden
Chavez ABD yöneticilerini giderek daha
fazla kızdırmaya(!) başlamıştır.
Bunlara ek olarak önemli bir mesele de
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik
saldırı eylemleri sonrasında Chavez’in
ABD’nin Afganistan’daki savaşını “terör
terörle cevaplandırılamaz” vb. biçiminde
eleştirmesidir. Böylece Bush’un “ya bizdensiniz ya da düşmanımızsınız” yönlü
açıklamasında “düşman” cephede yerini
almıştır Chavez.
ABD emperyalizminin uluslararası düzeydeki çıkarlarına, istemlerine ters bu
tavırlara ek olarak, Venezüela’da ABD’yi
doğrudan hedefleyen kimi tavırlar da
ABD ile çelişkileri derinleştirmiştir.
Venezüela’da Ağustos 2001’de ABD’nin
Askeri Merkez Garnizon Bürosu kapatıldı. Chavez hükümeti ABD tarafından
Kolombiya’da –güya uyuşturucuya karşı
mücadele çerçevesinde, gerçekte ise gerillalara karşı savaş için gerçekleştirdiği
eylemlerde askeri uçakların Venezüela
hava sahasını kullanmasını yasakladı.
Burada sıraladığımız kimi gelişmeler,
tavırlar, ABD emperyalizminin yöneticilerinin Chavez’i istenmeyen adam ilan
etmesinin ve mümkün olan her yolla yönetimden düşürülmesi için çabalarının
temelini oluşturmuştur. Bu çabalar kendisini esasta Venezüela’daki ABD yanlılarının desteklenmesi biçiminde gösteriyordu. Bu çabaların hedefinde de aslında
bir askeri darbe vardı.
Darbe ortamını yaratmanın ilk adımları 2001 ortalarında Chavez’e karşı yoğun propaganda ile atılmaya başlandı.
Başta ABD ve AB ülkeleri elçilerinin ve
Katolik Kilisesi’nin de desteklediği eski
oligarşi 10 Aralık 2001 tarihinde “genel
grev” ilan ederek saldırıya geçti. Bu bir
günlük de olsa, darbe ortamının yaratılması için propagandanın da ötesinde eylemlerin başlatılması için önemliydi.
“Demokratlar İttifakı” adı altında oligarşinin destekleyicileri [bunların başını
“Venezüela İşadamları Derneği” (Fedecamaras) çekiyordu], Şili’de Allende’ye karşı yapılan darbenin öncesinde yapılanlara
benzer yöntemlere başvurarak hazırlıklarını sürdürüyorlardı. Chavez’e karşı kampanyada onun deli olduğu, ülkeyi yönetemeyecek durumda olduğu hatta kitlelerde
Chavez’e karşı nefret yaratma aracı olarak
Chavez’in Castro ile ilişkisine atfen eşcinsel olduğu düşüncesi bile yapılan propagandada vardı. Buna kimi yüksek rütbeli
subayların Chavez’in istifasını talep et-
156 . 09
41
156 . 09
42
mesi ve sermayenin ülkeden kaçırılması
vb. de ekleniyordu. Bu temelde 11 Nisan
2002 tarihi için “Demokratlar İttifakı”
büyük bir protesto yürüyüşü çağrısı yaptı. Bu çağrı, sonradan ortaya çıktığı gibi
Chavez’i devirmenin sinyali idi.
Bu protesto çağrısı Fedecamaras’ın iş
bırakma çağrısıyla tamamlandı ve 11 Nisan 2002 tarihinde askeri bir darbe gerçekleştirildi. Darbecilerin taraftarlarının
darbeyi kutladıkları ve Fedecamaras’ın
Başkanı Carmona’nın yeni Başkan ilan
edildiği; bu atanan başkanın ise Ulusal
Meclisi dağıttığı ve Chavez yönetiminin
tüm kanunlarını geçersiz ilan ettiği ve
Carmona yönetiminin ABD ve İspanya
yönetimi tarafından tanındığı bir ortamda, darbecilerin hesaplarında olmayan
bir gelişme yaşandı:
Yoksul kitlelerin önemli kesimi darbeye ve darbecilere karşı sokaklara çıkmış,
Chavez’in görevine geri getirilmesi talebiyle darbeci güçlerle çatışmalara girmişti. Bu çatışmalarda darbecilerin yanlısı kolluk güçlerince 46 kişi katledildi
350 kişi yaralandı.
Kitlelerin darbeye karşı, yer yer
silahla direnmesi ve bu mücadelenin Maracay’daki general Baduel’i
–Chavez’in yol arkadaşlarından biridir–
Chavez’i kurtarmaya zorlamasıyla, ordunun bir kesiminin Chavez’den yana tavır
takınması, sonuçta darbenin başarısız
kılınmasına yol açtı. 13 Nisan’da Chavez
yeniden koltuğuna oturmuştu. Ordunun
darbeye karşı tavır takınan kesimi tarafından derbecilerin elinden kurtarılması ve koltuğuna oturmasından sonra
televizyonda yaptığı ilk konuşmasında
Chavez, sükunete ve uzlaşmaya çağrı yaparak herhangi bir intikamın sözkonusu
olmayacağını açıkladı.
Chavez’in bu uzlaşmacı tavrı da muhalefetin Chavez’e karşı mücadelesini or-
tadan kaldıramadı. Muhalefet, darbenin
başarısızlığı karşısında geri çekilmiş ama
yeni yollar aramaktan vazgeçmemişti. Bu
durumu Chavez’in kimi darbecileri ekonominin anahtar rolü konumunda olan
yerlere yerleştirmesi de değiştiremedi.
O dönem Yüksek Mahkeme’nin darbe
olmadığı yönlü kararına da bağlı olarak
darbecilerden kimse tutuklanmadı.
Bu arada Ocak 2003’te yeni toprak
yasası, petrol yasası gibi yasalar da yürürlüğe girecekti. Bu yasaların yürürlüğe
girmesi açıkça kimi burjuvaların temel
mali kaynağına dokunuyordu. Gelir ve
kârları azalacaktı. Özellikle de ülkenin
esas gelir kaynağı durumunda olan petrol üretimini elinde tutan PDVSA bu süreçte devlet içinde devlet olma konumunda olan bir tekeldi. Chavez yönetiminin
petrol kaynaklarının devletleştirilmesi
yönlü adımları, özellikle de PDVSA’nın
kaymağını yiyen takımı karşısına alma
durumundaydı. Ülkenin ekonomisini kötüleştirerek Chavez’i devirme adımının
ikincisi de PDVSA’dan geldi.
Kimi yorumcular tarafından ikinci darbe olarak da adlandırılan bu adım esasında Chavez yönetimine karşı bir ekonomik abluka idi. 2 Aralık 2002 tarihinde
başlayan “genel grev” esas olarak petrol
üretimini durdurma, üretimi sağlayacak
mekanizmaları tahrip etme temelinde
yürütülürken, aynı zamanda halkın yönetime tepkisini teşvik için gıda malzemelerinin stoklanması, satılmaması gibi
önlemlere de başvuruldu. Ülkedeki sermayenin daha fazla dışarıya çekilmesi,
bankaların şubelerini kapatılması, insanların alışveriş için parasının olmamasına yol açılması vb. vb. edimler Chavez
yönetimini ciddi biçimde zorladı.
Muhalefetin kendisine karşı hiç de uzlaşmacı olmadığını bu olaylarla gören
Chavez, Ocak 2003’te “saldırı”ya başladı.
Orduya, saklanmış gıdaların stoklarının
bulunmasını ve halka dağıtılmasını emretti. Bu süreçte tabii ki muhalefetle Chavez
yanlısı güçlerin, devletin kolluk güçlerinin
de çatışmaları yaşandı. Sonuçta Chavez’in
biraz da olsa sertleşmesi ve orduyu devreye
sokması ile Şubat ayı başında “grev” sona
erdi. İki ay süren bu mücadele sonucunda Chavez yeniden galip gelse de ülkenin
ekonomisine büyük bir zarar verilmişti.
Kimi hesaplar bunu 10 milyar dolar olarak gösteriyor. Başkan olarak Chavez’in işi
1999’dakinden de zordu.
Chavez’in bu “grev”e karşı galip gelmesi esasında PDVSA’nın petrol üretimini Chavez yanlısı işçilerin üzerlenmesi
sayesinde oldu. Buna dayanarak Chavez 18.000 civarında PDVSA yöneticisi
ve çalışanını işten attı. Bu adım, aslında Chavez’in genelde yasalar çıkarması
dışında muhalefete karşı pratik olarak
attığı ilk ciddi adımdı. Kendi yönetiminin tehdit altında olduğunu gördüğünde,
uzlaşma yerine sertliği seçmişti Chavez.
Fakat bu dönemde de hâlâ devletleştirme
adımları pratikte hemen hemen hiç atılmamış, sosyalizmden bahsedilmemiştir.
Ülkenin ekonomisi hem 1999 yılı Aralık ayında yaşanan depremle –15.00030.000 arası insan yaşamını yitirdi–,
hem de petrol alanındaki “grev” ile iyice
kötüleşmişti.
1998 yılı ikinci yarısı verilerine göre
Venezüela’da yoksulluk oranı %50,4
iken, 2003 yılı ikinci yarısında bu oran
%62,1’e yükselmişti. Yine aşırı yoksulluk
oranı aynı dönemin karşılaştırılmasında
%20,3’ten %29,8’e yükselme göstermişti. Bu zorluktan ekonomik olarak 2004
yılında çıkıldığı yönlü değerlendirme,
bu konuda değerlendirme yapanların ortak görüşü durumundadır. 2004 yılında
yoksulluk oranı %53,9’a, aşırı yoksulluk
oranı ise %22,5’e düşmüştü..
Chavez yönetimini bu zorluktan çıkarmaya hizmet eden gelişmenin başında,
bu sabotaj ya da “petrol grevi” denilen
eyleme karşı Chavez’in PDVSA’yı doğrudan hükümetin yönetimine alması ve
bu dönemde ABD emperyalizminin önderliğinde Irak’a karşı başlayan savaşla
birlikte petrol fiyatlarının da yükselmeye
başlaması gelmektedir.
2003 yılı aynı zamanda eğitim ve sağlık
alanlarında “Misyon” olarak adlandırılan
kimi çalışmaların başlatıldığı, kimilerini
de genişletildiği yıl olmuştur. Sözkonusu
bu “Misyon”ların ne olduğuna yakından
bakmadan önce, Chavez’e muhalif kesimin, darbe ve sabotaj deneyimi sonrasında Chavez’i Anayasal yol ile alaşağı etme
çabasına ve sonucuna değinelim.
2 Aralık 2002’de başlayan ve Şubat
2003 başında son bulan “genel grev”in de
başarısızlığa uğraması, muhalefetin başka
yol ve yöntemlere başvurmaya yönelmesine yol açtı. Kimi gizli paramiliter etkinliklerin ortaya çıkarılması vb. sonucunda
–bu arada ABD emperyalizminin hem
Afganistan’da hem de özel olarak Irak’ta
savaş içinde olduğu gerçeği de gözönüne
alınmalıdır– içinde bulunulan koşullarda
darbe ve benzeri yollardan Chavez’i iktidardan edemeyeceklerine kanaat getiren muhalefet, Anayasa’da yer alan “geri
çağrılma” maddesini işleme koymaya yöneldi. Buna göre belli sayıda imza toplanması halinde Başkan Chavez’in görevine
son verilip verilmeyeceği konusunda bir
referandum yapılacaktı.
Sonradan ortaya çıktığına göre binlerce
imzanın ölen kişiler adına atılan imzalar
olduğu bir imza kampanyası ile Chavez’i
referanduma zorladılar. Sözkonusu referandum 15 Ağustos 2004 tarihinde gerçekleşti. Seçime katılım %60 civarındaydı ve
Chavez kullanılan ve geçerli oyların yaklaşık %59’unu alarak görevine devam etti.
156 . 09
43
156 . 09
44
Muhalefet bir kez daha yenilmişti. Muhalefetin Chavez’i devirmek için her yola
başvurması, Chavez’i bu süreçte giderek
daha fazla “sol”a itiyordu. Küba ile birlikte
Aralık 2004’te kurulan ve ABD’nin FTAA
planına karşı oluşturulan “Amerikamızın
Halkları için Bolivarcı Alternatif” (ALBA)
de bu “sola kayışın” bir örneğidir. 2004 yılı
Ağustos ayında yapılan referandumdan
sonraki süreçte Chavez, giderek daha fazla
kapitalizmi eleştirir oldu.
Laf düzeyinde de olsa Chavez –basına yansıdığı kadarıyla ilk kez 30 Ocak
2005 tarihinde Porto Allegre’de yapılan
Dünya Sosyal Forumu’nda–, “sosyalist
devrim”den bahsetmeye başlamıştı.
Sözkonusu konuşmasında Chavez
şöyle diyordu: “Biz Bolivarcı devrimi
sosyalizme yönlendirme yükümlülüğünü
üzerlendik –yeni bir sosyalizm, dayanışma, kardeşlik, sevgi, adalet, özgürlük ve
eşitlik üzerinde yükselen bir 21. yüzyıl
sosyalizmi.” (adı geçen konuşmadan)
Bu tarihten sonra Chavez sürekli biçimde “sosyalizm” lafzını kullandı,
Venezüela’da sosyalizmi inşa etmeye
çalıştığını anlattı, anlatıyor. Chavez’in
21. yüzyıl sosyalizminden bahsetmesi,
kendisini Marksizm-Leninizm’den ayırmak içindir de. Chavez açıkça kendisinin
Marksist olmadığını söylemektedir. Bunun yanısıra Hristiyanlığın peygamberi
İsa’yı “zamanımızın en büyük sosyalisti” olarak propaganda etmektedir. Bu
nedenle de örneğin 2006 Aralık ayında
yapılan seçimleri kazandıktan sonra,
“Yaşasın Katolik, İndigen, tümüyle bize
özgü sosyalizmimiz” sloganını attı. Ardından da yeni dönem göreve başlarken
şu yemini etti:
“Tarihin en büyük sosyalisti İsa ve mükemmel anayasa üzerine yemin ederim.
Dinlenmeden, yaşamım ve gecelerimi
Venezüella sosyalizminin inşasına ada-
yacağım. Vatan, sosyalizm ya da ölüm.”
(İstanbul Indymedia, 11 Ocak 2007)
Chavez’in konuşmalarında keskin laflar etmesi, sosyalizmden bahsedip kapitalizmi yermesi, o’na aslında hak etmediği payelerin verilmesini sağladı. Sorunun
bu yanına bakmadan önce yaşanan birkaç noktayı daha aktaralım.
2004 Ağustos ayındaki referandumu
kaybeden muhalefet, esas olarak geri çekildi ve karşı saldırıya geçebileceği fırsatı
yakalamayı beklemeye koyuldu. Yani içteki çatışmaların temeli ortadan kalkmamıştır ve hâlâ “son söz” söylenmemiştir.
4 Aralık 2005 tarihinde yapılan parlamento seçimlerini muhalefet boykot
etti. Seçimlere katılım %25 olsa da
parlamentoya seçilen 167 (kimi verilere göre 162) milletvekilinin 114’ünü
Chavez’in partisi MVR kazandı. Diğer
milletvekilleri de Chavez’i destekleyen
partilere kalmıştı. Yani parlamentoda
gerçek bir muhalefet yoktu.
3 Aralık 2006 tarihinde ise başkanlık
seçimleri gündemdeydi. Chavez kullanılan ve geçerli oyların %63’ünü alarak
yeniden başkanlığa seçildi. Seçimlere
katılım bu sefer yüksek orandaydı, %75.
Chavez’in oyları kayıtlı seçmen sayısına
göre %43 civarında idi. Chavez yeniden
ve açık farkla seçilmesine rağmen seçimlerde 10 milyon oy alma hedefine ulaşamamıştı. Aldığı oyların sayısı 6.857.485
idi. Toplam seçmen sayısı ise 15,9 milyon
olarak açıklanmıştı.
Yeniden başkanlığa seçilen Chavez, bu
sefer çalışma programına yeni bir parti
oluşturmayı da koydu. MVR, Chavez’e
göre artık misyonunu tamamlamıştı, yeni
bir parti, “Venezüela Birleşik Sosyalist
Parti”si gerekiyordu. Uzun hazırlıklar,
tartışmalar sonrasında sözkonusu parti
kuruldu. Başkanlığına da Chavez seçildi.
Chavez’in bu dönemde gündeme getir-
diği yeni parti oluşturulmasından daha
önemli mesele ise “devrimin beş motoru” olarak adlandırılan programatik eylem açıklaması idi. Beş motor şunlardı:
Yetki yasası, anayasa reformu, ahlak ve
açıklık, gücün yeni geometrisi ve yerel
yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi.
Chavez bu “beş motorla” “reform sürecini” güçlendirmeyi, “sosyalizmi inşa
etmeyi” propaganda ettti.
Birinci motor bağlamında Chavez, yeniden seçilmesinin ardından parlamentodan
özel yetki alarak ülkeyi, 18 ay, kanun hükmünde kararnamelerle yönetti. Bu adım
Chavez’in kişisel diktatörlük kurmaya çalıştığı yönlü eleştirilere yol açtı. Chavez’in
Başkan ve parlamentonun ise Chavez’i
destekleyenlerden oluşması durumuna
bakıldığında, özel yetkilerin alınması,
kanun hükmünde kararnamelerle ülkenin
yönetilmesinin hangi gereksinim sonucu
olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır.
Chavez 11 alanı kapsayan bu yetkilerini özellikle petrol, doğalgaz, elektrik
gibi enerji alanında devletin kontrolünü
sağlamak ve kimi işyerlerini ve işlenmeyen toprakları devletleştirme adımlarını
atma yönünde kullandı.
Petrol alanında 1 Mayıs 2007’ye gelindiğinde devletin kontrolü esas olarak
sağlanmıştı. Bu, yine Chavez’e methiyeler temelinde “tam kamulaştırma” vb.
gibi gösterilse de, gerçekte yapılan devletin %51, sözkonusu tekellerin ise %49
paya sahip olmasıdır. Yani çoğunluk payına sahip olarak karar verme hakkı devlete geçmiştir. Kuşkusuz ki bu Chavez’in
ülkenin bağımsızlığını sağlama hedefine
ulaşma bağlamında önemli bir adım olmuştur. Burada söz konusu olan klasik
devlet kapitalisti mülkiyettir.
Buna paralel olarak Venezüela IMF ve
Dünya Bankası’na 2012 yılına kadar ödemesi gereken borçlarını erken ödeyerek
(ki bu petrol ve gaz fiyatlarındaki aşırı
yükselme sayesinde mümkün hale geldi)
2007 Nisan ayında bu kurumlarla ilişkisini kestiğini açıklamıştır. IMF ve Dünya Bankası’na olan borçların ödenmesi
,Venezüela’nın dış borcunun kalmadığı
anlamına gelmiyor. Başka kurum ve kuruluşlara ya da devletlere borç hala vardır. Venezüela Maliye Bakanı’nın 2007
Nisan ayı ortalarında yaptığı açıklamaya
göre, hükümetin amacı Gayri Safi Milli Hasılanın %23’ü olan borç oranını yıl
sonunda %17’ye indirmek, borcu uzun
vadede giderek sıfırlamaktır. Tabii petrol ve gaz fiyatlarında krize bağlı olarak
yaşanan düşüş bu hedefe varılmasını zorlaştıracaktır.
İkinci motor bağlamında ise 2 Aralık 2007 tarihinde anayasada değişiklikler yapmak için gerçekleştirilen
referandumda-ki bu değişikliklerin en
önemlilerinden biri olarak gösterilen değişiklik Chavez’e ömür boyu başkanlık
yolunu açıyordu- küçük bir çoğunlukla
değişikliklere hayır dendi. 15 Şubat 2009
da bir referandum daha yapıldı. Bu kez
değişiklikler yine küçük bir çoğunlukla
kabul edildi.
23 Kasım 2008 tarihinde ise yerel seçimler gündemdeydi. Burada valiler, belediye başkanları, şehir konseyi vb.lerini
seçimi sözkonusuydu. Seçimlerde Venezüela Birleşik Sosyalist Partisi 23 eyalet
merkezinin 18’ni, 328 belediyenin yaklaşık 250’sini, yani çoğunluğu elde etse de,
Başkent Caracas’ın merkezinin ve Zulia
gibi petrol kaynaklarının yoğun olduğu
ve Kolombiya’ya sınır bölgelerin muhalefetin eline geçmesi, Chavez yanlısı
kesimlerin hiç de istemediği bir sonuçtu. 2007 Aralık ayındaki referandumdan
sonra muhalefet yeniden kendisini göstermeye başlamıştır. Buna, bir dönem
Chavez ile yol arkadaşlığı yapan ve 2002
156 . 09
45
Nisan ayındaki darbede Chavez’i kurtaran general Baduel’in de eklenmesi muhalefeti daha da güçlendirmiştir.
Chavez’in seçildiği 1998’den bugüne
kadarki gelişmelerin özet olarak ortaya
konması karşımıza böylesi bir görüntü
çıkarıyor. Gelişmelerin veya yaşananların değerlendirilmesi için bu özet ama
yeterli değildir.
Chavez’in ve Venezüela’daki bu gelişmelerin sosyalizmle bağıntısının olup
olmadığı, Chavez’in anti emperyalist
olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği, gerçekleştirilen devletleştirme
adımlarının ve misyonların gerçek anlamının ne olduğunu kısa da olsa ortaya
koymak gerekiyor.
Misyonlar nedir?
156 . 09
46
Misyonlar esas olarak sağlık ve eğitim alanlarında halkın ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olan ve uygulanmasına
halk yığınlarının örgütlü olarak katılımının öngörüldüğü önlemlerdir. Burada
Chavez’in yoksulluğa karşı mücadele
vaatlerine uygun davranmaya yönelik
adımlar sözkonusudur.
Eğitim ve sağlık alanı dışında başvurulan önlemlerden biri de ucuza gıda satışı
merkezleri yaratmadır. Özetle anlatıldığında, Chavez, özellikle petrol satışından
gelen gelirlerin bir bölümünü, yoksulların hizmetine sunmuş ve milyonlarca
yoksulun yaşanamayacak durumunu, biraz da olsa yaşanır hale getirmiştir.
Bu temelde değerlendirme yapıldığında, Chavez yönetiminin bu alanlarda gerçekleştirdiği işler halk için iyi ve
olumlu işlerdir. Petrolden gelen gelirin
bir bölümü yoksulların ve en yoksulların
durumlarının biraz iyileştirilmesi için de
kullanılmaktadır.
Özellikle sağlık alanında Küba’lı dok-
torların desteğiyle ilk etapta 17 milyon
civarında yoksul insan ilk kez parasız bir
muayeneden geçirilmiştir. Sadece muayene etmekle kalınmamış, bu misyonların çalışmaları temelinde ülkede belli
oranda –henüz yeterli olmayan– sağlık
alanındaki gelişmenin temelleri atılmıştır. Binlerce Venezüelalı Küba’da sağlık
eğitimi görerek halka hizmet vermeye
başlamıştır.
Eğitim alanında ise mesele yalnızca 1,5
milyon insanın okuma-yazmayı öğrenmesi
değildir. Yapılan bu yöndeki eğitim seferberliği sayesinde UNESCO Venezüela’yı
28 Ekim 2005 tarihinde “analfabetik bölge” olmaktan çıkarmıştır. Eğitim alanında
esas hedef yoksulların eğitim alanındaki
değişik misyonlarla, ilkokul eğitimini bitirmenin de ötesinde ortaokul, lise ve hatta üniversitelere gidebilmesinin yolunun
açılması olarak konmuştur. Anayasa’da
belirtildiği gibi eğitim ve öğrenim bir insan hakkıdır ve bu parasız olması gerekir.
Chavez yönetiminin eğitim alanında attığı bu adımlar da yoksullar için önemli,
olumlu adımlardır.
Halka ucuza gıda satışı ise yoksulluğun taşınamazlığını biraz da olsa hafifleten, tabii ki halk tarafından sevinçle
karşılanan bir başka adımdır. Bu arada
bilince çıkarılması gereken bir olgu, piyasa fiyatlarına göre ucuz olan bu gıdayı
bile satın alma gücü olmayan ve açlık
sınırında yaşama mücadelesi verenlerin
sayısının hiç de az olmadığıdır.
Misyonlar adı altında yürütülen tüm bu
olumlu çalışmalar, halk için iyi ve önemli adımların tümü burjuva sistem içinde
mümkün olan, sistemin varlığıyla zıtlık
oluşturmayan, onun sınırlarını zorlamayan önlemler, adımlardır. Bunlar, hem
yoksullara yararken hem de kitleler içinde
Chavez’e desteğin yükselmesini sağlamaya hizmet eden önlem ve adımlardır.
Bunları bilince çıkarmak veya iyi bulmak
doğrudur, fakat bunların sosyalist adımlar
olduğunu söylemek kökten yanlıştır.
Chavez yoksulluğa karşı mücadelede
kimi adımlar atmışsa da, Venezüela’da
yoksulluk hâlâ yüksek orandadır.
Chavez’in 2 Şubat 1999’da göreve başlamasının 10. yıldönümünde verdiği rakamlara baktığımızda karşımıza hâlâ %30
yoksulluk %9,1 civarında aşırı yoksulluk
oranı çıkmaktadır. Bu rakamlar başka hesaplarda değişmektedir. Chavez’inkine en
yakın görünen veriler, yoksulluk oranının
1998’de %48,1 iken 2008’de %33,1’e; aşırı yoksulluğun ise aynı dönem için %20
,4’ten %9,4’e düşürüldüğüdür.
Yoksulluğun azaltılması olumludur,
ama bunun hâlâ yüksek oranda olduğu
gerçeği de bilince çıkarılması gerekiyor.
Nüfusun üçte biri yoksul onda biri aşırı
yoksul. İşsizlik ve enflasyon sorununda
da durum geçmişe göre düzelse de, hâlâ
sorunlu olmaktan çıkmamıştır. 2007
yılı enflasyon oranı %22.5 civarındadır.
(Fischer Weltalmanach 2009, s. 498)
Sağlık, eğitim ve ucuza gıda satışı gibi
gelişmelere olduğundan fazla paye verenlerin ve bunları sosyalizmin birer verisi
olarak gösterenlerin, Chavez’in zenginler
için yaptıklarına hiç bakmamaları ise siyasi körlük değilse, siyasi sahtekârlıktır.
Örneğin Arjantin’e yardım adı altında 3
Milyar dolarlık borcunun „satın alınması“ ve bunun Venezüela pazarında %30
civarında kârla satılması (Burada Arjantine devlet borçlarını ödeyebilmesi
için Arjantin devlet tahvilleri satın alma
yoluyla 3 milyar dolar veriliyor; satın
alınan devlet tahvillerinin gerçek değeri
3 Milyar doların çok altında. Venezuela
bu değersiz tahvilleri merkez bankasında
depoluyor; kendisi adına çıkardığı devlet
tahvillerinden 3 milyar dolarlık bir bölümü borsada işleme koyuyor.) yoksulların
değil bankaların ve borsacıların ceplerini
doldurmuştur.
Misyonlara ayrılan paranın bile büyük
bölümünün yolsuzluğa kurban gittiği ve
gerçek ihtiyacı olan yoksullara ulaşmadığı da gözardı edilen bir başka gerçektir.
Chavez’in yoksulluğa karşı mücadelede
kimi başarılar elde etmesi, yolsuzluğa
karşı mücadelede pek başarılı olduğu
anlamına gelmiyor. Chavez’in kendisi de
hâlâ Venezüela’da büyük oranda yolsuzluk, yiyicilik, rüşvetçilik olduğunu kabul etme durumundadır. „Transparency
International“in değerlendirmesine göre
de Venezüela hala Latin Amerika ülkeleri arasında yolsuzluğun en çok olduğu
ülkeler arasındadır.
Devletleştirme ya da
kamulaştırma
sosyalizmin işareti mi?
Chavez’in sosyalizmi gerçekleştirmeye çalıştığına en açık örnek olarak
Venezüela’da petrol kaynaklarının, kapatılmış ya da kapatılmaya çalışılan kimi fabrikaların ve işlenmeyen kimi toprakların
devletleştirilmesi yönündeki adımlar verilmektedir. Hele buna bir de kamulaştırma
adını verdiniz mi işler tamamlanıyor!
Burada ne “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”, yani sözkonusu mülklere
tazminatsız el konulması; ne de işçi sınıfının iktidarda olduğu ve bu mülksüzleştirmenin sonucu olarak sözkonusu mülklerin
tüm toplumun mülkü haline getirildiği,
toplumsallaştırma sözkonusudur.
Hayır, tüm Chavez yanlısı propagandalara rağmen, olgu, sözkonusu mülklere el
konulmadığı; bunların devlet tarafından
kısmen ya da bütünüyle satın alındığıdır.
Petrol ve temel sanayi dallarının devletin kontrolüne geçirilmesi başta olmak
156 . 09
47
156 . 09
48
üzere, kimi fabrikaların ve işlenmeyen
toprakların devletleştirilmesi esas olarak
ya çoğunluk hisselerin devlet tarafından
satın alınması, ya da tümüyle satın alınması temelinde olmaktadır.
Bunun da temel mantığı, esas olarak
ülkedeki geri düzeyde kalan endüstrileşmeyi geliştirmek, tarım veya toprak
alanlarında da esasında ülkenin gıda ve
benzeri temel ihtiyaçlarını karşılayıp
dışa bağımlılıktan kurtulmaktır.
Tüm bu önlemler (esasta enerji dalını
saymazsak, bu güne kadar çok az sayıda
fabrika ve işlenmeyen toprak devletleştirilmiştir), esasında ulusal ekonominin kalkınması için gerekli olan önlemlerdir. Bu
önlemler aynı zamanda Chavez’in siyasi
ve ekonomik bağımsızlık siyasetinin de
içerdiği, bir bağlamda eğer bağımsızlıkta
ciddi ise kaçınılmaz olan önlemlerdir.
Bizim bu bağlamdaki eleştirimiz öncelikle bu adımların sosyalist adımlar olduğu iddiasına yöneliyor. Pratikte bağımsız
kapitalizmi devlet eliyle de geliştirmek
için atılan bu adımların, alınan bu tedbirlerin sosyalist olarak adlandırılması, devlet mülkiyetini en başından sosyalist gören
yanlış bir sosyalizm anlayışının işaretidir
yalnızca. Bu yaklaşımla bugün dünyanın
en büyük bankasının, ve en büyük sigorta
şirketinin mülkiyetini elinde tutan ABD
devletinin sosyalist önlemler aldığını söylememek için hiç bir neden yoktur. Bugün
bütün emperyalist devletler büyük tekellerin zararını kamuya mal etmek anlamına
gelen tedbirler alıyor. Chavez’in yaptıklarına sosyalist tedbirler diyenlerin, bu
adımları da sosyalist ilan etmesi gerekir.
Bunun saçmalığı ortadadır.
Devlet mülkü, devletin niteliğinden
bağımsız olarak „halkın mülkü“ olarak görüldüğünden, örneğin TürkiyeKuzey Kürdistan’da Kamu İktisadi
Teşekülleri’nin (KİT) özelleştirilmesine
karşı mücadelede “KİT halkındır satılamaz” yönlü sloganlar atılmış, tavırlar takınılmıştır. Çiller’in de bundan esinlenerek
Türkiye’nin en son komünist ülke olduğu
yönlü değerlendirmesi hâlâ hatırlardadır.
Devlet mülkünü sosyalist yapan şey,
öncelikle devletin niteliğidir. Devlet kimin devletidir. Sosyalist mülkiyet konusunda temel sorun budur. Devlet eğer
işçilerin-yoksul köylülerin devleti değilse, ki bu ancak proleter devrimi ile burjuva devlet iktidarının parçalanması, işçi
sınıfının diktatörlüğünün kurulması ile
mümkün olur, o zaman devlet mülkiyeti
sosyalist mülkiyet değildir.
„21.Yüzyıl Sosyalist“leri, zaten proletarya diktatörlüğüne karşıdırlar. Proletarya diktatörlüğü kurma gibi bir hedefleri yoktur. Hal böyle olduğundan onların
„devletleştirme“leri sosyalist mülkiyet
yaratmaz. Yarattığı en iyi halde devlet
kapitalisti mülkiyettir.
Toprak reformuna gelince: reform esasında anayasa hükmüdür, hem de 2002
yılından beri bu konuda kabul edilmiş bir
yasa yürürlüktedir. Fakat toprak reformu
bağlamında ne büyük toprak mülklerine,
ne de bu toprak mülkü içinde Kilisenin
mülküne dokunulmuştur. Bu konuda yapılanlar esasta istisnadır. Şimdiye kadar
köylülere işlemeleri için verilen toprak
esasta devlete ait mülk/ toprak olmuştur.
Hâlâ, bugüne kadar karar altına alınmış
birçok yasa pratiğe bile geçirilmemiştir,
pratiğe geçirilenler ise sürüncemede bırakılan bir hızlılıkla, yavaş yavaş, çekinceli biçimde uygulanmaya başlanmıştır.
Devlet küçük üreticileri teşvik ederken
sosyalizmi, toplumsal mülkiyeti ve bilinci değil, yeni burjuva tabakalar yaratma
durumundadır. Bu, hem toprak, tarım
alanında hem de işletme veya fabrika
alanında böyledir.
Devletleştirme pratikte nasıl ve ne
kadar yapılıyor sorusuna ise kısaca aşağıdaki yanıt verilebilir. Burada en başta
özelleştirmenin hemen hemen durdurulduğu, ilk devletleştirme adımlarının petrol, doğalgaz gibi ülkenin ekonomisinin
bel kemiği olan alanlara yönelindiği bilinçte tutulmalıdır. Ülke ekonomisi için
devletin, tabii ki Chavez yönetiminin
doğrudan karar verdiği ve satın aldığı
devletleştirme –ekonomik güç ve potansiyel olarak ele alındığında esas alandır.
Bu alanda yapılan, sözkonusu işletmelerde, tekellerde hisselerin çoğunluğunu
devletin hissesi haline getirmektir. Büyük işletmelerde tüm hisse senetlerinin
devlete ait olduğu işletme hemen hemen
yoktur. Yabancı sermaye ile devletin ortak olduğu devlet kapitalisti işletmeler
söz konusudur.
Bunun dışında bir de fabrikaların, çoğunlukla da orta ve küçük boy işletmelerin devletleştirilmesi vardır. Bu tür yerlerde de devletleştirme, sözkonusu işletmenin sahibinden satın alınması yoluyla
yapılıyor.
2000 yılında yürürlüğe giren Anayasada, kamunun yararına, toplumsal çıkarlara uygun olması gerekçesiyle, parasının
zamanında ödenerek sözkonusu her türlü
değerlerin mülksüzleştirilmesi yönlü
madde (115) yer almasına rağmen, 2005
Eylül ayına kadar iki örnek yaşanmıştır.
Temmuz 2005’ten itibaren kapatılmış
işletmelere yönelinmeye başlanmıştır.
Temmuz ayı sonunda Chavez “mülksüzleştirilmesi” sözkonusu olan işletmelerin
sayısını 136 olarak açıklıyordu. Fakat
daha sonraki verilere göre toplam 1149
işletme veya fabrika söz konusuydu.
Sözkonusu “mülksüzleştirme” prosedürü esasta şöyle işliyor: Mülk sahiplerinin işletmelerini çalıştırması yetkililer
tarafından talep edilmektedir, ki bu durumda devlet sözkonusu patronlara, ya
da toprak işletme sözkonusu olduğunda
büyük toprak sahiplerine yardım etme,
onlara özel ucuz faizli krediler verme temelinde onları teşvik etmektedir.
Buna rağmen sözkonusu işletme çalıştırılmıyorsa, topraklar işlenmiyorsa, o
zaman devlet kamu yararına, toplumsal
çıkarlara ters iş yapıldığına karar vererek,
mülk sahipleriyle pazarlığa başlamaktadır.
Mali değeri belirlendikten sonra devlet
sözkonusu miktarı mülk sahiplerine ödeyerek kendisi mülkün sahibi olmaktadır.
Bu işlem tabii ki “tam kamulaştırma”
durumlarında oluyor. Devletleştirilen büyük işletmelerde, devlet doğrudan kendisi işçi çalıştırırken, küçük işletme veya
fabrikalarda işçilere kredi vererek, işçileri devletle ortak haline –%51’i devletin
%49’u işçilerin payı olma temelinde–
getirmektedir. Burada sözkonusu olan
%49’luk pay da devletin işçilere verdiği
kredi bölümü oluyor. İşçiler çalışıp bu
krediyi ödediklerinde, sonuçta sözkonusu işletmenin %49’luk payının sahipleri
oluyor. Böylece “işgalcilerden”, mülk
sahipleri yaratılıyor. Bu tür ortaklığa ise
işçilerin kooperatifi ya da işçilerin kontrolü deniyor.
Bu “işgalciler” meselesinin iç yüzü şöyledir. Kapatılmamış olan, ama kapatılmak
istenen işletmelerde işçiler işletmenin
kapatılmasını engellemek ve aylıklarını
alabilmek için sözkonusu işletmeyi işgal
ediyorlar. Bu aynı zamanda toplu sözleşme yapma konusunda patronla işçiler
arasında uzlaşma sağlanamadığı kimi durumlarda da gündeme gelmektedir. İşçilerin dayatmaları, direnmeleri sonucu devlet müdahale ediyor ve patrona işletmenin
parasını ödeyip kendisi yeni patron oluyor.
İşçilere de %49’luk pay verip “kendi kendini yönetme”, ya da “işçilerin denetimi”
adı altında sözkonusu işletmenin üretim
yapmasının yolunu açıyor.
156 . 09
49
156 . 09
50
İşçilerin bu yönlü mücadele ile hükümeti zorlaması sonucu yaşanan devletleştirme adımları yapılanların önemli kesimini oluşturuyor. Kapatılmış işletmelere
devlet el koysa da esas olarak yeniden işler hale getirmesi gerekiyor. Sonuçta petrol, doğal gaz, elektrik ve çelik üretme,
telekomünikasyon gibi tüm ülkenin ekonomisinde belirleyici rol oynayan dallar
dışındaki devletleştirme, hiç de anlatıldığı kadar büyük çapta değildir.
Chavez’i övüp göklere çıkaranların,
bu tür devletleştirme adımlarından önce
doğrudan işçilerin patronla ve evet devletin kolluk güçleriyle karşı karşıya geldiği, yer yer –en son Şubat ayı başında
2 işçinin katledildiği, 6 işçinin yaralandığı Mitsubishi fabrikasında, ya da 2008
yılında devletleştirilen SIDOR fabrikası
çalışanlarına karşı yaşanan saldırılar
gibi– saldırı ve çatışmalar yaşandığı gerçeğinin üzerini örtmesi ise, sosyalizmi
savunma adına ilginçtir.
Sonuçta devlet eliyle ulusal ekonomi, ulusal kapitalizm geliştirilmektedir.
Venezüela’da devlet kapitalizmi egemen kapitalizm biçimidir. Bu temelde
de görece bir bağımsızlık sağlanmıştır.
Sözkonusu devletleştirmenin mantığı
Chavez’in şu tavrında da açıkça ortaya
çıkmaktadır:
“…Eğer SIDOR şirketi ülkemizin ihtiyacı kadar çelik ürününü iç pazara
sunmaya gönüllü olmazsa kamulaştırma
sürecini işleteceğiz. Ben bu sürecin başlaması için teklifimi vermiş bulunuyorum,
durumun ne olacağını zaman gösterecek.
Latin Amerika sermayesi olan bu şirkete
toleranslı davranmaya çalışıyoruz ancak
SIDOR eğer üretim politikasını değiştirmezse biz de halkımızın çıkarlarına uygun
olanı yaparız. CANTV’yi kamulaştırmaya
mecbur kaldığımız süreci hatırlıyorum.”
(7 Mayıs 2007, www.latinbilgi.net)
Chavez’in bu tavrı hem sorunu ulusal ekonomi açısından ele aldığını, hem de CANTV
örneği verilerek aslında “kamulaştırmak”tan
yana olmadığı halde “mecbur” kalındığını
açıkça ortaya koymaktadır.
Anti emperyalizmin sınırı…
Chavez’in Venezüela’nın siyasi ve ekonomik bağımsızlığını istediği, bunu vaat
ederek başkanlığa seçildiğini yukarıda
anlattık. Yine buna bağlı olarak ABD’nin
FTAA planına karşı çıkmasının, sonuçta
bu planın 2005 yılı sonunda boşa çıkarılmasında önemli rol oynadığı da olgudur.
Özellikle 2002 Nisan ayındaki darbe deneyimi sonrasında Chavez’in ABD yönetimine karşı tavrını sertleştirdiği, karşısında
başka ülkelerle yeni ilişkiler geliştirmeye
çalıştığı da olgudur. Hele sözkonusu ülkeler Rusya, Çin, Küba, Irak, İran, Beyaz
Rusya gibi ülkeler olunca, Chavez ABD
emperyalizmiyle karşı karşıya gelme durumundadır. Bunlara bir de Venezüela’da
petrol kaynakları ve üretiminin kontrolünün devletin eline geçmesi eklenip, kimi
–ExxonMobil gibi– ABD emperyalizminin tekellerinin talan alanları sınırlanınca
çelişkiler de çoğalmaktadır.
Tüm
bunlar
Chavez
şahsında
Venezüela’nın ABD’nin çıkarlarına zarar
verdiği gelişmeler, tavırlardır. Fakat bunların hiç biri Chavez’in genel değerlendirmede tutarlı anti emperyalist olduğu
yönlü değerlendirmeyi haklı çıkaramaz.
Bu olgu, Chavez’in sık sık kapitalizmi,
ABD somutunda Chavez’in sıkça kullandığı deyimle “imparatorluğu”, eleştirmesiyle de değişmiyor.
Aslında kendi aralarındaki tüm farklılıklara rağmen Venezüela ile İran’ın konumu, Chavez ile Ahmedinejad’ın tavrı çok
benzeyen konum ve tavırlardır. İki ülke de
şu ya da bu emperyalist gücün kuklası de-
ğil, görece bağımsız konumda.
İki yönetici de esasta öncelikle ABD
karşıtlığı temelinde davranmaktadır. Bu
ABD karşıtlığı ise, esasında ABD emperyalizmine karşı olmaktan çok, Bush
yönetiminin Venezüela ve İran’a yönelik
siyasetine karşı olmak biçiminde bir karşıtlık. Bunların antiemperyalistliği ABD
emperyalizmi ile çatıştıkları, çeliştikleri
ölçüdedir. Güdük bir antiemperyalizm
söz konusudur. Emperyalizm çağında
ulusal burjuvazinin çıkarlarının temsilciliğiniu yapanlardan bundan fazlası da
zaten beklenemez.
Chavez Ahmedinejad’ı “ideolojik kardeş” (3 Temmuz 2007, Sendika.Org)
olarak değerlendirirken; “barış uğruna
mücadele eden büyük bir savaşçı” (28
Eylül 200) olarak tanımlarken, ya da “Burada devlet adamlığınıza, saygınlığınıza
ve cesaretinize bir kez daha şahit olduk.
Sizlerle saygınlık yolunu, devrim yolunu
ve emperyalizme karşı mücadele yolunu
paylaşan kardeşleriniz olmakla gerçekten
gurur duyuyorum” (2 Ekim 2007, Sendika.
Org, Venezüelanalysis/Latinbilgi) derken,
aslında kimle hangi saflarda olduğunu da
ifade ediyordu. Ahmedinejad ne kadar
“emperyalizme karşı” mücadele ediyorsa,
Chavez de o kadar anti emperyalist!
Venezüela ve Chavez somutunda örnek verirsek, Venezüela en başta Rusya
ve Çin gibi emperyalistlerle stratejik
ortaklıklar oluşturmuştur. Örneğin
Rusya ile geliştirdiği ilişkiler, ABD’nin
Venezüela’ya genelde silah ticareti ambargosu karşısında atılan adımlar ve
milyarlarca dolarlık silah, savaş aletleri ticareti temelinde yükselen, ama
Rusya’nın Latin Amerika’ya “dönüşünün” de yolunu açan adımlardır. En
son Rusya’nın savaş gemileriyle Venezüela kıyılarında yapılan ortak askeri
manevra ise ABD’ye bir nevi gözdağı
veren bir edimdi. Venezüela ABD’ye
karşı Rusya ile böylesi ilişkiler geliştirirken, kuşkusuz ki Rusya’da bu temelde ABD’ye karşı ortak davranacağı
bir güç bulduğu için sevinmektedir.
Chavez’in Rusya’ya askeri üs kurması
önerisi de, gerçekte Chavez’in anti emperyalist tavıra sahip olmadığının bir
göstergesidir.
Rusya ile öncelikle silah sanayi, savaş
aletleri gibi alanlarda ilişkilere giren ve
aynı zamanda atom santrali kurmaya çalışan Chavez, Çin ile de öncelikle petrol
ihraç etme ve kimi ortaklıklar oluşturma temelinde ilişkiler kurmuştur. 2007
dış ticaret verilerine göre Çin ithalatta
Venezüela’nın üçüncü en büyük ticaret
partneri haline gelmiştir. İhracatta ise
şimdilik geri sıralarda olan Çin ile ilişkiler, her sene giderek geliştirilmektedir.
Kimi ortaklıklar –bunların sayısı onlarcadır– oluşturulması da bu ilişkilerin
geliştirilmesinin örnekleridir. Petrol rafinerisi ortaklığı, ya da 12 milyar dolarlık
sermayeyle ortak kalkınma fonu da bunların içindedir.
Chavez, 2007 Temmuz ayı başında
Rusya’ya yaptığı gezi sırasında şunları savundu: “…Rusya güçlü bir merkez
halinde bir yeniden doğuşu yaşıyor. Ve
bizlerin, dünyanın halklarının her seferinde daha güçlü bir şekilde Rusya’ya
ihtiyacı var, Çin’e ihtiyacı var. Dünya
halklarına karşı en büyük tehdit olan
Kuzey Amerika emperyalizmi dünyayı
yok etmek üzere yoluna devam ediyor.
Onlara dünyayı yönetemeyeceklerini
söylemek zorundayız. ABD’nin Doğu
Avrupa’ya füze kalkanları kurmasını
engelleyen Putin’i kutluyorum.” (Sendika.Org, 3 Temmuz 2007)
Burada Chavez açıkça Rusya ve Çin emperyalizmini dünya halklarına dost güçler
olarak ve onlara ihtiyaç olduğunu propa-
156 . 09
51
156 . 09
52
ganda etmektedir. Burada da esas mesele
“Kuzey Amerika emperyalizmi”ne, yani
ABD emperyalizmine karşı mücadele
adına başka emperyalist güçlere dayanılmasıdır.
Venezüela kimi Avrupalı emperyalist
güçlerle de ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır.
Ayrıca, Enerji Bakanı Ramirez’in,
devletin %51’lik çoğunluk hisseye sahip
olması yönlü isteğini kabul edecek olan
tekellere yönelik olarak “Bunu kabul
edecek tekellerin, ülkemizde garantilenmiş bir gelecekleri vardır” (junge Welt,
5 Temmuz 2007, Alm.) yönlü açıklaması
da, Venezüela yönetiminin emperyalist
tekellere karşı nasıl bir tutum içinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Chavez kendisinin anti emperyalist
olduğunu sık sık söylemektedir. Sorun,
onun lafzına bakıp aldanmak mı, yoksa
gerçekte savunduğu siyaset ile yaptıklarının ne olduğuna mı bakmalı. Biz ikincisini yapıyoruz. Chavez hemen her seferinde
emperyalizmden ve anti emperyalistlikten
bahsettiğinde, şimdiye kadar sözkonusu
olan ABD’nin Bush yönetimi idi. Bunun
en açık ortaya konduğu yerler de yine
Chavez’in konuşmaları, söyleşileridir.
Örneğin ABD’li gazeteci Barbara
Walters ile yapılan ve ABC News ile Venezüela devlet televizyonu VTV’de yayınlanan söyleşide Chavez, açıkça ABD
ile Venezüela arasındaki anlaşmazlığın
Bush ve onun yönetiminin tavrı temelinde olduğunu anlatmaktadır. (Almancası junge Welt, 28/29, 30 ve 31 Temmuz 2007 tarihlerinde yayınlanmıştır)
Aynı söyleşide Chavez ABD’lilere yeni
seçimde iyi bir başkanın seçilmesini
dilerken, aynı zamanda böylesi bir başkan ile Venezüela ile ABD’nin birlikte
konuşup, planlar geliştirebileceği bir
dönemin gelmesini de arzu etmektedir.
Obama’nın seçilmesini olumlu bulup
kutlamaları da bu siyasetin bir sonucudur. Esas mesele ABD yönetiminin
Venezüela’nın bağımsızlığını tanıması
temelindeki bir ilişkiye yaklaşıp yaklaşmayacağıdır. Chavez’in kendilerinin
bağımsızlığına dokunmadığını düşündükleri bir çerçevede ABD ile ilişkileri
geliştirmeye hazır oldukları kendilerinin tespitleridir.
Burada ekonomik ilişkilerin gerçekte
hiç bir zaman son bulmadığını, ABD’nin
enerji giderlerinin %15’ini Venezüela’dan
satın aldığı petrol ile karşıladığı, bunun
Venezüela ekonomisi için hâlâ vazgeçilmez bir ihracat oranı olduğu da ayrı bir
gerçeklik. Venezüela’nın başka ülkelerle
petrol veya doğalgaz satışı anlaşmaları
yapmasının da temelinde, esasta ABD’ye
petrol satışı bağımlılığını azaltma çabası
yatmaktadır.
Fakat Venezüela’nın ticari ilişkileri
sadece petrol satışı ile sınırlı değildir.
Venezüela da ABD’den bilgi sayar, araba, makine vb. mallar ithal etmekte ve
petrol dışında ihracatını, örneğin 2005
yılında ikiye katlama durumundadır.
Genelde ele alındığında Chavez yönetimi altında ABD ile karşılıklı ticaret
hacmi yükselmiştir. 2005 yılında bu
artış %36’dır. Enerji dalında %51 hisse
ile devletin kontrolü sağlansa da, örneğin Halliburton gibi ABD tekelleri
Venezüela’da çalışmalarını hâlâ sürdürmektedirler.
Chavez’in sosyalizmle ilişkisi
nedir?
Chavez’in laf düzeyinde sosyalizm
kavramını kullanması, „21. yüzyıl
sosyalizmi“nden bahsetmesi dışında aslında sosyalizmle bir alakası yoktur. Fa-
kat gerek sözkonusu misyonlar, devletleştirme adımları ve de ABD ile çelişkileri;
görece ulusal bağımsızlık siyaseti vb. durumlar Chavez’in sosyalist, Venezüela’da
ise sosyalizmin kurulmasına çalışılan bir
yönetimin varlığı olarak gösterilmektedir. Örneğin “kıl payı” hayırla sonuçlanan Anayasa reformunun kabul edilmesi
durumunda Venezüela’nın sosyalist bir
devlet olacağını bile savunanlar vardı,
vardır. (Şimdi herhalde Anayasa referandumunda kabul çıktığına göre, Şubat
2009 dan bu yana Venezuela sosyalist
olmuştur!) Oysa sözkonusu Anayasa reformunda bile kapitalizmin temellerine
saldırma diye bir şey sözkonusu değildi.
Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet, Venezüela Anayasa’sı tarafından garanti altına alınan, korunan bir mülkiyet
biçimidir. Sömürüye son verme meselesi
ise gündeme bile getirilmemiştir.
Gerek yoksul halkın yaşamını az da
olsa düzelten adımlar, önlemler, gerek
ulusal ekonominin gelişmesini, güçlenmesini sağlayacak devletleştirme adımları ve gerekse de bu temelde elde edilen
görece ulusal bağımsızlık, ne Chavez’in
ne de Venezüela’nın sosyalizme doğru
ilerlediğini gösteren, belgeleyen gelişmeler, adımlardır.
Venezüla’da hep propaganda edildiği
gibi herhangi bir devrim de gerçekleşmemiştir. Chavez’in başkanlığa seçilmesi
ve onun geçmiş yöneticilere göre halkın
kimi sorunlarına eğilmesi ve yönetimi
sürecinde giderek sosyalizmden bahsetmesi de, Venezüela’da herhangi bir devrimin yaşanmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Oligarşik devletin hiç bir kurumu
parçalanıp,dağıtılmadı. Devralındı, kullanılmaya çalışılıyor.
Sistem, tüm Chavez yanlılarının olumlu propagandasına rağmen kapitalist
sistemdir. Sömürü sisteminin varlığını
koruduğu yerde sömürü de varlığını sürdürmektedir. Chavez siyasi iktidarı eline
geçirene kadar iktidarı elinde bulunduran burjuva kesimi iktidardan uzaklaştırılmış, yerine Chavez’in temsil ettiği kesim, eski oligarşinin bir bölümü ile ittifak
içinde iktidarı ele geçirmiştir. „Bolivarcı
Devrim“ adı verilen şey sonuç olarak
burjuvazinin değişik kesimleri arasında
bir iktidar değişikliğidir.
İktidar, şimdi esas olarak bağımsızlık
yanlısı ulusal burjuvazinin siyasetinin
temsilcilerinin elindedir. Chavez esas
olarak ulusal bağımsızlıktan yana olan
milli burjuvazinin çıkarlarını temsil etmektedir.
Olguların böyle olduğu yerde Chavez’in
ve Venezüela’daki sistemin MarksizmLeninizm biliminin ortaya koyduğu sosyalizmle, yani komünizmin ilk aşamasıyla hiç bir bağının olmadığı gün gibi
açıktır.
Chavez’in kendisi Marksizmi geçmişe
ait bir dogma olarak tanımlamaktadır.
Lenin ve Stalin’e atıfta bulunarak Sovyetler Birliğinde yaşananı ise “diktatörlük” olarak reddetmektedir. Chavez’in
kendisine ait bir sosyalizmi vardır: “21.
yüzyıl sosyalizmi”!
Gerçekte bu düşüncenin kaynağı ona
ait değil, ama Chavez bunu kendilerine
ait sosyalizm olarak propaganda etmektedir. Bu arada tabii ki “tarihin en büyük
sosyalisti ise” İsa’dır Chavez’e göre.
Sonuçta gerek Chavez’in düşünce olarak savundukları, gerekse de pratikte
yaptıklarının gerçek sosyalizmle bir alakası yoktur.
BOLİVYA
Bolivya’da Morales’in başkanlık seçimini kazanması, Latin Amerika’da geli-
156 . 09
53
156 . 09
54
şen devrimin ikinci önemli verisi olarak
sunuluyor. Sözkonusu seçimler 18 Aralık
2005 tarihinde gerçekleşmiş ve daha önce
(indigen) maden işçilerinin önderi olarak
bir dizi militan eyleme de önderlik etmiş
olan Morales geçerli oyların %53,7’sini
alarak seçimin birinci turunda başkanlığa seçilmişti.
Morales’in seçimi kazanması, Bolivya
tarihinde ilk kez bir İndigen kökenlinin
başkanlığa seçilmesi anlamına da geliyordu. Kuşkusuz ki bu, 500 seneden fazla bir süre sürekli ezilen, 1950’li yılların
başlarına kadar seçme, seçilme hakkı bile
olmayan, kendi topraklarında esir, dışlanan bir konuma sokulan ve bugün hâlâ
aşağılanan, hor görülen İndigen halkları
için „devrim“ denebilecek bir değişiklikti. (ABD de bir siyahın başkan seçilmesinin „devrim“ olarak adlandırabilmesine
benzer bir şey)
Latin Amerika’da “sol rüzgarların” esmesi ve kimileri tarafından Bolivya’nın
“devrimci sol akım” içinde görülmesi
ama Morales’in etnik kökenine göre, bu
kökene bakılarak ve bu anlamda yapılan
bir değerlendirme değildir.
Sözkonusu değerlendirmelerin temelinde Morales’in seçimlerde –seçimi
kazanması için de tabii ki– kitlelerin
dayattığı kimi talepleri –örneğin gaz ve
petrolün kamulaştırılması, koka üretiminin serbest bırakılması, yeni bir anayasa
ile İndigen halkların haklarının genişletilmesi, toprak reformu vb. talepleri– savunması yatıyor.
Sözkonusu bu taleplerin, özellikle de
gaz ve petrol, genelde yeraltı zenginliklerinin devletleştirilmesi ve koka üretiminin serbest bırakılması taleplerinin en
başta ABD emperyalizminin ve tekellere
sahip diğer devletlerin –İspanya, Fransa,
Brezilya, Hollanda vd.– egemenlerinin
çıkarlarına ters talepler olması Morales’in
“devrimci sol akım” içinde gösterilmesini beraberinde getiriyor.
Gerçekten
seçimlerden
önce
Bolivya’daki duruma baktığımızda
Morales’in kitlelerin dayattığı taleplere
sahip çıktığı olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat aynı biçimde şu da olgudur ki, Morales hem seçimlerden önceki
yıllarda, hem de seçimlerden sonraki süreçte kitlelerin egemenlere karşı mücadelesini frenleyen, düzeni değiştirmeye değil, reforme etmeye çalışan, egemenlerle
kitleler arasında tarafını açıkça emekçi
kitlelerden yana belirlemeyen, esas olarak egemenlerle kitleler arasında yapıştırıcı rolü oynamaya çalışan ortayolcu biridir. Kimileri de onu “sol neoliberalist”
olarak değerlendirmektedir.
2005 SEÇİMLERİNDEN ÖNCE
KİTLELERİN MÜCADELESİ VE
MORALES…
Bolivya, Latin Amerika’nın en yoksul
ülkelerinden biridir. Yeraltı zenginlikleri, doğalgaz, petrol ve değerli madenlerin
bolluğu ile tezat halindeki bu durum, ülkenin emperyalizme bağımlılığıyla, yeraltı zenginliklerinin talan edilmesiyle,
yabancı tekellerle yerli işbirlikçilerin –ki
bunlar nüfusun büyük bölümünü oluşturan İndigen halkları ezen “beyaz”lardır
çoğunlukla– bu talanı paylaştıkları bir
durumla içiçedir.
Daha önceden devletleştirilen kimi
yeraltı kaynaklarının özelleştirilmesi
1980’li yılların ortalarından 1990’lı yılların sonlarına kadar gerçekleştirilmiştir.
Lozada, o dönemdeki başkanlık görevinin bitmesinden iki gün önce doğalgaz
yataklarını uluslararası konsorsiyum
Pacific LNG’nin mülkü olduğuna dair
24806 sayılı kararnameyi imzalayarak
bu konudaki özelleştirmeye nokta koyuyordu. “Neoliberalizm” rüzgarının kurbanlarından biri de Bolivya idi.
İndigen kökenli halkların yüzyıllarca
birikmiş sorunları ve mücadele hırsları
2000’li yıllara gelindiğinde artık ülkeyi ilgilendiren genel sosyal sorunları da içine
alan bir kitlesel mücadeleye dönüşmüştü.
Bu mücadelede doğrudan emperyalist
tekellerle karşı karşıya gelindiğinin bir
örneği 2000 yılında yaşandı. “Su savaşı”
da denilen sözkonusu mücadele gerçekten de su için veriliyordu.
Sözkonusu “su savaşı” devletin ABD
tekeli Bechtel’e şehir su sistemini satma
ve bu temelde suyu özelleştirme yönlü
planına karşı Cochabamba’da kitlelerin
isyan etmesiydi. Cochabamba’da kitlelerin mücadelesi Nisan 2000’de sözkonusu
özelleştirme saldırısını geri püskürtmüş,
genişleyen bu mücadelelerin sonucu olarak Bechtel Nisan 2002’de Bolivya’yı
terk ettiğini açıklamıştır.
Bu süreçlerde uyuşturucuyla mücadele adına koka üreticilerine yönelik sınırlamalar, saldırılar ve bu saldırılara
karşı mücadeleler de sürüyordu. Fakat
Lozada’nın özellikle koka-üreticisi köylüleri hedef alan gelir vergisi yasasını yürürlüğe koyması, 2003 yılında kitlelerin
mücadelesinin giderek yükselmesinin ve
radikalleşmesinin yolunu açtı. Onlarca ölü
ve yaralının olduğu çatışmalar Lozada’ya
sözkonusu yasayı geri aldırdı ama Lozada
yönetimi IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı “ekonomik reformları” uygulamaya koymaktan vazgeçmedi.
Aynı yıl (2003 yılında), ülkenin yeraltı
zenginliklerinin başında gelen doğalgazın ABD emperyalizmine peşkeş çekilmesini protesto etme, yönetimin reform
adına gerçekleştirdiği hak kısıtlamalarına karşı olma temelinde yükselen mücadele ve gerçekleştirilen grev eylemleri,
bir halk isyanına dönüştü.
Sözkonusu dönemde kitlelerin devletin kolluk güçleriyle çatışması sonucu,
o dönemin verilerine göre 80’den fazla
insan katledildi. (o dönem Bolivya İşçi
Konfederasyonu (COB) 140 kişinin yitirildiğini açıklamıştı, şimdi Lozada 67 insanın katledilmesi suçuyla yargılanmak
isteniyor.)
Lozada’nın ABD’ye ve Meksika’ya bedava denecek fiyatla doğal gaz ihraç etme
yönlü kararı da halkın sabrını taşırmıştı.
İndigen halklarının büyük bölümünün
yakıt ihtiyacı dururken, Lozada yönetimi
ülkenin kaynaklarını yabancı tekellere
peşkeş çekiyordu.
Lozada’yı koltuğundan eden mücadelede kitlenin hemen hemen tümünün
İndigen kökenli olması öne çıkan özelliklerden biriydi. Hem ülkenin doğal
kaynaklarının kamulaştırılması, hem de
İndigen halklarının ulusal haklarına kavuşması gibi konular mücadelenin taleplerini de belirliyordu.
Talepler içinde tüm doğal kaynakların
–su’dan petrole, doğal gazdan madenlere kadar tümünün– kamulaştırılması,
bunlardan Bolivya halklarının tümünün
eşit biçimde yararlanması gibi taleplerin
yanısıra, Lozada’nın istifası, meclisin
dağıtılması ve yeni bir halk meclisinin
seçilmesi gibi talepler de vardı.
Yüzbinlerce insanın yürüttüğü bu mücadele Lozada’yı 17 Ekim 2003’de istifa
edip ABD’ye kaçmak zorunda bıraktı.
Lozada’nın yerine geçen Mesa, kitlelerin mücadelesini dindirmek için de
olsa kimi vaatlerde bulundu. Sözkonusu
vaatlerin başında 2004 yılında yapılan
referandum vardı. Sözkonusu referanduma göre “yabancı tekellerin” doğal gaz
kaynaklarını işletmede elde ettiği gelirlerinin %50’sini Bolivya’ya vermesi gerekiyordu. O dönem geçerli olan gelirin
156 . 09
55
%18’inin ödenmesiydi.
Mesa ne doğal gaz ve petrol kaynaklarının devletleştirilmesine, ne de referandumun sonucuna uygun davranmaya yaklaştı. Tersine, elinden geldiği kadarıyla tekellerin çıkarlarını korumaya çalıştı. Mesa
durumu %18 gelir ile, %32 vergi ödenmesi yönünde bir karar tasarısını meclise sunmakla kurtarmaya çalıştı. Meclis
sözkonusu kararı onayladı ama muhalefet
bu kararı reddederek yeniden kitlesel eylemlere başvurdu. Kitlelerin mücadelesi
bu sefer 6 Haziran 2005 tarihinde Mesa’yı
istifa etmek zorunda bıraktı.
Böylece 17 Ekim 2003 ile 6 Haziran
2005 tarihleri arasında kitleler ikinci kez
bir başkanı koltuğundan ediyordu. Mücadele bir bütün olarak emperyalist sisteme
karşı bir mücadele değildi. Ama emperyalist tekellerin çıkarlarına ters düşen,
onların kâr oranlarını düşürmeye yönelik, bu bağlamda tekellere zarar veren bir
mücadeleydi. Bu mücadelede aslında en
önemli eksiklik, mücadeleyi yönlendirebilecek bir komünist örgütün olmamasıydı. Eğer güçlü bir komünist örgütlenme
olsaydı, kitlelerin somut hoşnutsuzluğu
ve mücadelesiyle, iktidarın devrilip işçiköylü demokratik iktidarının kurulabilmesinin ortam ve şartları mevcuttu.
Morales’in tavrı
156 . 09
56
Morales öncelikle hemen tümü indigen
kökenli koka üreticisi köylülerin mücadelesi ile tanındı. Koka üreticileri sendikası ve aynı zamanda “Sosyalizme Doğru
Hareket”in (MAS) lideri olarak Morales
1990’lı yılların ortalarına kadar kendisinin “siyasetçi” olmak istemediğini
söylüyordu. Bu yüzden 1997 yılında başkanlık seçimine katılmamıştı... Morales:
“Ama ‘95, ‘96, ‘97 yıllarında politikaya
girmenin sorumluluk getirdiğini, politi-
kaya başka bir görüşten bakmayı, politik
çalışmanın halka hizmet olduğunu öğrendim. Tabandaki örgütlerin taleplerini
işittikten sonra başkanlık yarışına katılmaya karar verdim.” diyor. (sendika.org,
30 Eylül 2006 tarihli söyleşiden)
Morales bu kararına uygun davranıp
2002 yılında MAS adayı olarak başkanlık seçimlerine katılır ve az bir farkla
(%1,5-2 arası) seçimi kaybeder. Koka
üreticilerinin haklarını savunması ABD
emperyalizminin hoşuna gitmemiştir.
ABD emperyalizminin temsilcileri açıkça Morales’e karşı tavır takınmışlardır.
Seçimlerin ikinci turunda (bu parlamentoda yapılan bir seçim oluyor, halk devreden çıkarılıyor) parlamento çoğunlukla Lozada’yı başkanlığa seçer. Morales
bunu “seçimi bizden aldılar” diye yorumlar. Başkanlığa seçilemeyen Morales
parlamentoya milletvekili olarak girer.
2002-2005 yılları arasında Morales
kitlelerin mücadelesinin keskinleşmesine karşı esasta ara bulmaya çalışan bir
rol oynar. 7 Temmuz 2004’e gelindiğinde Bolivyanın en büyük konfederasyonu
olan COB Morales’i bu uzlaştırıcı tavrı
nedeniyle örgütten attığını açıkladı.
COB mücadeleci ve sisteme karşı devrimi savunduğunu açıklayan ve kitlelerin mücadelesiyle Lozada, daha sonra
Mesa’ya karşı militan mücadelenin önderi durumunda olan bir örgüttü. Doğalgaz
gibi enerji kaynaklarının, madenlerin kamulaştırılmasını, karşılığı ödenmeden,
el koyma temelindeki bir kamulaştırma
olarak savunmaktaydı.
Oysa Morales böylesi bir kamulaştırmaya karşıydı. Kitlelerin mücadelesinin
bir ürünü olarak yeni bir yönetimin kurulmasını değil, seçimlerle başkanlığa
seçilmesini, yani burjuva legalliğinin savunucusu konumundaydı.
COB’un Morales’i neden üyelikten attı-
ğını açıkladığı yerde, gerekçe Morales’in
“Başkan Mesa’nın iktidarına dolaylı bir
biçimde destek verme ve emekçi sınıflara
ihanet etmesi” olarak açıklanmaktaydı.
Morales zaten parlamentoda 18 Ekim
2003’te Mesa’nın başkanlığa seçilmesini
de desteklemiş, kitlelerin mücadelesinin
dindirilmesine hizmet etmişti.
COB 2004 yılında, 18 Temmuz’da Mesa
tarafından oynanan referandum oyununu
boykot tavrını takınırken, Morales referanduma katılmayı savunmuştur. COB’un
sözkonusu açıklamasında Morales hakkında şunlar da anlatılmaktadır:
“Bütün bunlar olurken esasen bir yerli hareketi olan MAS ve Evo Morales’in
sürece katılımı zayıf ve etkisiz oldu. Ana
muhalefet partisi başkanının eylemlere
desteği her zaman dolaylı bir biçimde
gerçekleşti. Mevcut temsili ve sınırlı desteği ise daha çok organik bir bağ
içerisinde olduğu cocaleros’ların (koka
yetiştiricisi köylüler) baskısı ile gerçekleşti. Ekim ayındaki genel grevde dahi
grevin ikinci haftasında güçlerini geri
çekti. Kısaca MAS’ın temel yönelimi
hiçbir zaman mücadeleyi yükseltmek olmadı. Lozada’nın ülkeden kaçmasından
sonra bile Morales ‘kurucu meclis’ olarak anılan Carlos Mesa başkanlığındaki
‘teknokratlar’ hükümetine desteğini halk
muhalefetinin olanca şüphesine ve itirazına rağmen eksik etmedi ve 2007 seçimlerine kadar hükümeti destekleyeceğini
açıkladı.” (sendika.org/ www.latinbilgi.
net, 10 Temmuz 2004)
Mesa’nın oyunlarına karşı Mayıs 2004
başlarında gerçekleştirilen mücadele ve
genel greve karşı tavırda, grev yapan
kitleler Morales liderliğindeki MAS tarafından “emperyalizmin oyuncağı olmakla ve bir ordu darbesine çanak tutmakla”
suçlanıyorlardı. COB’un sözkonusu açıklaması şöyle bitiyor:
“Her şeye rağmen Bolivya’da işçiköylü hareketi yeniden sokakları ve meydanları dolduruyor. Önümüzdeki dönem
özellikle referandum sonrası yükselmesi
beklenen isyan dalgası MAS ve Morales
için belki de kendilerine verilen son şans
olacak. Ya halkın eyleminin ve taleplerinin yanında yer alacaklar ya da…” (aynı
yerden)
Sendika.org’ta yer alan ve 16 Temmuz
2004 tarihli “Evo Morales ya da Bukalemun olma sanatı” başlıklı yazıda da Morales hakkında esasta doğru kimi değerlendirmeler yapılıyor. Sözkonusu yazıya
göre “Sosyolog Alcaro Garcia Linera”
Morales ile Escobar arasındaki kopuşun
ideolojik olmadığını söylemekte ve şu
tespiti yapmaktadır: “…çünkü her ikisi
de aynı stratejiye oynuyorlar: mevcut hükümeti ve demokrasiyi destekleyerek isyan ruhunu bloke etmek, sandıksal yolda
ilerlemek ve orta sınıflara ulaşma üzere
ses tonunu yumuşatmak.” (Sendika.org)
Sözkonusu
bu
değerlendirme
Morales’in siyasetinin belkemiğini ortaya koyan değerledirmelerden birisidir.
Morales’in kitlesel baskıdan etkilenip,
kendisinin daha önce beklemediği erken
seçimlerde başkanlığı kazanmasının ancak kitlelerin temel taleplerini üzerlenmesiyle mümkün olduğunu görüp yeniden mücadeleci bir “solcu” olarak görünmesi de bu temel yaklaşımı, yani “isyan
ruhunu bloke etmek” “sandıksal yolda
ilerlemek” ve “orta sınıflara ulaşmak”
gibi yaklaşımı ortadan kaldırmıyor.
Morales’i uzlaşmacı ve kitlelerin mücadelesine ihanetle suçlayan tek örgüt, ya
da kesim COB değildir. Kimi kitle örgütlerinin yanısıra, tanınmış kimi yazarlar
da benzer görüşler savunmaktadırlar.
Örneğin Osvaldo Coggiola 15 Haziran
2005 tarihli yazıda “MAS büyük bir itfaiyeci rolü oynamakta ama esas problem
156 . 09
57
156 . 09
58
şurada: Bunları yenebilmenin siyasi alternatifi nedir?” (sendika.org) yönlü tavır takınmaktadır.
Ya da James Petras, 20 Ocak 2006 tarihli yazıda Morales’in değişik tarihlerdeki mücadeleler karşısındaki tavırlarını
aktardıktan sonra şu sonuca varıyor:
“Evo Morales’in politikasının bütün
verileri onun, özellikle 2002 yılından
beri, yığınların mücadelesinden seçim
politikasına, meclis bünyesinde kurumsal
seçkinlerle çalışmaya doğru, kesinlikle
sağa kaydığını gösteriyor. Evo halk ayaklanmalarını desteklemeyi bırakıp, o veya
bu neo-liberal cumhurbaşkanına arka
çıkmaya başladı. Stili popülist, giysileri
günlük giysiler. Halkın diliyle konuşuyor.
Fotojenik, görünüşü çekici ve karizmatik.
Sokak satıcıları ile kaynaşıyor, yoksulların evlerine gidiyor. Ama onun bu popülist ve sembolik davranışları hangi politik
amaca hizmet ediyor? (…)
Ne yazık ki Sol, programların özü, tarihi deneyimler ve somut sosyoekonomik
politikalar yerine semboller, boş politik
konuşmalar, mitolojik tarihlerden etkilenmeye devem edecek. Marx’ın lafını
değiştirirsek: Popülist retorik aydınların
afyonu.” (sendika.org)
James Petras bir troçkisttir. Burda yaptığı Morales’in giderek sağa kaydığı yönlü tespiti doğru bir tespittir.
Erken yapılan başkanlık seçimi için
propagandada kitlelerin taleplerini üzerlenirken bile, bu üzerlenmeyi gerçekte
kitlelerin taleplerinin içini boşaltarak
yapmıştır. Kitlelerin baş taleplerinden
biri doğalgaz, petrol, su ve madenler gibi
yeraltı zenginliklerinin gerçek anlamda
kamulaştırılmasıdır. Yani tazminat vb.
ödenmeden, devlet tarafından bu kaynaklara el konulması ve tabii ki bunun kitlelerin temel ihtiyaçlarını karşılamak için
kullanılmasıdır. Morales ise kamulaştır-
ma sözü verirken, sözkonusu kaynaklara
mali karşılığı, ya da fiyatı ödenerek satın
aylınma yoluyla devletleştirilmesini savunuyordu. Yani kitlelere kamulaştırma
sözü veriyor ama bunun içini başka dolduruyordu.
İçeriğini farklı doldursa da Morales
kitlelere doğalgaz ve petrol kaynaklarının devletleştirileceğini, koka üretiminin serbest bırakılacağı, yeni bir anayasa
oluşturmak için Kurucu Meclis’in seçileceği ve anayasada İndigen halkların
haklarının verileceği, toprak reformunun
yapılacağı yönünde vaatlerde bulundu.
Sözkonusu bu vaatler ve Morales’in
indigen kökenli olması –nüfusun büyük
bölümünün indigen kökenli olması olgusu, Morales’i “bizden” diye görülmesini sağlamıştır–, ayrıca başkanlığa aday
olan diğerlerinin hiç birinin Morales kadar popüler olmaması gibi nedenler sonucu, Morales seçimleri kazandı. Daha
iyisinin olmadığı yerde, bir kez de O’nun
denenmesinde fayda vardı. Morales yalnızca Bolivya’da değil, Latin Amerika’da
seçilen ilk indigen başkan olarak da tarihe geçti.
MORALES BAŞKAN!
Yukarıda da belirttiğimiz gibi 18 Aralık 2005 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde Morales ilk turda geçerli oyların %53,7’sini alarak başkanlığa seçildi.
Fakat seçimlerde aynı zamanda parlamento milletvekilleri ile senatonun senatörlerinin seçilmesi de sözkonusuydu.
MAS parlamentoda çoğunluğu elde etse
de, senatoda 27 koltuğun 12’sini alarak
azınlıkta kaldı. Bu durum daha sonraki
süreçte çıkarılmak istenen kanun ve verilmesi gereken kararlarda Morales’i zor
duruma düşürecek olan bir durumdu.
Muhalefet parlamentoda alınan bir kara-
rı, çıkarılacak bir kanunu senatodaki çoğunluğuna dayanarak engelleyebilecek
bir konumdaydı.
Morales’in karşısında, hem ülke içindeki egemenler, sanayi, özellikle de enerji
patronları, büyük toprak sahipleri, kısaca
egemen oligarşi, hem de başta ABD olmak üzere kimi emperyalist ve kapitalist
güçler duruyordu. Morales’in arkasında
ise, temsilciliğini yaptığı indigen kökenli halklar, hem de bu halkların da içinde
olduğu ve ülkenin doğal kaynaklarının
devletleştirilmesini talep eden, neoliberal
ekonomi siyasetine karşı çıkan, toprak reformunu talep eden kitlesel hareket vardı.
Morales aslında arada kalmıştı. Kitlesel hareket onu kitlelerden yana, kitlelerin taleplerini yerine getirmesini
isterken, onu buna zorlarken, egemenler
ve de emperyalistler, kendi çıkarlarına
dokunulduğunda Morales’in başkanlık
koltuğuna oturmasının zor olacağının
işaretlerini veriyorlardı.
Morales hiç kimseyi açıktan karşısına almadan bu “iki arada bir derede”lik
durumu idare etmeye başladı. Eğer sorunu “sol rüzgarların esmesi” bağlamında
değerlendirirsek, Morales’in seçilmesini
Bolivya’da “sol rüzgarları”n hızını kesen,
frenleyen bir olgu olarak değerlendirmek gerekir. Gerçekte kitlesel mücadele
Morales’in seçilmesinden önceki yıllarda
yaşanmıştır. Morales bir bağlamda bu
rüzgarın –şimdilik– hafiflemesini sağlayan faktördür.
Lozada’yı ve sonrasında Mesa’yı istifa
etmeye zorlayan emekçi kitlelerin militanca mücadelesiyle estirdiği “sol rüzgar”, Morales’in başkanlığıyla fırtınaya
dönüşme yerine, hafiflemiştir. Bundan
sonra yeni bir rüzgarın ne zaman ve nasıl
eseceği belli değil. Morales’in Venezüela ve Küba başta olmak üzere özellikle
ABD karşıtı görünen Latin Amerika ül-
keleriyle ilişkileri de bu gerçeği değiştirmemektedir.
MORALES NE YAPTI?
Morales, seçimden sonra ve daha yemin ederek görevi devralmadan önce
yaptığı konuşmada şunları da savundu:
“Özel mülkiyete saygılı olacağız. Fakat,
devlete ait işletmelerin artması ve gelişmesine öncelikli önem vereceğiz. Özellikle
ABD baskısı altında bulunan koka üretimine yeni yatırımlar yapacağız. (…)
İlk aşamada, enerji kaynaklarındaki
devlet kontrolü arttırılacak. Bu kaynaklar, yakın zamanda belki kamulaştırılmayacak, ama hükümetin doğal gaz üzerindeki etkinliği arttırılacak.” (Evrensel, 21.
Aralık 2005)
Morales hem ülke içindeki egemenlere hem de ülke dışından gelen tekellere,
emperyalist güçlere özel mülkiyete saygı
duyacaklarına dair and içip garanti veriyordu. Bu tavırda enerji kaynakları üzerinde devletin kontrolünün artırılacağı
söylenirken, kitlelerin kamulaştırma talebi gerçekte hiç ediliyordu. Morales bu
düşünceyi aslında seçimlerden önce de
savunuyordu.
Morales esas programını böyle açıklarken, sanayi ve ticaret temsilcileriyle
yaptığı görüşmede, “hiç kimseye zarar
vermek istemiyorum, mülksüzleştirmek
veya el koymak istemiyorum” diyerek
patronlara garanti verirken, “Siz işverenlerden öğrenmek istiyorum. Birbirimizi tamamlamamız gerekli olacaktır. Siz
profesyonel yeteneklerinizi getirin, ben
de sosyal vicdanımı.” (aktaran YDİÇ,
sayı 97, sayfa 22) diyerek birlikte çalışma
yönünde çağrıda bulunuyordu.
Böylece Morales “sosyal vicdanı” ile kapitalist deneyimi birleştirince “sosyalleştirilmiş bir kapitalizm”i yaratmış olacak.
156 . 09
59
156 . 09
60
Yurtdışı ilişkileri bağlamında da Morales, daha görevi devralmadan emperyalist kimi devletlere ve Bolivya’da
tekelleri olan kimi kapitalist devletlere
teminat vermeye çalıştı.
Seçimlerden sonraki ilk yurtdışı gezisini Venezüela ve Küba’ya giderek başlattı. Bu, onun Latin Amerika ülkeleriyle
ABD’nin egemenliğine karşı kimlerle
daha sıkı ilişki kurmak istediğinin işareti
olarak algılandı.
Esas mesele ise İspanya, Belçika, Hollanda ve Fransa’ya yapılan ziyaretlerde
nelerin savunulduğuydu. Özellikle İspanya ve Fransa’nın Bolivya’da tekelleri var.
Her iki devlet temsilcilerine de Morales,
“devletin mülkiyet hakkını korumasının”
“firmaları mülksüzleştirmek veya mülküne el koymak anlamına gelmediğini”,
esas olanın “patron değil ortak istiyoruz” görüşü olduğunu anlatmaya çalıştı.
Aynı dış gezide Morales Çin’e de gitti ve
Çin’li yetkililerden Bolivya’ya yatırım
yapılacağına dair sözler aldı.
Güney Afrika, Arjantin ve Brezilya
gezileri de esasında Morales’in görevi
devralmasından sonra yürüteceği politikanın nasıl bir politika olacağının sözkonusu devletlerin yetkililerine anlatılmasının aracı oldu. Brezilya’nın Petrobras
tekeli Bolivya’da yatırım yapan en büyük
tekellerden biri ve aynı zamanda Brezilya doğalgaz satın alan ülkelerin başında
geliyor. Arjantin de esas olarak doğalgaz
satın alan ülke konumunda.
Sözkonusu bu gelişme ve tavırlara bakıldığında, aslında Morales’in başkanlık
sürecinde nasıl bir devletleştirmeden
yana olduğu ve neye ağırlık vereceği de
bir kez daha ortaya çıkmıştı. Kitlelerin
tam kamulaştırma talebinin kenarından
bile geçilmeyeceği ta başında belli olmuştu. 1 Mayıs 2007 tarihinde yaptığı
konuşmaya ilişkin gazetecilerin sorula-
rına verdiği cevaplarda da neden böyle
davrandığını açıklamaya çalışıyordu Morales. Dediği şuydu: “Eğer Bolivya’nın
yatırımlara ihtiyacı olduğu anlaşılırsa, o
zaman ülkedeki firmaları kovmak ya da
mülklerine el koymanın imkânsız olduğu
da anlaşılırdır.” (Junge Welt, 7 Mayıs
2007, Alm.)
Görevi devraldığından bugüne kadar
yapıldığı söylenen tüm kamulaştırmaların
bu temelde ele alındığı ve Venezüela’da
yapıldığından da geri düzeyde bir devletleştirme olduğu bilince çıkarılması gereken olguların başında geliyor.
Morales 21 Ocak 2006’da yemin etti
ve ardında göreve başladı. Aradan geçen
üç yıllık süreçte muhalefetle çelişkinin,
çatışmanın olmadığı dönemler çok az
olmuştur. Morales her ne kadar devletleştirmenin mülklere el koyma anlamına
gelmediğini söylese de, egemenler emekçi kitlelerin yararına olan en küçük bir
payı bile vermekten kaçınma ve her türlü
talebi engellemeye çalışmaktadır. Bu yer
yer açık çatışmalara dönüşmektedir.
Başta Küba ve Venezüela’nın da desteğiyle okuma-yazma kampanyası ve sağlık
alanında özellikle de göz tedavisinde kimi
önemli hizmetler sunulmuştur emekçi,
yoksul kitlelere. 14 Aralık 2008 tarihine gelindiğinde Morales okuma-yazma
kampanyasının sona erdiğini (2,5 sene
sürmüştü), toplam 820.000 Bolivyalının
okuma-yazma öğrendiğini açıklıyordu.
Sağlık alanında ise sosyal çalışmalar
sürüyor. Bugüne kadar en az 187.000
“görme kusurlu” kişinin göz ameliyatının yapıldığı, 900 civarında tıbbi klinik
kurulduğu (bunların 30’u gezici) ve şimdiye kadar bütün sağlık hizmetlerinden
yoksun olan bölgelere ulaşan 20 hastane
kurulduğu verilen bilgiler arasındadır.
Kamulaştırma bağlamında Morales 1
Mayıs 2006 tarihinde açıkladığı bir karar-
nameyle vaadini yerine getirmeye çalıştığını gösterdi. 1997’deki yasayla özelleştirilen, doğalgaz ve petrol üretim şirketleri
ve rafineriler dahil beş şirketin %51’lik
hissesinin devlete devredileceği de sözkonusu kararnamede açıklanıyordu.
Yabancı şirketlere, tekellerin yeni sözleşmeler yapmak için düşünmeleri ve
karar vermeleri için 180 gün zaman tanınmıştı.
Görüşmeler sonrasında, medyaya yansıdığı kadarıyla bütün tekellerle anlaşma
sağlandı. Doğalgazın ihracat, satış fiyatlarında yükseltmeler yaşandı. Ve tabii ki devletin kasasına geçmişten daha
çok para girmeye başladı. Atılan adımla devletleştirmenin içeriği de, devletin
kontrolünün sağlanması ve birçoğunda
da %51’lik hissenin Bolivya’nın devlet
işletmesi olan YPFB’ye devredilmesi
olarak dolduruluyordu. 1 Mayıs’ta açıklanan devletleştirme adımı, Aralık 2006
başında Morales’in onayladığı yasa ile
resmileştirildi.
Doğalgaz, petrol, su gibi kaynakların
kamulaştırıldığı açıklandıktan kısa süre
sonra, Mayıs 2006 ortalarında toprak reformu planı da açıklandı. Toprak reformu
ile ilgili yasa 2006 Kasım ayı sonlarında
kabul edildi. Bu arada devlet mülkü araziden bir bölümü yoksul, topraksız köylülere dağıtıldı.
Yasaya göre gelecekte büyük toprak sahiplerinin işlenmeyen toprakları satın alınıp köylülere dağıtılacak. İşlenip işlenmediğini tespit etmek için de her iki senede
bir denetim yapılacak. Şimdiye kadar tüm
şovlara rağmen büyük toprak sahiplerinin
topraklarına dokunulmamıştır. İlk etapta
5 milyon hektarlık toprağın dağıtılacağı
söylenmesine rağmen, basına yansıdığı
kadarıyla ancak 2 milyon hektarlık bölümü dağıtılmış durumdadır.
Sözkonusu kamulaştırma adımlarına,
madenler, demiryolları, telekomünikasyon vd. alanlarda da yapılan benzeri
“kamulaştırma”larla yenileri eklendi.
Koka üretimi bağlamında da Morales
ortada bir yerlerde durmaya devam ediyor. Bir yandan kokanın üretimi ve tüketiminin serbest olduğunu ilan ederken,
aynı zamanda ABD ile “uyuşturucuya
karşı mücadele” adına sadece 2006 yılı
sonuna kadar beş bin hektarlık kokanın
imha edileceği üzerine anlaşıyordu. 2008
yılı Kasım ayına gelindiğinde ise Morales ABD Uyuşturucu Ajansı’nı ülkeden
kovuyordu.
Morales’in en çok zorlandığı ve yer yer
ülkenin bölünmesiyle karşı karşıya gelindiği, Morales’e karşı ABD destekli darbe
planlarının konuşulduğu, kısacası iktidar
mücadelesinin kendisini en keskin biçimde gösterdiği alan yeni Anayasa’nın oluşturulması için seçilen Kurucu Meclis’ti.
Kurucu Meclis ve Anayasa taslağının
oluşturulması ve referanduma sunulması
süreci Morales’in üç yıllık yönetim sürecinin hemen hemen tümünü kapsadı.
Yeni Anayasa’nın oluşturulması için
sözü verilen Kurucu Meclis için seçimler 2 Temmuz 2006 tarihinde yapıldı.
Morales’in partisi MAS %55 civarında
oyla 255 sandalyenin 137’sini elde etti.
Fakat bu hedeflenen üçte ikilik çoğunluk
için yetmiyordu. Bu durum ise muhalefetin en azından bir kesiminin desteği
olmadan üçte ikilik çoğunlukla kararlaştırılması gereken maddelerin bloke edilebilmesinin temelini yaratıyordu. Kurucu
Meclis 6 Ağustos 2006’da çalışmaya başladı ve ilk başta süresi 12 aydı.
Doğalgaz ve petrol kaynaklarının yoğun olduğu ve ülkenin en zengin bölgeleri, eyaletleri olan birkaç eyaletten egemen olan muhalefet, işi bilinçli olarak yokuşa sürdü. Bu nedenle Kurucu Meclis’in
çalışma süresi 14 Aralık 2007’ye kadar
156 . 09
61
156 . 09
62
uzatıldı. Yer yer Kurucu Meclis’in çalışmaları güvenlik yokluğundan tatil edilmek zorunda bile kalındı. Yaşanan protesto ve çatışmalar Bolivya’nın özellikle
“beyaz egemenlerinin” iktidarlarını ve
çıkarlarını nasıl korumak istediklerinin
belgeleriydi.
Sonuçta 9 Aralık 2007 tarihinde muhalefetin bir bölümünün katılmadığı bir
Kurucu Meclis toplantısında Anayasa
taslağı onaylandı ve Kurucu Meclis’in
süresinin dolacağı 14 Aralık tarihinde
ise Anayasa taslağı Kurucu Meclis Başkanı tarafından Başkan Morales’e teslim
edildi.
Muhalefet giderek sertleşti, egemen
oldukları eyaletlerin özerkliğini ilan ettiler. Kimileri referandum bile yaptı ama
referandum sonuçları merkezi devlet tarafından kabul edilmedi.
Morales sözkonusu eyaletlerin “özerklik referandum”larına karşı başkan ve
başkan yardımcısı başta olmak üzere
dokuz eyaletin valilerinin görevlerine
devam edip etmemeleri konusunda referandumu gündeme getirdi. Sözkonusu referandum 10 Ağustos 2008 tarihinde gerçekleşti. Buna göre eğer Morales ve yardımcısı seçimlerde elde edilen %53,7’den
az oy alırsa, gündeme yeni başkanlık
seçimi getirilecekti. Muhalif valiler bu
ölçünün kendileri için kabul edilmeyeceğini, ancak egemen oldukları eyaletlerde
%50’den fazlası onlara karşı oy kullanırsa görevlerinden istifa edeceklerini ilan
ettiler. Morales uzlaştı.
Referandumda, Morales ve yardımcısı
oyların %67,41’ini alarak icraatlarını sürdürme onayına sahip yöneticiler olarak
muhalefetle yeniden pazarlıklara döndüler. Morales’in başkanlığının onaylanması ve biri Morales yanlısı olmak üzere üç
valinin görevinden alınması dışında referandum özde bir şey değiştirmedi.
Morales hep muhalefetle uzlaşma, görüşme yanlısı tavır takınırken, muhalefet
hep daha uzlaşmaz tavırlar takınıyordu.
Bu kimi muhalif eyaletlerde hükümet
binalarına saldırıların, doğalgaz boru
hatlarına sabotajların yoğunlaşması ve
onlarca kişinin muhalif güçler tarafından
öldürülmesi üzerine Morales’in Pando
eyaletinde sıkıyönetim ilan etmesine ve
sorumlu olarak eyalet valisini tutuklatmasına kadar böyle sürdü.
Sonunda Morales ile sözkonusu muhalif valiler arasında geçici de olsa uzlaşma
sağlandı ve yapılan kimi değişikliklerle
–tabii ki Morales tarafından muhalefete verilen tavizlerdir bunlar– Anayasa
taslağının 25 Ocak 2009 tarihinde referanduma sunulması üzerine anlaşıldı.
Referandumla birlikte sorulacak bir soru
da toprak reformuyla ilgiliydi. Sözkonusu toprak sahiplerinin elindeki toprak
büyüklüğünün 5000 hektar mı yoksa
10.000 hektar mı olması gerektiğine karar verilecekti.
25 Ocak 2009 tarihinde sözkonusu
anayasa referandumu –bu sefer ertelenmedi– gerçekten de yapıldı. Katılımın
%90 olduğu söylenen referandumda
anayasaya evet oyları %61, hayır oyları
ise %36 olarak açıklandı. Ayrıca toprak
sahiplerinin elindeki arazinin üst sınırı olarak 5000 hektar belirlenmiş, koka
koruma altına alınmış ve yabancı askeri
üsler de yasaklanmıştı. Anayasa ile en
önemli değişiklik İndigen halkların haklarının resmen tanınmasıdır. Bu temelde
ele alındığında yeni Anayasa demokratik
bir burjuva anayasasıdır.
Bilince çıkarılması gereken temel mesele ise, bu Anayasa da üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyeti koruyan, yabancı ya da genelde kapitalist yatırımlara yasal güvence veren, liberal temsilci demokrasinin yöntemlerini savunan
bir Anayasadır. Bu değerlendirmeyi biz
değil, bizzat Bolivya’nın haber ajansı
Bolpress’in şefi Miguel Lora Fuentes
(junge Welt, 24/25 Ocak 2009, Alm) yapmaktadır. Yani Bolivya’lıların kendileri,
“uzaktan davulun sesinin hoş geldiği”
ülkelerdeki “sol”dan daha gerçekçi tespitler yapmaktadırlar.
Anayasa’nın kabul edilmesiyle Morales
yönetimi yeni bir döneme geçme durumundadır. Şimdi gündeme, Anayasa’ya
göre seçimler girmiş durumdadır. Kesin
tarihi şimdilik belli değildir. Morales’in
yeniden başkanlığa seçilmesi büyük olasılıktır.
KISACA BOLİVYA’NIN
DIŞ İLİŞKİLERİ…
Morales her şeyden önce Küba, Venezüela ve genelde Latin Amerika ülkeleriyle iyi ilişkiler kurma çabası içindedir.
ALBA’ya üye olmak, Mercosur’a üye olmaya çalışmak, Latin Amerika Devletler
Birliği’ne katılmak vb. istek ve edimler
bunun göstergeleridir.
Emperyalistlerle ilişki bağlamında
ise Venezüela’ya benzer bir çizgi izlemektedir Bolivya. Fakat bu siyaset özde
aynı olsa da pratikte, ya da uygulamada
Venezüela’nın siyasetiyle bir ve aynı değildir. Benzerliği ABD’den bağımsızlaşmaya yönelik adımlar atmak, bunun için
diğer emperyalist güçlerle ve kapitalist
ülkelerle ilişkileri, ticareti geliştirmek
yönündeki çabalardır. ABD dışındaki emperyalist güçlerle ilişkilerde, Çin ve Rusya
ile ilişkiler geliştirilmektedir, fakat henüz
bu emperyalistlerin Venezüela ile ilişkileri düzeyindeki bir gelişme durumunda
değildir. Bunlar dışında ama Bolivya’nın
öncelikle Avrupalı kimi emperyalist güçlerle, Fransa, İspanya başta olmak üzere
ilişkileri Venezüela’nın bunlarla ilişkilerinden daha iyidir. Morales de Chavez
gibi İran ile,ilişkiler içindedir.
Bolivya’nın ABD emperyalizmi ile ilişkilerine gelince durum özetle şöyledir.
Morales yönetiminde Bolivya ABD’nin
tüm kıtaya dayatıp kabul ettiremediği
FTAA (ALCA) anlaşmasını imzalamayıp bunun yerine Venezüela ve Küba
tarafından kurulan ALBA’ya katılması
kuşkusuz ki ABD emperyalistlerini kızdıran adımlardan biriydi.
Morales’in Küba ve Venezüela ile iyi
ilişkilere sahip olması bile ABD emperyalizminin pek istediği bir şey değildir.
Bundan da öte Morales zaten daha önceden koka üreticisi köylülerin taleplerini
desteklediği için ABD tarafından istenmeyen kişiydi.
Tüm bunlara bir de 2008 yılında yaşanan içteki mücadelede ABD emperyalizminin muhalefeti desteklemesi ve hatta
bir darbeye hazırlık yaptığı yönlü tavırlar; bunlara karşı Morales’in 10 Eylül
2008 tarihinde ABD elçisini istenmeyen
kişi ilan edip ülkeden kovması vb. tavırlar bunlar arasındaki ilişkilerin hiç de
“dostane” olmadığının verileriydi. ABD
emperyalizmi açıkça muhalefeti desteklemekteydi. Bolivya’nın bölünmesini
teşvik eden, bunu kullanmaya çalışan bir
siyaseti terk etmemişti.
Tüm bunlara bakıldığında Morales’in
görece anti ABD’ci tavır içinde olduğu
ama onun da Chavez gibi genel bir anti
emperyalist siyasete sahip olmadığı söylenmelidir. ABD ile iyi ilişkilerin olmaması esasında Morales’in tavrı sonucu
değil, ABD emperyalizminin çıkarları
temelinde yükselen ve Morales’e karşı
yansıyan tavrı sonucudur.
Bu arada ama bilince çıkarılması gereken önemli bir nokta Bolivya’nın hem
ihracatta hem de ithalattaki birinci tica-
156 . 09
63
ret ortağının Brezilya olduğudur.
Morales yönetiminde Bolivya devleti,
kendi iç siyasetinde daha çok söz söyleme hakkına sahip olmaya, ekonomik
kaynaklar üzerindeki kontrolü ele geçirmeye ve bu temelde ABD emperyalizmine bağımlılığını azaltmaya doğru adımlar atmaya çalışmaktadır.
Kamulaştırma adı altında atılan adımlar bu yöndeki gelişmeye hizmet eden
adımlardır. Fakat bu adımların sosyalist
önlemlerle, sosyalizmi inşa etmeyle bir
alakası yoktur. Morales’in de sosyalizmle,
komünizmle bir alakası yoktur. Morales’i
ve Bolivya’yı “devrimci sol akım” içinde saymak ise abesle iştigaldir. Nestor
Kirchner’i değerlendirirken Morales’in
kendisi hakkında yaptığı değerlendirme
Kirchner’in de kendisi gibi “yeni milliyetçi” akım içinde yer aldığı biçimindedir. Hiç de yanlış bir değerlendirme
değildir bu. Aslında Morales de genelde
İndigen halklarının haklarını savunsa da,
Bolivya’nın siyasi ve ekonomik bağımsızlığını savunan ve milli burjuva siyasetin
temsilciliğini yapan bir siyasetin savunucusudur. İktidar ise hâlâ “beyaz oligarşi”
ile paylaşılma durumundadır.
EKVADOR
156 . 09
64
Ekvador’un Venezüela ve Bolivya ile
birlikte “radikal sol” ya da “devrimci sol
akım” içinde ele alınması, esas olarak
andaki Başkan Rafael Correa’nın seçilmesine ve Correa’nın da Chavez gibi “21.
yüzyıl sosyalizmi”nden bahsetmesine
dayanmaktadır.
Correa’nın kendisini “Chavez’in arkadaşı” olarak göstermesi tabii ki seçimlerden önceki döneme rastladığından,
15 Ekim ve 26 Kasım 2007 tarihlerinde
yapılan seçimler öncesinde de “sol rüz-
garın” Ekvador’da da esmeye başladığı
yönlü değerlendirmeler yapıldı. Öze değil, görüntüye bakanların, yapılanlara
değil söylenenlere takılanların Correa’yı
ve onun Başkanlığındaki Ekvador’u
“devrimci sol akım” içinde değerlendirmeleri için, Chavez’in arkadaşı olmak ve
“21. yüzyıl sosyalizmi”nden bahsetmek
yetiyor, hatta artıyordu bile…
Correa’nın seçimlerde kitlelere verdiği
vaatlerin neler olduğuna ve göreve başladıktan sonra ise neler yaptığına bakmadan önce Correa’yı başkanlık koltuğuna
götüren sürece, Ekvador’un yakın tarihine kısaca bakalım.
Ekvador da kimi diğer Latin Amerika ülkeleri gibi zengin kaynaklara sahip
olan, ama en fakir, bağımlı ülkelerden
biridir. En büyük gelir kaynağı petroldür. Bunun yanısıra kakao, muz, kahve,
deniz ürünleri vb. mallar da ihraç edilmektedir. Petrol ve genelde yeraltı kaynakları esas olarak dış ülkelerin tekellerinin talan alanıdır. ABD emperyalizmi
Ekvador’un hem ihracatta hem de ithalatta birinci ticaret ortağıdır. Siyasi olarak
da Correa’nın seçilmesine kadar Ekvador
esas olarak ABD emperyalizminin siyasetine uygun yönetilip yönlendirilmiştir. Ekonomide IMF ve Dünya Bankası
esasta 2005 yılına kadar belirleyici rol
oynamış, 2005 yılından itibaren bu rolleri giderek gerilemiştir. Bu da esasında
kitlelerin Başkan Guiterrez’i koltuktan
eden mücadelelerin sonucuydu.
Ekvador esasta son 20 yıllık süreçte
genelde dünya çapında emperyalistlerin
uyguladığı sınırsız sömürü ve talan siyasetinin, neoliberalizmin kurbanlarından
biri olarak sürekli bir siyasi istikrarsızlık,
ekonomik krizler yaşamıştır. Bu ekonomik krizlerin bir sonucu olarak örneğin
yoksulluğun oranı %70’lere varmış ve
ülkenin para birimi dolara çevrilmiştir.
Ülkede yoksulluğun, işsizliğin artması ve buna paralel olarak doğanın talanı
ve özellikle petrol ve maden çıkarma
çalışmalarında doğanın mahvedilmesi,
suların kirletilmesi vb. adımlarla İndigen
halklarının yaşam temellerinin ortadan
kaldırılmasına karşı tepkilerle, başta İndigen halkların olmak üzere genelde kitlelerin mücadelesi de yükseliş gösterdi.
Ekvador’da yürüyen mücadeleler, ekonomik temelde olduğu gibi, genel sosyal
sorunları, İndigen halkları bağlamında
aynı zamanda ulusal/ etnik sorunları içeren ve bu temellerde yükselen mücadeleler olarak içiçe geçen mücadelelerdir.
Bu mücadeleler 10 Ağustos 1996 tarihinde Başkan olan Abdala Bucaram ile
birlikte Correa’nın seçildiği 2006 sonuna
kadarki süreçte toplam sekiz başkanın
seçilmesi ve görevden alınmasına yol
açan mücadeleler oldu. Correa’yı saymazsak 11 sene içinde yedi başkan değişmiştir. Bunların üçü doğrudan kitlelerin
mücadelesiyle koltuğundan edilmiştir.
En son koltuğundan edilen Başkan, Lucio Guiterrez’di.
Asker kökenli Guiterrez, aynı zamanda sosyaldemokrat olarak 24 Kasım 2002
tarihinde yapılan başkanlık seçimlerinin
ikinci turunda oyların %54’ünü alarak
seçimi kazandı. 15 Ocak 2003 tarihinde göreve başladığında kitleler ondan
IMF’ye karşı tavır takınmasını, yoksulluğa karşı önlemler almasını , kısacası
neoliberal ekonomi siyasete hayır demesini bekliyordu. Çünkü Guiterrez, verdiği bu vaatler sayesinde seçilmişti.
Guiterrez koltuğa oturduktan sonra ise,
verdiği vaatlerin tam tersini yaptı. Hem
ABD emperyalizmi ile hem de emperyalist kurum ve kuruluşlarla ilişkilerini sıkı
tuttu, IMF’nin dayattığı programları uyguladı. Yani seçimlerden önceki siyaset
ve uygulamalar esas olarak sürdürüldü.
Bu durum, kitlelerin hoşnutsuzluğunu daha üst düzeye çıkarmıştı. Sonuçta,
ilan edilen sıkıyönetime, polis ve askerin
saldırılarına rağmen kitleler mücadeleden vazgeçmedi. “Hepsi gitmeli” sloganı kitlelerin ana sloganlarından biriydi.
Ordunun, Guiterrez tarafından verilen
kitlelere saldırma emrine uymaması ise
güçler dengesini kitlelerden yana değiştirmişti. 20 Nisan 2005 tarihinde Guiterrez koltuğundan oldu. Parlamentoda
yapılan oylamada %60 oyla Guiterrez
görevinden alındı.
Guiterrez’in görevinden edilmesinin
perde arkasında açıkça onun neoliberal
siyaseti sürdürmesi, ABD emperyalizmiyle ortak davranması, Serbest Ticaret
Anlaşması’nı kabul edeceğine dair işaretler vermesi, IMF ve Dünya Bankası’nın
dayatmalarına uyması, yoksulluğa karşı
değil, yoksullara karşı mücadeleyi sürdürmesi vb. vb. olgular vardı.
Bu olgular, Guiterrez yerine başkanlık
koltuğuna oturtulan Alfredo Palacio tarafından gözönüne alınmak zorundaydı.
Palacio göreve başladığında kendisinin
seçilmesini anayasal yönetime geri dönüş, cumhuriyetin yeniden kuruluşu için
bir temelin atılması olarak değerlendirmiş ve yakın bir zamanda kurucu meclisin oluşmasını hedeflediğini açıklamıştı.
Özellikle cumhuriyetin yeniden kuruluşu ve kurucu meclis düşüncesinin, daha
sonra Correa’nın seçim propagandasının
da merkezinde yer aldığını vurgulamak
gerekiyor.
Palacio ABD, IMF ve Dünya Bankası
ile ilişkilerde biraz mesafeli kalmaya çalıştı, fakat o da örneğin serbest ticaret anlaşmasını kabul etme siyasetini güttü. Bir
yandan kitlelerin taleplerine yanıt verme
görüntüsü için de olsa –örneğin ABD
emperyalizminin tekellerinden biri olan
Occidental Petroleum’u (Oxy) ülkeden
156 . 09
65
156 . 09
66
kovma talebini yerine getirip mücadeleyi
dindirmeye çalışırken, diğer yandan da
kitlelerin, örneğin maden işgaline ya da
benzeri eylemlerine karşı sıkıyönetimle
yanıt veren, İndigenlerin hak taleplerini
saldırıyla cevaplayan bir siyaset uyguladı.
Kitleler nezdinde Palacio, Guiterrez’den
iyi ama yine de kötüydü. Palacio Kurucu
Meclis ve cumhuriyetin yeniden kuruluşu vaatlerini yerine getirmedi.
Correa ise Palacio’nun başkanlık döneminde Ekonomi Bakanlığı görevine
atandı. Özellikle kitlelerin de mücadelelerinde karşı çıktığı neoliberal siyasete karşı çıkan Correa, ekonomide yeni
bir siyasete dönmekten yana tavır takındığından; bu tavır da IMF ve Dünya
Bankası’nın işine gelmediğinden, göreve
başlamasından birkaç ay sonra istifa etti.
Correa’nın kamuoyunda tanınması da bu
dönemde oldu.
Correa, Ekonomi Bakanlığı görevinden istifa ettikten sonra esas olarak başkanlık seçimleri için hazırlandı. Seçimlere “Ülke Birliği”nin (Alianza Pais) adayı olarak katılan Correa, 15 Ekim 2006
tarihindeki ilk turda “muz milyarderi”
Alvaro Noboa’nın gerisinde ikinciliği
alarak, seçimin ikinci turuna katılmayı
hak etti.
26 Kasım 2006’da yapılan ikinci turda
ise, başta İndigen halkların örgütü olan
Ekvador Ulusal Yerli Federasyonu (CONAIE), Sosyalist Parti (PS), Demokratik Halk Hareketi (MPD), Demokratik
Sol (ID) ve 200 civarında sivil toplum
örgütünün desteğiyle Correa oyların
%56,67’sini alarak seçimi kazandı.
Seçim propagandasında Correa’nın
esas vaadi, “Ekvador’un yeniden kuruluşu” için Kurucu Meclis’in oluşturulması
yoluyla yeni bir Anayasa oluşturmaktı.
Değişim propagandasının içinde özel
olarak devletleştirme propagandası falan
yapılmadı. Bu, esasta ülke içinde zengin tabakaları karşısına almayan, esas
olarak ABD, IMF ve Dünya Bankası’na
karşı, neoliberalizme karşı tavıra ağırlık
veren bir siyasetin seçildiğini gösteriyordu. İçteki siyasette Correa esas olarak
Kongre’de (Meclis) yer alan partilere cephe almış, onları yolsuz, yiyici, mafyanın
kolları, “çürümüş partiler sistemi” olarak
göstermiş ve Kongre için seçimlere katılmayı reddetmişti. Ayrıca Correa kendisini “hümanist-Hristiyan”, “solcu-katolik”
vb. olarak tanımlamaktadır. Gerçekten
de Correa Katolik Üniversitesi de içinde
olmak üzere Katolik okullarından yetişen biri.
Tüm bunlara rağmen ama kitleler için
öne çıkan “değişim”, “Ekvador’un yeniden kuruluşu” yönlü propaganda ve bu
“değişim” içinde ele alınan kimi somut
tavırlar oldu.
ABD’nin dayattığı serbest ticaret anlaşmasını reddetmek. ABD ile “Kolombiya Planı”na artık ortaklık etmemek.
ABD’nin 2009 yılında izin süresi bitecek
olan askeri üssünün iznini uzatmamak.
Kolombiya ve ABD tarafından “terör
örgütü” olarak değerlendirilen FARC’ı
terör örgütü olarak görmemek. IMF ve
Dünya Bankası ile ilişkileri sıfırlamak.
Venezüela, Küba ve Bolivya ile dayanışma içinde olmak.
Ülke içinde ise yoksulluğa ve yolsuzluğa karşı mücadele, doğal kaynakların
talanına son vermek. Petrol gelirlerini
artırmak için devletin payının artırılması
ve yeni mukaveleler imzalanması. Yabancı şirketlerin vergilerinin yükseltilmesi.
Kimi dış borçların ödenmeyebileceğinin
açıklanması. Doğanın talanına ve çevrenin kirletilmesine karşı önlemler alınması vb. vs. tavırlar, kitlelerin Correa’ya oy
verdiren tavırlardı. Correa’nın belki de
Chavez ve Morales’ten farklı olarak ta-
kındığı tavır, sözkonusu bu konuları seçim vaatleri olarak öne çıkarmamasıdır.
Seçim vaadi olarak dile getirmediği
tüm bu konularda ama Correa açıkça ne
istediğini ortaya koymuştur.Bu arada
kendisinin ne “Chavezci”, ne “Bacheletci” ve ne de “Kirchnerci” olduğunu
açıklayan Correa: “Fakat biz, karşılıklı
dayanışma, anlaşma ve birlikte çalışma
temelinde yükselen, sosyal adalet, ulusal bağımsızlık, çevrenin korunması ve
bölgesel entegrasyon için çaba gösteren
bir 21. yüzyıl sosyalizmini savunuyoruz.”
(Le Monde Diplomatique, Ocak 2007,
Alm.) yönlü tavır da takınıyor.
Correa’ya göre herkesin kendisine uygun bir sosyalizm modeli vardır. Seçim
propagandası sürecinde neredeyse hiç
“21. yüzyıl sosyalizmi”nden bahsetmeyen bir tavır sergiledi Correa. Ama seçildikten sonra yine sık sık “21. yüzyıl
sosyalizmi”nden dem vurmaya başladı.
Correa, Morales’ten daha fazla “21. yüzyıl sosyalizmcisi”olarak görünüyor.
Herkesin kendi “sosyalizm modeli”
düşüncesi de aslında ulusal burjuva siyasetin temsilcileri olma maskelerinin
korunmasına hizmet eden bir düşünce
olma durumundadır. Buna göre örneğin
Ekvador’da şu ya da bu kapitalistin mallarına dokunmadan, kamulaştırmadan,
sadece devletin, Başkan somutunda yönetimin denetimini artırmakla da “sosyalizm” kurulabilir, savunulabilir vb.
vb. Bu maske, Correa’nın “sosyalist bir
Latin Amerika”dan yana olduğunu açıklamasıyla da korunmaya çalışılmaktadır.
Gerçekte ise Correa da içinde olmak
üzere sözkonusu ülkelerde yönetimde
olanların hiç biri kapitalizme, emperyalizme kökten karşı değildir. Bunların
“sosyalizmi” gerçekte kapitalizmin aşırı
uçlarının törpülendiği “sosyalleştirilmiş
kapitalizm”dir.
CORREA’NIN İCRAATLARI…
Seçimi kazandıktan sonra yaptığı konuşmada “Bize son 20 yılda büyük zararlar veren neoliberalizmin uzun ve acı
karanlığı sona erdi” diyen Correa’nın
icraatlarının başında, seçim propagandasında merkezde duran Kurucu Meclis’i
ve “Ekvador’un yeniden kuruluşu”nu
sağlayacağını söylediği yeni Anayasa’yı
oluşturmak geliyordu.
Buna rağmen ama Correa daha göreve
başlamadan Venezüela ile ortaklık anlaşmaları sağlamak için “arkadaşı Chavez”i
ziyaret etti. ALBA anlaşması çerçevesinde işbirliği ve enerji ortaklığını geliştirme üzerine hemfikir olundu ve bir de
ortak bildiri yayımlandı.
Correa aynı zamanda yabancı petrol
tekelleriyle anlaşmaların gözden geçirileceğini, anayasal reformla yargıyı
bağımsızlaştıracağını, ABD ile serbest
ticaret anlaşmasını reddettiğini vb. de
açıkladı. Bu seferki başkan sözünü tutacağa benziyordu…
15 Ocak 2007 tarihinde, içlerinde
Ahmedinejad’ın da olduğu 11 devlet başkanı ve 1200 misafir huzurunda yemin edip
göreve başlayan Correa’nın ilk işi de, kararname ile Yüksek Seçim Mahkemesi’ni
(TSE) Kurucu Meclis’in kurulması için 18
Mart 2007 tarihinde referandum yapmakla görevlendirmek oldu.
Bu karara karşı çıkan Kongre’de (Meclis) yer alan Correa karşıtı kesimlerdi. İktidar dalaşında devlet erkinin bir kesimi
diğerine karşı geliyordu. İktidar dalaşı
da Kongre’nin çoğunluğunun Correa’nın
planını boşa çıkarmaya çalışması biçiminde yürüyordu. Correa’nın Kongre’ye
milletvekili göndermek için seçimlere
katılmayı reddetmesi, onun işini biraz
zora sokuyordu.
Yüksek Seçim Mahkemesi tüm itiraz-
156 . 09
67
156 . 09
68
lara, protestolara rağmen 15 Nisan 2007
tarihinde referandumun yapılmasına karar verdi. Bu arada Kongre’de Yüksek Seçim Mahkemesi Başkanı’nın Kongre’nin
onayı alınmadan referanduma karar vermesi nedeniyle görevden alınması için
oylama yapıldı ve 100 milletvekilinin
57’si evet oyu kullandı. Seçim süreçlerinde en yüksek makam Yüksek Seçim
Mahkemesi olduğundan, TSE sözkonusu
milletvekillerinin yetkilerini referandumu engelledikleri gerekçesiyle bir yıllığına kaldırdı. Yani bunların milletvekilliğine bu dönem için son verdi. Kimi
“yedek” milletvekillerinin seçilmesi ve
Kongre’deki partilerden kimilerinin tavır
değiştirmesiyle, Kurucu Meclis ile ilgili
tasarı kabul edilip sonuçta referandumun
yolu açıldı.
15 Nisan 2007 tarihinde yapılan referandumda oy kullananların %81,7’si yeni
bir anayasanın oluşturulmasından yana
tavır takındı.
Referandumda evet cevabı çıktıktan
sonra gözler 30 Eylül’de yapılması planlanan Kurucu Meclis (kimileri Anayasal
Meclis diye de tabir ediyor) seçimlerine
çevrildi.
Bu arada Correa, 15 Nisan’da IMF’ye
borçlarını ödediklerini ve “Bu uluslararası bürokrasiyle artık ilişkimizin olmasını istemiyoruz.” diyerek IMF ile ilişkilere son verdiğini açıkladı. (Junge Welt,
17 Nisan 2007, Alm.)
Nisan ayı sonlarına doğru ise Dünya Bankası’nın Ekvador’daki temsilcisi
Eduardo Somensatto’yu istenmeyen kişi
“persona non grata” ilan edip Ekvador’u
terk etmesi talimatını verdi.
30 Eylül 2007 tarihinde yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde Correa’nın partisi “Ülke Birliği” oyların %70’ini aldı.
Böylece 130 koltuklu mecliste büyük
çoğunluğu sağlamıştı. Bolivya’da olduğu
gibi engellenme durumu yoktu.
30 Kasım 2007 tarihinde ise Kurucu
Meclis ilk oturumunu yaparak çalışmalarına başladı. Kurucu Meclis’in ilk işi
de, daha önce Kurucu Meclis’e karşı çıkanların korktuğu kararı, Kongre’nin dağıtılması kararını almak oldu.
Kurucu Meclis’in bu kararını Kongre’de
yer alan çoğu milletvekili kabul etmeyip
normal oturumlarını yapmayı sürdürmeye çalışınca, iktidar dalaşı kızıştı. Kurucu Meclis anayasa taslağını oluşturmaya
çalışmanın yanısıra Kongre’nin işlerini
de üzerlendi. Bu ise anayasa taslağının
öngörülen 180 günlük zaman içinde bitirilememesine yol açtı.
Correa’nın zaman baskısı, Kurucu
Meclis’in Başkanı’nın başkanlık görevinden istifasına yol açtı. Sonuçta anayasa
taslağı Correa’nın tanıdığı zaman süreci
içinde onaylandı, referanduma sunuldu.
28 Eylül 2008 tarihinde anayasa
için referandum gerçekleşti ve oyların
%63,93’ü ile yeni anayasa kabul edildi.
Böylece Correa, seçimlerde propagandanın merkezinde duran vaadini yerine getirmişti. “Ekvador’un yeniden kuruluşu”
da böylece gerçekleşmiş oluyordu.
Correa’nın savunduğu görüşlere uygun
bir Anayasa onaylanan anayasa. Buna
göre örneğin devlet, ya da hükümetin
kontrolü ve denetimi artırılmıştır. Su,
enerji, telekomünikasyon, iletişim araçları, yenilenemez doğal kaynaklar, biyolojik çeşitlilik, elektromanyetik spektrum
ve radyo-elektrik alanının tasarrufunun
da tamamen devlette olmasını içeren bir
Anayasa. Yabancı üslerin yasaklanması
da Anayasa hükmü.
Anayasa’nın kabulü dışında bu dönemde göze çarpanlar şunlardır: Kararname
ile madencilik alanında kimi şirketlerin
imtiyazlarının kaldırılmasına yönelik
adımlar; 1992’den beri devletin “elini”
çektiği fiyat kontrol politikasına geçmek;
kimi faiz borçlarının“gayri meşru” ilan
edilip ödenmeyeceğinin açıklanması;
devlete borcu olduğu açıklanan kimi televizyon şirketlerinin ve inşaat alanındaki
şirketlerin mallarıne el koymak; ve Şubat
2009 başında ABD Gümrük Ataşesi’nin
ve kısa süre sonra da ABD Büyükelçiliği Birinci Sekreteri Mark Sullivan’ın
Ekvador’dan kovulması.
Dış ülkelerle ilişki bağlamında ise esasında Latin Amerika ülkeleriyle ilişkiler
öne çıkmaktadır. Emperyalist güçlere
karşı tavırda ABD ile olan kimi çelişkiler
dışında şu ya da bu emperyalist güce karşı
olan herhangi bir tavır ve atılan adım yoktur. Correa esasında tüm emperyalistlerle,
–ABD ile ilişkileri biraz farklı da olsa– iyi
ilişkiler içindedir. Rusya ve Çin ile de, AB
içindeki emperyalistlerle de burjuvazinin
ilişkileri çerçevesinde Ekvador’un “normal” ilişkilerini sürdürmektedir.
Correa, Chavez’in hatta Morales’in
bile ABD’ye karşı tavırlarından çok daha
geri düzeyde tavır içindedir. Esas olarak
Ekvador’un doğrudan çıkarlarını çiğneyen yönlere karşı çıkarken bile, ABD emperyalizmi ile de görece iyi ilişkileri sürdürmeye çalışmaktadır. Kimi ABD’lilerin
istenmeyen adam ilan edilmesi ve
Ekvador’dan kovulması da, Correa’nın
genelde ABD emperyalizmine karşı olduğu anlamına gelmemektedir.
Aslında Correa’nın ABD ile ilişkisini
değerlendirme bağlamında, Washington,
Ekonomi ve Politika Araştırma Merkezi
Müdürü Mark Weisbrot’un şu tavrı ilginçtir:
“Washington Correa konusunda kaygılı. Correa IMF’yi ve Dünya Bankası’nın
ekonomik reçetelerini açıkça suçladı,
önerilen ABD serbest ticaret anlaşmasını
reddedeceğini ve ülkedeki ABD üslerini
kapatacağını söyledi. Ekvador’da petrol
şirketleri dahil iş yapan yabancı şirketlerin ödediği vergilerin arttırılmasını istedi ve Ekvador’un kamu dış borçlarını
ödemeyebileceğini ima etti.
ABD’de Ekvador hakkında yazılan raporların çoğu Correa’yı ideolojik açıdan
değerlendirdi (ABD’ye karşı, Venezüela’nın
Başkanı Hugo Chavez’in müttefiki) ve bu
‘biz ve bize karşı onlar’ yaklaşımı önümüzdeki haftalarda da devam edecek gibi. Ama
ülkesini Washington’un olumsuz politikalarına karşı savunmak anti-Amerikan olmak
demek değildir ve Correa kimsenin müttefiki değil.” (Sendika.org 16 Kasım 2006)
Yeni Anayasa’nın kabulü ile Kurucu
Meclis, Ulusal Meclis’e dönüştürüldü ve
26 Nisan 2009 tarihinde yapılacak seçimlere kadar da Başkan Correa’nın yanısıra
ülkeyi yönetti.
26 Nisan’da yapılan seçimlerden de
Correa birinci turda gerekli çoğunluğu sağlayarak zaferle çıktı. 24 Eyaletin
17’sinde yerel yönetimler Correa’nın partisi tarafından kazanıldı. Ulusal Meclis’te
de Correa partisi tek başına iktidar olacak çoğunluğu elde etti.
Yani „21. yüzyıl sosyalizmi“nin Ekvador tarzı! olanını uygulamak için imkanlara sahiptir. Sahiptir de uyguladığı
ve uygulayacağının gerçek sosyalizmle
ilgisi yoktur. Onun somutunda da „21.
yüzyıl sosyalizmi“ Milli burjuvazinin
ulusalcı siyasetine verilen addır.
KİMİ BENZERLİKLER,
ORTAK NOKTALAR…
Chavez, Morales ve Correa’nın “devrimci sol akım”ın içinde hatta önderleri
olarak sayılması, gerçekte bunların haketmediği bir payeyi onlara vermektir.
Aynı biçimde, bunların “devrimci sol
akım” içinde olduğunu savunanların
156 . 09
69
156 . 09
70
yaptığı iş, esasında kitlelerin bilincini
karartmaktır. Yapılan şey, Lula, Kirchner ya da Bachelet ile Chavez, Morales
ve Correa’nın kapitalist sisteme karşı tavrında özde farklı olmadıkları gerçeğinin
üzerini örtmektir.
Bu üç lider ve ülkenin benzerlikleri,
ortak noktaları bağlamında ise öne çıkan
kimi noktalar şunlardır.
Her üç ülkenin “kaderi” şimdiye kadar
–tabii ki esasta son 20-30 yıllık süreci
sözkonusu ediyoruz burada– öncelikle
ABD emperyalizmi ve IMF ile Dünya
Bankası tarafından belirlenmiştir.
Emperyalizme bağımlılık esasta emekçi kitleleri ezip, soyma, ülkenin doğal
kaynaklarının talan edilmesini beraberinde getirirken, burjuva sınıflar arasında da
emperyalist güçlerden bağımsızlık yanlısı
olan kesimleri ortaya çıkarmaktadır. Burjuvazinin emperyalist güç ya da güçlerle
işbirliği içinde olan (Latin Amerikalı Maoist partilerin komprador burjuvazi olarak
da tanımladığı) ve esası ülkedeki egemen
oligarşiyi oluşturan kesimi ile, siyasi ve
ekonomik olarak bağımsızlık isteyen ulusal burjuvazi olarak tanımlanan kesim
arasında çelişkiler, çatışmalar ve iktidar
dalaşı gündeme gelmektedir.
Venezüela, Bolivya ve Ekvador’da yaşananlar da budur. Siyasi ve ekonomik
bağımsızlık isteyen burjuva kesimi –genelde ulusal burjuvazi- kitlelerin hoşnutsuzluğunu da kullanarak ve kitleleri peşlerine takabilmek için de olsa onlara belli
hizmetler sunarak işbirlikçi burjuvaziye,
oligarşiye karşı “solcu” kesilmektedir.
Bunların temel dürtüsü ulusal kaynakların ve işçilerin-emekçilerin kendileri tarafından talan edilmesi, sömürülmesidir.
Bunu da tabii ki ulusal bağımsızlık siyaseti olarak yürütme durumundadırlar. İçteki iktidar dalaşı esas olarak bu siyasete
engel olacaklarla yürümektedir. İktidar
kavgası işçiler-emekçilerle burjuva sınıf
ve katmanlar arasında yürümemektedir.
Ulusal burjuvazinin siyasetinin temsilcileri –bunlar Morales gibi İndigen kökenli
de olsa değişmiyor– kitlelerin hoşnutsuzluklarını iyi kullanmakta, kimi yaşamsal
–ekmek, su, genelde gıda, sağlık vb.– taleplerini belli ölçülerde karşılayarak kitleleri sistem içine hapsetmekte; kitlelerde
“iyi bir yönetici” olduğunda “her şeyin
daha iyi” olacağı eğilimini güçlendirmekte ve devrim için mücadeleden uzaklaştırmaktadırlar. Böylece kitlelerin kurtuluşu şu ya da bu önderden beklemesini,
kişiye tapma tavrına girmesini körüklerlerken; sınıfın kendi gücünün bilincine
varmasını da engellemektedirler.
Ulusal bağımsızlık kuşkusuz ki uğrunda mücadele edilmesi gereken bir haktır
. Fakat kendisine sosyalist, komünist diyenlerin, gerçekte ulusal bağımsızlığın
emperyalist sisteme karşı, kapitalizme
karşı mücadele ile, işçilerin-emekçilerin
devrimci demokratik devrimiyle kazanılabileceğini sürekli ve sistemli olarak anlatması, savunması gerekir. Kim ki ulusal burjuvazinin siyasetçilerinin ulusal
bağımsızlık isteğini ve bunun için mücadelesini “sosyalizm” olarak savunuyorsa,
onlar kitlelerin bilincini karartıyor.
Benzer ve ortak noktaları bunun dışında da vardır. Bunların şimdiye kadar
esas olarak ABD emperyalizmine bağımlı olmaları aynı zamanda esas olarak
ABD emperyalizmiyle karşı karşıya gelmelerinin de temelidir.
Petrol, doğalgaz, genelde yeraltı zenginlikleri/ kaynaklarının dış tekellerin
egemenliğinde olması durumu ve bundan
kurtulma sorunu; petrol/ doğalgaz gibi
alanlar dışında sanayinin az gelişmişliğinin aşılması, toprak ve tarım sorunu ile
İndigen halkların ulusal sorunu ve hakları için mücadelesinin varlığı gibi noktalar
da bunların benzerlikleri arasındadır.
Emperyalizme karşı laflar edildiğinde
sözkonusu olan öncelikle ABD emperyalizmidir. Genelde emperyalist sisteme karşı olmamak-ki bu kapitalizme karşı olmayı
gerektirir- da bunların ortak noktasıdır.
Yine kapitalizmi eleştirdiklerinde
bunlar için sözkonusu olan genelde sistem olarak kapitalizm değildir. Özellikle
bunların son 20 yıllık ülke yaşamlarına
damgasını vuran, durumlarını daha da
kötüleştiren, bağımlılığı artıran, yoksulların sayısını çoğaltan ve yaşamı çekilmez hale getiren, sınırsız sömürü ve talanın adı olan kapitalizmin neoliberalizm
siyaseti sözkonusudur.
Sosyalizme karşı tavır bağlamında
da ortak noktada birleşiyorlar. Hepsinin
Marksizm-Leninizm bilimi temelinde
ortaya konan sosyalizmi savunmadıkları
kendilerinin de açıklamalarıyla ortadadır.
Hepsi proletarya diktatörlüğüne karşıdır. Hepsi genelde “devrim” lafını çok
kullansa da gerçekte devrime de karşıdır.
Bunlar, kendilerinin seçilmesini “devrim” olarak görüp gösteriyorlar. Sosyalizmin de –gerçekte sadece laftadır– Kurucu Meclis oluşturup yeni bir Anayasa’yı
karara bağlamak ve kitleleri bu sürece
katmak temelinde gerçekleştirilebileceği savunulmaktadır. Devlet kapitalizmi
bunlar için “sosyalizm” oluyor!
Sonuç itibariyle bunların bahsettiği “sosyalizm” “sosyalleştirilmiş kapitalizm”dir.
Bu yüzden de açıkça mülksüzlerin mülksüzleştirilmesi, üretim araçları üzerindeki
özel mülkiyetin kaldırılmasını reddetmektedirler. Savundukları esasında “üretim ilişkilerini ve toplumsal zenginliğin
dağılımını demokratikleştirmek”tir.
Bu ülkeler somutunda karşımıza çıkan
“sol rüzgar” gerçekte sosyaldemokrat bir
“sol rüzgar”dır.
Mayıs başı 2009
“REFORMİST
SOL”
KESİMDEN
ÖRNEKLER
Latin Amerika’da estiği söylenen “sol rüzgarlarda” “devrimci sol akım” içinde gösterilen Venezüela, Bolivya ve Ekvador örneklerine baktıktan sonra reformist “sol akıma”
örnek olarak verilen Brezilya ve Şili gibi ülkelerin durumuna da kısaca bakalım. Burada
bilince çıkarılması gereken noktalardan biri,
bu ülkelerdeki durumu ve andaki yönetimin
karakteri ortaya konulurken, bunların sosyalizmle alakası olup olmadığını tartışmaya
gerek bile olmadığıdır. Bu yüzden de kendimizi esasta bunların nasıl bir “sol” olduklarını ortaya koymakla sınırlıyoruz. Bu arada tabii ki sözkonusu ülkelerdeki kimi gelişmeleri
de ortaya koyacağız.
156 . 09
71
ŞİLİ
Şili denince aklımıza ilk gelen şeylerden biri 11 Eylül 1973’teki faşist darbedir
156 . 09
72
ve bu faşist darbenin askeri şefi Pinochet
önderliğindeki dönemin faşizmidir. Pinochet
önderliğindeki faşist darbenin ise Allende
önderliğindeki, sosyalizme barışçıl, parlamenter yollarla varılacağı yönlü revizyonist
siyasetin temsilcilerine yönelik yapıldığı da
biz sınıf bilinçli insanların, komünistlerin bilincindedir.
Allende önderliğindeki halk cephesinin
niyeti ne olursa olsun, sosyalizme barışçıl,
parlamenter yollarla varılacağı yönlü revizyonist yaklaşım tüm Marksizm-Leninizm biliminin savunucuları açısından reddedilen,
reddedilmesi gereken kökten yanlış bir yaklaşımdır. Fakat bu yanlış yaklaşım bile, hem
Şili egemenlerinin hem de özellikle ABD emperyalizminin çıkarlarına dokunmuş, onları
saldırıya geçirmeye, faşist bir darbe planlamaya ve de gerçekleştirmeye yetmiştir.
Soruna Latin Amerika’da esen “sol rüzgarlar” bağlamında bakarsak, Şili’de tüm
yanlışlarına rağmen sosyalizm istekli “sol
rüzgar” esasta 1970’li yılların başında esmişti. Pinochet önderliğindeki ve tabii ki
ABD emperyalizminin desteğiyle gerçekleştirilen faşist darbenin esas amacı da Latin
Amerika’da Küba’nın yanısıra ikinci bir “diken bahçesinin” oluşmasını engellemekti.
Bu temelde de “sol rüzgara” karşı “faşist
rüzgar” estirildi.
Allende önderliğindeki yönetim, sosyalizmi savunma bağlamında biz komünistlerin
değerlendirmesine göre temel yanlışlara sahip olsa da, halkın çıkarına olduğunu düşündüğü ve bu düşünceyle atmaya başladığı
devletleştirme adımları hem yerli kapitalistlerin çıkarlarına, hem de sosyalizmi savunduğunu söylediği ve özellikle de o dönemde
sosyalemperyalist güç olan Sovyetler Birliği
ile iyi ilişkilere sahip olmaktan kaynaklanan
ABD emperyalizminin çıkarlarına tersti. Böylece ABD emperyalizminin ve yerli kapitalistlerin çıkarları örtüşmüş, askeri faşist darbe
ile bu gidişata son verilmişti.
Askeri faşist diktatörlüğün barbarlığını
ve edimlerini burada anlatmayacağız. Ama
ekonomik olarak bu dönem emperyalizmin
neoliberalizm diye adlandırdığı ve dünya çapında yerleştirmeye çalıştığı sınırsız sömürü
ve talanın Latin Amerika’daki en “iyi örneği”
olarak Şili’nin öne çıkarıldığını bilince çıkarmak gerekiyor.
Askeri faşist diktatörlük resmen 1990 yılına kadar sürdü. Pinochet’in ordunun başı
olarak görevini sürdürmesi ise 1998 yılına
kadar sürdü. Şili’nin “sol rüzgarlar” içinde
ele alınması ise, Michelle Bachelet’in 15
Ocak 2006 tarihinde yapılan başkanlık seçiminin ikinci turunda oyların %53,5’ini alarak seçilmesi olgusuna dayanmaktadır. Bu
seçimlere ve sonrası döneme bakmadan
önce, Pinochet döneminin nasıl sonlandığına ve bugün hâlâ geçerli olan Anayasa’nın
hangi dönemin anayasası olduğuna kısaca
bakmakta yarar vardır.
PİNOCHET DÖNEMİNİN SONU…
Pinochet döneminin tüm barbarlığını bir
kenara bırakırsak, 1973’ten 1988’e kadar Şili halkının, faşist diktatörlüğe karşı
mücadelede, devrimci temelde olmasa da
demokrasiyi isteme temelinde bir tepkisi,
mücadelesi gelişti. 5 Ekim 1988’de yapılan
bir referandumda oy kullanan seçmenlerin
%55,99’u Pinochet’in yeniden başkan olmasına karşı tavır takındı. Pinochet yönetimi
referandumda çıkan bu sonuca –hem ülke
içindeki gelişmelere, hem de uluslararası
düzeydeki gelişmelere bakarak– boyun eğdi.
1989 yılında 14 Aralık’ta, darbeden sonraki
süreçte ilk kez “serbest” başkanlık seçimleri
yapıldı ve seçimi Hristiyan Demokrat Patricio
Aylwin kazandı. Aylwin 1990-1994 yılları ara-
sında başkanlık görevini yerine getirdi.
5 Ekim 1988’deki referandum ile
Pinochet’in görevi Aylwin’e devrettiği 11
Mart 1990 tarihine kadar kimi yasal düzenlemelerle, Anayasa düzeyinde hem ordunun
ülkedeki rolü, hem de 1973 askeri faşist
darbeyi gerçekleştirenlerin korunması güvenlik altına alınmıştı. 1990 yılının başlarında Pinochet başkanlık görevini Aylwin’e devretse de ömür boyu senatör ve aynı zamanda ordunun başı olarak siyaset arenasında
çekilmemişti. Bu durum aslında 10 Mart
1998 tarihine, Pinochet’in ordunun “en yüksek emir veren” kişi olma görevinden geri
çekilmesine kadar sürdü.
Pinochet 11 Mart 1990 tarihinde başkanlık görevini Aylwin’e devretse de gerçekte
yürürlükte olan Pinochet döneminin faşist
anayasasıdır. Ayrıca ordunun ülkedeki egemen rolü de gözönüne alındığında, Pinochet
döneminin 1990 tarihinde son bulmadığı,
faşizmin öyle ya da böyle, Şili’de daha uzun
sürdüğü tespit edilebilir. Pinochet döneminin sonu – bu tabii ki doğrudan Pinochet’in
yönetimde yer aldığı dönem olarak anlaşılırsa– başkanlık görevi bağlamında 1990 yılında gerçekleşmiş, ordunun başı olarak da
bu süreç 1998 yılına kadar sürmüştür. Bu
sürecin en azından 1998’e kadar sürdüğünün bir açıklaması da, Pinochet’in başkanlık görevini bırakmadan önce Anayasa Mahkemesi, Yüksek Mahkeme gibi yargının en
üst organlarının başına kendisinin “sadık”
taraftarlarını ataması –sözkonusu atanan
yargıç ya da hakimlerin görev süresi, onların
emekliliğine kadardır–, aynı biçimde hemen
hemen tüm belediye başkanlarını ataması
gibi edimlerdir.
1990’DAN SONRAKİ SÜREÇ…
Bu dönemi özetle aktarmak gerekirse, 11
Mart 1990 tarihinde Aylwin’in başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana toplam dört
başkan göreve geldi: Patricio Aylwin, 19901994, Eduardo Frei 1994-2000, Ricardo
Lagos 2000-2006 ve Michelle Bachelet ise
2006’dan bu yana başkanlık görevini sürdürüyor.
Bu başkanlardan Aylwin ve Frei Hristiyan
Demokrat, Lagos ve Bachelet ise Sosyalist
Parti’den. Fakat bunların tümü de “Demokrasi için Partiler Birliği” (Concertacion) adayı
olarak seçimlere katılıp seçimi kazandılar.
Bu olguya bakıldığında Şili’de Pinochet’in
1990 yılında başkanlık görevini Aylwin’e
devretmesinden bu yana seçilen tüm başkanların Concertacion’un adayları olduğu ve
1990’dan bu yana da Şili’nin Concertacion
tarafından yönetildiği açıktır.
Concertacion esasta dört partinin birliği
temelinde oluşan bir ittifaktır. Pinochet döneminin faşizmine karşı olma adına oluşan bu
ittifak “orta-sol”, kimilerince de “Pinochet’in
solu” olarak da adlandırılmaktadır. Bu dört
parti, Hristiyan Demokrat Partisi (PDC), Sosyalist Parti (PS), Radikal Parti (PR) ve Demokrasi için Parti’dir (PPD). Sonuçta özetlenirse
bu ittifak, Hristiyan demokratlarla sosyaldemokratların bir ittifakıdır.
Bu olguya bakıldığında Bachelet’in seçilmesini Latin Amerika’da “sol rüzgarların”
esmesinin bir örneği olarak göstermenin
ne kadar abartma bir yaklaşım olduğu da
görülebilir. Eğer Bachelet bu ittifakın adayı
olarak değil de Sosyalist Parti adayı olarak
değerlendirilirse, o zaman da, neden aynı
partinin bir önceki adayı, Lagos’un “sol rüzgarlar” içinde gösterilmediği sorusu ortaya
çıkmaktadır. Öyle ya da böyle ortada olan
şey, Bachelet’in Hristiyan demokratlarla
işbirliği içinde olan sosyaldemokrat biri olduğudur. Bunu sağcı sosyaldemokrat olarak
da adlandırabilirsiniz. Aslında Bachelet’in
başkanlık koltuğuna oturmasının diğer üç
başkanlık döneminden esas farkı Şili’nin ilk
kadın başkanı olmasıdır. İlk kadın başkan
olma dışında Bachelet’in seçimi ve siyaseti
156 . 09
73
1990 sonrası döneminin Şili’sinin siyasetinde özel bir değişiklik getirmemiştir.
Şili’de faşizmden burjuva demokrasisine
geçiş süreci, kimilerine göre 2005 yılında anayasada yapılan kimi değişikliklerle
bitmiştir, kimilerine göre ise bu süreç hâlâ
sürmektedir. 2005 yılında anayasada yapılan kimi değişiklikler ordunun yetkilerini
veya rolünü belli ölçülerde azaltmıştır. Fakat bunun faşist anayasanın genel özüne
dokunmadığı yönlü değerlendirmeler ise
kimi muhalif kesimlerce dile getirilmektedir.
Anayasa metninin değerlendirilmesinden
bağımsız olarak uygulamaya bakıldığında,
Şili’de ne Pinochet döneminin faşizmi, ne
de genelde örnek alınan Avrupa’nın gelişmiş
ülkelerindeki burjuva demokrasisi vardır. Bu
konuda aslında en benzer örnek, Türkiye’nin
durumudur.
BACHELET VE İCRAATLARI…
156 . 09
74
Bachelet’in “sosyalist” olarak görülmesinin kaynağı sadece üyesi olduğu partinin
adının Sosyalist Parti olması değildir. Bunun
yanısıra gençliğinde “Sosyalist Gençlik”
içinde yer alması ve Pinochet faşizminin
iktidara el koymasından sonra gözaltına
alınması; orduda hava kuvvetlerinde general olan babasının gözaltına alınıp işkenceden geçirilmesi ve yapılan işkence sonucu
ölmesi; baskılardan kurtulmak için yurtdışına kaçması ve 1979’a kadar, yaklaşık beş
sene yurtdışında, sürgünde, Avusturalya ve
Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde yaşaması da Bachelet’in “sosyalist” olarak değerlendirilmesinin kaynağıdır.
Kuşkusuz ki Bachelet’in “sosyalist” olarak adlandırılması, çoğu ülkelerde gerçekte
sosyaldemokrat kesimin kendisi için uygun
gördüğü bir adlandırmadır ve bunun komünizmin ilk aşaması olarak adlandırılan sosyalizmin savunuculuğuyla ve komünistliğin
bir başka tanımı olarak da kullanılan sosya-
listlikle hiç bir alakası yoktur.
Bachelet 1979’da Şili’ye geri döndükten
sonra, doktorluk mesleğinin yanısıra Sosyalist Parti yanlısı siyasetle de uğraştı ve
özellikle askeri sorunlar üzerine yazılar yazdı. 1987’den itibaren Şili’de siyasi partilerin
çalışmasına izin verildi. Bachelet giderek
Sosyalist Parti’nin yönetimine yükseldi. Bu
arada Washington’da askeri stratejik eğitim
aldı. 2000 yılında ise Başkan Lagos tarafından Sağlık Bakanlığı görevine getirildi.
Bachelet’in aldığı askeri eğitim gözönüne
alınarak iki sene sonra Savunma Bakanlığı
görevine atandı. 2006 yılı başında başkanlığa seçilmeden önce Bachelet, Şili’de devlet
yönetimi kademelerinde doğrudan yönetici
kesim içinde yer almıştır.
Hem bakanlık düzeyinde görev yaptığı süreçte, hem de başkanlık koltuğuna oturduğu
süreçte Bachelet Latin Amerika’da gelişen
anti-ABD’ci kesimlerle de arasına açıkça mesafe koymaktadır.
Bachelet’in Pinochet önderliğindeki faşist
darbenin 30. yıldönümünde, hem faşist darbeyi gerçekleştiren hem de faşizmin uygulayıcısı olan ordu ile “ulusal barış” ilan etmesi tavrı da Bachelet’in nasıl bir “sosyalist”
olduğunun göstergelerinden biridir. Bu tavır
aslında Pinochet döneminin hesabının sorulması sorununu da “geçmişin bir sorunu
olarak” bitirme, kapatma tavrıdır. Savunma
Bakanı olarak ordunun Pinochet döneminin
tüm faşist komutanlarıyla, generalleriyle
de birlikte çalışmıştır. Bachelet’in Pinochet
rejiminin destekleyicisi olan Doktor Anibal
Henriquez ile beş sene birlikte yaşaması da,
bu “uzlaşmacı” tavrının ürünü –ya da tersi–
olsa gerek.
Pinochet döneminin sorgulanması ve
sorumlu ve suçluların cezalandırılması konusunda 19 senelik Concertacion yönetimi süresince kimi adımlar atılmışsa da,
esasta sorumlu ve suçluların büyük bölümü
“dokunulmaz”dır. Emekli olanların dışındaki
yönetici kesim, köşe başlarındaki koltuklarını işgal etmeyi sürdürüyor.
Bachelet 15 Ocak 2006 tarihinde yapılan seçimin ikinci turunda geçerli oyların
%53,5’ini alarak başkanlığa seçildi. 11
Mart 2006 tarihinde de başkanlık koltuğuna oturdu. Seçimlerde yapılan propaganda
da Bachelet esas olarak iki konuya ağırlık
verdi. Biri sosyal eşitsizliklerle –özellikle de
cinsler arası ayrımcılığa karşı– mücadele
etmek ve ikincisi kendinden öncek yönetimlerin “başarılarını” sürdürmekti. Yani kitlelere “yeni bir yönetim”, “yeni bir anayasa” vb.
vaatlerde bulunmadı. Bunun açıklaması da
zaten Bachelet’in Şili yönetimindeki siyasetle hemfikir olduğu ve sadece kimi toplumsal haksızlıkların –örneğin eğitim, sağlık
ve emeklilik alanlarında– düzeltilmesi için
çaba gösterme dışında herhangi bir düşüncesi olmadığıdır.
Bachelet’in Başkan olarak kurduğu hükümet ve görevlendirdiği bakanların özellikle
neoliberalizmin savunucuları, temsilcileri
olması olgusu, kimi batılı yorumcuların bile
neoliberalizmin Şili’de köklü biçimde yerleştiği tespitini yapmaya sevketti. Bachelet de
önceki yönetimlerin –bunun içinde Pinochet
yönetimi de vardır– ekonomideki siyasetini
sürdürmektedir. Yani Bachelet şahsındaki
bu “sosyalist”, Chavez ya da Morales gibi
devletleştirmeden, devlet kapitalizminden yana olan biri değil, neoliberalist bir
“sosyalist”tir.
Bu “sosyalistin” Başkan olarak icraatlarında özellikle işçilerin, emekçilerin durumunu önemli ölçüde düzeltmek için atılmış
ciddi bir adım yoktur.
Kuşkusuz ki bunu söylerken, sistemin
korunması için de olsa, özellikle açlık sınırında yaşayanların oranını düşürmeye yönelik kimi önlemlerin alınmadığını söylemek
istemiyoruz. Fakat bu konudaki önlemler
önceki yönetimler tarafından da alınmış ve
açlık sınırında yaşama mücadelesi veren in-
sanların sayısını azaltmışlardır.
Bachelet’in icraatları içinde “sosyal eşitsizliği azaltma” adına önceki yönetimlerin
attığı kimi adımları sürdürme, “iyileştirme”
yönünde adımlar vardır. Örneğin emeklilik,
sağlık, eğitim vb. alanlarda kimi reformlar
yapıldı. Bu sözkonusu reformlar, örneğin 60
yaş üzeri insanların devlet hastahanelerinde parasız tedavi görmesini sağlamaktadır.
Eğitimde de kimi reformlar yapılmış ama
yoksulların eğitim sorununa gerçek bir çözüm getirilmemiştir. Adına reform denen değişikliklerin esasta kitlelerin protestoları, ya
da eylemleri sayesinde yapıldığı da bilinçte
tutulmalıdır.
Kısaca vurgulanması gerekirse, Bachelet’in
icraatları arasında yer alan kimi reformlar, düzeltmeler, temel ekonomik siyasetleri olan neoliberalizm siyasetinin dışına çıkmayan, kitlelerin
tepkisini azaltmaya, mücadelesini engellemeye
yönelik kimi reform ve düzeltmelerdir.
Tüm bu düzeltmelere rağmen Şili, dünya
çapında sosyal eşitsizliğin en yüksek olduğu ülkeler arasındadır. Bu açıdan bakıldığında Bachelet’in seçim propagandasında
ağırlığı bu alana vermesi anlaşılırdır. Önemli
olan “sadaka” vermek ile böylesi temel toplumsal sorunların çözülemeyeceğinin bilinçte tutulmasıdır.
Bachelet yönetimi gerçek anlamda sosyal
eşitsizliğe karşı mücadele eden bir yönetim
değildir. Daha başkanlık koltuğuna oturmasının ilk aylarında Şili’de yüzbinlerce öğrencinin ve öğrencilerin taleplerini destekleyen
işçi ve emekçinin eğitim alanında reform
istemesi (talepleri eğitim koşullarının iyileştirilmesi, üniversite sınavlarına katılmak için
alınan paranın kaldırılması ve devlet okulları
ile özel okullar arasında eşitlik sağlanması
gibi taleplerdi) karşısında Bachelet, hükümetin, “hiç bir baskıyı kabul etmeyeceğini”
açıklıyordu. Eylemcilere karşı kolluk güçlerinin saldırılarına, yüzlerce insanın gözaltına
alınmasına ses çıkarmıyordu. Öğrencilerin
156 . 09
75
156 . 09
76
eylemlerini sürdürmekte kararlı olduğu ve
halk içinde de destek gördüğü bir durumda
Bachelet geri adım atmak zorunda kaldı ve
eğitim alanında reform yapma sözü verdi.
Mayıs ayında en az 600 bin öğrenci eylemlere katılırken Haziran ayı başında bu sayı
1.000.000’u buldu. 11 Eylül 1973 faşist
darbesinden sonraki süreçte ilk kez bu büyüklükte kitlesel eylemler yapılıyordu. İşte
sonraki dönemde gündeme getirilen eğitim
reformu bu ve benzeri mücadelelerin ürünü
olmuştur.
Devletin kolluk güçleri hemen her eylemde eylemcilere saldırmaktadır. Bu saldırılar
işçilerin ücret artışı, çalışma koşullarının
iyileştirilmesine yönelik grev veya protesto eylemlerine karşı da sürdürülmektedir.
Bu saldırıların bir sonucu örneğin 3 Mayıs
2007 tarihinde 26 yaşındaki grevci orman
işçisi Rodrigo Cistarnas Fernandez’in jandarmaların kurşunuyla katledilmesidir.
Bu saldırılara bir de Bachelet’in “antiterör
yasası” eklenince, kitlelerin “demokratik
hükümetin Pinochet döneminde arta kalan
faşist yasalarla kitlelere cevap verdiği” yönlü tespit anlaşılabilir bir tespittir.
Sözkonusu “antiterör yasası”nın önde
gelen kurbanları ise Şili’de devletin ırkçılığının kurbanlarından olan İndigenlerdir. Nüfusları Şili’nin toplam nüfusunun
%5’i kadar olduğu açıklanan İndigenler
–Mapuche, Aimara ve Rapanui– kendi
kimliklerini, kültürlerini koruma haklarını
savunurken “terörist” damgası yiyip kodese tıkılmaktadırlar. Sadece Pinochet
faşizmi döneminde değil, 19 yıllık Concertacion yönetimi –yani Bachelet yönetimi
döneminde de– süresince de baskı ve
takibatlar, gözaltına alıp kodese tıkmalar
varlığını korumuştur. Devletin resmi tavrı,
Türkiye’de devletin yıllarca Kürtlerin varlığını inkar etmesine benziyor. Eh, olmayan
bir halka, etnisiteye de verilecek herhangi
bir hak da yoktur!…
EKONOMİ VE DIŞ İLİŞKİLER…
Şili’de Pinochet döneminden bu yana uygulanan ekonomi siyaseti neoliberalizmin
en iyi örneklerinden biri olarak propaganda
ediliyordu. Hem de örneğin 1973’de işsizliğin %4,3 olduğu ve 1983’de ise bu oranın
%22’ye çıktığı; ya da 1970 yılında nüfusun
%20’sinin 1990’da ise %40’nın yoksulluk sınırında yaşadığı bir dönemde yapılıyordu bu
propaganda. Pinochet yönetimi Allende yönetimince yapılan devletleştirme adımlarını,
özelleştirmelerle tersine çeviriyordu. Fakat
özelleştirmedikleri bir önemli alan vardı: Bakır işletmeleri.
Bakır, Şili’nin en temel ekonomik kaynağıdır. İhracatta en büyük pay bakır ve bakırcevherine aittir. Örneğin Fischer Weltalmanach 2009’da 2006 yılı verilerine göre
ihracatın %37’si bakır ve %21’i bakırcevheridir. %6 ile sebze ve meyve ikinci sırada yer
almaktadır.
Şili’nin dış ülkelerle ilişkileri esasta “herkesle iyi geçinme” görüntüsündedir. Bolivya
ya da Peru ile geçmiş tarihe dayanan sınır
anlaşmazlığı ise iyi olmayan kesimini oluşturuyor. Pinochet döneminde dış ilişkileri
esasta ABD emperyalizmi ile ilişkiler belirliyordu. Fakat bundan belli ölçüde değişiklik
yaşanmıştır. Örneğin ABD’nin Irak’a müdahale isteğini reddedebilmiştir Şili. Şili’nin
ekonomik ilişkileri aynı zamanda doğal olarak siyasete de yansımaktadır.
ABD, AB ve Asya ülkeleriyle, bunlar arasında da öncelikle Çin ile iyi ilişkiler içindedir
Şili. Şili hem ABD ile Serbest Ticaret Anlaşması yapmıştır, hem de Çin ve Güney Kore
ile. Ayrıca AB ile 2005 yılından beri yürürlükte olan bir ortaklık anlaşması ve teknik ve
bilim dalında birlikte çalışma için de anlaşmalar imzalanmıştır. Bachelet yönetimi bu
anlaşmalara uygun davranmaktadır.
Şili’nin en önemli ticaret partneri ABD’nin
ticaretteki payı giderek düşmektedir. Yerini
Çin ve AB (tek tek AB ülkeleri ele alındığında payları düşüktür, ama AB olarak ele alındığında oran yükselmektedir) almaktadır.
Örneğin Fischer Weltalmanach 2009’un
2006 yılı verilerine göre ithalatta ABD %16
ile birinci, Çin ise %10 ile ikinci sıradadır. İhracatta ise Çin %15 ile birinci, ABD ise %13
ile ikinci sıradadır. İthalat ve ihracatın tümü
ele alındığında ABD hâlâ birinci sırasını koruyor. Ne zamana kadar? Latin Amerika ülkeleriyle ilişkiler ise giderek güçlendirilmeye
çalışılıyor.
SONUÇ
Bachelet’in başkanlığa seçilmesi, Şili’de
ilk kadın başkan olması dışında hiç bir
önemli değişiklik getirmemiştir. Latin
Amerika’da esen “sol rüzgarlar” içinde gösterilen Bachelet yönetimi, gerçekte reformcu bile değildir. Sosyaldemokrasinin sağı, ya
da sağ sosyaldemokrat bir “solcu”dur Bachelet. Hele bir de ekonomideki neoliberal
siyasetin savunucusu ve uygulayıcısı olduğuna da bakılırsa, Bachelet ve yönetiminin
“sol rüzgarlar” içinde gösterilmesinin bile
ne kadar yanlış olduğu görülebilir. Çünkü Latin Amerika’da estiği söylenen “sol rüzgarlar”, özellikle de örnek verilen Venezüela ve
Bolivya somutunda esasta neoliberalizme
karşı çıkılan, ulusal burjuva siyasetin savunuculuğu yapılan bir yaklaşım temelinde esmektedir… Şili’de bu rüzgarın esintilerinden
eser yoktur.
BREZİLYA
Brezilya, hem nüfus oranı bağlamında,
hem coğrafi büyüklük ve hem de ekonomik güç olarak Latin Amerika’nın en büyük,
önde gelen ülkesidir. Aynı biçimde Brezilya,
dünya çapında gelir dağılımının en eşitsiz,
zenginle fakir arasındaki oranın en yüksek
olduğu ülkelerden de biridir.
“Sol rüzgarların” Brezilya’da estirilmesinin temeli Luiz Inacio Lula da Silva’nın (Lula)
başkanlığa seçilmesidir. İşçi sınıfı kökenli,
eski sendika başkanı ve İşçi Partisi lideri
olarak başkanlığa seçilen Lula, özellikle
Brezilya’nın yoksul kesimlerinin, topraksız
köylülerin, açların umudu olma görünümündeydi. Fakat başkanlık koltuğuna oturduktan kısa süre sonra, Lula’nın da yoksulların,
topraksız köylülerin ve genelde emekçilerin
sorunlarına gerçek bir çözüm getirme siyasetine sahip olmadığı, doğrudan uygulanan
siyasetle de ortaya çıkıyordu. Lula’ya umudunu bağlayan ve birazda olsa “sol” takılan
kesim için Lula’nın foyası ortaya çıkmıştı.
Buna rağmen ama Lula hâlâ kimi kesimlerce, Latin Amerika’da estiği söylenen “sol
rüzgarlar” içinde ele alınmaktadır. Lula’nın
icraatlarına bakmadan önce, kısaca, Lula’yı
başkanlığa götüren döneme bakalım.
Brezilya’da 1964-1985 yılları dönemi, askeri diktatörlük dönemi olarak yaşanmıştır.
Askeri faşizm bu dönemin başlarında özellikle sol muhalefete karşı uygulanmıştır.
1980’li yılların başlarından itibaren faşist
baskılar, uygulamalar giderek gevşetilmiş
ve ekonomik krizin de yarattığı ortamda
1985’te “serbest” seçimler gündeme getirilmiştir. Lula 1989’da yapılan başkanlık
seçimlerine İşçi Partisi adayı olarak katıldı,
kazanamadı. Sonraki dönemlerde yapılan
başkanlık seçimlerine de katıldı ve sonunda
dördüncü kez katıldığı başkanlık seçimlerinde, 27 Ekim 2002’de yapılan seçimin ikinci
turunda oyların %61’ini alarak başkanlık seçimlerini kazandı. 1 Ocak 2003 tarihinde de
Başkanlık koltuğuna oturdu.
1985’ten 2002 yılına kadarki dönemde
öne çıkan kimi gelişmeler ise şöyledir:
5 Ekim 1988’de yeni anayasa yürürlüğe
girdi. Hükümete özellikle de Başkan’a geniş
yetkiler tanıyan bir anayasadır bu. Başkan
doğrudan seçimlerle halk tarafından seçi-
156 . 09
77
156 . 09
78
liyor. 1998’den beri de ikinci kere seçilme
hakkı vardır. Görev süresi dört senedir. Hem
devlet, hem hükümetin başıdır başkan. Reformlar gibi yasal değişikliklerin yapılması
ise parlamentonun onayına bağlıdır.
26 Mart 1991’de Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay ile ortaklaşa Mercosur
(Güneyin Ortak Pazarı) kurulur.
1993 yılında Brezilya’nın devlet biçiminin
monarşik mi cumhuriyet mi olacağı konusunda yapılan bir referandumda, büyük çoğunluk (%87) cumhuriyetin korunmasından
yana tavır takındı. Bu referandumda aynı
zamanda ülkenin yönetiminin başkanlık sistemiyle mi parlamenter sistemle mi yönetileceği sorusuna da %69 oranla başkanlık
sisteminden yana tavır takınıldı. Bu, aslında
parlamentoyu tümüyle dıştalayan bir şey
değildir. Örneğin herhangi bir yasanın ya da
reformun yapılabilmesi için parlamentonun
büyük çoğunluğunun onayı gerekiyor.
Bunların dışında, özellikle 1990’lı yıllarda,
Brezilya devletinin borç içinde yüzmesi, ekonomik kirizin sürmesi, enflasyonun yüksekliği, devletin iflasının açıklanması, şu ya da
bu başkanın yolsuzluklarla içiçe girmesi; sokak çocuklarının katledilmesi, çetelerin ve
polisin, paramiliter güçlerin saldırılarının yoğunlaşması; özellikle Amazon bölgesinde altın arayıcılarının indigenlere karşı katliamlar
yapması, ordunun indigenlerin kendi kaderini tayin hakkına ve bu bağlamdaki hakların
genişletilmesine karşı çıkması vb. gibi tavır
ve olaylar Brezilya’nın resmini çiziyordu.
Böylesi bir ortamda başkanlık seçiminde
“sıfır açlık”, “toprak reformu”, “yolsuzlukla
ve cinayetlerle mücadele” etme gibi vaatler
kitlelerin desteğini kazandırabilecek vaatlerdi. Brezilya’nın borçlarının ödenmesi ve
yeni krediler alınması bağlamında da esas
mesele, seçilecek başkanın emperyalist
kurum ve kuruluşlara karşı tavrının ne olacağıydı.
Özellikle 2001 yılı sonlarında Arjantin’de
yaşananların Brezilya’da da yaşanması
emperyalistlerce, kurum ve kuruluşlarınca
istenmiyordu. Örneğin Arjantin’e 1,5 milyar
dolar krediyi bile çok görenler, Brezilya’ya
30 milyar dolar krediyi verebiliyordu. IMF ve
Dünya Bankası gibi emperyalist kurum ve
kuruluşların Brezilya’ya yönelik bu tavırları,
onların kendi adaylarını seçimlere sunmalarını da beraberinde getirdi. Lula’nın seçimlerdeki rakibi Jose Serra’nın IMF yanlısı ve
adayı olduğu gerçeğinin üzeri örtülmeye bile
ihtiyaç duyulmadı. Buna rağmen ama Lula
seçimi kazandı.
Lula’nın seçimi kazanmasının temelinde,
onun IMF’ye ya da emperyalist kurum ve kuruluşlara karşı olması yatmıyor.
Lula’nın 2002 yılında başkanlık seçimlerini kazanmasının temellerinden biri, Lula’nın
1989 seçimlerinden ve sonraki iki seçimde
de giderek sağcılaşması, “orta-sol” konumuna kaymasıdır. 2002 yılı seçimlerine
gelindiğinde, kimi eleştirmenlerin deyimiyle
Lula, işçi tulumundan, işçi imajından vazgeçip takım elbise ve kravatlı olmuştur. Buna
paralel seçim propagandasında dış ülkelere
ya da IMF gibi kurumlara olan borcun ödenmemesi yönlü düşüncelerden vazgeçmiş,
tersine yapılmış olan anlaşmalara uyulacağının garantisini vermiştir. Dış ülkelere ve
emperyalist kurumlara böylesi garantiler verirken, içe yönelik ise “sıfır açlık” ve “toprak
reformu” vaadinde bulunuyordu.
Lula’nın bu vaatleri hem emperyalistlerin, kurum ve kuruluşlarının “kaygılarını”
gidermiş ve onların desteğini sağlamıştır
–en azından açıkça karşı olmaktan vazgeçirmiştir–, hem de Brezilya’nın milyonlarca
aç insanının (40-50 milyon arası sayı verilmektedir) “sıfır açlık” programına, hem de
topraksız 4,5 milyondan fazla ailenin toprak
reformuna umut bağlayıp, Lula’yı desteklemesini sağlamıştır. Lula’nın seçim vaatleri
arasında Brezilya’da üst düzeylerde yaşanan yolsuzlukla, kriminel olaylarla, cinayet-
lerle mücadele etmek de vardı.
Lula’nın başkanlığa seçilmesinden önceki sekiz yıllık dönemin başkanlığını Fernando Henrique Cardoso yapmıştı. Lula,
Cardoso’nun yürüttüğü siyaseti birazcık
daha sosyalleştirmeye yönelmesi dışında
özde farklı bir siyaset ve uygulamaya yönelmedi. Latin Amerika ülkeleri hakkında
“bilir kişi” olarak sayılan James Petras Lula
önderliğindeki İşçi Partisi’nin değişimini şu
biçimde açıklamaktadır: “İşte bütün bu çeşitli unsurların toplamı, PT’nin 1980’lerdeki
sosyalist gündeminden, 1990’lardaki toplumsal refah program gündemine, oradan
da başkanlık seçimlerinden önceki toplumsal liberalizmine ve nihayet de bugünkü
katı liberal uygulamalarına gelmesini açıklamaktadır.” (www.sendika.org, 11 Ağustos
2005)
Aynı yazısında şunu da söylemektedir:
“Da Silva, ABD eski Başkanı Clinton’un
uydurma-halkçı demagojisinin ustası olmuş,
bir yandan ardı ardına baskıcı kanunlar gecirip, asgari ücreti indirip, işçilerin işten atılmasına olanak tanıyıp, toplumsal hareketleri kanun dışı ilan ederken, öte yandan da
yoksullara, ‘acınızı paylaşıyorum’ demeçleri
vermektedir.” (aynı yerden)
Petras’ın bu değerlendirmesi doğrudur. Gerçekten de Lula kapitalistlerin çıkarlarına hizmet ederken halkçı görünme
sahtekârlığını yapmıştır. Lula ve partisi
2002 yılı seçimlerine gelindiğinde “yerli
büyük endüstrilerin, tarım işletmelerinin ve
yabancı bankaların ittifakını temsil etme”
(Petras, aynı yerden) siyasetine sahip hale
gelmişti. Lula’nın Başkan olarak icraatları
da bu siyaset temelinde gerçekleşecekti.
LULA’NIN İCRAATLARI…
Lula 1 Ocak 2003 tarihinde and içip başkanlık koltuğuna oturduğunda seçim propagandasında dile getirdiği noktaları yeniden
vurguladı. Ayrıca: “Eğer Brezilya’da herkes
üç öğün yemek yiyebilirse, ben, hayatımın
hedefine varmış olacağım.” (2 Ocak 2003,
Neues Deutschland) diyordu Lula.
Lula’nın bu açıklaması onu fakirleri düşünen bir adam olarak yansıtsa da, bu aynı
zamanda Lula’nın ufkunun sınırlarını da
gösteriyordu.
Kuşkusuz ki herkese sabah, öğlen ve akşam üç öğün yemek yeme imkanı yaratmak,
özellikle o tarihte sayısı 54 milyon olduğu
söylenen yoksul –bunların büyük bölümü
gerçekten açlık sınırında olanlar– için önemli
bir hedefti. Bu hedef ama üç öğünün nasıl olduğunu, yani az sayıdaki zenginin üç öğünde
yediği ile on milyonlarca yoksul insanın yediği arasında uçurumlar olduğunu da gizleyen
bir açıklamadır. Örneğin sosyal yardım olarak
açlara ayda verilen 18 Reais (2005 hesaplarına göre yaklaşık 10 YTL) ile, ya da sonraları
aile başı ödenen yaklaşık 30 dolar yardım ile
üç öğün yemeye çalışmak ile milyonlarca Reais harcamak bir ve aynı olmasa gerek.
“Sıfır açlık” sloganı ile (sonradan Bolsa
Familia adı altında) yürütülen bu propagandaya paralel Lula patronlarla işçiler ve önde
gelen toplumsal gruplar arasında sosyalbirlik kurmak istiyordu. Bu, bir nevi “ulusal
birlik” işlevini de görmesi istenen bir birlikti.
Yani Lula’nın siyaseti en başından itibaren
sömürücü sınıflarla sömürülenlerin birliğini sağlama siyasetiydi. Bu ise burjuvazinin
“ulusal birlik” adına işçileri, emekçileri kendi kuyruğuna takmaktan başka bir şey değildi.
Lula’nın “sıfır açlık” ve “toprak reformu”
gibi vaatlerini yerine getiremeyeceği aslında
hem Lula’nın seçim propagandası sürecinde
sermaye sahiplerine ve özellikle de emperyalist kurum ve kuruluşlara yönelik tavrında,
hem de Lula’nın genel olarak sahip olduğu siyasete bakıldığında görülebilir şeydi. Buna ek
olarak parlamentonun/ senatonun bileşimi,
İşçi Partisi’nin sandalye sayısıyla ikinci sıra-
156 . 09
79
156 . 09
80
da olması ve hükümet için Lula’nın değişik
partilerle koalisyona gitmek zorunda kalması
da eklenince, gerçekte Lula isteseydi bile ne
toprak reformu ne de tarım reformu bağlamında özde bir değişiklik yapabilirdi.
Lula’nın dış ilişkiler bağlamındaki tavrı da
esasında Lula öncesi dönemin siyasetiyle
aynıydı. İlle de farklılık tespit etmek gerekirse, o da Brezilya’nın ulusal çıkarlarını daha
çok öne çıkarmaktır. Bu da Venezüela ya
da Bolivya’da olduğu gibi neoliberalizme
karşı olma temelinde değil, neoliberal siyaset çerçevesinde daha çok ulusal çıkarlara
ağırlık vermek ve özellikle Brezilya’yı Latin
Amerika’nın öncü gücü yapma amacına uygun bir siyaseti uygulamaya çalışma temelinde ele alındı.
Kısacası Lula yönetimi dış siyasette hem
önde gelen güçler arasına girmeye çalışmak, hem de diğer güçlerle iyi ilişkiler içinde olma yönlü siyaseti uygulamaya çalıştı.
Lula’nın siyasetinin temelinde Brezilya burjuvazisinin çıkarlarını savunmak, Brezilya
ekonomisini güçlendirmek ve bu temelde
emperyalist kurum ve kuruluşlarla da iyi geçinmek vardı, vardır.
Başkanlık görevine başladıktan sonra işbaşı yapan hükümette görevlendirilen kimi
bakanların değişik banka veya mali kurumların eski çalışanları, ya da merkez bankası
şefi olması gibi olgular da Lula’nın yoksullara vaat, zenginlere kâr dağıtma siyasetine
sahip olduğunu gösteriyordu.
Daha işin başında Maliye Bakanlığı’na
atanan Palocci, içinde bulunulan ekonomik durumda hükümetin ekonomide siyasi
deneylere kalkışamayacağını ilan ediyordu.
Gerçekten de Lula döneminde uygulanan
ekonomik siyaset, 1995-2002 yıllarında
başkanlık yapan Cardoso döneminde uygulanan ekonomik siyasettir. Lula’nın yaptığı
iş, esasında Cardoso döneminde başlatılan
kimi sosyal programları sürdürmesi, genişletmesidir. Fakat halkın çıkarları açısından
özde hiç bir önemli değişiklik yapılmamıştır.
Yoksullar için özde bir değişiklik yaşanmamıştır. Fakat Brezilya sömürücü sınıfları
için Lula yönetimi döneminde ekonomik kalkınma, büyüme yaşanmıştır. Brezilya ülke
olarak ele alındığında, ekonomik olarak
2002’den daha iyi bir noktadadır. Petras’ın
verdiği bilgiye göre 2003 ile 2005 arasında
milyoner sayısı 76.000’den 85.000’e çıkmıştır.
Bunun yoksullara yansıması kapitalizm
şartlarında bile mümkün olanın en alt seviyesindeki bir yansımadır. “Sıfır açlık”
programı çerçevesinde yapılanlar, gerçekte
sadece insanların açlıktan ölmesini engelleme sınırı çerçevesindedir. Yani “yaşamaya
az, ölmeye çok” denecek bir “sosyal yardım”
verme durumu var. Bu yardımla da açların
sayısı gerçek orandan daha düşük gösterilmektedir.
Bu hesap oyunu aynı zamanda yoksulların
sayısının hesaplanmasında da gösterilmektedir. Kimi zaman gerçekte açlık sınırında
olanlar yoksul, yoksulluk sınırında olanlar
ise orta düzeyde gösterilmektedir. Yine de
tüm bu farklılıklara rağmen, 2008 yılı google verilerine göre 2007 yılı sonu itibariyle
Brezilya’da yoksulların oranı %23,5’tir. Başka verilere göre 2006 sonunda yoksulların
oranı %33’tür. Verilen rakamlara göre Lula
yönetiminde açların, yoksulların sayısında
azalma olmuştur. Fakat yoksulların 2006
sonu itibariyle oranını en düşük gösteren rakam %21,85’i temel alsak bile, Brezilya’da
yaklaşık 40 milyon insanın yoksul olduğu
ortaya çıkmaktadır. “Sıfır açlık” konusunda
Lula gerçekte sınıfta kalmıştır. Buna baktığımızda Lula, birinci başkanlık görevi sürecinde “hayatının hedefine” ulaşamamıştır,
Brezilya’da herkes günde üç öğün yemek
yeme imkanına kavuşmamıştır.
Petras’ın bu konudaki değerlendirmesi
şöyledir:
“Da Silva’nın, ‘Sıfır Açlık’ kampanyası
berbat bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yiyecek sepetleri, arada sırada, besinsizlikten kıvrananların sadece yüzde onuna erişebilmiştir. Programın idaresi Lula’nın yerel
siyasi patronlarının elinde olup, genelinde
yolsuzluk, siyasi iltimas ve bürokratik beceriksizliklerle doludur. Lula’nın kişisel dostu
ve Sıfır Açlık kampanyasının baş savunucusu Frei Betto programın üzücü sonucundan
ve uygulamalarından hayal kırıklığına uğrayarak istifa etmiştir.” (www.sendika.org, 11
Ağustos 2005)
Lula “toprak reformu” konusunda da sınıfta kalmıştır. Yasal olarak kitlelerin talep
ettiği reformun (bu hem toprak hem de
tarım reformudur, ama öne çıkan toprak
reformudur. Bunun da perde arkasında Topraksız Köylü Hareketi’nin (MST) toprak işgalleriyle sorunu gündemde tutmasıdır.) gündeme bile alınmadığı söylenerek bu konuda
Lula’nın hiç bir şey yapmadığı tespit edilebilir. Fakat böylesi bir tespit yarı gerçeği dile
getirir. Çünkü kanunen herhangi bir reform
gündeme getirilmese de, Lula, seçimlerde
verdiği sözü –dört sene içinde 430.000
aileye yerleşim alanı sunacağı sözü– az da
olsa yerine getirmeye çalıştı. Bu konudaki
veriler farklıdır. Fakat Lula’nın bu ilk dört yıllık görev sürecinde yerleşim alanı sunduğu
aile sayısı, yıllık ortalamalara bakıldığında
Cardoso dönemindekilerden fazladır. Bu da
aslında Lula’nın Cardoso döneminde başlatılan “sosyal” önlemleri sürdürme siyasetinden başka bir siyasete sahip olmadığını;
yoksulların oylarını alabilmek için de olsa,
kendisinin Cardoso’dan daha fazla “sosyal”
olduğunu göstermesi gerektiğini gösteriyor.
Lula hem verdiği vaatleri gerçekte yerine
getirmiyor, hem de MST’nin toprak işgallerini, ya da parlamento binasını işgalini “iğrenç
cürüm”, “terörist edim” ilan ediyordu.
Sonuçta Lula döneminde kaç aileye yerleşim alanı sunulursa sunulsun, ne toprak,
ne de tarım reformu gerçekleştirilmiştir. Lula
büyük toprak sahiplerine dokunmamıştır.
Örneğin büyük toprak sahiplerinin kelimenin
gerçek anlamıyla köle işçi çalıştırdığı; Lula
döneminde bunlardan birkaç binin kurtarıldığı verilerle ortadadır. Köle işçi sayısı en
az 25.000 kadar tahmin edilmektedir, ama
daha yüksek sayıda olabileceği de dıştalanmamaktadır. Özellikle MST’nin köle çalıştıran
toprak sahiplerinin çiftliklerine el konulup
topraksız köylülere dağıtılmasına yönelik
kanun çıkarma talebi vardır. Lula yönetimi
büyük toprak sahiplerinin topraklarına dokunmamak için böylesi bir yasayı bile çıkarmamaktadır.
Özellikle tarımsal alanlarda yaşanan kır
işçilerinin, köylülerin işten atılması, ya da
soya üretimi veya baraj yapımı nedeniyle
topraklarında sürgün edilmesi gibi olgular
da, beraberinde yeni açlık adaylarını ortaya
çıkarmaktadır. “Sıfır açlık” hedefine varmak,
kimi burjuva yorumcuların deyimiyle bile, tarım, toprak reformuyla, yapısal değişiklikle
ancak mümkündür. Böylesi bir siyaset ise
Lula’nın ajandasında yoktur.
Lula’nın icraatları arasında emeklilik reformu yapmak vardır. Fakat bu reform da
esasında emeklilerin durumunu iyileştiren
değil, kötüleştiren bir reform olmuştur. Üniversite reformu ve sendika reformu gibi değişiklikler de esasında neoliberalizmin damgasını taşıyan değişiklikler olmuştur. Aynı
biçimde asgari ücretin “sosyal güvenliği koruma” adına düşürülmesi de bu neoliberal
ekonomik siyasetin göstergelerinden biridir.
Gelen tepkilerden sonra asgari ücretin 260
Reais’ten 300 Reais’e yükseltilmesi de bu
siyasetin değiştiğini göstermiyor.
Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele vaadi
bağlamında Lula ve yönetimi bataklık içindedir. Özellikle 2005 yılı ortalarında gündeme gelen yolsuzluk, rüşvet sorunu Lula ve
İşçi Partisi’nin de diğer burjuva partilerden
özde farklı olmadığını gösteriyordu. Fakat
Lula, kendisini, “bunlardan haberim yok,
156 . 09
81
sırtımdan hançerlendim,” ya da “kim olursa
olsun cezasını çekecek” gibi tavırlarla kurtardı. Lula kendisini, kimi istifalarla ve kimi
bakanlıkları değiştirerek hükümeti kurtardı
ama yolsuzluk ve rüşvetin Lula döneminde
de, hem de Lula’nın partisinde ve hükümet
ortaklarında sürdüğü gerçeğini ortadan kaldıramadı.
Lula’nın seçim öncesi verdiği vaatleri bağlamında özetle icraatleri böyledir. Lula ve
yönetimi yapısal değişiklikler bağlamında
kendilerinin –en azından lafta– koydukları
hedefin de çok gerisinde kalmıştır.
Daha önce Lula’ya umut bağlayan kimi
İşçi Partisi önderlerinin de içinde olduğu onbinlerce taraftar İşçi Partisi’nden istifa etmiştir. Lula ve ekibi, özellikle “sol” kesimin
partiden dışlanmasını sevinçle karşılamıştır.
Bunun en açık ve ilk örneği Senatör Heloisa
Helena’nın durumudur. Helena sağcı parti
PMDB ile ittifakı onaylamayınca, kendisine ya onay ya da partiden atılma seçeneği
dayatıldı. Helena onaylamayınca partiden
atıldı ve sonra “Sosyalizm ve Özgürlük için
Parti”yi (PSOL) kurdu.
LULA’NIN İKİNCİ KEZ SEÇİLMESİ
156 . 09
82
Lula’nın 2002 yılındaki seçimlerde verdiği
vaatleri yerine getirmediği gerçeği gözönüne alındığında, aslında ikinci kez seçilmemesi gerektiği sonucuna varılabilir. Böylesi
bir sonuç aslında kendi içinde mantıklıdır
da. Fakat her seçimde hem adayların kimler olduğu, hem de halkın içinde bulunulan
koşullardaki bilinç seviyesi ve isteğinin ne
olduğu önemlidir. Lula, 1 Ekim 2006 tarihinde yapılan seçimin birinci turunda oyların
%48,61’ini almasına rağmen kimin seçimi
kazanacağı sorusunun cevabı seçimin ikinci turuna kaldı. İlk turda Lula’nın esas rakibi
Geraldo Alckmin oyların %41,64’ünü almıştı. İşçi Partisi’nden atılan Helena ise oyların
%6,8’ini aldı. Brezilya’da oy kullanma zorun-
lu olduğu halde, 126 milyon civarındaki seçmenin %17’si seçim sandığına gitmedi.
Böylesi bir durumda gözler Helena önderliğindeki PSOL’ün tavrının ne olacağına
çevrilmişti. MST temsilcileri de kendi değerlendirmelerine göre sağcı olan Alckmin’in
başkanlığını engellemek için “kötünün iyisi”
olarak Lula’ya destek vereceklerini açıkladılar. Böylece hem PSOL’ün bir kesimi hem de
MST’nin önemli bir bölümünün seçimin ikinci turunda Lula’yı destekleyeceği belirlenmişti. Buna ek olarak Lula, ikinci tur seçim
propagandasında ağız değiştirerek yoksulların zenginlerle mücadelesinden bahsedip,
ikinci kez seçilirse gelir dağılımının daha
adil olacağından dem vuruyordu.
Lula önceki seçimlerde verdiği vaatleri
gerçekte yerine getirmese de, yoksullar arasında “az da olsa bizi düşünen biri” imajını
sağlayabilmişti. Bu sayede, Lula ve yönetimini “zenginler için bir ekonomik siyaset, yoksullara sadaka ve yolsuzluklarla içiçe” geçmiş biçiminde değerlendirenlerin de oyunu
alabilmiştir Lula.
29 Ekim 2006 tarihinde yapılan ikinci tur
seçimde Lula oyların %61’ini –ilk seçimde
olduğu gibi– alarak ikinci kez başkanlığa
seçildi. Alckmin oyların %39’u ile yetinmek
zorunda kaldı.
Lula’nın ikinci dönem görev sürecindeki
icraatları birincisinden farklı değildir. Bu
dönemde Lula’yı “solcu” diye görüp gösterenleri “şok” eden en önemli gelişme ise,
Lula’nın “60 yaşıma geldim, solculuğu bıraktım” biçimindeki açıklamasıydı.
Sendika.org’un “Lula’dan şok açıklama”
başlıklı haberin bir bölümü şöyledir:
“Gençliğinde sağcı olanların yaşlandıkça
merkeze kaydıklarını, gençliklerinde solcu
olanların da sosyal demokrasiye yöneldiklerini belirten Lula, en iyisinin gençken solcu,
yaşlanınca sağcı olmak olduğunu şu sözlerle ifade etti: ‘Eğer çok yaşlı olduğu halde
solcu olan biri varsa, onun bazı problemleri
var demektir, ama çok genç olmasına karşın sağcı olan birisinin de problemleri var
demektir’.
İnsanların altmış yaşına geldiklerinde
denge noktasını bulduklarını belirten Lula,
ülkenin bazı yıllar yüzde ondört büyüme sergilediğini söylediği askeri diktatörlük yıllarını
ise ‘ekonomik mücize” olarak nitelendirdi.”
(www.sendika.org, 15 Aralık 2006)
Lula bu konuşmayı kimi bankerlerin, işverenlerin bir araya geldiği ve özel bir şirketin
örgütlediği toplantıda yaptı. Özetle patronlara, para babalarına ben sizdenim diyordu ve
konuşmasıyla patronları güldürüyordu…
D
İ
P
N
O
T
Lula’nın bu tavrı, onun nasıl bir “solcu”
olduğunun da ötesinde, gerçekte “solcu”
da olmadığının itirafıdır aslında. Sosyaldemokratlığı “solculuk” olarak gösterenlerin
Lula’nın bu tavrını kendilerine yontma imkanları vardır tabii ki. Böylesi bir durumda
da Lula, en iyi halde sağcı bir sosyaldemokrat olarak değerlendirilebilir.
Latin Amerika’nın Brezilya ayağında estiği
söylenen “sol rüzgar” ve “solcu” lider, yönetim böylesi bir “sol rüzgar” ve yönetimdir.
8 Nisan 2009
:
1) Dieterich’in sözkonusu kitabı Aralık 2007’de “pencere yayınları” tarafından Türkçe olarak
da yayınlandı. Sözkonusu tercümenin son bölümü dışındaki kesiminin Almanca’dan tercüme
edildiği söylenmektedir. Kaba bir karşılaştırma ile şunu tespit edebiliriz: Almancasının yaklaşık 27 sayfası hiç tercüme edilmemiş. Tercüme edilmediği hakkında önsözde herhangi bir bilgi
verilmemektedir. Ayrıca tercümenin kendisi iyi bir tercüme değil, kimi yerlerde açıkça yanlış
tercümeler var. Türkçeye tercüme eden Beray Tamar, Dieterich’den de daha çok Stalin düşmanlığı yaklaşımını sergiliyor. Örneğin Dieterich Kulakların sınıf olarak tasfiyesinden bahsederken, Türkçeye tercümesinde Kulaklar (Alm. Kulaken) “Gulag Takım Adaları” (sf. 96) olarak
aktarılıyor. Sayfa 105’de de Kulakların yokedilmesi “Gulag katliamları” olarak aktarılıyor. Bu
iki yerde de, içinde Stalin’den alıntı da olan toplam üç paragraf tercüme edilmemiştir.
156 . 09
83
Latin Amerika ülkelerinde de demokrasi ve halkların gerçek
kurtuluşu da şu ya da bu burjuvazinin temsilcisinin hükümet
etmesiyle değil, emperyalizme ve yerel burjuvaziye karşı
antiemperyalist niteliği de olan devrimlerle kazanılacaktır.

Benzer belgeler